T E V B E     SÛRESİ 7

Tevbe Sûresinin Özelliği 7

Sûreye Besmele İle Başlanmamasının Sebebi 7

Meali 7

İlgili Rivayetler Ve Hadisler. 8

Hacc-I Ekber Günü. 8

İslâm'ın Müşriklerle İlgisinin Ölçüsü. 9

İslâm'ın  Güçlü  Sesinin  Duyulması 9

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali: 10

İlgili Hadîsler. 10

Haram Ayları 11

İslâm Devletinin Hâkimiyet Kurması 11

İslâm Cemaatini Oluşturup Bütünleştiren   Unsurlar. 12

İltica Edip Aman Dileyenler. 12

Dinde Taklit Yeterli Midir?. 12

Âyetler Arasinda Bağlantı 13

Meali: 13

İlgili Hadîsler. 13

Allah'a Ortak Koşanlarla Yapilan Anlaşmaya Aldanmamak Gerekir. 14

Müşrikler Andlaşmayı Bozarlarsa. 14

Üç Önemli Şart 14

Dine Dil Uzatıp Saldıranlar Öldürülür Mü?. 15

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 15

Allah Önce Arap Yarımadasını Temizlemek İstedi 15

Savaşın Yararları 16

İslâm'ın Savaşta Uyguladığı Bir Başka Strateji 16

Sağlamı Çürükten Ayırt Etmek. 16

Savaş Harekâtı Mü'minlerin Öfkesini Giderdi, 17

Kalblerine Şifâ Verdi 17

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali: 17

İniş Sebebi 18

İlgili Hadîsler. 18

Putperestlikle Mescit Bağdaşamaz. 18

Mescitleri İmar Edenlerin Vasıfları 18

Kabe'den Amaç Nedir?. 19

Allah İçin Hicret Edenler. 19

Âyetler Arasında Bağlanti 20

Meali: 20

İniş Sebebi 20

İlgili Hadîsler. 21

Allah Ve Peygamberinin Hısımlardan Her Zaman Üstün Tutulması Gerekir  21

Zaferi Sağlayan Allah'tır. 22

Savaşın Mutlu Sonucu. 23

Görülmeyen Askerler. 23

İnsanı Sürükleyen Sevgiler. 23

Âyetler Arasında Bağlantı 24

Meali: 24

İlgili Hadîsler. 24

Allah'a Ortak Koşan Müşrikler Murdardırlar. 24

Mekkeli'lerin  İleride  Ekonomik Güç Bulacakları Haber Veriliyor. 25

Müşriklerden Sonra Kitap Ehli 25

Kitap Ehli'nin Allah'ın Haram Kıldığını Haram Saymamaları 26

Hak Dini Din Edinmek. 26

Fıkhî Yönü. 27

Âyetler Arasında Bağlantı 27

Meali: 27

İniş Sebebi 27

İlgili Hadisler. 27

Üzeyr Veya Ezra. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali : 29

İlgili Hadîsler. 29

Allah'ın Nurunu Söndürmek İsteyenler. 29

İslâm, Bütün Dinlere Üstün Gelecektir. 30

Âyetler Arasında Bağlantı 31

Meali  : 31

İlgili Hadîsler Ve Rivayetler. 31

Halkın Malını Haksız Sebeplerle Yiyenler. 32

Âyetler Arasında Bağlantı 32

Meali: 32

İlgili Hadîsler. 33

İlmî Yönü. 33

Hürmetli Aylar. 34

Dört Ayın Hürmeti Devam Ediyor Mu?. 34

Hırçın Müşriklerin Hürmetli Ayların Yerlerini Değiştirmeleri 34

İtikadı Yönü. 34

Kutsal Yerler - Kutsal Zamanlar. 35

Yorumlar - Rivayetler. 35

Âyetler Arasında Bağlantı 36

Meali: 36

İniş Sebebi 36

İlgili  Hadîsler. 36

İmanın Belirtisi 36

Peygamber (A.S.) Efendimizin Uyguladığı Strateji Ve Hazırladığı  Plân. 37

Allah  Kendi  Peygamberine  Yardıma  Devam   Edecektir. 37

Görmediğiniz Askerler. 38

Yorumlar Ve Rivayetler. 38

Âyetler Arasında Bağlanti 38

Meali: 38

İniş Sebebi 39

İlgili Hadîsler. 39

Topyekûn Savaş. 39

Münafıkların Karakteri 40

İnanmayanlarla Savaşa Çıkmak Tehlikelidir. 40

Tebûk Seferinin Nedenleri Ve Neticeleri 40

Tebûk Seferinde Sağlanan Başarılar. 42

Tahliller. 42

Âyetler Arasinda Bağlantı 42

Meali: 42

İniş Sebeplerinden Biri 43

Fitne, Münafıkın Sanatıdır. 43

Tebûk Olayı Bize Neleri Öğretiyor?. 43

Dinsizi Sevindiren Ve Üzen Olaylar. 43

Bize Ancak Allah'ın Yazdığı Dokunur. 44

Savaşta Mü'minlere İki İyilikten Mutlaka Biri Dokunur. 44

İşlenen Hayırlar, Yapılan İyilikler. 44

Konunun Özeti 45

Âyetler Arasında Bağlantı 45

Meali : 45

İniş Sebebi 46

İlgili Hadîsler. 46

Malin Bolluğu, Evladın Çokluğu. 46

Küçük Bir Hayrı Büyük Bir Hayra Tercih Edenler. 47

Âyetler Arasında Bağlantı 47

Meali: 48

İniş Sebebi 48

İlgili Hadîsler. 48

Zekât, Ancak Sekiz Sınıfa Verilir. 48

Sekiz Sınıf Hakkinda Açıklama. 49

Zekâtın Hikmeti Ve Tasavvufî Yönü. 51

Âyetler Arasında Bağlanti 51

Meali: 51

İniş Sebebi 51

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri 52

Munafıkın İki Yuzlulugu. 52

Âyetler Arasında Bağlantı 53

Meali: 53

İniş Sebebi 53

İlgili Hadîsler. 54

Küfrü Gerektiren  Alay. 54

Münafık, Hep Endişelidir. 54

Münafıklar, Birbirlerinin Kopyalarıdır. 54

Ayetler Arasında Bağlantı 55

Meali; 55

İlgili  Hadîsler. 55

Geçmiş Olaylardan  İbret Almak. 55

Allah Kimseye Zulmetmez. 56

Âyetler Arasında Bağlantı 56

Meali: 56

İlgili Hadîsler. 57

Mü'minlerin Vasıflarından  Bazısı 57

Âyetler Arasında Bağlantı 58

Meali 58

İniş Sebebi 58

Kafirlerle Ve Münafıklarla Savaşmak. 59

Münafığın Gerçek Dostu Ve Yardımcısı Yoktur. 59

Âyetler Arasında Bağlantı 59

Meali: 60

İniş Sebebi 60

İlgili Hadîsler. 61

İniş Sebebi 61

Cok Mal Dindarlığı Bozar Mı?. 61

Maddeciler, Zekât Verenleri Geri Zekâlılıkla Suçlarlar. 62

Âyetler Arasında Bağlantı 62

Meali: 62

İlgili Hadîsler. 63

Münafıklar Askere Alınmıyor Ve Savaşa Katılmalarına Müsaade Edilmiyor  63

Münafıklarla Manevî Bağların Da Kesilmesi 63

Mal Bolluğu, Evlât Çokluğu. 64

Âyetler Arasında Bağlantı 64

Meali  : 64

Allah Yolunda Savaşanlar. 65

Âyetler Arasında Bağlantı 65

M E Â L İ ; 65

İniş Sebebi 65

İlgili Hadîsler. 66

Bedevîler (Çölde Yaşayan Araplar) 66

Savaşa Katılamiyan Hasta Ve Zayıfların Görevi 66

Allah Onların Kalblerini Mühürledi 67

Âyetler Arasında Bağlanti 67

Meali : 67

İniş Sebebi 68

İkiyüzlü Döneklerin İslâm'da Yeri Yoktur. 68

Münafıklar Murdardırlar. 68

Âyetler Arasında Bağlantı 68

Meali : 69

İlgili Hadîsler. 69

Eğitimde İslâm'ın Başarısı 69

Bedeviler Üc Gruba Ayrılıyordu. 69

Rivayetler - Yorumlar. 70

Âyetler Arasında Bağlantı 70

Meali 70

İlgili Hadîsler. 70

Sevap Ve Fazilette Öne Geçenler. 70

İlk Hicretin Ve İlk Yardimin Önemi 71

Âyetler Arasında Bağlantı 71

Meali: 72

İniş Sebebi 72

İlgili Hadîsler. 72

Medine Ve Çevresini Disiplin Altına Almak. 73

Münafıklardan Dönüş Yapmayanlar. 73

Mallarından Sadaka (Zekât) Al 73

Zekâtın Devlet Eliyle Toplatılıp Dağıtılması 74

Zekâtın Sosyal Yapıda Sağladığı İki Önemli Husus. 74

Âyetler Arasında Bağlantı 74

Meali: 74

İniş Sebebi       , 74

İlgili Hadîsler. 75

Cami Ve Mescitler. 75

Bir Kasaba Veya Bir Semtte Birden Fazla Cami 75

Caminin Temeli Takva Üzerine Kurulmalı 76

Düşündürücü Bir Benzetme. 76

Kur'ân Temizlikle İbâdeti Birleştirmiştir. 76

Âyetler Arasında Bağlantı 76

Meali: 77

İniş Sebebi 77

İlgili Hadîsler. 77

Tevrat'ta, İncil'de Ve Kur'ân'da Va'dedilen Hak. 78

Savaşta Ölmek Değil, Öldürmek. 78

Önce Can. 79

İnsanı Rabbına Yükseltip Yaklaştıran Basamaklar. 79

Âyetler Arasında Bağlantı 80

Meali; 80

İniş Sebebi 80

Küfür Üzere Ölenler İçin Dua Edilmez. 81

İbrahim Peygamberin (A.S.) İstiğfarı 81

Sakınılacak Şeyler, İlâhî Beyanla Bilinirler. 82

Yorumlar. 82

Âyetler Arasında Bağlantı 83

Meali: 83

İlgili Hadîsler. 83

Peygamberin (A.S.) Tevbesi 83

Muhacirin Ve Ansar'ın Tevbelerinin Kabulü. 84

Geriye Kalan Üç Kişi 84

Bir Başka Sınav. 85

Olayın Askerî Ve Sosyal Yönü. 85

İman Ve Doğruluk. 85

Âyetler Arasında Bağlantı 86

Meali: 86

İlgili Hadîsler. 86

Merkezin  Çevreye Tesiri 86

İyi Amele Daha Güzeliyle Karşılık Vermek. 87

Hep Birden Savaşa Çıkmak. 87

Dinî İlimleri Tahsil Edenlerin Durumu. 87

Yakın Komşu, Kabile Ve Milletlerle Savaş. 88

Meali: 88

Münafıkların Bîr Başka Çirkin Davranışı 88

Kalbde Başgösteren Hastalık. 88

Hakkın İki Alanı Vardır. 89

Yılda Bir, İki Sınav. 89

Kalblerin Ters Dönmesi 89

Âyetler Arasında Bağlantı 90

Meali: 90

İlgili Hadisler. 90

Peygamberimizin (A.S.) Hoşgörüsü. 90

Sizden Size Bir Peygamber Gönderdi 91

Peygamberler, En Asil Ve En Şerefli Ailelerden Seçilirler. 91

Peygamberimizin  Mü'minlere Karşı Sınırsız Sevgi Ve İlgisi.. 91

Tarihî Bir Olay. 92


T E
V B E     SÛRESİ

 

Kur'ân'ın dokuzuncu süresidir. Medine'de inmiştir. 130 âyet 4078 kelime ve 10488 harftir. [1]

Sûrenin on kadar ismi vardır. Tevbe ve Berat en meşhur ve yaygın olanlarıdır.

Sûrenin önemli bir kısmı tebük seferinden sonra İnmiştir ki bu. Peygamberimizin (A.S.) son gazasıdır.

Sûrenin baş kısmı, Mekke'nin fethinden hemen sonra hicrî 9. yılda inmiştir. O sebeple Resûlüllah (A.S.) Efendimiz inen bu âyetlerin hac mev­siminde Mekke'de toplananlara okunup duyurulması için Hz. Ali'yi (R.A.) görevlendirmiştir.

Buhörî'nin Bera' b. Âzib'den (R.A.) yaptığı rivayete göre, Kur'ân'dan en son inen, Tevbe süresidir ve en son inen âyet de, Nisa sûresinin 176.âyeti olan; kelâle   âyetidir. [2][3]

 

Tevbe Sûresinin Özelliği

 

Diğer sûrelerin başında besmele yer alır, bunda ise besmele konulmamıştır. Ama baş kısımda geçen beş âyetten sonra herhangi bir âyet veya bölüm okunmak istendiği zaman   besmele   ile başlanır.

İslâm düşmanlarına karşı bir uyarı ve ültimatom hükmünü taşıdığın­dan BERAT; Tebük seferine, birtakım mazeretler ileri sürerek katılmayan­ların tevbesinin kabul edildiğini açıkladığından TEVBE sûresi denilmiştir. [4]

 

Sûreye Besmele İle Başlanmamasının Sebebi

 

Bu hususta farklı rivayetler ve yorumlar vardır:

1— İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Bunun sebebini Hz. Osman'dan (R.A.) sorduğumda bana şu eevabı verdi: «Bildiğiniz gibi, sûreler birden bir bü-

tün halinde inmezdi, parça parça inerdi. İnen her bölüm ve parçanın han­gi sûreye ve o sûredeki hangi kısma konulacağını bizzat Resûlüllah (A.S.) Efendimiz belirler ve kâtiplere ona göre emir verirdi. Enfâl sûresi Medine'­de ilk inen sûrelerdendir. Berat ise, Kur'ân'ın en son inen süresidir. Bu iki sûrenin kapsadığı konular arasında yakın bir benzerlik vardır. Ben bu sû­renin Enfâl sûresinin devamı olduğunu sanıyorum. Ancak Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu hususu bize açıklamadan vefat etti. O nedenle Tevbe sû­resi, Enfâl sûresini takip eder. Ben de onun devamıdır diyerek besme­le koymadım.»[5]

2—Zeccac diyor ki: İki sûre arasında benzerlik vardır, Enfâl sûresinde müşriklerle olan anlaşma ve andlaşmalardan; Berat sûresinde ise, and-laşmaların bozulmasından söz edilir. O bakımdan ikisi bir sûre olabilir.

3— Katade'ye göre, ikisi tek bir sûredir. Ancak az tereddüt edildiği için ayrı bir sûre gibi gösterilir.

Muhammed b. Hanîfe diyor ki: Babam Hz. Ali (R.A.)den Berat su­resinin besmelesiz yazıldığının sebebini sorduğumda, o bana şöyle dedi: «Oğulcağızım! Berat sûresi kılıcı ortaya koyan ve böylece müşrikleri uya­ran bir sûredir. Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm ise, bütünüyle güven ve rah­mettir.»

Nitekim ünlü ilim adamı Süfyan b. Uyeyne'den de bunun sebebi so­rulduğu zaman, şu cevabı vermiştir: «Bu sûre andlaşmaların bozulduğu ve müşriklere belli bir süre tanındığı hakkında kesin bir uyarı olduğundan başına besmele konulmamıştır. Zira Besmele güven, rahmet ve emniyet telkîn eder. Onun için bu iki ayrı hüküm ifâde eden hususlar birarada ya­zılmamıştır.»

5)  el-Müberrid diyor ki: Tevbe sûresine   besmele   iie başlanma­mıştır. Çünkü besmele hayrın ve rahmetin anahtarıdır. Sûrenin baş kısmı ise, dönüş yapmadıkları takdirde müşriklerle olan andlaşmanın hükümsüz sayılacağı ve böylece ihanetlerine karşılık tenkilleri cihetine gidileceği ilân ediliyor. Bu da besmelede belirtilen Rahman ve Rahîm sıfatlarının müşrik­lerden yana tecelli etmiyeceğine işarettir.

6)   Ubey b. Kâb (R.A.)den bunun sebebi sorulduğu zaman şu cevabı vermiştir: «Resûlüliah (A.S.) Efendimiz her sûrenin başına yazılmasını em­rettiği halde bu sûrenin başına yazılmasını emretmediği için kâtipler ta­rafından yazılmadı,» [6]

 

Meali

 

1—  Allah'tan ve Peygamberinden    kendileriyle    anlaşma    yaptığınız müşrik (Allah'a ortak koşan inkarcılara son ve kesin, dönülmez uyarıdır!

2—  Artık (siz ey müşrikler!) yeryüzünde dört ay (istediğiniz gibi) ge­zip dolaşın ve bilin-ki siz elbette Allah'ı âciz kılacak değilsiniz; Allah ise inkarcı sapıkları şüphe yok ki rezîl ve rüsvay edecektir.

3_ ve büyük hac (hacc-ı ekber) günü, Allah ve Peygamberinden in­sanlara bir duyurudur: Şüphesiz ki Allah ve Peygamberi müşriklerden iliş­kilerini kesinlikle kesmişlerdir. Eğer (inkâr ve azgınlıktan) tevbe ederse­niz bu sizin için hayırlıdır; yüzçevirirseniz, bilin ki siz Allah'ı âciz kılacak değilsiniz. Ve artık o küfürde ısrar edenleri elem verici bir azap ile müj­dele.

4— Ancak müşriklerden kendileriyle anlaşma yaptıktan sonra anlaş­ma maddelerinde size karşı hiçbir eksiklik yapmayan ve sizin aleyhinize başka birine destek olup yardım etmeyenler müstesna. Bunlarla olan an­laşma hükümlerine, süresinin sonuna kadar tamamen bağlı kalın. Şüphe­siz ki Allah (döneklikten) sakınanları sever.

 

İlgili Rivayetler Ve Hadisler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Tebük seferinden döndüğünde haccetmek istedi, ancak kutsal Kabe'ye müşrikler, putperestler gelip doluyor ve çoğu çıplak bir vaziyette tavaf yapıyorlardı. Bu çirkin âdet kalkıneaya veya kal­dırılıncaya kadar haccetmeyi geciktirmeyi daha uygun gördü ve bu neden­le o yıl kendisi gitmedi; emîrülhac olarak Ebû Bekir Sıddîk'ı (R.A.) gönder­di. Sonra da ardından sûrenin baş kısmındaki ilgili böiümü -ki bu otuz ve­ya kırk âyetten oluşmaktadır- halka duyurmak üzere Hz. Ali'yi (R.A.) gö­revlendirip gönderdi ve böylece o güne kadar anlaşma veya andlaşma yapmayan ve yapıp da onu bozanlara dört aylık bir süre tanındı.

Sonra da Hz. Ali (R.A.) aldığı talimat gereği Mina'da toplanan Arap­lara bayramın birinci günü şu hususu açıklayarak uyarıda bulundu : «Bu yıldan sonra artık hiçbir müşrik haccedemiyecek ve hiç kimse Kabe'yi çıp­lak bir vaziyette tavaf edemiyecektir.»

Başka bir rivayete göre, sözünü ettiğimiz ikinci duyuruyu Ebû Bekir Sıddîk (R.A.)  yapmıştır.

İmam Ahmed b. Hanbel'in Ebû Hüreyre (R.A.)den tesbit ettiği rivayet­te ise, konu şöyle ifade edilmektedir: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hz. Ali'­yi (R.A.) Mekke'ye sözü edilen duyuruyu yapmak üzere gönderdiğinde, ben de onunla beraber gittim. Mekke'de halka şöyle seslendik ; «Cennet'e an­cak mü'min kişi girebilir. Beytullah'ı hiçbir çıplak kimse tavaf edemiyecek-tlr* Kiminle Peygamber (A.S.) Efendimiz arasında bir anlaşma ve andlaşma varsa, bunun süresi dört aydır. Süre bitince artık Allah ve Peygamberi, Müşriklerden beridirler (onlarla ilişkileri kalmamıştır). Bu yıldan sonra hi?-bir müşrik hac edemiyecektir.»

Sesimiz kısıltncaya kadar hep böyle seslenip durduk.

Şa'bî'nin yaptığı tesbite göre ise, Ebû Hüreyre (R.A.) şöyle demiştir:

«Biz Mekke'de şu dört hususu ilân edip Resûlüllah'ın (A.S.) talimatı­nı halka duyurmaya çalıştık :

1—  Kiminle Hz. Peygamber (A.S.) arasında anlaşma varsa, o anlaşma belirlenen süresinin sonuna kadar muteberdir.

2—  Anlaşma yapılmayan veya yapılan anlaşmayı bozanlara tevbe et­meleri için dört ay bir süre tanınmıştır.

3—  Cennet'e ancak mü'minler girecektir.

4—  Bu yıldan sonra hiçbir müşrik Beytullah'ı haccedemiyecektir.»[7]

Hz. Ali (R.A.)den bu husus sorulduğu zaman, şu cevabı verdiği riva­yetler arasında zikredilir; «Dört şeyi duyurmakla görevlendirildim : Cen­net'e ancak mü'min kişi girecek; çıplak kimse Beytullah'ı tavaf etmiye-cek; kiminle Hz. Peygamber (A.S.) arasında bir anlaşma varsa, o sürenin sonuna kadar muteber sayılacak; müşrikler bu yıldan sonra bir daha Bey-tultah'ı  haccedemiyeceklerdir.» [8]

Buharı ve Müslim'in yaptıkları rivayete göre, Ebû Bekir (R.A.) bayra­mın birinci günü Minâ'da Ebû Hüreyre (R.A.) ile birlikte iki dellâlı görev­lendirip orada toplanan insanlara o yıldan sonra müşriklerin artık haccede-miyeceğini ve çıplak bir vaziyette Kabe'nin tavaf edilmesine müsaade edil-miyeceğini ilân ettirdi.[9]

 

Hacc-I Ekber Günü

 

«Ve büyük hac (hacc-ı ekber) günü, Allah ve Peygamberinden insanlara bir duyurudur.»

islâm'da umreye «küçük hac», farz olan hacca ise, «büyük hac» denilir. Âyette geçen «hacc-ı ekber»den maksat, farz olan hacdır. Nitekim İbn Cerîr Taberî'nin İbn Ömer'den (R.A.) yaptığı sahîh rivayette, de­miştir ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Veda Haccı'nda bayramın birinci günü Minâ'da cemrelerin yanında durup şöyle buyurdu : «Bugün hacc-ı ek­ber günüdür!» Aynı rivayeti İbn Ebî Hatim ile İbn Murdeveyh de nakletmiş-

lerdir,

İbn Cüreyc'in yaptığı rivayete göre de, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Arafat'ta bir konuşma yaptı ve konuşma arasında, «Bugün hacc-ı ekber günüdür!» buyurdu. Bu rivayetin sıhhatında bir şüphe izhar edenler olmuş­tur. Nitekim Şa'bî'nin Hz. Ali (R.A.)den yaptığı rivayette, Hz. Ali (R.A.), «Hacc-ı ekber günü, bayramın birinci günüdür» dediğine yer verilmiş­tir. [10]

Ashab-ı Kirâm'dan Abdullah bin Ebî Evfâ da (R.A.) aynı şeyleri söy­lemiştir. [11]

Hammad b. Seleme'nin İkrime'den, onun da İbn Abbas'dan (R.A.) yap­tığı rivayete göre, İbn Abbas da, «Hacc-ı ekber, yevm-i nahr, yani bayra­mın birinci günüdür»   demiştir.

Tabiînden Saîd b. Cübeyr'den de buna yakın sahîh bir rivayet tesbit edilmiş ve böylece «hacc-ı ekber»in, farz hac olduğu ve o nedenle bay­ramın birinci gününe de bu ismin verildiği ağırlık kazanmıştır. [12]

 

İslâm'ın Müşriklerle İlgisinin Ölçüsü

 

«Ancak müşriklerden kendileriyle anlaşma yaptıktan sonra anlaşma maddelerinde size karşı hiçbir eksiklik yapma­yan ve sizin aleyhinize başka birine destek olup yardım etmeyenlpr müs­tesna...»

Berat sûresi, bir bakıma devlet haline gelen, Medine'de şehir devleti­nin temelini atıp yazılı anayasasıyla ortaya çıkan Müslümanların, İslâm'a karşı kin ve düşmanlıklarını sürdüren kabilelerle olan ilgi ve ilişkisinin esaslarını belirtiyor. Devlet olmanın verdiği güç ve onurla nasıl bir politi­ka ve strateji uygulaması gerektiği açıklanıyor. Bunları şöyle maddeleş-tirebiliriz :

1—  Müslümanlar güçlü ve disiplinli savaşçı bir kadro oluşturamadığı yıllarda, müşriklerin her türlü saldırılarına karşı pasif kalmayı tercih etti­ler.

2—  Öz yurtlarından sürülüp hicrete mecbur bırakılıncaya kadar reva görülen işkence ve hakaretlere, İslâm'ın geleceğinin selâmeti bakımından ses çıkarmamayı bir süre için uygun gördüler. Şüphesiz ki bu, İslâm'ın kök salıp dal-budak vermesini hazırlayan bir politika idi ki, müşriklerin çoğu gelecek günlerin aleyhlerine döneceğini düşünemiyorlardı.

3—  Müslümanların Medine'yi ikinci yurt edinmeleri ve Medinelilerin de onları bağırlarına basıp her türlü yardımda bulunmayı kendilerine bir görev ve vecibe saymaları sonucu, işkence, hakaret ve saldırı dönemi so­na erdi. O bakımdan sıra Müslümanları teşkilatlandırmaya, Medine'de top­lanan insan unsurunu yeterince kazanmaya gelmişti. Ortam mü'minlerden yana idi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ilâhî metot gereği uyguladığı politi­kayı kısa zamanda hedefine ulaştırdı.

İslâm devleti kuruldu. Savaşabilecek mücahit kadrosu oluşturul­du. Sıra bu yeni devletin varlığını ve gücünü kabul ettirmeye geldi. Hazır­lanan plân ve program kusursuzca uygulama alanı buldu. Derken Şam'­dan gelen ticaret kervanı, Mekke müşrikleriyle Müslümanlar arasında bir savaşı zorunlu kıldı. Öyle ki, müşrikler bu savaşta boylarının ölçülerini alacaklar ve artık karşılarında, her türlü işkence ve hakarete baş eğmi-yen bir gücün oluştuğunu anlayacaklardı.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, kervanın önünü kesmeyi kararlaştı­ran Resûlüllah'ın (A.S.) amacı basit bir yağmacılık değil, yakın gelecek­te İslâm aleyhine kullanılacak bu ekonomik gücü mefluç hale getirmekti. Tabii Cenâb-ı Hakk'ın plânı ise, daha başka idi; o da, Mekkeli müşrikle­rin haddini bildirmek ve gözlerini iyice korkutmaktı. Böylece olaylar birbi­rini izledi, sebepler zincirinin halkaları tamamlandı ve Bedir savaşı başla­dı. Şüphesiz ki bu, İslâm'ın var olma savaşı idi, Allah yardım etti. Az bir mücahitle, küfür sürüsü dağıtıldı, elebaşlarından önemli bir kısmı öldü­rüldü. Böylece İslâm geniş bir nefes alma düzeyine ayak basmış oldu.

5—  Savaşın Müslümanlar lehine sonuçlanması, kısa zamanda İslâm devletinin varlığının ve gücünün gür sesinin etrafa yayılmasına, çevre ül­kelerde duyulmasına sebep oldu ki, asıl amaç da bu idi. O nedenle yavaş yavaş Medine etrafında yaşayan kabileler yeni dine girme ve girmeme arasında düşünmeye başladılar; bunun için görüşmeler, istişareler, haber toplamalar birbirini takip edip durdu.

6—  Derken Uhut, Hendek, Hayber, Hunayn savaşları ve Mekke'nin fethi, sonra da Tebük seferi birbirini takip etti. İslâm devleti yalnız Arap

Yarımadasında duyulmakla kalmadı, çevre ülkelere kadar sesini duyura-bildi. Çeyrek asırda Arap Yarımadası bir baştan bir başa fethedildi, Suri­ye ve dolayları, Irak acemi ve İran fethedildi. Cok geçmeden İslâmiyet Asya ve Afrika kıtalarında süratle yayılmaya başladı.

7— Düne kadar Allah'a ibâdet için yeryüzünde inşa edilen ilk mabet olan kutsal Kabe, şuursuz müşriklerin kirli ayaklarından, ıslık ve el çırp­malarından kurtarıldı. Böylece Berat sûresinin ilk bölümü, anlaşma ve andlaşmalara hıyanette bulunan ve bu konuda zikzak çizip Müslümanları üzen kabilelerin hadlerini bildirmeyi içeren emirlerle indi. Söz artık müş­riklerin değil, mü'minlerindi. Kabe artık putperestlerin değil, Allah'a kulluk edenlerin kıyamete kadar ibâdet ve tavaf yeriydi. O bakımdan dört madde­lik bir duyuru, ültimatom mahiyetinde bütün Arap kabilelerine duyuruldu. Onlara dört aylık bir süre tanındı. [13]

 

İslâm'ın  Güçlü  Sesinin  Duyulması

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ilâhî vahiy çerçevesinde yüksek dehasını kullanarak sesini bütün güç ve kudretiyle yükseltti. Bunun için en uygun zamanı ve ortamı seçmesini çok iyi plânladı. Sonra da kusursuz şekilde uygulamaya başladı. Onun için başarıdan başarıya, zaferden zafere koş­tu. Hak, mutlak mânada üstün geldi, bâtıl başaşağı gelerek saltanatını kaybetti.

Kendileriyle andlaşnia yapılan müşriklere -andlaşmanın süresi sonun­da tamamen hükümsüz kalacağı ve yapılan anlaşmalara sadık kalma­yanlara müsamaha edilmiyeceği bildirilerek- dört ay süre tanındı. Bu, zil­hicce ayının onundan geçerli olmak üzere rebiulâhir ayının sonuna kadar devam edeceğinden, bu arada iyice düşünüp karar vermek için geniş im­kân ve fırsatlar bulunuyordu. Süre sona erince, müşrikler için iki yol var­dı: Ya tevbe edip İslâm'a girecekler ve selâmette kalacaklardı, ya da İs­lâm'ın üstünlüğünü kabul edip vergi ödemek suretiyle İslâm'ın himayesi­ne gireceklerdi. İslâm devleti, ilerideki hakimiyet plânını böylece uygulama alanına büyük bir basiretle koymuş bulunuyordu.

Ancak bu arada kendileriyle anlaşma ve andlaşma yapılıp imzalana­rak kesin sonuca bağlanan kabileler için süre dört ay değil, anlaşma ve andlaşma hükmü uyarınca sürenin dolması muteber tutulmuştur. Yapılan andlaşmaları sudan sebeplerle yer yer zedeleyip bir bakıma bozanlarla, hiç andlaşma yapılmayan kabilelere sadece düşünüp karar verme süresi olarak dört aylık bir zaman dilimi tanınmıştır. Nitekim Kelbî de aynı tesbi-ti yaparak konuyu bu açıdan değerlendirmiştir. Çünkü İslâm, yaptığı an­laşma ve andlaşmalara, karşı taraf sadık ve bağlı kaldığı sürece bağlı ve sadık kalır. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir. İslâm bu konuda da imân doğrultusunda Allah'tan saygı ile korkmayı emreder ve herhan­gi bir hıyanette bulunmayı kesinlikle caiz görmez. Âyetin sonunda «Şüp­hesiz ki Allah muttakileri (Allah'tan korkup döneklikten, hıyanette bulun­maktan) sakınanları sever.» buyurulması, bütünüyle bu gerçeği yansıtma­ya yöneliktir. el-Hasen'e göre, daha önce kendileriyle andlaşma yapılanlar için de, yapılmayanlar için de dört aylık bir süre tanınmıştır.

Müeahid'e göre, bu süre tanıma, Allah'tan müşriklere ayrı bir rah­mettir. Artık kimlerle andlaşma süresi dört aydan az kalmışsa veya dört aydan daha fazla süresi bulunuyorsa veya süresi belirlenmeyen bir and­laşma varsa, bunların hepsi dört ay süre ile sınırlanmış oluyor. Süre so­nunda ya İslâm'a girecekler, ya da savaşmak zorunda kalacaklar.

Bu görüş, İslâm'ın «dinde hiçbir zorlama yoktur» genel prensibiyle pek bağdaşamamaktadır.

Dört ay süre tanınmasının sebebine gelince : Bunun birtakım hikmet­leri ve geleceğe yönelik olumlu sonuçlan söz konusudur. Müşriklerin bu süre içinde iyice düşünmeleri, birbirleriyle görüşüp istişarede bulunmaları ve Müslümanların da iyice hazırlanmalarının sağlanması o hikmetlerden birkaçıdır. Aynı zamanda İslâm'ın istilâcı bir kuvvet olmadığını, meseleleri­ni ilim, ahlâk, fazilet ve hoşgörü doğrultusunda çözmeyi daha uygun gör­düğünü göstermesi, saadet burcunda yükselen LÂ İLAHE İLLALLAH, MU-HAMMED'ÜN RESÛLÜLLAH sözünün kalb ve kafalara işleyip derin izler bırakması için de bu süre oldukça elverişli sayılır. [14]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İslâm devletinin sesini Arap Yarımadasında du­yurmak ve İslâm'ı henüz çok zayıf görenlerin bu husustaki düşüncelerini değiştirmek için, hep hıyanet içinde bulunan müşriklere dört aylık bir süre tanınarak ültimatom verildiğinden söz edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, bu süre sonunda hâlâ eski hıyanetinde ısrarlı olan müşriklerin haram ayları çıktıktan sonra öldürülmeleri emrediliyor. Aneak pişmanlık duyup tevbe ederek İslâm'a girenlerin, namaz kılıp ze­kât verenlerin affedilmesi ve bu arada onlardan sığınma hakkı isteyerek gelenlerin de kabul edilip korunması, güven verilmesi emrediliyor. Böylece İslâm'ın insanlık için tam güven kaynağı, rahmet odağı olduğu gösterili-vor. [15]

 

Meali:

 

5—  Haram Ayları çıkınca artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; yakalayıp tutuklayın; gelip geçecek bütün gözetleme yollarını tutun. Tev­be eder, namaz kılar ve zekât verirlerse onları serbest bırakın gitsinler. Çünkü Allah şüphesiz çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

6—  Müşriklerden biri aman dileyerek sana gelirse, ona aman ver ki Allah'ın sözünü dinleyebilsin. Sonra da onu güven duyacağı yere kadar ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.

 

İlgili Hadîsler

 

«İnsanlarla, Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun peygam­beridir deyinceye; namaz kılıp zekât verinceye kadar savaşmakla emrolun-dum.» [16]

«İnsanlarla, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın

peygamberi olduğuna şehadet etmelerine kadar, savaşmakla emrolundum. Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın peygamberi oldu­ğuna şehadet edip kıblemize yöneldikleri, kestiğimiz hayvanların etinden yedikleri, namazımız gibi namaz kıldıkları takdirde, artık onların kanları ve malları -haklı bir sebep dışında- bize haram olur. Müslümanların lehine olan şey, onların da lehine, aleyhine olan şey de onların aleyhinedir.» [17]

«Kim dünyadan, bir olan Allah'a kulluk ve ibâdette ihlâs üzere bulu­nup O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ayrılırsa, Allah, kendisinden razı olduğu halde ayrılmış olur.» [18]

«Müslüman kişinin kanı ancak şu üç şeyden biriyle helâl olur :

1—  İmândan sonra küfre dönmesi,

2—  Evlilikten sonra zina etmesi,

3—  Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın bir canı öldürmesi.» [19]

 

Haram Ayları

 

«Haram ayları çıkınca artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün..»

Burada, «haram ayları» diye çevirisini yaptığımız «eşhürü'!-hürum»den iki ayrı mana ve hüküm anlaşılmaktadır: Birincisi, öteden beri bilinegelen ve Araplarca saygı gösterilen zilkade, zilhicce, muharrem ve recep ayları­dır. İkincisi, kendileriyle andlaşma yapılan müşriklere tanınan dört aylık süredir ki, bu süre içinde herhangi bir savaş veya tecavüz haram sayıl­mıştır. Ancak en sahîh tesbite göre, sûrenin başında belirtilen dört aylık süredir. Bu süre içinde Müslümanların savaşması haram kılınmış ve o ne­denle belirtilen süreye «eşhürü'l-hürum» denilmiştir. Qünkü eğer bu tabir­de mâruf olan haram ayları kastedilmiş olsaydı, o takdirde Mekke'de top­lanan halka ilândan sonra sadece 50 günlük bir süre tanınmış olurdu ki bu âyetin siyak ve sibakı itibariyle taşıdığı ültimatom ve hükme ters düşerdi. Zilhiccenin onuncu gününden muharremin sonuna kadar sadece 50 gün bir süre vardır ki, bu durumda mâruf olan haram aylarının süresi kısaltılmış

oluyor. Oysa baştaki âyetler çok açık bir anlatımla müşriklere dört aylık bir süre tanındığını haber veriyor. Nitekim İbn Abbas da (R.A.) aynı görüş­tedir. [20]

 

İslâm Devletinin Hâkimiyet Kurması

 

İslâm bir devlet hüviyetine bürünüp ortaya çıkınca, önce Arap Yarım­adasında hakimiyet kurma plânını hazırladı. Hz. Muhammed (A.S.) Efendi­miz, Medine, Mekke ve çevresini İslâm hakimiyeti altına alıp güç ve kud­retini, taşıdığı adalet, hürriyet ve insan haklarını koruma doğrultusunda etrafa iyice duyurmuş oldu. Böylece ilk adımda yarımadaya ve çok geç­meden Bizans ve İran sınırlarına yayılmayı hedef seçerek sesini yarımada­nın dışında duyurmaya muvaffak oldu. Tahmin edilmiyecek kadar süratli bir gelişme sağladı. O bakımdan bir çok ülke ve kabilelerin dikkatleri­ni kendi üzerine çekerek pasif alandan aktif alana sıçradığını kabul et­tirdi.

Şüphesiz ki bu, Hz. Peygamber'in (A.S.) ötedenberi uygulamak istedi­ği fakat bir türlü elverişli ortam bulamadığı plânının bir bölümü idi ki, on yıllık Medine döneminde hedefine ulaşmış oldu.

Mekke ve Medine dolaylarındaki kabileler döneklikleriyle ün yapmış bulunuyorlardı. Onların bu tutumu Hz. Peygamber'le (A.S.) olan ilişkilerin­de de devam ediyor, birtakım sinsi faaliyetler ve ihanetlerden geri kalmı­yorlardı. O bakımdan ilgili âyetle hazırlanan İslâmiyetin yayılma plânının diğer bir yanı uygulamaya konuldu: Müşriklere iyice düşünüp karar vere­bilmeleri, hislerinden sıyrılıp akıl ve vicdanlarının sesiyle sonuca varma­ları, döneklik, nifak ve şikakın artık hiçbir yarar sağlamıyacağını hesaba katmaları için dört aylık bir süre tanındı. Bu, İslâm devletinin kesin tutum ve kararını belirten bir ültimatom idi. O bakımdan beşinci âyette belirlenen süreden sonra izlenecek yol ve strateji açıklanıyor ve bütün bir Arap Ya­rımadasına seslenilerek şöyle meydan okunuyordu:

1—  Müslümanlar, ister hil, ister haram sınırları içinde olsun, ihanet içinde bulunan müşrikleri günün şartları ve ortamını dikkate alarak, bul­dukları yerde öldürecekler.

2—  Gerektiğinde, ihanetlerinin bir cezası olarak onları yakalayıp esir edecekler, silâhlarını bırakıp teslim   olma   zorunda   bırakacaklar.   Çünkü İslâmiyet artık üstünlük sağlayacak ezici bir kuvvete sahip bulunuyordu. Düşmanları esir alma yetkisi vardı.

3—  Kale ve benzeri müstahkem yerlere sığınıp pasif mukavemete ge­çenleri kuşatıp kendi yerlerinde onları bir bakıma gözaltına alacaklar.

4— Müşriklerin birleşip, diğer ülkelerden de yardım sağlamak sure­tiyle İslâm'a karşı büyük bir kuvvet hazırlamalarını önlemek için önemli yolları gözetim altında tutacaklar,

Allah ve Peygamberinin kesin uyarısına uymak isteyenlerden ise, şu üç şeyi yerine getirmeleri istenecek :

a)   Pişmanlık duyup, tevbe ederek Allah'a ve Peygamberine imân et­mek suretiyle İslâm'a girmek,

b)   Namazı dosdoğru  kılmak,                                             

c)  İslâmî ölçüye göre, zekâtı vakti gelince vermek..     

Oysa evvelce Mekke'de müşriklerden bu üçü değil, sadece birin­ci maddede yer alan hususu yerine getirmeleri istenmişti. Onun için de bir ültimatom verilmemiş, dilek ve.tavsiye doğrultusunda onlardan böyle bir temayül beklenmişti. Çünkü henüz varlığını, kuvvetini hissettiremiyen son dinin, Allah'ın varlığını, birliğini, yüce kudretinin hayat veren havasını kalb-lere ve vicdanlara eniekte etmekle yetinmesi, ahkâmı sonraya bırakması gerekiyordu. İşte İslâmî siyaset olarak bu esas ve prensibten hareket edi­lerek yola çıkılmış ve Medine'de İslâm devleti. Tevhit (Allah'ı bir bi­lip O'na inanmak) temeli üzerinde yavaş yavaş yükselip kuvvet bulunca ikinci ve üçüncü maddeleri de şart koşmuştur.

Bu âyetler indiğinde hac ibâdeti henüz farz kılınmadığından sadece namaz ve zekât gibi iki önemli ibâdetten söz edilmiş, bu ikisini yerine ge­tirenlerin oruç tutup haccedeceklerinde şüphe kalmamıştır. [21]

 

İslâm Cemaatini Oluşturup Bütünleştiren   Unsurlar

 

«Tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, onları serbest bırakın gitsinler.»

Tevbe ve pişmanlık imânı gerektirir; imân da namaz ve orucu; namaz ve oruç imânla birlikte güven ve kardeşliği gerçekleştirir. Nitekim ilgili âyetle bu çok önemli hususa işaret edilmektedir, İslâm cemaatini kardeş yapıp güven duyguları içinde onları oluşturup bütünleştiren iki önemli un­sur söz konusudur: Birincisi, Allah'a ve Peygamberine kayıtsız şartsız inanmak, onları her şeyden çok sevmek; ikincisi, güzel ahlâkı, sosyal ada­leti gerçekleştiren namaz ve zekât ibâdetlerini, dinin emrettiği şekilde amacına yönelik ojarak yerine getirmek..

Böylece namaz, sözünü ettiğimiz amaç için en uygun toplantı ye­ri olan camileri; zekât ise inananlar arasındaki mesafe ve kopukluğu ka­patıp fakirle zengin, işçiyle patron arasında sağlam bir köprünün kurul­masını gerçekleştirir. İslâm'dan bu iki ibâdeti çekip aldığımız takdirde ge­riye meyvasız bir imân kalır ki, her an kurumaya mahkûmdur. Zira namaz bir yandan da ruhları arındırıp insana kişilik kazandırır; Yaratan ile yara­tılan arasında en işlek yolu sağlar. Zekât ise, sosyal yapıyı birbirine ke­netlerken, mal ve servetin amaç olmadığını, amaca erişmek için birer araç olduğunu öğretir; insanı vicdanen rahatlatıp gönül huzuruna kavuşturur. Bir yetimin yüzünün gülmesi, fakir bir ailenin sevinmesi, kimsesiz dul bir kadının sıkıntısının giderilmesi ne ile ölçülebilir? Bunların verdiği iç rahat­lığını insan hangi işte ve hangi eğlencede elde edebilir? Ayrıca zekât fa­rizası, İslâm'ın mülkiyete geniş yer verdiğini belirleyen delillerden biridir.

Diğer yandan namaz, nefis ve şeytanın tesirini zayıflatıp insanı Allah'a daha çok yaklaştırarak bir bakıma melekleştirir. Zekât ise, in­sanı egoist olmaktan kurtarıp toplumun yararlı bir parçası haline getirir.

Namaz, sinir sistemini düzeltip ruha afiyet verir; geleceğe umut ve güvenle bakma şuurunu geliştirip ümitsizlikten kurtarır. Zekât ise, in­sanı katılık ve tekelcilikten uzaklaştırır; Allah'ın sonsuz hazinesinden ver­diği nîmetin bir kısmını yine Allah'ın hoşnutluğuna ermek için harcamayı âdet haline getirir.

Namaz, zaman denilen nimeti ciddi şekilde programlamayı öğre­tir; hayatı düzenli ve verimli kılmanın yollarını gösterir. Zekât ise, ser­vetin amaç değil, araç olduğunu ilham eder.

Namaz, kula kul olmaktan insanı kurtarıp hılkatındaki hikmete uygun, bir olan Allah'a ibâdet etme şuurunu geliştirir. İç ve dış organların bir ba­kıma manevî bekçisi olup her organı yaratıldığı görevin meşru sınırları içinde tutma inancını aşılar. Zekât da, insanı bütün bir ömür mai ve servet bekçiliği yapmaktan kurtararak mai ve serveti insana bekçi yapıp onun iki hayatını saadete çevirmeye vasıta kılar. [22]

 

İltica Edip Aman Dileyenler

 

«Müşriklerden biri aman dile­yerek sana gelirse, ona aman ver ki....»

Mealindeki âyet çok önemli bir hüküm daha ortaya koymaktadır. Şöyle ki. Peygambere veya İslâm devlet reisine veya askerin başın­daki   kumandana, düşman  tarafından   biri  ya   iltica   niyetiyle,   ya   da son dinin   kitabını   dinleyip   anlamak   ve öğrenmek   için    veya   bunla­rın dışında   elçilik ve   habercilik   göreviyle   gelecek   olursa,   onu   kabul etmek   vâcibtir.   Bu, süre olarak   tanınan   dört   ayın   sona    ermesinden sonra da olsa böyledir. Zira haysiyetli, onurlu ve itibarlı bir devletin en seç­kin vasıflarından biri de, düşmanına bile olsa güven telkîn etmektir, İs-îâm'ın bu konuda güttüğü politika, iki önemli faydanın ortaya çıkmasına yöneliktir: Birincisi, iltica eden veya haberci olarak gelen yabancının, İs-lâmiyetin mü'minler arasında sağladığı sevgi, saygı, edep, terbiye, kar­deşlik ve sıcak ilgiyi yakından görmesi; ikincisi ise, kalbleri fetheden, gö­ğüslere şifa ve rahmet havası estiren Kur'ân'ı işitip kulak vermesine im­kân sağlanmasıdır. Çünkü İslâm dini ve ona bağlı dindarlık, sözden ziya­de davranışa önem verir, iyi dindarların günlük yaşayışının yabancılar üze­rinde çok daha olumlu tesirler bırakacağına yer yer işarette bulunur. Ge­len yabancılar Allah sözünü ve mü'minlerin güzel davranışlarını yakından görüp işitme imkânına kavuşunca bütün dikkatlerini bu iki nokta üzerin­de toplayabilirler. Nitekim Resûlüllah  (A.S.)  Efendimiz zamanında gelen sefirler ve diğer yabancı kişiler, çok geçmeden İslâmiyetle dosdoğru yaşa­yan mü'minlerin tesir alanına girmişler ve kafalarıyla kalblerinde silinme­si mümkün olmayan derin fakat müsbet izlerle dönmüşlerdir. Hatta bir kıs­mı böyle bir niyeti olmadığı halde İslâm'a girmeye karar vermiş ve her şeye rağmen kendini o olumlu havanın dışında tutamamıştır. Şâir Tufayl, ünlü kabile reisi Carud bunun misallerinden sadece biridir.

Görülüyor ki, İslâm dini inanç hürriyetine devamlı saygı göstermiş, ister iltica, ister bilgi edinmek, isterse elci olarak görev yapmak için ge­lenleri hiçbir zaman zorlamamış, üstelik ayrılmak istedikleri zaman onla­rın güven duyacakları yere kadar ulaştırılmalarını emretmiştir.

Peygamber nedir, hak din nedir, ne değildir? hususlarını bilmeyen müşriklere bu gerçekleri en güzel şekilde gösterip öğretmek gerekiyordu. O da Peygamber tezgâhında şekillendirilip yetiştirilen mü'minlerin toplum­sal hayatında tezahür eden büyüleyici hava ile daha çok mümkün oluyordu. [23]

 

Dinde Taklit Yeterli Midir?

 

«Ona aman ver ki Al­lah'ın sözünü aînleyebilsin.»

Mealindeki âyetin anlatımındaki incelikten ve taşıdığı işaretten anlı­yoruz ki, körükörüne taklit, birçok konuda olduğu gibi, dinde de yeterli değildir. Görmek, bilmek, araştırıp anlamak, gerçeklere nüfuz etmek şart­tır. Nitekim ünlü müfessir Fahruddin Razı de ilgili âyetin tefsirinde aynı hu­susa parmak basıp üzerinde yeterince durmuştur. O bakımdan İslâm dini.

Kur'ân'ın yukarıdaki beyânına uyarak her ferdi inanıp inanmama, kabul edip etmeme arasında serbest bırakmış, en güçlü dönemlerinde bile kim­seyi zorla dine sokmaya tenezzül etmemiştir. Ancak tarihte bazı istisnaî olaylar varsa, o İslâm'ın değil, şahısların kusuru ve yanlış anlayış ve tu­tumudur.

Saldırgan müşriklere gerek dört ay bir süre tanınması, gerekse bu arada aman dileyerek gelenlere aman verilip inancında serbest bırakılma­sı bu gerçeği bütün açıklığıyla yansıtmaya yeterdir. Nitekim Hudeybiye andlaşması nedeniyle Mekke'den gönderilen Urve b. Mes'ûd, Mukrız b. Hafs ve Süheyl bin Amr ve arkadaşları, Hz. Peygamber'in (A.S,) huzuru­na kabul edildiklerinde, Peygamberin yüksek terbiye ve nezaketi; mü'­minlerin peygamberlerine karşı gösterdikleri sevgi, saygı ve terbiye, hepsi­nin dikkatini fazlasıyla çekmiş ve ister istemez bu kutlu havanın tesirine girmişlerdi. Mekke'ye döndüklerinde, gördükleri ve hayranlık duydukları manzarayı anlatmakla bitirememişler; o sebeple de birçok müşrik kendi arzularıyla gelip İslâm'ı kabul etme basiretini göstermişlerdi.

Yalancı peygamber Müseyleme'nin elçisi Resûlüllah (A.S.) Efendi-miz'e geldiğinde birçok ölçüsüz, laubali davranışları, edep dışı sözleri ol­muştu. Peygamberimiz (A.S.) ona : «Sen, Müseyleme'nin peygamber oldu­ğuna şehadet ediyor musun?» diye sorduğunda, o da hiç tereddüt etme­den, «evet...» diye cevap vermiş ve bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz, «Eğer elçilerin korunulmuşluğu olmasaydı, herhalde seni öldürtür-düm!» buyurmuş ve-kılına dokunulmadan tam bir güven içinde yurduna dönmesi sağlanmıştı. [24]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, öteden beri Müslümanları rahatsız eden, İslâm'ı doğduğu yerde öldürmek için her kötülüğü mubah gören müşriklerin şer­rinden ancak Medine'ye hicret etmek suretiyle kurtulma imkânı olabilmiş ve sonra da yapılan bazı anlaşmalara hıyanet eden kabileler durmadan bir­takım entrikalar peşinde koşmaya başlamışlardı. Küfür ve azgınlıkla sa­vaşacak düzeye gelen İslâm devleti, onlara dört aylık bir süre tanıdı ve aman isteyenlere aman verileceğini açıklayarak son dinin rahmet ve gü­venle sahneye çıktığını bütün Araplara duyurdu.

^ Aşağıdaki âyetlerle müşriklerin Allah ve Peygamber yanında kayda değer sözleri, ahde vefaları olmadığı belirtiliyor. Ancak Mescid-i Haram'da andlaşma yapanlar bir istisna teşkil edeceğinden onlar dürüst ve sadık

davrandıkları sürece Müslümanların da onlara karşı verdikleri sözü yerine getirecekleri açıklanıyor. Allah'ın ise, sözünde sebat edip yaptığı andlaş-malara sadık kalan mü'minleri sevgisine lâyık gördüğü ifade edilerek mü­minlere en doğru yol gösteriliyor. [25]

 

Meali:

 

7—  Müşriklerin Allah yanında ve Peygamberi yanında nasıl bir söz­leşme ve anlaşmaları olabilir? Ancak Mescid-i Haram yanında anlaştık­larınız müstesna; onlar size karşı doğru davrandıkça siz de (mevcut an­laşma hükümlerine uyarak) kendilerine karşı doğru davranın. Şüphesiz ki Allah (sözleşme ve anlaşmalara bağlı kalıp, hıyanet ve döneklikte bulun­maktan) sakınanları sever.

8—  Nasıl anlaşmaları olabilir ki, eğer onlar size karşı üstünlük sağ­lamış olsalar, hakkınızda ne bir hak ve yakınlık, ne de sözleşme vecîbe­lerini gözetirler. Sizi ağızlarıyla hoş tutmaya çalışırlar, kalbleri ise (nefret duyup) kaçınır. Çoğu (ilâhî sınırları hiçe sayan) fâsıklardır.

9—  Allah'ın âyetlerine karşılık az bir değeri satın aldılar da Allah yolundan alıkoydular. Bunlar gerçekten ne kötü şeyler işlemektedirler!

10—  Hiç bir mü'm in hakkında ne bir hak ve yakınlık, ne de bir söz­leşme ve anlaşma vecîbesini gözetirler ve işte bunlar, haddi aşanların ken­dileridir.

11—  Eğer (küfür ve inatdan, azgınlık ve fitneden) vazgeçip tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse artık dinde kardeşlerinizdir ve biz bi­len bîr millete âyetlerimizi (böylece) bir bir açıklıyoruz.

12—  Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozarlar da dininize dil uzatıp saldınrlarsa, o takdirde küfrün ileri gelen elebaşılarıyla savaşın; çünkü onların gerçekten yeminleri yoktur. Olur ki (bu tutum ve döneklik­ten) vazgeçerler.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim (şu) üç şey arasında fark gözetir de birini diğerinden ayırırsa, Allah da kıyamet gününde onunla rahmetini birbirinden ayırır (rahmetini ondan uzak tutar):

1     Allah'a itaat ederim, ama Peygamberine itaat etmem, derse, Oysa Allah, «Allah'a ve Peygambere itaat edin!» buyuruyor.

2— Namaz kılarım ama zekât vermem derse,

Halbuki Allah, «Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin» buyuruyor.

3— Kim de Allah'a şükürle, ana-babasına şükrü birbirinden ayırır, Al­lah'a şükreder ama ana-babasına şükretmezse...

Halbuki   Allah,   «Bana   şükret ve ana-babana   şükret»   buyuru­yor.» [26]

 

Allah'a Ortak Koşanlarla Yapilan Anlaşmaya Aldanmamak Gerekir

 

«Müşriklerin Allah yanında ve Peygamberi yanında nasıl bir sözleşme ve andlaşmaları olabilir?»

Mealindeki âyetle Müslüman ülkelerin, Allah'a ortak koşan inkarcılarla yaptıkları sözleşme ve andlaşmaiara aldanıp kendilerini tam güven içinde hissetmemeleri hatırlatılıyor. Bunun nedeni açıktın Allah'a ve âhirete ina­nan bir millet veya topluluk, verdiği sözün ve yaptığı andtaşmanın Allah katında nasıl bir hüküm ve anlam taşıdığını düşünerek ona sadık kalma­ya çalışır. Bu inançta ve doğrultuda olmayanların ise, sadık kalmalarına pek güvenilemez. Çünkü kalblerini tesir altına alan manevî hiçbir müeyyi­de tanımamaktadırlar. O halde İslâm devleti, inkarcılarla yaptığı andlaş-ma ve sözleşmeyi adım adım izlemek zorundadır. Çünkü karşı taraf fır­sat bulup ortamı kendi lehine görünce hiçbir hak ve vecîbe gözetmezler.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanında, başta Hudeybiye ol­mak üzere birçok sözleşme ve andlaşmaiara müşrikler bağlı kalmamış, fırsat buldukça hıyanette bir an tereddüt etmemişlerdir. Zaman zaman dil­leriyle mü'minleri memnun etmeye çalışırken kalbleri hep bundan nefret duyup kaçınmıştır. Ancak o dönemde Hudeybiye andlaşması paralelinde Peygamber (A.S.) Efendimiz'in Mescid-i Haram yakınında andlaşma yaptı­ğı Beni Bekir kabilesi bir istisna oluşturur. Çünkü onlar anlaşmaya hep sadık kalmışlardır. O bakımdan genel kaidenin dışında tutularak dört ay süre onlar hakkında uygulanmamıştır.

Ibn İshak'ın tesbit ettiği bu rivayet, ilim adamlarınca daha sahîh ka­bul edilmiştir.

«Nasıl andlaşmaları olabilir ki, eğer onlar size karşı üstünlük sağlamış olsalar, hakkınızda ne bir hak ve yakınlık, ne de sözleşme vecibelerini gözetirler.»

Kur'ân bu âyetle, sözleşme ve andlaşmalara sadık kalmayan müş­riklerin iki değişmez karakterini hıyanetlerine sebep olarak gösteriyor: Bi­rincisi, onlar inkâr ve inat içinde her türlü günahı işlemekten çekinmezler. O yüzden devamlı ilâhî sınırlan aşıp haklan çiğnerler. İkincisi, hiçbir sı­nır tanımayan, ilâhî buyruklara karşı gelen azgın ve taşkın kimseler ola­rak durmadan İslâm aleyhine entrikalar çevirirler. Tabii bu iki kötü huyun asıl kaynağı, imansızlıktır. [27]

 

Müşrikler Andlaşmayı Bozarlarsa

 

«Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozarlar da dininize dil uzatıp saldırırlarsa, o takdirde küfrün ileri geten elebaşılarıy-la savaşın; çünkü onların gerçekten yeminleri yoktur.»

Kur'ân böylece İslâm devletinin şeref ve itibarını devamlı ayakta tut­mak, döneklik yapan inkarcılara hadlerini bildirmek için şu emri veriyor: «Küfrün elebaşılarıyla savaşın!» Çünkü onların hiçbir andlaşmaya sada­katleri yoktur. Belki bu sayede onlar tuttukları yoldan dönerler de verdik­leri söze bağlı kalma lüzumunu duyarlar.

Tabii buradaki savaş emri, hemen yerine getirilmesini gerektirmemek­tedir. Şartlar ve ortam elverdiği takdirde savaşmak gerekli olur. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile dört halîfenin tutumu hep böyle olmuştur.

İlgili âyetlerle müşriklerin tutum ve davranışları açıklandıktan sonra ilâhî âyetleri az bir paha karşılığında değiştiren ve böyle yapmakla insan­ları Allah yolundan alıkoymaya çalışan Yahudilere atıflar yapılıyor; işle­dikleri bu sorumsuzca cinayetin ne kadar kötü olduğu belirtilerek, Yahudi­lerin de müşrikler gibi hiçbir mü'min hakkında bir hak ve yakınlık, söz ve vecibe gözetmiyecekleri açıklanıyor. Zira Yahudilerin de çoğu ya âhirete inanmaz, ya da orada sadece yedi gün azap göreceklerine inanırlar. O ba­kımdan mü'minler hakkında hiçbir sorumluluk duymazlar ve gerektiğinde yaptıkları andlaşmaların hilâfına hareket ederler.

Ancak müşrikler gibi büsbütün inkarcı olmadıklarından mü'minlere kar­şı düşünce ve tutumları ayrı bir anlatımla belirtilmiştir. [28]

 

Üç Önemli Şart

 

«Eğer vazgeçip tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse, artık onlar dinde kardeşleriniz-dir..»

