-
99 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
99., Nüzûl sıralamasına göre 93., Mufassal sûreler kısmının on üçüncü grubunun
beşince ve son sûresi olan Zilzâl sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 8’dir.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-3. “Yer dehşetle sarsıldıkça
sarsıldığı, yeryüzü ağırlıklarını dışarıya çıkardığı ve insanın: “Buna ne oluyor?”
dediği zaman; 4-5. İşte o gün, yer, Rabbinin ona vahyetmesiyle kendi
haberlerini anlatır. 6. O gün insanlar işlerinin kendilerine gösterilmesi için
bölük bölük dönerler. 7. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. 8. Kim de
zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.”
Mekkî diyenler olsa da Medine’de nâzil olduğu daha kuvvetli olan
Zelzele, Zilzâl, Câmia gibi isimleri olan, Rasulullah efendimizin dilinde
Kur’an’ın yarısına muadil sûre diye tavsif edilmiş bir sûreyle karşı
karşıyayız. Kur'an-ı
Kerim'in doksan dokuzuncu sûresidir. Nisâ sûresinden sonra nazil olmuştur.
Sekiz âyettir. Fasılası he, mim ve elif harfleridir. Sûrenin nüzûl yeri
hakkındaki rivayetlerin bazıları sûrenin Mekkî, bazıları da Medenî olduğunu
belirtir. İfade ve üslûbu, ele aldığı mevzûları hususunda Mekkî olduğuna nispet
edilmiştir. Mus-haflar'da ise Medenî olarak gösterilmiştir. Ebû Sâid el-Hudrî'den
gelen bir hadis sûrenin Medenî olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir:
Kıyametin zuhuru esnasında ve kıyamet
sonrası Mahşer ye-rinde zuhur edecek korkunç olayları en veciz ve dehşetengiz
ifadeler-le anlatan bir sûre. Daha sonra hayır ya da şer zerre ağırlığınca da
ol-sa tüm amellerin değerlendirileceğini ve insanın mutlaka bu amelle-rinin
karşılığını göreceğini anlatan bir sûre. Allah’ın Resûlü bu sûreye “Fazzatü’l
Câmia” ismini verir. Çünkü zerre ağırlığınca da olsa şer ve hayır tüm amelleri,
her şeyi sinesinde toplayan en veciz sûredir bu sûre.
İbn Ebî Hâtim, Ebû Saîd
Hudrî'den nakletmiştir: "Her kim zerre miktarı hayır işlerse onu
görecekler. Her kim de zerre miktarı bir şer işlerse onu görecektir" (7-8)
âyetleri ile ilgili olarak Rasûlullah (s.a.s)'a şöyle demiştir: "Ya
Rasûlullah, kendi amellerimi görecek miyim?" Al-lah Rasûlü şöyle
buyurmuştur: "Evet!" Ben şöyle dedim: "Ben mahvoldum."
Allah Rasûlü (s.a.s): "Sevin, ya Ebû Said. Çünkü Yaptığın her salih amele
on sevap verilecektir" buyurdu. Bu hadis sûrenin Medenî olduğuna delil
teşkil eder. Çünkü Ebû Said Hudrî Ensar'dandı. Ayrıca Uhud'dan sonra baliğ
olmuş olduğu için bu rivayet, bu âyetin, dolayısıyla sûrenin Medine'de nâzil
olduğunu te'yid etmektedir.
"Deprem, arka arkaya
gelen şiddetli sarsıntı" demek olan Zil-zâl, sûrenin ilk âyetinde geçer ve
sûre adım buradan alır. Sûrenin isimleri "Zelzele" ve
"Zilzâl"dir. "Yer sarsıldıkça sarsıldığı zaman." (1).
Sûre ilk âyetiyle birlikte kıyametten sahneler
sunuyor, selim akıl sa-hiplerine. İbn Abbas bu âyet hakkında der ki: Yani
"dibinden oynayıp hareket ettiğinde." Kur'an'ın bir başka yerinde
şöyle buyurulur o an için: "Ey insanlar, Rabbinizden korkun. Doğrusu
kıyamet saatinin sar-sıntısı büyük bir şeydir." (Hacc,1).
Kıyametin kopmasından,
insanların yeniden dirilip hesap ver-mesinden, herkesin -iyi ya da kötü-
ettiğini bulacağından bahseden sûrenin ikinci ayeti ise yine "yer"le
ilgili ve insanı bütün benliğiyle doğ-rudan etkileyen bir üsluba sahiptir: "Toprak
ağırlıklarını dışarı çıkar-dığı zaman" (2). Bir başka âyette de şöyle
buyurulmaktadır: "Yer dü-zeltildiği zaman. İçinde olanları dışarı atıp
boşaldığı an" (İnşikak, 3-4).
Yerin ağırlıklarını dışarı
çıkarması birkaç şekilde tefsir edilmiş-tir: 1) İçindeki hazineleri dışarı
çıkarır. İnsanların dünyada her yönüyle ihtiyaç duyduğu ve "hırs
ekol"ünü oluşturan altın, gümüş, mücevherat vb. şeyler dışarı çıkarlar ve
şimdi bu şeyler onların hiçbir işlerine ya-ramamaktadırlar. Tersine onların
azabına sebep olacaktır. 2) Kabirlerdeki ölüler dirilir. Bu anlamda
"ba's" denilen dirilme zamanı söz konusudur. Ölmüş olan insanları
nerede ve hangi halde bulunurlarsa bulunsunlar, hepsi yeraltından dışarıya
atılacaklardır. Bir sonraki âyet, onların o an cisimlerinin bütün parçalarının
yeniden bir araya getirile-rek dünyadaki ilk şekilleri gibi diriltileceklerine
delâlet etmektedir. Çünkü eğer böyle olmayacaksa onlar, "bu yeryüzüne ne oluyor?"
sözünü nasıl söyleyecekler? 3) Ölü insanları dışarı atmakla yetinmeyecek,
ayrıca insanın dünyada iken işlediği ve kendisine şehadet edecek olan fiiller
ve sözlerinde hepsini dışarıya atacaktır. 4) Yeraltındaki ma-denler, gazlar,
yanar durumda olan lavlar da dışarı fırlar. Bu ise hakiki kıyameti sahneye
koyar.
"İnsan "ne oluyor
buna!" dediği zaman." (3) Yeryüzünde rahat ve kararlı olarak sakin ve
sabit yaşarken sonra meydana gelen duru-mu, garip karşılayarak der ki: Durum
değişmiş ve yeryüzü harekete geçmiştir. Sonra yeryüzü karnında bulunan
yenilerden ve eskilerden ölüleri dışarı atar. O zaman insanlar onun durumunu
garip karşılarlar. Yerler, bir başka yerle, gökler, bir başka gökle
değiştirilir. Buradaki in-san herhangi bir insan olabilir, çünkü tekrar
diriltildiğinde ilk sözü, "ne oluyor?" olacak. Sonra anlayacak ki,
"kıyamet günü"dür. İnsandan kasıt, âhireti inkâr eden insan da
olabilir. Çünkü onun imkansız zannettiği şey önüne getirilecek, onu görecek ve
hayret içinde kalacaktır. Ehl-i imanın bu olay karşısındaki tavrı ise herhangi
bir endişe taşıma-yacak mahiyette olacaktır.
Başka bir âyette şöyle
buyurulmaktadır! "Kâfirler "Vah bize, bi-zi yattığımız yerden kim
kaldırdı?" diyecekler. Mü'minler ise "İşte Rah-man'ın va'dettiği şey
budur. Peygamberler gerçekte doğru söylemiş." (Yâsin,52) diyeceklerdir.
Fakat bu fark ikinci üfürme ile yeniden diril-melidir. "İşte o gün; o
bütün haberlerini anlatacaktır" (4). İmam Ah-med b. Hanbel, Ebû
Hureyre'den şu hadisi nakleder: Rasûlullah (a.s) bu âyeti okumuş sonra,
"Yeryüzünün haberleri nedir?" demiştir. Orada bulunanlar, "Allah
ve Rasûlü en iyisini bilir" demişler de Rasûlullah (s.a.s) şöyle
buyurmuştur: "Yeryüzünün haberleri her kulun ve cari-yenin üzerinde yapmış
olduğu amele şehadet ederek, "şu ve şu amelleri, şu ve şu gün yaptı
", demesidir. İşte onun haberleri bunlardır."
Evet, "Bu esnada yer
küre haberlerini insana anlatır. L
İkincisi ise, insanın
organlarının dile gelmeleridir: "Dilleri, elleri ve ayaklarının yapmış
olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik ede-ceği bir günde..." (Nur,24).
İnsanlar bu durum karşısında hayret içinde kalacak ve azalarına, "Sizler
bana karşı nasıl şahitlik yaparsınız?" diyeceklerdir. Azalarsa, Bu gün
Allah'ın emridir, her şey konuşmaktadır ve biz de O'nun emriyle konuşmaktayız"
diyeceklerdir (Fussilet, 20-22). O gün de o kadar kat'i, açık ve kesin ispatlar
yapılacak ki, insanın inkar etmesine ve mazeret ile sürmesine mahal kalmayacaktır.
"O, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir gündür. Onlara izin bile veril-mez ki
(sözde) mazeretlerini beyan etsinler" (Mürselât,35-36). Bugünde her şey
konuşacaktır. "Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir" (5).
Rabbü'l-Âlemin, arza
söylemesini süratle emr-ü telkin etmiştir de o sebeple arz o haberleri anlatır.
Keşşâf'ta der ki: Arz'ın anlatması mecazdır. Yani Allah Teâlâ arz'da öyle yeni
haller, oluşlar meydana getirir ki, onlar l
Bundan başka bir de
denilmiştir ki, Allah Teâlâ "arzı" o zaman gerçekten söyletecektir. Rasûlullahtan
da rivayet olunmuştur ki, her-kese karşı üzerinde ne amel yaptığına şahitlik
edecektir. Arz'a vahiy, onun hayatı mümkün olan cüzlerine, parçalarına vahiy
olarak mülaha-za edilirse bu söylemenin ve vahyin gerçekten nutuk veya hitabet
ha-linde haber vermesi ve bildirmesi manasına olarak anlaşılması söz konusudur.
