|
|
|
|
|
Tevbe Sûresi
9
|
İndiği Yer
|
: Medine |
|
İniş Sırası
|
: 113 |
|
Âyet Sayısı
|
: 129 |
|
Mushaftaki sıralamada
dokuzuncu, iniş sırasına göre yiiz on üiçüncü
sûredir. Mâide sûresinden sonra, Nasr sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur.
Müfes-sİrler arasındaki hâkim kanaate göre son iki âyeti Mekke'de inmiştir.
113. âyetinin de Mekke'de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır. Hicretin 9.
yılında nazil olmaya başlayan bu sûrenin Kur'an'ın en son inen sûresi olduğu
yönünde bir rivayet de vardır.[1]
İçeriği ve konusuna
İlişkin tarihî bilgiler, sûrenin hemen tamamının Tebük Seferi'nden az bir zaman
önce başlayıp sefer süresince, seferden hemen sonraki günlerde, en büyük
kısmıyla da Medine'den Tebük1 e yapılan uzun yürüyüş sırasında vahyedildiğini
göstermektedir. [2] Aşağıda açıklanacağı üzere
sûrenin baş kısmı Tebük Seferi'ni takiben yani kronolojik sıra itibariyle diğer
kısımlarından sonra inmiştir.
Hz. Peygamber Tebük
Seferi'nden döndükten sonra Hz, Ebû Bekir'i hac emîri olarak görevlendirmişti.
Ebû Bekir beraberindeki müslümanlarla hareket ettikten sonra bu sûrenin baş
kısmı nazil oldu. Bunun üzerine Resulullah sûredeki buyrukları hac esnasında
insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali'ye görev verdi. Hz. Ali hac kafilesine
yolda yetişti. Hz. Ebû Bekir ona âmir sıfatıyla mı yoksa memur sıfatıyla mı
geldiğini sordu. O sadece sûreyi hac sırasında insanlara tebliğ etmekle memur
olduğunu söyledi. Birlikte Mekke'ye gittiler. Hz. Ali kurban bayramının birinci
günü Cemre-i Akabe yanında insanlara hitap etti, kendisinin Hz. Peygam-ber'in
elçisi olduğunu bildirip sûreden otuz veya kırk (Mücâhid'den yapılan rivayete
göre on üç) âyet okudu ve şu dört hususu özellikle tebliğ etmekle görevli olduğunu
söyledi: Bu yıldan sonra Kabe'ye müşrik yaklaşmayacak, kimse Kabe'yi çıplak
tavaf etmeyecek, mümin olmayan cennete giremeyecek, verilen söz mutla-k.ı
tutlacaktır. [3]
104. âyetinde tevbe
kelimesi geçtiği için sûre bu adı almıştır. İlk kelimesi "berâe"
olduğu için Berâe sûresi diye de meşhur olmuştur. Aynca bu sûre Muhzi-ye,
Kadîme, Fâdıha gibi isimlerle de anılmıştır.[4]
Sûrede işlenen başlıca
konular şunlardır: Antlaşmalarını bozan müşriklere fesih bildiriminde bulunup
Mescid-i Haram çevresinin putperestlerden arındırılması, Allah ve Resulii'ne
bağlılığın ve iman kardeşliğinin diğer bütün dünyevî bağların üstünde
tutulması gerektiği, Allah'ın nimetlerini ve yardımlarım hiçbir zaman göz ardı
etmeksizin iman mücadelesindeki azim ve kararlılığın korunması, Özellikle Tebük
Seferi'ne hazırlık, Tebük'e gidiş ve dönüş sırasında münafıkların
sergiledikleri davranışlar, müslümanlarm böyle sıkıntılı durumlarda hataya
düşme ihtimallerinin artması, Ehl-i kitapla ilişkiler, cizye ve zekât
hükümleri, bedevî Araplar'ın dinî bildirimler karşısındaki tavırları, yaptığı
kötülüklerden samimi pişmanlık duyanların tövbelerinin kabulü hususunda yüce
Allah'ın ne kadar lütufkâr olduğu, Resûlullah'a canla başla destek olan ilk
müslümanlarm ve onların yolunu izleyenlerin Allah katında çok üstün bir
mertebeye sahip oldukları, Hz. Muham-med'in müminlere karşı engin şefkati, bu
gerçekleri görmezden gelenlere karşı arşın sahibi yüce Allah'a sığınmak, O'na
güvenip dayanmak gerektiği. [5]
Diğer sûrelerden
farklı olarak bu sûrenin başında "besmele"nin olmaması şu iki sebeple
açıklanmaktadır:
a) Bu
sûrenin aralarındaki anlam ve içerik yakınlığı itibariyle Enfâl sûresinin
devamı olma İhtimali. Hz. Peygamber'den bu sûrenin Enfâl veya başka bir sûrenin
parçası olduğuna dair bir açıklama nakledilmiş olmadığı için bu ihtimal zayıf
bulunmuştur. Bu görüş şu açıdan da eleştirilmiştir: Eğer sebep bu olsaydı
sadece Enfâl sûresinden bu sûreye geçerken besmele okunmaması gerekirdi, oysa
bu sûreye başlarken de besmele okunmaz. [6]
b) Sûrenin
müşriklere ağır bir ihtarla ve -âyetin tefsiri sırasında açıklanacak sebeplere
binaen onlarla yapılmış antlaşmanın bozulup savaş ilân edilmesi talimatıyla
başlaması. Bu izaha göre, besmele güven ve rahmetin İfadesi olduğundan iki zıt
ifadenin birlikte okunması uygun görülmemiştir. Başka bazı sûrelerin de savaş
buyruğu içerdiği [7]veya "yazıklar
olsun" gibi ifadelerle başladığı[8]
gerekçesiyle bu izah eleştirilmişse de, başka bir sûrenin hiisimlıı höyk'
gidridlî bir ııviin ve ühtli bozma İfadesi ver almamaktadır..
Bu konudaki izah
farklılıkları bir yana, İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin
yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler.
Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi Resûlullah'm bu sûrenin başında
besmeleyi yazdırmamış olmasıdır. Bu durum, Kur'an'ın hiçbir değişikliğe
uğratıl-tnaksızm, aynen Hz. Peygamber'den öğrenildiği biçimde sonraki nesillere
aktarılması konusunda sahabenin büyük bir titizlik gösterdiğini ve bu ulvî
emanetin nesiller boyu özenle korunduğunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan biri
sayılmalıdır. [9] Şu hususa
da işaret edilmelidir ki, Tevbe sûresinde besmele çekilmemesi bu sûrenin
başıyla ilgilidir, Şayet Kur'an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece
"eûzü" çekilir; daha sonraki bir âyetinden başlanacaksa eûzü ile
birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sûresine geçilirken ise
eûzü-besmele okumaksızın kıraate devam edilir.
[10]
1. Allah ve
Resulü'nden, antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere karşı fesih bildirimidir! 2.
Yeryüzünde dört ay daha serbestçe dolaşın; fakat bilin ki asla Allah'ı âciz
bırakamazsınız ve Allah inkarcıları er-geç rezil rüsvâ edecektir. 3. Yine
Allah ve Resulü'nden bu büyük hac günü insanlara duyurudur: Allah ve
Resulü’nün müşriklerle hiçbir bağı yoktur. Şayet tövbe ederseniz, bu kendi
iyiliğinize olur; eğer sırt çevirirseniz biliniz ki siz Allah'ı acizliğe
düşüremezsiniz. (Resulüm!) İnkarcıları elem veren bir azapla müjdele! 4. Ancak
kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden bilâhare yükümlülüklerini
eksiksiz yerine getiren ve sizin aleyhinize kimseye arka çıkmayanlar müstesna;
onlara verdiğiniz söze süresi doluncaya kadar riayet ediniz. Allah haksızlıktan
sakınanları sever. 5. Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde
öldürün, esir alın, kuşatın ve onları her geçit yerinde gözetleyin. Şayet tövbe
ederler, namazlarını kılarlar ve zekâtlarını verirlerse artık onları serbest
bırakın. Allah yarhğayıcıdır, bağışlayıcıdır. 6. Ve eğer müşriklerden biri
senden korunma isterse, Allah'ın sözünü anlamasına fırsat vermek için onu
koruma altına al; sonra onu kendi güvenlik bölgesine ulaştır. Bu uygulama,
onların bilmeyen bir topluluk olmalarından dolayıdır. [11]
1-6. İnsanî
ilişkilerin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesinde ve toplumsal düzenin tesisi
ve korunmasında antlaşma ve sözleşmeler çok önemli bir yere sahiptir.
Sözleşmelerin güvenilir olması ve işlevini ifa edebilmesi de ahde vefa ilkesinin
korunmasına bağlıdır. Kur'an gerek insanın kendisini yaratan Allah'a verdiği
söz, gerekse başka insanlarla yaptığı sözleşmeler anlamında ahid kavramı üzerinde
önemle durmuş ve değişik vesilelerle ahde vefa ilkesine vurgu yapmıştır. [12] Daha
peygamberlik öncesi dönemde yakın çevresi tarafından güvenilir, sözünde durur
bir kişi olmasıyla tanınan Hz. Muhammed de peygamberliği süresince
karşılaştığı bütün zorluklara rağmen bu ilkeden ödün vermemek ve bu konuda
çevresindeki müminlere iyi bir örnek olmak için büyük çaba sarfetmiştir. İşte
yaklaşık yirmi iki yıllık bir süre içinde İslâmiyet'in amansız düşmanları olan
Mekke putperestleriyle ilişkilerinde bile verilen sözünde durma ve ahde vefa
konusunda titiz davranan ve ashabı tarafından bu husustaki duyarlılığı çok iyi
bilinen Resulullah'ın daha önce yapılmış bir antlaşmayı yok sayıp birden bire
sahip olduğu gücü ön plana çıkarması beklenemezdi. Fakat içten içe yıkıcı faaliyetlerde
bulunarak müslümanları birbirine düşürmeye çalışan ve bunu temin için
münafıklarla iş birliği yapan müşriklerin mevcut antlaşma hükümlerini fiilen
bozmaları karşısında, içi boşaltılmış bir antlaşmayı istismar etmelerine de
müsaade edilemezdi.
Müşriklerin antlaşma
hükümlerini sinsice ihlâl etmeleri ve hıyanet içinde bulunmaları karşısında
Resulullah'ın da bu antlaşmaları bozabileceği Enfâl sûresinde bildirilmiş
(8/58) ve bu konuda müslümanlann fikrî bir hazırlık içinde olmaları sııülıınnııstı
Tehiik Seferi'nde vasanan birçok olav da müslümanlarla birlikte hareket ediyor
görünen kişilerin gerçek yüzlerini açığa çıkarma açısından onlara önemli
tecrübeler kazandırmıştı. Nihayet Tebük Seferi'ni takiben bu bildirimin
yapılması zamanının geldiği Resulullah'a vahyedildi: Müslümanların antlaşma
yaptığı müşrikler artık bu antlaşmanın geçersiz olduğunu bilmeliydiler! Peygamber'in
bizzat bulunmayıp emîr olarak Hz. Ebû Bekir'i görevlendirdiği hac esnasında bu
duyuru yapılacak ve buna bağlı sonuçlar kendilerine hatırlatılacaktı.
Türkçe'de
"berat" şeklinde telaffuz edilen berâe, sözlükte, "bir işten
veya sorumluluktan sıyrılmak, kötü bir durumdan uzaklaşmak, katışık halden
çıkıp duru hâle gelmek" gibi anlamlara gelir. Borçlu için "berî
oldu" denince borçtan, hasta için "berî oldu" denince de
hastalıktan kurtulduğu ve aslî durumuna döndüğü kastedilir. "Berâet-i
zimmet asıldır" şeklindeki hukuk kaidesinde geçen berâet kelimesi suçsuz
ve borçsuz olmayı ifade eder. Bu kelimenin bir de toplumlar arası ilişkiler ve
savaş hukuku bakımından ifade ettiği bir anlam vardır ki, o da taraflar
arasında dostluk ilişkisinin kopması, dokunulmazlık ve güven ilkesinin
geçerliliğine son verilmesi, daha önceki taahhütlerin sorumluluğundan
kurtulma, kısaca ilişki kesmedir.
1. âyette geçen
"berâe" kelimesini yapılan bildirimin içeriği dikkate alınarak ve
bunun şiddetli bir ihtar olduğunu belirtmek üzere "ültimatom"
şeklinde çevirmek mümkündür. Fakat milletlerarası İlişkiler terminolojisinde
bu kelimenin kullanıldığı anlam ile âyetteki berâe kelimesinin tam olarak
örtüştüğü söylenemez.
Âyette bildirimde
bulunan taraf Allah ve Resulü, bildirimin yapıldığı taraf ise müslümanların
kendileriyle antlaşma yaptıkları müşrikler şeklinde ifade edilmiştir. Burada
şöyle bir anlatım İnceliğinin bulunduğu görülmektedir: Müşriklerle muahede
konusunda "kendileriyle antlaşma yaptığınız" İfadesi kullanılarak
yüce Allah'ın böyle bir antlaşmaya taraf olamayacağı, sadece belirli şartlarda
müslümanların bu tür bir akdin tarafı olabilecekleri ima edilmiş olmaktadır. [13] Hz.
Peygamber'in bu akde taraf olması ise Allah'ı temsilen değil müslümanların
temsilcisi ve yöneticisi sıfatıyladır. Nitekim bu duyurunun ne zaman yapılacağını
bildiren 3. âyette Allah ve Resulü'nün müşriklerle hiçbir bağının bulunmadığı
ayrıca ifade edilmiş ve Hz. Peygamber de müşriklerin bulunabileceği hacda
bulunmamıştır. 7. Âyette de bu ince mânayı koruyan bir ifade kullanıldığı
görül-niı-kicdir. Resûlullah'ın sefere gönderdiği kumandanlara şu mealde bir
talimat vermesi de bu yorumu güçlendirici niteliktedir: Bir kaleyi kuşatıp da
oranın ahalisi MMHİoıı Allah ve Resulü adına antlaşma yapmanızı isterse bunu
kabul etme, kendin ve ıırkııdıışlarııı adına antlaşma yap; zira kendinin veya
arkadaşlarının taahhüdünü ihlâl (Miıırn Allıılı vı- Kosulil'nün laahhüdiinü
ihlâl edilmiş hâle düşürmekten
Kur'an Yolu Türkçe
Meal ve Tefsir
iyidii. Yine, bir
kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden onlar hakkında Allah'ın hükmünü vermeni
isterlerse, bunu kabul etme, kendi hükmünü ver; çünkü onlar hakkında Allah'ın
hükmünü isabet ettirip ettiremeyeceğini bilemezsin. [14]
Muhatapların hiç süre
verilmeksizin, aniden antlaşmaya son verildiği ve böylece haksızlığa
uğratıldıkları iddiasında bulunamamalan için 2. âyette kendilerine dört ay süre
verildiği bildirilmiştir. Bu âyetteki "serbestçe dolaşın" şeklinde
çevrilen "sîhû" emrinin masdan olan "siyâha(t)", Arap
dilinde sıradan bir gezintiyi değil, gerekli hazırlıklar yapılarak çıkılan
planlı yolculuğu ifade eder. Böylece kendi aykırı davranışları nedeniyle
antlaşmaları feshedilen müşriklere, güven İçinde dolaşarak kendilerini korumak
için her türlü önlemi alabilecekleri, diledikleri gibi hareket edip
geleceklerini güvenceye alma yollarını araştırabilecekleri hatırlatılmakta,
hatta emir kipi kullanılarak kendilerine tanınan bu imkândan sonra artık sorumluluğun
da kendilerine ait olacağı ima edilmektedir. [15] Bununla
birlikte âyetin devamında müşriklerin Allah'ı asia âciz bırakamayacakları ve
Allah'ın inkarcıları rüsvâ edeceği yönünde bir uyan yapılmaktadır. Müteakip
âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, burada müşriklere şu hususlar
bildirilmiş olmaktadır: Verilen süreden sonra artık antlaşma güvencesinden
yararlanamazsınız. Şayet eski tavırlarınızda ısrar ederseniz ve İslâm'ın
müslümanlar için en kutsal mekân ilân ettiği Kabe'nin çevresinde varlığınızı
ve egemenliğinizi sürdürmeye çalışırsanız müslümanlara karşı savaş açmış
sayılırsınız ve bunun sonuçlarına katlanırsınız. Fakat biliniz ki bu şekilde
süre verilmesinin nedeni acizlik değil, size düşünüp taşınma ve tövbe etme
imkânı sağlamaktır; yine biliniz ki Allah'ın iradesini aşamazsınız, O'nu âciz
bırakamazsınız ve rezil rüsvâ olmayı göze almış olursunuz; eğer tövbe ederseniz
bu sizin için daha iyi olur. [16]
Burada verilen dört
aylık sürenin başlangıcı ve bitimi hakkında tefsirlerde farklı açıklamalar yer
almaktadır. [17] Bazı müfessİrler Tevbe
sûresinin şevval ayında indiği bilgisinden hareketle bu sürenin muharrem ayınm
sonunda bitmesi gerekeceğini ileri sürmüşlerdir. Fakat âyetin Hz. Ebû Bekir'in
hac için gönderilmesini takiben indiği, burada antlaşmanın feshini takiben
belirli bir müddet tanınmasının amaçlandığı ve bunun hac esnasında (Zilhicce
aymın 9 veya 10. günü) tebliğ edildiği dikkate alınınca, bu sürenin
Zühicce'nin 10'undan Rebîülâhir'in 10'una kadar olduğunu kabul etmek gerekir.
Nitekim Taberî, süre verilen tarafın bunu bilmesi gerektiği ilkesine ve bu
bildirimin de hac esnasında yapıldığı olgusuna dikkat çekerek yukarıda isııni
edilen sttrllsü eleştirmektedir. [18]
Bununla İmlikte, o yıl.
Zilhicce'nin onu
sayılan hac gününün gerçekte zilkade ayına tesadüf ettiği rivayeti esas
alındığında, bu süre Rebîülevvel'in 10'ımda sona ermiş olmaktadır; zira o
sırada henüz müşriklerin "nesî" âdeti kalkmamıştı ve aylar
Resûlullah'ın haccın-da yerine oturmuştu. [19]
Âyette belirtilen dört
aylık sürenin ilgilileri hakkında birçok izah yapılmıştır. Bu izahlar ile 4 ve
7. âyetlerde ahidlerine sadakat gösterenler için getirilen istisnalar birlikte
değerlendirildiğinde, buradaki süre ile müşriklerle yapılmış antlaşmaların
süreleri arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamak uygun olur: Antlaşmalarına sadakat
gösterenler bakımından daha önce belirlenmiş süreye uymak gerekir; burada
belirlenen süre antlaşma hükümlerini çiğneyenler hakkındadır. Bunlardan müddeti
âyette belirtilenden daha fazla kalmış olanlar hakkında bu süre kısaltılmış,
daha az kalmış olanlar ile süre tayin edilmeden antlaşma yapılanlara ise bu
kadar süre verilmiştir. [20] Şu var ki Taberî, buradaki
"dört ay"ın müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan, 5. âyetteki
"haram ayların ise müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan müşrikler
hakkında olduğu kanaatindedir. Buna göre, süresiz antlaşması bulunan veya
süreli olmakla beraber ahdini bozmuş bulunan müşriklere o yılın hac gününden
itibaren dört ay (Re-bîülâhir ayının 10'una kadar) müddet tanınmış, antlaşması
bulunmayan müşrikler bakımından ise verilen süre muharrem ayının sonunda
(yapılan bildirimden elli gün sonra) bitmiş olmaktadır (X, 66). Fakat 5.
âyetteki "haram aylaf'ın İslâmî terminolojide "eşhur-İ hunim"
diye bilinen[21] aylar şeklinde
anlaşılması ve böylece antlaşması bulunmayan müşriklere iki aydan az bir süre
tanındığı sonucunun çıkarılması bu sûre ile getirilen düzenlemenin ruhu ile
bağdaşır görünmemektedir. Zira antlaşmasını bozan müşriklere bile dört ay
güvence ve düşünme fırsatı veren bir düzenlemede, -antlaşması bulunmayanlar
sürekli savaş halinde kabul edilse dahi- hiç değilse ahdi bozmuş durumda
bulunmayan bu kesim için diğerine göre çok kısa bir süre tanınması anlamlı
görünmemektedir.
3. âyetin "büyük
hac günü" diye çevrilen kısmıyla ne kastedildiği hususunda değişik
açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birine göre Hudeybiye Anlaşması'ndan sonra
yapılan umreye hacc-ı asgar (küçük hac) dendiği için, İslâm'da İlk defa hicretin
9. yılı yapılan bu hacca da onun mukabili olmak üzere hacc-ı ekber (büyük hac)
denmiştir. Taberî'nin de tercih ettiği bu yoruma göre âyette geçen
"büyük" sıfatı sırf o yılın haccrna özgü değildir, umre mahiyetinde
olmayan hac ilk defa o yıl başladığı için böyle anılmıştır ve daha sonraki
bütün haclar için bu sıfat geçerlidir. [22] Bazı
âlimler bu haccın böyle nitelenmesinin sebebini, o yıl müs-lümanlann ve
müşriklerin bir arada bulunmaları ve haccın Enl-i kitabın bayramlarına tesadüf
etmesi şeklinde açıklamışlar, gerek daha önce gerekse daha sonra böyle bir
durumun benzerine rastlanmadığını belirtmişlerdir. [23] Bazı âlimler de inkarcıların bayramının
Allah'ın hoşnut olmadığı günlerden olduğu gerekçesiyle bu yoruma karşı
çıkmışlardır. Râzî bu eleştiriyi isabetsiz bulur ve burada maksadın, bütün bu
inanç gruplarınca o günün büyük telakki edildiğini belirtmek olduğunu kaydeder. [24]
Diğer bir yorum da şöyledir: Âyette o yılın haccı için böyle niteleme
yapılması, İslâm'ın başatı ve üstünlüğünü, putperestliğin zelil hale düştüğünü
ilân eden hac olması sebebiyledir. O yılın haccı bu açıdan özel bir önemi haiz
olmakla beraber, müslütnanlar nezdîn-de en yüce değere sahip hac kuşkusuz
Resûlullah'ın ertesi sene yaptığı veda hacadır ve âyetteki niteleme bunu da kapsamaktadır.
Nitekim Hz. Peygamber kendi bulunduğu hac hakkında "Bu en büyük hac
günüdür" buyurmuşlardır. Bu nedenle âyetteki hacc-ı ekber tabirini, ilânın
yapıldığı hac günü açısından hicrî 9. yılda yapılan hac diye, bu ilânın
sonuçlarının tam olarak gerçekleşmesi açısından ise veda haccı diye anlayanlar
olmuştur. Bazı müfessirlere göre ise buradaki "büyüklük" vasfı, o yıM
haccın başka haclarla veya ibadetlerle karşılaştırılması anlamını içermemekte,
hac ibadetinin en büyük kısmına işaret etmektedir; bu anlamıyla büyüklük bütün
hacların o önemli kısmı hakkında geçerlidir. Âyette önemli kısım yevm
kelimesiyle İfade edilmiştir. Arapça'da yevm kelimesi hem "vakit" hem
de "gün" anlamına geldiği için burada belirli bir günün değil hac
vaktinin tamamının kastedildiğini ileri sürenler olmuştur. [25]Fakat
burada bir süre tanıma hükmü bulunduğu ve sürenin başlangıcının muayyen olması
gerektiği için bunu belirli bir gün olarak anlamak bağlama uygun düşer. Bu
günün ise arefe günü veya bayram günü olabileceği söylenmiştir. Gerek haccın
tamam olmasını sağlayan fiiller gerekse bu âyet uyarınca yapılan duyuruya
ilişkin tarihî bilgiler. [26] dikkate alındığında,
buradaki maksadın bayram günü olduğu görüşü daha kuvvetli görünmektedir. [27]
Âyette sözü edilen
duyuru, sûrenin nüzulü hakkında bilgi verilirken açıklandığı üzere, Hz. A1İ
tarafından yapılmıştır. Bunu, konuyla ilgili bazı rivayetler ve o günkü Arap
âdetleri ışığında Hz. Ali'nin Ehl-İ beyt'ten olması ile izah etmek mümkündür. [28]Fakat
bazı Şiilerin yaptığı gibi bu rivayetleri ve olayı ön yargılı bir yoruma tâbi
tutarak bundan Allah'ın elçisine gelen vahiyleri tebliğ görevinin, dolayısıyla
halifelik hakkının Hz. Ali'ye ait olduğu sonucunu çıkartmak tamamen mezhep
taassubuna dayalı bir yaklaşımdır. [29]Bu
tür saptırılmış yorumlarla her ikini dr ilk müslümanlar dan ve İslâm
büyüklerinden olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali'nin karşı karşıya getirilmesi,
Resûlullah'ın önemi üzerinde ısrarla durduğu birlik beraberlik ruhuyla ve
tarihî verilerle bağdaşmaz. Hz. Peygamber'in Hz. Ebû Bekir'i hac emî-ri olarak
görevlendirdiği ve hac esnasında tebliğ edilecek bu âyetlerin, onun yola
çıkmasından sonra nazil olduğu ortadadır. Böyle bir durumda Hz. Ali'nin bu iş
için görevlendirilmesi gayet normaldir. Zira -onun diğer vasıflan yanında- Hz.
Ebû Bekir'e göre daha genç olduğu, tebliğ işinin ise gür bir ses İstediğini göz
ardı etmemek gerekir. Yine unutmamak gerekir ki, bu âyetler indiğinde onları
Resû-iullah'tan öğrenip ezberleyen Hz. Ali'dir. Hz. Ebû Bekir'in bunları Hz.
Ali'den öğrenip tam olarak ezberlemesi ve halka duyurması yerine doğrudan Hz.
Ali'nin tebligatı yapması daha mâkuldür. Kaldı ki hadis kaynaklan da, duyuru
esnasında Hz. Ali yorulunca buyrukları Hz. Ebû Bekir'in tebliğ ettiğini haber
vermektedir. [30] Siyer kaynaklan
incelendiğinde, müslümanlann putperestlere bu bildirimi yapabilecek duruma
gelinceye kadar ne büyük haksızlıklara mâruz kaldıkları ve dayanılmaz acı ve
eziyetlere katlandıkları açıkça görülür. Böyle bir mücadelenin sonunda büyük
bir basan elde eden tarafın, bütün beşerî istek, eğilim ve zaaflan-nı yenip
karşı tarafa yeni fırsatlar tanıması kolay bir İş değildir. Fakat İslâmiyet'in
temel hedefi insanlığı hidayete ve aydınlığa eriştirmek olduğu için Kur'an
hemen bu muhtemel zaafların önüne set çekip karşı tarafa tövbe imkânı
verilmesini istemektedir. Ardından, müşriklere tövbeye yanaşmadıklan takdirde
müslümanlara savaş açma İradesi ortaya koymuş olacakları, fakat asla Allah'ı
âciz bırakamayacakları tekrar hatırlatılmaktadır.
İnkarcıların azabın
dünyadakİnden ibaret olmayıp asıl şiddetli azabın âhiret-te olduğunu bilmeleri
için ve onlann dünya görüşünü hafife alan bir üslûpla âyetin sonunda
"İnkarcıları elem veren bir azapla müjdele!" buyurulmuştur. [31]
4. âyette ahde vefa
ilkesinin önemine yeni bir vurgu yapılarak 2. âyette verilen genel sürenin
ahdi bozanlarla ilgili olduğuna işaret edilmekte, müslümanlar-la yaptıklan
ahidlerine tam olarak riayet etmiş ve müslümanlar aleyhine başkala-nna destek
vermemiş olan müşriklere antlaşmadaki süre doluncaya kadar mühlet verilmesi istenmektedir.
Sûrenin nüzulü hakkında bilgi verilirken belirtildiği üzere Hz. Ali tarafından
özellikle ilân edilen dört husustan biri şu idi: Verilen söz tutulacak.
Resûlullah'ın talimatına binaen yapılan duyuru âyetteki bu hüküm hakkında
duyarlı davranılmasını ve antlaşmayı bozanlarla ahdine vefa gösterenlerin bir
sağlamayı hedefliyordu. îbn Abbas'tan nakledildiğine göre,kalan en uzun süre
Kinâne kabilesine bağlı bir kol ile yapılan antlaşmada yer alıyordu ve bu
sürenin dolmasına dokuz ay kalmıştı. [32] bu müddet
tamam olunca Arap yarımadasında özel antlaşması bulunan hiçbir müşrik kalmamış
oldu. Âyetin sonunda Allah'ın müttakileri (sakınanlar) sevdiği belirtilerek
ahde vefanın takvanın icaplarından olduğu da hatırlatılmaktadır.
5. âyette, haram aylar
çıkınca artık müşriklerin sıkı bir takibe alınmaları gerektiği bildirilmiştir.
Zira süre verilerek yapılan bildirimden sonra karşı tarafın ilân edilen yasak
bölgede müşrik sıfatıyla varlığını sürdürmeye çalışması savaşı tercih etmiş
oldukları anlamına gelecektir. Onlara bu aşamada toleranslı davranılması ise,
inançlarının icaplarını yerine getirmelerine müsaade etme, dolayısıyla tevhid
inancının sembolü olarak inşa edilen Kabe'yi tekrar fetişizmin eline teslim
etme sonucunu beraberinde getirirdi. Bu nedenle âyetteki buyruğa göre onların
takibi konusunda asla gevşek davranılmayacak, geçit başlarını tutup gözetleme,
muhasara altına alma, esir alma ve gerektiğinde öldürme dahil, Kabe çevresinin
müşrik varlığı ve egemenliğinden ebedî olarak arındırılması için lüzumlu her
tedbir alınacaktı. Resûlullah'ın vefatından hemen sonra ortaya çıkan dinden
dönme hareketleri de, bu kesin tavır ve köklü İcraatın ne kadar isabetli
olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Fakat aynı âyete göre, onlara tövbe yolu açık
tutulacak, namazlarını kılar ve zekâtlarını verirlerse, yani en azından dış
dünyaya yansıyan davranışları itibariyle müslüman kimliği sergilerlerse onlara
dokunulmayacaktır. Çünkü Allah'ın bağışlamasına ve rahmetine sınır yoktur.
Râzî [33]âyetin
bu kısmında ince bir mâna bulunduğunu belirtip bunu şöyle açıklar: Yüce Allah
bu kimselerin lehine olan yollan daraltıp onları ağır cezalara lâyık saydıktan
sonra, inkârlarından vazgeçerek tövbe edip namazlarını kılmaları ve zekâtlarım
vermeleri halinde dünyada bütün bu felâketlerden kurtulmuş olacaklarını İfade
etmiştir. O'nun engin lütfuyla âhirette de durumun böyle olacağını umarız.
Zira tövbe, kişinin fikrî potansiyelini cehaletten, namaz ve zekât ise davranış
potansiyelini insana yaraşmayan eylemlerden arındırması demektir. Bu da, tam
anlamıyla mutluluğun bunların gerçekleşmesine bağlı olduğunu gösterir. Yani
onlar tövbenin ve sayılan amellerin hakkını verirlerse karşılığı dünyadaki
kurtuluşla sınırlı kalmaz, Allah'ın lütfuyla âhirette de kurtuluşa erip kâmil
anlamda mutluluğu yakalayabilirler.
Burada dikkat çeken
bir husus müşriklerin takibine ilişkin tedbirlerin mahiyeti ile ilgilidir.
Âyette sayılan önlemlerin kendi içinde tutarlı olabilmesi için "öldürme"
son çare olarak düşünülecektir. Zira önce öldürme cihetine gidildiğinde diğer
önlemlerin bir anlamı kalmamaktadır. Düşmanı öldürme zaten savaş sürecinin
tabii sonuçlarından olduğuna göre, burada öldürmenin özellikle tasrih edilmesi
ise -muhtemelen- diğer önlemler göz ardı edilerek bu yola gidilmemesini
hatırlatmak içindir. Nitekim müteakip âyette hemen tövbe edip İslâm'a
girmemekle beraber İslâm'ı müslümanlarm içinde görüp öğrenmek, üzerinde
düşünmek için fırsat ve bunu sağlayacak bir güvence verilmesini isteyen
müşriklere bu imkânın tanınması istenmiştir. Bu anlayış Kur'an'ın öldürme
konusundaki diğer ifadelerine de uygun düşmektedir. Zira Kur'an'da
"öldürmek" anlamına gelen kati kökünden türetilmiş kelimelerin 170
defa kullanıldığı, fakat müslümanlara yöneltilmiş emir kipi olarak
"uktulû" (öldürün) şeklinde sadece üç sûrede[34] geçtiği,
bunların da doğrudan öldürmeye yöneltme anlamında olmayıp karşı saldın ve
savaş bağlamında yer aldığı görülür.
"Haram
aylar" (el-eşhurü'1-hurum) tamlaması ile bu sûrenin 36. âyetinde sözü
edilen vuruşmanın yasaklandığı haram ayların kastedildiği kanaatini taşıyan
âlimler bulunmakla beraber. [35] 2. âyetin tefsirinde açıklandığı üzere,
burada maksadın 2. âyette verilen dört aylık süre, yani duyurunun yapıldığı
hac gününden itibaren dört aylık müddet olduğu şeklindeki yorum[36]bu
sûrenin getirdiği hükümlere ve ifade akışına daha uygun düşmektedir. [37]
Genellikle
müfessirlerce bu âyetin seyf (kılıç) âyeti olarak nitelenmesi ve müşriklerle
ilişkilerde tolerans ve kolaylık gösterme veya kendi halterine bırakma
buyruğunu içeren bütün âyetleri yürürlükten kaldırmış olduğuna hükmedümesi,
çağımızdaki bazı müellifler tarafından eleştirilmiştir. Bunlardan Derveze,
Tabe-rî'nîn bu âyetin antlaşması bulunan ve bulunmayan bütün müşrikleri
kapsadığı kanaatinde olmasını yadırgayarak zikreder ve Kur'an'ın bu konudaki
başka âyetleri ışığında âyete bu mânanın yüklenemeyeceğini savunur. Ona göre
buradaki müeyyideler sadece antlaşmalarını bozmuş olan müşrikler hakkında söz
konusudur ve müslümanlarm ahidlerini bozmadıkları veya hıyanet sayılacak
davranışlarda bulunmadıkları sürece müşriklerle yeni antlaşma yapmaları veya
mevcudu uzatmaları için bir engel bulunmamaktadır. Âyette müşriklerin serbest
bırakılmalarının, şirkten tövbe edip namaz kılma ve zekât vermelerine
bağlanması ise, antlaşmalarını bozmaları ve müslümanlarla savaş haline
girmeleri neticesinde ikinci defa antlaşma haklarını kaybetmelerinden ötürüdür
ve bu durumda müslümanlarm onlar-(!;ın bunu talep etme hakları doğmaktadır;
yoksa bu, dine girmeleri için zorlama anlamında değildir. Hatta miisliimanlarm
yararına olacağı kanaatine varılırsa ahdini bozanlarla ikinci bîr antlaşma
yapılmasına da mâni yoktur. [38] Bu âyetten, bundan böyle müşriklerle
ilişkilerde diğer âyetlerde yer alan hüküm ve ilkelerin tamamen yok
sayılmasının istendiği anlamının çıkarılamayacağı noktasında yazara
katılıyoruz. Fakat kanaatimizce burada -yukarıda açıkladığımız amaç
doğrultusunda- Kabe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliğinden temizlenmesi
için özel bir düzenleme yapılmış olduğundan, âyetteki müeyyide müsliimanlarla
aralarında antlaşma bulunmayan müşrikleri de kapsamaktadır. Bir başka anlatımla,
bu sûrede yapılan bildirim İslâm tebliği bakımından bir dönemeç noktası oluşturmakta,
müslümanlar için en kutsal mekân olan Beytullah çevresi müşriklere yasaklanmaktadır.