İster müşrik, ister yahudî, isterse ateşperest olsun, İslâm'a karşı olum­suz yönde faaliyet gösterir, yapılan sözleşme ve andlaşmalara sadık kal­mazlarsa, şartlar elverdiği takdirde savaş kaçınılmaz olur. Ancak sözü edi­lenler pişmanlık duyup tevbe eder (Allah'a ve Peygamberine iman ile cid­di bir dönüş yapar), aşağıda belirtilen üç şartı yerine getirirlerse, o tak­tirde onlar dinde kardeş sayılırlar ve hakları her bakımdan korunup güven altına alınır:

1—  Pişmanlık duyup İslâmiyeti son din olarak seçerek kabul etmek,

2—  Namaz kılmak,

3—  Zekât vermek..

Bu üç şart veya esası kabul edenler artık oruç tutmakta tereddüt et­mezler. Hac ise, bu âyetler indiğinde henüz farz kılınmamıştı.

Neden bu üç şart? Çünkü sağlam imân, namaz ve zekâta kapı açar, yani farz ibâdetier'döğru ve hakiki bir imânın en tabii ürünleridir. [29]

 

Dine Dil Uzatıp Saldıranlar Öldürülür Mü?

 

«Ve eğer ver­dikleri sözden sonra yeminlerini bozar da dininize dil uzatıp saldı rırlarsa, o taktirde küfrün ileri gelen elebaşılarıyla savaşın.»

Bu âyetin ışığı altında müctehit imamların az farklı görüş ve yorum­ları ortaya çıkmıştır, onları şöyle özetliyebiliriz :

a)  İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Leys ve İmam Ahmed b. Hanbel'e göre, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e sövüp dil uzatan kişinin İslâm devleti tarafından öldürülmesi vaciptir.

b)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, öldürülmez, başka bir ceza ile tecziye edilir.

Birincilerin dayanağı şu olaydır: Bir adam Hz. Ali'nin (R.A.) meclisin­de, Yahudî eşrafından Kâb b. Eşrefin gadren öldürüldüğünü söylüyor. Bu­nun üzerine Hz. Ali (R.A.) o adamın öldürülmesini emrediyor. Çünkü Kâb

b. Eşref, Resûlüllah'ın (A.S.) emir ve talimatıyla öldürülmüştür. [30] Gayrimüslim vatandaşlara gelince:

c)  İmam  Mâlik'e göre,  İslâm  ülkesinde   vatandaş   olarak   bulunan gayr-i müslimler İslâm'a dil uzatıp saidırırlarsa, öldürülmezler, vatandaş­lıktan çıkarılıp sınır dışı edilirler.

d)  İmam Şafiî'ye göre, onlar da öldürülürler.

e)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, tevbe etmesi önerilir. Tevbe ederse va­tandaşlık hakkını kaybetmez. İmam Sevrî de aynı görüştedir.

f)  Din ve peygambere dil uzatıp saldırdıktan sonra tevbe edip İslâm dinine girerse, ilim adamlarının çoğuna göre, öldürülmez. Sahîh olan da budur. [31]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle gerek müşriklerin, gerekse Yahudilerin andiaş-maları bozdukları, İslâm'a dil uzattıkları, böylece şartlar elverdiğinde on­larla savaşmanın gereği konu edildi. Ancak pişmanlık duyup iman ettikten sonra namaz kılan ve zekât verenlerin artık düşman değil, dost ve kardeş oldukları, onlarla savaşmaya neden kalmadığı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Peygamberi (A.S.) Mekke'den çıkaran, yapılan andlaşmayi bozan ve savaş kapısını ilk önce açan müşriklerle savaşma­nın mutlaka gerekli olduğu üzerinde duruluyor; böylece Allah'ın mü'min-lerin elleriyle onlara dünyada azap edeceği haber veriliyor. Sonra da sa­vaşın bir bakıma Allah ve Peygamber dost ve sırdaşlarıyla, müşriklerin dost ve sırdaşlarını birbirinden ayırt eden bir kıstas olduğuna dikkatler çekiliyor. [32]

 

Meali:   

 

13—  Andlarını bozup Peygamberi (yurdundan) çıkarmaya çalışan bir toplulukla savaşmaz mısınız ki, ilk defa onlar sizjnle (savaşmaya) başla­mışlardı. Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer cidden mü'minler ise­niz kendisinden korkulmaya Allah daha lâyıktır.

14—  Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onlara azap edip ken­dilerini rüsvay eylesin; onlara karşı size yardım edip zafer yolunu açsın da inanan bir topluluğun yüreklerini ferahlatıp şifâ versin.

15—  Kalblerindeki kin ve öfkeyi gidersin. Allah dilediğine tevbeyi na-sib eder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir.

16— Yoksa siz, içinizden cihât edenleri; Allah'tan Peygamberinden ve mü'minlerden başkasını dost ve sırdaş edinmiyenleri kendi ilmiyle ayırt etmeden, Allah'ın sîzi kendi hâlinize terkedeceğini mi sanırsınız? Allah ya-pageldiğiniz şeylerden haberlidir.

 

Allah Önce Arap Yarımadasını Temizlemek İstedi

 

«Andlarını bozup Peygamberi (yur­dundan) çıkarmaya çalışan bir toplulukla savaşmaz mısınız?...»

Cenâb-ı Hak, kendisine ibâdet edilmesi için yeryüzüne ilk kurdurduğu mabedi, küfrün ve nifakın kirlerinden temizlemeyi ve o mabedin bulundu­ğu yarımadada, sonra da birçok ülkelerde hem isminin anılmasını, hem de Tevhît inancının ahlâk ve fazilet burcunda dalgalanmasını irade etti. O se­beple son peygamberi o yöreden seçip insanlığa rahmet olarak gönderdi.

Böylece ilâhî murat perde perde sahnelendi, insanlığın mutlak hay­rına gönderdiği İslâmiyeti kuvvetlendirdi, Hz. Muhammed'e (A.S.) yardım­da bulundu. Medine ve Mekke İslâm sınırları arasında yer aldı, çevre ka­bileler akın akın gelip Allah'ın son dinine girmeye başladılar. Köşe ve bu­cakta karanlıklar içinde kalıp aydınlığa çıkmamakta inat eden ve Hz. Pey­gamber (A.S.) Efendimizle yaptıkları andlaşmaları sık sık bozan kabilelere son uyarı yapıldı. Süre tamamlanınca, inatlarında devam edecek olurlarsa savaşın kaçınılmazlığı ilân edildi.

Yapılan ciddi araştırmalarla, müşriklerle yapılan andlaşma tek taraflı bozulmuş ve savaşı gerektiren sebeplerin hemen hepsi oluşmuştu. Ne var ki, barış ve rahmet dini İslâmiyet, karşı taraf düşünüp akıllarını iyice kul­lansınlar diye onlara dört ay süre tanıdı.

Andlaşmayı ihlâl eden ve savaşı kaçınılmaz çizgiye getiren sebepleri şöyle sıralayabiliriz :

1—  Hz. Peygamberle (A.S.) barıştan yana yaptıkları andlaşmayı tek taraflı bozup verdikleri söze sadık kalmamışlardı.

2—  Kendilerine şahsiyet, şeref ve itibar kazandıracak Hz. Muham­med'e {A.S.) ve arkadaşlarına zulüm ve işkencede bulunmuşlar; onlar için din ve vicdan, vatandaşlık ve insanlık hürriyeti tanımamışlardı.

3__ Peygamber (A.S.) Efendimizle arkadaşlarını yurtlarından çıkarmak "Cin her türlü alçakça çareye başvurmuşlar, sonunda Peygamber'i (A.S.) ım-ha edip kim vurduya getirmeyi planlamışlardı.

4_  Medine'de de Hz, Peygamber (A.S.) Efendimizle mü'minleri rahat ve huzur içinde bırakmayıp devamlı surette oradaki yahudi kabilelerle giz­li görüşmelerde bulunmaktan, sinsi plânlar hazırlamaktan geri kalmamış­lardı. [33]

 

Savaşın Yararları

 

Dört aylık süre sona erdikten sonra gerçekleşecek savaşların şüphe­siz ki birçok yararları olacaktır. Gerçi İslâm'a göre, savaş her zaman son çare olarak düşünülür ve öylece karar verilir. Çünkü İslâm devleti toprak ve servet kavgasından, keyfi adam öldürmekten, masum insanları esir et­mekten her zaman nefret duyar. O hiçbir zaman kölelikten yana olmamış ve olmayacaktır da. Ancak haddini bilmeyen, ölçüyü kaçıran, haksızlığı, ahlâksızlığı ve azgınlığı âdet edinen kabile ve milletlerin fitne kasırgaları­nın yayılmasını önlemek, Allah isminin daha yüce ve daha aziz tutulma­sını sağlamak, insanlara insanca yaşama mutluluğunu sunmak için savaşı mubah, hattâ zorunlu sayar.

İşte Kur'ân-ı Kerîm bu doğrultuda savaşların yararlarını altı madde halinde özetliyerek en sağlam kıstası önümüze koymaktadır; şöyle ki:

1—  Düne kadar zulmettikleri mü'minlerin eliyle müşrikleri cezalandır­mak suretiyle ilâhî adaletin er-geç tecelli edeceğini göstermek.

2—  Hakkın karşısına   dikilip her türlü   tecavüz   ve   hıyaneti   mubah görenleri, sonrakilere ibret olacak şekilde rüsvay etmek.

3—  Hakkın geç de olsa üstün geleceğini kesin hatlarıyla göstermek üzere mü'minlere Allah'ın yardımını indirmek.

4—  Yıllardır küfrün amansız saldırılarından bizar olup, göğüsleri da­ralan mü'minlerin yüreğine gerçek hürriyet havası estirip kalplerine huzur getirmek.

Kalplerdeki kin ve intikam ateşini söndürüp ilâhî intikamın şaş-mazlığını, va'dinin mutlaka yerine geleceğini ortaya koymak.

6— Hakkın, fazilet ve güzel ahlâkın güçlenip başarıdan başarıya koş­tuğuna insaf gözüyle bakıp, akıl süzgecinden geçirerek mutlu sonucun kimden yana gerçekleştiğini göstermek.

Böyleee olayları ve sebeplerini, sebeplerin bağlı bulundukları ilâhî kanunları bilen ve her şeyi zamanı ve yeri gelince değerlendiren, hayat çarkının işleyişinde dengeyi sağlayan Allah (C.C.), şüphesiz ki yegâne ilim ve hikmet sahibidir. O bakımdan da herkesten daha çok saygı duyul-

maya ve saygıyla korkulmaya lâyıktır. Bunun içindir ki, gerçek mü'minler, azgın inatçı müşriklerle savaşmaktan asla korkmazlar. Korkmadıkları için de bir avuç mücahitle orduları yenmiş, ülkeler fethetmiş, kıtalar üzerinde at koşturmuş ve ALLAHU EKBER sesleri yeryüzünde atların kişneme ve nal sesleriyle birleşip Arş'a kadar yükselmiştir. [34]

 

İslâm'ın Savaşta Uyguladığı Bir Başka Strateji

 

«O takdirde küfrün ileri gelen elebaşılarıyla savaşın..»

Savaşta askerden ziyade onları sevk ve idare eden elebaşılarını imha etmeyi plânlamak, hem çok kan dökülmesini önler, hem de kısa zamanda kesin sonuç alınmasını kolaylaştırır. Yukarıdaki âyetle bu husus bir emr-i ilâhî olarak bildiriliyor ve uygulanacak strateji açıklanıyor. [35]

 

Sağlamı Çürükten Ayırt Etmek

 

«Yoksa siz, içinizden cihat edenleri; Allah'tan, Peygamberinden ve mü'minlerden başkasını dost ve sırdaş edinmiyenleri kendi ilmiyle ayırt etmeden, Allah'ın sizi kendi halinize terkedeceğini mi sanırsınız?...»

İlgili âyetle, andlaşmayı bozup mutlaka İslâm aleyhine birtakım yıkıcı faaliyetler içinde bulunanlarla, yapılacak savaşın bir diğer hikmeti ve ya­rarı üzerinde duruluyor: Barış günlerinde kraldan ziyade kralcı geçinen ve bol keseden konuşup kahramanlık taslayanları, samimi mü'minlerden ayırt etmek için sıcak bir mevsimde savaşmanın lüzumu üzerinde duruluyor. Zi­ra Müslümanlar arasında münafıklar bulunduğu gibi, kalblerinde şüphe hastalığı taşıyanlar da eksik değildi. Müşriklere dostluk elini uzatıp sır ve­ren ikiyüzlü dönekler de bulunabiliyordu. O bakımdan sıra altını bakırdan ayırt etmeye gelmişti ki, 16. âyet bilhassa bu inceliğe dikkatleri çekiyor.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in 30.000'e yaklaşan İslâm or­dusuyla, Arap Yarımadasını bütünüyle istilâ etmeyi ötedenberi plânlayıp ciddi hazırlıklar içinde olan Romalılara karşı harekete geçmesi birçok hik­met ve amaçlarla birlikte, münafıkların kirli çamaşırlarını iyice ortaya çı­karmaya da yönelik bulunuyordu. Ama her şeyin üstünde, artık ne Bizans, ne de Faris (eski İran) sürülerinin Arap Yarımadasını istilâ edemiyecekle-rini, karşılarında kendilerini Allah ve din yoluna adamış güçlü bir ordunun

bulunduğunu bütün dünyaya duyurmak ve çevrede henüz İslâmiyeti din olarak seçmeyip bekleyen Arap kabilelerine büyük bir gözdağı vermek gi­bi köklü bir siyaset söz konusu idi. Çünkü gerçekten İslâm ordusunda ma­lını ve canını Allah yolunda seve seve feda edecek olanlar çoğunluğu teş­kil ediyordu. Bunun yanı sıra zayıf inançlı olanlar da eksik değildi. İslâm'a isteyerek, inanarak girenler olduğu gibi, istemedikleri halde sırf zevahiri kurtarmak ve bundan böyle elde edilecek ganimetlerden yararlanmak için de girenler vardı. En tehlikelisi, İslâm'ı içinden çökertmek için zahiren müs-lüman olan münafıklardı. Nitekim birinciler, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin savaş çağrısına hiç tereddüt etmeden koşarak gelmişlerdi. İkincilerden kimi ağır davranmış, kimi hastaymış gibi görünmeye çalışmış, kimi de sudan mazeretler ileri sürmek suretiyle katılmak istememişlerdi. Böylece Allah bu harekâtı, mü'mini münafıktan ayıran bir kıstas olarak ortaya koy­du ve sonuç da arzu edildiği şekilde gerçekleşti.

Allah yapageldikleri şeylerden elbette haberdardır. İlmi, her şeyi kap­sayıp kuşatmıştır. O'nun her işi hikmet, her emri hakikat, her tavsiyesi rahmettir. [36]

 

Savaş Harekâtı Mü'minlerin Öfkesini Giderdi, Kalblerine Şifâ Verdi

 

«İnanan bir topluluğun Yüreklerini ferahlatıp şifâ versin.»

Savaş ıhkak-ı hak doğrultusunda cereyan etmiştir. Yıllarca müşrikler tarafından işkenceye uğratılan; din ve vicdan hürriyetleri ayaklar altına alınan, çeşitli tecavüzlere mâruz kalan; diğer yandan münafıkların sinsi faaliyetlerinden devamlı rahatsız edilen mü'minlerin kalblerinde biriken kin ve nefret duygularını teskin etme, gönüllerine şifâ ve huzur verme za­manı gelmiş bulunuyordu. Peşpeşe devam eden savaşlar, onların kin ve ihtirasını değil, Hak'ın sesini daha iyi duyurma inanç ve duygularını ka­bartmış, düşmanlarına karşı bile merhametli davranacak kadar büyüklük göstermelerine neden olmuştu. Çünkü İslâm'da kinin, ihtirasın, bencilli­ğin, haklara tecavüzün, zayıfı ezmenin yeri yoktur. O her yanıyla insanlık için rahmet ve mutluluktur.

Kur'ân, 15. âyetle hem mü'minlerin yüksek ahlâk ve faziletlerini, hem nefislerinden yana bir maceraya girişmediklerini, bütün himmet ve gayret­lerinin Hak'ın rızasına matuf bulunduğunu açıklarken, Peygamber mekte­binin verdiği bu eğitimin, onların kalblerine şifâ, duygu ve düşüncelerine berraklık sağladığını ve sağlayacağını bilhassa belirtiyor. [37]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle devamlı hıyanet düşünüp Müslümanlar aleyhine faaliyet gösteren, yapılan sözleşme ve andlaşmalara bağlı kalmayan müş­riklerin özellikle elebaşılarının imha edilmesi emredilmiş ve savaşın mü'-minler için ciddi bir sınav anlamı taşıdığına parmak basılarak bilgi verilmiş ve uyarılar yapılmıştır.

Aşağıdaki âyetlerle başta Kabe olmak üzere İslâm mabetlerinin müş­rikler tarafından imar edilmesine cevaz verilmiyor; mescidleri yapıp imâr edecek mü'minlerin vasıfları belirtilerek imândan ve Allah yolunda savaş­tan daha üstün bir amel bulunmadığı hatırlatılıyor. [38]

 

Meali:

 

17—  Allah'a ortak koşan putperestler, kendi aleyhlerine küfür ile şe-hadette bulunup dururlarken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri uygun ve yakışır değildir. İşte bunların (iyilik adına) yaptıkları boşa gitmiştir ve ateş­te onlar temelli kalıcılardır.

18—  Allah'ın mescidlerini ancak, Allah'a ve âhiret gününe inanan, na­mazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkma­yanlar imâr ederler. İşte bunların doğru yolda olup başarıya erişmeleri umulur.

19—  Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-İ Haram'ı bayındır hale ge­tirmeyi, Allah'a ve âhiret gününe imân edip Allah yolunda cihât edenin (imân ve ameli) gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah yanında eşdeğerde değil­dirler. Hem Allah, zâlim bir topluluğu doğru yola eriştirmez.

20—  Onlar ki imân edip (yurtlarını bırakarak Allah yolunda) hicret et­tiler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar, derece bakımından Allah yanında çok daha büyüktürler ve işte kurtuluşa erenler bunlardır.

21—  Rableri, onları kendinden bir rahmet, rıdvân (= ebedî hoşnutluk) ve kendilerini, içinde sonsuz ve devamlı nîmet bulunan Cennetlerle müjde­ler.

22—  Onlar orada devamlı kalıcılardır. Şüphesiz ki en büyük mükâfat Allah katındadır.

 

İniş Sebebi

 

Bedir savaşı  Müslümanların zaferiyle sonuçlandığında,  elde edilen esirler arasında Resûlüllah (A.S.) Efendimizin amcası Abbas da bulunu­yordu. Ashab-ı kiramdan biri onları Allah'a ortak koşmakla kınadı. Hz. Ali (R.A.) de amcasını ayıpladı; hısımlık bağlarını bile hiçe sayıp Peygambere (A.S.) karşı çıkıp savaştığını ağır bir dille eleştirdi. Bunun üzerine Hz. Ab­bas onlara, «siz durmadan bizim kusurlarımızı sayıp döktünüz, ama iyilik­lerimizi hiç emmiyorsunuz!» deyince, ashabdan biri sordu :

  Sizin iyilikleriniz de var mıdır? O da :

  Elbette, biz sizden daha üstün hizmetler veriyoruz; her şeyden ön­ce Kabe'yi onarıyor, ona örtü örtüyor, gelen hacılara şakilik yapıyor, esir­leri de serbest bırakıyoruz, diye karşılık verdi, O sebeple yukarıdaki âyet­ler indi. [39]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim sabah ve akşam mescide (cami) giderse, Allah onun için her sa­bah ve her akşam karşılığında Cennet'te bir konak hazırlar.» [40]

«Adamın camiye gitmeyi itiyat ettiğini gördüğünüz zaman, onun mü'-min olduğuna şehadette bulunun. Çünkü Allah buyuruyor ki: Allah'ın mes­citlerini ancak Allah'a, âhiret gününe imân edenler bayındır hale geti­rir.» [41]

«Kim Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek bir mescit (cami) yaparsa, Al­lah da onun için Cennet'te bir ev yapar.» [42]

«Mescitleri imar edenler, ancak Allah ehli olanlardır (O'nun dostlu­ğunu kazanıp iltifatına mazhar olanlardır).» [43]

 

Putperestlikle Mescit Bağdaşamaz

 

Küfürle imân naşı! birarada bulunmaz ve birbiriyle bağdaşmazsa, put­perestlik ile mescit, şirk ile cami de birbirleriyle bağdaşamazlar. Çünkü biri diğerinin karşıtıdır. Aydınlıkla karanlık ne ise, bunların durumu da öyle.

Başta Mescid-i Haram olmak üzere bütün mescitler Tevhit inancının amelî ürünleriyle biçimlenip Hak'a teslimiyet doğrultusunda maddî ve ma­nevî alanlarda imar edilirler. Münhasıran ibâdet, zikir, duâ, ilim ve irfan merkezleri olarak her türlü küfür, nîfak, şikak, gayr-i ahlâkî şeylerden, dünyevî maksatlardan temiz tutulurlar. O bakımdan mü'minler cami ve mes­citleri maddî yönden imar etmekle sorumlu oldukları gibi, ibâdet ve taât-leriyle de oraları imâr etmekle emrolunmuşlardır. Müşriklerin, putperestle­rin, Hak'a inanmayanların cami ve mescitleri imar etmeleri, oranın amaç ve kutsallığına ters düşer. O bakımdan İslâmî anlamdaki mâbedleri ancak Allah'a ve âhiret gününe imân edenler imar edebilirler, cümlesi konulmuş­tur. [44]

 

Mescitleri İmar Edenlerin Vasıfları

 

«Allah'ın mescitlerini ancak, Allah'a ve âhi­ret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar imâr eder. İşte bunların doğru yolda olup başa­rıya erişmeleri umulur.»

İlgili âyetle camileri imar edenlerin vasıfları belirtilerek bu konuda en sağlam kıstas veriliyor:

1—  Allah'a ve âhiret gününe imân.

Çünkü cami ilâhî rahmete açılan bir kapı, ilâhî feyiz ve gufranın bol indiği merkez ve dünya ile âhiret arasında mânevi bir köprüdür. İman bu köprünün ana direğidir.

2—  Namazı dosdoğru  kılmak.

Zira camiden amaç, namazdır; namazdan amaç Hak'a yakın olmak ve ruhla beden arasında denge ve düzen sağlamaktır.

3—  Zekât vermek.

Çünkü zekât, cemaatleşmenin, sosyal yapıyı sağlamlaştırmanın, top­lum bünyesinde denge kurmanın temel taşlarından biridir. Camilerde olu­şan cemaati geliştirip daha iyi kaynaşmalarını sağlamanın en uygun mer­kezleri, yine camilerdir. O bakımdan camilerimiz birer eğitim merkezleri­dirler de.. Aynı zamanda camiler. Peygamber (A.S.) Efendimizin sünnet tezgâhında şekillenmenin en verimli yerleridir. Zekâtın bu kaynaşma ve bütünleşme üzerinde tesiri büyüktür.

4—  Ancak Allah'a karşı üstün saygı duyup O'ndan korkmak, başkasından bu ölçü ve anlamda korkmamak. Nitekim İslâm'ın ilk yıllarında mü'-minlerden, geniş çevre ve yardımcıları olmayanlar evlerinde gizli namaz kılmayı tercih ederlerken Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) evinin bir odasını mescit yapma cesaretini ortaya koymuştu.

Şüphesiz ki, müslüman bir ülke için okulun önemi ne ise, caminin de önemi odur. Biri zekâ ve yeteneği geliştirip açar, diğeri ruh ve vicdanı ta­zeleyip geliştirir. Diğer bir deyimle, biri kafayı, diğeri kalbi aydınlatır. Bu iki aydınlık insanı olgunlaştınr. Onun için Müslüman hem kendi okulunu, hem mabedini yapan bir imân ve irfana sahiptir. [45]

 

Kabe'den Amaç Nedir?

 

Siz hacı'ara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı bayındır hale ge­tirmeyi, Allah'a ve Âhiret gününe imân edip Allah yolunda cihat edenin (imân ve amelî) gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah yanında eşdeğerde değil­dirler..»

Şüphesiz ki Kabe, Tevhîd'in odağı, namazda Allah'a yönelmenin kıb­lesi, İslâm birliğinin anahtarı, din kardeşliğinin en sağlam bağıdır. Aynı zamanda insanlara güven ve huzurun kaynağı, birleşip anlaşmanın en önemli merkezidir. O halde bu kutsal mabede, ancak onun hikmet ve amacını idrâk eden mü'minler hizmet ederler. Bu bakımdan İslâmiyet Mek­ke'yi fethedince, Kabe'yi hem putlardan temizlemiş, hem müşriklerin hiz­metine imkân vermemiş, hem de müşriklerin ona yaklaşmasını yasakla­mıştır. Bunun birçok sebep ve hikmetleri vardır; onlardan biri de, müşrik­lerin, inkarcıların ve tek kelimeyle gayr-i müslimlerin bütün hayırlarının, iyi ve yararlı amellerinin boş ve anlamsız olmasıdır; yani âhiret pazarında hiç­bir değer taşımazlar. Onların karşılığı tamamiyle dünyada aranmış ve is­tenmiştir. O bakımdan Mekke ileri gelenlerinin Kabe'ye örtü örtme, gelen hacıları ağırlama, onlara sâkîiik yapma gibi amellerinin Allah katında hiç­bir değeri olmadığı açıklanmakta, temelinde imân bulunmayan hiçbir ame­lin âhirette mükâfat olarak karşılık görmeyeceği bildirilmektedir. Buna kar-Şilık Allah'a ve Âhiret gününe imân, namaz kılmak, zekât vermek ve Allah yolunda savaşmak övülmekte, müşriklerin Kabe'ye hizmetlerinin bu imân ve amel karşısında hiçbir kıymet ifade etmediği açıklanmaktadır. Çünkü müşriklerin ameli nefse ve dünyaya yönelik, mü'minlerin imân ve ameli ise, Allah'a ve O'nun rızasına yöneliktir.

Bunca idraksizlik içinde hem kendilerine, hem çevrelerine zulmeden. bu da yetmiyormuş gibi, kirli bedenleriyle, çıplak vücutlarıyla, ıslık çalma­ları ve el çırpmalartyla kutsal Kabe'yi telvîs eden bir topluluğu elbette ki Al­lah doğru yola eriştirmez. Yaptıkları birtakım görenek doğrultusundaki hiz­metleri ise, biraz şeref, biraz şöhret, birazda bencilliğe dayalı arzudan kay­naklanmaktaydı. O bakımdan Allah yanında hiçbir kıymet ifade etmiyor, uhrevî bir ecirle karşılık va'dedilmiyordu. Allah'ın son dinine dönmedikleri, Kabe'yi asıl gayesine uygun kutsal tanımadıkları sürece bu değersizlikleri hep öyle sürüp gidecek ve sonunda bütün amellerinin heba, boş ve anlam­sız olduğunu anlayacaklar. [46]

 

Allah İçin Hicret Edenler                                   

 

«Onlar ki imân edip (yurtlarını bırakarak Allah yolunda) hicret ettiler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar, derece ba­kımından Allah yanında çok daha büyüktürler ve işte kurtuluşa erenler bunlardır.»

Mekke'den Medine'ye hicret edenler yalnız belli bir iklimden yine bel­li bir iklime göç etmiş sayılmamalıdırlar. Aslında bu hicret, küfürden imâna, cehaletten ilme, puttan Hak'a, nefis ikliminden ruh iklimine, maddeden manaya, süflî bir ortamdan ulvî bir düzeye göç etmenin gereğini anlatma babından misallerin en yüksek ifadesidir.

Hareket noktası İsiâm, itioi kuvveti imân, göç ciheti Allah ve Peygam­beri, hizmet ölçü ve amacı, Allah rızası; hedefi insanlığın saadeti olarak yüce hikmetleri beraberinde taşıyordu. O bakımdan mükâfatı da yüceliği­ne, külfetine oranla alabildiğine büyük olmuştur.

Bu düzeye gelmesini bilen, o yüksek derecelere lâyık görülenler için dünyada rahmet, gufran ve şükranla anılma, âhirette ise, ilâhî hoşnutluk ve Cennet-i A'lâ va'dedilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu bahtiyarlara verilecek mükâfat beş madde halin­de özetlenmiştir ki, her biri onların dünyadaki fazilet mücadelesine denk gelmektedir:

1—  Rahmetle müjdelendiler.

Âhiret'te herkesin muhtaç bulunduğu tek şey, ilâhî rahmettir. Ancak o rahmeti insan daha çok şu dünyada elde edip beraberinde götürür.

2—  Allah onlardan ebediyen hoşnut olacaktır. Bu, Cennet'ten daha

üstün bir mükâfattır ki, kalbi Allah sevgisiyle dolup taşanlar idrâk edebi­lirler.

3—  İçinde ebediyen kalacakları nîmet dolu Cennetlere lâyık görül­müşlerdir.

4—  Cennet'e,   bir  daha çıkarılmamak üzere girecekler ve ebediyen orada mutlak saadet içinde yaşayacaklardır.

5—  Ve Allah yanında daha büyük mükâfatlar hazırlanmıştır; öyle ki gözlerin görmediği,  kulakların  işitmediği,  gönüllerin tasavvur edemediği nesneler onları beklemektedir.

Canlılara ve özellikle insanlara merhametli davranmak, Allah'ın ne kadar merhametli olduğunu düşünerek merhameti kin ve öfkenin önünde bulundurmak şüphe yok ki, âhirette geniş bir rahmete dönüşecektir. Bi­rinci mükâfat bunun karşılığıdır.

Peygamberi memnun etmek, düşmana karşı bile insaflı davranmak, intikam imkânları doğduğu halde hislerden sıyrılıp imân rehberliğinde yü­rüyerek gerçek müslümanın ne olduğunu göstermek, Allah'ın hoşnutluğu­na neden olur. Ashab-ı Kiram, en azgın düşmanları olan Mekkeli'leri ku­şatıp kahretme imkânına kavuştukları halde, hislerinin değil, imânlarının sesini duyarak onları bağışladılar. İkinei mükâfat bunun karşılığıdır.

Allah ve din uğrunda her türlü eza ve cefaya katlanıp günü gelince yine bu uğurda öz yurtlarını terkederek göç ettiler. Allah ve Peygamber sevgi ve hoşnutluğunu her şeylerinin üstünde tuttular. İşte üçüncü mükâ­fat bu amellerinin karşılığıdır.

Medine'ye yerleştikten sonra güçlendiler, birkaç yıl önce ölüm tehdi­diyle çıkarıldıkları yurtlarına şan ve şerefle dönüp, fethettiler; Mekke'yi bütünüyle İslâm hükümranlığı altına aldılar, buna rağmen kendilerini ba­rındıran Medine'yi terketmediler,- ahde vefanın en güzel örneğini ortaya koydular. Dördüncü ve beşinci mükâfatlar onların bu güzel düşünoe ve davranışlarının karşılığıdır.

Sonuç olarak belirtelim ki: İyi ve yararlı amellerde imânın yeri ve an­lamı, yemekteki tuz, bedendeki ruh, baştaki beyin gibidir. O nedenle kâfir­lerin amelleri ister kutsal Kabe'ye örtü örtmek olsun, isterse hacılara su vermek, onları ağırlamak olsun, boş ve anlamsızdır. Zira içinde iman ma­yası, Hak'ın rızası, İslâm'ın havası mevcut değildir. O bakımdan da Allah yanında bir ecre ve mükâfata lâyık görülmemiştir.

Cami ve mescitleri imar etmek iki türlüdür:

Birincisi, onarılacak yerlerini onarmak, ibâdete elverişli duruma getirmektir. İkincisi, namaz, duâ, niyaz, zikir ve teşbihle süsleyip manevî yön­den bayındır hale sokmaktır. Bu iki ayrı imara ancak gerçek mü'minier ehildirler ve aynı zamanda görevlidirler.

Müşriklerin camilere yardımı:

Müşriklerin ne fiilen imarı, ne nakdî yardımı, ne de bunun için vasiye­ti kabul edilir. el-Vâhıdî'nin de açıkladığı gibi, âyetin açık delâletinden, on­ların mescitleri imar etmelerine cevaz verilmiyeceği gibi, bu konuda yapa­cakları vasiyetleri de yerine getirilmez, getirmek isteyenler olursa kabul edilmez. [47]                                                                 

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle kutsal Kabe'yi ancak Allah'a ve Âhiret gününe imân eden mü'minlerin imar edeceği, cami ve mescitlerin de aynı hükmün kapsamına girdiği açıklandı. Temelinde imân ve ıhlâs bulunmayan amelle­rin Allah yanında hiçbir değer taşımayacağı hatırlatıldı. Sonra da imân edip Allah yolunda hicret edenlerin, Allah sözü daha yüce olsun diye sa­vaşanların mükâfatlarının çok büyük olduğu ve asıl kurtuluşa erişenlerin de onlar bulunduğu açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle mü'minier için Allah ve Peygamberinden daha üs­tün dost ve yakın bulunmayacağına, hısımlık bağlarının sadece dünyada geçerli olduğuna İşaretle küfür üzerinde bulunan hiçbir akrabanın dost ve yoldaş edinilemiyeceği belirtiliyor. Aksine hareket edenlerin hem kendile­rine, hem Allah'ın dinine haksızlık etmiş olacaklarına atıfta bulunularak imân nîmetine erişenlerin bu hususta da çok dikkatli ve duyarlı bulun­maları isteniliyor. Dünya nimetlerinden hiç bir şeyin Allah'a ve Peygam­berine imândan, Allah yolunda savaştan daha sevimli tutulamıyaoağı bir uyarı mahiyetinde hatırlatılıyor. [48]

 

Meali:

 

23—  Ey imân edenler! Babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfrü imân­dan üstün tutup seviyorlarsa, (gönülden) dost edinmeyin. Sizden kim on­ları dost edinirse, kendilerine çok yazık etmiş olurlar.

24—  De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, bağ­lı bulunduğunuz oymak ve kabile; kazandığınız mallar, sürümsüzlüğünden korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız konaklar size Allah ve Peygamberin­den ve Allah yolunda cihddtan daha sevgili ve sevimli ise, Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin!. Allah fâsık (ilâhî sınırları aşan) bir topluluğu doğru yola eriştirmez.

25— And olsun ki, Allah size birçok yörelerde ve yerlerde: Huneyn gü­nünde yardım etmiştir, Öyleki (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de size hiç de yararlı olmamış, doygun kılmamıştı. Yeryüzü ise genişliğine rağmen size dar gelmişti ve sonra da arka çevirip geri dönmüştünüz.

26—  Sonra Allah, Peygamberi ve mü'minler üzerine sükûnet, emni­yet ve gönül yatışkanlığı indirmişti; derken görmediğiniz askerleri de in­dirmişti ve inkâr edenleri azaba uğratmıştı. İşte bu, kâfirlerin cezasıdır.

27—  Bundan sonra da Allah dilediğine tevbe idrâkini verip dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

 

İniş Sebebi

 

Yukarıda geçen âyetlerin iniş sebebi hakkındaki rivayetlerden farklı birtakım tesbitler yapılmıştır:

a)  Tabiîn'dan Mücahid'e göre, bu âyetler bir önceki âyete mana yö­nünden bağlıdır. Abbas ile Tafha'nın hicretten kaçınmaları sebebiyle in­miştir. [49]

b)  İbn Abbas'a (R.A.) göre, Resûlüllah  (A.S.)  Efendimiz, mü'minlere Medine'ye hicret emrini verince, bir kısmının hısım ve yakınları onların el­lerine ve eteklerine yapışarak kendilerini terketmemeleri için yalvarıp dur­dular. Hısımfarıpa karşı kalbleri yufka olanlar, onların bu yalvarışlarına da-yanamıyarak hicretten vazgeçtiler. O sebeple olayı hatırlatır mahiyette yu­karıdaki âyetler indi. [50]

c)  Mukatil'e göre, İslâm'a girdikten sonra henüz imânın tadını alama­yan 9 kadar münafık tekrar putperestliğe dönerek Mekke'ye kendi ya­kınlarını özlediklerini söz konusu edip geri dönmek istediler. O sebeple yukarıdaki âyetler indi; aynı zamanda o gibi kimselerle dostluk ve yakın ilişkilerin kesilmesi emredildi. Çünkü mü'minin hısımları ne kadar yakın­ları bile olsa, onlarla dostluk kurmanın bazı sakıncaları olabilirdi; en azın­dan İslâmî sırların duyulması ve düşmana yeterince bilgi aktarılması imkân dahiline girmiş olurdu.- Bu da İslâm devletinin aleyhine bazı üzücü sonuç­lar doğurabilirdi.

d)  Diğer bir tesbit: Geçen âyetlerle Cenab-ı Hak, müşriklerden ilgi kesilmesini emredince, ashabdan bir kısmı, küfür üzere kalan baba, kar­deş ve yakınlarımızdan nasıl ilgimizi keselim ki aramızda kopmaz bağlar mevcuttur, diyerek bir çözüm veya ruhsat yolu aradılar. O sebeple yuka­rıdaki âyetler indirildi. [51]

e)  İmân edip İslâmiyeti din seçtikleri halde hısımlarını, mallarını ve ticaretlerini terketmek istemeyip Mekke'de kalmak veya aynlmışsa ara-sıra sıla-i rahimde bulunmak arzusunda olanlar vardı. İlgili âyetler onlar hakkında inmiştir.

f)  Ebû Bekir Cessas'a göre, bu âyetler mü'minlerle münafıkları birbi­rinden ayırt etmek için ilâhî kıstas olarak indirilmiştir. Sahîh olan da bu­dur. Ancak yukarıdaki tesbitlerde de az-çok hakikat payı vardır. [52]

 

İlgili Hadîsler

 

Sahîh tesbitlere göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün Hz. Ömer'in (R.Â.) elinden tutmuştu. Ömer (R.A.) Resûlüflah'a (A.S.) bağlılığını şöyle ifadeye çalıştı:

  Vallahi ya Resûlellah! Sen, nefsim (kendim) dışında bana her şey­den daha sevgilisin.

Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona :

  Sizden birinize ben, nefsinden de sevgili olmadıkça (cidden) imân etmiş olmaz! buyurunca Ömer (R.A.) :

  Vallahi şu anda siz bana kendi nefsimden de daha sevgilisiniz, di­yerek duyduğu sıcak ve ölçüsüz sevgisini dile getirdi. [53]

«Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, sizden birinize ben babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça (gerçek anlamda o) imân etmiş sayılmaz.» [54]

«Siz lynet ile alım-satımda bulunduğunuz, öküzlerin kuyruklarına ya­pışıp ziraatle (çiftçilikle) yetindiğiniz ve (böylece) cihadı (Allah yolunda savaşı) terkettiğiniz zaman, Allah size bir horlanma ve aşağılanma musal­lat eder de dininizin (aslına ve mayasına) dönmenize kadar onu sizden çe­kip almaz.» [55]

«Arkadaşların hayırlısı dörttür; bir yere gönderilen müfrezenin de ha­yırlısı yine dörttür. Askerlerin hayırlısı dörtbindir. Oniki bin kişi ise, azlık­tan dolayı asla mağlup olmaz.» [56]

 

Allah Ve Peygamberinin Hısımlardan Her Zaman Üstün Tutulması Gerekir

 

«Ey imân edenler! Babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfrü imândan üs­tün tutup seviyorlarsa, dost edinmeyin....»

Ana-baba, kardeş ve çocuk, ilâhî sünnet gereği neslin devamını sağ­lamaya yönelik bir hısımlık bağıdır ve bütün hak dinlerce bu bağın kopa-nlmamasi emredilmiştir. Ancak bunun ölçüsü ve derecesi nedir? Kayıtsız şartsız o bağı sapasağlam tutup korumak mı gerekiyor, yoksa bazı şart­larla sınırlı mıdır? Önce şunu belirtelim ki, ana-babamız dünyaya gelme­mize vasıta kılınmışlardır Ama bizi yokluk karanlığından varlık alanına çı­karan ve ebedî bir hayata aday kılan; sonra da maddî ve manevî ihtiyaç­larımızı belli kanunlara bağlayıp veren Allah'tır. O halde Allah ve Peygam­berinin hatırı, ana-babanın ve diğer yakınların hatırlarının çok üstündedir.

Hak dini insandan yana indiren, onu insan ruhuna aşılayan ve böyle­ce imân ve irfan ile süsleyen Allah, bununla insana en büyük lütuf ve ihoanda bulunmuş, en büyük nîmetini kusursuz vermiştir. O bakımdan bu nîmet, diğer bütün nimetlerin üstünde bir anlam taşır. Diğer nimetlerin ço­ğu fani hayatımıza; din ve imân nîmeti ise, hem fanî, hem ebedî hayatımı­za hitap etmektedir. Bunlar arasında bir tercih yapmamız gerektiğinde, elbette Allah ve Peygamberini seçmemiz aklın ve sağduyunun yoludur.

Ana-baba, kardeş ve evlât küfrü imâna, putu Allah'a tercîh edip in­kâr karanlığında kalmakta ısrar ederlerse, onlarla olan yakın ilgimizi, gö­nül dostluğumuzu koparmamız gerekir; sadece hışmımız olmalarını dik­kate alarak zahirî bir ilgi kurmamız kâfi gelir. Zira İslâm'ın varlığı, şeref ve itibarı onların varlığından çok daha önemli ve lüzumludur. Allah ve Pey­gamberinin rızası, onların rızasının çok üstündedir. İşte yukarıdaki ilgili âyetle bu gerçek açıklanarak mü'minlere en doğru yol gösterilmektedir.

Nitekim Bedir savaşında ashab-ı kiramdan Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.A.) küfür içinde kalan ve küfrü İslâm'a teraîh eden babası Cerrah ile meydanda karşılaştı. Babası durmadan putları övüyor, Allah'a ve Peygam­berine yakışıksız sözler sarfediyordu. Ebû Ubeyde onunla vuruşmaktan ne kadar sakındıysa olmadı, kader hep onları karşılaştırdı, derken Ebû Ubey-de'nin gayret-i diniyye ve imâniyyesi, Allah ve Peygamberine olan sınırsız sevgi ve bağlılığı ruhunu kamçıladı ve babasına karşı kılıcını kullanma ih­tiyacını duydu. Babası cansız bir halde yere düşerken, Ebû Ubeyde yap­tığından pişmanlık duymayarak huzur ve gönül rahatlığı içinde Resûlül-lah'a (A.S.) dönüyordu. [57] Onun bu asilâne davranışını Allah kutlarken yu­karıdaki âyet de onun bu fiilini tasvîp eder anlamda indirilmiştir. [58]

 

Zaferi Sağlayan Allah'tır

 

«And olsun ki, Allah size birçok yörelerde ve yerlerde; Huneyn gününde yardım etmiştir...»

Ayette misal olarak verilen Huneyn savaşına, mü'minlerden, kesin bir rakam olmamakla beraber 12,000 kişiye yakın bir kuvvetle gidildiği rivayet edilir. İslâm ordusu imkânlar nisbetinde teçhîz edilmiş ve görenleri hayran bırakacak düzen ve disiplin içinde yola çıkılmıştı. Bu göz doldurucu manzaranın tesiri altında kalan bazı kimseler kuvvetlerinin çokluğuyla bö­bürlenip Allah'ın sonsuz kuvvet ve kudretini bir ân unutarak gaflette bu­lundular. Kâfirlerin bu tür böbürlenme ve gafletleri normal karşılanır, ama Allah'a ve Âhiret gününe dosdoğru imân edenlerin ise, affedilir cinsten de-9'ldir. O bakımdan Müslümanlar o böbürlenme ve az bir gafletin faturasını pek pahalıya ödediler.

Savaşın stratejik durumu ve gelişmesiyle sonucu :

Bugün Huneyn vadisinin nerede olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Ancak araştırıcıların yakın tesbitine göre, Evtas dağı yakınında olduğu tahmin edilmektedir. Elde edilen ganimetin Cirrane'de bırakıldığı dikkate alınınca Huneyn'in buraya yakın olduğu sanılıyor. Cirrane ise, Mekke'den on mil uzakta, kuzey doğusunda bir yerin adıdır. Bugün hâlâ bu yer vardır ve bilinmektedir.

Mekke fethedilip putlar kırıldıktan sonra Mekke'nin güney doğusun­daki dağ kesiminde yaşamakta olan iki güçlü kabile bulunuyordu, Havâ-zin ile Sakîf.. Onlar aynı şeyin yakında kendi başlarına geleceğini düşüne­rek savaş hazırlığına giriştiler. Her iki kabileyi de, aralarında hayli üne sahip olan Avf oğlu Mâlik organize ediyordu. Okçularını iyice hazırlayıp İslâm ordusunun geçeceği dere kenarında pusuya yerleştirdi.

Peygamber (A.S.) Efendimiz, onbini Mekke'yi fetheden mücahitlerden, iki binini de Kureyş'ten İslâm'a yeni girenlerden olmak üzere yaklaşık 12.000 kişilik bir orduyla hareket etti. Arapların kendi aralarında bir eşini görmediği bu orduya dikkatle bakanların bir kısmı, onun çokluğuyla övü­nüyor, diğer bir kısmı da böbürleniyordu. Ordu gece hep yürüdü ve Hu­neyn vadisinin ağzında fecrin doğmasını bekledi. Peygamber (A.S.) beyaz bir ester üzerinde ordunun gerisinde bulunuyordu. Vadiye girdikleri za­man Mâlik oğlu Avf, vadinin iki yakasına yerleştirdiği okçularına işaret verdi. Beklenmedik bir anda, ordunun çokluğuyla böbürlenmenin bir ce­zası oJarak binlerce ok yağmaya başladı. Bir anda İslâm mücahitleri şaş­kınlık gösterdiler, derken çoğu geri çekilmek zorunda kaldı. Peygamber (A.S.) Efendimiz bulunduğu yerden ayrılmadı, bir ara düşmana doğru es­terini sürdü, ileriye varmak istediyse de Ebû Süfyan ona engel oldu.

İşte bu netameli dakikalarda Peygamber (A.S.) Efendimiz'in amcası Hz. Abbas (R.A.) aldığı talimat üzerine o gür sesiyle şöyle dedi: «Ey Pey­gamberi yurtlarına kabul edip barındıran Ansarl. Ey Hudeybiye'de ağaç al­tında and içerek Peygamber'e biat edenler!. Neredesiniz? Resûlüllah (A.S.) Efendimiz işte burada dimdik ayakta duruyor. Geliniz, toplanınız, birlesi­niz!.» [59]

Bu yankı yapan gür ve tok sesi duyanlar kendilerini toparlamaya baş­ladılar; derken büyük bir uğultu ve hemen sonra Allahu Ekber sesleri dal­ga dalga yükselmeye başladı. İslâm mücahitleri şaşkınlığı atıp mukabil harekete geçtiler. Cenâb-ı Hak'ın onlara verdiği   bu cezadan sonra, gafetlerinden dolayı kalblerini az da olsa islendiren günahlarını anladılar ve Allah'a yönelip tevbe ve istiğfarda bulundular. Allah da onların tevbesini kabul edip yardım kapılarını açtı. Ook geçmeden düşman safları bozuldu ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yerden bir avuç toprak alarak düşman or­dusuna doğru serpti ve şöyle dedi: «Allah düşmanlarının yüzleri kara ve çirkin olsun!»

Böylece savaşın kaderi değişti, düşman fazla dayanamıyarak geri çe­kilmeye başladı, derken İslâm mücahitlerinin Allahu Ekber sesleriyle bir­likte cansiperane savaşması ve ileri atılması düşman ordusunda panik do-ğurdu; çok geçmeden karargâh kurdukları yerde binlerce deve, at, koyun, gümüş ve esir bırakarak kaçtılar.

Kur'ân-ı Kerîm Huneyn savaşında bu iki safhadan ve Allah'ın yardı­mından sözederek ilâhî lûtufların nasıl peşpeşe indiğini hatırlatıyor. [60]

Hz. Peygamber (A.S.), sık sık ifâde ettiğimiz gibi, eşsiz bir kumandan­dı da. Kesin sonuç elde ettikten sonra asıl bu iki büyük kabileyi savaşa iten Mâlik b. Avf'ın tehlikeli bir İslâm düşmanı olduğunu düşünerek her şeyden önce o yılanın başını ezmenin gerektiğine karar verdi. Ne var ki, Mâlik kendisiyle birlikte hezimete uğrayıp kaçanları yanına alarak Taife sığınmıştı. Durumu tesbit eden Hz. Peygamber (A.S.) İslâm mücahitlerini Taif'i kuşatmaya şevketti. [61]

 

Savaşın Mutlu Sonucu

 

Buharî'nin Misver b. Mahreme'den yaptığı rivayette ise, bu savaş özet­le şöyle anlatılıyor: «Havâzin kabilesinin söz sahibi olan bazı önemli ki­şileri Müslümanlığı kabul ederek Peygamber (A.S.) Efendimiz'e geldiler. Mallarının ve esirlerinin geri verilmesini istediler. Peygamber (A.S.) onla­ra : «Benim yanımda sözün en sevimlisi, en doğru olanıdır. O halde siz şu ikisinden birini seçin : Ya esirlerinizi, ya da mallarınızı.. Ben, (sizin İslâm'a girip geleceğinizi bekleyerek) esir ve ganimetlerin taksimatını geciktirdim, (ama gelmediniz}.»

Cidden Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Taif'ten Cirrâne'ye, yani ganime­tin depolandığı yere dönüp geldikten sonra 10 gece veya daha fazla Ha­vâzin heyetinin gelmesini beklemişti.

Onlara göre, Hz. Peygamber'in kendilerine iki husustan birini geri vereceği belli olunca, düşüncelerini şöyle belirttiler: «Biz esirlerimizin ge­ri verilmesini tercih ediyoruz.» Bunun üzerine Peygamber (A.S.), Müslü-

imanlara yönelip.aralarında ayakta durarak Allah'a lâyık olduğu şekilde senada bulundu, sonra da söze şöyle başladı: «Ashabım! Şu Havâzin söz­cüleri olan kardeşleriniz kusurlarından pişmanlık duyarak bize geldiler. Ben de (bana ve Abdülmuttalip oğullarına düşen) esirleri kendilerine geri vermemi uygun buldum. Sizden kim esirleri bu şekilde (karşılıksız) verip kardeşlerinizin kalblerini hoş etmeyi isterse, öyle yapsın! Kim de kendi pa­yını elinde tutmak, (karşılıksız vermek istemezse), bu karşılığı Allah'ın bi­ze ihsan edeceği ilk ganimet malından veririz. Artık arzu eden yapacağını yapsın!»

Ashab-ı Kiram hep bir ağızdan : «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in hatırı için Havâzin sözcülerine esirleri vermekle kendimizi müsterih ederiz», de­diler. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Şu anda sizden elindeki esirleri vermek isteyenle istemiyeni ayırt edemiyoruz. Haydi gidin de bize, sizin muvafakatinizi iş bilir vekilleriniz gelip haber versin!» Onlar da bir tarafa çekilip görüştüler ve iş bilir vekilleri gelip kabilelerinin esir­leri iadeden memnun kalacaklarını ve bu hususta Hz. Peygamber'e (A.S.) gereken yetkiyi verdiklerini bildirdiler. [62]

 

Görülmeyen Askerler

 

«Derken görmediğiniz askerleri de in-dirmişti ve inkâr edenleri azaba uğratmıştı.»

Bedir savaşında olduğu gibi, Allah mü'minlerin cesaret, imân ve mo­rallerini artırmak, kâfirlerin cesaretini kırıp içlerine korku salmak üzere binlerce melek göndermişti. Kur'ân'da bu olay yukarıdaki âyetlerle haber verilmektedir. İndirilen meleklerin beşbin veya sekizbin, ya da onaltı bin arasında olduğu söylenir.

Sonuç :

Ortada hakla bâtılın, imânla küfrün amansız bir mücadelesi söz konu­sudur. Sağlam cevizle çürük cevizin birbirinden ayırt edileceği bir ortam mevcuttur. O bakımdan hısımlarını, kazançlarını, aile yurtlarını, Allah'tan ve Peygamberinden daha çok sevenlere, kişisel menfaatlerini Allah yolun­da cihada tercîh edenlere gelince, Allah'ın ezelî plân ve programı gereği başlarına gelecek belâ ve fitneyi beklemeleri gerekmektedir. Müslüman bir topluluğun var olması, Allah ve Peygamber sevgisini bütün sevgilerin üstünde tutmalarıyla ve Allah yolunda savaşı her türlü şahsî meselelerine tercîh etmeleriyle devamlılık gösterebilir. Ashab-ı Kirâm'ın çoğu sağlam bir imân temeli üzerinde gelişip Allah, din ve peygamber sevgisinin üstün­de başka bir sevgi tanımıyorlardı. Aralarına sızan, zahiren müslüman gö­rünüp içinde şirk ve inkâr murdarlığını taşıyanlar ise, böyle bir denemede renklerini belli ediyorlar ve gerçek mü'minlerden hemen seçiliyorlardı. Önemli olan, mü'minlerin çoğunluğu oluşturup yaratıldıkları amaç ve hik­mete yönelmeleridir. [63]

 

İnsanı Sürükleyen Sevgiler

 

«De ki: Eğer babalarınız,

oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, bağlı bulunduğunuz kabile ve oymak, kazandığınız mallar, sürümsüzlüğünden korktuğunuz ticaret ve hoşlandı­ğınız konaklar size Allah ve Peygamberinden ve Allah yolunda cihattan daha sevgili ve sevimli ise, Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin!.»

Kur'ân ilgili âyetlerle insan kalbini kendine doğru çeken dünya haya­tının birtakım aldatıcı zevklerini ve nesnelerini sıralıyor. Böylece hayat için bir bakıma lüzumlu olan bu nesnelerle insan ilgisinin ne nisbette tutulma­sına işarette bulunarak asıl kalıcı olan zevk ve değerlere dikkatleri çekiyor.

Bu zevk ve nesneleri sekiz madde halinde özetliyebiliriz :

1—  Evlât sevgisi,

2—  Ana-baba sevgisi,

3—  Eş sevgisi,

4—  Kabile ve aile sevgisi,

5—  Kardeş sevgisi,

6—  Kazanılan mal ve servet sevgisi,

7—  Tioaret sevgisi,

8—  Hoşlanılan ev-konak sevgisi, makam ve şöhret cazibesi..

İnsanı birçok kutsal değerlerden, yüce amaçlardan, kalıcı hayırlardan alıkoyan sekiz sevgi.. Bunlara karşı aşırı bir hayranlık duyup ölçüyü kaçır­mak, imân ve İslâm aşkını köreltir; Allah yolunda hizmette bulunma şe­ref ve faziletinden uzaklaştırır. Aynı zamanda aşırı gidildiği taktirde ibâdet zevkini dumura uğratıp insana asıl amaca yönelmeyi unutturur. Böylece dünya hayatının bu gibi süs ve zevkleri birer vasıta olmaktan çıkar, gaye a duzeyine gelir. Dönüş yapılmadığı takdirde, her geçen gün bu vasitalar insanın benliğini istilâ ederek hayatın sadece maddî refah ve zevk­ten ibaret olduğu düşüncesini kökleştirir.

Kur'ân ilgili âyetle böylesine çarpık bir tutum ve düşüncenin biri dün­yada, diğeri âhirette olmak üzere iki ayrı azaba neden olacağını haber ve­riyor, sonra da gereken uyarıları yaparak münafıklarla kalblerinde şüphe ve imansızlık hastalığı bulunanların durumunu ve sonuçlarını ibretli bir misal olarak gözler önüne seriyor.

Dünyadaki azabı, başka milletlerin kültür istilâsına uğrayıp yabancı­lara yem olmaktır. Âhiretteki azabının ölçüsünü ise, Allah bilir. An­cak tevbe edip dönüş yapanlar bu genellemenin dışmdadırlar. Çünkü Al­lah tevbeleri çokça kabul edendir. Aynı zamanda O, dinî sınırlan aşıp her şeyi mubah sayanları doğru yola eriştirmez. [64]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgiler üzerinde tutulmasının gereğine dokunuldu. Bunu yerine getirmeyenlerin sonucuna katlanmalarına hazırlanmaları hatırlatıldı. Sonra da ken­dilerini imân doğrultusunda Allah ve Resûlüllah sevgisine mazhar kı­lınma düzeyine getiren mü'minlere savaşlarda Allah'ın meleklerle yardım ettiği belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle kutsal topraklarda artık müşriklerin istedikleri gi­bi hareket edemiyecekleri ve gelecek olan hac mevsiminde Mescid-i Ha-ram'a yaklaşamıyacakları ilân ediliyor. Sonra da kitap ehlinin yıllardır aşı­rı gitmelerine bir son verileceği ve onların da İslâm'ın hâkimiyeti altına alınıp kendilerinden cizye (vergisi) alınacağı bildiriliyor. Böylece İslâm'ın mutlak adalet ölçüleri içinde, azıp sapıtanları ıslâh edeceğine, hiç değil­se tesirsiz hale getireceğine işarette bulunuluyor. [65]

 

Meali:

 

28—  Ey imân edenler! Müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) ancak mur­dardırlar. Bu yıllarından sonra artık   Mescid-i    Haram'a    yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluk ve darlıktan korkarsanız, Allah dilerse ileride (sebepleri ko­laylaştırarak) kendi kerem ve ihsanından sizi zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah bilendir, hikmet sahibidir.

29—  Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inan­mayanlar, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak dini (İslâm'ı) din edinmiyenlerle -boyun eğip küçülmüş olarak el­den cizye verinceye kadar- savaşın!

 

İlgili Hadîsler

 

«Müşrikleri Arap Yarımadası'ndan çıkarın!»

«Yahudi ve Hıristiyanları herhalde Arap Yarımadası'ndan çıkaraca­ğım; bu yarımadada ancak Müslüman bırakacağım.» [66]

«Şüphesiz ki şeytan, artık Arap Yarımadasi'nda namaz kılanların ken­disine tapmalarından umudunu kesmiştir; ancak onların aralarına girerek (vesvese ile) aldatıp kandırması söz konusudur.» [67]

Emevî halîfelerinden Ömer b. Abdülaziz de bir emirname yazdırarak, yahudi ve hıristiyanların Müslümanların meclislerine girmelerini yasakla­mıştır. [68]

 

Allah'a Ortak Koşan Müşrikler Murdardırlar     

 

«Ey imân edenler! müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) ancak murdardırlar...»

İlgili âyette geçen murdarlık, daha çok hükmî ve manevî murdarlıktır. Allah'ın nazargâhı olan kalblerini küfür ve tuğyan murdarlığıyla kirletme­leri ve Allah'tan tertemiz gelen ruhlarını küfür karanlığına itip tanınmaz hale sokmaları, aynı zamanda Hak'a karşı geiip vicdanlarını karartmaları bu cümledendir.

Ayrıca müşriklerin idrar akıntısından sakınmamaları, dosdoğru taha­rette bulunmamaları, cünüp gezip dolaşmaları, haram ve murdar nesne­lerden yemeleri de bu sebepler arasında gösterilebilir.

Mescid-i Haram ise, Tevhîd'in odağı, gerçek kulluğun, en uygun te­mizliğin, ölçülü terbiye ve nezaketin, ruhen arınmanın, vicdanen gelişme­nin, tek kelimeyle Allah'a yakın olmanın merkezidir. Oraya ancak imân edip yüce yaratanın buyruklarına uyan temiz ve pak kişiler yaklaşmaya lâyıktırlar.

Hattâ ilim adamlarımızdan Hasan el-Basrî bu konuda daha da ileri gi­derek şöyle demiştir: «Bir müşrike eli dokunan kimse abdest almalıdır!» Ancak onun bu görüşü ilim çevresinde pek itibar görmemiştir. Çünkü bu,

daha çok Şia'dan Zeydî mezhebinin görüş ve içtihadıdır. Mezhep imamlarının bu husustaki görüş ve içtihatları:

a)  İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmet b. Hanbel'e göre, hiçbir kâfirin -istsr vatandaş olsun, ister yabancı bulunsun- Mescid-i Haram'a girmesi caiz değildir. Hattâ küfür diyarından gelen elçi ve temsilcilerin bi­le oraya girmesine cevaz verilmez. Onlarla ancak Haram sınırları dışında görüşülebilir.

b)  İmam Ebû Hanîfe ile  Irak âlimlerine göre,  kendileriyle antlaşma yapılan gayr-i müslimlerin Haram dahiline girmelerinde bir sakınca yoktur. Çünkü âyette geçen Mescid-i Haram'dan maksat, Haram dahilidir.