Aslında onun ne olduğu o vakit hakikat göz önüne dö-küldüğü zaman anlaşılacaktır.
Bunu Allah arza böylece vahyetmiştir.
Akabinde gelen âyet artık
hesap gününden bahseder: "O gün insanlar, ayrı ayrı gruplar halinde (İlahi
Divana) çıkarlar ki, yaptıkları kendilerine gösterilsin" (6). Yani varmış
oldukları yerden insanlar dö-nüp çıkacaklar, kabirlerden durulacak yere,
mahşere doğru muhtelif sûrette fırlayacaklar, kimisi yüz aklığıyla, kimisi yüz
karasıyla, kimisi selâmet, kimisi korkular, kimisi dehşetler içinde, kimisi
binitli, kimisi yayan, kimisi zincirlerle bağlı; hasılı kimisi bahtiyar, kimisi
bedbaht, yahut İbn Abbas'tan mervî olduğu üzere her din ve millet sahibi ayrı
ayrı olarak kendi önderleri arkasında, yahut her fert ilk yaratılışı gibi tek
başına olarak İlahi Divan'a çıkarlar. Kimisi mahşere geldikten son-ra kitabını
sağından almış "ashabı yemîn"den olarak Cennet'e gitmek üzere, kimisi
de kitabı solundan veya arkasından almış "Ashab-ı şi-mal"den olarak
Cehennem'e gitmek üzere mahşerden ayrılacaklar.
Amelleri kendilerine gösterilmek için.
Âyette geçen
"eştâtâ" (fırka fırka) çeşitli âyetlerde ve izahında şöyle
gösterilebilir: "O gün görülecektir ki, ilk defa yarattığımızda ol-duğu
gibi şimdi de sen yapayalnız benim huzurumdasın" (En'âm, 94). "O bize
yalnız olarak gelecek" (Meryem,80). "Onların her biri kıyamet günü
Allah'ın huzurunda yalnız olarak bulunacak" (Meryem,95). Bir de
"Sûr'a üflendiği zaman fevc fevc gelecekler" (Nebe, 18) manasına kullanıldığını
görüyoruz. Son olarak, Kur'an'da ne tür insan olursa ol-sun, onlara muhakkak
kendi amel defterlerinin verileceğinin açıklandığının bilinmesi gerekir (Hâkka,19-25;
İnşikâk,7-10). Bu aşamadan sonra Rabbül-Âlemin şöyle buyuruyor: "Artık kim
zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer
yapmışsa onu görür" (7-8).
Bu âyetlerin nüzûlüyle
ilgili olarak şöyle bir rivayet vardır: Said İbn Cübeyr (r.a)'den rivâyet
olunmuştur. O der ki, "Yoksula, yetime ve esire O'nun sevgisi için yemek yedirirler"
(İnsan,8) âyeti kerimesi nazil olduğu zaman, bazı müslümanlar az bir şey
verdikleri zaman bundan dolayı sevap kazanamayacaklarını; diğer bazıları ise,
"Allah, cehen-nem ateşini büyük günahlar için va'detmiştir", diyerek,
yalan söyle-mek, harama bakmak, gıybet etme vb. gibi küçük günahlardan ötürü
kınanmayacaklarını zannediyorlardı. Bunun üzerine Allah, Ârtık kim zerre
ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca Şer yapmışsa onu
görür" (7-8) âyetlerini inzal buyurdu.
Said b. Cübeyr (r.a) der
ki: Allah bu âyeti inzal buyurarak, bir yandan; "az, kısa zamanda çoğa
vesile olur" diye Müslümanları az demeden vermeğe teşvik ederken, diğer
yandan da, "küçük günahlar kısa zamanda çoğalır, dolayısıyla büyük
günahlara dönüşür" diye onları küçük günahları işlemekten sakındırmıştır. Zerre,
görülür görül-mez derecede bir şeydir. Güneşin ışığında sezilebilen ince toza
da denilir. İbn Abbas'tan mervidir ki, elini toprağa sokmuş, kaldırmış son-ra
üflemiş de işte bunlardan her biri bir zerre ölçüsü' demiştir. İkisi az-lıkta
benzerdir. Gerçi bizim bir zerre dediğimizin içinde bile bir âlem vardır. Fakat
mes'ûliyetin asgari derecesi beşeri hissin alaka kurabile-ceği en küçük ölçü
ile ifade edilmiştir. Asıl murat, en cüz'i bir hayır ve şerrin bile Allah'ın
katında zayi edilmeyeceğini beyandır.
Bu âyetin salt anlamı
şudur: İnsan zerre kadar iyilik veya zerre kadar kötülük yapmışsa, onun amel
defterinde kayıtlı olarak buluna-cağı ve insanın onu göreceği doğrudur. Yalnız
bu aşamada zerrece yapılan iyilik ve kötülüklerin somut karşılıkları anlaşılmamalıdır.
Şöyle ki, Cahiliye hayatı yaşamış olduğu halde iyilik yapan, hayır ve hase-natta
bulunan için düşünüldüğü zaman sonuç şu olur: Bu kişi âhiretini kazanamamıştır.
Ancak cehennem azabı şiddetli olmayıp hafif olabilir. Kendisini Allah'a teslim
etmediği için azaptan kurtulamaz.
Yine mü'mince bir hayat
yaşamış olduğu halde yaptığı en küçük bir kötülüğün ona (muttaki mü'mine)
uygulanacağı da beklene-mez. Katade, Enes yoluyla Rasûlullah (s.a.s)'tan şu
hadisi nakletmiştir: "Allah bir mü'mine zulmetmez. Bu dünyada
iyiliklerinin karşılığı olarak onu rızıklandırır. Ahirette de mükafat verir.
Kafire iyiliklerinin karşılığını bu dünyada verir. Kıyamet günü onun hesabından
iyilik kal-mayacaktır."
Kısacası, Kur'an-ı Kerim'in
çeşitli âyetlerinde geçtiği şekliyle kâfir, müşrik ve münafıkların iyi sayılan
amelleri zayi edilmiştir. Ahiret-te onlara mükâfattan hiçbir pay verilmeyecektir.
Kötülüğün cezası ya-pılan kötülük kadar verilecek, buna karşın iyiliğin
karşılığı, yaptığın-dan daha fazla verilecektir. Mü'min eğer büyük günahlardan
kaçınırsa küçük günahları affedilecektir. Salih mü'minden hafif hesap sorula-caktır.
O'nun kötülüklerine göz yumulacaktır. Yaptığı en iyi amellere göre mükafat
verilecektir.
Bu âyet insanı önemli bir
gerçek hakkında uyarmaktadır. O gerçek şudur: Her küçük iyiliğin bir ağırlığı
ve değeri vardır. Aynı şey kötülük için de geçerlidir. Küçük diye bir iyiliği
terk et-memeli, yine küçük diye bir kötülük irtikap etmemelidir. Çünkü her iki-si
de birikebilir. Bu konuda iki hadis şöyledir: Hiçbir iyiliği hakir gör-meyin,
bir kimseye bir kap su bile verseniz veya bir kardeşinizi güler yüze bile karşılasanız."
Müsned-i Ahmed'te, Hz.
Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle bir riva-yet vardır: Rasûlullah (s.a.s) buyurdu:
"Dikkat edin! Küçük günahlar-dan da sakının, çünkü birikirlerse bir insanı
helâk ederler." İşte bu söylenen ve ona benzeyen ağırlıktaki hayır ve
şerri o gün sahibi hazır bulur ve cezasını görür. Ve o zaman insan yaptığı
şeylerden hiçbiri-sini küçümsemez. İyi veya kötü olsun, "bu önemsizdir,
hesap ve tartı-ya gelmez" demez. Vicdanın yaptığı her hareket karşısında
ürperir. Bu zerrenin bile o çok hassas terazinin kefelerinden birini ağır bastı-racağını
bilerek vicdanen titiz davranır. Bu ölçünün eşi ve benzeri mü'min gönüllerden
başka hiçbir yerde görülmüş değildir. Mü'min kalp zerre miktarı hayır ve şer
için ürperir. Halbuki dünyada dağlar kadar günah, isyan ve kötülük yaptığı
halde hiç kımıldamayan kalpler vardır. Önünde dağ zirvelerinin hiç kalacağı
hayır tepelerini tepip de müteessir olmayanlar vardır. Bu kalpler yeryüzünün
çamuruna batmışlardır. Hesap günü yaptıklarının ağırlığı altında ezileceklerdir.
Kıyametin kopmasından,
insanların yeniden dirilip amellerinin ortaya serilip hesaptan bahseden sûre
yukarıda geçtiği üzere herke-sin iyi ya da kötü ettiğini bulacağından bahisle
nihayete erer.
Genel olarak Zilzâl sûresi
şu mesajları taşır: 1) Sûrede kıya-met sahnelerinden bir kesit verilmiştir.
Gelecekten haber veren bu sû-rede, yer ve insan konu edilir. Yer içindekileri
çıkarır. Allah yere vah-yeder ve yer bütün haberlerini ortaya döker. Buna
"gaybî haber" ol-ması açısından "şüphesiz iman" gerekir. 2)
Yer bütün haberlerini orta-ya döktüğünde, o gün insanların amelleri kendilerine
gösterilecektir. Mü'minlerin bu günden Allah'a sığınmaları gereklidir. 3)
Yapılan iyilik ve kötülükler küçümsenemez. Çünkü her birinin değeri vardır. Mü'-minler,
vicdanın yaptığı her hareket karşısında ürperir, Allah'tan kor-karak titiz davranırlar.
Hiçbir hareket karşılıksız kalmayacaktır, Allahu â'lem.
Mukaddime biraz uzunca oldu. Bundan
sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz.
Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı zaman. Kıyametin kopuşu esnasında
yeryüzünün birbiri ardınca kalpleri yerinden oynatan, yürekleri hoplatan bir
sarsıntıyla sallandığı zaman… Yeryüzü sallanıp çalkalandığı zaman... Hani çuvalın
içine bir şeyler korsunuz da yerleşsin diye şöyle bir çalkalarsınız ya işte arz
da böyle bir çalkalanmayla çalkalandığı zaman… Arzın sallanmasıyla kıyamet gerçeğiyle
karşı karşıya geldiğiniz zaman... Her şeyi birbirine vuran, her şeyi mahveden o
sarsıntıyla sarsıldığınız zaman... Ondan habersiz, ondan gafil bir hayatın
içine gömülmüş bir durumdayken ansızın o sarsıntı beyinlerinizde patladığı
zaman…
Bu konu gerçekten çok mühimdir. Ahirete
iman konusunu sürekli gündemde tutmak zorundayız. Hem kendimizi hem de
çevremizi ahiretle uyarmak zorundayız. Diyelim ki tüm insanlara: “Ey insanlar!
