Tevbe Sûresi

9

İndiği Yer

: Medine

 

 

İniş Sırası

: 113

 

 

Âyet Sayısı

: 129

 

 

Nüzulü

 

Mushaftaki sıralamada dokuzuncu, iniş sırasına göre yiiz on  üiçüncü sûredir. Mâide sûresinden sonra, Nasr sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur. Müfes-sİrler arasındaki hâkim kanaate göre son iki âyeti Mekke'de inmiştir. 113. âyeti­nin de Mekke'de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır. Hicretin 9. yılında nazil olmaya başlayan bu sûrenin Kur'an'ın en son inen sûresi olduğu yönünde bir riva­yet de vardır.[1]

İçeriği ve konusuna İlişkin tarihî bilgiler, sûrenin hemen tamamının Tebük Seferi'nden az bir zaman önce başlayıp sefer süresince, seferden hemen sonraki günlerde, en büyük kısmıyla da Medine'den Tebük1 e yapılan uzun yürüyüş sıra­sında vahyedildiğini göstermektedir. [2] Aşağıda açıklanacağı üze­re sûrenin baş kısmı Tebük Seferi'ni takiben yani kronolojik sıra itibariyle diğer kısımlarından sonra inmiştir.

Hz. Peygamber Tebük Seferi'nden döndükten sonra Hz, Ebû Bekir'i hac emîri olarak görevlendirmişti. Ebû Bekir beraberindeki müslümanlarla hareket et­tikten sonra bu sûrenin baş kısmı nazil oldu. Bunun üzerine Resulullah sûredeki buyrukları hac esnasında insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali'ye görev verdi. Hz. Ali hac kafilesine yolda yetişti. Hz. Ebû Bekir ona âmir sıfatıyla mı yoksa memur sıfatıyla mı geldiğini sordu. O sadece sûreyi hac sırasında insanlara tebliğ etmek­le memur olduğunu söyledi. Birlikte Mekke'ye gittiler. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü Cemre-i Akabe yanında insanlara hitap etti, kendisinin Hz. Peygam-ber'in elçisi olduğunu bildirip sûreden otuz veya kırk (Mücâhid'den yapılan riva­yete göre on üç) âyet okudu ve şu dört hususu özellikle tebliğ etmekle görevli ol­duğunu söyledi: Bu yıldan sonra Kabe'ye müşrik yaklaşmayacak, kimse Kabe'yi çıplak tavaf etmeyecek, mümin olmayan cennete giremeyecek, verilen söz mutla-k.ı tutlacaktır. [3]

 

Âdı

 

104. âyetinde tevbe kelimesi geçtiği için sûre bu adı almıştır. İlk kelimesi "berâe" olduğu için Berâe sûresi diye de meşhur olmuştur. Aynca bu sûre Muhzi-ye, Kadîme, Fâdıha gibi isimlerle de anılmıştır.[4]

 

Konusu

 

Sûrede işlenen başlıca konular şunlardır: Antlaşmalarını bozan müşriklere fe­sih bildiriminde bulunup Mescid-i Haram çevresinin putperestlerden arındırılma­sı, Allah ve Resulii'ne bağlılığın ve iman kardeşliğinin diğer bütün dünyevî bağ­ların üstünde tutulması gerektiği, Allah'ın nimetlerini ve yardımlarım hiçbir za­man göz ardı etmeksizin iman mücadelesindeki azim ve kararlılığın korunması, Özellikle Tebük Seferi'ne hazırlık, Tebük'e gidiş ve dönüş sırasında münafıkların sergiledikleri davranışlar, müslümanlarm böyle sıkıntılı durumlarda hataya düşme ihtimallerinin artması, Ehl-i kitapla ilişkiler, cizye ve zekât hükümleri, bedevî Araplar'ın dinî bildirimler karşısındaki tavırları, yaptığı kötülüklerden samimi piş­manlık duyanların tövbelerinin kabulü hususunda yüce Allah'ın ne kadar lütufkâr olduğu, Resûlullah'a canla başla destek olan ilk müslümanlarm ve onların yolunu izleyenlerin Allah katında çok üstün bir mertebeye sahip oldukları, Hz. Muham-med'in müminlere karşı engin şefkati, bu gerçekleri görmezden gelenlere karşı ar­şın sahibi yüce Allah'a sığınmak, O'na güvenip dayanmak gerektiği. [5]

 

Özelliği

 

Diğer sûrelerden farklı olarak bu sûrenin başında "besmele"nin olmaması şu iki sebeple açıklanmaktadır:

a) Bu sûrenin aralarındaki anlam ve içerik yakınlığı itibariyle Enfâl sûresinin devamı olma İhtimali. Hz. Peygamber'den bu sûrenin Enfâl veya başka bir sûrenin parçası olduğuna dair bir açıklama nakledilmiş olma­dığı için bu ihtimal zayıf bulunmuştur. Bu görüş şu açıdan da eleştirilmiştir: Eğer sebep bu olsaydı sadece Enfâl sûresinden bu sûreye geçerken besmele okunmama­sı gerekirdi, oysa bu sûreye başlarken de besmele okunmaz. [6]

b) Sûrenin müşriklere ağır bir ihtarla ve -âyetin tefsiri sırasında açıklana­cak sebeplere binaen onlarla yapılmış antlaşmanın bozulup savaş ilân edilmesi ta­limatıyla başlaması. Bu izaha göre, besmele güven ve rahmetin İfadesi olduğun­dan iki zıt ifadenin birlikte okunması uygun görülmemiştir. Başka bazı sûrelerin de savaş buyruğu içerdiği [7]veya "yazıklar olsun" gibi ifadelerle başladığı[8] gerekçesiyle bu izah eleştirilmişse de, başka bir sûrenin hiisimlıı höyk' gidridlî bir ııviin ve ühtli bozma İfadesi ver almamaktadır..

Bu konudaki izah farklılıkları bir yana, İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içinde­dirler. Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi Resûlullah'm bu sûrenin başında besmeleyi yazdırmamış olmasıdır. Bu durum, Kur'an'ın hiçbir değişikliğe uğratıl-tnaksızm, aynen Hz. Peygamber'den öğrenildiği biçimde sonraki nesillere aktarıl­ması konusunda sahabenin büyük bir titizlik gösterdiğini ve bu ulvî emanetin ne­siller boyu özenle korunduğunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan biri sayılmalıdır. [9] Şu hususa da işaret edilmelidir ki, Tevbe sû­resinde besmele çekilmemesi bu sûrenin başıyla ilgilidir, Şayet Kur'an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece "eûzü" çekilir; daha sonraki bir âyetin­den başlanacaksa eûzü ile birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sû­resine geçilirken ise eûzü-besmele okumaksızın kıraate devam edilir. [10]

 

Meali

 

1. Allah ve Resulü'nden, antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere karşı fesih bildirimidir! 2. Yeryüzünde dört ay daha serbestçe dolaşın; fakat bilin ki asla Allah'ı âciz bırakamazsınız ve Allah inkarcıları er-geç rezil rüsvâ ede­cektir. 3. Yine Allah ve Resulü'nden bu büyük hac günü insanlara duyuru­dur: Allah ve Resulü’nün müşriklerle hiçbir bağı yoktur. Şayet tövbe ederseniz, bu kendi iyiliğinize olur; eğer sırt çevirirseniz biliniz ki siz Allah'ı acizli­ğe düşüremezsiniz. (Resulüm!) İnkarcıları elem veren bir azapla müjdele! 4. Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden bilâhare yükümlülük­lerini eksiksiz yerine getiren ve sizin aleyhinize kimseye arka çıkmayanlar müstesna; onlara verdiğiniz söze süresi doluncaya kadar riayet ediniz. Allah haksızlıktan sakınanları sever. 5. Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğu­nuz yerde öldürün, esir alın, kuşatın ve onları her geçit yerinde gözetleyin. Şayet tövbe ederler, namazlarını kılarlar ve zekâtlarını verirlerse artık onla­rı serbest bırakın. Allah yarhğayıcıdır, bağışlayıcıdır. 6. Ve eğer müşrikler­den biri senden korunma isterse, Allah'ın sözünü anlamasına fırsat vermek için onu koruma altına al; sonra onu kendi güvenlik bölgesine ulaştır. Bu uy­gulama, onların bilmeyen bir topluluk olmalarından dolayıdır. [11]

 

Tefsiri

 

1-6. İnsanî ilişkilerin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesinde ve toplumsal dü­zenin tesisi ve korunmasında antlaşma ve sözleşmeler çok önemli bir yere sahip­tir. Sözleşmelerin güvenilir olması ve işlevini ifa edebilmesi de ahde vefa ilkesi­nin korunmasına bağlıdır. Kur'an gerek insanın kendisini yaratan Allah'a verdiği söz, gerekse başka insanlarla yaptığı sözleşmeler anlamında ahid kavramı üzerin­de önemle durmuş ve değişik vesilelerle ahde vefa ilkesine vurgu yapmıştır. [12] Daha peygamberlik öncesi dönemde yakın çevresi tara­fından güvenilir, sözünde durur bir kişi olmasıyla tanınan Hz. Muhammed de pey­gamberliği süresince karşılaştığı bütün zorluklara rağmen bu ilkeden ödün verme­mek ve bu konuda çevresindeki müminlere iyi bir örnek olmak için büyük çaba sarfetmiştir. İşte yaklaşık yirmi iki yıllık bir süre içinde İslâmiyet'in amansız düşmanları olan Mekke putperestleriyle ilişkilerinde bile verilen sözünde durma ve ahde vefa konusunda titiz davranan ve ashabı tarafından bu husustaki duyarlılığı çok iyi bilinen Resulullah'ın daha önce yapılmış bir antlaşmayı yok sayıp birden bire sahip olduğu gücü ön plana çıkarması beklenemezdi. Fakat içten içe yıkıcı fa­aliyetlerde bulunarak müslümanları birbirine düşürmeye çalışan ve bunu temin için münafıklarla iş birliği yapan müşriklerin mevcut antlaşma hükümlerini fiilen bozmaları karşısında, içi boşaltılmış bir antlaşmayı istismar etmelerine de müsa­ade edilemezdi.

Müşriklerin antlaşma hükümlerini sinsice ihlâl etmeleri ve hıyanet içinde bu­lunmaları karşısında Resulullah'ın da bu antlaşmaları bozabileceği Enfâl sûresin­de bildirilmiş (8/58) ve bu konuda müslümanlann fikrî bir hazırlık içinde olmala­rı sııülıınnııstı Tehiik Seferi'nde vasanan birçok olav da müslümanlarla birlikte hareket ediyor görünen kişilerin gerçek yüzlerini açığa çıkarma açısından onlara önemli tecrübeler kazandırmıştı. Nihayet Tebük Seferi'ni takiben bu bildirimin yapılması zamanının geldiği Resulullah'a vahyedildi: Müslümanların antlaşma yaptığı müşrikler artık bu antlaşmanın geçersiz olduğunu bilmeliydiler! Peygam­ber'in bizzat bulunmayıp emîr olarak Hz. Ebû Bekir'i görevlendirdiği hac esnasın­da bu duyuru yapılacak ve buna bağlı sonuçlar kendilerine hatırlatılacaktı.

Türkçe'de "berat" şeklinde telaffuz edilen berâe, sözlükte, "bir işten veya sorumluluktan sıyrılmak, kötü bir durumdan uzaklaşmak, katışık halden çıkıp du­ru hâle gelmek" gibi anlamlara gelir. Borçlu için "berî oldu" denince borçtan, has­ta için "berî oldu" denince de hastalıktan kurtulduğu ve aslî durumuna döndüğü kastedilir. "Berâet-i zimmet asıldır" şeklindeki hukuk kaidesinde geçen berâet ke­limesi suçsuz ve borçsuz olmayı ifade eder. Bu kelimenin bir de toplumlar arası ilişkiler ve savaş hukuku bakımından ifade ettiği bir anlam vardır ki, o da taraflar arasında dostluk ilişkisinin kopması, dokunulmazlık ve güven ilkesinin geçerlili­ğine son verilmesi, daha önceki taahhütlerin sorumluluğundan kurtulma, kısaca ilişki kesmedir.

1. âyette geçen "berâe" kelimesini yapılan bildirimin içeriği dikkate alınarak ve bunun şiddetli bir ihtar olduğunu belirtmek üzere "ültimatom" şeklinde çevir­mek mümkündür. Fakat milletlerarası İlişkiler terminolojisinde bu kelimenin kul­lanıldığı anlam ile âyetteki berâe kelimesinin tam olarak örtüştüğü söylenemez.

Âyette bildirimde bulunan taraf Allah ve Resulü, bildirimin yapıldığı taraf ise müslümanların kendileriyle antlaşma yaptıkları müşrikler şeklinde ifade edilmiş­tir. Burada şöyle bir anlatım İnceliğinin bulunduğu görülmektedir: Müşriklerle muahede konusunda "kendileriyle antlaşma yaptığınız" İfadesi kullanılarak yüce Allah'ın böyle bir antlaşmaya taraf olamayacağı, sadece belirli şartlarda müslü­manların bu tür bir akdin tarafı olabilecekleri ima edilmiş olmaktadır. [13] Hz. Peygamber'in bu akde taraf olması ise Allah'ı temsilen değil müslüman­ların temsilcisi ve yöneticisi sıfatıyladır. Nitekim bu duyurunun ne zaman yapıla­cağını bildiren 3. âyette Allah ve Resulü'nün müşriklerle hiçbir bağının bulunma­dığı ayrıca ifade edilmiş ve Hz. Peygamber de müşriklerin bulunabileceği hacda bulunmamıştır. 7. Âyette de bu ince mânayı koruyan bir ifade kullanıldığı görül-niı-kicdir. Resûlullah'ın sefere gönderdiği kumandanlara şu mealde bir talimat ver­mesi de bu yorumu güçlendirici niteliktedir: Bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi MMHİoıı Allah ve Resulü adına antlaşma yapmanızı isterse bunu kabul etme, ken­din ve ıırkııdıışlarııı adına antlaşma yap; zira kendinin veya arkadaşlarının taahhü­dünü ihlâl (Miıırn Allıılı vı- Kosulil'nün laahhüdiinü ihlâl edilmiş hâle düşürmekten

Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir

iyidii. Yine, bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden onlar hakkında Allah'ın hükmünü vermeni isterlerse, bunu kabul etme, kendi hükmünü ver; çünkü onlar hakkında Allah'ın hükmünü isabet ettirip ettiremeyeceğini bilemezsin. [14]

Muhatapların hiç süre verilmeksizin, aniden antlaşmaya son verildiği ve böy­lece haksızlığa uğratıldıkları iddiasında bulunamamalan için 2. âyette kendilerine dört ay süre verildiği bildirilmiştir. Bu âyetteki "serbestçe dolaşın" şeklinde çevri­len "sîhû" emrinin masdan olan "siyâha(t)", Arap dilinde sıradan bir gezintiyi de­ğil, gerekli hazırlıklar yapılarak çıkılan planlı yolculuğu ifade eder. Böylece ken­di aykırı davranışları nedeniyle antlaşmaları feshedilen müşriklere, güven İçinde dolaşarak kendilerini korumak için her türlü önlemi alabilecekleri, diledikleri gibi hareket edip geleceklerini güvenceye alma yollarını araştırabilecekleri hatırlatıl­makta, hatta emir kipi kullanılarak kendilerine tanınan bu imkândan sonra artık so­rumluluğun da kendilerine ait olacağı ima edilmektedir. [15] Bu­nunla birlikte âyetin devamında müşriklerin Allah'ı asia âciz bırakamayacakları ve Allah'ın inkarcıları rüsvâ edeceği yönünde bir uyan yapılmaktadır. Müteakip âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, burada müşriklere şu hususlar bildirilmiş olmaktadır: Verilen süreden sonra artık antlaşma güvencesinden yararlanamazsı­nız. Şayet eski tavırlarınızda ısrar ederseniz ve İslâm'ın müslümanlar için en kut­sal mekân ilân ettiği Kabe'nin çevresinde varlığınızı ve egemenliğinizi sürdürme­ye çalışırsanız müslümanlara karşı savaş açmış sayılırsınız ve bunun sonuçlarına katlanırsınız. Fakat biliniz ki bu şekilde süre verilmesinin nedeni acizlik değil, si­ze düşünüp taşınma ve tövbe etme imkânı sağlamaktır; yine biliniz ki Allah'ın ira­desini aşamazsınız, O'nu âciz bırakamazsınız ve rezil rüsvâ olmayı göze almış olursunuz; eğer tövbe ederseniz bu sizin için daha iyi olur. [16]

Burada verilen dört aylık sürenin başlangıcı ve bitimi hakkında tefsirlerde farklı açıklamalar yer almaktadır. [17] Bazı müfessİrler Tevbe sûresinin şevval ayında indiği bil­gisinden hareketle bu sürenin muharrem ayınm sonunda bitmesi gerekeceğini ile­ri sürmüşlerdir. Fakat âyetin Hz. Ebû Bekir'in hac için gönderilmesini takiben in­diği, burada antlaşmanın feshini takiben belirli bir müddet tanınmasının amaçlan­dığı ve bunun hac esnasında (Zilhicce aymın 9 veya 10. günü) tebliğ edildiği dik­kate alınınca, bu sürenin Zühicce'nin 10'undan Rebîülâhir'in 10'una kadar oldu­ğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Taberî, süre verilen tarafın bunu bilmesi ge­rektiği ilkesine ve bu bildirimin de hac esnasında yapıldığı olgusuna dikkat çekerek yukarıda isııni edilen sttrllsü eleştirmektedir. [18] Bununla İmlikte, o yıl.

Zilhicce'nin onu sayılan hac gününün gerçekte zilkade ayına tesadüf ettiği rivaye­ti esas alındığında, bu süre Rebîülevvel'in 10'ımda sona ermiş olmaktadır; zira o sırada henüz müşriklerin "nesî" âdeti kalkmamıştı ve aylar Resûlullah'ın haccın-da yerine oturmuştu. [19]

Âyette belirtilen dört aylık sürenin ilgilileri hakkında birçok izah yapılmıştır. Bu izahlar ile 4 ve 7. âyetlerde ahidlerine sadakat gösterenler için getirilen istisna­lar birlikte değerlendirildiğinde, buradaki süre ile müşriklerle yapılmış antlaşma­ların süreleri arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamak uygun olur: Antlaşmalarına sada­kat gösterenler bakımından daha önce belirlenmiş süreye uymak gerekir; burada belirlenen süre antlaşma hükümlerini çiğneyenler hakkındadır. Bunlardan müdde­ti âyette belirtilenden daha fazla kalmış olanlar hakkında bu süre kısaltılmış, daha az kalmış olanlar ile süre tayin edilmeden antlaşma yapılanlara ise bu kadar süre verilmiştir. [20] Şu var ki Taberî, burada­ki "dört ay"ın müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan, 5. âyetteki "haram ay­ların ise müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan müşrikler hakkında ol­duğu kanaatindedir. Buna göre, süresiz antlaşması bulunan veya süreli olmakla be­raber ahdini bozmuş bulunan müşriklere o yılın hac gününden itibaren dört ay (Re-bîülâhir ayının 10'una kadar) müddet tanınmış, antlaşması bulunmayan müşrikler bakımından ise verilen süre muharrem ayının sonunda (yapılan bildirimden elli gün sonra) bitmiş olmaktadır (X, 66). Fakat 5. âyetteki "haram aylaf'ın İslâmî ter­minolojide "eşhur-İ hunim" diye bilinen[21] aylar şeklinde anlaşılması ve böylece antlaşması bulunmayan müşriklere iki aydan az bir süre tanındığı so­nucunun çıkarılması bu sûre ile getirilen düzenlemenin ruhu ile bağdaşır görünme­mektedir. Zira antlaşmasını bozan müşriklere bile dört ay güvence ve düşünme fır­satı veren bir düzenlemede, -antlaşması bulunmayanlar sürekli savaş halinde ka­bul edilse dahi- hiç değilse ahdi bozmuş durumda bulunmayan bu kesim için di­ğerine göre çok kısa bir süre tanınması anlamlı görünmemektedir.

3. âyetin "büyük hac günü" diye çevrilen kısmıyla ne kastedildiği hususunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birine göre Hudeybiye Anlaşması'ndan sonra yapılan umreye hacc-ı asgar (küçük hac) dendiği için, İslâm'da İlk defa hic­retin 9. yılı yapılan bu hacca da onun mukabili olmak üzere hacc-ı ekber (büyük hac) denmiştir. Taberî'nin de tercih ettiği bu yoruma göre âyette geçen "büyük" sıfatı sırf o yılın haccrna özgü değildir, umre mahiyetinde olmayan hac ilk defa o yıl başladığı için böyle anılmıştır ve daha sonraki bütün haclar için bu sıfat geçer­lidir. [22] Bazı âlimler bu haccın böyle nitelenmesinin sebebini, o yıl müs-lümanlann ve müşriklerin bir arada bulunmaları ve haccın Enl-i kitabın bayramlarına tesadüf etmesi şeklinde açıklamışlar, gerek daha önce gerekse daha sonra böy­le bir durumun benzerine rastlanmadığını belirtmişlerdir. [23]  Bazı âlimler de inkarcıların bayramının Allah'ın hoşnut olmadığı günlerden olduğu gerekçesiyle bu yoruma karşı çıkmışlardır. Râzî bu eleştiriyi isa­betsiz bulur ve burada maksadın, bütün bu inanç gruplarınca o günün büyük telak­ki edildiğini belirtmek olduğunu kaydeder. [24] Diğer bir yorum da şöyledir: Âyette o yılın haccı için böyle niteleme yapılması, İslâm'ın başatı ve üs­tünlüğünü, putperestliğin zelil hale düştüğünü ilân eden hac olması sebebiyledir. O yılın haccı bu açıdan özel bir önemi haiz olmakla beraber, müslütnanlar nezdîn-de en yüce değere sahip hac kuşkusuz Resûlullah'ın ertesi sene yaptığı veda hac­adır ve âyetteki niteleme bunu da kapsamaktadır. Nitekim Hz. Peygamber kendi bulunduğu hac hakkında "Bu en büyük hac günüdür" buyurmuşlardır. Bu nedenle âyetteki hacc-ı ekber tabirini, ilânın yapıldığı hac günü açısından hicrî 9. yılda ya­pılan hac diye, bu ilânın sonuçlarının tam olarak gerçekleşmesi açısından ise veda haccı diye anlayanlar olmuştur. Bazı müfessirlere göre ise buradaki "büyüklük" vasfı, o yıM haccın başka haclarla veya ibadetlerle karşılaştırılması anlamını içer­memekte, hac ibadetinin en büyük kısmına işaret etmektedir; bu anlamıyla büyük­lük bütün hacların o önemli kısmı hakkında geçerlidir. Âyette önemli kısım yevm kelimesiyle İfade edilmiştir. Arapça'da yevm kelimesi hem "vakit" hem de "gün" anlamına geldiği için burada belirli bir günün değil hac vaktinin tamamının kaste­dildiğini ileri sürenler olmuştur. [25]Fakat burada bir süre tanıma hük­mü bulunduğu ve sürenin başlangıcının muayyen olması gerektiği için bunu belir­li bir gün olarak anlamak bağlama uygun düşer. Bu günün ise arefe günü veya bay­ram günü olabileceği söylenmiştir. Gerek haccın tamam olmasını sağlayan fiiller gerekse bu âyet uyarınca yapılan duyuruya ilişkin tarihî bilgiler. [26] dikkate alındığında, buradaki maksadın bayram günü olduğu görüşü daha kuvvetli görünmektedir. [27]

Âyette sözü edilen duyuru, sûrenin nüzulü hakkında bilgi verilirken açıklan­dığı üzere, Hz. A1İ tarafından yapılmıştır. Bunu, konuyla ilgili bazı rivayetler ve o günkü Arap âdetleri ışığında Hz. Ali'nin Ehl-İ beyt'ten olması ile izah etmek mümkündür. [28]Fakat bazı Şiilerin yaptığı gibi bu rivayetleri ve olayı ön yargılı bir yoruma tâbi tutarak bundan Allah'ın elçisine gelen vahiyleri tebliğ görevinin, dolayısıyla halifelik hakkının Hz. Ali'ye ait olduğu sonucunu çı­kartmak tamamen mezhep taassubuna dayalı bir yaklaşımdır. [29]Bu tür saptırılmış yorumlarla her ikini dr ilk müslümanlar dan ve İslâm büyüklerinden olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali'nin karşı karşıya getirilmesi, Resûlullah'ın önemi üzerinde ısrarla durduğu birlik beraberlik ruhuyla ve tarihî verilerle bağdaşmaz. Hz. Peygamber'in Hz. Ebû Bekir'i hac emî-ri olarak görevlendirdiği ve hac esnasında tebliğ edilecek bu âyetlerin, onun yola çıkmasından sonra nazil olduğu ortadadır. Böyle bir durumda Hz. Ali'nin bu iş için görevlendirilmesi gayet normaldir. Zira -onun diğer vasıflan yanında- Hz. Ebû Bekir'e göre daha genç olduğu, tebliğ işinin ise gür bir ses İstediğini göz ar­dı etmemek gerekir. Yine unutmamak gerekir ki, bu âyetler indiğinde onları Resû-iullah'tan öğrenip ezberleyen Hz. Ali'dir. Hz. Ebû Bekir'in bunları Hz. Ali'den öğrenip tam olarak ezberlemesi ve halka duyurması yerine doğrudan Hz. Ali'nin tebligatı yapması daha mâkuldür. Kaldı ki hadis kaynaklan da, duyuru esnasında Hz. Ali yorulunca buyrukları Hz. Ebû Bekir'in tebliğ ettiğini haber vermektedir. [30] Siyer kaynaklan incelendiğinde, müslümanlann putperestlere bu bildirimi yapabilecek duruma gelinceye kadar ne büyük haksızlıklara mâruz kaldıkları ve dayanılmaz acı ve eziyetlere katlandıkları açıkça görülür. Böyle bir mücadelenin sonunda büyük bir basan elde eden tarafın, bütün beşerî istek, eğilim ve zaaflan-nı yenip karşı tarafa yeni fırsatlar tanıması kolay bir İş değildir. Fakat İslâmiyet'in temel hedefi insanlığı hidayete ve aydınlığa eriştirmek olduğu için Kur'an hemen bu muhtemel zaafların önüne set çekip karşı tarafa tövbe imkânı verilmesini iste­mektedir. Ardından, müşriklere tövbeye yanaşmadıklan takdirde müslümanlara savaş açma İradesi ortaya koymuş olacakları, fakat asla Allah'ı âciz bırakamaya­cakları tekrar hatırlatılmaktadır.

İnkarcıların azabın dünyadakİnden ibaret olmayıp asıl şiddetli azabın âhiret-te olduğunu bilmeleri için ve onlann dünya görüşünü hafife alan bir üslûpla âye­tin sonunda "İnkarcıları elem veren bir azapla müjdele!" buyurulmuştur. [31]

4. âyette ahde vefa ilkesinin önemine yeni bir vurgu yapılarak 2. âyette ve­rilen genel sürenin ahdi bozanlarla ilgili olduğuna işaret edilmekte, müslümanlar-la yaptıklan ahidlerine tam olarak riayet etmiş ve müslümanlar aleyhine başkala-nna destek vermemiş olan müşriklere antlaşmadaki süre doluncaya kadar mühlet verilmesi istenmektedir. Sûrenin nüzulü hakkında bilgi verilirken belirtildiği üze­re Hz. Ali tarafından özellikle ilân edilen dört husustan biri şu idi: Verilen söz tu­tulacak. Resûlullah'ın talimatına binaen yapılan duyuru âyetteki bu hüküm hak­kında duyarlı davranılmasını ve antlaşmayı bozanlarla ahdine vefa gösterenlerin bir sağlamayı hedefliyordu. îbn Abbas'tan nakledildiğine göre,kalan en uzun süre Kinâne kabilesine bağlı bir kol ile yapılan antlaşmada yer alıyor­du ve bu sürenin dolmasına dokuz ay kalmıştı. [32] bu müddet tamam olunca Arap yarımadasında özel antlaşması bulu­nan hiçbir müşrik kalmamış oldu. Âyetin sonunda Allah'ın müttakileri (sakınan­lar) sevdiği belirtilerek ahde vefanın takvanın icaplarından olduğu da hatırlatıl­maktadır.

5. âyette, haram aylar çıkınca artık müşriklerin sıkı bir takibe alınmaları ge­rektiği bildirilmiştir. Zira süre verilerek yapılan bildirimden sonra karşı tarafın ilân edilen yasak bölgede müşrik sıfatıyla varlığını sürdürmeye çalışması savaşı tercih etmiş oldukları anlamına gelecektir. Onlara bu aşamada toleranslı davranılması ise, inançlarının icaplarını yerine getirmelerine müsaade etme, dolayısıyla tevhid inancının sembolü olarak inşa edilen Kabe'yi tekrar fetişizmin eline teslim etme sonucunu beraberinde getirirdi. Bu nedenle âyetteki buyruğa göre onların takibi konusunda asla gevşek davranılmayacak, geçit başlarını tutup gözetleme, muhasa­ra altına alma, esir alma ve gerektiğinde öldürme dahil, Kabe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliğinden ebedî olarak arındırılması için lüzumlu her tedbir alına­caktı. Resûlullah'ın vefatından hemen sonra ortaya çıkan dinden dönme hareket­leri de, bu kesin tavır ve köklü İcraatın ne kadar isabetli olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Fakat aynı âyete göre, onlara tövbe yolu açık tutulacak, namazlarını kılar ve zekâtlarını verirlerse, yani en azından dış dünyaya yansıyan davranışları itibariyle müslüman kimliği sergilerlerse onlara dokunulmayacaktır. Çünkü Al­lah'ın bağışlamasına ve rahmetine sınır yoktur.

Râzî [33]âyetin bu kısmında ince bir mâna bulunduğunu belirtip bunu şöyle açıklar: Yüce Allah bu kimselerin lehine olan yollan daraltıp onları ağır ce­zalara lâyık saydıktan sonra, inkârlarından vazgeçerek tövbe edip namazlarını kıl­maları ve zekâtlarım vermeleri halinde dünyada bütün bu felâketlerden kurtulmuş olacaklarını İfade etmiştir. O'nun engin lütfuyla âhirette de durumun böyle olaca­ğını umarız. Zira tövbe, kişinin fikrî potansiyelini cehaletten, namaz ve zekât ise davranış potansiyelini insana yaraşmayan eylemlerden arındırması demektir. Bu da, tam anlamıyla mutluluğun bunların gerçekleşmesine bağlı olduğunu gösterir. Yani onlar tövbenin ve sayılan amellerin hakkını verirlerse karşılığı dünyadaki kurtuluşla sınırlı kalmaz, Allah'ın lütfuyla âhirette de kurtuluşa erip kâmil anlam­da mutluluğu yakalayabilirler.

Burada dikkat çeken bir husus müşriklerin takibine ilişkin tedbirlerin mahi­yeti ile ilgilidir. Âyette sayılan önlemlerin kendi içinde tutarlı olabilmesi için "öl­dürme" son çare olarak düşünülecektir. Zira önce öldürme cihetine gidildiğinde diğer önlemlerin bir anlamı kalmamaktadır. Düşmanı öldürme zaten savaş sürecinin tabii sonuçlarından olduğuna göre, burada öldürmenin özellikle tasrih edilmesi ise -muhtemelen- diğer önlemler göz ardı edilerek bu yola gidilmemesini hatırlatmak içindir. Nitekim müteakip âyette hemen tövbe edip İslâm'a girmemekle beraber İslâm'ı müslümanlarm içinde görüp öğrenmek, üzerinde düşünmek için fırsat ve bunu sağlayacak bir güvence verilmesini isteyen müşriklere bu imkânın tanınma­sı istenmiştir. Bu anlayış Kur'an'ın öldürme konusundaki diğer ifadelerine de uy­gun düşmektedir. Zira Kur'an'da "öldürmek" anlamına gelen kati kökünden türe­tilmiş kelimelerin 170 defa kullanıldığı, fakat müslümanlara yöneltilmiş emir kipi olarak "uktulû" (öldürün) şeklinde sadece üç sûrede[34] geçtiği, bunların da doğrudan öldürmeye yöneltme anlamında olma­yıp karşı saldın ve savaş bağlamında yer aldığı görülür.

"Haram aylar" (el-eşhurü'1-hurum) tamlaması ile bu sûrenin 36. âyetinde sö­zü edilen vuruşmanın yasaklandığı haram ayların kastedildiği kanaatini taşıyan âlimler bulunmakla beraber. [35]  2. âyetin tefsirinde açıklandı­ğı üzere, burada maksadın 2. âyette verilen dört aylık süre, yani duyurunun yapıl­dığı hac gününden itibaren dört aylık müddet olduğu şeklindeki yorum[36]bu sûrenin getirdiği hükümlere ve ifade akışına daha uygun düşmektedir. [37]

Genellikle müfessirlerce bu âyetin seyf (kılıç) âyeti olarak nitelenmesi ve müşriklerle ilişkilerde tolerans ve kolaylık gösterme veya kendi halterine bırakma buyruğunu içeren bütün âyetleri yürürlükten kaldırmış olduğuna hükmedümesi, çağımızdaki bazı müellifler tarafından eleştirilmiştir. Bunlardan Derveze, Tabe-rî'nîn bu âyetin antlaşması bulunan ve bulunmayan bütün müşrikleri kapsadığı ka­naatinde olmasını yadırgayarak zikreder ve Kur'an'ın bu konudaki başka âyetleri ışığında âyete bu mânanın yüklenemeyeceğini savunur. Ona göre buradaki müey­yideler sadece antlaşmalarını bozmuş olan müşrikler hakkında söz konusudur ve müslümanlarm ahidlerini bozmadıkları veya hıyanet sayılacak davranışlarda bu­lunmadıkları sürece müşriklerle yeni antlaşma yapmaları veya mevcudu uzatma­ları için bir engel bulunmamaktadır. Âyette müşriklerin serbest bırakılmalarının, şirkten tövbe edip namaz kılma ve zekât vermelerine bağlanması ise, antlaşmala­rını bozmaları ve müslümanlarla savaş haline girmeleri neticesinde ikinci defa ant­laşma haklarını kaybetmelerinden ötürüdür ve bu durumda müslümanlarm onlar-(!;ın bunu talep etme hakları doğmaktadır; yoksa bu, dine girmeleri için zorlama anlamında değildir. Hatta miisliimanlarm yararına olacağı kanaatine varılırsa ah­dini bozanlarla ikinci bîr antlaşma yapılmasına da mâni yoktur. [38]  Bu âyetten, bundan böyle müşriklerle ilişkilerde diğer âyetlerde yer alan hüküm ve il­kelerin tamamen yok sayılmasının istendiği anlamının çıkarılamayacağı noktasın­da yazara katılıyoruz. Fakat kanaatimizce burada -yukarıda açıkladığımız amaç doğrultusunda- Kabe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliğinden temizlenmesi için özel bir düzenleme yapılmış olduğundan, âyetteki müeyyide müsliimanlarla aralarında antlaşma bulunmayan müşrikleri de kapsamaktadır. Bir başka anlatım­la, bu sûrede yapılan bildirim İslâm tebliği bakımından bir dönemeç noktası oluş­turmakta, müslümanlar için en kutsal mekân olan Beytullah çevresi müşriklere ya­saklanmaktadır. Tevbe sûresinin tarihî çerçevesine dair bir makale kaleme alan Hüseyin Munis de bu sûrenin İslâm mesajının ilk muhatapları olan müşrik Arap­lar bakımından yeni bir dönemin başladığının habercisi olduğu, artık Câhiliye an­layışına bağlı ve putperest kalarak Kabe'ye girmenin serbest olmadığı bir döneme geçildiğinin bildirildiği kanaatindedir. [39] Bununla beraber ahde vefa il­kesinin İslâmiyet'te çok önemli bir yeri bulunduğundan, antlaşması olanlara -ant­laşmalarını çiğnemiş bile olsalar- belirli bir süre tanınmakta, bu süreden sonra han­gi gruptan olursa olsun müşriklerin bu mekândan uzaklaştırılmaları istenmektedir. Nitekim bu sûrenin 28. âyetinde bu husus kesin bir kurala bağlanmıştır ve Derve-ze de bu âyetin hükmünü -Önceki âyetlerle bağlantısına dikkat çekmeye çalışmak­la beraber- farklı yorumlamamaktadır. [40]

Şu var ki, bu âyetlerde anılan amaç doğrultusunda kapsamlı bir düzenleme yapılmış olmasına rağmen, Resûlullah'ın herkes için rahmet olduğu gerçeği ve İs­lâm'ın hoşgörü anlayışı böyle kesin tavır almayı gerektiren bir durumda dahi he­men dikkat çekmektedir; zira 6. âyette Hz. Peygamber'den, verilen sürenin ta­mamlanmasından sonra bile olsa bir müşrik kendisinden himaye ve güvence ister­se ona güvence verilmesi istenmiştir. Bu buyruğun 5. âyetin sonundaki yüce Al­lah'ın bağışlama ve rahmetine sınır bulunmadığını belirten ifadenin hemen ardın­dan gelmesi manidardır. Âyetten anlaşıldığına göre böyle bir güvence sağlanma­sının amacı, yeterli bilgi sahibi olmayan putperestlerden isteyenlere Allah'ın dini­ni daha yakından tanıma ve üzerinde düşünme fırsatı vermektir. Böylece 5. âyetin yanlış anlaşılması da önlenmiş olmaktadır. Zira böyle bir imkân tanınmasa, 5. âyette bir dayatmanın söz konusu olduğu ve sırf canını kurtarmak amacıyla tövbe etmiş görünmeye, dolayısıyla Müslümanlığın icaplarını sadece görüntüde yerine getiren riyakâr ve münafık insan tipinin gelişmesine kapı aralandığı yorumu yapılabilirdi. Ayrıca bu âyettten, verilecek güvencenin her türlü basb ve kaygı ihtima­lini ortadan kaldıracak Ibiçimde olması gerektiği de anlaşılmaktadır. Çünkü âyete göre güvence verilen kişinin sadece Allah'ın sözüne muttali olması, yani İslâm di­nini tanıması sağlanacak, asla baskı yapma yoluna gidilmeyecektir. Şayet bu im­kân sağlandıktan sonra  kişi kendi tercihiyle baş başa kalmak istiyorsa sadece ser­best bırakılmakla yetinemeyecek, güvende olacağı yere kadar ulaştırılacaktır. İs­lâm'ın mahiyetini ve hakikatini bilmeme mazeretini ortadan kaldıran bu aşamadan sonra ise bu kimseler attık yaptıkları bilinçli tercihin sonuçlarına katlanmayı göze almış sayılacaklar; ya yukarıda açıklanan gerekçeyi dikkate alarak kutsal bölgeden uzaklaşacaklar veya müslümanlara savaş ilân etmiş kabul edileceklerdir. Bu hu­sus, bulundukları yerde öldürülecekleri hükmünün belirli bir bölge ile sınırlı oldu­ğunu ve onun ötesinin -kural olarak- güvenli sayılacağını da göstermektedir.

