Bu sûre sekiz ayet
olup, Mekkî'dir.[1]
"Andolsun incire,
zeytine, Sîna dağına ve şu emin şehre ki..." (Tîn, 1-3).
Bil ki, buradaki
mûşkil, "et-tîn" ve "ez-Zeytûn"un, kıymetli, nadir
şeylerden olmayışlarıdır. Binâenaleyh, Cenâbı Hakk'ın, bu iki şeye yemin etmesi
nasıl uygun düşebilir? İşte bu sorudan dolayı, bu hususta şu iki görüş
mevcuttur.[2]
Birinci Görüş:
Tîn ve Zeytûn ile, maruf olan bu iki şey, yani incir ile zeytin kastedilmiştir.
Çünkü İbn Abbas, "Evet, evet, bu sizin bildiğiniz incir ve zeytindir"
demiştir. Bu görüşü savunanlar, incir ve zeytinin özelliklerine dair şunları
naklederler:[3]
İncire gelince, bu
kimseler şöyle derler: Bu, hem bir gıda, hem zevkine yenen şey, hem de bir
ilaçtır. İncirin bir gıda olmasına gelince tabipler, bunun, güzel bir taam
yiyecek, hazmedilmesi çabuk, mideye oturmayan, mizacı yumuşatan, terleme
yoluyla dışarı atılan, balgamı azaltan, böbrekleri temizleyen, mesanedeki
kumları ve taşlan düşüren, bedeni besleyen, ciğer ve dalağın gözeneklerini açan
bîr şey, bir gıda olduğunu belirtmişlerdir. O halde bu yemişlerin en iyisi ve
en beğenilenidir. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s)'e, bir tabak
incir hediye edilmiş, ondan yemiş, sonra da ashabına, "Yeyiniz. Şimdi ben, şayet, cennetten bir meyvenin inmiş olduğunu
söylemiş olsaydım, onun bu (incir) olduğunu söylerdim. Çünkü cennet meyveleri
de, çekirdeksizdir. Binâenaleyh, onu yeyiniz; zira o incir, basuru sona
erdirir, ayaktaki romatizma (ağrılarına) da faydalı olur" buyurmuştur.
Ali ibn Musa er-Rıdâ (r.a)'dan da, şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:
"İncir, ağız kokusunu giderir, saçları uzatır ve felce karşı da bir
güvencedir."
İncirin bir ilaç olmasına gelince, bununla bedendeki fazlalıkların atılması
hususunda tedavi yapılır.
Bil ki incirin,
bahsettiğimiz şeylerin dışında kalan, daha nice şöyle özellikleri vardır:
1) İncirin
dışı da içi gibi olup, mesela bir ceviz gibi değildir. Çünkü, cevizin dışı sert
kabukludur. Ve mesela, bir hurma gibi de değildir Çünkü hurmanın içinde,
çekirdek vardır. Tam aksine biz diyoruz ki, mesela ceviz ve karpuz gibi dışı
işe yaramayan, ama içi çok güzel olan meyveler olduğu gibi, mesela hurma ve
erik gibi, içi değil de dışı güzel olan meyveler vardır. Ama incire gelince,
onun hem dışı hem de içi güzeldir.
2) Üç çeşit
ağaç vardır. Birisi va'deder, va'dinde durmaz (yani, meyve verecekmiş gibi
yapar, ama vermez). Bu, "şeceretıı'l-hilâf" (vadinden cayan ağaç)
denilen Sülağan'dır. İkincisi va'deder ve va'dini yerine getirir. Bunlar da,
mesela elma vs. gibi, ilk önce tomurcuklanıp, çiçek açan, daha sonra da meyve
verenlerdir. Üçüncüsü de, va'dden önce, meyvesini sergileyen, bol bol veren
ağaçtır. Bu da, incir ağacıdır. Çünkü incir ağacı meyvesini, çiçek açarak va'd etmezden
önce verir. Hatta sözü değiştirip şöyle de diyebilirsin: İncir, iddia etmeden
önce, manayı, özü ortaya koyan bir ağaçtır. Bunu da geçerek şöyle diyebilirsin:
İncir, kendisini çiçekle, yaprakla gizlemeden önce meyvesini veren bir ağaçtır.