Tevbe sûresinin tarihî çerçevesine dair bir makale kaleme alan Hüseyin Munis de
bu sûrenin İslâm mesajının ilk muhatapları olan müşrik Araplar bakımından yeni
bir dönemin başladığının habercisi olduğu, artık Câhiliye anlayışına bağlı ve
putperest kalarak Kabe'ye girmenin serbest olmadığı bir döneme geçildiğinin
bildirildiği kanaatindedir. [39]
Bununla beraber ahde vefa ilkesinin İslâmiyet'te çok önemli bir yeri
bulunduğundan, antlaşması olanlara -antlaşmalarını çiğnemiş bile olsalar-
belirli bir süre tanınmakta, bu süreden sonra hangi gruptan olursa olsun
müşriklerin bu mekândan uzaklaştırılmaları istenmektedir. Nitekim bu sûrenin
28. âyetinde bu husus kesin bir kurala bağlanmıştır ve Derve-ze de bu âyetin
hükmünü -Önceki âyetlerle bağlantısına dikkat çekmeye çalışmakla beraber-
farklı yorumlamamaktadır. [40]
Şu var ki, bu
âyetlerde anılan amaç doğrultusunda kapsamlı bir düzenleme yapılmış olmasına
rağmen, Resûlullah'ın herkes için rahmet olduğu gerçeği ve İslâm'ın hoşgörü
anlayışı böyle kesin tavır almayı gerektiren bir durumda dahi hemen dikkat
çekmektedir; zira 6. âyette Hz. Peygamber'den, verilen sürenin tamamlanmasından
sonra bile olsa bir müşrik kendisinden himaye ve güvence isterse ona güvence
verilmesi istenmiştir. Bu buyruğun 5. âyetin sonundaki yüce Allah'ın bağışlama
ve rahmetine sınır bulunmadığını belirten ifadenin hemen ardından gelmesi
manidardır. Âyetten anlaşıldığına göre böyle bir güvence sağlanmasının amacı,
yeterli bilgi sahibi olmayan putperestlerden isteyenlere Allah'ın dinini daha
yakından tanıma ve üzerinde düşünme fırsatı vermektir. Böylece 5. âyetin yanlış
anlaşılması da önlenmiş olmaktadır. Zira böyle bir imkân tanınmasa, 5. âyette
bir dayatmanın söz konusu olduğu ve sırf canını kurtarmak amacıyla tövbe etmiş
görünmeye, dolayısıyla Müslümanlığın icaplarını sadece görüntüde yerine getiren
riyakâr ve münafık insan tipinin gelişmesine kapı aralandığı yorumu
yapılabilirdi. Ayrıca bu âyettten, verilecek güvencenin her türlü basb ve kaygı
ihtimalini ortadan kaldıracak Ibiçimde olması gerektiği de anlaşılmaktadır.
Çünkü âyete göre güvence verilen kişinin sadece Allah'ın sözüne muttali olması,
yani İslâm dinini tanıması sağlanacak, asla baskı yapma yoluna
gidilmeyecektir. Şayet bu imkân sağlandıktan sonra kişi kendi tercihiyle baş başa kalmak
istiyorsa sadece serbest bırakılmakla yetinemeyecek, güvende olacağı yere
kadar ulaştırılacaktır. İslâm'ın mahiyetini ve hakikatini bilmeme mazeretini
ortadan kaldıran bu aşamadan sonra ise bu kimseler attık yaptıkları bilinçli
tercihin sonuçlarına katlanmayı göze almış sayılacaklar; ya yukarıda açıklanan
gerekçeyi dikkate alarak kutsal bölgeden uzaklaşacaklar veya müslümanlara savaş
ilân etmiş kabul edileceklerdir. Bu husus, bulundukları yerde öldürülecekleri
hükmünün belirli bir bölge ile sınırlı olduğunu ve onun ötesinin -kural
olarak- güvenli sayılacağını da göstermektedir.
İslâm âlimleri bu
âyetten, müslümanların, -kendilerine savaş açtıkları bir topluluğun üyesi bile
olsa- Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in peygamberliği konusunda delil gösterilinesini
isteyen bir gayri müslime bunu açıklamakla ve Allah'ın dinini öğrenmek
isteyenlere bu hizmeti vermekle yükümlü oldukları sonucunu çıkarmışlardır.
Yİne bu âyetin yanı sıra Resûlullah'm söz ve uygulamalarından, ister İslâm
dinini yakından tanıma amacıyla isterse ticarî, turistik veya diplomatik bir
amaçla İslâm ülkesine güvence alarak girmiş kimseye (müste'min) verilen
teminat hükümlerine titizlikle riayet edilmesinin farz olduğu hükmüne ulaşılmıştır. [41]
Âyetteki "Allah'm
kelâmını işitme" anlamına gelen ifadeden hareketle bazı müfessirler
Allah'ın sözünün mahiyeti konusundaki tartışmalara yer verirler. [42]
7. Müşriklerin
Allah'ın yanında, Peygamberi 'nin yanında geçerli ahdi nasıl olabilir? Ancak
Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız müstesnadır. Onlar
size verdikleri söze sadık kaldıkları sürece siz de onlara verdiğiniz sözde
durun. Şüphesiz Allah sakınanları sever. 8. Verdikleri söze nasıl
güvenilebilir ki? Şayet size galip gelselerdi, yakınlık bağını da antlaşma
hükümlerini de sizin için gözetmezlerdi. Onlar dilleriyle sizi memnun etmeye
çalışıyorlar, fakat kalplerinden geçen çok farklı. Zaten onlarm çoğu yoldan
çıkmış kimselerdir. 9. Allah'ın âyetlerini basit bir menfaate değiştiler,
böylece insanları Allah yolundan engellediler. Bakın, onların yapa-geldikleri
ne kötü! 10. Bir mümin hakkında ne yakınlık bağına ne de antlaşma hükümlerine
riayet ederler; işte onlar böyle sınır tanımaz kimselerdir. 11. Ama tövbe
ederlerse ve namazlarını kılıp zekâtlarını verirlerse, artık onlar sizin din
kardeşlerinizdir. Bilmek isteyenler için âyetlerimizi ayrıntılarıyla
açıklıyoruz. 12. Şayet antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozarlar ve dininizi
karalamaya kalkışırlarsa, siz de küfrün elebaşılarıyla vuruşun; çünkü onların
yeminleri yok sayılır. Belki vazeçerler. 13. Yeminlerini bozan, Pey-gamber'i
sürüp çıkarmaya karar veren ve size karşı saldırıyı ilk başlatan topluluğa
karşı savaşmaktan geri mi duracaksınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz! Oysa
asıl çekinmeniz gereken Allah'tır; eğer yürekten inanıyorsanız. 14-15. Onlarla
savaşın ki, Allah onları sizin elinizle cezalandırsın, onlnrı rezil rüsvâ
etsin, sizi onlara karşı başarılı kılsın, inananların yüreklerine su serpsin,
kalplerindeki kini gidersin. Allah dilediğini bağışlar. Allah bilendir,
hikmetle yönetendir. 16. Yoksa Allah sizden cihad edenleri re Allah'tan, Peygamber'inden
ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan, kendi
halinize bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yapıp ettiklerinizden haberdardır. [43]
7-16, Bu
âyet grubunda ağırlıklı olarak, İslâm'a ve nıüslümanlara karşı besledikleri
kin ve düşmanlık duygularını tatmin uğruna hiçbir değer tanımayan müşriklerin
tavır ve tutumları tasvir edilmekte ve müminler kendileriyle savaş halinde
bulunan bu hasımlara karşı savaşmaya özendİrilmektedir. Ancak bu âyetlerde
müşrikler hakkında ağır ifadelerin ve sert bir üslûbun yer almış olmasını,
sebepsiz yere savaş açmanın ve sırf inançlarından ötürü başkalarına saldırmanın
meşru kılındığı biçiminde yorumlamak mümkün değildir. Bu âyetlerde üzerinde
durulan hususlar, putperestlerin inançları ve dinî hayatlan değil, insanlık
dışı davranışları, müslümanların haklı bir konumda bulundukları ve iman
mücadelesinin zaferle sonuçlanmasında kararlı bir tavır ortaya koymanın
zorunlu olduğudur.
Birinci âyete açıklık
getiren bir üslûpla başlayan 7. âyette, putperestlerle yapılacak bir
antlaşmada Allah ve Resulü'nün taraf sayılamayacağı, bu tür bir antlaşmaya
ancak -kuralları çerçevesinde- müminlerin taraf olabileceği belirtilmektedir.
Sonra, ahidlerini bozmayan ve müslümanlar aleyhine başkalarına destek vermeyenler
hakkında antlaşma süresine riayet edilmesi gerektiğini bir ilke ve genel
anlayış tarzı olarak bildiren 4, âyete nüzul sebebi bakımından açıklık
getirilmekte, kendileriyle Mescid-i Haram yanında antlaşma yapılan müşrikler
hakkında da bu ilkenin uygulanacağı hatırlatılmaktadır. [44]
Mescid-i Haram yanında
kendileriyle antlaşma yapılanların kimler olduğu konusunda değişik görüşler
bulunmakla beraber. [45]İbn İshak tarafından
yapılan şu rivayet tarihî bilgiler ışığında daha güçlü ve isabetli bulunmuştur:
Hudeybiye Antlaşması'na dolaylı taraf olanlardan Kİnâne'ye mensup Benî Bekir
kabilesinin bazı kollan diğerlerinin aksine bu antlaşmaya bağlı kalmışlardı.
İşte âyette "Mescid-i Haram yanında" buyurularak Mekke civarında
yapılan Hudeybiye Antlaşması'na ve dolaylı da olsa bu antlaşmaya taraf olup
onun hükümlerini bozmayan bu topluluklara işaret edilmektedir. [46]
Burada dikkat çeken bir nokta, siyasî ve ahlâkî dayanağı ortadan kalkan ve asıl
tarafına karşı fesih bildirimi yapılan bir antlaşmada dahi, buna dolaylı olarak
taraf olanların ııntliişma hükümlerine aykın davranmadık!an takdirde onlara
verilen sözün tutulması gerektiğidir. Ayette bu kapsamda bulunanların sözlerine
sadık kaldıkları sürece onlara verilen söze de sadık kalınacağı belirtilmiştir.
Kur'an'ın bu yaklaşımı yüksek bir hukuk prensibini içermektedir ve müslüman
hukukçular da bu anlayış doğrultusunda olmak üzere uluslararası ilişkiler
çerçevesinde şöyle bir kural geliştirmişlerdir: "Şüphe-i emân
emandır"[47] Bu kural, güvence
verildiği ihtimali varsa, güvence verilmiş gibi davranılması gerektiğini ifade
etmektedir. Ayette bu antlaşmaya dolaylı biçimde taraf olanların kastedildiği
yorumu benimsendiği takdirde, hicrî 6. yılda imzalanan Hudeybiye
Antlaşma-sı'nın on yıllık bir süre için yapıldığı dikkate alınarak kendilerine
daha yedi yıl süre verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılır. Bu durumda 4. âyetin
tefsirinde İbn Ab-bas'tan nakledilen görüşün izahında zorluk doğmaktadır. Zira
orada, âyetteki bildirimden itibaren kalan en uzun antlaşma süresi dokuz ay
olarak gösterilmiştir,
8-10. âyetlerde
müminler, karşılarındaki müşriklerin nitelikleri konusunda uyarılmakta, basit
çıkarlar uğruna Allah'ın âyetlerini bile sattıkları ve emanete hıyanet
ettikleri hatırlatılarak, onların daraldıkları zaman söyledikleri sözlere ve
mecbur kaldıkları veya kendi çıkarlarına gördükleri zaman yaptıkları antlaşmalara
fazla güvenmemeleri istenmektedir.
Müminlerin, diğer âyetlerdeki
ifadelerin ve üslûbun etkisiyle artık müşriklere bütün kapıların kapatılmış
olduğu ve onların ebedî düşmanlar olarak görülmesi gerektiği kanaatine
kapılmamalan için 11. âyette özel bir hatırlatma yapıldığı anlaşılmaktadır.
Zira bütün bu olumsuz özelliklerine rağmen müşriklerin insafa gelip
yaptıklarından pişmanlık duymaları ve İslâmiyet'in temel gereklerini yerine
getirmeye başlamaları halinde müslümanlarm dûı kardeşleri sayılacakları
bildirilmektedir.
"Küfrün ele
basılan" diye tercüme edilen 12. âyetteki ifade ile, inkarcılıkta en Önde
olmaları nedeniyle genel olarak müşrikler kastedilmiş olabileceği gibi,
müslümanlara düşmanlık ve eziyet etmede önderlik eden müşrikler de kastedilmiş
olabilir; Kur'an'ın genel üslûbu her ikisinin birlikte anlaşılmasına da
elverişlidir. [48]
Müminleri yeminlerini
bozanlara karşı savaşmaya teşvik eden 13. âyetin kimlerle ilgili olduğuna dair
rivayetleri başlıca iki grupta toplamak mümkündür. Bazı rivayetlere göre burada
Hudeybiye Antlaşması'nı bozan Kureyşliler kastedilmektedir. Başka rivayetlere
göre ise burada kastedilenler, antlaşmalarım çiğnemelerinden ötürü sûrenin
başında kendilerine fesih bildirimi yapılarak dört ay süre verilenlerdir. Bu
kümedeki âyetlerin, Mekke fethinden sonra indiği bilinen önceki âyetlerin
devamı izlenimi verdiği ve Kureyş'in tamamı veya büyük çoğunluğunun Mekke
fethinden sonra müslüman olduğu dikkate alındığında, bu âyette Kureyşli-ler'den
söz edildiği rivayetini izah etmek zorlaşmaktadır. Burada Kureyşliler'den başka
toplulukların kastedildiğinin düşünülmesi halinde de başka bir soru gündeme
gelmektedir: Âyette bu kimselerin Resûlullah'ı yurdundan çıkardıklarına değinildiğine
göre bunlar Kureyşliler'den başkaları olabilir mi? Bu durumda şöyle bir yorum
yapmak uygun olabilir: Kureyş'in müttefiki ve dolaylı olarak Hudeybiye
Antlaşması'nm tarafı olan Benî Bekir kabilesinin bazı kollan -yukarıda
belirtildiği üzere- antlaşma hükümlerine bağlı kalmışlar, bazı kollan ise
Kureyş'in tahriki ile antlaşmayı çiğnemişlerdi. İşte burada Mekke'nin fethinden
sonra da ihanet ve ahde muhalefetleri devam eden ve sûrenin başındaki bildirime
muhatap olan toplulukların kastedilmiş olması muhtemeldir. Bunlar Hz.
Peygamber'i yurdundan çıkaran Kureyşliler'le aynı safta yer aldıkları ve
antlaşmayı önce kendileri bozduk-lan için âyette böyle tasvir edilmiş
olmalıdırlar. Bu yorumun bir devamı olarak, 14. âyette müminlerin zaferiyle
sevineceği bildirilenlerin Huzâa kabilesi mensupları olduğu söylenebilir. Zira
Hudeybiye Antlaşması'na Resûlullah'm müttefiki sıfatıyla dolaylı olarak onlar
da taraf olmuşlardı ve Kureyş Huzâa'ya hasım olan Benî Bekir'e destek
veriyordu. [49]
Bu âyetlerin başında
savaşa girme sebebi hakkında yapılan açıklamalarla birlikte 12,14 ve 15.
âyetlerdeki ifadeler göz önüne alınmalı ve savaşla neyin amaçlandığına da
dikkat edilmelidir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre savaştan maksat, gözünü
kan bürümüş insanların yaptığı gibi sırf karşı tarafa zarar vermek, yakıp
yıkmak ve işkence etmek değildir. Aksine 12. âyetin sonunda hep bir ümidi koruyarak
savaşılması istenmiş ve savaştan ne beklendiği zarif bir üslûpla ifade edilmiştir.
Buna göre amaç, sözüne riayet etmeyen düşmanın caydırılması olacak ve bu
yaptırım karşısında düşmanın mütecaviz davranışlardan vazgeçeceği ümidi korunarak
yol alınacaktır. Bu mâna İle bağlanülı olarak 14. âyette cezayı ve rezil
riis-vâ edilmeyi hak eden düşmanın gerçekte Allah tarafından cezalandırdığına,
müminlerin bunu kendileri için bir enâniyet konusu yapmamaları ve kendilerini
ilâhî buyruğu yerine getiren bir vasıta olarak görmeleri gerektiğine işaret
edilmektedir. Bir başka anlatımla, müminler kendilerini kişisel arza ve
çıkarlarının akışına bırakmamaya ve daima davranışlarının meşruiyet temelleri
üzerinde düşünmeye davet edilmektedir. Yine 14 ve 15. âyetlerde zafer
bahşedenin, gönüllere ferahlık verenin, kalplerdeki kin ve öfkeyi giderenin ve
dilediklerinin tövbesini kabul edenin hep yüce Allah olduğu hatırlatılmakta,
dolayısıyla müminlerin hareket tarzlarını bu inancı koruyarak düzenlemeleri
istenmektedir.
İlâhî bir sınava tâbi
tutulmak üzere yaratılan insan için, Allah hırufııuiun yapılan çağrıya uyarak
haksızlıklara karşı savaşmak ve bunu da yine dinin çizdiği sınırlar İçinde
yapabilmek bu sınavın önemli bir parçasıdır. İşte 16. âyette, müminlerin insanî
ölçüler içinde büyük bir özveri olarak nitelenebilecek böyle bir çabayı, bu
İmtihan sürecinin tabii bir uzantısı ve bîr görev olarak telakki etmeleri, her
an böyle bir çağrıya karşılık verebilmek için kendilerini ruhen hazırlamaları
gerektiği bildirilmektedir. [50]
Meali
17. Müşrikler,
inkârlarına bizzat kendileri tanıklık edip dururken, Allah'ın mescidlerini
imar edemezler. Onlar, yapıp ettikleri boşa giden kimselerdir ve onlar ebedî
olarak ateşte kalacaklardır. 18. Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret
gününe inanan, namazını kılan, zekâtını veren ve yalnız Allah'tan korkup
çekinen kimseler imar edebilirler. İşte bunların doğru yolu bulanlardan
olmaları umulur. 19. Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'm imar ve bakım işini
(üstlenen kimseyi), Allah'a ve âhiret gününe inanıp Allah yolunda cihad eden
kimseyle bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında bir değildirler, Allah
zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez. 20. İnanan, hicret eden, Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihat edenlerin Allah katındaki mertebeleri pek
büyüktür. Muradına erecek olanlar da onlardır. 21. Rableri onları kendi
rahmeti, hoşnutluğu ve cennetleriyle müjdeliyor; onlar için orada kesintisiz
nimetler vardır. 22. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Kuşkusuz en büyük ödül
Allah katında olandır. [51]
17-22. Bu
âyetlerde, sağlam bir inanç üzerine temellendirilmemiş dinî davranışların
Allah katında bir değere sahip olmadığı açıklanmaktadır. Bunun iyi anlaşılması
için somut bir örneğe yer verilmiş, o günkü muhatap kitlenin yakından bildiği
ve dine hizmet konusunda sembol haline gelmiş olan Kabe ile ilgili bazı
görevlere değinilmiştir.
Âyetlerin iniş
sebebiyle ilgili değişik rivayetler bulunmakla beraber, bunların içerdiği bazı
bilgilerle âyetlerin nüzul zamanı arasında uyumsuzluklar bulunmaktadır. Bu
rivayetlerdeki bilgilerden hareketle âyetlerin, müslümanlar arasında çıkan bir
tartışmada, hacılara su verme hizmetini üstlenen ve Mescid-i Harâm'm onarım ve
bakımı ile meşgul olan müşriklerin müminler gibi sevap alıp alamayacaklarının
konuşulması ve durumun Resûlullah'a sorulması üzerine indiği söylenebilir. [52] Bununla
birlikte, âyetlerin ifadesi mutlaktır ve hedefi geneldir; içeriği de, birçok
âyette değişik vesilelerle ve farklı üslûplarla ortaya konan iman-amel arasında
güçlü bir ilşikİ bulunduğu fikriyle ve davranışlarda sırf Allah'ın hoşnutluğunu
gözetmenin önemli olduğu ilkesiyle örtüşmektedir. Bütün bu anlatımların ortak
noktası şudur: Aklî Ölçülere ve geleneklere göre ne kadar yararlı ve önemli
sayılırsa sayılsın, bir işin Allah katında değer kazanmasının ön koşulu,
Allah'a ortak koşmamak ve O'nun hoşnutluğunu kazanma iradesine sahip olmaktır.
Câhiliye döneminde
Kabe'nin bakımı ve hacılara yardımcı olmak İçin oluşmuş hizmet birimleri ve bu
hizmetlerin yürütülmesine ilişkin gelenekler vardı. Hz. Peygamber'in
dedelerinden Kusay zamanında (İslâm'dan yaklaşık 150 sene önce) Kureyş'e geçen
bu hizmetlerin sorumluluğunu üstlenmek onurlu bir görev sayıldığı gibi bir
yandan da ekonomik faydalar sağlıyordu. 19. âyette iki önemli hizmete (sikaye
ve imâre) değinilmiş olmakla beraber burada sadece bu iki işin değil genel
olarak Mescid-i Haram'a ve hacılara verilen hizmetlerin kastedildiği
anlaşılmaktadır. Sikaye, hacılara içecek su temin etme görevini, imâre ise
Kabe'nin bakım ve onarılması görevini ifade etmektedir. Bu ikinci görevin
süreklilik taşıyan yönü si-dâne ve hicâbe şeklinde anılır; Kabe'nin
perdedarlığı, Kabe anahtarının muhafaza edilmesi demektir. Âyette bu iki
görevin (sikaye ve imâre) zikri ile yetinilmesinin sebebi, Resûlullah'ın
Mekke'nin fethinden sonra Câhİlİye âdetlerinin kaldırıldığını ve sadece sikaye
ile sidânenin bırakıldığını bildirmiş olmasıyla izah edilebilir. Âyetlerin
iniş sebebini gösteren rivayetlerde müşrik olduğu halde yaptığı hizmetten Ötürü
Allah katında sevap kazanıp kazanamayacağı tartışılan kişiler içinsöz konusu
c»lilen görevlerin bu İki hizmet olması da muhtemeldir. [53]
Yukarıda belirtilen
temaya hazırlık olmak üzere 17-18. âyetlerde, mescidle-rin imar edilmesi
konusuna ve kendi inkarcılıklarını görüp bildikleri halde putperestlerin
Allah'a ibadet yeri olan mescidleri imar edemeyeceklerine değinilmiştir. 17.
âyetin "inkârlarına bizzat kendileri tanıklık edip dururken" şeklinde
çevrilen kısmı, "Resûlullah'ın peygamberliğini açıkça inkâr ettikleri,
Kabe'ye putlar dikip onlara tapındıkları ve Kabe'yi çıplak olarak tavaf
ettikleri halde" gibi mânalarla açıklanmıştır. [54]
Burada "imar etme" ile mescidlerin maddî anlamdaki imarının yani
İnşası, onarımı ve bakımının mı yoksa manevî yönden ayakta tutulması için
gerekli işlerin yapılmasının mı kastedildiği üzerinde durulmuştur. Âyet her iki
mânaya açık durmakla beraber, mescitlere gereken ilgiyi gösterme, Resûlullah'ın
uygulamaları ışığında caminin fonksiyonlarını belirleyip bunları canlı tutma,
Özellikle Allah'a kulluk ve İslâm kardeşliğinin pekiştirilmesi amacına dönük
faaliyetlerle mescidleri İhya etme anlamı daha güçlü bulunmuştur.
Cami inşası
faaliyetlerinde nicelik ve nitelik yönlerinden birtakım aşırılıkların
bulunduğu bir gerçektir. Fakat bu konu değerlendirilirken basit mukayeseler
yapılarak dindar İnsanların Allah'a kulluk edilen mekânlara ihtimam gösterme
duygulan rencide edilmemelidir. Unutulmamalıdır ki, Resûlullah zamanındaki sadelik
sadece mescidlere özgü bir özellik değildi. Sosyal ve iktisadî şartların değişmesiyle
kişisel yaşantılarında refah düzeyini yükselten, kendi meskenleri ve diğer
sosyal faaliyet mekânları için büyük harcamalar yapan müslümanlann
nıâbedleri-ni eski sadelik ve basitliği içinde korumaları beklenemezdi. Kaldı
ki cami ve mescidlerin ibadetin yanı sıra eğitim ve benzeri alanlarla ilgili
önemli fonksiyonları da vardı. Öte yandan dikkatten kaçırılmaması gereken bir
husus şudur: Estetik düşüncesinin her şeyden önce günlük hayatın en çok ilgili
olduğu mekânlara yansıtılmaya çalışılması çok doğaldır ve cami mimarisi
müslümanlar için sanatı geliştirme ve sanat ruhunu topluma aşılama açısından
çok verimli bir alan oluşturmuştur. Günümüzde bu konunun sağlıklı bir
planlamaya kavuşturulamamış ve disipline edilememiş olması ise maalesef bu
alandaki faaliyetlerin ehil olmayan ellerde kalmasına, dolayısıyla dine karşı
haksız eleştirilerin yöneltilmesine yol açmaktadır. [55]
23. Ey iman edenler!
Şayet inkârı imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi dahi
dayanışmak için dost edinmeyin. Sizden kimler onları dost edinirse, işte onlar
kendilerine yazık etmiş olurlar. 24. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa
uğramasından endişe ettiğiniz ticaretiniz ve hoşlandığınız meskenler size
Allah'tan, Peygamber'inden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık
Allah buyruğunu yerine getirtinceye kadar bekleyiniz. Allah günaha saplanmış
kimseleri hidayete erdirmez. [56]
23-24. Bu
âyetlerin Mekke fethinden önce yakınlarından ve mallarından kop-mamak için
hicret etmek istemeyenler hakkında veya milsUimanlardan dokuz kişinin dinden
dönüp Mekke'ye sığınmaları üzerine onlarla dostluk yapılmamasını bildirmek
üzere indiği yönünde rivayetler vardır. [57] Fakat bunlar, ancak âyetlerin Mekke fethinden
Önce indiğinin kahııl edilmesi halinde tutarlı olabilmektedir. Oysa bunların
ardından gelen âyetler İhı neyn Savaşı'ndan söz etmektedir ve bu savaş Mekke
fethinden sonra olmuşun Derveze şöyle bir yorumun âyetlerin içeriğine ılalııı
ııvgıııı düşeceğini belimi Mekke'nin fethinden sonra bazı müslümanlar lıAlft
nıdşıik olun akrabalarıyla mkı ilişkilerini sürdürüyorlardı. Âyet onları
uyarmak için inıni olmalıdır. Râzî de yıı kandaki rivayetlerin, sûrenin iniş
zamanı açısından pınhlmıli olduğuna işaret tikten sonra benzer bir yorum yaparak şöyle
deı ha/ı müslümanlar, "Bir nııimı
nin çok yakın akrabaları arasında inkarcı kimseln bulunabilir. Bunlarla
ilişkileri tamamen kesmek mümkün değildir" gibi sö/leı süyKıyınlardı; işte
âyet bu tered düdü ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Yine Deıve/e, âyetlerin
sert üslûbu dikka te alınarak şu ihtimal üzerinde de durulabileceğini kaydeder:
Şartlar Resûlullah'ııı Medine çevresinde müslüman olmamış kabileler üzerine
bazı askerî seriyyeler düzenlemesini gerektirmiş, bunun üzerine onların
müslüman olan akrabalarınca itirazda bulunulmuştu; işte âyetler bunu
eleştirmek üzere inmiş olabilir. Her ne olursa olsun âyetlerin ifadesi mutlak
ve hedefi geneldir. Bunlardan çıkan ana fikir, bir mümin için hiçbir dünyevî
amacın Allah ve Resulü'nden ve Allah yolunda cihaddan daha önemli, değerli ve
cazip olamayacağıdır. Ayrıca bu âyetler müslüman varlığını güçlendirme ve
müminler arasındaki dayanışmayı arttırma hedefinin diğer bütün insanî ilişki
ve düşüncelerden önce geldiğini hatırlatmaktadır. [58]
23. âyet Mücâdele
sûresinin 22. âyeti ile karşılaştırıldığında, orada "Allah ve Resulü'ne
savaş açanlardan" söz edilirken burada "inkarcılığı imana tercih
eden-ler"i dost edinmenin yasaklandığı görülür. Bu farklılık, İslâm
tebliğinin geldiği aşama ve müslümanlann ulaştıkları gücün seviyesi ile izah
edilebilir. Fakat bu âyetler üzerinde, Mücâdele 58/22 âyetinin yanı sıra,
anne-baba ve yakınlara ilgi ve sevgi gösterip onlara yardım etmeyi buyuran
âyetlerle birlikte düşünüldüğünde, buradan mümin olmayan yakınlarla her türlü
ilşkiyi kesme mânasının çıkarılması mümkün değildir. Gerek bu âyette gerekse
başka âyetlerde, inkarcı da olsalar İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeyen,
onlara sevgi ve saygıyla muamele eden insanlara, hele bu nitelikteki yakınlara
iyi ve âdil davranmayı engelleyen bir anlam bulunmamaktadır. [59]
İnsanın sahip olduğu
en yüksek duygulardan biri olan sevginin dereceleri, Gazzâlî tarafından şöyle
sıralanmıştır: 1. İnsan öncelikle kendisini, kendi varlığına katkıda bulunan
şeyleri sever.
2. Sevginin ikinci
derecesi, kendisine iyilik ve ikramda bulunanları sevmektir.
3. Sevginin en yüksek
mertebesi, herhangi bir yararlanma düşüncesine ve kişisel isteklere bağlı
olmaksızın, sırf sevilendeki iyilik, güzellik ve yetkinlik gibi olumlu ve üstün
nitelikler dolayısıyla sevmektir. İnsanda sevgi, maddî olanı sevmekle başlar,
manevî olanı sevmekle kemale ulaşır; kendini ve kendine ait olanları sevmekle
başlar, kendisinin dışındakileri, doğadaki güzellikleri ve nihayet bütün bu
güzelliklerin yaratıcısı olan Allah'ı sevmekle kemale ulaşır. İslâm
düşüncesinde hakiki sevgi Allah sevgisidir. Çünkü bütün iyilikler ve
güzellikler O'ndan gelir. "Yaratılanı yaratandan ötürü sevme"
düşüncesine yükselebilen ve sevgiyi bu şekilde kavrayan insan, herkesi ve her
şeyi sever: İyileri olduğu gibi, kötüleri de kötülükten kurtulmalarını
isteyerek sever[60] İşte 24. âyette Allah
sevgisinden üstün tutulmaması istenen sevgiyle ilgili ifadeyi bu açıdan değerlendirmek
ve Kur'an'ın kişiyi dünyadaki sevdiklerinden uzaklaştırmayı değil, bu sevginin
daha yüce mertebedeki sevgiye eriştirmeye vesile olmasını hedeflediğine dikkat
etmek gerekir. Bir başka anlatımla, insanın yakınlarını, kazanmayı ve kazancın
sağladığı nimetlerden yararlanmayı sevmesi zaten onun doğasında bulunan bir
gerçektir; Kur'ân-ı Kerîm ise bu gerçeğe atıfta bulunarak, kişinin anılan
sevgiden vazgeçmeksizin onu daha yüçelere tırmanmanın vasıtası olarak görmesini
İstemektedir. Bu da ancak kişinin kendisini belirli bİi kontrol altında
tutmasıyla mümkündür ki, bu kontrolün ölçütü, hiçbir sevginin Allah
sevgisinden ve O'nun değerli saydıklarından daha üstün görülmemesidir. Bu
anlayışa erişebiten insan bir yandan dünyevî istek ve bağların esiri olmaktan
kurtulup gerçek özgürlüğe kavuşur, diğer yandan da bütün sevgilerini anlamlı
hale getirmiş olur. [61]
25. Allah birçok
yerde, bu arada Huneyn gününde gerçekten size yardım etmiştir. O gün çokluğunuz
sizi böbürlendirmiş, fakat size hiçbir yararı olmamıştı; o yer geniş olmasına
rağmen size dar gelmiş, nihayet geriye çekilmeye başlamıştınız. 26. Bunun
üzerine Allah, Peygamber'inin ve müminlerin üzerine kendi katından bir güven
duygusu indirdi, bir de göremediğiniz askerler gönderdi ve böylece inkâr
edenlerin cezasını verdi. İşte bu, inkarcıların ha-kettiği karşılıktır. 27.
Artık bunun ardından Allah dilediğinin de tövbesini kabul eder. Çünkü Allah
yarlığayıcıdır, bağışlayıcıdır. [62]
25-27. Yüce
Allah'ın birçok yerde olduğu gibi Huneyn Savaşı'nda da müminlere yardım ettiği
ve anılan savaşta müslümanların gurura kapılarak ilâhî nus retİ göz ardı
etmelerinin nasıl bir sonuç getirdiği hatırlatılmakta, daha sonra kazanılan
zaferin Allah'ın lütfuyla gerçekleştiği, bununla birlikte yaptıkları yanlışlıklardan
ötürü yürekten pişmanlık duyanlar için bağışlanma kapısının açık tutulduğu,
bunu değerlendirme yetkisinin ise Allah'a ait olduğu bildirilmektedir.
Hz. Peygamber
Mekke'nin fethinden sonra oranın idarî işlerini tanzim ederken , hâlâ putperestlikte
devam eden Hevâzin kabilesi bir taraftan telâş, bir taraftan da Kureyş'in
başaramadığını başarma hevesine kapılmıştı. Telâşın nedeni, Mek-kr'de-kilerden
sonra kendi putlarının da kırılacağı ve bağımsızlıklarını kaybedeçekleri
endişesiydi. Öte yandan, Kureyş'in başaramadığı işi başarmaları yani
müs-lümanlan hezimete uğratmaları halinde bu onlara büyük bir prestij
sağlayabilirdi. Kabilenin reisi ve genç bir şair olan Mâlik b. Avf elini çabuk
tutarak müslüman-larla savaşa girerse, çocuklarına sürekli olarak
övünebilecekleri bir zafer armağan etmiş olacağını düşünüyordu. Arap
yarımadasında cengâverlikleriyle ün yapmış olan Hevâzinliler oldukça
iddialıydılar. Nitekim törelerindeki en şiddetli savaş usulünü tercih ettiler.
"Ölüm-kalım savaşı" denilen bu usule göre kadınlar, çocuklar,
hayvanlar ve kıymetli eşyalar savaş alanının yakınına getiriliyordu. Böylece
önem verdikleri değerleri koruma arzusuyla savaş gücünü ve ordunun moralini en
üst düzeye çıkarmayı amaçlıyorlardı. Bazı tecrübeli ve yaşlı kişilerin
uyanlarını dikkate almayan Mâlik, askerî hazırlıklarını tamamlamış, okçularını
Huneyn Ge-çidi'nin iki yanına mevzilendirmişti.
Âyette de Huneyn
olarak anılan bu yer tam ve doğru olarak tespit edilememiştir. Bazı
araştırmacılara göre Huneyn, Mekke ile Tâif arasında Mekke'ye 10 mil mesafede
bir vadinin adıdır. Bir tespite göre ise Huneyn, Tâİf'in 30-40 mil doğusunda
bir yer olup Mekke'ye olan uzaklığı da yaklaşık o kadardır. Muhammed
Hamîdullah, Huneyn'i Tâif yönünde yani Mekke'nin güneydoğusunda değil kuzeydoğusunda
aramanın daha doğru olacağı kanaatindedir. Âyette değinilen savaş, cereyan
ettiği yerin adıyla anıldığı gibİ,buna sebebiyet veren kabileden ötürü He-vâzin
Savaşı diye de bilinir.
6 Şevval 8[63]
tarihinde Hz. Peygamber, yeni müslüman olmuş Mekkelİ 2000 kişiyi de alarak
12.000 kişiye ulaşan ordusuyla Huneyn'e doğru hareket etmişti. Hareket
halindeyken müslümanlardan bazıları ordunun kalabalıklı-ğından dolayı gurura
kapılıp "Bu ordu asla yenilgiye uğratılamaz!" gibi sözler söylemeye
başladılar. Bunları söyleyenler daha önce kazanılan zaferlerin sayı gücüyle
değil iman gücü ve Cenâb-ı Allah'ın yardımıyla gerçekleştiğini unutmuş gibiydiler.
İslâm ordusu Huneyn
Geçidi'ne girdiğinde yamaçlara kümelenmiş bedevî okçuların ok yağmuruna uğradı.
Müslümanlar pusuya düşürülmüşlerdi. Herkes korunacak bir yer aramaya başlayınca
bozgun ortaya çıktı. Yaygın kanaate göre bu bozgun, özellikle ilk saflarda
bulunan Mekkeli 2000 kişide başlamıştır.
Bu konudaki
rivayetlere göre, 100 kadar müslüman sebat göstermişler ve Hz. Peygamber'İn
etrafından ayrılmamışlardı. Sahabenin ileri gelenleri bunlar arasındaydı.
Peygamberimiz müslümanlara hitaben "Kaçmayın, buraya gelin, ben Allah'ın
Resulüyüm!" diye çağrıda bulunuyor, hemen yanı başındaki Abbas'tan
Bev'atiimdvân'da söz verenlere seslenmesini istiyordu. Resûlullah'ın bu
davetini duyan müslümanlar hemen toplanıp savaş düzenine girdiler. Hz.
Peygamber buna çok sevindi, bineği üzerinde çevreyi süzdükten sonra "Yâ
Rabbi! Zafer vaadini yerine getir, yardımını gönder!" diye dua etti,
yerden bir avuç çakıl alarak müşriklerin üzerine doğru attı, "Yüzler kara
olsun!" dedi. Sonra "Muhammed'in rabbİne yemin olsun, inkarcılar
hezimete uğradılar" buyurdu.