İslâm âlimleri bu âyetten, müslümanların, -kendilerine savaş açtıkları bir top­luluğun üyesi bile olsa- Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in peygamberliği ko­nusunda delil gösterilinesini isteyen bir gayri müslime bunu açıklamakla ve Al­lah'ın dinini öğrenmek isteyenlere bu hizmeti vermekle yükümlü oldukları sonu­cunu çıkarmışlardır. Yİne bu âyetin yanı sıra Resûlullah'm söz ve uygulamaların­dan, ister İslâm dinini yakından tanıma amacıyla isterse ticarî, turistik veya diplo­matik bir amaçla İslâm ülkesine güvence alarak girmiş kimseye (müste'min) veri­len teminat hükümlerine titizlikle riayet edilmesinin farz olduğu hükmüne ulaşıl­mıştır. [41]

Âyetteki "Allah'm kelâmını işitme" anlamına gelen ifadeden hareketle bazı müfessirler Allah'ın sözünün mahiyeti konusundaki tartışmalara yer verirler. [42]

 

Meali

 

7. Müşriklerin Allah'ın yanında, Peygamberi 'nin yanında geçerli ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yaptık­larınız müstesnadır. Onlar size verdikleri söze sadık kaldıkları sürece siz de onlara verdiğiniz sözde durun. Şüphesiz Allah sakınanları sever. 8. Verdikle­ri söze nasıl güvenilebilir ki? Şayet size galip gelselerdi, yakınlık bağını da antlaşma hükümlerini de sizin için gözetmezlerdi. Onlar dilleriyle sizi mem­nun etmeye çalışıyorlar, fakat kalplerinden geçen çok farklı. Zaten onlarm çoğu yoldan çıkmış kimselerdir. 9. Allah'ın âyetlerini basit bir menfaate de­ğiştiler, böylece insanları Allah yolundan engellediler. Bakın, onların yapa-geldikleri ne kötü! 10. Bir mümin hakkında ne yakınlık bağına ne de antlaş­ma hükümlerine riayet ederler; işte onlar böyle sınır tanımaz kimselerdir. 11. Ama tövbe ederlerse ve namazlarını kılıp zekâtlarını verirlerse, artık onlar si­zin din kardeşlerinizdir. Bilmek isteyenler için âyetlerimizi ayrıntılarıyla açıklıyoruz. 12. Şayet antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozarlar ve dini­nizi karalamaya kalkışırlarsa, siz de küfrün elebaşılarıyla vuruşun; çünkü onların yeminleri yok sayılır. Belki vazeçerler. 13. Yeminlerini bozan, Pey-gamber'i sürüp çıkarmaya karar veren ve size karşı saldırıyı ilk başlatan top­luluğa karşı savaşmaktan geri mi duracaksınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz! Oysa asıl çekinmeniz gereken Allah'tır; eğer yürekten inanıyorsa­nız. 14-15. Onlarla savaşın ki, Allah onları sizin elinizle cezalandırsın, onlnrı rezil rüsvâ etsin, sizi onlara karşı başarılı kılsın, inananların yüreklerine su serpsin, kalplerindeki kini gidersin. Allah dilediğini bağışlar. Allah bilendir, hikmetle yönetendir. 16. Yoksa Allah sizden cihad edenleri re Allah'tan, Pey­gamber'inden ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkar­madan, kendi halinize bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yapıp ettikleriniz­den haberdardır. [43]

 

Tefsiri

 

7-16, Bu âyet grubunda ağırlıklı olarak, İslâm'a ve nıüslümanlara karşı bes­ledikleri kin ve düşmanlık duygularını tatmin uğruna hiçbir değer tanımayan müş­riklerin tavır ve tutumları tasvir edilmekte ve müminler kendileriyle savaş halinde bulunan bu hasımlara karşı savaşmaya özendİrilmektedir. Ancak bu âyetlerde müşrikler hakkında ağır ifadelerin ve sert bir üslûbun yer almış olmasını, sebepsiz yere savaş açmanın ve sırf inançlarından ötürü başkalarına saldırmanın meşru kı­lındığı biçiminde yorumlamak mümkün değildir. Bu âyetlerde üzerinde durulan hususlar, putperestlerin inançları ve dinî hayatlan değil, insanlık dışı davranışları, müslümanların haklı bir konumda bulundukları ve iman mücadelesinin zaferle so­nuçlanmasında kararlı bir tavır ortaya koymanın zorunlu olduğudur.

Birinci âyete açıklık getiren bir üslûpla başlayan 7. âyette, putperestlerle ya­pılacak bir antlaşmada Allah ve Resulü'nün taraf sayılamayacağı, bu tür bir ant­laşmaya ancak -kuralları çerçevesinde- müminlerin taraf olabileceği belirtilmekte­dir. Sonra, ahidlerini bozmayan ve müslümanlar aleyhine başkalarına destek ver­meyenler hakkında antlaşma süresine riayet edilmesi gerektiğini bir ilke ve genel anlayış tarzı olarak bildiren 4, âyete nüzul sebebi bakımından açıklık getirilmekte, kendileriyle Mescid-i Haram yanında antlaşma yapılan müşrikler hakkında da bu ilkenin uygulanacağı hatırlatılmaktadır. [44]

Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yapılanların kimler olduğu konusunda değişik görüşler bulunmakla beraber. [45]İbn İshak ta­rafından yapılan şu rivayet tarihî bilgiler ışığında daha güçlü ve isabetli bulunmuş­tur: Hudeybiye Antlaşması'na dolaylı taraf olanlardan Kİnâne'ye mensup Benî Bekir kabilesinin bazı kollan diğerlerinin aksine bu antlaşmaya bağlı kalmışlardı. İşte âyette "Mescid-i Haram yanında" buyurularak Mekke civarında yapılan Hu­deybiye Antlaşması'na ve dolaylı da olsa bu antlaşmaya taraf olup onun hüküm­lerini bozmayan bu topluluklara işaret edilmektedir. [46] Burada dikkat çeken bir nokta, siyasî ve ahlâkî dayanağı ortadan kalkan ve asıl tarafına karşı fesih bildirimi yapılan bir antlaşmada dahi, buna dolaylı olarak taraf olanla­rın ııntliişma hükümlerine aykın davranmadık!an takdirde onlara verilen sözün tutulması gerektiğidir. Ayette bu kapsamda bulunanların sözlerine sadık kaldıkları sürece onlara verilen söze de sadık kalınacağı belirtilmiştir. Kur'an'ın bu yaklaşı­mı yüksek bir hukuk prensibini içermektedir ve müslüman hukukçular da bu anla­yış doğrultusunda olmak üzere uluslararası ilişkiler çerçevesinde şöyle bir kural geliştirmişlerdir: "Şüphe-i emân emandır"[47] Bu kural, güvence verildiği ihtimali varsa, güvence verilmiş gibi davranılması gerektiğini ifade etmektedir. Ayette bu antlaşmaya dolaylı biçimde taraf olanların kastedildi­ği yorumu benimsendiği takdirde, hicrî 6. yılda imzalanan Hudeybiye Antlaşma-sı'nın on yıllık bir süre için yapıldığı dikkate alınarak kendilerine daha yedi yıl sü­re verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılır. Bu durumda 4. âyetin tefsirinde İbn Ab-bas'tan nakledilen görüşün izahında zorluk doğmaktadır. Zira orada, âyetteki bil­dirimden itibaren kalan en uzun antlaşma süresi dokuz ay olarak gösterilmiştir,

8-10. âyetlerde müminler, karşılarındaki müşriklerin nitelikleri konusunda uyarılmakta, basit çıkarlar uğruna Allah'ın âyetlerini bile sattıkları ve emanete hı­yanet ettikleri hatırlatılarak, onların daraldıkları zaman söyledikleri sözlere ve mecbur kaldıkları veya kendi çıkarlarına gördükleri zaman yaptıkları antlaşmala­ra fazla güvenmemeleri istenmektedir.

Müminlerin, diğer âyetlerdeki ifadelerin ve üslûbun etkisiyle artık müşrikle­re bütün kapıların kapatılmış olduğu ve onların ebedî düşmanlar olarak görülmesi gerektiği kanaatine kapılmamalan için 11. âyette özel bir hatırlatma yapıldığı an­laşılmaktadır. Zira bütün bu olumsuz özelliklerine rağmen müşriklerin insafa ge­lip yaptıklarından pişmanlık duymaları ve İslâmiyet'in temel gereklerini yerine getirmeye başlamaları halinde müslümanlarm dûı kardeşleri sayılacakları bildiril­mektedir.

"Küfrün ele basılan" diye tercüme edilen 12. âyetteki ifade ile, inkarcılıkta en Önde olmaları nedeniyle genel olarak müşrikler kastedilmiş olabileceği gibi, müslümanlara düşmanlık ve eziyet etmede önderlik eden müşrikler de kastedilmiş olabilir; Kur'an'ın genel üslûbu her ikisinin birlikte anlaşılmasına da elverişlidir. [48]

Müminleri yeminlerini bozanlara karşı savaşmaya teşvik eden 13. âyetin kimlerle ilgili olduğuna dair rivayetleri başlıca iki grupta toplamak mümkündür. Bazı rivayetlere göre burada Hudeybiye Antlaşması'nı bozan Kureyşliler kastedil­mektedir. Başka rivayetlere göre ise burada kastedilenler, antlaşmalarım çiğneme­lerinden ötürü sûrenin başında kendilerine fesih bildirimi yapılarak dört ay süre verilenlerdir. Bu kümedeki âyetlerin, Mekke fethinden sonra indiği bilinen önceki âyetlerin devamı izlenimi verdiği ve Kureyş'in tamamı veya büyük çoğunluğunun Mekke fethinden sonra müslüman olduğu dikkate alındığında, bu âyette Kureyşli-ler'den söz edildiği rivayetini izah etmek zorlaşmaktadır. Burada Kureyşliler'den başka toplulukların kastedildiğinin düşünülmesi halinde de başka bir soru günde­me gelmektedir: Âyette bu kimselerin Resûlullah'ı yurdundan çıkardıklarına deği­nildiğine göre bunlar Kureyşliler'den başkaları olabilir mi? Bu durumda şöyle bir yorum yapmak uygun olabilir: Kureyş'in müttefiki ve dolaylı olarak Hudeybiye Antlaşması'nm tarafı olan Benî Bekir kabilesinin bazı kollan -yukarıda belirtildi­ği üzere- antlaşma hükümlerine bağlı kalmışlar, bazı kollan ise Kureyş'in tahriki ile antlaşmayı çiğnemişlerdi. İşte burada Mekke'nin fethinden sonra da ihanet ve ahde muhalefetleri devam eden ve sûrenin başındaki bildirime muhatap olan top­lulukların kastedilmiş olması muhtemeldir. Bunlar Hz. Peygamber'i yurdundan çı­karan Kureyşliler'le aynı safta yer aldıkları ve antlaşmayı önce kendileri bozduk-lan için âyette böyle tasvir edilmiş olmalıdırlar. Bu yorumun bir devamı olarak, 14. âyette müminlerin zaferiyle sevineceği bildirilenlerin Huzâa kabilesi mensup­ları olduğu söylenebilir. Zira Hudeybiye Antlaşması'na Resûlullah'm müttefiki sı­fatıyla dolaylı olarak onlar da taraf olmuşlardı ve Kureyş Huzâa'ya hasım olan Be­nî Bekir'e destek veriyordu. [49]

Bu âyetlerin başında savaşa girme sebebi hakkında yapılan açıklamalarla bir­likte 12,14 ve 15. âyetlerdeki ifadeler göz önüne alınmalı ve savaşla neyin amaç­landığına da dikkat edilmelidir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre savaştan maksat, gözünü kan bürümüş insanların yaptığı gibi sırf karşı tarafa zarar vermek, yakıp yıkmak ve işkence etmek değildir. Aksine 12. âyetin sonunda hep bir ümidi koru­yarak savaşılması istenmiş ve savaştan ne beklendiği zarif bir üslûpla ifade edil­miştir. Buna göre amaç, sözüne riayet etmeyen düşmanın caydırılması olacak ve bu yaptırım karşısında düşmanın mütecaviz davranışlardan vazgeçeceği ümidi ko­runarak yol alınacaktır. Bu mâna İle bağlanülı olarak 14. âyette cezayı ve rezil riis-vâ edilmeyi hak eden düşmanın gerçekte Allah tarafından cezalandırdığına, mü­minlerin bunu kendileri için bir enâniyet konusu yapmamaları ve kendilerini ilâhî buyruğu yerine getiren bir vasıta olarak görmeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Bir başka anlatımla, müminler kendilerini kişisel arza ve çıkarlarının akışına bı­rakmamaya ve daima davranışlarının meşruiyet temelleri üzerinde düşünmeye da­vet edilmektedir. Yine 14 ve 15. âyetlerde zafer bahşedenin, gönüllere ferahlık ve­renin, kalplerdeki kin ve öfkeyi giderenin ve dilediklerinin tövbesini kabul edenin hep yüce Allah olduğu hatırlatılmakta, dolayısıyla müminlerin hareket tarzlarını bu inancı koruyarak düzenlemeleri istenmektedir.

İlâhî bir sınava tâbi tutulmak üzere yaratılan insan için, Allah hırufııuiun yapılan çağrıya uyarak haksızlıklara karşı savaşmak ve bunu da yine dinin çizdiği sı­nırlar İçinde yapabilmek bu sınavın önemli bir parçasıdır. İşte 16. âyette, mümin­lerin insanî ölçüler içinde büyük bir özveri olarak nitelenebilecek böyle bir çaba­yı, bu İmtihan sürecinin tabii bir uzantısı ve bîr görev olarak telakki etmeleri, her an böyle bir çağrıya karşılık verebilmek için kendilerini ruhen hazırlamaları gerek­tiği bildirilmektedir. [50]

 

Meali

 

17. Müşrikler, inkârlarına bizzat kendileri tanıklık edip dururken, Al­lah'ın mescidlerini imar edemezler. Onlar, yapıp ettikleri boşa giden kimse­lerdir ve onlar ebedî olarak ateşte kalacaklardır. 18. Allah'ın mescidlerini an­cak Allah'a ve âhiret gününe inanan, namazını kılan, zekâtını veren ve yalnız Allah'tan korkup çekinen kimseler imar edebilirler. İşte bunların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur. 19. Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'm imar ve bakım işini (üstlenen kimseyi), Allah'a ve âhiret gününe inanıp Allah yolunda cihad eden kimseyle bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında bir değildirler, Allah zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez. 20. İnanan, hicret eden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenlerin Allah katındaki mertebeleri pek büyüktür. Muradına erecek olanlar da onlardır. 21. Rableri onları kendi rahmeti, hoşnutluğu ve cennetleriyle müjdeliyor; onlar için ora­da kesintisiz nimetler vardır. 22. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Kuşkusuz en büyük ödül Allah katında olandır. [51]

 

Tefsiri

 

17-22. Bu âyetlerde, sağlam bir inanç üzerine temellendirilmemiş dinî dav­ranışların Allah katında bir değere sahip olmadığı açıklanmaktadır. Bunun iyi an­laşılması için somut bir örneğe yer verilmiş, o günkü muhatap kitlenin yakından bildiği ve dine hizmet konusunda sembol haline gelmiş olan Kabe ile ilgili bazı görevlere değinilmiştir.

Âyetlerin iniş sebebiyle ilgili değişik rivayetler bulunmakla beraber, bunla­rın içerdiği bazı bilgilerle âyetlerin nüzul zamanı arasında uyumsuzluklar bulun­maktadır. Bu rivayetlerdeki bilgilerden hareketle âyetlerin, müslümanlar arasında çıkan bir tartışmada, hacılara su verme hizmetini üstlenen ve Mescid-i Harâm'm onarım ve bakımı ile meşgul olan müşriklerin müminler gibi sevap alıp alamaya­caklarının konuşulması ve durumun Resûlullah'a sorulması üzerine indiği söyle­nebilir. [52] Bu­nunla birlikte, âyetlerin ifadesi mutlaktır ve hedefi geneldir; içeriği de, birçok âyette değişik vesilelerle ve farklı üslûplarla ortaya konan iman-amel arasında güçlü bir ilşikİ bulunduğu fikriyle ve davranışlarda sırf Allah'ın hoşnutluğunu gö­zetmenin önemli olduğu ilkesiyle örtüşmektedir. Bütün bu anlatımların ortak nok­tası şudur: Aklî Ölçülere ve geleneklere göre ne kadar yararlı ve önemli sayılırsa sayılsın, bir işin Allah katında değer kazanmasının ön koşulu, Allah'a ortak koş­mamak ve O'nun hoşnutluğunu kazanma iradesine sahip olmaktır.

Câhiliye döneminde Kabe'nin bakımı ve hacılara yardımcı olmak İçin oluş­muş hizmet birimleri ve bu hizmetlerin yürütülmesine ilişkin gelenekler vardı. Hz. Peygamber'in dedelerinden Kusay zamanında (İslâm'dan yaklaşık 150 sene önce) Kureyş'e geçen bu hizmetlerin sorumluluğunu üstlenmek onurlu bir görev sayıldı­ğı gibi bir yandan da ekonomik faydalar sağlıyordu. 19. âyette iki önemli hizmete (sikaye ve imâre) değinilmiş olmakla beraber burada sadece bu iki işin değil genel olarak Mescid-i Haram'a ve hacılara verilen hizmetlerin kastedildiği anlaşılmakta­dır. Sikaye, hacılara içecek su temin etme görevini, imâre ise Kabe'nin bakım ve onarılması görevini ifade etmektedir. Bu ikinci görevin süreklilik taşıyan yönü si-dâne ve hicâbe şeklinde anılır; Kabe'nin perdedarlığı, Kabe anahtarının muhafaza edilmesi demektir. Âyette bu iki görevin (sikaye ve imâre) zikri ile yetinilmesinin sebebi, Resûlullah'ın Mekke'nin fethinden sonra Câhİlİye âdetlerinin kaldırıldığını ve sadece sikaye ile sidânenin bırakıldığını bildirmiş olmasıyla izah edilebilir. Âyet­lerin iniş sebebini gösteren rivayetlerde müşrik olduğu halde yaptığı hizmetten Ötü­rü Allah katında sevap kazanıp kazanamayacağı tartışılan kişiler içinsöz konusu c»lilen görevlerin bu İki hizmet olması da muhtemeldir. [53]

Yukarıda belirtilen temaya hazırlık olmak üzere 17-18. âyetlerde, mescidle-rin imar edilmesi konusuna ve kendi inkarcılıklarını görüp bildikleri halde putpe­restlerin Allah'a ibadet yeri olan mescidleri imar edemeyeceklerine değinilmiştir. 17. âyetin "inkârlarına bizzat kendileri tanıklık edip dururken" şeklinde çevrilen kısmı, "Resûlullah'ın peygamberliğini açıkça inkâr ettikleri, Kabe'ye putlar dikip onlara tapındıkları ve Kabe'yi çıplak olarak tavaf ettikleri halde" gibi mânalarla açıklanmıştır. [54] Burada "imar etme" ile mescidlerin maddî anlamda­ki imarının yani İnşası, onarımı ve bakımının mı yoksa manevî yönden ayakta tu­tulması için gerekli işlerin yapılmasının mı kastedildiği üzerinde durulmuştur. Âyet her iki mânaya açık durmakla beraber, mescitlere gereken ilgiyi gösterme, Resûlullah'ın uygulamaları ışığında caminin fonksiyonlarını belirleyip bunları canlı tutma, Özellikle Allah'a kulluk ve İslâm kardeşliğinin pekiştirilmesi amacı­na dönük faaliyetlerle mescidleri İhya etme anlamı daha güçlü bulunmuştur.

Cami inşası faaliyetlerinde nicelik ve nitelik yönlerinden birtakım aşırılıkla­rın bulunduğu bir gerçektir. Fakat bu konu değerlendirilirken basit mukayeseler yapılarak dindar İnsanların Allah'a kulluk edilen mekânlara ihtimam gösterme duygulan rencide edilmemelidir. Unutulmamalıdır ki, Resûlullah zamanındaki sa­delik sadece mescidlere özgü bir özellik değildi. Sosyal ve iktisadî şartların değiş­mesiyle kişisel yaşantılarında refah düzeyini yükselten, kendi meskenleri ve diğer sosyal faaliyet mekânları için büyük harcamalar yapan müslümanlann nıâbedleri-ni eski sadelik ve basitliği içinde korumaları beklenemezdi. Kaldı ki cami ve mes­cidlerin ibadetin yanı sıra eğitim ve benzeri alanlarla ilgili önemli fonksiyonları da vardı. Öte yandan dikkatten kaçırılmaması gereken bir husus şudur: Estetik düşün­cesinin her şeyden önce günlük hayatın en çok ilgili olduğu mekânlara yansıtılma­ya çalışılması çok doğaldır ve cami mimarisi müslümanlar için sanatı geliştirme ve sanat ruhunu topluma aşılama açısından çok verimli bir alan oluşturmuştur. Gü­nümüzde bu konunun sağlıklı bir planlamaya kavuşturulamamış ve disipline edi­lememiş olması ise maalesef bu alandaki faaliyetlerin ehil olmayan ellerde kalma­sına, dolayısıyla dine karşı haksız eleştirilerin yöneltilmesine yol açmaktadır. [55]

 

Meali

 

23. Ey iman edenler! Şayet inkârı imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi dahi dayanışmak için dost edinmeyin. Sizden kimler onları dost edinirse, işte onlar kendilerine yazık etmiş olurlar. 24. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından endişe ettiğiniz ticaretiniz ve hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Peygamber'inden ve O'nun yolunda cihaddan da­ha sevimli ise, artık Allah buyruğunu yerine getirtinceye kadar bekleyiniz. Allah günaha saplanmış kimseleri hidayete erdirmez. [56]

 

Tefsiri

 

23-24. Bu âyetlerin Mekke fethinden önce yakınlarından ve mallarından kop-mamak için hicret etmek istemeyenler hakkında veya milsUimanlardan dokuz ki­şinin dinden dönüp Mekke'ye sığınmaları üzerine onlarla dostluk yapılmamasını bildirmek üzere indiği yönünde rivayetler vardır. [57]  Fakat bunlar, ancak âyetlerin Mekke fethinden Önce indiğinin kahııl edilmesi halinde tutarlı olabilmektedir. Oysa bunların ardından gelen âyetler İhı neyn Savaşı'ndan söz etmektedir ve bu savaş Mekke fethinden sonra olmuşun Derveze şöyle bir yorumun âyetlerin içeriğine ılalııı ııvgıııı düşeceğini belimi Mekke'nin fethinden sonra bazı müslümanlar lıAlft nıdşıik olun akrabalarıyla mkı ilişkilerini sürdürüyorlardı. Âyet onları uyarmak için inıni olmalıdır. Râzî de yıı kandaki rivayetlerin, sûrenin iniş zamanı açısından pınhlmıli olduğuna işaret  tikten sonra benzer bir yorum yaparak şöyle deı  ha/ı müslümanlar, "Bir nııimı nin çok yakın akrabaları arasında inkarcı kimseln bulunabilir. Bunlarla ilişkileri tamamen kesmek mümkün değildir" gibi sö/leı süyKıyınlardı; işte âyet bu tered düdü ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Yine Deıve/e, âyetlerin sert üslûbu dikka te alınarak şu ihtimal üzerinde de durulabileceğini kaydeder: Şartlar Resûlullah'ııı Medine çevresinde müslüman olmamış kabileler üzerine bazı askerî seriyyeler dü­zenlemesini gerektirmiş, bunun üzerine onların müslüman olan akrabalarınca iti­razda bulunulmuştu; işte âyetler bunu eleştirmek üzere inmiş olabilir. Her ne olur­sa olsun âyetlerin ifadesi mutlak ve hedefi geneldir. Bunlardan çıkan ana fikir, bir mümin için hiçbir dünyevî amacın Allah ve Resulü'nden ve Allah yolunda cihaddan daha önemli, değerli ve cazip olamayacağıdır. Ayrıca bu âyetler müslüman varlığını güçlendirme ve müminler arasındaki dayanışmayı arttırma hedefinin di­ğer bütün insanî ilişki ve düşüncelerden önce geldiğini hatırlatmaktadır. [58]

23. âyet Mücâdele sûresinin 22. âyeti ile karşılaştırıldığında, orada "Allah ve Resulü'ne savaş açanlardan" söz edilirken burada "inkarcılığı imana tercih eden-ler"i dost edinmenin yasaklandığı görülür. Bu farklılık, İslâm tebliğinin geldiği aşama ve müslümanlann ulaştıkları gücün seviyesi ile izah edilebilir. Fakat bu âyetler üzerinde, Mücâdele 58/22 âyetinin yanı sıra, anne-baba ve yakınlara ilgi ve sevgi gösterip onlara yardım etmeyi buyuran âyetlerle birlikte düşünüldüğünde, buradan mümin olmayan yakınlarla her türlü ilşkiyi kesme mânasının çıkarılması mümkün değildir. Gerek bu âyette gerekse başka âyetlerde, inkarcı da olsalar İs­lâm'a ve müslümanlara zarar vermeyen, onlara sevgi ve saygıyla muamele eden insanlara, hele bu nitelikteki yakınlara iyi ve âdil davranmayı engelleyen bir an­lam bulunmamaktadır. [59]

İnsanın sahip olduğu en yüksek duygulardan biri olan sevginin dereceleri, Gazzâlî tarafından şöyle sıralanmıştır: 1. İnsan öncelikle kendisini, kendi varlığı­na katkıda bulunan şeyleri sever.

2. Sevginin ikinci derecesi, kendisine iyilik ve ikramda bulunanları sevmektir.

3. Sevginin en yüksek mertebesi, herhangi bir ya­rarlanma düşüncesine ve kişisel isteklere bağlı olmaksızın, sırf sevilendeki iyilik, güzellik ve yetkinlik gibi olumlu ve üstün nitelikler dolayısıyla sevmektir. İnsan­da sevgi, maddî olanı sevmekle başlar, manevî olanı sevmekle kemale ulaşır; ken­dini ve kendine ait olanları sevmekle başlar, kendisinin dışındakileri, doğadaki gü­zellikleri ve nihayet bütün bu güzelliklerin yaratıcısı olan Allah'ı sevmekle kema­le ulaşır. İslâm düşüncesinde hakiki sevgi Allah sevgisidir. Çünkü bütün iyilikler ve güzellikler O'ndan gelir. "Yaratılanı yaratandan ötürü sevme" düşüncesine yükselebilen ve sevgiyi bu şekilde kavrayan insan, herkesi ve her şeyi sever: İyi­leri olduğu gibi, kötüleri de kötülükten kurtulmalarını isteyerek sever[60] İşte 24. âyette Allah sevgisinden üstün tutulmaması is­tenen sevgiyle ilgili ifadeyi bu açıdan değerlendirmek ve Kur'an'ın kişiyi dünya­daki sevdiklerinden uzaklaştırmayı değil, bu sevginin daha yüce mertebedeki sev­giye eriştirmeye vesile olmasını hedeflediğine dikkat etmek gerekir. Bir başka an­latımla, insanın yakınlarını, kazanmayı ve kazancın sağladığı nimetlerden yarar­lanmayı sevmesi zaten onun doğasında bulunan bir gerçektir; Kur'ân-ı Kerîm ise bu gerçeğe atıfta bulunarak, kişinin anılan sevgiden vazgeçmeksizin onu daha yüçelere tırmanmanın vasıtası olarak görmesini İstemektedir. Bu da ancak kişinin kendisini belirli bİi kontrol altında tutmasıyla mümkündür ki, bu kontrolün ölçü­tü, hiçbir sevginin Allah sevgisinden ve O'nun değerli saydıklarından daha üstün görülmemesidir. Bu anlayışa erişebiten insan bir yandan dünyevî istek ve bağların esiri olmaktan kurtulup gerçek özgürlüğe kavuşur, diğer yandan da bütün sevgile­rini anlamlı hale getirmiş olur. [61]

 

Meali

 

25. Allah birçok yerde, bu arada Huneyn gününde gerçekten size yardım etmiştir. O gün çokluğunuz sizi böbürlendirmiş, fakat size hiçbir yararı olma­mıştı; o yer geniş olmasına rağmen size dar gelmiş, nihayet geriye çekilmeye başlamıştınız. 26. Bunun üzerine Allah, Peygamber'inin ve müminlerin üze­rine kendi katından bir güven duygusu indirdi, bir de göremediğiniz askerler gönderdi ve böylece inkâr edenlerin cezasını verdi. İşte bu, inkarcıların ha-kettiği karşılıktır. 27. Artık bunun ardından Allah dilediğinin de tövbesini kabul eder. Çünkü Allah yarlığayıcıdır, bağışlayıcıdır. [62]

 

Tefsiri

 

25-27. Yüce Allah'ın birçok yerde olduğu gibi Huneyn Savaşı'nda da mü­minlere yardım ettiği ve anılan savaşta müslümanların gurura kapılarak ilâhî nus retİ göz ardı etmelerinin nasıl bir sonuç getirdiği hatırlatılmakta, daha sonra kaza­nılan zaferin Allah'ın lütfuyla gerçekleştiği, bununla birlikte yaptıkları yanlışlık­lardan ötürü yürekten pişmanlık duyanlar için bağışlanma kapısının açık tutuldu­ğu, bunu değerlendirme yetkisinin ise Allah'a ait olduğu bildirilmektedir.

Hz. Peygamber Mekke'nin fethinden sonra oranın idarî işlerini tanzim eder­ken , hâlâ putperestlikte devam eden Hevâzin kabilesi bir taraftan telâş, bir taraftan da Kureyş'in başaramadığını başarma hevesine kapılmıştı. Telâşın nedeni, Mek-kr'de-kilerden sonra kendi putlarının da kırılacağı ve bağımsızlıklarını kaybedeçekleri endişesiydi. Öte yandan, Kureyş'in başaramadığı işi başarmaları yani müs-lümanlan hezimete uğratmaları halinde bu onlara büyük bir prestij sağlayabilirdi. Kabilenin reisi ve genç bir şair olan Mâlik b. Avf elini çabuk tutarak müslüman-larla savaşa girerse, çocuklarına sürekli olarak övünebilecekleri bir zafer armağan etmiş olacağını düşünüyordu. Arap yarımadasında cengâverlikleriyle ün yapmış olan Hevâzinliler oldukça iddialıydılar. Nitekim törelerindeki en şiddetli savaş usulünü tercih ettiler. "Ölüm-kalım savaşı" denilen bu usule göre kadınlar, çocuk­lar, hayvanlar ve kıymetli eşyalar savaş alanının yakınına getiriliyordu. Böylece önem verdikleri değerleri koruma arzusuyla savaş gücünü ve ordunun moralini en üst düzeye çıkarmayı amaçlıyorlardı. Bazı tecrübeli ve yaşlı kişilerin uyanlarını dikkate almayan Mâlik, askerî hazırlıklarını tamamlamış, okçularını Huneyn Ge-çidi'nin iki yanına mevzilendirmişti.

Âyette de Huneyn olarak anılan bu yer tam ve doğru olarak tespit edileme­miştir. Bazı araştırmacılara göre Huneyn, Mekke ile Tâif arasında Mekke'ye 10 mil mesafede bir vadinin adıdır. Bir tespite göre ise Huneyn, Tâİf'in 30-40 mil do­ğusunda bir yer olup Mekke'ye olan uzaklığı da yaklaşık o kadardır. Muhammed Hamîdullah, Huneyn'i Tâif yönünde yani Mekke'nin güneydoğusunda değil ku­zeydoğusunda aramanın daha doğru olacağı kanaatindedir. Âyette değinilen savaş, cereyan ettiği yerin adıyla anıldığı gibİ,buna sebebiyet veren kabileden ötürü He-vâzin Savaşı diye de bilinir.

6 Şevval 8[63] tarihinde Hz. Peygamber, yeni müslüman olmuş Mekkelİ 2000 kişiyi de alarak 12.000 kişiye ulaşan ordusuyla Huneyn'e doğru ha­reket etmişti. Hareket halindeyken müslümanlardan bazıları ordunun kalabalıklı-ğından dolayı gurura kapılıp "Bu ordu asla yenilgiye uğratılamaz!" gibi sözler söylemeye başladılar. Bunları söyleyenler daha önce kazanılan zaferlerin sayı gü­cüyle değil iman gücü ve Cenâb-ı Allah'ın yardımıyla gerçekleştiğini unutmuş gi­biydiler.

İslâm ordusu Huneyn Geçidi'ne girdiğinde yamaçlara kümelenmiş bedevî okçuların ok yağmuruna uğradı. Müslümanlar pusuya düşürülmüşlerdi. Herkes korunacak bir yer aramaya başlayınca bozgun ortaya çıktı. Yaygın kanaate göre bu bozgun, özellikle ilk saflarda bulunan Mekkeli 2000 kişide başlamıştır.

Bu konudaki rivayetlere göre, 100 kadar müslüman sebat göstermişler ve Hz. Peygamber'İn etrafından ayrılmamışlardı. Sahabenin ileri gelenleri bunlar arasın­daydı. Peygamberimiz müslümanlara hitaben "Kaçmayın, buraya gelin, ben Al­lah'ın Resulüyüm!" diye çağrıda bulunuyor, hemen yanı başındaki Abbas'tan Bev'atiimdvân'da söz verenlere seslenmesini istiyordu. Resûlullah'ın bu davetini duyan müslümanlar hemen toplanıp savaş düzenine girdiler. Hz. Peygamber buna çok sevindi, bineği üzerinde çevreyi süzdükten sonra "Yâ Rabbi! Zafer vaadini ye­rine getir, yardımını gönder!" diye dua etti, yerden bir avuç çakıl alarak müşrikle­rin üzerine doğru attı, "Yüzler kara olsun!" dedi. Sonra "Muhammed'in rabbİne yemin olsun, inkarcılar hezimete uğradılar" buyurdu.