Halbuki elma, kayısı ve diğerleri ise işe, önce kendisinden başlar, daha sonra
başkalarını görürler. Ama incir ağacına gelince, bu ağaç, kendisine ihtimam
göstermeden önce başkalarına değer verir. Binâenaleyh diğer ağaçlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Önce kendinden başla, sonra geçimini üzerine aldığın kimselere
başa"[4] hadis-i şerifîindeki
muamele erbabı gibi oldukları halde, incir Hz. Muhammed (s.a.s) gibidir. Zira
Hz. Peygamber (s.a.s), menfaat konusunda işe önce başkasından başlardı. Eğer
artan birşey kalırsa, sonra onu kendisi alırdı. İncir ağacı da Hak Teâlâ'nın, "Kendilerinin ihtiyacı olsa bile,
mü'min kardeşlerine öncelik verirler" (Haşr, 59/9) beyanıyla
methettiklerindendir.
3)
Bu
ağacın özelliklerinden birisi de
şudur: Diğer ağaçların meyveleri
düşürüldüğünde, artık o yıl, yeniden meyve vermez. Ama incir böyle değildir, o
hep hizmet sunmaya devam eder. Çünkü düşen meyvelerin yerine yenileri çıkar.
4) Bir kimse
rüyasında incir görse, bu, zengin ve hayırlı bir adam olacağına delalet eder.
rüyasında incir elde ettiğini görse, büyük bir mal varlığına kavuşacağına
işarettir. İncir yediğini görse, Allah Teâlâ'nın ona çoluk-çocuk vereceğine bir
işarettir.
5) Rivayet
olunduğuna göre Hz. Âdem (a.s)'den cennette o hata sadır olup, elbiseleri onu
terkedince, incir yapraklarıyla örtünmeye çalıştı. Yine rivayet olunduğuna göre
Hz. Âdem (a.s), incir yapraklarıyla örtünmüş olarak cennetten inince yalnızlık
hissetti de, etrafında ceylanlar dolaşmaya başladı. Böylece onlara alıştı ve o
incir yapraklarının bazılarını onlara yedirdi. Allah Teâlâ, o ceylanlara hem
şeklen, hem manen bir güzellik nasib etti, kanlarını da miske çeviriverdi. Ceylanlar
yerlerine gidince, diğer ceylanlar bunlardaki o harikulade güzellikleri
gördüler. Ertesi gün diğerleri de onlar gibi, Hz. Âdem (a.s)'e geldiler. Hz.
Âdem (a.s) onlara da incir yapraklarından yedirdi. Allah Teâlâ bunların
şekillerini de güzelleştirdi, ama kanlarını miske çevirmedi. Zira birinciler,
birşey umarak değil, sırf Hz. Âdem (a.s) için gelmişlerdi. Diğerleri ise,
zahiren Hz. Âdem için; batınen de bu şeyleri umarak gelmişlerdi. İşte bu
sebeple, Cenâb-ı Hak, bunların zahirini güzelleştirdi fakat batınlarını
değiştirmedi.[5]
"Zeytin"e
gelince, bu da mübarek bir ağaçtır. Bu, bir açıdan yemiş, bir açıdan katık, bir
açıdan da ilaçtır. Zeytin ağacı, hemen hemen bütün beldelerde, bir terbiye ve
bakıma ihtiyaç hissetmeden biter-büyür. Hem sonra zeytinin faydası, sadece
kişinin bedenine gıda olmak değildir, o aynı zamanda lambaların da gıdası
(yakıtı)dır ve bu yağlı bitki yağ namına hiçbirşey bulunmayan dağlarda biter.