Yine İmam Ebû Hanîfe ile arkadaşlarına göre, Yahudi ve Hıristiyanlar Mescid-i Haram'a ve diğer mescitlere girmekten men'edilmezler. Ancak müşriklerle putperestler men'edilirler. Gayr-i müslim vatandaşların da gir­melerinde bir sakınca yoktur.

c)  Medine âlimlerine göre, bu yasak bütün mescitler ve bütün gayr-i müslimler hakkında geçerlidir.

Bu yasak, hicretin 9. yılı ilân edilmiştir. 10. yılında diyenler de olmuş­tur. Nitekim Katade ile İbn Arabî bu görüştedirler. [69]

 

Mekkeli'lerin  İleride  Ekonomik Güç Bulacakları Haber Veriliyor

 

«Eğer yoksul­luk ve darlıktan korkarsanız, Allah dilerse ileride (sebepleri kolaylaştıra­rak) kendi kerem ve ihsanından sizi zenginleştirir.»

Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, müşriklerin ve çoğu fukahaya göre bütün gayr-i müslimlerin Haram dahiline girmelerini yasakladıktan sonra, Mek-keli'lerin ne ile geçiniriz? mukadder sorularını cevaplıyarak, ileride sebep­leri kolaylaştıracağını ve böylece kendi fazl-ü keremiyle onları ganî kıla­cağını haber vermiştir. Bu zenginleşmenin iki pebepten kaynaklandığını görmekteyiz. Birincisi, hac ibâdetinin zengin olan her müslümana farz kı­lınması ve hacc-ı kıran veya hacc-ı-temettu' yapanlara kurban kesmenin vâcib kılınması; ayrıca cezaî mahiyette olan ve olmayan hususlardan do­layı tasaddukta bulunmalarıdır. Bu, onları az-çok geçindirecek bir kaynak olarak devam etmektedir. İkincisi, zengin petrol kaynaklarının bu bölge­de bulunup işler duruma getirilmesidir. Şüphesiz ki bu onları zengin kıla-

cak büyük bir ekonomik güç olarak ortaya çıkmıştır. Böylece Allah'ın Mek-keli'lere olan va'di iki yönlü gerçekleşmiştir. [70]

 

Müşriklerden Sonra Kitap Ehli

 

«Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlar, Allah'ın ve Peygam­berinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak dini (İslâm'ı) din edin-meyenlerle, -boyun eğip küçülmüş olarak elden cizye verinceye kadar-savaşın.»

İslâm devleti  kök salıp kademeli  biçimde gelişerek büyük  bir kuv­vet haline   gelmeyi,    azgın müşrikleri ve putperestleri disiplin altına alıp kendi âdil hükümranlığı altına almayı başardıktan sonra, sıra Kitap Ehli­ne, yani Yahudi ve Hıristiyanlara gelmişti. Kur'ân, onlardan Allah'a ve âhi­ret gününe inanmayan, Allah ve peygamberinin haram kıldığını haram ka­bul etmeyen ve hak dini kendilerine din edinmeyenleri de yola getirmeyi, belli bîr statü ile disiplin altına almayı, İslâm'ın âdil devletine baş eğme­lerini sağlamayı emrediyor. Sebebi ise açıktır: Kitap ehli, ilâhî buyrukları hiçe sayıp putperestler gibi katı bir inat ve inkâr içine girinee, halkı sap­tırmakta müşriklerden pek geri kalmaz ve beiki daha da tehlikeli olabi­lirler. Nitekim Medins'de, çevre kabile ve kasabalarda yahudiler, İslâm'ın hızını durdurmak, Hz. Muhammed'in (A.S.) tesirini azaltmak için çok sinsi faaliyetlere  girişmiş,  müslümanları   hayli  tedirgin  etmişlerdi.  Ahde  vefa göstermiyerek hıyanette bulunmaktan geri kalmamışlardı. Sonra da Ab­dullah b. Sebe' ve benzeri münafıkları birer zehirli ok gibi İslâm'ın bağrına atarak bir sürü fitne ve fesat çıkardılar ve mevcut ortamdan yararlanarak hilâfet kavgasını körüklediler; Hz. Ali'yi (RA.) zahiren sevip saydıklarını iddia ederek büyük bir haksızlığa uğratıldığını  ileri sürdüler ve böylece İslâm âlemini  bölüp parçaladılar.

İşte bu ve benzeri sebeplerle Kur'ân, Müslümanların bu gibi fitnelere karşı uyanık bulunmalarını, şartlar elverdiğinde Kitap ehlini disiplin altına almalarını emrediyor.

Şüphesiz ki, bu emrin ilk muhatabı Resûlüllah (A.S.) Efendimizdir. Çünkü tarihte en büyük inkılabı yapıp başarıya ulaştıran Hz. Muhammed'­in (A.S.) kurduğu İslâm devleti gelişme çağında bulunduğundan önünde­ki pürüzleri kaldırmak zorunda idi. Ancak bu hususta iki değişik metotla yola çıkmıştı : Önoe Allah'ın varlığını, birliğini, azizliğini ve sınırsız kud­retini; İslâm'ın da rahmet, adalet, kardeşlik, hakseverlik, ilim ve fazilet di­ni olduğunu kalblere ve kafalara işlemek suretiyle kan dökmeden amaca

ulaşmayı; sonra da İslâm'ın bunca hoşgörüsüne rağmen inkâr ve azgın­lıklarını artırıp İslâm için tehlike haline gelenleri askerî güçle tesirsiz kıl­mayı planlamıştır.

Kur'ân'ın taiim ettiği bu siyaset, Hz. Peygamber (A.S.) ile halîfeleri tarafından kusursuz uygulanmış ve çok başarılı olmuştur. [71]

 

Kitap Ehli'nin Allah'ın Haram Kıldığını Haram Saymamaları

 

«Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar....»

Gerek Tevrat ve İncil'deki tahrifat ve asıllarının zamanla ortadan kay­bolmasıyla kafalarda ve kâğıtlar üzerinde kalanlarının birtakım ilâvelerle sonradan yazılması, gerekse din adamlarının kendi kişisel görüş ve anla­yışlarına göre din adına bazı hükümler ve prensipler koymaları, ilâhî ölçü ve hükümlerin aslını unutturmuş, özellikle haram ve helâl konularında de­ğişik hükümler ortaya çıkmıştır. Bunu birkaç örnekle açıklayalım:

a)  Namaz hak olan bütün dinlerde farz kılındığı halde, Hz. Musa ile Hz. İsa'nın nasıl namaz kıldıkları bilinmemektedir. Hâlen havra ve kilise­lerde yapılagelen duâ ve ayinlerin ilâhî ölçülere göre olduğunu ve namaz anlamı taşıdığını belirleyip isbat etmek mümkün değildir. Çünkü her iki kutsal kitapta da nasıl ibâdet edileceği kesin çizgileriyle gösterilmemiştir.

b)  Domuz eti hak dinlerce haram kılınıp murdar sayıldığı halde Hıris­tiyanlar onu helâl saymaktadırlar. Oysa mevcut İncil'de bile, habis ruhla­rın domuzlara girdiği belirtilerek, bir ipucu verilmektedir. [72]

c)  Şarap ve diğer alkollü içkiler kiliselerde bile içilmekte ve ayinler­de yer almaktadır. Oysa bu da diğerleri gibi, semavî dinlerce haram kılın­mıştır. Luka İncil'inin 1. bap 15. belgesinde aynen şu cümlelere rastlamak­tayız : «Korkma Zekeriya, çünkü duan işitildi, karın Elisabeî sana bir oğul doğuracak, onun adını Yahya koyacaksın. Sevinç ve safa bulacaksın; onun doğmasından bir çokları da sevinecekler. Çünkü Rabbin gözünde büyük olacak, şarap içmiyecek ve daha anasının karnında Ruhülkudüs'le dolu olacak.»

Matta İncil'i 26/29 bölümünde şu satırlar yazılıdır: «Fakat ben size derim : Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne ka­ti)  dar, ben asmanın bu mahsulünden artık icmiyecegim.»

Bernaba İncil'inde ise, şu satırların yazılı olduğunu görüyoruz : «Me­lek (Cebrail), Meryem'e dedi ki : İleride Yesû (İsa) diye anılacak ve bu ad ile çağrılacak peygambere hâmile kal! Onu şaraptan, sarhoş eden her iç­kiden ve her murdar etten (uzak tutup) alıkoy. Çünkü o yavruyu Allah tak­dis etmiştir.» [73]

Tevrat'ın Sayılar kısmı 6/2-4'de de şarap ve içkinin haram olduğu be­lirtilmiştir.

d) Resim ve putların yasak olduğu Tevrat'ta açık şekilde ifade edil­miştir. İsa Peygamberin Tevrat'taki içki hakkındaki hükmü kaldırdığına dair hiçbir kayıt İncillerde mevcut değildir. Oysa Hz. İsa, Tevrat'ın bazı hükümlerini değiştiren ve geri kalan hükümleriyle amel eden bir peygam­berdir. Nitekim Matta İncii'inin 5/17-42 bölümünde İsa Peygamber'in Tev­rat'taki hangi hükümleri değiştirdiği anlatılmaktadır ki, onlar arasında şa­rap ve diğer alkollü içkiler anılmamıştır. [74]

 

Hak Dini Din Edinmek

 

Ve nak dini ('slam'O din edinmeyenler...»

Gerçi semavî dinlerin hepsi haktır. Tarihin akışı içinde sosyal ve kül­türel yapılarda meydana gelen kademeli gelişmeye paralel olarak dinlerde de bir tekâmül meydana gelmiştir. Bir sonrakiler öncekileri hem tasdîk eder, hem yürürlükten kaldırılan kısımlarını açıklar ve yerine getirilen ye­ni hükümleri tanıtır. Böylece sosyal yapıya daha yararlı yeni hükümlerin kabul edilmesi ve uygulama alanı bulması için tebliğ ve irşada devam edi­lir.

Tevrat kendinden önceki sahifeleri hem tashih etmiş, hem sosyal ya­pıya faydalı olan bölümlerini içermiş, hem de daha yeni ve kapsamlı hü­kümler getirmiştir.

İsrgiloğullarrnın tarih boyunca zilletten ziliete uğraması, Tevrat'ın ya­zılı bulunduğu Levhalar'ın kaybolmasına veya imha edilmesine neden ol­muş ve efde yazılı olan parçalardan, hafızalarda kalanlardan ne varsa bir-araya getirilerek yeniden yazılması, birçok yanlışlıklara sebebiyet vermiştir.

İncil daha çok Tevrat'ın bazı ahlâki ve kısmen de ameli ve hukuki bö­lümlerini tashîh eder ve bazı hükümlerini değiştirir mahiyette indirilmiştir.

Onun da orijinalinin Yahudiler tarafından imha edildiği sanılmaktadır. Isa Peygamber göğe yükseltildikten sonra, ona benzeyen birinin öldürülmesi hem büyük bir olay şeklinde ortaya çıkmış, hem bir sürü şüpheler doğur­muş, hem de İsâ Peygamber'e inananlar aralıksız takibata uğratılmış ve tedirgin edilmişlerdi. O bakımdan İnciller ancak bu olaydan 40-50 yıl son­ra Havarilerden sağ kalanlarla, onlardan İncil'i dinleyenlerin gayretiyle ye­niden yazılmışlardır. Bu sebeple birçok önemli bölümleri tesbit edileme­miş, daha çok İsa Peygamber'in hayatına geniş yer verilerek kitap haline getirilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm önceki kitaplarda daha çok önemli hükümlerde mey­dana gelen yanlışları düzeltmiştir. Sonra da gelişen ve değişen insan top­luluklarına hayat veren yepyeni hükümler getirerek semavî kitapların son halkası olduğunu ilân etmiştir.

Kur'ân bu gerçeği Kitap ehline seslenerek bilhassa duyurmak ister;, akıllarını iyice kullanmalarını, tarihî hakikatleri daha iyi ve etraflı düşün­melerini ilham ederek ilâhî muradı en doğru şekilde yansıtır. [75]

 

Fıkhî Yönü

 

Cizye, sözlükte borç ödeme anlamına gelir. Terim olarak, kendileriyle yapılan anlaşma gereği, gayr-i müslimlerin şahıs başına Müslümanlara verdiği vergi demektir.

Kimlerden cizye alınır?

a)   İmam Şafiî'ye göre. Kitap ehlinden alınır. Bunların Arap veya baş­ka bir ırktan olması arasında bir fark yoktur. Putperestlerden cizye alın­maz. İmam Şafiî bu mesele hakkındaki içtihadına dayanak olarak Enes b. Mâlik'in yaptığı rivayeti seçmiştir.

b)  İmam Mâlik ve İmam Evzâî'ye göre, murtedler dışında kâfirlerin hepsinden cizye alınır.

c)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, genellikle Kitap ehlinden ve Arap ol­mayan müşriklerden alınır; Arap müşriklerinden ise alınmaz.

d)  İmam Ebû Yusuf'a göre, ister kitaplılar, isterse kitapsızlar olsun Araplardan eizye alınmaz; Arap olmayan kitaplılardan ve kitapsızlardan alınır.

Mecusîlerden ise, bütün imamların ittifakıyla alınacağı belirtilmiştir.

Bu konuda geniş bilgi için Ebû Bekir Cessas'sn Kur'ân Ahkâmı'nı tav­siye ederiz, [76]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle müşriklerin murdar olduğu, o bakımdan Mescid-i Haram'a yaklaşmalarının yasaklandığı açıklandı. Sonra da İslâm'a karşı olan müşriklerin ve Kitap ehlinden olan Yahudilerin ve yer yer Hıristiyan­ların azgınlık ve taşkınlıklarının önlenmesi için şartlar elverdiğinde, baş eğmelerini sağlayıncaya kadar savaşılması emredildi.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'a ortak koşan, ona evlat isnat eden Yahudi ve Hıristiyanlar kınanıyor; sonra da onların küfrü gerektiren bu iddiaları­nın sebeplerinden birinin, hattâ başta geleninin, Hz. Muhammed'i (A.S.) kü­çük düşürmeye ve İslâm'ın nurunu söndürmeye yönelik bulunduğu belirti­liyor ve inkarcılar isteseler de, istemeseler de Allah'ın kendi nurunu mut­laka tamamlayacağına, İslâmiyeti başarıya ulaştıracağına değinilerek mü'-minlere büyük bir müjde veriliyor. [77]

 

Meali:

 

30—  Yahudiler, «Üzeyr, Allah'ın oğludur» dediler. Nasâra (Hıristiyan­lar) da «Mesih (İsâ) Allah'ın oğludur» dediler. Bu daha önce inkâra sa­panların  söylediklerine  benzer  anlamda,  ağızlarında   geveledikleri  söz­lerdir. Allah kahredesiler! Nasıl da (hak'tan saptırılıp) yüzleri çevriliyor?.

31—  Bunlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini; (aynı zaman­da) Meryem oğlu Mesih'i Rabler (Tanrılar) edindiler. Halbuki ancak bir ilâha kulluk ve ibâdetle emrolunmuşlardi. Allah'tan başka ilâh yoktur; O, onların ortak koştukları şeylerden pâk ve münezzehtir.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre, Yahudilerden bir grup kalkıp Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki: «Biz sana nasıl uyalım ki, sen bizim kıblemizi terkettin ve Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmiyorsun!» Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. [78]

 

İlgili Hadisler

 

Cömertliğiyle büyük bir üne kavuşan ve Arap tarihine geçen Hatem veya Hatim Tâî'nin oğlu Adiy, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in çağrısına olumlu cevap vermiyerek Şam'a kaçtı. Cahiliye devrinde Hıristiyanlığı se­çip tenassur etmişti. Kız kardeşi Müslümanlara esir düşünce, Sevgili Pey-gamberimiz'den (A.S.) ummadığı ölçüde ilgi gördü ve kılına dokunulma­dan serbest bırakıldı. Kadın bu rahmet ve şefkat, insanlık ve adalet yan­sıtan ilginin tesirinde kaldı. Kardeşi Adiy'e İslâm'a girmesini önerdi ve Hz. Peygamber'i (A.S.) övmekle bitiremedi. Çok geçmeden Adiy, İslâm'a gir­mek üzere Medine'ye döndü; Peygamber'in (A.S.) huzuruna çıktı. Boynun­da gümüşten bir de haç bulunuyordu. O sebeple Peygamber (A.S.) Efen­dimiz çok nazik bir ifadeyle, «bunlar Allah'ı bırakıp hahamların ve rahip­lerin peşine takılarak onları kendilerine rab edindiler!..» mealindeki âyeti okudu. Adiy müsaade isteyerek :

Ey Allah'ın Peygamberi! onlar rahiplere tapmadılar, deyince, Pey­gamber (A.S.) Efendimiz ona :

— Hahamlar ve rahipler helâli haram, haramı da helâl kılıyorlar, hal­ka yanlış bilgi veriyorlar. İşte bu,   halkın onları   rab   edinmesi   demektir, diyerek açıklamada bulundu.[79]

 

Üzeyr Veya Ezra

 

Kitab-ı Mukaddes'te Ezra, Kur'ân-ı Kerîm'de ise Üzeyr diye anılan za­tın özellikle üzerinde durulması çok anlamlıdır. Harun Peygamber'in toru­nu olduğu söylenir. Yahudiler onu büyük bir kâhin olarak tanır ve tanıtır­lar. Babil ve çevresinde eyleştiği bilinmektedir. Tevrat'ın ortadan kaybol­masına en çok üzülenlerden biridir. O bakımdan tam bir ihlâs ve derunî istek duygusu içinde Allah'a duâ ve niyazda bulunarak Tevrat'ın olduğu gibi hafızasına nakşedilmesini dilemiş. İbn Cerîr Taberî'nin rivayetine gö­re, onun bu dileği kabul edilmiş ve Tevrat'ın tamamını hafızasında arşivlen-miş şekilde bulmuş ve öyleoe onu kâğıda aktarıp yazarken İbraniee alfa­beyi değil de Keldanioeyi tereîh etmiştir.

O nedenle Üzeyr veya Ezra, Yahudilerin geniş ilgi ve hayranlığını top­lamış, o kadar ki, «Ezra dönemi bahar dönemi» diye vasıflandırılmış ve bir kısmı onu Allah'ın oğlu sanacak kadar ölçüyü kaçırmışlardır.

İbn Cerîr Taberî, Üzeyr konusunda kaynağının tesbiti mümkün olma­yan geniş bilgi vermiş, içinde Levhalar bulunan Tabut'un Allah tarafından kaldırıldığı ve başlarına indirdiği bir hastalık sebebiyle İsrailoğullan'nın ha-fızalarındaki Tevrat'ı silip unutturduğu ve Üzeyr'in yalvarıp yakarması üze­rine Allah'tan inen bir nurun kalbine girmesiyle, hafızasından silinen Tev­rat'ın olduğu gibi hatırlanmasına vesile olduğu ve bir süre sonra kaldırı­lan Tabut'un iade edilmesiyle Üzeyr'in hafızasında doğan Tevrat ile tam uyum halinde olduğunun görüldüğü, o yüzden ona «Allah'ın oğlu» denildi­ği şeklinde birtakım ifadeler kullanmıştır. [80]

Tevrat'ta Ezra'yla ilgili bir bölüm vardır. Kur'ân, Tevrat'ın aslına ve Tevhit İnaneı'na ters düşen bu iddiayı, yani Üzeyr'in Allah'ın oğlu oldu­ğuyla ilgili itikadı kökünden reddedip bunun müşriklikle eşdeğer olduğu­nu belirtmiş ve sonra da hak dini kendilerine din edinmeyenlerin ne hale düştüklerini, eadde-i hak'tan nasıl saptıklarını hatırlatmıştır.

İbn Abbas'dan (R.A.) yapılan rivayette buna yakın bilgiler verilmek­tedir. [81]

Yahudi tarihçilerin de verdiği bilgiye göre, Musa Peygamber, Tevrat'ın yazılı bulunduğu Levhaları muhafaza için bir sandığa yerleştirmişti. Musa'dan sonra bu sandığın kaybolduğu, Süleyman Peygamber zamanında bulunup ortaya çıkarıldığında, içinde sadece Evamir-i aşere = On emir'ın yazılı bulunduğu levhaya rastlandığı belirtilmekte ve sonra Üzeyr tarafın­dan bugünkü muhtevaya yakın ölçüde yazıldığı sanılmaktadır. [82]

Hıristiyanların da aşırı taassuba yönelip İsâ Peygamberi Allah'ın oğlu diye tanımaları ve tanıtmaları bir bakıma müşrikliktir. Bedeni itibarıyla in­sana, ruhu itibarıyla meleğe nisbet edilebilir, ama Allah'ın oğludur diye bir nisbette bulunmayı ne din, ne ilim, ne de akıl ve mantık kabul eder.

Şeyh Muhyiddin Arabi (K.S.), İsa Peygamberi en uygun anlamda va­sıflandırarak diyor ki: «İsa (A.S.) iki ayrı âlemin imtizacından oluşmuştur. Çünkü o, melekle Meryem arasından zuhur etmiştir. O halde İsa, ruhtan meydana gelen bir ruh, beşerden meydana gelen bir beşerdir. Bu özellik başkasına verilmemiştir. İkinci semaya yükseltilmesinin de hikmeti budur. Zira bu semanın yıldızları bizden yana iki ayrı âlemden imtizaç etmişler­dir.» [83]

Hak dini bozup inancı yozlaştıranlarla ciddi biçimde ölçülü ve denge­li meşgul olunması emrediliyor. Şüphesiz ki bu meşguliyet çağın özellik­lerine ve teknik imkânlarına göre olmalıdır. Her şeyden evvel, Kur'ân-ı Kerîm'in çağın ve medeniyetin önünde yürüdüğünü, gelişen ve gelişmek­te olan ilme ışık tuttuğunu misallerle açıklamak ve bunun için birçok ya­yın organlarından yararlanmak şarttır. İslâmiyeti, onu basite irca' edip bir sürü teferruata boğan yarım câhillerin elinden kurtarıp dinin hikmet ve amacını kavrayan, hayat damarlarını harekete geçirmenin lüzumuna ina­nan ve ilimle dini ikiz kardeş olarak neslin kafa ve kalblerine işleyen bil­gili, becerikli ellere teslim etmek son derece lüzumludur. [84]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kitap ehlinin Tevhit inaneını bozdukları, o neden­le hak dinin ilâhî hüviyetini değiştirdikleri konu edildi. Sonra da din adam­larının kendi mantık ve anlayışları doğrultusunda Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram saydıkları, birçok hükümleri değiştirdikleri üze­rinde durularak Allah'ı bırakıp fânileri rab edinmenin sakıncalarına atıf ya­pıldı ve dolayısıyla mü'minlerin böyle bir hataya düşmemesi için birtakım uyarılarda bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle İslâm'ın Allah'ın eihanı aydınlatan, gönüllere ir­fan katan nuru olduğu belirtiliyor. Kitapsızlarla kitaplıların bu nuru sön-

dürme basiretsizliği içinde bulundukları haber verilerek Müslümanların ona cok ciddi şekilde sarılmalarının gereği üzerinde duruluyor. Eninde so­nunda Allah'ın kendi nurunu tamamlayacağı büyük bir müjde olarak bil­diriliyor ve sözü edilen iki grup (Yahudi ve Hıristiyanlar), kabul etse de, etmese de Hz. Muhammed'in (A.S.) hidâyet ve hak dinle gönderildiği, hak­kın mutlaka üstün geleceği açıklanıyor. [85]

 

Meali :

 

32—  Allah'ın  nurunu  ağızlarıyla söndürmek  istiyorlar.  Kâfirler hoş-lanmasalar bile Allah öyle istemiyor, O mutlaka nurunu tamamlamayı di­liyor.

33—  O Allah ki, müşrikler hoşlanmasa da, istemese de dinini bütün dinlerden üstün kılmak için Peygamberini doğru yol ve hak din ile gön­dermiştir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğrusu Allah yeryüzünün doğusunu, batısını katlayıp benim için biraraya getirdi. İleride de ümmetimin (elde edeceği) mülkü patlanıp (bir tablo misali) bana (va'dedilip) verilen yerlere kadar ulaşacaktır.» [86]

«Şüphesiz ki, yeryüzünün doğusu ve batısı size fethotunacaktır. Al­lah'tan korkup kötülüklerden sakınan, emâneti yerine ulaştıranlar dışında o yerlerin görevlileri (Cehennem) ateşindedirler.» [87]

«(Bizim getirdiğimiz) bu iş (din ve dava) gece ve gündüzün ulaştığı yerlere kadar ulaşacaktır. Allah hiçbir sıvalı evi ve kurulan çadırı bırak­mayıp bu dini mutlaka hepsine sokacaktır. Azizi aziz ve şerefli kılacak, al­çak ve aşağılık kimseyi aşağı kılacaktır. İslâmiyeti aziz kılacağı bir aziz­likle, küfrü zelil kılacağı bir zilletle (bu hususu gerçekleştirecektir).» [88]

Adiy bin Hatem (veya Hatim) anlatıyor:

  Peygamber (A.S.) Efendimizin huzuruna girdiğimde bana: «Ya Adiy! İslâm'a gir ki selâmete erişesin», buyurdu. Ben de: «Ben din ehlindenim (Nasraniyim)» diye cevap verdim. Sonra aramızda şu konuşma geçti:

  Senin dinini senden daha iyi bilirim.

  Benden daha mı iyi bilirsiniz?!

  Evet, sen Rakûsiyye mezhebine bağlı değil misin: Aynı zamanda sen bağlı bulunduğun kavminin davarlarını reislik sıfatıyla alıp yemiyor musun?

  Evet, doğrudur.

  İşte bu sana, senin dinine göre helâl değildir, buyurdu.

Adiy (R.A.) devamla diyor ki: «O'nun buyurduğu hiçbir zaman gerçek sınırlarını aşmıyordu, o bakımdan tevazu gösterdim ve saygı duydum o sözlere; sonra Peygamber (A.S.) şöyle buyurdu :

— Seni İslâm'a girmekten alıkoyan sebebi biliyorum; o da şudur: «Ben İslâm'a girersem zayıf ve güçsüzlere, Arapların silkip attığı kişilere uymuş olurum.» diye düşünmektesin. Sonra sen Hîre'yi bilir misin?

  Hayır, o yeri görmedim, ama işittim, dedim. Buyurdu ki:

  Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, Allah mutlaka bu dini tamamlayacak; o kadar ki, kadın mahfe içinde Hîre'den yalnız başına Çıkıp Beytullah'ı tavafa kadar gelebilecektir. Hem and olsun ki, Hürmüz oğlu Kisra'nın hazineleri fetholunacaktır.

  Hürmüz oğlu Kısra mı? dedim.

  Evet, o.. And olsun ki, mal öylesine çoğalacak ki, onu kabul eden

kimse bulunmayacaktır! [89]

Adiy (R.A.) devamla diyor ki: Cidden Hîre'den mahfe içinde kadının yanında bir kimse olmaksızın gelip Kabe'yi tavaf ettiğini gördüm. Kisra-nın hazinelerini fethedenler arasında ben de bulundum. Yemin ederim ki, üçüncüsü de olacaktır. Çünkü Peygamber (A.S.) Efendimiz buyurdu ve onun sözü doğrudur, verdiği haber mutlaka çıkacaktır. [90]

 

Allah'ın Nurunu Söndürmek İsteyenler

 

«Allah'ın  nurunu  ağızlarıyla  söndürmek istiyorlar..»

Yahudi ve Hıristiyanlar aşırı çekememezlik yüzünden son din ve onun peygamberi hakkında olumsuz yönde harekete geçtiler. Bir çığ gibi büyü­meye son derece müsait olan İslâmiyeti Arap Yarımadasına hâkim olma­dan söndürmek gerekiyordu. O nedenle aleyhte kesif bir propagandaya giriştiler. Attıkları çamur, sürmek istedikleri kara lekeyi şöyle sıralayabi­liriz :

a)  Son  dinin  gereksiz olduğunu,  Muhammed'in   (A.S.)  daha  önceki kutsal kitaplardan aktardığı sözleri kendi kalıbına döküp ayrı bir ifadeyle ortaya çıktığını anlatıp isbat etmek,

b)  Muhammed'in (A.S.) peygamberliğine delâlet eden açık hiçbir bel­genin bulunmadığını, ortaya koyduğu bazı olağanüstü şeylerin hakikatle hiçbir ilgisi olmadığını etrafa yaymak ve İslâm'ın her hareket ve görüşünü küçümsemek,

c)  Arap ilim adamlarını, edip ve şâirlerini şaşırtan ve dinleyenlerin yüzünü bir anda büyülercesine Allah'a çeviren Kur'ân'ın gökten indirilme-diğini, eskilerin masallarının çekici hale sokularak halka yutturulmak is­tendiğini bazı kıssaları misal vererek telkine çalışmak,

d)  İslâm'ın her geçen gün kendiliğinden çevre bulup yayılmasını dur­durabilmek için Müslümanlar arasına fitne sokmak, bunun için de zahi­ren  müslüman,  gerçekte  inkarcı   kişilerin  sayısını  artırıp  kaleyi   içinden fethetmek,

e)  Müşrik Arapları kışkırtıp onlara, Muhammed'in (A.S.) sihirbaz veya büyücü; Kur'ân'ın bir sürü tutarsız hikâyelerden ibaret olduğunu dedirterek

huzursuzluğu sürdürmek..

Kur'ân ise, bütün bu olumsuz fırtınalar karşısında İslâm'ın mutlaka başarıya erişeceğini, cihanın ufuklarını aydınlatan nurunu söndürmeye kimselerin gücünün yetmiyeceğini, kıyamete kadar tazeliğiyle payidar ola­cağını en açık ve en net bir anlatımla haber veriyordu.

Verdiği bu haberin doğruluğu ortaya çıktı. İnkarcı sapıklar, şaşkın ve garazkâr kitaplılar hoşlanmasalar bile Allah nurunu tamamladı. İslâm'ın insanlığa getireceği ne varsa hepsini noksansız tebliğ etme saadetine eriş­tiğini ilân etti. [91]

 

İslâm, Bütün Dinlere Üstün Gelecektir

 

«O Allah ki, müşrikler hoşlanmasa da, istemese de dinini bütün dinlerden üstün kıl­mak için Peygamberini doğru yol ve hak din ile göndermiştir.»

İslâm'ın bu üstünlüğü her yönüyle mi olacak, yoksa ilmî yönünden mi: sayısal yönden mi, ekonomik açıdan mı, yoksa kendiliğinden yayılma kud­retinden mi kaynaklanacaktır? Diğer dinleri tesirsiz hale getirmesiyle mi gerçekleşecektir? Saydığımız bu yönleriyle üstünlüğü ortaya çıkmış mıdır?

Önce şunu belirtelim ki, İslâm'ın üstünlüğü, kendini silinmekten ko­ruma, varlığını kusursuz sürdürme ve ilmî yönden kendini kabul ettirme gücüdür. Bu güç, ne kadar saldırılara uğrarsa uğrasın hep ayakta dura­cak ve hep haklılığını belgeliyecektir. Sonra Kur'ân'ın tek harfinin değiş­tirilmeden indiği gibi korunması, Hz. Peygamberin (A.S.) günlük hayatını olduğu gibi yansıtan hadîslerin toplanması, aile ve toplum düzenini en öl­çülü ve makul şekilde sağlam temellere oturtması, toplum nizamını kalıcı esaslara bağlaması ve gelişmekte oian sosyal hayata her zaman eevap verip, deva olma kudretini beraberinde taşıması her yönüyle İslâm'ın bü­tün dinlerden üstün olduğunu isbatlamaktadır.

işte Islâmiyetin ve onun kitabı Kur'ân'ın eriştiği bu mazhariyeti ve taşıdığı üstün kudreti başka bir dinde görmek ve'bulmak mümkün değil­dir. Cünku Allah'tan indiği gibi muhafaza edilen Allah sözü, beşer sözün­den mutlaka üstündür.

Hıristiyan âlemi kendi dinlerini yaymak için asırlardır milyarları har­cayarak misyonerlerini dünyanın dört bucağına sevkettikleri halde elde ettikleri sonuç keyfiyet bakımından hiç de yüz güldürücü olmamıştır. Af-fKaya İslam mürşitlerinden birkaç zatın ayak basmasıyla birçok kabile

ve milletler kendiliklerinden İslâmiyete kalblerini ve kapılarını açmışlardır.

Günümüzde ilim ve teknik ilerledikçe Kur'ân'ın ilâhî kitap olduğu ka­nıtlanıyor; 1400 yıl önce ilme ışık tutar mahiyette koyduğu temel bilgiler ve ana fikirler bütün parlaklığıyla gerçeği bulan ilimle birleşiyor.

İşte Allah'ın hayat veriei ışığını kendinde taşıyan İslâm ve Kur'ân'ın .üstünlüğü bu hususlarda da kendini göstermektedir. Bunu durdurmak, ya da engellemek mümkün değildir. Son yıllarda İslâmiyeti kendilerine din olarak seçen Batılı ilim adamlarından Maurice BUCAILLE, poger GA-RAUDY ve Rodinson'un Kur'ân karşısında büyülendiklerini, Kur'ân'ın çağ­ların, medeniyetlerin ve ilimlerin önünde yürüdüğünü açıklamaları da İs­lâm'ın gelişen ilimle daha çok tanınacağı gerçeğini ortaya koymuştur.

Bu konuda farklı yorumlarda bulunanlar ise, İslâm'ın üstünlüğünü şöy­le tasvîr etmişlerdir:

a)  İslâm, kıyamete yakın, İsa Peygamber, gökten inince, Kitap ehli ta­rafından da kabul edilecek böylece sayısal olarak da üstünlük sağlaya­caktır.

b)  Bu üstünlüğü Mehdi'nin çıkmasına bağlayanlar da olmuştur. Ger­çi hadîslerde buna dair tebşiratlar eksik değildir; ama ne İsa Peygamber'in inmesi, ne de Mehdi'nin çıkması, İslâm'ın üstünlük sağlamasının asıl ne­deni değildir. Asıl nedeni, yukarıda belirttiğimiz gibi, ondaki kudret, koy­duğu esaslar ve çağların önünde yürümesidir.

e) Kıyamete yakın bir zamanda İslâm, ortaya çıkacak olan Deccal'ı mağlup edecek ve Dabbetü'l-Arz çıkıp kâfiri mü'minden ayırt edecek­tir. [92]

İslâm'ın taşıdığı lâhutî kudret ve üstünlüğü yaymak ve yansıtmakla görevlilerin başında, şüphesiz ki Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz bulunu­yordu. O nedenle yanılmak bilmeyen, yanlış ve eğriyi kabul etmeyen ve hiçbir engel karşısında zaafa uğramayan iki büyük emanet O'na verilmiş­tir: Birincisi, Allah'a giden doğru yol (hidâyet) ve bu yolu aydınlatan Kur'-ân'dır. İkincisi ise, yolu tarif eden, sapmadan ilerlemeyi öğreten İslâm'dır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buna işaretle şöyle buyurmuştur: «Şüphe­siz size öyle bir şey bırakıyorum ki ona yapışıp sarıldığınız sürece ebediyen sapıtmazsınız: Allah'ın kitabı, Peygamberinin sünneti..» [93]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle kitaplılarla kitapsızların, İslâm'ı doğduğu ve ge­lişmeye yüz tuttuğu Mekke ve Medine'de öldürmek, Kur'ân'ın cihanı ay­dınlatacak kudretteki nurunu söndürmek için birçok yollara başvurdukları anlatıldı. Allah tarafından insanlığın mutlak hayrına ve saadetine yönelik olarak indirilen İslâm'ın yine Allah tarafından korunup tamamlanacağı bil­dirildi. Hz. Muhammed'in (A.S.) hidâyet ve hak din ile gönderildiği ve bu­nu inkârın büyük bir haksızlık olduğu belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının, din adına, İsa ve Meryem adına, günahları affettirme iddialarına karşılık halktan pa­ra toplayıp yedikleri, topladıkları para ve malı Allah yolunda değil, bâtılı ayakta tutma uğruna harcadıkları açıklanıyor. Bununla Müslüman din âlim­lerinin o gibi sakıncalı ve dini küçük düşürücü yollara tevessül etmemeleri hatırlatılıyor. [94]

 

Meali  :

 

34—Ey imân edenler! Doğrusu Hahamların ve Rahiplerin çoğu, insan­ların mallarını haksız sebeplerle yerler; bir de (onları) Allah yolundan alı-koyarlar. Altın ve gümüşü hazine edinip de Allah yolunda harcamiyanları elem verici bir azap ile müjdele!

35— Öyle bir günde ki bunlar Cehennem ateşinde kızdırılarak onla­rın alınları, yanları ve sırtları dağlanacak ve «İşte bu sizin kendiniz hesa­bına toplayıp hazine edindiğinizdir. Toplayıp hazine edindiğinizi tadın ba­kalım!»  (denilecek).

 

İlgili Hadîsler Ve Rivayetler

 

 Zeyd b. Vehb anlatıyor:

«Rebze'ye uğramıştım.[95] Orada ansızın büyük sahabi Ebû Zer (R.A.) ile karşılaştım. Kendisine, «seni bu yere getiren nedir?» diye sorduğumda şu cevabı verdi: «Şam'da bulunuyordum. Altın ve gümüş biriktirip de Al­lah yolunda harcamayanlar... mealindeki âyetin yorumu üzerinde Muaviye ile görüş ayrılığına düştük. O bu âyetin haham ve rahiplerle ilgili olduğu­nu, onlar hakkında indiğini söylüyordu. Ben de, hem biz müslümanlar, hem de onlar hakkında indiğini, hepimizle ilgili bulunduğunu belirtmek İstiyor­dum; derken Muaviye bu yüzden beni Halîfe Osman'a (R.A.) şikâyet et­miş. Medine'ye çağırıldım ve buraya sürgün edildim.» [96]

İbn Ömer (R.A.) diyor ki :

«Zekâtı ödenen her mal, bir yere gömülü bile olsa, Kur'ân'da belirti­len kenz (hazine) kapsamına girmez. Zekâtı ödenmiyen mal ise, Kur'ân'da anılan kenz (hazine) sayılır ki, sahibi kıyamet gününde onunla dağla­nır.» [97]

Ebû Ümâme (R.A.) anlatıyor-.

«Süffe ehlinden [98]bir adam öldü. Onun sarığının arasında bir dinar bulundu. Hz. Peygamber (A.S.), «Bu onun için bir dağlama (âleti)dir.» Bir başka adam öldü. Onun sarığının arasında iki altına rastlandı. Hz. Pey­gamber (A.S.) «Bu onun için iki dağlama (âleti)dir» buyurdu.» [99]

Şüphesiz ki İslâm'ın ilk yıllarında durum böyle idi. Çoğunun geliri hiç yoktu. Her müslüman ihtiyaç fazlasını din kardeşlerine verir, bir gece ol­sun onu kendi yanında tutmazdı. Sonra bu hüküm kaldırıldı. Özellikle Me­dine'de vefat eden bazı mü'minlerin geriye bıraktığı hayli mal ve servet olurdu. Resûlüllah (A.S.) artık hiç kimse için, bu onun dağlama aletidir, demedi.

«Kime Allah mal verir de, o da o malın zekâtını vermezse, kıyamet gü­nünde zekâtı verilmeyen mal, başı dazlak, gözlerinin üstünde iki siyah nokta bulunan bir erkek yılan şekline sokulur. O azgın yılan kıyamet gü­nünde mal sahibinin boynuna gerdanlık yapılır. Sonra da sahibinin çene­sini iki tarafından yakalar da, ben senin malınım, ben senin hazinenim! der.»

Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki :

Resûlüllah   (A.S.)   Efendimiz  böyle  buyurduktan  sonra  ilgili  âyetleri

okudu. [100]

«İnsanlar altın ve gümüş toplayıp biriktirdiği zaman, sizler de şu söz­leri toplayıp (hafızanızda) biriktirin: «Allahım! senden, işimde bana sebat vermeni, doğru yolda azimli bulunmamı istiyorum. Verdiğin nimete şükret­memi (bana ilhamda bulunmanı) diliyorum. Senden, sana güzel ibâdette bulunmamı istiyorum. Yine senden, bana selîm bir kalb, doğru bir dil ver­meni diliyorum. Senden, bildiğin hayırları istiyorum. Bildiğin serlerden sa­na sığınıyorum. Sana, bildiğin şeyler hususunda yönetip bağışlanmamı di­liyorum. Şüphesiz ki, sen gaybleri çokça bilensin.» [101]

Hz. Ömer (R.A.), Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek:

  «Ya Resûlellah! bu âyet ashaba ağır geldi» dedi. Peygamber (A.S.) ona:

  «Şüphesiz ki Allah, geriye bıraktığınız mallarınız temiz ve hoş kal­sın diye zekâtı farz kıldı. Mirası da sizden sonra geriye kalan maldan farz kıldı», buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.), «Allâhu Ekber!» dedi. Re-sûlüllah (A.S.) devamla buyurdu ki: «Kişinin toplayıp biriktirdiği şeyin en hayırlısından sana haber vereyim mi? O, sâliha kadındır. Kocası onun yü­züne bakınca onu neşelendirir, ona bir şey emrettiğinde itaat eder. Ayrılıp bir tarafa gittiğinde hem kendi iffetini, hem de kocasının mal ve şerefini korur.» [102]

 

Halkın Malını Haksız Sebeplerle Yiyenler

 

«Ey imân edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin çoğu, insanların mal­larını haksız sebeplerle yerler...»

Dini, dünyalığa alet ederek sudan ve haksız sebeplerle insanların mal-larını alıp yemek ve kendine toplayıp biriktirmek, kesinlikle haramdtr. An­cak bu haksız sebepler neler olabilir? İşin içinde Kitap ehline mensup din adamları bulunduğuna göre, konuyu biraz da o açıdan değerlendirmek ve sonra da bütün din adamlarını ilgilendirecek şekilde yorumlamak gerekir. Şöyle ki:

a) Allah ve din adına hüküm vermek, bir hakkı boşa çıkarmak veya haksız bir işi haklı göstermek için rüşvet (rişvet) almak.

b)  Faiz karşılığında ödünç vermek. Nitekim Yahudilere göre, Yahudi olmayandan faiz almak sevaptır. Talmut'ta buna cevaz verilmiştir.

c)  Yatırlar ve ibâdet yerlerine sarf edilmek adı altında para toplayıp misyonerlere vermek.

d)  Günahların bağışlanması için, günahın büyüklük ve küçüklüğüne göre günahkâr kişilerden mal ve para almak. Nitekim Hıristiyan ülkeler­de biriken günahlarının temizlenmesini arzu eden  kimselerin  papazlara başvurarak mal veya para vermek suretiyle bu yola girdikleri ve papaz­ların da kendilerinde böyle bir yetkinin bulunduğunu iddia ettikleri bilin­mektedir.

e)  Din adına helâli haram, haramı da helâl sayıp birtakım menfaat-lar sağlamak bu cümledendir.

İlgili âyetle Kitap ehlinin din adamları kınanırken Müslüman din âlim­lerine, bu gibi sakıncalı yollara sapmamaları hatırlatılıyor. Hak dini tem­sil edenlerin her bakımdan haktan ve doğrudan yana olmaları gereği üze­rinde duruluyor. Dinin aslından ve mayasından uzaklaşan Kitap ehlinin düştüğü fahiş hatâlara onların düşmemeleri için uyarıcı işaretler veriliyor. [103]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, din adına birtakım haksız yollara ve haksız ka­zançlara başvuran hahamlar ve papazlar kınandı. Dini dünyalıklarına alet edinerek cok kötü misal oldukları açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, İbrahim Peygamber (A.S.) zamanından kalan güzel bir âdeti yaşatan, yılda dört ayı «Haram Ay» kabul edip her türlü savaş ve yağmacılığı bırakan Arapların, bu hürmeti ihlâl ettikleri konu edi­liyor. Kendi kötü arzularını tatmin için haram aylarının yerlerini değiştire­cek kadar hırçınlaştıkları belirtilerek, toplumu tedirgin eden bu davranış­ları kınanıyor. Sonra da göklerle yer yaratıldığından beri Allah yanında ayların sayısının 12 olduğuna dikkatler çekiliyor. [104]

 

Meali:

 

36—  Şüphesiz ayların sayısı, Aüah yanında -gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında (planlandığı üzere)- on ikidir.  Bunlardan dördü hürmetli aylardır. Bu en sağlıklı ve doğru hesaptır. Artık bu aylar­da kendinize zulmetmeyiniz, (Ancak) putperestler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla îopyekûn savaşın. Bilin ki Allah {ilâhî sınır­lara saygılı olup kötülüklerden ve haksızlıktan) sakınanlarla beraberdir.

37—  (Hürmetli  ayların yerlerini değiştirip)  geciktirmek,  küfürde bir artıştan başka bir şey değildir. Öyle yapmakla kâfirler (büsbütün) şaşır­tılıp saptırılırlar; Allah'ın haram kıldığı sayıya uydurmak için onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ve böylece Allah'ın haram kıldığını helâl ka­bul ederler. Kötü işleri kendilerine süslenip hoş görünmüştür. Allah ise kü­für üzere olan milleti doğru yola eriştirmez.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki zaman, Allah gökleri ve yeri yarattığı gündeki durumu gibi dönüp durmaktadır. Yıl 12 aydır. Bunlardan dördü hürmetli aylardır; üçü ardarda gelir (Zilkade, Zilhicce ve Muharrem). Recep ise ayrı olarak cemaziyelahir ile şaban arasındadır.»

Resûiüllah (A.S.) Efendimiz sonra devamla buyurdu ki:

  Bu içinde bulunduğumuz ay hangi aydır?

  Allah ve Peygamberi daha iyi bilir, dedik.

  Zilhicce değil midir?

  Evet...

  Bu hangi beldedir?

  Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedik.

  Beledü'l-Haram (Mekke) değil midir?

  Evet...

  Bugün hangi gündür?

  Allah ve Peygamberi daha iyi bilir.

  Nahr (Kurban bayramı) günü değil midir?

  Evet...

  Şüphesiz ki, kanlarınız, mallarınız, ırz ve namusunuz bu gündeki, bu beldedeki, bu aydaki hürmet gibi birbirinize haramdır. Rabbinize kavu­şacaksınız; sizden amellerinizi soracak. Artık benden sonra kâfirliğe dö­nerek birbirinizin boyunlarını vurmayınız!

Dikkat edin! hazır olan olmayana (bu sözleri) ulaştırsın. Kendisine ulaştırılıp tebliğ edilen kimsenin tebliğ edenden daha anlayışlı ve dikkat­li olması umulur.

  Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi?

  Evet, tebliğ ettin ya Resûlellah!

Bunun üzerine Resûiüllah (A.S.) Efendimiz :

  Allahım! Sen şahit ol, dedi. [105]

 

İlmî Yönü

 

«Şüphesiz ki ayların sayısı Allah yanın­da on ikidir...»

Bilindiği gibi, ister Ay takvimine göre, ister Güneş takvimine göre ko­nu ele alınsın, yani ister bir yıl 354 gün, isterse 365 gün hesaplansın, ay­ların sayısı 12 olarak belirlenmiştir. Son olarak Gregoryen takvimi de yılı 12 aya ayırmıştır. Böylece yıl, herbiri kavuşum ayının dörtte birine tekabül eden 52 haftaya bölünür.

Gökler ve yerküre yaratılıp belli düzene oturtulduktan sonra çekim kuvveti adı verilen görünmez bir kudret dünyamızı Güneş'e bağlı kılmış­tır. Dünya yaratıldığı günden beri durmadan belli bir yörüngede ve takdir edilen hızla Güneş'in etrafında dönmektedir.

Bu dönme hareketine «yörüngesel dönüş» denir. Dünya yörüngesel dönüşünü bir yılda, yani 12 ayda tamamlar. Yörünge «eküptik» düzlemi üzerindedir. Dünyanın ekseni ekliptik düzlemine eğiktir. Gerek gündüzlerin ve gecelerin daima aynı uzunlukta olmayışı ve gerekse mevsim denilen olayların meydana gelişi, işte bu eksen eğikliğinden oluşur.

Belirtilen düzen ve hesaplı hareket, gökler ve yer yaratıldığından be­ri şaşmadan sürüp gelmektedir. Kur'ân ilgili âyetle bu konuda da ilim adamlarına, meraklı araştırıcılara ar\a fikir, temel bilgi vererek insan aklı­na malzeme sunmaktadır.

Bir yılın 12 bölüme, yani ay'a ayrılması, anlaşılan ilk insan Âdem ile başlar. Ayrıca yapılan bilimsel araştırmalara göre, Mısır takvimi M.Ö. 5000, ya da 3000 yıllarında yapılmıştır. Mısırlılar az-çok düzenli aralıklar­la gökyüzünün en parlak yıldızı SİRİUS'un günlerce görünmez olduktan sonra, güneşin doğuşundan hemen önce ufukta yeniden gözüktüğünü gözlemişlerdir. Sirius'un güneşle aynı zamanda doğuşu, diye adlandırılan bu olay, başlangıç noktası olarak alınmış ve Sirius'un güneşle aynı za­manda iki doğuşu arasında geçen süre, yani 365 gün bir yıl sayılmıştır. Mısırlıların bir yılı 12 aya böldükleri de bilinmektedir.

Babil takvimi de 12x29,5 çarpımı, eşittir 354 günlük bir süre ile hazır­lanmıştır. Eski Yunanlılar da Babil takvimine benzer bir hesapla yi! ve ay­ları düzenlemişlerdir.

Allah'ın kitabı Levh-i Mahfuz'da da yıl ve ay, bugünkü düzen ve he­saba göre takdir edilip yazılıdır. İlâhî plân önceden bugünkü mevcut dü­zeni belirleyip çizmiştir; kıyamet kopuncaya kadar artık bu düzenin bo­zulması söz konusu değildir. [106]

 

Hürmetli Aylar

 

Kabile hayatı yaşayan ve sık sık savaşıp yağmacılık yapan Arapların, ötedenberi kutsal Kabe'ye saygı duyduklarını bütün siyerciler belirtmiş­lerdir. Araplar her yıl kendi âdetlerine göre, gelip hacceder, Allah'a imân ile putlara tapmayı birbirine karıştırıp içinden çıkılmaz garip bir inanç sis­temi meydana getirirlerdi. Ama her şeye rağmen ma! ve can güvenliği yok­tu. Mekke'ye hac mevsiminde gelebilmek bile başlıbaşına bir problem idi. O yüzden kabile reisleri hac aylarından olan zilkade ile zilhiccede bir de onu izleyen muharremde savaşmayı kaldırırlar ve bu ayları hürmetli sayıp kesinlikle uyulmasında ısrarla dururlardı. Böylece uzak yerlerden hac için gelenler bu üç ayda hem ibâdetlerini yerine getirirler, hem de güven için­de evlerine dönme imkânı bulurlardı.

Bir de recep ayını kabul etmişler ve böylece hürmetli ayların sayısını, İbrahim Peygamberden kalma âdete uyarak dörde çıkarmışlardı. Recep ayında da hem kutsal Kabe'yi ziyaret edenler çoğalırdı, hem de ticarî kay­naşma hızlanırdı.

Diğer bir rivayete göre, Allah insanları güven içinde yaşamaya alış­tırıp özendirmek ve kutsal Kabe'yi ziyaret edenlerin güven içinde gelip dönmelerini sağlamak için sözünü ettiğimiz dört ayı hürmetli kılmış; İbra­him ve İsmail Peygamberlerin diliyle bu aylarda savaş ve saldırıda bulun­manın daha büyük bir günah sayıldığını ilân ettirmiştir. Nitekim Arap ta­rihçileri bu hususu tevatür derecesine varacak şekilde nakletmişlerdir. Ka­naatimce doğru olan da budur.. İlgili 36. âyette «artık bu aylarda kendini­ze zulmetmeyin!» buyurulduğuna bakılınca, belirttiğimiz sonucu işaret yol­lu olsa bile çıkartmak mümkün. 37. âyette ise bu işaret biraz daha açıklığa kavuşturuluyor ve «Allah'ın haram kıldığı sayıya uydurmak için onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ve böylece Allah'ın haram kıldığını helâl kabul ederler.» buyuruluyor.

Ayrıca Resûlüllah {A.S.} Efendimiz'in veda hutbesinden de bu mana ve hüküm anlaşılmaktadır. Âyetin baş kısmında ise, «(Hürmetli ayların yer­lerini değiştirip) geciktirmek, küfürde bir artıştan başka bir şey değildir. Öyle yapmakla kâfirler (büsbütün) şaşırtılıp saptırılırlar.» denilerek müşrik­lerin İbrahim Peygamber'den kalan güzel bir hükmü ve sünneti kendi nef-sanî arzuları doğrultusunda nasıl berbat ettiklerine dikkatler çekilir. [107]

 

Dört Ayın Hürmeti Devam Ediyor Mu?

 

İslâm'ın ilk yıllarında bu güzel âdete uyuldu. Hem İbrahim Peygam-

berin iyice bilinip tanınması açısından, hem de İslâmiyetin hiç olmazsa bu dört ayda saldırıdan kurtulması bakımından sözü edilen dört ayın hürme­tine yer verilip aynen benimsendi. Sonra İslâm devleti kurulup Arap Ya­rımadasında yavaş yavaş düzen ve disiplin sağlayınca o hükmü kaldırdı, yerine her günün hürmetli olduğu prensibini koydu,- yani yılın hiçbir günün­de zulmetmek, saldırıda bulunmak, haksız yere savaşmak helâl olmaz hük­münü getirerek sulh ve selâmet havasını oluşturdu. Böylece güzel bir âdet kaldırılırken daha güzeli ve kapsamlısı getirilip yerine konuldu. [108]

 

Hırçın Müşriklerin Hürmetli Ayların Yerlerini Değiştirmeleri

 

İbrahim Peygamber'den kalan bu güzel sünnet zamanla talancı, hır­çın, kana susamış Arapların işine gelmemiş, üç ay' gibi uzun bir süre boş oturup yağmacılıktan, kadın ve çocukları esir edip satmaktan geri kalmaya dayanamamışlar, çare olarak da hürmetli ayların yerlerini değiştirmeyi uy­gun görmüşlerdi. Meselâ, zilhicee ayını bazan muharrem ayının yerine, bazan da sefer ayının yerine alıyorlar, böylece hürmetli ayların yerlerini kaydırıp onları asıl amaç ve maksadından uzaklaştırıyorlardı. Cenâb-ı Hak onların bu çok yanlış tutumlarını yererek yukarıdaki âyetleri indirdi. Böy-leee İslâm, insanlar için güven ortamı getiren hürmetli aylara hürmet edil­mesini hem benimsedi, hem de onun hürmetini artırdı. Ancak bu hürmete saygı göstermeyip savaşmak isteyen müşriklerle savaşmanın caiz olduğu­nu ilân ederek caydırıcı bir müeyyide getirdi. Sonra da yukarıda açıkladı­ğım gibi, İslâm hürmetli aylar hakkındaki hükmü kaldırdı ve daha kapsam­lı bir barış ve güven havası estirdi. [109]

 

İtikadı Yönü

 

Küfür üzerinde İsrar edip duran bir topluluğu Allah doğru yola eriştir­mez. Çünkü hakikat güneşi, uyanmaya hazır duruma gelen gönülleri aydın­latır. Kalb ve vicdanlarını bu güneşe karşı kapalı tutan putperestler, in­kârlarında inat ve ısrar edip hürmetli ayların yerlerini değiştirecek kadar azgınlık gösterirken, kendilerine hidâyetin tecelli etmesi pek beklenemez. Kur'ân'ın taşıdığı ilâhî âyet ve belgeler; Hz. Muhammed'in (A.S.) tebliğ bu­yurduğu bunea hakikatler karşısında aklını kullanmayıp, geçmişe körükö-rüne bağlılıkta duygusal davranan ve düşünce ufkunu bir türlü açmak is-temiyen müşrikler, hidâyetten nasiplerini almaya yanaşmadılar. Durum böyle olunca, hidâyet sınırına kendilerini getirmek için az bir gay­ret ve himmet bile ortaya koymadılar; koymayınca da Allah'ın hidâyet nuru onlardan yana tecelli etmedi.

Müşrikler haram aylarında haram ve yasak kılındığı halde savaşmak ve yağmacılık yapmak için haram ayını başka bir aya ertelemek, ayların yerlerini değiştirmek suretiyle küfürde daha ileri gittiler, böylece kendile­rine hidâyet nurunun yansımazlığı devam etti. [110]

 

Kutsal Yerler - Kutsal Zamanlar

 

İmânı aktif, idrâki uyanık, kalbin Allah ile bağlantısını kesintisiz tuta­bilmek; günlük hayatımızı dengeli, ibâdetimizi yeterli duruma getirmek ve ruhumuzu uyanık bulundurmak için İslâm, bazı zaman dilimlerine ve bazı yerlere özellik ve kutsallık tanımıştır. Bu, bir bakıma insanı biteviyelikten kurtarıp değişik ve farklı bir düzeye yöneltmeyi amaçlar.

Aynı şeylerin aynı ölçü ve biçimde sürüp gitmesi, bir gün gelir de in­sanın içinde bıkkınlık uyandırabilir. Hem insan, ruhi yapısı gereği sık sık değişik iş, değişik ve farklı manzara ister. Cennet'te ilâhî tecellilerin son­suzluğa doğru birbirini izlemesiyle meydana gelen değişik dekorların, fark­lı görüntülerin hikmetlerinden biri de budur.

Her gün camilerde toplanarak tek düzen içinde ibâdeti sürdürürken cuma gününün hafta İçinde bir farklılık arzetmesi, ibâdete canlılık, ruh­lara tazelik, kalblere zevk getirmektedir. İki dinî bayram daha geniş çap­ta bir değişiklik arzetmekte, ibâdete ayrı bir renk ve mana katmaktadır.

Hac mevsiminde Kabe'de toplanmak, daha farklı, o nisbette geniş bir değişiklik arzeder; ruhları kamçılar, heves ve ilgiyi artırır; bir süre insanı dünya heves ve dağdağasından uzaklaştırıp kutsal havanın ferahlatıcı mevsimine kavuşturur. Nefis ikliminden alıp ilâhî rahmetin tecellilerinin tevali eden iklimine eriştirir. Böylece değişik bir ibâdet, yepyeni bir zevk ve heves doğurur; düşünüp ölçülerek, hikmeti dikkate-alınarak Hakk'a kul­luk edilir; kısacası ibâdeti mihanikî olmaktan, yani sırf alışkanlığın verdiği kolaylıkla, sadece kasların ve organların hareketiyle yerine getirmekten çıkarıp asıl amacına çevirir.

Mübarek gün ve geceler de hep bu maksada ve hikmete yönelik birer anlam taşır.

İbrahim ve İsmail Peygamberlerin diliyle hürmetli aylar olarak tanıtı­lan zilkade, zilhicee, muharrem ve recep, çok değişik bir hava getirip Arap-arı zulüm ve tuğyandan bir süre olsun uzak tutmuş, güven içinde yaşama­nın ne kadar güzel bir hayat olduğunu telkinle kabile hayatını disiplin al­tında tutmanın önemini kısmen olsun öğretmiştir.

Bunların çok üstünde bir anlam taşıyan ve sadece bir ay süren oruç ve birkaç gün kutsal topraklarda biraraya gelmenin sağladığı lâhutî hava­nın ruhları yenileyip canlılık kazandırmasını başka zamanlarda duymak mümkün müdür?   [111]                                      ,

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Kamerî aylar, İbrahim Peygamber'den beri Araplar arasında değişme­yen takvim olarak kullanılmıştır. İbrahim Peygamber'den çok önceleri diğer peygamberler zamanında da kullanıldığı söylenir.