Böylece savaşta yeni bir aşama başladı. Toparlanan İslâm ordusu, Hz. Pey-gamber'in gösterdiği hedeflere sistemli saldırılar gerçekleştirdi. Müslümanlar boz­guna uğradıtar diye mevzilerinden ayrılan düşman askerleri dalgalar halinde üzer­lerine gelen bu yeni hücum karşısında şaşkına döndüler ve geleneksel savaş kural­larını da unutarak mallarının yanı sıra, kadın ve çocuklarını dahi bırakıp kaçmaya başladılar. Savaşın ilk kısmı iki aşamalı olarak Huneyn Geçidi civarında tamam­landı. Ancak, savaş müşriklerin firarı ve müslümanlann takibi tarzında olmak üze­re Evtâs'ta ve Tâif'te devam etti.

Daha Tâif Seferi'ne giderken İslâm ordusundaki dinî bilgisi zayıf bazı bede­viler Hz. Peygamber'den mevcut ganimetin paylaştırılmasını İstemişler, Resûlul-lah ise bunu ertelemişti. Tâif Seferi'nden dönünce Hz. Peygamber esirler arasında süt kardeşi Şeymâ'yı gördü, ona ikramda bulunup Medine'ye gelme veya kendi beldesine dönme hususunda onu serbest bıraktı. Şeymâ ikinci şıkkı tercih edince hediyeler vererek ve can güvenliğini sağlayarak onu uğurladı. Resûlullah bu jest­ten sonra Hevâzinliler'in gelip müslüman olacaklarım ve esirlerle ganimetleri ge­ri isteyeceklerini düşünüyordu. Bu yüzden taksim işini biraz daha erteledi. Fakat diğer taraftan bu istek gelmeyince taksimatı başlattı. Hurkus b. Züheyr adlı kendi­ni bilmez birinin Resûlullah'ı adaletsizlikle itham etmesi onu çok üzdü. Yine, ga­nimet taksimi sırasında Peygamberimizin bazı ileri gelen kişileri İslâm'a ısındır­mak için onlara fazla pay vermesi ensar arasında "Resûlullah kentli kavmine ka­vuştu, onlara farklı muamele yapıyor" kabilinden söylentilere yol açtığı için üzün­tü duydu (müellefe-i kulûb hakkında bk. âyet 60). Onları toplayıp bir konuşma yaptı. Daha çok soru-cevap şeklinde cereyan eden bu duygu yüklü ve etkileyici konuşma Peygamberimiz'in ensara karşı duyduğu sevgiyi ve vefakârlığı, ensartn da ona olan derin sevgi, saygı ve bağlılığını açıkça ifade etmeleri için güzel bir ve­sile oldu. Ensarın gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslatıyordu; Peygamberimiz onlar için hayır dualarda bulundu, onlar da hep birlikte Resûlullah'ın her yaptığı­na gönülden razı olduklarını söyleyip onu hoşnut ettiler. Bir süre sonra Hz. Pey­gamber'in beklediği sevindirici gelişme de gerçekleşti: Hevâzİnliler Resûlullah'a başvurup kendisinin küçükken onların beldelerinden olan Benî Saîd yurdunda dört yıl luılılıp.ım, esirler arasında süt akrabaları bulunduğunu hatırlattılar ve esirlerin serbest bırakılmasını, mümkünse mallarının da geri verilmesini rica ettiler. Bu tek­lif gecikmeli olarak gelmişti; fakat Resûlullah hiç değilse esirlerin azadı için bir yol düşündü: Abdülmııttaliboğullan'nın payına düşen esirleri azat etti. Bunun üze­rine diğer müslümanlar da esirleri serbest bıraktılar. Bir anda bütün Hevâzinliler serbest kalınca, topluca müslüman oldular. [64]

"Güven duygusu" diye çevirdiğimiz 26. âyetteki sekine kelimesini, başka Kur'an âyetleri ışığında, yüce Allah'ın, Peygamber'İne ve müminlere lütfettiği ve onların yaşadıkları sarsıntıyı unutturacak bir hâlet-i ruhiye ve özgüven duygusu şeklinde anlamak mümkündür. [65] Bazı müfessirler bu kelimeyi gönül huzuru sağlayan ilâhî "rahmet"[66]  ve "zafer''[67] şeklinde de açıklamışlardır. [68] Müfessirler, benzer konudaki âyetlerde [69] yer alan bilgileri ve ilgili rivayetleri dikkate alarak, 26. âyette İslâm ordusunu desteklemek üzere indirildiği ve mümin­lerin görmediği bildirilen askerlerin melekler olduğu kanaatine varmışlardır. [70] Bu âyette inkâr edenlerin azaba çarptınldıkları ifade edilmekle bera­ber bunun mahiyeti hakkında bir açıklama yapılmamıştır; tefsir âlimleri bunu ge­nellikle, savaşa katılan inkarcıların hezimete uğratılması ve esir alınmaları veya öldürülmeleri şeklinde yorumlamışlardır. [71] Muhammed Esed, müfessirlerin çoğunluğuna göre 27. âyetin daha çok İnan­mayanlarla ilgili olduğunu ve genel bir mahiyet taşıdığını, Râzî'nin ise âyetin Hu­neyn Savaşı'nın başında hatalı davranan müminlerle İlgili olduğunu söylediğini ileri sürmektedir (I, 354). Halbuki Râzî, âyetin müminlerle İlgili olduğunu söyle­memekte, sadece bu konudaki bazı yorumları âyette geçen "tevbe"nin nasıl anla­şılması gerekeceği açısından eleştirmektedir; Râzî'nin açıklamalarında, Huneyn Savaşı'nın başında hatalı davranan müminlerden ise hiç söz edilmemektedir. [72]

 

Meali

 

28, Ey iman edenler! Biliniz ki Allah'a ortak koşanlar pisliğe batmışlar­dır; artık onlar bu yıldan sonra Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar. Eğer yok­sulluktan endişe ederseniz, unutmayınız ki Allah size -dilerse- kendi lütfuyla bolluk verir, Allah bilendir, hikmetle yönetendir. [73]

 

Tefsiri

 

28.5. âyetin tefsirinde belirtildiği üzere, bu sûrenin başındaki ve bu âyetteki bildirim İslâm'ın tebliği açısından bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Zira artık Mekke'nin fethi gerçekleşmiş, Kabe'deki putlar yıkılmış ve Hicaz bölgesinin en güçlü kabileleri İslâmiyet'i kabul etmişlerdir. Bu aşamada Kabe çevresindeki müşriklere sınırsız bir inanç özgürlüğü tanıyarak burada kalmalarına izin vermek, son tahlilde tnüslümanlann bu kutsal mekânını, bölgeden yeni temizlenen putpe­restliğe açık bırakmak anlamına gelirdi. Kur'an'm müslüman olmayanlarla ilişki­ler konusundaki âyetleri birlikte değerlendirildiğinde, bu âyetin getirdiği düzenle­mede insan hakları açısından yadırganacak bir durum olmadığı kolayca görülür. Zira burada, kültür değişimiyle sıkı irtibatı olan dinî bir düzenleme söz konusudur. Köklü kültür değişimlerinde, bu gibi zaman ve mekâna özel veya geçici tedbirler zorunlu hale gelebilmektedir.

Âyetteki hükmün ekonomik açıdan bazı olumsuz sonuçlan da beraberinde getireceği ihtimaline karşı, muhatapları bu ihtimalin olumsuz etkilerinden kurtara­cak bir açıklamada bulunulmuştur. Gerçekten, böyle bir düzenlemenin Kabe'nin o güne kadar süregelen misyonu ile yakından ilişkili olan ticarî potansiyeli olumsuz yönde etkilemesi tabii idi. Fakat yüce Allah, maddî sıkıntı kaygısıyla bu buyruğun buruk karşılanmaması için bir uyanda bulunmuş, o çevredeki müslümanlann her­hangi bir mahrumiyet endişesi duymadan ilâhî buyruğa teslim olmalannı istemiş ve kendisi dilediğinde başka sebepler meydana getirerek onları zengin kılabilece­ğini bildirmiştir.

Ayette müşrikler için yapılan niteleme, onlara yasaklanan bölge ve yasağın kimleri kapsadığı hakkında değişik yorumlar yapılmıştır, Putperestlerin "neces" (pis, kirli) olmaları, âlimlerin çoğunluğuna göre manevî anlamdadır. Müşrikler, başta Allah'a ortak koşma yönündeki inançları olmak üzere, Kabe'yi çıplak tavaf etme, murdar et yeme, babasının eşiyle evlenme gibi çirkin davranışları nedeniy­le böyle nitelendirilmişlerdir. [74] Ayette, müşrikler hakkındaki nitelemenin hasr ifadesi içinde yani "onlar ancak şöyledirler" şeklinde tercüme «[ilebilecek bir cümlede yer alması, bu hususta tereddüt edilmemesi gerektiğini lu-liriıııck içindir. [75]  bu anlam meale "biliniz ki" şeklinde yansılılmıştır. Âlimlerin ekseriyetine göre âyetteki Mescid-İ Haram tamlamasından maksat Harem bölgesidir, dolayısıyla yasaklanan yer Harem diye anılan mıntıka­dır. Âyetin devamındaki ifade de bu anlayışı destekleyici niteliktedir. [76] Bazı âlimlere göre ise yasaklanan yer Mescidi Haram ile sınırlıdır, müşrikle­rin Harem bölgesinin diğer yerlerine girmelerine engel olunmaması gerekir. [77]Bu yasağın yahudileri ve hıristiyanlan kapsayıp kapsamadığı husu­sunda farklı rivayetler bulunmakla beraber, günümüze kadar uygulanagelen kural, müslüman olmayanların bu bölgeye sokulmaması yönündedir. KuT'an'da bu iki din mensuplarının "kâfir" olarak nitelendirilmesi ve bu kesimden bir kısmının şkk (Allah'a ortak koşma) sayılacak inançlarına yöneltilen eleştirilerle Hz. Peygam-ber'in Arap yarımadasında ikamet ile ilgili bazı hadisleri onların da bu kapsamda kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. [78]  Fakat âyette özel bir kelime seçimi yapılarak "müşrik"lerden söz edildiği ve Kur'an'da Ehl-i kita­bın müşrik olarak nitelenmediği dikkate alınırsa, -özel şartlarda ve âyetin getirdi­ği düzenlemenin amacına hizmet eden durumlarda yapılabilecek istisnaî uygula­malar dışında- kural olarak Ehl-i kitabın bu yasak kapsamında düşünülmemesi Kur'an'ın ruhuna daha uygun düşer. Öte yandan, Derveze'nin, Kur'an tefsiri ala­nına önemli bir katkı sağlayan değerli eserine, Arap milliyetçiliği bulaştırarak bu­radaki ulvî amacı "İslâm'ın sancağım taşıyan Arap ırkının vatanı olması"yla irti-batlandırması[79]gerek burada yer alan düzenlemenin hedefiyle gerekse Kur'an'ın diğer âyetlerindeki ruh ile bağdaşmaz. [80]

 

Meali

 

29. Ehl-i kitap'tan Allah'a ve âhirct gününe inanmayan, Allah ve Resu-lü'nün yasakladığını yasak saymayan ve hak dine uymayan kimselerle, yenil­miş olarak ve kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın. [81]

 

Tefsiri

 

29. Bu âyetin yahudi kabileleri olan Kurayza ve Benî Nadîr hakkında indiği­ne dair rivayet, âyetin Mekke'nin fethinden sonra indiği bilgisiyle bağdaşmadığı için isabetli bulunmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber tarafından bu kabilelerden ilki­nin cezalandırılması ve diğerinin sürgün edilmesi hicrî 3 veya 5. yılda gerçekleşmistir. Taberî'nin, bu âyetin inmesini, önceki âyette müşriklere getirilen yasağın müsliimanlarda geçim kaygısına yol açması, Allah'ın da onlara cizye elde etmek üzere Tebük Seferi'ne çıkmalarını cmretmesiyle izah eden yorumu da[82] her şeyden önce cizyenin amacına ilişkin İslâmî Öğretilerle bağdaşmadığı için eleştirilmiştir. Ayrıca bu yorum gerek bu seferde cizye alınmadığı yönündeki tarihî bilgilerle gerekse cizyeden kimlerin yararlanabileceğine ilişkin hükümlerle de çelişmektedir. [83]

Resûlııllah'ın hayatına dair eserler incelendiğinde, bu âyetin geldiği dönem­de, Bizans hakimiyetindeki Suriye bölgesinde ve bu yol üzerinde bulunan gerek yahudi gerekse hıristiyan topluluklar İle müslümanlar arasında hicrî 5-6. yıldan beri süregelen gerginliklerin varlığını koruduğu ve bu taraflar arasında devletlera­rası hukuk bakımından hasmane münasebetlerin hâkim olduğu görülür. Bu âyetin devamında hem yahudilere hem de hıristiyanlara açık bir biçimde temas edilmesi ve onların insanlık yolunu aydınlatan meşaleyi söndürme niyet ve çabası içinde ol­duklarının bildirilmesi bu tespiti doğrulamaktadır. İşte bu durum ve İslâm tebliği­nin geldiği nokta dikkate alındığında, bu kesime karşı da güçlü bir cihad çağrısı­nın yapılmasının sebebi kolayca anlaşılabilmektedir. Buradaki "Resulünün yasak­ladığını" ifadesini Hz. Muhammed'in haram kıldığını şeklinde açıklayanlar oldu­ğu gibi, kendi peygamberlerinin ve kitaplarının haram saydığını şeklinde anlayan­lar da olmuştur. "Hak dine uymayan kimseler" ifadesini de bazı müfessirler İslâm dinini benimsemeyenler şeklinde anlarken, bazıları da Allah'a tam manasıyla İta­at etmeyenler veya hak ehline yaraşır bir biçimde itaat etmeyenler şeklinde yorum­lamışlardır. Bu yorumların bazılarından, âyetin müslümanlan, Hz. Muhammed'in yasak olduğunu bildirdiği şeyleri yasak saymayan ve İslâm dinini benimsemeyen bütün Ehl-i kitap mensuplarına karşı savaşmakla yükümlü kıldığı anlamı çıkabil­mektedir. Fakat bu anlayış, meselâ Nisa sûresinin 90-91, Mümtehine sûresinin 8-9. âyetlerinde ifadesini bulan temel Kur'an İlkeleriyle ve Resûlullah'ın savaş ha­linde bile muharip olmayan kadın, çocuk, yaştı ve din adamlarının öldürülmeme-si buyruğuyla bağdaşmaz. Âyette "Ehl-i kitap'tan" ifadesi kullanılarak onlardan bir kısmına işaret edildiği anlaşıldığı gibi, "Allah'a ve âhiret gününe inanmayan­lar" nitelemesinin yapılmış olması da bu anlayışı desteklemektedir. Zira bu nitele­me ister o günkü ister günümüzdeki Ehl-i kitabın tamamına uyan bir ifade değil­dir. [84]

Ehl-i kitap'tan olanlar Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler olarak bilin­diği halde, âyette "Ehl-i kitap'tan Allah'a ve âhiret gününe İnanmayanlar" ifade­sinin kullanılmış olmasını, bazı müfessirler, yahudilerin ve htristiyanlann bir kıs mında görülen itikadı bozukluklarla açıklamaya çalışmışlardır. Bu izahları şöyle özetlemek mümkündür: Bazı yahudi ve hıristiyatılar Allah inancına şirk unsurları katmışlar, âhiret inancını da [85] âhiret hayatının özüne ters düşen kayıtlara bağlamışlardır; dolayısıyla gerçek mâ­nada Allah'a ve âhiret gününe inanmış sayamadıklarından böyle nitelendirilmiş­lerdir. [86] İbn Âşûr bunların hepsinin zorlama yorumlar olduğunu belirtir ve kendi ka­naatini şöyle açıklar: Burada esas maksat hıristiyanlarla savaş konusudur; fakat sırf onlarla savaşılacağı ve müşriklerle savaştan vazgeçileceği sonucunun çıkarıl­maması için arada "Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulü'nün ya­sakladığını yasak saymayan" şeklinde müşriklerin vasıflarına yer verilmiştir. Ehl-i kitap dahil bütün bu kesimleri kapsayan nitelik ise "hak dine uymayan kim­seler" olmalarıdır. [87]  Biz İbn Âşûr'un bu mütalaasını kuvvetli bulmak­la beraber, şu anlayıştan hareketle mealde lafza bağlı kalmayı tercih ettik: Âyetin nüzulü zamanında yaşayan Ehl-i kitap mensupları genellikle hak dinlerin aslında mevcut gerçek ve sahih bir Allah ve âhiret inancından, yine bu dinlerin getirdiği hayat ve ahlâk düzeninden uzaklaşmış bulunuyorlardı. Eldeki bilgi ve belgelerine dayanarak kendi dinlerinin aslına dönmeleri de mümkün değildi. Bu sebeple İs­lâm'a girmeleri teşvik edilmeli ve girmedikleri takdirde müslümanlara zarar ver­memeleri için kontrol altına alınmaları gerekli idi.

Cizye, İslâm devletindeki gayri müslim tebeanın erkeklerinden alınan baş vergisinin adıdır. İslâm ülkesinde zimmî (gayri müslim vatandaş) statüsünde bu­lunan kişilerden kendilerine din hürriyeti, can ve mal güvenliği sağlanması karşı­lığında alman bu verginin Kur'an'daki dayanağı tefsir etmekte olduğumuz âyettir. Müslümanlardan alınan zekât bir yönüyle vergi niteliğinde olmakla beraber bir yö­nüyle de dinî vecîbe (ibadet) olduğu İçin gayri müslimlerden zekât alınmaz; onlar bunun yerine cizye öderler. Âyetin "yenilmiş olarak" diye çevirdiğimiz kısmı için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar arasında, cizye mükelleflerinin küçük düşü­rülmesi anlamına ağırlık veren yorumlar bulunmakla beraber, bu anlayış birçok İs­lâm âlimi tarafından eleştirilmiş, gerek Resûlullah'ın talimat ve uygulamalarına gerekse Kur'an'ın ilkelerine aykırı bulunmuştur. Sağlam bilgi kaynakları da, müs-lümanlann bu ilkeler ışığında gayn müslimlere ne kadar insanî muamele yaptık­larını ve onların da müslümanlarm bu âlicenap tavırlarına karşı duydukları hayran­lığı ortaya koyan rivayetlerle doludur. Bazı Ehl-i kitap mensuplarıyla yapılan ant­laşmalara Hz. Ömer tarafından onları tahkir edici hükümler koyduğuna dair rivayetler ise zayıf olup, Resûlullah'ın tatbikatı ve Kur'an'ın ilkeleriyle örtüşmemektedir. [88]  İmam Şafiî âyetin bu kısmını "hükme bağlanma ve boyun eğmeleri" şeklinde anlamıştır. [89] Ka­naatimizce âyetin bağlamı ve Hz. Peygamber'in tatbikatı ışığında Şafiî'nin bu gö­rüşünü şöyle açmak mümkündür: Burada vergi veren tarafın uyrukluğu kabul et­mesi gerektiğine işaret edilmektedir. Bİr başka anlatımla, bu vergiyi ödeyen gayri müsl imi er kendilerini sadece düşmana karşı koruma anlaşması yapmış, bir anlam­da müsl umanları parayla İstihdam eden taraf gibi görmeyecekler, aynı ülkeyi pay­laşıyorlarsa karşılıklı hak ve vecîbe anlayışı içinde ülkenin yasal düzenine tâbi ol­duklarını kabul edecekler, kendi ülkelerinde müslümanlarla bu antlaşmayı yap­mışlarsa, düşmana karşı, onların egemenliğini kabul etmiş olmanın icaplarına uya­caklardır.

Resûlullah'ın ve ilk halifelerin uygulamaları da dikkate alınarak âyet üzerin­de yapılan yorumlar neticesinde kimlerden cizye alınabileceği hususunda farklı kanaatlere ulaşılmıştır. Şafiî hukukçuları sadece yahudi, hırLstiyan ve mecûsî-ler'den cizye alınabileceği görüşündedirler. Hanefîler Arap olmayan müşrikler­den, Mâlikîler ise bütün müşriklerden cizye alınabileceğini, dolayısıyla bunların da zimmî statüsü içinde mütalaa edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Hanefî -ler'e göre İslâm devleti sınırları içinde bir yıldan fazla ikamet eden gayri müslim-lerden de (müste'men) bu verginin tahsil edilmesi gerekir.

Cizyenin miktarı ve yükümlüsünde aranacak şartlar konusunda Resûlul-lah'tan ve ilk halifelerden nakledilmiş açık ve kesin ifadeler bulunmamaktadır. Hz. Peygamber'in ve halifelerinin miktar konusundaki uygulamaları, zam unu, alındığı bölgeye ve bireysel veya toplu oluşuna göre farklılık göstermektedir, t s lâra hukukçularının da bu miktarları belirlerlerken kendi bölgelerindeki uyguluma lardan etkilendikleri anlaşılmaktadır. Fakat bu hususun yapılan zimmel  sırasında belirlenmiş ve taraflarca kabul edilmiş olması esastır. Bu komutu imi fikir vermek üzere kişi başına cizye miktarıyla ilgili olarak Hanefîler zengin, orta halli ve fakirler için olmak üzere 48. vehemlik üç ayrı cizye miktarı belirlemişlerdir; Mâlikîler'e göre d/.yi'iım ilsl mııııı altın paranın hâkim olduğu yerlerde 4 dinar, gümüş paranın hâkim okluğu yakı de 40 dirhemdir; Şâfiîler'e ve Hanbelîler'deki bir görüşe göre cizyenin en düşük miktarı 1 dinardır. Bu bilgiler ışığında günümüz değerleri ile, kişi başına cizye miktarının en az 4,5, en çok 20 gram civarında altına tekabül ettiği söylenebilir. Gerek Rcsûlullah döneminde gerekse sonrasında cizye tahsilinin hem nakit hem de aynî olarak yapıldığı görülmektedir. Kadınlar ve çocuklarla hali vakti müsait olmayan din iidamları, âmâ.kötüriim ve yaşlılar cizyeden muaf tutulmuşlardır. Tarih ve kamu maliyesiyle ilgili ilk dönem kaynaklarında, Kur'an'daki bu hükmün ruhuna nüfuz etmiş olan halifeler ve müslüman yöneticilerin bunu katı bir biçim­de uygulama yönüne gitmeyip gerekli hallerde büyük bir tolerans gösterdiklerine ve gayri müslim tebaa tarafından şükranla ve hatta hayranlıkla karşılanan uygula­malar yaptıklarına dair birçok olay zikredilir. Cizye gelirlerinin nereye harcanaca­ğı Kur'an'da bildirilmemiştir. Bunun sebebi, muhtemelen, âyetin henüz tahakkuk etmemiş bir gelirden söz etmiş olmasıdır. İslâm hukukçuları Resûlullah'ın uygu­lamalarını göz önüne alarak bunu fey grubuna giren bir vergi olarak kabul etmiş­lerdir. Buna göre cizye gelirlerinin belirli yerlere harcanması zorunlu değildir; ka­mu yararına uygun olarak ihtiyaç duyulan alanlara harcanabilir. [90]

 

Meali

 

30. Yahudiler "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler, Hıristiyanlar da  (îsâ) Allah'ın oğludur" dediler. Bunlar, daha önceki InkAmlıırııı siklullklerine benzer biçimde ağızlarından çıkan sözlerdir. Allah onları kahretsin! (Gerçeklerden) nasıl da yüz çeviriyorlar! 31, Allah'ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesih'i rab edindiler. Oysa tek bir Taıı-rf ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka tanrı yoktur; O yüce­ler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve ortaklardan bütünüyle uzaktır. 32. İsterler ki Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürüversinler; ama inkarcılar hoş-lanmasalar da Allah nurunu muhakkak tamamlamayı istiyor. 33. Bütün din­lerin üzerindeki yerini alsın diye Resulünü, doğru yol rehberi ve hak din ile gönderen O'dur; müşrikler hoşlanmasalar da! 34. Ey iman edenler! Bilin ki yahudi din bilginlerinin ve hıristiyan din damlarının birçoğu halkın malla­rını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan akkorlar. Altın gümüş biriktirip Al­lah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele. 35. O gün bun­lar cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve sırtları dağla­nacak: İşte yalnız kendiniz için toplayıp sakladıklarınız; tadın şimdi birikti­rip sakladıklarınızı! [91]

 

Tefsiri

 

30. Üzeyir adı Kur'an'da sadece bu âyette geçmektedir ve hakkında özel bir açıklama bulunmadığı için peygamber olup olmadığı tartışılmıştır. Bu ismin Arap ça olduğunu ileri sürenler varsa da çoğunluğa göre İbrânîce asıllı olup Arapçiilııj) mıştır. İbrânîce'deki aslı Ezra'dır ve "yardım" (Tanrı'nın yardımı) anlamımı (mektedir. Eski Ahid'in Grekçe ve Latince tercümelerinde onun ismi Esdras olmak geçer. Kitâb-ı Mukaddes'te kendi adını taşıyan bir bölüm de bulunan Üzcyiı, hu rada "kâhin, yazıcı, Rabb'in emirlerinin ve İsrail'e olan kanunlarının sö/lt'iüim yazıcısı, İsrail'in Allah'ı Rabb'in vermiş olduğu Musa'nın şeriatında zeyrek İm yazıcı, gökler Allah'ının şeriatının yazıcısı, Allah'ı Rabb'in eli ü/erinde ol un, Al lah'ın inayet eli üzerinde olan" ifadeleriyle anılır. [92]  Fıırs kınlı Aı lalı şaşta (Artaxerxes) zamanında [93]  yaşamış olup, soyu Hiiııııı'a kadar çıkmaktadır. Anılan krat tarafından, yahudi cemaatinin dunıımıykı i İyili araştırma yapmak, onlara Allah'ın şeriatına riayet etmelerini öğütlemek ve muhalin hizme­ti için gerekli malzemeyi sağlamak üzere Yeruşalim'e (Kudüs) gönderi I iniştir.

Üzeyir'İn Tevrat'ın yeniden ihyası hususundaki çaba ve faaliyeti, yahudi ve hıristiyanların yanı sıra Kitâb-ı Mukaddes 'le ilgili bilimsel eleştiri faaliyetlerine katkı sağlayan araştırmacılar tarafından da kabul edilmektedir. Tevrat'ın ilâhî şe­riat olarak Yahudilik'te özel bir önemi haiz olması, onun redaksiyonunu yapıp İlân eden Üzeyir'in de mevkiini yükseltmiştir.

İslâmî kaynaklarda, yahudilerce -henüz kendisi hayatta iken- Üzeyir'in Allah'ın oğlu olarak nitelenmesi konusunda başlıca iki rivayetle karşılaşılmaktadır. Bunlardan birine göre, önceleri Tevrat'a bağlı olan İsrâiloğulları, zamanla Tev­rat'a göre yaşamayı terkeder olmuşlar, bunun sonucu olarak ilâhî bir ceza olmak üzere Tevrat hafızalardan silinmiş, onun muhafaza edildiği Tabut da (Ahid Sandı­ğı) ellerinden alınmıştı. Buna çok üzülen Üzeyir, kendisine Tevrat'ı yeniden öğ­retmesi için Allah'a yalvarıyordu. Yine böyle bir dua esnasında Tanrı onun hafı­zasına Tevrat'ı tekrar yerleştirdi. Çok bilgili bir kimse olarak tanınan Üzeyir Tev­rat'ı kavmine de öğretince onlar nezdinde daha bir itibar kazandı. Bazıları "Üze­yir Allah'ın oğludur" diyecek kadar ileri gittiler.

Diğer rivayete göre ise, Amâlika kavmi yahudilere saldırarak bir kısmını öl­dürmüş ve ellerindeki Tevrat'ı almışlardı. Geride kalanlar, Tevrat kitaplarını dağ­lara gömüp o bölgeyi terkettiler, O sıralarda henüz genç olan ve dağlarda ibadetle meşgul bulunan Üzeyir'in Tevrat'ı en iyi bilen kişi olduğu anlaşılınca, o, mevcu­du olmayan Tevrat'ı kaleme aldı. Ülkeyi terkeden bilginler geri dönüp de gömdük­leri Tevrat'ı Üzeyir'in kaleme aldığı ile karşılaştırdıklarında arada hiçbir fark bu­lunmadığını görünce "Allah bunu sana ancak O'nun oğlu olduğun için verdi" de­diler.

Bunlar, Üzeyir'in yaşadığı dönemle ilgili rivayetlerdir. Bir de, bu sözün ya-hudilerden bir kişi veya bir topluluk tarafından Hz. Peygamber'le yaptıkları bir ko­nuşma sırasında söylendiğini belirten rivayetler bulunmaktadır,

Yahudiler Kur'an'daki bu ifadenin kendilerine ait olmadığını ileri sürerler. Esasen İslâmî kaynaklarda da bu sözün bütün yahudiler tarafından benimsenmiş olmayıp, içlerinden sadece bir kişi veya grup tarafından söylendiği belirtilmekte­dir. [94]

Eski Ahid Üzeyir'in Allah'ın oğlu olduğu fikrinden hiçbir şekilde söz etme­mekle beraber, Üzeyir'in yahudi geleneğinde oldukça önemli bîr şahsiyet olduğu dikkate alınınca, gelenek İçerisinde, en azından belli bir yerde, belli bir zamanda ilâhlık mertebesine yükseltilmiş olması uzak bir ihtimal sayılmaz; İbn Ha?,m'ın Yemen yahudilerinin Üzeyir'e Allah'ın oğlu dedikleri yönündeki rivayeti de bu ihtimali desteklemektedir. [95]

Bu bilgi ve ihtimallerin doğruluk derecesi bir yana, İslâmî kaynaklarda Üze­yir dönemiyle ilgili olarak yer alan rivayetlerin asıl kaynağının Medine yahudile-ri olduğu dikkate alınırsa[96]âyetin açıklanmasında, Hz. Peygamber'le yaptıkları bîr görüşme esnasında bazı yahudilerin bu sözü söylemiş ol­dukları rivayetinin esas alınması daha uygun görünmektedir. [97]

Hıristiyanların Hz. isa'yı Allah'ın oğlu olarak nitelemeleri ise sadece Resû-Mlah döneminde karşılaşılan bir durum değildir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerin­den İtibaren Hz. îsâ Tanrı'nın oğlu olarak kabul ediliyordu ve günümüzde de Hı­ristiyanlık'ta hâkim anlayış onun teslis inancının bîr öğesini oluşturduğu yönün­dedir. [98]

Müfessirler, "kendilerinden Önceki inkarcılara benzeyenlerin kimler olduğu hakkında değişik yorumlar aktarırlar. Bunlardan birine göre, hıristiyaıılar yahudi-lere benzemektedir. Âyetteki ifade akışına daha uygun görünen yoruma göre ise, gerek yahudİler gerekse hıristiyanlar âyette belirtilen tutumlarıyla, melekleri Al­lah'ın kızları olarak niteleyen veya putları Allah'a ortak koşan inkarcılara benze-miş olmaktadırlar. [99]

"Allah onları kahretsin!" şeklinde çevirdiğimiz cümle bir beddua ve lanetle­me İfadesidir. Arap dilinde bu cümle çok iyi veya çok kötü bİT durum karşısında duyulan hayreti belirtmek İçin de kullanılır. [100]  Âyette bu anlamın kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu­na göre, anılan inanç gruplarının böylesine önemli bir konuda ne kadar basiretsiz­ce davrandıklarına ve gelişigüzel sözler söylediklerine dikkat çekilmiş olur. Bir in­san kendi elinden bir şey gelmediği için haksız ve kötü davranışından ötürü biri­lerini Allah'a havale etmek istediğinde bu cümleyi kullanırsa, buna "Allah'ından bulsun!" şeklinde de mâna verilebilir; bazı meallerde de, belirtilen cümle böyle tercüme edilmiştir; fakat burada sözü söyleyenin yüce Allah olduğu dikkate alınır­sa bu tercümenin isabetli olmadığı anlaşılır. [101]

 

31. Burada yahudi ve hıristiyanların Allah'ı bırakıp da insanları rab edinme­leri eleştirilmektedir. Yahudiler bakımından bu kimseler onların din bilginleridir. [102] Hıristiyanlar bakımından ise bu kimseler onların rahipleri ve özellik­le Hz. îsâ'dır. Âl-İ İmrân [103] ve Yûsuf (12/39) sûrelerinin ilgili âyetlerinde olduğu gibi burada da hem "ulûhiyyet birliği" hem de "rubûbiyyet birliği", yani Tanrı ve rab olarak tek bir varlığa inanıp bağlanmanın kaçınılmazlığı üzerinde du­rulmaktadır. [104]  Bir başka anlatımla, "Rab edinme" ifadesini içeren bu âyetlerde yahudilerin ve hıristiyanların din âlimlerini ve din adamlarını T;ııırı edindikleri yani onlara taptıkları değil Tanrı benzeri bir otorite tanıdıkları ifade edilmiş olmaktadır. Nitekim Adî b. Hatim ile Hz. Peygamber arasında bu âyet hakkında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet olunmuştur:

- "Yâ Resûlellah! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki.

-  "Peki, onlar size istediklerini helâl istediklerini haram kılıyorlar ve siz de onlara uyuyor değil miydiniz?"

- "Evet."