Bir gün gelecek şu üstünde yaşadığınız arz, çok şedit bir sarsıntıyla
sarsılacak. Şu anda sizi üzerinde barındıran şu yeryüzü bir gün gelecek Rabbini
dinleyecek ve bu uysallığını terk edecek. Bir gün gelecek arzınız da, ayınız
da, güneşiniz de, yıldızlarınız da, semanız da, arzınız da, malınız mülkünüz
de, gücünüz saltanatınız da, paranız servetiniz de her şeyinizle birlikte yok
olacaksınız! Yeryüzünün sallanmasıyla başlayan bir süreç sonrası bir gün
gelecek, hesap, kitap vermek üzere Allah’ın huzuruna gideceksiniz! Bir gün
gelecek bu hayatınız son bulacak!” Peygamberlerin ellerindeki en büyük
silahlardan birisi buydu. Onlar dönemlerinde Allah’ın kullarını bununla
uyarmışlardı. Biz de günümüz insanlarını ahiretle korkutmak zorundayız,
zelzeleyle uyarmak, hesap, kitapla inzar etmek zorundayız.
Bakın Rahmân olan Rabbimiz merhameti gereği yarın
olacakları bu günden haber veriyor. Bize acıdığı için ısrarla uyarıyor bizi.
Öyleyse bizler de bu âyetlerle hem kendimizi hem de başkalarını uyaralım. “Yapmayın!
Etmeyin! Ey insanlar! Gelin Zilzâl’a kulak verin! Gelin Allah’ın dediği gibi
yaşayın! Gelin kendi kendinizi cehenneme atacak bir hayatın adamı olmayın!”
diye insanları uyaralım.
Bir atom bombası, bir hidrojen
reaktörü, bir tank, bir füze karşısında bir çok devletler savaştan el etek
çekip teslim sancağını çekerken, aynı insanları ahiretle uyardığımız zaman bir
tek günâhı bile terk etmediklerini görüyoruz. Belki de biz uyarıyı güzel
yapmıyoruz da ondandır. Belki de Zilzâl’i anlatamadık bu insanlara. Zilzâl’i
tanımayanların Zilzâl’i tanıtmaları mümkün değildir. Öyleyse önce biz kendimiz
tanıyalım bu âyetleri. Biz kendimiz inanalım, biz kendimiz uyarılalım bu
âyetlerle, ondan sonra da insanları uyaralım inşallah.
İnsanın aklını başından alacak,
yüreğini hoplatacak, dağları taşları her şeyi tuz buz edecek o sarsıntıyla
yeryüzü sallandığı zaman… Bilelim ki o kıyamet saati ona hazırlıksız olan
kimselere ansızın gelecektir. Zira kendileri kıyametin geleceğinden gafil bir şekilde
dünyaya dalmış, onu hatırlarından çıkarmış ve böylece lüzumsuz şeylerin peşine
takılmış insanlar için elbette kıyamet ansızın gelecektir. Kıyamete inanmayan
ve onun hazırlığı içinde Allah için bir hayat yaşamayan insanlar onun kopmasına
yakın bir dönemde alâmetler belirdiği zaman bile uyanmayacaklar, o zaman bile
oyun ve oynaşlarını sürdüreceklerdir. Onun için şuurları yerinde değilken,
haberleri yokken kıyamet gelip onların tepelerinde patlayacaktır. Artık ondan
sonra pişman olma ve geriye dönme imkânı da kalmayacaktır.
Kıyametin başlangıcını anlatan bu
yeryüzünün sallanması Hac sûresinde de şöyle anlatılır:
“Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının;
doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı büyük şeydir. Kıyameti gören her emzikli
kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş
gibi görürsün, oysa sarhoş değillerdir, fakat bu sadece Allah’ın azabının çetin
olmasındandır.”
(Hac 1-2)
Vakıa sûresinde de şöyle buyurulur:
“Ey İnsanlar! Yer sarsıldıkça
sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman.”
(Vakıa 46)
Arz ağırlıklarını dışarıya çıkarıp
attığı zaman. Esgal, erzak, ağırlık, karın yükü anlamlarına gelmektedir. Tıpkı
hamile bir kadının karnındakini dışarıya atması gibi yeryüzü de hamlini
boşaltıp sinesindekilerin tümünü dışarıya attığı zaman. İnşikâk sûresiyle söyleyecek
olursak arz içindekileri boşaltıp tahliye olduğu zaman.
Veya esgal, esrar anlamına gelir. O gün
yeryüzü esrarını keşfedecek, sırlarını açacak, esrar perdesini kaldırıp lehte
ve aleyhte şe-hadette bulunacak.
Yeryüzü, Hz. Adem (a.s)’dan bu yana
sinesine gömülmüş ölüleri kabirlerinden fırlatıp atacak. Sinesindeki tüm
cesetleri dışarıya atacak. Bu âyeti duyan kimileri çocuklarına vasiyet
ediyorlarmış. Ben öldüğüm zaman beni 150-200 metre toprağın derinliğine gömün
diye. Neden? Yarın yeryüzü sallanıp da bağrındakileri dışarıya attığında
kendisinin yerin altında kalıp dışarıya atılmaktan, tekrar dirilip hesap
kitaptan kurtulmak, sümenaltı olmak için. Herhalde bizde de kimilerinin
mezarlarının üzerlerini beş on tonluk mermer yığınlarıyla kaplattırırken aynı
endişeyle bu işi yapıyorlar. Yarın yeryüzü sallandığında bu sarsıntıdan
kurtulmak ve toprağın altında kalmak için yapıyorlar. Ama kim ne yaparsa yapsın,
arz o gün bağrındakilerin tümünü dışarıya atacak ve bundan hiç kimse
kurtulamayacaktır. Bakın Nâziât sûresinde bunun hiç de zor olmadığını Rabbimiz
şöyle anlatır:
“Zor değil bu olay, bir tek haykırmaya, bir
anonsa bakmaktadırlar. Bir de bakmışsın ki hemen uyanırlar.”
(Nâziât 13-14)
Bir de yeryüzünün sinesinden atılacak
olanlarla alâkalı yerin içindeki hazineleri, defineleri, altınları, gümüşleri
dışarıya atacağı da söylenmiş. İnsanların bir ömür boyu uğrunda çırpındıkları,
elde etmek için koşturdukları, bunsuz olmaz diyerek kıbleleştirdikleri, tapındıkları
şeylerin değersizliği ortaya konulacaktır. O hengamede insanlar onlara yönünü
dönüp bakmayacaklar ve bu değersiz şeyler uğrunda ne kötü bir ömür
tükettiklerini anlayacaklar. Müslim’de bu hususu anlatan bir hadis var. Ebu
Hureyre efendimizin rivâyet ettiği hadislerinde Allah’ın Resûlü bakın şöyle buyurur:
“Yer içindeki ciğerparelerini, altın ve
gümüşlerini plaklar halinde dışarıya atar. Sonra katil gelip: “Ben işte şunun
için öldürmüştüm,” der. Akrabalarını terk eden, sılayı rahmi kesen kişi gelip: “Ben
işte bunun için akrabalarımı terk etmiştim,” der. Hırsız gelip: “İşte şunun
için benim elim kesilmişti,” der. Sonra onları terk ederler ve hiçbir şey de
almazlar.”
İnsanlar o zaman anlayacaklar ki ne boş şeylerin peşinde-lermiş. Para
için kulluğu terk edenler, altın ve gümüş için birbirlerini öldürenler,
dünyalık elde edeceğim diye akrabalarını terk edenler, daha çok kazanacağım
diye çoluk-çocuklarının dini hayatıyla ilgilenecek zaman bulamayanlar, para
kazanacağım diye ilim öğrenmeye fırsat bulamayanlar, dükkan tezgah peşinde
koştururken Kitap ve Sünnetle tanışma imkânı bulamayanlar, bir ömür boyu dünyanın
kölesi olup yiyemeyeceği malları toplayanlar, oturamayacağı evler yaptıranlar,
uğrunda çırpındıkları malların, mülklerin, altınların, gümüşlerin değersiz
birer emtia olarak her yere atıldığını görünce anlayacaklar bunların
değersizliğini. Anlayacaklar ama anlamaz komaz olsunlar. Çünkü zorunlu olarak
anladıkları bu dönemin onlara en küçük bir faydası olmayacaktır.
Arz tüm şiddetiyle sarsıldığı ve
sinesindekilerin tümünü dışarıya attığı zaman:
Ve insanın: “Buna ne oluyor?” dediği
zaman. İnsan bu manzaralar karşısında dehşete düşüp, korkuya kapılıp hayretle
soracak. Ne oluyor? Bu durum nedir? Nedir bu hal? Bana ne oluyor? Ya da bu
sakin arza, bu uslu yeryüzüne ne oluyor? der. Allah en iyisini bilir, ama bunu
söyleyen Kâfirdir. İnkâr ettiği, reddettiği, gelmez dediği, olmaz dediği bir
gerçekle yüz yüze gelince Kâfir hayretinden, dehşetinden böyle diyecek. Ölümünden
sonra diriltilirken insanın ilk söyleyeceği söz işte budur.
Yâsîn sûresinde de Rabbimiz bu hususu
anlatırken şöyle buyurur:
“Vay halimize! Yattığımız yerden bizi
kim kaldırdı?” derler. Onlara: “İşte Rahmân olan Allah’ın vaat ettiği budur,
peygamberler doğru söylemişlerdi” denir.
(Yâsîn 52)
Bu sözün birinci bölümü kâfirlere,
ikinci bölümü de mü’minlere aittir. Diriltildikleri anda kâfirler, “Eyvah! Bizi
kim kaldırdı? Bizi kim uyandırdı bu uykularımızdan? Kim kaçırdı rahatlarımızı?