Bir kimse rüyasında, zeytin yaprağını aldığını görse, bu, onun en sağlam bir
kulpa tutunduğuna bir işarettir. Bir hasta İbn Sîrîn'e "Rüyamda sanki
bana, "İki lambayı ye ki şifa bulasın" denildiğini duydum"
demiş. Bunun üzerine İbn Sirîn, "Öyle ise zeytin ye, çünkü zeytin
lâ-şarkiyye ve lâ garbiyye, yani ne doğulu-ne batılı bir bitkidir, her yerde
bulunur" demiştir.
Müfessirler, incir ve
zeytinin, aslında şu yenilen iki şeyin adı olduğunu, bunlarda işte böylesine
üstün fayda ve özelliklerin bulunduğunu, dolayısıyla ayetteki bu kelimeleri
zahiri manalarına hamletmek ve bunlardaki bu menfaat ve özelliklerden ötürü
Allah Teâlâ'nın bunlara yemin ettiğine hükmetmek gerektiğini söylemişlerdir.[6]
İkinci Görüş: Bu
ifadelerle, şu bildiğimiz iki bitki kastedilmemiştir. Bu görüşte olanlar, şu
izahları yapmışlardır:
1)
İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Bunlar,
Arz-ı Mukaddes'de bulunan iki dağdır. Bunlara Süryânice, "Tûr-u Tînâ"
ve "Tûr-u Zîtâ" denilir. Zira bu iki bitki, bu iki dağda bitmektedir.
Bundan dolayı Hak Teâlâ sanki, bu
ifadelerle, aslında peygamberlerin çıktığı beldeye yemin etmiştir.
Binâenaleyh Hz. İsâ (a.s)'nın doğduğu ve kendisinde incir ile zeytinin
yetiştiği bu dağ, Şam beldesi olup, Şam çoğu İsrailoğlu peygamberin
gönderildiği beldedir. Tûr, Hz. Musa (a.s)'nın, "beled-i emîn" {emin
şehir) de Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderildiği yerdir.
Binâenaleyh bunlara yemin etmek, aslında bu peygamberleri ululamak ve
derecelerinin yüce olduğunu bildirmek içindir.
2) Buradaki
incir ve zeytin ile, iki mescid kastedilmiştir. İşte bu cümleden olarak, İbn
Zeyd, Tîn (incir) ile, Dımeşk (Şam) mescidinin; zeytin ile de Bey t-i Makdîs'in
kastedildiğini söylerken; diğerleri, "Tîn, Ashab-ı Kehf'in Mescidi; zeytin
de îliyâ Mescidî'dir" demişlerdir. İbn Abbas (r.a), "Tîn"in,
Cûdî Dağı üzerinde yapılmış olan, Nûh (a.s) Mescidi; "Zeytin"in de,
Beyt-i Makdis olduğunu söylemiştir. Bu görüşü benimseyenler bu fikri, bir taat
yeri olduğu için, mescidlere yemin etmenin son derece güzel olacağından ötürü
benimsemişlerdir. Dolayısıyla incir ve zeytinin çokça bulunduğu bu beldeler, bu
mescidler olunca, Hak Teâiâ da, Tîn ve Zeytin'e yemin etmekle yetinmiştir.
3) Tîn ve
Zeytin ile, iki belde kastedilmiştir. Bu cümleden olarak, Ka'b, "Tîn,
Dımaşk (Şam); zeytin ise Beyt-i Makdis'dir" derken, Şehr b. Harşeb,
"Tîn, Küfe; zeytin ise Şam'dır" demiştir. Rabî'den bunların, Hemedân
ile Hulvân arasında iki dağ olduğu da rivayet edilmiştir. Bu fikri
benimseyenler de, Yahudi ve Hristiyanlar ile Müslümanlar ve Kureyş
müşriklerinden herbiri kendi beldelerini suladıklarından ötürü ve Allah
Teâlâ'nın bu beldelerin hepsine birden yemin edişinden ötürü benimsemişlerdir.