- "İşte burada söylenen de odur"[105]

Ruhban rahip kelimesinin çoğuludur. Rahip sözlükte "korkan" anlamına ge­lir. "Allah korkusu içine yerleşmiş ve dışına vurmuş, kendini Allah'a kulluk etme­ye hasretmiş kişi" anlamında olmak üzere hıristiyan din adamlarına bu ad veril­miştir. [106] Hıristiyanlık'ta kutsal ruhbanlık sakra-mentİ, hıristiyan tebliğinin îsâ tarafından havarilere devredilmesi geleneğine ka­dar çıkarılır. Ruhbanlık sırrının Yeni Ahid'deki zeminine delil olarak Mesih'in in­san ve Tanrı arasında ara bulucu konumu gösterilir. Kilisenin başı olan Mesîh yet­kilerini havarilere, havariler de din adamlarına aktarır. Mesih'in temsilcisi olarak seçilen din görevlileri üç rütbe altında toplanabilir: Piskopos, rahip (veya Papaz), diyakos (papaz yardımcısı). Bunların atanmasında belirli kural ve usuller vardır. Kardinal adı verilen din adamları grubu yüksek dereceli piskoposlardan oluşur ve bir anlamda kilisenin en üst düzeydeki genel kurulunun temsilcileridirler. Pisko­posların üzerinde yer alan papalık kurumu, temel bir hiyerarşi olmaktan çok, ida­ri bir görev mahiyetindedir. Papa bütün kiliselerin başı, isa'nın Petrus aracılığıyla vekili ve Roma piskoposudur. Ortodokslar arasında yetkileri en geniş piskoposla­ra ise patrik ve metropolitan unvanları verilir. Özellikle reform kaynaklı bazı kili­seler ibadet için özel din adamlarının varlığını gerekli görmezken, çoğu kiliseler, kökenini Yeni Ahid'e çıkardıkları din görevlilerini kilisenin varlığı için zorunlu sayar. Katolik ve Ortodoks kiliselerine göre din adamlarının görevleri ve hiyerar­şisi ilk havarilerden günümüze kadar değiştirilmeden gelmiştir; bugünkü hiyerar­şisi de dünyevî kurallara göre belirlenmiş olmayıp "hıro divino"ya (İlâhî karara) dayanır. Protestanlar ise din adamlarının kutsiyetine inanmazlar. Onlara göre Ye­ni Ahid'de birtakım görevlilerden söz ediliyorsa da tarihî şartların gerektirdiği du­rumlara göre bu görevlileri değiştirme imkânı her zaman vardır. Bununla birlikte Protestan kiliselerinin bir bsmı (CaJvincİler, İsveç Lutherciliği ve Anglikan kili­sesi) geleneksel din görevlileri anlayışını herhangi bir kutsiyet atfetmeden uygula­maktadır. [107] Kur'an'da hıristiyan din adamlarından bazı erdemleri ve özellikle tevazulan sebebiyle olumlu biçimde söz edildiği görülürse de[108] ruhbanlık anla­yışı ve bu kavramın peygamber olmayan kişilerin ilâhî yetkilerle donatılmış gibi gösterilmesine alet edilmesi tasvip edilmez. Nitekim bu âyette ruhbanlarca istis­mar edilen dinî otoritenin hıristiyan toplumu üzerindeki olumsuz etkilerine işaret edilerek yahudıler gibi hıristi yani arın da zamanla rahiplerini ve îsâ'yı kutsallaştır-dıkları belirtilmiştir. Ayrıca Kur'an'da, ruhbanlığın aslında Hıristiyanlık'ta bulun­mayıp sonradan ihdas edildiğine işaret edilmiş, fakat Allah'ın hoşnutluğunu ka­zanmak için bazı hıristiyanlarca başlatılan bu hareketin gereğinin yerine getirilme­diğine dikkat çekilmiştir. [109]

 

32. Bu âyette, herkesin kolayca tasavvur edebileceği bir benzetmeden yarar­lanılarak inkarcıların bir üfleme ile ilâhî ışığı söndürme arzusu içinde oldukları, ama Allah Teâlâ'nın buna müsaade etmeyeceği ve bu ışığı tamamlayacağı ifade edilmektedir. Bunu İslâm meşalesinin eninde sonunda herkesi aydınlatacağı şek­linde anlamak mümkündür. Nitekim tarihin her döneminde peygamberlerin getir­diği vahyin parıltısından rahatsız olup onlara inananları bîr kaşık suda boğma is­tek ve çabası içinde olanlar görülmüştür. Fakat bu ışık, bu tür esintiler karsısında bazı dalgalanmalara ve zafiyetlere mâruz kalsa bile asla söndürülememiştir; insan­lığın günümüzde ulaştığı nokta da, tevhıd inancına dayalı olan bu mesajın gitgide daha bir yaygınlık kazandığını, ilgiyle karşılandığını ve kısa bir süre içinde bu ay­dınlığın bütün beşeriyeti kuşatacağım göstermektedir, [110]

 

33. Bütün dinlerin üzerindeki yerini alması için Allah'ın Hz. Peygamber'i hi­dayet ve hak din ile gönderdiği bildirilmektedir. Bu âyetteki "doğru yol rehberi" diye çevirdiğimiz "hüdâ" kelimesini Kur'an, Allah'ın birliğini ve kudıvlini göste­ren açık delil ve mucizeler gibi anlamlarla açıklayanlar olmuştur, fakai müicssir lerin açıklamaları genellikle, burada Kur'an da dahil yüce Allah'ın vasıtasıyla insanlığa bildirdiği ve Hz. Muhammed'in peygamberiigiyle son şekli­ni alan ilâhî mesajın kastedildiği noktasında birleşmektedir. Hak din ik- kiısialilctı de, geniş anlamıyla İslâmiyet ve Hanîflik'tir. [111]

 

34-35, İlk âyette önce, yahııdi din âlimlerinden ve hıristiyan din adamların­dan bir çoğunun, dini istismar etmek suretiyle haksız kazanç elde ettiklerine ve bu sakilde sağladıkları güçle insanları Allah'ın gösterdiği yoldan alıkoyma çabası içinde okluklarına dikkat çekilmiştir. Bu kimselerin din üzerinden çıkar sağlama-liiııylii lU'ilı olarıık, verdikleri hükümler için rüşvet almaları, İlâhî kitapta değişik-

lik yapıp yazdıkları tahrif edilmiş nüshaları satmaları. Allah katında duaların ka­bulüne aracı olacağı izlenimi vererek bağış almaları, günah çıkarma karşılığında bir gelir elde etmeleri ve birçok dolambaçlı yolkrta kendileri için malî kaynaklar oluşturmaları gibi İzahlar yapılmıştır. Allah yolundan alıkoymanın şekli ile ilgili olarak da tefsirlerde, zaman ve mekâna göre değişik çabaların sarfedildiğine dair açıklamalar yer alır. [112] Âyette daha sonra, topluma iyi örnek okcak yerde kişisel İhtiraslarını bütün değerlerin üstün­de tutan bu din temsilcileriyle birlikte, Özellikle o günkü şartlarda- temel iktisadî mübadele araçları olan altın ve gümüşü stok ederek ekonomiyi pörsüten ve böyle­ce toplumun çeşitli mahrumiyetlere mâruz kalmasına sebebiyet veren kimselerin de acı veren bir azaba çarptırılacakları bildirilmiştir, Müteakip âyette de, bu ceza­nın ne kadar ağır olacağını gösteren bir tasvire yer verilmiştir. 34. âyette, Allah'ın hoşnut olacağı yollara harcamak üzere mâkul birikim sağlayan kişilerin bu kap­samda düşünülmemesi için konan özel kayıttan, burada, iktisadî hayatın canlılığı­nı sağlayan mübadele araçlarını sırf kişisel servetlerini artırma amacıyla kilitle­yenlerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu ifadenin tefsiri sırasında Hz. Peygam­ber'e ve sahâbîlere atfen zikredilen birçok rivayet de, başta zekât ödemeleri olmak üzere gereken vecîbeleri ihmal etmeksizin ve başkalarının haklarından arındırarak servete sahip olmanın buradaki yergi ifadesinin kapsamında olmadığını göster­mektedir. İbn Âşür, esasen âyetin bu konuya sırf servet sahibi olma ve mal stok-lamayı yerme veya hayır yollarına harcama yapmayı övme bağlamında değinme­diğini, âyetteki tehdit ifadesinin harcama yapmaksızın (ekonominin tıkanmasına yol açacak tarzda) servet biriktirmeyle ilgili olduğunu belirtir. [113]

 

Meali

 

36. Doğrusu Allah'a göre ayların sayısı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattı­ğı günkü yazısına uygun olarak on ikidir; bunlardan dördü haram aylardır. İşte doğru olan hesap budur. O aylarda kendinize zulmetmeyiniz, müşrikler sizinle topyekün savaştıkları gibi siz de onlarla topyekün savaşınız. Biliniz ki Allah buyruklarına karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir. 37. (Haram ay­lan) ertelemek, inkarcılığı artırmaktan başka bir şey değildir, inkarcıların daha da sapmasına yol açmaktadır. Onlar ayların sayısını Allah'ın yasakla­dığı aylara uyarlamak üzere, bu ertelemeyi bir yıl helâl bir yıl haram sayıyor­lar ki, böylece Allah'ın haram kıldıklarını meşru hâle getirsinler. Bu yaptık­ları kötü işler kendilerine güzel görünüyor. Allah inkarcılar topluluğunu doğ­ru yola iletmez. [114]

 

Tefsiri

 

36-37. Hz. İbrahim ve İsmail'in şeriatındakine uygun olarak Câhiliye döne­mi Arapları da yılın dört ayım kutsal sayarlar, bu inanışa saygmın bir işareti ola­rak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlardı. Zilkade, zilhicce, muharrem ve re-cebden oluşan bu aylar haram aylar (el-eşhuru'l-hurum) diye anılırdı. Bununla birlikte bazı kabileler bu dört aya bir dört daha ekleyerek sekiz ayı haram sayar­ken, diğer bazıları aylar arasında faik gözetmiyordu. Aynı şekilde, belirli kabile­ler arasında yaşayan hiristiyanlar da haram ayların saygınlığını kabul etmiyorlar­dı. Bu anlayışı benimseyenlerin haram aylarla ilgili bir taahhütleri olmadığından, diğer kabileler onlara karşı dikkatli davranmak zorundaydı. Her türlü çatışmanın haram sayıldığı bu aylarda meydana gelen savaşlara, dinî yasaklar çiğnendiği için "ficâr savaşları" denmiştir.

Câhiliye dönemi Araplar'ınm bir kısmı geçimlerini soygunculuk, çapulculuk, yağma ve talan ile sağladığı gibi, aralarında kan davaları ve iç savaşlar da eksik olmuyordu. Bu nedenle haram ayların kurallarına uymakta zorlanıyorlardı. Zira on hir, on iki ve birinci aylar olan zilkade, zilhicce, muharrem peş peşe geldiğinden iiç ay süresince bu aylarla ilgili yasaklara uymak oldukça güç geliyordu. Ayrıca, k;ınıerî takvimde aylar güneş takvimine göre bir önceki yıldakinden on bir gün Ön-lv geldiği için, zilhiccenin belirli günlerinde yapılan hac merasiminin değişik mevsimlere rastlaması çıkarlarına uygun düşmüyor; haccı havanın mutedil ve ti-> iuî ortamın müsait olduğu gün veya aylarda yapmak istiyorlardı. Bunu sağlaya­bilmek için de her altı ayda bir hafta olmak üzere iki yılda bir ay kazanmaya o yılı on üç aya çıkarıyorlar, haram aylardan üçünün peş peşe gelmesini ön-It'iıiı'k amacıyla da söz konusu dört haftayı ikinci yılın sonuna ekleyip o yılı on üç ay olarak kabul ediyorlardı. Böylece muharrem ayı safer ayının yerine kaydırılmış, dolayısıyla bütün aylar bulunmaları gereken yerden bir ay geriye atılarak haram ayların yerleri değiştirilmiş oluyordu. Bazan da savaş günlerinde meselâ receb ayı girerse onu helâl sayıp haramlığı şaban ayına, savaş muharrem ayına denk gelirse haramlığı safer ayına tehir ediyorlar, böylece o yıl muharrem ve receb yerine şa­ban ve safer ayları haram aylardan sayılmış ve haram ayların sıralaması değişmiş oluyordu. Bu uygulamaya, erteleme anlamına gelmek üzere nesi' deniyordu. [115]

İşte bu âyetlerde, Allah'ın evrende var ettiği düzene göre ayların sayısının on iki olduğu belirtilmiş, bunlardan dördünün özel hükümleri olduğu hatırlatılıp bu düzenlemeye aykırı davrananların asıl kendilerine yazık etmiş olacaklarına dikkat çekilmiş ve aylarla ilgili bu nizam üzerinde nesî' adıyla yapılan oyunlar ve mani-pülasyonlar şiddetle kınanmıştır. Bu sûrenin 5. âyetinde geçen "el-eşhürü'l-hu-rum" ifadesiyle de bu dört ayın kastedildiği görüşü bulunmakla beraber, bu görüş bazı noktalardan eleştiriye açık görünmektedir. [116] Kur'ân-ı Kerîm'in başka dört âyetinde de "haram ay" kavramı tekil olarak yer almıştır. Bunlardan Bakara sûresinin 194. âyetinde haram ayın haram ayar karşılık olduğu, aynı sûrenin 217. âyetinde haram ayda savaşmanın büyük günah olduğu, Mâide sûresinin 2, âyetinde bu aya karşı saygısızlık edilmemesi gerektiği ve Mâide 5/97'de hürmete lâyık bir mâbed olan Kabe ile birlikte haram aym da insani arın iyiliğine vesile kılındığı belirtilmiştir.

Tefsir ve tarih kaynaklarında, haram aylarla ilgili hükümlerin hac ibadetiyle birlikte Hz. İbrahim zamanında konmuş olduğu, insanlann bu aylarda sağlanan güven ortamı içinde (zilkade, zilhicce ve muharrem aylarında) hac ibadetini ve ye­dinci ay olan receb ayında muhtemelen umre ziyaretini rahatça yaptıkları, Mekke ve çevresinde oturanların da bu vesileyle geçimlerini sağladıkları, fakat zamanla bu hükümlerin temel amacından uzaklaştırıldığı kaydedilmektedir. İslâmiyet'in gelmesiyle bu konudaki düzenlemeler yeniden aslî hüviyetine kavuşturulmuştur. Şu var ki, bu konuda farklı yorumlanmaya elverişli âyet ve hadislerin bulunması sebebiyle İslâm âlimleri arasında haram aylarla ilgili yasakların devam edip etme­diği hususunda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bu görüş ayrılıkları bir yana, Kur'an'da yer alan bu yasak hükmünün İslâmiyet'in milletlerarası ilişkilere bakı­şını ortaya koyan diğer delillerle birlikte değerlendirilmesi halinde şöyle bir sonu­ca varılması mümkündür: Milletlerarası ilişkilerde barışı esas alıp yeryüzünde her türlü haksızlık, bozgunculuk ve tahakkümü yasaklayan[117] İslâmiyet, savaşın bir insanlık realitesi olduğunu göz ardı etmemiş, savaşın tahribatını en aza indirecek önlemler almaya çalışmıştır. Bu çerçevede, İslâmî dü­şünce sistemi içinde, yılın üçte birini meydana getiren bir sürenin savaş karşıtı duygu ve düşüncelerle geçirilmesine yer verilmiş olması, ihmal edilen birtakım İn­sanî değerlerin hatırlanıp yaşatılmasına ve bu konuda kamuoyu oluşturulması için belli günlerin veya haftaların ayrılmasına önem verilen zamanımızda daha bir dik­kat çekmekte ve anlam kazanmaktadır. [118]

Tefsirlerde bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili özel bir rivayet yer almamakla beraber, Derveze, Tebük Seferi'nin nesî' uygulaması neticesinde isim olarak re-ceb ayına denk gelmiş olması karşısında ortaya konan itirazları red ve bunun ger­çek receb ayı olmadığına dikkat çekme sadedinde inmiş olabileceğini belirtir. [119]

"Doğru olan hesap" şeklinde tercüme ettiğimiz "ed-dînü'1-kayyiin" tamla­masına "en doğru hüküm" ve "en doğru din" anlamı da verilmiş, sonuncu anlam İbrahim ve İsmail peygamberlerin dini veya uydukları kural şeklinde açıklanmış­tır. [120] "O aylarda kendinize zulmetmeyin" ifadesinde haram ayların kastedilmiş olduğu kanaati hâkim olmakla beraber, bun­ları senenin bütün aylan şeklinde anlayanlar da olmuştur. [121]"Müşrikler sizinle topyekün savaştıkları gibi siz de onlarla topyekün savaşın" ifa­desini içermesi dolayısıyla 36. âyet de genellikle müfessirler tarafından 5. âyette olduğu gibi seyf (kılıç) âyeti olarak nitelenmiş ve müşriklerle ilişkilerde tolerans ve kolaylık gösterme veya kendi hallerine bırakma buyruğunu içeren bütün âyet­leri yürürlükten kaldırmış olduğuna hükmedilmiştir. Derveze'nin bu konunun Kur'an'in genel ilkeleri ışığında değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin görüşünü ve bu izah tarzı ile ilgili kanaatimizi 5. âyetin tefsiri sırasında açıklamıştık. Dervır/o bu âyeti yorumlarken aynı görüşü tekrar etmekte, aynca buradaki i iade ile 31, âyette Allah'a ortak koşan Ehl-i kitap mensuplarının da "müşrik" nitelemesine da hil edilmiş olduğuna dikkat çekmektedi. [122]

"Ertelemek" şeklinde tercüme ettiğimiz, 37. âyetin ilk cümlesindeki nesi1 ke­limesine "ilâve yapmak" anlamı da verilebilir. [123]

 

Meali

 

38. Ey iman edenler! Sîze ne oldu ki "Allah yolunda seferber olun" deni­lince yerinize çakılıp kaldınız; yoksa âhiretten vazgeçip de dünya hayatıyla ye­tinmeye razı mı oldunuz? Halbuki dünya hayatının sağladığı fayda âhiretinki-ne göre pek azdır. 39. Eğer toplanıp seferber olmazsanız AUah sizi elem veren bir azapla cezalandırır, yerinize başka bir topluluk getirir ve siz O'na zerrece zarar veremezsiniz. Allah'ın her şeye gücü yeter. 40. Siz Peygamber'e yardım­cı olmasanız da Allah ona mutlaka yardım edecektir. Nitekim inkarcılar iki ki­şiden biri olarak onu yurdundan çıkardıklarında Allah ona yardım etmişti: Hani onlar mağaradaydılar; arkadaşına "Tasalanma, Allah bizimle beraber­dir" diyordu. Derken Allah ona kendi katından bir güven duygusu indirdi, sizin göremediğiniz askerlerle onu destekledi ve inkarcıların sözünü değersiz hâle getirdi. Allah'ın sözü ise en yücedir, Çünkü Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. 41. Kolay da olsa zor da olsa sefere çıkın ve mallarınızla canlarınız­la Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz, bu sizin kendi iyiliğinizedir. [124]

 

Tefsiri

 

38-41. Bu âyetlerden itibaren sûrenin sondan ikinci âyetine kadarki bölümün ana konusu Tebük Seferi'dir. 29. âyetin tefsiri sırasında belirtildiği üzere, bu sıi renin nâzii olduğu dönemde müslümanlarla Suriye bölgesinde ve Medine-Şam yo lu üzerinde bulunan Bizans hakimiyetindeki hıristiyan Araplar arasında gergin İm durum yaşanmaktaydı. Siyer, tarih ve tefsir kaynaklarındaki yaygın bilgilere 630 yılının sonbaharında, Bizans'ın bazı hıristiyan Arap kabilelerin i de yanına ahirak Medine'yi kuzeyden istilâ edeceği haberi Resûlultah'a ulaşmıştı. Şam-Medine arasında gidip gelen tacirler vasıtasıyla bu haber öylesine yaygınlık kazanmıştı ki. Medine'de büyük bir gürültü kopsa müslümanlar birbirlerine "Yoksa Gassânîler mi saldırdı?" diye sorar hale gelmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sefer ha­zırlığına başladı. O sırada mevsim sıcaktı, kıtlık ve kuraklık yaşanmaktaydı. Şart­ların ağırlığı sebebiyle Hz. Peygamber -daha önceki seferlerde alışılandan farklı olarak- hedefi açıklamayı tercih etti ve Bizans'la savaşın söz konusu olabileceği­ni bildirdi. Kıtlık ve benzeri sıkıntılardan dolayı bu seferin hazırlık dönemine "zor­luk zamanı" (sâatü'1-usra), hazırlanan orduya da "zorluk ordusu" (ceyşü'1-usra) denmiştir. [125]

Tebük Seferi'nin hazırlık aşamasında, -müteakip âyetlerde değinileceği üze­re- münafıklar halk arasında olumsuz propaganda yaparak hazırlıkları baltalama­ya çalışıyorlardı. İşte bu âyetlerde şartların zorluğundan ve bu tür propagandalar­dan etkilenerek başlangıçta yavaş davranan müslümanlara bir uyarıda bulunul­muştur. 38. âyette hitap genel olmakla beraber daha ileride gelen âyetlerden, bu­rada eleştirilenlerin, iman zaafı içinde bulunan bazı yeni müslüman olmuş kimse­ler, bedevîleT ve münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an'da belli bir kesimi ifa­de etmek üzere genele hitapta bulunma tarzındaki mecazların kullanımı yaygındır. [126] İbn Atıyye'ye göre, buradaki kınama ifadesi sadece kıısten sefe­re katılmayanlar hakkındadır. [127]

İlâhî ikaz üzerine müslümanlar bu tür bozgunculuklara aldırış rlıııeden Re-sûluîlah'ın çağrısına yürekten icabet edip orduya büyük bir malî deslek mıhladılar. Kaynaklar özellikle Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Abdurrahman b Av!, Talha, Abbas ve Âsim b. Adî gibi sahâbîlerin özverili ve Kur'an'ın çağrışımı yöııülden uyma hususunda diğer müslümanlara örnek olan davranışları hakkımdı ayrıntılı olaylar nakletmektedir; bu bilgiler arasında kadınların süs ve takılanın  nvrek bu bağış yarışına katıldıkları da yer almaktadır. Bu hazırlık esnasında yılırklerin.de ilâhî çağrıya koşmanın heyecanını yaşayan ve orduya maddî destek sîij;l;ıına veya bizzat sefere katılma arzusu ile yanıp tutuşan fakat imkânsızlıkları sebebiyle bunu gerçekleştiremeyen samimi müminlerin hüzünlenmeleri ve göz yaşı dökmeleri Re-sûlullah'ın ve ashabının duygulu anlar yaşamalarına yol açmıştır.

Bu hazırlıklardan sonra Hz. Peygamber yaklaşık 30.000 kişilik bir orduyla hicretin 9. yılı Receb ayında[128] bir perşembe günü Medine'nin kuzeyba-lı istikametimle, bugün Suudi Arabistan sınırlan İçinde ve Ürdün'ün güney sınırına yakın bir yerde bulunan Tebük'e doğru hareket etti. Bu onun büyük bir ordu­nun başında kumandan olarak katıldığı son seferdir.

Tebük'e ulaşan ordu orada yirmi gün kaldı. Bu süre içinde Bizans ordusu ve müttefikleri görünmediler. Hz. Peygamber, Dûmetülcendel ve Eyle hükümdarlığı, Cerbâ ve Ezruh ahalisi ile cizye anlaşması imzalayarak onları vergiye bağladı. Böylece miislümanlar, o bölgede geniş bir alanda hâkimiyet kurmuş ve düşmanın gözünü korkutmuş olarak zaferle Medine'ye döndüler. Bu sefer, hicretin 9 ve 10. yıllarında Medine'ye gelerek Hz. Peygamber'e biat eden elçi heyetlerinin bir kıs­mının bu bölgeden olması sonucunu doğurduğu gibi, Resûlullah'm vefatından sonra onun halifeleri tarafından gerçekleştirilen fütuhat hareketleri için bir açılış ve başlangıç olmuştur. [129]

40. âyette, Hz. Peygamber'in hayatında ve İslâm'ın tebliği sürecinde önemli bir dönüm noktası olan Mekke'den Medine'ye hicret olayından bir kesite gönder­me yapılarak müslümanlar ilâhî yardımın mânası ve değeri üzerinde düşünmeye çağrılmaktadır. Hicret öncesinde müşriklerin komplo hazırlıklarına temas eden bir âyet bulunmakla beraber. [130]  Kur'an'da Resûlullah'm Medine'ye hicret etmesi olayına açık biçimde değinen yegâne âyet budur.

Hicret kelimesi İslâmî terminolojide daha çok Resûlullah'm ve ona İnanan­ların Mekke'den Medine'ye göç etmeleri için kullanılmıştır. Hicretle, Resûlul­lah'm ve ona ilk İnanan müslümanlann acı ve sıkıntılarla dolu on üç yıla yakın bir süre Mekke'de geçirdikleri ilk tebliğ dönemi noktalanmış ve onlara kucak açan Yesrib şehrinde İslâm tebliği için yeni bir sayfa açılmıştır. Bu şehir halkından Müslümanlığı kabul edenlerin Hz. Muhammed'e gösterdikleri samimi sevgi ve İl­gi, şehrin ona nispet edilmesine kadar varmış ve "Medînetü'r-resûl" (Peygam­ber'in şehri) tarzındaki bu ilk kullanım zamanla şehrin adının Medine şeklinde de­ğişmesi sonucunu doğurmuştur.

Mekkeli müşriklerin kutsal görevinden vazgeçirmek ve kendisine gönülden bağlanan müminleri sindirmek İçin başvurdukları her türlü baskı ve eziyete karşı göğüs geren Hz. Muhammed, peygamberliğinin on birinci yılından itibaren dışa­rıdan gelen yabancılara İslâmiyet'i anlatmaya başlamış, 620 yılında Mekke-Mina yolu üzerinde Akabe mevkiinde Yesribli altı kişi müslüman olmuştu; 621 yılında aynı şehirden on iki kişi, bir yıl sonra da ikisi kadtn olmak üzere yetmiş beş kişi belirtilen yerde Resûhıllah'a biat etmişlerdir. İslâm tarihinde Akabe biatları olarak bilinen bu anlaşmalar Yesrib'deki müslüman varlığının temelini oluşturmuş ve Mekke'deki müslümanlann buraya davet edilmesine zemin hazırlamıştır.

Mekkeli mazlum müslümanlann bu çağrıya uyabilmeleri için bir süre Al­lah'tan izin gelmesi beklenmiş, nihayet peygamberliğinin XIII. yılı zilhicce ayı sonlarında Resûlullah'ın verdiği şu müjdeli açıklaması ile hicret başlamıştır: Artık sizin hicret edeceğiniz şehrin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu ba­na gösterildi. Mekke'den çıkmak isteyenler Yesrib'e gitsinler, orada müslüman kardeşleriyle kaynaşsınlar. Allah Teâlâ onları size kardeş yaptı, beldelerini de si­zin için güven ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı.

Müslümanların gruplar halinde Mekke'den ayrılıp Medine'ye gidişleri müş­rikleri telâşlandırmıştı. Enfâl sûresinin 30. âyetinin tefsiri sırasında açıklandığı üzere, toplanıp bu konuda alınması gerekli önlemleri tartıştılar. Ortaklaşa düzen­lenecek bir suikastla Hz. Peygamber'i Öldürmeye karar verdiler. Resûlullah vahiy ile bundan haberdar edildiği için Hz. Ebû Bekir'e uğrayıp hicret için hazırlık yap­masını söyledi. Kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine vermesi için Hz. Ali'ye bıraktı ve geceleyin kendi yatağına onu yatırarak evinden çıktı. Ebû Bekir'le bu­luşup Mekke'nin güneyinde ve Mekke'ye 5 mil mesafede bulunan Sevr dağında­ki bir mağaraya sığındılar. Bu sebeple İslâm tarihinde önemli bir hâtırası olan bu mağara "Sevr mağarası" diye meşhur olmuştur.

İşte 40. âyette bu mağarada Resûlullah'ın saklandığı ve bu esnada saıhvr hu arkadaşının bulunduğu, onun da düşmanın takibinden büyük endişe duyduğu, ama Hz. Peygambcr'İn Allah'ın yardım edeceğine güvenerek metanetini kuruduğu İm tırlatılmaktadır. Âyette Hz. Ebû Bekir'in adı geçmemekle beraber laıilıî İnildet, bu kişinin o olduğunu kesin biçimde ortaya koymaktadır. Konuyla ilgili şivemin rivayetler, Hz. Ebû Bekir'in bu yolculukta ve özellikle sığındıkları ııiiip.jtnıılii jv çirdikleri üç gün boyunca Resûlullah'm üzerim1 titreyen davranışliiııylii onu olan bağlılığının ne kadar İçten olduğunu göstermektedir. İşte Kur'an'm 11/ I'.imi \k kir'in Hz. Peygamber'e olan bu eşsiz sadakalini dolaylı olarak öviuom onun İsla mî literatürde "yâr-ı gar" (Resûlullah'ın mağaradaki can yoldaşı) diyı- anılmasını sağlamıştır. Bununla birlikte âyette, Hz. EbO Ik'kir gibi mutlak teslimiyet sahibi ve yüce Allah'ın her şeye kadir olduğuna yürekten inanmış bir kişinin bile ümitsizli­ğe veya endişeye kapıldığı fevkalâde kritik bir durumda resulüne güven duygusu veren ve ona umulmadık destekler sağlayan Cenâb-ı Allah'ın, bu defa da ona Te-biik Seferi'nde basan nasip edeceğinden kimsenin kuşku duymaması gerektiği ha-lıılatılmakta ve sefer hazırlıklarında gevşeklik gösteren müminler uyarılmaktadır. Ayın âyette, bir taraftan Allah'ın sözünün yani İslâm mesajının hep en yüce kala­cağı ve inkarcıların iddialarının eninde sonunda boşa çıkacağı müjdesi verilerek İslâm meşalesinin söndürülebileceği endişesine mahal bulunmadığının altı çizilmiş, diğer taraftan da iman mücadelesinde asla gevşek davranmaksızın sorumlu­luk bilincinin daima zinde tutulması için çağrıda bulunulmuştur; bu iki husus, İs­lâmiyet'te Allah'a dayanıp güvenme ruhunu hiç kaybetmeksizin kul planında her­kesin üzerine düşeni yapması ve bu dengenin daima korunması gerektiğine dikkat çekme açısından oldukça manidardır. "Allah'ın sözü" diye çevirdiğimiz "keliıne-tullah" tamlamasına, "Allah'ın dini, birliği, kelime-i tevhîd"[131] "O'nun İslâm'a çağrısı"[132] gibi mânalar da verilmiştir.

Âyette belirtilen mağara arkadaşlığı üç gün sürdü. Bu arada, Hz. Ebû Be­kir'in yaptığı plan doğrultusunda oğlu Abdullah gündüz halkın arasına giriyor, ge­ce de mağaraya gelip konuşulanları aktarıyordu. Çobanlık yapan Âmir b. Füheyre de koyunlarını Sevr mağarası yakınlarında otlatıyor ve geceleri gelip onlara süt ve­riyordu. Diğer taraftan, Hz. Peygamber'i evinden çıkarken öldürmeleri için görev­lendirilen on kişi sabah hava iyice aydmlanana kadar beklemişler, sonra dışarıdan gelen birinin ikazı üzerine eve saldırmışlar, fakat orada Hz. Ali'den başkasını bu­lamayınca şaşırmışlardı. Bunun üzerine Mekke yönetimi Hz. Peygamber'i ve ar­kadaşı Ebû Bekir'i ölü veya diri yakalayıp getirene 100 deve ödül vereceğini du­yurdu. Gerek ödülü kazanmak isteyen gerekse İnanç açısından düşmanlık duyan kalabalık bir müşrik topluluğu Hz. Peygamber'i aramaya çıktı. Bunlardan bir grup mağaranın yakınma kadar gelmişlerdi; konuşmaları içeriden duyuluyordu ve ayak­ları görülüyordu. Eğilip baksalar belki onları göreceklerdi. İşte bu sırada, konu­muz olan âyette işaret buyunılduğu üzere Hz. Ebû Bekir'in "Ey Allah'ın Resulü! Yaklaştılar, bizi görecekler!" sözüne Hz. Peygamber "Tasalanma, Allah bizimle beraberdir" cevabını verdi. Bazı hadis kaynaklarında Resûlullah'ın sözlerine şunu eklediği rivayet edilin "Ey Ebû Bekir! Düşünsene, iki yoldaş ki Allah onların üçüncüsüdür, artık endişe edilir mi?" Siyer kaynaklarında, mağaranın girişine bir örümceğin ağ örmüş olduğu ve oradaki bodur bir ağacın dalları arasında da bir gü­vercinin yuva yapıp yumurta bırakmış bulunduğu, bunun da müşriklerin Hz. Pey­gamber ve arkadaşıma mağarada olabilecekleri ihtimali üzerinde düşünmelerini engellediği kaydedilir. Bu rivayetlerin sıhhat derecesi ile ilgili tartışmalar bir ya­na, Kur'an'da kesin olarak ifade edilen ilâhî yardımın zihinlerde canlandırılması­nı sağlama amacı güttüğü açıktır.

Üç gün geçtikten sonra Mekkelilerin arama ve kontrol çabalan tavsamıştı. Önceden planlandığı üzere kılavuz Abdullah b. Uraykıt develerle birlikte Sevr'e geldi. Hz. Ebû Bekir'in azatlısı Âmir b. Füheyre de kafileye alındı ve sahil yolu­na doğru hareket edildi. Medine'ye salimen ulaşabilmek için işlek ve bilinen yol­lar yerine farkh bir güzergâh seçildi ve bazan sarp dağ geçitlerinden ve bazan çöllerden geçildi. Buna rağmen zaman zaman takibe uğradılar, sorguya çekildiler ve tehlikeli anlar yaşadılar. [133]

Hz. Peygamber'in Mekke'den çıkarken yatağına Hz. Ali'yi yatırması, Hz. Ebû Bekir'le önce Medine yönüne değil güney istikametine gitmeleri ve hemen yola diişmeyip bir mağarada geçici olarak saklanmaları, gerektiğinde düşmanı şa­şırtma taktiklerine başvurma ve can güvenliği için mümkün olan önlemleri alma açısından dikkate şayan birer çabadır. Allah'ın Peygamber'i sıfatıyla O'nun hima­yesinde olduğunu bilen Resûlullah'ın dahi insan olarak elinden gelen tedbirleri ek­siksiz alması, zafere ve başarıya ulaşmak isteyen müminler için önemli bîr örnek­tir. Âyet bu hususların tasvirine girmeksizin sadece mağaraya sığınma figürüne değinmiş, böylece tarihî araştırmalardan yararlanarak konunun bu yönü üzerinde düşünmeye dolaylı bir çağrıda bulunmuş buna karşılık Hz. Peygamber'in beşeri tedbirlerin tükendiği yerde Allah'a olan güvenin yitirilmemesi gerektiğini göste­ren örnek tutumuna açık bir biçimde yer verip imanlı bîr insan için Allah'ın yar­dımından ümit kesmenin söz konusu olamayacağı ve Allah dilerse umulmadık yollarla başarı ve zaferin gerçekleşeceği hatırlatılmıştır.

41. âyetteki "hafîf" ve "sakil" kelimelerinin çoğullarından oluşan "hıfâfen ve sikalen" ifadesi Arap dilinde birçok mânaya gelmektedir. [134]  Ayete bu anlamların hepsini yükleyecek şekilde mâna verme­ye engel bulunmadığından[135] 'Laz-çok, zor-kolay, silâhlı-silahsız, süvari-yaya, genç-ihtiyar, sağhklı-hasta demeden" gibi uzun bir tercüme yapılabi­lir. Bunların hepsini kapsamak üzere "hangi durumda olursanız olunuz" seklinde bir mâna da verilebilir. [136] Bununla birlikte bağlam dikkate alınarak mealinde "kolay da olsa zor da olsa" mânası tercih edilmiştir. [137]

 

Meali

 

42. Kolay elde edilecek bir kazanç ve kısa bir yolculuk tıkııydı ıııııtlııktı peşinden gelirlerdi; fakat o meşakkatli yol onlara uzun geldi.Bir de kalkıp Allah'ın adını anarak "Gücümüz olsaydı inanın ki sizinle beraber çıkardık” diye yemin edip böylece kendilerini helake sokacaklar. Oysa Allah onların yalan söylediklerini elbette biliyor. 43. Allah seni affetti de, doğru söyleyenler sence belli olmadan ve kimlerin yalancı olduğunu bilmeden niçin onlara izin verdin? 44. Allah'a ve âhiret gününe iman edenler, kendilerini mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten muaf tutman için senden izin istemezler. Allah, buyruğuna karşı gelmekten sakınanları çok iyi bilir. 45. Senden izin isteyen­ler sadece, Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyenler ve kendilerini şüpheye kaptıranlardır; onlar şüpheleri içinde bocalayıp dururlar. 46. Eğer onlar sa­vaşa çıkmak isteselerdi elbette bunun için bîr hazırhk yapabilirlerdi; fakat Allah da onların sefere çıkmalarını istemedi, onları geri koydu, onlara "Otu­run bakalım diğer oturanlarla beraber!" denildi, 47. Şayet onlar sizinle bera­ber çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka katkıları olmayacak ve sizi fitneye düşürmek için aranıza sokulacaklardı; içinizde onlara kulak asacak olanlar da vardı. Allah zalimleri çok iyi bilir. 48. Aslında onlar daha önce de fitne çıkarmak istemişler ve senin işlerini altüst etmeye çalışmışlardı. Nihayet onlar istemeseler de hak yerini buldu ve Allah'ın iradesi galip geldi. 49. içle­rinden "Aman bana izin ver, başımı derde sokma" diyenler de var. Ama bil­miş olsunlar ki asıl (bu tutumlarıyla) belânın içine düşmüş oldular. Cehennem inkarcıları mutlaka kuşatacaktır. 50. Sen iyi bir sonuç elde etsen bu onlara üzüntü verir; ama başına bir musibet gelse, "Biz tedbirimizi önceden almış­tık" derler ve sevine sevine dönüp giderler, 51. De ki: "Allah bize ne yazmış­sa başımıza ancak o gelir, O bizim mevlâmızdır." Müminler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar. 52. De ki: "Sizin bizim hakkımızda beklediğiniz, sonuç ne olursa olsun iki güzellikten biridir. Bizim sizinle ilgili beklentimize gelin­ce, Allah ya katından bir belâ gönderecek veya bizim elimizle sizin cezanızı verecektir. Haydi siz akıbetimizi bekleyin, biz de sizinle beraber akıbetinizi bekleyelim." 53. De ki: "İster gönüllü harcayın ister gönülsüz, sizden asla ka­bul edilmeyecek! Zira siz günaha gömülmüş kimseler oldunuz. 54. Yaptıkla­rı harcamaların kabul edilmesine engel olan esas sebep de şudur: Onlar Al­lah'ı ve peygamberini tanımadılar; namaza da ancak üşene üşene gelirler ve harcamalarını gönülsüz olarak yaparlar. 55. O halde onların malları da ev­lâtları da seni imrendirmesin; çünkü Allah onlara dünya hayatında bunlarla ıviyet çektirmeyi ve canlarının da kâfir olarak çıkmasını murat ediyor, 56. Sizden olduklarına dair Allah'a yemin de ederler, halbuki onlar sizden değil­dir, fakat onlar korkak bir topluluktur. 57. Eğer sığınacak bir yer, barınacak muhtıralar veya girilecek bir kovuk bulsalardı, hemen koşup oraya sokulur. [138]

 

Tefsiri

 

42-57. Bu âyetlerde ve ilerideki birçok âyette, münafıkların Resûlullah'ın Tebük Seferi ile ilgili karan karşısındaki tavırlarına, onlardan bu sefere katılma­mak için mazeret ileri sürenlerin ve bazı art niyetlerle sefere katılanların gerçek yüzlerine geniş bir biçimde temas edilmekte, kendilerini mümin olarak gösteren bu İki yüzlü insanlarla birlikte yaşamak zorunda kalan miislütnanlar onlara karşı dikkatli ve uyanık olmaya çağrılmaktadır.