Şöyle ne güzel rahatımız yerindeydi. Unutulup gitmiştik, sümenaltı edilmiştik.
Yuh olsun bizi kim kaldırdı böyle?” diyecekler, mü’minler de, bu durumla karşı
karşıya geleceklerini bilen, zaten buna iman edip bekleyen mü’-minler de, “İşte
Rahmân olan Allah'ın vaadettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi. Sadık
olan Allah’ın elçilerinin haber verdikleri gün işte bu gündür” diyecekler.
O gün, işte o gün, yeryüzü Rabbinin ona
vahyetmesiyle kendi haberlerini anlatır. Yeryüzü o gün havadislerini Rabbinin
emriyle anlatıp ortaya kor. Yeryüzü o gün kendi üzerinde gerçekleştirilmiş tüm olayları
anlatıverir. Çünkü Rabbi ona bunu emretmiştir, vahyetmiştir, izin vermiştir.
Yeryüzü üzerinde işlenen tüm amelleri,
tüm konuşmaları anlatıverir o gün. Üzerinde yapılan her bir işi, her bir sözü
aynen ortaya koyuverir. Tüm yapılıp edilenlere şahitlik edecek yeryüzü o gün.
Yaptıklarıyla alâkalı kâfirler hakkında şikâyette bulunarak, mü’minler hakkında
da teşekkürde bulunarak o gün şahit olduğu her şeyi sayıp dökecek yeryüzü.
İnşikâk’ta anlatıldığı gibi yeryüzü Rabbini
dinleyecek:
“Ve yeryüzü Rabbine boyun eğdiği zaman
ki yeryüzü boyun eğecektir. Ona yakışan da budur.”
(İnşikâk 5)
Yeryüzü Rabbine kulak verip dinleyecek.
Zaten ona yaraşan da budur. Nitekim daha önce de dinlemişti yeryüzü Rabbini.
Önceden gökle yer bitişikti de insanın imtihanı için, imtihan salonu oluşması
için Allah onlara ayrılın dedi, onlar da Rablerini dinleyerek ayrılıverdiler.
Yine zimamları, gemleri elinde olan Rableri bir zamanlar onlara isteyerek ya da
istemeyerek bana kulluğa gelin buyurmuştu da, her ikisi de, “isteyerek geldik
Allah’ım” demişlerdi. İşte şimdi de yeryüzünde insanların imtihanlarının bitip
de imtihan sonuçlarının okunma dönemine geçildiğinde bu imtihanda yeryüzü
şehadette bulunarak Rabbini dinleyecek. Rabbinin emriyle üzerindekilerin
yaptıklarının tümünü anlatacak.
Arz şahitlerden sadece bir tanesidir.
Bunun dışında da şahitlerden söz edilir Kuran-ı Kerîm’de. Meselâ bakın Fussilet
sûresinde bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin
aleyhinizde şahitlik edeceklerinden gizlenmiyor, kötülükten sakınmıyordunuz.
Fakat yaptıklarınızdan bir çoğunu Allah’ın bilemeyeceğini zannediyordunuz. İşte
Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti de zarara
uğrayanlardan oldunuz.”
(Fussilet 22-23)
“Ey insanlar sizler dünyada iken
Rabbiniz hakkında kötü zan içindeydiniz. Bu yapıp ettiklerinizden Allah’ın haberdar
olmadığını zannediyordunuz. Kimsenin sizi görmediğini zannediyordunuz. Yaptıklarınızın
gizli kalacağına inanıyordunuz. Âzâlarınızın aleyhinizde şahitlik etmeyeceğini
düşünüyor ve cesurca günâhlar işliyordunuz. Dünyada o çirkin işleri yaparken bu
şahitleri hiç hesaba katmıyordu-nuz. Bu yaptıklarınızı âzâlarınızdan gizleme
gereği duymuyordunuz. Çünkü bu âzâlarınızın aleyhinizde şahitlik yapacaklarını
hiç ummuyor-dunuz.
Sizler dünyada günâhların peşine
düşerken rezil oluruz korkusuyla köşe bucak kaçıyor, insanlardan tenhâlârı
tercih ediyordunuz. Ama kendi uzuvlarınızı hiç hesaba katmıyordunuz. Bu yaptıklarınızı
onlardan gizleme gereği duymuyordunuz. Bir de esasen Rabbiniz konusunda da çok
kötü bir zan taşıyordunuz. Sizi her an kontrol eden, yaptığınız her şeyden her
an haberdar olan Rabbinizin yaptıklarınızdan gafil olduğunu zannediyordunuz.
İşte Rabbiniz hakkındaki bu kötü zannınız sizi helâke sürükledi de zarara uğrayanlardan
oldunuz. Küfrün temeli işte buna dayanmaktadır. Kâfir, Allah’ı tanımadığı için kâfir
olmaktadır. Tabiat dedikleri, toplum dedikleri hep Allah’tır aslında. Ama bir
türlü adını koyamıyorlar ve olmayan şeye inandıklarını iddia etmeye
çalışıyorlar. Hem âzâları, hem yeryüzü, onların yaptıklarına şahitlik yapacaktır.
Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde
bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Kendinizi yeryüzünden sakının!
Çünkü o sizin ananızdır. Onun üzerinde yaşayan hiçbir kimse yoktur ki hayır ya
da şer ne yapmışsa yeryüzü onu mutlaka haber verecektir.”
(İbni Kesir 4/576)
Yine Tirmizi’nin Ebu Hureyre
efendimizden rivâyet ettikleri başka bir hadislerinde, Allah’ın Resûlü
kendisine yerin vereceği haberler nelerdir ey Allah’ın Resûlü diye soranlara
şöyle buyurdu:
“Yerin vereceği haberler her erkek ve kadın
hakkın-da şurada şunu yapmıştı, burada bunu yapmıştı ya Rabbi diyerek onların
yaptıklarını haber vermesidir.”
(Tirmizi 5/416)
Veya
yeryüzünde daha önce yapılanlar, konuşulanlar, ameller, eylemler bir daha
yaşanılarak gözler önüne getirilir. Aynen bir daha yaşanılarak şahitlik ortaya
konulur. Bunu önceleri anlamak anlatmak gerçekten zordu, ama şu anda video,
kamera vs. gibi araçlarla önceki yaşanmışların bir daha görüntülenmesinin çok
kolay olduğunu anlayabiliyoruz.
Aslında Rabbimiz bu tür aracıların
şehadetine gerek duymadan da herkesin ne yapıp ettiğini bilmektedir. Ama bu
şahitleri konuşturarak Rabbimiz insanların kendi kendilerine suçlarını ispatlamayı
murad etmektedir. İnsanların itiraz hakları kalmasın diye Rabbimiz bu şahitleri
de konuşturmaktadır.
O gün insanlar işlerinin, amellerinin
kendilerine gösterilmesi için bölük bölük dönerler. Ya amellerini görmek için
ya da amellerinin sonucunun kendilerine gösterilmesi için insanlar grup grup dönerler.
Fahrettin Râzî buradaki “Eştaten”
ifadesini dağınık olarak, farklı farklı gruplar halinde, farklı farklı
konumlarda insanların mahşer yerine gelecekleri şeklinde tefsir etmiştir.
Kimisi binitli, kimisi binitsiz, kimisinin yüzü ak, kimisinin kara, kimisi
yürüyerek, kimisi sürünerek, kimisinin ayakları çıplak, kimisi zincirlere
vurulmuş vaziyette amellerini görmek, amellerinin sonucuna muttali olmak üzere mahşer
yerine getirilecekler.
Veya Nebe’ sûresinde de anlatıldığı
gibi
“Sura üfürüldüğü gün hepiniz fevç fevç,
(bölük bölük) gelirsiniz.”
(Nebe’ 18)
İnsanlar mahşer yerine fevç fevç dalga
dalga gidecekler. Ya da inançlarına göre, yaşadıkları hayatlarına ve amellerine
göre gruplaştırılacaklar ve öyle gidecekler. Bunlar biracılar, bunlar
zinacılar, bunlar hırsızlar, bunlar homoseksüeller, bunlar fâizciler, bunlar kumarcılar,
bunlar Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk edenler, bunlar Allah’la savaşa
tutuşanlar, bunlar Allah’ı Rabb bilenler, bunlar tâğut-lara kulluk edenler,
bunlar Adem yolunun yolcuları, bunlar şeytan taraftarları, bunlar İbrahim
taraftarları, bunlar Nemrut yolunun yolcuları, bunlar Musâ’nın yoluna tabi
olanlar, bunlar Firavun yolundan gidenler, bunlar Muhammed (a.s)’e tabi
olanlar, bunlar Ebu Cehillerin izini takip edenler, bunlar Kur’an’a inanalar,
bunlar Kur’an’ı reddeden demokratlar, bunlar Müslümanlar, bunlar ateistler,
bunlar Allah yasalarını beğenmeyenler, bunlar kendi yasalarının hâkimiyeti
adına Allah yasalarına geçit vermeyenler, bunlar Allah dostları, bunlar Allah
düşmanları diye insanlar gruplaştırılacak. Tıpkı Vakıa sûresinin ifade ettiği
gibi:
“O zaman siz de üç sınıf olursunuz. İyi
işler işlediklerini belirtmek için, amel defterleri sağdan verilenler; ne mutlu
o sağcılara!Kötülük işlediklerini belirtmek üzere, amel defterleri soldan
verilenler; ne yazık o solculara! İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını
almakta da önde olanlardır.”
(Vakıa 711)
İsrâ’da da herkesin imamlarıyla, önderleriyle,
liderleriyle, tabi olup yolundan gittikleriyle birlikte çağrılacakları, kim
kiminle beraberse, kimin yolu, kimin ameli kime uygunsa, kim kimin yolundan gidiyorsa
onlarla birlikte çağrılacakları anlatılıyordu:
“O gün bütün insanları önderleriyle
beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitaplarını
okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez.”