Şöyle de denebilir: "Dımaşk (Şâm beldesi) ve Beyt-i Makdis'de dünya
nimetleri, Tûr (dağında) ve Mekke’de ise din nimetleri vardır, çoktur."[7]
Hak Teâlâ'nın
"Sina dağına (yemin olsun ki)" ifadesine gelince, buradaki
"Tür" ile, üzerinde Allah Teâlâ'nın Hz. Musa (a.s) ile konuştuğu dağ
kastedilmiştir. Alimler, "sînîn" ve "sînâ"nın, bu dağın
bulunduğu yerin iki adı olduğunu ve bu yere nisbet edilerek böyle söylendiklerini
söylemişlerdir. Müfessirlere gelince, mesela, İkrime'nin rivayetine göre, İbn
Abbas (r.a) "Tûr"un, dağ; "sînîn'in ise, Habeşce'de
"güzel" manasına geldiğini söylemiştir. Mücâhîd de,
"sînîn"e, "mübarek" manasını vermiş, Kelbî, "ağaçlı
dağ" manasını vermiştir. Mukatil ise, "Nabatca'da, meyveli ağaçların
bulunduğu her dağ "sînîn" ve "sînâ"dır" der. Vahidî de
şöyle der: "Evlâ olan, "sînîn" kelimesinin, Tûr dağının
bulunduğu yerin adı olmasıdır. Sonra bu yer, güzelliğinden veya mübarek
(bereketli) oluşundan ötürü sînîn ve sînâ adını almıştır. Kendisine muzaf
olduğu için "sînîn"in, "Tûr"un sıfatı olması caiz değildir.[8]
Hak Teâlâ'nın 'Ve şu emin şehre (yemin olsun ki)"
ayetindeki "Beled-i Emîn"den murad Mekke'dir. Buradaki
"emîn", âmin (emniyet veren) manasınadır. Keşşaf sahibi, "Bu
ifade, Arapça'daki tıpkı "emîn" kimsenin, kendisine emanet edilen
şeyi koruyup muhafaza etmesi gibi, kendisine gireni muhafaza ettiği için,”Emine’r-raculu,
emanete fehuve âminun” "O adam emin oldu, o emindir" ifadesindendir.
Yine aynı kökten olarak, fâ'iI sığasında, ism-i mef'ûl (güvenilen) manasında
olması da mümkündür. Çünkü bu belde, Hak Teâlâ'nın da, "Haremen Âminen" (Ankebût, 29/67) buyurarak, emniyetli
olmakla nitelendiği gibi, her türlü endişe ve korkudan emin olunan bir
beldedir" demiştir.[9]
Alimler, Mekke'nin,
Harem Bölgesinin "emin" oluşu hususunda şu izahları yapmışlardır:
1) Allah
Teâlâ burasını, inşaallah ileride de izahı geleceği üzere, o meşhur Fil
(Ebrehe) Ordusu'ndan koruyup, emin kılmıştır.
2) Burası,
senin için hemen hemen gerekli herşeyi bulundurmaktadır. Binâenaleyh ölümü
haketmiş bir müslüman buraya iltica ettiğinde, güvenlikte olur, hatta yırtıcı
hayvanlar ve av hayvanları bile, bu beldeye girip sığındıklarında, buranın
eminliğinden istifade ederler, yani avlanılmazlar.[10]
3) Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Ömer (ra.), Hacer-î Esved'i öpmüş ve "Sen ne zararı,
ne faydası olan bir taşsın. Eğer Resulüllah (s.a.s)'ın seni öptüğünü görmeseydim,
seni öpmezdim" demiştir. Bunun üzerine, Hz. Ali (k.v) ona, "Fayda ve
zarar vermeyeceğini kim demiş. O zarar da verir, fayda da verir. Çünkü Allah
Teâlâ, Hz. Âdem (a.s)'in zürriyetinden mîsâk (söz) alınca, bu mîsâkı beyaz bir
kağıda yazdı ve o gün Hacer-i Esved'in bulunduğu rüknün (köşenin), bir dili,
iki dudağı ve iki gözü vardı. Cenâb-ı Hak, "Ağzını
aç" dedi ve bu kağıdı ağzına koydu, "Kıyamete kadar sana, yani bu
mîsâka vefa göstereceklerin, buna karşılık Allah'dan vefa bulacaklarına şahid
ol" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a), "Ey Hasan'ın Babası, senin
içlerinde yer almadığın bir toplumda ben de bulunmam" dedi.[11]
"Biz gerçekten
insanı en güzel bir biçimde yarattık" (Tın, 4).