Böylece savaşta yeni
bir aşama başladı. Toparlanan İslâm ordusu, Hz. Pey-gamber'in gösterdiği
hedeflere sistemli saldırılar gerçekleştirdi. Müslümanlar bozguna uğradıtar
diye mevzilerinden ayrılan düşman askerleri dalgalar halinde üzerlerine gelen
bu yeni hücum karşısında şaşkına döndüler ve geleneksel savaş kurallarını da
unutarak mallarının yanı sıra, kadın ve çocuklarını dahi bırakıp kaçmaya
başladılar. Savaşın ilk kısmı iki aşamalı olarak Huneyn Geçidi civarında tamamlandı.
Ancak, savaş müşriklerin firarı ve müslümanlann takibi tarzında olmak üzere
Evtâs'ta ve Tâif'te devam etti.
Daha Tâif Seferi'ne
giderken İslâm ordusundaki dinî bilgisi zayıf bazı bedeviler Hz. Peygamber'den
mevcut ganimetin paylaştırılmasını İstemişler, Resûlul-lah ise bunu
ertelemişti. Tâif Seferi'nden dönünce Hz. Peygamber esirler arasında süt
kardeşi Şeymâ'yı gördü, ona ikramda bulunup Medine'ye gelme veya kendi
beldesine dönme hususunda onu serbest bıraktı. Şeymâ ikinci şıkkı tercih edince
hediyeler vererek ve can güvenliğini sağlayarak onu uğurladı. Resûlullah bu
jestten sonra Hevâzinliler'in gelip müslüman olacaklarım ve esirlerle
ganimetleri geri isteyeceklerini düşünüyordu. Bu yüzden taksim işini biraz
daha erteledi. Fakat diğer taraftan bu istek gelmeyince taksimatı başlattı.
Hurkus b. Züheyr adlı kendini bilmez birinin Resûlullah'ı adaletsizlikle itham
etmesi onu çok üzdü. Yine, ganimet taksimi sırasında Peygamberimizin bazı
ileri gelen kişileri İslâm'a ısındırmak için onlara fazla pay vermesi ensar
arasında "Resûlullah kentli kavmine kavuştu, onlara farklı muamele
yapıyor" kabilinden söylentilere yol açtığı için üzüntü duydu (müellefe-i
kulûb hakkında bk. âyet 60). Onları toplayıp bir konuşma yaptı. Daha çok
soru-cevap şeklinde cereyan eden bu duygu yüklü ve etkileyici konuşma
Peygamberimiz'in ensara karşı duyduğu sevgiyi ve vefakârlığı, ensartn da ona
olan derin sevgi, saygı ve bağlılığını açıkça ifade etmeleri için güzel bir vesile
oldu. Ensarın gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslatıyordu; Peygamberimiz
onlar için hayır dualarda bulundu, onlar da hep birlikte Resûlullah'ın her
yaptığına gönülden razı olduklarını söyleyip onu hoşnut ettiler. Bir süre
sonra Hz. Peygamber'in beklediği sevindirici gelişme de gerçekleşti:
Hevâzİnliler Resûlullah'a başvurup kendisinin küçükken onların beldelerinden
olan Benî Saîd yurdunda dört yıl luılılıp.ım, esirler arasında süt akrabaları
bulunduğunu hatırlattılar ve esirlerin serbest bırakılmasını, mümkünse
mallarının da geri verilmesini rica ettiler. Bu teklif gecikmeli olarak
gelmişti; fakat Resûlullah hiç değilse esirlerin azadı için bir yol düşündü: Abdülmııttaliboğullan'nın
payına düşen esirleri azat etti. Bunun üzerine diğer müslümanlar da esirleri
serbest bıraktılar. Bir anda bütün Hevâzinliler serbest kalınca, topluca
müslüman oldular. [64]
"Güven
duygusu" diye çevirdiğimiz 26. âyetteki sekine kelimesini, başka Kur'an
âyetleri ışığında, yüce Allah'ın, Peygamber'İne ve müminlere lütfettiği ve
onların yaşadıkları sarsıntıyı unutturacak bir hâlet-i ruhiye ve özgüven
duygusu şeklinde anlamak mümkündür. [65] Bazı
müfessirler bu kelimeyi gönül huzuru sağlayan ilâhî "rahmet"[66] ve "zafer''[67] şeklinde
de açıklamışlardır. [68] Müfessirler, benzer
konudaki âyetlerde [69] yer
alan bilgileri ve ilgili rivayetleri dikkate alarak, 26. âyette İslâm ordusunu
desteklemek üzere indirildiği ve müminlerin görmediği bildirilen askerlerin
melekler olduğu kanaatine varmışlardır. [70] Bu
âyette inkâr edenlerin azaba çarptınldıkları ifade edilmekle beraber bunun
mahiyeti hakkında bir açıklama yapılmamıştır; tefsir âlimleri bunu genellikle,
savaşa katılan inkarcıların hezimete uğratılması ve esir alınmaları veya
öldürülmeleri şeklinde yorumlamışlardır. [71]
Muhammed Esed, müfessirlerin çoğunluğuna göre 27. âyetin daha çok İnanmayanlarla
ilgili olduğunu ve genel bir mahiyet taşıdığını, Râzî'nin ise âyetin Huneyn
Savaşı'nın başında hatalı davranan müminlerle İlgili olduğunu söylediğini ileri
sürmektedir (I, 354). Halbuki Râzî, âyetin müminlerle İlgili olduğunu söylememekte,
sadece bu konudaki bazı yorumları âyette geçen "tevbe"nin nasıl anlaşılması
gerekeceği açısından eleştirmektedir; Râzî'nin açıklamalarında, Huneyn
Savaşı'nın başında hatalı davranan müminlerden ise hiç söz edilmemektedir. [72]
28, Ey iman edenler!
Biliniz ki Allah'a ortak koşanlar pisliğe batmışlardır; artık onlar bu yıldan
sonra Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan endişe ederseniz,
unutmayınız ki Allah size -dilerse- kendi lütfuyla bolluk verir, Allah
bilendir, hikmetle yönetendir. [73]
28.5. âyetin
tefsirinde belirtildiği üzere, bu sûrenin başındaki ve bu âyetteki bildirim
İslâm'ın tebliği açısından bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Zira artık
Mekke'nin fethi gerçekleşmiş, Kabe'deki putlar yıkılmış ve Hicaz bölgesinin en
güçlü kabileleri İslâmiyet'i kabul etmişlerdir. Bu aşamada Kabe çevresindeki
müşriklere sınırsız bir inanç özgürlüğü tanıyarak burada kalmalarına izin
vermek, son tahlilde tnüslümanlann bu kutsal mekânını, bölgeden yeni temizlenen
putperestliğe açık bırakmak anlamına gelirdi. Kur'an'm müslüman olmayanlarla
ilişkiler konusundaki âyetleri birlikte değerlendirildiğinde, bu âyetin
getirdiği düzenlemede insan hakları açısından yadırganacak bir durum olmadığı
kolayca görülür. Zira burada, kültür değişimiyle sıkı irtibatı olan dinî bir
düzenleme söz konusudur. Köklü kültür değişimlerinde, bu gibi zaman ve mekâna
özel veya geçici tedbirler zorunlu hale gelebilmektedir.
Âyetteki hükmün
ekonomik açıdan bazı olumsuz sonuçlan da beraberinde getireceği ihtimaline
karşı, muhatapları bu ihtimalin olumsuz etkilerinden kurtaracak bir açıklamada
bulunulmuştur. Gerçekten, böyle bir düzenlemenin Kabe'nin o güne kadar
süregelen misyonu ile yakından ilişkili olan ticarî potansiyeli olumsuz yönde
etkilemesi tabii idi. Fakat yüce Allah, maddî sıkıntı kaygısıyla bu buyruğun
buruk karşılanmaması için bir uyanda bulunmuş, o çevredeki müslümanlann herhangi
bir mahrumiyet endişesi duymadan ilâhî buyruğa teslim olmalannı istemiş ve
kendisi dilediğinde başka sebepler meydana getirerek onları zengin kılabileceğini
bildirmiştir.
Ayette müşrikler için
yapılan niteleme, onlara yasaklanan bölge ve yasağın kimleri kapsadığı hakkında
değişik yorumlar yapılmıştır, Putperestlerin "neces" (pis, kirli)
olmaları, âlimlerin çoğunluğuna göre manevî anlamdadır. Müşrikler, başta
Allah'a ortak koşma yönündeki inançları olmak üzere, Kabe'yi çıplak tavaf etme,
murdar et yeme, babasının eşiyle evlenme gibi çirkin davranışları nedeniyle
böyle nitelendirilmişlerdir. [74]
Ayette, müşrikler hakkındaki nitelemenin hasr ifadesi içinde yani "onlar
ancak şöyledirler" şeklinde tercüme «[ilebilecek bir cümlede yer alması,
bu hususta tereddüt edilmemesi gerektiğini lu-liriıııck içindir. [75] bu anlam meale "biliniz ki"
şeklinde yansılılmıştır. Âlimlerin ekseriyetine göre âyetteki Mescid-İ Haram
tamlamasından maksat Harem bölgesidir, dolayısıyla yasaklanan yer Harem diye
anılan mıntıkadır. Âyetin devamındaki ifade de bu anlayışı destekleyici
niteliktedir. [76] Bazı âlimlere göre ise
yasaklanan yer Mescidi Haram ile sınırlıdır, müşriklerin Harem bölgesinin
diğer yerlerine girmelerine engel olunmaması gerekir. [77]Bu
yasağın yahudileri ve hıristiyanlan kapsayıp kapsamadığı hususunda farklı
rivayetler bulunmakla beraber, günümüze kadar uygulanagelen kural, müslüman
olmayanların bu bölgeye sokulmaması yönündedir. KuT'an'da bu iki din
mensuplarının "kâfir" olarak nitelendirilmesi ve bu kesimden bir
kısmının şkk (Allah'a ortak koşma) sayılacak inançlarına yöneltilen
eleştirilerle Hz. Peygam-ber'in Arap yarımadasında ikamet ile ilgili bazı
hadisleri onların da bu kapsamda kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. [78] Fakat âyette özel bir kelime seçimi yapılarak "müşrik"lerden
söz edildiği ve Kur'an'da Ehl-i kitabın müşrik olarak nitelenmediği dikkate
alınırsa, -özel şartlarda ve âyetin getirdiği düzenlemenin amacına hizmet eden
durumlarda yapılabilecek istisnaî uygulamalar dışında- kural olarak Ehl-i
kitabın bu yasak kapsamında düşünülmemesi Kur'an'ın ruhuna daha uygun düşer.
Öte yandan, Derveze'nin, Kur'an tefsiri alanına önemli bir katkı sağlayan
değerli eserine, Arap milliyetçiliği bulaştırarak buradaki ulvî amacı
"İslâm'ın sancağım taşıyan Arap ırkının vatanı olması"yla
irti-batlandırması[79]gerek
burada yer alan düzenlemenin hedefiyle gerekse Kur'an'ın diğer âyetlerindeki
ruh ile bağdaşmaz. [80]
29. Ehl-i kitap'tan
Allah'a ve âhirct gününe inanmayan, Allah ve Resu-lü'nün yasakladığını yasak
saymayan ve hak dine uymayan kimselerle, yenilmiş olarak ve kendi elleriyle
cizye verinceye kadar savaşın. [81]
29. Bu
âyetin yahudi kabileleri olan Kurayza ve Benî Nadîr hakkında indiğine dair
rivayet, âyetin Mekke'nin fethinden sonra indiği bilgisiyle bağdaşmadığı için
isabetli bulunmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber tarafından bu kabilelerden ilkinin
cezalandırılması ve diğerinin sürgün edilmesi hicrî 3 veya 5. yılda
gerçekleşmistir. Taberî'nin, bu âyetin inmesini, önceki âyette müşriklere
getirilen yasağın müsliimanlarda geçim kaygısına yol açması, Allah'ın da onlara
cizye elde etmek üzere Tebük Seferi'ne çıkmalarını cmretmesiyle izah eden
yorumu da[82] her şeyden önce cizyenin
amacına ilişkin İslâmî Öğretilerle bağdaşmadığı için eleştirilmiştir. Ayrıca bu
yorum gerek bu seferde cizye alınmadığı yönündeki tarihî bilgilerle gerekse
cizyeden kimlerin yararlanabileceğine ilişkin hükümlerle de çelişmektedir. [83]
Resûlııllah'ın
hayatına dair eserler incelendiğinde, bu âyetin geldiği dönemde, Bizans
hakimiyetindeki Suriye bölgesinde ve bu yol üzerinde bulunan gerek yahudi
gerekse hıristiyan topluluklar İle müslümanlar arasında hicrî 5-6. yıldan beri
süregelen gerginliklerin varlığını koruduğu ve bu taraflar arasında devletlerarası
hukuk bakımından hasmane münasebetlerin hâkim olduğu görülür. Bu âyetin
devamında hem yahudilere hem de hıristiyanlara açık bir biçimde temas edilmesi
ve onların insanlık yolunu aydınlatan meşaleyi söndürme niyet ve çabası içinde
olduklarının bildirilmesi bu tespiti doğrulamaktadır. İşte bu durum ve İslâm
tebliğinin geldiği nokta dikkate alındığında, bu kesime karşı da güçlü bir
cihad çağrısının yapılmasının sebebi kolayca anlaşılabilmektedir. Buradaki
"Resulünün yasakladığını" ifadesini Hz. Muhammed'in haram kıldığını
şeklinde açıklayanlar olduğu gibi, kendi peygamberlerinin ve kitaplarının
haram saydığını şeklinde anlayanlar da olmuştur. "Hak dine uymayan
kimseler" ifadesini de bazı müfessirler İslâm dinini benimsemeyenler
şeklinde anlarken, bazıları da Allah'a tam manasıyla İtaat etmeyenler veya hak
ehline yaraşır bir biçimde itaat etmeyenler şeklinde yorumlamışlardır. Bu
yorumların bazılarından, âyetin müslümanlan, Hz. Muhammed'in yasak olduğunu
bildirdiği şeyleri yasak saymayan ve İslâm dinini benimsemeyen bütün Ehl-i
kitap mensuplarına karşı savaşmakla yükümlü kıldığı anlamı çıkabilmektedir.
Fakat bu anlayış, meselâ Nisa sûresinin 90-91, Mümtehine sûresinin 8-9.
âyetlerinde ifadesini bulan temel Kur'an İlkeleriyle ve Resûlullah'ın savaş halinde
bile muharip olmayan kadın, çocuk, yaştı ve din adamlarının öldürülmeme-si
buyruğuyla bağdaşmaz. Âyette "Ehl-i kitap'tan" ifadesi kullanılarak
onlardan bir kısmına işaret edildiği anlaşıldığı gibi, "Allah'a ve âhiret
gününe inanmayanlar" nitelemesinin yapılmış olması da bu anlayışı
desteklemektedir. Zira bu niteleme ister o günkü ister günümüzdeki Ehl-i
kitabın tamamına uyan bir ifade değildir. [84]
Ehl-i kitap'tan
olanlar Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler olarak bilindiği halde,
âyette "Ehl-i kitap'tan Allah'a ve âhiret gününe İnanmayanlar" ifadesinin
kullanılmış olmasını, bazı müfessirler, yahudilerin ve htristiyanlann bir kıs mında
görülen itikadı bozukluklarla açıklamaya çalışmışlardır. Bu izahları şöyle
özetlemek mümkündür: Bazı yahudi ve hıristiyatılar Allah inancına şirk unsurları
katmışlar, âhiret inancını da [85] âhiret
hayatının özüne ters düşen kayıtlara bağlamışlardır; dolayısıyla gerçek mânada
Allah'a ve âhiret gününe inanmış sayamadıklarından böyle nitelendirilmişlerdir. [86] İbn
Âşûr bunların hepsinin zorlama yorumlar olduğunu belirtir ve kendi kanaatini
şöyle açıklar: Burada esas maksat hıristiyanlarla savaş konusudur; fakat sırf
onlarla savaşılacağı ve müşriklerle savaştan vazgeçileceği sonucunun çıkarılmaması
için arada "Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulü'nün yasakladığını
yasak saymayan" şeklinde müşriklerin vasıflarına yer verilmiştir. Ehl-i
kitap dahil bütün bu kesimleri kapsayan nitelik ise "hak dine uymayan kimseler"
olmalarıdır. [87] Biz İbn Âşûr'un bu mütalaasını kuvvetli
bulmakla beraber, şu anlayıştan hareketle mealde lafza bağlı kalmayı tercih
ettik: Âyetin nüzulü zamanında yaşayan Ehl-i kitap mensupları genellikle hak
dinlerin aslında mevcut gerçek ve sahih bir Allah ve âhiret inancından, yine bu
dinlerin getirdiği hayat ve ahlâk düzeninden uzaklaşmış bulunuyorlardı. Eldeki
bilgi ve belgelerine dayanarak kendi dinlerinin aslına dönmeleri de mümkün
değildi. Bu sebeple İslâm'a girmeleri teşvik edilmeli ve girmedikleri takdirde
müslümanlara zarar vermemeleri için kontrol altına alınmaları gerekli idi.
Cizye, İslâm
devletindeki gayri müslim tebeanın erkeklerinden alınan baş vergisinin adıdır.
İslâm ülkesinde zimmî (gayri müslim vatandaş) statüsünde bulunan kişilerden
kendilerine din hürriyeti, can ve mal güvenliği sağlanması karşılığında alman
bu verginin Kur'an'daki dayanağı tefsir etmekte olduğumuz âyettir.
Müslümanlardan alınan zekât bir yönüyle vergi niteliğinde olmakla beraber bir
yönüyle de dinî vecîbe (ibadet) olduğu İçin gayri müslimlerden zekât alınmaz;
onlar bunun yerine cizye öderler. Âyetin "yenilmiş olarak" diye
çevirdiğimiz kısmı için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar arasında, cizye
mükelleflerinin küçük düşürülmesi anlamına ağırlık veren yorumlar bulunmakla
beraber, bu anlayış birçok İslâm âlimi tarafından eleştirilmiş, gerek Resûlullah'ın
talimat ve uygulamalarına gerekse Kur'an'ın ilkelerine aykırı bulunmuştur.
Sağlam bilgi kaynakları da, müs-lümanlann bu ilkeler ışığında gayn müslimlere
ne kadar insanî muamele yaptıklarını ve onların da müslümanlarm bu âlicenap
tavırlarına karşı duydukları hayranlığı ortaya koyan rivayetlerle doludur.
Bazı Ehl-i kitap mensuplarıyla yapılan antlaşmalara Hz. Ömer tarafından onları
tahkir edici hükümler koyduğuna dair rivayetler ise zayıf olup, Resûlullah'ın
tatbikatı ve Kur'an'ın ilkeleriyle örtüşmemektedir. [88] İmam Şafiî âyetin bu kısmını "hükme
bağlanma ve boyun eğmeleri" şeklinde anlamıştır. [89] Kanaatimizce
âyetin bağlamı ve Hz. Peygamber'in tatbikatı ışığında Şafiî'nin bu görüşünü
şöyle açmak mümkündür: Burada vergi veren tarafın uyrukluğu kabul etmesi
gerektiğine işaret edilmektedir. Bİr başka anlatımla, bu vergiyi ödeyen gayri
müsl imi er kendilerini sadece düşmana karşı koruma anlaşması yapmış, bir anlamda
müsl umanları parayla İstihdam eden taraf gibi görmeyecekler, aynı ülkeyi paylaşıyorlarsa
karşılıklı hak ve vecîbe anlayışı içinde ülkenin yasal düzenine tâbi olduklarını
kabul edecekler, kendi ülkelerinde müslümanlarla bu antlaşmayı yapmışlarsa,
düşmana karşı, onların egemenliğini kabul etmiş olmanın icaplarına uyacaklardır.
Resûlullah'ın ve ilk
halifelerin uygulamaları da dikkate alınarak âyet üzerinde yapılan yorumlar
neticesinde kimlerden cizye alınabileceği hususunda farklı kanaatlere
ulaşılmıştır. Şafiî hukukçuları sadece yahudi, hırLstiyan ve mecûsî-ler'den
cizye alınabileceği görüşündedirler. Hanefîler Arap olmayan müşriklerden,
Mâlikîler ise bütün müşriklerden cizye alınabileceğini, dolayısıyla bunların da
zimmî statüsü içinde mütalaa edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Hanefî
-ler'e göre İslâm devleti sınırları içinde bir yıldan fazla ikamet eden gayri
müslim-lerden de (müste'men) bu verginin tahsil edilmesi gerekir.
Cizyenin miktarı ve
yükümlüsünde aranacak şartlar konusunda Resûlul-lah'tan ve ilk halifelerden
nakledilmiş açık ve kesin ifadeler bulunmamaktadır. Hz. Peygamber'in ve
halifelerinin miktar konusundaki uygulamaları, zam unu, alındığı bölgeye ve
bireysel veya toplu oluşuna göre farklılık göstermektedir, t s lâra
hukukçularının da bu miktarları belirlerlerken kendi bölgelerindeki uyguluma
lardan etkilendikleri anlaşılmaktadır. Fakat bu hususun yapılan zimmel sırasında belirlenmiş ve taraflarca kabul
edilmiş olması esastır. Bu komutu imi fikir vermek üzere kişi başına cizye
miktarıyla ilgili olarak Hanefîler zengin, orta halli ve fakirler için olmak
üzere 48. vehemlik üç ayrı cizye miktarı belirlemişlerdir; Mâlikîler'e göre
d/.yi'iım ilsl mııııı altın paranın hâkim olduğu yerlerde 4 dinar, gümüş
paranın hâkim okluğu yakı de 40 dirhemdir; Şâfiîler'e ve Hanbelîler'deki bir
görüşe göre cizyenin en düşük miktarı 1 dinardır. Bu bilgiler ışığında günümüz
değerleri ile, kişi başına cizye miktarının en az 4,5, en çok 20 gram civarında
altına tekabül ettiği söylenebilir. Gerek Rcsûlullah döneminde gerekse
sonrasında cizye tahsilinin hem nakit hem de aynî olarak yapıldığı
görülmektedir. Kadınlar ve çocuklarla hali vakti müsait olmayan din iidamları,
âmâ.kötüriim ve yaşlılar cizyeden muaf tutulmuşlardır. Tarih ve kamu
maliyesiyle ilgili ilk dönem kaynaklarında, Kur'an'daki bu hükmün ruhuna nüfuz
etmiş olan halifeler ve müslüman yöneticilerin bunu katı bir biçimde uygulama
yönüne gitmeyip gerekli hallerde büyük bir tolerans gösterdiklerine ve gayri
müslim tebaa tarafından şükranla ve hatta hayranlıkla karşılanan uygulamalar
yaptıklarına dair birçok olay zikredilir. Cizye gelirlerinin nereye harcanacağı
Kur'an'da bildirilmemiştir. Bunun sebebi, muhtemelen, âyetin henüz tahakkuk
etmemiş bir gelirden söz etmiş olmasıdır. İslâm hukukçuları Resûlullah'ın uygulamalarını
göz önüne alarak bunu fey grubuna giren bir vergi olarak kabul etmişlerdir.
Buna göre cizye gelirlerinin belirli yerlere harcanması zorunlu değildir; kamu
yararına uygun olarak ihtiyaç duyulan alanlara harcanabilir. [90]
30. Yahudiler
"Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler, Hıristiyanlar da (îsâ) Allah'ın oğludur" dediler. Bunlar,
daha önceki InkAmlıırııı siklullklerine benzer biçimde ağızlarından çıkan
sözlerdir. Allah onları kahretsin! (Gerçeklerden) nasıl da yüz çeviriyorlar!
31, Allah'ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu
Mesih'i rab edindiler. Oysa tek bir Taıı-rf ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı.
O'ndan başka tanrı yoktur; O yüceler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve
ortaklardan bütünüyle uzaktır. 32. İsterler ki Allah'ın nurunu ağızlarıyla
söndürüversinler; ama inkarcılar hoş-lanmasalar da Allah nurunu muhakkak
tamamlamayı istiyor. 33. Bütün dinlerin üzerindeki yerini alsın diye Resulünü,
doğru yol rehberi ve hak din ile gönderen O'dur; müşrikler hoşlanmasalar da!
34. Ey iman edenler! Bilin ki yahudi din bilginlerinin ve hıristiyan din damlarının
birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan akkorlar. Altın
gümüş biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele.
35. O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve
sırtları dağlanacak: İşte yalnız kendiniz için toplayıp sakladıklarınız; tadın
şimdi biriktirip sakladıklarınızı! [91]
30. Üzeyir
adı Kur'an'da sadece bu âyette geçmektedir ve hakkında özel bir açıklama
bulunmadığı için peygamber olup olmadığı tartışılmıştır. Bu ismin Arap ça
olduğunu ileri sürenler varsa da çoğunluğa göre İbrânîce asıllı olup
Arapçiilııj) mıştır. İbrânîce'deki aslı Ezra'dır ve "yardım" (Tanrı'nın
yardımı) anlamımı (mektedir. Eski Ahid'in Grekçe ve Latince tercümelerinde onun
ismi Esdras olmak geçer. Kitâb-ı Mukaddes'te kendi adını taşıyan bir bölüm de
bulunan Üzcyiı, hu rada "kâhin, yazıcı, Rabb'in emirlerinin ve İsrail'e
olan kanunlarının sö/lt'iüim yazıcısı, İsrail'in Allah'ı Rabb'in vermiş olduğu
Musa'nın şeriatında zeyrek İm yazıcı, gökler Allah'ının şeriatının yazıcısı,
Allah'ı Rabb'in eli ü/erinde ol un, Al lah'ın inayet eli üzerinde olan"
ifadeleriyle anılır. [92] Fıırs kınlı Aı lalı şaşta (Artaxerxes)
zamanında [93] yaşamış olup, soyu Hiiııııı'a kadar
çıkmaktadır. Anılan krat tarafından, yahudi cemaatinin dunıımıykı i İyili
araştırma yapmak, onlara Allah'ın şeriatına riayet etmelerini öğütlemek ve
muhalin hizmeti için gerekli malzemeyi sağlamak üzere Yeruşalim'e (Kudüs)
gönderi I iniştir.
Üzeyir'İn Tevrat'ın
yeniden ihyası hususundaki çaba ve faaliyeti, yahudi ve hıristiyanların yanı
sıra Kitâb-ı Mukaddes 'le ilgili bilimsel eleştiri faaliyetlerine katkı
sağlayan araştırmacılar tarafından da kabul edilmektedir. Tevrat'ın ilâhî şeriat
olarak Yahudilik'te özel bir önemi haiz olması, onun redaksiyonunu yapıp İlân
eden Üzeyir'in de mevkiini yükseltmiştir.
İslâmî kaynaklarda,
yahudilerce -henüz kendisi hayatta iken- Üzeyir'in Allah'ın oğlu olarak
nitelenmesi konusunda başlıca iki rivayetle karşılaşılmaktadır. Bunlardan
birine göre, önceleri Tevrat'a bağlı olan İsrâiloğulları, zamanla Tevrat'a
göre yaşamayı terkeder olmuşlar, bunun sonucu olarak ilâhî bir ceza olmak üzere
Tevrat hafızalardan silinmiş, onun muhafaza edildiği Tabut da (Ahid Sandığı)
ellerinden alınmıştı. Buna çok üzülen Üzeyir, kendisine Tevrat'ı yeniden öğretmesi
için Allah'a yalvarıyordu. Yine böyle bir dua esnasında Tanrı onun hafızasına
Tevrat'ı tekrar yerleştirdi. Çok bilgili bir kimse olarak tanınan Üzeyir Tevrat'ı
kavmine de öğretince onlar nezdinde daha bir itibar kazandı. Bazıları "Üzeyir
Allah'ın oğludur" diyecek kadar ileri gittiler.
Diğer rivayete göre
ise, Amâlika kavmi yahudilere saldırarak bir kısmını öldürmüş ve ellerindeki
Tevrat'ı almışlardı. Geride kalanlar, Tevrat kitaplarını dağlara gömüp o
bölgeyi terkettiler, O sıralarda henüz genç olan ve dağlarda ibadetle meşgul
bulunan Üzeyir'in Tevrat'ı en iyi bilen kişi olduğu anlaşılınca, o, mevcudu
olmayan Tevrat'ı kaleme aldı. Ülkeyi terkeden bilginler geri dönüp de gömdükleri
Tevrat'ı Üzeyir'in kaleme aldığı ile karşılaştırdıklarında arada hiçbir fark bulunmadığını
görünce "Allah bunu sana ancak O'nun oğlu olduğun için verdi" dediler.
Bunlar, Üzeyir'in
yaşadığı dönemle ilgili rivayetlerdir. Bir de, bu sözün ya-hudilerden bir kişi
veya bir topluluk tarafından Hz. Peygamber'le yaptıkları bir konuşma sırasında
söylendiğini belirten rivayetler bulunmaktadır,
Yahudiler Kur'an'daki
bu ifadenin kendilerine ait olmadığını ileri sürerler. Esasen İslâmî
kaynaklarda da bu sözün bütün yahudiler tarafından benimsenmiş olmayıp,
içlerinden sadece bir kişi veya grup tarafından söylendiği belirtilmektedir. [94]
Eski Ahid Üzeyir'in
Allah'ın oğlu olduğu fikrinden hiçbir şekilde söz etmemekle beraber, Üzeyir'in
yahudi geleneğinde oldukça önemli bîr şahsiyet olduğu dikkate alınınca, gelenek
İçerisinde, en azından belli bir yerde, belli bir zamanda ilâhlık mertebesine
yükseltilmiş olması uzak bir ihtimal sayılmaz; İbn Ha?,m'ın Yemen yahudilerinin
Üzeyir'e Allah'ın oğlu dedikleri yönündeki rivayeti de bu ihtimali desteklemektedir. [95]
Bu bilgi ve
ihtimallerin doğruluk derecesi bir yana, İslâmî kaynaklarda Üzeyir dönemiyle
ilgili olarak yer alan rivayetlerin asıl kaynağının Medine yahudile-ri olduğu
dikkate alınırsa[96]âyetin açıklanmasında, Hz.
Peygamber'le yaptıkları bîr görüşme esnasında bazı yahudilerin bu sözü söylemiş
oldukları rivayetinin esas alınması daha uygun görünmektedir. [97]
Hıristiyanların Hz.
isa'yı Allah'ın oğlu olarak nitelemeleri ise sadece Resû-Mlah döneminde
karşılaşılan bir durum değildir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden İtibaren
Hz. îsâ Tanrı'nın oğlu olarak kabul ediliyordu ve günümüzde de Hıristiyanlık'ta
hâkim anlayış onun teslis inancının bîr öğesini oluşturduğu yönündedir. [98]
Müfessirler,
"kendilerinden Önceki inkarcılara benzeyenlerin kimler olduğu hakkında
değişik yorumlar aktarırlar. Bunlardan birine göre, hıristiyaıılar yahudi-lere
benzemektedir. Âyetteki ifade akışına daha uygun görünen yoruma göre ise, gerek
yahudİler gerekse hıristiyanlar âyette belirtilen tutumlarıyla, melekleri Allah'ın
kızları olarak niteleyen veya putları Allah'a ortak koşan inkarcılara benze-miş
olmaktadırlar. [99]
"Allah onları
kahretsin!" şeklinde çevirdiğimiz cümle bir beddua ve lanetleme
İfadesidir. Arap dilinde bu cümle çok iyi veya çok kötü bİT durum karşısında
duyulan hayreti belirtmek İçin de kullanılır. [100] Âyette bu anlamın kastedilmiş olması da
muhtemeldir. Buna göre, anılan inanç gruplarının böylesine önemli bir konuda
ne kadar basiretsizce davrandıklarına ve gelişigüzel sözler söylediklerine
dikkat çekilmiş olur. Bir insan kendi elinden bir şey gelmediği için haksız ve
kötü davranışından ötürü birilerini Allah'a havale etmek istediğinde bu
cümleyi kullanırsa, buna "Allah'ından bulsun!" şeklinde de mâna
verilebilir; bazı meallerde de, belirtilen cümle böyle tercüme edilmiştir;
fakat burada sözü söyleyenin yüce Allah olduğu dikkate alınırsa bu tercümenin
isabetli olmadığı anlaşılır. [101]
31. Burada
yahudi ve hıristiyanların Allah'ı bırakıp da insanları rab edinmeleri
eleştirilmektedir. Yahudiler bakımından bu kimseler onların din bilginleridir. [102] Hıristiyanlar
bakımından ise bu kimseler onların rahipleri ve özellikle Hz. îsâ'dır. Âl-İ
İmrân [103] ve Yûsuf (12/39)
sûrelerinin ilgili âyetlerinde olduğu gibi burada da hem "ulûhiyyet
birliği" hem de "rubûbiyyet birliği", yani Tanrı ve rab olarak
tek bir varlığa inanıp bağlanmanın kaçınılmazlığı üzerinde durulmaktadır. [104] Bir başka anlatımla, "Rab edinme"
ifadesini içeren bu âyetlerde yahudilerin ve hıristiyanların din âlimlerini ve
din adamlarını T;ııırı edindikleri yani onlara taptıkları değil Tanrı benzeri
bir otorite tanıdıkları ifade edilmiş olmaktadır. Nitekim Adî b. Hatim ile Hz.
Peygamber arasında bu âyet hakkında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet
olunmuştur:
- "Yâ Resûlellah!
Biz onlara kulluk etmiyorduk ki.
- "Peki, onlar size istediklerini helâl
istediklerini haram kılıyorlar ve siz de onlara uyuyor değil miydiniz?"
- "Evet."
- "İşte burada
söylenen de odur"[105]
Ruhban rahip
kelimesinin çoğuludur. Rahip sözlükte "korkan" anlamına gelir.
"Allah korkusu içine yerleşmiş ve dışına vurmuş, kendini Allah'a kulluk
etmeye hasretmiş kişi" anlamında olmak üzere hıristiyan din adamlarına bu
ad verilmiştir. [106] Hıristiyanlık'ta kutsal
ruhbanlık sakra-mentİ, hıristiyan tebliğinin îsâ tarafından havarilere
devredilmesi geleneğine kadar çıkarılır. Ruhbanlık sırrının Yeni Ahid'deki
zeminine delil olarak Mesih'in insan ve Tanrı arasında ara bulucu konumu
gösterilir. Kilisenin başı olan Mesîh yetkilerini havarilere, havariler de din
adamlarına aktarır. Mesih'in temsilcisi olarak seçilen din görevlileri üç rütbe
altında toplanabilir: Piskopos, rahip (veya Papaz), diyakos (papaz yardımcısı).