(İsrâ 71)
Burada şöyle bir tespit yapalım ve bu
gruplamaları şöyle düşleyelim: İnsanlar yaşadıkları hayatlarına, imanlarına, düşüncelerine,
amellerine göre gruplar oluşturmuşlar. Mutlaka bu gruplardan birinde
Peygamberimiz var. Tabi diğer peygamberler de bir grup oluşturmuşlardır. Çünkü
hadisler öyle anlatıyor. Hadislerden anladığımıza göre her peygamber kendi
inananlarıyla bir grup oluşturup hesap yerine gidecek. Öyleyse bu gruplardan
birinde Resûlü Ekrem efendimiz varsa acaba gruplama kriteri nedir? Acaba biz
nerdeyiz? Kendi yerimizin neresi olduğunu düşünelim. Acaba bizim grubumuz
bunlardan hangisi? Çünkü eğer peygamber safında, peygamber sınıfında yer almamışsak,
o zaman onun gittiği yere gitme ihtimalimiz çok az, çok zor.
Meselâ insanları saç tıraş modeline
göre gruplandırsak, saç tıraş modeli peygamberinkine benzeyenler şu tarafa,
benzemeyenler bu tarafa dense. Veya kılık-kıyafet modeli peygamberinkine benzeyenler
şu tarafa, benzemeyenler bu tarafa dense, mala bakışı, kazan-ma, harcama
anlayışı, malla, mülkle ilişkisi peygamberinkine benzeyenler şu tarafa,
benzemeyenler bu tarafa, hanımıyla, çocuklarıyla ilişkisi peygamberinkine
benzeyenler şu tarafa, benzemeyenler bu tarafa, gece hayatı, ikram anlayışı, ev
tefrişi, sofrası, sabah kahvaltı anlayışı peygamberinkine benzeyenler bu tarafa,
benzemeyenler bu tarafa, namazı, orucu, zikri, fikri, tesbihi, cihadı, tebliği
peygamberinkine benzeyenler bu tarafa, benzemeyenler şu tarafa diye insanların
bir tasnife, bir gruplaşmaya tabi tutulduğunu düşünüyor ve bunları kendi
kendime sordukça kahroluyor, imbikledikçe mahvoluyorum. Düşündükçe ümitlerim
tükeniyor, iştahım kaçıyor. Böyle bir sınıflandırmada peygamber safında yer
alabileceğime güvenemiyorum.
Fakat ben bunları düşünürken, bunları kendime sorarak
kendi kendimi yargılamaya çalışırken, acaba peygamberin safında yer alabilir
miyim diye kendi kendimi sorgulamaya çalışırken şeytan bana şöyle bir can
simidi uzatıyor. Bana diyor ki: “Bırak bu işleri sen bunlar, amelî hayattır.
Bunlar amelin konusudur. Kahvaltının biçimiymiş, kılık-kıyafetmiş, yemek
anlayışıymış, saç modeliymiş, sakallı ya da sakalsızmış bırak sen bunları. O
konularda zaten serbestsin sen. Yani bu
din onlara da karışacak değil ya canım?” dedikten sonra, elbette o gün insanlar
dinin temelini teşkil eden namaza göre gruplandırılırlar diye bir can simidi
uzatıyor sanki.
Oysa ben şunu önceden bilmeli ve sevinmemeliymişim. Allah
kitabında buyurur ki, “Şeytan insanı böyle yarı yolda bırakıverir, rezil
ediverir, perişan ediverir. Bedir’de öyle yapmıştı alçak müşriklere. Onları
tahrik edip Bedir’e kadar gelmiş ve orada Rasulullah’ın ordusunun içinde Cibril’i
görünce: “Bu orduyla savaşılmaz! Bu ordunun karşısında dayanılmaz!” diyerek
kaçıp gitmiş ve müşrikleri yalnız bırakmıştı. İşte bunu bilmeden ben
sevinirken, insanlar namazlarına göre gruplaştırılacak diye avunurken, korkunç
bir kabus üzerime çöküyor ve: “Eyvah diyorum eyvah! Benim namazım nere, peygamberin
namazı nere? Benim namazım kim? Rasulullah’ın namazı kim? Benim orucum kim,
Rasulullah’ın orucu kim? “
Öyleyse ne yapacağız? Başka çaremiz yok peygamberin
gittiği yere gidebilmek için. Peygamberin safında yer almaya çalışacağız.
Nasıl? Birim birim, birer birer, tek tek peygambere benzemeye çalışacağız,
peygambere benzeyen taraflarımızı çoğaltmaya çalışacağız. Tabii peygambere
benzeyen yanlarımızı çoğaltabilmek için de önce peygamberi, onun hayatını
tanımaya çalışacağız. Değilse yarın: “Keş-ke peygamberle birlik bir yol
tutabilseydim! Keşke yolumu peygambere çıkarabilseydim! Keşke peygamberin
Sünnetini tanıyıp onun gibi olmaya çalışsaydım! Keşke böylece onun fevcine,
onun dalgasına kapılıp onun gittiği yere gidebilseydim” diyerek pişman
olanlardan oluruz Allah korusun.
Evet âyet-i kerîmesinde Rabbimiz böyle
gruplar halinde insanların amellerini görmek üzere Mahşere geleceklerini anlatıyor.
Ya da buradaki “Eştaten” ifadesi Kehf sûresinde anlatıldığı gibi tek başına,
yapayalnız ve yardımcısız olarak gelecekler anlamınadır.
“Dizi
dizi Rabbine sunulduklarında onlara: “An-dolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız
gibi Bize geldiniz. Sizi bir yere toplamak için söz vermediğimizi iddia etmiştiniz
değil mi?” denir.”
(Kehf 48)
Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz buyuruyor ki, “Ey kullarım, ilk
yaratıldığınız gibi bize geldiniz. Sizi ilk yarattığımız biçimde bizim huzurumuza
geldiniz.” İnsanlar ilk yaratıldıkları gibi Allah huzuruna geliyorlar. “Çırılçıplak,
güçsüz, kuvvetsiz, malsız,mülksüz, akılsız, bilgisiz, evsiz, barksız ilk
yarattığım gündeki gibi huzuruma geldiniz. Ne malınız var, ne mülkünüz, ne
bilginiz var, ne aklınız, ne bağınız var, ne bahçeniz, ne atınız var, ne
arabanız, ne hocalığınız var, ne hacılığınız, ne diplomanız var, ne doktoranız.
Ne dostunuz var, ne yardımcınız. Tıpkı sizi dünyaya ilk getirdiğim gibi
huzuruma geldiniz” buyuruyor. Yine En’âm sûresinde de bu konu anlatılırken
şöyle buyurulur:
“Onlara: “Andolsun ki, siz ilk defa
yarattığımız gibi size verdiklerimizi ardınızda bırakarak bize birer birer
geldiniz; içinizde Allah’ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçilerinizi
beraber görmüyoruz. Andolsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız
sizden ayrılmışlardır” denecek.”
(En’âm 94)
Daha önce dünyaya ilk geldiğiniz zaman
nasıl yalnızsanız, şu anda da bize yalnız geliyorsunuz. Dünyaya geldiğiniz günü
bir düşünün. Yalnızdınız, yapayalnızdınız. Gücünüz yoktu, kuvvetiniz yoktu,
imkânınız yoktu, saltanatınız yoktu, paranız, pulunuz, bilginiz, çevreniz, krediniz,
makamınız, mansıbınız hiçbir şeyiniz yoktu. Aciz, güçsüz, kuvvetsiz bir bebek
olarak dünyaya gelmiştiniz. Bütün bu imkânları size veren Rabbinizi unuttunuz
da ona karşı tanrılık iddiasına kalkıştınız. Zannettiniz ki bütün bunları kendiniz
kazandınız? Zannettiniz ki hayatın sahibi sizlersiniz. Zannettiniz ki hayatın
sahibi kendinizsiniz. Zannettiniz ki size hiç ölüm gelmeyecek ve hesaba
çekilmeyeceksiniz. Hayır hayır! Aldandınız, hayatın da, ölümün de sahibi Allah’tı.
Bakın şimdi hayatınızı, gençliğinizi, güzelliğinizi,
gücünüzü, saltanatınızı, çevrenizi, paranızı, pulunuzu iktidarınızı arkanızda
bırakıyorsunuz. Hani nerede mallarınız? Nerede koltuklarınız? Nerede
saltanatınız? Nerede tanrılığınız? Nerede peygamberliğiniz? Hani nerede
vahiyleriniz? Nerede kullarınız? Nerede size alkış tutan ve sizin kanunlarınıza
itaat eden gönüllü kullarınız? Nerede sizin o gönderdiğiniz vahiylerinizi halka
uygulama kavgası veren gönüllü peygamberleriniz? Nerede güvendikleriniz,
dayandıklarınız? Nerede size sadâkat yemini yapan yardakçılarınız? Hani niye
terk etti onlar sizi? Hani şu sizin şefaatçilerinizi da göremiyoruz. Niye
gelmiyorlar sizi bu durumdan kurtarmaya? Hani koltuklarının altına girerek sizi
kurtaracaklarına inandığınız için kendilerinden talimatlar alarak uygulamaya
çalıştığınız ağabeyleriniz nerede? Hani karşılarında sığınma talebinde bulunduklarınız?
Kendilerine dua edip imdadınıza çağırdıklarınız nerede? Onları da göremiyoruz
denecek.
İnsanlar öldükleri, gömüldükleri
yeryüzünün her bir bölgesinden amellerini görmek üzere gelecekler.
Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu
görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür. Zerre kadar küçük de
olsa, az da olsa Allah kimsenin amellerinden gafil değildir. Allah yapılan
amellerin tümünden haberdardır. Zerre kadar da olsa kimsenin amelini Allah zayi
etmeyecektir Rabbimiz. Çünkü o gün adalet günüdür. Adaletin ve hakkın ikâme
edildiği gündür. O gün hiç kimseye haksızlık yoktur. Ya-ni o gün hiç kimseye,
hiçbir varlığa en küçük bir adaletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır. Ne dünyada
hesabını, kitabını bugün için yapıp da Allah’ın istediği kulluğu yaşamak için
çalışıp çabalayan birinin hakkını alamaması gibi, mükâfatını elde edememesi
biçiminde bir adaletsizlik, ne yaptıklarının karşılığını tam olarak alamama, yani
bir kısım hak larının
zayi olması gibi bir adaletsizlik olmadığı gibi, ne de kişinin hak etmediği
halde haksız yere cezalandırılması biçiminde bir haksızlık da olmayacaktır.