Kameri aylar 12'dir -.

1— Muharrem, 2— Sefer, 3— Rebiulevvel, 4— Rebiulahîr, 5— Cema-zilevvel, 6— Cemazilahir, 7— Recep, 8— Şaban, 9— Ramazan, 10— Şev­val, 11— Zilkade, 12— Zilhicce.

Bu ayların kelime olarak mânaları:

1— Muharrem; Bu ayda savaş ve yağmacılık daha çok haram sayıldığı için bu ismi almıştır. Çoğulu, muharremat, maharim, meharîm gelir.

2—  Sefer: Bu ayda savaşa çıkılınca evler bomboş kalırdı. O neden­le «boşluk» anlamına gelen bu kelime, ikinci aya isim olmuştur. Çoğulu asfar gelir.

3—  Rebiulevvel: Bu ayda seferden dönüp evlerin yüksekçe bölüm­lerinde eyleşirlerdi. İrtiba'dan mülhem olduğu için üçüncü ay bu ismi al­mıştır.

4—  Rebiulahir: Bu da az farkla aynı anlama gelir.

5—  Cemazilevvel veya  Cemaziyelulâ :  Bu ayda  sular donduğu  için bu ismi almıştır. Çoğulu cemaziyat gelir.

6—  Cemazilahir de az farkla aynı anlamdadır.

7—  Receb : Tazim anlamına gelen «tercîb» kökündendir. Çoğulu er-cab ve recebat gelir.

8—  Şaban : Kabilelerin çeşitli boylara ayrılıp talancılığa hazırlandık­ları aydır. «Teşe'ubb-i kabaibden mülhem olarak bu ismi almıştır. Çoğulu şaabîn ve şa'banat gelir.

9—  Ramazan : Şiddet-i ramza'dan  mülhem, şiddetli sıcak anlamına gelen bir isimdir. Çoğulu ramazanat, ramazîn ve armizat gelir.

10— Şevval: Şaleti'l-ibilü'dan alınan bir isimdir. Deve kuyruğunu kal-

dırınca, «şâleti'l-ibilü» denilir. Develerin daha çok bu ayda kuyruk kaldır­malarından dolayı aya bu isim verilmiştir. Çoğulu şevâvîl ve şevalât gelir.

11—  Zilkade: Bu ayda Araplar savaşmayıp otururlardı. Ka'deden alın­ma bir isimdir. Çoğulu zevâti'l-ka'de gelir,

12—  Zilhicce: Bu ayda hac yapıldığı için bu ismi almıştır. [112]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İbrahim Peygamber zamanından beri devam edip gelen hürmetli ay­larda her türlü tecavüz, yağma, soysuzluk ve bozgunculuk durur, böyle­ce Arap Yarımadasında güven havası esmeye başlardı. Müşrikler, zaman zaman azgınlıklarını tatmin için bu ayların yerlerini değiştirerek daha da küfürlerini artırırlardı. Yukarıdaki âyetlerle onların bu hürmetsizliği kına­nıyor ve hürmeti ihlâl edip Müslümanlara saldıracak olurlarsa, aynen kar­şılık verilmesi emrediliyor.

Arap Yarımadasındaki azgınlık durdurulduktan ve hayli ıslahat yapıl­dıktan sonra sıra Bizans ile boy ölçüşmeye ve İslâm'ın sesini çevre ül­kelere duyurmaya gelmişti. Çok sıoak bir mevsimde Taif seferinden yor­gun dönen Müslümanlardan bir kısmı yerlerinde ağırlaşıp kaldılar. Aşa­ğıdaki âyetlerle onlar kınanıyor ve Allah yolunda savaşı bırakmanın sa­dece dünya hayatı ve nîmetiyle yetinmek anlamına geldiği, böyleoe âhi-ret hayatına kısmen de olsa sırt çevirildiği belirtilerek birtakım uyarı, işa­ret ve tavsiyeler yapılıyor. [113]

 

Meali:

 

38— Ey imân edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda seferber olun!» denildiği zaman (bulunduğunuz) yerde ağırlaşıp kalıyorsunuz?! Yoksa âhi-

reîten (yüzçevirip) Dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının ya­rar ve geçimliği Âhiret'e oranla pek azdır.

39—  Eğer seferber olup çıkmazsamz, o sizi elem verici  bir azapla azâplandınr ve yerinize başka bir millet getirip koyar da siz O'na hiç bir zarar veremezsiniz. Allah'ın kudreti her şeye yeter.

40—  Eğer Ona (Muhammed'e) yardım etmezseniz, Allah Ona yardım etmiştir. Hani o küfredenler, iki kişiden biri olarak Onu (yurdundan) çıkar­mışlardı da, ikisi mağarada iken arkadaşına, «Üzülme Allah bizimle bera­berdir» demişti. Allah da Onun üzerine sükûnet, huzur, kalb yatışkanlığı indirmiş ve Onu görmediğiniz askerlerle desteklemişti; aynı zamanda küf­redenlerin sözünü alçalttıkça alçaltmıştı. Allah sözü ise en yücedir. Allah yegâne üstündür, çok güçlüdür, (sonsuz ve sınırsız) hikmet sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

Romalılar, Arabistanı istilâ etmeyi ve güçlü bir devlet oluşturma yo­lunda olan İslâm'ı daha cok büyümeden doğduğu yerde boğmayı tasarla­mış ve bunun için gereken hazırlıklara başlamışlardı. Rivayete göre 40.000 kişilik bir ordu savaşa hazır bekliyordu.

Daha yeni Huneyn ve Tâif seferinden dönen İslâm ordusu hayli yor­gun idi. Aynı zamanda kuraklık hüküm sürüyor, mevsimin en sıcak gün­leri yaşanıyordu. Bir yandan da meyvalar iyice olgunlaştığından devşirme zamanı gelmiş bulunuyordu. Suriye'ye kadar uzun ve yorucu bir sefer yap­mak gerekiyordu. Bunun yanı sıra düşman ordusunun da çok güçlü ve hazırlıklı olduğu söyleniyordu.

Yukarıdaki âyetler böyle bir ortam içinde olan mü'minleri savaşa ha­zırlayıp onlara cesaret, moral ve aksiyon vermek üzere teşvik anlamında inmiştir. [114]

 

İlgili  Hadîsler

 

«Dünya âhirete nisbetle, sizden birinin parmağını göle batırmasına benzer; parmağı ne kadar ıslaklık ile döner, bir bakın!» [115]

«Şüphesiz ki, Allah işlenen iyilik karşılığında ikibin kere bin (milyon-

larccı) mükâfat verir.» [116]

Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) anlatıyor:

«Peygamber (A.S.) Efendimizle birlikte mağarada bulunuyorduk. Müş­rikler gelip mağarayı aramak istediler; o kadar yaklaştılar ki, onlardan bi­ri ayaklarının önüne baksaydı bizi görebilirdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimize durumu arzettiğimde buyurdu ki: Ya Ebâ Bekir! ne sa­nırsın, üçüncüleri Allah olan iki kişiyi?» [117]

 

İmanın Belirtisi

 

«Ey imân edenler!   Allah   yolunda seferber olun,   denildiği   zaman   (bu­lunduğunuz) yerde ağırlaşıp kalıyorsunuz?...»

İlgili âyetle imân cevherinin asıl değerini ortaya koyacak alâmetten söz edilmekte; gerektiği zaman mal ve canı Allah yolunda korku ve endi­şe duymadan, tereddüt geçirip beklemeden harcamanın gerçek imândan kaynaklandığı belirtilerek tahkiki imânın vasıflarından biri açıklanıyor.

Romalılara karşı İslâm'ın gücünü ve aşılmaz bir set olduğunu göster­me vakti gelip kapıya dayanmıştı. Ortam ise, savaştan yana değildi. Aşın sıcak, yorgunluk, Huneyn ve Tâif seferinden daha yeni dönmüşlük, aynı za­manda çıkılacak seferin uzaklığı, düşmanın silâh ve sayı bakımından da­ha güçlü durumda bulunması ve hurma toplama mevsiminin başlaması gi­bi birtakım engelleyici sebepler vardı. Ama bunların çok üstünde, ebedî hayatla içice bir saadet yolu ve o yolda yürüyecek sağlam imâna sahip sadık mü'minler bulunuyordu.

O halde «Tebûk Seferi» diye tarihe gecen bu askerî harekât, bütü­nüyle mü'minlerin derecelerini belirliyecek bir mihenk anlam ve ölçüsün-deydı. Nitekim öyle oldu; kâmil mü'minler tereddüt etmeden Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in emrine ve dâvetine olumlu cevap vererek koşarken, zayıf imanlılar, mıhlanırcasına ağırlaşıp yerlerinden kalkmak istemediler Münafıklar ise, bir sürü mazeretlerle kaçamak yollarını arıyorlardı[118]

 

Peygamber (A.S.) Efendimizin Uyguladığı Strateji Ve Hazırladığı  Plân

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz birçok savaşlara hazırlanırken de, yola çıkarken de gizliliğe büyük bir özen gösterir; ashab-ı kiramın çoğu nere­ye, kimlerle savaşmak üzere hareket edildiğini bilmezlerdi. Ama Tebûk se­feri böyle olmadı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hem hedefi, hem düşmanı, hem de yolu ve mesafeyi bütünüyle açıkladı; bunda hiçbir sakınca da gör­medi. Çünkü Suriye'ye kadar uzun bir yolculuk söz konusu idi. Dünyanın o günkü sayılı devletlerinden Romalılar bulunuyor ve belki savaşa hazır vaziyette bekliyordu. O takdirde durumun hassasiyet ve önemi dikkate alınmalı, herkes kendini ona göre hazırlamalı değil miydi?

Medine, Mekke ve daha doğrusu Arap Yarımadası bu yankıdan çal­kanıp duruyor, Arap kabilelerim ister istemez dikkatleri bu önemli sefer üzerinde toplanıyordu.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Müslümanlar oluşan havanın tesiriyle üçe ayrılmış bulunuyorlardı: Hakikî mü'minler, zayıf iradeli ve zayıf imanlı olan­lar, içleri dışlarına uymayan, zahiren Müslüman görünüp içlerinde küfür ve nifak tohumu taşıyan münafıklar..

Böyleee yâr, ağyardan; dost düşmandan; imân küfürden; kalb-i se-lîm, şüpheci ve dönek karakterlilerden ayırt edildi.

Allah, daha çok zayıf imanlı ve zayıf iradeli mü'minlere şu uyarıyı in­dirdi: «Ey imân edenler! size ne oldu ki, Allah yolunda seferber olun, denil­diği zaman (bulunduğunuz) yerde ağırlaşıp kalıyorsunuz? Yoksa âhiretten (yüzçevirip) dünya hayatına mı razı oldunuz?!»

Âyetin delâlet ettiği beş maddelik bir uyarı söz konusudur ki, bu kıya­mete kadar geçerlidir:

1—  Neden bulunduğunuz yerde ağırlaşıp kalıyorsunuz?! Size ne oldu ki hız ve hareketinizi kaybettiniz?

2—  Âhiret'ten yüzçevirip birkaç günlük dünya hayatına    razı ol­dunuz?

3—  Oysa dünya hayatının yararı da, geçimliği de âhirete nisbetle pek az ve önemsizdir. Çünkü dünya hayatı amaç değil, amaca erişmek için bir araçtır. Yoksa siz aracı amaç yerine mi koymak istiyorsunuz?!

4—  Sefere çıkmayacak olursanız, Allah sizi elem verici bir azapla azaplandırır. Bu azap iki yönlüdür, biri dünyada, diğeri âhirette gerçekleşir. Dünyadaki azap istiklâl ve hürriyetin, din ve vicdan serbestliğinin el­den gitmesi ve başka milletlere yem olup zillete düşülmesidir. Âhiretteki azap ise, çok daha elim ve üzücü olacaktır.

5— Sonra da Allah yerinize başka bir milleti getirir. Çünkü O, bu di­ni mutlaka üstün kılacak, başarıya eriştirecektir. Veya başka bir millet ge­lip sizi istilâ edecek, hepinizi köleleştirip kendi hesaplarına çalıştıracak­lardır. Bu iki şık da mümkündür.

Bu beş maddelik uyarı, ilk bakışta bir tehdit anlamı ve hükmü taşıyor­sa da, aslında günahkâr olan mü'minlere yönelen geniş bir rahmettir. Piş­manlık duyup Hz. Peygamber'in (A.S.) emrine ve dâvetine koşan ve o se­beple bağışlanmasını dileyenlerin affedileceği umulur. O bakımdan uyarı hem rahmeti, hem de umut kapısını birden aralamakta, ilâhî inayetin ha­yat ve kuvvet verici havasını estirmektedir.

Buna rağmen Allah yolunda savaşmadıkları takdirde, az önce belirt­tiğimiz gibi, iki ayrı azapla azap edilecekleri kaçınılmazdır. [119]

 

Allah  Kendi  Peygamberine  Yardıma  Devam   Edecektir

 

«Eğer Ona (Muhammed'e) yardım etmez­seniz, Allah ona yardım etmiştir (ve edecektir),»

Cenâb-ı Hak ilgili âyetle mü'minleri iki hususta uyarıyor: Savaşma­dıkları takdirde, İslâm'ın nuru yine çevreyi aydınlatmaya devam edecek, Allah bu dine ve Muhammed'e (A.S.) sahiplik edecek başka bir milleti bu kutsal görevi yüklenmeye çağıracak; emâneti sizden alıp onlara verecek. Diğeri ise, Peygamberi yalnız bıraktıkları takdirde. O, küffar eline düşme­yecek, Allah Ona yardıma devam edecektir. Nitekim Mekke'den Medine'­ye sadece yanında bir arkadaşı bulunduğu halde hicret etmişti ki, o sıra­da Allah'tan başka yardımcısı da yoktu. Yanındaki arkadaşı  Ebû  Bekir Sıddîk (R.A.) korkup endişesini açığa vurunca, «Tasalanma, Allah bizim­le beraberdir!» demesi, ilâhî yardımın en parlak biçimde tecellisinin şahi­didir.  Allah  Onu,  insanların  görmediği  askerler  (melekler)Je  destekledi, kalblerine sükûnet ve yatışkanlık sundu. Sonunda kâfirlerin plân ve prog­ramlarını alt-üst etti de onları alçalttıkça alçalttı. Allah sözü ise, eninde -sonunda en yüce oldu ve olmaya devam edecektir.

O halde Peygamber'e, Onun yüce ve kutsal dâvasına ve bıraktığı bü­yük emânete sahip çıkıp yardım edenler, gerçekte kendi huzur ve saa­detleri uğruna yardım ederler. Etmiyenler ise, kendi kendilerini en yüksek değerden, sonu gelmiyen nimetten mahrum bırakarak mahvederler.

Allah, kendi Peygamberine ve indirdiği İslâm dinine yardımını değişik biçimde ve farklı tezahürlerle sürdürecektir. Kıyamete kadar Hz. Muham-med'in (A.S.) tebliğ buyurduğu İslâmiyet yaşayacaktır. Onun nuru söndü­rülmeğe çalışıldıkça Allah onu tamamlayacaktır. Çünkü Allah ysgâne üs­tün ve sonsuz hikmet sahibidir. İnanmayanların sözünü hep alçaltacak, hakkı hep ayakta tutup destekleyecek, o bakımdan hak incelse bile kop-mayacaktır. Üstün ve yüce olan yalnız ve yalnız Allah'ın sözüdür. Üstün­lük O'na mahsustur. [120]

 

Görmediğiniz Askerler

 

«Ve O'nu görmediğiniz askerlerle destekle­mişti..»

Bununla yardıma gönderilen melekler kastedilmektedir. Daha önce­ki konularda da belirttiğimiz gibi, melekler moral verir, ilhamda bulunur, kalbi takviye edip düşünce ve duyguya berraklık kazandırır. Melekler, si­lâh alıp düşmanı öldürmezler; çünkü bu mânada câri bir âdet-i ilâhiye yoktur. Melekler aynı zamanda kâfirlerin moralini bozarlar ve kalblerine korku havası estirip duygu ve düşüncelerini alt-üst edip şaşkına uğratır­lar.

Hicret esnasında yardıma gönderilen melekler Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizi manevî bir kale içine alırcasına korumuşlar, destek olup cesaret ve ümidini bir kat daha artırmışlar ve Allah'ın O'nunla beraber bu­lunduğunu müjdelemişlerdi. [121]

 

Yorumlar Ve Rivayetler

 

İnfirû , emri, nefr kökünden türetilmiştir. Sözlük olarak bu keli­me, heyecan verici, yürekleri oynatıcı bir emir sebebiyle bulunduğu yer­den fırlayıp kalkmak ve hedefe doğru koşmaktır, Aynı fiilden gelen nü-fur, nifar ve nefîr, ürküp uzaklaşmak anlamına gelir. Ancak bun­lar daha çok olumsuz yönde tesir altında kalarak ürküp kaçmak ve uzak­laşmak mânasında kullanılırlar. Nefr ise, toplu halde aldığı destek, ruh ve heyecanla savaşmak için fırlayıp çıkmak mânasında kullanılır. [122]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, özellikle Tebûk seferi için vaki davete hemen olumlu cevap vermeyip ağır davranan mü'minler kınanıyor. Savaştan nef­ret edip geri kalmanın zillet ve meskenet getireceği belirtilerek İstiklâl ve hürriyet içinde yaşayabilmek için her an savaşa hazır durumda bekleme­nin şart olduğuna işaret ediliyor. Sonra da İslâm'ın, mutlaka başarıya eri-şeeeği, insanlar yardım etmediği takdirde Cenâb-ı Hakk'ın başka bir mil­leti o hizmete sevkedeceği hatırlatılıyor. Böylece o kutsal emanetin, ona sahip çıkmayanlardan alınıp sahip çıkanlara devredileceği çok düşün­dürücü bir anlatımla işleniyor.

Aşağıdaki âyetlerle, ma! ve can ile Allah yolunda savaşmanın çok daha hayırlı olacağı bildiriliyor. Tebûk seferine çıkmamak için bir sürü mazeret uyduranlar kınanarak, bu seferin münafığı mü'minden ayırt ediei anlamda olduğuna işarette bulunuluyor. Gerçek mü'minlerin böyle gün­lerde hiçbir mazeret beyân etmiyeeeğine değiniliyor ve ancak içinde küfür ve nifak taşıyanların bu yollara tevessül edecekleri açıklanıyor. Sonra da dosdoğru inanmayan kimselerle savaşa çıkmanın pek doğru olmayacağı, faydadan ziyade zarar getireceğine atıflar yapılıyor. [123]

 

Meali:

 

41—  Sizler hafifliğiniz ve ağırlığınızla birlikte savaşa çıkın; Allah yo­lunda mallarınızla, canlarınızla cihâda devam edin. Eğer bilirseniz bu sizin İçin hayırlıdır.

42—  Eğer yakın bir yarar, orta (mesafede) bir sefer olsaydı, herhal­de arkana takılırlardı. Ne var ki o meşakkatli (mesafe) onlara uzun gel­di. «Gücümüz yetseydi seninle beraber çıkardık» diyerek Allah ile yemin edecekler de kendilerini (yalanları sebebiyle) mahvedecekler. Allah on­ların elbette yalancı olduklarını bilir.

43—  Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sence belli oluncaya ve yalancılar bilininceye kadar neden onlara İzin verdin?

44—  Ama Allah'a ve Âhiret gününe (dosdoğru) imân edenler, mal­larıyla, canlarıyla (Allah yolunda) cihât etmeleri hususunda (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah (iki yüzlülükten ve döneklikten) sakınan­ları sever.

45—  Senden ancak Allah'a ve Âhiret gününe imân etmiyenler; kalb-leri şüpheyle çalkanıp, şüpheleri içinde bocalayanlar (savaşa çıkmamak için) izin isterler.

46— Eğer onlar savaşa çıkmayı isteselerdi, onun için birtakım hazır­lıklarda bulunurlardı; ama Allah davranmalarını hoş görmedi de onları alı­koydu, «oturun, oturanlarla beraber» denildi.

47—  Eğer aranızda onlar da (savaşa) çıkmış olsalardı, fesat ve fe­nalık artırmaktan başka bir şey yapmazlardı. Sizi fitneye düşürmek arzu­suyla aranıza sokulup entrikalar çevirirlerdi; aranızda onlara kulak veren­ler de vardır. Allah zâlimleri çok iyi bilir.

 

İniş Sebebi

 

Havanın sıcaklığını, seferin uzaklığım ve meyvalarırv toplanma mevsi­minin girdiğini Ueri sürerek Tebûk seferine çıkmak istemiyenler hakkında inmiştir. [124]

Ashab-ı Kirâm'dan Miktad b. Esved (R.A.) iri-yan ve biraz da şişman olduğundan, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek, sefere katılmayıp Me­dine'de kalmak için izin istedi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [125]

Enes b. Mâlik (R.A.) anlatıyor;

  Ashabdan Ebû Talhâ yaşlı olmasına rağmen bu âyeti okuyup, «Al­lah Teâlâ genç ve yaşlı hiçbir kimsenin özürünü kabul etmiyor », diyerek Tebûk seferine katıldı ve orada şehit edildi, [126]

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Musa el-Eş'âri (R.A,) anlatıyor:

Bedevilerden biri, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek dedi ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! ganimet elde etmek için savaşan adam, anılıp meşhur olmak için savaşan adam; takdir görmek ve beğenilmek için savaşan adam(lar olabilir). Bunlardan hangisi Allah yolundadır?

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona şu cevabı verdi-.

  Allah sözü daha yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolunda­dır. [127]

Ashabın ileri gelenlerinden Abdullah b. Amr b. Âs (R.A.), Peygamber (A.S.) Efendimiz'e dedi ki:

  Ya Resülellah! bana cihat ve savaş hakkında bilgi ver. Resûlüllah (A.S.) ona şöyle buyurdu :

  «Ya Abdellah! eğer karşılığını sırf Allah'tan bekleyerek ve sırf Al­lah için sabrederek savaşırsan, Allah seni sabreden ve Allah rızasını gö­zeten bir kimse olarak kabrinden kaldırıp haşır eder. Gösteriş yapmak, çok ganimet elde etmek için savaşırsan, Allah seni riyakâr ve mal topla­yıcı olarak kabrinden kaldırıp haşır eder. İşte ya Abdellah! hangi hal üze­re savaşır veya öldürülürsen,    Allah seni o hal üzerine    kaldırıp    haşır eder.» [128]

«Allah yolunda bir sabah veya bir akşam (savaşmak için) bulunmak, üzerine güneş doğan şeylerden daha hayırlıdır.» [129]

«Üç durum var ki, onlarla birlikte hiçbir amel fayda vermez:

1—  Allah'a ortak koşmak,

2—  Ana-babaya karşı gelmek,

3—  Savaş alanından kaçmak..» [130]

 

Topyekûn Savaş

 

«Sizler hafifliğiniz ve ağırlığınızla birlikte savaşa çıkın..»

İslâm her zaman kuvvetler arasındaki dengeyi dikkate alır ve bunun için imkânları nisbetinde hazırlıklı bulunmayı farz kabul eder.

Düşman bütün ağırlığıyla savaşı başlatmak isterse, Müslümanlar da bütün hafiflik ve ağırlıklarını seferber edip gereken önlemleri kusursuz alırlar. Bu, bir emr-i ilâhîdir ki uyulması gerekir. Ancak âyette geçen «ha­fiflik» ve «ağırlık» diğer bir tabirle «hafif» ve «ağır» sözlerinden başka ne gibi mâna ve hükümler anlaşılmaktadır? İlim adamlarımızın yorum ve tes-bitleri biraz farklı olmakla beraber netice itibariyle aynı noktaya dayan­makta ve aynı hükmü yansıtmaktadırlar, şöyle ki:

a)  Gençler ve yaşlılar,

b)  İsteyerek, istemiyerek; sevinç duyarak ve endişelenip üzülerek,

c)  Yaya ve süvari olarak,

d) Az teçhizat ve çok teçhizatla,

e)  Fakiriyle, zenginiyle,

f)  Az meşgul olanlar da, çok meşgul bulunanlar da,

g)  Evli olanlar da, bekâr bulunanlar da..

Ancak bu iki tabirin dışında kalan bazı özel durumlar vardır; şöyle ki: Umumî seferberlik hallerinde bile bir kısım kimselere savaşa katılmamaya izin verilmiştir. Nitekim ileride bu haller açıklanacaktır.

O halde «hifaf» ve «sika!» tabirleri, topyekûn savaşa katılmayı, genel bir seferberlik havası içinde davranmayı emretmektedir. Bu durumda sava­şa katılmak, ya bazı istisnalarla gücü yeten herkese farzdır, ya da farz-ı

kifayedir. Konuyla ilgili diğer âyetler de dikkate alınınca, şu sonuca var­mak mümkündür: Düşman çok güçlü bir orduyla istilâ amacını güderek geliyorsa, o takdirde bazı istisnalarla eli silâh tutan erkek, kadın, genç, yaşlı her müslümana savaş farzdır. Düşman belirtilen güçte değilse veya istilâ amacını gütmüyorsa, o zaman savaşmak farz-ı kifayedir; mevout as­kerin savaşmasiyla bu farz yerine gelir ve diğer Müslümanlar katılmadık­ları için günahkâr sayılmazlar. [131]

 

Münafıkların Karakteri

 

«Eğer yakın bir yer, orta (mesafede) bir sefer olsaydı, herhalde arkana takılır­lardı. Ne var ki o meşakkatli (mesafe) onlara uzun geldi..»

İlgili âyetle Tebûk seferinde meydana gelen kararsızlık, ikiyüzlülük ve kaypaklık söz konusu edilirken daha çok münafıkların karakterine parmak basılıyor ve vasıflan şöyle sıralanıyor:

1—  Uzak ve yorucu, aynı zamanda çok tehlikeli bir sefere çıkıldığı için, münafıklar bir sürü mazeretler uydurup böyle tehlikeli bir sefere çık­mak istemediler.

2—  Yakın bir ganimet, normal bir sefer olsaydı, menfaatları gereği herkesten önoe savaşa katılırlardı.

3—  Tebûk seferinde Müslümanlar yenilgiye uğrayıp perişan edilîrler-se, münafıklar canlarını kurtarmış ve haklı olduklarını isbatlayan delil bul­muş olacaklardı. Bunun aksine Müslümanlar üstün gelirler de bol gani­metlerle dönerlerse, münafıklar hemen yaltaklanıp,  «eğer gücümüz yet­seydi herhalde seninle beraber savaşa çıkardık», diyecek kadar bayağıla-şacaklardı. Nitekim sonuç öyle olmuştu.

Allah kesin beyânda bulunmuştur:

«Ama Allah'a ve Âhiret gününe (dosdoğru) imân edenler, mallarıyla, canlarıyla (Allah yolunda) cihat etmeleri hususunda (geri kalmak için) sen­den izin istemezler. Allah (ikiyüzlülükten ve döneklikten) sakınanları se­ver.»

«Senden ancak Allah'a ve Âhiret gününe imân etmiyenler; kalbleri şüpheyle çalkanıp şüpheleri içinde bocalayanlar (savaşa çıkmamak için) izin isterler.»

İşte gerçek mü'minle, gerçek münafık arasındaki farklardan biri de budur. O halde Tebûk seferi, bu iki zümreyi birbirinden ayırt eden bir kıs­tas ve mehenk olmuştur. [132]

 

İnanmayanlarla Savaşa Çıkmak Tehlikelidir

 

«Eğer aranızda onlar da (savaşa) çık­mış olsalardı, fesat ve fenalık artırmaktan başka bir şey yapmazlardı.

Bakara sûresinde Talût'un güçlü bir orduyla savaşa çıktığı anlatılır­ken çok önemli bir hususa değinilir: Talût, ordusunun imân ve azim dere­cesini ölçmek, sağlam ile çürüğü birbirinden ayırt etmek için Şeria ırma­ğına yaklaşırken şu emri veriyor: «Kim bugün bu ırmaktan su içerse ben­den değildir!» İrmağa gelindiğinde İsrâiloğulları'nın çoğu kanasıya su içe­rek imânlarının zaaf ve çürüklüğünü ortaya koydular; ancak onlardan az bir topluluk, -Tevrat'a göre, 600 kişi- Tâlut'un emrine uyarak su içmediler. Bunun üzerine Talût, emre uymayıp Şeria'dan su içenleri geri çeviriyor, inanmayan bir askerle savaşa çıkılmaz, diyerek kendini ona göre hazır­lıyor. Yakın arkadaşlarının, «kuvvetimiz azaldı, nasıl savaşabiliriz?!» söz­lerine karşılık, «nice az topluluk var ki, Allah'ın izniyle çok büyük toplulu­ğu altetmiştir (ve alteder)» diyor ve savaş mü'minlerin zaferiyle neticele­niyor. [133]

İşte Allah bu sûrede de aynı konuyu başka bir yönüyle açıklıyor ve mü'minleri özellikle savaş konusunda çok dikkatli bulunmaya davet edi­yor ve münafıkların mazeret ileri sürerek savaşa katılmadıklarının hayırlı olduğunu bildiriyor: «Sizi fitneye düşürmek arzusuyla aranıza sokulup entrikalar çevirirlerdi; aranızda onlara kulak verenler de vardır. Allah zâ­limleri çok iyi bilir.» [134]

 

Tebûk Seferinin Nedenleri Ve Neticeleri

 

Hz. Muhammed (A.S.), İslâm devletinin temelini sağlam esaslara, ilâ­hî nizama oturttuktan sonra İslâm'ın üstünlüğünü Arap Yarımadasının önemli bir kısmında kabul ettirmiş, İslâm'ın sesini yarımadanın dışına ulaş­tırmaya başlamıştı. Mekke'nin fethi, Huneyn savaşı, Tâif kuşatması artık İslâm'ın karşısında durabilecek bir güç ve cesaretin Yarımadada kalmadı­ğını isbatlamış ve bunun kesin hatlarını ortaya koymuştu. Birçok kabileler zekât verirken, bazıları da İslâm'a girmeyip onun hakimiyeti altına girerek haraç vermeyi kabullenmişlerdi.

Böylece yavaş yavaş ekonomik güç de oluşuyor ve devlet maliyesi teşekkül ediyordu. İşte bu sıralarda Arap ülkeleriyle birçok yönden ilgisi bulunan ve yarımadayı kendi pazarı haline getiren Romalılar, yeni kuru­lan İslâm devletine karşı ciddi tedbirler almayı düşünme ihtiyacını duy­muştu. Daha önce de belirttiğimiz gibi bir çığ gibi büyüyen İslâm'ı yok et­meyi, hiç değilse güçsüz ve etkisiz hale sokmayı plânlamış; kesin olmamak­la beraber, 40.000, diğer bir rivayete göre, 50.000 kişilik bir ordu hazırla­yarak Suriye dolaylarında bir bakıma manevralara ve savaş tatbikatına başlamıştı.

Kısa zamanda durumu öğrenen Hz. Muhammed (A.S,}, düşmanı yine onun topraklarında veya sınırında karşılamayı ve böylece İslâm'ın yenil­mez bir kudret, aşılmaz bir set olduğunu göstermek istedi. Allah'ın emri inince savaş hazırlığına başladı.

Konuyu bu açıdan özetlerken, seferin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

1—  Romalıların yeni doğan, fakat çabuk büyüyüp gelişen İslâm dev­letinin varlığından endişe duymaları,

2—  Bazı Arap kabilelerinin Romalılarla işbirliği yapma arzularını iz­har etmeleri ve aralarında birtakım temasların yapıldığının tesbit edilmesi,

3—  O bakımdan Medine üzerine yürüyeeek güçlü bir ordunun bazı kabilelerden destek göreceğinin   anlaşılması,

4—  Gelecek olan bir ordu karşısında Müslümanların yenilgiye uğra­ması sonucu Arap Yarımadasında  prestijinin sarsılması, otoritesinin sı­fıra düşmesi,

Düşmanı kendi toprak veya sınırlarına kadar gidilerek karşılama­nın birtakım avantajlarının söz konusu olması,

6— İslâm bünyesine mikrop gibi musallat olan münafıkların bu vesi­leyle ayıklanması gibi düşüncelerden hareketle Tebûk seferine karar ve­rilmiştir.

Sonuçları:

İslâm ordusu Semûd kavminin harabelerinin bulunduğu Hicre'de mo­la verdi. O yerde ciddi bir sınavdan daha geçirildi: Peygamber (A.S.) Efen­dimiz, İslâm mücahitlerine, «Buradaki kuyulardan su içmeyin, abdest al­mayın, o sularla hamur yuğurduysanız pişirtmeyin, hamuru develere yedi-nn!» diye emir verdi. Verilen emir aynen uygulandı. Daha önce hem Baka­ra, hem de bu sûrede söz konusu ettiğimiz Tâlût kıssasının bir benzeri böy­lece Tebûk seferinde cereyan etti. Tâlût, İsrâiloğulfarı'na, «kim bu ırmak-an su içerse o benden değildir...» diye uyarıda bulunmuş, böylece gerçek-

ten Allah'a inanıp kendini O'nun yoluna vakfeden mücahitlerle, dosdoğru inanmayan zayıf imanlı ve cılız iradeli münafıkları birbirinden ayırt ede­bilmişti. Az yukarıda belirttiğimiz gibi, ordunun çoğu Şeria ırmağından içe­rek Tâlût'u dinlememiş, az bir kısmı içmeyerek sadakatini isbatlamıştı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de Tebûk seferine karar verince, önce yoru­cu bir seferin meşakkatlarını düşünen münafıklar ayıklanmıştı. Sonra Se-mûd harabelerinde ikinci bir sınavdan geçirilmişler, oradaki sudan içme­yi yasaklayan Hz. Peygamber (A.S.), İslâm ordusunun hem imân ve sada­kat derecesini ölçmek istemiş, hem de aralarında münafıkların bulunup bulunmadığını ortaya çıkartmayı düşünmüştü.

Ordu Tebûk'e doğru yürüdü. [135] Romalılar, Peygamber (A.S.) Efen-dîmiz'in harekâtından zamanında haber almış bulunuyorlardı. Ancak sa­vaş için gereken hazırlıkları tamamlamış değillerdi. O bakımdan İslâm or­dusu, Romalıların serhaddi sayılan Tebûk'e kadar gelip dayandığı halde ciddi bir engelle karşılaşmamışlardı. Daha ileriye gitmenin uygun olmadı­ğını düşünen Hz. Peygamber (A.S.) Tebûk'ü sınır kabul edip karargâhını orada kurup beklemeye karar verdi. Çevredeki köy ve kasabalara hükme­den Yuhanna iyice endişelendi. Hz. Peygamber (A.S.) mevcut fırsatı de­ğerlendirerek ona, ya İslâm hâkimiyeti altına girmeyi kabul etmeyi, ya da savaşa hazırlanmayı içeren bir haber gönderdi. Yuhanna. İslâm askerleri­nin kahramanlığını, ölümü küçümsediklerini biliyordu. O bakımdan bol he­diyelerle Hz. Peygambere (A.S.) gelip/teslimiyet gösterdi ve cizye vermeyi kabul etti. Böylece sınırda ilk andlaşma imzalandı. Ayrıca Ezruh, Cerba ve Makna ahâlisi ile de temas sağlayarak birer barış anlaşması yapıldı. Bu arada Eyle (veya Eyla)nın 300 dînar cizye vermesi belirlendi. Bütün bun­lar Romalıların sınırında olan kabile ve kavimlerin İslâm'a baş eğip itaati­ni yansıtmaktadır. [136]

Peygamber (A.S.) Efendimiz'in Yuhanna'ya yazdıği mektubun çevirisi:

«Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.. Allah'ın ve Peygamberi Mu-hammed'in Ru'be oğlu Yuhanna ile Eyle halkına emniyetnâmedir: Onların karadaki ve denizdeki kafileleri ve gemileri Allah'ın ve Peygamberi Mu-hammed'in zimmeti altındadır. Onlarla beraber olan Şamlılar, Yemenliler ve denizciler hakkında da böyle.. İçlerinden her kim bir kabahat ve suç işlerse, malı, ceza görmesine engel olmaz. Kara ve deniz yollarını kapa­mak caiz değildir.» [137]

Sınırdaki kabilelerle gereken andlaşmalar sağlandıktan sonra Roma­lıların hem âni baskınları, hem de ilerideki tehlikeleri kısmen giderilmiş sayılıyordu. Tek endişe, Duvme emiri Kindeli hıristiyan Abdülmeİik oğlu Ukaydir'in bulunduğu kesimden gelecek Romalılara, onların yardım et­mesi bulunuyordu. Büyük bir askerî dehaya sahip olan Hz. Peygamber (A.S.), Romalılar bu kesimle iş birliği yapıp Arabistan'a sarkmadan sözü edilen pürüzü ortadan kaldırmayı plânladı ve ünlü kumandan Hâlid b. Ve-lid'i beşyüz kadar süvari birliğiyle Duvme üzerine gönderdi. Tecrübeli ku­mandan Hâlit (R.A.) Duvme emirliğini gece basıp şehir dışında zebra avı­na cıktfn Emir Ukaydir ile kardeşini yakaladı. Sabahleyin şehrin kapısı­nın açılmasını, aksi halde emirlerinin öldürüleceğini duyurdu. Sonunda ka­pı açıldı, geniş çapta ganimet elde edildi ve Halit b. Velit, Emir Ukaydir'i alıp Hz. Peygamber'in (A.S.) huzuruna getirdi. Şüphesiz ki, Hz. Peygam­ber (A.S.) insanlara akıl ve sosyal durumlarına, bilgi ve kültürlerine göre değer veren büyük bir şahsiyettir. Ukaydir'e de gereken sıcak ilgiyi gös­terdi; onu kadri yüce bir kral gibi ağırladı. Emir, gördüğü ilgi, müşahede ettiği terbiye, nezaket, bağlılık, kardeşlik ve adalet karşısında eridi; İs­lâm'a girmekten başka bir şey düşünemedi. Böylece Hz. Peygamber'in (A.S.) yakın dostu ve yardımcısı oldu.

Bu sırada Romalılar hayli gerilere çekilmiş, savaşa cesaret edeme­dikleri için bulundukları yerde beklemeyi tercîh etmişlerdi. Zaten Hz. Pey­gamber (A.S.) her zaman barıştan yanaydı, savaşmak istemezdi. Hele birde savaşmak istemiyen bir düşmanla savaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Böyleoe Resûlüllah (A.S.)ın hazırladığı plân aynen uygulanmış, amaca erişilmiş, İs­lâm'ın büyük ve hatırı sayılır bir devlet olduğunu Romalılara kabul ettir­miş, sınırlan emniyete almış bulunuyordu. Yapılacak başka bir şey kalma­dığından Medine'ye dönmeye karar verildi.

Bir rivayete göre, 12 gün, diğer bir rivayete göre, 20 gün Tebûk'te ka­lındıktan sonra Medine'ye hareket edilmiştir. Şüphesiz ki, bu süre içinde elde edilen olumlu sonuçlar, İslâm'ın geleceğini, yayılma ve genişlemesini hazırlamış, Müslümanları Arap Yarımadasında endişelendiren ciddi bir tehlike kalmamıştı. Romalıların yarımadayı istilâ planları ise bütünüyle su­ya düşmüş ve umutları kırılmıştı. [138]

 

Tebûk Seferinde Sağlanan Başarılar

 

1— Romalılara büyük bir göz dağı verildi.

2_  Romalılara ileride yardım edecek kabilelerle andlaşmalar yapıla­rak İslâm hâkimiyeti sınır kesiminde yaşayanlara kabul ettirildi.

3_      İslâm devletinin sınırları doğuda Bizans kapılarına dayand'ı.

4— İslâm hazinesi (beytülma!) yeni imkânlarla zenginleşti.

5_Hem Arap Yarımadası, hem de Romalılar kökleşip gelişen İslâm gücünü daha iyi anlamış oldular.

6—  Henüz Müslüman olmayan birçok kabileler hiçbir tazyik altında kalmadan kendi rızalanyla gelip Müslüman oldular.

7—  Münafıkların umudu bütünüyle kırıldı. İmanı zayıf olanların dine daha ciddi sarılmalarını sağladı.

8—  Müslümanların imân, irfan, cesaret ve azimlerini bir kat daha ar­tırdı. [139]

 

Tahliller

 

43. Âyette «Allah seni affetsin» cümlesi üzerinde hayli durulmuştur. Bunun bir kınama olmadığı kesindir. Çünkü Resûlüllah (A.S.), Tebûk sefe­rine katılmak istemiyenlere izin verip vermemekte serbest bırakılmıştı. Onu bundan alıkoyan hiçbir ilâhî beyan ve işaret mevcut değildi. O bakımdan bu ifadenin zarif bir iltifat, lütûfkâr bir hitap olduğunu söyleyenler çoğun­luktadır. [140]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, Tebûk seferi konu edinildi. İslâm'ın şan ve şerefini, güç ve itibarını dünyaya tanıtacak bu seferin önemi üzerinde du­ruldu. Mü'minleri münafıklardan ciddi şekilde ayırt edecek bir kıstas an­lamı taşıdığına işaretler yapıldı. Sonra da ikiyüzlü dönek bozguncuların Tebûk seferine katılmamalarının İslâm için hayırlı olduğu belirtilerek an­cak dosdoğru imân etmiş bir orduyla savaşa çtkılabileceği hususuna par­mak basılarak, mü'minlere en sağlam ölçü verilmiş oldu.

Aşağıdaki âyetlerle, Tebûk'ten üstün başarılarla dönen mü'minlerin o güzel halinin münafıklar üzerinde büyük tesirler meydana getirdiği an­latılıyor. Sonra da ikiyüzlü bozguncuların tutumlarına ve kabîh sıfatlarına dikkatler çekiliyor. [141]

 

Meali:

 

48— And olsun ki, onlar bundan önce de fitne çıkarmak istemişlerdi ve sana karşı birtakım entrikalar çevirmişlerdi. Ta ki hoşlanmadıkları hal­de hak geldi ve Allah'ın emri üstünlük sağladı.

49—  Onlardan bir kısmı «Bana izin ver de beni fitneye düşürme» di­yordu. Haberiniz olsun ki kendileri fitneye düşmüşlerdir ve* şüphesiz ki Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır.

50—  Sana bir iyilik dokunursa, onları üzüp tasalandırır. Sana bir mu­sibet (kötülük) dokunursa, «Biz işimizi önceden yoluna koyup önlem al­dık» derler ve buna sevindikleri halde dönüp giderler.

51—  De ki: Bize ancak Allah'ın (takdir edip) yazdığı dokunur; O bi­zim Mevlâmızdır. Artık mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.

52—  De ki: Bizim hakkımızda bekleye durduğunuz, (gözetleyip bekle­diğiniz, iki iyilikten başkası mıdır? (Ya gazi, ya da şehit olmak). Biz de Al­lah'ın kendi tarafından veya bizim elimizle size bir azap dokunduracağını bekliyoruz. Siz de bekleyin; doğrusu biz de sizinle beraber beklemekte­yiz.

53—  De ki: Gerek isteyerek, gerek istemiyerek harcayın, elbette ki sizden kabul edilmiyecektir. Çünkü gerçekten siz (ilâhî emri dinlemeyen) hak yolundan çıkmış bir topluluksunuz.

54—  Harcadıklarının kendilerinden kabul edilmesini ancak, Allah'ı ve Peygamberini inkâr etmeleri, üşenerek namaza gelmeleri ve bir de iste­meyerek (mallarını hayır işlerinde) sarfetmeleri engellemiştir.

 

İniş Sebeplerinden Biri

 

Resülüllah (A.S.) Efendimiz, münafıkların elebaşlarından Cid b. Kays'e, «Romalılara karşı (savaş hususunda) ne dersin?» diye sorunca, o da, «ba­na müsaade et de (bu sefere katılıp) çıkmayayım; çünkü sarışın Rum dil­berlerini görünce dayanamam», diyerek edep dışı konuşmuştu. Hz. Pey­gamber (A.S.) onun bu sözüne üzüldü ve yüzünü çevirdi. [142] O sebeple yu­karıdaki âyetler indi. [143]

 

Fitne, Münafıkın Sanatıdır

 

 «And olsun ki' onlar bun"

dan önce de fitne çıkarmak istemişlerdi ve sana karşı birtakım entrikalar çevirmişlerdi...»

Tebûk seferine çıkmamak İçin özür beyân ederek izin isteyenlerin ço­ğu, içten kâfir, dıştan müslüman görünen münafıklardı. Onların elebaşla­rından yahudi kökenli Abdullah b. Ubey b. Selûl, önce belirttiğimiz gibi, aynı taktiği Uhud savaşına çıkılırken de denemişti. Yandaşlarıyla birlikte önce savaşa çıkar gibi ayrı bir grup halinde hareket etmişlerdi. Medine ile Uhud arasında Şavt denilen kesime gelince duraklayıp İslâm mücahitleri­nin moralini bozmayı plânlamıştı. Münafıklar yer yer şöyle fısıldaşıyorlar-dı: «Canım bu savaşa çıkılır mı? Peygamber, toy delikanlıların görüşüne uymuştur. Neye, kim için, hangi amaç uğrunda savaşacağız ve boş yere niçin öldürülelim?!»

O gün bu sözlerin iyice tesiri altında kalan zayıf inançlılar ve dönek ikiyüzlüler geri dönmüşlerdi. Seleme oğulları ile Harise oğullan da dön­meye niyet etmişlerse de kalblerinde nifak bulunmadığından Allah onları böyle alçakça bir yola girmekten korumuştu.

Münafıklar iki ayrı grupla devamlı temas halinde bulunuyorlardı: Ya­hudiler ve putperestler. Bunlar Peygamber (A.S.) Efendimiz'in ve İslâm'ın baş düşmanlarıydılar. Allah'ın indirdiği nuru söndürmek için çevirmedik­leri dolaplar, başvurmadıkları hile ve entrikalar kalmamıştı. Allah'ın sözü yerine gelinceye, hak üstünlüğünü sağlayıncaya, Mekke fethedilinceye, Medine'deki yahudiler tesirsiz hale getirilip kovuluncaya kadar onlar fit­nelerine devam etmişlerdi. En son kozlarını, geriye kalan zehirlerini Tebûk seferine çıkılırken ortaya koymuşlardı. Her şeye rağmen arzularına erişe­mediler. Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur. İs­lâm düşmanlarının bıraktıkları izler, misaller ibret alınacak belgelerle do­ludur. [144]

 

Tebûk Olayı Bize Neleri Öğretiyor?

 

«Sana bir iyilik dokunursa, onları üzüp tasalandırır..»

İlk akla gelen şudur: Kur'ân'da neden bu gibi geçmiş olaylara geniş yer verilmiştir? Olan olmuş, devir çok gerilerde kalmıştır. Bize bunun neyararı vardır? gibi şüpheler ve sorular söz konusudur.

Her zaman söylendiği gibi, tarih tekerrürden ibarettir. Araçlar, metot­lar değişiktir.. Kur'ân her devirde bu gibi münafıkların bulunabileceğine ve Müslümanları, kaleyi içinden fethetme metoduyla bölerek yıkmaya yöne­leceklerine işaret ederken bizi bir bakıma uyarıyor. Küfrün ismi ne olursa olsun, gerçekte o tek bir millettir; yani İslâm'a göre, küfrü temsil edenler ister kitap ehlinden olsun, ister putperest veya ateşperest olsun, isterse din­siz, materyalist veya komünist olsunlar hepsi de küfürde birleştiği, hak dine karşı oldukları için tek bir millet sayılırlar. Ancak bunlardan biri daha tehlikeli, biri daha az bozguncu olabilir.

Resûlüilah (A.S.) Efendimiz devrinde, İslâm'a karşı olanlar «putperest», «münafık», «kitap ehli» isimleri altında faaliyet gösterirlerken, bugün din­siz, modernist, komünist, sosyalist ve misyoner gibi adlarla sahneye çık­mışlardır. Hedef ve amaç birdir. Düne kadar, Kur'ân'ın cihanı aydınlatan nurunu söndürmek için Hz. Peygamber'e (A.S.) büyücü, sihirbaz, şâir, ma­salcı derlerken, bugün de din afyondur, İslâm ortaçağ insanına seslen­mektedir, Kur'ân çöl kanunudur, Hz. Muhammed çok zeki ve kurnaz bir adamdı, kadınlara karşı zaafı vardı, Allah diye bir kudret yoktur; bu, tabiat olaylarından korkup kendine manevî bir destek veya sığınak arayanların uydurmasıdır, insanlar maymunun gelişmiş ve-tekâmül etmiş devamıdır gi­bi bir sürü zihinleri bulandırıcı, kafalarda şüphe uyandırıcı saçmalıkları ilim adına ortaya atmaktadırlar.

Hemen söyleyelim ki, bu sataşmalar, yalan ve suçlamalar, yersiz id­dia ve varsayımlar kıyamete kadar sürüp gidecektir. Çünkü ilâhî sünnet gereği, hak ile bâtıl mücadelesi devam edip gider, onu durdurmak müm­kün değildir. Tez ve antitez doğrultusunda bir sürtüşme ve tartışma ile bi­ri diğerine hız ve canlılık getirir. Böylece insanlıktan yana büyük davala­rın unutulup bir kenara itilerek pasifize olmasını önler. Şüphesiz ki bu da, ezelî plânın bir gereğidir.O bakımdan gerçek mü'minlere bir iyilik dokunursa, inkarcılarla mü­nafıklar tasalanırlar. [145]

 

Dinsizi Sevindiren Ve Üzen Olaylar

 

«Sana bir iyilik dokunursa, onları üzüp tasalandırır. Sana bir musibet (kö-tuluk) dokunursa, biz işimizi önceden yoluna koyup önlem aldık, derler ve buna sevindikleri halde dönüp giderler.»

İlgili âyetle dinsizi sevindiren ve üzen durumlar çok kısa ve özlü, du­yarlı iki cümleyle anlatılmaktadır. Müslümanların olaylar karşısında sebat göstermeleri; Allah için din, ahlâk, adalet, fazilet ve hakları koruma uğ­runda ölümü küçümsemeleri ve her hâl-ü kârda Allah'a güvenip dayana­rak teslimiyet göstermeleri, hem kitap ehlini, hem de inkâroı sapıkları, boz­guncu münafıkları çileden çıkarmakta ve hepsine de en susturucu ceva­bı vermektedir. O halde, mü'minler imân doğrultusunda dünya ile âhireti birlikte kucaklayıp amacına uygun yürüttükleri takdirde, Allah ve hak din düşmanları hep üzülecekler, tasalanıp başka yollara ve çarelere baş vu­racaklar. Ama eninde sonunda zafer hakkın olacak, dünya ile âhireti Al­lah'ın muradına göre paralel yürütenler başarı sağlayacaklardır. Bunun aksine, Müslümanlar bölünüp parçalanırlar da kimi dünyalık peşinde bir ömür tüketmeye yönelirken, kimi de sırf âhirete yönetip iç temizliğinden başka, bir hareket ve canlılık göstermezse, o zaman sünnetuliah gereği to­kat üstüne tokatlar inmeye başlar ve uyarrcı olaylar karşılarına çıkar da düşmanlarını sevindirir.

Resûlüllah'ın (A.S.) hayatını dikkatle incelediğimizde, O'nun her iki hayatı (dünya ile âhiret) birarada yürüttüğünü görürüz. Çünkü bu iki ha­yat birbirini tamamlamakta ve biri diğerine anlam ve hikmet kazandır­maktadır. [146]

 

Bize Ancak Allah'ın Yazdığı Dokunur

 

| «De ki, bize ancak Allah'ın (takdir edip) yazdığı dokunur; O bizim Mevlâmızdır. Artık mü'minler an­cak Allah'a güvenip dayansınlar..»

Şüphesiz ki bu program, ezelle ebed arasını dolduran ve her şeyi kapsayıp kuşatan, varlıkta her şeye nüfuz eden Allah'ın ilminin, her mil­letin kendi imkânlarıyla, iradeleriyle kendilerine nasıl bir hayat yolu çiz­diklerini önceden tesbit edip Levh-i Mahfuz'a yazmasıyla gerçekleşmiş­tir. Vakti saati gelince o yazılanlar aynen meydana gelir. Erişilen iyilikler, başa gelen musibetler, karşılaşılan kötülükler, milletlerin kendi kader def­terlerine kendi ifadeleriyle yazdırdıkları olaylardır. Aile ve fertler için de aynı şey söz konusudur. Ancak bu arada ilâhî irâde ve inayetin, milletle­rin irâdesini zaman zaman yönlendireceğini de unutmamak gerekir. Çün­kü kâinatta mutlak anlamda bir denge kanunu hakimdir, o, biz istesek, istemesek de hükmünü yürütür. Bozulan dengenin kurulması için millet­lerin sosyal, ekonomik yapılarına, inanç ve ahlâkî durumlarına göre ve­ya onların bulunduğu ortamın şartlarına göre, Cenâb-ı Hak sebepleri harekete geçirerek dengeyi yeniden sağlar.

O halde sözü edilen dengeyi düzeltmede cari olan ilâhî tasarruf dı­şında, insan mevcut yetenekleriyle ve içinde bulunduğu imkânlar ve şart­lar çerçevesinde kader çizgisini çizerek ona göre kendisine bir hayat dü­zeni hazırlar. Her kişinin çizeceği ne ise, o önceden bilinerek ana kitaba yazılmıştır, artık olaylar ona göre günü gelince gerçekleşirler. Yine denge ve düzen kanunu gereği, dosdoğru imân edenler, hayır, iyilik, ibâdet ve fazilet doğrultusunda hayatlarını verimli kıldıkları oranda Allah'ın inayet, yardım ve rahmetine mazhar olurlar; bunun aksine, inanmayanlar da hak­sızlık, kötülük, ahlâksızlık ve inkâr doğrultusunda hayatlarını berbat et­tikleri nisbette Allah'ın inayet ve rahmetinden mahrum kalırlar. Zira birin­ciler Allah'ın kendilerine verdiği kuvvet ve kudreti, akıl, irâde ve diğer ye­tenekleri ilâhî plân ve programa göre kullanmaktalar; ikinciler ise, bunun aksine bir yol izlemekteler. O bakımdan herkes yaptığından sorumlu tutu­lacaktır. [147]

 

Savaşta Mü'minlere İki İyilikten Mutlaka Biri Dokunur

 

«De ki, bizim hakkımızda bekleye

durduğunuz, gözetleyip beklediğiniz, iki iyilikten başkası mıdır? (Ya gâ-zî, ya da şehît olmak..)»

Mü'minlerin yegâne sahibi ve işlerini düzene koyanı Allah'tır. Şüphesiz ki, Cenâb-ı Hak, bütün hayır, iyilik, rahmet ve mağfiretin kaynağıdır. Savaşa inanarak ve karşılığını sadece Allah'tan bekleyerek çıkan mü'minlere mut­laka iki hayırdan biri erişecektir: Ya gazilik şerefine nail olacaklar da me­leklerin duâ ve istiğfarına lâyık görülecekler, ya da şehîtliğin saadet şer­betini içerek Arş'a kanat açıp yükseleceklerdir.

Mü'minin imân ve irfanı bu idrâk ve teslimiyet derecesine yükselince, artık ölümün yokluk değil, ebedî hayata açılan bir kapı olduğu onun kal­binde ve kafasında kesinlik kazanır. İşte Peygamber mektebinin seçkin talebesini zaferden zafere koşturan ve Allah adını kıtalar üzerinde kafa­lara, kalblere, taşlara ve ağaçlara nakşetmelerini sağlayan bu imân de­ğil midir? Çünkü onlar için iki iyilikten mutlaka biri va'dedilmişti: Gazilik ve şehitlik.. [148]

 

İşlenen Hayırlar, Yapılan İyilikler

 

«De ki, gerek isteyerek, gerek istemiyerek harcayın, elbette sizden kabul edilmiyecek-tir. Çünkü siz hak yolundan çıkmış bir topluluksunuz.»

Allah mutlak kudret sahibidir. Varlık âlemini sonsuz kudretinin bir te­zahürü olarak yaratan O'dur. Mülk O'nundur, her türlü nîmet O'ndandır; ortağı, dengi ve benzeri yoktur. O, hiçbir şeye muhtaç değildir, mutlak ga­nîdir. Yeryüzünde kudret ve sanatının en güzel eseri olan insanı, en güzel ve uygun biçim ve surette yaratmış, onu kendi haline bırakmamış, yüce âlemden, Levh-i Mahfûz'dan haberler göndererek, dünya ile âhiret ara­sında denge kurmasını, yaratanını bilip O'na şükran borcunu, bir terbiye ve nezaket, sevgi ve saygı eseri olarak belli ölçü ve kurallar çerçevesinde yerine getirmesini emretmiştir.

O bakımdan Allah ancak kendisine ve âhiret gününe inanan ve bu inancının gereğini şartlarıyla birlikte uygulayıp yerine getiren kullarının işlerini, amellerini, hayır ve iyiliklerini kabul eder.

Şüphesiz ki, tarlasına yararlı, kaliteli tohum atan kimse, kaliteli ve yararlı ürün bekler. Başaklar arasındaki yabanî otlar her zaman onu ra­hatsız eder. Bunun için Cenâb-ı Hak, mükemmel biçimde yarattığı insan­dan, yabanî inanç ve ideolojilerden arınmış katıksız amel bekler, aksini hiçbir zaman kabui etmez. «Gerek isteyerek, gerek istemiyerek harcayın, elbette ki sizden (siz inkarcı nankörlerden) kabul edilmiyecektir.» beyânı, bu gerçeği belirtir.

Sonra da bunun sebepleri dört madde halinde özetlenerek hem açık­tan inkarcılara, hem de içi küfür dolu olup sûreten müsiüman görünenle-.re gereken uyarıda bulunuluyor:

1— Cenab-ı Hak, kendisini inkâr edip başka ilâhlar edinenlerin,

2— Hz. Muhammed'in (A.S.) peygamberliğini kabul etmiyenlerin,

3— Üşenerek, âdeta itilerek namaza gelenlerin, zevahiri kurtarmak için ibâdet edenlerin,

Gönülden istemiyerek mallarını sözde iyilik olsun diye harcayan­ların amel ve ibâdetlerinden hiçbir şeyi kabul etmez.. [149]

 

Konunun Özeti

 

Mü'minlerin inkarcılara ve münafıklara karşı açtığf cihat, her iki ta­rafa da farklı ve ayrı ayrı olmak üzere iki sonuçtan birini hazırlar: Mü'min-ler ya üstünlük sağlayarak ilâhî yardımın tecellisiyle gazilik payesine eri­şirler, ya da peygamberlikten sonra mertebelerin en yükseği ve şereflisi sayılan şehitlik mertebesine nail olurlar. Kâfirlerle münafıklar ise, ya se­mavî bir felâkete uğratılıp hem dünyalarını, hem de âhiretlerini kaybetme bedbahtlığına duçar olurlar, ya da giriştikleri savaşta imânın çelik yum­ruğu altında can vererek hem dünyada, hem de âhirette rüsvay olurlar. Öyle ki, onlar için mutlak hüsran ve azap olan sonuç, mü'minler için saa­det ve bahtiyarlıktır.