Buradaki "insan"dan
murad, şu bildiğimiz mahiyettir, insandır.
[12]
"Takvîm" ise
bir şeyi, te'lif ve terkibi hususunda, olması gerektiği en güzel biçime sokmak
demektir. Nitekim Arapça'da bu manada, “Kavvemtuhu, tekvimen, festekâme
vetekavveme” "Ben onu kıvamına getirdim, en güzel biçime koydum, o da en
güzel biçime girdi" denilir.
Alimler ayetteki,
"en güze! biçim"in ne olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:
1) Allah
Teâlâ, insan hariç, her canlıyı yüzü koyun yürüyecek şekilde yaratmıştır.
İnsanı ise, dimdik, boylu boslu ve yiyeceği şeyleri eliyle aiıp yiyen bir
şekilde yaratmıştır.
2) Esamm, bu
en güzel biçimin, insanın aklının, anlayışının, edebinin, ilminin ve
açıklamalarının mükemmelliğinde yattığını söylemiştir. Velhasıl birinci görüş,
insanın zahiri biçimi ile, ikincisi de, batini (manevi-ruhi) biçimi ile
alakalıdır.
Kâdî Yahya b.
Eksem'in, ayetteki "takvim"i şekil güzelliği ile tefsir ettiği
rivayet edilmiştir. Çünkü nakledildiğine göre, onun zamanındaki bir kıral,
mehtaplı bir gecede, hanımı ile başbaşa kalmış ve
"Eğer şu aydan
daha güzel olmazsan, şöyle şöyle ol (boş ol)" demiş. Böylece Yahya b.
Eksem hariç, herkes, bunun yemininden hânis olacağı fetvasını vermiş. Yahya b.
Eksem ise, bunun yeminini bozmayacağını söylemiştir. Bunun üzerine kendisine,
"Sen hocalarına
muhalefet ettin" denildiğinde ise, o "Fetva ilme göredir. Yemin olsun
ki bunun böyle olduğuna hepimizden daha alim olan Allah Teâlâ fetva vermiştir.
Çünkü O, "Biz gerçekten insanı en
güzel bir biçimde yarattık" buyurmuştur" demiştir. Bazı salih
kimseler de, "Ya Habbi, dünyada bize şekillerin en güzelini verdin.
Binâenaleyh ahirette de fiillerin en güzelini ver, yani günahlarımızı bağışla,
kusurlarımızı görme" demişlerdir.[13]
"Sonra da onu
aşağıların aşağısına çevirdik" (Tîn, 5).
Bu ayetle ilgili
olarak şu iki izah yapılabilir:
1) İbn Abbas
(r.a) şöyle der: "Cenâb-ı Hak bu ayetiyle, erzel-î ömrü ifade etmiş olup,
bu tıpkı, "O, erzel-i ömre döndürülür"
(Hacc, 22/5) ayeti gibidir." İbn Kuteybe ise, ayetteki "sâfilîn"
ile güçsüzler, kötürümler ve çaresizlerin kastedildiğini söyler. Nitekim
Arapça'da, “Alâ, yeulu, âlin, âlune”, denildiği gibi, “Sefile, yesfulu,
sâfilun, sâfilune” denilir. Cenâb-ı Hak bu ayetiyle ihtiyar kimsenin
bunayacağını; duymasının, görmesinin ve aklının zayıflayacağını; çaresizlik
içine düşeceğini, artık salih amellerde bulunmaktan aciz kalacağını, böylece de
herkesin altında kalacağını anlatmak istemiştir.
Ferrâ şöyle der:
"Eğer ayetteki ifade, “Esfele sâfili” şeklinde olsaydı, yine doğru olurdu.