Bu sûredeki ve özellikle bu âyetlerdeki ifadelerden anlaşıldığına göre hicre­tin 9. yılına gelindiğinde, artık münafıkların Hz. Peygamber'i ve miislümanlan ha­fife alan ve yaptıkları her türlü çıkışa ve saygısızlığa katlanılması gerektiğini dü­şünen bir grup olmaktan uzaklaşıp, kendilerini de Medine toplumunun sadece hak sahibi değil aynı zamanda vecîbeleri olan bir öğesi olarak görmeye başladıkları anlaşılmaktadır. Zira Mekke'nin fethi ve İslâm davetinin yaygınlık kazanmasıyla Resûlullah'ın konumu oldukça güçlenmiş bulunuyordu.

43. âyetin "Allah seni affetti de" diye çevirdiğimiz ilk cümlesi genellikle "Allah seni affetsin" şeklinde bir dua cümlesi olarak düşünüldüğü için, bu hitap­tan Hz. Peygamber'in günah işlemiş bir kimse olduğu anlamını çıkaranlar olmuş­sa da İslâm âlimleri bunun isabetsizliğini birçok delille ortaya koymuşlardır. Hat­ta bazı müfessirler bu ifadenin Arap dilindeki bazı kullanımlarından hareketle yü­celtme ve değer verme anlamı taşıdığını belirtmişlerdir. [139]  Fakat ter­cihe şayan görünen yorum, bu cümlenin, sefere katılmaktan muaf tutulmalarını is­teyen kimselerin özürlerini insanî açıdan anlaşılabilir nedenlerle -Allah katında isabetli olmayan bir kararla- kabul etmesi yüzünden Resûlullah'ın ahlaken sorum­lu tutulamayacağını bildiren bir bağışlama ifadesi olduğu yönündedir. Böyle bir bildirimin amacı öncelikle, Hz. Peygamber'i, söz konusu meselede fazlaca serbest davrandığı kaygısıyla kendini suçlamaktan kurtarmaktır. [140]

Bazı müfessirler, bir taraftan 46. âyette münafıkların sefere katılmamalarının yine Allah'ın iradesiyle olduğunun belirtilmesi, diğer taraftan da onların sefere ka­tılmamak İçin mazeretler uydurmaları yüzünden kınanmaları arasında uzlaştırıcı yorumlar yapmaya çalışmışlarsa da bu husus âyetin basındaki ifade ve müteakip âyetle birlikte değerlendirildiğinde fikrî insicamla ilgili bir sorun kalmamaktadır, şöyle ki: Eğer onlar savaşa çıkmak isteselerdi bu konuda hazırlık yapabilecek du­rumdaydılar, fakat böyle bir aktivite ortaya koymadılar, bu konudaki sorumluluk kendi tercihleriyle ilgilidir. Bununla birlikte Cenâb-ı Allah, şayet onlar savaşa ka­tılmış olsalardı fitne ve fesat çıkararak müslümanlara zarar vereceklerini de bili­yordu, 47. âyette bu husus hatırlatılarak onlar katılmadılar diye üzüntü duyulumsının yersiz olduğuna işaret edilmektedir. 46. âyette onların sefere çıkmasını Al­lah'ın istemediğinin belirtilmesini ise şöyle açıklamak mümkündür: Her konuda olduğu gibi bu konuda da Cenâb-ı Allah her şeye kadirdir, dileseydi onları -mesu­liyetleri baki kalmak üzere- sefere çıkmaya istekli kılabilirdi, fakat bunu müslü-manlarİçin hayırlı görmedi.

46. âyette yer alan ve "oturun bakalım diğer oturanlarla beraber" şeklinde ter­cüme ettiğimiz ifadeyi, sefere çıkmamak üzere anlaşan münafıkların birbirlerine söylediği söz veya şeytanın vesvesesi şeklinde açıklayanların yanı sıra, Hz. Pey-gamber'in onlara izin verirken kullandığı bir cümle veya Allah'ın onlarla ilgili takdirinin ifadesi olarak yorumlayanlar da olmuştur. [141]  Son yo­ruma göre bu ifadede, izin isteyen münafıklar, sefere katılmak isteseler de buna gücü yetmeyenler grubuna dahil edilerek kendi iki yüzlülüklerini ayan beyan gör­meye çağrılmış ve bizzat kendilerini aşağılamış olduklarına imada bulunulmuştur. İstediği halde mazereti bulunduğu İçin sefere katılamadığını açıklayan bir kimse­nin böyle bir hitap karşısında durumunu gözden geçirmesi ve gerçekten mazur olanlarla aynı durumda bulunmadığını görmesi halinde artık kendine saygı duy­ması mümkün değildir.

48. âyette münafıkların bu tutumlarını ilk defa sergilemedikleri, fakat ne yap­salar İslâm mesajının güçlenmesi ve yayılmasını engelleyemedikleri hatırlatılmış­tır. Resûlullah'ın Medine'ye geldiği ilk günlerden itibaren münafıkların böyle bir tutum içine girdikleri bilinmektedir; dolayısıyla âyetin genel bir göndermede bu­lunduğu düşünülebilir. [142]Bununla beraber tefsirlerde genelliklı1 burada münafıkların Uhud Savaşı'ndaki hıyanetlerine gönderme yapıldığı belirtilmektedir. [143] Hemen Tebük Seferi öncesin deki günlerde münafıkların yaptıkları entrikalara işaret edildiği yorumu du yapıl mıştır. [144]

Tefsirlerde "Aman bana İzin ver, başımı derde sokma" tarzında bir ifiulı1 49. âyetin, münafıklardan belirli kişilerin -özellikle Bizans topraklarımla san şın kadınlarla karşılaşmanın sorunlara yol açması ihtimalini gündeme getiren söz­leri hakkında nazil olduğuna dair rivayetler yer almaktadır. [145]"Başımı derde sokma" diye tercüme edilen kısım "beni kınama" manasıyla da açıklanmıştır[146]

50-51. âyetlerde münafıkların Resûlullah'ın ve müslümanlann başına gelen kölülüklerden büyük sevinç duyduklarına değinildikten ve müslünıanlardan ilâhî lakdir ve Allah'a tevekkül konusundaki anlayışlarım onlara karşı bir daha açıkla-ııiiilıın islendikten sonra; 52, âyette müslümanların basma gelecek durumların münâfıklarm düşündüğü gibi olmayacağına dikkat çekilmektedir. Müminlerin bu ko­nudaki teslimiyetlerini ve inançlarının derinliğini göstermek üzere bu husus yine onların ağızlarından şöyle açıklanmaktadır: Sizin bizîm hakkımızda beklediğiniz, her halükârda iki güzellikten biridir; yani ya Allah yolunda şehid olur, çok yüce bir mertebeye erişiriz, ya da savaşın sonunda sağ kalmışsak zafer sevincini yaşa­rız. [147]Müslümanların, iki sonuçtan biri­nin zafer olacağını böyle emin bir şekilde ifade etmelerinin istenmesi, şehitlik mertebesi yanında dünya hayatını hiçe sayarak savaşan askerlerin oluşturduğu bir orduya Allah Teâlâ'nın mutlaka zafer nasip edeceğine işaret sayılabilir. Bu âyet­teki, Allah'ın münafıklara kendi katından bir belâ göndereceğine ilişkin ifade, da­ha çok dünyada başlarına getirilecek bir felâket şeklinde açıklanmış[148] olmakla beraber, burada âhiret azabına işaret edildiği de düşünülebilir. [149]

53. âyette münafıkların ister yüce ahlâkî değerler uğruna yapılmış süsü vere­rek kendiliklerinden yaptıkları harcamalar olsun isterse toplumsal bir görevin ifa­sı zımnında zorunlu olarak yaptıkları ödemeler olsun, bunların Allah katında bir değere sahip olmayacağı belirtilmiş, 54. âyette de bunun gerekçesi açıklanmıştır: Çünkü onlar iman etmiş gibi görünmekle beraber gerçekte Allah'ı ve peygambe­rini tanımamaktadırlar; namaza sırf zevahiri kurtarmak İçin gelirler ve yaptıkları harcamaları da gönülsüz yaparlar. Bu gerekçe 53. âyette yer alan "ister gönüllü harcayın İster gönülsüz" şeklindeki ifadeye de açıklık getirmekte ve bu ifadenin sadece mantıkî bir ihtimale veya dış görünüm itibariyle gönüllü izlenimi veren du­rumlara işaret amacı taşıdığı anlaşılmaktadır. Bir başka anlatımla 54. âyet inanç bakımından münafık olan kişiden hiçbir dinî konuda samimi davranış bekleneme­yeceğine dikkat çekmektedir. Hal böyle olunca, onların geniş servet veya çok ev­lât sahibi olmaları, dolayısıyla bu güç sayesinde zaman zaman toplumda hayran­lık uyandıran hayır severlik girişimlerinde bulunmaları imrenilecek bir durum ola­rak görülmemelidir. Zira bütün bunların Allah katında hiçbir değeri yoktur. İşte 55. âyet bu noktayla ilgili bir ikaz içermektedir. Âyetin sonundaki "çünkü Allah onlara dünya hayaünda bunlarla eziyet çektirmeyi (...) murad ediyor" ifadesi ise değişik şekillerde açıklanmıştır. Tabiîn müfessirlerinden Katâde'ye göre burada şöyle bir mâna kastedilmektedir: O halde dünya hayaünda onların mallan da ev­lâtları da seni İmrendirmesin; çünkü Allah onlara âhîrette bunlar sebebiyle eziyet çektirmeyi murat ediyor. İbn Atıyye buradaki "onlarla" mânasına gelen zamirin sadece mallan belirtmek üzere kullanılmış olduğu kanaatindedir. [150] Müna­fıkların servet ve evlât çokluğuyla övünmelerinin onlarda aşın bir dünya hırsı meydana getirdiği ve bunlarda meydana gelen eksilmenin müthiş bir bunalıma yol açtığı, dolayısıyla Allah Teâlâ'mn onlara bu yolla büyük elem ve kederler yaşattı­ğı yorumu da yapılmıştır. Özellikle çocuklarından bir kısmının zaman zaman ni­fak hastalığından sıyrılıp samimi müslüman olmalarının onlara büyük acı verdiği­ne dair olaylar bilinmektedir[151] Allah'ın, onların inkarcı ola­rak ölmelerini murat etmesi ise, -Kur'an'ın diğer âyetleri ışığında- onların iradele­rini ve tercihlerini kötü istikamette kullanmış ve buna bağlı olarak o sonucu hak etmiş olmaları anlamındadır.

56-57. âyetlerden, münafıkların Medine toplumundaki güç ve etkilerinden çok şey kaybetmiş oldukları ve müslümanlara daha bir yakın görünme çabası içi­ne girdikleri, bununla beraber yürekten inanmış müslümanların hayata ve ilâhî buyruğa -51 ve 52. âyetlerde tasvir edilen- bakışlarından hâlâ çok uzak oldukları anlaşılmaktadır. [152]

 

Meali

 

58. Onlardan sadakaların taksimi hususunda sana dil uzatanlıır dıı vur. Şayet bunlardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemize hrııuıı Öfkelenirler. 59. Halbuki Allah ve Resulü'nün verdiğine razı olup "İli/e AI İnli yeter, Allah da Resulü de bize lütuf ve kereminden yine verir. Doğrusu biz yalnız Allah'tan umarız" deselerdi daha iyi olurdu. 60. Sadakalar (zekât ge­lirleri) ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasın­da görevli olanlar, kalpleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlar, azat edilecek köle­ler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah'ın ke­sin buyruğu budur. Allah bilen ve hikmetle yönetendir. [153]

 

Tefsiri

 

58-59. İlk âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde münferit olaylar zikredilmekle beraber, bunların sıhhati ve vakıaya uygunluğu ile ilgili tereddüt ve eleştiriler bu­lunmaktadır. [154] Bir bakışa göre, bu sûrenin değişik yerlerinde ve özellikle 56. âyetinde artık münafıkların eski tavırlarını değiştirme ihtiyacı duyduklarına işaret edildiği dikkate alınırsa, bu aşamada Resulullah'a ve onun verdiği bir karara dil uzatma küstahlığında bulunabilmeleri uzak ihtimaldir. Dolayısıyla, âyetin belirli bir kişinin sözleri üzerine İnmiş olmadığı ve sözün akışı içinde onların daha önce­leri sergiledikleri tavırların hatırlatılması ve kınanmasının hedeflendiği söylenebi­lir. [155] Başka bir yaklaşıma göre ise, bazı rivayetler ışığında âye­tin şöyle açıklanması da mümkündür: Zekât mallarına göz dikmiş bazı kimseler Hz. Peygamberden bunların kendilerine verilmesini istemişler, Resulullah onların bu haksız taleplerini hoş karşılamamış, onlar da serzenişte bulunmaya başlamışlar­dı; işte âyet bu tutumu kınamakta, ardından gelen 59. âyet de kanaatkar olmaya ve Hz. Peygamber'in takdirine saygılı davranmaya çağırmaktadır.

Âyette geçen sadaka kelimesi, "doğru söylemek, sözünü tutmak" gibi an­lamlara gelen sıdk kökünden türetilmiş olup, müminin hem bir başkasına merha­met sâikiyle sunduğu şeyleri ve yaptığı yardımları hem karşılığında dünyevî hiç­bir şey beklemeden ahlâkî yahut hukukî gerekçelerle yapmakla yükümlü olduğu yardım! an hem de zekât adı verilen ve ibadet mahiyeti taşıyan zorunlu vergiyi kapsar. Daha sonraki dönemlerde gönüllü ödemeleri ifade için kullanılır hâle ge­len bu kelimenin 60. âyette terim anlamıyla yani zekât mânasında kullanıldığı he­men bütün İslâm âlimlerince kabul edilir. [156]

 

60, Zekâtın farz oluşundan, kapsamından ve yükümlülerinden söz edilme­miş, sadece zekâtın harcama kalemleri sıralanmıştır. [157]  Tamahkârlıkları sebebiyle Hz. Peygamber'in dahi adaletinden kuşku duyacak kadar bayağılaşan bir kısım münafıklar veya haksız is­tekleri ve serzenişleriyle Resûlullah'ı üzen kimseler, 58-59. âyetlerde eleştirildik­ten sonra burada, bir taraftan zekât gelirlerinin Resûlullah tarafından gelişigüzel dağıtılmadığına işaret edilmekte diğer taraftan da müslümanlara bunların harcama yerleri ayrı ayrı gösterilmektedir.

a) Âyet zekâtın harcama yerlerinin başında yoksulları ve düşkünleri zikret­miştir. Bu iki grubu ifade için âyette kullanılan fakır ve miskîn kavramlarının an­lamı ve burada kimlerin kastedildiği hususunda İslâm âlimleri farklı kanaatler ile­ri sürmüşlerdir. Çoğunluk bu iki terimi hiç malı veya geliri olmama ve geçimini sağlayacak ölçüde malı veya geliri olmama anlamlarıyla birbirinden ayırt etmeye çaltşmışlar; ancak bunların bir kısmı "fakir"i miskinden diğer bir kısmı İse "miskin"i fakirden daha muhtaç kimse anlamında kabul etmişlerdir. Hz, Ömer'den nakledilen bir ifade, onun fakiri müslumanların, miskini ise gayri müslimlerin muhtaçları şeklinde anladığını göstermektedir; fakat İslâm âlimlerin büyük çoğun­luğu -başka delillere dayanarak- zekâtın ancak müslümanlarm muhtaçlarına veri­lebileceği kanaatine ulaşmışlardır. Bu iki kavramın iki ayrı sınıfı ifade etmediği görüşünü savunan fakihler de vardır. Bu arada bir yoksula en çok ne kadar zekât verilebileceği meselesini de tartışmışlar, bir grup bunu zekât yükümlülüğünün başlangıç sınırı olan nisap miktarı mala sahip olma ölçüsüne bağlarken, diğer bir grup kişinin durumuna göre onu muhtaçlıktan kurtaracak miktar şeklinde geniş bir ölçü vermişlerdir; bunlardan bazıları bunu ömür boyu bir daha zekât almaya muh­taç etmeyecek miktar şeklinde, bazıları da bir yıl boyunca zekâta ihtiyacı kalma­yacak miktar şeklinde açıklamışlardır. Yoksulluğu sebebiyle evlenemeyen kimse­ye evlenmesini, ilim tahsili yapamayana tahsil yapmasını, meslek icra edemeyen kişiye mesleğini yapabilmesini sağlayacak yardımlar yüklü bir meblağ tutabilirse de bir yoksula verilebilecek zekât miktarının zekâtın sosyal yardımlaşma yönünü ihlâl edecek ve fakirin hakkını zengine aktaracak düzeyde olmaması gerektiğine dikkat edilmeli, zekât alan da kendisinin bu konudaki sorumluluğunun bilincinde olmalıdır. Hz. Peygamberin "Zengine zekât helâl olmaz"[158] anlamındaki hadisi bu hususta önemli bir uyarı niteliğindedir.

b) Zekât gelirlerinden pay alacaklar arasında bu gelirlerin toplanmasında gö­revli olanlar da sayılmıştır. Âyette bu anlamı karşılayan âmil kelimesi sözlükte "iş­çi, çalışan, zanaatkar" gibi mânalara gelir. Hadislerde âmil kelimesi genel olarak yönetici ve her türlü devlet gelirlerini toplamada görevli kişi anlamında kullanıl­dığı gibi, özellikle zekât gelirlerini toplayıp dağıtan görevli mânasında da kullanıl­mıştır. Zekât âmillerinin ücrete veya zekâttan paya hak kazanabilmeleri için fakir olmaları şart değildir. Zira Hz, Peygamber zenginin zekât alamayacağına ilişkin hadisinde istisna ettiği kimseler arasında zekât âmillerini de saymıştır.

c)  Âyette sayılan gruplardan bir diğeri, kalpleri İslâm'a ısındırılacak kimseler­dir. Buradaki "el-müelleferü kulübünüm" ifadesinden hareketle Türkçe'de bu kesim "müellefe-i kulûb" şeklinde anılmaktadır. Bunlar, kötülüklerinden emin olmak ama­cıyla veya müslümanlara yararlı olacağı umulduğu için kalpleri kazanılmaya ve İs­lâm'a ısındırılmaya çalışılan kimselerdir. Gayri müslim olanlar bakımından her iki amaç söz konusu olabilir. Bazı müslümantaTin müellefe-i kulûb arasına alınması ise daha çok şu düşüncelere dayanır: İslâm'ı tam manasıyla benimsememiş olmakla be­raber çevresinde sözü geçen kimselerin müslümanlarla kaynaşmalarını, böylece İslâ­miyet'in yayılması için ciddiyetle çalışmalarını sağlamak; İslâm'a yeni girmiş olanların sebat etmelerine yardımcı olmak; sınır bölgelerinde görev yapan müslümania-nn görevlerine daha ciddi sarılmalarını temin etmek. Hz. Peygamber gerek zekât ge­rekse diğer devlet gelirlerinden kalplerini İslâm'a ısındırmak istediği kişilere pay ayırmış, hatta bazılarına bu fasıldan yararlanacaklarını gösteren belgeler vermişti. Resûlullah'ın vefatından sonra bu belge sahipleri Hz, Ebû Bekir'e gelerek paylarını istediler. O da görüş bildirmesi için onları Hz. Ömer'e yolladı. Ömer "Resûlullah si­ze İslâm'a ısındırmak için o payı veriyordu, artık İslâmiyet güçlenmiştir" diyerek on­ların talebini reddetti. Fakihlerin çoğunluğu Hz. Ömer'in bu İçtihadı üzerine Hulefâ-yi Râşidîn döneminde miiellefe-i kulübe pay ayrılmamış olmasına dayanarak bu pa­yın düştüğü kanaatindedirler. İmam Şafiî'nin, müslümanlann savaş gibi felâketlerle karşılaştıklarında bu faslın tekrar kullanılabileceği görüşünde olduğu nakledilir. Hz. Ömer'in ve sahabenin bu konudaki uygulamalarının âyetteki hükmün amacına göre yerilmiş somut kararlar niteliğinde olduğu, bunlardan yola çıkarak âyetin hükmünün yürürlükten kaldırılması gibi soyut bir sonuca ulaşılamayacağı açıktır. Bu itibarla, fa­tihlerin ifadelerini de kendi dönemlerinin şartları içinde değerlendirmek gerekir.

d) Zekât gelirlerinin harcanacağı yerlerden biri de köle azadıdır. Ayette ge­çen rikab kelimesi sözlükte "boyun" anlamına gelen rakabenin çoğuludur. Bu ke­lime Kur'an'da köle ve cariyeler için ve özellikle onların kölelikten kurtarılmala­rı söz konusu olduğunda kullanılmıştır. Zekâtın prensip olarak devlet eliyle topla-tıip dağıtılmasını öngören Kur'an'in (9/103), devlet bütçesinden kölelerin azadı jçin bir fasıl ayrılmasını istemesi, geldiği dönemde toplumda derin köklere sahip tir sosyal realite olarak bulduğu köleliğin bir an önce kaldırılması yönünde orta­ya koyduğu tavrı açıkça göstermektedir. Bununla birlikte Kur'an'in müslümanlar ve insanlığa verdiği bu güçlü işaretten gerekli sonucun vaktinde çıkarılamadığı tarihî bir gerçektir. [159]

e)  Borçlular anlamına gelen gârimîn grubuna kimlerin gireceğine dair deği­şik ictihadlar vardır. Fakat Hz. Peygamber'in konuya ilişkin bazı hadislerini de[160]  dikkate alan İslâm âlimleri genellikle, sadece ken­di ihtiyacı için borçlanıp Ödeyemez duruma düşenleri değil toplum yararına borç­lananları da -fakir olmasalar bile- âyetin kapsamında düşünmüşler ve İslâm'daki sosyal dayanışma ruhunu yansıtmaya çalışan fetvalar vermişlerdir. Bununla bera­ber, ietihad ve fetvalarına bu yolun kötü niyetli kullanımlara açık tutulmasının ge­tireceği sakıncaları önlemeye yönelik kayıtlar da koymuşlardır.

f) "Allah yolunda (çalışanlar)" şeklinde tercüme ettiğimiz "fî sebîlillâh" ifa­desiyle, fakihlerin çoğunluğuna göre Allah yolunda bilfiil savaşanlar yanı sıcak darbe katılanlar kastedilmiştir. Bu fasıldan sadece fakirlik ve teçhizat yetersizliği sebebiyle, savaşa katılamayanların mı yoksa zengin olsun fakir olsun bütün gazi­lerin mi yararlanabileceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Hanefî mezhebinde bu İmkân birinci durumla sınırlı tutulmuştur. Bazı İslâm âlimlerine göre ise bu fasıl­dan, hac ve umre yapacaklara, öğrenim görenlere zekât verilebilir, hatta cami, okul, hastane yapımı gibi işleri üstlenmiş hayır kurumlarına ödenek ayrılabilir. Günümüz İslâm âlimlerinin birçoğu, âyetteki bu ifadeyi İslâm'ın ve müslümanta-rın yararına olan her türlü faaliyet şeklinde anlamaktadırlar,

g) Zekâttan pay ayrılacak son grup âyette "ibnüVsebîl" diye ifade edilmiş olup, yolda kalmış kimseler anlamındadır. Ancak dinen günah olan bir amaç için yapılan yolculuk bu âyetin kapsamı dışında sayılmıştır. Fakİhlerin çoğunluğuna göre gurbette herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kimse memleketinde ma­lı olsa da, -o maldan yararlanamadığı sürece- fakir gibi sayılır ve kendisine bu fa­sıldan zekât verilebilir. Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu halde çeşitli baskılar­la orayı terketmek zorunda kalan mültecilere ve kalacak yeri, oturacak evi olmadı­ğı için ortalıkta kalmış olan kimselere de bu zekât gelirlerinden pay ayrılabilir. Şâ-füler'e göre yolculuğa niyet eden kimse yol masrafına muhtaç İse, o da ibnü's-se-bîl kapsamında düşünülmelidir. Bu ictihadlann ışığında, zorunlu veya faydalı se­yahatlere yardımcı olmak amacıyla zekât gelirlerine dayalı bir fon oluşturulabilir.

Zekâtın ancak yukarıda sayılan gruplara dahil kimselere verileceği hususun­da âlimler arasında görüş birliği vardır. Fakat bu sekiz grubun her birine ve aynı oranda mı verilmelidir yoksa bunlardan birine verilmesi yeterli olur mu? Hanefî ve Mâliki mezhebine ve Ahmed b. Hanbel'den nakledilen bİT görüşe göre, zekât yü­kümlüsü zekâtını bunlardan her birine verebileceği gibi sadece bir gruptaki kişi ve­ya kişilere de verebilir. Zira âyetin baş kısmındaki "li" edatı hak sahipliğini bildir­me değil zekâtın onlara verilebileceğini açıklama mânasındadır; bir başka anlatım­la "zekât yoksullar... içindir" ifadesi zekâtın "yoksulluk..." sebebiyle verileceğim açıklamaktadır, yoksa gerçekte zekât o sayılan kişilerin değil Allah'ın hakkıdır. Âyette sekiz grubun sayılması bunların dışındaki kimselere zekât verilmeyeceğini belirtme amacı taşımaktadır. Şâfiîler'e ve Ahmed b. Hanbel'den nakledilen diğer görüşe göre ise zekât yükümlüsü zekâtını bizzat veya vekili aracılığıyla dağıtıyor­sa, zekât toplamakla görevli olanlar (âmiller) gurubu dışındaki yedi gruba eşit ola­rak dağıtmalı ve her gruptan da en az üç kişiye vermelidir. Çünkü âyetteki "lâm" harfi hak sahipliği anlamı taşımaktadır ve bu kelimeler çoğul olarak kullanılmıştır [161]

Zekâtın dağılımıyla ilgili bu buyruğun amaçları ve içerdiği incelikler üzerink açıklamalar yapılmıştır. Bunlar genellikle, zekâtın hangi sebeple meydana gelmiş olursa olsun fakirlik sorununa mutlaka çözüm bulunması ve müslü-manİarın güçlü olması gerektiği fikrini zinde tutan, bir yandan bireyler arasında dayanışma ruhunu diğer yandan da sosyal güvenlik fikrini besleyen bir kurum ol­duğu noktasında birleşmektedir. [162]

 

Meali

 

61. Onlardan Peygamber'i inciten ve **O her söylenene kulak veriyor" diyenler var. De ki: "O sizin için hayırlı olana kulak veriyor; Allah'a inanıp müminlere güveniyor. Ve o içinizden iman edenler için bir rahmettir. Al­lah'ın Resulii'nü incitenler için elem verici bir azap vardır." 62. Onlar sizi hoşnut etmek için (sizden olduklarına dair) Allah'a yemin ederler. Oysa ger­çekten iman etmiş olsalardı asıl Allah ve Resulii'nü hoşnut etmek için çalış­maları gerekirdi. 63. Bilmiyorlar mı ki Allah ve Resulü'ne karşı çıkanı, için­de ebediyen kalacağı cehennem ateşi beklemektedir! İşte büyük rezillik de budur. 64, Münafıklar, kendileri aleyhine olmak üzere kalplerindekini orta­ya çıkaracak bir sûrenin indirilmesinden endişe ediyorlar. De ki: "Alay edin bakalım! Allah mutlaka o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. 65. Onlara soracak olsan mutlaka "Biz lafa dalıyor eğleniyorduk, hepsi bu!" derler. De ki: "Siz Allah ile, O'nun âyetleri}le ve peygamberiyle mi eğleniyordunuz! 66. Mazeret ileri sürmeye kalkmayınız, iman ettiğinizi söyledikten sonra inkar­cılığınızı açığa vurdunuz. İçinizden bir kısmını affetsek de, diğer bir kısmını günahta ısrarcı davranmış oldukları için azaba uğratacağız. 67. Erkeğiyle ka­dınıyla münafıklar birbirine benzer; kötülüğü özendirip iyiliği engellerler, el­lerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı umursamadılar, O da onları kendi hal­lerine bıraktı. Gerçek şu ki münafıklar günaha batmış kimselerdir. 68. Allah, münafıkların erkeğine de kadınına da, açıktan inkarcılık yapanlara da için­de ebedi olarak kalacaktan cehennem ateşini vaad etmiştir. Onlara bu yeter de artar! Allah onları lanetlemiştir ve onlar için devamlı bir azap vardır. 69. (Ey Münafıklar!) Sizin durumunuz da sizden Öncekilerin durumuna benziyor; üstelik onlar sizden daha güçlü, daha zengindiler ve evlâtları daha çoktu. On­lar dünyadaki nasiplerinden haz duyup yararlandılar. Sizden Öncekilerin kendi paylarından istifade ettikleri gibi siz de kendi nasibinizi elde edip ya­rarlandınız. Ve siz de onlann daldıkları gibi boş davalara daldınız. İşte hem dünyada hem âhirette yaptıkları boşa gidenler onlardır, asıl ziyana uğrayan­lar da onlardır. 70. Onlara kendilerinden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd top­lumlarının, İbrahim'in kavminin, Medyen halkının ve yıkılıp giden beldeler ahalisinin haberleri gelmemiş miydi? Onlara peygamberleri apaçık delillerle geldiler. Demek ki Allah onlara zulmetmiş değildi, asıl onlar kendilerine zul­metmişlerdi. [163]

 

Tefsiri

 

61-70, 9u âyetlerde münafık karakteri ve münafıkların davranışlarıyla ilgili tasvire yeni kesitler eklenmekte, bir taraftan müslümanlar onların görünen yüzle­rine aldanmamaları için uyarılmakta, diğer taraftan da Allah'ın âyetleri, Peygam­ber'i ve müslümanlarla alay eden münafıklara kendilerinden önceki İnkarcı ka­vimlerin acı sonlan hatırlatılmaktadır. Burada işaret edilen münafıklara ait söz ve davranışlar, tefsirlerde daha çok Tebiik Seferi öncesinde ve bu sefer esnasında ya­şanan olaylarla açıklanır; bu konudaki rivayetler âyetlerin yorumuna ışık tutmak­la beraber, âyetlerin üslûbu ve sözün akışından daha çok münafık tiplemesinin he­deflendiği anlaşılmaktadır. [164]

Tefsirlerde 61. âyetin inişi ile ilişkilendirilen bazı rivayetlere yer verilir. Bun­lardan biri şöyledir: Bazı münafıklar özel sohbetlerinde Resûlullah'ı çekiştiriyor­lardı, sonra içlerinden biri "Aman bunlar onun kulağına gitmesin" diye ikazda bu­lununca, "O her söze kolayca kanar, söylediklerimizi inkâr ederiz, üstüne bir de yemin ettik mi bize inanır" şeklinde cevaplar veriyorlardı. [165]Resûl-i Ekrem'in, münafıkların yalanlarını yüzlerine vurmadığı ve özellikle yemi­ne çok değer verdiği gerçeğinden hareketle söz konusu rivayetlerle âyet arasında bağ kurulabilir. Fakat burada asıl amacın münafıkların tutumlarından bir kesit ve­rip onların zihniyetini mahkûm etmek ve bu vesileyle dikkatleri Hz. Peygamber'in yüksek ahlâkına yöneltmek olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan münafıkların "O her söylenene kulak veriyor" anlamındaki sözleriyle, Resûlullah'ın bazı sesler işitip onu vahiy olarak yansıttığı iddiasında bulunmuş oldukları yorumu da yapıl­mıştır. "Allah'ın Resulü'nü incitenler" şeklinde tercüme edilen kısmı "Peygam-ber'i yerip kınayanlar" şeklinde anlamak da mümkündür. [166]  Âyetin "O sizin için hayırlı olana kulak veriyor" şeklinde tercüme edilen kısmı şöyle izah edilebilir: Resûlullah gelişigüzel tahminlerle insanlar hakkında yargıda bulunmaz, Allah'a olan derin imanının yanı sıra müminlere de büyük bir güven duyar ve söy­lenenleri böyle iyi niyet temeline dayanan bir anlayışla değerlendirir. Bu cümlede onun kulak verdiği bildirilen şeyle kastedilenin, bütün insanlığın hayrına olan "va­hiy" olduğu da söylenmiştir,

Allah'ın mesajını ileten elçi olması itibariyle 62. âyette Hz, Peygamber de Allah'ın yanı sıra zikredilmiş fakat kimin hoşnut kılınması gerektiğini belirten za­mir tekil kullanılmıştır. Bazı müfessİrler bununla ilgili olarak, resulünün rızâsını kazanmanın Allah'ın da rızâsını kazanma mânasına geldiği yönünde açıklamalar yaparken, bazıları da burada hoşnutluğuna erişilmesi hedeflenecek yegane varlığın Cenâb-ı Allah olduğuna işaret bulunduğunu belirtmişlerdir. [167]

63 ve 64. âyetler arasında şöyle bir bağ kurulabilir: Allah ve Resulü'ne karşı çıkan, din özgürlüğünü yok etmek için uğraş veren kimseler, bu durumları dünya­da açığa çıkmış olsa da olmasa da içinde ebedî olarak kalacakları cehennem aza­bına çarptırılacaklardır, en büyük rezil-rüsvâ olma aslında budur. Münafıklar bu­nu bilip dururken, sadece dünyada rezil olmaktan, haklarında bir sûre indirilip kalplerindekinin ortaya dökülmesinden endişe etmektedirler.

Münafıkların ileri sürdükleri mazeretin geçersizliğini belirten 65. âyet, do­laylı bir tarzda müminlere yönelik olarak da dinî ve itikadî konuların şaka ve eğ­lence konusu edilemeyeceği hususunda ciddi bir uyarı ihtiva etmektedir.

Münafıkların bir kısmı iman ile küfür arasında bocalayan, diğer bir kısmı ise bilinçli olarak ve ısrarla inkarcılığını sürdüren fakat müslümanlara karşı bunu giz­lemeye çalışan kişilerdir. İşte 66. âyette, akimi ve iradesini doğru yönde kullanma­yı, içindeki hak-bâtıl mücadelesini imanın galibiyetiyle sonuçlandırmayı başaran­lara yüce Allah'ın bağış kapısının açık bulunduğu, inkarcılıkta ısrar edenler için ise kötü akıbetin kaçınılmaz olduğu haber verilmektedir.

67. âyette münafık karakterine ve 68. âyette münafıkların acı akıbetlerine de-ğİnildİğİ gibi, 71. âyette mümin karakterine ve 72. âyette de onların mutlu sonları­na işaret edilerek iki grup arasında bir mukayese yapılmasına imkân sağlanmıştır.