Bunların atanmasında belirli kural ve usuller vardır. Kardinal adı verilen din
adamları grubu yüksek dereceli piskoposlardan oluşur ve bir anlamda kilisenin
en üst düzeydeki genel kurulunun temsilcileridirler. Piskoposların üzerinde
yer alan papalık kurumu, temel bir hiyerarşi olmaktan çok, idari bir görev
mahiyetindedir. Papa bütün kiliselerin başı, isa'nın Petrus aracılığıyla vekili
ve Roma piskoposudur. Ortodokslar arasında yetkileri en geniş piskoposlara ise
patrik ve metropolitan unvanları verilir. Özellikle reform kaynaklı bazı kiliseler
ibadet için özel din adamlarının varlığını gerekli görmezken, çoğu kiliseler,
kökenini Yeni Ahid'e çıkardıkları din görevlilerini kilisenin varlığı için
zorunlu sayar. Katolik ve Ortodoks kiliselerine göre din adamlarının görevleri
ve hiyerarşisi ilk havarilerden günümüze kadar değiştirilmeden gelmiştir;
bugünkü hiyerarşisi de dünyevî kurallara göre belirlenmiş olmayıp "hıro
divino"ya (İlâhî karara) dayanır. Protestanlar ise din adamlarının
kutsiyetine inanmazlar. Onlara göre Yeni Ahid'de birtakım görevlilerden söz
ediliyorsa da tarihî şartların gerektirdiği durumlara göre bu görevlileri değiştirme
imkânı her zaman vardır. Bununla birlikte Protestan kiliselerinin bir bsmı
(CaJvincİler, İsveç Lutherciliği ve Anglikan kilisesi) geleneksel din
görevlileri anlayışını herhangi bir kutsiyet atfetmeden uygulamaktadır. [107]
Kur'an'da hıristiyan din adamlarından bazı erdemleri ve özellikle tevazulan
sebebiyle olumlu biçimde söz edildiği görülürse de[108]
ruhbanlık anlayışı ve bu kavramın peygamber olmayan kişilerin ilâhî yetkilerle
donatılmış gibi gösterilmesine alet edilmesi tasvip edilmez. Nitekim bu âyette
ruhbanlarca istismar edilen dinî otoritenin hıristiyan toplumu üzerindeki
olumsuz etkilerine işaret edilerek yahudıler gibi hıristi yani arın da zamanla
rahiplerini ve îsâ'yı kutsallaştır-dıkları belirtilmiştir. Ayrıca Kur'an'da,
ruhbanlığın aslında Hıristiyanlık'ta bulunmayıp sonradan ihdas edildiğine
işaret edilmiş, fakat Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için bazı hıristiyanlarca
başlatılan bu hareketin gereğinin yerine getirilmediğine dikkat çekilmiştir. [109]
32. Bu
âyette, herkesin kolayca tasavvur edebileceği bir benzetmeden yararlanılarak
inkarcıların bir üfleme ile ilâhî ışığı söndürme arzusu içinde oldukları, ama
Allah Teâlâ'nın buna müsaade etmeyeceği ve bu ışığı tamamlayacağı ifade
edilmektedir. Bunu İslâm meşalesinin eninde sonunda herkesi aydınlatacağı şeklinde
anlamak mümkündür. Nitekim tarihin her döneminde peygamberlerin getirdiği
vahyin parıltısından rahatsız olup onlara inananları bîr kaşık suda boğma istek
ve çabası içinde olanlar görülmüştür. Fakat bu ışık, bu tür esintiler karsısında
bazı dalgalanmalara ve zafiyetlere mâruz kalsa bile asla söndürülememiştir;
insanlığın günümüzde ulaştığı nokta da, tevhıd inancına dayalı olan bu mesajın
gitgide daha bir yaygınlık kazandığını, ilgiyle karşılandığını ve kısa bir süre
içinde bu aydınlığın bütün beşeriyeti kuşatacağım göstermektedir, [110]
33. Bütün
dinlerin üzerindeki yerini alması için Allah'ın Hz. Peygamber'i hidayet ve hak
din ile gönderdiği bildirilmektedir. Bu âyetteki "doğru yol rehberi"
diye çevirdiğimiz "hüdâ" kelimesini Kur'an, Allah'ın birliğini ve
kudıvlini gösteren açık delil ve mucizeler gibi anlamlarla açıklayanlar
olmuştur, fakai müicssir lerin açıklamaları genellikle, burada Kur'an da dahil
yüce Allah'ın vasıtasıyla insanlığa bildirdiği ve Hz. Muhammed'in
peygamberiigiyle son şeklini alan ilâhî mesajın kastedildiği noktasında
birleşmektedir. Hak din ik- kiısialilctı de, geniş anlamıyla İslâmiyet ve
Hanîflik'tir. [111]
34-35, İlk
âyette önce, yahııdi din âlimlerinden ve hıristiyan din adamlarından bir
çoğunun, dini istismar etmek suretiyle haksız kazanç elde ettiklerine ve bu
sakilde sağladıkları güçle insanları Allah'ın gösterdiği yoldan alıkoyma çabası
içinde okluklarına dikkat çekilmiştir. Bu kimselerin din üzerinden çıkar
sağlama-liiııylii lU'ilı olarıık, verdikleri hükümler için rüşvet almaları,
İlâhî kitapta değişik-
lik yapıp yazdıkları
tahrif edilmiş nüshaları satmaları. Allah katında duaların kabulüne aracı
olacağı izlenimi vererek bağış almaları, günah çıkarma karşılığında bir gelir
elde etmeleri ve birçok dolambaçlı yolkrta kendileri için malî kaynaklar
oluşturmaları gibi İzahlar yapılmıştır. Allah yolundan alıkoymanın şekli ile
ilgili olarak da tefsirlerde, zaman ve mekâna göre değişik çabaların
sarfedildiğine dair açıklamalar yer alır. [112]
Âyette daha sonra, topluma iyi örnek okcak yerde kişisel İhtiraslarını bütün
değerlerin üstünde tutan bu din temsilcileriyle birlikte, Özellikle o günkü
şartlarda- temel iktisadî mübadele araçları olan altın ve gümüşü stok ederek
ekonomiyi pörsüten ve böylece toplumun çeşitli mahrumiyetlere mâruz kalmasına
sebebiyet veren kimselerin de acı veren bir azaba çarptırılacakları
bildirilmiştir, Müteakip âyette de, bu cezanın ne kadar ağır olacağını
gösteren bir tasvire yer verilmiştir. 34. âyette, Allah'ın hoşnut olacağı
yollara harcamak üzere mâkul birikim sağlayan kişilerin bu kapsamda
düşünülmemesi için konan özel kayıttan, burada, iktisadî hayatın canlılığını
sağlayan mübadele araçlarını sırf kişisel servetlerini artırma amacıyla kilitleyenlerin
kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu ifadenin tefsiri sırasında Hz. Peygamber'e ve
sahâbîlere atfen zikredilen birçok rivayet de, başta zekât ödemeleri olmak
üzere gereken vecîbeleri ihmal etmeksizin ve başkalarının haklarından
arındırarak servete sahip olmanın buradaki yergi ifadesinin kapsamında
olmadığını göstermektedir. İbn Âşür, esasen âyetin bu konuya sırf servet
sahibi olma ve mal stok-lamayı yerme veya hayır yollarına harcama yapmayı övme
bağlamında değinmediğini, âyetteki tehdit ifadesinin harcama yapmaksızın
(ekonominin tıkanmasına yol açacak tarzda) servet biriktirmeyle ilgili olduğunu
belirtir. [113]
36. Doğrusu Allah'a
göre ayların sayısı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına uygun
olarak on ikidir; bunlardan dördü haram aylardır. İşte doğru olan hesap budur. O
aylarda kendinize zulmetmeyiniz, müşrikler sizinle topyekün savaştıkları gibi
siz de onlarla topyekün savaşınız. Biliniz ki Allah buyruklarına karşı
gelmekten sakınanlarla beraberdir. 37. (Haram aylan) ertelemek, inkarcılığı
artırmaktan başka bir şey değildir, inkarcıların daha da sapmasına yol
açmaktadır. Onlar ayların sayısını Allah'ın yasakladığı aylara uyarlamak
üzere, bu ertelemeyi bir yıl helâl bir yıl haram sayıyorlar ki, böylece
Allah'ın haram kıldıklarını meşru hâle getirsinler. Bu yaptıkları kötü işler
kendilerine güzel görünüyor. Allah inkarcılar topluluğunu doğru yola iletmez. [114]
36-37. Hz.
İbrahim ve İsmail'in şeriatındakine uygun olarak Câhiliye dönemi Arapları da
yılın dört ayım kutsal sayarlar, bu inanışa saygmın bir işareti olarak
savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlardı. Zilkade, zilhicce, muharrem ve
re-cebden oluşan bu aylar haram aylar (el-eşhuru'l-hurum) diye anılırdı.
Bununla birlikte bazı kabileler bu dört aya bir dört daha ekleyerek sekiz ayı
haram sayarken, diğer bazıları aylar arasında faik gözetmiyordu. Aynı şekilde,
belirli kabileler arasında yaşayan hiristiyanlar da haram ayların saygınlığını
kabul etmiyorlardı. Bu anlayışı benimseyenlerin haram aylarla ilgili bir
taahhütleri olmadığından, diğer kabileler onlara karşı dikkatli davranmak
zorundaydı. Her türlü çatışmanın haram sayıldığı bu aylarda meydana gelen
savaşlara, dinî yasaklar çiğnendiği için "ficâr savaşları" denmiştir.
Câhiliye dönemi
Araplar'ınm bir kısmı geçimlerini soygunculuk, çapulculuk, yağma ve talan ile
sağladığı gibi, aralarında kan davaları ve iç savaşlar da eksik olmuyordu. Bu
nedenle haram ayların kurallarına uymakta zorlanıyorlardı. Zira on hir, on iki
ve birinci aylar olan zilkade, zilhicce, muharrem peş peşe geldiğinden iiç ay
süresince bu aylarla ilgili yasaklara uymak oldukça güç geliyordu. Ayrıca,
k;ınıerî takvimde aylar güneş takvimine göre bir önceki yıldakinden on bir gün
Ön-lv geldiği için, zilhiccenin belirli günlerinde yapılan hac merasiminin
değişik mevsimlere rastlaması çıkarlarına uygun düşmüyor; haccı havanın mutedil
ve ti-> iuî ortamın müsait olduğu gün veya aylarda yapmak istiyorlardı. Bunu
sağlayabilmek için de her altı ayda bir hafta olmak üzere iki yılda bir ay
kazanmaya o yılı on üç aya çıkarıyorlar, haram aylardan üçünün peş peşe
gelmesini ön-It'iıiı'k amacıyla da söz konusu dört haftayı ikinci yılın sonuna
ekleyip o yılı on üç ay olarak kabul ediyorlardı. Böylece muharrem ayı safer
ayının yerine kaydırılmış, dolayısıyla bütün aylar bulunmaları gereken yerden
bir ay geriye atılarak haram ayların yerleri değiştirilmiş oluyordu. Bazan da
savaş günlerinde meselâ receb ayı girerse onu helâl sayıp haramlığı şaban
ayına, savaş muharrem ayına denk gelirse haramlığı safer ayına tehir ediyorlar,
böylece o yıl muharrem ve receb yerine şaban ve safer ayları haram aylardan
sayılmış ve haram ayların sıralaması değişmiş oluyordu. Bu uygulamaya, erteleme
anlamına gelmek üzere nesi' deniyordu. [115]
İşte bu âyetlerde,
Allah'ın evrende var ettiği düzene göre ayların sayısının on iki olduğu
belirtilmiş, bunlardan dördünün özel hükümleri olduğu hatırlatılıp bu
düzenlemeye aykırı davrananların asıl kendilerine yazık etmiş olacaklarına
dikkat çekilmiş ve aylarla ilgili bu nizam üzerinde nesî' adıyla yapılan
oyunlar ve mani-pülasyonlar şiddetle kınanmıştır. Bu sûrenin 5. âyetinde geçen
"el-eşhürü'l-hu-rum" ifadesiyle de bu dört ayın kastedildiği görüşü
bulunmakla beraber, bu görüş bazı noktalardan eleştiriye açık görünmektedir. [116]
Kur'ân-ı Kerîm'in başka dört âyetinde de "haram ay" kavramı tekil
olarak yer almıştır. Bunlardan Bakara sûresinin 194. âyetinde haram ayın haram
ayar karşılık olduğu, aynı sûrenin 217. âyetinde haram ayda savaşmanın büyük
günah olduğu, Mâide sûresinin 2, âyetinde bu aya karşı saygısızlık edilmemesi
gerektiği ve Mâide 5/97'de hürmete lâyık bir mâbed olan Kabe ile birlikte haram
aym da insani arın iyiliğine vesile kılındığı belirtilmiştir.
Tefsir ve tarih
kaynaklarında, haram aylarla ilgili hükümlerin hac ibadetiyle birlikte Hz.
İbrahim zamanında konmuş olduğu, insanlann bu aylarda sağlanan güven ortamı
içinde (zilkade, zilhicce ve muharrem aylarında) hac ibadetini ve yedinci ay
olan receb ayında muhtemelen umre ziyaretini rahatça yaptıkları, Mekke ve
çevresinde oturanların da bu vesileyle geçimlerini sağladıkları, fakat zamanla
bu hükümlerin temel amacından uzaklaştırıldığı kaydedilmektedir. İslâmiyet'in
gelmesiyle bu konudaki düzenlemeler yeniden aslî hüviyetine kavuşturulmuştur.
Şu var ki, bu konuda farklı yorumlanmaya elverişli âyet ve hadislerin bulunması
sebebiyle İslâm âlimleri arasında haram aylarla ilgili yasakların devam edip
etmediği hususunda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bu görüş ayrılıkları
bir yana, Kur'an'da yer alan bu yasak hükmünün İslâmiyet'in milletlerarası
ilişkilere bakışını ortaya koyan diğer delillerle birlikte değerlendirilmesi
halinde şöyle bir sonuca varılması mümkündür: Milletlerarası ilişkilerde
barışı esas alıp yeryüzünde her türlü haksızlık, bozgunculuk ve tahakkümü
yasaklayan[117] İslâmiyet, savaşın bir
insanlık realitesi olduğunu göz ardı etmemiş, savaşın tahribatını en aza
indirecek önlemler almaya çalışmıştır. Bu çerçevede, İslâmî düşünce sistemi
içinde, yılın üçte birini meydana getiren bir sürenin savaş karşıtı duygu ve
düşüncelerle geçirilmesine yer verilmiş olması, ihmal edilen birtakım İnsanî
değerlerin hatırlanıp yaşatılmasına ve bu konuda kamuoyu oluşturulması için
belli günlerin veya haftaların ayrılmasına önem verilen zamanımızda daha bir
dikkat çekmekte ve anlam kazanmaktadır. [118]
Tefsirlerde bu
âyetlerin iniş sebebi ile ilgili özel bir rivayet yer almamakla beraber,
Derveze, Tebük Seferi'nin nesî' uygulaması neticesinde isim olarak re-ceb ayına
denk gelmiş olması karşısında ortaya konan itirazları red ve bunun gerçek
receb ayı olmadığına dikkat çekme sadedinde inmiş olabileceğini belirtir. [119]
"Doğru olan
hesap" şeklinde tercüme ettiğimiz "ed-dînü'1-kayyiin" tamlamasına
"en doğru hüküm" ve "en doğru din" anlamı da verilmiş,
sonuncu anlam İbrahim ve İsmail peygamberlerin dini veya uydukları kural
şeklinde açıklanmıştır. [120] "O aylarda
kendinize zulmetmeyin" ifadesinde haram ayların kastedilmiş olduğu kanaati
hâkim olmakla beraber, bunları senenin bütün aylan şeklinde anlayanlar da
olmuştur. [121]"Müşrikler sizinle
topyekün savaştıkları gibi siz de onlarla topyekün savaşın" ifadesini
içermesi dolayısıyla 36. âyet de genellikle müfessirler tarafından 5. âyette
olduğu gibi seyf (kılıç) âyeti olarak nitelenmiş ve müşriklerle ilişkilerde
tolerans ve kolaylık gösterme veya kendi hallerine bırakma buyruğunu içeren
bütün âyetleri yürürlükten kaldırmış olduğuna hükmedilmiştir. Derveze'nin bu
konunun Kur'an'in genel ilkeleri ışığında değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin
görüşünü ve bu izah tarzı ile ilgili kanaatimizi 5. âyetin tefsiri sırasında
açıklamıştık. Dervır/o bu âyeti yorumlarken aynı görüşü tekrar etmekte, aynca
buradaki i iade ile 31, âyette Allah'a ortak koşan Ehl-i kitap mensuplarının da
"müşrik" nitelemesine da hil edilmiş olduğuna dikkat çekmektedi. [122]
"Ertelemek"
şeklinde tercüme ettiğimiz, 37. âyetin ilk cümlesindeki nesi1 kelimesine
"ilâve yapmak" anlamı da verilebilir. [123]
38. Ey iman edenler!
Sîze ne oldu ki "Allah yolunda seferber olun" denilince yerinize
çakılıp kaldınız; yoksa âhiretten vazgeçip de dünya hayatıyla yetinmeye razı
mı oldunuz? Halbuki dünya hayatının sağladığı fayda âhiretinki-ne göre pek
azdır. 39. Eğer toplanıp seferber olmazsanız AUah sizi elem veren bir azapla
cezalandırır, yerinize başka bir topluluk getirir ve siz O'na zerrece zarar
veremezsiniz. Allah'ın her şeye gücü yeter. 40. Siz Peygamber'e yardımcı
olmasanız da Allah ona mutlaka yardım edecektir. Nitekim inkarcılar iki kişiden
biri olarak onu yurdundan çıkardıklarında Allah ona yardım etmişti: Hani onlar
mağaradaydılar; arkadaşına "Tasalanma, Allah bizimle beraberdir"
diyordu. Derken Allah ona kendi katından bir güven duygusu indirdi, sizin
göremediğiniz askerlerle onu destekledi ve inkarcıların sözünü değersiz hâle
getirdi. Allah'ın sözü ise en yücedir, Çünkü Allah mutlak galiptir, hikmet
sahibidir. 41. Kolay da olsa zor da olsa sefere çıkın ve mallarınızla
canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz, bu sizin kendi
iyiliğinizedir. [124]
38-41. Bu
âyetlerden itibaren sûrenin sondan ikinci âyetine kadarki bölümün ana konusu
Tebük Seferi'dir. 29. âyetin tefsiri sırasında belirtildiği üzere, bu sıi renin
nâzii olduğu dönemde müslümanlarla Suriye bölgesinde ve Medine-Şam yo lu
üzerinde bulunan Bizans hakimiyetindeki hıristiyan Araplar arasında gergin İm
durum yaşanmaktaydı. Siyer, tarih ve tefsir kaynaklarındaki yaygın bilgilere 630
yılının sonbaharında, Bizans'ın bazı hıristiyan Arap kabilelerin i de yanına
ahirak Medine'yi kuzeyden istilâ edeceği haberi Resûlultah'a ulaşmıştı.
Şam-Medine arasında gidip gelen tacirler vasıtasıyla bu haber öylesine
yaygınlık kazanmıştı ki. Medine'de büyük bir gürültü kopsa müslümanlar
birbirlerine "Yoksa Gassânîler mi saldırdı?" diye sorar hale
gelmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sefer hazırlığına başladı. O sırada
mevsim sıcaktı, kıtlık ve kuraklık yaşanmaktaydı. Şartların ağırlığı sebebiyle
Hz. Peygamber -daha önceki seferlerde alışılandan farklı olarak- hedefi
açıklamayı tercih etti ve Bizans'la savaşın söz konusu olabileceğini bildirdi.
Kıtlık ve benzeri sıkıntılardan dolayı bu seferin hazırlık dönemine "zorluk
zamanı" (sâatü'1-usra), hazırlanan orduya da "zorluk ordusu"
(ceyşü'1-usra) denmiştir. [125]
Tebük Seferi'nin
hazırlık aşamasında, -müteakip âyetlerde değinileceği üzere- münafıklar halk
arasında olumsuz propaganda yaparak hazırlıkları baltalamaya çalışıyorlardı.
İşte bu âyetlerde şartların zorluğundan ve bu tür propagandalardan etkilenerek
başlangıçta yavaş davranan müslümanlara bir uyarıda bulunulmuştur. 38. âyette
hitap genel olmakla beraber daha ileride gelen âyetlerden, burada
eleştirilenlerin, iman zaafı içinde bulunan bazı yeni müslüman olmuş kimseler,
bedevîleT ve münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an'da belli bir kesimi ifade
etmek üzere genele hitapta bulunma tarzındaki mecazların kullanımı yaygındır. [126] İbn
Atıyye'ye göre, buradaki kınama ifadesi sadece kıısten sefere katılmayanlar
hakkındadır. [127]
İlâhî ikaz üzerine
müslümanlar bu tür bozgunculuklara aldırış rlıııeden Re-sûluîlah'ın çağrısına
yürekten icabet edip orduya büyük bir malî deslek mıhladılar. Kaynaklar
özellikle Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Abdurrahman b Av!, Talha, Abbas ve Âsim
b. Adî gibi sahâbîlerin özverili ve Kur'an'ın çağrışımı yöııülden uyma
hususunda diğer müslümanlara örnek olan davranışları hakkımdı ayrıntılı olaylar
nakletmektedir; bu bilgiler arasında kadınların süs ve takılanın nvrek bu bağış yarışına katıldıkları da yer
almaktadır. Bu hazırlık esnasında yılırklerin.de ilâhî çağrıya koşmanın
heyecanını yaşayan ve orduya maddî destek sîij;l;ıına veya bizzat sefere
katılma arzusu ile yanıp tutuşan fakat imkânsızlıkları sebebiyle bunu gerçekleştiremeyen
samimi müminlerin hüzünlenmeleri ve göz yaşı dökmeleri Re-sûlullah'ın ve
ashabının duygulu anlar yaşamalarına yol açmıştır.
Bu hazırlıklardan
sonra Hz. Peygamber yaklaşık 30.000 kişilik bir orduyla hicretin 9. yılı Receb
ayında[128] bir perşembe günü
Medine'nin kuzeyba-lı istikametimle, bugün Suudi Arabistan sınırlan İçinde ve
Ürdün'ün güney sınırına yakın bir yerde bulunan Tebük'e doğru hareket etti. Bu
onun büyük bir ordunun başında kumandan olarak katıldığı son seferdir.
Tebük'e ulaşan ordu
orada yirmi gün kaldı. Bu süre içinde Bizans ordusu ve müttefikleri
görünmediler. Hz. Peygamber, Dûmetülcendel ve Eyle hükümdarlığı, Cerbâ ve Ezruh
ahalisi ile cizye anlaşması imzalayarak onları vergiye bağladı. Böylece
miislümanlar, o bölgede geniş bir alanda hâkimiyet kurmuş ve düşmanın gözünü
korkutmuş olarak zaferle Medine'ye döndüler. Bu sefer, hicretin 9 ve 10.
yıllarında Medine'ye gelerek Hz. Peygamber'e biat eden elçi heyetlerinin bir
kısmının bu bölgeden olması sonucunu doğurduğu gibi, Resûlullah'm vefatından
sonra onun halifeleri tarafından gerçekleştirilen fütuhat hareketleri için bir
açılış ve başlangıç olmuştur. [129]
40. âyette, Hz.
Peygamber'in hayatında ve İslâm'ın tebliği sürecinde önemli bir dönüm noktası
olan Mekke'den Medine'ye hicret olayından bir kesite gönderme yapılarak
müslümanlar ilâhî yardımın mânası ve değeri üzerinde düşünmeye çağrılmaktadır.
Hicret öncesinde müşriklerin komplo hazırlıklarına temas eden bir âyet
bulunmakla beraber. [130] Kur'an'da Resûlullah'm Medine'ye hicret etmesi
olayına açık biçimde değinen yegâne âyet budur.
Hicret kelimesi İslâmî
terminolojide daha çok Resûlullah'm ve ona İnananların Mekke'den Medine'ye göç
etmeleri için kullanılmıştır. Hicretle, Resûlullah'm ve ona ilk İnanan
müslümanlann acı ve sıkıntılarla dolu on üç yıla yakın bir süre Mekke'de
geçirdikleri ilk tebliğ dönemi noktalanmış ve onlara kucak açan Yesrib şehrinde
İslâm tebliği için yeni bir sayfa açılmıştır. Bu şehir halkından Müslümanlığı
kabul edenlerin Hz. Muhammed'e gösterdikleri samimi sevgi ve İlgi, şehrin ona
nispet edilmesine kadar varmış ve "Medînetü'r-resûl" (Peygamber'in
şehri) tarzındaki bu ilk kullanım zamanla şehrin adının Medine şeklinde değişmesi
sonucunu doğurmuştur.
Mekkeli müşriklerin
kutsal görevinden vazgeçirmek ve kendisine gönülden bağlanan müminleri
sindirmek İçin başvurdukları her türlü baskı ve eziyete karşı göğüs geren Hz.
Muhammed, peygamberliğinin on birinci yılından itibaren dışarıdan gelen
yabancılara İslâmiyet'i anlatmaya başlamış, 620 yılında Mekke-Mina yolu üzerinde
Akabe mevkiinde Yesribli altı kişi müslüman olmuştu; 621 yılında aynı şehirden
on iki kişi, bir yıl sonra da ikisi kadtn olmak üzere yetmiş beş kişi
belirtilen yerde Resûhıllah'a biat etmişlerdir. İslâm tarihinde Akabe biatları
olarak bilinen bu anlaşmalar Yesrib'deki müslüman varlığının temelini
oluşturmuş ve Mekke'deki müslümanlann buraya davet edilmesine zemin
hazırlamıştır.
Mekkeli mazlum
müslümanlann bu çağrıya uyabilmeleri için bir süre Allah'tan izin gelmesi
beklenmiş, nihayet peygamberliğinin XIII. yılı zilhicce ayı sonlarında
Resûlullah'ın verdiği şu müjdeli açıklaması ile hicret başlamıştır: Artık sizin
hicret edeceğiniz şehrin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana
gösterildi. Mekke'den çıkmak isteyenler Yesrib'e gitsinler, orada müslüman
kardeşleriyle kaynaşsınlar. Allah Teâlâ onları size kardeş yaptı, beldelerini
de sizin için güven ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı.
Müslümanların gruplar
halinde Mekke'den ayrılıp Medine'ye gidişleri müşrikleri telâşlandırmıştı.
Enfâl sûresinin 30. âyetinin tefsiri sırasında açıklandığı üzere, toplanıp bu
konuda alınması gerekli önlemleri tartıştılar. Ortaklaşa düzenlenecek bir
suikastla Hz. Peygamber'i Öldürmeye karar verdiler. Resûlullah vahiy ile bundan
haberdar edildiği için Hz. Ebû Bekir'e uğrayıp hicret için hazırlık yapmasını
söyledi. Kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine vermesi için Hz. Ali'ye
bıraktı ve geceleyin kendi yatağına onu yatırarak evinden çıktı. Ebû Bekir'le
buluşup Mekke'nin güneyinde ve Mekke'ye 5 mil mesafede bulunan Sevr dağındaki
bir mağaraya sığındılar. Bu sebeple İslâm tarihinde önemli bir hâtırası olan bu
mağara "Sevr mağarası" diye meşhur olmuştur.
İşte 40. âyette bu
mağarada Resûlullah'ın saklandığı ve bu esnada saıhvr hu arkadaşının bulunduğu,
onun da düşmanın takibinden büyük endişe duyduğu, ama Hz. Peygambcr'İn Allah'ın
yardım edeceğine güvenerek metanetini kuruduğu İm tırlatılmaktadır. Âyette Hz.
Ebû Bekir'in adı geçmemekle beraber laıilıî İnildet, bu kişinin o olduğunu
kesin biçimde ortaya koymaktadır. Konuyla ilgili şivemin rivayetler, Hz. Ebû
Bekir'in bu yolculukta ve özellikle sığındıkları ııiiip.jtnıılii jv çirdikleri
üç gün boyunca Resûlullah'm üzerim1 titreyen davranışliiııylii onu olan
bağlılığının ne kadar İçten olduğunu göstermektedir. İşte Kur'an'm 11/ I'.imi
\k kir'in Hz. Peygamber'e olan bu eşsiz sadakalini dolaylı olarak öviuom onun
İsla mî literatürde "yâr-ı gar" (Resûlullah'ın mağaradaki can
yoldaşı) diyı- anılmasını sağlamıştır. Bununla birlikte âyette, Hz. EbO Ik'kir
gibi mutlak teslimiyet sahibi ve yüce Allah'ın her şeye kadir olduğuna yürekten
inanmış bir kişinin bile ümitsizliğe veya endişeye kapıldığı fevkalâde kritik
bir durumda resulüne güven duygusu veren ve ona umulmadık destekler sağlayan
Cenâb-ı Allah'ın, bu defa da ona Te-biik Seferi'nde basan nasip edeceğinden
kimsenin kuşku duymaması gerektiği ha-lıılatılmakta ve sefer hazırlıklarında
gevşeklik gösteren müminler uyarılmaktadır. Ayın âyette, bir taraftan Allah'ın
sözünün yani İslâm mesajının hep en yüce kalacağı ve inkarcıların iddialarının
eninde sonunda boşa çıkacağı müjdesi verilerek İslâm meşalesinin
söndürülebileceği endişesine mahal bulunmadığının altı çizilmiş, diğer taraftan
da iman mücadelesinde asla gevşek davranmaksızın sorumluluk bilincinin daima
zinde tutulması için çağrıda bulunulmuştur; bu iki husus, İslâmiyet'te Allah'a
dayanıp güvenme ruhunu hiç kaybetmeksizin kul planında herkesin üzerine düşeni
yapması ve bu dengenin daima korunması gerektiğine dikkat çekme açısından
oldukça manidardır. "Allah'ın sözü" diye çevirdiğimiz
"keliıne-tullah" tamlamasına, "Allah'ın dini, birliği, kelime-i
tevhîd"[131] "O'nun İslâm'a
çağrısı"[132] gibi mânalar da
verilmiştir.
Âyette belirtilen
mağara arkadaşlığı üç gün sürdü. Bu arada, Hz. Ebû Bekir'in yaptığı plan
doğrultusunda oğlu Abdullah gündüz halkın arasına giriyor, gece de mağaraya
gelip konuşulanları aktarıyordu. Çobanlık yapan Âmir b. Füheyre de koyunlarını
Sevr mağarası yakınlarında otlatıyor ve geceleri gelip onlara süt veriyordu.
Diğer taraftan, Hz. Peygamber'i evinden çıkarken öldürmeleri için görevlendirilen
on kişi sabah hava iyice aydmlanana kadar beklemişler, sonra dışarıdan gelen
birinin ikazı üzerine eve saldırmışlar, fakat orada Hz. Ali'den başkasını bulamayınca
şaşırmışlardı. Bunun üzerine Mekke yönetimi Hz. Peygamber'i ve arkadaşı Ebû
Bekir'i ölü veya diri yakalayıp getirene 100 deve ödül vereceğini duyurdu.
Gerek ödülü kazanmak isteyen gerekse İnanç açısından düşmanlık duyan kalabalık
bir müşrik topluluğu Hz. Peygamber'i aramaya çıktı. Bunlardan bir grup mağaranın
yakınma kadar gelmişlerdi; konuşmaları içeriden duyuluyordu ve ayakları
görülüyordu. Eğilip baksalar belki onları göreceklerdi. İşte bu sırada, konumuz
olan âyette işaret buyunılduğu üzere Hz. Ebû Bekir'in "Ey Allah'ın Resulü!
Yaklaştılar, bizi görecekler!" sözüne Hz. Peygamber "Tasalanma, Allah
bizimle beraberdir" cevabını verdi. Bazı hadis kaynaklarında Resûlullah'ın
sözlerine şunu eklediği rivayet edilin "Ey Ebû Bekir! Düşünsene, iki
yoldaş ki Allah onların üçüncüsüdür, artık endişe edilir mi?" Siyer
kaynaklarında, mağaranın girişine bir örümceğin ağ örmüş olduğu ve oradaki
bodur bir ağacın dalları arasında da bir güvercinin yuva yapıp yumurta
bırakmış bulunduğu, bunun da müşriklerin Hz. Peygamber ve arkadaşıma mağarada
olabilecekleri ihtimali üzerinde düşünmelerini engellediği kaydedilir. Bu
rivayetlerin sıhhat derecesi ile ilgili tartışmalar bir yana, Kur'an'da kesin
olarak ifade edilen ilâhî yardımın zihinlerde canlandırılmasını sağlama amacı
güttüğü açıktır.
Üç gün geçtikten sonra
Mekkelilerin arama ve kontrol çabalan tavsamıştı. Önceden planlandığı üzere
kılavuz Abdullah b. Uraykıt develerle birlikte Sevr'e geldi. Hz. Ebû Bekir'in
azatlısı Âmir b. Füheyre de kafileye alındı ve sahil yoluna doğru hareket
edildi. Medine'ye salimen ulaşabilmek için işlek ve bilinen yollar yerine
farkh bir güzergâh seçildi ve bazan sarp dağ geçitlerinden ve bazan çöllerden
geçildi. Buna rağmen zaman zaman takibe uğradılar, sorguya çekildiler ve
tehlikeli anlar yaşadılar. [133]
Hz. Peygamber'in
Mekke'den çıkarken yatağına Hz. Ali'yi yatırması, Hz. Ebû Bekir'le önce Medine
yönüne değil güney istikametine gitmeleri ve hemen yola diişmeyip bir mağarada
geçici olarak saklanmaları, gerektiğinde düşmanı şaşırtma taktiklerine
başvurma ve can güvenliği için mümkün olan önlemleri alma açısından dikkate
şayan birer çabadır. Allah'ın Peygamber'i sıfatıyla O'nun himayesinde olduğunu
bilen Resûlullah'ın dahi insan olarak elinden gelen tedbirleri eksiksiz
alması, zafere ve başarıya ulaşmak isteyen müminler için önemli bîr örnektir.
Âyet bu hususların tasvirine girmeksizin sadece mağaraya sığınma figürüne
değinmiş, böylece tarihî araştırmalardan yararlanarak konunun bu yönü üzerinde
düşünmeye dolaylı bir çağrıda bulunmuş buna karşılık Hz. Peygamber'in beşeri
tedbirlerin tükendiği yerde Allah'a olan güvenin yitirilmemesi gerektiğini
gösteren örnek tutumuna açık bir biçimde yer verip imanlı bîr insan için
Allah'ın yardımından ümit kesmenin söz konusu olamayacağı ve Allah dilerse
umulmadık yollarla başarı ve zaferin gerçekleşeceği hatırlatılmıştır.
41. âyetteki
"hafîf" ve "sakil" kelimelerinin çoğullarından oluşan
"hıfâfen ve sikalen" ifadesi Arap dilinde birçok mânaya gelmektedir. [134] Ayete bu anlamların hepsini yükleyecek şekilde
mâna vermeye engel bulunmadığından[135] 'Laz-çok,
zor-kolay, silâhlı-silahsız, süvari-yaya, genç-ihtiyar, sağhklı-hasta
demeden" gibi uzun bir tercüme yapılabilir. Bunların hepsini kapsamak
üzere "hangi durumda olursanız olunuz" seklinde bir mâna da
verilebilir. [136] Bununla birlikte bağlam
dikkate alınarak mealinde "kolay da olsa zor da olsa" mânası tercih
edilmiştir. [137]
42. Kolay elde
edilecek bir kazanç ve kısa bir yolculuk tıkııydı ıııııtlııktı peşinden
gelirlerdi; fakat o meşakkatli yol onlara uzun geldi.Bir de kalkıp Allah'ın
adını anarak "Gücümüz olsaydı inanın ki sizinle beraber çıkardık” diye
yemin edip böylece kendilerini helake sokacaklar. Oysa Allah onların yalan
söylediklerini elbette biliyor. 43. Allah seni affetti de, doğru söyleyenler
sence belli olmadan ve kimlerin yalancı olduğunu bilmeden niçin onlara izin
verdin? 44. Allah'a ve âhiret gününe iman edenler, kendilerini mallarıyla ve
canlarıyla cihad etmekten muaf tutman için senden izin istemezler. Allah,
buyruğuna karşı gelmekten sakınanları çok iyi bilir. 45. Senden izin isteyenler
sadece, Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyenler ve kendilerini şüpheye
kaptıranlardır; onlar şüpheleri içinde bocalayıp dururlar. 46. Eğer onlar savaşa
çıkmak isteselerdi elbette bunun için bîr hazırhk yapabilirlerdi; fakat Allah
da onların sefere çıkmalarını istemedi, onları geri koydu, onlara "Oturun
bakalım diğer oturanlarla beraber!" denildi, 47. Şayet onlar sizinle beraber
çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka katkıları olmayacak ve sizi fitneye
düşürmek için aranıza sokulacaklardı; içinizde onlara kulak asacak olanlar da
vardı. Allah zalimleri çok iyi bilir. 48. Aslında onlar daha önce de fitne
çıkarmak istemişler ve senin işlerini altüst etmeye çalışmışlardı. Nihayet
onlar istemeseler de hak yerini buldu ve Allah'ın iradesi galip geldi. 49. içlerinden
"Aman bana izin ver, başımı derde sokma" diyenler de var. Ama bilmiş
olsunlar ki asıl (bu tutumlarıyla) belânın içine düşmüş oldular. Cehennem
inkarcıları mutlaka kuşatacaktır. 50. Sen iyi bir sonuç elde etsen bu onlara
üzüntü verir; ama başına bir musibet gelse, "Biz tedbirimizi önceden almıştık"
derler ve sevine sevine dönüp giderler, 51. De ki: "Allah bize ne yazmışsa
başımıza ancak o gelir, O bizim mevlâmızdır." Müminler yalnız Allah'a
güvenip dayansınlar. 52. De ki: "Sizin bizim hakkımızda beklediğiniz,
sonuç ne olursa olsun iki güzellikten biridir. Bizim sizinle ilgili
beklentimize gelince, Allah ya katından bir belâ gönderecek veya bizim
elimizle sizin cezanızı verecektir. Haydi siz akıbetimizi bekleyin, biz de
sizinle beraber akıbetinizi bekleyelim." 53. De ki: "İster gönüllü
harcayın ister gönülsüz, sizden asla kabul edilmeyecek! Zira siz günaha
gömülmüş kimseler oldunuz. 54. Yaptıkları harcamaların kabul edilmesine engel
olan esas sebep de şudur: Onlar Allah'ı ve peygamberini tanımadılar; namaza da
ancak üşene üşene gelirler ve harcamalarını gönülsüz olarak yaparlar. 55. O
halde onların malları da evlâtları da seni imrendirmesin; çünkü Allah onlara
dünya hayatında bunlarla ıviyet çektirmeyi ve canlarının da kâfir olarak
çıkmasını murat ediyor, 56. Sizden olduklarına dair Allah'a yemin de ederler,
halbuki onlar sizden değildir, fakat onlar korkak bir topluluktur. 57. Eğer
sığınacak bir yer, barınacak muhtıralar veya girilecek bir kovuk bulsalardı,
hemen koşup oraya sokulur. [138]
42-57. Bu
âyetlerde ve ilerideki birçok âyette, münafıkların Resûlullah'ın Tebük Seferi
ile ilgili karan karşısındaki tavırlarına, onlardan bu sefere katılmamak için
mazeret ileri sürenlerin ve bazı art niyetlerle sefere katılanların gerçek
yüzlerine geniş bir biçimde temas edilmekte, kendilerini mümin olarak gösteren
bu İki yüzlü insanlarla birlikte yaşamak zorunda kalan miislütnanlar onlara
karşı dikkatli ve uyanık olmaya çağrılmaktadır.