Şekil ve suret bir bakıma benzerHk arzetmektedin ama mana ve de­lâlet, ruh ve maya değişiktir. Tıpkı yolda rastlanan bir yitik mal gibi: Ken­dine mal etmek niyetiyle alınırsa hırsızlık, sahibini bulup vermek niyetiyle alınırsa hayırhahlıktır. Savaş da böyledir: Allah yolunda, O'nun rızası uğ­runda ölürse şehittir. Bu amacın dışında ölürse, körükörüne canını bir hiç uğruna feda etmektir. Ancak unutmamak gerekir ki, Allah rızası, iman temeli üzerinde yükselen bütün faziletleri, iyilikleri, hayırları, yarar­ları içine alır. [150]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, münafıkların içyüzünü açığa vuran, karakterle­rini ve renklerini belli eden ilâhî denemelerden söz edildi. Sonra da ilâhî takdîre rıza göstermenin lüzumu üzerinde duruldu. Sağlam bir imân ve iyi niyetle savaşa katılan mü'minlere iki iyilikten birinin mutlaka verileceği açıklandı. Allah yanında ancak imân temeli üzerinde gelişen amellerin makbul tutulacağı belirtilerek Hakk'ı inkâr edenlerin hiçbir iyilik ve yarar­lı işlerinin âhiretîe bir değer taşımıyacağına dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, ma! ve evlât çokluğunun imrenilecek bir değer olmadığı hatırlatılıyor, bunların birer araç olduğu, gerçek amaç için kulla­nıldıkları oranda kıymet ifade edeceklerine işarette bulunuluyor. Müna­fıkların, sizden yanayız diye yemin etmelerine itibar edilmemesi, içinde ni­fak tohumu taşıyanların son derece korkak oldukları, buna rağmen fırsat buldukları takdirde Peygamber'in (A.S.) yaptığı taksimatı bile gayr-i âdil bulup dedikodu yapmaktan geri kalmadıkları bildiriliyor. İslâm'ın rahmet kapısının her an açık bulunduğu hatırlatılarak, münafıklar bir defa daha Hakk'a, gerçek imâna davet ediliyor. Gerçek teslimiyet ve baş eğmenin imândan kaynaklandığına işaretle mü'minlere en kalıcı ölçü veriliyor. [151]

 

Meali :

 

55—  Onların mallarının ve çocuklarının (bolluğu) seni imrendirmesin. Allah bunlarla dünya hayatında onlara azap etmek ve kâfir oldukları hal­de canlarının çıkmasını istiyor.

56—  Herhalde sizden yana olduklarına dair Allah ile yemin ederler. Halbuki sizden yana değildirler. Fakat onlar korkup ödleri patlayan bir topluluktur.

57—  Eğer sığınacak bir yer veya barınacak birtakım mağaralar ve­ya sokulacak bir çukur bulsalardı, önlerine geçilmiyecek şekilde yüzçevi-rip oraya koşarlardı.

58—  Onlardan bir kısmı da sadakaların taksim ve dağıtımı hakkında sana dil uzatıp kınamada bulunurlar. Ondan kendilerine verilirse hoşnut olurlar; verilmezse bir de bakarsın kızıp öfkelenirler.

59—  Eğer onlar Allah ve Peygamberinin kendilerine verdiğine razı ol­salardı ve «Allah bize yeter; Allah ve Resulü bize kendi fazl-ü keremlerin­den vereceklerdir. Biz şüphesiz Allah'a rağbet edicileriz» deselerdi, (ne iyi olurdu!).            

 

İniş Sebebi  

 

Bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sadaka ve benzeri yollardan el­de edilen bir malı ashabına taksîm ederken, Temîmîlerden Zülhuveysire adında bir adam gelip, «ey Allah'ın Peygamberi! bizim hakkımızda adaleti gözet!.» diyerek yersiz bir suçlamada bulundu. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz ona : «Yazıklar olsun sana! ben âdil davranmazsam ya kim âdil davranır?» diyerek uyarıda bulundu, O sebeple 58. ve 59 âyetler indi. [152]

Kelbî'ye göre, kalbleri yeni İslâm'a isındırılmaya çalışılan ve Hz. Pey­gamberin (A.S.) risâletini kabul eden kimselere de o maldan verilmişti. Münafıklar onlara daha fazla hisse verildiğine bakarak Resûlüllah'm (A.S.) taksimatına bir bakıma itiraz etmişlerdi. Yukarıdaki iki âyet o nedenle in­miştir. [153]

 

İlgili Hadîsler

 

«Canımı kudret elinde bulundurana and olsun ki, ben ne size bir şey veririm, ne de bir şeyi sizden (esirgeyip) ahkoyarım; ben ancak hazine vekiliyim (Onun asıl sahibinin emrine göre hareket ederim).» [154]

«Senin malından sana ancak yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve ta-sadduk edip verdiğin vardır.» [155]

 

Malin Bolluğu, Evladın Çokluğu

 

«Onların mallarının ve çocuklarının (bolluğu) seni imrendirmesin...)

Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlar, mal ve evlâdın çokluğuyla; gerçek mü'minler ise, sâlih amel, takva düzeyinde dengeli ve düzenli bir hayat ile mutlu olurlar. Çünkü birincilerin gözleri ve himmetleri bütünüyle dünyaya; ikincilerin ise Hak rızasına ve âhirete yöneliktir.

İslâm'a göre, mal bir geçim vasıtası, gerçek amaca ulaşmada verilen araçlardan biridir. Amaç, insan olmanın idrâki içinde Allah'ın hoşnutluğu­nu kazanmak ve bu doğrultuda ikinci hayattaki yüksek nimetlerin büyük külfetler karşılığında hazırlandığını anlamak ve böylece dünya hayatının zevkini alırken sonsuz bir hayatın hikmetini için için kavramak suretiyle ona göre dengeli biçimde hazırlanmaktır. Çünkü bütün bu üstün gaye ve amaçlara ancak dünya denilen uğraktan geçmek suretiyle ulaşılabilir. O bakımdan iki hayat birbirini tamamlar ve birinin hikmeti diğeriyle tezahür eder.

Bunun aksine bir düşünce, inanç ve tutum ile amaç belirsiz kalır, araç­lar ise amaç yerine konularak ömür sermayesi bu uğurda harcanmaya hasredilirse, insan kendini bütünüyle maddeye vererek mal ve evlâdın kö­lesi olur. İşte o zaman geçici birer saadet sanılan bu iki araç azabın tâ kendisi sayılır; her an elden çıkıp gidebilir endişesi insanın içini, kalb ve kafasını meşgul edip doldurur. O kadar ki, bunlardan başka düşünce ve arzusu kalmayan inkarcı, ölünceye kadar kendini kölelikten kurtaramaz olur, ruhu ve vicdanı silik ve bitik hale gelir.

Kur'ân'da inkarcılar için belirtilen dünya azabı budur. Nitekim Mev-lâna Celâlettin, dünyada imân ve İslâm cevherinden yoksun bir insan için en büyük azap, mevcut nimetin elden gitmesidir, demiştir ki, gerçek de odur..

Çocukların çokluğuna gelince : İnsanî meziyet ve faziletlerle yetişti­rilmeyen; Allah'a ve âhirete imân ile ruhları süslenmeyen, kendilerine dün­yaya geliş gaye ve hikmeti öğretilmeyen bir nesil oluşturmak, yeryüzünü fitne ve fesat ile huzursuz ve tedirgin etmekten başka neye yarar? Böyle bir ortam içinde yetiştirilen çocuklar, azaptan başka ne olabilirler? Onun için Cenâb-ı Hak, «Kâfirlerin mallarının bolluğu, çocuklarının çokluğu sa­kın seni imrendirmesin. Allah bunlarla dünya hayatında onlara azap et­mek ve kâfir oldukları halde canlarının çıkmasını ister.» buyurarak mü'min-leri uyarır. [156]

 

Dindar Görünen Din Düşmanları

 

«Herhalde sizden yana olduklarına dair Allah  ile yemin ederler. Halbuki sizden yana değillerdir.»

Bir dâva, ya da ideal ne kadar büyükse, onun düşmanları da o nisbet-te çoktur. Aynı zamanda gerçekleşmesi de büyüklüğü oranında külfetlidir. Büyük himmetler, üstün gayretler ister. Kısacası, büyük dâvanın büyük düşmanı olur ve büyük davalar küçük himmetlerle gerçekleşmez; aksi halde değer ölçüsünü kaybeder,

O bakımdan dünya tarihinde en büyük inkılabı yapan ve insanlığın saadetinden yana en mükemmel düzeni getiren Hz. Muhammed'in (A.S.) ve O'nun tebliğ ettiği İslâmiyetin hemen her devirde düşmanları hem çok, hem büyük olmuştur.

Bunları iç ve dış düşmanlar diye iki grupta toplamak mümkün; biri kâfir, diğeri münafık adını taşır. İç düşmanlar daha çok dindar ve inanmış gibi görünüp din düşmanlığını en sinsi metotlarla sürdürürler. Müslüman­ların uyanmasından, dinin aslına, ruhuna ve mayasına dönülmesinden çok korkarlar. Saf müslüman halkı inandırmak için, onlardan olduklarına dair Allah ile yemin ederler.

Bunların taktiklerini şöyle sıralayabiliriz:

1—  İplerinin uou dış düşmanlarımızın elindedir.

2—  Geniş çapta maddî imkânlara sahiptirler ve devamlı desteklenir­ler.

3— Din adına dini savunur gibi gözükürler, ama dini ayakta tutan de­ğerli din alimlerine olmadık iftira ve kalmadık kara leke sürmeye çalışır­lar.

4— Dinin  esaslarından  olmayan,  fakat kültürsüz  kesim  tarafından üzerinde durulan meseleleri dinin ana temeliymiş gibi ters yönüyle ele alıp Müslümanların, hattâ din âlimlerinin dikkatlerini dağıtmayı, onları di­nin ruhundan uzaklaştırıp önemsiz konularla uğraşmalarını sağlamayı çok isterler.

5— Bazı önemli kişileri veya eserlerini kendilerine paravana edinip ze­hirlerini kademeli şekilde akıtırlar.

6— Kimi de aynı metotlarla yıkıcılığını sürdürürken dindarlarla alay etmek, kutsal değerlere, basit mantıkî yollarla dil uzatmak; ibâdet, zikir, duâ, cuma ve cemaat gibi İslâm'ın birliğini ve manevî atmosferini ayakta tutan farz, vacip ve sünnetleri küçümsemek; haramı helâl, helâli haram saymak ve yabancı kültürü yaygınlaştırmak için neşriyatı harekete geçi­rirler. Bu vasıtalarla güzel ve köklü örf ve âdetleri bir bir yıkmayı da ih­mal etmezler. Bunun için sanattan ve sanatkârdan yeterince yararlanırlar. Bütün bunların ötesinde, bir de Müslümanları değişik isimler altında hi­ziplere ayırarak, kuvvetten düşürmeyi ve «böl de idare et» taktiğini çok us­taca kullanırlar. Nitekim Medine'deki Yahudi ve münafıklar bu taktiği uzun süre denediler.

İlgili âyette ifadesini bulduğu gibi, çoğu, mü'minlerden yana olduk­larını yeminle söylerler. Hattâ bir kısmı kraldan fazla kralcı, gerçek müs-iümandan ziyade dindar geçinmek suretiyle fanatik dindar kesilirler. Oysa hiç de mü'minlerden yana değillerdir ve dindarlıkları bütünüyle sahtedir.

O bakımdan Cenâb-t Hak, birçok âyetlerle yer yer gerçek mü'minlere sinyal vererek uyanık bulunmalarını emrediyor. [157]

 

Küçük Bir Hayrı Büyük Bir Hayra Tercih Edenler

 

«Eğer onlar Allah ve Peygam­berinin kendilerine verdiklerine razı olsalardı ve Allah bize yeter; Allah ve Resulü bize kendi fazl-ü keremlerinden vereceklerdir. Biz şüphesiz Allah'a rağbet edicileriz, deselerdi (ne iyi olurdu!)»

Islamiyeti içinden yıkmak isteyen münafıklar, sıkıştıkları veya Müslü­manların yenilmez bir kuvvet oluşturduklarını anladıkları zaman müthiş Korkarlar ve sığınacak bir delik ararlardı. Bununla beraber hiçbir fırsatı kaçırmak istemezler, kendilerince bir acık görünce hemen faaliyete geçer­lerdi. Nitekim onlardan, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in sadakaları taksimi­ne rıza göstermeyenleri de oldu. İlgili âyetlerle onların bu hali çok güzel tas-vîr edilerek kıyamete kadar silinmeyen kara bir leke halinde münafıkların içyüzü, asıl renkleri açığa vurulmaktadır.

Kuşkusuz Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz, hayırlı bir ümmete gön­derilen en büyük hayırdır. İlâhî rahmet O'nun dilinde, hak ve adalet onun elinde, inayet ve nusrat O'nun bakışlarında tecelli etmiştir. Kalbi, ruhu ve vicdanı doğru yolu bulmaya, son din ile uyum sağlamaya yatkın olanlar, bu büyük hayır ve rahmeti bulunca, diğer bütün hayırları ikinci, üçüncü plâna ittiler. Gerektiğinde her şeylerini Allah ve Resulünün yolunda har­camakta tereddüt etmediler. Onlar hakiki mü'minlerdi. Bir de mevcut orta­mın ve şartların tesirinde kalıp İslâm'a girenler bulunuyordu ki, Hz. Pey­gamberin (A.S.) tabiriyle, «ok avı delip geçtiği gibi, onlar da İslâm'dan öy­le gelip geçerler, üzerlerinde ondan eser bulunmaz.» Dünya malı söz ko­nusu olunca Peygamberi unutacak, hattâ kınayacak kadar körleşip aşa-ğılaşırlardı. Günümüzde de bu tür müslümanlar eksik değildir; kendilerini lüks ve konforun rehavet verici havasına kaptırdıkları için, zaman zaman, «çanım Hz. Muhammed (A.S,) bugün hayatta olsaydı, o da bizim gibi ya­şardı ve hocaların haram diye belirttikleri birçok şeyleri haram saymazdı» diyecek kadar kendilerini küfre iterler.

Kur'ân bu gibilerin tutumunu açıklarken aklını kullanabilen mü'minlere dünyalık ile Peygamber arasında bir tercih yapmalarını hatırlatıyor. Pey­gamberin taksimatına razı olmayıp O'na dil uzatacak kadar terbiyesini bozan, kendi sefîh yaşayışına destek bulmak için Hz. Muhammed {A.S.) de hayatta olsaydı, böyle yapmaktan başka çare bulamazdı, demek sure­tiyle dinden uzaklaşan kişiler gibi madde esaretine düşmemelerini tenbih ediyor. Sonra da dini tebliğde Hz. Peygamber'in (A.S.) ne kadar sabırlı, küstahlaşanlara karşı ne kadar hoşgörülü davrandığı, fakat dinî esastan hiçbir zaman ayrılmadığı, taviz vermediği çok duyarlı bir anlatımla işliyor.

Şüphesiz, kalbi bütünüyle Allah'a verip O'nun fazl-ü keremini umarak O'na yönelmek, nefsin rağbet ettiği birçok şeyleri bırakıp asıl rağbet edi­lecek yüce kudrete ve sonsuz rahmete yönelmek ne büyük bahtiyarlıktır! [158]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle imânın tadını kalbine ve hücrelerine yerleştiremi-yen ve o yüzden imânla küfür arasında bocalayıp kalan münafıkların ge­rek savaşa katılma, gerekse sadaka dağıtım konularında renklerini açığa vurdukları belirtildi. Allah ve Peygamberinin verdiğine razı olmadıkları kı-

nanarak büyük fırsatları kaçırdıklarına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetle, zekâtın kimlere verileceği açıklanarak bu husustaki tereddüt ve şüpheye yer kalmadığına bilgi veriliyor. [159]

 

Meali:

 

60— Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere (yoksullara), (zekât toplamakla görevli) tahsildarlara; kalbleri (İslâm'a) alıştırılıp ısındırılanlara; (hürriyetlerine kavuşturulacak) kölelere, esirlere; borçlulara; Allah yolunda (lüzumlu görülen yerlere, cihâda çıkanlara), ve yolda kalmışlaradır. Allah her şeyi en iyi bilen, her şeyi hikmetle uygu­layandır.

 

İniş Sebebi

 

Zekât dağıtımında Peygamber (A.S.) Efendimiz'i adaletsizlikle suçla­yanlar olmuştu. Allah da, Peygamberinin kendine zekât ayırmadığını, onu ancak muhtaçlara ve toplumun, İslâm cemaatinin selâmeti adına lüzumlu yerlere sarfettiğini hatırlatarak, zekâtın kimlere verileceğini kesin çizgile­riyle açıklar anlamda yukarıdaki âyeti indirdi. [160]

 

İlgili Hadîsler

 

Bir adam, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek zekât istedi. Efendimiz (A.S.) ona şöyle buyurdu : «Doğrusu Allah zekât konusunda ne bir peygamberin, ne de başkasının hükmüne razı oldu; O kendisi bu hususta hükmünü ortaya koydu ve zekâtı sekiz kısma (sınıfa verilmek üzere belir­leyip) ayırdı. Eğer sen onlardan biri isen, sana hakkını vereyim.» [161]

«Zengin ve gücü-kuvveti yerinde olup organlarında sakatlık bulunma­yana zekât helâl değildir.» [162]

Veda haccında Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek zekât isteyen iki adam şöyle anlatmışlardır:

— Veda haccında Peygamber (A.S.) Efendimiz zekât dağıtıyordu. Bi­ze de bir miktar vermesini söyledik. Bunun üzerine başını kaldırıp bize baktıktan sonra tekrar indirdi. (Anlaşılan) bizi kuvvetli ve sağlam yapılı gördüğü için şöyle buyurdu : «İsterseniz size vereyim; ancak zekâtta zen­gin ve bir de çalışıp kazanma gücü ve kuvveti olanın payı yoktur!» [163]

«Miskin, halk arasında gezip dolaşan, bir-iki lokma veya bir-iki hur­ma ile geri çevrilen kimse değildir.»

Bunun üzerine ashab-i kiram sordu : «O halde miskin kimdir, ya Re-sûlellahi?» Buyurdu ki: «Kendisini müstağni kılacak kadar zenginlik bu­lamayan, zekât verilmek için de pek tanınıp bilinmeyen ve insanlardan bir şey istemiyen kimsedir.» [164]

Peygamber (A.S.) Efendimizin âlinden Rabi'a b. Haris oğlu Abdül-muttaiip ile Abbas oğ. Fazıl (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize müracaat­la zekât toplamaya memur edilmelerini istediler. Allah Resulü onlara şöy­le buyurdu :

«Şüphesiz ki zekât, Muhammed'e ve O'nun âline (aile ve yakınlarına) helâl değildir. Zekât ancak insanların (mallarının) kirleridir.» [165]

İslâm'a yeni giren Safvan b. Ümeyye anlatıyor: «Hüneyn savaşından hemen sonra Resûlüllah (A.S.) bana mal ve yiyecek maddesi verdi. O güne kadar Peygamber (A.S.) benim gözümde insanların en sevilmeyeni idi. Bana o kadar çok şey verdi ki, artık O, (gözümde ve kalbimde) insanların en sevgilisi ve sevimlisi oldu.» [166]

Yine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hüneyn savaşında elde edilen gani­metten, İslâm'a henüz yeni girenlere bol miktarda ayırıp verdikten sonra söyle buyurdu : «Doğrusu başkası bana daha sevgili olduğu halde, bazı kişilere -Allah onları yüzükoyun Cehennem ateşine atar endişesiyle- daha çok vermekteyim.» [167]

 

Zekât, Ancak Sekiz Sınıfa Verilir

 

«Zekâtlar, Allah'tan bir farz ola­rak ancak fakirlere, miskinlere......... yolda kalmışlaradır.»

Bu âyetle, Cenâb-ı Hak sosyal yapıda maddî ve manevî denge ve dü­zeni sağlamaya vesîle olan zekâtın ancak sekiz sınıfa verileceğini açıkla­mıştır. O kadar ki, bu hususta ne Peygamberin yorumuna, ne de mücte-hitlerin içtihadına gerek kalmıştır. Âyetin başındaki «innemâ» edatı hasrı, yani zekâtın sarf yerinin İsmi belirtilen sekiz sınıftan ibaret olduğunu İfa­de eder ve. onu bu çerçeve içinde tutar.

«Sadakalar» tabirinin burada «zekâtlar» anlamında kullanıldığında şüphe yoktur. Çünkü Kur'ân'ın neresinde «sadaka» tabiri mutlak şekilde anılmışsa, ondan maksadın zekât olduğunda âlimlerin görüş birliği vardır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: «Müs­lümanların zenginlerinden sadakayı alıp onların fakirlerine vermekle em-rolündüm.» Emrolunan sadaka, zekâtın tâ kendisidir.

Zekâtın eşit biçimde bu sekiz sınıfa dağıtılması gerekiyor mu, yoksa bunlardan birine veya birden fazlasına vermek caiz midir? İlim adamlarının verdikleri cevaplar arasında az fark vardır, şöyle ki:

a)  İkrime'ye göre, zekâtın tamamını, sekiz sınıfın hepsi veya birkaçı mevcut olduğu halde sadece bir veya iki sınıfa tahsis etmek caiz değildir. İmam Şafiî'nin de içtihadı buna cok yakındır.

b)  Hz. Ömer  (R.A.), İbn Abbas   (R.A.), Saîd b. Cübeyr ve Atâ'a göre, sekiz sınıf, zekâtın kimlere verilebileceğini belirtmek içindir. O halde bun­ların hepsi mevcut olsa bile, bir veya iki sınıfa vermek suretiyle yetinmek caizdir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Süf-yan es-Sevrî'nin de içtihatları bu doğrultudadır.

c)  İmam İbrahim en-Nahaî'ye göre, zekât sekiz sınıfa yetecek kadar coksa, hepsine taksim edilir. Az ise bir sınıfa verilir.

d)  İmam Mâlik'e göre, bu sekiz sınıftan en çok muhtaç olanları araş­tırılıp onlara öncelik tanınır.

Bir fakire ne kadar zekât verilebilir?

Fukahanın çoğuna göre, ihtiyaç nisbetini aşmayacak kadar verilmesi daha uygundur. Sanatkâr ise, alet-edavat alabilecek kadar verilmelidir. Bununla beraber mesele hakkında müctehit imamların görüş ve içtihatları farklıdır:

  İmam Şafiî'ye göre, ihtiyacı karşılamada bir sınır konulmaz.

  İmam Ahmed'e göre, bir fakire 50 dirhem (yaklaşık 160 gr. gümüş) den fazla verilmez.

  İmam   Ebû   Hanîfe    ise  : «Bir fakire 200 dirhem (yaklaşık 660 gr. gümüş) verilmesini hoş karşılamam; ama bu nisbet verildiği takdirde ye­terli sayılır.» demiştir.

Kendisine nafakası gerekenlere zekât verilir mi?

İmam Mâlik, İmam Sevrî ve İmam Ahmed'e göre, kendisine nafaka­ları gereken kimselere zekât vermesi caiz olmaz.

İmam Ebû Hanîfe İle İmam Şafiî'ye göre, zekât usûl ve füru'a, yani baba ve dedelere, anne ve ninelere, evlât ve torunlara verilmez, Onun gi­bi, kişi kendi eşine de veremez. Bunlardan başka hısımlara, muhtaç du­rumda iseler, öncelikle verilir.

Bir de Peygamber (A.S.) Efendimiz'in aile efradına ve öz yakınları olan Hâşim oğulları ile Muttalip oğullarına verilmez. Ancak İmam Ebû Ha-nîfe'ye göre, sadece Hâşim oğullarına verilmez, Abdülmuttalip oğullarına verilebilir. [168]

 

Sekiz Sınıf Hakkinda Açıklama

 

1—  Fakirler

2—  Miskinler

Bu iki sınıftan maksat, asıl ihtiyacını karşılayamtyacak kadar sıkıntı İçinde olanlardır. Ancak aralarında bir fark var mıdır? İlim adamlarının tes-bit ve yorumlarına baktığımızda bazı farkların söz konusu olduğunu gör­mekteyiz. Şöyle ki :

  İbn Abbas'a (R.A.), el-Hasan, Mücahit, Zührî ve Ikrime'ye göre, FAKİR, dilenmiyen muhtaçtır. MİSKİN ise, onun aksine dilenen muhtaçtır.

  İbn Ömer'e (R.A.) göre, bir dirhemi diğer dirhem üzerine, bir hur­mayı diğer hurma üzerine koyup biriktiren, fakir sayılmaz. Gerçek fakir, yiyecek ve giyecek sıkıntısı içinde olup, durumu belli etmeyen kimsedir.

  Katade'ye göre, FAKİR, ihtiyaç içinde bulunan yaşlı kimsedir.,MİS­KİN, sağlığı yerinde olan muhtaçtır.

__ İmam Şafiî'ye göre, malı ve sanatı olmayan kimse fakir sayılır; is­ter sağlığı yerinde genç, ister yaşlı ve bitkin olsun farketmez. Miskin ise, malı veya sanatı olup onunla idare edemiyecek kadar ihtiyaç içinde bulu­nan kimsedir. Dilenip dilenmemesi söz konusu değildir.

  İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, FAKİR, durumu miskinin durumundan daha iyi olan kimsedir. [169]

3—  zekât toplamakla görevli tahsildarlar.

Bu sınıfa zenginler mi zekât verir, yoksa topladıkları zekâttan mı üc­retleri karşılanır? İlim adamlarının bu konuda da görüş ve tesbitleri fark­lıdır:

  İbn Ömer'e göre, topladıkları zekâttan ücretleri, ihtiyaçları nisbe-tinde karşılanır. İmam Şafiî'nin içtihadı da bu anlamdadır.

  Mücahit ve Dahhak'a göre, topladıkları zekâtın sekizde biri onlara verilir. Bir rivayete göre, İmam Şafiî'nin içtihadı da bu doğrultudadır.

  Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, yaptıkları hizmet ölçüsüne gö­re ücretleri zekâttan çıkarılıp verilir.

  İmam Mâlik'e göre, sözü edilen tahsildarların ücreti devlet hazine­sinden ödenir. Nitekim İbnü'l-Arabî bu görüşün daha sahîh olduğunu ka­bul etmiştir.

Tahsildarlar denilince, kimler bu ismin kapsamına girmektedir? Çıkıp zekât toplayanlar mı, bu işin kâtipliğini ve muhasebesini yapanlar mı, yok­sa organize edip yürütenler mi? İlim adamlarımızın çoğuna göre, toplayan­larla muhasebesini yapanlardır. Sahîh olan da budur.

4—  Kalbleri İslâmiyete ısındırılanlar.

Bu sınıfın kimler olduğu veya bu tabirin kapsamına kimlerin girdiği hakkında farklı görüşler vardır. İlim adamlarının çoğuna göre, bunlar kâfir ve müslüman olmak üzere iki kısma ayrılırlar. İkinci kısım da, biri Arap eşrafı; diğeri küffar ülkesine komşu olup, İslâm askerlerinin, gerektiğinde onların hemen yardımlarına ulaşamıyacağı zayıf niyetli kimselerdir.

İslâm'a meyledip henüz Ke!ime-i Şehadeti getirmeyen gayr-i müsiim-leri İslâm'a ısındırmak için kendilerine zekât ve ganimetten verilebilir. İs­lâm'a yeni giren eşrafa da, onure edilmeleri için zekât ve ganimetten bir miktar vermekte sakınca yoktur. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in İslâm'a yeni giren eşraftan Uyeyne b. Hisın, Akra' b. Habis, Abbas b. Mir-das es-Sülemî'ye geniş çapta zekât ve ganimetten pay verdiği sahîh ri­vayetlerle sabit olmuştur. Ayrıca Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Safvan b. Ümeyye'nin İslâm'a meylini görünce, iltifatta bulunmuş ve ganimetten beşte birini vermiş ve böylece İslâm'a daha çabuk meyledip girmesini sağ­lamıştır.

Günümüzde İslâm'a henüz girmeyip azıcık meyli olanlara ve İslâm'a yeni girmiş eşrafa zekât ve ganimet verilir mi? Bu hususta da ilim adam­larının az da olsa farklı görüş ve içtihatları vardır:

  İbn Ömer, İkrime, Şa'bî, İmam Mâlik, İmam Sevrî, İshak ve Rey taraftarlarına göre, Cenâb-ı Hak artık İsîâmiyeti kuvvetli ve aziz kılmış­tın İslâm'a ısındırmak için onlara zekât ve ganimet vermeye gerek kal­mamıştır.

  el-Hasan, Zührî, Ebû Cafer Muhammed b. Ali, Ebû Sevr ve benzen ilim adamlarına göre, onlara verilmesi tavsiye edilen pay sakıt olmamış­tır; ancak günün şartlarına ve ortama göre hareket edilmesi daha uygun olur,

  İmam Ahmed'e göre, Müslümanlar, onların ısınmasına ihtiyaç du­yuyorsa, o takdirde verilmesinde bir sakınca yoktur. Nitekim Ebû Bekir   > Sıddîk'ın (R.A.) Necidli'iere verdiği araziyi, Hz. Ömer'in (R.A.) uygun gör­meyip ibtal ettiği rivayetler arasında yer almıştır. Ebû Bekir Sıddîk (R.A.), Necidli'lerde İslâm'a ilgi ve meyil havasının hâkim olduğunu görünce on­lara ganimetten hayli arazi vermişti. Ömer (R.A.) ise, Allah İslâm'ı aziz ve itibarlı, kuvvetli ve kudretli kılmıştır, artık İslâm'a iyice ısınsınlar diye şu­na, buna zekât ve ganimet vermeye gerek kalmamıştır, içtihadında idi.

5— Köle ve esirler

Hangi köle ve hangi esirlere zekât verilebilir? İlim adamlarımızın bu husustaki tesbit ve içtihatları da farktı bir durum arzetmektedir:

a) İmam Şafiî'ye göre, hürriyetine kavuşturulmak için kendisinden mal veya nakit istenilen köle ve esîre verilir. Tabiîn'den Saîd b. Cübeyr, en-Nahaî, Zührî ve Leys b. Sa'd da aynı görüştedirler.

b)  İmam Malik'e göre, zekât parasıyla köle satın alınıp hürriyetine kavuşturulur. İmam Ahmed ve İshak b. Rahuye de aynı görüştedirler.

c)  İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, zekât parasıyla köle sa­tın alınmaz, ancak bu hususta, yani onların hürriyetlerine kavuşmaları için yardımda bulunulur.

d)  İmam Zührî'ye göre, bu konu için toplanan zekâtın yarısı, kendi­leriyle akd-i mükâtebe yapılmış olan kölelere verilir; geri kalan yansıyla da, namaz kılıp oruç tutan köleler satın alınıp azat edilirler. Ayrıca esîr düşen Müslümanları kurtarmak için de harcanabilir.

6—  Borçlulara

İlim adamları borçluları ikiye ayırmışlardır: Kendi şahsî ve ailesinin meşru ihtiyacını karşılamak için borçlananlar ve iyilik yolunda, müslü-manların arasını ıslâhta harcama yapıp borçlananlar.. Birincilerin malla­rı, borçlarını karşılayacak nisbette değilse, zekât ile desteklenip borçtan kurtarılırlar. İkinciler zengin de olsalar, sırf Allah için iyilik yolunda, müs-lümanların hizmetinde borçlandıklarından, borçlarını karşılayacak kadar zekât verilerek desteklenirler.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:

«Zekât zengine helâl olmaz, ancak şu beş kişiye (zengin de olsalar) helâl olur: Allah yolunda savaşan gaziye, zekât toplayan memura» (Al­lah yolunda malını harcayan) borçluya, esir düşene ve verilen zekâtı zen­gin olan komşusuna hediye eden miskine.,.» [170]

7—  Allah yolunda olanlara

Allah yolunda savaşa çıkanlara, silâh, teçhizat, azık, elbise ve ben­zeri ihtiyaçlarını karşılamaları için zekât verilir. Fukahanın çoğuna göre, bunlar zengin de olsalar hüküm yine değişmez. Ancak daha çok muhtaç durumda olanlarını desteklemek daha uygundur.

Hacca gidenlere verilip verilmiyeceği hakkında kesin bir hüküm mev­cut değildir. Ancak cumhura göre, verilmesi uygundur, en sahîh görüş de budur. Ahmed b, Hanbel, İshak b. Rahuye'nin «fi-sebîlillah»ı, hac ile yo­rumladıkları rivayetler arasında bulunuyor, [171]

8—  Yolda kalmışlara

Memleketinden uzak kalıp parası tükenen yolcu ve misafirlere zekât verilir. Hac yolculuğunda da parası tükenen kimselere de zekât vermekte bir sakınca söz konusu değildir, [172]

 

Zekâtın Hikmeti Ve Tasavvufî Yönü

 

Zekât tek kelimeyle insanı madde esaretinden kurtarıp, onun denge­li, düzenli, verimli ve feyizli bir hayat sürmesini sağlar. Dünya ile âhiret arasında en sağlam köprüyü oluşturur. Toplum yapısında sosyal adaletin gerçekleşmesine en kuvvetli dayanak olur.

Büyük müfessir Fahruddin er-Râzî, zekâtı bu acıdan değerlendirirken onun ruhlar üzerindeki tesirini özetle şöyle açıklamıştır;

«Genellikle mal ve servetin çokluğu, şehevî kudretin artmasını, bu kudretin artması ise, daha çok zevk alınacak şeylere ilgiyi artırır. O da insanın her geçen gün htrsını kamçılar ve tatmin olmak için daha çok mal toplamaya iter. Şüphesiz ki, mal arttıkça, zevk alınacak şeylere ilgi artar ve bu böyleee bir devr-t daim şeklinde sürüp gider. Ama onu bir noktada frenleyip yönünü değiştirmek, meşru bir kanala çevirmek gerekir. İşte ze­kâtın farz kılınmasının, sadaka ve diğer yardımların tavsiye edilmesinin se­beplerinden biri budur.

Kişi elde ettiği ma! ve kudreti Allah yoluna, O'nun rızası doğrultusuna çevirince, şehevî kudretini belli bir ölçüye getirmiş olur; zevk alınacak şey­lere meşru yoldan yaklaşır,

Mal ve servetin amaç edinilmesi, bir bakıma azgınlık ve kalb katılığına neden olur. Çok sürmez, mala karşı arzu ve ilgi aşk derecesine yükselir. Âşık maşukasının önce hayalinde, sonra da vuslatında kendini kaybet­tiği gibi, o da mal ve servet hayaliyle kendini kaybeder. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de : «Doğrusu insan kendini zengin görünce azar.» mealindeki âyet bu gerçeği açıklar. [173]

İnsanî ruhumuzun, diğer bir tabirle nefs-i natıka'nın biri nazarî, diğeri amelî olmak üzere iki ayrı gücü vardır. Nazarî olanın kemal derecesi, ilâhî emirlere tazimi gerektirir. Amelî olanın kemal derecesi ise, Allah'ın ya­rattığı canlılara merhamet ve şefkati gerektirir. Onun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın!» buyurmuştur. [174] O halde hayır ve rahmetin saçılması, Hakk'ın sıfatiarındandır. Bu sıfata mazhar olabil­mek İçin elden geldiğince çalışmak, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmaktir. Bu da insanın kemâlatımn en yüksek noktası sayılır.»

Diğer yandan konuyu ele aldığımızda, insanın üç varlığı bulunduğu­nu görmekteyiz: Ruhu, bedeni ve malı.. Kişi imân ile emredilince, ruh cev­heri bu teklife gark olup kalır. Namaz ile emredilince, dil, zikir ve kıraatin zevkine gark olur. Böylece beden bu amellerle istiğrak havasına girmiş olur. Geriye mal kalır. Hayır ve iyilik yollarına harcamazsa, malına verdi­ği değeri, ruh ve bedenine vermemiş olur. Çünkü saadetin mertebeleri üç­tür : Ruhanî saadet, bedenî saadet ve haricî saadet ki bu üçüncüsü mal ve makamla ilgilidir. Ruh, imân ile; beden, güzel amellerle; mal da Allah yolunda harcanmakla saadete yönelir. [175]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetle, zekâtın sarf yerleri açıklandı. Aşağıdaki âyetlerle, zekât ve sadaka, ganimet ve diğer yardımların taksimine itiraz eden mü­nafıkların tutumu belirtiliyor. Hem bozgunculuk yapmaktan geri kalmadık­ları, hem de O'nun her şeyi işiten bir kulak olduğunu söyleyerek yaptıkları çirkin iftiraların bilinip teşhir edileceğinden endişe duydukları hatırlatılı­yor. Sonra da Peygamber'i incitenlere elîm bir azabın hazırlandığı haber veriliyor. [176]

 

Meali:

 

61—  Onlardan kimi de Peygamberi incitiyor ve «O (her şeyi işiten) bir kulaktır!» diyorlar. De ki: O, sizin için hayırlı kulaktır; Allah'a imân eder, mü'minlere inanır ve sizden imân edenlere bir rahmettir. Allah'ın peygam­berini incitip üzenler için elem verici bir azap vardır.

62— Onlar sizi hoşnut etmek için gelip Allah ile yemin ederler. Eğer (cidden) inanıyorlarsa, Allah ve Peygamberini hoşnut etmeleri daha doğru ve daha uygundur.

63—  Bilmiyorlar mı ki, kim Allah ve Peygamberine muhalefette bu­lunup düşmanlık ederse, şüphesiz ki onun için, içinde ebedî kalacağı Ce­hennem ateşi vardır. İşte bu, rüsvayiığın büyüğüdür!

 

İniş Sebebi

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz'i devamlı rahatsız edip inciten ve O'nun yaptığı taksimatı beğenmiyerek ayıplayan, edep ve terbiye dışı söz sarfe-den birkaç münafık hakkında inmiştir.

Onlardan kimi, «Muhammed'in aleyhinde konuşmayın, sonra duyar da bizi hem teşhir eder, hem de kınar» derken, kimi de, «canım biz Onun aleyhinde konuşuruz, sonra da gider kendisine böyle bir şey yapmadığı­mızı yeminle söyleriz, O da bize inanır. Çünkü o bir kulaktır, söylenen her sözü kabul eder» diyerek aralarında alaylı tavırlarla konuşurlardı. Allah ilgili âyetlerle onların bu terbiyesizliğini açığa vuruyor. [177]

Katade ve Süddî'nin tesbitine göre, münafıklardan bir topluluk bir-araya gelerek Peygamber (A.S.) Efendimizin aleyhinde ileri-geri konuş­tular ve «eğer Muhammed hak peygamber ise, biz eşekten daha kötü ola­lım» diyerek herzelerde bulundular. Yanlarında Ansar'dan Amr b. Kays adında bir genç de bulunuyordu. Onların bu terbiyesizliğine fazlasıyla kız­dı ve «Muhammed (A.S.) mutlaka hak peygamberdir; siz de eşekten daha âdi kimselersiniz!» diyerek karşılık verdi. Sonra da dayanamıyarak gelip durumu Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e arzetti.

Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.), münafıkları çağırtıp durumu incele­di. Ancak münafıklar Allah adına yemin ederek, haber getiren gencin ya lan söylediğini iddia ettiler. Peygamber (A.S.) Efendimiz de hukuken on­ları serbest bıraktı, Genç adam çok üzüldü ve, «Allahım! doğrunun doğru­luğunu, yalancının yalanını sen ortaya çıkar» diye duâ etti. O sebeple yu­karıdaki âyetler indi. [178]

 

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri

 

«De ki, O sizin için hayırlı kulaktır.»

Peygamber {A.S.) Efendimiz, sıradan bir lider, ya da hükümdar değil, O Allah'ın seçip risâletle şereflendirdiği büyük bir resuldür. O'nun en açık vasıflarından biri, Allah'a ve O'ndan gelene imân ettiği gibi, imân eden arkadaşlarına karşı büyük bir güven beslemek ve onlara inanmakta sami­mi olmaktı. Çünkü O, hayra kulak veren, serden yüzçeviren, mü'minlere hep rahmet havasını estiren, onlara umut ve güven telkîn eden emsalsiz bir önderdir. Makam, ihtişam ve servet hırsı yoktu ki, etrafını dalkavuklar çevirsin; adam kayırma huyu yoktu ki, kendisine uyanlardan bir kısmını darıltsın; kendi hısımlarına bir ayrıcalık tanıma âdeti yoktu ki, çevresin­deki insanları kıskandırsın. Fakir, zengin, makam ve şöhret diye bir ayrım yapma temayülü yoktu ki, sınıf farkı doğursun. Halktan biri olmak O'nun şiarı, tevazu O'nun kaftanı, fakirlik O'nun iftiharı, insanları sevmek O'nun sanatı; hoşgörü ise O'nun değişmiyen huyu idi. Bir lokma, bir hırkaya razı olmak, O'nun kendi adına hayat anlayışı; Allah rızasını gözetmek görevi idi. İnsanlık tarihinde bu vasıflara sahip başka bir lider ve öndere rastla­mak mümkün mü? Kaldı ki, O, bir kral ve emîr değil, onların çok üstünde Allah'ın en son elçisidir.

Kur'ân'da yukarıdaki âyetle O'nun bu mümeyyiz vasıfları üç cümley­le özetlenerek akıl ve vicdan sahiplerine seslenilmektedir.

Ancak unutmayalım ki, bir insan ne kadar mükemmel olursa olsun, kalbi ve dili ne kadar insanlıktan yana rahmet saçarsa saçsın, mümkün değil kendini herkese kabul ettiremez. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendi hakkın­da bile böyle bir kural ve hüküm koymadığına göre, bir fani hakkında koy­ması düşünülemez. Kaldı ki, büyük insanların büyük dertleri ve büyük düşmanları olur. Düşmanın çokluğu ve büyüklüğü, makamın yüksekliğiyle orantılıdır. Ziya Paşa'nın dediği gibi:

«Erbab-ı kemâli çekemez nakıs olanlar. Rencide olur d ide-i huffaş ziyadan.»

İşte Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e dil uzatan, O'nu inciten münafıklar ve iç-diş düşmanların hasmane davranışları, hakikat güneşinin parlaklığı karşısında sönüp gitmekte, bu ziyadan rahatsız olan gözler kapanmaya mahkûm olmaktadır. [179]

 

Munafıkın İki Yuzlulugu

 

«Oniar sizi hoşnut etmek için gelip Allah ile yemin ederler.»

İçi küfür dolu, dıştan müslüman gibi görünen münafıkların döneklik­leri, iki yüzlülükleri belirtilirken Hz. Peygamber (A.S.) zamanındaki tutum­larından birine parmak basılıyor: Hakiki mü'minleri hoşnut etmek için, on­lara gelerek Allah ile yemin ederler, onlar gibi düşündüklerini, inandıkları­nı söylerlerdi. Kur'ân, ilgili âyetle onların sahte tavırlar içinde bulunduk­larını açıklayarak Müslümanların daha uyanık bulunmalarına ve münafık­lara karşı her zaman tetikte olmalarına işarette bulunuyor ve münafık­lara da samimiyetin anlam ve ölçüsünü şu cümlelerle bildiriyor: «Eğer cid­den inanıyorlarsa, Allah ve Peygamberini hoşnut etmeleri daha doğru ve daha uygundur.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz her dem ilâhî rahmet ve inayete mazhar olan ve yüce âlemle irtibat halinde bulunan bir peygamberdir. Şüphesiz ki, nübüvvet gözüyle münafıkların içlerindeki kirli çamaşırları görüyor ve biliyordu. Doğru yolu seçerler, hiç değilse çocuklarına hidâyet nasip olur umuduyla sabrederdi de onları teşhîr etmezdi. Aynı zamanda onfara karşı sert bir tavır da takınmaz, öldürülmelerini düşünmezdi. Çünkü yeni geliş­me halinde olan İslâmiyeti, henüz bütün derinliğiyle bilmeyenler yanlış düşünebilir veya hatalı bir yorumda bulunabilirlerdi. Hele İslâm düşman­ları, münafıklara karşı belirtilen anlamda bir hareketi fazlasıyla istismar edebilirler ve böylece yüce davanın gelişmesine engel koyabilirlerdi.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelince, o kan dökmekten asla hoşlan­maz ve bir şeyin ıslâhı mümkün olduğu sürece, onun ıslahına çalışır, si­lâhı en son çare olarak düşünürdü. «Muhammed arkadaşlarına işkence ediyor ve onları öldürtüyor» denilmesini hiçbir zaman arzu etmez ve bu anlamı doğuracak en küçük bir söz ve harekete müsaade etmezdi.

Allah ise, kimi ne zaman öveceğini, kimleri de ne vakit kınayıp teşhîr edeceğini çok iyi bilir. Sırası gelince, münafıkların iç yüzünü açıklamış ve sahayı onlardan temizlemeleri için mü'minlere çok tesirli metotlar bildir­miştir.

Arap Yarımadası sakinleri İslâm'ın karşısında baş eğince, mü'minie-rin arasına sızan münafıkları teşhîr etme zamanı gelmiş bulunuyordu. Çün­kü artık karşılarında güçlü bir devlet vardı ki, Bizans'a kafa tutacak, İran'a göz dağı verecek bir düzeye gelmişti. Eski günler çok gerilerde kalmış, Müslümanlara işkencede bulunmaya tevessül edecek sahte kahramanla­rın birer hiç oldukları çok iyi anlaşılmıştı. O bakımdan en son inen sûre­lerden biri kabul edilen Tevbe sûresinde münafıkların başına sert yumruk­lar vuruluyor, İslâm aleyhine çevirmek istedikleri entrikalardan derhal ha­ber veriliyor ve bir bakıma ilâhî vahyin kontrolü altında tutuluyorlardı. [180]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İslâm'ı içinden çökertmek isteyen ve yeri gel­dikçe yalan söyleyerek mü'minleri aldatmaya çalışan münafıkların tutu­mu kınandı ve teşhîr edildi.

Aşağıdaki âyetlerle münafıkların haklarında bir sûre indirilmesinden endişe duydukları belirtiliyor. İslâm aleyhine ileri-geri söz sarfettikleri tes-bit edilip yüzlerine vurulunca, «biz sadece lâfa dalıp şakalaşıyoruz» diye­rek konuyu kapatmak istedikieri açıklanıyor. Sonra da kalbinde nifak to­humu bulunan erkek ve kadınların iyiliğe karşı çıkıp kötülüğü nasıl körük­lediklerine atıflar yapılarak mü'minlere bilgi veriliyor. Bu tutumlarından pişmanlık duyup vazgeçmedikleri takdirde ilâhî lanete çarpılacakları ve acıklı bir azaba uğratılacakları bir uyarı anlamıyla hatırlatılıyor. [181]

 

Meali:

 

64— Münafıklar kalblerinde olan şeyleri haber verecek bir sûrenin

başlarına inmesinden çekinip endişe etmekteler. De ki: İstediğiniz gibi eğ­lenin; Allah elbette sizin çekinip endîşe duyduğunuz şeyleri ortaya çıka­racaktır.

65—  Kendilerine (yaptıkları maskaralığı) soracak olsan, yeminle der­ler ki, «Biz sadece (fâfa) dalıp eğleniyorduk». De ki: Siz Allah ile, âyetle-riyle ve Peygamberiyle mi eğlenip duruyordunuz?

66—  (Boşuna) özür dilemeyin. Doğrusu siz imân ettiğinizi (açıkladık­tan) sonra küfre saptınız. İçinizden bir topluluğu (tevbeleri sebebiyle) af­federsek, diğer bir topluluğu suç ve günahta {İsrar ettiklerinden) dolayı azaba uğratacağız.

67—  Münafık erkeklerle, münafık kadınlar birbirlerinin  (kopyası ve tamamlayıcısıjdir: Kötülükleri emrederler, iyilikten alıkorlar ve ellerini (cim­riliklerinden dolayı) sımsıkı tutarlar. Allah'ı unuttular, Allah da onları unut­maya terketti (inayet ve hidâyetini onlardan kesti). Şüphesiz ki münafık­lar, fâsıklar (ilâhî buyrukları çiğneyip şer'î hükümleri aşanlar)dır onlar,

68—  Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere, içinde ebedî kalacakları Cehennem ateşini va'd etmiştir; o onlara yeter, Allah onları lanetledi (rahmetinden kovup uzaklaştırdı). Onlar için devamlı bir azap vardır.

 

İniş Sebebi

 

Süddî'nin tesbitine göre, münafıklardan bir grup, «sırtımıza yüz değ­nek vurulmasına razıyız da hakkımızda bizi rüsvay edecek bir âyetin in­mesine razı değiliz» demişlerdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indirilmiş­tir. [182]

Katade de bu konuda diyor ki:

«Resûiüllah (A.S.) Efendimiz, Tebûk seferinde bulunurken münafık­lardan bir grup, «Bu adam, yani Muhammed, Şam'ın saray ve surlarını fet­hedeceğini ummaktadır, ne garip! Olmayacak şeyler peşinde hayal kur­makta ve inananları kendi hayali uğuruna durmadan koşturmaktadır.» Ce-nâb-ı Hak, onların bu fısıltılarını Hz. Peygamber'e (A.S.) haber verince, Peygamber (A.S.) onları çağırttı ve, «siz şöyle şöyle fısıldaştınız değil mi?» diyerek sordu. Onlar da, «vallahi biz sadece lâfa dalıp eğleniyor ve şaka­laşıyorduk» diyerek kaçamaklı cevap vermeye çalıştılar. O sebeple yukarıdaki âyetler indirildi. [183]

Buna yakın iki rivayet daha vardır ki onları Nisaburî tesbit ederek Es-bab-ı Nüzul adlı kitabına almıştır.

Başka bir rivayet de şöyle nakledilmiştir:

«Münafıklardan biri, «biz kendi akranımız arasında Muhammed ve ar­kadaşlarından daha açgözlü, daha yalancı ve düşmanlarıyla karşılaştıkları zaman onlardan daha korkak kimse görmedim!» diyerek Resûlüllah (A.S.) Efendimizle arkadaşlarını küçük düşürmeye çalışıyordu. Hz. Peygamber (A.S.) onun bu yakışıksız sözlerini duyunca üzüldü ve o adamı çağırtıp ne­den öyle konuştuğunu sordu. O da, «biz sadece lâfa dalıp eğleniyorduk» diyerek cevap verdi. Peygamber (A.S.) ona : «Siz, Allah ile, O'nun âyetle-riyle ve Allah'ın Peygamberiyle alay mı ediyorsunuz?!» diyerek uyarıda bulundu. O nedenle yukarıdaki âyetler indi.[184]

 

İlgili Hadîsler

 

«Münafıkın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler; söz verdi­ği zaman sözünü yerine getirmez; kendisine (bir şey veya bir söz) emanet edildiği zaman hıyanet eder.» [185]

«İnsanlar madenler gibidirler; cahiliye devrinde iyi ve seçkin olanlar -dinde bilgili ve anlayışlı oldukları takdirde- İslâm'da da iyi ve seçkindir­ler.» [186]

«Dünyada iki yüzü olan kimsenin, kıyamet gününde ateşten iki dili olur.» [187]

«Kim dünyada iki dii sahibiyse (din kardeşinin önünde başka, arka­sında başka türlü konuşuyorsa), Allah kıyamet gününde ona ateşten iki dil verir.» [188]

Hadîslerin hepsi ikiyüzlü, dönek, kaypak, içi dışına uymayan müna­fıklara kıyamet gününde verilecek azabı belirtmektedir. [189]

 

Küfrü Gerektiren  Alay

 

«De ki, istediğiniz gibi alay edip eğlenin. Allah elbette sizin çekinip endişe duyduğunuz şeyleri ortaya çı­karacaktır.»

Din, Allah'ın en büyük emanetidir; onu, rahmetinin eseri olarak insan­lara, doğru yolu göstermek, hayatlarını düzene sokmak için indirmiştir. İnkârın verdiği sahte gurur ve şaşkınlık içinde dini, peygamberi, Kur'ân'ı alaya almak küfürdür. İnanan bir kişinin de aynı yola girmesi, dinden çık­masına neden olur.

Şüphesiz ki, kutsal şeyleri alay konusu edinmek, koyu cehaletten kay­naklanır. Günümüzde okumuş kişilerden din ile istihza edenler oluyor, on­lara da câhil diyebilir miyiz? Diyebiliriz, çünkü İslâm'ın kasdettiği cehalet, Allah'ı tanımamak, gerçeğe sırt çevirmek, hakkı kabullenmemektir. Zaten en kötü ve tehlikeli olanı da budur. [190]

 

Münafık, Hep Endişelidir

 

«(Boşuna) özür dilemeyin. Doğru­su siz imân ettiğinizi (açıkladıktan) sonra küfre saptınız..»

Münafık, biri küfürde kararlı, diğeri küfür ve İslâm'da kararsız olmak üzere iki kısımdır. Hem küfürde, hem de İslâm'da kararsız münafık: Kü­fürle imân arasında bocalayan, bunlardan hiç birine gerçekçi bir anlayışla bağlanmayan dönek ve kararsız kimsedir. Kişisel yaran ön plânda yer alır. Hangi yanda daha çok kendi menfaati söz konusu ise, ondan yana­dır. Ruhî dengesizlik içinde bocaladığı için, toplum yapısında hep denge­sizlik ve kargaşalık görmek ister. Faziletle rezîleti, imânla küfrü, hayırla şerri birbirine karıştırır. İlâhî buyruklar nefsine ağır gelir. Kendini tatmin edebilmek veya haklı göstermek için o buyrukları küçümser, alay konusu edinir. Böylece Allah'ı yavaş yavaş unutma bedbahtlığına kendini sürük­lemiş olur. Allah da öylesinden rahmet ve hidâyetini keser.

Bir iç dengesizliği içinde bocalayan bu tipler sıkıştıkları zaman özür dilemekten çekinmezler; zevahiri kurtarmak için sahte tavırlar içine girip haktan yana görünmeye çalışırlar.

Kur'ân onların bu gibi sahte davranışlarına parmak basarak diyor ki: «(Boşuna) özür dilemeyin. Doğrusu siz imân ettiğinizi (açıkladıktan) sonra

küfre saptınız.» Ancak gönülden pişmanlık duyup dosdoğru tevbe edenler müstesna; onların affedilmeleri umulur. [191]

 

Münafıklar, Birbirlerinin Kopyalarıdır

 

«Münafık erkeklerle, münafık ka­dınlar birbirlerinin (kopyası ve tamamfayıcısı)dirlar...»

İmân cevherinin gerçek değerinin anlaşılabilmesi, gerçekçi olup Hakk'ı kabullenmenin nasıl bir fazilet ışığı oluşturduğunun açıklığa kavuş­masını ve değer bulabilmesini, daha çok toplumda üç ayrı düşünce ve inançta bulunanların tartışması ortaya çıkarmaktadır. Şöyle ki: Hakk'ı in­kâr edenler olmasaydı, Hakk'a samimi olarak inanmanın nasıl bir anlam ve hüküm taşıdığı; içi dışına uymayan ikiyüzlüler olmasaydı, doğru ve emîn ki­şi olmanın ölçüsü ortaya çıkmazdı. Birinin varlığı, hem diğerini daha iyi ta­nıtmakta, hem de değer ölçüsünü ortaya koymakta yardımcı olmaktadır. Bi­ri diğerini kamçılayıp hız kazandırmakta, atâletten kurtarıp ona canlılık vermektedir. Zira varlık âleminde genel kural olarak her şey zıddıyla daha iyi tanınır ve gelişme sağlar.

O halde imânla küfür, faziletle rezîlet, kutsal değerlerle nefsî çıkarlar arasında bocalayan münafıklar her devirde böylesine bir dengesizlik, dö­neklik içinde birbirlerinin kopyalarıdırlar; onları az farkla ayırt etmek bile zor. İşte Kur'ân, münafıklar arasındaki ortaklaşa kadere ve ruhî dengesiz­likten doğan karakter benzerliğine dikkat çekiyor. Çünkü onların müşte­rek vasıfları şunlardır: Cehalet, kutsal değerlere ilgisizlik, kişisel çıkarları­nı her zaman ön plâna almak ve bu hava içinde iman ile küfür arasında bocalamak..

Kur'ân'da onların bu müşterek vasıflan dört madde halinde özetlen­miştir :

1—  Kötülükleri emrederler, hep kötülüğü tavsiyede bulunurlar.

2—  İyilikten, faziletten alıkoymaya çalışırlar.

3—  Ellerini, cimrilikten dolayı hayra ve iyiliğe karşı sımsıkı tutarlar.

4--  Allah'ın buyruklarını bir tarafa itip unuturlar. Allah da onları şüp­heleri ve dengesizlikleri içinde bırakır da bocalayıp dururlar. [192]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle münafıkların müşterek vasıfları üzerinde duruldu.

Zevahiri kurtarmak için sahte görüntüler verdikleri belirtilerek müşrikler­den daha tehlikeli olduklarına atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle daha önce gelip geçen peygamberler döneminde de münafıkların durmadan nifak tohumlan serptikleri, ellerindeki geniş maddî imkânlarıyla böbürlenip Hakk'ı alaya aldıkları misal verilerek Mek­ke'de ve Medine'de faaliyet halinde olan münafıkların tutumları ve tavır­larıyla öncekilerin tutum ve tavırları arasında benzerlik bulunduğu belirti­liyor. Sonra öa, daha önceki kavimlerin bu yüzden yıkılıp yok edildikleri hatırlatılarak münafıklar uyarılıyor. [193]

 

Meali;

 

69—  (Ey münafıklar!) sizin durumunuz, sizden öncekilerin durumuna benzer. (Ne var ki) onlar sizden daha güçlü, mal ve evlât bakımından da­ha çok (imkânlara sahip) idiler. Kendi paylarından yararlanmaya (zevk al­maya) çatıştılar; sizden öncekiler (dünyalıktan) kendi paylarından yarar­lanmak istedikleri gibi siz de kendi (nifak) payınızdan yararlanıp (zevk al­mak) istediniz, (böyle bir bataklığa) dalanlar gibi daldınız. İşte bunların amelleri hem Dünya'da, hem de Âhiret'te boşa gitmiştir ve işte ziyana uğ­rayanlar bunlardır.

70—  Kendilerinden önce (gelip geçen) Nûh, Âd, Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen'in yerli halkının ve altüst olup yıkılan kasaba­lar halkının haberi bunlara gelmedi mi? Onlara peygamberleri açık âyet ve mu'cizelerle gelmişti; (o halde) Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmediyorlardı.

 

İlgili  Hadîsler

 

«Canımı kudret elinde tutana and olsun ki, siz, sizden öncekilerin âdetlerine (fena yaşantılarına, bozuk kültürlerine) uyacaksınız; o kadar ki onlar keler deliğine girerlerse, siz de gireceksiniz.»

Bunun üzerine ashab sordu :

  Onlar kimlerdir, kitap ehli olanlar mıdır? Cevap verdi

  Ya kimler, (başka kimler olacak)? [194]

 

Geçmiş Olaylardan  İbret Almak

 

«Kendilerinden önce (gelip geçen) Nûh, Âd, Semûd kavimlerinin...... haberi gelmedi mi?»

Kur'ân bu âyetle daha çok imânla küfür arasında bocalayan münafık­lara seslenerek, yöre ve çevrelerinde gelip gecen inkarcıların, ikiyüzlü dö­neklerin kalıntılarına ve başlarına gelen ilâhî azaba dikkat ve ibretle bak-

malarını, bakmakla da kalmayıp ibret ve öğüt almalarını öğütlüyor. Hicaz, Şam, Yemen, Irak ve dolaylarında az-cok kalıntıları ve haklarında tarihî bilgiler bulunan altı kavimden söz ederek geçmişten bir tablo gözler önü­ne seriliyor:

1—  Nûh kavmi

Hakk'ı ret ve inkârlarından, azgınlık ve ahlâksızlıklarından, Peygam­beri alaya almalarından dolayı tufanda yok edilmişlerdir. Tarihi kesin bi­linmemektedir.

2—  Âd kavmi

Hud Peygamberi yalanlayıp küfürde ileri gittikleri, inkârlarını ahlâk­sızlık ve zorbalıkla birleştirerek maddî imkânları ve fiziksel güçleriyle mağ­rur olup her türlü kutsal değerleri çiğnedikleri için şiddetli bir kasırgayla yok edilmişlerdir. Bugün hâlâ az da olsa kalıntıları yer yer gelip geçen­lere geçmişi hatırlatmaktadır.

3—• Semûd kavmi

Salih Peygamberin bütün uyarılarına rağmen küfür ve azgınlıklarını artırmışlar, ilâhî mu'cizeyi hiçe saymışlardı. O yüzden müthiş bir sarsın­tıyla ülkelerinin altı üstüne getirilerek yok edilmişlerdi. İbret dolu kalıntı­ları yer yer kendini hâlâ göstermekte ve tarihin tekerrür edeceğini fısılda­maktadır.