69-70. âyetlerde, gerçekte inkarcı oldukları halde iman etmiş gibi görünen münafıkların akıbetlerinin açıktan açığa peygamberlere karşı mücadele veren in­karcılardan daha iyi olmayacağı belirtilmekte, güç ve servet sahibi olsalar da in­karcıların boş davalar uğruna yaptıklarının gerek dünyada gerekse âhirette ziyan olup gittiği hatırlatılıp münafıkların da bundan ders almaları gerektiği uyarısı ya­pılmaktadır. [168]

 

Meali

 

71. Müminlerin erkekleri de kadınları da birbirlerinin velileridir; iyiliği  eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulü'ne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Kuşku­suz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir, 72. Allah mümin erkeklere ve mü­min kadınlara içinde ebedî olarak kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler ve adn cennetlerinde güzel meskenler vaad etmiştir. Allah'ın rızâsı ise hepsinden büyüktür, işte büyük bahtiyarlık da odur. [169]

 

Tefsiri

 

71-72. Münafıklardan söz edilirken 67. âyette erkeğiyle kadınıyla münafık karakterine işaret edilmek üzere her iki cins ayn ayrı zikredilmişti. 71, âyette de müminlerin ortak niteliklerine değinildiğinden erkek ve kadınları ayrı ayn anıl­mıştır. Bu sûrede her İki tip ve akıbetleri hakkında verilen bilgiler göz önüne alı­nırsa şöyle bir karşılaştırma yapılabilir. [170]  İki yüzlü davranan kim­selere hâkim olan özellik, kötülükleri körükleyip iyilikten alıkoymak iken yürek­ten inananların temel vasfı iyiliği özendirmek kötülükten vazgeçirmeye çalışmak­tır. Münafıklar Allah yolunda harcamada eli sıkı davranırken müminler zekâtlan-nı verirler ve ayrıca cömertçe gönüllü bağışlarda bulunurlar, hatta imkânları elver­diği için daha fazla yapamadıklarına üzülürler. Münafıklar namaza üşenerek gelir­ler, müminler ise namazlarım bir kulluk vecîbesi sayarak içten geten bir istekle kı­larlar. Allah yolunda savaşmak gerektiğinde münafıklar türlü mazeretlerle yan çiz­meye çalışırlar, müminler ise canlarını ve mallarını esirgemeden böyle bir çağrıya koşarlar, bu yolda asla yılgınlık göstermezler. Münafıklar Allah'ı ve onun mesajı­nı umursamazlar, O'na ve vaad ettiklerine candan İnanan müminlerle alay ederler, müminler ise Allah ve Resulü'ne mutlak itaat gösterirler. Bu yüzden Allah, -İçle­rindeki inkarcılığı yenemeden Ömürlerini tamamlayan- münafıkları ebedî olarak kalacakları cehenneme atacak, müminlere de hiç bitmeyen cennet nimetlerinin ve daha önemlisi kendi rızâsına erişmenin mutluluğunu tattıracaktır. [171]

72. âyetin sonundaki ifade, manevî nazların ve ruhanî âleme ait mutluluğun maddî imkânların sağladığı mutluluktan çok daha üstün olduğunu açıkça göster­mektedir. Zira bîr amaca vasıta kılınan şey ondan daha önemli ve değerli olamaz. Allah'ın rızâsını kazanmak, vaad edilen cennet nimetlerine erişebilmenin aracı ol­saydı, o takdirde bu nimetlerin daha önemli olduğu sonucuna ulaşılabilirdi. Oysa âyette Allah'ın iradesine mutlak teslimiyet gösterenlerin bu davranışları karşılığın­da yine O'nun lütfuyla pek güzel mükâfatları hak edecekleri, fakat bütün bu nimet­lerden daha önemli olarak O'nun rızâsına nâi] olacakları ve en büyük başarının O'nun hoşnutluğuna erişmek olduğu bildirilmiştir. [172]  Bir hadiste de, cennet ehli üe Allah arasında cere­yan edecek konuşma esnasında onların O'nun hoşnutluğuna erişmeyi en büyük mutluluk olarak niteleyecekleri ve Cenâb-ı Allah'ın artık onlara gazap etmeyece­ğini müjdeleyeceği ifade edilmiştir. [173]

 

Meali

 

73. Ey Peygamber! İnkarcılara ve münafıklara karşı cihad et, onlara si'rt davran. Onların varacağı yer cehennemdir ve bu ne kötü bir sondur! 74. Söylemediklerine dair Allah adına yemin ediyorlar. Oysa inkarcılık içeren sö­zü söylemişler, müslüman olduklarını beyan ettikten sonra inkarcılığa sap­mışlar ve başaramadıkları o işe yeltenmişlerdir. Onların öç almaya kalkışma­ları için Allah'ın ve O'nun lütfü sayesinde Resulü'nün kendilerini zengin et­mesinden başka bir sebep de yoktu! Eğer pişman olup tövbe ederlerse bu kendilerinin iyiliğine olur; yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da âhirette de elem verici bir azaba uğratır; artık yer yüzünde onlara ne bir dost ne bir yardımcı bulunur, 75. Onların içinde öyleleri var ki "Allah bize lütuf ve ke­reminden bahşederse biz de elbette hayır yolunda harcar ve iyi kimselerden oluruz" diye Allah'a söz vermişlerdi. 76. Ama Allah onlara lütuf ve keremin­den ihsan edince hemen cimrilik gösterdiler ve yüz çevirdiler, zaten yan çizip duruyorlardı. 77. Bunun üzerine Allah da kendisine verdikleri sözden caydık­ları ve hep yalan söyledikleri için, kendi huzuruna çıkacakları güne kadar yü­reklerine münafıklığı yerleştirdi. 78. Hâlâ anlamadılar mı ki Allah onların sırlarını da, gizli görüşmelerini de bilmektedir ve Allah bütün gizlileri eksik­siz bilendir! 79. Sadakalar konusunda müminlerden hem gönüllü olarak faz­la fazla verenlere hem de verecek daha fazla bir şey bulamayanlara dil uzatıp onlarla alay edenleri Allah maskaraya çevirecektir. Onlar için elem veri­ci bir azap da vardır. 80. Onların bağışlanması için Allah'a ister yalvar ister yalvarma; onların affedilmesi için yetmiş kere de dua etsen Allah onları ba-ğışlamayacaktır. Çünkü onlar Allah ve Resulü'nü inkâr etmişlerdir. Allah kötülüğe saplanmış kimseleri doğru yola iletmez. [174]

 

Tefsiri

 

73. Cihad kelimesini sözlük anlamına göre savaşma veya manevî mücadele metotlarıyla uğraş verme şeklinde yorumlamak mümkündür. Müşriklere karşı or­taya konacak çaba hakkında kullanıldığında bu kelime genellikle savaş anlamına göre açıklanmış olmakla beraber, münafıkların da âyette kendileriyle cihad edile­cek kimseler arasında sayılmış olması değişik yorumlara yol açmıştır. Bunları söz­lü mücadele yöntemleri ve kamu düzenini bozanlara karşı fiilî önlemler alma şek­linde özetlemek mümkündür. Taberî, İbn Mes'ûd'un bir sözüne dayanarak âyetin bu kısmını "inkarcılığım açığa vuran münafıklarla da müşriklerle olduğu gibi sa­vaş" şeklinde yorumlamıştır. Fakat Taberî de kalplerindeki İnkarcılığı korumakla beraber dışa yansıyan söz ve davranışlarıyla mümin izlenimi veren kimselere kar­şı sıcak savaş açılmasının mümkün olmadığını kabul etmektedir. [175] Bu itibarla, cihad kelimesini -en azından küfrünü açığa çıkarmayan münafıklar bakı­mından- var gücüyle İslâmiyet'i anlatıp onların imana karşı dirençlerini kıracak ve müminlere verebilecekleri zararı en aza indirecek bir çaba göstermek şeklinde an­lamak uygun olur. Âyetin kâfirlerle savaşılmasını ve onlara sert davranılmasını isteyen ifadesini ise bu sûrenin 123. âyeti ve Kur'an'ın müslüman olmayanlarla iliş kiler konusundaki diğer buyruklanyla birlikte değerlendirmek gerekir, [176]

 

74. Tefsirlerde âyetin iniş sebebi hakkında değişik rivayetler yer almıştır.Kaynaklarda münafıkların söylemediklerine dair Allah adına yemin ettikleri sözün ne olduğunu açıklamaya elverişli olaylar nakledilmekle beraber [177] âyetin asıl hedefi belirli bir olayı veya olayları hatırlatmak değil münafıkla­rın -ne kadar inkâr ederlerse etsinler- küfür ve samimiyetsizliklerini gösteren söz­ler söylemiş olduklarını kesin biçimde ortaya koymak ve onların yeminlerine de güvenilemeyeceğine dikkat çekmektir.

Münafıkların kafalarında iyice tasarlayıp da başaramadıkları iş genellikle Hz. Peygamber'e suikast girişimi şeklinde açıklanmıştır. [178] Ayetin geldiği zamanın şartlan ve rivayet edilen olaylar böyle bir yorumu destekler nite­likte olmakla birlikte, Muhammed Esed bu tarihsel açıklamanın ötesinde âyetin daha derin bir anlama işaret etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Âyetin bu kısmına "Onlar ulaşamayacakları bir amaç peşindeydiler" şeklinde mâna veren Esed'in burayla ilgili yorumu şöyledir: Burada kişinin, insan hayatının anlam ve amacı hakkında müsbet bir inanç sahibi olmadan içse! bir huzura, manevî yetkin­liğe ulaşamayacağı gerçeği dile getirilmektedir; ki böyle bir inanca, üstün erdem ve duyarlıklarla donanmış kişilere yani peygamberlere indirilen vahiy yardımıyla ulaşılabilir. Bu itibarla, "Allah'a teslim olmak" konusunda gösterdikleri kararsız istekle, Hz, Peygamber'in kendilerine teklif ettiği rehberliğe itibar etmek konusun­daki isteksizlikleri arasında bocalayan, kendilerini tüketip duran münafıklar, böy­le yapmakla, "ulaşamayacakları bir amaç güdüyorlardı" (1,372).

Kur'an'm manevî rehberliğinin ve onun ahlâkî ve toplumsal ilke ve öğretile­rine bağlılığın sağlayacağı maddî ve toplumsal refah açıkça görünmeye başlamış­tı. Nitekim Hz. Peygamber'in ve Mekkeli müslümanların Medine'ye gelmeleri ile birlikte buranın sosyal ve iktisadî yaşantısında yeni bir dönem başlamış, kısa za­manda çok olumlu gelişmeler olmuştu. Özellikle âyetin indiği -Resûlullah'ın ve­fatına yakın- sıralarda Medine toplumunun refah düzeyi oldukça yükselmiş ve Medineliler'in çevrede kazandığı saygınlık daha önceleri tasavvur edemeyecekle­ri kadar artmıştı. Bu durumda, münafıkların Hz. Peygamber'e bağlılıkta gösterdik­leri isteksizliğin onda ve onun tebliğ ettiklerinde bu bakımdan bulabildikleri hata veya eksiklikten kaynaklanması mümkün değildi. İşte âyette "Onların öç almaya kalkışmaları İçin Allah'ın ve O'nun lütfü sayesinde Resulü'nün kendilerini zengin etmesinden başka bir sebep de yoktu!" buyurularak, onların Resûlullah'a ve mü­minlere hasmane bir tavır takınmalarının, başka bir haklı sebepten değil sadece bu dinin onlara sağladığı ve sağlayabileceği maddî manevî nimet ve erdemlere karşı nankör ve liyakatsiz olmalarından kaynaklandığına işaret edilmiş olmaktadır. [179]

Münafıkların inkarcılıklarını ve yeminlerine güvenilemeyeceğini kesin bir biçimde ifade eden, onların bu tutumlarını haklı kılacak bir gerekçenin de bulun­madığını ortaya koyan âyetin, yine de onları dışlayan değil tövbeye çağıran bir üs­lûpla devam etmesi Kur'an'ın insana bakışı konusunda çok önemli ipuçları ver­mektedir. İnanmadığı halde inanmış gibi görünme noktasına varan bilinçli bir gü­ven bunalımı yaratmış kişilere karşı dahi tövbe kapısının açık olduğunu bildiren bu âyetin, somut bir durumdan hareketle, -ne kadar kusurlu olursa olsun- insanın ilâhî bağışlanma başvurusunda bulunmasına asla engel olunamayacağını hatırlat­tığı söylenebilir. Âyetin sonunda bu altın fırsatları değerlendirmemekte direnen ki­şiler için acı sonun kaçınılmaz olduğu da haber verilmiştir. [180]

 

75-78. Bu âyetlerden ilk ikisinin nüzul sebebi olarak tefsirlerde genellikle yer alan olayların tarihî verilerle bağdaşmadığı görülmektedir. [181] Burada, kendisini ruhen eğitememiş, davranışla­rını yönlendirmeye muktedir bir iman düzeyine erişememiş insanların sürekli ya­şadıkları çelişkilere bir örnek verilmekte, âyetlerin bağlamı ve iniş zamanı bakı­mından bu örneklemeye en uygun düşen nifak zihniyetine ve münafıkların tutum­larına gönderme yapılmaktadır. Esasen geniş İmkânlara kavuşunca bunları hayır yollarında kullanma ve başkalarına yardımcı olma Özlemi taşımak dinen yerilen bir tutum değildir. Aksine Hz. Peygamber'in hadislerinde amellerin niyetlere bağ­lı olduğu [182]  bir iyiliği gönlünden geçirdiği halde güç yetiremediği için bunu gerçekleştiremeyen kişinin bundan ötürü sevap kazanacağı bildirilmiştir. [183] Fakat bu âyetlerde belirtildiği üzere bir kısım münafıkların yaptığı gibi, sırf kendi çıkarının söz konusu olduğu durum­da Allah'a yönelen, üstelik -beklentisine kavuşursa bunları- hayır yolunda kulla­nacağına dair Allah'a söz veren, kendilerine ilahî bir lütufta bulunulduğunda ise hemen cimrileşen ve yüz çeviren kimseler sorumluluk bilincini ve kendilerine olan saygıyı yitirmiş insanlardır; onların ne Allah'a ne kendilerine ne de başka insanla­ra karşı verdikleri söze güvenilir.

75. âyette bu karakterdeki insanların iyi kimselerden olma hedefi ve vaadini de kendilerine geniş imkânlar verilmesi şartına bağladıklarına değinilmesi insan psikolojisine ışık tutma açısından ilginçtir. Bulunduğu şartlar içinde sınava tâbi tu­tulduğunu göz ardı eden insanoğlu, zaman zaman kendi sınav ortamını kendisi dü­zenlemek istercesine iyi olmayı kendisine belirli imkânların sağlanması şartına bağlamaya çalışmakta, mevcut durumda olabileceğin en iyisini yapma irade ve ça­basını ortaya koyamamış olmanın bahanelerini üretmekle vakit kaybetmektedir.

77. âyette bu tip kişilerin yüreklerine nifakın yerleştirilmiş olduğu belirtil­mekle beraber, yine âyetin açıklamasına göre bu tamamen onların kendi kusurları yani Allah'a verdikleri sözden caymaları ve yaptıkları yemini bozma bahanesi uy-dura uydura yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmeleri sebebiyledir. Bundan dolayı müfessirler bu âyetin tefsiri sırasında genellikle şu hadise yer verirler: Mü­nafığın üç alâmeti vardır; konuştuğunda yalan söyler, vaad ettiğinde vaadinden dö­ner, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet eder. [184] Âyetin "kendi huzuruna çıkacakları güne kadar" diye mâ­na verilen kısmından maksadın kıyamet günü olduğu anlaşılmaktadır. [185]

 

79. Bu âyetin izahı ile ilgili olarak tefsirlerde birçok rivayet yer alır. [186] Bunların ortak noktası şudur: Hz. Peygamber -muhtemelen Tebük Seferi hazırlığı esnasında müslümanlara savaş giderleri için bağış çağrısında bu­lunmuş, onlar da buna yürekten gelen bir coşkuyla karşılık vermişler, maddî im­kânı olanlar servetlerinin önemli bir oranını bağışlamışlar, yeterli imkânı olma­yanlar da mütevazı katkılarda bulunmuşlardı. Bu durumdan rahatsızlık duyan mü­nafıklar her olaya bir kulp takıp onları alaya almaya çalışıyorlardı. Kendi istekle­riyle fazla fazla veren müminlere, servet gösterisi ve gösteriş yaptıklarını söylü­yorlar, maddî durumu iyi olmadığı halde elinden geldiğince bu hayır ve görev ya­rışma katılan fakat daha fazlasını yapamadıkları için üzüntü duyan müminlere de verdikleri miktarın azlığından dolayı sataşıyorlar ve "Allah'ın bu kadar sadakaya ihtiyacı mı var?" diye alay ediyorlardı. Âyetin "Allah onları maskaraya çevirecek­tir" şeklinde tercüme edilen kısmı lafzı olarak "Allah da onlarla alay edecektir" di­ye çevrilebilir. Buradaki mâna genellikle, onların bu densizliklerini Allah Te-âlâ'nm karşılıksız bırakmayacağı, dünyada, âhİrette veya her ikisinde onları küçük düşüreceği, cezalandıracağı ve rezil rüsvâ edeceği şeklinde açıklanmıştır. [187]

 

80. Hz. Peygamber münafıkların bağışlanması için yetmiş defa yal varsa da Allah'ın onları bağışlamayacağının bildirilmesi değişik biçimlerde yorumlanmış­tır. Hâkim kanaate göre belirtilen sayı çokluktan kinaye olup bununla, Resûlullah ne kadar dua ederse etsin artık âyette işaret edilen münafıklar için bağışlanma ümi­di taşımaması istenmektedir. [188]  Münafık­lardan Hz. Peygamber'e gelip özür dileyenler İçin onun Allah'a yalvarması, onla­rın samimi olabilecekleri ihtimaline dayanıyordu. Âyet ise onların dürüst ve sami­mi davranmadıklarını haber vermiş olmaktadır. Tefsirlerde, münafıkların başı Ab­dullah b. Übeyy'in ölümü ve iyi bir mümin olan oğlunun ricası üzerine Hz. Pey­gamber'in onun cenaze namazını kılmasına Hz. Ömer'in itiraz ettiği, Resûlul­lah'in bu âyete dayanarak istiğfar sayısını arttırma hakkım kullandığını söylediği, bunun üzerine de 84. âyetin nazil olduğu yönünde bir rivayet yer almaktadır. [189]

Kanaatimizce bu ve benzeri rivayetlerde geçen ifadelerle ilgili tarışmalardan çok, âyetten kolayca anlaşılan şu iki hususun üzerinde durulması âyetin sağlıklı anlaşılması bakımından daha önemli görünmektedir: Birincisi, Resûlullah'tn, yıl­larca gösterdiği engin hoşgörü ve iyi niyete türlü entrikalarla karşılık veren, kendi kuyusunu kazmak için her fırsatı değerlendiren münafıklar hakkında dahî ümidini yitirmemeye ve kendisinin herkes için rahmet olduğu hitabının[190] gerektirdiği biçimde davranmaya çalışmasıdır. Münafıkların cehennemin en derin­lerine atılacağını bildiren âyetlerde dahi istisna yapıldığını, bunlardan tövbe edip kendini düzelten ve gönülden teslimiyet içine girenlerin Allah'ın büyük mükâfat­lara lâyık gördüğü müminlerle beraber olacaklarının bildirildiğini[191] dikkate alan Hz. Peygamber'in bu tutumu, müslümanlara şu mesajı vermek­tedir: Asıl erdemlilik, güçlü olduğu halde yanlış yoldaki insanları dışlama yönüne gitmeyip onların ıslahı ve kazanılması için çaba harcamaktır.

Âyetten anlaşılan ikinci husus da, kendilerinden söz edilen münafıkların affe­dilme şanslarını tamamen yitirmiş olduklarıdır. Bunun gerekçesi âyette şöyle açık­lanmıştır: "Çünkü onlar Allah ve Resulü'nü inkâr etmişlerdir. Allah (böylesine) kötülüğe saplanmış kimseleri doğru yola iletmez." Öyle görünüyor ki bu istisnaî bir durumdur. Zira âyette işaret edilen kimselerin, Hz. Peygamber'in Medine'de dış düşmanlara karşı verdiği mücadelede ne büyük bir kanbur oluşturduğu herkes tarafından biliniyor, onlar da ilâhî vahyi insanlara tebliğ eden Resûlullah'ın hak peygamber olduğunu ayan beyan görüyorlardı. Böylesine büyük bir imkânı değer­lendirmeyen ve gönüllerini imana bütünüyle kapatmış olan bu kimselerin durumu Allah tarafından Hz. Peygamber'e haber verilmekte ve artık dış görüntülerine gö­re muamele gören bu kesime karşı açık bir tavır ortaya konması İstenmektedir. [192]

 

Meali

 

81. Allah'ın Resulü'nün çağrısına uymayarak seferden geri kalanlar yerlerinden ayrılmamış olmaktan dolayı sevinç duydular; canlarıyla malla­rıyla Allah yolunda savaşmak istemediler, üstelik "Bu sıcakta sefere çıkma­yın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi çok daha sıcaktır.*' Anlayabilselerdi! 82. İşlemiş oldukları günahlar yüzünden artık az gülsünler, çok ağlasınlar! 83. Şayet Allah seni onlardan bir toplulukla tekrar karşılaştırır da başka bir se­fere çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Bundan böyle benimle asla sefe­re çıkmayacak ve benim maiyetimde düşmana karşı asla savaşmayacaksınız. Madem ki ilk önce oturup kalmayı yeğlediniz, şimdi de geride kalanlarla bir­likte oturmaya devam ediniz. 84. Ye onlar arasından ölen birinin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Resulü'nü in­kâr ettiler ve yoldan sapmış olarak Öldüler. 85. Onların mallan ve evlâtları seni imrendirmesin; çünkü Allah onlara dünyada bunlarla eziyet vermeyi ve canlarının da inkarcı olarak çıkmasını murad ediyor. 86. "Allah'a iman edin ve resulünün maiyetinde cihad edin" buyruğunu içeren bir sûre indirildiğin­de, içlerinde imkânı olanlar bile kalmak için senden izin istediler ve "Bırak bizi, oturanlarla birlikte olalım" dediler. 87. Geride kalanlarla beraber olma­yı yeğlediler de kalpleri mühürlendi; artık anlayıp kavrayamazlar. 88. Fakat Peygamber ve beraberindeki müminler mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İyiliklerin her türlüsü onlarındır, gerçek kurtuluşa erenler de onlardır. 89. Allah onlara, içinde ebedî olarak kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur. [193]

 

Tefsiri

 

81-85. Tebük Seferi'ne katılmamak için bahaneler uyduran, özellikle havala­rın aşın sıcak olduğu gerekçesine sığınan, fakat aynı zamanda müminleri de sefe­re çıkmaktan caydırmaya çalışan münafıkların akıbetinin çok acı olacağı belirtil­mekte; Hz, Peygamber'in bu kişilerden sağ kalanlarla karşılaşması halinde onlann kendi maiyetinde bir sefere çıkmalarına müsaade etmemesi istenmekte, ölenleri­nin ise imansız olarak can verdikleri bildirilip onlar için bir dinî vecîbe ifa etme cihetine gitmemesi emrolunmaktadır. Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı ifa etmeleri gereken dinî vecîbelerin başında cenaze namazı kılınması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması gelmektedir. Âyette bu hususa işaret edildikten sonra yer alan "mezarı başında da durma" ifadesini Hz. Peygamber'in cenazenin defninden sonraki tatbikatına göre açıklamak uygun olur. Resûl-i Ekrem bîr müs-lümanm cenazesi defnedildikten sonra kabri başında bir süre durur ve etrafındaki­lere şöyle derdi: "Kardeşiniz için Allah'tan mağfiret dileyiniz ve sorulanlara şaşır­madan cevap verebilmesi için dua ediniz; zira şu anda o sorguya çekilmektedir"[194] Münafıkların mallan ve evlâtlarının dünyada eziyet vesilesi kılındığını ve Allah'ın onların canlarının da kâfir olarak çıkmasını murat ettiğini belirten 85. âyetin açıklaması için 55. âyetin tefsirine bk[195]

 

87. "Geride kalanlar" diye tercüme edilen havâlİf kelimesi, Arap dilinde da­ha çok kadınları ifade etmek üzere kullanılır; fakat belirli bir işte kendisinden ve­rim alınamayacak olanlar anlamına da gelir. Kelimenin yer aldığı bağlamda sade­ce kadınların değil, kadınlarla birlikte yaşlı erkekler, çocuklar, engelliler gibi sa­vaşa katılamayacak kimselerin kastedildiği anlaşıldığından, mealinde bu geniş an­lam tercih edilmiştir. Bazı müfessirlere göre kadınlara benzetmek onlann ağırına giden bir ifade olduğu için kelime bu anlamıyla kullanılmıştır. Öte yandan bu ke­limenin "karşı çıkanlar" şeklinde tercüme edilmesi de mümkündür. [196]  Yine bu âyette geçen "kalpleri mühürlendi" ifa­desinde edebî sanatlardan istiare türü kullanılmış olup, onlann kalplerinin inkarcı­lık ve sapkınlıkta kaplanmış olduğunu, bu durumun da imanın ve hidayet ışığının girmesini engellediğini belirtmektedir. [197]

 

Meali

 

90. Bedevilerden mazeret ileri sürenler kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah ve Resulü'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan inkarcı olanlara elem veren bir azap gelecektir. 91. Güçsüzler, hastalar ve harcama yapma imkânı olmayanlar için -Allah ve Peygamberine sadık kal­dıkları sürece- sorumluluk yoktur. İyi niyet sahiplerim sorumlu tutmak ol­maz. Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir. 92. Kendilerine binek sağlaman için sana gelip de "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" diye cevap verdiğin zaman, harcayacak bir şey bulamamanın üzüntüsünden göz yaşları dökerek ge­ri dönenlere de günah yoktur. 93. Sorumluluk sadece varlıklı oldukları halde senden izin isteyenler için vardır. Onlar geride kalanlarla beraber olmayı yeğlediler; Allah da onların kalplerini mühürledi; artık doğruyu bilemezler. 94, Onlar, aralarına döndüğünüz zaman da size özür beyan ederler. De ki: "Boşuna mazeret ileri sürmeyin, size asta inanmayız, çünkü Allah yaptıkları­nızın içyüzünü bize bildirmiştir. Bundan böyle de Allah ve Resulü yapıp et­tiklerinizi görecektir; sonra gizli açık her şeyi bilenin huzuruna çıkarılacak­sınız ve O size neler yapmış olduğunuzu haber verecektir." 95. Yanlarına döndüğünüz zaman, onları hesaba çekmekten vazgeçesiniz diye size yemin billâh edecekler. Artık onlara ilişmeyiniz; zira onlar tiksinilecek kimselerdir, işlemiş olduktan günahların karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir. 96. Onlardan hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Fakat siz onlardan hoş­nut olsanız bile Allah günaha batmış o kimselerden asla razı olmaz. 97. Bede­viler inkarcılık ve iki yüzlülükte daha ileride, Allah'ın Resulüne indirdikleri­nin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah bilen ve hikmetle yöne­tendir. 98. Bedevilerden öyleleri vardır ki, hayır yolunda yaptığı harcamayı angarya sayar ve başınıza kötü hallerin gelmesini bekler durur, O kötü hal­ler kendi başlarına gelsin! Allah her şeyi çok iyi işitir ve bilir. 99. Bedeviler arasında öyleleri de vardır ki, Allah'a ve âhiret gününe inanır, hayır yolunda harcadıklarını Allah'a yakın olmak ve Peygamber'in duasını almak için vesi­le sayar. Bilesiniz ki onlar kendileri için bir yakınlık vesilesidir. Allah onları rahmetiyle kuşatacaktır. Şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir. [198]

 

Tefsiri

 

90-99. "Bedeviler" diye çevirdiğimiz "el-a'râb" kelimesi, çölde yaşayan, su ve otlak bulmak için göç eden toplulukları ifade eder. Kur'an'ın bu kesime özel bir vurgu yapmasının sebepleri arasında Arap yarımadasındaki nüfusun önemli bir kısmının göçebe veya yan göçebe topluluklardan oluşması ve İslâmiyet'in burada yayılıp tutunabilmesi İçin onların bu birliğe dahil edilmesi zaruretinin bulunması zikredilebilir. Bunun yanında, yerleşik bir toplumsal düzen içinde yaşamanın icap­larını yerine getirmeye fazla yatkın olmayan bu kimselerin inkarcılık ve nifak yo­lunu tuttuklarında da haşin tabiatlarına uygun bir tutum ortaya koyduklarına, do­layısıyla dinin getirdiği sınırlara riayet etme konusunda sorun çıkarmaya daha mü­sait tipler olduklarına değinilmiştir. Kur'an şehirli-bedevî ayırımı yapmadığına göre, Kur'an'ın bu kesimle ilgilenmesini, onları da eğitip ıslah etmeyi hedeflediği şeklinde açıklamak uygun olur. Nitekim 97. âyette bedevîlerin inkarcılık ve nifakta ileri gittikleri genel bir biçimde belirtildiği halde 99. âyette onlar arasında da imanında ve davranışlarında samimi olanların bulunduğuna dikkat çekilmiştir, ile­ride 120. âyette de yürekten inanmış kimselerle yakın temas halinde olan bedevî-ler hakkında olumlu ifadeler kullanılmış, böylece hem 97. âyetteki ifadenin kap­samı sınırlandırılmış hem de anılan ıslah hedefinin kuru bir hayal olmadığına dik­kat çekilmiştir.

Resûlullah Tebük Seferi'yle ilgili hazırlıkları başlattığında, Müslümanlığı kabul etmiş bedevî toplulukların bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle bera­ber, diğerleri ya geride bırakacakları kabile bireylerinin savunmasız kalacağını ile­ri sürerek veya böylesine meşakkatli bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar sağ­lamayacağını düşündükleri için bahaneler uydurarak seferberlik çağrısına icabet edemeyeceklerim bildirmişlerdi. Allah ve Peygamberi'ne sadakat gösterme sözün­den cayanlar ise Medine'ye gelip özür beyan etme ihtiyacı bile duymamışlar, ol­dukları yerde oturup kalmışlardı. [199] 90. âyette oturup kalan kesim hakkında kullanılan ifade "Allah ve Resulü'ne yalan söyleyenler" şeklinde çevrilmiş olup buna başka bir kı­raate dayanarak" Allah ve Resulü'nü yalanlayanlar" şeklinde de mâna verilmiştir.

91.  âyette güçsüz, yaşlı, engelli, hasta, maddî imkânları yetersiz kimselerin savaşa katılmamaktan ötürü sorumlu olmayacakları bildirilmiş fakat bu husus Al­lah ve Resulü'ne sadık kalmaları, o yolda öğütte bulunmaları şartına bağlanmıştır. Bundan maksat, fitne ve bozgunculuk etmeden, yalan haberler yaymadan durma­ları, imkân nispetinde de savaşa katılanların ailelerine moral vermek ve onlara yar­dımcı olmak gibi hayırlı çabalar içinde olmalarıdır. Burada anılan kişiler için tanı­nan muafiyet savaşa katılma yasağı anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görevlendirilebilirler. [200]

92, âyette, Tebük Savaşı'na katılmak isteyen fakat maddî durumları yetersiz olan bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber'den binek talep etmelerine, bunun mümkün olmadığı açıklanınca da üzüntülerinden göz yaşları içinde dönüp gitmelerine işa­ret olunmaktadır. [201] 93. âyette bu gibi kimselerin vebal altında olmayacaklarını belirtmek üzere, varlıklı oldukları halde savaşa katılmamak İçin İzin isteyenlerin sorumlu olacağı  edilmiştir. O dönemde savaş teçhizatı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için, varlıklı olma unsuru ön plana çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha ön­ceki âyetlerde sadece maddî imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi sebeplerle özür bahane edenler de kınanmıştır. [202]

95. âyetteki "tiksinilecek kimseler" şeklinde tercüme edilen rics kelimesinin sözlük anlamı "pis ve kirli"dir. Âyette İse, söz konusu kimselerin bile bile yalan söyleyip üstelik bir de yemin ettiklerine, dünyevî çıkarlar uğruna bütün ahlâkî de­ğerleri feda edebilecek bayağılık içinde olduklarına, yani İç dünyalarındaki kirlili­ğe gönderme yapmak amaçlanmıştır. Maddî anlamdaki kir ve pisliğe karşı önlem alınmadığında çevresindekilere bulaşma tehlikesi bulunduğuna göre, ruhî anlam­daki kirliliğe karşı dikkatli olmak öncelikle gereklidir; bu yüzden âyette onlarla sı­kı ilişki içinde bulunmanın doğru olmadığı ifade edilmiştir. [203] Me­alinde de kelimenin sözlük anlamıyla beraber anılan yorum dikkate alınmaya ça­lışılmıştır. [204]

 

Meali

 

100. Muhacir ve ensarın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoş­nut olmuştur, onlar da O'ndan razıdırlar. Onlara, sonsuza dek hep içinde kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük bah­tiyarlık işte budur. [205]

 

Tefsiri

 

100. Önceki âyetlerde bedevi Araplar'm İçinde hem münafıkların hem de sa­mimi müminlerin bulunduğu belirtildiği gibi 101-106. âyetlerde müminlerin çev­resinde gerçek iman ve ona uygun amel sahibi olup olmama bakımından farklı grupların bulunduğuna değinilecektir. Bu âyette ise, en zor şartlar altında Hz. Pey-gamber'e ilk desteği veren, İslâm mesajının insanlığa ulaştırılması uğruna kendi­lerini feda etmeyi göze alan örnek nesle özel bir gönderme yapılmış, onların Al­lah'ın hoşnutluğunu kazandığında şüphe bulunmadığı ifade edilmiş ve iyilik yo­lunda onları kendileri için model kişilikler olarak görüp onlar gibi davranmaya ça­lı şanların da bu övülen gruba dahil olacağı bildirilmiştir.

Sözlükte muhâcirûn "bir yeri terkeden, ülkesinden ayni ip başka yere göç eden kişi" anlamındaki muhacir kelimesinin çoğuludur. İslâmî terminolojide mu­hâcirûn kelimesiyle, Allah'a ve Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna iman ettikleri ve müslümanca yaşamak istedikleri için Mekkeli müşriklerce çeşit­li eziyetlere uğratılan ve yurtlarından çıkmaya mecbur edilen kimseler kastedilir. Bu baskılar karşısında gerçekleşen ilk hicret peygamberliğin beş ve altıncı yılla­rında az sayıda müslümamn Habeşistan'a göç etmesi şeklinde olmuştur. Asıl bü­yük hicret ise peygamberliğin on üçüncü yılında Resûlullah'ın da katıldığı Medi­ne'ye yapılan göçtür. Sözlükte ensar "çok yardım edenler" anlamına gelir; İslâmî bir terim olarak Resûlulhh'a ve Mekke'den göç eden müminlere kucak açan Me-dineli müslümanlan ifade eder. Bu topluluktan bir kişiyi belirtmek üzere "ensarî" kelimesi kullanılır. Hz. Peygamber'in zorlu iman mücadelesinde onun en yakının­da yer alan muhacirlerle gerek onu gerekse muhacirleri bağırlarına basan ensar, birçok âyet ve hadiste övgüyle anılmışlardır.

"Muhacir ve ensarm ilkleri" ifadesiyle kimlerin kastedildiği baklanda deği­şik yorumlar yapılmıştır. Bunların başlıcalan şöyledir: İki kıbleye (hem Mescid-i Aksâ'ya hem Mescİd-İ Haram'a) doğru namaz kılmış olanlar, Bedir Savaşı'na ka­tılanlar, Bey'atürrıdvân'da hazır bulunanlar. [206] Râ-zî'ye göre âyette bu erdemli kişilerin hangi hususta "ilk" oldukları açıklanmadığı­na göre bu sözcüğü muhacir ve ensar nitelemesiyle birlikte kullanıldığı dikkate alı­narak yorumlamak isabetli olur. Buna göre anılan ifadeyi "ilk hicret edenler ve Re-sûlullah'a ilk yardım edenler" şeklinde anlamak uygun olur. [207]  Bu­rada sahabenin belirli bir kısmının değil, "muhacirler ve ensar olarak nitelenen ilk müslümanlar" anlamının yani bütün sahabenin kastedildiği yorumu da yapılmıştır. Yine, âyetin "onlara güzelce uyanlar" diye tercüme ettiğimiz kısmını tabiîn nesli şeklinde anlayanlar olduğu gibi, bu ifade "kıyamete kadar onların yolunda yürü­yen müminler" şeklinde de tefsir edilmiştir. Öte yandan, "onlara güzelce uyanlar" denince hatıra ilk gelen mâna, onların iyi davranışlarının örnek alınmasıdır; ancak bu ifadeye "onları iyilikle ananlar, onların hâtırasına saygı duyanlar" anlamı da ve­rilmiştir. [208]

 

Meali

 

101. Çevrenizdeki bedeviler içinde münafıklar var. Medine ahalisi için­de de iki yüzlülüğü huy edinmiş olanlar var. Sen onları bilmezsin; onları biz biliriz. Onları iki defa cezalandıracağız, ayrıca çok büyük bir azaba itilecek­ler. 102. Bir başka grup var ki onlar iyi işe diğer kötü işi karıştırdıktan son­ra günahlarını itiraf etmişlerdir. Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah esirgeyendir, bağışlayandır. 103. Onları arındırmak ve temize çıkarmak üzere mallarından sadaka al! Bir de onlar için dua et; çün­kü senin duan onlara huzur verir. Allah her şeyi çok iyi işitmekte ve bilmek­tedir. 104. Bilmiyorlar mı ki kullarının tövbesini kabul eden Allah'tır, sada­kaları kabul eden de O'dur. Şüphesiz Allah tövbe kapısını alabildiğine açık tutmaktadır, rahmetiyle kuşatmaktadır. 105. Ve de ki: "Durmadan bir şeyler yapın; yaptıklarınızı Allah da, Peygamber'i de müminler de görecektir. So­nunda, gizliyi de açığı da bilenin huzuruna çıkarılacaksınız ve O size yapmış olduklarınızı haber verecek." 106. Bir diğer grubun durumu ise Allah'ın hük­müne kalmıştır; ya onlara azap edecek veya tövbelerini kabul edecektir. Al­lah bilen ve hikmetle yönetendir. [209]

 

Tefsiri

 

101. Hz. Peygamber1 çevresindeki bazı kişilerin gerçekte iman etmedikleri halde inanmış gibi davrandıklarını biliyordu. Âyette onun da bilmediği ve iki yüz­lülüğü âdeta sanat haline getirmiş kimseler bulunduğu, onların daha ağır cezaya çarptırılacakları haber verilmektedir. Böylece bir taraftan Resûlullah ve müminler, çevrelerindeki insani ann gerçek niyetleri konusunda daha İhtiyatlı davranmaları İçin uyarılmış, diğer taraftan da tehditkâr bir ifadeyle bu gibi kimselerin akıllarını başlarına almaları istenmiştir.