Bu sûredeki ve
özellikle bu âyetlerdeki ifadelerden anlaşıldığına göre hicretin 9. yılına
gelindiğinde, artık münafıkların Hz. Peygamber'i ve miislümanlan hafife alan
ve yaptıkları her türlü çıkışa ve saygısızlığa katlanılması gerektiğini düşünen
bir grup olmaktan uzaklaşıp, kendilerini de Medine toplumunun sadece hak sahibi
değil aynı zamanda vecîbeleri olan bir öğesi olarak görmeye başladıkları
anlaşılmaktadır. Zira Mekke'nin fethi ve İslâm davetinin yaygınlık kazanmasıyla
Resûlullah'ın konumu oldukça güçlenmiş bulunuyordu.
43. âyetin "Allah
seni affetti de" diye çevirdiğimiz ilk cümlesi genellikle "Allah seni
affetsin" şeklinde bir dua cümlesi olarak düşünüldüğü için, bu hitaptan
Hz. Peygamber'in günah işlemiş bir kimse olduğu anlamını çıkaranlar olmuşsa da
İslâm âlimleri bunun isabetsizliğini birçok delille ortaya koymuşlardır. Hatta
bazı müfessirler bu ifadenin Arap dilindeki bazı kullanımlarından hareketle yüceltme
ve değer verme anlamı taşıdığını belirtmişlerdir. [139] Fakat tercihe şayan görünen yorum, bu
cümlenin, sefere katılmaktan muaf tutulmalarını isteyen kimselerin özürlerini
insanî açıdan anlaşılabilir nedenlerle -Allah katında isabetli olmayan bir
kararla- kabul etmesi yüzünden Resûlullah'ın ahlaken sorumlu tutulamayacağını
bildiren bir bağışlama ifadesi olduğu yönündedir. Böyle bir bildirimin amacı öncelikle,
Hz. Peygamber'i, söz konusu meselede fazlaca serbest davrandığı kaygısıyla
kendini suçlamaktan kurtarmaktır. [140]
Bazı müfessirler, bir
taraftan 46. âyette münafıkların sefere katılmamalarının yine Allah'ın
iradesiyle olduğunun belirtilmesi, diğer taraftan da onların sefere katılmamak
İçin mazeretler uydurmaları yüzünden kınanmaları arasında uzlaştırıcı yorumlar
yapmaya çalışmışlarsa da bu husus âyetin basındaki ifade ve müteakip âyetle
birlikte değerlendirildiğinde fikrî insicamla ilgili bir sorun kalmamaktadır,
şöyle ki: Eğer onlar savaşa çıkmak isteselerdi bu konuda hazırlık yapabilecek
durumdaydılar, fakat böyle bir aktivite ortaya koymadılar, bu konudaki
sorumluluk kendi tercihleriyle ilgilidir. Bununla birlikte Cenâb-ı Allah, şayet
onlar savaşa katılmış olsalardı fitne ve fesat çıkararak müslümanlara zarar
vereceklerini de biliyordu, 47. âyette bu husus hatırlatılarak onlar
katılmadılar diye üzüntü duyulumsının yersiz olduğuna işaret edilmektedir. 46.
âyette onların sefere çıkmasını Allah'ın istemediğinin belirtilmesini ise
şöyle açıklamak mümkündür: Her konuda olduğu gibi bu konuda da Cenâb-ı Allah
her şeye kadirdir, dileseydi onları -mesuliyetleri baki kalmak üzere- sefere
çıkmaya istekli kılabilirdi, fakat bunu müslü-manlarİçin hayırlı görmedi.
46. âyette yer alan ve
"oturun bakalım diğer oturanlarla beraber" şeklinde tercüme
ettiğimiz ifadeyi, sefere çıkmamak üzere anlaşan münafıkların birbirlerine
söylediği söz veya şeytanın vesvesesi şeklinde açıklayanların yanı sıra, Hz.
Pey-gamber'in onlara izin verirken kullandığı bir cümle veya Allah'ın onlarla
ilgili takdirinin ifadesi olarak yorumlayanlar da olmuştur. [141] Son yoruma göre bu ifadede, izin isteyen
münafıklar, sefere katılmak isteseler de buna gücü yetmeyenler grubuna dahil
edilerek kendi iki yüzlülüklerini ayan beyan görmeye çağrılmış ve bizzat
kendilerini aşağılamış olduklarına imada bulunulmuştur. İstediği halde mazereti
bulunduğu İçin sefere katılamadığını açıklayan bir kimsenin böyle bir hitap
karşısında durumunu gözden geçirmesi ve gerçekten mazur olanlarla aynı durumda
bulunmadığını görmesi halinde artık kendine saygı duyması mümkün değildir.
48. âyette
münafıkların bu tutumlarını ilk defa sergilemedikleri, fakat ne yapsalar İslâm
mesajının güçlenmesi ve yayılmasını engelleyemedikleri hatırlatılmıştır.
Resûlullah'ın Medine'ye geldiği ilk günlerden itibaren münafıkların böyle bir
tutum içine girdikleri bilinmektedir; dolayısıyla âyetin genel bir göndermede
bulunduğu düşünülebilir. [142]Bununla beraber
tefsirlerde genelliklı1 burada münafıkların Uhud Savaşı'ndaki hıyanetlerine
gönderme yapıldığı belirtilmektedir. [143]
Hemen Tebük Seferi öncesin deki günlerde münafıkların yaptıkları entrikalara
işaret edildiği yorumu du yapıl mıştır. [144]
Tefsirlerde "Aman
bana İzin ver, başımı derde sokma" tarzında bir ifiulı1 49. âyetin,
münafıklardan belirli kişilerin -özellikle Bizans topraklarımla san şın
kadınlarla karşılaşmanın sorunlara yol açması ihtimalini gündeme getiren sözleri
hakkında nazil olduğuna dair rivayetler yer almaktadır. [145]"Başımı
derde sokma" diye tercüme edilen kısım "beni kınama" manasıyla
da açıklanmıştır[146]
50-51. âyetlerde
münafıkların Resûlullah'ın ve müslümanlann başına gelen kölülüklerden büyük
sevinç duyduklarına değinildikten ve müslünıanlardan ilâhî lakdir ve Allah'a
tevekkül konusundaki anlayışlarım onlara karşı bir daha açıkla-ııiiilıın
islendikten sonra; 52, âyette müslümanların basma gelecek durumların
münâfıklarm düşündüğü gibi olmayacağına dikkat çekilmektedir. Müminlerin bu konudaki
teslimiyetlerini ve inançlarının derinliğini göstermek üzere bu husus yine
onların ağızlarından şöyle açıklanmaktadır: Sizin bizîm hakkımızda
beklediğiniz, her halükârda iki güzellikten biridir; yani ya Allah yolunda
şehid olur, çok yüce bir mertebeye erişiriz, ya da savaşın sonunda sağ kalmışsak
zafer sevincini yaşarız. [147]Müslümanların, iki
sonuçtan birinin zafer olacağını böyle emin bir şekilde ifade etmelerinin
istenmesi, şehitlik mertebesi yanında dünya hayatını hiçe sayarak savaşan
askerlerin oluşturduğu bir orduya Allah Teâlâ'nın mutlaka zafer nasip edeceğine
işaret sayılabilir. Bu âyetteki, Allah'ın münafıklara kendi katından bir belâ
göndereceğine ilişkin ifade, daha çok dünyada başlarına getirilecek bir
felâket şeklinde açıklanmış[148] olmakla
beraber, burada âhiret azabına işaret edildiği de düşünülebilir. [149]
53. âyette
münafıkların ister yüce ahlâkî değerler uğruna yapılmış süsü vererek
kendiliklerinden yaptıkları harcamalar olsun isterse toplumsal bir görevin ifası
zımnında zorunlu olarak yaptıkları ödemeler olsun, bunların Allah katında bir
değere sahip olmayacağı belirtilmiş, 54. âyette de bunun gerekçesi
açıklanmıştır: Çünkü onlar iman etmiş gibi görünmekle beraber gerçekte Allah'ı
ve peygamberini tanımamaktadırlar; namaza sırf zevahiri kurtarmak İçin
gelirler ve yaptıkları harcamaları da gönülsüz yaparlar. Bu gerekçe 53. âyette
yer alan "ister gönüllü harcayın İster gönülsüz" şeklindeki ifadeye
de açıklık getirmekte ve bu ifadenin sadece mantıkî bir ihtimale veya dış görünüm
itibariyle gönüllü izlenimi veren durumlara işaret amacı taşıdığı
anlaşılmaktadır. Bir başka anlatımla 54. âyet inanç bakımından münafık olan
kişiden hiçbir dinî konuda samimi davranış beklenemeyeceğine dikkat
çekmektedir. Hal böyle olunca, onların geniş servet veya çok evlât sahibi
olmaları, dolayısıyla bu güç sayesinde zaman zaman toplumda hayranlık
uyandıran hayır severlik girişimlerinde bulunmaları imrenilecek bir durum olarak
görülmemelidir. Zira bütün bunların Allah katında hiçbir değeri yoktur. İşte 55.
âyet bu noktayla ilgili bir ikaz içermektedir. Âyetin sonundaki "çünkü
Allah onlara dünya hayaünda bunlarla eziyet çektirmeyi (...) murad ediyor"
ifadesi ise değişik şekillerde açıklanmıştır. Tabiîn müfessirlerinden Katâde'ye
göre burada şöyle bir mâna kastedilmektedir: O halde dünya hayaünda onların
mallan da evlâtları da seni İmrendirmesin; çünkü Allah onlara âhîrette bunlar
sebebiyle eziyet çektirmeyi murat ediyor. İbn Atıyye buradaki
"onlarla" mânasına gelen zamirin sadece mallan belirtmek üzere kullanılmış
olduğu kanaatindedir. [150] Münafıkların servet ve
evlât çokluğuyla övünmelerinin onlarda aşın bir dünya hırsı meydana getirdiği
ve bunlarda meydana gelen eksilmenin müthiş bir bunalıma yol açtığı,
dolayısıyla Allah Teâlâ'mn onlara bu yolla büyük elem ve kederler yaşattığı
yorumu da yapılmıştır. Özellikle çocuklarından bir kısmının zaman zaman nifak
hastalığından sıyrılıp samimi müslüman olmalarının onlara büyük acı verdiğine
dair olaylar bilinmektedir[151]
Allah'ın, onların inkarcı olarak ölmelerini murat etmesi ise, -Kur'an'ın diğer
âyetleri ışığında- onların iradelerini ve tercihlerini kötü istikamette
kullanmış ve buna bağlı olarak o sonucu hak etmiş olmaları anlamındadır.
56-57. âyetlerden,
münafıkların Medine toplumundaki güç ve etkilerinden çok şey kaybetmiş
oldukları ve müslümanlara daha bir yakın görünme çabası içine girdikleri,
bununla beraber yürekten inanmış müslümanların hayata ve ilâhî buyruğa -51 ve
52. âyetlerde tasvir edilen- bakışlarından hâlâ çok uzak oldukları
anlaşılmaktadır. [152]
58. Onlardan
sadakaların taksimi hususunda sana dil uzatanlıır dıı vur. Şayet bunlardan
kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemize hrııuıı Öfkelenirler. 59.
Halbuki Allah ve Resulü'nün verdiğine razı olup "İli/e AI İnli yeter,
Allah da Resulü de bize lütuf ve kereminden yine verir. Doğrusu biz yalnız
Allah'tan umarız" deselerdi daha iyi olurdu. 60. Sadakalar (zekât gelirleri)
ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasında görevli
olanlar, kalpleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlar, azat edilecek köleler,
borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah'ın kesin
buyruğu budur. Allah bilen ve hikmetle yönetendir. [153]
58-59. İlk
âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde münferit olaylar zikredilmekle beraber,
bunların sıhhati ve vakıaya uygunluğu ile ilgili tereddüt ve eleştiriler bulunmaktadır. [154] Bir
bakışa göre, bu sûrenin değişik yerlerinde ve özellikle 56. âyetinde artık
münafıkların eski tavırlarını değiştirme ihtiyacı duyduklarına işaret edildiği
dikkate alınırsa, bu aşamada Resulullah'a ve onun verdiği bir karara dil uzatma
küstahlığında bulunabilmeleri uzak ihtimaldir. Dolayısıyla, âyetin belirli bir
kişinin sözleri üzerine İnmiş olmadığı ve sözün akışı içinde onların daha önceleri
sergiledikleri tavırların hatırlatılması ve kınanmasının hedeflendiği söylenebilir. [155]
Başka bir yaklaşıma göre ise, bazı rivayetler ışığında âyetin şöyle
açıklanması da mümkündür: Zekât mallarına göz dikmiş bazı kimseler Hz.
Peygamberden bunların kendilerine verilmesini istemişler, Resulullah onların bu
haksız taleplerini hoş karşılamamış, onlar da serzenişte bulunmaya başlamışlardı;
işte âyet bu tutumu kınamakta, ardından gelen 59. âyet de kanaatkar olmaya ve
Hz. Peygamber'in takdirine saygılı davranmaya çağırmaktadır.
Âyette geçen sadaka
kelimesi, "doğru söylemek, sözünü tutmak" gibi anlamlara gelen sıdk
kökünden türetilmiş olup, müminin hem bir başkasına merhamet sâikiyle sunduğu
şeyleri ve yaptığı yardımları hem karşılığında dünyevî hiçbir şey beklemeden
ahlâkî yahut hukukî gerekçelerle yapmakla yükümlü olduğu yardım! an hem de
zekât adı verilen ve ibadet mahiyeti taşıyan zorunlu vergiyi kapsar. Daha
sonraki dönemlerde gönüllü ödemeleri ifade için kullanılır hâle gelen bu
kelimenin 60. âyette terim anlamıyla yani zekât mânasında kullanıldığı hemen
bütün İslâm âlimlerince kabul edilir. [156]
60, Zekâtın
farz oluşundan, kapsamından ve yükümlülerinden söz edilmemiş, sadece zekâtın
harcama kalemleri sıralanmıştır. [157] Tamahkârlıkları sebebiyle Hz. Peygamber'in dahi
adaletinden kuşku duyacak kadar bayağılaşan bir kısım münafıklar veya haksız istekleri
ve serzenişleriyle Resûlullah'ı üzen kimseler, 58-59. âyetlerde eleştirildikten
sonra burada, bir taraftan zekât gelirlerinin Resûlullah tarafından gelişigüzel
dağıtılmadığına işaret edilmekte diğer taraftan da müslümanlara bunların
harcama yerleri ayrı ayrı gösterilmektedir.
a) Âyet
zekâtın harcama yerlerinin başında yoksulları ve düşkünleri zikretmiştir. Bu
iki grubu ifade için âyette kullanılan fakır ve miskîn kavramlarının anlamı ve
burada kimlerin kastedildiği hususunda İslâm âlimleri farklı kanaatler ileri
sürmüşlerdir. Çoğunluk bu iki terimi hiç malı veya geliri olmama ve geçimini
sağlayacak ölçüde malı veya geliri olmama anlamlarıyla birbirinden ayırt etmeye
çaltşmışlar; ancak bunların bir kısmı "fakir"i miskinden diğer bir
kısmı İse "miskin"i fakirden daha muhtaç kimse anlamında kabul
etmişlerdir. Hz, Ömer'den nakledilen bir ifade, onun fakiri müslumanların,
miskini ise gayri müslimlerin muhtaçları şeklinde anladığını göstermektedir;
fakat İslâm âlimlerin büyük çoğunluğu -başka delillere dayanarak- zekâtın
ancak müslümanlarm muhtaçlarına verilebileceği kanaatine ulaşmışlardır. Bu iki
kavramın iki ayrı sınıfı ifade etmediği görüşünü savunan fakihler de vardır. Bu
arada bir yoksula en çok ne kadar zekât verilebileceği meselesini de
tartışmışlar, bir grup bunu zekât yükümlülüğünün başlangıç sınırı olan nisap
miktarı mala sahip olma ölçüsüne bağlarken, diğer bir grup kişinin durumuna
göre onu muhtaçlıktan kurtaracak miktar şeklinde geniş bir ölçü vermişlerdir;
bunlardan bazıları bunu ömür boyu bir daha zekât almaya muhtaç etmeyecek
miktar şeklinde, bazıları da bir yıl boyunca zekâta ihtiyacı kalmayacak miktar
şeklinde açıklamışlardır. Yoksulluğu sebebiyle evlenemeyen kimseye
evlenmesini, ilim tahsili yapamayana tahsil yapmasını, meslek icra edemeyen
kişiye mesleğini yapabilmesini sağlayacak yardımlar yüklü bir meblağ
tutabilirse de bir yoksula verilebilecek zekât miktarının zekâtın sosyal
yardımlaşma yönünü ihlâl edecek ve fakirin hakkını zengine aktaracak düzeyde
olmaması gerektiğine dikkat edilmeli, zekât alan da kendisinin bu konudaki
sorumluluğunun bilincinde olmalıdır. Hz. Peygamberin "Zengine zekât helâl
olmaz"[158] anlamındaki hadisi bu
hususta önemli bir uyarı niteliğindedir.
b) Zekât
gelirlerinden pay alacaklar arasında bu gelirlerin toplanmasında görevli
olanlar da sayılmıştır. Âyette bu anlamı karşılayan âmil kelimesi sözlükte
"işçi, çalışan, zanaatkar" gibi mânalara gelir. Hadislerde âmil
kelimesi genel olarak yönetici ve her türlü devlet gelirlerini toplamada
görevli kişi anlamında kullanıldığı gibi, özellikle zekât gelirlerini toplayıp
dağıtan görevli mânasında da kullanılmıştır. Zekât âmillerinin ücrete veya
zekâttan paya hak kazanabilmeleri için fakir olmaları şart değildir. Zira Hz,
Peygamber zenginin zekât alamayacağına ilişkin hadisinde istisna ettiği
kimseler arasında zekât âmillerini de saymıştır.
c) Âyette sayılan gruplardan bir diğeri,
kalpleri İslâm'a ısındırılacak kimselerdir. Buradaki "el-müelleferü
kulübünüm" ifadesinden hareketle Türkçe'de bu kesim "müellefe-i
kulûb" şeklinde anılmaktadır. Bunlar, kötülüklerinden emin olmak amacıyla
veya müslümanlara yararlı olacağı umulduğu için kalpleri kazanılmaya ve İslâm'a
ısındırılmaya çalışılan kimselerdir. Gayri müslim olanlar bakımından her iki
amaç söz konusu olabilir. Bazı müslümantaTin müellefe-i kulûb arasına alınması
ise daha çok şu düşüncelere dayanır: İslâm'ı tam manasıyla benimsememiş olmakla
beraber çevresinde sözü geçen kimselerin müslümanlarla kaynaşmalarını, böylece
İslâmiyet'in yayılması için ciddiyetle çalışmalarını sağlamak; İslâm'a yeni
girmiş olanların sebat etmelerine yardımcı olmak; sınır bölgelerinde görev
yapan müslümania-nn görevlerine daha ciddi sarılmalarını temin etmek. Hz.
Peygamber gerek zekât gerekse diğer devlet gelirlerinden kalplerini İslâm'a
ısındırmak istediği kişilere pay ayırmış, hatta bazılarına bu fasıldan
yararlanacaklarını gösteren belgeler vermişti. Resûlullah'ın vefatından sonra
bu belge sahipleri Hz, Ebû Bekir'e gelerek paylarını istediler. O da görüş
bildirmesi için onları Hz. Ömer'e yolladı. Ömer "Resûlullah size İslâm'a
ısındırmak için o payı veriyordu, artık İslâmiyet güçlenmiştir" diyerek onların
talebini reddetti. Fakihlerin çoğunluğu Hz. Ömer'in bu İçtihadı üzerine
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde miiellefe-i kulübe pay ayrılmamış olmasına
dayanarak bu payın düştüğü kanaatindedirler. İmam Şafiî'nin, müslümanlann
savaş gibi felâketlerle karşılaştıklarında bu faslın tekrar kullanılabileceği
görüşünde olduğu nakledilir. Hz. Ömer'in ve sahabenin bu konudaki
uygulamalarının âyetteki hükmün amacına göre yerilmiş somut kararlar
niteliğinde olduğu, bunlardan yola çıkarak âyetin hükmünün yürürlükten
kaldırılması gibi soyut bir sonuca ulaşılamayacağı açıktır. Bu itibarla, fatihlerin
ifadelerini de kendi dönemlerinin şartları içinde değerlendirmek gerekir.
d) Zekât
gelirlerinin harcanacağı yerlerden biri de köle azadıdır. Ayette geçen rikab
kelimesi sözlükte "boyun" anlamına gelen rakabenin çoğuludur. Bu kelime
Kur'an'da köle ve cariyeler için ve özellikle onların kölelikten kurtarılmaları
söz konusu olduğunda kullanılmıştır. Zekâtın prensip olarak devlet eliyle
topla-tıip dağıtılmasını öngören Kur'an'in (9/103), devlet bütçesinden
kölelerin azadı jçin bir fasıl ayrılmasını istemesi, geldiği dönemde toplumda
derin köklere sahip tir sosyal realite olarak bulduğu köleliğin bir an önce
kaldırılması yönünde ortaya koyduğu tavrı açıkça göstermektedir. Bununla birlikte
Kur'an'in müslümanlar ve insanlığa verdiği bu güçlü işaretten gerekli sonucun
vaktinde çıkarılamadığı tarihî bir gerçektir. [159]
e) Borçlular anlamına gelen gârimîn grubuna
kimlerin gireceğine dair değişik ictihadlar vardır. Fakat Hz. Peygamber'in
konuya ilişkin bazı hadislerini de[160] dikkate alan İslâm âlimleri genellikle, sadece
kendi ihtiyacı için borçlanıp Ödeyemez duruma düşenleri değil toplum yararına
borçlananları da -fakir olmasalar bile- âyetin kapsamında düşünmüşler ve
İslâm'daki sosyal dayanışma ruhunu yansıtmaya çalışan fetvalar vermişlerdir.
Bununla beraber, ietihad ve fetvalarına bu yolun kötü niyetli kullanımlara
açık tutulmasının getireceği sakıncaları önlemeye yönelik kayıtlar da
koymuşlardır.
f)
"Allah yolunda (çalışanlar)" şeklinde tercüme ettiğimiz "fî
sebîlillâh" ifadesiyle, fakihlerin çoğunluğuna göre Allah yolunda bilfiil
savaşanlar yanı sıcak darbe katılanlar kastedilmiştir. Bu fasıldan sadece
fakirlik ve teçhizat yetersizliği sebebiyle, savaşa katılamayanların mı yoksa
zengin olsun fakir olsun bütün gazilerin mi yararlanabileceği hususunda görüş
ayrılığı vardır. Hanefî mezhebinde bu İmkân birinci durumla sınırlı
tutulmuştur. Bazı İslâm âlimlerine göre ise bu fasıldan, hac ve umre
yapacaklara, öğrenim görenlere zekât verilebilir, hatta cami, okul, hastane
yapımı gibi işleri üstlenmiş hayır kurumlarına ödenek ayrılabilir. Günümüz
İslâm âlimlerinin birçoğu, âyetteki bu ifadeyi İslâm'ın ve müslümanta-rın
yararına olan her türlü faaliyet şeklinde anlamaktadırlar,
g) Zekâttan
pay ayrılacak son grup âyette "ibnüVsebîl" diye ifade edilmiş olup,
yolda kalmış kimseler anlamındadır. Ancak dinen günah olan bir amaç için
yapılan yolculuk bu âyetin kapsamı dışında sayılmıştır. Fakİhlerin çoğunluğuna
göre gurbette herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kimse memleketinde malı
olsa da, -o maldan yararlanamadığı sürece- fakir gibi sayılır ve kendisine bu
fasıldan zekât verilebilir. Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu halde çeşitli
baskılarla orayı terketmek zorunda kalan mültecilere ve kalacak yeri, oturacak
evi olmadığı için ortalıkta kalmış olan kimselere de bu zekât gelirlerinden
pay ayrılabilir. Şâ-füler'e göre yolculuğa niyet eden kimse yol masrafına
muhtaç İse, o da ibnü's-se-bîl kapsamında düşünülmelidir. Bu ictihadlann
ışığında, zorunlu veya faydalı seyahatlere yardımcı olmak amacıyla zekât
gelirlerine dayalı bir fon oluşturulabilir.
Zekâtın ancak yukarıda
sayılan gruplara dahil kimselere verileceği hususunda âlimler arasında görüş
birliği vardır. Fakat bu sekiz grubun her birine ve aynı oranda mı verilmelidir
yoksa bunlardan birine verilmesi yeterli olur mu? Hanefî ve Mâliki mezhebine ve
Ahmed b. Hanbel'den nakledilen bİT görüşe göre, zekât yükümlüsü zekâtını
bunlardan her birine verebileceği gibi sadece bir gruptaki kişi veya kişilere
de verebilir. Zira âyetin baş kısmındaki "li" edatı hak sahipliğini
bildirme değil zekâtın onlara verilebileceğini açıklama mânasındadır; bir
başka anlatımla "zekât yoksullar... içindir" ifadesi zekâtın
"yoksulluk..." sebebiyle verileceğim açıklamaktadır, yoksa gerçekte
zekât o sayılan kişilerin değil Allah'ın hakkıdır. Âyette sekiz grubun
sayılması bunların dışındaki kimselere zekât verilmeyeceğini belirtme amacı
taşımaktadır. Şâfiîler'e ve Ahmed b. Hanbel'den nakledilen diğer görüşe göre
ise zekât yükümlüsü zekâtını bizzat veya vekili aracılığıyla dağıtıyorsa,
zekât toplamakla görevli olanlar (âmiller) gurubu dışındaki yedi gruba eşit olarak
dağıtmalı ve her gruptan da en az üç kişiye vermelidir. Çünkü âyetteki
"lâm" harfi hak sahipliği anlamı taşımaktadır ve bu kelimeler çoğul
olarak kullanılmıştır [161]
Zekâtın dağılımıyla
ilgili bu buyruğun amaçları ve içerdiği incelikler üzerink açıklamalar
yapılmıştır. Bunlar genellikle, zekâtın hangi sebeple meydana gelmiş olursa
olsun fakirlik sorununa mutlaka çözüm bulunması ve müslü-manİarın güçlü olması
gerektiği fikrini zinde tutan, bir yandan bireyler arasında dayanışma ruhunu
diğer yandan da sosyal güvenlik fikrini besleyen bir kurum olduğu noktasında
birleşmektedir. [162]
61. Onlardan
Peygamber'i inciten ve **O her söylenene kulak veriyor" diyenler var. De
ki: "O sizin için hayırlı olana kulak veriyor; Allah'a inanıp müminlere
güveniyor. Ve o içinizden iman edenler için bir rahmettir. Allah'ın Resulii'nü
incitenler için elem verici bir azap vardır." 62. Onlar sizi hoşnut etmek
için (sizden olduklarına dair) Allah'a yemin ederler. Oysa gerçekten iman
etmiş olsalardı asıl Allah ve Resulii'nü hoşnut etmek için çalışmaları
gerekirdi. 63. Bilmiyorlar mı ki Allah ve Resulü'ne karşı çıkanı, içinde
ebediyen kalacağı cehennem ateşi beklemektedir! İşte büyük rezillik de budur.
64, Münafıklar, kendileri aleyhine olmak üzere kalplerindekini ortaya
çıkaracak bir sûrenin indirilmesinden endişe ediyorlar. De ki: "Alay edin
bakalım! Allah mutlaka o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. 65. Onlara
soracak olsan mutlaka "Biz lafa dalıyor eğleniyorduk, hepsi bu!"
derler. De ki: "Siz Allah ile, O'nun âyetleri}le ve peygamberiyle mi
eğleniyordunuz! 66. Mazeret ileri sürmeye kalkmayınız, iman ettiğinizi
söyledikten sonra inkarcılığınızı açığa vurdunuz. İçinizden bir kısmını
affetsek de, diğer bir kısmını günahta ısrarcı davranmış oldukları için azaba
uğratacağız. 67. Erkeğiyle kadınıyla münafıklar birbirine benzer; kötülüğü
özendirip iyiliği engellerler, ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı
umursamadılar, O da onları kendi hallerine bıraktı. Gerçek şu ki münafıklar
günaha batmış kimselerdir. 68. Allah, münafıkların erkeğine de kadınına da,
açıktan inkarcılık yapanlara da içinde ebedi olarak kalacaktan cehennem
ateşini vaad etmiştir. Onlara bu yeter de artar! Allah onları lanetlemiştir ve
onlar için devamlı bir azap vardır. 69. (Ey Münafıklar!) Sizin durumunuz da
sizden Öncekilerin durumuna benziyor; üstelik onlar sizden daha güçlü, daha
zengindiler ve evlâtları daha çoktu. Onlar dünyadaki nasiplerinden haz duyup
yararlandılar. Sizden Öncekilerin kendi paylarından istifade ettikleri gibi siz
de kendi nasibinizi elde edip yararlandınız. Ve siz de onlann daldıkları gibi
boş davalara daldınız. İşte hem dünyada hem âhirette yaptıkları boşa gidenler
onlardır, asıl ziyana uğrayanlar da onlardır. 70. Onlara kendilerinden
öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd toplumlarının, İbrahim'in kavminin, Medyen
halkının ve yıkılıp giden beldeler ahalisinin haberleri gelmemiş miydi? Onlara
peygamberleri apaçık delillerle geldiler. Demek ki Allah onlara zulmetmiş
değildi, asıl onlar kendilerine zulmetmişlerdi. [163]
61-70, 9u
âyetlerde münafık karakteri ve münafıkların davranışlarıyla ilgili tasvire yeni
kesitler eklenmekte, bir taraftan müslümanlar onların görünen yüzlerine aldanmamaları
için uyarılmakta, diğer taraftan da Allah'ın âyetleri, Peygamber'i ve
müslümanlarla alay eden münafıklara kendilerinden önceki İnkarcı kavimlerin
acı sonlan hatırlatılmaktadır. Burada işaret edilen münafıklara ait söz ve
davranışlar, tefsirlerde daha çok Tebiik Seferi öncesinde ve bu sefer esnasında
yaşanan olaylarla açıklanır; bu konudaki rivayetler âyetlerin yorumuna ışık
tutmakla beraber, âyetlerin üslûbu ve sözün akışından daha çok münafık
tiplemesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. [164]
Tefsirlerde 61. âyetin
inişi ile ilişkilendirilen bazı rivayetlere yer verilir. Bunlardan biri
şöyledir: Bazı münafıklar özel sohbetlerinde Resûlullah'ı çekiştiriyorlardı,
sonra içlerinden biri "Aman bunlar onun kulağına gitmesin" diye
ikazda bulununca, "O her söze kolayca kanar, söylediklerimizi inkâr
ederiz, üstüne bir de yemin ettik mi bize inanır" şeklinde cevaplar
veriyorlardı. [165]Resûl-i Ekrem'in,
münafıkların yalanlarını yüzlerine vurmadığı ve özellikle yemine çok değer
verdiği gerçeğinden hareketle söz konusu rivayetlerle âyet arasında bağ
kurulabilir. Fakat burada asıl amacın münafıkların tutumlarından bir kesit verip
onların zihniyetini mahkûm etmek ve bu vesileyle dikkatleri Hz. Peygamber'in
yüksek ahlâkına yöneltmek olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan münafıkların
"O her söylenene kulak veriyor" anlamındaki sözleriyle, Resûlullah'ın
bazı sesler işitip onu vahiy olarak yansıttığı iddiasında bulunmuş oldukları
yorumu da yapılmıştır. "Allah'ın Resulü'nü incitenler" şeklinde
tercüme edilen kısmı "Peygam-ber'i yerip kınayanlar" şeklinde anlamak
da mümkündür. [166] Âyetin "O sizin için hayırlı olana kulak
veriyor" şeklinde tercüme edilen kısmı şöyle izah edilebilir: Resûlullah
gelişigüzel tahminlerle insanlar hakkında yargıda bulunmaz, Allah'a olan derin imanının
yanı sıra müminlere de büyük bir güven duyar ve söylenenleri böyle iyi niyet
temeline dayanan bir anlayışla değerlendirir. Bu cümlede onun kulak verdiği
bildirilen şeyle kastedilenin, bütün insanlığın hayrına olan "vahiy"
olduğu da söylenmiştir,
Allah'ın mesajını
ileten elçi olması itibariyle 62. âyette Hz, Peygamber de Allah'ın yanı sıra
zikredilmiş fakat kimin hoşnut kılınması gerektiğini belirten zamir tekil
kullanılmıştır. Bazı müfessİrler bununla ilgili olarak, resulünün rızâsını
kazanmanın Allah'ın da rızâsını kazanma mânasına geldiği yönünde açıklamalar
yaparken, bazıları da burada hoşnutluğuna erişilmesi hedeflenecek yegane
varlığın Cenâb-ı Allah olduğuna işaret bulunduğunu belirtmişlerdir. [167]
63 ve 64. âyetler
arasında şöyle bir bağ kurulabilir: Allah ve Resulü'ne karşı çıkan, din
özgürlüğünü yok etmek için uğraş veren kimseler, bu durumları dünyada açığa
çıkmış olsa da olmasa da içinde ebedî olarak kalacakları cehennem azabına
çarptırılacaklardır, en büyük rezil-rüsvâ olma aslında budur. Münafıklar bunu
bilip dururken, sadece dünyada rezil olmaktan, haklarında bir sûre indirilip
kalplerindekinin ortaya dökülmesinden endişe etmektedirler.
Münafıkların ileri
sürdükleri mazeretin geçersizliğini belirten 65. âyet, dolaylı bir tarzda
müminlere yönelik olarak da dinî ve itikadî konuların şaka ve eğlence konusu
edilemeyeceği hususunda ciddi bir uyarı ihtiva etmektedir.
Münafıkların bir kısmı
iman ile küfür arasında bocalayan, diğer bir kısmı ise bilinçli olarak ve
ısrarla inkarcılığını sürdüren fakat müslümanlara karşı bunu gizlemeye çalışan
kişilerdir. İşte 66. âyette, akimi ve iradesini doğru yönde kullanmayı,
içindeki hak-bâtıl mücadelesini imanın galibiyetiyle sonuçlandırmayı başaranlara
yüce Allah'ın bağış kapısının açık bulunduğu, inkarcılıkta ısrar edenler için
ise kötü akıbetin kaçınılmaz olduğu haber verilmektedir.
67. âyette münafık
karakterine ve 68. âyette münafıkların acı akıbetlerine de-ğİnildİğİ gibi, 71.
âyette mümin karakterine ve 72. âyette de onların mutlu sonlarına işaret
edilerek iki grup arasında bir mukayese yapılmasına imkân sağlanmıştır.
69-70. âyetlerde,
gerçekte inkarcı oldukları halde iman etmiş gibi görünen münafıkların
akıbetlerinin açıktan açığa peygamberlere karşı mücadele veren inkarcılardan
daha iyi olmayacağı belirtilmekte, güç ve servet sahibi olsalar da inkarcıların
boş davalar uğruna yaptıklarının gerek dünyada gerekse âhirette ziyan olup
gittiği hatırlatılıp münafıkların da bundan ders almaları gerektiği uyarısı yapılmaktadır. [168]
71. Müminlerin
erkekleri de kadınları da birbirlerinin velileridir; iyiliği eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı
kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulü'ne itaat ederler. İşte onları Allah
merhametiyle kuşatacaktır. Kuşkusuz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir, 72.
Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedî olarak kalmak üzere
altlarından ırmaklar akan cennetler ve adn cennetlerinde güzel meskenler vaad
etmiştir. Allah'ın rızâsı ise hepsinden büyüktür, işte büyük bahtiyarlık da
odur. [169]
71-72.
Münafıklardan söz edilirken 67. âyette erkeğiyle kadınıyla münafık karakterine
işaret edilmek üzere her iki cins ayn ayrı zikredilmişti. 71, âyette de
müminlerin ortak niteliklerine değinildiğinden erkek ve kadınları ayrı ayn anılmıştır.