4—  İbrahim  kavmi

Putprestlikte çok Heri giderek hükümdarlarını ilâhlaştıracak kadar ruh­larını, akıl ve idrâklarını yitirdiklerinden; putlarına dokunan İbrahim Pey­gamberi ateşe atıp yakmaya karar verecek kadar vicdanlarını kaybettik­lerinden ilâhî gazabı hak etmişlerdi, Cenâb-ı Hak, ateşi İbrahim Peygam-ber'e selâmet kılıp kurtarmış, Nemrud'u ve yandaşlarını servetleriyle br-likte yeryüzünden silip yok etmiştir.

5—  Medyen'in yerli halkı

Şuayb Peygamber'in hiçbir uyarısına kulak vermemişler, ölçü ve tar­tıda birbirlerine ve daha cok yabancılara zulmetmekte çok ileri gitmişler­di- Sonunda Hakk'ın çağrısına uymadıkları için müthiş bir sarsıntıyla yok edilmişlerdir.

6—  Mü'tefikat = kasabalar halkı

Lût Peygamber'in kavmi de sınırsız bir ahlâksızlık içinde cinsî sapıklı­ğın en kötüsünü işlemekte ısrarlı olmuşlar, gelen yabancılara saldıracak kadar akıl ve idrâklarını kaybetmişlerdi. Ülkelerini, homoseksüeller diyarı haline getirip kendilerini uyaran Lût Peygamberi öldürmeyi, ya da ülkeden çıkarmayı düşünecek kadar çılgınlık göstermişlerdi. O sebeple gönderilen iki meleğin kudret kanatlarının dokunmastyla yerle bir edilmiş, geceleyin şehri terkeden Lût ve ailesinden birkaç fertten başka kurtulan olmamıştı.

Arapların yakından bilip kıssalarını duydukları bu kavimlerin hemen hepsine peygamberler, âyetler ve mu'cizeler gönderilmişti. [195]

 

Allah Kimseye Zulmetmez

 

«(O halde) Allah onlara zulmetmedi; ama onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.»

Her insan, her aile ve her millet, Allah'ın kendilerine verdiği yetenek ve yardımcı unsurlarla hayatlarının ve geleceklerinin kader çizgisini çizer­ler. İlâhî müdahale söz konusu değildir. Külli irâde, bütün imkânları, şart­ları ve ortamları hazırlayıp ortaya koyduktan, insanı, gerçeği bulup haya­tını ona göre düzene sokacak kadar yeteneklerle donattıktan sonra, insa­na cüz'î irâde vererek onu serbest bırakmış, ancak yardımcı olup aklına ışık tutacak peygamber ve kitap göndermeyi de rahmetinin gereği kılmış­tır.

Yetenekler: Beş duyu organı ile akıl, idrâk, zekâ, hafıza ve düşünme nimetleridir. Yardımcı unsurlar, az önce belirttiğimiz gibi, başta peygam­ber ve kitap, sonra da aile, çevre, okul, eğitim ve öğretimdir. Bu nimetlerin hepsine veya çoğuna kavuşan insanlar veya milletler, kendi cennet veya cehennemlerini kendileri hazırlarlar. İnkâr, tuğyan, haklara tecavüz, hileli alım-sattm; içki, kumar, zina ve kendini bilmezlik; maddeye tapma, kutsal değerlere sırt çevirme, eninde sonunda ilâhi azabın inmesini gerektirir. Bu, câri bir sünnettir ki yolunu değiştirmez, hedefinden sapmaz. Ne var ki, bu azabı çoğu kimseler anlayamaz. Örneğin, iyice bozuk bir neslin vü­cut bulması; toplum bünyesinde sevgi, saygı ve güvenin katmaması, iç ve dış düşmanların elele verip entrikalar çevirmeleri sözünü ettiğimiz azabın ilk sinyalleridir. Dönüş olmazsa, çok sürmez bir felâketle karşı karşıya gelinir ve o zaman bütün ameller ve gayretler boş ve anlamsız kalır.

Anlaşıldığı üzere, insan için hayatta biri ilerisine, diğeri gerisine çizil­mek suretiyle iki sınır konulmuştur. İlerisindeki sınıra bilerek erişen kimse, ilâhî yardım ve rahmete mazhar olur. Gerisindeki sınıra kendini atan kim­se ise, kendine yazık etmiş olur. Allah hiç kimseye zulmetmez; zira O, zul­mü hem kendine, hem de kullarına haram kılmıştır. Kullarına verdiği im­kânlarla ve yardımcı unsurlarla bu iki sınır arasında onları serbest bırak­mıştır.

İşte münafıkların durumlarının önceki kavimlerin durumlarına benze­mesi bundandır. Sözü edilen ve misal olarak verilen altt kavim, hep arka­larındaki çizgide kalmak, ileri sınıra varmamak için ısrar edip durmuşlar, hiçbir uyarıya kulak vermeyince de yok edilmişlerdir. Münafıkların ve in­kârda ısrarlı olup azgınlık ve ahlâksızlığı sanat edinenlerin de encamı er-geç yok edilmekle noktalanacaktır. Ancak pişmanlık duyup dönüş yapan­lar müstesna...

Kur'ân dönüş yapmayanların sonunun hüsran olacağını haber verir­ken, ilâhî rahmet gereği, hayatta olan her münafık ve inkarcıyı uyarmayı amaçlamıştır. [196]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle İslâm'ı içinden çökertmek için durmadan bir sü­rü yalan, iftira ve entrika çeviren münafıklar uyarıldı. Gelip geçen millet­lerin onlardan daha güçlü bulunmalarına rağmen, küfür ve nifak yüzün­den helak edildiklerine misaller verilerek tuttukları yanlış yoldan dönme­lerine işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'ın geniş rahmetine erişen gerçek mü'min-lerin beş önemli vasfı anlatılarak kurtuluşun o yolda olduğu belirtiliyor Aynı zamanda âhirette o mü'minlere hazırlanan sonsuz nimetler açıklana­rak imân ve güzel ahlâkın mükâfatının çok büyük olacağına misaller ve­riliyor. [197]

 

Meali:                

 

71—  Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin velileri (yardım­cıları, destekleyicileri ve Allah için dost ve yakınlarıdırlar. İyilikle emreder­ler, fenalıktan men'ederler; namazı vaktinde kılarlar; zekâtı (yerli yerin­ce) verirler ve Allah'a, Peygamberine itaat ederler. İşte bunları Allah (ge­niş) rahmetine eriştirecektir. Şüphesiz ki Allah yegâne üstündür, her işin­de hikmet sahibidir.

72—  Allah, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara, altlarından ırmaklar akan Cennetler va'detmiştir; orada ebedî kalıcılardır ve ayrıca Adn Cen­netlerinde güzel, gönül çekici konaklar da va'detmiştir. Allah'ın razı olma­sı ise, (hepsinden) daha büyük. İşte bu büyük bir kurtuluştur.

 

İlgili Hadîsler

 

«Mü'minlerin birbirlerini sevip merhametli davranmalarının misali, bir beden gibidir; ondan bir organ rahatsız olunca diğer bütün organlar da ateş ve uykusuzlukla ona çağrışımda bulunurlar (aynı rahatsızlığı duymak-

ta ona katılırlar).» [198]

«Mü'min, mü'min (kardeşi) için bir binadaki (kerpiçler) gibidir; birbir­leriyle bağlantı yaparlar.» [199]

«İki cennet altındandır, içindeki kapları ve her şeyleri de altındandır. İki cennet gümüştendir, kapları ve içindeki her şeyleri de gümüştendir. Cennet ehliyle Rablarının cemaline nazar etmeleri arasında, Adn cenne­tinde (tecelli eden) vechindeki kibriya örtüşüdür.» [200]

«Şüphesiz ki, mü'mine ait Cennet'te tek bir parça halinde inciden bir çadır vardır ki, uzunluğu göğe doğru altmış mildir. Mü'minin o çadırda zevceleri vardır, onlara uğrar da biri diğerini görmez.» [201]

«Doğrusu Cennet ehli cennetteki köşk ve çadırları, gökteki yıldızları görür gibi görürler.» [202]

Bu, Cennet'teki köşk ve çadırların hem parlak bir görünümde olduk­larını, hem de aralarındaki mesafenin uzunluğunu ifade etmektedir. [203]

 

Mü'minlerin Vasıflarından  Bazısı

 

«Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin velîleri (dost ve yardımcılarıdırlar.,»

Münafıkların bazı vasıfları ve mü'minler aleyhine olan tutumları açık­landıktan ve gereken uyarılar yapıldıktan sonra, Allah, içi-dışı bir olup ken­dini hakikî imân düzeyine getiren mü'minlerin bazı önemli vasıflarını sıra­lıyor ve onlar için nasıl mutlu bir gelecek hazırlandığını haber veriyor:

1— Mü'minler birbirlerinin dostu, yardımcısı ve destekleyicisidirler. Bu, imân ve gaye birliğinin tabii neticesi sayılır. Günkü amaç, Allah'ın hoş­nutluğuna ermek, yaratıldığı gayeye yönelip hilkat planındaki yerini almak

ve öylece insanlara yararlı hizmetlerde bulunmaktır.

2—  Mü'minler iyilikle emrederler. Bu hasletleriyle onlar, İnsanın ya-ratılışındaki yücelikle, ruhundaki cevherle uyum sağlayan amellerin işlen­mesini telkine çalışır, kendi hayatlarında uyguladıkları güzel amellerle bu­nun örneklerini ortaya koyarlar. Buna, «emr-i bi'l-ma'ruf» denilir. Nitekim gönderilen her peygamber, indirilen her sahife ve kitap mutlaka iyilikle emretme hükmünü beraberinde getirmiştir.

3—  Kötülükten alıkoriar. İnsanın hılkatmdaki yücelik ve hikmete, aziz­lik ve safiyete; ruhundaki ilâhî cevher ve Hakk'a imân mayasına ters dü­şen şeyleri men'ederler. Sadece men'etmekle kalmayıp bunu günlük ha­yatlarının her bölümünde uygulayıp öğüt alınacak misaller verirler.  Ni­tekim peygamberlerin görevlerinden biri de «nehy-i âni'l-münker»dir. Biz buna, kötülükten alıkoymak, fenalıktan men'etmek, diyoruz.

Bu son iki vasıf, toplum yapısında, aile bünyesinde otokontrolü sağ­lamaya, insanlar arasında güveni pekiştirmeye yöneliktir. İslâm'ın hayat düzenini kurmada üzerinde önemle durduğu hususlardan ikisidir. O ba­kımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Canımı kudret elinde tutana and ol­sun ki, ya iyilikle emreder, kötülükten men'edersiniz, ya da çok sürmez Allah kendi yanından üzerinize bir azap gönderir de, sonra Allah'a duâ edersiniz, duanızı kabul buyurmaz.» [204] buyurdu.

4—  Namazı vaktinde kılarlar. Çünkü namaz Allah ile kulları arasında en işlek yol ve en sağlam köprüdür. Aynı zamanda imânla küfür arasında açık bir alâmettir. O bakımdan ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem'den, son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) kadar gelip geçen her peygam­bere namaz emrolunmuştur. Namazsız hak din düşünülemez.

5—  Zekâtı verirler. Çünkü zekât İslâm'ın hayat dengesini sağlayan köprülerden biridir. Maddeyle mana, dünya ile âhiret, ruhla beden arasın­da denge sağlayan önemli bir ibâdettir. Diğer peygamberlerin de zekât vermekle emrolunduklarını Kur'ân haber vermekte, böylece namaz kadar önemli bir ibâdet olduğu belirtilmektedir.

6— Allah'a ve Peygambere her hususta itaat ederler. Çünkü gerçek kulluk, mutlak itaat ister ve onunla kemâlini bulur. Oruç ve hac ibâdeti de bu mutlak itaata dahildir.

Allah'a ve Peygamberine itaat etmiyen, nefsine ve İblîse itaat ediyor demektir. Oysa insanı yaratan onun nefsi olmadığı gibi, İblîs de değildir. Kâinat da hiçbir zaman plan ve program dışı tabii bir hadisedeğildir; kendi kendine hükmeder, gayesiz ve hikmetsizdir, denilemez. Mutlak bir plân ve mükemmel bir program söz konusudur. Hiçbir şeyin boşuna amaçsız yaratılmadığı, her şeyin yüklendiği programa göre denge unsuru olduğu, bunun en açık göstergesidir. O halde insan da kendiliğinden oluşup vü­cut bulmadı, tesadüfler bir zincirin halkaları gibi bir araya gelip onu ba­sitten mükemmele doğru tekâmül ettirmedi. O İlâhî tecelliyle bir gaye ve hikmete göre yaratıldı. O bakımdan insan, vücut yapısının her parçasında Allah'ın yani o yüce yaratanın damgasını görebilecek bir yetenektedir. O bu yeteneğini kullandığı nisbette itaatkârdır ve hayatın gayesini anlamış sayılır.

Kur'ân'ın belirttiği itaat, ilim ve imanın ortaklaşa ortaya koyduğu bir anlayıştır ki, insan onunla insanlığını isbat edebilir.

* Bu sıfatlarla kendini donatan kullarına, nefisleri üzerinde hâkimiyet kurmalarına karşılık sonsuzluk yurdu olan cennetler va'dedilmiştir.. Al­lah ise, sözünden dönmez, va'dini mutlaka yerine getirir. Ayrıca bu saa­detin üstünde daha büyük bir saadet var ki, o da, ilâhî rızaya lâyık görül­mektir. Sevgili Peygamberimiz (A.S.) bunu şöyle açıklamıştır:

«Allah, Cennet ehline, ey cennet ehli, diye seslenir. Onlar da, buyur Rabbımız, emrine hazır bekliyoruz, bütün hayırlar sendendir, derler. Allah onlara:

  Razı oldunuz mu? diye sorar. Onlar da:

  Ey Rabbımız! neden razı olmayalım ki, hiçbir yarattığına vermedi­ğini bize verdin, derler. Allah :

  Size bundan daha üstününü vereyim mi? diye sorar. Onlar da:

  Bundan daha üstün ne olabilir!? diyerek hayretlerini belirtirler. Al­lah:

  Size rızamı helâl kılıyorum. Bundan sonra artık ebediyen size ga­zap etmiyeceğim, buyurur.» [205]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle dosdoğru imân eden mü'minlerin ana vasıfların­dan altı tanesi açıklandıktan sonra onlar için hazırlanan sonsuz nimetler ve ebedî saadetler müjdelendi.

Aşağıdaki âyetlerle, Müslümanların müşriklerin azgınlığına karşı sus­ma zamanının çok gerilerde kaldığına işaretle, bundan böyle İslâm'a kar­şı olan kâfirlerle münafıkları susturup tesirsiz hale getirme döneminin baş­ladığı haber veriliyor; sonra da içlerinde gizledikleri küfür ve nifakları ba-Zf belirtileriyle açığa vurularak pişmanlık duyup dönüş yapmaları tavsiye ediliyor. Aksi halde hem dünyada, hem de âhirette ilâhî azaptan kurtula-mıyacakları bildiriliyor. [206]

 

Meali

 

73—  Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla savaş; onlara karşı sert davran; onların^eyleşecekleri yer Cehennem'dir. Orası ne kötü gidi­lecek yerdir!            

74—  (Küfrü gerektiren sözü) söylemediklerine Allah  ile yemin  edi­yorlar. And olsun ki, o küfür sözünü söylediler; İslâm'dan sonra küfre sap­tılar; erişemedikleri (büyük bir cinayet) işine de kasdedip yöneldiler. On-

ların kin ve intikamı, sadece Aliah ve Peygamberinin kendi fazl-ü keremiy-le mü'minleri doygun kılmalarından ileri geliyordu. Eğer tevbe ederlerse, kendileri için hayırlı olur; yüzçevirirlerse, Allah onları Dünya'da da, Âhi-ret'te de elem verici bir azapla azâplandıracak ve yeryüzünde kendileri için bir dost ve yardımcı da yoktur.

 

İniş Sebebi

 

Urve b. Zübeyr (R.A.) diyor ki;

  Münafıklardan Süveyd oğlu Cüias ile Kasım oğlu Mus'âb, Küba'­dan Medine'ye gelirlerken Cülas bir ara ağzından şu çirkin sözieri kaçırı­yor : «Eğer Muhammed'in getirdikleri hak ise, biz eşeklerden daha kötü, daha aşağı olalım!» Bunun üzerine Mus'ab ona şöyle diyor: «Ey Allah'ın düşmanı! vallahi senin bu dediklerini Hz. Peygamber'e (A.S.) haber ve­receğim.» Sonra Mus'âb yemin ettiği gibi gelip durumu Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e haber verdi. O da Cülas'ı çağırtıp, «şöyle şöyle sözler sarfet-tiğini Mus'ab haber verdi, doğru mudur?» diye sordu. Cülas, böyle sözler sarfetmediğini Allah adına yemin ederek bildirdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [207]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki :

  Peygamber (A.S.) Efendimiz bir evin gölgesinde oturuyordu. Bir ara başını kaldırıp şöyle buyurdu : «Az sonra size doğru bir adam gelecek ve tam bir şeytan gözüyle size bakacak. O bakımdan o adam geldiği za­man kendisiyle konuşmayın!» Cidden az sonra gökgözlü bir adam çıkagel-di. Peygamber (A.S.) Efendimiz onu çağırıp sordu:

  Sen ve arkadaşların neden bize sövüp sayıyorsunuz?

Adam bir karşılık vermeden ayrıldı ve az sonra arkadaşlarıyla birlikte gelerek, öyle bir söz kullanmadıklarına dair Allah ile yemin ettiler. Hz. Peygamber de (A.S.) onları serbest bıraktı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet­ler indi. [208]

Bağavî'nin Kelbî'den yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz, Tebûk seferinde bir konuşma yaptı ve münafıkları kasdederek, onları «murdarlar» diye vasıflandırdı. Münafıklardan Cülas adındaki adam da, «eğer Muhammed doğru ise biz de eşekten daha aşağı olalım!» diye­rek mırıldandı. Resûlüllah (A.S.), Medine'ye dönünoe Âmir b. Kays gelip Cülas'ın dediklerini Hz. Peygamber'e (A.S.) haber verdi. Cülas inkâra sa-

pıp Âmir'in yalan söylediğini iddia etti. O sebeple Hz. Peygamber {A.S.) ikisinin de ikindi namazından sonra yemin etmesini emretti. Ne var ki, her ikisi de, doğru söylediklerine dair Allah ile yemin etmekten çekinmediler. Âmir (R.A.) bu olay üzerine çok üzüldü, yalancı, müfteri durumuna düş­meği bir türlü hazmedemedi ve ellerini kaldırıp «Allahım! ikimizden ki­min doğru söylediğini Peygamberine bildir» diye duâ etti. Peygamber (A.S.) ve hazır bulunan mü'minler bu duaya amîn dediler. Çok geçmeden yukarıdaki âyetler indi. [209]

Rivayete göre, bu âyetler inince Cülas, Resûlüllah'a (A.S.) gelip tev-be etmek istediğini, Âmir'in doğru söylediğini itiraf etmiş ve Peygamber (A.S.) Efendimizin Allah'tan vahiy aldığına inanarak gönülden tevbede bulunup dosdoğru müslüman olmuştur. [210]

 

Kafirlerle Ve Münafıklarla Savaşmak

 

Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert davran..»

İslâmiyet Medine'yi merkez seçip şehir devletini kurduktan ve sava­şacak duruma geldikten sonra, müşrikler artık açıktan saldırma cesare­tini bulamadılar. O nedenle birtakım gizli plânlar hazırlamaya koyuldular. İç düşman sayılan münafıklardan da devamlı destek sağlıyorlar ve olup bitenleri günü gününe haber alıyorlardı.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ise, her şeye rağmen yumuşak davranı­yor, putperestlerle yahudilerin kabalıklarına sabrediyor ve yakında haki­kati anlarlar diye ümitleniyordu. Peygamber'in (A.S.) hoşgörüsünün sebep ve hikmetini anlayamıyan bu iki grup iyice gemi azıya alıp İslâmiyet ve Müslümanlar aleyhine olmadık sözler sarfediyor, çoğu zaman her türlü terbiye sınırını aşıyorlardı. Tebûk seferinde bilhassa münafıkların moral bozucu söz ve davranışları kulaklarda devamlı çınlıyor, gözler önünde canlanıyordu.

Böylece hep geriye giden, hakikate bir türlü yanaşmak istemiyen mü­nafıklar, kendilerini hidâyet sınırına getirmeyi akletmedikleri ve bu husus­taki uyarı ve irşatlara kulak vermedikleri için sünnetullah hükmünü yürüt­tü, bunlarla ciddi bir savaşa girişmenin zamanı geldiğini açıkladı.

İslâm'a karşı her zaman kötü niyet besleyip fırsat buldukça bunu açı­ğa vuran kâfirlere karşı son çare olarak silâha başvurulacak; iç düşman

olan münafıkların ise, içlerindeki kötü düşünce, fena niyet teşhîr edilecek, toplum arasında onların ikiyüzlü dönek kişiler oldukları belirlenerek soğuk bir savaş uygulanacaktı.

Bu metot ve taktik başarılı oldu. Kısa zamanda Arap Yarımadası put­lardan ve putperestlerden temizlenirken münafıkların da yalnızlığa itilerek itibarsız, güvensiz âdi kişiler oldukları her tarafta duyulup anlaşılmış oldu.

74. âyetle münafıkların maskelerinin düştüğüne işaret edilerek onla­rın kin ve intikam duygularının asıl sebebi açıklanıyor.

Tevbe edenlere ise, İslâm rahmet kapısını her zaman açık tuttu ve tutmaktadır. Küfür ve nifakta ısrar edenleri ise, rüsvay edip tesirsiz hale getirdi. Âhiret azabı daha şiddetli ve devamlı olacaktır. [211]

 

Münafığın Gerçek Dostu Ve Yardımcısı Yoktur

 

«Ve yeryüzünde kendileri için bir dost ve yardımcı da yoktur.»

İkiyüzlü, içi küfür dolu, dıştan mü'min veya müslim görünmeye çalı­şan münafıklar, bulundukları ülkenin iç düşmanlarıdırlar. Dış düşmanlar ve belli güçler bu gibilerini, amaca ulaşmak için birer piyon olarak kulla­nırlar. Amaçlarına ulaşınca da o piyonları tesirsiz, zararsız hale getirme­nin çarelerini düşünürler. Çünkü ekmeğini yediği, suyunu içtiği öz vatanı­nı ve milletini satmak isteyenlerden hiç kimseye hayır gelmiyeceğini çok iyi bilirler. Hele o kin ve düşmanlık dine, kutsal değerlere, ahlâk ve fazî-lete ise, münafıkların ruhlarının nasıl karardığı, yalan ve iftirayı sanat hali­ne getirdikleri kendilerinden anlaşılır. O bakımdan da münafıklar ne kendi toplum ve milletinin nazarında, ne de kendilerini piyon olarak kullananlar yanında muteber insanlar sayılırlar; kendilerine hep şüpheyle bakılır. As­lında münafık hep yalnızdır ve yalnız kalmaya mahkûmdur. Dünyada da, âhirette de onun kader çizgisi yalnızlık ve şerefsizlik damgasıyla damga-lanmıştır.

Kur'ân bu gerçeği şu cümleyle ne güzel özetleyip beyân buyurmak­tadır: «Yeryüzünde münafıklar için bir dost ve yardımcı da yoktur..» [212]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle İslâm'ın Arap Yarımadası'nda hatırı sayılır bir devlet haline geldiği, o bakımdan münafıklarla müşriklere daha fazla mü-

samaha edilmiyeceği açıklandı. Gerektiğinde savaşa başvurulacağı da bir tehdit anlamında hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle münafıklardan bir kısmının nimete eriştikleri tak-'dirde muhtaçlara yardımcı olacaklarını va'dettikleri halde, sözlerini yerine getirmediklerine dikkat çekiliyor, böylece döneklerin önemli bir sınav ge­çirdikleri ve başarılı olmadıkları belirtiliyor. Sonra da mü'minlerden az-çok sadaka verenlere münafıkların tahammül edemedikleri, o yüzden ileri-geri konuşup onları ahmaklıkla vasıflandırdıkları açıklanarak mü'minlerin fa­ziletli bir düzeyde bulundukları bildiriliyor ve iyi amellerine devam etme­leri işaret yollu istenilerek kendilerine büyük mükâfatların hazırlandığı ha­ber veriliyor.

Diğer yandan münafıklardan ölenler için istiğfar etmenin hiçbir yarar sağlamıyaçağı, içi küfürle kararmış bulunduğu halde ölenlerin Allah ta­rafından bağışlanmıyacağı bildiriliyor. [213]

 

Meali:

 

75—  Onlardan kimi de, «eğer Allah bize kendi geniş nimetinden ve­rirse, elbette zekât ve sadaka verir ve sâlihler (iyi-yararlı kişilerjden olu­ruz» diyerek Allah'a karşı söz vermişlerdi.

76—  Ne vakit ki, Allah onlara geniş nimetinden verdi, onunla cimrilik edip yüzçevirdiler; zaten onlar dönek kimselerdir,

77—  Allah'a karşı verdikleri sözü yerine getirmedikleri, va'dlerini tut­madıkları ve yalan söyledikleri için Allah da kendisine kavuşacakları güne kadar, yaptıklarını kendi kalblerinde nifaka çeviriverdi.

78—  Bitmediler mi ki, Allah onların sırlarını da, gizli toplantı ve fısıl­tılarını da bilir. Allah şüphesiz gaybleri de yeterince bilendir.

79—  Mü'minlerden, sadakalar hususunda, zekâttan başka bir de ar­zu ve istekle bağışta bulunanlara dil uzatanları ve ancak o didinerek ele geçirdiklerini tasadduk edenleri alaya alanları, Allah alaya alıp rezîl eder ve onlar için elem verici bir azap vardır.

80—  Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (farketmez). Onlar 'Cin yetmiş defa bağışlanma dilesen, Allah elbette onları bağışlamıyacak-tır. Bu böyledir; çünkü onlar Allah ve Peygamberini inkâr ettiler. Allah ise hak yolundan çıkmış ahlâksızları doğru yola eriştirmez.

 

İniş Sebebi

 

Ibn Abbas'dan (R.A.) yapılan rivayete göre, Hâtib b. Ebî Beltaa'nın

Şam'dan gelecek olan ticarî malı gecikince, Ansarın bulunduğu bir mec­liste, «Malım salimen gelip elime ulaşırsa, and olsun ki ondan tasadduk-ta bulunup hısımlarımı gözeteceğim» diyerek yemin etmişti. Malı gelip eli­ne ulaşınca Allah adına yaptığı yeminini yerine getirmedi, mala karşı olan hırsı üstün geldi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [214]

Tabiînden Dahhak'a göre, bu âyetier münafıklardan Nebtel b. Haris, Ced b. Kays ve Muattıb b. Kuşayr hakkında inmiştir. [215]

Klâsik tefsirlerin bir kısmında ilgili âyetlerin Ansardan Sa'lebe b. Hâ-ttb hakkında indiğini, el-Bağavî, İbn Cerîr et-Taberî ve İbn Ebî Hâtim'in ri­vayetine dayanarak naklederlerse de, yapılan ciddi araştırmalara ve İs­lâm'ın genel kaide ve esaslarına göre, bu husustaki rivayetin sahîh olma­dığı anlaşılmıştır. Nitekim İbn Hacer el-Askalânî de, Sa'lebe ile ilgili riva­yetin sahîh olduğunu sanmadığını belirtmiş ve onun Bedrî, yani Bedir sa­vaşına katılanlardan olup olmadığı hakkındaki rivayetlerin de farklı bulun­duğunu söylemiştir. [216]

İbn Hacer tesbitini şöyle bağlıyor: «Şayet Sa'lebe'nin Bedir ehlinden olduğu doğruysa, Allah bu savaşa katılan mü'minlerin hepsini mağfiretine eriştirip bağışlamıştır.»

Ayrıca İmam Kurtubî de Ebû Ömer'den naklen Sa'lebe ile ilgili riva­yetin gayr-i sahîh olduğunu belirtmiştir. [217]

Az yukarıda da temas ettiğimiz gibi, Sa'lebe olayının ölçü ve taşıdığı hüküm, İslâm'ın genel kaidesine uymamaktadır. Günah işledikten sonra Hz. Peygamber'e (A.S.) gelip özür dileyen ve pişmanlık duyduğunu söyle­yerek Allah'a yönelen, tevbe ve istiğfarda bulunan hiçbir mü'minin red­dedildiği görülmemiştir. Allah daha iyisini bilir.

Ebû Mes'ûd el-Bedrî (R.A.) diyor ki: «Zekât hakkındaki âyet inince, herbirimiz sadaka olarak vereceğimizi sırtımızda taşıyorduk. Bir adam gel­di, çok çok tasaddukta bulundu. Münafıklar, bu gösteriş için öyle yapıyor, dediler. Bir başka adam gelip bir sa' (yaklaşık 3.334 kg.) sadaka verdi. Mü­nafıklar bu defa, Allah bir sa' sadaka almaktan müstağnidir, dediler. O sebeple yukarıdaki âyetler indi.» [218]

 

İlgili Hadîsler

 

Münafıkın alâmeti üçtür:

1—  Konuştuğu zaman yalan söyler.

2—  Söz verdiğinde yerine getirmez.

3—  Kendisine bir (şey} emanet bırakıldığında hıyanet eder. [219]

Dört haslet kimde bulunursa, o katıksız bir münafıktır. Kimde de on­dan bir haslet bulunursa, onda da nifaktan bir haslet mevcuttur:

1—  Konuştuğu zaman yalan söyler.

2—  Söz verip ahitleştiğinde (yan çizip) hıyanet eder.

3—  Va'dettiğinde onu yerine getirmez.

4— Tartışıp davacı veya davalı olduğu zaman hakkı çiğner, adalet­ten sapar. [220]

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Resûlüilah (A.S.) Efendimiz, sadaka konu­suna ashabını teşvik edince, Abdurrahman b. Avf (R.A.) 4000 dirhem alıp Peygamber'e (A.S.) geldi ve şöyle dedi: «Ya Resûlellah! 8000 dirhemim var, 4000'ni Allah yolunda harcanmak üzere getirdim, 4000'ni de aile efradı­ma alıkoydum!» Onun bu cömertliği karşısında Resûlüilah {A.S.) Efendi­miz duygulandı ve onun için duâ ederek şöyle dilekte bulundu: «Allah, Ab-durrahman'ın malını mübarek kılsın, feyiz ve bereketini artırsın!»

Sonra Ansar'dan Ebû Akıl bir sâF (yaklaşık 3334 gr.) hurma getirerek, «Ya Resûlellah! bu gece bir adamın hurmalığını sulamama karşılık iki sâ' hurma ücret aldım. Bir sâ'ını çocuklarıma alıkoydum, birini de Allah yo­lunda sarfedilmek üzere getirdim », dedi. Peygamber (A.S.) o bir sâ' hur-' manın da diğer sadaka olarak getirilen hurmalar üzerine konulmasını em­retti.

Münafıklar, Abdurrahman'ın verdiği sadakayı riya (gösteriş) olarak vasıflandırırken, Ebû Ubeyd'in bir sâ' hurmasına Allah'ın muhtaç olmadı­ğını kendi aralarında fısıldaştılar. O sebeple yukarıdaki âyetier indi. [221]

İbn Ömer (R.A.) anlatıyor:

Münafıkların elebaşlarından Abdullah b. Ubey b. Selûl öldüğünde, gerçek mü'min otan oğlu kalkıp Peygamber (A.S.) Efendimiz'e geldi; ba­basının cenaze namazını kıldırmasını istirham etti. Âlemlere rahmet ola­rak gönderilen Hz. Peygamber (A.S.) Abdullah'ın namazını kılmak üzere kalkınca Hz. Ömer (R.A.), O'nun eteğini tutarak, «Ya Resûlellah! o müna­fığın cenaze namazını kılmak istiyorsun, oysa Allah seni bundan men'et-miştir» diyerek gitmemesini arzu etti. Peygamber (A.S.), Ömer'e, «Rabbım men'etmedi, sadece onlar için istiğfarda bulunup bulunmamamda beni serbest bıraktı: «Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (farketmez). Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen, Allah elbette onları bağtşlamı-yacaktır. Ben onlar için yetmişten fazla istiğfarda bulunacağım» buyurdu. Ömer (R.A.), «ama o münafıktır» diyerek namazını kılmaması için ısrar et­ti. Buna rağmen Peygamber (A.S.) onun cenaze namazını kıldı. Bu olay­dan hemen sonra Tevbe sûresi 84. âyet indi : «Ve onlardan ölenin nama­zını kesinlikle kılma, kabri başında (dua ve istiğfar için) durma. Çünkü on­lar gerçekten Allah ve Peygamberini inkâr edip fâsik olarak çan verdi­ler.» [222]

Diğer bir rivayette, Abdullah b. Ubey'in oğlu, ayrıca babasına kefen olmak üzere Peygamber (A.S.) Efendimizin gömleğini de talep etmişti.. [223]

 

Cok Mal Dindarlığı Bozar Mı?

 

«Ne vakit ki, Allah onlara geniş nimetinden verdi, onunla cimrilik edip yüzçevirdiler; zaten onlar dö­nek kimselerdir.»

Bu, genel bir kaide değildir; her zaman birçok istisnaları vardır. An­cak dini özüyle, mana ve hikmetiyle kalbine ve dimağına yerleştiremiyen zayıf inançlı kişilerin, umdukları veya ummadıkları nimetlere kavuşunca ahlâklarını değiştirdikleri görülmüştür ve görülmektedir. Mal ve makamın o gibilerin itikat ve ibâdetinde ya gevşeme, ya da geniş çapta bir sarsın­tı meydana getirdiği vakidir. Zengin olduğu takdirde şer yoluna girip nef­sinin arzulan doğrultusunda istediği gibi harcama yapacağını hayal eden­ler eksik değildirler. Ama asıl mesele zengin olunca takınılacak tavır ve taşınılacak niyettir. Kimi büsbütün azar, âyette sözü edilen münafıklar gi­bi; kimi de daha iyi bir insan olmaya çalışır. Nimetin şükrünü yerine getirmek için çırpınıp duranlar da eksik değildir.

Kur'ân-ı Kerîm'in deyimiyle, mal ve çocuk insan için çetin birer imti­handır. Başarılı olanlar elbette ki Allah'ın sevgisine lâyık bir düzeye gel­mesini bilenlerdir.

İlgili âyetle, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in feyzini, Kur'ân'ın lâhutî ışı­ğını, İslâm'ın özünü ve mayasını yeterince kalblerine ve ruhlarına sindi-remiyen zayıf iradeli ve kaypak karakterli münafıkların, «Eğer Allah bize kendi geniş nimetinden verirse, herhalde zekât ve sadaka verir ve salih-İer (iyi yararlı kişiler)den oluruz» diyerek Allah'a karşı söz verdikleri hatır­latılarak, nîmete erişinoe bu sözlerini yerine getirmeyip aşırı cimrilik duy­guları kabaran münafıklar misal olarak gösteriliyor. Dikkat edilmediği tak­dirde mal ve makamın insanı kötü bir sonuca sürükleyeceğine işaretle bu hususta madde ile mâna, dünya ile âhiret arasında sağlam bir köprünün oluşmasının gereğine işaret ediliyor.

Bu bakımdan ikinci halîfe Hz. Ömer (R.A.), İslâm'ın ticaret ahlâk ve kurallarını bilmeyen kişileri ticaretten men'ederek âyetin ruhuna uymaya ve delâlet ettiği hükmü uygulamaya özen göstermiştir. [224]

 

Maddeciler, Zekât Verenleri Geri Zekâlılıkla Suçlarlar

 

«Mü'minlerden, sadakalar hususunda, zekâttan başka bir de arzu ve istekle bağışta bulunanlara dil uzatanları......»

Zira maddecilere, diğer bir deyimle materyalistlere göre, her türlü varlığın temel formları, zaman ve mekândır. Zaman dışı bir varlık onlara göre, ne kadar saçma ise, mekân dışı bir varlık da o kadar saçmadır.

Yine maddeciler, bu temel prensipten hareketle, dünyanın insandan önce \jqx olduğuna ve ondan sonra da var olmakta devam edeceğine ina­nırlar. Kâinatı mutlak kudretiyle yaratıp denge ve düzende tutan Allah'ı kabul etmedikleri gibi, âhireti de kabul etmezler. Temel felsefe ve düşünce bu olunca, onlara göre, Allah için yardımda bulunmak, âhiret diye ikinci bir hayatı hayal ederek sadaka ve zekât vermek, geri zekâlı olmanın be­lirtisidir.

Sonuç olarak, materyalistler derler ki :

«Bu düşüncelerden çıkan sonuç şudur ki : Allah fikrinin, kâinatın yaratıcısı olan bir «saf ruh» fikrinin hiçbir anlriVnı yoktur. Çünkü mekân ve zaman dışında bir tanrının mevcut olması imkânı yoktur.» [225]

Onların temel düşünce ve inancı bu olunca, imân, ahlâk, fazilet, iyi insan oima, yardımda bulunma gibi dinî ve insanî hasletler anlamsız kalır.

Münafıklar, imânla küfür (inançla inkâr) arasında bocaladıkları için zekât ve sadaka verenlerle alay edecek kadar maddeci düşünceye kay­mışlardır. Sebebi, inançsızlıktır. Dönüş yapmadıkları ve böylesine sakat bir düşünce ve inanç üzere öldükleri takdirde, onlar için duâ ve istiğfarın Allah tarafından hiçbir suretle ve hiçbir ağızdan kabul edilmiyeceği ke­sindir. Zira Allah, ancak kendisine imân edip yaratılış hikmet ve amacını bilen, hayatını ona göre düzene sokan kullarına ikinci hayatın yüksek ni­metlerini hazırlamıştır. İkinci hayata ve oradaki sonsuz saadete inanma­yana neden o saadet verilsin? Allah'ı ve Peygamberini inkâr ettikleri hal­de hiçbir uyarıya kulak vermeyip inkâr ve tuğyanda ısrar edenleri Allah doğru yola eriştirmez. O'nun hidâyeti, ona lâyık olanlara yönelir, kendini o hidâyet sınırına ulaşmaya itip bütün gayretini kullanan kimselerin kalb-lerini hidayete açar. Nitekim 80. âyetin son kısmında, «Allah ise, hak yo­lundan çıkmış ahlâksızları doğru yola eriştirmez» buyurularak, ilâhî hidâ­yetin kimlere tecelli edeceğine, kimlere etmiyeceğine işarette bulunul­muştur. [226]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle maddeci münafıkların nîmete erişince sözlerini yerine getirmedikleri, maddeyi Allah'a tercih ettikleri belirtildi. Ayrıca gö­nül hoşnutluğuyla zekâtlarını ve onun da ötesinde sadaka verenleri alaya aldıkları, onları bir bakıma aptallıkla suçladıkları açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, münafıkların bir başka dönekliği konu ediliyor: Barış günlerinde, bir savaş çıkacak olursa canla-başla savaşacaklarım, gerekirse mallarıyla savaşa katılacaklarını söyleyen münafıkların, Tebûk seferi başlayınca evlerinde kadınlarla beraber oturmayı tercih ettikleri bil­diriliyor. Onların aksine mallarıyla ve canlarıyla Tebûk seferine katılan ger­çek mü'minler övülüyor ve bunlar için hazırlanan yüksek ve sonsuz nimet­ler müjdeleniyor. Böylece gerçek imânın paha biçilmez bir cevher oldu­ğuna, inkâr ve nifakın ise, Allah katında hiçbir değer taşımadığına, üste­lik gazap ve azapla noktalanacağına işaret ediliyor. [227]

 

Meali:

 

81—  (Savaşa çıkmayıp) Resûlüilah'tan ayrılarak geriye kalanlar (ev­lerinde) oturmalarıyla sevindiler de Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla sa­vaşmaktan hoşlanmadılar ve «bu sıcakta savaşa çıkmayın!» dediler. De ki: Cehennem ateşi daha sıcak. Bunu bir bilip anlasalardı..

82—  İşledikleri günahın cezası olarak bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar.

83—  Eğer Allah seni  (Tebûk'ten) döndürür de onlardan bir grupla karşılaşırsan, onlar da (başka bir savaşa) çıkmak için senden izin ister­lerse, de ki: Artık benimle birlikte hiçbir zaman çıkamıyaoaksınız ve be­nimle beraber hiçbir düşmanla savaşamıyacaksınız. Çünkü siz ilk önce (evi­nizde) oturmaya razı oldunuz; artık geride kalanlarla beraber hep oturun.

84—  Ve onlardan ölenin namazını kesinlikle   kılma,   kabri   başında (duâ ve istiğfar için) durma. Çünkü onlar gerçekten Allah ve Peygamberi­ni inkâr edip fâsik olarak (ilâhî buyrukları çiğneyip hiçe sayarak) can ver­diler.

85—  Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bununla Dünya'da onları azaba uğratmayı ve kâfir oldukları halde çanlarının çık­masını istiyor.

86—  Allah'a imân edin ve Peygamberiyle beraber savaşın, diye bir sûre indiği zaman, onlardan servet sahipleri senden izin isterler. «Bizi bı­rak da (evlerinde) oturan (kadm)larla birlikte olalım» derler.

87—  Geriye kalan (kadın)larla beraber olmaya istekli çıktılar; kalb-lerine mühür vuruldu, artık onlar (gerçeği) anlayamazlar.

 

İlgili Hadîsler

 

«Âdem oğullarının yaktığı ateş, Cehennem ateşinin yetmişte bir (de­recesinde bir ısıdadır).» [228]

«Allah, (Cehennem) ateşini bin yıl yaktı, tâki kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yaktı, simsiyah oldu. O şimdi zifiri karanlık gece gibi simsi­yahtır.» [229]

«Kıyamet günü Cehennem ehlinden azap bakımından en hafifi iki ayakkabısı ve bağcıkları ateşte olan kimsedir; o yüzden beyni kazan kay­nar gibi kaynar.» [230]

«Ey insanlar! ağlayınız. Eğer ağiayamıyorsanız ağlasın. Çünkü Cehen­nem ehlinin göz yaşları sicim sicim kanallar gibi yüzlerinden akacak şe­kilde ağlayacaklar; o kadar ki göz yaşları kesilecek, bu defa kan akmaya başlayacak. Gözleri o yüzden yara içinde kalacak. Akan yaş ve kana, bir gemi indirilecek olsa herhalde yüzebilecek.» [231]

Açıklama :

İlgili hadîsler, her yönüyle ilâhî adaleti yansıtmakta ve insanları ölüm­lerinden önce plândaki yerlerini almaya ve hilkatin gayesine uygun yaşa­maya davet etmektedirler. Cehennemdeki azabı ve pişmanlığı haber ver­menin tek amacı, kötü yolda ısrarla yürüyen insanları uyarmaktır. [232]

 

Münafıklar Askere Alınmıyor Ve Savaşa Katılmalarına Müsaade Edilmiyor

 

«Eğer Allah seni (Tebûk seferinden) döndürür de onlardan bir grupla karşılaşırsan, onlar da (baş­ka bir savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Artık benimle bir­likte hiçbir zaman çıkamıyacaksınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla savaşamıyacaksınız...»

İslâm dini ve onun Şanlı Peygamberi, müşrikleri tesirsiz hale getirdik­ten ve Yahudilere iyi bir gözdağı verdikten sonra, sıra içlerine sızan mü­nafıkların nifak alanlarını iyice daraltmaya ve onları toplum dışına itmeye gelmişti. Daha önce, «Muhammed (A.S.) kendi arkadaşlarını öldürüyor» propagandası ortaya yayılmasın, İslâm'ın gelişme hızı o yüzden engellen­mesin diye, çok temkinli ve sabırlı davranılmıştı. Ne var ki, aylar ve yıllar birbirini çarçabuk kovaladı, derken o günler çok gerilerde kaldı, İslâm gür sesirıi hem Arap Yarımadası'nda, hem de çevre ülkelerde duyurma düze­yine geldi. O bakımdan Resûlüllah'ın (A.S.) son seferi sayılan Tebûk olayı, münafıklarla mü'minler arasındaki dış bağların da kopmasına sebep oldu ve güçlenen İslâm devletinin bünyesinden artık bu gibi parazitlerin sökü­lüp atılmasının zamanı gelmiş bulundu. Yahudilerin İslâm'a ve O'nun peygamberine karşı olumsuz tutumları artık su yüzüne çıkmış, inkârı ve red­di gayri mümkün bir dereceye geldiğinden mü'minlerle olan bütün bağ­lan kesilmiş sayılırdı. O bakımdan ne Yahudilerin, ne de münafıkların İs­lâm ordusunda yer alması söz konusu değildi. Nitekim Tebûk seferi, mü­nafıkların iyice belirlenmesini sağlayınca, artık ilâhî emirle onlara bu ka­pılar kapandı. Böylece dosdoğru inanan bir mücahit kadrosu, inanmayan ve hep şüphe içinde bocalayanlardan ayrılmış ve İslâm sağUlı bir kuvvet oluşturarak varlığını dünyaya kabul ettirme yoluna girmişti, İman cevhe­rinin parlak ışığıyla kalbleri aydınlatan ve inandığı yüce dava uğrunda ölü­mü hiçe sayan bir ordu ile savaşı göze almak elbetteki çok zor ve o nis-bette tehlikeliydi. Bizans bile, Arap Yarımadasını istilâ hevesinden vaz­geçmek zorunda kalmış ve imânları uğrunda her şeyi göze alan bir or­duyla savaşmak istememişti. Bu durum karşısında münafıklara yakışan tek şey, kadınlarla birlikte evlerde ve sokak başlarında bol bol oturmak idi. Kahraman yiğitler serhatlerde Allahu Ekber sesleriyle savaşırken, mü­nafıkların kadın ve çocukların dokunaklı sözlerine ve alayvari serzenişle­rine muhatap olmaları kadar ezici ve üzücü, hattâ kahredici ne olabilirdi? [233]

 

Münafıklarla Manevî Bağların Da Kesilmesi

 

İslâm, münafıklarla sadece cismanî bağları kesmekle kalmadı, mane­vî bağları da keserek nifak tohumlarının bir daha filizlenmemesi için gere­ken bütün tedbirleri almakta kusur etmedi. Böylece içlerinde gizledikleri küfürleri zahir olunca, cenaze namazlarının kılınmasını yasakladı; onlar için duâ ve istiğfarda bulunulmamasını emretti.

Yıllar yılı İslâm cemaatini fitne ve entrikalarla durmadan rahatsız eden münafıklar iyice köşeye sıkıştırılarak yalnızlığa itildiler.

«Ve onlardan ölenin namazını kılma, kabri başında (duâ ve istiğfar için) durma.» mealindeki ilâhî yasağın gerekçesi ise, şöyle açıklanıyor:

«Çünkü onlar gerçekten Allah ve Peygamberini inkâr edip fâsık ola­rak {ilâhî buyrukları hiçe sayıp ahlâksızlığın en kötüsünü yaparak) can ver­diler.»

Bundan böyle hayatta kalan münafıklara gelince, onlar az gülsünler, çok ağlasınlar. [234]

 

Mal Bolluğu, Evlât Çokluğu

 

«Onların malları ve çocukları seni imrendirme­sin...»

Aynı sûrede, aynı mealde âyet ikinci defa az bir farkla zikredilmiştir. Birinci defa (f) harfiyle, ikinci defa (v) harfiyle ifade ediliyor. Birincide, mü­nafıkların istemiyerek mallarını harcadıkları belirtilirken, (f) harfiyle onun üzerine atıf yapılarak bir bakıma sebebi de açıklanıyor. İkincide atıf söz konusu değildir. Birincide «ne malları, ne çocukları..» denilirken; ikincide, sadece «malları ve çocukları..» deniliyor. Birincide «evlât» kelimesinin, olumsuzluk ifade eden (lâ) edatıyla zikredilmesi, münafıkların ve müşrik­lerin evlât ile daha çok böbürlendiklerine delâlet eder. [235] İkincide (lâ) edatı olmaksızın ifade edilmesi, zaman geçtikçe mal ve evlât îte böbür­lenmelerinin aynı dereeede olacağına delâlet eder.

Ayrıca aynı hususun tekrarı, anlam ve kavramının hafızalarda iyice iz bırakmasını ve idrâkleri uyanık tutmasını amaçlar. Zira dünyanın her ye­rinde ve her çağında insanların bu iki nîmete karşı ilgisi fazladır. İslâm ise, bu ikisinin de amaç değil, birer araç olduğunu; asıl ilgi duyulacak, gönül verilecek şeyin, Atlah olduğunu, O'nun rızası doğrultusunda kulluk göre­vini dosdoğru yerine getirirken sözü edilen iki araçtan faydalanmanın ge­reğini belirtir. Bu gerçeği idrâk edemiyenlerin o nimetlerle nasıl bir sınava tabi tutulduklarının farkına varmaları düşünülemez.

Meşru, gayrimeşru yollardan elde edilen malın, bütün bir ömür süre­since sahibinden bekçilikten başka bir şey istemiyeceğini söylemek her­halde yanlış olmaz. Zira mal ve evlâdı amaç olarak seçip hayatını olduğu gibi onların uğrunda harcayan kimse, ömrünü bekçilikle geçirmiş sayılır. Öylesinin hayat dengesi bozulmuştur, ruhla bedeni arasında ciddi hiçbir köprü kalmamıştır. Dünyası ise, tamamıyla âhiretinden kopuktur. O kadar ki, «Allah'a imân edin ve Peygamberiyle beraber (düşmana karşı) sava­şın!» diye bir sûre indiği zaman, onlardan servet sahipleri kaçamak yolla­rını ararlar, bir sürü mazeretler uydurup evlerinde oturmayı tercih ederler. Mal ve evlâda olan ilgi ve bağlılıkları, onlara hem Allah'ı, hem de ülkeleri­nin selâmette kalmasını unutturmuştur. İş bununla da kalmamış, dünyaya olan aşırı temayülleri onları inkâr ve azgınlığa itmiştir. Bu da küfürdür. Dö­nüş yapılmadığı takdirde sonu ebedî hüsrandır. İlgili 87. âyetle kendilerini bu düzeye getiren inkarcıların kalblerinin mühürlendiği açıklanıyor. Çünkü kalberi ve kafaları hakikate karşı hep kapalı kalmıştır. Dünya nîmetleri kesif bir perde halinde onların kalblerini ve idrâklarını kuşatmıştır. Artık ger­çeği görüp anlamaları çok zor, hattâ imkânsızdır; ancak Allah'ın hidâyet nasip ettikleri müstesna..

Maddî ve manevî güçlerini birleştirip düşmana karşı çıkmasını bilme­yen milletlerin ömürleri çok kısa olmuştur. Asırlarca esaret ve zillet çuku­runda can çekiştirerek hem dünyalarını, hem de âhiretlerini cehenneme çevirmişlerdir. Yahudilerin tarih boyunca devletle esaret ve zillet arasın­da zikzak çizmeleri hep bu yüzdendir. Babil esareti, Titüs istilası birer açık misal olarak tarih sahifelerinde ibret sinyali neşretmektedir. [236]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İslâm'ın bir ölüm-kaiım savaşı verirken, münafık­ların sudan bahanelerle savaşa katılmamaları kınanıyor. Sonra da onların bu çok sakıncalı düşünce ve tutumlarının nedenleri üzerinde duruluyor. Ayrıca savaşın iyiyi kötüden, mü'mini münafıktan ayırt etme kıstası oldu­ğuna işaretle gereken uyanlar yapılıyor. Nifakın inkârdan kaynaklandığı konu edilerek münafıkların kalblerinin mühürlendiği bildiriliyor.

Aşağıdaki âyetlerle başta Hz. Peygamber (A.S.) olmak üzere O'nun etrafında bir hale oluşturan gerçek mü'minlerin Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmaları övülüyor ve bütün hayır ve iyiliklerin onlardan ya­na hazırlandığı ve korktuklarından kurtulup umduklarına kavuşanların da, ancak böyle bir imân ve irfana sahip olan mü'minlerden başkalarının ol­mayacağı müjdeleniyor.

Böylece imanla nifak arasında nasıl bir mesafenin yer aldığına işaret­le, insanın kâinat planındaki yeri ve hizmet ölçüsü belirleniyor. Münafık­ların ve azgın müşriklerin plândaki yerlerini almadıkları, beklenilen hizme­ti ise, hiç vermedikleri dolaylı bir anlatımla işleniyor. [237]

 

Meali  :

 

88—  Fakat o peygamber ve onun maiyetinde bulunan mü'minler mal­larıyla, canlarıyla savaştılar. İşte onlar, bütün hayırlar onlarındır. Onlar umduklarına kavuşanların, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.

89—  Allah onlara, içinde ebedî kalmak  üzere  altlarından  ırmaklar akan Cennetler hazırladı. İşte bu en büyük kurtuluş ve saadettir.

 

Allah Yolunda Savaşanlar

 

Fakat o peygamber ve onun maiyetinde bulunan mü'minler, mallarıyla, canlarıyla savaştılar.»

Kur'ân, iç düşman kabul edilen münafıkların renklerini açığa çıkartıp kimliklerini belirledikten sonra onları iyice köşeye sıkıştırıp yalnızlığa itti ve tesir alanlarını daralttıkça daraltarak dünyayı kendilerine zindan eyle­di. Sonra da kendilerini Allah'a ve O'nun dinine adayan hakiki mü'minle­rin Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştıklarını ve savaşacaklarını en anlamlı ve duyarlı sözlerle açıkladı.

Böylece bu konuda da Kur'ân hakla bâtılı karşılaştırdı. Mukayeseler yaptı. Misaller getirdi. Önce duygulara, sonra düşüncelere, daha sonra da akla seslenerek, aklını, vicdanını, idrâkini haktan yana âtıl durumda bıra­kan insanları uyardı. Ortada bir gerçek varsa, mutlaka onun karşısında gerçek dışı bir şeyin bulunduğuna, sahnede inkâr ve azgınlık varsa, her­halde onun karşısına çıkan bir imân ve irfanın mevcudiyetine atıflar yap­tı. Verilecek ceza ve mükâfatın, inanç ve amele göre olacağını, İyilik ve fazîfetin mutlaka saadetle karşılık göreceğini; kötülük ve inkârın mutlaka hüsranla neticeleneceğini en kesin çizgileriyle açıkladı.

Tebûk seferine böyle bir imân ve irfanla çıkan mü'minlerin bu bapta en güzel misal teşkil ettikleri; bütün iyilik ve hayırlı sonuçların böyle bir imânla gerçekleştiği çok veciz bir üslûpla kalb ve kafalara neşter vurur-casına işlendi...

Böylece dünyada da, âhirette de döneklere, korkaklara, uyuşuklara, inançsızlara rahat ve huzur olmadığını anlıyoruz. Cennet'in ise, imanlı, azimli, cömert, âlicenap, iyilik seven, kötülükten nefret eden; gerektiğin­de malını ve canını Allah yolunda feda etmekten çekinmeyen kişiler için hazırlandığından hiç şüphe etmiyoruz. [238]

 

Âyetler Arasında Bağlantı                                      

 

Yukarıdaki âyetlerle hakiki mü'minlerin kendilerini Allah yoluna nasıl vakfettikleri ve o sebeple onlara verilecek mükâfatın büyüklüğü ve devam­lılığı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Tebûk seferine hazırlanırken Bedevilerden bir kısmının Allah'a ve Peygamberine karşı yalan söyleyerek savaşa katılma­mak için mazeretler uydurdukları konu ediliyor, bu ihmal ve uyuşuklukla­rının inkârdan kaynaklanmış olanlarına elem verici bir azabın dokunacağı haber veriliyor. Bu arada savaşa çıkacak güçte olmayan hastalar ve malî imkânı olmayanlara bir sorumluluk düşmediği, sadece iman temeli üzerin­de gelişen iyi niyet ve düşüncelerine itibar edileceği çok anlamlı bir ifa­deyle açıklanıyor. Savaşa çıkmak için binek bulamıyaniarın durumuna dik­katler çekilerek o yüzden savaşa katılamadıklarından dolayı kınanmıya-cakiarı bildiriliyor. [239]

 

M E Â L İ ;

 

90     Bedevilerden kendilerine izin verilsin diye özür beyân edenler geldiler; Allah'a ve Peygamberine karşı yalan söyleyenler de evlerinde otu"rdu'ar; bunlardan kâfir olanlara elbette elem verici bir azap dokunacaklar.

91— Zayıflara, hastalara ve (savaşta) sarfedeceklerini bulamıyanlara -Allah ve Peygamberine bağlı kalıp hayırlı davrandıkları takdirde- bir sorumluluk ve sakınca yoktur. İyilikte bulunmayı prensip edinenleri kına­maya yol yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

92—  Binek veresin diye sana geldikle inde, «sizi bindirecek binek bu­lamıyorum» dediğin zaman, Allah yolunda harcayacak bir şey bulamadık­larına üzülerek göz yaşı döke döke dönüp gidenlere de kınama-ayıplama yoktur.

93—  Kınama ve ayıplamaya yol, ancak zengin oldukları halde senden izin isteyip geriye kalanlar, (kadınlar)la beraber olmaya razı olanlardır. Alfah da bunların kalblerini mühürledi, artık (sonun ne olacağını) bilmez­ler.

 

İniş Sebebi

 

Tabiînden Dahhak'a göre, Medine çevresindeki bedevilerden Amr b. Tufayl kabilesine mensup bîr grup temsilci Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek, savaşa çıktıkları takdirde diğer kabilelerin fırsatı ganimet saya­caklarını, gelip evlerini ve mallarını basarak yağma edeceklerini ileri sür­düler ve sefere katılmamaları için ruhsat istediler. Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz onlara, «Allah sizin hakkınızda gereken haberi verecek. Allah bizi sizden (sizin yardımınızdan) müstağni kılacak ve pek yakında bu gerçek­leşecektir!» buyurdu. Yukarıdaki âyetler o sebeple indirildi.

Diğer yandan, bedevilerden Esed veya Gatafan oğullarının da savaşa katılmamak için gelip özür beyân ettikleri rivayet edilmektedir. [240]

Yine bu konuda yapılan rivayetler arasında şu olay da yer almaktadır:

Ashab-ı Kirâm'dan Zeyd b. Sabit (R.A.) anlatıyor: Savaş emri inince, bir âmâ gelerek Resûlüllah'a (A.S.) durumunu arzetti: «Savaşa çıkamıyo­rum, benim hâlim ne olacak?» dedi. Bunun üzerine 91. âyet indi. [241]

İbn Abbas'dan (R.A.) yapılan rivayette deniliyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına kendisiyle birlikte savaşa çıkmalarını emretti. Bunun üzerine bir topluluk gelip Resûlüllah'tan (A.S.) binek istediler. Resûlüllah da (A.S.) onlara : «Vallahi size verecek binek bulamıyorum» diyerek duru­mu anlattı. Onlar da savaşa katılma imkânı elde edemediklerinden dolayı çok üzüldüler ve ağlayarak geri döndüler. Hepsi de savaşa katılmak için can atıyor, ama Şam dolaylarına kadar çok sıeak bir mevsimde bineksiz, nevalesiz gidilemiyeceğini bildiklerinden dolayı, üzülüyorlardı. Bunun üzerine 92. âyet indi. [242]

 

İlgili Hadîsler

 

«And olsun ki, Medine'de yerinize öyle bir topluluk bıraktınız ki, ne kadar Allah için bir şey harcar, ne kadar bir vadiyi aşar ve ne kadar bir düşmandan bir şey elde ederseniz, mutlaka onlar da sevap ve mükâfatta size ortak olmuşlardır.» [243]

«Şüphesiz ki Medine'de birkaç grup var ki, siz (ey gaziler!) ne kadar bir vadiyi aşar ve ne kadar bir yol yürürseniz, mutlaka onlar da sizinle be­raberdirler!»

Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordu :

— Ya Resûlellah! nasıl olur bu, onlar bizim yanımızda değil, Medine'­de bulunuyorlar?! Cevap verdi:

  Evet, ama onları meşru özürleri (bu sefere çıkmaktan) alıkoydu [244]

«Yemin ederim ki, Medine'de geriye öyle erkekler bıraktınız ki, ne ka­dar bir vadiyi aşar ve ne kadar bir yolda yürürseniz, mutlaka ecirde (mü­kâfatta) size ortaktırlar. Hastalık (ve benzeri mazeretler) onları alıkoydu (ama kalbleri sizinle beraberdir).» [245]

Resûlüllah (A.S,) şöyle buyurdu:

«Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir!»