İlk dönem müfessirlerinden, bu kimselerin iki defa cezalandırılacaklarına ve sonra çok büyük bir azaba itileceklerine ilişkin ifadeyi açıklayan değişik yorumlar nakledilmiştir. Bunların bir kısmında "iki defa" kaydı dünyadaki cezalarla ilgili ka­bul edilmiştir. Bu yorumların başlıcalan şöyledir: Önce müslümanjarın başarılarını görmenin ıstırabını yaşayarak derin bir acı tadacaklar veya münafıklıkları ortaya çı­kıp herkese karşı rezil olacaklar yahut açlığa, esarete mâruz kalacaklar, öldürüle­cekler; sonra da -asıl âhiret azabından evvel- kabir azabına çarptırılacaklardır; Ön­ce kötü emellerine kavuşamanıamn ve rezil rüsvâ olmanın bunalımını yaşayacak­lar, sonra ölüm gelip çattığında bağışlanmaz günahlar işlemiş olduklarım anlayıp onun ağırlığı altında ezilerek cehenneme sevkedileceklerdir. "İki defa" kaydındaki ikinci defayı âhiret azabı olarak anlayanlar ise, "...ayrıca çok büyük bir azaba iti­lecekler" ifadesini âhirette cehennemin en dibine atılacakları yani ağırlaştırılmış bir azap görecekleri veya önce diğer inkarcılardan ayrı özel bir azaba çarptırılacakları şeklinde açıklamışlardır. [210]

 

102. Esasen samimi bir imana sahip olmakla beraber, zaman zaman hakla bâ­tıl arasında med cezirler yaşayan ve bu yüzden dış dünyaya yansıyan davranışla­rında gerçek mümine yaraşan ve yaraşmayanlari birbirine karıştıran, hem iyi hem kötü şeyler yapan tipler de vardır. Bunlar dış etkilerin uzağında bir nefis muhase­besi yaptıklarında davranışlanndaki bu uyumsuzluğu farkedip pişmanlık duyarlar. Yukarıdaki bazı âyetlerde belirtildiği üzere, bunlar gerçek mânada inanmadığı hal­de inanmış gibi görünenlerin girdiği yola girmeyip kendilerini mazur göstermeye çalışmazlar, günahlarım itiraf ederler. İşte âyette bunların bu pişmanlıklarının ken­dilerine fayda sağlayacağı, yüce Allah'ın onları bağışlayacağı ifade edilmiştir. "Umulur ki" şeklinde tercüme edilen "asâ" yardımcı fiilinin Cenâb-ı Allah hakkın­da kullanılması, belirtilen hususun gerçekleşeceği anlamındadır; zira Allah'ın ke­remine sınır yoktur, O bir işle ilgili ümit verici ifade kullanmışsa, bu o işin olaca­ğını gösterir. [211]

Âyetin inmesine vesile olan olayla ilgili rivayetlerin ayrıntılarında farklılık­lar bulunmakla beraber bunlar, âyette, durumları müsait olduğu halde Tebük Sefe­ri'ne katılmaktan kaçınıp sonra samimi olarak pişmanlık duyan ve mazeret üretme cihetine gitmeksizin hatalarını itiraf eden kişilere işaret edildiği noktasında birle­şirler. Sayılan ve kimlikleri ile ilgili farklı rivayetler bulunan bu kişiler sefere çık­maktan geri kalanlarla ilgili âyetleri duyunca öylesine bir vicdan azabı ve pişman­lık hissetmişlerdi ki, kendilerini Mescid-i Nebevi'nin direklerine bağlamışlar ve kcsûlullah kendilerini çözmedikçe orayı terketmeyeceklerine yemin etmişlerdi. Uz, Peygamber seferden döndüğünde âdeti üzere önce mescide gitti, onları bu sordu. Çevredekiler durumu açıklayınca Resûlullah vahiy gelinceye kadar kendisinin de onları çözmeyeceğine ve özürlerini kabul etmeyeceği­ne yemin etti. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve Hz, Peygamber adam gönderip onlan çözdürdü ve özürlerini kabul etti . [212]

 

103. İmkânları olduğu halde Tebük Seferi'ne katılmayan ve bunun pişmanlı­ğını yaşayan kişiler, mallarını getirip Resûlullah'a takdim etmişler, kendilerini arındırmak üzere bunları almaşım ve sadaka olarak dağıtmasını, bir de bağışlanma­ları için dua etmesini istemişlerdi. Hz. Peygamber ise kendisine böyle bir şey em-redilmediğini ve onların mallarından alamayacağını söyledi. Âyet bunun üzerine indi[213] Âyeti bu rivayeti esas alarak yorumlayan âlimlerin bir kıs­mı buradaki sadaka ile, günahlara kefaret olmak üzere alınan gönüllü bağışların kastedildiği kanaatindedir. Aynı rivayetin ışığında yorum yapan bazı âlimlere gö­re -yaptıklarından nedamet duyan bu kişiler- zaten zekât ile yükümlüydüler; âyet Resûlullah'tan onların daha önce vermekten kaçındıkları zekâtı kabul etmesini is­temiş oldu. Fakihlerin çoğunluğuna göre ise âyet yeni bir sözün başlangıcıdır ve burada farz olan zekâtın alınması konusuna temas edilmektedir. [214]

Kur'an daha Mekke döneminin ilk yıllarında Allah'ın birliği (tevhid) inancı ile sosyo-ekonomik dengenin kurulması ve korunması arasında çok sıkı bir bağ bulunduğunu müslümanların kafalarına ve gönüllerine yerleştirmiş, malî yüküm­lülükleri belirli kurallara bağlamadan önce toplumun bu yönde bilinçlendirilmesi­ne ağırlık vermiştir. Bu arada Mekke döneminde İnen sekiz âyette zekât kelimesi de kullanılmıştır; fakat bu âyetlerde geçen zekât kelimesiyle, Medine'de farz kılı­nan nisabı, nispeti belirli, harcama yerleri gösterilmiş zekâtın kastedilmediğİ açık­tır. Bu dönemde de zekât dinî bir yükümlülük olmakla birlikte, bu görev mutlak nitelikteydi, müsliimanlar bunun miktarını durum ve şartlara göre belirtiyorlardı, Hz. Peygamberin Medine'ye hicreti sırasında ilk dinlenme yeri olan Küba'da okuduğu hutbeden itibaren malî yükümlülükler konusu âyetlerde ve hadislerde da­ha yoğun bîr biçimde işlenmeye başlamış, bu dönemde yirmi iki âyette daha zekât kelimesi mârife (belirli isim) olarak kullanılmıştır. Bu arada Mekke döneminde ol­mayan ve zekât ile eş anlamlı kullanıldığı genellikle kabul edilen sadaka kelimesi on iki ayrı Medenî âyette yer almıştır. Zekâtla ilgili âyetler ve tarihi bilgiler ışığın­da nisabı ve miktarları belirli zekâtın -kesin olmamakla beraber- hicretin 2. yılın­da ramazan orucundan hemen sonra farz kılındığı anlaşılmaktadır. 9. yılda bu âyetle farz kılındığını İleri süren âlimlerin bu görüşünü ise, zekâtın devlet tarafın­dan düzenli bir şekilde toplanıp dağıtılmaya bu tarihte başlanmış olduğu şeklinde açıklamak mümkündür.

Sözlükte "artma, çoğalma, arıtma, övgü ve bereket" gibi anlamlara gelen zekât, terim olarak, Allah'ın Kur'an'da belirttiği yerlere harcanmak üzere farz kıldı­ğı, dinen zengin sayılan kişilerin mallarından alınan belirli payı ifade eder. Ayrı­ca, bu payın maldan çıkarılması işlemine de zekât denir. Malî bir ibadet olan ze­kâtın Kur'an'da ve hadislerde hemen her zaman, bedenî bir ibadet olan namazla birlikte zikredilmesi bu iki dinî görev arasındaki güçlü bağı gösterir. Her şeyden önce bir ibadet olan zekâtın, birçok insanî ve ahlâkî hedefleri ve iktisadî gayeleri vardır. Dolayısıyla, Allah'ın buyruğuna uyarak O'nun hoşnutluğunu kazanma amacıyla zekâtın yerine getirilmesi kulun dünya ve âhiret mutluluğuna vesile ol­duğu gibi. topluma da birçok faydalar sağlar.

Zekâtın harcama yerleri Kur'an'da tek tek sayılmış olmakla beraber. [215]  zekât yükümlüleri, zekâta tâbi mallar, zekât yükümlülüğünün alt sınırı (ni-sab), ödenecek miktar, Ödeme zamanı ve şekli gibi konular daha çok Hz. Peygam-ber'in söz ve uygulamaları İle açıklığa kavuşturulmuştur. Bununla birlikte âyet ve hadislerin yorumlanmasındaki farklılıklar nedeniyle bazı meselelerde fıkıh dokt­rinleri arasında görüş ayrılıkları bulunmaktadır. [216]

Âyetin "arındırmak ve temize çıkarmak üzere" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmında geçen arındırma ve temize çıkarma fiillerinin öznesinin Hz. Peygamber olduğu kanaati hâkimdir. Birinci fiilin sadakanın sıfatı olduğu görüşü esas alındı­ğında ise âyete "Onların mallarından, kendilerini temize çıkarmak üzere onlan arındıracak sadaka al!" şeklinde mâna vermek gerekir. Bu fiillerden ilkinin mas-dan olan tathîr, "günahların onların üzerinde bıraktığı kötü etkileri gidermek", ikincisinin masdan olan tezkiye ise "iyice temizlemek, bereketini arttırmak" mâ­nasına gelir. Öte yandan "senin duan" diye tercüme edilen "salâteke" tamlaması, (Hz. Peygamber'e hitaben) "senin onlar için duada bulunman, günahlarının bağış­lanmasını istemen" anlamıyla, "onlara huzur verir" diye tercüme edilen "sekenün lehtim" ifadesi de "onlar İçin rahmettir, tövbelerinin kabul edildiği inancı sağlar ve gönüllerini huzura kavuşturur, onlan şereflendirir" şeklinde açıklanmıştır. [217]

 

104. Gerek henüz tövbeye yönelmemiş olanlara gerekse tövbe edip de sonu­cu hakkında endişe duyanlara hitap edilerek, yalnız Allah'ın tövbeleri kabul etme yetkisine sahip olduğu ve başka kapılardan medet umanların hayal kırıklığına uğ­rayacaktan hatırlatılmakta, Allah'ın engin rahmetine gönülden İnanmış olanların ise samimiyetle yaptıkları tövbe ve yakarmanın Allah katında mutlaka karşılık bu­lacağından şüphe etmemeleri istenmektedir. "Sadakaları kabul buyuran da O'dur" diye çevirdiğimiz cümle lafzı karşılığı "sadakaları da O alır" şeklindedir. Cenâb-i Allah'ın kendisi hakkında bu ifadeyi kullanması şöyle açıklanabilir: Resûluüah'a sadakaları alması emredildikten sonra bu malî vecîbenin asıl kaynağının ilâhî ira­de, gerçek kabul merciinin de Allah Teâlâ olduğu belirtilerek, bu buyruğa konu olan fiilin ve buyruğa uyanların O'nun katında ne kadar değer taşıdığına işaret edilmiştir. [218]

 

105. Bazı hatalı davranışlarda bulunmakla beraber bunlardan pişmanlık du­yan ve Allah'tan bağışlanma dileyen kişilere, sırf tövbe İle yetinmeyip Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için durmadan çalışmaları ve hatalarını bu yolla da telâfi etme çabası içine girmeleri istenmektedir. Âyete kendi bağlamı içinde böyle mâ­na verilebilirse de, esasen hatasız kul olmadığı dikkate alınırsa burada daha genel bir hitabın bulunduğu, herkesin elindeki imkânları en iyi biçimde değerlendirerek çalışıp çabalamasının İstendiği, fakat kendisini başı boş değil daima bir murakabe altında hissetmesi gerektiğinin hatırlatıldığı söylenebilir. Burada ilginç bir nokta, Allah ve Resulü'nün görmesinden başka müminlerin görmesinden söz edilmiş ol­masıdır; böylece -insanın toplumsal yasaların etkisi altında davranışlarına çeki dü­zen vermesi tabii olmakla beraber- Allah katında önem taşıyan değerlendirmenin iman temeli üzerine kurulmuş ve âhiret sorumluluğu bilincine sahip toplumun de­ğerlendirmesi olduğuna işaret edilmektedir. Fakat her halükârda nihaî hesabın Al­lah'ın huzurunda verileceği unutulmamalıdır; âyetin son cümlesinde bu hususa dikkat çekilmiştir. [219]

 

106. Tefsirlerde genellikle, Tebük Seferi'ne katılmadıkları için pişmanlık duymakla beraber 102. âyette belirtilenlerin aksine hatalarını itiraf etmeyen ve sü­ratle tövbeye yönelmeyen bir guruba işaret edildiği belirtilir. Yaygm rivayete gö­re burada sözü edilen kimseler, 118. âyette -çileli bir bekleyişten sonra- tövbeleri­nin kabul edildiği bildirilen üç kişidir. [220]  Bu husus dikkate alınarak âyetin baş kısmına "Bir diğer grup ise umutlarını Allah'ın buyruğuna bağlamış beklemektedirler" şeklin­de mâna vermek de mümkündür. Yine, âyetin "tövbelerini kabul edecektir" şek­linde tercüme ettiğimiz kısmım "onlara tövbe nasip edecektir" şeklinde çevirmek de mümkündür. Bu âyetle 107. âyet arasında bağ kurarak orada değinilen müna­fıklardan bir grubun kastedildiği yorumunu yapanlar olmuşsa da [221] bu yorum zayıf görünmektedir. Zira 101,102 ve 106. âyetlerde üç farklı grup­tan söz edilmekte, bunlardan ikinci ve üçüncü gruptakilerin sefere katılmamaktan Ötürii pişmanlık duydukları anlaşılmakta, sonuncular hakkında ise kesin hüküm belirtilmemektedir; oysa müteakip âyetlerde değinilecek olan münafıklar kesin ifadelerle mahkûm edilmektedirler.

Âyette değinilen kişilerin akıbeti hakkında kullanılan ihtimalli ifade, kuşku­suz Cenâb-ı Allah açısından bir tereddüde işaret için değil, o kimselerin ruh halle­rini açıklamak ve korku ile ümit arasında bulunduklarını belirtmek içindir. [222]

 

Meali

 

107. Bir de şunlar var ki, zararlı eylemler gerçekleştirmek, inkarcılıkla­rını pekiştirmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulü'ne savaş açmış kişi lehine fırsat kollamak üzere bir mescid yapmışlar­dır. "Amacımız sadece iyilikti" diye de yemin edecekler, Allah şahit, onlar ke­sinkes yalancıdırlar. 108. Orada asla namaza durma! Daha ilk günden takva temeli üzerine kurulan mescid, namaz kılman için elbette daha uygundur; burada gerçekten arınmak isteyen adamlar vardır. Allah da temizlenenleri sever. 109. Binasını Allah'a saygı ve O'nun hoşnutluğunu kazanma temeli ii/erine kuran mı daha iyidir yoksa binasını kaymak üzere olan bir uçuru­mun kenarına kurarak onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan mı? Al­kili kötülükte ısrar eden kimseleri doğru yola iletmez, 110, Onların kurduğu l»iııa, yürekleri paramparça olmadığı sürece içlerinde bir huzursuzluk kayna­cı olmaya devam edecektir. Allah bilen ve hikmetle yönetendir. [223]

 

Tefsiri

 

107-110. Yesrib'deki (Medine) Hazrec kabilesinin ileri gelenlerinden Ebû Aıım isimli bir şahıs Hıristiyanlığı benimsemiş ve bu alanda bilgilerini ilerletip |M|u/ ninnisin. Resûlullah'm Medine'ye göç etmesi bu ve benzeri kimselerin menfaatlerine teis düşüyordu. Bu yüzden Ebû Âmir Medine'ye geldiği günden iti­baren Hz. Peygamber'e muhalefet etti ve onun düşmanları olan Mekkeli müşrik­lerle ittifak içine girdi. Bu muhalefeti sürdürebilmek için bazı adamlarıyla birlikte Mekke'ye gitti ve Bedir Savaşı'nda müslümanlara karşı savaştı. Bedir yenilgisine müşriklerden daha fazla üzüldü ve onların intikam duygularını harekete geçirdi. Ayrıca gerek Uhud gerekse Hendek savaşlarında hazır bulunup Medineli hemşeh­rilerini Resûlullah ve müslümanlar aleyhine tahrik etmeye çalıştı. Bunda başarılı olamayınca Mekke'ye yerleşti. Mekke müslümanlar tarafından fethedilince Taife geçti. Huneyn Savaşı'nda Hevâzin kabilesi yenilgiye uğrayınca da Şam'a kaçtı. Şam'a kaçarken münafıklara "Olabildiğince hazırlık yapın, ben Bizans imparato­runa gidip kuvvet getireceğim, Muhammed'İ ve arkadaşlarım Medine'den çıkara­cağım" diye haber gönderdi. Ebû Âmir'in Medine'deki münafıklarla yaptığı iş bir­liği çerçevesinde hazırlanan oyunlardan biri mescit süsü verilen bir toplanma yeri İnşa edilmesiydi. Münafıklar gerçekte kötü niyetle, fakat Mescid-i Kubâ ve Mes-cid-İ Nebî'ye uzakta oturan yaşlıların cemaate yetişemediklerini, diğer insanların da soğuk ve yağmurlu gecelerde anılan mescidlere ulaşmalarındaki zorlukları ba­hane ederek Sâlİm b. Avf kabilesinin bulunduğu yerde bir mescid inşa ettiler. Re* sûlullah'ın onayını alıp bu yapıya meşruiyet kazandırmak üzere kendisinden mes­cidi ibadete açmasını ve dua etmesini İstediler. Hz. Peygamber o sırada Tebük Se­feri'nin hazırlıklarıyla meşgul olduğunu belirtti ve "İnşaallah döndüğümüzde ora­da namaz kılarız" buyurdu. Tebük seferi dönüşünde münafıklar tekrar aynı talep­le müracaatta bulundular, İşte Resûlullah gerçekte fesat ve nifak yuvası olarak in­şa edilen bu mescidde namaz kılmak üzere oraya gitmeye hazırlanırken bu âyetler nazil oldu. Âyetteki bu uyarı üzerine Hz. Peygamber anılan mescidi yıktırdı. Âyet­teki "zararlı eylemler gerçekleştirmek üzere yapılmış mescid" anlamına gelen İfa­deden hareketle siyer ve İslâm tarihi ile ilgili eserlerde, yıkılan bu yapı Mescid-i Dırâr adıyla antlagelmîştir. [224]

108. âyette "daha ilk günden takva temeli üzerine kurulduğu" bildirilen mes­cidin hangisi olduğu hususunda ilk dönem İslâm âlimlerinden nakledilen rivayet­ler iki noktada toplanır. Bunlardan birine göre maksat Mescid-i Nebevî, diğerine göre Küba Mescidi 'dİr. Taberî birinci görüşü destekleyen rivayetleri daha sağlam bulmaktadır. [225]

110. âyette geçen ve "huzursuzluk kaynağı" diye çevirdiğimiz rîbe kelimesi, "kuşku, erişilmez emel, pişmanlık ve kin" gibi mânalara gelmektedir. Bunlardan hareketle şu yorumlar yapılmıştır: Münafıkların mescidi yaparken içlerinde taşıdıkları kuşku ve nifak sürüp gidecektir; o binayı yaparken gözettikleri amaç erişil­mez bir hayal olarak kalacaktır; böyle bir iş yapmaktan duydukları pişmanlığı hep yaşayacaklardır; binanın yıktırılmasından dolayı duyduktan  kin devam edip gide­cek ve bütün bu duygular sebebiyle devamlı bir huzursuzluk içinde yaşayacaklar­dır. Âyetin "yürekleri paramparça oluncaya kadar" diye çevirdiğimiz kısmıyla, kalplerinin bu konuyla olan bağı tamamen kopuncaya kadar devam edeceğine işa­ret edilmektedir. Müfessirlerin çoğunluğu bu bağın kopmasını "ölüm" olayı ile açıklamışlar ve âyete "Onlar ölmedikleri sürece bu konudaki kuşkuları sürer gider" şeklinde mâna vermişlerdir. Bununla birlikte "Onlar yaptıkları aşırılıktan yürekle­rini parçalayacak derecede pişmanlık ve üzüntü duyarak tövbe edinceye kadar kuş­kulan devam eder" yorumu da yapılmıştır. [226]

Bu âyetler belirli bir olay vesilesiyle inmiş olmakla beraber, özellikle 109. âyette soyut bir anlatım biçimiyle ortaya konan ölçü dikkate alınırsa, burada tem­silî bir örnekten hareketle şu mesaja ağırlık verildiği görülür: İki yüzlü davranan­lar arasında zararlı eylemler planlayan, inkarcılığı örgütlemeye ve müminlerin ara­sına aynlık sokmaya çalışanlara karşı uy anut olunmalı, onlann iyi niyet iddiaları ihtiyatla karşılanmalıdır; Allah'ın nzâsına takva esası üzerine kurulu işlerle erişi­lir ve Allah kötülüklerden arınmayı samimi olarak isteyen kişileri sever; iki yüzlü davranmayı huy haline getirenlerin yürekleri kuşkunun esiri olur ve ölünceye ka­dar kendi kişiliklerini bulamadan bu kuşkunun girdabında bocalar dururlar; dün­yada böyle bir bunalımı yaşadıkları gibi âhirette de acı bir sonla karşılaşacaklar­dır, zira onlann akıllarınca başarı gibi görünen eylemleri aslında uçurumun kena­rına yapılmış binadan farksızdır, kısa bir süre sonra bu bina onların cehenneme yu-varlaiunalan sonucunu doğurur. [227]

 

Meali

 

111. Allah, kendi yolunda çarpışırlarken öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır. Bu, Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an Ma yer almış gerçek bir vaadidir. Kim Allah'tan daha fazla sözüne bağlı olabilir? O halde yaptığınız bu anlaş* madan ötürü sevininiz. İşte büyük bahtiyarlık da budur. 112.0 tövbekarlar, ibadet edenler, hamdedenler, dünyada yolcu gibi yaşayanlar, rükûya varan­lar, secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten alıkoyanlar, Allah'ın sınırla­rım gözetenlerdir o bahtiyarlar); müjdele o müminleri! [228]

 

Tefsiri

 

111. Bazı tefsirlerde bu âyetin Hicret'ten az önce İkinci Akabe Biati sırasın­da Resûlullah ile ona destek sözü veren Medineli müslümanlar arasında geçen bir konuşma üzerine nazil olduğuna dair bir rivayet yer almaktadır. [229]  Nakledilen bu konuşmanın anılan görüşmeler sırasında cereyan etmiş olması muhtemel olmakla beraber, âyetin içe­riği ve bağlamı Tebük Seferi'ne yakın bir tarihte indiği kanaatini güçlendirici ni­teliktedir ve daha Mekke dönenıindeyken indiğini kabul etmeye elverişli görün­memektedir. [230]  Âyetin Medine'de Mescid-İ Nebevî'de indi­ğini, müslümanlar tarafından büyük bir sevinçle karşılandığını ve ensardan bir ki­şinin yukarıda İşaret edilen konuşmada geçen "Doğrusu bu kârlı bir alışveriş! Ar­tık ne vazgeçer ne vazgeçilmesine razı oluruz" ifadesini kullandığını belirten riva­yet de bu kanaati desteklemektedir. [231]

Esasen evrendeki bütün varlıklar, bu arada insanlann can ve malları Allah'ın hükümranlığı altında olmakla beraber, insanın yine İlâhî iradeyle tâbi tutulduğu sına­vın bir uzantısı olarak yüce Allah "canlar"ı ve "mallar"ı müminlere izafe etmiş, on­ların bu sınavdaki seçme özgürlüğüne dikkat çekmiştir. Âyette müminler için kâr, ka­zanç, başarı kavramlarının dünya ile sınırlı olamayacağı, mutluluk anlayışının dünye­vî hazlar içine hapsedilemeyeceği fikri, satım sözleşmesi benzetmesinden yola çıkan edebî bir üslûp kullanılarak işlenmektedir. Müslümanların kritik bir durumda bulun­dukları sırada onları düşmana karşı savaşmaya özendiren bu âyette dahi ölümü ve öl­dürmeyi göze almanın ancak Allah'ın rızâsını kazanma amacını taşıdığı ve Allah'ın huzurunda yapılan bir anlaşma çerçevesinde, yani O'nun koyduğu ilkelere uygun bi­çimde cereyan ettiği takdirde bir değer ifade edeceğinin belirtilmesi, beşerî ihtiraslar ve dünyevî çıkarlar uğrunda canını ortaya koymanın budalaca bir cengâverlik veya sonuçlan dünya hayatıyla sınırlı bir kumarbazlık, bu amaçla başkalarının canına kıy­manın da altından kalkılamaz bir vebal olduğunu gösterir.

Allah yolunda mal ve canla cihadın değeri sadece Kur' an'da değil Tevrat ve İncil'de de vurgulanmıştır. [232]

 

112. "Dünyada yolcu gibi yaşayanlar" şeklinde tercüme ettiğimiz "es-sâ-ihûn" kelimesinin sözlük anlamı "seyahat edenler"dir. Birçok sahâbî, Hz. Pey-gamber'in "ümmetimin seyahati oruçtur" mealindeki bir hadisine dayanarak âyet­teki bu kelimeyi "oruç tutanlar" şeklinde yorumlamışlardır. [233]  Seya­hat ve oruç arasındaki benzerlik daha çok şu şekilde açıklanmıştır: Her ikisinde ki­şi birtakım zorluklara ve mahrumiyetlere katlanır; seyahatte kişi görmediği bilme­diği yerleri ve durumları görüp gözlemleyebilir, oruç tutan mümin de ruhen yüce-lerek melekût âleminin birtakım Özel hallerine muttali olabilir. Bazı ilk dönem mü-fessirleri bir başka hadise dayanarak aynı kelimeyi "cihad edenler" biçiminde açıklamışlardır. Kelimeyi sözlük anlamına göre yorumlayanlar, "yer yüzünde se­yahat edenler", "Mekke'den Medine'ye göç edenler", "ilim öğrenmek için yolcu­luğa çıkanlar", "Allah'ın birlik ve kudretini gösteren delilleri gözlemlemek ve on­lardan sonuçlar çıkarmak için yollara düşenler" gibi açıklamalar yapmışlardır. [234] Tercümemize esas olan düşünceyi de şöyle özetlemek mümkündür: Bu dünyanın fâni olduğunu unutmayanlar, ömür sermayelerini olabildiğince ebedî mutluluğa yatıranlar, dün­ya hayatlarını hep bir yolcunun şuuru içinde yaşarlar; bu ebediyet yolcuları, keli­menin yorumunda zikredilen güzel davranışlar içinde bulunurlar. [235]

 

Meali

 

113. Müşriklerin cehennemlik oldukları müminler nezdinde açıklık kazandıktan sonra, akraba bile olsalar Peygamber de müminler de onların ba­ğışlanmalarını dileyemezler. 114. İbrahim'in, babasının bağışlanması için yaptığı dua ise sırf ona verdiği bir sözden ötürüydü. Ama onun bir Allah düş­manı olduğu kendisine açıklanınca hemen bundan vazgeçti. İbrahim gerçek­ten çok duyarlı, yumuşak huylu biriydi. 115. Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine açıklamadan onları yol­dan çıkmış saymaz. Kuşkusuz Allah her şeyi en iyi bilendir. 116. Bilesiniz ki göklerin de yerin de hükümranlığı Allah'ındır. Yaşatan O'dur, öldüren O'dur. Allah'tan başka sizin için ne bir dost ne bir yardımcı vardır. [236]

 

Tefsiri

 

113-114. Âyetlerin, Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in veya annesinin bağışlanması için dua etmesi yahut bazı müminlerin müşrik olarak ölen yakınları­nın bağışlanmaları için dua etmeleri sebebiyle indiğine dair değişik rivayetler bu­lunmaktadır. [237] Sûrenin iniş zamanı ile ilgili bilgiler, 111. âyette hem Hz. Peygamber hem de müminlerden sö2 edildiği ve ardından gelen âyette de Hz. İbrahim örneğine değinildiği göz önüne alınırsa, asıl amacın belirli bir olayla ilgili bir hüküm veya açıklama getirmek değil, bu konuda bir ilkeye dik­kat çekmek olduğu anlaşılır ki bu da, hayatındaki bütün fırsatları bir kenara itip Allah'a şirk koşmakta ısrar ettiği ve o hal üzere öldüğü bilinen kişilerin bağışlan­ması için duada bulunmanın Allah katında tasvip edilen bir davranış olmadığıdır. Bazı müfessirlerce belirtildiği üzere, burada müşrikler için istiğfarda bulunma ya­sağı, onların şirk üzere öldüklerinin bilinmesi haliyle sınırlıdır. Bir kimse hayatta iken onun kâfir olarak öleceği bilinemeyeceğine göre, müminlerin henüz sağ olan İnançsız bir kişinin hidayete ermesi ve bağışlanması için dua etmelerine bir engel yoktur. [238]  Bu bağlamda Peygamberimizin Hz. İbrahim'in soyun­dan olduğu, hayatta olduğu sürece hiç kimseyi imansız öleceğini varsayarak Allah düşmanı ilân etmediği, hatta münafıkların reisi Abdulah b. Übey öldüğünde iyi bir mümin olan oğlunun onun cenaze namazını kıldırması yönündeki ricasını dahi reddetmemeye çalıştığı da hatırlanmalıdır.

Hz. İbrahim'in babası için duadan vazgeçmesi, birçok müfessir tarafından, babasının müşrik olarak öldüğünden emin olması üzerine istiğfarı bırakması şek­linde açıklanmıştır. Bazı müfessirler ise bir rivayetten yola çıkarak, âhirette baba­sının sırattan geçebilmek için kendisinden yardım isteyeceği, fakat müşrik olarak öldüğünü açıkça görmesi üzerine yardımda bulunmayı reddedeceği yorumunu yapmışlardır; fakat bunu teyit eden sağlam bir delil bulunmamaktadır. İbn Atıyye bıı yorumun zayıf olduğunu belirtmekte (III, 91), Taberî de birinci yorumu daha isabetli bulmaktadır. [239]

"Çok duyarlı" diye tercüme ettiğimiz evvâh kelimesine, bazı hadislerdeki kullanımlar da dikkate alınarak "çok dua eden, merhameti bol, derin anlayış sahi­bi, yürekten inanmış, Allah'ı çok teşbih eden, Allah kelâmını çok okuyan, mane­vî ıstıraplardan ötürü derin teessürleri olan, kalbi yanık, âh edip inleyen, kavrama gücü yüksek, huşu içinde Allah'a yalvaran" gibi mânalar da verilmiştir. [240]

 

115-116. Yüce Allah 115. âyette İslâmiyet'in temel ilkelerinden birini hatır­latmakta, sakınacakları hususlarda yeterli bir bildirim gerçekleşmeden insanların sorumlu tutulmayacaklarını belirtmektedir. Ayrıca, gerek bu gerekse müteakip âyette, hidayete erdirenin Altah olduğuna ve O'ndan başka tam manasıyla güveni­lip dayanılacak dost bulunmadığına dikkat çekilmektedir. Şu var ki, Kur'an'ın başka âyetleri ışığında, Allah Teâlâ'mn bu hidayeti nasip etmesinin kulun niyet ve irade sınavındaki başarısıyla irtibatlı olduğu göz ardı edilmemelidir. [241]

 

Meali

 

117. Şu bir gerçek ki Allah, Peygamber'e ve o sıkıntılı zamanda, içlerin­den bir gurubun moralleri bozulmaya yüz tuttuktan sonra bile ona bağlılık­larını koruyan muhacir ve ensara lütfuyla muamele etti ve sonra da hepsinin lövbeterini kabul etti. Allah onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir. 118. Allah geriye bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etti. Sonunda, bütün ge­nişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmeye başlamış, vicdanları kendileri­ni sıkıştırmış ve Allah'tan başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı, llıınun üzerine O da eski durumlarına dönmeleri için onlara tövbe nasip etti. HİÇ şüphesiz Allah, tövbe kapışım alabildiğine açık tutan ve rahmetiyle kusa­nındır. [242]

 

Tefsiri

 

117. Tevbe kelimesi Allah'a izafe edildiğinde, Allah'ın, kulunun durumunu daha iyi bir hale çevirmesi, ona tövbe nasip etmesi ve tövbesini kabul etmesi mâ­nalarına gelir. Âyetteki (tevbe kökünden türetilmiş olan) birinci fiili "kulun duru­munu daha iyiye çevirme" mânasında anlamak bağlama daha uygun düşmektedir. Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e Tebiik Seferi'nin meşakkatlerine katlanıp bu seferi başarıyla tamamlamayı, büyük sevap ve müslümanlar İçin hayırlı neticeler elde et­meyi nasip etmiş, önceki durumuna göre onu daha mütekâmil bir duruma getirmiş­tir. Resûlullah'a bağlılıklarını koruyan muhacir ve ensara da bu zorlu sınav ile ku­surlarından daha bir arınma ve ilâhî rızâya daha fazla yaklaşma fırsatı sağlamıştır. Moralleri bozulmaya yüz tutanlara, yani Hz. Peygamber'in sefer kararını birtakım tereddüt ve olumsuz düşüncelerle karşılayan veya sefer sırasındaki güçlüklerden ötürü geri dönmeyi akıllarından geçirmeye başlayanlara gelince, bağışlamak sure­tiyle onları bu aşağı mertebeden kurtarıp durumlarını iyileştirmiştir. [243]

"Sıkıntılı zaman" tamlamasıyla Tebük Seferi'nin kastedildiği hemen bütün müfessirlerce kabul edilir. Gerek bu sefere hazırlık esnasında gerekse sefer sıra­sında Resûlullah ve müslümanlar büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Siyer ve tefsir ki­taplarında bazı sahâbîlerin yaptıkları fedakârlıklar, bir damla suya, bir lokma yi­yeceğe ihtiyaç duyar hale gelen İslâm ordusunun bu sıkıntıdan kurtulması İçin Re-sûl-İ Ekrem'in yaptığı dualar ve bunların mucizevî sonuçlarıyla ilgili birçok riva­yet yer alır[244]

 

118. Tebük Seferi'ne katılmamaktan ötürü pişmanlık duymakla beraber he­men özür dilemeyen ve tövbeye yönelmeyen üç kişiden söz edilmektedir. Rivayet­lere göre bu üç kişi Kâ'b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî'dir. Hz. Peygamber seferden dönünce, sıhhî ve malî durumları elverişli olduğu halde sefe­re katılmayan ve hemen günahlarını itiraf edip tövbeye yönelmeyen bu üç kişinin yüzüne bakmadı. Müslümanlar da Resûlullah'a uyarak geçici olarak onlarla ilişki­lerini dondurdular. 106. Âyette kendilerinden "Bir diğer grubun durumu ise Al­lah'ın hükmüne kalmıştır; ya onlara azap edecek veya tövbelerini kabul edecektir" diye söz edilen bu kişiler yaklaşık elli gün süren çileli bir bekleyiş içine girdiler. Nihayet bu âyetin nazil olmasıyla tövbelerinin samimi olduğu ve Allah tarafından kabul edildiği bildirilince yüzleri güldü; Resûlullah'ın ve müslümanların arasına döndüler, âdeta hayat onlar için yeniden başlamış oldu.