Bu sûrede her İki tip ve akıbetleri hakkında verilen bilgiler göz önüne alınırsa
şöyle bir karşılaştırma yapılabilir. [170] İki yüzlü davranan kimselere hâkim olan
özellik, kötülükleri körükleyip iyilikten alıkoymak iken yürekten inananların
temel vasfı iyiliği özendirmek kötülükten vazgeçirmeye çalışmaktır. Münafıklar
Allah yolunda harcamada eli sıkı davranırken müminler zekâtlan-nı verirler ve
ayrıca cömertçe gönüllü bağışlarda bulunurlar, hatta imkânları elverdiği için
daha fazla yapamadıklarına üzülürler. Münafıklar namaza üşenerek gelirler,
müminler ise namazlarım bir kulluk vecîbesi sayarak içten geten bir istekle kılarlar.
Allah yolunda savaşmak gerektiğinde münafıklar türlü mazeretlerle yan çizmeye
çalışırlar, müminler ise canlarını ve mallarını esirgemeden böyle bir çağrıya
koşarlar, bu yolda asla yılgınlık göstermezler. Münafıklar Allah'ı ve onun
mesajını umursamazlar, O'na ve vaad ettiklerine candan İnanan müminlerle alay
ederler, müminler ise Allah ve Resulü'ne mutlak itaat gösterirler. Bu yüzden
Allah, -İçlerindeki inkarcılığı yenemeden Ömürlerini tamamlayan- münafıkları
ebedî olarak kalacakları cehenneme atacak, müminlere de hiç bitmeyen cennet
nimetlerinin ve daha önemlisi kendi rızâsına erişmenin mutluluğunu
tattıracaktır. [171]
72. âyetin sonundaki
ifade, manevî nazların ve ruhanî âleme ait mutluluğun maddî imkânların
sağladığı mutluluktan çok daha üstün olduğunu açıkça göstermektedir. Zira bîr
amaca vasıta kılınan şey ondan daha önemli ve değerli olamaz. Allah'ın rızâsını
kazanmak, vaad edilen cennet nimetlerine erişebilmenin aracı olsaydı, o
takdirde bu nimetlerin daha önemli olduğu sonucuna ulaşılabilirdi. Oysa âyette
Allah'ın iradesine mutlak teslimiyet gösterenlerin bu davranışları karşılığında
yine O'nun lütfuyla pek güzel mükâfatları hak edecekleri, fakat bütün bu nimetlerden
daha önemli olarak O'nun rızâsına nâi] olacakları ve en büyük başarının O'nun
hoşnutluğuna erişmek olduğu bildirilmiştir. [172] Bir hadiste de, cennet ehli üe Allah arasında
cereyan edecek konuşma esnasında onların O'nun hoşnutluğuna erişmeyi en büyük
mutluluk olarak niteleyecekleri ve Cenâb-ı Allah'ın artık onlara gazap etmeyeceğini
müjdeleyeceği ifade edilmiştir. [173]
73. Ey Peygamber!
İnkarcılara ve münafıklara karşı cihad et, onlara si'rt davran. Onların
varacağı yer cehennemdir ve bu ne kötü bir sondur! 74. Söylemediklerine dair
Allah adına yemin ediyorlar. Oysa inkarcılık içeren sözü söylemişler, müslüman
olduklarını beyan ettikten sonra inkarcılığa sapmışlar ve başaramadıkları o
işe yeltenmişlerdir. Onların öç almaya kalkışmaları için Allah'ın ve O'nun
lütfü sayesinde Resulü'nün kendilerini zengin etmesinden başka bir sebep de
yoktu! Eğer pişman olup tövbe ederlerse bu kendilerinin iyiliğine olur; yüz
çevirirlerse Allah onları dünyada da âhirette de elem verici bir azaba uğratır;
artık yer yüzünde onlara ne bir dost ne bir yardımcı bulunur, 75. Onların
içinde öyleleri var ki "Allah bize lütuf ve kereminden bahşederse biz de
elbette hayır yolunda harcar ve iyi kimselerden oluruz" diye Allah'a söz
vermişlerdi. 76. Ama Allah onlara lütuf ve kereminden ihsan edince hemen
cimrilik gösterdiler ve yüz çevirdiler, zaten yan çizip duruyorlardı. 77. Bunun
üzerine Allah da kendisine verdikleri sözden caydıkları ve hep yalan
söyledikleri için, kendi huzuruna çıkacakları güne kadar yüreklerine
münafıklığı yerleştirdi. 78. Hâlâ anlamadılar mı ki Allah onların sırlarını da,
gizli görüşmelerini de bilmektedir ve Allah bütün gizlileri eksiksiz bilendir!
79. Sadakalar konusunda müminlerden hem gönüllü olarak fazla fazla verenlere
hem de verecek daha fazla bir şey bulamayanlara dil uzatıp onlarla alay
edenleri Allah maskaraya çevirecektir. Onlar için elem verici bir azap da
vardır. 80. Onların bağışlanması için Allah'a ister yalvar ister yalvarma;
onların affedilmesi için yetmiş kere de dua etsen Allah onları
ba-ğışlamayacaktır. Çünkü onlar Allah ve Resulü'nü inkâr etmişlerdir. Allah
kötülüğe saplanmış kimseleri doğru yola iletmez. [174]
73. Cihad
kelimesini sözlük anlamına göre savaşma veya manevî mücadele metotlarıyla uğraş
verme şeklinde yorumlamak mümkündür. Müşriklere karşı ortaya konacak çaba
hakkında kullanıldığında bu kelime genellikle savaş anlamına göre açıklanmış
olmakla beraber, münafıkların da âyette kendileriyle cihad edilecek kimseler
arasında sayılmış olması değişik yorumlara yol açmıştır. Bunları sözlü
mücadele yöntemleri ve kamu düzenini bozanlara karşı fiilî önlemler alma şeklinde
özetlemek mümkündür. Taberî, İbn Mes'ûd'un bir sözüne dayanarak âyetin bu
kısmını "inkarcılığım açığa vuran münafıklarla da müşriklerle olduğu gibi
savaş" şeklinde yorumlamıştır. Fakat Taberî de kalplerindeki İnkarcılığı
korumakla beraber dışa yansıyan söz ve davranışlarıyla mümin izlenimi veren
kimselere karşı sıcak savaş açılmasının mümkün olmadığını kabul etmektedir. [175] Bu itibarla,
cihad kelimesini -en azından küfrünü açığa çıkarmayan münafıklar bakımından-
var gücüyle İslâmiyet'i anlatıp onların imana karşı dirençlerini kıracak ve
müminlere verebilecekleri zararı en aza indirecek bir çaba göstermek şeklinde
anlamak uygun olur. Âyetin kâfirlerle savaşılmasını ve onlara sert
davranılmasını isteyen ifadesini ise bu sûrenin 123. âyeti ve Kur'an'ın
müslüman olmayanlarla iliş kiler konusundaki diğer buyruklanyla birlikte
değerlendirmek gerekir, [176]
74.
Tefsirlerde âyetin iniş sebebi hakkında değişik rivayetler yer almıştır.Kaynaklarda
münafıkların söylemediklerine dair Allah adına yemin ettikleri sözün ne
olduğunu açıklamaya elverişli olaylar nakledilmekle beraber [177]
âyetin asıl hedefi belirli bir olayı veya olayları hatırlatmak değil münafıkların
-ne kadar inkâr ederlerse etsinler- küfür ve samimiyetsizliklerini gösteren sözler
söylemiş olduklarını kesin biçimde ortaya koymak ve onların yeminlerine de
güvenilemeyeceğine dikkat çekmektir.
Münafıkların
kafalarında iyice tasarlayıp da başaramadıkları iş genellikle Hz. Peygamber'e
suikast girişimi şeklinde açıklanmıştır. [178] Ayetin
geldiği zamanın şartlan ve rivayet edilen olaylar böyle bir yorumu destekler
nitelikte olmakla birlikte, Muhammed Esed bu tarihsel açıklamanın ötesinde âyetin
daha derin bir anlama işaret etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Âyetin
bu kısmına "Onlar ulaşamayacakları bir amaç peşindeydiler" şeklinde
mâna veren Esed'in burayla ilgili yorumu şöyledir: Burada kişinin, insan
hayatının anlam ve amacı hakkında müsbet bir inanç sahibi olmadan içse! bir
huzura, manevî yetkinliğe ulaşamayacağı gerçeği dile getirilmektedir; ki böyle
bir inanca, üstün erdem ve duyarlıklarla donanmış kişilere yani peygamberlere
indirilen vahiy yardımıyla ulaşılabilir. Bu itibarla, "Allah'a teslim
olmak" konusunda gösterdikleri kararsız istekle, Hz, Peygamber'in
kendilerine teklif ettiği rehberliğe itibar etmek konusundaki isteksizlikleri
arasında bocalayan, kendilerini tüketip duran münafıklar, böyle yapmakla,
"ulaşamayacakları bir amaç güdüyorlardı" (1,372).
Kur'an'm manevî
rehberliğinin ve onun ahlâkî ve toplumsal ilke ve öğretilerine bağlılığın
sağlayacağı maddî ve toplumsal refah açıkça görünmeye başlamıştı. Nitekim Hz.
Peygamber'in ve Mekkeli müslümanların Medine'ye gelmeleri ile birlikte buranın
sosyal ve iktisadî yaşantısında yeni bir dönem başlamış, kısa zamanda çok
olumlu gelişmeler olmuştu. Özellikle âyetin indiği -Resûlullah'ın vefatına
yakın- sıralarda Medine toplumunun refah düzeyi oldukça yükselmiş ve
Medineliler'in çevrede kazandığı saygınlık daha önceleri tasavvur edemeyecekleri
kadar artmıştı. Bu durumda, münafıkların Hz. Peygamber'e bağlılıkta gösterdikleri
isteksizliğin onda ve onun tebliğ ettiklerinde bu bakımdan bulabildikleri hata
veya eksiklikten kaynaklanması mümkün değildi. İşte âyette "Onların öç
almaya kalkışmaları İçin Allah'ın ve O'nun lütfü sayesinde Resulü'nün
kendilerini zengin etmesinden başka bir sebep de yoktu!" buyurularak,
onların Resûlullah'a ve müminlere hasmane bir tavır takınmalarının, başka bir
haklı sebepten değil sadece bu dinin onlara sağladığı ve sağlayabileceği maddî
manevî nimet ve erdemlere karşı nankör ve liyakatsiz olmalarından
kaynaklandığına işaret edilmiş olmaktadır. [179]
Münafıkların
inkarcılıklarını ve yeminlerine güvenilemeyeceğini kesin bir biçimde ifade
eden, onların bu tutumlarını haklı kılacak bir gerekçenin de bulunmadığını
ortaya koyan âyetin, yine de onları dışlayan değil tövbeye çağıran bir üslûpla
devam etmesi Kur'an'ın insana bakışı konusunda çok önemli ipuçları vermektedir.
İnanmadığı halde inanmış gibi görünme noktasına varan bilinçli bir güven
bunalımı yaratmış kişilere karşı dahi tövbe kapısının açık olduğunu bildiren bu
âyetin, somut bir durumdan hareketle, -ne kadar kusurlu olursa olsun- insanın
ilâhî bağışlanma başvurusunda bulunmasına asla engel olunamayacağını hatırlattığı
söylenebilir. Âyetin sonunda bu altın fırsatları değerlendirmemekte direnen kişiler
için acı sonun kaçınılmaz olduğu da haber verilmiştir. [180]
75-78. Bu
âyetlerden ilk ikisinin nüzul sebebi olarak tefsirlerde genellikle yer alan
olayların tarihî verilerle bağdaşmadığı görülmektedir. [181] Burada,
kendisini ruhen eğitememiş, davranışlarını yönlendirmeye muktedir bir iman
düzeyine erişememiş insanların sürekli yaşadıkları çelişkilere bir örnek
verilmekte, âyetlerin bağlamı ve iniş zamanı bakımından bu örneklemeye en
uygun düşen nifak zihniyetine ve münafıkların tutumlarına gönderme
yapılmaktadır. Esasen geniş İmkânlara kavuşunca bunları hayır yollarında
kullanma ve başkalarına yardımcı olma Özlemi taşımak dinen yerilen bir tutum
değildir. Aksine Hz. Peygamber'in hadislerinde amellerin niyetlere bağlı
olduğu [182] bir iyiliği gönlünden geçirdiği halde güç
yetiremediği için bunu gerçekleştiremeyen kişinin bundan ötürü sevap kazanacağı
bildirilmiştir. [183] Fakat bu âyetlerde
belirtildiği üzere bir kısım münafıkların yaptığı gibi, sırf kendi çıkarının
söz konusu olduğu durumda Allah'a yönelen, üstelik -beklentisine kavuşursa
bunları- hayır yolunda kullanacağına dair Allah'a söz veren, kendilerine ilahî
bir lütufta bulunulduğunda ise hemen cimrileşen ve yüz çeviren kimseler
sorumluluk bilincini ve kendilerine olan saygıyı yitirmiş insanlardır; onların
ne Allah'a ne kendilerine ne de başka insanlara karşı verdikleri söze
güvenilir.
75. âyette bu karakterdeki
insanların iyi kimselerden olma hedefi ve vaadini de kendilerine geniş imkânlar
verilmesi şartına bağladıklarına değinilmesi insan psikolojisine ışık tutma
açısından ilginçtir. Bulunduğu şartlar içinde sınava tâbi tutulduğunu göz ardı
eden insanoğlu, zaman zaman kendi sınav ortamını kendisi düzenlemek
istercesine iyi olmayı kendisine belirli imkânların sağlanması şartına
bağlamaya çalışmakta, mevcut durumda olabileceğin en iyisini yapma irade ve çabasını
ortaya koyamamış olmanın bahanelerini üretmekle vakit kaybetmektedir.
77. âyette bu tip
kişilerin yüreklerine nifakın yerleştirilmiş olduğu belirtilmekle beraber,
yine âyetin açıklamasına göre bu tamamen onların kendi kusurları yani Allah'a
verdikleri sözden caymaları ve yaptıkları yemini bozma bahanesi uy-dura uydura
yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmeleri sebebiyledir. Bundan dolayı
müfessirler bu âyetin tefsiri sırasında genellikle şu hadise yer verirler: Münafığın
üç alâmeti vardır; konuştuğunda yalan söyler, vaad ettiğinde vaadinden döner,
kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet eder. [184] Âyetin
"kendi huzuruna çıkacakları güne kadar" diye mâna verilen kısmından
maksadın kıyamet günü olduğu anlaşılmaktadır. [185]
79. Bu
âyetin izahı ile ilgili olarak tefsirlerde birçok rivayet yer alır. [186]
Bunların ortak noktası şudur: Hz. Peygamber -muhtemelen Tebük Seferi hazırlığı
esnasında müslümanlara savaş giderleri için bağış çağrısında bulunmuş, onlar
da buna yürekten gelen bir coşkuyla karşılık vermişler, maddî imkânı olanlar
servetlerinin önemli bir oranını bağışlamışlar, yeterli imkânı olmayanlar da
mütevazı katkılarda bulunmuşlardı. Bu durumdan rahatsızlık duyan münafıklar
her olaya bir kulp takıp onları alaya almaya çalışıyorlardı. Kendi istekleriyle
fazla fazla veren müminlere, servet gösterisi ve gösteriş yaptıklarını söylüyorlar,
maddî durumu iyi olmadığı halde elinden geldiğince bu hayır ve görev yarışma
katılan fakat daha fazlasını yapamadıkları için üzüntü duyan müminlere de
verdikleri miktarın azlığından dolayı sataşıyorlar ve "Allah'ın bu kadar
sadakaya ihtiyacı mı var?" diye alay ediyorlardı. Âyetin "Allah
onları maskaraya çevirecektir" şeklinde tercüme edilen kısmı lafzı olarak
"Allah da onlarla alay edecektir" diye çevrilebilir. Buradaki mâna
genellikle, onların bu densizliklerini Allah Te-âlâ'nm karşılıksız
bırakmayacağı, dünyada, âhİrette veya her ikisinde onları küçük düşüreceği,
cezalandıracağı ve rezil rüsvâ edeceği şeklinde açıklanmıştır. [187]
80. Hz.
Peygamber münafıkların bağışlanması için yetmiş defa yal varsa da Allah'ın
onları bağışlamayacağının bildirilmesi değişik biçimlerde yorumlanmıştır.
Hâkim kanaate göre belirtilen sayı çokluktan kinaye olup bununla, Resûlullah ne
kadar dua ederse etsin artık âyette işaret edilen münafıklar için bağışlanma
ümidi taşımaması istenmektedir. [188] Münafıklardan Hz. Peygamber'e gelip özür
dileyenler İçin onun Allah'a yalvarması, onların samimi olabilecekleri
ihtimaline dayanıyordu. Âyet ise onların dürüst ve samimi davranmadıklarını
haber vermiş olmaktadır. Tefsirlerde, münafıkların başı Abdullah b. Übeyy'in
ölümü ve iyi bir mümin olan oğlunun ricası üzerine Hz. Peygamber'in onun
cenaze namazını kılmasına Hz. Ömer'in itiraz ettiği, Resûlullah'in bu âyete
dayanarak istiğfar sayısını arttırma hakkım kullandığını söylediği, bunun
üzerine de 84. âyetin nazil olduğu yönünde bir rivayet yer almaktadır. [189]
Kanaatimizce bu ve
benzeri rivayetlerde geçen ifadelerle ilgili tarışmalardan çok, âyetten kolayca
anlaşılan şu iki hususun üzerinde durulması âyetin sağlıklı anlaşılması bakımından
daha önemli görünmektedir: Birincisi, Resûlullah'tn, yıllarca gösterdiği engin
hoşgörü ve iyi niyete türlü entrikalarla karşılık veren, kendi kuyusunu kazmak
için her fırsatı değerlendiren münafıklar hakkında dahî ümidini yitirmemeye ve
kendisinin herkes için rahmet olduğu hitabının[190] gerektirdiği
biçimde davranmaya çalışmasıdır. Münafıkların cehennemin en derinlerine
atılacağını bildiren âyetlerde dahi istisna yapıldığını, bunlardan tövbe edip
kendini düzelten ve gönülden teslimiyet içine girenlerin Allah'ın büyük mükâfatlara
lâyık gördüğü müminlerle beraber olacaklarının bildirildiğini[191] dikkate
alan Hz. Peygamber'in bu tutumu, müslümanlara şu mesajı vermektedir: Asıl
erdemlilik, güçlü olduğu halde yanlış yoldaki insanları dışlama yönüne gitmeyip
onların ıslahı ve kazanılması için çaba harcamaktır.
Âyetten anlaşılan
ikinci husus da, kendilerinden söz edilen münafıkların affedilme şanslarını
tamamen yitirmiş olduklarıdır. Bunun gerekçesi âyette şöyle açıklanmıştır:
"Çünkü onlar Allah ve Resulü'nü inkâr etmişlerdir. Allah (böylesine)
kötülüğe saplanmış kimseleri doğru yola iletmez." Öyle görünüyor ki bu
istisnaî bir durumdur. Zira âyette işaret edilen kimselerin, Hz. Peygamber'in
Medine'de dış düşmanlara karşı verdiği mücadelede ne büyük bir kanbur oluşturduğu
herkes tarafından biliniyor, onlar da ilâhî vahyi insanlara tebliğ eden
Resûlullah'ın hak peygamber olduğunu ayan beyan görüyorlardı. Böylesine büyük
bir imkânı değerlendirmeyen ve gönüllerini imana bütünüyle kapatmış olan bu
kimselerin durumu Allah tarafından Hz. Peygamber'e haber verilmekte ve artık
dış görüntülerine göre muamele gören bu kesime karşı açık bir tavır ortaya
konması İstenmektedir. [192]
81. Allah'ın
Resulü'nün çağrısına uymayarak seferden geri kalanlar yerlerinden ayrılmamış olmaktan
dolayı sevinç duydular; canlarıyla mallarıyla Allah yolunda savaşmak
istemediler, üstelik "Bu sıcakta sefere çıkmayın" dediler. De ki:
"Cehennem ateşi çok daha sıcaktır.*' Anlayabilselerdi! 82. İşlemiş
oldukları günahlar yüzünden artık az gülsünler, çok ağlasınlar! 83. Şayet Allah
seni onlardan bir toplulukla tekrar karşılaştırır da başka bir sefere çıkmak
için senden izin isterlerse, de ki: Bundan böyle benimle asla sefere
çıkmayacak ve benim maiyetimde düşmana karşı asla savaşmayacaksınız. Madem ki
ilk önce oturup kalmayı yeğlediniz, şimdi de geride kalanlarla birlikte
oturmaya devam ediniz. 84. Ye onlar arasından ölen birinin namazını sakın
kılma, mezarı başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Resulü'nü inkâr ettiler
ve yoldan sapmış olarak Öldüler. 85. Onların mallan ve evlâtları seni
imrendirmesin; çünkü Allah onlara dünyada bunlarla eziyet vermeyi ve canlarının
da inkarcı olarak çıkmasını murad ediyor. 86. "Allah'a iman edin ve
resulünün maiyetinde cihad edin" buyruğunu içeren bir sûre indirildiğinde,
içlerinde imkânı olanlar bile kalmak için senden izin istediler ve "Bırak
bizi, oturanlarla birlikte olalım" dediler. 87. Geride kalanlarla beraber
olmayı yeğlediler de kalpleri mühürlendi; artık anlayıp kavrayamazlar. 88.
Fakat Peygamber ve beraberindeki müminler mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler.
İyiliklerin her türlüsü onlarındır, gerçek kurtuluşa erenler de onlardır. 89.
Allah onlara, içinde ebedî olarak kalmak üzere altlarından ırmaklar akan
cennetler hazırlamıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur. [193]
81-85. Tebük
Seferi'ne katılmamak için bahaneler uyduran, özellikle havaların aşın sıcak
olduğu gerekçesine sığınan, fakat aynı zamanda müminleri de sefere çıkmaktan
caydırmaya çalışan münafıkların akıbetinin çok acı olacağı belirtilmekte; Hz,
Peygamber'in bu kişilerden sağ kalanlarla karşılaşması halinde onlann kendi
maiyetinde bir sefere çıkmalarına müsaade etmemesi istenmekte, ölenlerinin ise
imansız olarak can verdikleri bildirilip onlar için bir dinî vecîbe ifa etme
cihetine gitmemesi emrolunmaktadır. Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı
ifa etmeleri gereken dinî vecîbelerin başında cenaze namazı kılınması ve bunun
için gerekli hazırlıkların yapılması gelmektedir. Âyette bu hususa işaret
edildikten sonra yer alan "mezarı başında da durma" ifadesini Hz.
Peygamber'in cenazenin defninden sonraki tatbikatına göre açıklamak uygun olur.
Resûl-i Ekrem bîr müs-lümanm cenazesi defnedildikten sonra kabri başında bir
süre durur ve etrafındakilere şöyle derdi: "Kardeşiniz için Allah'tan
mağfiret dileyiniz ve sorulanlara şaşırmadan cevap verebilmesi için dua
ediniz; zira şu anda o sorguya çekilmektedir"[194]
Münafıkların mallan ve evlâtlarının dünyada eziyet vesilesi kılındığını ve
Allah'ın onların canlarının da kâfir olarak çıkmasını murat ettiğini belirten
85. âyetin açıklaması için 55. âyetin tefsirine bk[195]
87.
"Geride kalanlar" diye tercüme edilen havâlİf kelimesi, Arap dilinde
daha çok kadınları ifade etmek üzere kullanılır; fakat belirli bir işte
kendisinden verim alınamayacak olanlar anlamına da gelir. Kelimenin yer aldığı
bağlamda sadece kadınların değil, kadınlarla birlikte yaşlı erkekler,
çocuklar, engelliler gibi savaşa katılamayacak kimselerin kastedildiği
anlaşıldığından, mealinde bu geniş anlam tercih edilmiştir. Bazı müfessirlere
göre kadınlara benzetmek onlann ağırına giden bir ifade olduğu için kelime bu
anlamıyla kullanılmıştır. Öte yandan bu kelimenin "karşı çıkanlar"
şeklinde tercüme edilmesi de mümkündür. [196] Yine bu âyette geçen "kalpleri
mühürlendi" ifadesinde edebî sanatlardan istiare türü kullanılmış olup,
onlann kalplerinin inkarcılık ve sapkınlıkta kaplanmış olduğunu, bu durumun da
imanın ve hidayet ışığının girmesini engellediğini belirtmektedir. [197]
90. Bedevilerden
mazeret ileri sürenler kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah ve
Resulü'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan inkarcı olanlara elem
veren bir azap gelecektir. 91. Güçsüzler, hastalar ve harcama yapma imkânı
olmayanlar için -Allah ve Peygamberine sadık kaldıkları sürece- sorumluluk
yoktur. İyi niyet sahiplerim sorumlu tutmak olmaz. Allah bağışlayıcıdır,
esirgeyicidir. 92. Kendilerine binek sağlaman için sana gelip de "Sizi
bindirecek bir şey bulamıyorum" diye cevap verdiğin zaman, harcayacak bir
şey bulamamanın üzüntüsünden göz yaşları dökerek geri dönenlere de günah
yoktur. 93. Sorumluluk sadece varlıklı oldukları halde senden izin isteyenler
için vardır. Onlar geride kalanlarla beraber olmayı yeğlediler; Allah da
onların kalplerini mühürledi; artık doğruyu bilemezler. 94, Onlar, aralarına
döndüğünüz zaman da size özür beyan ederler. De ki: "Boşuna mazeret ileri
sürmeyin, size asta inanmayız, çünkü Allah yaptıklarınızın içyüzünü bize
bildirmiştir. Bundan böyle de Allah ve Resulü yapıp ettiklerinizi görecektir;
sonra gizli açık her şeyi bilenin huzuruna çıkarılacaksınız ve O size neler
yapmış olduğunuzu haber verecektir." 95. Yanlarına döndüğünüz zaman,
onları hesaba çekmekten vazgeçesiniz diye size yemin billâh edecekler. Artık
onlara ilişmeyiniz; zira onlar tiksinilecek kimselerdir, işlemiş olduktan
günahların karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir. 96. Onlardan hoşnut
olasınız diye size yemin ederler. Fakat siz onlardan hoşnut olsanız bile Allah
günaha batmış o kimselerden asla razı olmaz. 97. Bedeviler inkarcılık ve iki
yüzlülükte daha ileride, Allah'ın Resulüne indirdiklerinin sınırlarını
tanımamaya daha yatkındırlar. Allah bilen ve hikmetle yönetendir. 98.
Bedevilerden öyleleri vardır ki, hayır yolunda yaptığı harcamayı angarya sayar
ve başınıza kötü hallerin gelmesini bekler durur, O kötü haller kendi
başlarına gelsin! Allah her şeyi çok iyi işitir ve bilir. 99. Bedeviler
arasında öyleleri de vardır ki, Allah'a ve âhiret gününe inanır, hayır yolunda
harcadıklarını Allah'a yakın olmak ve Peygamber'in duasını almak için vesile
sayar. Bilesiniz ki onlar kendileri için bir yakınlık vesilesidir. Allah onları
rahmetiyle kuşatacaktır. Şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir. [198]
90-99.
"Bedeviler" diye çevirdiğimiz "el-a'râb" kelimesi, çölde yaşayan,
su ve otlak bulmak için göç eden toplulukları ifade eder. Kur'an'ın bu kesime
özel bir vurgu yapmasının sebepleri arasında Arap yarımadasındaki nüfusun
önemli bir kısmının göçebe veya yan göçebe topluluklardan oluşması ve
İslâmiyet'in burada yayılıp tutunabilmesi İçin onların bu birliğe dahil
edilmesi zaruretinin bulunması zikredilebilir. Bunun yanında, yerleşik bir
toplumsal düzen içinde yaşamanın icaplarını yerine getirmeye fazla yatkın
olmayan bu kimselerin inkarcılık ve nifak yolunu tuttuklarında da haşin
tabiatlarına uygun bir tutum ortaya koyduklarına, dolayısıyla dinin getirdiği
sınırlara riayet etme konusunda sorun çıkarmaya daha müsait tipler olduklarına
değinilmiştir. Kur'an şehirli-bedevî ayırımı yapmadığına göre, Kur'an'ın bu
kesimle ilgilenmesini, onları da eğitip ıslah etmeyi hedeflediği şeklinde
açıklamak uygun olur. Nitekim 97. âyette bedevîlerin inkarcılık ve nifakta
ileri gittikleri genel bir biçimde belirtildiği halde 99. âyette onlar arasında
da imanında ve davranışlarında samimi olanların bulunduğuna dikkat çekilmiştir,
ileride 120. âyette de yürekten inanmış kimselerle yakın temas halinde olan
bedevî-ler hakkında olumlu ifadeler kullanılmış, böylece hem 97. âyetteki
ifadenin kapsamı sınırlandırılmış hem de anılan ıslah hedefinin kuru bir hayal
olmadığına dikkat çekilmiştir.
Resûlullah Tebük
Seferi'yle ilgili hazırlıkları başlattığında, Müslümanlığı kabul etmiş bedevî
toplulukların bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle beraber, diğerleri
ya geride bırakacakları kabile bireylerinin savunmasız kalacağını ileri
sürerek veya böylesine meşakkatli bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar
sağlamayacağını düşündükleri için bahaneler uydurarak seferberlik çağrısına
icabet edemeyeceklerim bildirmişlerdi. Allah ve Peygamberi'ne sadakat gösterme
sözünden cayanlar ise Medine'ye gelip özür beyan etme ihtiyacı bile
duymamışlar, oldukları yerde oturup kalmışlardı. [199] 90.
âyette oturup kalan kesim hakkında kullanılan ifade "Allah ve Resulü'ne
yalan söyleyenler" şeklinde çevrilmiş olup buna başka bir kıraate
dayanarak" Allah ve Resulü'nü yalanlayanlar" şeklinde de mâna
verilmiştir.
91. âyette güçsüz, yaşlı, engelli, hasta, maddî
imkânları yetersiz kimselerin savaşa katılmamaktan ötürü sorumlu olmayacakları
bildirilmiş fakat bu husus Allah ve Resulü'ne sadık kalmaları, o yolda öğütte
bulunmaları şartına bağlanmıştır. Bundan maksat, fitne ve bozgunculuk etmeden,
yalan haberler yaymadan durmaları, imkân nispetinde de savaşa katılanların
ailelerine moral vermek ve onlara yardımcı olmak gibi hayırlı çabalar içinde
olmalarıdır. Burada anılan kişiler için tanınan muafiyet savaşa katılma yasağı
anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde
bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görevlendirilebilirler. [200]
92, âyette, Tebük
Savaşı'na katılmak isteyen fakat maddî durumları yetersiz olan bazı sahâbîlerin
Hz. Peygamber'den binek talep etmelerine, bunun mümkün olmadığı açıklanınca da
üzüntülerinden göz yaşları içinde dönüp gitmelerine işaret olunmaktadır. [201] 93.
âyette bu gibi kimselerin vebal altında olmayacaklarını belirtmek üzere,
varlıklı oldukları halde savaşa katılmamak İçin İzin isteyenlerin sorumlu
olacağı edilmiştir. O dönemde savaş
teçhizatı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için,
varlıklı olma unsuru ön plana çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak
savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha önceki âyetlerde sadece
maddî imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi
sebeplerle özür bahane edenler de kınanmıştır.
[202]
95. âyetteki
"tiksinilecek kimseler" şeklinde tercüme edilen rics kelimesinin
sözlük anlamı "pis ve kirli"dir. Âyette İse, söz konusu kimselerin
bile bile yalan söyleyip üstelik bir de yemin ettiklerine, dünyevî çıkarlar
uğruna bütün ahlâkî değerleri feda edebilecek bayağılık içinde olduklarına,
yani İç dünyalarındaki kirliliğe gönderme yapmak amaçlanmıştır. Maddî
anlamdaki kir ve pisliğe karşı önlem alınmadığında çevresindekilere bulaşma
tehlikesi bulunduğuna göre, ruhî anlamdaki kirliliğe karşı dikkatli olmak
öncelikle gereklidir; bu yüzden âyette onlarla sıkı ilişki içinde bulunmanın
doğru olmadığı ifade edilmiştir. [203] Mealinde
de kelimenin sözlük anlamıyla beraber anılan yorum dikkate alınmaya çalışılmıştır. [204]
100. Muhacir ve
ensarın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da
O'ndan razıdırlar. Onlara, sonsuza dek hep içinde kalmak üzere altlarından
ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur. [205]
100. Önceki âyetlerde
bedevi Araplar'm İçinde hem münafıkların hem de samimi müminlerin bulunduğu
belirtildiği gibi 101-106. âyetlerde müminlerin çevresinde gerçek iman ve ona
uygun amel sahibi olup olmama bakımından farklı grupların bulunduğuna değinilecektir.
Bu âyette ise, en zor şartlar altında Hz. Pey-gamber'e ilk desteği veren, İslâm
mesajının insanlığa ulaştırılması uğruna kendilerini feda etmeyi göze alan
örnek nesle özel bir gönderme yapılmış, onların Allah'ın hoşnutluğunu
kazandığında şüphe bulunmadığı ifade edilmiş ve iyilik yolunda onları
kendileri için model kişilikler olarak görüp onlar gibi davranmaya çalı
şanların da bu övülen gruba dahil olacağı bildirilmiştir.
Sözlükte muhâcirûn
"bir yeri terkeden, ülkesinden ayni ip başka yere göç eden kişi"
anlamındaki muhacir kelimesinin çoğuludur. İslâmî terminolojide muhâcirûn
kelimesiyle, Allah'a ve Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna iman
ettikleri ve müslümanca yaşamak istedikleri için Mekkeli müşriklerce çeşitli
eziyetlere uğratılan ve yurtlarından çıkmaya mecbur edilen kimseler kastedilir.
Bu baskılar karşısında gerçekleşen ilk hicret peygamberliğin beş ve altıncı
yıllarında az sayıda müslümamn Habeşistan'a göç etmesi şeklinde olmuştur. Asıl
büyük hicret ise peygamberliğin on üçüncü yılında Resûlullah'ın da katıldığı
Medine'ye yapılan göçtür. Sözlükte ensar "çok yardım edenler"
anlamına gelir; İslâmî bir terim olarak Resûlulhh'a ve Mekke'den göç eden
müminlere kucak açan Me-dineli müslümanlan ifade eder. Bu topluluktan bir kişiyi
belirtmek üzere "ensarî" kelimesi kullanılır. Hz. Peygamber'in zorlu
iman mücadelesinde onun en yakınında yer alan muhacirlerle gerek onu gerekse
muhacirleri bağırlarına basan ensar, birçok âyet ve hadiste övgüyle
anılmışlardır.
"Muhacir ve
ensarm ilkleri" ifadesiyle kimlerin kastedildiği baklanda değişik
yorumlar yapılmıştır. Bunların başlıcalan şöyledir: İki kıbleye (hem Mescid-i
Aksâ'ya hem Mescİd-İ Haram'a) doğru namaz kılmış olanlar, Bedir Savaşı'na katılanlar,
Bey'atürrıdvân'da hazır bulunanlar. [206]
Râ-zî'ye göre âyette bu erdemli kişilerin hangi hususta "ilk"
oldukları açıklanmadığına göre bu sözcüğü muhacir ve ensar nitelemesiyle
birlikte kullanıldığı dikkate alınarak yorumlamak isabetli olur. Buna göre
anılan ifadeyi "ilk hicret edenler ve Re-sûlullah'a ilk yardım
edenler" şeklinde anlamak uygun olur. [207] Burada sahabenin belirli bir kısmının değil,
"muhacirler ve ensar olarak nitelenen ilk müslümanlar" anlamının yani
bütün sahabenin kastedildiği yorumu da yapılmıştır. Yine, âyetin "onlara
güzelce uyanlar" diye tercüme ettiğimiz kısmını tabiîn nesli şeklinde
anlayanlar olduğu gibi, bu ifade "kıyamete kadar onların yolunda yürüyen
müminler" şeklinde de tefsir edilmiştir. Öte yandan, "onlara güzelce
uyanlar" denince hatıra ilk gelen mâna, onların iyi davranışlarının örnek
alınmasıdır; ancak bu ifadeye "onları iyilikle ananlar, onların hâtırasına
saygı duyanlar" anlamı da verilmiştir. [208]
101. Çevrenizdeki
bedeviler içinde münafıklar var. Medine ahalisi içinde de iki yüzlülüğü huy
edinmiş olanlar var. Sen onları bilmezsin; onları biz biliriz. Onları iki defa
cezalandıracağız, ayrıca çok büyük bir azaba itilecekler. 102. Bir başka grup
var ki onlar iyi işe diğer kötü işi karıştırdıktan sonra günahlarını itiraf
etmişlerdir. Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah
esirgeyendir, bağışlayandır. 103. Onları arındırmak ve temize çıkarmak üzere
mallarından sadaka al! Bir de onlar için dua et; çünkü senin duan onlara huzur
verir. Allah her şeyi çok iyi işitmekte ve bilmektedir. 104. Bilmiyorlar mı ki
kullarının tövbesini kabul eden Allah'tır, sadakaları kabul eden de O'dur.