Bunun üzerine soruldu :

  Ya Resûlellah! kime nasihattir? Cevap verdi:

  Allah'a,  kitabına, peygamberine, müslüman  liderlerine ve bütün müslümanlara... [246]

Açıklama :

Mim adamları bu son hadîsin yorumunu şöyle yapmışlardır:

Allah'a nasihat: O'nun varlığına, birliğine şüpheden uzak ve katıksız

şekilde imân etmek, O'nu uluhiyet sıfatlarıyla vasfetmek, her türlü noksan­lıktan tenzîh edip sevdiği şeyleri sevmek, sevmediğ1 şeyleri sevmemektir.

Peygambere nasihat: O'nun peygamberliğini tasdik etmek, emir ve yasaklarına uymak, dostlarına dost olmak, düşmanlarına düşman olmak; s her yerde ve her zaman Peygamber'e saygılı olmak, ehl-i beytini ve asha­bını sevmek; sünnetini hem yaşamak, hem de yaşatmaktır. Kısacası, O'nun ahlakıyla ardaklanmaktır.

Kitaba nasihat: O'nu okumak, getirdiği hükümleri anlamaya çalışmak, kötü niyetlileri ondan uzaklaştırmak, onu öğrenmek ve öğretmek, içinde­ki bütün hükümlerle amel etmektir.

Müslüman liderlere nasihat: Onlara karşı gelmemek, onları gerekti­ğinde hakka ve doğruya irşat etmek, gaflet ettikleri önemli meselelerde onları uyarmak ve meşru buyruklarına itaat etmektir.

Müslümanlara nasihat: Onları sevmek, kin ve düşmanlık gütmemek, gerektiğinde onları irşat etmek, salih olanlarını daha cok sevip saygı duy­mak, hepsine saygı duyup hayırla dua etmek ve yardımcı olmaktır. [247]

 

Bedevîler (Çölde Yaşayan Araplar)

 

«Bedevilerden kendilerine izin verilsin diye özür beyan edenler geldiler...»

Savaşa katılma hususunda ikiye ayrıldıkları anlaşılıyor; bir grup sa­mimi idiler, gerçekten birtakım mazeretleri bulunuyordu. O bakımdan Re-sülüllah'a (A.S.) gelerek izin istediler. Diğer bir grup ise, nezaket ve saygı göstermeksizin Peygamberin (A.S.) çağrısına kulak vermeyerek evlerinde oturdular. Kur'ân'da ilgili âyetlerle bu iki gruptan hangisinin münafık ol­duğu açıklanıyor ve böylece mü'minlere, onları teşhîs. imkânı veriliyor: Özürlerini beyân edip izin istemek üzere gelenlerin samimi oldukları; Al­lah'a ve Peygamberine karşı yalan söyleyerek evlerinde oturup Peygamber'-in (A.S.) dâvetine olumlu cevap vermeyenlerin ise, münafık oldukları an­laşılıyor. [248]

 

Savaşa Katılamiyan Hasta Ve Zayıfların Görevi

 

«Zayıflara, hastalara ve (savaşta) sarfedeceklerini bulamayanlara -Allah ve Peygamberine bağlı kalıp hayırlı davrandıkları takdirde- bir sorumluluk ve sakınca yoktur.»

İslâm, bunlann mazeretlerini dikkate almakla yetinmiyor; Allah ve peygamberine bağlı kalıp, Allah'a, Peygambere, Kitaba ve Müslüman li­derlere, sonra da bütün Müslümanlara nasihatçı, yani hayırhah olmaları halinde sorumluluktan kurtulacaklarını hatırlatıyor.

O halde İslâm, her kişiden Allah ve din adına gücünün yeteceği nis-bette hizmet ve fedakârlık bekliyor. Zayıf ve hasta, özürlü ve sakatların savaşa bedenen katılma imkânları elbette yoktur, ama dine hizmet, insan­lara faydalı olma sadece savaşa çıkmaktan ibaret değildir, sayılmıyacak kadar çareler, imkânlar ve fırsatlar söz konusudur. O bakımdan İslâm bun­ları da kendi hallerine bırakmıyor. Bulundukları yerde Allah yolunda -kendi bilgi ve imkânları nisbetinde- hizmet etmeleri emrediliyor. Çünkü Allah'a dosdoğru imân eden kimse, hasta da olsa, sakat da bulunsa başkasına yük değil, yardımcıdır. Onların da kendilerine göre birtakım görevleri, ya­pacakları hizmetleri, gösterebilecekleri iyilikleri vardır.

İşte gerçek anlayışlı ve şuurlu her müslümanın ölçüsü böylece belir­lenmiştir. Kör de olsa, topal da olsa; güçsüz ve hasta da bulunsa, ataleti atıp imân aksiyonuyla hizmet alanında kendisine ayrılan kısımda yerini almasını bilir. Aksi halde başkasına yük olup atıl bir ömür geçirmekle hep günahkâr sayılır. Ancak hiçbir hizmete imkân bulamayanlar bu genelle­menin dışındadırlar.

Şehirlerde ve kasabalarda oturan münafıklarla, taşralı münafıklardan mazeret uydurup savaşa katılmayanlar, hizmette bulunup hayırhah davra­nacakları yerde fitne ve fesat çıkardılar; söz ve davranışlarıyla küfre sap­tılar. O bakımdan tevbe etmeden, dönüş yapmadan ölenlerin cenaze na­mazlarının Resûlüliah (A.S.) ve mü'minler tarafından kılınmasına cevaz verilmedi ve elem verici bir azabın o gibilerini beklediği açıklandı.

Şüphesiz ki, Kur'an'ın bu hükmü her devirde geçerlidir. İçindeki küf­rünü dışarı vurup rengini belli eden dönek hiçbir münafıkın cenaze nama­zını kılmak çâiz değildir. [249]

 

Allah Onların Kalblerini Mühürledi

 

«Allah da bunların kalblerini mühürledi; artık (sonun ne olacağını) bilmezler.»

İslâm'da devlet ve milletin varlığı ve esenliği, beş gücün varlığına da­yanır :

1—  Allah'a, Peygamber'e ve Âhiret gününe dosdoğru imân etmek ve yeni nesilleri bu inanç ve irfanla donatmak.

2—  Kur'ân ahlâkını ciddi  bir programla ele alıp formüle etmek ve eğitim yoluyla çocukların kalb ve kafalarına ustaca işlemek.

3—  Devlet otoritesini kusursuz, fakat âdil ölçülerle işler duruma ge­tirmek ve devamını sağlamak.

4—  Ekonomik gücü yeterli  hale getirmek ve gelir dağılımının   hiz­metler ve verimlilikler kıstas tutularak eşit tutulması suretiyle sağlam bir denge kurmak.

5—  İnanan disiplinli bir ordunun her an savaşa hazır durumda bek­lemesini ve inanmayanların ayıklanmasını sağlamak...

Tevbe sûresinde özellikle bu beş gücün varlığına ağırlık kazandırılı­yor; hür ve bağımsız yaşayabilmenin, savaşa hazır duruma gelmekle müm­kün olduğuna işaretle savaşın hayatî önemi üzerinde duruluyor.

O bakımdan kendilerini bu beş gücün tamamının, ya da mazeretleri olmadığı halde bunlardan bir kısmının dışında tutup pasifize edenleri hem dünyada, hem de âhirette elem verici bir azabın beklediği haber veriliyor. Sonra da kalb ve kafalarla bu beş güç arasındaki kanalların kapanması üzerinde duruluyor. Bir insanın kalbinin mühürlenip vurdum duymaz olma­sı için sözü edilen kanalların kapanması yeterli sebep olarak gösteriliyor. Kanalları açık tutanlar ise, ilâhî sünnete uyanlardır ki, onlar hem dünya­da, hem de âhirette mutlu ve huzurludurlar. [250]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle savaşa çağrının inananlarla inanmayanlar ara­sında bir kıstas olduğu belirtildi. Böylece mazeret uydurup din ve devle­tin selâmeti uğruna savaşa çıkmayanların katıksız münafık olduklarına dikkatler çekildi. Ciddi mazereti olanların ise, o yüzden kınanmayacakla­rına atıf yapıldı. Binek ve azık bulamayanların savaşa çıkma imkânından mahrum kalmaları sebebiyle üzülüp ağlamalarının, samimiyetlerinin başlıca belgesi olduğuna işaretle, inanmayanların savaşa katılmalarının doğru ol­mayacağı hakkında bilgiler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, savaşta başarı sağlayan mü'minler evlerine dö­necekleri zaman münafıkların gelip özür dileyecekleri haber veriliyor. Böy­lece içlerindeki murdarlığın büsbütün dışlarına vuracağı, o bakımdan Al­lah'ın onlardan hoşnut olmayacağı hatırlatılıyor. [251]

 

Meali :

 

94—  Münafıklar (savaştan) döndüğünüzde sizden özür dilerler. De ki: Özür dilemeyin! Elbette size inanmıyoruz. Allah haberlerinizi bize açıkça bildirmiştir. Bundan böyle de Allah da, Peygamberi de yaptıklarınızı gö­recek (ve değerlendirecek). Sonra da (ölüp) gizli ve açık her şeyi hakkıyla bilen (Allah)e döndürüleceksiniz; O da yaptıklarınızı size bir bir haber ve­recektir.

95—  Kendilerine döndüğünüz zaman (kınama ve ayıplamadan) vaz­geçersiniz diye Allah ile yemîn edeceklerdir. Siz de onlara (böyle yapmak­tan) vazgeçin. Çünkü gerçekten onlar murdardırlar. Eyleşecekleri yer de -kazandıkları şeye karşılık- Cehennem'dir.

96—  Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemîn ederler. Siz on­lardan hoşnut olsanız bile elbette Allah fâsıklar (ilâhî sınırları aşıp itaat dışında kalanlardan razı olmaz.

 

İniş Sebebi

 

Beğavî'nin tesbitine göre, Tebûk seferine çıkmayan münafıkların sa­yısı sekseni aşıyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Romalıları korkutup Su­riye sınırlarındaki bazı önemli kabileleri İslâm'a soktuktan ve bazısını da haraca bağladıktan sonra şan ve şerefle dönünce, münafıkların paçaları tutuştu ve özür dilemekten başka çareleri kalmadı.

O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [252] Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de, mü'minlere, «Münafıklarla oturmayın ve konuşmayın!» diye uyanda bulun­du. [253]

 

İkiyüzlü Döneklerin İslâm'da Yeri Yoktur           

 

«De ki: Özür dilemeyin. Elbette size inan­mıyoruz.»

İçlerindeki inkâr ve nifakı atmadıkları sürece, ikiyüzlü, dönek ve kay­pak münafıkların İslâm'da yeri ve itibarı yoktur. Yemin etseler inanılmaz­lar, dalkavukluk etseler yüz bulamazlar, yaltaklansalar itibar edilmezler, hoşnut etmeye çalışsalar, Allah onlardan hoşnut olmaz.

İç yüzleri anlaşılıp renklen iyice belli olduktan sonra onları kınayıp ayıplamanın artık bir anlamı yoktur. Toplum içinde yalnızlığa itilmelerin­den daha büyük ceza ve azap ne olabilir? Şüphesiz ki, böyle bir önlem bir afaroz değildir, imân ile nifakın birbirinden uzak kalmasını sağlamaya yö­nelik bir tedbirdir.. Ancak pişmanlık duyup iyi niyet, samimi duygu düze­yinde hatâlarını itirafla tevbe ve istiğfarda bulunurlarsa, o takdirde Al­lah'ın rahmet kapısı her ân açıktır; zira Allah çok bağışlayan ve çok mer­hamet edendir. Ölüm gelip boğaza dayanmadan dönüş yapıp nedamet du­yanları bağışlamak O'nun şânındandır.

Allah'ın adaleti şaşmaz, ölçü ve tesbitleri yanılmaz; kim nereye yöne­lirse yönelsin, Hak'tan ne kadar kaçarsa kaçsın, çok sürmez Allah'a döndü­rülmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. O, kalblerdeki gizli-açık her şeyi hakkıyla bilendir. İnsanların işlediklerini, günü, vakti ve saati gelince bir bir mey­dana koyar, gerekirse kirli çamaşırlarını bir bir ortaya döker; ama hiç kim­seye haksızlık etmez. Çünkü O, zulmü hem kendisine, hem de kulları ara­sında haram kılmıştır. Herkes ancak kazandığının, işlediğinin karşılığını noksansız görür. [254]

 

Münafıklar Murdardırlar

 

«Siz de onları kınamaktan vazgeçin. Çünkü gerçekten onlar murdardırlar.»

Münafıkların murdarlığı, biri manevî ve derûnî, diğeri maddî ve zahi­rîdir. İnkâr, nifak, azgınlık ve kötülüklerle kalbini ve ruhunu kirleten kim­se, iç yapısı itibariyle murdarlaşmıştır. O nedenle ölünce ruhu Allah'ın rahmet ve inayet huzuruna yükselemez. Zira o huzur, imân ve irfan te­mizliği içinde gelenleri kabul eder. Dış yapıları itibariyle murdar sayılma­larının sebebi, aünüp gezmeleri, beden ve elbiselerini İdrar serpintilerinden korumamaları; haram lokma yemeğe devam etmeleri gibi şeyler gösterile­bilir. O bakımdan nifak ve inkârı ortaya çıkıp belli olanların cenaze namaz­ları kılınmaz ve onlar için duâ ve istiğfar edilmez.

Bir an düşünelim ki, bazı mü'minler onlara yakınlık duyuyor ve öldük­lerini duyduklarında onlar için dua ve istiğfar ediyor, hoşnut olduklarını dile getirmek istiyorlar. Bunun gerçekte bir değeri ve olumlu tesiri düşü­nülemez. Zira Allah onlardan asla hoşnut değildir ve yapılan hiçbir duâ ve istiğfarı onlardan yana kabul etmez. Hem küfür üzere öldüğü bilinen bir kimsenin ne namazı kılınır, ne de kabrinin başına gidilerek duâ edilir.

Böylece İslâm, toplum bünyesine sızan inkarcı ve nifakçıları tam kont­rol altında tutmayı, alanı onlara boş bırakmamayı, halk arasında dostsuz ve itibarsız kalmalarını sağlamayı, gerçek bir mü'minin onlara yakınlık göstermesini yasaklamayı değişmeyen bir prensip olarak benimsemiş ve uygulanmasını emretmiştir. Bu, bir sandık içinde çürüyen birkaç meyvayı hemen müdahale edip ayıklamaya benzer; ihmal edildiği takdirde sandık­taki bütün meyvaların çürümesine yoi açar. [255]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle günün şartlarına ve ortama göre renk değiştiren ve fakat hiçbir zaman samimi olmayan münafıkların, Müslüman cemaatin­den tecrit edilmeleri emredildi. Onlardan o vaziyette ölenler için duâ ve istiğfar yapılmaması tenbîhle, Allah'ın hiçbir suretle onlardan hoşnut ol­madığı belirtildi. Çünkü ölmeden evvel küfür ve nifaktan nedamet duy­mayan ve Hakk'a yönetmeyen kimselerin artık bağışlanması söz konusu değildir.

Aşağıdaki âyetlerle çölde yaşayan bedevilerin küfür ve nifakta daha ileri bir safhada bulunduklarına dikkat çekiliyor. Çoğu böyle olmakla beraber, bir kısmının akıl ve idrâkini kullanarak doğru yolu seçme basiretini gösterdiği ayrıca haber veriliyor. [256]

 

Meali :

 

97—  Bedeviler küfür ve nifak bakımından daha şiddetlidirler ve Al­lah'ın Peygamberine indirdiği (dinî hükümlerin) sınırlarım bilmemeye, ta­nımamaya daha yatkın ve uyumludurlar. Allah her şeyi bilen, her şeyi hik­metle yürütendir.

98—  Bedevilerden öylesi de var ki, (Allah yolunda harcadığını) cerî-me sayar ve (kurtulmak için) başınıza türlü belâların gelmesini bekleyip dururlar; belâlar onların başına... Allah her şeyi işitendir, bilendir.

99—  Yine Bedevilerden öyleleri de var ki, Allah'a, Âhiret gününe imân ederler. (Allah yolunda) harcadıklarını Allah katında yakınlıklara ve Pey­gamberin dualarına (lâyık olmaya vesile) edinirler, iyi bilin ki bu onlar için

Allah katında bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine lâyık görüp kavuştu­racaktır. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Çölde oturan kendine eziyet eder. Av peşinde koşup duran (bir amaç­sızlık ve) gaflete kendini sokar. Sultana gelip (yaltaklanan) ise, fitneye uğrar.» [257]

«(Medenî olan) Eşlem kabilesini Allah selâmete eriştirsin. Gıffar ka­bilesini de Allah mağfiretine nail eylesin!» [258]

«Kureyş, Ansar, Cüheyne, Müzeyne, Eşlem, Eşca' ve Gıffar kabileleri efendidirler, onlar üzerinde başkalarının efendiliği yoktur; Allah ve Resu­lünün büyüklüğü müstesna...» [259]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ilgili âyetin ışığında, insanları medenice yaşamaya davet etmekte; çölün atalete itici, imân ve irfanı köreltici, boş şeyler peşinde koşturucu hayatından uzak kalmayı tavsiye ile şehir ve ka­saba hayatının lüzumuna işaret etmektedir.

Nitekim efendi diye tanıttığı yedi kabilenin şehir ve kasabalarda otur­dukları bilinmektedir. [260]

 

Eğitimde İslâm'ın Başarısı

 

Kur'ân bu âyetlerle medeniyetin her çeşit meşru nîmetlerinden yok­sun, çok ibtidaî bir hayat süren çöldeki göçebe bedevileri konu edinerek, İslâm'ın benzersiz ıslâh ve terbiye usûl ve yöntemiyle o insanları nasıl medenî yaptığına atıfta bulunuyor. Asırlarca kendi kader çizgilerinde ilim ve irfandan, terbiye ve edepten, hakseverlik ve faziletten yoksun; kabalık ve hırçınlıkta çok ileri olan bedevileri -ilâhî sistemin yönlendirici tezgâ­hında- eğitip şekillendiren, doğru yola getirip medenileştiren, okutup bil­gi sahibi yapan İslâm'ın, diğer ilkel kabile ve milletleri de ıslâh edip eğit­mesi çok daha kolay değil midir? Yeter ki İslâm'ın bu kudret ve eşsiz me­todunu bilimsel olarak uygulayanlar bulunsun..

Kur'ân, bedevilerin değişik ve farklı dört ana vasıfları bulunduğunu belirtirken, onları diğer millet ve toplumlarla kıyas etme imkânını veriyor ve böylece her maddesiyle İslâm'ın eğitimdeki zaferini gözler önüne se­riyor:

1—  Bedevîİer her türlü medenî imkânlardan mahrum bulunuyorlardı.

2—  Tek tanrı inancını ret ve inkârda çok daha ileri bir düzeyde idi­ler.

3—  Döneklikte, ikiyüzlülükte, menfaatperestlikte şaşılacak kadar kur­nazdılar. İlâhî buyruklara kulaklarını tıkayıp inkâr ve nifakta çok şiddetli idiler.

4— Hak dinler hakkında kayda değer hiçbir bilgi ve duyguya pek sa­hip bulunmadıkları için de ilâhî hiçbir sınır tanımıyorlardı.

«Bedeviler küfür ve nifakta daha şiddetlidirler ve Allah'ın Peygambe­rine indirdiği (dini hükümlerin) sınırlarını bilmemeye, tanımamaya daha yatkın ve uyumludurlar..» mealindeki âyet onların bu dört vasfını özetle­mektedir. [261]

 

Bedeviler Üc Gruba Ayrılıyordu

 

Kur'ân, ilgili âyetlerle bedevilerin üç gruba ayrıldığını belirterek irşat ve tebliğde nasıl bir zorlukla karşılaşıldığına işarette bulunuyor:

a)  Küfür ve   nifakta   çok   aşırı   olup,   koyu   bir   putperestlik   içinde ömür tüketenler. Bunlar, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in tebliğ ve irşadına kulaklarını tıkayıp ilâhî çağrıdan rahatsızlık duyanlardı.

b)  İslâm'ın parlak zaferleri, düşmanlarını ezecek bir güce sahip bu­lunması karşısında, başka çare bulamayınca sırf zevahiri kurtarmak için İslâm'ı kabul edip içlerinde cehalet ve küfrün karanlığını taşıyan ve Alİah yolunda istemiyerek harcadığı her dirhemi bir cerime sayanlar.

c) Allah ve Peygamberine dosdoğru imân edip Allah yolunda harca-dıklarıyla, Allah ve Peygamberin hoşnutluklarına erişmeyi dileyenler.

Birinciler katıksız kâfirler, ikinciler katıksız münafıklar, üçüncüler ka­tıksız mü'minlerdir. Üçüncülerin örnek hali ve Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz'in yanındaki şereflen bakımından, ileride birçok bedevi kabilelerin doğru yolu seçmelerine sebep olduklarını, iyi bir çığır açıp diğer bedevileri medenî bir hayata yaklaştırmakta öncülük ettiklerini tarihler kaydetmekte­dir. Zira Kur'ân'ın parlak nurunu yansıtmasını bilen iyilerin zaferi her çağda ve dönemde başarılı olur.

Kur'ân'da bedevilerin sözünü ettiğimiz üç ayrı zümresinden bahsedil-mesinde üç önemli hikmetin mevcudiyetini düşünebiliriz:

Birincisi, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in öylesine kaba ve hırçın, kay­pak ve dönek insanlarla nasıl çetin, fakat seviyeli bir mücadele örneği ver­mesidir. İkincisi, İslâm dininin insanları eğitip yetiştirmesindeki başarı gra­fiğinin çok yüksek olmasıdır. Üçüncüsü, İsiâm âleminin her çağda bu üç zümreyle karşıkarşıya bulunmasıdır. [262]

 

Rivayetler - Yorumlar

 

Şehir ve kasabalarda yaşayan araba «arabî» denilir. Çoğulu «urûb» gelir. Çölde yaşayana «a'rabî» denilir. Çoğulu «a'rab» ve «eârib» gelir. [263]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle İslâm'ın cahil bedevilerle nasıl bir mücadele ver­diğine işaret edildi. İslâm'ın bütünüyle ilâhî metoda dayalı terbiye siste­minin olağanüstü bir başarı sağladığına atıf yapılarak son dinin büyük bir ıslâh hareketiyle işe başladığı belirtildi. Sonra da hırçın ve o nisbette kaba ve cahil bedevileri doğru yola getirmede izlenen irşat metodu kıs­men açıklandı.

Aşağıdaki âyetle, İslâm'a ilk giren Muhacirin ve Ansar övülüyor ve fazilet yarışında bu iki bahtiyar zümrenin önde yürüdüğü misal veriliyor. Sonra da onlara âhirette hazırlanan sonsuz saadetin çok daha büyük ol­duğuna dikkat çekilerek doğruyu, hakkı, fazileti erken seçmenin yararları en anlamlı şekilde işleniyor. [264]

 

Meali

 

100— Muhacir ve Ansar'dan (hicret etmede ve Peygamber'e yardım­da) yarışırcasına öne geçen ilk (grupta gelen)ler ve onlara iyilik ve gü­zellikle uyanlardan Allah razı oldu; onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Al­lah onlar için, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennet­ler hazırlamıştır. İşte bu en büyük kurtuluştur.

 

İlgili Hadîsler

 

«Ashabıma dil uzatmayın. Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın (Al­ları yolunda) harcasa, yine de onların ne bir avuç, ne de yarım avuç har­camasına (onun Allah katındaki kıymetinin seviyesine) erişebilir.» [265]

«Kim ashabımı severse, bana sevgisinden dolayı (onfarı) sever; kim de onları sevmezse, bana olan sevgisizliğinden dolayı (onları) sevmez,»[266]

«Mü'minin alâmeti, Ansan sevmektir. Nifakın alâmeti ise, Ansan sev­memektir.» [267]

«İnsanların hayırlısı, beni görüp bana uyan kuşaktır. Sonra da onları takip edenler ve sonra da o takip edenleri takip edenlerdir...» [268]

Râvî, bu takip edenlerin iki mi, üç mü olduğunda tereddüt etmiştir. [269]

 

Sevap Ve Fazilette Öne Geçenler

 

«Muhacirin ve Ansar'dan (hicret etmede ve Peygamber'e yardımda) yarışırcasına öne geçen ilk (grupta ge-len)ler ve onlara iyilik ve güzellikle uyanlardan Allah razı oldu.»

Kur'ân'da bu bahtiyarlara «es-Sâbikune'1-evvelûn» denilmektedir. «Sa­bık» öne geçen, erken hareket eden; «evvebde iik, önce gibi manalara gelir. Bunlar kimlerdir? Muhacir ve Ansar'dan olduklan kesindir; ancak bu iki grup arasından ilk hicret edenler kimlerdir veya bu unvanı alanlar kimlerdir?

Yapılan çeşitli rivayetlerden, ilim adamlarının görüş ve tesbitlerinin biraz farklı olduğu anlaşılıyor:

a)  Tabiînden Saîd b. Müseyyeb'e göre, iki kıbleye yönelip namaz kıl­ma dönemine yetişen ashab-ı kirâmdır. Bilindiği gibi, Mekke'deki Kabe'ye yönelip namaz kılınmadan önce Müslümanlar Kudüs'teki Beytü'l-makdis'e doğru namaz kılıyorlardı. Sonra kıblenin değiştirilmesiyle ilgili Bakara sû­resi 144 ve 150. âyetler inince, Müslümanlar artık beş vakit namazda ve diğer nafile namazlarda Kabe'ye yöneldiler. Katade ve İbn Sirîn de aynı görüştedirler.

b)  Ata' b. Ebî Rebah'a göre. Bedir savaşına katılan mü'minlerdir.

c)  Şa'bî'ye göre, Hudeybiye'de Bey'âtü'r-Ridvânda bulunanlardır. Ta­rihçilerin tesbitine göre, o gün Hudeybiye'de 1400 sahabi bulunuyordu.

d)  Ünlü müfessir Muhammed b. Kâb el-Kurazî'ye göre, ashab-ı kira­mın hepsidir. Çünkü herkesten önce onlar Hz. Peygamber'e (A.S.) arka­daş olma fazilet ve bahtiyarlığına erişmişlerdir.

e)  Müfessir Fahruddin Râzî'ye göre, ilk hicret edenler ve Peygamber (A.S.) Efendimiz'e iik yardım edenlerdir.

Bu tesbit ve görüşlerin hemen hepsinde büyük çapta hakikat payı vardır, hattâ hepsi de isabetlidir, diyebiliriz. Nitekim Cumu'a sûresinin baş kısmında. Haşır sûresinde ve Enfâl sûresinde bu konuya ayrı ayrı ifadeler­le temas edilmiştir.

One geçip ilk olmak üç şeyle gerçekleşir:

1—  Samimi imân

2—  Zaman

3—  Mekân..

O halde Resûlüllah (A.S.) Eferidimiz'e ilk uyanlar, ilk hicret edenler, ilk yardımda bulunanlar, Bedir savaşına ilk katılanlar, Hudeybiye'de bey'-atte ilk bulunanlar, Kur'ân'daki deyimin kapsamına girmektedir. Sonra da sözünü ettiğimiz bahtiyarlara iyilik ve güzellikle uyanlar gelir ki, onlara «Tabiîn» deniliyor. Öyle ki, Ashab-ı Kirâm'ı iyilik, hayır ve fazîlette örnek edinen ve bu hususlarda onlara samimiyetle uyanlar söz konusudur.

Böylece âyet-i kerîme, haktan yana ele geçen ilk fırsatı aklım ve id­râkini kullanıp yeterince değerlendirenleri ve onlara samimiyetle uyanları «İlâhî rızâ» mertebesiyle müjdelerken; hâlâ inkâr ve nifak bataklığında bo­calayıp bir ömür tüketenleri kınamakta, kaçırdıkları saadetin hiçbir şeyle telâfi edilemiyeceğine işaret etmektedir. [270]

 

İlk Hicretin Ve İlk Yardimin Önemi

 

«Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'tan ra­zı oldular...»

Allah (c.c), ilk hicret edenlerle, ilk yardımda bulunanları ve bu iki bah­tiyar mü'minlere gönül yatişkanlığı içinde iyilikle, güzellikle uyanları övü­yor. Zira gerek Mekke'den Habeşistan'a, gerekse Mekke'den Medine'ye ilk hicret edenlerin büyük bir fedakârlık ve fazîlet örneği verdikleri mu­hakkaktır. Bunları kısaca sıralayacak olursak, gösterilen fedakârlığın ma­na ve büyüklüğünü daha iyi anlamış oluruz :

1—  Evini, yurdunu, malını ve hısımlarını terketmeleri,

2—  Allah'tan başka dayanakları olmadığı  halde yabancı  bir ülkeye veya beldeye göç etmeleri,

Allah ve gönderdiği din uğrunda her şeylerini feda etmekten çe-kinmemeleri, üstelik bunu gerçekleştirdikleri oranda mutluluk ve huzur duy­maları..

İşte bu üç husustur ki, onları rızâ mertebesine yükseltmiştir. Sonra da bu bahtiyarlara samimiyetle uyanlar gelmektedir. Gerçi bu ikinciler de rı­zâ mertebesine lâyık görülmüşlerdir; ama gerek hicret, gerekse Resûlül-lah'ın (A.S.) en sıkışık günlerinde İslâmiyetin kök salıp gelişmesi için ya­pılan yardım sebebiyle açılan yol, ortada duran misailer ve hazırlanmış bir ortam bulunuyordu. O bakımdan birincilerin imân, azim, fedakârlık ve fazileti ölçü kabul etmez bir dereceye yükselmiştir.

Mekke müşriklerini son dereee tedirgin eden husus, hic3t edenlerin Medine'de Ansar tarafından sfcak bir ilgi, samimi bir duyou ve göz yaşar-

tan sevinçli bir hava içinde karşılanmaları ve gereken her türlü yardımı yapmaları olmuştu. Şüphesiz ki, bu da kıyamete kadar gelecek olan Müs­lümanlar için en güzel misaldir. Zira Ansar bu ilgi ve davranışlarıyla bir anda bütün putperestleri ve çevrelerinde kümelenen Yahudîleri kendi aleyhlerine çevirmiş oldular. Bu hiçbir zaman az bir fedakârlık, küçük bir himmettir denilemez. Ama imân, İslâm, Kur'ân ve Peygamber sevgisi ve her şeyin üstünde Allah rızâsı, onlara diğer bütün şeyleri önemsiz göster­mişti, öyle ki onların imân ve irfanı hiçbir engel tanımıyordu. Allah hep­sinden razı olsun.. [271]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, ilk adımda kendilerini Allah'a ve Resûlüllah'a ve­rip tam bir gönül yatışkanlığı ve samimi niyet içinde her bakımdan İslâm'ın kök salıp gelişme ortamı bulmasına yardımcı olan Muhacirin ve Ansar'dan Allah'ın hoşnut olduğu belirtildi ve bu bahtiyarlar en güzel misal olarak gösterildi.

Aşağıdaki âyetlerle, yine Medine çevresindeki münafıklara ve Medi­ne'nin içinde dişlerini İslâm aleyhine bileyen içi küfür ve nifak dolu dönek­lere dikkat çekiliyor. İki türlü azaba uğratılacakları hatırlatılarak dönüş yapmaları isteniliyor. Sonra da Tebûk seferine katılmayanlardan bir kıs­mının tevbesinin kabul edileceği umudu veriliyor.

Arkasından İslâm cemaatini bütünleştirip pekiştiren önemli unsurlar­dan biri olan zekât konusu açıklanıyor. İslâm devletinin bu hususta dev­reye girmesine işaretle İslâm'da çok önemli bir farzın aksamaması emre­diliyor. Sonra da Hz. Peygamberin (A.S.) günahkâr mü'minler ve dönüş ya­panlar için duâ etmesi tavsiye edilerek, bu duanın onlara sükûnet ve hu­zur vereceği açıklanıyor. [272]

 

Meali:

 

101— Çevrenizdeki Bedevi! er'den bir kısmı münafıktırlar. Medineli-ler'den de bir kısmı münafıklıkta inatla ısrar etmekteler. Siz onları bilmez­siniz, biz biliriz. Onları iki defa azaba uğratacağız. Sonra da büyük bir

azaba döndürüleceklerdir.

102—  (Tebûk Seferi'ne katılmayanlardan) diğer bir kısmı da günah­larını itiraf ettiler, iyi bir ameli kötüsüyle karıştırdılar. Allah'ın onların tev-besini kabul etmesi umulur. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merha­met edendir.

103—  Onların mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizler ve (günah ile kusurlarını) paklarsın; ayrıca onlara duâ et, çünkü senin duan onlar için sükûnet ve gönül yatışkanlığıdır. Allah her şeyi işitendir, bilen­dir.

104—  Bilmediier mi ki, ancak Allah kullarının tevbesini kabul eder; sadakalarını alır ve Allah'tır ancak tevbeleri çokça kabul eden ve çok mer­hamet eden.

105—  De ki: İstediğiniz şekilde amel edin. Allah işlediğinizi görüp (değerlendirecektir). Peygamberi de, mü'minler de sizin yaptıklarınızı gö­rüp (gerekeni yapacaklardır). Sonra da gizli açık herşeyi bilen (Yüce Kud-ret'e) döndürüleceksiniz; O da amel edegeldiğiniz şeyleri bir bir size ha­ber verecektir.

106—  (Tebûk Seferi'ne katılmayanlardan) başka bir kısmı da Allah'ın vereceği hükme bırakılmışlardır; ya onlara azap eder ya da tevbe nasîb edip pişmanlıklarını kabul eder. Allah her şeyi bilendir, her şeyi hikmetle yürütendir.

 

İniş Sebebi

 

Medine çevresinde Cüheyne, Müzeyne, Eşca', Eşlem ve Gıffar kabi­leleri arasında sayılan az da olsa birtakim münafıklar kümelenmiş bulunu­yordu. 101. âyet bunu açıklar mahiyette inmiştir. [273]

Tebûk seferine katılmayıp evlerinde kadınlarla birlikte gölgeliklerde oturmayı tercih edenlerin çoğu, çok geçmeden pişmanlık duymuş ve : «Peygamber (A.S.) Efendimiz arkadaşlarıyla birlikte şu sıcak mevsimde Su­riye sınırlarında düşmanla savaşırlarken biz gölgeliklerde oturup nefisle­rimizin arzularını yerine getirmekle meşgul oluyoruz; yazıklar olsun bize!» diyerek günahlarını itiraf etmişler ve kendilerini Mescid'deki sütunlara bağlayarak, «Resûlülİah (A.S.} Efendimiz bizi kabul edip çözmedikçe bu sütunlara bağlı kalacağız» diyerek affedilmelerini beklemişlerdir.

Onun üzerine 102. âyet indi. Resûlülİah (A.S.) Efendimiz onların bağtarım çözdürerek kendilerini kabul etti. [274]

Savaştan geri kalanlardan üç kişi hakkında ise, ilâhî beyânın inmesi beklendi ki onlar, Kâb b. Mâlik, Mirare b. Rebî' ve Hilâl b. Umeyye idi. 106. âyetin de onlar hakkında indiği söylenir. [275]

Günahlarını itiraf edenler ise, başta Ebû Lübabe olmak üzere malla­rının tamamını Allah yolunda harcamaya azmettilerse de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onların mevcut mallarının üçte birini harcamalarını kâfi gördü. O sebeple de «Onların mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizler ve (günah ile kusurlarını) paklarsın!» mealindeki 103. âyet indi. [276]

 

İlgili Hadîsler

 

Abdullah b. Ebî Evfâ (R.A.) anlatıyor:

— Bir kabile üzerlerine farz olan zekâtı getirip Peygamber (A.S.) Efen­dimize teslim edince, Peygamber (A.S.), «Allahım! rahmetini onlara indir» diye duâ ederdi. Bir gün babam da zekâtını getirip teslîm ettiğinde, Pey­gamber (A.S.) Efendimiz, «Allahım! Ebû Evfâ ailesine rahmetini indir» diye duâ etti. [277]

«Sizden biriniz helâl ve temiz kazancından elde ettiğinin zekâtını ver­meye görsün, mutlaka Allah onu sağ eliyle (rahmet ve gufranıyla) alıp ka­bul eder. Hem Allah ancak helâl ve temiz olanını kabul eder; isterse o bir hurma olsun, Rahman (olan Allah'ın) elinde, sizden birinizin tayını veya deve yavrusunu besleyip büyüttüğü gibi, gelişip artarak dağdan daha bü­yük olur.» [278]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu :

«Bu gece (mânada) iki melek gelerek beni, bir kerpici altından, biri gümüşten yapılı bir şehre alıp götürdüler. Orada bazı adamlar bizi karşı­ladılar ki herbirinin bedeninin yarısı gördüğüm en güzel biçimde, diğer yarı­sı da gördüğüm en çirkin şekilde idi. Beni götüren melekler, onlara: Hay­di şu ırmağa giriniz! dediler. Onlar da girip çıktıktan sonra bize döndüklerinde, o kötü tarafları giderilmiş de en güzel şekle dönüşmüştü. Melekler bana: «İşte burası Adn Cenneti'dir. Şurası da senin konağındır. Şu adam­ların yarı kısımlarının güzel, yarı kısımlarının da çirkinliği, iyi ameli kötü amele karıştırmalarındandır. Allah onları bağışladı,» dediler.» [279]

«Sizden biriniz, kapısı ve penceresi olmayan çok sert bir kayanın için­de dahi amel eder, bir fiil işlerse, Allah mutlaka bir gün, nerede olursa ol­sun onun iş ve amelini insanlara (göstermek üzere ortaya) çıkaracak­tır.»[280]

«Şüphesiz ki, sizin işledikleriniz kabirlerdeki hısımlarınıza, bağlı bu­lunduğunuz kabile halkına arzolunur. Hayırlı ise, onlar sevinirler; kötü ise, Allahım! ona ilhamda bulun da sana itaat üzere amel etsin, diye duâ eder­ler.» [281]

«Allah bir kulu hakkında hayır dilediği zaman, ölümünden önce onu kullanır.»

Bunun üzerine soruldu :

  Ya Resûlellah! nasıl kullanır? Buyurdu ki:

  «Onu sâlih amelde bulunmaya muvaffak kılar, sonra da canını alır.» [282]

 

Medine Ve Çevresini Disiplin Altına Almak

 

Isfâm, ilgili âyetlerin ışığı altında, Tebûk seferinden sonra, artık yı­kılmayacak, güveni sarsılmayacak sağlam bir otorite ortaya koymayı plân­ladı. Başıboşluğa alışık olan, disiplin altına girmek istemiyen kasabalı ve badiyeü her insanı hizaya getirmenin ve belli bir disiplin altında tutmanın zamanı geldiğini belirleyerek, işe başladı. İnen âyetler, münafıkları bir bir teşhîr ederken Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz rahmet ve iyilik yansıtan metoduyla onları doğru yola davet edip küfürden kurtarma çarelerini araş­tırıyordu. Kısa zamanda otorite sağlandı, Yahudi ve münafıkların dili kı­saldı, herkes kurulan yeni düzen içinde yerini alma zorunluğunu duydu. Böylece kendiliğinden bir idarî sistem oluştu. [283]

 

Münafıklardan Dönüş Yapmayanlar

 

 «Onları iki defa azaba uğratacağız. Sonra da büyük bir azaba döndürüleceklerdir.»

Her şeye rağmen içindeki nifak kirini temizlemeyi düşünmeyen iki­yüzlü dönekler için üç ayrı azap hazırlanmıştı. İlgili âyetlerle onlara son uyarılar yapılıyor ve dönüş yapmaları için bir fırsat daha tanınıyordu. Aksi halde hem dünyada, hem de âhirette kendilerini ilâhî azaptan kurtaramıya-cakları hatırlatılıyor ve akıllarını iyice kullanmaları isteniliyordu. Sözü edi­len üç ayrı azabı Cenâb-ı Hak şöyle açıklıyordu:

1—  İslâm fütuhatı  karşısında,  putperestlerle münafıkların,  umutları­nın boşa çıkması sebebiyle ister istemez Allah yolunda harcanmak üzere verdikleri mal, içlerine dokunuyor ve onları devamlı rahatsız ediyordu. Bu, onları için için kahreden bir azap idi. Çünkü inanmadıkları, arzu etmedik­leri halde İslâm'a yardım ediyorlardı.

2—  İnen âyetlerle münafıkların  rengi  belli olmuş,  kimin  ne olduğu rahatlıkla anlaşılmıştı. O yüzden İslâm oemaati arasında hiçbir itibar ve sevgileri, dostluk ve güvenilirlikleri kalmamıştı. İslâm toplumu bu parazit­leri kendi bünyesinden koparıp atmış, onları tam bir yalnızlığa itmişti. Şüp­hesiz ki, bu da onlar için başka bir azap idi.

3—  Âhirette ise, kendilerini çok elîm bir azabın beklediği haberi de ister istemez onları rahatsız ediyor ve büsbütün şüphe ve tereddütlerini arttırıyordu. Ancak pişmanlık duyup tevbe edenler, günahlarını itiraf edip Hakk'a dosdoğru dönüş yapanlar müstesna... Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. [284]

 

Mallarından Sadaka (Zekât) Al

 

«Onların mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizler ve (günah ile kusurlarını) paklarsın.»

Müfessirler bu sadaka hakkında farklı görüş ve tesbitlerde bulunmuş­lardır. Onlardan bir kısmının yorumunu özetliyerek veriyoruz:

a)  İbn Abbas (R.A.) ve İkrimi'ye göre, âyetteki «sadaka»dan maksat, farz olan zekâttır.

b)  Tebûk seferine katılmayıp sonradan pişmanlık duyarak mallarının

tamamını Allah yolunda harcamak isteyen ve fakat Peygamber (A.S.) Efendimiz'in emriyle üçte birini Allah yolunda harcayanlara mahsus bir sadakadır, farz olan zekât değildir. Çünkü zekât, malın üçte biriyle değil, kırkta birine göre hesaplanıp çıkarılır.

Birincilerin tesbit ve yorumu daha sahîh kabul edilmiştir. Fukahanın da çoğu bu âyetle zekât konusunun çeşitli yönlerini istidlal ve istinbat et­mişlerdir. [285]

 

Zekâtın Devlet Eliyle Toplatılıp Dağıtılması

 

Âyetle, zenginlerden zekât alınıp fakirlere verilmesi emredilmektedir. Bu emir, başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ve sonra da O'nun yolunda yürüyen liderleredir.

Müctehit imamlar, zengin müslümanlar, farz olan zekâtı vermedik­leri takdirde İslâm devleti, onu bir vergi statüsünde ayrı bir fonda toplayıp, Kur'ân'da belirtilen sınıflara dağıtmakla görevlidir, demişlerdir. Ama zen­ginler bu farizayı gönül hoşnutluğuyla muhtaçlara verdikleri takdirde, dev­letin araya girmesine gerek yoktur. Ancak bu emval-i batına ve zahirede farklı bir durum arzeder; şöyle ki, bir müslümanın evinde, sandığında ve kasasında ne kadar altın ve para olduğunu devlet kesin şekilde tesbit edemez. O bakımdan servetin bu kısmı, emvâl-ı batına sayılır ve zekâtı­nın çıkarılıp verilmesi, mü'minin imân, irfan ve vicdanına bırakılır. Orta­da gözle görülebilen mal ve serveti ise; emvâl-i zahire sayılır ve müslü-man kişi onun zekâtını vermediği takdirde devlet devreye girer. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanında ve dört halîfe döneminde uygula­ma bu anlam ve ölçüde cereyan etmiştir. [286]

 

Zekâtın Sosyal Yapıda Sağladığı İki Önemli Husus

 

İlgili âyetle zekâtın birçok yararlarından sadece sosyal yapıda sağlı-yacağı iki önemli husus üzerinde duruluyor:

Birincisi, verenleri vicdan huzuruna, ruh berraklığına ve iç temizliği­ne kavuşturması; buna paralel olarak zekât alanları verenlere karşı iyi duygularla yaklaştırmasıdır.

İkincisi, sosyal yapıyı sınıf kavgasından, zengin-fakir arasında oluşa­cak boşluktan, din kardeşliğinin zedelenmesinden, dayanışma ve yardım­laşma gibi lüzumlu hasletlerin dumura uğramasından uzak tutması ve böylece bu yapıyı birçok kötülük tohumlarından temizleyip anndırmasıdır.

Sonuç olarak, zekât veren ile onu alan arasında hırsızlık, gasp, faiz, hakstz sebeplerle tecavüz, aşırı cimrilik gibi sosyal yapıyı durmadan ke­miren fenalıkJara ortam hazırlanmaz. Ruhla beden, dünya ile âhiret, mad­de ile mana arasında denge kurulmasına büyük katkısı söz konusudur. [287]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Medine ve çevresindeki ikiyüzlü dönek, kaypak karakterde olan kişiler üzerinde duruldu. Dosdoğru imân etmedikleri tak­dirde üç ayrı azap ile karşılık verileceği açıklandı. Tebûk seferine katılma­yanlardan bazısının tevbelerinin kabul edileceği umudu belirtildi. Sonra da mü'minler arasında birlik ve beraberliği sağlamada önemli rolü otan zekât konusu kısmen açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle İslâm birliğini zedelemek amacıyla Küba'da inşa edilen ikinci mescide {Mescid-i Dirar) dikkat çekiliyor. İyi niyet ve takva­dan uzak, bütünüyle tefrika çıkartmaya yönelik o mescitte namaz kılınma­sına müsaade edilmiyor. Küba'da daha önce Resûlüllah (A.S.) tarafından yapılan mescitte takva sahibi ve temizlenmeyi çok seven mü'minlerin bu­lunduğu belirtilerek ancak bu gibi mescitlerde Allah'a ibâdet edileceği ha­tırlatılıyor ve dolayısıyla mü'minlere zarar verme niyetiyle yapılan o mes­cidin yıkılıp yerle bir edilmesine işarette bulunuluyor. [288]

 

Meali:

 

107—  Zarar vermek, küfrün gereğini yapmak, mü'minleri bölmek; da­ha önce Allah ve Peygamber'i ile savaşanı gözetmek için mescid yapan­lar var ya, «biz bununla ancak iyilik arzu ettik» diye yemîn ederler. Allah da onların yalancı olduğuna hiç şüphesiz şehâdet eder.

108—  O mescidde hiçbir zaman (namaz için) durma. İlk gününde takva (Allah korkusu, saygısı ve kötülükten korunma) üzere kurulan mes­cidde durman daha lâyık ve uygundur. Onun içinde temizlenip arınmayı sevenler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.

109—  Yapısını, Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakınmak ve O'nun rızâsına erişmek (temeli ve niyeti) üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapı­sını, çökmek üzere bulunan bir yar kenarına kurup da onunla beraber Ce­hennem ateşine yıkılıp giden mi hayırlıdır? Allah zulmeden topluluğu doğ­ru yola eriştirmez,

110—  Onların kurdukları yapı, kafblerinde hep bir şüphe olarak ka­lacak; kalbleri didik didik oluncaya kadar (sürüp gidecek). Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hikmetle yürütendir.

 

İniş Sebebi      

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz, hicret etmeden önce Medine'de Hazrec kabilesinden Ebû Âmir adında hıristiyanlığı benimseyerek rahipleşmiş bir adam vardı. Tevrat ve İncil'i okuyup halkı az-çok irşat edecek bilgiye sa­hip bulunuyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret edince, başta Evs ve Hazrec olmak üzere birçok kabileler İslâm'a girince, Ebû Âmir'in sahası iyice daraldı ve çok geçmeden bir köşeye sıkışıp kaldı. Besjediği umutlar gerçekleşmeyince ve halk üzerindeki tesirini kaybedin­ce daha fazla dayanamıyarak Mekke'ye kaçtı. Putperestlerle bir olup Uhut savaşını hazırlayanlar arasında bulundu. Bu sırada bağlı bulunduğu kabileden yardım istediyse de yüz bulamadı. Bütün umutlarını Uhut sa­vaşında Müslümanların yok edileceği hayaline bağladı, ondan da umduğu sonuç çıkmayınca, Şam'a göç- etti ve Kral Heraklius ile görüşme imkânı elde etti. Onu Müslümanlar aleyhine inandırarak savaş hazırlığına başla­masını sağladı. Bununla da yetinmiyerek Medine ve çevresindeki müna­fıklara, yakında Muhammed'in işinin bitirilip sonunun gelmek üzere oldu­ğunu; güçlü bir orduyla Medine üzerine gelineceğini ve gelen orduya yardımcı olabilmek için tetikte beklemelerini bir mektupla haber verdi. Ayrıca gereken yazışma ve haberleşmeyi sağlıklı yürütmek ve çev­reyi yakından gözlemek için de bir mescit yapılmasını bilhassa tavsiye et­ti. Böylece münafıklar tezelden Küba mescidine nazire olması, Müslü­man cemaati bölmesi ve gelecek küfür ordusuna yardımda bulunma orta­mının hazırlanması için bir mescit inşa ettiler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Tebûk seferine çıkmadan onlar mescidi tamamlayarak O'nun bu mescitte namaz kılmasını, böylece halk arasında mescidi kabul ettirme plânlarının bir bölümünü gerçekleştirmeyi istediler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, sa­vaşa çıkmak üzere bulunduğunu hatırlatarak, dönüşünde arzularını yeri­ne getireceğini söyledi.

Bu olay üzerine yukarıdaki âyetler indi. İlim adamlarının çoğuna göre, âyetler Tebûk seferinden dönüldüğü sırada inmiştir ki, sahîh olan da budur. Besûlüliah (A.S.) Efendimiz, fitne ve fesat çıkarmaya, müslüman ce­maati bölmeye yönelik yapılan bu mescidin yıkılmasını emretti. Ashabdan birkaç kişi derhal harekete geçip sözü edilen mescidi yıkıp yerle bir etti­ler. [289]

 

İlgili Hadîsler

 

«Küba mescidinde bir namaz, bir umre gibidir.» [290]

Kuba'daki mescitten maksat, Resûlüllah'ın Medine'ye hicretinde ilk yaptırdığı mescittir.

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sık sık Küba mescidine, bazan yaya, ba-zan da binek üzerinde giderdi.» [291]

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Küba mescidine daha çok cumartesi gün­leri giderdi.» [292]

«İlgili âyette, onun (Küba mescidinin) içinde, temizlenip arınmayı se­venler vardır, belirtilince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kalkıp Küba mesci­dine gitti ve cemaatine, doğrusu Allah sizi temizlenmeyi sevmeniz husu­sunda güzel bir övgüyle övdü. Sizin temizliğiniz nasıldır? diye sordu. On­lar da, Ya Resûlellah! biz tabii ihtiyacımızı giderdikten sonra ön ve arka­mızı su ile tertemiz yıkarız, diye cevap verdiler.» [293]

«Takva üzere kurulan mescit, benim şu mescidimdir.» [294]

«Kim evinden çıkar da şu Küba mescidine gelip namaz kılarsa, bu onun için bir umre gibi olur.» [295]

 

Cami Ve Mescitler

 

İslâm'ın ilk yıllarında Müslümanların toplanıp ibâdet yaptıkları yere mescit denilirdi. Bu, kelime olarak, «secde edilen yer» demektir. Ge­rek Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanında, gerekse dört halîfe dönemin­de bu isim daha'yaygındı. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hicret esna­sında Küba'da ilk yaptırdığı ibâdet yerine ve Medine'de ilk yaptırdığı ibâdet yerine mescit ismini uygun görmüştü. Nitekim yeryüzünde Allah'a ibâdet için kurulan ilk mabede (Kabe) de Mescid-i Haram denildiği pek meşhurdur.

Cemaatin çoğalması ve büyük ibâdet yerlerinin yapılması sonucu, bu yerlere «mescidü'1-câmi' = bir amaç ve gaye etrafında toplayıcı mescit» denilmeye başlandı, Böylece giderek büyüklerine cami', mahallelerdeki küçüklerine mescit denilmeye başlandı ve zamanla isimler bu doğrul­tuda yaygınlaştı.

Küba'da ihtiyaca cevap veren bir mescit varken, sırf Müslüman ce­maati arasına tefrika sokup kötü niyetle ikinci bir mescidin yapılması, İs­lâm tarihinde önemli bir olay olarak geçer. İslâm'ın getirdiği birlik ve dir­liği bozacak her hareket, her iş, zararlıdır. Kaldı ki, bir de işin içine kötü niyet girmiş olsun. [296]

 

Bir Kasaba Veya Bir Semtte Birden Fazla Cami

 

Bir kasaba veya köy, ya da semtte mümkün olduğu takdirde cemaa­tin hepsini alacak büyüklükte bir tek cami yapmak ve onunla yetinmek, İslâm'ın birlik ve beraberlik amaç ve hikmetine çok daha uygundur. Bir­takım ilgisizlikler nedeniyle, hayır sever müslümanlar ve kurulan dernek­ler, kendi imkânları nisbetinde bulundukları semt ve mahallelerde birer mescit yaparak, Müslüman cemaatin biraraya gelme hikmetini kısmen de olsa zedelemiş oldular.

Burada bir diğer tarihî olayı nakletmemizde yarar görüyoruz:

— Amr b. Avf oğulları kendi kabilelerinde bir mescit yaparak, Mec-ma' b. Câriye'nin imam tayin edilmesi için ikinci halîfe Ömer'e (R.A.) mü­racaat ettiler. Hz. Ömer (R.A.) onlara: «Sizin imam edinmek istediğiniz ki­şi, münafıkların mescid-i dirar'ında imamlık yapan adam değil midir? Onun imamlık yapmasına cevaz vermem» diyerek isteklerini reddetti. Mecma' da: «Ya Emîre'l-mü'minîn! ben o sıralarda Kur'ân okumasını bilen bir genç idim. Onların o mescidi ne amaçla yaptıklarını bilmiyordum. Allah'a yakın olmak istiyorlar zannıyla onlara imamlık yapmış oldum. Durumu çok son­ra öğrenebildim.» Bunun üzerine Ömer (R.A.), onun samimi olduğuna ka­naat getirerek imamlık yapmasına izin verdi ve bir kabile veya semtte bir­den fazla mescide gerek olmadığım özellikle hatırlattı. [297]

Hz. Ömer (R.A.) devrinde yapılan ardarda fetihler yeni yeni ülkeleri İslâm devleti sınırları içine katıyordu. Halîfe, fethedilen her yerde ihtiyaca

cevap verecek şekilde büyük bir mescidin yapılmasını, aynı semtte bir­den fazla mescit yapılmamasını emretmiştir. [298]

 

Caminin Temeli Takva Üzerine Kurulmalı

 

«Yapısını, Allah'tan korkup (kö­tülüklerden) sakınmak ve O'nun rızasın" erişmek (temeli ve niyeti) üzeri­ne kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını, çökmek üzere bulunan bir yar ke­narına kurup da onunla beraber Cehennem ateşine yıkılıp giden mi hayır­lıdır?»

Yapılan her caminin Allah'ın evi sayılabilmesi ve gerçek mâbed hü­viyetinde olabilmesi için şu amaçlara yönelik bulunması gerekir:

a)  Sırf Allah'ın hoşnutluğuna erişmeyi arzulamak,

b)  Her türlü gösterişten uzak tutmak, karşılığını sadece Allah'tan bek­lemek,

c)  Başkalarına nisbet olsun düşüncesiyle yapmamak,

d)  İkilik doğuracak bir niyet taşımamak,

e)  Yakın yerde ihtiyacı karşılayacak cami varsa, yenisini yapmamak.. [299]

 

Düşündürücü Bir Benzetme

 

Küfür, azgınlık ve ahlâksızlık, dere kenarında altı oyuk olan ve des­teksiz kalan toprak parçasına benzetilmiştir. Bu, bâtılın ve haksızlığın her bakımdan tehlikeli bir zemin üzerine kurulduğunu tasvir ederken, kuru­lan binanın fazla ömürlü olamıyacağına, sakinleriyle birlikte çöküp mah­volacağına işaret sayılır.

Böylece küfrü, tuğyanı ve gayr-i meşru yolları benimseyip hayat dü­zenini onun üzerine oturtanların hem kendileri, hem de yandaşları aleyhi­ne ne kadar büyük bir tehiikeyi göze aldıklarını Kur'ân haber vererek on­ları uyarmakta ve mü'minlere temeli sağlam olan «Tevhit İnanci»na her zaman güvenle sarılmalarını öğütlemektedir. [300]

 

Kur'ân Temizlikle İbâdeti Birleştirmiştir

 

«Onun içinde (Küba mescidinde) temiz­lenip arınmayı sevenler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.»

Küba mescidinin takva temeli üzerine kurulduğu açıklanırken, orada ibâdet edenlerin temizliğe özen gösterdiklerine ayrıca yer veriliyor. Şüp­hesiz ki bu temizlik, biri bedenî, diğeri ruhî olmak üzere iki türlüdür; İyice yıkanıp paklanmak, güzel taharet almak ve temiz bir beden, temiz bir el­biseyle camiye gidip namaz kılmak, daha çok dış temizliği .ifade eder. İbâ­deti gönül yatışkanlığıyla sırf Allah'ın emri diye yerine getirmek, O'nun rı­zasına erişmeyi arzulayarak huşu' içinde edâ etmek ve sonra da alınan feyiz ve inayetle kötülüklerden kaçınmaya azmetmek, bütünüyle ruhî te­mizliği yansıtır. Böylece Allah'a ibâdette beden ve ruh temizliklerini bir­leştirip biri diğerini tamamlar anlamda bir bütünlük arzeder.

Nitekim Küba mescidinde namaz kılan mü'minlerin kendilerini sözünü ettiğimiz iki temizlikle süsledikleri bilinmektedir. Allah ise, çokça temizle­nenleri sever. [301]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle İslâm birliğini bozmaya çalışan kötü niyetli mü­nafıklar üzerinde duruldu. Müslümanlar arasına tefrika sokmak ve düş­man ile gizli haberleşme yapmak için Küba'da yaptırdıkları mescide dikkat çekildi. Sonra da o gibi mescitlerde namaz kılmanın doğru olmayacağı be­lirtildi ve o gibi mescidin yar kenarında yapılan, her an yıkılıp uçurumdan aşağı düşmeğe mahkûm olan bir binaya benzetildi.

Aşağıdaki âyetlerle, münafıkların hile ve tuzaklarına düşmeyen, ken­dilerini her şeyleriyle Allah'a veren mü'minlerin Allah ile son derece feyizli bir alım-satımda bulundukları övülüyor. İmân cevherini kalblerinde terte­miz saklamasını bilen ve o cevherle yola çıkan bu mü'minlerin ne kadar başarılı olduklarına özellikle dikkat çekiliyor. Ayrıca bunların dokuz vasfı anlatılarak sonra gelenlere en güzel misaller veriliyor. [302]

 

Meali:

 

111—  Şüphesiz ki Allah, Tevrat'da, İncil'de ve Kur'ân'da va'dettiği bir hak olarak, karşılığında kendilerine Cennet verilmek üzere mü'minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldü­rürler ve öldürülürler. Allah'tan daha fazla va'dini yerine getiren kim? O halde yaptığınız bu alım-satımdan dolayı müjdelenip sevinin. İşte bu, se­lâmete giden büyük bir kurtuluştur.

112—  Pişmanlık duyup tevbe edenleri; ibâdete devam edenleri, (Al­lah'a) hamd edenleri; (ilim elde etmek; din, ahlâk ve fazileti yaymak için) seyahat edenleri; rükû' ve secde edenleri; iyilikle emredenleri, kötülükten men'edenleri; Allah'ın koymuş olduğu hududu (şer'î hükümleri, dinî sınır­ları) koruyanları, (evet bu şuurlu) mü'minleri müjdele!