Çünkü "insan" kelimesinin lafzı müfreddir. Zira mesela sen, “Hazâ
efdalu kâimi” "Bu, ayakta olanların en faziletlisidir" dersin, ama
“Hazâ efdalu kâimine” diyemezsin. Fakat ayette cemî olarak "safilîn"
kullanılmıştır. Çünkü "insan" kelimesi mana bakımından cemi olup, şu
ayetlerde de böyledir "Sıdkı
(Kur'ân'ı) getiren ve onu tasdik eden var ya, işte bunlar müttakilerdir"
(Zümer, 39/33), "Biz insana,
katımızdan tattırdığımızda, bundan hoşlanır. Ama onlara bir kötülük isabet
etse..." (Şûra, 42/48).
2) Mücâhid
ve Hasan el-Basrî'nin söylediklerine göre, ayetin bu ifadesi, "Sonra da
onu cehenneme göndeririz" manasınadır. Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle der:
"Cehennemin kapılarının bazısı, diğerlerinden daha alttadır. İşe önce en
dipteki kapıdan başlanır ve orası doldurulur. İşte esfel-i sâfilîn (aşağıların
aşağısı) budur." Buna göre mana, "Biz onu esfel-i sâfilîn'e, yani
cehenneme göndeririz" şeklinde olur.[14]
"Ancak iman edip
de salih amellerde bulunanlar müstesna... Çünkü onlar için kesilmez mükafaat
vardır" (Tin, 6).
Bil ki ayetteki bu
istisna, önceki ayetle ilgili birinci
görüşe göre, istisnâ-ı munkati olup, mana "Fakat sâlih-mü'min
ihtiyarlara gelince, bunların eskiden taatlarına devam etmelerinden ve Allah
Teâlâ'nın kendilerini ihtiyarlık ve yaşlılıkla denemesine, güçlüklere,
ibadetleri yerine getirmeye ve artık ellerinden tutulur olmadıklarına karşı,
sabredip-göğüs germelerinden ötürü, kendileri için sürekli bir mükafaat
vardır" şeklinde olur.
İkinci görüşe
göre ise, bu istisna, istisnâ-yı muttasıl olur. Ayetteki, "Onlar için kesilmez bir mükafaat vardır" ifadesiyle
ilgili, şu iki görüş ileri sürülmüştür.
1)
Onlar için, noksansız ve kesintisiz bir
mükafaat vardır.
2) Başlarına
kakılmayan bir mükafaat vardır."
Bil ki bütün bunlar,
mükafaatın (ecrin) sıfatıdır. Çünkü mükafaatın kesintisiz olması ve başa
kakılmak suretiyle boğaza takılmaması, insanı pişman etmemesi gerekir.[15]
"O halde artık
seni dini yalanlamaya sevkeden şey ne olabilir ki?" (Tin, 7).
Bu ayetle ilgili iki
soru söz konusudur:[16]
Birinci Soru:
Buradaki "seni" ifadesiyle kime hitab "edilmektedir?
Cevap: Bu
hususta şöyle iki görüş var:
1) Bu, "iltifat" üslubuyla, insana hitab olup, "Olup biten
şeyi "olmadı" diye haber veren herkes yalancıdır. Buna göre ey insan,
seni bu yalana mecbur eden şey nedir?" manasındadır.
2) Ferrâ'nın
tercihine göre, bu hitab Hz. Muhammed (s.a.s)'e olup, mana, "Ey peygamber,
getirdiğin din ile, böylesine deliller ortaya çıktıktan sonra, artık seni kim
yalanlayabilir" şeklindedir.[17]
İkinci Soru:
Ayetteki taaccübün (hayretin) sebebi nedir?
Cevap:
İnsanın, nutfeden yaratılıp, tığ gibi bir delikanlı haline getirilmesi, sonra
olgunlaşıncaya kadar gitgide geliştirilmesi, daha sonra da, erzel-i ömre
ulaşana kadar, baş aşağı eğdirilmesi, (kamburunun çıkarılması), yaratıcının
haşre ve neşre de kadir olduğuna en açık bir delildir. Şimdi bu durumu görüp
de, haşri inkarda ısrar edenin bu inkarından daha şaşılacak ne var!"[18]
"Allah,
hakimlerin hakimi değil midir?"(Tîn, 8).