Şüphesiz Allah tövbe kapısını alabildiğine açık tutmaktadır, rahmetiyle
kuşatmaktadır. 105. Ve de ki: "Durmadan bir şeyler yapın; yaptıklarınızı
Allah da, Peygamber'i de müminler de görecektir. Sonunda, gizliyi de açığı da
bilenin huzuruna çıkarılacaksınız ve O size yapmış olduklarınızı haber
verecek." 106. Bir diğer grubun durumu ise Allah'ın hükmüne kalmıştır; ya
onlara azap edecek veya tövbelerini kabul edecektir. Allah bilen ve hikmetle
yönetendir. [209]
101. Hz.
Peygamber1 çevresindeki bazı kişilerin gerçekte iman etmedikleri halde inanmış
gibi davrandıklarını biliyordu. Âyette onun da bilmediği ve iki yüzlülüğü
âdeta sanat haline getirmiş kimseler bulunduğu, onların daha ağır cezaya
çarptırılacakları haber verilmektedir. Böylece bir taraftan Resûlullah ve
müminler, çevrelerindeki insani ann gerçek niyetleri konusunda daha İhtiyatlı
davranmaları İçin uyarılmış, diğer taraftan da tehditkâr bir ifadeyle bu gibi
kimselerin akıllarını başlarına almaları istenmiştir.
İlk dönem
müfessirlerinden, bu kimselerin iki defa cezalandırılacaklarına ve sonra çok
büyük bir azaba itileceklerine ilişkin ifadeyi açıklayan değişik yorumlar
nakledilmiştir. Bunların bir kısmında "iki defa" kaydı dünyadaki
cezalarla ilgili kabul edilmiştir. Bu yorumların başlıcalan şöyledir: Önce
müslümanjarın başarılarını görmenin ıstırabını yaşayarak derin bir acı
tadacaklar veya münafıklıkları ortaya çıkıp herkese karşı rezil olacaklar
yahut açlığa, esarete mâruz kalacaklar, öldürülecekler; sonra da -asıl âhiret
azabından evvel- kabir azabına çarptırılacaklardır; Önce kötü emellerine
kavuşamanıamn ve rezil rüsvâ olmanın bunalımını yaşayacaklar, sonra ölüm gelip
çattığında bağışlanmaz günahlar işlemiş olduklarım anlayıp onun ağırlığı
altında ezilerek cehenneme sevkedileceklerdir. "İki defa" kaydındaki
ikinci defayı âhiret azabı olarak anlayanlar ise, "...ayrıca çok büyük bir
azaba itilecekler" ifadesini âhirette cehennemin en dibine atılacakları
yani ağırlaştırılmış bir azap görecekleri veya önce diğer inkarcılardan ayrı
özel bir azaba çarptırılacakları şeklinde açıklamışlardır. [210]
102. Esasen
samimi bir imana sahip olmakla beraber, zaman zaman hakla bâtıl arasında med
cezirler yaşayan ve bu yüzden dış dünyaya yansıyan davranışlarında gerçek
mümine yaraşan ve yaraşmayanlari birbirine karıştıran, hem iyi hem kötü şeyler
yapan tipler de vardır. Bunlar dış etkilerin uzağında bir nefis muhasebesi
yaptıklarında davranışlanndaki bu uyumsuzluğu farkedip pişmanlık duyarlar.
Yukarıdaki bazı âyetlerde belirtildiği üzere, bunlar gerçek mânada inanmadığı
halde inanmış gibi görünenlerin girdiği yola girmeyip kendilerini mazur
göstermeye çalışmazlar, günahlarım itiraf ederler. İşte âyette bunların bu
pişmanlıklarının kendilerine fayda sağlayacağı, yüce Allah'ın onları
bağışlayacağı ifade edilmiştir. "Umulur ki" şeklinde tercüme edilen
"asâ" yardımcı fiilinin Cenâb-ı Allah hakkında kullanılması,
belirtilen hususun gerçekleşeceği anlamındadır; zira Allah'ın keremine sınır
yoktur, O bir işle ilgili ümit verici ifade kullanmışsa, bu o işin olacağını
gösterir. [211]
Âyetin inmesine vesile
olan olayla ilgili rivayetlerin ayrıntılarında farklılıklar bulunmakla beraber
bunlar, âyette, durumları müsait olduğu halde Tebük Seferi'ne katılmaktan
kaçınıp sonra samimi olarak pişmanlık duyan ve mazeret üretme cihetine
gitmeksizin hatalarını itiraf eden kişilere işaret edildiği noktasında birleşirler.
Sayılan ve kimlikleri ile ilgili farklı rivayetler bulunan bu kişiler sefere
çıkmaktan geri kalanlarla ilgili âyetleri duyunca öylesine bir vicdan azabı ve
pişmanlık hissetmişlerdi ki, kendilerini Mescid-i Nebevi'nin direklerine
bağlamışlar ve kcsûlullah kendilerini çözmedikçe orayı terketmeyeceklerine
yemin etmişlerdi. Uz, Peygamber seferden döndüğünde âdeti üzere önce mescide
gitti, onları bu sordu. Çevredekiler durumu açıklayınca Resûlullah vahiy
gelinceye kadar kendisinin de onları çözmeyeceğine ve özürlerini kabul
etmeyeceğine yemin etti. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve Hz, Peygamber
adam gönderip onlan çözdürdü ve özürlerini kabul etti . [212]
103.
İmkânları olduğu halde Tebük Seferi'ne katılmayan ve bunun pişmanlığını
yaşayan kişiler, mallarını getirip Resûlullah'a takdim etmişler, kendilerini
arındırmak üzere bunları almaşım ve sadaka olarak dağıtmasını, bir de
bağışlanmaları için dua etmesini istemişlerdi. Hz. Peygamber ise kendisine
böyle bir şey em-redilmediğini ve onların mallarından alamayacağını söyledi.
Âyet bunun üzerine indi[213]
Âyeti bu rivayeti esas alarak yorumlayan âlimlerin bir kısmı buradaki sadaka
ile, günahlara kefaret olmak üzere alınan gönüllü bağışların kastedildiği
kanaatindedir. Aynı rivayetin ışığında yorum yapan bazı âlimlere göre
-yaptıklarından nedamet duyan bu kişiler- zaten zekât ile yükümlüydüler; âyet
Resûlullah'tan onların daha önce vermekten kaçındıkları zekâtı kabul etmesini
istemiş oldu. Fakihlerin çoğunluğuna göre ise âyet yeni bir sözün
başlangıcıdır ve burada farz olan zekâtın alınması konusuna temas edilmektedir. [214]
Kur'an daha Mekke
döneminin ilk yıllarında Allah'ın birliği (tevhid) inancı ile sosyo-ekonomik
dengenin kurulması ve korunması arasında çok sıkı bir bağ bulunduğunu
müslümanların kafalarına ve gönüllerine yerleştirmiş, malî yükümlülükleri
belirli kurallara bağlamadan önce toplumun bu yönde bilinçlendirilmesine
ağırlık vermiştir. Bu arada Mekke döneminde İnen sekiz âyette zekât kelimesi de
kullanılmıştır; fakat bu âyetlerde geçen zekât kelimesiyle, Medine'de farz kılınan
nisabı, nispeti belirli, harcama yerleri gösterilmiş zekâtın kastedilmediğİ
açıktır. Bu dönemde de zekât dinî bir yükümlülük olmakla birlikte, bu görev
mutlak nitelikteydi, müsliimanlar bunun miktarını durum ve şartlara göre
belirtiyorlardı, Hz. Peygamberin Medine'ye hicreti sırasında ilk dinlenme yeri
olan Küba'da okuduğu hutbeden itibaren malî yükümlülükler konusu âyetlerde ve
hadislerde daha yoğun bîr biçimde işlenmeye başlamış, bu dönemde yirmi iki
âyette daha zekât kelimesi mârife (belirli isim) olarak kullanılmıştır. Bu
arada Mekke döneminde olmayan ve zekât ile eş anlamlı kullanıldığı genellikle
kabul edilen sadaka kelimesi on iki ayrı Medenî âyette yer almıştır. Zekâtla
ilgili âyetler ve tarihi bilgiler ışığında nisabı ve miktarları belirli
zekâtın -kesin olmamakla beraber- hicretin 2. yılında ramazan orucundan hemen
sonra farz kılındığı anlaşılmaktadır. 9. yılda bu âyetle farz kılındığını İleri
süren âlimlerin bu görüşünü ise, zekâtın devlet tarafından düzenli bir şekilde
toplanıp dağıtılmaya bu tarihte başlanmış olduğu şeklinde açıklamak mümkündür.
Sözlükte "artma,
çoğalma, arıtma, övgü ve bereket" gibi anlamlara gelen zekât, terim
olarak, Allah'ın Kur'an'da belirttiği yerlere harcanmak üzere farz kıldığı,
dinen zengin sayılan kişilerin mallarından alınan belirli payı ifade eder. Ayrıca,
bu payın maldan çıkarılması işlemine de zekât denir. Malî bir ibadet olan zekâtın
Kur'an'da ve hadislerde hemen her zaman, bedenî bir ibadet olan namazla
birlikte zikredilmesi bu iki dinî görev arasındaki güçlü bağı gösterir. Her
şeyden önce bir ibadet olan zekâtın, birçok insanî ve ahlâkî hedefleri ve
iktisadî gayeleri vardır. Dolayısıyla, Allah'ın buyruğuna uyarak O'nun
hoşnutluğunu kazanma amacıyla zekâtın yerine getirilmesi kulun dünya ve âhiret
mutluluğuna vesile olduğu gibi. topluma da birçok faydalar sağlar.
Zekâtın harcama
yerleri Kur'an'da tek tek sayılmış olmakla beraber. [215] zekât yükümlüleri, zekâta tâbi mallar, zekât
yükümlülüğünün alt sınırı (ni-sab), ödenecek miktar, Ödeme zamanı ve şekli gibi
konular daha çok Hz. Peygam-ber'in söz ve uygulamaları İle açıklığa
kavuşturulmuştur. Bununla birlikte âyet ve hadislerin yorumlanmasındaki
farklılıklar nedeniyle bazı meselelerde fıkıh doktrinleri arasında görüş
ayrılıkları bulunmaktadır. [216]
Âyetin
"arındırmak ve temize çıkarmak üzere" şeklinde tercüme ettiğimiz
kısmında geçen arındırma ve temize çıkarma fiillerinin öznesinin Hz. Peygamber
olduğu kanaati hâkimdir. Birinci fiilin sadakanın sıfatı olduğu görüşü esas
alındığında ise âyete "Onların mallarından, kendilerini temize çıkarmak üzere
onlan arındıracak sadaka al!" şeklinde mâna vermek gerekir. Bu fiillerden
ilkinin mas-dan olan tathîr, "günahların onların üzerinde bıraktığı kötü
etkileri gidermek", ikincisinin masdan olan tezkiye ise "iyice
temizlemek, bereketini arttırmak" mânasına gelir. Öte yandan "senin
duan" diye tercüme edilen "salâteke" tamlaması, (Hz. Peygamber'e
hitaben) "senin onlar için duada bulunman, günahlarının bağışlanmasını
istemen" anlamıyla, "onlara huzur verir" diye tercüme edilen
"sekenün lehtim" ifadesi de "onlar İçin rahmettir, tövbelerinin
kabul edildiği inancı sağlar ve gönüllerini huzura kavuşturur, onlan
şereflendirir" şeklinde açıklanmıştır. [217]
104. Gerek
henüz tövbeye yönelmemiş olanlara gerekse tövbe edip de sonucu hakkında endişe
duyanlara hitap edilerek, yalnız Allah'ın tövbeleri kabul etme yetkisine sahip
olduğu ve başka kapılardan medet umanların hayal kırıklığına uğrayacaktan
hatırlatılmakta, Allah'ın engin rahmetine gönülden İnanmış olanların ise
samimiyetle yaptıkları tövbe ve yakarmanın Allah katında mutlaka karşılık bulacağından
şüphe etmemeleri istenmektedir. "Sadakaları kabul buyuran da O'dur"
diye çevirdiğimiz cümle lafzı karşılığı "sadakaları da O alır"
şeklindedir. Cenâb-i Allah'ın kendisi hakkında bu ifadeyi kullanması şöyle
açıklanabilir: Resûluüah'a sadakaları alması emredildikten sonra bu malî
vecîbenin asıl kaynağının ilâhî irade, gerçek kabul merciinin de Allah Teâlâ
olduğu belirtilerek, bu buyruğa konu olan fiilin ve buyruğa uyanların O'nun
katında ne kadar değer taşıdığına işaret edilmiştir. [218]
105. Bazı
hatalı davranışlarda bulunmakla beraber bunlardan pişmanlık duyan ve Allah'tan
bağışlanma dileyen kişilere, sırf tövbe İle yetinmeyip Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmak için durmadan çalışmaları ve hatalarını bu yolla da telâfi etme çabası
içine girmeleri istenmektedir. Âyete kendi bağlamı içinde böyle mâna
verilebilirse de, esasen hatasız kul olmadığı dikkate alınırsa burada daha
genel bir hitabın bulunduğu, herkesin elindeki imkânları en iyi biçimde
değerlendirerek çalışıp çabalamasının İstendiği, fakat kendisini başı boş değil
daima bir murakabe altında hissetmesi gerektiğinin hatırlatıldığı söylenebilir.
Burada ilginç bir nokta, Allah ve Resulü'nün görmesinden başka müminlerin
görmesinden söz edilmiş olmasıdır; böylece -insanın toplumsal yasaların etkisi
altında davranışlarına çeki düzen vermesi tabii olmakla beraber- Allah katında
önem taşıyan değerlendirmenin iman temeli üzerine kurulmuş ve âhiret
sorumluluğu bilincine sahip toplumun değerlendirmesi olduğuna işaret edilmektedir.
Fakat her halükârda nihaî hesabın Allah'ın huzurunda verileceği
unutulmamalıdır; âyetin son cümlesinde bu hususa dikkat çekilmiştir. [219]
106. Tefsirlerde
genellikle, Tebük Seferi'ne katılmadıkları için pişmanlık duymakla beraber 102.
âyette belirtilenlerin aksine hatalarını itiraf etmeyen ve süratle tövbeye
yönelmeyen bir guruba işaret edildiği belirtilir. Yaygm rivayete göre burada
sözü edilen kimseler, 118. âyette -çileli bir bekleyişten sonra- tövbelerinin
kabul edildiği bildirilen üç kişidir. [220] Bu husus dikkate alınarak âyetin baş kısmına
"Bir diğer grup ise umutlarını Allah'ın buyruğuna bağlamış
beklemektedirler" şeklinde mâna vermek de mümkündür. Yine, âyetin
"tövbelerini kabul edecektir" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmım
"onlara tövbe nasip edecektir" şeklinde çevirmek de mümkündür. Bu
âyetle 107. âyet arasında bağ kurarak orada değinilen münafıklardan bir grubun
kastedildiği yorumunu yapanlar olmuşsa da [221] bu
yorum zayıf görünmektedir. Zira 101,102 ve 106. âyetlerde üç farklı gruptan
söz edilmekte, bunlardan ikinci ve üçüncü gruptakilerin sefere katılmamaktan
Ötürii pişmanlık duydukları anlaşılmakta, sonuncular hakkında ise kesin hüküm
belirtilmemektedir; oysa müteakip âyetlerde değinilecek olan münafıklar kesin
ifadelerle mahkûm edilmektedirler.
Âyette değinilen
kişilerin akıbeti hakkında kullanılan ihtimalli ifade, kuşkusuz Cenâb-ı Allah
açısından bir tereddüde işaret için değil, o kimselerin ruh hallerini
açıklamak ve korku ile ümit arasında bulunduklarını belirtmek içindir. [222]
107. Bir de şunlar var
ki, zararlı eylemler gerçekleştirmek, inkarcılıklarını pekiştirmek, müminlerin
arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulü'ne savaş açmış kişi lehine
fırsat kollamak üzere bir mescid yapmışlardır. "Amacımız sadece iyilikti"
diye de yemin edecekler, Allah şahit, onlar kesinkes yalancıdırlar. 108. Orada
asla namaza durma! Daha ilk günden takva temeli üzerine kurulan mescid, namaz
kılman için elbette daha uygundur; burada gerçekten arınmak isteyen adamlar
vardır. Allah da temizlenenleri sever. 109. Binasını Allah'a saygı ve O'nun
hoşnutluğunu kazanma temeli ii/erine kuran mı daha iyidir yoksa binasını kaymak
üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla birlikte cehennem ateşine
yuvarlanan mı? Alkili kötülükte ısrar eden kimseleri doğru yola iletmez, 110,
Onların kurduğu l»iııa, yürekleri paramparça olmadığı sürece içlerinde bir
huzursuzluk kaynacı olmaya devam edecektir. Allah bilen ve hikmetle
yönetendir. [223]
107-110.
Yesrib'deki (Medine) Hazrec kabilesinin ileri gelenlerinden Ebû Aıım isimli bir
şahıs Hıristiyanlığı benimsemiş ve bu alanda bilgilerini ilerletip |M|u/
ninnisin. Resûlullah'm Medine'ye göç etmesi bu ve benzeri kimselerin menfaatlerine
teis düşüyordu. Bu yüzden Ebû Âmir Medine'ye geldiği günden itibaren Hz.
Peygamber'e muhalefet etti ve onun düşmanları olan Mekkeli müşriklerle ittifak
içine girdi. Bu muhalefeti sürdürebilmek için bazı adamlarıyla birlikte
Mekke'ye gitti ve Bedir Savaşı'nda müslümanlara karşı savaştı. Bedir
yenilgisine müşriklerden daha fazla üzüldü ve onların intikam duygularını
harekete geçirdi. Ayrıca gerek Uhud gerekse Hendek savaşlarında hazır bulunup
Medineli hemşehrilerini Resûlullah ve müslümanlar aleyhine tahrik etmeye
çalıştı. Bunda başarılı olamayınca Mekke'ye yerleşti. Mekke müslümanlar
tarafından fethedilince Taife geçti. Huneyn Savaşı'nda Hevâzin kabilesi
yenilgiye uğrayınca da Şam'a kaçtı. Şam'a kaçarken münafıklara
"Olabildiğince hazırlık yapın, ben Bizans imparatoruna gidip kuvvet
getireceğim, Muhammed'İ ve arkadaşlarım Medine'den çıkaracağım" diye
haber gönderdi. Ebû Âmir'in Medine'deki münafıklarla yaptığı iş birliği
çerçevesinde hazırlanan oyunlardan biri mescit süsü verilen bir toplanma yeri
İnşa edilmesiydi. Münafıklar gerçekte kötü niyetle, fakat Mescid-i Kubâ ve
Mes-cid-İ Nebî'ye uzakta oturan yaşlıların cemaate yetişemediklerini, diğer
insanların da soğuk ve yağmurlu gecelerde anılan mescidlere ulaşmalarındaki
zorlukları bahane ederek Sâlİm b. Avf kabilesinin bulunduğu yerde bir mescid
inşa ettiler. Re* sûlullah'ın onayını alıp bu yapıya meşruiyet kazandırmak
üzere kendisinden mescidi ibadete açmasını ve dua etmesini İstediler. Hz.
Peygamber o sırada Tebük Seferi'nin hazırlıklarıyla meşgul olduğunu belirtti
ve "İnşaallah döndüğümüzde orada namaz kılarız" buyurdu. Tebük
seferi dönüşünde münafıklar tekrar aynı taleple müracaatta bulundular, İşte
Resûlullah gerçekte fesat ve nifak yuvası olarak inşa edilen bu mescidde namaz
kılmak üzere oraya gitmeye hazırlanırken bu âyetler nazil oldu. Âyetteki bu
uyarı üzerine Hz. Peygamber anılan mescidi yıktırdı. Âyetteki "zararlı
eylemler gerçekleştirmek üzere yapılmış mescid" anlamına gelen İfadeden
hareketle siyer ve İslâm tarihi ile ilgili eserlerde, yıkılan bu yapı Mescid-i
Dırâr adıyla antlagelmîştir. [224]
108. âyette "daha
ilk günden takva temeli üzerine kurulduğu" bildirilen mescidin hangisi
olduğu hususunda ilk dönem İslâm âlimlerinden nakledilen rivayetler iki
noktada toplanır. Bunlardan birine göre maksat Mescid-i Nebevî, diğerine göre
Küba Mescidi 'dİr. Taberî birinci görüşü destekleyen rivayetleri daha sağlam
bulmaktadır. [225]
110. âyette geçen ve
"huzursuzluk kaynağı" diye çevirdiğimiz rîbe kelimesi, "kuşku,
erişilmez emel, pişmanlık ve kin" gibi mânalara gelmektedir. Bunlardan
hareketle şu yorumlar yapılmıştır: Münafıkların mescidi yaparken içlerinde
taşıdıkları kuşku ve nifak sürüp gidecektir; o binayı yaparken gözettikleri
amaç erişilmez bir hayal olarak kalacaktır; böyle bir iş yapmaktan duydukları
pişmanlığı hep yaşayacaklardır; binanın yıktırılmasından dolayı duyduktan kin devam edip gidecek ve bütün bu duygular
sebebiyle devamlı bir huzursuzluk içinde yaşayacaklardır. Âyetin
"yürekleri paramparça oluncaya kadar" diye çevirdiğimiz kısmıyla,
kalplerinin bu konuyla olan bağı tamamen kopuncaya kadar devam edeceğine işaret
edilmektedir. Müfessirlerin çoğunluğu bu bağın kopmasını "ölüm" olayı
ile açıklamışlar ve âyete "Onlar ölmedikleri sürece bu konudaki kuşkuları
sürer gider" şeklinde mâna vermişlerdir. Bununla birlikte "Onlar
yaptıkları aşırılıktan yüreklerini parçalayacak derecede pişmanlık ve üzüntü
duyarak tövbe edinceye kadar kuşkulan devam eder" yorumu da yapılmıştır. [226]
Bu âyetler belirli bir
olay vesilesiyle inmiş olmakla beraber, özellikle 109. âyette soyut bir anlatım
biçimiyle ortaya konan ölçü dikkate alınırsa, burada temsilî bir örnekten
hareketle şu mesaja ağırlık verildiği görülür: İki yüzlü davrananlar arasında
zararlı eylemler planlayan, inkarcılığı örgütlemeye ve müminlerin arasına
aynlık sokmaya çalışanlara karşı uy anut olunmalı, onlann iyi niyet iddiaları
ihtiyatla karşılanmalıdır; Allah'ın nzâsına takva esası üzerine kurulu işlerle
erişilir ve Allah kötülüklerden arınmayı samimi olarak isteyen kişileri sever;
iki yüzlü davranmayı huy haline getirenlerin yürekleri kuşkunun esiri olur ve
ölünceye kadar kendi kişiliklerini bulamadan bu kuşkunun girdabında bocalar
dururlar; dünyada böyle bir bunalımı yaşadıkları gibi âhirette de acı bir
sonla karşılaşacaklardır, zira onlann akıllarınca başarı gibi görünen
eylemleri aslında uçurumun kenarına yapılmış binadan farksızdır, kısa bir süre
sonra bu bina onların cehenneme yu-varlaiunalan sonucunu doğurur. [227]
111. Allah, kendi
yolunda çarpışırlarken öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını,
karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır. Bu, Allah'ın Tevrat'ta,
İncil'de ve Kur'an Ma yer almış gerçek bir vaadidir. Kim Allah'tan daha fazla
sözüne bağlı olabilir? O halde yaptığınız bu anlaş* madan ötürü sevininiz. İşte
büyük bahtiyarlık da budur. 112.0 tövbekarlar, ibadet edenler, hamdedenler,
dünyada yolcu gibi yaşayanlar, rükûya varanlar, secde edenler, iyiliği teşvik
edip kötülükten alıkoyanlar, Allah'ın sınırlarım gözetenlerdir o bahtiyarlar);
müjdele o müminleri! [228]
111. Bazı
tefsirlerde bu âyetin Hicret'ten az önce İkinci Akabe Biati sırasında
Resûlullah ile ona destek sözü veren Medineli müslümanlar arasında geçen bir
konuşma üzerine nazil olduğuna dair bir rivayet yer almaktadır. [229] Nakledilen bu konuşmanın anılan görüşmeler
sırasında cereyan etmiş olması muhtemel olmakla beraber, âyetin içeriği ve
bağlamı Tebük Seferi'ne yakın bir tarihte indiği kanaatini güçlendirici niteliktedir
ve daha Mekke dönenıindeyken indiğini kabul etmeye elverişli görünmemektedir. [230] Âyetin Medine'de Mescid-İ Nebevî'de indiğini,
müslümanlar tarafından büyük bir sevinçle karşılandığını ve ensardan bir kişinin
yukarıda İşaret edilen konuşmada geçen "Doğrusu bu kârlı bir alışveriş! Artık
ne vazgeçer ne vazgeçilmesine razı oluruz" ifadesini kullandığını belirten
rivayet de bu kanaati desteklemektedir. [231]
Esasen evrendeki bütün
varlıklar, bu arada insanlann can ve malları Allah'ın hükümranlığı altında
olmakla beraber, insanın yine İlâhî iradeyle tâbi tutulduğu sınavın bir
uzantısı olarak yüce Allah "canlar"ı ve "mallar"ı müminlere
izafe etmiş, onların bu sınavdaki seçme özgürlüğüne dikkat çekmiştir. Âyette
müminler için kâr, kazanç, başarı kavramlarının dünya ile sınırlı olamayacağı,
mutluluk anlayışının dünyevî hazlar içine hapsedilemeyeceği fikri, satım
sözleşmesi benzetmesinden yola çıkan edebî bir üslûp kullanılarak
işlenmektedir. Müslümanların kritik bir durumda bulundukları sırada onları
düşmana karşı savaşmaya özendiren bu âyette dahi ölümü ve öldürmeyi göze
almanın ancak Allah'ın rızâsını kazanma amacını taşıdığı ve Allah'ın huzurunda
yapılan bir anlaşma çerçevesinde, yani O'nun koyduğu ilkelere uygun biçimde
cereyan ettiği takdirde bir değer ifade edeceğinin belirtilmesi, beşerî
ihtiraslar ve dünyevî çıkarlar uğrunda canını ortaya koymanın budalaca bir
cengâverlik veya sonuçlan dünya hayatıyla sınırlı bir kumarbazlık, bu amaçla
başkalarının canına kıymanın da altından kalkılamaz bir vebal olduğunu
gösterir.
Allah yolunda mal ve
canla cihadın değeri sadece Kur' an'da değil Tevrat ve İncil'de de
vurgulanmıştır. [232]
112.
"Dünyada yolcu gibi yaşayanlar" şeklinde tercüme ettiğimiz
"es-sâ-ihûn" kelimesinin sözlük anlamı "seyahat
edenler"dir. Birçok sahâbî, Hz. Pey-gamber'in "ümmetimin seyahati
oruçtur" mealindeki bir hadisine dayanarak âyetteki bu kelimeyi
"oruç tutanlar" şeklinde yorumlamışlardır. [233] Seyahat ve oruç arasındaki benzerlik daha çok
şu şekilde açıklanmıştır: Her ikisinde kişi birtakım zorluklara ve
mahrumiyetlere katlanır; seyahatte kişi görmediği bilmediği yerleri ve
durumları görüp gözlemleyebilir, oruç tutan mümin de ruhen yüce-lerek melekût
âleminin birtakım Özel hallerine muttali olabilir. Bazı ilk dönem mü-fessirleri
bir başka hadise dayanarak aynı kelimeyi "cihad edenler" biçiminde
açıklamışlardır. Kelimeyi sözlük anlamına göre yorumlayanlar, "yer yüzünde
seyahat edenler", "Mekke'den Medine'ye göç edenler", "ilim
öğrenmek için yolculuğa çıkanlar", "Allah'ın birlik ve kudretini
gösteren delilleri gözlemlemek ve onlardan sonuçlar çıkarmak için yollara
düşenler" gibi açıklamalar yapmışlardır. [234] Tercümemize
esas olan düşünceyi de şöyle özetlemek mümkündür: Bu dünyanın fâni olduğunu
unutmayanlar, ömür sermayelerini olabildiğince ebedî mutluluğa yatıranlar, dünya
hayatlarını hep bir yolcunun şuuru içinde yaşarlar; bu ebediyet yolcuları, kelimenin
yorumunda zikredilen güzel davranışlar içinde bulunurlar. [235]
113. Müşriklerin
cehennemlik oldukları müminler nezdinde açıklık kazandıktan sonra, akraba bile
olsalar Peygamber de müminler de onların bağışlanmalarını dileyemezler. 114.
İbrahim'in, babasının bağışlanması için yaptığı dua ise sırf ona verdiği bir
sözden ötürüydü. Ama onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıklanınca hemen
bundan vazgeçti. İbrahim gerçekten çok duyarlı, yumuşak huylu biriydi. 115.
Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını
kendilerine açıklamadan onları yoldan çıkmış saymaz. Kuşkusuz Allah her şeyi
en iyi bilendir. 116. Bilesiniz ki göklerin de yerin de hükümranlığı
Allah'ındır. Yaşatan O'dur, öldüren O'dur. Allah'tan başka sizin için ne bir dost
ne bir yardımcı vardır. [236]
113-114.
Âyetlerin, Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in veya annesinin bağışlanması
için dua etmesi yahut bazı müminlerin müşrik olarak ölen yakınlarının
bağışlanmaları için dua etmeleri sebebiyle indiğine dair değişik rivayetler bulunmaktadır. [237] Sûrenin
iniş zamanı ile ilgili bilgiler, 111. âyette hem Hz. Peygamber hem de
müminlerden sö2 edildiği ve ardından gelen âyette de Hz. İbrahim örneğine
değinildiği göz önüne alınırsa, asıl amacın belirli bir olayla ilgili bir hüküm
veya açıklama getirmek değil, bu konuda bir ilkeye dikkat çekmek olduğu
anlaşılır ki bu da, hayatındaki bütün fırsatları bir kenara itip Allah'a şirk
koşmakta ısrar ettiği ve o hal üzere öldüğü bilinen kişilerin bağışlanması
için duada bulunmanın Allah katında tasvip edilen bir davranış olmadığıdır.
Bazı müfessirlerce belirtildiği üzere, burada müşrikler için istiğfarda bulunma
yasağı, onların şirk üzere öldüklerinin bilinmesi haliyle sınırlıdır. Bir
kimse hayatta iken onun kâfir olarak öleceği bilinemeyeceğine göre, müminlerin
henüz sağ olan İnançsız bir kişinin hidayete ermesi ve bağışlanması için dua
etmelerine bir engel yoktur. [238] Bu bağlamda Peygamberimizin Hz. İbrahim'in
soyundan olduğu, hayatta olduğu sürece hiç kimseyi imansız öleceğini
varsayarak Allah düşmanı ilân etmediği, hatta münafıkların reisi Abdulah b.
Übey öldüğünde iyi bir mümin olan oğlunun onun cenaze namazını kıldırması
yönündeki ricasını dahi reddetmemeye çalıştığı da hatırlanmalıdır.
Hz. İbrahim'in babası
için duadan vazgeçmesi, birçok müfessir tarafından, babasının müşrik olarak
öldüğünden emin olması üzerine istiğfarı bırakması şeklinde açıklanmıştır.
Bazı müfessirler ise bir rivayetten yola çıkarak, âhirette babasının sırattan
geçebilmek için kendisinden yardım isteyeceği, fakat müşrik olarak öldüğünü
açıkça görmesi üzerine yardımda bulunmayı reddedeceği yorumunu yapmışlardır;
fakat bunu teyit eden sağlam bir delil bulunmamaktadır. İbn Atıyye bıı yorumun
zayıf olduğunu belirtmekte (III, 91), Taberî de birinci yorumu daha isabetli
bulmaktadır. [239]
"Çok
duyarlı" diye tercüme ettiğimiz evvâh kelimesine, bazı hadislerdeki
kullanımlar da dikkate alınarak "çok dua eden, merhameti bol, derin
anlayış sahibi, yürekten inanmış, Allah'ı çok teşbih eden, Allah kelâmını çok
okuyan, manevî ıstıraplardan ötürü derin teessürleri olan, kalbi yanık, âh
edip inleyen, kavrama gücü yüksek, huşu içinde Allah'a yalvaran" gibi
mânalar da verilmiştir. [240]
115-116.
Yüce Allah 115. âyette İslâmiyet'in temel ilkelerinden birini hatırlatmakta,
sakınacakları hususlarda yeterli bir bildirim gerçekleşmeden insanların sorumlu
tutulmayacaklarını belirtmektedir. Ayrıca, gerek bu gerekse müteakip âyette,
hidayete erdirenin Altah olduğuna ve O'ndan başka tam manasıyla güvenilip
dayanılacak dost bulunmadığına dikkat çekilmektedir. Şu var ki, Kur'an'ın başka
âyetleri ışığında, Allah Teâlâ'mn bu hidayeti nasip etmesinin kulun niyet ve
irade sınavındaki başarısıyla irtibatlı olduğu göz ardı edilmemelidir. [241]
117. Şu bir gerçek ki
Allah, Peygamber'e ve o sıkıntılı zamanda, içlerinden bir gurubun moralleri
bozulmaya yüz tuttuktan sonra bile ona bağlılıklarını koruyan muhacir ve
ensara lütfuyla muamele etti ve sonra da hepsinin lövbeterini kabul etti. Allah
onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir. 118. Allah geriye bırakılan üç
kişinin de tövbesini kabul etti. Sonunda, bütün genişliğine rağmen yeryüzü
onlara dar gelmeye başlamış, vicdanları kendilerini sıkıştırmış ve Allah'tan
başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı, llıınun üzerine O da eski durumlarına
dönmeleri için onlara tövbe nasip etti. HİÇ şüphesiz Allah, tövbe kapışım
alabildiğine açık tutan ve rahmetiyle kusanındır. [242]
117. Tevbe
kelimesi Allah'a izafe edildiğinde, Allah'ın, kulunun durumunu daha iyi bir
hale çevirmesi, ona tövbe nasip etmesi ve tövbesini kabul etmesi mânalarına
gelir. Âyetteki (tevbe kökünden türetilmiş olan) birinci fiili "kulun durumunu
daha iyiye çevirme" mânasında anlamak bağlama daha uygun düşmektedir.
Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e Tebiik Seferi'nin meşakkatlerine katlanıp bu seferi
başarıyla tamamlamayı, büyük sevap ve müslümanlar İçin hayırlı neticeler elde
etmeyi nasip etmiş, önceki durumuna göre onu daha mütekâmil bir duruma
getirmiştir. Resûlullah'a bağlılıklarını koruyan muhacir ve ensara da bu zorlu
sınav ile kusurlarından daha bir arınma ve ilâhî rızâya daha fazla yaklaşma
fırsatı sağlamıştır. Moralleri bozulmaya yüz tutanlara, yani Hz. Peygamber'in
sefer kararını birtakım tereddüt ve olumsuz düşüncelerle karşılayan veya sefer
sırasındaki güçlüklerden ötürü geri dönmeyi akıllarından geçirmeye başlayanlara
gelince, bağışlamak suretiyle onları bu aşağı mertebeden kurtarıp durumlarını
iyileştirmiştir. [243]
"Sıkıntılı
zaman" tamlamasıyla Tebük Seferi'nin kastedildiği hemen bütün
müfessirlerce kabul edilir. Gerek bu sefere hazırlık esnasında gerekse sefer
sırasında Resûlullah ve müslümanlar büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Siyer ve
tefsir kitaplarında bazı sahâbîlerin yaptıkları fedakârlıklar, bir damla suya,
bir lokma yiyeceğe ihtiyaç duyar hale gelen İslâm ordusunun bu sıkıntıdan
kurtulması İçin Re-sûl-İ Ekrem'in yaptığı dualar ve bunların mucizevî
sonuçlarıyla ilgili birçok rivayet yer alır[244]
118. Tebük
Seferi'ne katılmamaktan ötürü pişmanlık duymakla beraber hemen özür dilemeyen
ve tövbeye yönelmeyen üç kişiden söz edilmektedir. Rivayetlere göre bu üç kişi
Kâ'b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî'dir. Hz. Peygamber seferden
dönünce, sıhhî ve malî durumları elverişli olduğu halde sefere katılmayan ve
hemen günahlarını itiraf edip tövbeye yönelmeyen bu üç kişinin yüzüne bakmadı.