Yani ne yapmadıklarından ötürü birinin
mükâfatlandırılması, ne de hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması biçiminde
bir adaletsizlik yoktur o gün. Cezalandırılması gerekirken hak ettiği bu
cezadan kurtulması cehenneme gitmesi gerekirken yanlışlıkla cennete gitmesi,
cennete gitmesi gereken birinin de yapmadığı şeyler kendisine isnat edilerek
haksız yere cehenneme gitmesi türünde bir zulüm olmayacak. Ya da hiç kimseye
hak ettiği cezadan daha fazlasını yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla birinin
günâhının bir başkasına yüklenmesi, yani birinin yerine başkasının cehenneme
gitmesi gibi hiçbir adaletsizlik olmayacaktır. O yüce mahkemede böyle bir adaletsizlik
yoktur. Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir.
Evet, kim zerre miktarı
hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun
karşılığını görecektir
İnsanın aklına şöyle bir
soru gelebilir. Allah, insanların şer ve kötülük yapmalarına izin vermeseydi,
onların hepsini kendisine inanan, taat ve iyilikte bulunan kimseler yapsaydı,
daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın arıdan veya herhangi bir
hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah'ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (güdü)
ile baldan başkasını yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir iradesi vardır. Fakat
Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irade özellikleri olan bir ruh
(nefs-i nâtıka) vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzünde halifesi
yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti zorlayarak değil, şuur ve serbest bir irade
ile yapılmasındadır. Şuursuz ve serbest bir ihtiyar ile yapılmayan iyiliğin
kıymeti yoktur. "Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün
insanların hepsi iman ederlerdi" (Yûnus, 10/99). Allah böyle yapsaydı,
insanların akıllarını kullanarak, vicdanlarına tabi olarak serbest iradeleriyle
hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri
olurdu; küfür ve şer olmasaydı irade ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen
meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasa idi iman ve
kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu. Her şeyin kıymeti zıddı ile
bilinir:
Meselâ eğer Nuh (a.s)
kavminin küfrü olmasaydı elbette Tufân mucizesi, meydana gelmezdi ve diğer
peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi. Helâk
mucizeleri ile helâk olan milletler apaçık delilleri gördükten sonra helâk
olmuştur. Hayatta kalan da apaçık beyyineyi gördükten sonra iman ettiği için
hayat bulmuştur. Ta ki helâk olan apaçık bir delili gördükten sonra helak
olsun. Hayat bulan da apaçık bir delili görüp anladıktan sonra hayatta
kalsın" (Enfâl, 42). "De ki hak Rabbindendir. O halde isteyen inansın,
isteyen küfretsin..." (Kehf, 29).
Şerri yaratmak şer
değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıf-lanmak şerdir. İnsan aklını
kullanarak iradesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu
yaratır. Her şey, Allah'ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun
iradesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve
imtihanın tahakkuk etmesi için yaratır. Ancak biz kendi irademizle şerri
kazanırız; Allah da bizim irade ve seçimimize göre o şerri yaratır. Ancak
Allah'ın şerre yardımı ve rızası yoktur. Yaratıklardaki hayır ve şer yönünden
mümkün olan durum beştir.
1- Sırf hayır, 2- Hayır
tarafı galip ve fazla, 3- Hayır ve şer ta-rafları eşit, 4- Sırf şer, 5- Şerri
hayrından fazla ve çok olandır. Yüce Allah'ın yapın, diye emrettikleri ya sırf
hayır veya hayır tarafı fazla olandır. Allah'ın nehyettiği menhiyat
(yasakladığı şeyler) sırf şer veya şer tarafı fazla olan şeylerdir. İman sırf
hayır; küfür ise sırf şerdir.
Kulların ihtiyarî
işlerinden başka, mikrop, zararlı böcekler, yır-tıcı hayvanlar, deprem, sel
gibi bize şer gibi görünen eşya ve olaylara gelince; bunların hayırları şerlerinden
fazladır. Kulların işleri hariç, kendisinde hiçbir hayır bulunmayan sırf şer,
şerri hayrından fazla olan ve hayrı şerrine eşit olan şeylerin yaratılması
Allah'ın hikmetine aykı-rıdır. Melekler, "Biz seni hamdinle tesbih ve
takdis edip dururken ora-da (yeryüzünde) fesatlık çıkaracak ve kanlar dökecek
kimse mi yara-tacaksın?" (Bakara, 30) diyerek Allah'ın yeryüzünde insanı
yaratmasına -bundaki hayrı bilmedikleri ve şer olacağını zannettikleri için- itiraz
etmişlerdi. Allah bundaki hayrı bildiği için onlara, "Sizin bilmediklerinizi
her halde ben bilirim" (Bakara, 30) sözüyle cevap vermişti. Bazen insan
bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması, aklını
başına alması için musibet verir; günahlarının affedilmesi veya bir kısmından
vazgeçilmesi ve ecirler kazanması için hastalık verir: "Olur ki bu şey
hoşunuza gitmezken, o sizin için hayırlı olur. Bu şeyi de sevip istediğiniz
halde o da hakkınızda şer olur" (Bakara, 216). Allah çok defa bize şer
suretinde görünen sıkıntı ve musibetleri hayra vesile olması ve bir başlangıç
olması için yaratır.
Eşya ve olayların mahiyet
ve kıymetleri zıtları ile anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehalet olmazsa
ilmin kıymeti anlaşılamaz-dı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların esmesinde,
insanlara zararlı mikrop ve hayvanların yaratılmasında görülen cüz'i şerler,
bun-ların hayır ve faydaları yanında yok gibidir. İnsan için dünyanın lezzet-leri
yemek, içmek, nikah, mal, mülk, makam ve mevkidir. İnsanların başına gelen elem
ve acıların pek çoğu bunlardan dolayıdır. Bunlar, sabredilerek meşru yollardan
elde edildiğinde ve hukuklarına riâyet olunduğunda şerleri hayra tebeddül eder.
Elem, acı ve meşakkatler olmasaydı, ilim, şecaat, zühd, takva, iffet,
cömertlik, sabır ve ihsan gi-bi imanî kemaller ele geçmezdi. Şer gibi telakki
ettiğimiz ve yaratılış-larındaki hikmeti anlayamadığımız pek çok şeylerde ince
hayırlar vardır. Ellerinde olmadan insanların başlarına gelen nice belâ ve mu-sibetler,
yaptıkları kötülüklerin bir kısmına, ahiretteki verilecek tam karşılıklarından
ayrı olarak bu dünyada da ceza ve azap terettüp ettiği için yaratılırlar:
"Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işleyip kazandığınız
günahlar yüzündendir. Bununla beraber, Allah bir çoğu-nu da affeder” (Şurâ, 31)
Yüce Allah'ın âhirette
kâfirler ve günahkârlara vereceği ceza-lar da adalet ve hayırdır. Çünkü cezalar
lâyık olan ve hak eden ma-hallerine verir. Cezayı hak eden ve buna lâyık olan
kimselere verilen cezalar bu kimselere nispetle şerdir. Çünkü kendilerine acı
ve sıkıntı verir. Eski İran'da Mecusiler ve zındıklar "Alemdeki bütün
hayırları ya-ratan âlemin tanrısı Hürmüz (Ahura Mazda)dır. Kötülüklerin kaynağı
ise Ehrimen (Angra Mainyu) dır" derlerdi. Bunların iddialarına göre,
dünyada bu iki kuvvet mutlak hakimiyeti sağlamak için sürekli müca-dele
halindedirler. Mutezile ise, Allah kötülükleri ve şerleri dilemez. Ancak
hayırları murad eder. Kul işlerini gerek hayır olsun gerek şer olsun, kendisi
diler kendisi yaratır demişlerdir. Allah'ın irade ve meşiy-yetinin de rıza ve
muhabbetiyle aynı anlamda olduğu iddia etmişlerdir.
‘Şerr’
sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendi-sinden kaçınılan şey
demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk, kötü-lük, kötü şey, zulüm, cezayı
gerektiren iş anlamında da kullanılmak-tadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet
mânâsına gelir. ‘Şerr’in çoğulu
‘şurûr’dur. Şer, her türlü ‘hayr’ın ve iyiliğin karşıtıdır. ‘Hayır ve şer’
ölçüleri, ya mutlak, ya da izâfî (göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik
duygusu her zaman mutlak olarak ‘hayr’dır. Zulüm, kötülük, adam öldürme gibi
şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı şeyler bazıları için geçici olarak ‘hayr’
veya ‘şer’ olabilir. Meselâ, mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için
şer olabilir. Birisi mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için
hayır değildir.
Şer, istenmeyen, arzu
edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan
ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir. Kur’an, akıl
etmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkla-rın en şerlisi
saymaktadır (Enfâl, 22, 55). Çünkü onların yaptıkları ‘hayr’ olmaz, tuttukları
yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır.
Şer, bir yerde insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani mutsuzluk veya
talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri ister; ancak
kendisine bir şer (kötülük) doku-nunca ümitsizliğe düşer. Biraz rahata
kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar. (Fussilet,
49-50)
Hayır, Allah rızası
düşünülmüş ve takvâya uygun bütün dav-ranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın
rızâsına uymayan bütün işlerdir. Bi-risi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri
de günâhı ve kâfirin amel-lerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm
gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır
işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görecektir
Cehenneme gidecek olanlar, halk arasında en şerli
kimselerdir
(Beyyine, 6)
Mü’minler, şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin,
düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin, vesvese verenlerin şerrinden Allah’a
sığınırlar
(Felâk, 1-5)
Çevremizde olan olaylara ve
insanların işledikleri fillere hayır ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde
sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen son İlâhî
din İslâm'dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu konuda kesin bir ölçü
olamaz. Ancak hayır ve şer hükümleri
akılla anlaşılır ve uygulanır.
Evet, herkes dünyada yaptıklarının
tümünün yazılıp kaydedildiği amel defterlerine dâvet edilecek. Buyurun şu
dünyada yaptıklarınıza bir bakın bakalım. Bunları siz yaptınız, bu amelleri siz
işlediniz, siz kokladınız, biz topladık. Siz yaptınız, biz yazdık ve şimdi sizler
bu amellere göre karşılık göreceksiniz, denilecektir. Ama unutmamak lazımdır ki
o amel defterleri de şu sürekli elimizin altında bulunan, bulunması gereken,
elimizden hiç düşürülmemesi gereken kitabımıza göre doldurulmalıdır.