Bu ayetle ilgili iki
mesele var:[19]
Alimler bunun ne demek
olduğu hususunda şu iki izahı yapmışlardır:
1) Bu, biraz
önce de bahsettiğimiz gibi, insanın yaratılıp, büyütülüp, sonra da erzel-i ömre
kadar yaşatılışını (bundaki kudret delilini) ortaya koyan bir ifadedir. Çünkü
Allah Teâlâ, sanki şöyle demek istemiştir. "Bunları böyle yapan, sanat ve
idare bakımından hakimler hakimi değil midir!" İşte bu delil ile, Cenâb-ı
Hakk'ın kudret ve hikmeti sabit olunca, haşrin hem mümkün olacağına, hem de
mutlaka vuku bulacağına dair söz de doğru olmuş olur. Haşrin "mümkün"
oluşu, Cenâb-ı Hakk'ın kudretine; bil-fiil vuku buluşu da, Cenâb-ı Hakk'ın
hikmetine nazarandır. Zira haşrin bilfiil vuku bulmaması, Allah'ın hikmetini
zedeler. Nitekim Hak Teâlâ, "Biz,
göğü, yeri ve bunlar arasındaki şeyleri batıl (boş) olarak yaratmadık. Bu
kafirlerin zannıdır" (Sâd, 38/27) buyurmuştur.
2) Bu, Allah
Teâlâ'nın, kıyamet gününde kendisi ile düşmanları arasında adaletle
hükmedeceğine dair, Hz. Peygamber (s.a.s)'in dikkatini çekmesidir.[20]
Kâdî şöyle der:
"Bu ayet, Allah Teâlâ'nın kabîh (çirkin ve boş bir şey) yapmayacağına ve
içinde sefehin (akılsızlık ve hikmetsizliğin) bulunduğu kullarının fillerini
Kendisinin yaratmadığına, en kuvvetli delillerdendir. Çünkü eğer kulların
fiillerini yaratan, Allah Teâlâ olmuş olsaydı, hikmetin hikmeti emirin ve
hikmete teşvikin ancak Allah Teâlâ'dan olması, böylesine hikmetli olanın ise
ahkemü'l-hâkimîn, yani hakimlerin en hakimi, hikmetlilerin en hikmetlisi olması
gibi, sefehi (akılsızlığı) emir ve buna teşvik de Allah'dan olurdu. Böyle olan
ise, hâşâ esfehi's-süfehâ, (sefihlerin en sefihi) olurdu. Allah Teâlâ hakkında,
bu iki vasıf söz konusu olunca, Allah Teâlâ'yı "ahkemü'l-Hâkimîn"
diye tavsif etmek, "esfehü's-süfehâ" diye tavsif etmekten daha evla
olmazdı. Cenâb-ı Hak hakkında böyle denilemeyeceğine göre, O'nun, kulların
fiillerinin yaratıcısı olmadığını anlıyoruz."
Buna şöyle cevap
verilir: Bu görüş, "ilim" ve dâi meselesi ile çelişir. Hem sonra biz
diyoruz ki: Sefih (akılsız), kendisinde sefihlik bulunan kimse olup, sefihliği
yaratan kimse değildir. Bu tıpkı hareketli ve hareketsiz olanın, hareketliliği
ve hareketsizliği yaratan değil, kendilerinde bu özelliklerin bulunduğu
kimseler oluşu gibidir. Allah Teâlâ, doğruyu en iyi bilendir. Salat-ü selâm,
efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, aline ve ashabına olsun (amin)![21]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/238.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/241.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/241.
[4] Müslim, Zekât, 95, 97, 106 (2/717-718-721).
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/241-243.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/243.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/243-244.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/244.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/244.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/244.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/245.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 23/245.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/245-246.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/246.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/246-247.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/247.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/247.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/247-248.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/248.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/248.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/248-249.