Âyetin "geriye bırakılan" diye çevirdiğimiz kısmını "Tebük Seferi'nden ge­ri kalanlar" şeklinde yorumlayanlar bulunmakla beraber, çoğu müfessirler 106,âyetle irtibatlandırarak buna "bağışlanmalan ertelenenler" mânasını vermişlerdir; olaya konu olan sahâbîlerden yapılan nakiller de bu anlamı desteklemektedir. [245]

 

Meali

 

119. Ey îman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğrularla be­raber olun. 120. Medine ahalisi ve çevresinde bulunan bedeviler Resûlullah'a katılmaktan kaçınamaz ve onu bırakıp kendi canlarının derdine düşemezler. Çünkü onlar Allah yolunda ne zaman bir susuzluk, yorgunluk ve açlığa mâ­ruz kalsalar, kâfirleri öfkelendirecek biçimde bir yere ayak hassalar veya düşmana karşı bir başarı elde etseler, bunların her biri mutlaka onlar için iyi birer amel olarak yazılır. Allah iyilerin emeğini asla boşa çıkarmaz. 121. Yi­ne, onlar küçük olsun büyük olsun hayır yolunda bir harcama yaptıklarında, bir yol katettiklerinde, bu, -Allah'ın onlara yapmış olduklarından daha güze-liyle karşılık vermesi için- muhakkak onların lehine yazılır. 122. Bununla be­raber müminlerin hepsinin toptan savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların iut kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve sefer-ılctı donen topluluğu uyarmak üzere geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. [246]

 

Tefsiri

 

119. Önceki âyetlerde işlenen konuyla bağlantı kurarak yorum yapan müfes-.m 1er "doğrular" diye çevirdiğimiz sâdıkûn kelimesini Hz. Peygamber ve onun ashabı şeklinde açıklarlar. [247] Buradaki hitabın genelliğfl ve Kur'an'daki kullanımlan dikkate alınırsa bu kelimeye, "özü sözü bir olan ve? dü­rüst davranan kişiler" mânası vermek daha uygun olur. Kuşkusuz bu niteliği taşı­yan örnek şahsiyetlerin başında peygamberler ve Peygamberimiz Hz. Muhamtmed ile ona gönülden bağlanmış sahâbîleri gelir. "Doğrularla beraber olma" buyruğu­nun, onlarla maddî bir beraberlik içinde olmaktan çok, bu sayede elde edilecek doğruluk erdemiyle onlar gibi davranmayı hedeflediği açıktır. Buna göre "Allah'a saygıda kusur etmeme, O'na karşı gelmekten sakınma çabası gösterme" gibi mâ­nalarla açıklanabilen takva kavramının sıdk kökünden gelen sâdıkûn kavranPiyla birlikte kullanılmış olması, tam anlamıyla takvaya erişebilmenin ancak doğruluk -la birlikte gerçekleşebileceğini gösterir. [248]

Sıdk, insanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyi­likten yana olması anlamında bir ahlâk terimidir. Sıdk kelimesi ve türelleri Kur'an'da ve hadislerde sıkça geçer. İslâm ahlâkçıları da bu iki ana kaynakta tut­tuğu önemli yere paralel olarak, sıdk kavramına eserlerinde geniş yer vermişler, çeşitli tutum ve davranışlara göre başlıca altı tür sıdktan söz etmişlerdir:

a) Konuş­mada dürüstlük. Dinî ve sosyal bir zarara yol açmadıkça söylenen her sözün ger­çeği yansıtması gerekir, b) Niyet ve iradede dürüstlük. Davranışların özü ve ruhu niyettir; bu itibarla kişi önce kendi niyet ve iradesinde dürüst olduğundan emin bu­lunmalıdır. Nitekim birçok âyet ve hadis, davranışlarda niyetin önemini vurgula­mıştır.

c) Karar dürüstlüğü. Kişi bir işin iyi olduğuna inanmışsa onu yapmaya, kö­tü olduğuna inanmışsa ondan uzak durmaya karar vermelidir.

d) Kararında durma dürüstlüğü. Bir konuda verilmiş karan uygulamak ve caymadan sürdürmek, Harar vermekten daha güçtür; fakat kararın değeri onu uygulamadaki dürüstlüğe bağlı­dır. Karar verme ve kararında durma dürüstlüğü özellikle kötü alışkanlıklardan tövbe edip bir daha bunlara dönmeme konusunda önem taşır. Kötü bir İşe karar ve­rilmiş olması halinde bundan caymak İse yeni bir doğru karar almak ve uygulamak anlamına gelir

e) Amelde dürüstlük. Ahlâk bilginleri amel bakımından sıdkı, iyi­likleri gösteriş yapma ve çıkar gütme gibi ahlâk dışı amaçlarla değil, sırf İyilik ol­duğu İçin yapma, kötülükleri de aynı anlayışla terketmedeki doğruluk ve düriist-lük şeklinde açıklarlar

f) Dinî ve manevî hallerde dürüstlük: Özellikle tasavvufi kaynaklarda havf (korku), recâ (ümit), tazım, zühd, rızâ, tevekkül, sevgi gibiinsa-nın Allah'a saygı ve bağlılığını gösteren yüksek dinî ve manevî hallerinde dürüst olması sıdkın en yüksek derecesi olarak gösterilmiştir. [249] Böylece, insanın sorumluluğa konu olan bütün hal ve hareketlerinde doğruluk ve dürüstlüğü, samimiyet ve iyi niyeti ifade eden geniş kapsamlı bir ahlâk terimi olan sıdkın, âyette büyük bir erdem kabul edildiği ve bu fazilete sahip olanların da, mü­minler için örnek ve önder şahsiyetler olarak gösterildiği söylenebilir. [250]

 

120-121, Esasen Medine halkı ve yakın çevresindeki bedevilerden Resûlul-lah'ın çağrısına uyup ona katılmaktan kaçınanların sayısının fazla olmadığı dikka­te alınırsa, burada, anılan bu kesimden "hiç kimseye" böyle davranmanın yaraş­mayacağını belirtmenin amaçlandığı söylenebilir. Yani âyet vakıayı tespitten ziya­de muhtemel bir gevşekliği önlemeyi hedeflemektedir. Örnek nesle örnek davra­nışların yakışacağı, vahyin kaynağına böylesine yakın muhatapların Hz, Peygam­ber'e itaatte daha bir duyarlı olmaları gerektiği ve bunun ecrinin de çok büyük ola­cağı temasını taşıyan bu âyetlerden, diğer müminlerin sorumluluklarının daha az olduğu ve samimi biçimde ortaya koyacakları fedakârlıkların daha az sevap kazan­dıracağı mânası çıkarılmamalıdır. Öte yandan, Peygamber şehrine özel atıfta bu­lunulması İslâmiyet'in daha çok orada şekillenmesi ve Peygamber'in yolunu izle­menin önemiyle ilgili olup, buradaki mesaj bütün çağları ve bütün mümin toplu­luklarını kuşatacak mahiyette genel ve süreklidir. [251]  120. âyetin "çünkü" diye başlayan kısmından itibaren 121. âyetin sonuna kadarki ifade akışı da bunu destekler niteliktedir. Şu halde bu âyetlerden, -diğer kimsele­rin görevlerinde bir eksiltme anlamı çıkanlmaksızın- bir görevin, özellikle dinî bir vazifenin ifasında konuya ilişkin bilgi ve yakınlığı daha fazla olanların daha bir sorumluluk bilinciyle davranmaları gerektiği; bu bilinç İçinde, samimi ve özverili olarak ortaya konan her davranışın Allah katında değer bulacağı ve asla boşa git­meyeceği sonucu çıkarılabilir.

120. âyetin "düşmana karşı bir basan elde etseler" şeklinde tercüme edilen kısmı, düşmanın öldürülmesi, esir edilmesi, savaş malzemelerinin ele geçirilmesi, hezimete uğratılması gibi mânalarla açıklanmıştır. [252]

"Bir yol katettiklerinde" diye çevrilen 121. âyetteki ifadenin lafzî karşılığı "bir vadiyi katettiklerinde" şeklindedir. Sözlükte "akarsu yatağı" anlamına gelen vâdî kelimesinin Araplar'ca daha çok "yeryüzü, arazi" anlamında kullanıldığı[253]  ve "kataa" fiiliyle kullanıldığı zaman "yol tepmek, yola devam ı'imck" mânalarının kastedildiği dikkate alınarak Muhammed Esed'in çevirisi [254] bizce de tercihe şayan bulunmuştur. [255]

 

122. Müfessirler âyetin iniş sebebi hakkında değişik rivayetler aktarmışlar­dı! . Bunlardan birine göre, önceki âyetlerde Resûlullah'uı savaş çağrısına olumlu kargılık vermeyenlerin ağır bir biçimde eleştirilmeleri sebebiyle oluşan hassasiyet Metlim- çevı rsiııdeki müslumanları veya yeni müslüman olan kimseleri ihtiyaç olmasa bile -muhtemel savaş çağrısına hemen uyabilme amacıyla- Medine'ye gel­meye yöneltmişti. Yakın içerikteki bir rivayete göre, varım yoğunu toplayıp Me­dine'ye gelen ve Resûlullah'ın yakınında olmaya, ondan dini daha iyi öğrenmeye çalışan bu kimselerin oluşturduğu izdiham Medine'nin yerli halkını rahatsız etme­ye başlamıştı. Bu rivayetler ışığında âyetin, şehircilik ve iskân politikalarında planlamanın önemine dikkat çekmek istediği düşünülebilir. Diğer bir rivayet ise şöyledir: Hz. Peygamber çevredeki vahalarda bulunan bazı topluluklardan belirli kimseleri oralardaki insanlara İslâmiyet'i öğretmek üzere yollamıştı; 120. âyet inince bu kişiler kendilerinin de bu kapsamda olduğunu düşünerek telâşlandılar ve hemen Medine'ye döndüler. [256]

Dinde yeterli bilgi sahibi olmaları istenenlerin sefere çıkanlar arasında mı yoksa geride kalanlar arasında mı bulunacakları hususunda da farklı yorumlar ya­pılmıştır. Bir yoruma göre maksat, Hz. Peygamber bir yere ordu gönderirken ken­disi Medine'de kalıyorsa, daha önce inen bazı âyetlerde yer alan topluca sefere çıkma buyruğu katı bir biçimde uygulanmamalı, Resûlullah yalnız bırakılmamalı ve bir grup onunla kalıp dinde yeterli bilgileri elde etmeye çalışmalıdır. Diğer bir yorum şöyledir: Her kesimden bir grup Resûlullah ile sefere katılmalı ve yanında bulunup ondan dini daha iyi öğrenmeye çalışmalıdır. Dinde yeterli bilgiye sahip olmaya çalışma buyruğunun sefere katılarak gerçekleşeceği noktasında bu yorum­la birleşen diğer bir izah tarzı, sefere iştirak edenlerin başta Allah'ın müslümanla-ra üstün lütufları ve onlara nasip ettiği zaferler olmak üzere sefer esnasında ders­ler çıkaracakları olayları gözlemleyecekleri, sonra bunları memleketlerine dön­düklerinde geride kalmış olanlara anlatacakları şeklindedir, Bu yorum esas alındı­ğında âyetin meali şöyle olmaktadır: "Onların her kesiminden bir grup dinde ye­terli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve döndüklerinde toplumlarını uyarmak üzere sefere çıkmalıdır  toplanmalıdır." Bu âyeti Tebük Seferi veya başka bir sefer ara­sında bağ kurmaksızın tefsir edenlere göre burada anlatılmak istenen şudur: Dini öğrenmek üzere bütün müslümanlann bizzat Hz, Peygamber'in yanına gelmeleri gerekmez; her topluluktan bir grubun gelip dinlerini öğrenmeleri ve sonra dönüp kendi topluluklarına onu anlatmaları yeterlidir [257]

Ayetin gramer açısından farklı anlamalara imkân veren bir söz dizimine sa­hip olması sebebiyle değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber, İslâm âlimleri genellikle bu âyette ilmin önemine değinildiğini kabul edegelmişlerdir. Bu nokta­dan hareketle yapılan izahları şöyle özetlemek mümkündür: Dinin sağlıklı bir biçimde tebliği için maddî güç ve düşmana karşı ordu hazırlamak yeterli değildir. İs­lâmiyet'in hedeflediği medeniyete ilimsiz, irfansız ulaşılamaz. Bu itibarla müslü-manlann kendilerini aydınlatacak ve gerekli durumlarda uyaracak derin bilgi sahi­bi kimseler yetiştirmek için üzerlerine düşeni yapmaları bir görevdir. Dinin doğru anlaşılması için yapılacak ilk iş kuşkusuz din ilimlerine gereken emeğin verilme­sidir; fakat dinin hedefi müslümanlann dünya ve âhiret mutluluğunu birlikte ger­çekleştirmek olduğundan, ilme ayrılacak emeğin -dar anlamıyla- din ilimleri şek­linde sınırlandırılması düşünülemez. [258]

 

Meali

 

123. Ey iman edenler! İnkarcılardan yakınınızda bulunanlarla savaşın. Bunlar sizin çetin gücünüzü görsünler. Biliniz ki Allah, buyruğuna karşı gel­mekten sakınanlarla beraberdir. [259]

 

Tefsiri

 

123. Veda haccı öncesinde bütün Arap beldeleri İslâm'ı kabul etmişti; İslâm coğrafyasına en yatan düşman topraklan hıristiyan Araplar'm oturduğu, Bizans hakimiyetindeki Suriye bölgesiydi. Buraya yapılan Tebük Seferi'nde savaş cere­yan etmemiş, Mûte Savaşı için bir misilleme yapılmamıştı. Dolayısıyla bu bölge, müslümanlann varlıklarım koruyabilmeleri ve İslâm'ın başka yerlerdeki insanlara tebliği açısından oldukça stratejik bir önem taşıyordu. Âyetin tarihî şartlar ışığın­da yorumlanması halinde bunu o dönemde müslümanlann yakın çevrelerini gü­vence altma alacak bir fetih hareketini sürdürmeleri yönünde bir buyruk olarak an­lamak uygun olur. Nitekim Hz. Peygamber vefatından kısa bir süre önce, Mûte Sa-vaşı'na sebebiyet veren Kudüs-Şam arasındaki hıristiyan Araplar'a karşı bir ordu sevketmeye karar vermiş ve Üsâme b. Zeyd'i bu orduya kumandan tayin etmişti.

Öte yandan âyetin bütün zamanlar için geçerli olmak üzere müslümanlara yönelttiği buyruk, kendi varlıklarım tehdit eden düşmanlarla savaşmalan ve bu ko­nuda özgüven duygulannı daima koruduklannı gösteren bir azim ve kararlılık içinde olmalandır. Âyetin "yakınınızda bulunan" diye çevrilen kısmından hareket­le düşmanlara karşı savaşma yükümlülüğünde mekân faktörünü öne çıkaran yo-ııııııliir yflftıhiHîMi dıı, düşmanın coğrafî faktör yanında başka yönlerden de yakın tehdit haline gelip gelmemiş olduğunun ölçü alınması gerektiği açıktır. Bu buyru­ğa Kur'an'ın bütünlüğü içinde bakıldığında, burada müslümanlann yakın çevrele­rindeki gayri müslimlerle hep savaş içinde olmaları gerektiği gibi bir mânanın bu­lunmadığı, sadece düşmanlık edenlere karşı ortaya konacak tavırdan söz edildiği kolayca anlaşılır. Bu arada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, âyette ortaya konması istenen sertlik ve güç, savaş şartlarının câri olduğu durumlarda tavizsiz ve kararlı davranma anlamındadır; normal şartlarda yürütülen insan ilişkilerinde, meselâ turizm ve ticaret gibi alanlarda müslüman olmayanlara karşı bu buyruğun işletilmesi düşünülemez. [260]

 

Meali

 

124. Ne zaman bir sûre indirilse, içlerinden "Bu hanginizin imanını art­tırdı ki?" diye soranlar çıkar. Ama bu, iman etmiş olanların imanını pekiştir­miştir ve onlar sevinç içindedirler. 125. Kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu onların kirlerine kir katmıştır ve onlar inkarcı olarak ölüp gitmişlerdir. 126. Görmüyorlar mı ki her yıl bir veya iki defa musibetlerle sulanıyorlar da yine tövbe etmiyorlar ve ibret almıyorlar. 127. Ne zaman bir sûre indirilse "Sizi birisi görüyor mu?" diye birbirlerine bakarlar, sonra sıvışıp giderler. Anlamamakta direndikleri için Allah da onların kalplerini çevirmiştir. [261]

 

Tefsiri

 

124-127. Sûrede ağırlıklı bir yere sahip olan münafıklar konusuna tekrar de­ğinilmekte, onların alaycı ve çirkin davranışlarının müminlere bir zarar veremedi­ği, hatta yürekten inanmış insanların imanlarını daha da güçlendirdiği, bu tutum­larının ancak kendi zararlarını artırdığı ifade edilmektedir.

126. âyette sözü edilen musibetler hakkında çeşitli açıklamalar yapılmışsa da[262]  münafıkların değişik vesilelerle gerçek ve çiıkin yii/lcıınin ortaya çıkmasına, rezil rüsvâ olmalarına rağmen bunlardan ders çıkarmadıkla­rına ve iki yüzlülükte ısrar ettiklerine işaret edildiği anlaşılmaktadır. [263]

 

Meali

 

128. Andolsun, size içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkın­tıya uğramanız ona ağır gelir, size çok düşkündür, müminlere karşı şefkat ve merhamet doludur. 129. Buna rağmen yüz çevirirlerse de ki: Allah bana ye­ter, O'ndan başka tanrı yoktur, ben yalnız O'na güvenip dayanırım; O, bü­yük arşın sahibidir. [264]

 

Tefsiri

 

128-129. Hz. Muhammed bir insan olarak içimizden biridir; fakat Cenâb-ı Allah onu vahiy alma ve peygamberlerin sonuncusu olma mertebesiyle onurlan­dırmıştır. Başka bir âyette "bütün varlıklar için rahmet" olarak nitelenen [265]  Resûl-i Ekrem'in müminlere karşı tutumuna ve hissiyatına ağırlık verilen 128. âyette o, Allah Teâlâ'nın iki güzel İsmi ile, "raûf' ve "rahîm" olarak nitelen­miştir; raûf "çok şefkatli", rahîm "çok merhametli" demektir. Yüce Allah'ın hiç-bİr peygamberini kendi isimlerinden ikisiyle birlikte anmamış olduğu dikkate alı­nırsa onun rabbimizin katındaki derecesi ve bütün bu açıklamalara rağmen ondan yüz çevirenlerin ne büyük ziyanda oldukları daha iyi anlaşılır. İşte 129. âyette Hz. Peygamber'den bu gibi bahtsızların tutumlarından üzüntü duymaması, sadece Al­lah'a güvenip dayandığını hatırlaması ve onlara da bunu duyurması istenmektedir[266]

Sûre Allah ve Resulü'nden bir bildirimle başladığı gibi, yine Cenâb-ı Hakk'ın resulü vasıtasıyla insanlığa yaptığı genel bîr uyan ile, büyük arşın sahibi­nin yegâne ilâh olan Allah olduğu vurgulanarak sona ermektedir. [267]



[1] Şevkânî, II, 378; Elmalılı, IV, 2441

[2] bk. Esed, 1,343

[3] Zemahserî. II. I3H; KM, XV, 2IH

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/3.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/4.

[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/4.

[6] Elmalık, IV, 2442-2443

[7] Derveze, XII, 66

[8] Âlûsî, X, 61

[9] Râzî, XV, 216; Mevdûdî, II, 179

[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/4-5.

[11] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/5-6.

[12] Ba­kara 2/40; Mâide 5/1,7

[13] Râzî, XV, 217

[14] Müslim, "Cihâd", 3; Tirmizî

[15] Elmahlı, IV, 2448

[16] Râzî, XV, 220

[17] Taberî, X, 59-62,65-66; Zemahşerî, II, 138; Râ­zî, XV, 219-220, 225

[18] X, 66

[19] nesî" hakkında bilgi için bk. âyet 37

[20] Taberî, X, 59-63,65-66,77; Râzî, XV, 219

[21] bk. âyet 36

[22] X, 75-76

[23] Taberî, X, 75; Zemahşe-rî, II, 138-139

[24] XV, 221-222

[25] Taberî, X, 74

[26] Zemahşerî, II, 138

[27] Taberî, X, 67-75

[28] Elmalık, IV, 2441

[29] Şiî tefsirlerde tebliğ görevinin Ebû Bekir'e verildikten sonra ondan alınıp Ali'ye tevdi edildi fci hususu­na vurgu yapılır, bk. Tabersî, V, 8-9

[30] Ateş, IV, 32

[31] Râzî, XV, 223

[32] Râzî, XV, 224; bu konuda ayrıca bk. âyet 7

[33] XV, 226

[34] burada ve Bakara 2/191; Ni­sa 4/89,91

[35] Taberî, X, 59-60, 78

[36] Râzî, XV, 219-220,225; Mevdûdî, II, 193

[37] Zemahşerî de bunu "ahdini bozanlara dolaşmaları için verilen süre" şeklinde açıklamakta ve onun Taberî'den farklı düşündüğü anlaşıl­maktadır, bk. II, 139

[38] XII, 76-79

[39] el-İtâru't-târîhî li-sûreti Berâe", Mecelle-tii Mecma'i'l-luğati'l- 'Arabiyye, LXVIl, 150,151

[40] XII, 104-107

[41] Elmalılı, IV, 2459

[42] bk. Râzî, XV, 227-228; bu konuda bir değerlendirme için bk. GİRİŞ

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/6-16.

[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/16-17.

[44] Elmahlı, IV, 2462

[45] Taberî, X, 81-82

[46] Taberî, X, 82-83

[47] Elmalılı, IV, 2463-2464

[48] Derveze,XII, 86-87

[49] Derveze, XII, 88-89

[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/17-20.

[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/20.

[52] Taberî, VI/10, 94-97; İbn Atıyye, m, 16-17; Şevkânî, II, 392-394

[53] Derveze, XII, 93-94

[54] Râzî,XVI, 8

[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/21-22.

[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/23.

[57] Zemah|prî, II, 144-145; RA/i, XVI, 18

[58] XII, 95-97; müminlerin başka din mensuplarıyla ilişkileri ve inkarcıları dost edinmeleri konusunda bk. Âl-i İmrân 3/28

[59] Derveze, XII, 95-97

[60] geniş bilgi için bk. İhya, IV, 296 vd.

[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/23-25.

[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/25.

[63] 27 Ocak 630

[64] Taberî, VI/10, 100-104; Muhammed Hamîdullah, "Huneyn Gazvesi", Dİ A, XVIII, 376-377; Hüseyin Algül, "Huneyn Savaşı", İFAVAns,, II, 299-300; a.mlf., "Hz. Muhammed", İFAVAns., III, 303-304;Derveze,XII,100-102

[65] Taberî, VI/10, 104; krş. Âl-i İmrân 3/154; Enfâl 8/11

[66] Zemah-şerî, II, 146

[67] İbn Atıyye, İÜ, 20

[68] bu keli­meyle ilgili başka bir izah için bk. Bakara 2/248

[69] bk, Âl-i İmrân 3/124; Enfâl 8/9

[70] Râ-zî, XVI, 22

[71] Taberî, VI/10,104; Zemahşerî, II, 146

[72] XVI, 23

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/25-28.

[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/29.

[74] Zemahşerî, II, 146

[75] İbn Âşûr, X, 160

[76] Râzî, XVI, 26

[77] Şev-kânî, II, 398

[78] Derveze, XII, 105-107

[79] XII, 107

[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/29-30.

[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/30.

[82] VI/10, 106

[83] Derveze,XII, 109-110

[84] Derveze, XII, 110-114

[85] meselâ Âl-i İmrân 3/24 âyetinde belirtildiği şekilde

[86] İbn Atıyye, III, 21; Zemahşerî, II, 147; Râzî, XVI, 28-29; İbn Âşûr, X, 163

[87] X, 163-166

[88] Derveze, XII, 114-118

[89] Mehmet Erkal, "Cizye", Dİ A, VIII, 42

[90] geniş bilgi için bk. Mehmet Erkal, "Cizye", DİA, VIII, 42-45; Derveze, XII, 119-123; Osmanlı'da cizye uygulaması için bk. Halil İnalcık, "Cizye", DİA, VIII, 45-48

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/30-34.

[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/34-35.

[92] Ezra, 7/1-12

[93] m.ö. 465-424

[94] Taberî, VI/10,110-111; Ömer Faruk Harman, "Üzeyir". İFAVAns., IV, 409-411

[95] Mehmet Paçacı, "Kur'ân-ı Kerîm Işığında Vahiy Gele­neğine -Kitab-ı Mukaddes Bağlamında- Bir Bakış", İslâmî Araştırmalar, Ankara, 1991, V/3, s. 191

[96] Derveze, XII, 124

[97] Kur'an'da yüzyıl uyuyup tekrar uyandığı bildirilen kişinin Üzeyir olabileceği rivayeti hakkında bk. Bakara 2/259

[98] bu konuda bk. Âl-İ İmrân 3/45; Mâide 5/17,72

[99] Taberî, VI/10,112-113; İbn Atıyye, III, 25

[100] Taberî, VI/10, 113; İbn Atıyye, III, 25; Şevkânî, II, 403

[101] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/35-37.

[102] yahudi din âlimleri hakkında kullanılan "ahbâr" kelimesinin açıklaması için bk. Mâide 5/44

[103] 3/64,80

[104] bk. Âl-i İmrân 3/64

[105] Zemahşerî, II, 149; Râzî, XVI, 37

[106] Râzî, XVI, 37; İbn Âşûr, X, 170

[107] bu konuda daha fazla bilgi için bk. Mehmet Aydın, "Hıristiyanlık", D/A, XVE, 350, 351,352

[108] Mâİde 5/82

[109] Hadîd, 57/27; Mustafa Sİnanoğlu, "Hıristiyanlık", Dİ A, XVII, 365

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/37-39.

[110] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/39.

[111] İbn Atıyye, III, 26; Şcvk;mİ. 11.404; ayrıca bk. Bakara 2/135; Âl-i İmrân 3/19

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/39.

[112] Taberî, VI/10, 117; Reşîd Rızâ, X, 395-402

[113] X, 177

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/39-40.

[114] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/41.

[115] Hü­seyin Algül, "Haram Aylar", Dİ A, XVI, 105

[116] 5. âyetin tefsirine bk.

[117] Bakara 2/205; Kasas 28/83

[118] bilgi için bk, Hüseyin Al gül, "Haram Ay­lar", DİA, XVI, 105-106

[119] XII, 134-136

[120] İbn Atıyye, IH, 31; Zemahşerî, II, 151

[121] İbn Atıyye, 111, 31

[122] XII, 136

[123] Taberi, VI/10, 129; Zemahşerî, II, 151

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/41-43.

[124] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/43.

[125] Tebük Seferi'nin gerekçesiyle ilgili yaygın kanaati eleştiren bir yakla­şım için bk. Hüseyin Munis, "el-İtârü't-târîhî li sureti Berâe", Mecelletü Mec-mai'l-lugati'l-Arabiyye, Kahire, 1411/1990, LXVII, 152,160-161

[126] Razı, XVI, 60

[127] II, 36

[128] Ekim 630

[129] bilgi için bk. Derveze, XII, 140-145; Hüseyin Algül, "Te-bük Seferi", İFAVAns., IV, 307-309

[130] bk. Enfâ! 8/30

[131] Taberî, X, 137

[132] Zemahşerî, II, 152-153

[133] hicret ve sonuçlan hakkında daha fazla bilgi için bk. Ah­met Önkal-Ahmet Özel, "Hicret", DİA, XVII, 458-466; 40. âyette geçen ve "gü­ven duygusu" diye çevirdiğimiz sekine kelimesi ve "göremediğiniz askerler" ifa­desinin açıklaması için bk. 26. âyetin tefsiri

[134] Taberî, X, 137-140; İbn Aşûr, X, 206-207

[135] Şevkânî, 11,414

[136] Taberî, X, 140

[137] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/44-49.

[138] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/50-51.

[139] Râzî, XVI, 73

[140] Esed, 1,362

[141] Râzî, XVI, 79-80

[142] İbn Atıyye, III, 41

[143] Taberî, X, 146-148; İbn Âşûr, VI, 219

[144] Esed,1,363

[145] bk. Taberî, X, 148-149; İbn Atıyye, III, 42

[146] Buhârî, "Tefsîrü'l-Kur'ân" 9. sÛTe, giriş

[147] Taberî, X, 150-151; İbn Atıyye, III, 43-44

[148] Taberî, X, 151; Zemahşerî, II, 156

[149] İbn Atıyye, III, 44

[150] III, 45

[151] İbn Âşûr, X, 228-229

[152] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/52-55.

[153] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/55.

[154] Taberî, X, 155-157; Reşîd Rızâ, X, 486-488; Elmalılı, IV, 2571; Ateş, IV, 94-98

[155] Derveze, XII, 162

[156] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/55-56.

[157] zekâtla ilgili diğer husus­lar için bk. 103. âyetin tefsiri

[158] Ebû Dâvûd, "Zekât", 25

[159] kölelik hakkında bk. Nisa 4/92

[160] meselâ bk. Müslim, Zekât, 36

[161] bu konuda bilgi için bk. Mehmet Erkal, "Zekât", İFAVAns., IV, 557-569

[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/56-60.

[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/61.

[164] münafıklar hakkında ayrıca bk. Bakara 2/8-20; Nisa 4/138-140,142-146; Münâfıkun 63/1-8

[165] Taberî, X, 168-169

[166] Esed, 1,366

[167] Şevkânî, E, 429

[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/61-63.

[169] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/63-64

[170] Râzî, XVI, 131

[171] 71. âyette geçen evliya kelimesi için bk. Bakara 2/257; Nisa 4/2,138-140,144; En'âm 6/14; Enfâl 8/72-73

[172] Rılzî, XVI. 133; Adn rcmıeli hakkında bk. Ra'd 13/22-24

[173] Buharı, "Tevhîd", 38; "Rikak", 51

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/64-65.

[174] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/65-66.

[175] X, 183-184

[176] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/66.

[177] Taberî, X, 184-186

[178] Taberî, X, 186-187

[179] Şev-kâııî. II, 437; Esed, I, 372

[180] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/66-68.

[181] meselâ bk. Taberî, X, 188-191; Şevkânî, II, 439-440

[182] bk. Buhârî, "Bed'ü'l-vahy, 1

[183] bk. Müslim, "İman", 203-204,206; Süyûtî, el-Eşbâh ve'n-nezâirfî kavâ'idi ve furû'ı fıkhi'ş-Şâfi'iyye, s. 38-40

[184] Buhârî, "Şehâdât", 28; Müslim, "İman", 107

[185] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/68-69.

[186] Taberî, X, 194-198

[187] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/69.

[188] Zemahşerî, II, 164-165; Şevkânî, II, 441

[189] Ta-berî, X, 198-200; Şevkânî, II, 443

[190] Enbiyâ 21/107

[191] Nisa 4/146-147

[192] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/69-70.

[193] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/71.

[194] Ebû Dâvûd, "Cenâiz", 69; krş. Tirmizî, "Cenâiz", 70

[195] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/72.

[196] İbn Atıyye, İÜ, 68; Râzî, XVI, 151,156-157

[197] İbn Atıyye, III, 68; bu sonucun insanın ira­de hürriyeti açısından değerlendirilmesi için bk. Bakara 2/7

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/73-74.

[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/74-76.

[199] 90. âyetteki özür beyan edenlerle ilgili kelime­nin farklı okunuştan ve Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak, bununla gerçek mazeret sahiplerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; bk. Taberî, X, 209-211; Şevkânî, II, 445-446

[200] Râzî, XVI, 160; bazı müfessirler âyetteki şart cümlesini, "gizli veya açık söz ve niyetleriyle" şeklinde açıklamışlardır, İbn Atıyye, III, 70

[201] nüzul sebebi ile ilgili farklı rivayetler için bk. Taberî, X, 212-213

[202] 93. âyetteki "geride kalanlar" ve "Allah da onların kalplerini mühürledi" ifadelerinin açıkla­ması için 87. âyetin tefsirine bk

[203] Râzî, XVI, 164

[204] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/76.

[205] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/76.

[206] Taberî, XI, 6-8; Râzî, XVI, 168

[207] XVI, 168-169

[208] İbn Atıyye, III, 75; Râzî, XVI, 171-172; Şevkânî, II, 452-453

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/76-77.

[209] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/78.

[210] Taberî, XI, 9-12; Şevkânî, II, 454; Reşîd Rızâ, XI, 19

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/78-79.

[211] Taberî, XI, 12; Şevkânî, II, 454

[212] Taberî, XI, 12-16

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/79-80.

[213] Taberî, XI, 1648

[214] Râzî, XVI, 177

[215] Tevbe 9/60

[216] geniş bilgi için bk. Yûsuf el-Kar-dâvî, Fıkhü'z-zekât, I-II; Mehmet Erkal, "Zekât", İFAVAns., IV, 519-574

[217] İbn Atıyye, III, 78; Zemahserî,II, 170

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/80-81.

[218] İbn Atıyye, III, 79; Şevkânî, II, 455

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/81-82.

[219] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/82.

[220] Taberî, XI, 21-22; bu kişiler hakkında bil­gi için 118, âyetin tefsirine bk.

[221] İbn Atıyye, III, 80

[222] Râzî, XVI, 191-192

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/82-83.

[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/83.

[224] Taberî, XI, 23-26; Hüseyin Algül, "Mescid-i Dırâr", ÎFAVAns., 111,206-207

[225] bk. XI, 26-28

[226] Râzî, XVI, 198; Şevkânî, II, 460

[227] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/83-85.

[228] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/85-86.

[229] İbn Atıyye, III, 87; Taberî iniş zamanım belirtmeksizİn bu rivayetin ortak unsuru olan Abdullah b. Revâha'nın sözüne yer verir, bk. XVI, 35-36

[230] Derveze,XII, 222-223

[231] İbn Ebî Hatim, VI, 1886

[232] meselâ bk. Tesniye, 6/1,10-11, 21-23, 7/1-2,17-25, 8/1,12/2-3,28/7-10; Matta, 10/39,19/21,29

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/86-87.

[233] Taberî, XI, 28

[234] İbn Atıyye, İÜ, 89; Elmahlı, IV, 2625; Kur'an'ın dersler çıkarma amacıyla yeryüzün­de gezip dolaşmayı özendirmesi hakkında bk. Âl-i İmrân 3/137

[235] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/87.

[236] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/87-88.

[237] bk. Taberî, XI, 40-43

[238] Taberî, XI, 43-44

[239] XI, 45-47; Hz. İbrahim hakkında bilgi için bk. Bakara 2/124; Âl-i İmrân 3/65-68

[240] Taberî, XI, 47-53

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/89.

[241] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/89.

[242] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/90.

[243] İbn Atıyye, 111,92-93

[244] mesela bk. Taberî, XI, 54-56; İbn Atıyye, III, 93

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/90-91.

[245] Ta-berî, XI, 56-62; İbn Aüyye, III, 92-94

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/90-91.

[246] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/91

[247] Râzî, XVI, 220

[248] takva hakkında bk. Bakara 2/197; A'râf 7/26

[249] Gazzâlî, İhya, IV, 391

[250] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/91-93.

[251] Derveze, XII, 338; Esed, 1,386

[252] Şevkânî, II, 472

[253] Ze-ıııuhşerî, II, 177

[254] I, WS, 3K6

[255] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/93.

[256] bunlarla ilgili değerlendirmeler için bk. Taberî, XI, 66-71; Derveze, XII, 239-241

[257] bk. Taberî, XI, 66-71; İbn Atıyye, 111,96-97; Râzî, XVI, 225-228; Ateş, IV, 154-157

[258] Kur'an'da ilme yapılan göndermeler ve İs­lâm'da ilme verilen değer hakkında bk. Zfimer 39/9

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/93-95.

[259] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/95.

[260] Râzî, XVI, 230

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/95-96.

[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/96.

[262] bk. Taberî, XI, 73-74

[263] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/96-97.

[264] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/97.

[265] Enbiyâ 21/107

[266] Hz. Muhammed ve onun üstün özellikleri hakkında bk. Ahzâb, 33/40; Feth 48/29; tevekkül hakkında bk. Âl-İ İmrân 3/159

[267] arş" hakkında bilgi için bk.A'râf 7/54

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu :III/97.