Amellerimiz konusunda sürekli beslendiğimiz, sürekli diyalog halinde bulunduğumuz
kitabımıza göre bu amel defterlerini doldurmak zorundayız. Tüm amellerimizde
ölçü, kıstas bu kitap olmalıdır. Yaptığımız, söylediğimiz her şeyi, verdiğimiz
her kararı bu kitaba uygun olarak vermeliyiz. Yine unutmayalım ki adamın kitabı
neyse, hangi kitapla sürekli beraberse, hangi kitabı elinden düşürme-meye
çalışıyorsa, kafasında kimin kitabının bilgileri canlıysa, elbette ki amelleri
de o kitap kaynaklı olacaktır.
Yine Kehf sûresinde Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Amel defteri ortaya konunca, suçluların,
onda yazılı olanlardan korktuklarını görürüsün, “Vah bize, eyvah bize! Bu
defter nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!” derler.
İşlediklerini hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez.”
(Kehf 49)
Kitap da ortaya konulmuştur. Dünya hayatındaki dosyaları, sicilleri
ortaya konunca, tıraşları gözlerinin önüne inince mücrimler acele bir şekilde kitaplarına
şöyle bir göz atarlar. Kitaplarının içindekilerden, hesaplarının zorluğundan
dolayı korkularından tir tir titremeye başlarlar. Çünkü o zalimler Rablerini
tanımamışlar, Rablerinin hayat programıyla ilgilenmemişler, hattâ kendilerini
Rabb bilmişler ve şimdi inkâr ettikleri o Rabb onları hesaba çekecek. Derler ki,
“Vah bize! Eyvah bize! Yazıklar olsun bu kitap da nasıl bir kitapmış ki ne
büyük günâhlarımızı koymuş, ne küçüklerini koymuş hepsini sayıp tespit etmiş!
Ne gizlide işlediklerimizi koymuş, ne açıkta işlediklerimizi koymuş, hepsini
yazmış! Halbuki biz şunları şunları hiç kimsenin göremeyeceği ıssız bir ormanda
işlemiştik! Şunları şunları önemsiz zannetmiştik! Ne büyük koymuş, ne küçük
koymuş, ne gizli demiş, ne aşikâr demiş hepsini tespit etmiş. Halbuki dünya
hayatında zalimlerin haberleri yoktu hiçbir şeyden. Haram-helâl aramamışlardı
hayatlarında. Zulmetmişler, haksızlık etmişler, inkâr etmişler, duymazdan gelmişler,
müstekbirce davranmışlardı. Ne yapmışlarsa tüm amellerini karşılarında
buluyorlar. Amellerinden dolayı değerlendirilecekler şimdi.
Hani dünyadayken bu zalimler
amellerimizden dolayı bizi değerlendirmeye çalışmıyorlar mıydı? Dosyalıyorlardı
ya mü'minleri. Şimdi de onların dosyaları alabildiğine kabarıktır. Zulmettikleri
insan sayısınca dosyaları kabarık olacak. Bir milyon kişiye zulmetmişse bir
milyonluk bir dosya, beş milyona zulmedenlerin dosyaları beş milyonluk, tüm
yeryüzü insanlığına zulmedenlerin dosyaları o kadar kabarık…Dünyada
Müslümanları dosyalamaya çalışan, Müslümanlara dosyalar hazırlayanlara orada
dosyalar hazırlanmıştır. Dosyaladığı Müslüman sayısınca orada onlara dosyalar
açılmıştır. Dosyalar birer birer açılacaktır. Zulmettikleri insanların
dosyaları, haklarını yedikleri insanların dosyaları, bombaladıkları insanların
dosyaları, aç bıraktıkları, sömürdükleri insanların dosyaları birer birer açılmaya
başlamıştır.
Ya da kitap açılmıştır. Onların kendisiyle yargılanacakları
Allah’ın kitabı açılmış ve onunla yargılanma başlamıştır. Her bir dosya
açıldıkça zalimler amellerini ve amellerinin karşılığını orada hazır bulacaklar.
Allah hiç kimseye zulmetmemektedir. Bu amelleri kendileri işlemiştir. Kendi
amellerinin karşılığıdır bunlar. Değilse yapmadıkları işlemedikleri suçlardan
ötürü Allah hiç kimseyi cezalandırarak zulmet-mez. Ya da başkalarının
günâhlarını yanlışlıkla bir adamın defterine yazarak işlemediği günâhlardan
ötürü ona zulmetmez. Yaptıklarının bir kısmını zayi etmek sûretiyle Allah
kimseye zulmetmez. Hayır hayır, Allah hiçbir haksızlık yapmaz, bunlar bu adamın
bizzat dünyadayken kendi elleriyle işlediği amellerin değerlendirilmesidir.
İnsanların hayatta işledikleri
amelleri, her şeyi sayıp dökecek. İşte bu adam namaz kılmış, oruç tutmuş, bu
adam Allah’a baş eğmiş, bu Allah’a ve Allah’ın kanunlarına teslim olmuş, ama bu
adam da Allah’ı reddedip kendi hevâ ve heveslerini tanrılaştırmış, tâğutlara
kulluk etmiş, bu modanın kulu olmuş, bu âdetlerin kulu, bu çevrenin kulu olmuş
gibi amel defterleri de sahibinin lehinde ve aleyhinde her şeyi sayıp
dökecektir. Herkesin ameli hangi isme sahipse, hayır ya da şer hangi sınıfa
dahilse o sınıfla damgalanmış olarak kişinin karşısına çıkacaktır.
Evet kim ne yapmışsa, kim hayır ve şer
ne tür bir amel işlemişse onu mutlaka görecektir. Zerre kelimesi konusunda İbni
Abbas efendimiz şöyle der: “İnsanın elini yere koyup kaldırdığında eline yapışan
her toprak bir zerredir. Maddenin en küçük parçası olan atoma da zerre denir.”
Hz. Ayşe annemiz bir dilenciye bir üzüm tanesi verir. O verilenin azlığından
ötürü kendisine gülenlere der ki: “Bu üzüm tanesinin içinde ne kadar zerre var
biliyor musunuz? Eğer bunu bilseydiniz onu az görmezdiniz.” Evet o bir tek üzüm
tanesinin içinde milyarlarca atom vardır.
Öyleyse Allah adına yaptıklarımızı,
yapacaklarımızı asla küçük görmeyelim. Bunlar küçük, bunlar değersiz demeyelim.
Büyük küçük fark etmez Allah adına verelim. Allah’ın rızasını kazanmak ve yarın
defterimizde yazılı bulmak için en küçük amelleri bile ihmal etmeyelim. Yarım
hurmayla da olsa, güzel bir çift sözle de olsa kendimizi cehennemden kurtarmaya
çalışalım. Bakın Buhârî’de Rasulullah efendimizin bu hususu anlatan şu hadisi
rivâyet edilmiştir:
“Sakın iyilikten hiçbir şeyi küçük görme.
Hattâ bu iyilik senin kovandan su almak isteyen birisinin kabına su döküvermen,
kardeşine güler yüz göstermek bile olsa.”
İyilikler konusunda böyle olduğu gibi,
günâhlar konusunda da aynı hassasiyeti gösterip, küçük görülen günâhlardan da
sakınmasını bilmek zorundayız. Bakın yine Allah’ın Resûlünün Ahmed bin Han-bel’in
Müsned’inde rivâyet edilen bir hadislerinde şöyle buyurduğunu biliyoruz:
“Ey Ayşe! Küçük günâhlardan sakın.
Çünkü onları Allah katında izleyen vardır. Küçük günâhlar toplanır toplanır, sonunda
kişiyi helâk eder.”
Bu ifade insanların mü’min-kâfir farkı gözetilmeksizin büyük küçük
işlediği tüm amellerinin bizzat kendisini ve de karşılığını göreceğini
anlatmaktadır. Ama şurasını ifade edelim: Mü’min, zerre kadar da olsa işlediği
amelin karşılığını mükâfat olarak görürken, kâfir de işlediği zerre kadar da
olsa hayrın karşılığını mükâfat olarak görecektir şeklinde anlaşılmamalıdır.
Çünkü biz Kur’an’ın beyanlarından anlıyo-ruz ki kâfir, müşrik ve münâfıkların
tüm amelleri zayi olmuştur. Çünkü onlar dünyada sermayelerini kaybetmişlerdir.
Sermayelerini kaybeden insanların kâr etmeleri mümkün değildir. Bu sermaye imandı.
Bu ser-maye hidâyetti. Dünyada imanı, hidâyeti kaybeden kişinin kâr etmesi,
amellerinin kabul görmesi mümkün değildir. Eğer bu kâfirlerden, müşrik ve
münâfıklardan hayırlı bir amel sadır olmuşsa dünyadayken zaten bunun mükâfatını
almışlardır. Ayrıca ahirette onlara ödenecek bir şey yoktur. Bakın Araf sûresi
bunu şöyle anlatır:
“Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı
yalan sayan kimselerin işleri boşa gitmiştir. Onlar işlediklerinin karşılığından
başka bir şeyle mi cezalanırlar?”
(A’râf 147)
İşte böyle âyetlerimizi ve ahiretteki
randevuyu, ahiretteki buluşmayı yalan sayanların tüm amelleri boşa gitmiştir.
Çünkü Allah’ın âyetlerini ve bu âyetlerin haber verdiği ahiretteki hesabı, kitabı
yok farz eden, yalan sayan insanların elbette ki hayat programlarını ahiret
inancına bina etmeleri mümkün değildir. Onlar tüm hesaplarını dünya adına,
dünyada bitecek bir anlayışa bina ettikleri için zaten yaptıklarının hepsi boş
ve dünyada kalıcı olacaktır. Onların amellerinin hiçbirisi ahirete intikal
edecek değildir. Elbette bu insanlar da dünyada bir şeyler yapıyorlar, ter
döküyorlar, binalar kuruyorlar, yatırımlar gerçekleştiriyorlar, harcamalarda
bulunuyorlar. Ama unutmayalım ki Allah için ol-mayan, Allah adına sonunda
mükâfat beklenmeden yapılanların tümü boştur. Allah adına yapılmayan hiçbir
amel değerlendirilmeye tabi tutulmayacaktır. Allah böylelerinin amellerine
değer vermeyecek ve onlar için terazi, mizan vaz edilmeyecektir.