Müslümanlar da Resûlullah'a uyarak geçici olarak onlarla ilişkilerini
dondurdular. 106. Âyette kendilerinden "Bir diğer grubun durumu ise Allah'ın
hükmüne kalmıştır; ya onlara azap edecek veya tövbelerini kabul edecektir"
diye söz edilen bu kişiler yaklaşık elli gün süren çileli bir bekleyiş içine
girdiler. Nihayet bu âyetin nazil olmasıyla tövbelerinin samimi olduğu ve Allah
tarafından kabul edildiği bildirilince yüzleri güldü; Resûlullah'ın ve
müslümanların arasına döndüler, âdeta hayat onlar için yeniden başlamış oldu.
Âyetin "geriye
bırakılan" diye çevirdiğimiz kısmını "Tebük Seferi'nden geri
kalanlar" şeklinde yorumlayanlar bulunmakla beraber, çoğu müfessirler
106,âyetle irtibatlandırarak buna "bağışlanmalan ertelenenler"
mânasını vermişlerdir; olaya konu olan sahâbîlerden yapılan nakiller de bu
anlamı desteklemektedir. [245]
119. Ey îman edenler!
Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun. 120. Medine
ahalisi ve çevresinde bulunan bedeviler Resûlullah'a katılmaktan kaçınamaz ve
onu bırakıp kendi canlarının derdine düşemezler. Çünkü onlar Allah yolunda ne
zaman bir susuzluk, yorgunluk ve açlığa mâruz kalsalar, kâfirleri
öfkelendirecek biçimde bir yere ayak hassalar veya düşmana karşı bir başarı
elde etseler, bunların her biri mutlaka onlar için iyi birer amel olarak
yazılır. Allah iyilerin emeğini asla boşa çıkarmaz. 121. Yine, onlar küçük
olsun büyük olsun hayır yolunda bir harcama yaptıklarında, bir yol
katettiklerinde, bu, -Allah'ın onlara yapmış olduklarından daha güze-liyle
karşılık vermesi için- muhakkak onların lehine yazılır. 122. Bununla beraber
müminlerin hepsinin toptan savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların iut
kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve sefer-ılctı
donen topluluğu uyarmak üzere geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. [246]
119. Önceki
âyetlerde işlenen konuyla bağlantı kurarak yorum yapan müfes-.m 1er
"doğrular" diye çevirdiğimiz sâdıkûn kelimesini Hz. Peygamber ve onun
ashabı şeklinde açıklarlar. [247]
Buradaki hitabın genelliğfl ve Kur'an'daki kullanımlan dikkate alınırsa bu
kelimeye, "özü sözü bir olan ve? dürüst davranan kişiler" mânası
vermek daha uygun olur. Kuşkusuz bu niteliği taşıyan örnek şahsiyetlerin
başında peygamberler ve Peygamberimiz Hz. Muhamtmed ile ona gönülden bağlanmış
sahâbîleri gelir. "Doğrularla beraber olma" buyruğunun, onlarla
maddî bir beraberlik içinde olmaktan çok, bu sayede elde edilecek doğruluk
erdemiyle onlar gibi davranmayı hedeflediği açıktır. Buna göre "Allah'a
saygıda kusur etmeme, O'na karşı gelmekten sakınma çabası gösterme" gibi
mânalarla açıklanabilen takva kavramının sıdk kökünden gelen sâdıkûn
kavranPiyla birlikte kullanılmış olması, tam anlamıyla takvaya erişebilmenin
ancak doğruluk -la birlikte gerçekleşebileceğini gösterir. [248]
Sıdk, insanın söz ve
davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması
anlamında bir ahlâk terimidir. Sıdk kelimesi ve türelleri Kur'an'da ve
hadislerde sıkça geçer. İslâm ahlâkçıları da bu iki ana kaynakta tuttuğu
önemli yere paralel olarak, sıdk kavramına eserlerinde geniş yer vermişler,
çeşitli tutum ve davranışlara göre başlıca altı tür sıdktan söz etmişlerdir:
a) Konuşmada
dürüstlük. Dinî ve sosyal bir zarara yol açmadıkça söylenen her sözün gerçeği
yansıtması gerekir, b) Niyet ve
iradede dürüstlük. Davranışların özü ve ruhu niyettir; bu itibarla kişi önce
kendi niyet ve iradesinde dürüst olduğundan emin bulunmalıdır. Nitekim birçok
âyet ve hadis, davranışlarda niyetin önemini vurgulamıştır.
c) Karar
dürüstlüğü. Kişi bir işin iyi olduğuna inanmışsa onu yapmaya, kötü olduğuna
inanmışsa ondan uzak durmaya karar vermelidir.
d) Kararında
durma dürüstlüğü. Bir konuda verilmiş karan uygulamak ve caymadan sürdürmek,
Harar vermekten daha güçtür; fakat kararın değeri onu uygulamadaki dürüstlüğe
bağlıdır. Karar verme ve kararında durma dürüstlüğü özellikle kötü
alışkanlıklardan tövbe edip bir daha bunlara dönmeme konusunda önem taşır. Kötü
bir İşe karar verilmiş olması halinde bundan caymak İse yeni bir doğru karar
almak ve uygulamak anlamına gelir
e) Amelde
dürüstlük. Ahlâk bilginleri amel bakımından sıdkı, iyilikleri gösteriş yapma
ve çıkar gütme gibi ahlâk dışı amaçlarla değil, sırf İyilik olduğu İçin yapma,
kötülükleri de aynı anlayışla terketmedeki doğruluk ve düriist-lük şeklinde
açıklarlar
f) Dinî ve
manevî hallerde dürüstlük: Özellikle tasavvufi kaynaklarda havf (korku), recâ
(ümit), tazım, zühd, rızâ, tevekkül, sevgi gibiinsa-nın Allah'a saygı ve
bağlılığını gösteren yüksek dinî ve manevî hallerinde dürüst olması sıdkın en
yüksek derecesi olarak gösterilmiştir. [249]
Böylece, insanın sorumluluğa konu olan bütün hal ve hareketlerinde doğruluk ve dürüstlüğü,
samimiyet ve iyi niyeti ifade eden geniş kapsamlı bir ahlâk terimi olan sıdkın,
âyette büyük bir erdem kabul edildiği ve bu fazilete sahip olanların da, müminler
için örnek ve önder şahsiyetler olarak gösterildiği söylenebilir. [250]
120-121,
Esasen Medine halkı ve yakın çevresindeki bedevilerden Resûlul-lah'ın çağrısına
uyup ona katılmaktan kaçınanların sayısının fazla olmadığı dikkate alınırsa,
burada, anılan bu kesimden "hiç kimseye" böyle davranmanın yaraşmayacağını
belirtmenin amaçlandığı söylenebilir. Yani âyet vakıayı tespitten ziyade
muhtemel bir gevşekliği önlemeyi hedeflemektedir. Örnek nesle örnek davranışların
yakışacağı, vahyin kaynağına böylesine yakın muhatapların Hz, Peygamber'e
itaatte daha bir duyarlı olmaları gerektiği ve bunun ecrinin de çok büyük olacağı
temasını taşıyan bu âyetlerden, diğer müminlerin sorumluluklarının daha az
olduğu ve samimi biçimde ortaya koyacakları fedakârlıkların daha az sevap kazandıracağı
mânası çıkarılmamalıdır. Öte yandan, Peygamber şehrine özel atıfta bulunulması
İslâmiyet'in daha çok orada şekillenmesi ve Peygamber'in yolunu izlemenin
önemiyle ilgili olup, buradaki mesaj bütün çağları ve bütün mümin topluluklarını
kuşatacak mahiyette genel ve süreklidir. [251] 120. âyetin "çünkü" diye başlayan
kısmından itibaren 121. âyetin sonuna kadarki ifade akışı da bunu destekler
niteliktedir. Şu halde bu âyetlerden, -diğer kimselerin görevlerinde bir
eksiltme anlamı çıkanlmaksızın- bir görevin, özellikle dinî bir vazifenin
ifasında konuya ilişkin bilgi ve yakınlığı daha fazla olanların daha bir
sorumluluk bilinciyle davranmaları gerektiği; bu bilinç İçinde, samimi ve
özverili olarak ortaya konan her davranışın Allah katında değer bulacağı ve
asla boşa gitmeyeceği sonucu çıkarılabilir.
120. âyetin
"düşmana karşı bir basan elde etseler" şeklinde tercüme edilen kısmı,
düşmanın öldürülmesi, esir edilmesi, savaş malzemelerinin ele geçirilmesi,
hezimete uğratılması gibi mânalarla açıklanmıştır. [252]
"Bir yol
katettiklerinde" diye çevrilen 121. âyetteki ifadenin lafzî karşılığı
"bir vadiyi katettiklerinde" şeklindedir. Sözlükte "akarsu
yatağı" anlamına gelen vâdî kelimesinin Araplar'ca daha çok "yeryüzü,
arazi" anlamında kullanıldığı[253] ve "kataa" fiiliyle kullanıldığı
zaman "yol tepmek, yola devam ı'imck" mânalarının kastedildiği
dikkate alınarak Muhammed Esed'in çevirisi [254] bizce
de tercihe şayan bulunmuştur. [255]
122.
Müfessirler âyetin iniş sebebi hakkında değişik rivayetler aktarmışlardı! .
Bunlardan birine göre, önceki âyetlerde Resûlullah'uı savaş çağrısına olumlu
kargılık vermeyenlerin ağır bir biçimde eleştirilmeleri sebebiyle oluşan
hassasiyet Metlim- çevı rsiııdeki müslumanları veya yeni müslüman olan
kimseleri ihtiyaç olmasa bile -muhtemel savaş çağrısına hemen uyabilme
amacıyla- Medine'ye gelmeye yöneltmişti. Yakın içerikteki bir rivayete göre,
varım yoğunu toplayıp Medine'ye gelen ve Resûlullah'ın yakınında olmaya, ondan
dini daha iyi öğrenmeye çalışan bu kimselerin oluşturduğu izdiham Medine'nin
yerli halkını rahatsız etmeye başlamıştı. Bu rivayetler ışığında âyetin,
şehircilik ve iskân politikalarında planlamanın önemine dikkat çekmek istediği
düşünülebilir. Diğer bir rivayet ise şöyledir: Hz. Peygamber çevredeki
vahalarda bulunan bazı topluluklardan belirli kimseleri oralardaki insanlara
İslâmiyet'i öğretmek üzere yollamıştı; 120. âyet inince bu kişiler kendilerinin
de bu kapsamda olduğunu düşünerek telâşlandılar ve hemen Medine'ye döndüler. [256]
Dinde yeterli bilgi
sahibi olmaları istenenlerin sefere çıkanlar arasında mı yoksa geride kalanlar
arasında mı bulunacakları hususunda da farklı yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma
göre maksat, Hz. Peygamber bir yere ordu gönderirken kendisi Medine'de
kalıyorsa, daha önce inen bazı âyetlerde yer alan topluca sefere çıkma buyruğu
katı bir biçimde uygulanmamalı, Resûlullah yalnız bırakılmamalı ve bir grup
onunla kalıp dinde yeterli bilgileri elde etmeye çalışmalıdır. Diğer bir yorum
şöyledir: Her kesimden bir grup Resûlullah ile sefere katılmalı ve yanında
bulunup ondan dini daha iyi öğrenmeye çalışmalıdır. Dinde yeterli bilgiye sahip
olmaya çalışma buyruğunun sefere katılarak gerçekleşeceği noktasında bu yorumla
birleşen diğer bir izah tarzı, sefere iştirak edenlerin başta Allah'ın
müslümanla-ra üstün lütufları ve onlara nasip ettiği zaferler olmak üzere sefer
esnasında dersler çıkaracakları olayları gözlemleyecekleri, sonra bunları
memleketlerine döndüklerinde geride kalmış olanlara anlatacakları şeklindedir,
Bu yorum esas alındığında âyetin meali şöyle olmaktadır: "Onların her
kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve
döndüklerinde toplumlarını uyarmak üzere sefere çıkmalıdır toplanmalıdır." Bu âyeti Tebük Seferi
veya başka bir sefer arasında bağ kurmaksızın tefsir edenlere göre burada
anlatılmak istenen şudur: Dini öğrenmek üzere bütün müslümanlann bizzat Hz,
Peygamber'in yanına gelmeleri gerekmez; her topluluktan bir grubun gelip
dinlerini öğrenmeleri ve sonra dönüp kendi topluluklarına onu anlatmaları
yeterlidir [257]
Ayetin gramer
açısından farklı anlamalara imkân veren bir söz dizimine sahip olması
sebebiyle değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber, İslâm âlimleri genellikle bu
âyette ilmin önemine değinildiğini kabul edegelmişlerdir. Bu noktadan
hareketle yapılan izahları şöyle özetlemek mümkündür: Dinin sağlıklı bir
biçimde tebliği için maddî güç ve düşmana karşı ordu hazırlamak yeterli
değildir. İslâmiyet'in hedeflediği medeniyete ilimsiz, irfansız ulaşılamaz. Bu
itibarla müslü-manlann kendilerini aydınlatacak ve gerekli durumlarda uyaracak
derin bilgi sahibi kimseler yetiştirmek için üzerlerine düşeni yapmaları bir
görevdir. Dinin doğru anlaşılması için yapılacak ilk iş kuşkusuz din ilimlerine
gereken emeğin verilmesidir; fakat dinin hedefi müslümanlann dünya ve âhiret
mutluluğunu birlikte gerçekleştirmek olduğundan, ilme ayrılacak emeğin -dar
anlamıyla- din ilimleri şeklinde sınırlandırılması düşünülemez. [258]
123. Ey iman edenler!
İnkarcılardan yakınınızda bulunanlarla savaşın. Bunlar sizin çetin gücünüzü
görsünler. Biliniz ki Allah, buyruğuna karşı gelmekten sakınanlarla
beraberdir. [259]
123. Veda
haccı öncesinde bütün Arap beldeleri İslâm'ı kabul etmişti; İslâm coğrafyasına
en yatan düşman topraklan hıristiyan Araplar'm oturduğu, Bizans hakimiyetindeki
Suriye bölgesiydi. Buraya yapılan Tebük Seferi'nde savaş cereyan etmemiş, Mûte
Savaşı için bir misilleme yapılmamıştı. Dolayısıyla bu bölge, müslümanlann
varlıklarım koruyabilmeleri ve İslâm'ın başka yerlerdeki insanlara tebliği
açısından oldukça stratejik bir önem taşıyordu. Âyetin tarihî şartlar ışığında
yorumlanması halinde bunu o dönemde müslümanlann yakın çevrelerini güvence
altma alacak bir fetih hareketini sürdürmeleri yönünde bir buyruk olarak anlamak
uygun olur. Nitekim Hz. Peygamber vefatından kısa bir süre önce, Mûte
Sa-vaşı'na sebebiyet veren Kudüs-Şam arasındaki hıristiyan Araplar'a karşı bir
ordu sevketmeye karar vermiş ve Üsâme b. Zeyd'i bu orduya kumandan tayin
etmişti.
Öte yandan âyetin
bütün zamanlar için geçerli olmak üzere müslümanlara yönelttiği buyruk, kendi
varlıklarım tehdit eden düşmanlarla savaşmalan ve bu konuda özgüven duygulannı
daima koruduklannı gösteren bir azim ve kararlılık içinde olmalandır. Âyetin
"yakınınızda bulunan" diye çevrilen kısmından hareketle düşmanlara
karşı savaşma yükümlülüğünde mekân faktörünü öne çıkaran yo-ııııııliir
yflftıhiHîMi dıı, düşmanın coğrafî faktör yanında başka yönlerden de yakın tehdit
haline gelip gelmemiş olduğunun ölçü alınması gerektiği açıktır. Bu buyruğa
Kur'an'ın bütünlüğü içinde bakıldığında, burada müslümanlann yakın çevrelerindeki
gayri müslimlerle hep savaş içinde olmaları gerektiği gibi bir mânanın bulunmadığı,
sadece düşmanlık edenlere karşı ortaya konacak tavırdan söz edildiği kolayca
anlaşılır. Bu arada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, âyette ortaya
konması istenen sertlik ve güç, savaş şartlarının câri olduğu durumlarda
tavizsiz ve kararlı davranma anlamındadır; normal şartlarda yürütülen insan
ilişkilerinde, meselâ turizm ve ticaret gibi alanlarda müslüman olmayanlara
karşı bu buyruğun işletilmesi düşünülemez. [260]
124. Ne zaman bir sûre
indirilse, içlerinden "Bu hanginizin imanını arttırdı ki?" diye
soranlar çıkar. Ama bu, iman etmiş olanların imanını pekiştirmiştir ve onlar
sevinç içindedirler. 125. Kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu onların
kirlerine kir katmıştır ve onlar inkarcı olarak ölüp gitmişlerdir. 126.
Görmüyorlar mı ki her yıl bir veya iki defa musibetlerle sulanıyorlar da yine
tövbe etmiyorlar ve ibret almıyorlar. 127. Ne zaman bir sûre indirilse
"Sizi birisi görüyor mu?" diye birbirlerine bakarlar, sonra sıvışıp
giderler. Anlamamakta direndikleri için Allah da onların kalplerini çevirmiştir. [261]
124-127.
Sûrede ağırlıklı bir yere sahip olan münafıklar konusuna tekrar değinilmekte,
onların alaycı ve çirkin davranışlarının müminlere bir zarar veremediği, hatta
yürekten inanmış insanların imanlarını daha da güçlendirdiği, bu tutumlarının
ancak kendi zararlarını artırdığı ifade edilmektedir.
126. âyette sözü
edilen musibetler hakkında çeşitli açıklamalar yapılmışsa da[262] münafıkların değişik vesilelerle gerçek ve
çiıkin yii/lcıınin ortaya çıkmasına, rezil rüsvâ olmalarına rağmen bunlardan
ders çıkarmadıklarına ve iki yüzlülükte ısrar ettiklerine işaret edildiği
anlaşılmaktadır. [263]
128. Andolsun, size
içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır
gelir, size çok düşkündür, müminlere karşı şefkat ve merhamet doludur. 129.
Buna rağmen yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, O'ndan başka tanrı
yoktur, ben yalnız O'na güvenip dayanırım; O, büyük arşın sahibidir. [264]
128-129. Hz.
Muhammed bir insan olarak içimizden biridir; fakat Cenâb-ı Allah onu vahiy alma
ve peygamberlerin sonuncusu olma mertebesiyle onurlandırmıştır. Başka bir
âyette "bütün varlıklar için rahmet" olarak nitelenen [265] Resûl-i Ekrem'in müminlere karşı tutumuna ve
hissiyatına ağırlık verilen 128. âyette o, Allah Teâlâ'nın iki güzel İsmi ile,
"raûf' ve "rahîm" olarak nitelenmiştir; raûf "çok
şefkatli", rahîm "çok merhametli" demektir. Yüce Allah'ın
hiç-bİr peygamberini kendi isimlerinden ikisiyle birlikte anmamış olduğu
dikkate alınırsa onun rabbimizin katındaki derecesi ve bütün bu açıklamalara
rağmen ondan yüz çevirenlerin ne büyük ziyanda oldukları daha iyi anlaşılır.
İşte 129. âyette Hz. Peygamber'den bu gibi bahtsızların tutumlarından üzüntü
duymaması, sadece Allah'a güvenip dayandığını hatırlaması ve onlara da bunu duyurması
istenmektedir[266]
Sûre Allah ve
Resulü'nden bir bildirimle başladığı gibi, yine Cenâb-ı Hakk'ın resulü
vasıtasıyla insanlığa yaptığı genel bîr uyan ile, büyük arşın sahibinin yegâne
ilâh olan Allah olduğu vurgulanarak sona ermektedir. [267]
[1] Şevkânî, II, 378; Elmalılı, IV, 2441
[2] bk. Esed, 1,343
[3] Zemahserî. II. I3H; KM, XV, 2IH
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/3.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/4.
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/4.
[6] Elmalık, IV, 2442-2443
[7] Derveze, XII, 66
[8] Âlûsî, X, 61
[9] Râzî, XV, 216; Mevdûdî, II, 179
[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/4-5.
[11] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/5-6.
[12] Bakara 2/40; Mâide 5/1,7
[13] Râzî, XV, 217
[14] Müslim, "Cihâd", 3; Tirmizî
[15] Elmahlı, IV, 2448
[16] Râzî, XV, 220
[17] Taberî, X, 59-62,65-66; Zemahşerî, II, 138; Râzî, XV,
219-220, 225
[18] X, 66
[19] nesî" hakkında bilgi için bk. âyet 37
[20] Taberî, X, 59-63,65-66,77; Râzî, XV, 219
[21] bk. âyet 36
[22] X, 75-76
[23] Taberî, X, 75; Zemahşe-rî, II, 138-139
[24] XV, 221-222
[25] Taberî, X, 74
[26] Zemahşerî, II, 138
[27] Taberî, X, 67-75
[28] Elmalık, IV, 2441
[29] Şiî tefsirlerde tebliğ görevinin Ebû Bekir'e
verildikten sonra ondan alınıp Ali'ye tevdi edildi fci hususuna vurgu yapılır,
bk. Tabersî, V, 8-9
[30] Ateş, IV, 32
[31] Râzî, XV, 223
[32] Râzî, XV, 224; bu konuda ayrıca bk. âyet 7
[33] XV, 226
[34] burada ve Bakara 2/191; Nisa 4/89,91
[35] Taberî, X, 59-60, 78
[36] Râzî, XV, 219-220,225; Mevdûdî, II, 193
[37] Zemahşerî de bunu "ahdini bozanlara dolaşmaları
için verilen süre" şeklinde açıklamakta ve onun Taberî'den farklı
düşündüğü anlaşılmaktadır, bk. II, 139
[38] XII, 76-79
[39] el-İtâru't-târîhî li-sûreti Berâe", Mecelle-tii
Mecma'i'l-luğati'l- 'Arabiyye, LXVIl, 150,151
[40] XII, 104-107
[41] Elmalılı, IV, 2459
[42] bk. Râzî, XV, 227-228; bu konuda bir değerlendirme
için bk. GİRİŞ
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/6-16.
[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/16-17.
[44] Elmahlı, IV, 2462
[45] Taberî, X, 81-82
[46] Taberî, X, 82-83
[47] Elmalılı, IV, 2463-2464
[48] Derveze,XII, 86-87
[49] Derveze, XII, 88-89
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/17-20.
[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/20.
[52] Taberî, VI/10, 94-97; İbn Atıyye, m, 16-17; Şevkânî,
II, 392-394
[53] Derveze, XII, 93-94
[54] Râzî,XVI, 8
[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/21-22.
[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/23.
[57] Zemah|prî, II, 144-145; RA/i, XVI, 18
[58] XII, 95-97; müminlerin başka din mensuplarıyla
ilişkileri ve inkarcıları dost edinmeleri konusunda bk. Âl-i İmrân 3/28
[59] Derveze, XII, 95-97
[60] geniş bilgi için bk. İhya, IV, 296 vd.
[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/23-25.
[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/25.
[63] 27 Ocak 630
[64] Taberî, VI/10, 100-104; Muhammed Hamîdullah,
"Huneyn Gazvesi", Dİ A, XVIII, 376-377; Hüseyin Algül, "Huneyn
Savaşı", İFAVAns,, II, 299-300; a.mlf., "Hz. Muhammed",
İFAVAns., III, 303-304;Derveze,XII,100-102
[65] Taberî, VI/10, 104; krş. Âl-i İmrân 3/154; Enfâl 8/11
[66] Zemah-şerî, II, 146
[67] İbn Atıyye, İÜ, 20
[68] bu kelimeyle ilgili başka bir izah için bk. Bakara
2/248
[69] bk, Âl-i İmrân 3/124; Enfâl 8/9
[70] Râ-zî, XVI, 22
[71] Taberî, VI/10,104; Zemahşerî, II, 146
[72] XVI, 23
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/25-28.
[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/29.
[74] Zemahşerî, II, 146
[75] İbn Âşûr, X, 160
[76] Râzî, XVI, 26
[77] Şev-kânî, II, 398
[78] Derveze, XII, 105-107
[79] XII, 107
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/29-30.
[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/30.
[82] VI/10, 106
[83] Derveze,XII, 109-110
[84] Derveze, XII, 110-114
[85] meselâ Âl-i İmrân 3/24 âyetinde belirtildiği şekilde
[86] İbn Atıyye, III, 21; Zemahşerî, II, 147; Râzî, XVI,
28-29; İbn Âşûr, X, 163
[87] X, 163-166
[88] Derveze, XII, 114-118
[89] Mehmet Erkal, "Cizye", Dİ A, VIII, 42
[90] geniş bilgi için bk. Mehmet Erkal, "Cizye",
DİA, VIII, 42-45; Derveze, XII, 119-123; Osmanlı'da cizye uygulaması için bk.
Halil İnalcık, "Cizye", DİA, VIII, 45-48
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/30-34.
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/34-35.
[92] Ezra, 7/1-12
[93] m.ö. 465-424
[94] Taberî, VI/10,110-111; Ömer Faruk Harman,
"Üzeyir". İFAVAns., IV, 409-411
[95] Mehmet Paçacı, "Kur'ân-ı Kerîm Işığında Vahiy
Geleneğine -Kitab-ı Mukaddes Bağlamında- Bir Bakış", İslâmî Araştırmalar,
Ankara, 1991, V/3, s. 191
[96] Derveze, XII, 124
[97] Kur'an'da yüzyıl uyuyup tekrar uyandığı bildirilen
kişinin Üzeyir olabileceği rivayeti hakkında bk. Bakara 2/259
[98] bu konuda bk. Âl-İ İmrân 3/45; Mâide 5/17,72
[99] Taberî, VI/10,112-113; İbn Atıyye, III, 25
[100] Taberî, VI/10, 113; İbn Atıyye, III, 25; Şevkânî, II,
403
[101] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/35-37.
[102] yahudi din âlimleri hakkında kullanılan
"ahbâr" kelimesinin açıklaması için bk. Mâide 5/44
[103] 3/64,80
[104] bk. Âl-i İmrân 3/64
[105] Zemahşerî, II, 149; Râzî, XVI, 37
[106] Râzî, XVI, 37; İbn Âşûr, X, 170
[107] bu konuda daha fazla bilgi için bk. Mehmet Aydın,
"Hıristiyanlık", D/A, XVE, 350, 351,352
[108] Mâİde 5/82
[109] Hadîd, 57/27; Mustafa Sİnanoğlu,
"Hıristiyanlık", Dİ A, XVII, 365
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/37-39.
[110] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/39.
[111] İbn Atıyye, III, 26; Şcvk;mİ. 11.404; ayrıca bk.
Bakara 2/135; Âl-i İmrân 3/19
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/39.
[112] Taberî, VI/10, 117; Reşîd Rızâ, X, 395-402
[113] X, 177
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/39-40.
[114] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/41.
[115] Hüseyin Algül, "Haram Aylar", Dİ A, XVI,
105
[116] 5. âyetin tefsirine bk.
[117] Bakara 2/205; Kasas 28/83
[118] bilgi için bk, Hüseyin Al gül, "Haram Aylar",
DİA, XVI, 105-106
[119] XII, 134-136
[120] İbn Atıyye, IH, 31; Zemahşerî, II, 151
[121] İbn Atıyye, 111, 31
[122] XII, 136
[123] Taberi, VI/10, 129; Zemahşerî, II, 151
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu :III/41-43.
[124] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/43.
[125] Tebük Seferi'nin gerekçesiyle ilgili yaygın kanaati
eleştiren bir yaklaşım için bk. Hüseyin Munis, "el-İtârü't-târîhî li
sureti Berâe", Mecelletü Mec-mai'l-lugati'l-Arabiyye, Kahire, 1411/1990,
LXVII, 152,160-161
[126] Razı, XVI, 60
[127] II, 36
[128] Ekim 630
[129] bilgi için bk. Derveze, XII, 140-145; Hüseyin Algül,
"Te-bük Seferi", İFAVAns., IV, 307-309
[130] bk. Enfâ! 8/30
[131] Taberî, X, 137
[132] Zemahşerî, II, 152-153
[133] hicret ve sonuçlan hakkında daha fazla bilgi için bk.
Ahmet Önkal-Ahmet Özel, "Hicret", DİA, XVII, 458-466; 40. âyette
geçen ve "güven duygusu" diye çevirdiğimiz sekine kelimesi ve
"göremediğiniz askerler" ifadesinin açıklaması için bk. 26. âyetin
tefsiri
[134] Taberî, X, 137-140; İbn Aşûr, X, 206-207
[135] Şevkânî, 11,414
[136] Taberî, X, 140
[137] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/44-49.
[138] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/50-51.
[139] Râzî, XVI, 73
[140] Esed, 1,362
[141] Râzî, XVI, 79-80
[142] İbn Atıyye, III, 41
[143] Taberî, X, 146-148; İbn Âşûr, VI, 219
[144] Esed,1,363
[145] bk. Taberî, X, 148-149; İbn Atıyye, III, 42
[146] Buhârî, "Tefsîrü'l-Kur'ân" 9. sÛTe, giriş
[147] Taberî, X, 150-151; İbn Atıyye, III, 43-44
[148] Taberî, X, 151; Zemahşerî, II, 156
[149] İbn Atıyye, III, 44
[150] III, 45
[151] İbn Âşûr, X, 228-229
[152] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/52-55.
[153] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/55.
[154] Taberî, X, 155-157; Reşîd Rızâ, X, 486-488; Elmalılı,
IV, 2571; Ateş, IV, 94-98
[155] Derveze, XII, 162
[156] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/55-56.
[157] zekâtla ilgili diğer hususlar için bk. 103. âyetin
tefsiri
[158] Ebû Dâvûd, "Zekât", 25
[159] kölelik hakkında bk. Nisa 4/92
[160] meselâ bk. Müslim, Zekât, 36
[161] bu konuda bilgi için bk. Mehmet Erkal,
"Zekât", İFAVAns., IV, 557-569
[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/56-60.
[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/61.
[164] münafıklar hakkında ayrıca bk. Bakara 2/8-20; Nisa
4/138-140,142-146; Münâfıkun 63/1-8
[165] Taberî, X, 168-169
[166] Esed, 1,366
[167] Şevkânî, E, 429
[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/61-63.
[169] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/63-64
[170] Râzî, XVI, 131
[171] 71. âyette geçen evliya kelimesi için bk. Bakara
2/257; Nisa 4/2,138-140,144; En'âm 6/14; Enfâl 8/72-73
[172] Rılzî, XVI. 133; Adn rcmıeli hakkında bk. Ra'd
13/22-24
[173] Buharı, "Tevhîd", 38; "Rikak", 51
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/64-65.
[174] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/65-66.
[175] X, 183-184
[176] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/66.
[177] Taberî, X, 184-186
[178] Taberî, X, 186-187
[179] Şev-kâııî. II, 437; Esed, I, 372
[180] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/66-68.
[181] meselâ bk. Taberî, X, 188-191; Şevkânî, II, 439-440
[182] bk. Buhârî, "Bed'ü'l-vahy, 1
[183] bk. Müslim, "İman", 203-204,206; Süyûtî,
el-Eşbâh ve'n-nezâirfî kavâ'idi ve furû'ı fıkhi'ş-Şâfi'iyye, s. 38-40
[184] Buhârî, "Şehâdât", 28; Müslim,
"İman", 107
[185] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/68-69.
[186] Taberî, X, 194-198
[187] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/69.
[188] Zemahşerî, II, 164-165; Şevkânî, II, 441
[189] Ta-berî, X, 198-200; Şevkânî, II, 443
[190] Enbiyâ 21/107
[191] Nisa 4/146-147
[192] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/69-70.
[193] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/71.
[194] Ebû Dâvûd, "Cenâiz", 69; krş. Tirmizî,
"Cenâiz", 70
[195] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/72.
[196] İbn Atıyye, İÜ, 68; Râzî, XVI, 151,156-157
[197] İbn Atıyye, III, 68; bu sonucun insanın irade
hürriyeti açısından değerlendirilmesi için bk. Bakara 2/7
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/73-74.
[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/74-76.
[199] 90. âyetteki özür beyan edenlerle ilgili kelimenin
farklı okunuştan ve Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak, bununla gerçek
mazeret sahiplerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; bk. Taberî, X,
209-211; Şevkânî, II, 445-446
[200] Râzî, XVI, 160; bazı müfessirler âyetteki şart
cümlesini, "gizli veya açık söz ve niyetleriyle" şeklinde
açıklamışlardır, İbn Atıyye, III, 70
[201] nüzul sebebi ile ilgili farklı rivayetler için bk.
Taberî, X, 212-213
[202] 93. âyetteki "geride kalanlar" ve
"Allah da onların kalplerini mühürledi" ifadelerinin açıklaması için
87. âyetin tefsirine bk
[203] Râzî, XVI, 164
[204] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/76.
[205] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/76.
[206] Taberî, XI, 6-8; Râzî, XVI, 168
[207] XVI, 168-169
[208] İbn Atıyye, III, 75; Râzî, XVI, 171-172; Şevkânî, II,
452-453
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/76-77.
[209] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/78.
[210] Taberî, XI, 9-12; Şevkânî, II, 454; Reşîd Rızâ, XI, 19
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/78-79.
[211] Taberî, XI, 12; Şevkânî, II, 454
[212] Taberî, XI, 12-16
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/79-80.
[213] Taberî, XI, 1648
[214] Râzî, XVI, 177
[215] Tevbe 9/60
[216] geniş bilgi için bk. Yûsuf el-Kar-dâvî, Fıkhü'z-zekât,
I-II; Mehmet Erkal, "Zekât", İFAVAns., IV, 519-574
[217] İbn Atıyye, III, 78; Zemahserî,II, 170
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/80-81.
[218] İbn Atıyye, III, 79; Şevkânî, II, 455
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/81-82.
[219] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/82.
[220] Taberî, XI, 21-22; bu kişiler hakkında bilgi için
118, âyetin tefsirine bk.
[221] İbn Atıyye, III, 80
[222] Râzî, XVI, 191-192
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/82-83.
[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/83.
[224] Taberî, XI, 23-26; Hüseyin Algül, "Mescid-i
Dırâr", ÎFAVAns., 111,206-207
[225] bk. XI, 26-28
[226] Râzî, XVI, 198; Şevkânî, II, 460
[227] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/83-85.
[228] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/85-86.
[229] İbn Atıyye, III, 87; Taberî iniş zamanım
belirtmeksizİn bu rivayetin ortak unsuru olan Abdullah b. Revâha'nın sözüne yer
verir, bk. XVI, 35-36
[230] Derveze,XII, 222-223
[231] İbn Ebî Hatim, VI, 1886
[232] meselâ bk. Tesniye, 6/1,10-11, 21-23, 7/1-2,17-25,
8/1,12/2-3,28/7-10; Matta, 10/39,19/21,29
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/86-87.
[233] Taberî, XI, 28
[234] İbn Atıyye, İÜ, 89; Elmahlı, IV, 2625; Kur'an'ın
dersler çıkarma amacıyla yeryüzünde gezip dolaşmayı özendirmesi hakkında bk.
Âl-i İmrân
3/137
[235] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/87.
[236] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/87-88.
[237] bk. Taberî, XI, 40-43
[238] Taberî, XI, 43-44
[239] XI, 45-47; Hz. İbrahim hakkında bilgi için bk. Bakara
2/124; Âl-i İmrân 3/65-68
[240] Taberî, XI, 47-53
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/89.
[241] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/89.
[242] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/90.
[243] İbn Atıyye, 111,92-93
[244] mesela bk. Taberî, XI, 54-56; İbn Atıyye, III, 93
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/90-91.
[245] Ta-berî, XI, 56-62; İbn Aüyye, III, 92-94
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/90-91.
[246] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/91
[247] Râzî, XVI, 220
[248] takva hakkında bk. Bakara 2/197; A'râf 7/26
[249] Gazzâlî, İhya, IV, 391
[250] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/91-93.
[251] Derveze, XII, 338; Esed, 1,386
[252] Şevkânî, II, 472
[253] Ze-ıııuhşerî, II, 177
[254] I, WS, 3K6
[255] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/93.
[256] bunlarla ilgili değerlendirmeler için bk. Taberî, XI,
66-71; Derveze, XII, 239-241
[257] bk. Taberî, XI, 66-71; İbn Atıyye, 111,96-97; Râzî,
XVI, 225-228; Ateş, IV, 154-157
[258] Kur'an'da ilme yapılan göndermeler ve İslâm'da ilme
verilen değer hakkında bk. Zfimer 39/9
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/93-95.
[259] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/95.
[260] Râzî, XVI, 230
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/95-96.
[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/96.
[262] bk. Taberî, XI, 73-74
[263] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/96-97.
[264] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/97.
[265] Enbiyâ 21/107
[266] Hz. Muhammed ve onun üstün özellikleri hakkında bk.
Ahzâb, 33/40; Feth 48/29; tevekkül hakkında bk. Âl-İ İmrân 3/159
[267] arş" hakkında bilgi için bk.A'râf 7/54
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu
:III/97.