Ama şurası da bir gerçektir ki onlara
asla zulüm de edilmeyecektir. Onlara hiçbir zaman haksızlık da yapılmayacaktır.
Onlar kendi amelleriyle, kendi yaptıklarıyla cezalandırılacaklardır. Bu adamlar
dünyada kendi kendilerine, kendi hayatlarına, kendi zamanlarına, kendi âzâlarına
zulmettikleri, kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarıp ya kendi hevâ ve
heveslerine ya da Allah’tan başkalarına kulluk ortamında tuttukları için yani
kendi kendilerine yazık ettikleri, kendilerini boşa harcadıkları için
yaptıklarının karşılığı kendilerine gösterilecektir. İşte böyle kimseler için
Rabbimizin adaleti böylece gerçekleşiyor anlıyoruz.
Çünkü adamlar dünyada Allah için,
Allah’la bağlantılı olarak hiçbir şey yapmadılar. Eğer başkaları için bir şeyler
yapmışlarsa zaten bunun karşılığını dünyada almışlardı. Alkış, makam, koltuk,
şöhret, teveccüh, para, pul için yapmışlardı yaptıklarını. Zaten dünyada
aldılar bunun karşılığını. Ya da yaptıklarını putları için tâğutları için,
efendileri, ağaları, patronları, çevreleri, yönetmelikleri, âdetleri, töreleri,
modaları için yapmışlardı. Verebileceklerse gitsinler, mükâfatlarını onlardan
istesinler. Bizler dünyada sizlerin hatırınıza çırpınmıştık, haydi bize cennet
verin desinler onlara.
Bu insanlar gösteriş için çırpındılar.
Hayranlarını çoğaltmak için çırpındılar. İnsanlar bizden söz etsinler, insanlar
bize değer versinler, insanlar bizi konuşsunlar ve bizi alkışlasınlar dediler. Zaten
görüyoruz ki adamlar milyarlarca hayran buldular kendilerine, salonlarca alkış
buldular, insanlar kendileri önünde saygıyla eğildiler. İnsanlar kendileri
önünde kendilerinden geçtiler, kendilerini takdir edip alkışladılar. Dünyada
istemedikleri kadar şanlara, şöhretlere ulaştılar. Para içindi yaptıkları,
istemedikleri kadar paralar aldılar, en zengin biz olalım, insanlar
sofralarında bizi konuşsunlar diye çırpınıyorlardı Allah onlara bu
istediklerinin kapılarını açtı dünyada. İstedikleri her şeyi elde ettiler.
Dünyada tüm ecirlerini yiyip bitirdiler de, ahirete bir şey bırakmadılar. Kehf
sûresi de aynı konuyu şöyle gündeme getirir:
“Ey Muhammed! “Size, amelce en çok
kayıpta bulunanları haber vereyim mi?” de. Dünya hayatında, çalışmaları boşa
gitmiştir, oysa onlar, güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.”
(Kehf 103,104)
“Bunlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na
kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü Biz
onlara değer vermeyeceğiz.”
(Kehf 105)
İşte bunlar Rablerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr eden kimselerdir.
Allah’ın kendilerine yol göstermek üzere gönderdiği kitabının âyetlerini inkâr
etmişler. Allah’ın âyetlerini örtmüşler, âyetleri gündemlerinden düşürmüşler,
âyetlerden habersiz bir hayat yaşamışlar. Ve de ona kavuşacakları günü
hesaplarına katmadan yaşamışlar. Yaşadıkları bu hayatın sonunda kendilerinden
hesap sorulmayacak zannederek yaşamışlar. Onun için tüm amelleri boşa
gitmiştir. Rabbi-miz buyurur ki biz onlar için kıyamet günü her hangi bir tartı
da tutma-yacağız. Onların amelleri asla değerlendirmeye tabi tutulmayacaktır.
Amellerinin hiçbir değeri olmayacaktır yani. Ne yaparlarsa yapsınlar, isterse
büyük büyük ameller işlesinler, fabrikalar, yollar, köprüler kursunlar, açları
doyurup çıplakları giydirsinler, değil mi ki tüm bu amellerinin yaptırıcısı
Allah değil, hepsi boştur bunların.
Kâfirler, müşrikler ve münâfıklar
yaptıklarının karşılığını ahiret-te göremeyecekler. Mü’minlere gelince onlar
yaptıklarını en küçüğü de olsa defterlerinde yazılı olarak görecekler. Ama yine
biz biliyoruz ki kötülüğün cezası o kötülük miktarınca sınırlı olmakla birlikte
iyiliğin karşılığı, iyiliğin katsayısı farklıdır. Bazen bire on, bazen bire
yedi yüz, bazen de bire sonsuz, kat kat, ez’afen muzaafeh mükâfat vaadediyor
Rabbimiz.
“Mallarını Allah yolunda harcayanların
durumu bir tanenin durumu gibidir ki yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz
tane var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah’ın rahmeti geniştir. O her
şeyi bilir.”
(Bakara 261)
“Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir;
ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; onlara haksızlık
yapılmaz.”
(En’âm 160)
Kim bir iyilik yaparsa, ona, yaptığı
iyiliğin on katı mükâfat ve-rilir. İyiliğin kat sayısı farklıdır.
Allah yolunda çalışmalar yaparak
hayatlarını, zamanlarını, fikirlerini, kalemlerini Allah’a adayanların sevaplarının
kat kat artırılacağı anlatılıyor. Hattâ bir iyiliğin karşılığının yedi yüze
kadar çıkartılacağına dair bir m
İnfak, infak edilen şeyin hacmi, azlığı, çokluğuyla ilgili
değildir. Yapılan amele takdir edilecek mükâfat o amelin çokluğu, azlığıyla sınırlı
değildir. Bir çuval hurması olup da bunun yüz tanesini Allah yolunda infak eden
kişiyle, bir tek hurması olup da ona ihtiyacı varken bölüp yarısını bir
kardeşine infak eden kişi elbette bir değildir. Burada mükâfatın takdirinde
azlık çokluk değil, niyet ve giderilen sıkıntının türü önemlidir. Amelde niyet
önemlidir. Niyeti en az olana yaptığının on katı ödenirken, niyeti daha güzel
olana niyetinin güzelliği nisbetinde bu mükâfat artırılmaktadır.
Öyleyse mü'minler infak için bir taneyi
bile küçük görmemeli ve onu Allah adına harcamayarak Allah’tan kıskanmamalıdır.
Allah için yapılabilecek hiçbir hayırla amel küçük görülmemelidir. Elimde bir
tanem var, onu da Allah yolunda harcarsam o da yok olup gidecek dememelidir. Allah
için yapılacak en küçük hayırları bile küçük görerek onu Rabbinden esirgememeli,
bir saniyesini bile boşa harcamamaya dikkat etmelidir.
Allah için yapılan iyiliklerin
mükâfatı, kat sayısı farklıdır ama yapılan kötülüklerin, işlenen günâhların
karşılığında da bire bir ceza vardır, diyor Rabbimiz. İyiliğin karşılığı bazen
bire on, bazen bire yedi yüz, bazen bire sonsuz mükâfat iken, kötülüğün
karşılığı ise sadece bire birdir. Rabbimiz ne kadar da merhametlidir bizim için
değil mi? Hattâ bakın bir adam bir günâh işlemeye niyet edip azmetse ama sonrada
Allah korkusundan, ahiret endişesinden dolayı onu yapmaktan vaz geçse, onun
karşılığında bir sevap verilecektir. Eğer ihmalinden dolayı veya vakit imkân
bulamadığı için bu kötülüğü yapmaktan vazgeçse ona herhangi bir günâh da yazılmayacaktır.
Sonra işlenen bir günâhın akabinde
yapılabilecek hayırlı bir amelin o günâhı sileceğine dair hadisler mevcuttur.
Günâhın arkasından yapılacak bir tevbe, duyulacak bir pişmanlık, günâhtan dönüş,
yapılabilecek bir infak, kılınacak bir namaz günâhların silinmesine sebeptir.
“Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş
işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar
ve merhamet eder.
(Furkân 70)
Ebu Zerr Cündüb bin Cünade ve Muaz ibni
Cebel (r.a) demişlerdir ki,
Rasulullah (S.V.A.) şöyle
buyuruyordu: “Her nerede olursan ol, Allah’tan ittika üzere bulun (Yani Allah’ın hakkını
gözet (ve hakkını gözetmemekten kork), Seyyienin ardınca hemen haseneyi
yetiştir ki o seyyieyi mahvetsin. Halka da güzel muamele et."
(Tirmizi, Kitabu’l Birr 4/355)
Yine dünyada insanın başına gelen kimi
sıkıntılar da hadislerin ifadesine göre günâhların affedilmesine sebep
olmaktadır. Bu yüzden âyet-i kerîmede tevbe ile günâhların affedilmesi ayrı
ayrı zikredilmiştir diyoruz. Bakın Şûrâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle
anlatır:
“Başımıza
gelen her hangi bir musîbet ellerimizle işlediklerimizden ötürüdür. O, yine de
çoğunu affeder.”
(Şura 30)
Evet anlıyoruz ki Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde
herkesin işlediği hayır ya da şer zerre kadar da olsa bunu yarın defterinde görecek
buyuruyor. Burada da silindiğinden söz ediliyor. Acaba bu ikisini nasıl telif
edeceğiz? Bu konuda İbni Mesud efendimizin bir izahı var: “Kıyamet günü kişiye
amel defteri arz edilecek ve adam yaptıklarının tümünü orada yazılmış bulacak.
Sonra kula denilecek ki, defterine bir daha bak. Adam defterine ikinci
bakışında o günâhlarının silinmiş olduğunu görecek ve çok sevinecek.”
Bu sûre de bitti. Rabbim tarif ettiği
biçimde iman eden, gösterdiği biçimde amele dönüştüren kullarından eylesin. Vel
hamdü lillahi Rabbi’lâlemîn.