 

İniş Sebebi

 

İkinci Akabe bey'âtında Ansardan yetmiş kişi Peygamber (A,S.) Efen-dimiz'e bey'ât etmişlerdi. İçlerinden Abdullah b. Ravaha (R.A.) imân zevki­nin derin heyecanıyla Peygamberimize (A.S.) :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Rabbın için ve kendin için dilediğini şart olarak bildir, demişti. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz ona şöy­le buyurmuştu :

  Rabbim için, O'na ibâdet etmenizi ve hiçbir şeyi O'na ortak koş­mamanızı; kendim için de, canlarınızdan ve mallarınızdan savıp men'etti-ğiniz şeyleri benden de savıp men'etmenizi şart olarak bildiriyorum.

Abdullah b, Ravaha (R.A.) :

  Böyle yaptığımız takdirde bizim için ne (gibi ilâhî mükâfat) vardır? diye sorduğunda, Peygamer (A.S.) şu cevabı vermişti:

  Cennet vardır..

Onlar da itaat ve sevinçlerini belirterek hep birden şöyle demişlerdi:

  Bu ahm-satım elbetteki kârlıdır; ne kaldırırız, ne de kaldırılmasını kabul ederiz.

Yukarıdaki âyetler o nedenle indirilmiştir. [303]

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimizden soruldu:

  Ya Resûlellah! hangi amel daha üstündür? Cevap verdi:

  Allah'a ve Peygamberine imân etmek...

  Ondan sonra?

  Allah yolunda savaşmak...

  Ondan sonra?

  Şartlarına uygun helâl mal ile yapılan hac... [304]

Bir adam. Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek sordu:

  İnsanların hangisi daha faziletlidir? Cevap verdi:

  Allah yolunda canıyla, malıyla savaşan mü'min...

  Ondan sonra kim?

__ Kuytu bir yerde Allah'a ibâdet edip insanları kendi şerrinden uzak tutan mü'min... [305]

İbn Abbas (R.A.) anlatıyor:

  Bir mecliste oturuyorduk, derken Peygamber (A.S.) Efendimiz çı-kageldi ve:

  Size makam ve derece bakımından insanların hayırlısını haber ve­reyim mi? Diye sordu. Biz de:

  Evet. ya Resûlellah! dedik. Buyurdu ki:

  Ölünceye kadar atının başını Allah yolunda tutan (dizginini elinde tutan) veya o yolda öldürülen adam... Ondan sonra kimin hayırlı olduğunu haber vereyim mi? Biz de:

  Evet ya Resûlellah! dedik. Buyurdu ki:

  Kuytu bir yere çekilip namazını kılan, zekâtını veren, insanlara kö­tülükte bulunmayı terkeden kimse... Size insanların en kötüsünü haber vereyim mi? Biz de :

  Evet ya Resûlellah! dedik. Buyurdu ki:

  Allah için kendisinden bir şey istendiğinde vermeyen kimse... [306]

«Sîzden birinizin Allah yolundaki yeri, evindeki yetmiş yıllık (nafile) namazından daha üstündür. Allah'ın sizi bağışlayıp Cennet'ine koymasını istemez misiniz? Allah yolunda savaşın. Kim Allah yolunda, deveden iki süt sağımı arasındaki zaman veya süt sağımında eli kaldırıp tekrar meme üzerine koyacak kadar geçen bir zaman parçası içinde savaşırsa, Cennet ona vacip olur.» [307]

«Şüphesiz ki Cennette yüz derece vardır ki, Allah onları Allah yolun­da cihad edenler için hazırlamıştır. Her iki derecesi arası gökle yer arası kadardır.» [308]

«Sizden kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirip gidersin. Buna gücü yetmezse, diliyle değiştirip gidersin. Buna da gücü yetmezse, kalbiy­le (tiksinip giderme yollarını araştırsın) ki bu, imânın en zayıfıdır.» [309]

«Yeryüzünde bir haddin (şer'î bir hükmün) yerine getirilmesi, yeryü­zünde yaşayanlar için kırk gece yağmur yağmasından daha hayırlıdır.» [310]

 

Tevrat'ta, İncil'de Ve Kur'ân'da Va'dedilen Hak

 

«Şüphesiz ki Allah, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da va'dettiği bir hak olarak, karşılığında kendilerine Cen­net verilmek üzere mü'minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.»

İlgiii âyetle, Allah yolunda cihadın önemi ve lüzumu belirtilirken, can­larıyla, mallarıyla bu yola baş koyanlar için her üç kutsal kitapta da Cen-net'in va'dedildiği açıklanıyor. Ne var ki, ilk nüshası kaybolan ve Musa (A.S.)dan çok sonra elde, köşe ve bucakta kalan parçaları bir araya getiri­lerek kitap haline sokulan Tevrat'ın M.Ö. III. yüzyıla doğru en azından de­ğişik ifadelerle İbranice yazılı üç ayrı nüshasının bulunduğu dikkate alının­ca ve İncil'in de İsa Peygamber'den (A.S.) yarım asra yakın bir zaman son­ra havariler tarafından hadîs mahiyetinde Ondan işittiklerini farklı ifa­delerle kaleme alıp yazdıkları düşünülecek olursa, birçok ilâhî hükümlerin zayi' edildiği kendiliğinden ortaya çıkar. Bugün elimizdeki Tevrat ve İncil nüshalarında Kur'ân'da açıklandığı şekilde cihad konusuna rastlamak çok zor; ancak buna işaret eden kalıntılarını tesbit mümkündür.

Tevrat'ta deniliyor ki:

«Atalarının Allah'ı Rabbın sana va'dettiği gibi, süt ve bal akan diyar­da ziyadesiyle coğalasınız.»

«Dinle ey İsrail! Allahımız Rab, bir olan Rabdır ve Allah'ın rabbı bü­tün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin.» [311]

«Sana karşı ayaklanan düşmanlarını, Rab senin önünde kıracak; sa­na karşı bir yoldan çıkacaklar ve senin önünde yedi yoldan koşacaklar. Ambarlarında ve elini attığın şeyde Rab senin üzerinde bereketi emredecek-tir ve Allah'ın Rab sana vermekte olduğu memlekette seni bereketli kıla­caktır. Eğer Rabbın emirlerini tutarsan ve Onun yolunda yürürsen, Rab sana and ettiği gibi, kendisi için mukaddes kavım olarak seni durduracak-

tir.» [312]

Anlaşıldığı gibi, malla, canla Allah yolunda savaşa işaret ediliyor. An­cak karşılığında dünya nîmetleri, dünya cennetleri va'dediliyor. Kur'ân il­gili âyetlerle bu yanlışı düzeltip tashîh ediyor.

İncil'de deniliyor ki:

«Genç adam, İsa'ya dedi: «Bütün bu şeyleri tuttum, daha ne eksiğim var? İsa ona dedi: Eğer kâmil olmak istersen, git nen varsa sat ve fakir­lere ver, göklerde hazinen olacaktır ve gel benim ardımca yürü.» [313]

Görüldüğü gibi, İncil'de «nen varsa (Allah yolunda) sat diye bir emir bulunuyor ki bu, bir bakıma Allah yolunda canıyla, malıyla cihad etmeğe işarettir. Göklerin hazinesi ile de Cennet'e hem işaret ediliyor, hem de va'dediliyor. Kur'ân-ı Kerîm'de İncil'in bu belgesi tashîh edilerek ilâhî em­rin değiştirilmedik şekli açıklanıyor.

Bernaba İncil'inde ise, Cennetten net bir ifadeyle söz edilir[314]

 

Savaşta Ölmek Değil, Öldürmek

 

I «Onlar Allah yolunda savaşırlar;   öl­dürürler ve öldürülürler.»

Her ne kadar bazı yerlerde (vav) harfi mutlak cemi' için gelirse de, bazı yerlerde bunun aksine cümlenin gelişinden tertip ifade ettiği görülür. İİgiii âyetteki (vav) bunlardan biridir.

Kur'ân'ın bu ve benzeri yerlerindeki açık anlatımından, savaşlarda kö-rükörüne ölmenin değil, ölmeden öldürmenin temel kaide olduğu anlaşılı­yor. Ancak öldürmekten önce Allah yolunda savaşmanın taşıdığı yüksek hikmete bakılınca, az kan dökerek çok iş başarmaya ve böylece sonuca varmaya işaret edildiğinde şüphe yoktur. Çünkü «Allah yolunda savaşır­lar» cümlesi, girişilen savaşın ilâhî rızaya, O'nun isminin yüceltilmesine yönefik bulunduğunu, keyfi adam öldürmenin, şehirleri, medeniyetleri yok etmenin; kadın, yaşlı, çocuk ve savaşa katılmayan din adamlarını öldür­menin bu amaca ters düştüğünü ilham etmektedir.

O nedenle Kur'ân'da bir konuyla ilgili âyet tefsîr edilirken, kelime di­zisine, cümlenin yer alışına, o konuyla ilgili diğer âyetlere ve mevcut ha­dîslere, sonra da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Hulefâ-i Râşidîn dönem­lerindeki tarihî olaylara ve uygulamalara bakmak gerekir. Nitekim Pey­gamber (A.S.) Efendimizin savaşlarda uyguladığı plân ve verdiği talimat tamamen bu ölçülere göre cereyan etmiştir. Böylece O'nun sünneti, âyet­leri bize daha iyi açıklamakta ve ilâhî muradı daha doğru anlamamıza yar­dımcı olmaktadır. [315]

 

Önce Can         

 

Kişi, imân nuruyla ic âlemini iyice aydınlatıp küfür, nifak ve günah karanlıklarını giderdikten sonra Allah yolunda malını harcaması şöyle dur­sun, önce canını vermeyi düşünür. Bu düşünce imân derecesine yükselin­ce bütün varlığını o uğurda harcamak ikinci plânda kalan bir fedakârlık olur. Canını vermek ise, onun başta gelen arzusu sayılır.

İşte Kur'ân imânın bu asil tezahürünü ortaya koyuyor: «Allah, mü'-minlerin canlarını, mallarını satın almıştır...» diyor da, «Allah, mü'minler-den mallarını, canlarını satın almıştır», demiyor. [316]

 

İnsanı Rabbına Yükseltip Yaklaştıran Basamaklar

 

İnsanı Allah'a yaklaştıran basamaklar sayılmayacak kadar çoktur. Herkes imân, irfan, takva ve sâlih ameli nisbetinde bu basamaklarda yük­selir. Her şeyden önce de Allah'ın hidâyet ve inayetine mazhar olmak söz konusudur.

Ancak anlamamızı kolaylaştırmak için Allah ve Resulü, mü'minler için yedi basamak üzerinde daha çok durmuşlar ve onları mü'minlerin amel-i sâlih ve takvalarına göre şöyle sıralamışlardır:

1—  Hakk'ı  idrâk edip O'na gönülden  imân etmenin, yönelip teslim olmanın ilk basamağı, günah ve kötülüklerden ciddi pişmanlık duyup tev-be etmektir.

2—  Tevbeden sonra samimiyet ve ciddiyetin ölçü ve mânasf, ibâdetle gerçekleşir. O bakımdan ibâdet ikinci basamağı oluşturur.

3—  Bu düzeye gelen, yani küfür, nifak ve günahtan ne varsa hepsini imân, tevbe ve istiğfarla kazıyıp ibâdet ile yıkadıktan sonra, kişiye, hidâ­yet ve inayetinin bu rahmet kapısını açan Allah'a hamd etmek gerekir. Böylesine bir hamd, üçüncü basamağı meydana getirir.

4—  Bundan sonra genişleyen manevî ufka dalıp, Allah'ın kudretini, gelip geçen ve yok olup silinen kavim ve milletlerin kalıntılarını; yaşamak­ta olan kavim ve milletlerin hangi doğrultuda hayatlarını harcadıklarını gö­rüp anlamak; bilgi ve görgüyü artırmak gerekir. O sebeple seyahat dör­düncü basamak olarak gösterilir. Gerçi lafzını «oruç tutanlar» diye tefsîr edenler de olmuşsa da, ikinci basamağı teşkîf eden ibâdet dik­kate alınırsa, birincilerin yorum ve tefsîrinin daha isabetli olduğu ortaya çıkar.

5—  Her yerde Allah'ın yüce huzurunda tevazu, mahviyet ve teslimi­yeti yansıtan rükû ve secdede bulunmak; rükû ve secde edenlerle birlikte cemaat ruhunu geliştirip bu teslimiyeti göstermek, beşinci basamağı ger­çekleştirir.

6—  Toplumun selâmetine yönelip, akla, sağlam örfe ve dine uygun olanı eğitim yoluyla kalb ve kafalara işlemek; vaaz ve hitabetle tavsiye et­mek; bunlara ters düşen şeyleri yine eğitim yoluyla men'etmeye çalışmak; sadece tezkiye-i nefs ile yetinmeyip Allah'ın kullarını doğru yola irşat et­mek, iyilerin çoğalmasına  çalışıp   mevcut sahayı kötülerden temizlemek gerekir. Bu, bütün inceliğiyle altıncı basamağı oluşturur.

7—  Uyulması farz ve vacip olan ilâhî emirleri, hükümleri hem kendi nefsimizde, hem de toplum yapısında koruyup, adalet ve fazîlet meşalesi­ni sürekli olarak elde bulundurmak suretiyle çevremizi aydınlatmamız farz­dır. O bakımdan mü'minde belirgin hale gelen bu sıfatların uygulama ala­nında görülmesi yedinci basamağı teşkil eder.

Kur'ân-ı Kerîm bu yedi basamağı yedi sıfat halinde şöyle beyân bu­yuruyor :

  Pişmanlık duyup tevbe edenleri,

  İbâdete devam edenleri,

  (Allah'a)  hamd edenleri,

  (Mim elde etmek; meşru kazanç sağlamak; din, ahlâk ve fazîleti yaymak için) seyahat edenleri veya (nefsini terbiye etmek için oruç tutan­ları).

   İyilikle emredenleri,

  Kötülükten men'edenleri,

  Allah'ın koymuş olduğu hududu (şer'î hükümleri, dinî sınırları) ko­ruyanları, (evet bu şuurlu) mü'minleri müjdele!.

Görüldüğü gibi, basamakları, diğer bir tabirle hakikî imândan kaynak­lanan güzel sıfatlar tam bir plân ve program içinde sıralanmış ve bu sıray­la birbirini tamamlamıştır. Böylece kâmil insan, hakiki mü'min, gerçek in­san yetiştirmenin formülü verilmiş, yöntemi ortaya konmuştur.

Artık bu basamak ve derecelerde yükselen bir mü'minin dünya ve âhireti iyiliğe yöneldiğinden, hayır ve mutlulukla müjdeleniyor; Allah'ın hi­dâyet ve inayetinin daha çok kimlere yöneldiği ve yöneleceği belirtiliyor. [317]

 

Âyetler Arasında Bağlantı                          

 

Yukarıdaki iki âyetle imân cevherinin paha biçilmezliğine işaret edil­di. Mal ve canlarını Allah yoluna vakfeden gerçek mü'minlere hazırlanan ve her yönüyle saadet va'deden Cennet'ten söz edildi. Ailah yolunda bu iki varlığıyla cihad edenlerin, bir bakıma Allah ile alım-satımda bulunduk­ları ve sağladığı kârın büyüklüğü çok veciz bir üslûpla işlendi. Sonra da hakikî imânın tabii ürünleri kabul edilen yedi önemli sıfat sıralandı.

Aşağıdaki âyetlerle, kendini imân ve irfan düzeyine getirmeyip Allah'a ortak koşma bataklığına düşüren müşrikler, dönüş yapıp tevbe etmeden ölürlerse, onlar için Allah'tan bağışlanma istenmiyeceği, dolayısıyla cena­ze namazlarının kıhnmayacağı belirtiliyor. Sonra da İbrahim Peygamber'in (A.S.) müşrik kalan babası İçin bir ara Allah'tan bağışlanma dilemesinin, duâ etmesinin sadece ona yaptığı bir va'dden ötürü olduğu hatırlatılıyor. Sonra da babasının bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca da ondan temelli uzak durduğu ve artık istiğfarda bulunmadığı haber verili­yor.

Son iki âyetle de Allah doğru yola ilettikten sonra, sakınmaları gere­ken hususları mü'minlere açıklamadıkça onları saptırmayacağına dikkat çekiliyor ve böylece ilâhî sünnetin önemli bir kısmı açıklanıyor. [318]

 

Meali;

 

113— Müşriklerin Cehennemlik oldukları besbelli anlaşıldıktan son­ra, hısım da olsalar, Peygamber'in ve imân edenlerin onlar için istiğfar etmeleri uygun olmaz.

114— İbrahim'in kendi babası için istiğfarına gelince, bu sırf ona ver­diği bir sözden dolayı idi. Babasının bir Ailah düşmanı olduğu ona belli olunca, İbrahim ondan ilgisini kesip uzaklaştı. Doğrusu İbrahim yufka yü­rekli ve çok yumuşak tabiatlı, güzel ahlâklı idi.

115— Allah bir milleti doğru yola çıkardıktan sonra ne gibi şeylerden sakınmaları gerektiğini açıklamadıkça onları doğru yoldan saptıracak de­ğildir. Şüphesiz kî Allah her şeyi yeterince bilendir.

116— Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Diriltir ve öl­dürür. Allah'tan başka sizin için ne bir dost, ne de bit yardımcı vardır.

 

İniş Sebebi        

 

Resûiüİlah (A.S.) Efendimiz'e devamlı destek oian amcası Ebû Talip öldükten sonra da Peygamberimiz (A.S.) onun iyiliklerini unutmadı, müşrik olarak öldüğünü düşünerek bağışlanması için zaman zaman duâ ve niyaz­da bulundu. O nedenle yukarıdaki âyetler indi ve Allah, hem Peygamberini, hem de mü'minleri müşrik olarak ölenler için -yakınları bile olsa- istiğfar­dan men'etti[319]

Yapılan rivayete göre, Hz. Ali (R.A.) diyor ki: «Bir adamın, müşrik olarak öfen ana-babası için istiğfar ettiğini duydum. Kendisine, anan-baban müşrik olarak öldükleri halde onlar için istiğfar mı ediyorsun?! dedim. O bana: «İbrahim Peygamber, müşrik olan babası için istiğfar etmedi mi?» diyerek karşılık verdi. Durumu Peygamber (A.S.) Efendimiz'e haber ver­dim. Bunun üzerine ilgili âyetler indi.» [320]

Yine Ahmed b. Hanbel'in tesbit ve rivayetine göre : Peygamber (A.S.) Efendimiz, amcası Ebû Talip son dakikalarını yaşarken onu sormaya git­ti. İçeri girince, Mekke'nin ileri gelenlerinden Ebû Cehl ile Abdullah b. Ebî Umeyye'nin de orada bulunduğunu gördü ve üzüldü. Sonra amcasına yak­laşıp, «Lâ ilahe illallah de ki, bununla ben Allah yanında senin lehine hüc­cet getirip şehadette bulunabileyim», diyerek öneride bulundu. Ebû Cehl ile Abdullah b. Ebî Umeyye ise, «Ya Ebâ Tâlib! sen Abdülmuttalib'in dinin­den yüz çevirir misin?» diyerek Hz. Muhammed'e (A.S.) uymamasını tel-kîne çalıştılar. Bunun üzerine Ebû Talip son nefesini verirken, «Ben Abdül-muttalib'in dini üzereyim» dedi. Fazlasıyla üzülen Peygamber (A.S.) Efen­dimiz, «Allah'a and olsun ki, men'edilmediğim sürece senin için Alİah'tan bağışlanma dileyeceğim» dedi. O sebeple (çok sonraları) yukarıdaki âyet­ler indirildi.

Buharî'de de aynı olay az değişik bir anlatımla rivayet edilmiştir. [321]

Yine Buharî ve Müslim'in diğer bir tesbitlerine göre, Ebû Tâlip'le ilgi­li olarak Kasas sûresi 56. âyet inmiştir.[322]

İlgili âyetlerin Ebû Tâlip'le alâkalı bulunduğu rivayetleri üzerinde duran bazı ilim adamları şöyle bir görüş ve itiraz ortaya koymuşlardır: Tev-be sûresi en son inen sûre olduğuna, Ebû Tatip'in ise hicretten yaklaşık üc yıl önce öldüğüne bakılırsa, ilgili âyetlerin Ebû Talip hakkında inmediği kendiliğinden anlaşılır. Nitekim bu ve benzeri rivayetleri garip karşılayan­lar da eksik değildir. Onlara cevap verenler ise, şu yorum ve açıklamayı getirmişlerdir:

a)  Âyetler Mekke'de Ebû Tâlib'in ölümünden hemen sonra inmiştir. Ancak kâfir ve münafıklarla ilgili ahkâmdan bir bölüm olduğu için Tevbe sûresine konulmuştur.

b)  Resûiüİlah  (A.S.)  Efendimiz,  Medine'ye  hicret ettikten  sonra  da amcası Ebû Talip için zaman zaman istiğfar ediyordu. Kâfir ve münafık­ların durumu yeni boyutlar kazanınca inen âyetler yeni hükümler getirdi ve böylece Ebû Tâlip'le ilgili hüküm de bunlara ilâveten indirildi.

Tecrîd-i Sarîh tercemesinde ilgili âyetin açıklamasında şu bilgiler ve­rilmiştir: «Âyet-i kerîmedeki (ma) edatı nefye hamledildiği gibi nehye de hamlediiebilir. Bazı ulema da âyet-i kerîmedeki istiğfarı salât (namaz) ile te'vîl etmişlerdir. (Müşriklerin ölülerine namaz kılmak olmaz) demek olur.

Bu âyet-i kerîmenin Ebû Talip hakkında nâzii olduğu, 665 nolu Mü-seyyeb b. Hazn hadîsiyle tasrîh edilmiştir. Bu sebeple Zeccac'ın Meâni'l-Kur'ân'ında bu babda müfessîrlerin icmâı bulunduğunu kaydettiği Vâhidî'-den nakledilmiştir. Resûl-i Ekrem'in (A.S.) vâlideyni (ana-babası) hakkın­da indiği, binâenaleyh vâiideyni için de istiğfardan nehy (men) buyuruldu-ğunu iddia edenler de vardır.» [323]

Katade ise, Peygamber (A.S.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söyle­miştir: «İbrahim Peygamber kendi babası için istiğfar ettiği gibi, ben de kendi babam için istiğfar edeceğim!» Bunun üzerine Allah 113, 114. âyet­leri indirdi. [324]

Yine Katade'den yapılan rivayete göre, ashab-ı kiramdan birkaç zat, Peygamber'e (A.S.) dediler ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! doğrusu babala­rımızdan öylesi vardı ki, komşuluk haklarına saygı gösterip iyilikte bulu­nurlar, hısımlarla sıcak ilgi kurarlar, sıkıntıda olanın derdine çözüm geti­rirler, ahde vefa ederlerdi; o bakımdan onlar için istiğfarda bulunalım mı?» Peygamber (A.S.) onlara : «Evet, vallahi İbrahim kendi babası için istiğfar ettiği gibi, ben de kendi babam için istiğfar edeceğim!» buyurdu. Bunun üzerine ilgili iki âyet indi[325]Naklettiğimiz bu rivayetlerden sonra şu sonucu çıkarabiliriz:

Mü'minlerin, küfür üzere ölenler için duâ ve istiğfar etmeleri, cenaze namazı kılmaları caiz değildir. [326]

 

Küfür Üzere Ölenler İçin Dua Edilmez

 

«Müşriklerin cehennemlik oldukları besbelli anlaşıldıktan sonra, hısım da olsalar, Peygamberin ve imân edenlerin onlar için istiğfar etmeleri uygun olmaz.»

Küfür üzere öldükleri kesinlikle bilinen kişilerin cenaze namazını kıl­mak, onlar için duâ ve istiğfar etmek caiz değildir. İlgili âyetle, mü'minler bundan men'edilmişlerdir. Dirilten ve öldüren, bağışlayan ve bağışlamıyan Allah'tır. Mülk O'nundur, insanların hepsi O'nun kudretinin eseridir. O ba­kımdan Allah izin verdiği takdirde ve müsaade ettiği kişiler için dua ve istiğfar edebiliriz; men'ettiği kimseler için duâ ve istiğfarda bufunmaya yetkimiz yoktur. Bize gereken O'nun emirlerine kayıtsız, şartsız uymak­tır. Küfür üzere öldüğü bilinen bir kimsenin cenaze namazını kılmamız, hem ilâhî emre muhalefet olur, hem de büyük bir küstahlık sayılır. Çün­kü insanların hepsi O'nun kullarıdır; dilerse merhamet edip bağışlar, diler­se bağışlamayıp azap eder. Bizler hiçbir zaman O'ndan daha merhametli ve şefkatli değilizdir. [327]

 

İbrahim Peygamberin (A.S.) İstiğfarı

 

«İbrahim'in kendi babası için istiğfarına gelince, bu sırf ona verdiği bir sözden dolayı idi.»

İniş sebeplerinde bu konu kısmen açıklanmış oldu. Ama her şeyden önce, ilgili âyette, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde konuya açık­lık getirilmiş ve sebebi net olarak belirtilmiştir. İbrahim Peygamber'in (A.S.) babası putperest idi; aynı zamanda putperest olan kral Nemrud'un meclisinde yer alan yakın adamlarından sayılırdı. Nemrud, bulunduğu Irak bölgesinin tek hâkimi bulunuyordu. Kanun onun ağzından çıkan söz idi, başkasının kanun yapma hakkı yoktu. Nitekim Talmud'da [328] bu olaya geniş yer verildiği bilinmektedir. O bakımdan İbrahim Peygamber'in babası, Nemrud'a yakın olmanın verdiği gurur atmosferi içinde Hakk'ın sesini du­yacak bir basîrete sahip değildi. Her şeye rağmen İbrahim Peygamber, babasının küfür üzere ölmesini istemiyor ve onun için istiğfar edeceğini söylüyordu. Nitekim Mümtehine sûresinde onun bu temayülü şöyle belir­tiliyor : «Gerçekten İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin ipin gü­zel bir örnek vardır: Hani onlar, kendi kavimlerine, «Şüphesiz ki, sizlerden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan beriyiz (uzağız, sizinle hiçbir ilişiğimiz yoktur). Sizi (ve taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir olan Allah'a ibâdet edinceye kadar aramızda düşmanlık ve öfke sürekli olarak belirmiştir.» de­mişlerdi. Ancak İbrahim'in babasına : «And olsun ki senin için istiğfarda bulunacağım, ama Allah'tan sana gelecek hiçbir şeyin önüne geçmeğe sahip değilimdir.» dediği sözü müstesna.» [329]

İbrahim Peygamber verdiği sözünü tutarak babası için şöyle duada bulunmuştu: «Babamı da bağışla; çünkü gerçekten o (doğru yoldan) sap­mışlardandır.» [330]

İbrahim Peygamber böyleoe va'dini yerine getirdikten sonra babası­nın azılı bir Allah düşmanı olduğunu iyice anlayınca, hem onun için duâ ve istiğfar etmekten vazgeçti, hem de her türlü ilgisini kesip ondan uzak­laştı. [331]

 

Sakınılacak Şeyler, İlâhî Beyanla Bilinirler

 

«Allah bir mille­ti doğru yola çıkardıktan sonra, ne gibi şeylerden sakınmaları gerektiğini açıklamadıkça, onları doğru yoldan saptıracak değildir.»

Cenâb-ı Hakk'ın câri sünnetlerinden biri de, bir topluluk veya kavim ve millet doğru yolu seçtikten sonra, onlara ne gibi şeylerden sakınmaları gerektiğini açıklamadan, hükümlerini bildirmeden, onları doğru yoldan saptırmamasıdır... Çünkü helâl ve haram sınırlarını, âhîret alemiyle ilgili hususları, ilâhî yasakların ölçü ve anlamını insanlar yalnız akıl yoluyla seçip tesbit edemezler. Bu her yönüyle eğitim ve öğretim iste­yen önemli bir konudur. Dinin hükümleri din âlimlerince iyice açıklanıp ırŞat, öğüt, eğitim ve öğretim yoluyla öğretildikten sonra, sorumluluğun bütünü irşat edilip eğitilen kişilere yönelmiş olur. Artık ilâhî sınırları din-lemiyenfer,   «sapıtmışlıkla»   vasıflanırlar;   ilâhî  sünnet  gereği  o  kimseler dalâlete meyletmiş kabul edilir. Allah'a imân edilen bir ülkede, İmânın ge­reği olan Allah'ın buyrukları ve dinî hükümler hayat alanına ayak basan yeni kuşaklara öğretilmediği takdirde yalnız o kuşakların kınanması için ciddi bir sebep ortada yoktur. Sorumluluğun bir bölümü veya çoğu aile ve topluma yönelir. Allah belirtilen ortamda sadece eğitilmiyenleri değil, eğit-miyenleri de sapıklıkla vasıflandırır. İlgili âyetle bilhassa bu hassas nokta­ya dokunulmakta ve gereken uyarı yapılmaktadır.

O halde unutmamak gerekir ki, Allah'a inanılan bir ülkede, dinî eğitim­den mahrum yetişen kuşaklardan, o ortamdan niçin yararlanmadıkları, neden akıl ve idrâklarını doğruyu arayıp bulmakta kullanmadıkları sorula­caktır. Zira bulundukları bölgede Allah'a inananların bulunması, akıl ve vicdanı harekete geçirmede yeterli sebeplerden biridir. O halde teklif ça­ğına giren her kişi, Allah'ı bilip inanmakla mükelleftir. Dinî hükümleri öğ­reten kimseler bulunmadığı, bilgi veren kitapları temin etmek mümkün ol­madığı takdirde, onlar ahkâmı bilmediklerinden dolayı sorumlu tutulmazlar.

Ama çocuğun kalbine ve dimağına enjekte edilen ilk maya cok önem­lidir. İhmal edildiği takdirde, nesil ya inançsız yetişir, ya da kuru bir imân­la yetinmekle kalır. O bakımdan İslâm, sorumluluğun çoğunu aile ve top­luma yüklemiştir.

Gayri müslim bir ülkede doğup büyüyen kuşaklar, her ne kadar yeti­şip geliştikleri bölgenin rengini alır, inancını taşırlarsa da, haberleşme im­kânlarının arttığı, her türlü yayın organının yaygınlaştığı bir çağda, on­ların da akıllarını kullanıp gerçeği aramaları, mevcut dinler arasında bir mukayese yapıp daha doğru ve haklı olanını seçmeleri gerekir. Aksi halde, sorumluluğun çoğu onların aile ve çevrelerine yükletilse bile, kendileri de hiçbir zaman sorumluluktan kurulmayacaklardır. Çünkü hakikati arayıp bulabilecekleri kadar Allah kendilerine yetenek ve imkânlar vermiştir.

Özetliyecek olursak, konuyu üç maddede toplayabiliriz :

a)  Allah'a dosdoğru inanılan bir memlekette, fert, aile, toplum ve ilim adamları büyük bir sorumluluk altında bulunuyor. Yetişmekte olan kuşak­lara son dini öğretmekle yükümlüdürler. Yetişen kuşaklar da akıllarının erdiği kadar hakkı arayıp bulmakla mükelleftirler.

b)  Hıristiyan bir ülkede veya İsrâiloğulları arasında doğup yetişen ku­şaklar, mevcut dinler arasında bir mukayese yapmakla yükümlüdürler. En doğru ve en haklı olanı buluncaya kadar araştırmaları farzdır. Aksi halde kendileri de, aileleri ve bağlı bulundukları toplumları kadar sorumludurlar ve vebal altındadırlar.

c)  Küfür diyarında yetişen kuşaklar, daha çok akıllarından sorumlu

tutulurlar. Çünkü beşer aklı, bir yaratıcının mevcudiyetini arayıp bulabile­cek güçtedir. İslâmî hükümleri bilmediklerinden dolayı sorumlu değillerse de, bu hususta yazılan kitapları sağlamakta bir zorluk ortada yoksa, ih­mallerinden dolayı sorumlu tutulacaklardır.

Peygamber ve kitaptan habersiz bir ülkede yetişen kuşaklar, sadece kâinatı yaratıp düzen ve dengede tutan yüce bir yaratıcının mevcudiyetine inanmakla mükeleftirler. Bunun ötesinde bir sorumluluk yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, «Biz bir peygamber göndermedikçe azap ediciler de değiliz.» buyurmuştur, [332]O halde kitap ve peygamberden bütünüyle habersiz bir kavim veya topluluk, az önce belirttiğimiz gibi, sadece kalın çizgileriyle Cenâb-ı Hakk'ı bilmekle yükümlüdürler. Bunun dışında fazla bir sorumlu­lukları söz konusu değildir.

Tekrar edelim ki : İman eden veya öteden beri İslâmiyeti kabul eden ülkelerde yetişmekte olan kuşaklara dinlerini dosdoğru öğretmek gerek­lidir. Bunu yerine getirmeyenler, kuşakların işlediği ve işieyeceği günah­ların bir mislini yüklenmiş olurlar. [333]

 

Yorumlar                                  

 

EVVAH:

İbrahim Peygamber (A.S.) için kullanılan bir sıfattır. Kelime olarak bir­çok mânalara delâlet etmektedir:

a)  Fazla üzülüp hayıflanan,

b)  Endişe duyup çokça duâ ederek Allah'a yalvarıp yakaran,

c)  Yufka yürekli olup, fazlaca «ah!» çeken,

d)  Kendini Allah'a verip çokça duâ ve niyaz eden,

e)  Çok merhametli ve şefkatli olup Allah'ın kullarına acıyan,

f)  Şüpheden uzak, yakîn (kesin bilgi) derecesinde bilgi sahibi olan demektir. Son üç madde İbrahim Peygamber'in (A.S.) makam ve derece­sinin yüksekliğine daha çok yakışmaktadır. Allah daha iyisini bilir. [334]

 HALIM : Bu da İbrahim Peygamber (A.S.) için ikinci bir sıfat olarak kulîanılmıştır. Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın 99 isminden biridir. Sıfat olduğu zata nis-betle mana alır. O bakımdan İbrahim Peygamber'© nisbetle şu mânalara delâlet etmektedir:

a)  Nefsi, öfke/ heyecanının tesirinin dışında tutup kontrol etmek,

b)  Hisleri tahrîk eden olaylar karşısında aklın ve imânın yolunu seçip duygusal davranmamak,

c)  En üzücü olaylar karşısında sabırlı olup, yumuşak ve sakin davran­mak,

d) Ani karar vermekten kaçınmak, iyice düşünüp etraflıca inceledik­ten sonra neticeye varmak gibi mânalara gelir. [335]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, küfrü zahir olduğu halde tevbe ve istiğfar et­meden, dine yeniden dönmeden ölen kimseler için dua ve istiğfarda bu­lunmanın, cenaze namazlarını kılmanın caiz olmadığı belirtildi. İbrahim Peygamber'in (A.S.) müşrik olan babası için yaptığı duanın nedeni açık­landı. Sonra da doğru yolu bulduktan ve kendilerine dinî hükümler açık­landıktan sonra asıl büyük sorumluluğun başlayacağı bildirildi ve bütün kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğu ifade edilerek kullar için ayrı bir sı­nır çizildiğine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle İslâm dininin tertemiz atmosferi içinde bulunan­ların, Tebûk seferi hazırlıkları sürerken tutum ve davranışları, niyet ve azimleri konu ediliyor. Sıcaktan ve gıda yetersizliğinden şikâyetçi olup çıkmakta az bir tereddüt geçirenlerin affedildiği, diğer üç kişinin ise, uzun bir beklemeden sonra ilâhî mağfirete mazhar kılındıkları açıklanıyor ve böylece mevcut ortam içinde inananların sorumluluğuna atıflar yapılıyor. Arkasından da her hâl-ü kârda doğrularla beraber olmanın imânın gereği olduğu hatırlatılıyor. [336]

 

Meali:

 

117—  And olsun ki, mü'minlerden bir kısmının kalbleri kaymak üze­re iken Allah, Peygamberi (münafıklara izin verdiğinden dolayı affettiği gibi) sıkıntılı anda ona uyan Muhacirlerle Ansâr'ı tevbeye muvaffak kıl­dıktan sonra tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki O, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

118—  Ve geriye kalan o üç kişinin de, bütün genişliğiyle beraber (öy­lesine bunalmışlardı ki) yeryüzü onlara dar gelip, vicdanları için için on­ları sıkıp durduktan ve Allah'tan başka sığınacak bir (kapı) bulunmadığını kesinlikle anladıktan sonra eski hallerine dönmeleri için onları tevbeye muvaffak kıldı. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çokça kabul edendir ve O çok merhametlidir.

119— Ey imân edenler! Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakının ve doğrularla beraber olun.   

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğruluğa gerekli olun; çünkü doğruluk iyiliğe götürür, iyilik ise Cen-net'e ulaştırır. Adam hep doğru söyler ve doğruluğu seçip benimser de Al­lah yanında «doğru» diye yazılır. Yalandan kaçının; zira yalan ahlâksızlı­ğa götürür, ahlâksızlık ise (Cehennem) ateşine çekip götürür. Adam dur­madan yalan söyleye, söyleye ve yalanı benimseye, benimseye Allah ya­nında «yalanoı» diye yazılır.» [337]

«Kim yalan söylemeyi ve yalan ile amel etmeyi bırakmazsa, Cenâb-ı Hakk'ın o kimsenin (oruç tutup) yeme ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yok­tur.» [338]

 

Peygamberin (A.S.) Tevbesi

 

«And olsun ki, Peygamberi affetti..»

Mealindeki âyetin açık Anlatımından, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in tevbesinin kabul edildiği anlaşılıyor. Nitekim İbn Abbas (R.A.) bu tevbe-nin, «Allah seni affetsin veya affetti, neden onlara izin verdin?» mealin­deki 43. âyetle ilgili olduğunu söylemiştir. Ancak bu bir günah ve hatâdan dolayı değil, daha yararlı ve daha uygun olanı terketme sebebiyledir. Zi­ra tevbe, mutlaka günahtan dolayı yapılmazr daha az ibâdetten daha ço­ğuna yönelmek, az zikirden çok zikre önem vermek gibi hususlarda kü­çük bir ihmal veya aksatmadan dolayı tevbe edilerek Allah'a karşı mah­viyet ve teslimiyeti içten dışa aksettirme niyetini yansıtır.

İlim adamlarımızdan bir kısmı, Muhacirin ve Ansar'ın tevbelerinin ka­bul edildiği açıklanırken, onlara bir şeref ve bir ilâhî iltifatta bulunmak için, onlarla birlikte Peygamber (A.S.)   Efendimiz'in tevbesinin de kabul-buyurulduğu belirtilmiştir, diyerek Ashab-ı  Kirâm'ın şanına lâyık bir yo­rumda bulunmuşlardır. Nitekim Peygamber'e (A.S;) şeref, itibar ve iltifat

sunmak için Enfal sûresi 41. âyette, «Bilin ki (savaşta) elde ettiğiniz gani­metin beşte biri Allah içindir; Peygamber'e, yakınlarına, yetimlere, yoksul­lara ve yolda kalmışlara aittir.» buyurulmuştur. [339]

 

Muhacirin Ve Ansar'ın Tevbelerinin Kabulü

 

«Sıkıntılı anda Ona

uyan Muhacirlerle Ansar'e tevbeye muvaffak kıldıktan sonra tevbelerini kabul buyurdu.»

Bilindiği gibi, Tebûk seferi çok sıcak bir mevsime rastlamıştı. Yeterli gıda maddesi de yoktu. Küflenmiş hurma, kokuşmuş içyağı, güvelenmiş arpa unundan bile açlığı giderecek miktarda mevcut değildi. Üstelik Hu-neyn savaşından ve Tâif kuşatmasından da yeni dönülmüştü. Mücahitler henüz yorgunluklarını atmış değillerdi. Bir yandan da münafıkların moral bozucu propagandaları sürüp gitmekteydi. Bütün bu olumsuz ortam ve se­bepleri düşündüğümüzde durumun ne kadar nazik olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Münafıkların çoğu bu sefere katılmadı; bir kısmı ise, istemiyerek, sırf zevahiri kurtarmak için katıldı. Böylece o çok sıkıntılı anlarda Muhacirin ve Ansar'dan bir kısmının da kalbleri kaymaya hazır duruma geldi. Son anda Allah yardım etti de kendilerini bu kaymadan kurtarabildiler. Onla­rın pişmanlık duyup üzülmeleri, tevbeye muvaffak kılınmalarının belirtisi oldu. O sebeple Allah onların tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü Allah mü'-minlere çok merhametli ve çok şefkatlidir; yeter ki, onlar niyetlerini hâlis kılıp kalblerinin az da olsa kaymasından pişmanlık duysunlar..

Bu olay bize, bazı hallerde insanın nefsanî arzularının ağır basabile­ceğini, o yüzden kalblerin az veya çok Allah yolunda hizmetten geri kalıp başka bir cihete meyledebileceğini, ancak böyle anlarda tehlikeyi sezip pişmanlık duymanın ilâhî rahmetin tecellisine vesile olabileceğini hem ha­tırlatıyor, hem de öğretiyor. [340]

 

Geriye Kalan Üç Kişi

 

(Ve geriye kalan o üç kişinin......»

Onlardan biri, Resûlüllah (A.S.) Efendimizle beraber başta Bedir ol­mak üzere bütün savaşlara katılan ve İkinci Akabe bey'atında İslâm'a gir­miş bulunan Kâb b. Mâlik (R.A.) idi. Diğer ikisi ise, Bedir savaşına katılan bahtiyarlardan Mürare b. Rebi'â el-Ansarî ve Hilâl b. Ümeyye el-Vâkıfi'dir.

Tebûk seferine çok sıcak, kurak bir mevsimde, Kur'ân'ın tabiriyle sı­kıntılı anda veya dönemde çıkıldığı için imanlarında ve dindarlıklarında sa­mimi olan Kâb, Mürare ve Hilâl gibi mü'minler de gevşeklik gösterip se­fere katılmamışlardı. Katılmayan münafıkların ise, seksenin üstünde oldu­ğu söylenir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Tebûk seferinden şanla, şerefle dönünce sözü edilenlerden çoğu sefere katılmayıp geride kalmalarını hak lı sebeplere dayandırmak için birtakım yalanlar uydurdular, sonra da işin vehametini idrâk ederek pişmanlık duydular, tevbe ve istiğfarda bulunup Allah'tan bağışlanma dilediler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de olayın za­hirine göre hükmederek onları daha fazla kınamayıp affetti. Geriye kalan üç kişi ise, doğruyu söyleyerek hiçbir mazeretlerinin bulunmadığını, sade­ce bir yılgınlık, gevşeklik ve isteksizlik neticesi sefere katılmadıklarını açık bir dille anlattılar. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunlara, «Gidiniz Allah'ın emri gelinceye kadar evinizde bekleyiniz!» buyurdu ve Müslümanların, on­lar hakkında ilâhî emir gelinceye kadar, kendileriyle ilişki kurmamalarını tavsiye etti. Aradan elli gün gibi uzun bir süre geçtikten sonra 118. âyet indi ve böylece tevbelerinin kabul buyurulduğu açıklandı.

İslâm tarihinde bu önemli olay, gerçek mü'minlerle, içi nifak ve şi-kak dolu olan münafıkları birbirlerinden ayırt eden bir kıstas oldu. Herke­sin kaç kırat olduğu ortaya çıktı. Dost-düşman birbirinden farkedilir du­ruma geldi. O bakımdan gerek tefsîr, gerekse siyer kitaplarında Tebûk se­ferine çok geniş yer verilmiş ve olay bütün teferruatıyla nakledilmiştir. Biz sadece özetini vermeye çalıştık.

Alacağımız ders ve ibret:

Din, her zaman fert ve toplumun çelik zırhıdır. Ahlâk ve fazilet, sabır ve feragat bu zırhın halkalarını oluşturur. Yeterince din kültürü almamış, kalb ve vicdanını kutsal değerlerle donatmamış fert ve toplumlar, çok sür­mez kendi kendilerini tasfiye ederler. Tebûk seferine çıkıldığı zaman, bu düzeyde olanlar kendilerini gerçek mü'minlerden tecrit edip bir bakıma tasfiyeye tabi tuttular. Onun için ekonomik yönden sıkıntı içinde olan top­lum ve milletler yaşayabilmiştir, fakat din, ahlâk ve faziletten, her türlü kutsal değerlerden yoksun milletler fazla yaşayamamıştır. Çünkü kendi­lerini her türlü kötülük ve zararlı şeylerden koruyan çelik zırhı kuşanma-mışlardır. Mekke'de 13 yıl ölüm-kalım mücadelesi verip her türlü açlık, işkence ve sıkıntıya göğüs germesini bilen bir avuç Müslümanın çok geç­meden çeyrek asır içinde dünyanın en güçlü devletini oluşturdukları en tatmin edici misallerin başında gelir. Giyindikleri çelik zırh, her türlü taz-yika mukavemet edebilmiştir. [341]

 

Bir Başka Sınav

 

Yukarıda isimlerini belirttiğimiz üç kişi uzun bir süre ilgisiz kendi hal­lerine bırakılınca, olaydan haberdar edilen Gassan meliki, Kâb b. Mâlik'e şu mealde bir mektup yazıyor:

«Ey Ansar'ın ileri gelenlerinden Kâb b. Mâlik! Bize kadar ulaşan ha­berlere göre, senin yakın arkadaşın Muhammed, sana çok eza ve oefa ediyormuş. Oysa Allah seni zillet ve meskenet yurdunda ve bir kenara iti­lecek bir yerde (ülkede) yaratmamıştır. Bize gel, sana gereken bütün ilgi ve saygıyı gösterelim!.»

Kâb b. Mâlik (R.A.) bu mektubu alınca, «Bu da ayrı bir belâ ve imti­han!.» diyerek onu yırtıp ocağa attı. Allah ve Peygamberine olan samimi imânını bu gibi geçici makam ve şöhrete tercihte bir an olsun tereddüt etmedi. Onun için başına gelen sıkıntıyı, karşısına çıkan çetin sınavı ba­şarıyla neticelendirdi ve sonunda ilâhî gufran ve rahmete mazhar kılına­rak tevbesi  kabul edildi.

Bu olay bize çok önemli bir hususu telkin ediyor: Bazı istisnalar dı­şında hiçbir nîmet külfetsiz değildir; kaldı ki o nimet imân cevheri ve Ahi-ret mutluluğu olursa.. O bakımdan Allah'a dosdoğru imân eden mü'min-İerin karşısına birtakım zorluklar çıkabilir, üzerlerine sıkıntılar çökebilir, başlarına belâ ve musibetler gelebilir. Bütün bunlar birer sınav, birer de­neme mahiyetinde tezahür ederler. Elde edilen veya erişilen nimetin kül­fetsiz, sınavsız, karşılıksız olmadığını kalb ve kafalara neşter vururcasına işlerler. İmân ve irfanını her türlü geçici zevk ve heveslerin, makam ve şöhretlerin üstünde tutup olaylar karşısında sabr-u-sebat gösteren mü'-minlerdir ki, tarihin birçok dönemlerinde bağlı bulundukları toplum ve mil­let için rahmet olmuşlar ve isimleri anılmaya lâyık görülmüşlerdir. [342]

 

Olayın Askerî Ve Sosyal Yönü

 

Olayın toplum üzerindeki olumlu tesirleri ve elde edilen sonuçları ne­lerdir? İlk bakışta, sadece üç kişiyle ilgili bir tesir halkası gibi görünüyor­sa da aslında psikolojik yönden İslâm Devleti'nin sınırları içinde bufunan bütün müslümanları ve gayr-ı müslim vatandaşları tam bir disiplin altında tutacak, yalan ve yapmacık söz ve davranışlarla Allah'ı aldatmanın müm­kün olmayacağını isbatlayacak; İslâmiyetin doğruluk ve samimiyetten baş­kasını kabul etmeyeceğini ortaya koyacak; memleketin ve İslâm'ın gele­ceğini belirleyecek savaşın önemine bir defa daha dikkatleri çekecek; di-n'n, ahlâkın ve ülkenin selâmeti için savaşmıyanların İslâm'da yeri olma-

dığını ilân edecek çok kapsamlı bir hadisedir. NitekimTebük seferine ka­tılmayan münafıklarla ve birkaç mü'minle ilgili Kur'ân'ın geniş açıklama­da bulunmasının ve Peygamber (A.S.) Efendimiz'in kararlı, ciddi ve va­kur tutumunun, sözü edilen müsbet sonuçları doğurduğunu dost ve düş­man kabul etmektedir.

Olayın başka yararları :

a) Büyük davalar, büyük gayretler, sabırlı çalışmalar ister.

b)  Dünya ve Âhiret mutluluğunu va'deden İslâmiyet, mutlak fedakâr­lık bekler.

c)  Kur'ân'a göre, askerlik kutsal bir görevdir ve birçok hikmetleri içer­mektedir. Her mü'minin bu şerefli vazifeyi gönül rahatlığı, kalb yatışkan-lığıyla yerine getirmesi şarttır.

d)  Düşman büyük bir tehlike arzediyorsa, bunu önceden tesbit edip gereken bütün tedbirleri almak vaciptir. En küçük bir ihmal, büyük bir gü­nah doğurabilir.

e) Allah'a, Peygamber'e ve Âhiret'e dosdoğru imân eden mü'minle-rin savaş ve ölümden korkmadığını isbatlamak çok lüzumludur. Çünkü böy­le bir atmosferin oluşturulması düşmanın moralini bozar. [343]

 

İman Ve Doğruluk

 

«Ey imân edenler! Allah'tan kor­kup (kötülüklerden) sakının ve doğrularla beraber olun.»

İlgili âyetle münafıkların yalancı oldukları ve bazı mü'minlerin de du­rumlarını kurtarmak için yalan söyledikleri açıklandıktan ve İslâm'ın in­san unsuruyla ilgili asıl amacı belirlendikten sonra, bütün mü'minlere iki önemli husus emredilerek konu noktalanıyor:

a)  Allah'tan korkup her türlü yalan, dalkavukluk, yapmacık söz ve davranışlardan sakınmak,

b)  Ve ancak doğrularla beraber olmak..

İmân hiçbir zaman nifaka yer vermez; doğruluk hiçbir zaman yanlışla ve yalancılıkla arkadaşlık etmez. Kendini olduğundan başka göstermeye çalışanlar sadece budalalıklarını ortaya koymuş olurlar. O bakımdan ni­fak, imanın iflâsının; yalan, doğruluğu kaybetmenin görüntüsü sayılır.

Âyette birkaç incelik daha söz konusudur:

  Doğruluğun kaynağı hakiki imândır.

  İman, Allah korkusunun değişmiyen kapısıdır.

  Allah korkusu İse, iyi, doğru, yararlı ve faziletli olmanın değişmez terazisidir.

  Münafıkta hakiki imân bulunmadığı için o hep yalancıdır, ikiyüzlü ve sahtedir; dalkavuk ve riyakârdır. İmanı zayıf olanlar ise, bazan yalana meylederler, bazan kötülük işlerler; sonra da pişmanlık duyup dönüş yap­mak için mücadele verirler.

Nitekim Enfâl sûresinin baş kısmında hakiki mü'minlerin, Allah'ın hu­zurunda ve indirdiği âyetleri karşısında nasıl derin bir ilgi duydukları, ken­dilerine has iki sıfatla açıklanmış ve onu izleyen âyetler ise, o mü'minlerin diğer güzel vasıflarını belirterek hepsini sağlam imân doğrultusunda bü-tünleştirmiştir. Tevbe süresindeki 119. âyet ise, mü'minlerin o vasıflarını iki değer ölçüsüne irca' edip bir özet halinde gönüllere işlemektedir. [344]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Tebûk seferine katılmayan münafıklarla bazı mü'minler konu edinildi. Sırf uyuşukluk ve isteksizliklerinden dolayı sefere iştirak etmiyen ve sonra derin bir pişmanlık duyup tevbe edenlerin affe­dildiği açıklandı. Sonra da imânın iki önemli semeresi üzerinde duruldu : Takva ve doğruluk.

Aşağıdaki âyetlerle itibarlı, şerefli, hür ve müstakil bir devlet olma hüviyetiyle ortaya çıkan İslâm Devleti'nin temeli en sağlam şekilde atılır­ken ve kötü niyetli düşmanlarının gözü korkutulurken Medine halkına ve çevresindeki bedevilere savaşa katılmamanın hiç yakışmıyacağı belirtiliyor. Çünkü kurulan bu kutsal devletin ilk nîmet ve şerefinin onlara ait olacağı­na işaret edilerek iyi düşünmeleri isteniliyor. Allah yolunda atacakları her adımdan, aşacakları her vadiden dolayı kendilerine büyük mükâfat ve se­vap verileceği müjdeleniyor. Sonra da düşman savaş için seferber olunca, mü'minlerin de topyekûn savaşa çıkmaları, ancak ülkenin ilim ve irfa­nına hizmet eden ilim adamlarının bundan istisna edilmeleri bildiriliyor. [345]

 

Meali:

 

120—  Medine halkına ve çevresindeki Bedevilere (savaşta ve diğer umumu ilgilendiren konularda) Allah'ın peygamberinden geri kalmaları ve kendilerini tercih edip Peygamberden yüzçevirmeleri yakışmaz ve yaraş­maz. Bu böyledir; çünkü onlara, Allah yolunda bir susuzluk veya yorgun­luk veya bir açlık sıkıntısı; kâfirlerin öfkesini kabartacak bir yere" ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarıya nail olmaları karşılığında mut­laka kendilerine iyi-yararlı bir amel yazılır. Şüphesiz ki Allah iyilerin mü­kâfatını zayi'etmez.

121—  Onlar küçük olsun, büyük olsun (Allah yolunda) bir şey harca­maya görsünler ve (Allah yolunda) bir vadiyi kat'etmeye dursunlar mutla­ka Allah, işleyegeldikleri (iyi-yararlı) şeylere daha güzeliyle karşılık ver­mek için onlar adına (amelleri) yazılır.

122—  Mü'minlerin toptan (hiç kimse geriye kalmamak şartıyla) sava­şa çıkmaları uygun olmaz. Her grup (kabile) savaşa çıkarken kendilerin­den birkaç kişinin dinî ilimleri Öğrenmeleri ve geri döndükleri zaman sa­kınırlar diye kavimlerini bu hususta uyarmaları (onlara öğrendiklerini öğ­retmeleri) gerekmez mi?

123—  Ey imân  edenler!  Kâfirlerden  (coğrafî bakımdan)  size yakın olanlarla savaşın. Onlar sizde sertlik ve üstün gayret görsünler. Bilin ki, Allah (kötülüklerden ve adaletsizlikten) sakınıp korunanlarla beraberdir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Mekke'nin fethinden sonra artık hicret dönemi sona ermiş oldu. Bun­dan böyle Mekke'den yalnız cihâd amacıyla ve (fazîletlere erişmek) niye­tiyle çıkılabilir. O halde (devlet) cihada çağırdığında hemen hazırlanıp çı­kınız.» [346]

«Allah yolunda savaşan mücahidin misali -ki Allah kendi yolunda sa­vaşanı daha iyi bilir- gündüz oruç tutup geçe namaz kılan kimseye ben­zer. Allah kendi yolunda savaşan mücahit için, ya onu, şehit düşmesiyle Cennet'e koymayı, ya da onun sevapla veya ganimetle beraber salimen dönmesini, üzerine bir hak olarak almıştır.» [347]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sıkıntı içinde kıvranan orduya yardım için ashabını teşvik eder mahiyette bir konuşma yaptı. Hz. Osman (R.A.) «Yüz deveyi üzerindeki semeriyle, çuluyla birlikte (orduya yardım olarak) söz veriyorum», dedi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz biraz daha teşvikte bulu­nunca, Hz. Osman (R.A.), «yüz deveyi daha üzerindeki semeriyle, çuluyla birlikte söz veriyorum», dedi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz üzerinde bulun­duğu minberden bir basamak aşağı inerek biraz daha teşvikte bulununca, Hz. Osman (R.A.), «Yüz deveyi daha üzerindeki semeriyle, çuluyla birlik­te söz veriyorum», diye ilâve etti. Resûlüllah (A.S.) buna çok sevindi ve şöyle buyurdu : «Bundan böyle Afvan oğluna işleyeceği hiçbir amel zarar vermez» diyerek bu cümleyi birkaç defa tekrarladı. [348]

 

Merkezin  Çevreye Tesiri

 

«Medine halkına ve çevresindeki bedevilere (savaşta ve diğer umumu ilgilendiren konularda) Allah'ın Peygamberinden geri kalmaları ve kendilerini tercih edip Peygamberden yüzçevirmeleri yakışmaz ve yaraşmaz.»

Kur'ân böylece İslâm devlet otoritesinin başarıyla hedefine ulaşmasını sağlamak için ilâhî emir ve tavsiyeleri yer yer sırası geldikçe açıklamakta ve uygulanacak idarî sistemin ölçüsünü vermektedir.

Merkezde otorite sağlayamayan merkezî hükümetin, çevreyi disiplin altına alması çok zor, hattâ bazan imkânsızdır. Özellikle yeni kurulan İs­lâm Devleti için böyle bir durum çok sakıncalı sonuçlar doğurabilirdi. O nedenle Medine ve çevresindekilerin gerek savaşta, gerekse kamuyu il­gilendiren din ve devlet işlerinde Peygamber'den (A.S.) geri kalmaları ve kendi nefislerini tercih etmeleri hiç, ama hiç uygun görülmemiştir. Bu, şüphesiz ki bir uyarıdır. Önce merkez ve yakın çevrenin disiplin altına alı­nıp idarî otorite kurulmasının gereğine açık bir işarettir. Nitekim bu konu­da inen âyetlerin ışığı altında Hz. Peygamber'in (A.S.) tutum ve plânı bü­tünüyle sözü edilen doğrultuda uygulamaya konulmuş ve kısa zamanda çok olumlu neticeler alınmıştır. Münafıkların kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesiyle maskelerinin düşürülmesi, üç kişinin iki aya yakrn bir süre toplumdan kopuk duruma getirilmesi bunun açık misallerinden biridir.

O halde İslâm Devletinde her dönem ve devirde idarî otorite ve di­siplinin önce merkezde sağlanması ve sonra çevreye uygulanması şarttır. Aksi halde başarılı olmak çok zordur. Denge, düzen, adalet ve eşitlik sağ­layan böyle bir uygulamanın manevî mükâfatı ise, Kur'ân'da ifadesini bul­muştur: «Şüphesiz ki Allah iyilerin mükâfatını zayi' etmez.» [349]      

 

İyi Amele Daha Güzeliyle Karşılık Vermek

 

«Mutlaka Allah'ın, işleye geldikleri

(iyi-yararlı) şeylere daha güzeliyle karşılık vermek .için onlar adına (amel-leri) yazılır.»                                                                             

Devlet yapısında düzen ve dengenin, disiplin ve otoritenin sağlanma­sına, düşmana karşı savaş için her türlü yardım ve fedakârlığın ortaya konulmasına karşılık iki ayrı mükâfat söz konusudur ki, biri diğerinden güzeldir:                                                                                                      

a)  Dünya'da Allah'ı bilen, O'na kulluk eden ve insanları bu yola irşat etmenin feyizli ürünlerini veren şerefli bir millet olarak yaşamak,

b)  Allah ve din düşmanlarının başlarını eğdirerek zulüm ve tuğyanı durdurmak ve böylece Âhiret'te Allah'ın hoşnutluğunun mutlu semeresine nail olmak..

Mü'minin anlayıp benimseyeceği bu mükâfat ve şeref ne güzel!. Kâ­firin bunu idrak etmemesi ise ne hazin!. [350]

 

Hep Birden Savaşa Çıkmak

 

«Müminlerin toptan (hiç kimse geriye kalma­mak şartıyla) savaşa çıkmaları uygun olmaz....»

İslâm Devleti'nin sağladığı disiplin, başarı ve mükemmel idarî sistem müsbet sonuçlar verirken, artık 120. âyette ifadesini bulan ilâhî uyarı kar­şısında hic kimsenin savaştan geri kalması düşünülemezdi. Çünkü gereken imân ve irfanın yamsıra, muhtaç olunan merkezî otorite sağlanmış, çevre de bu otoritenin kapsamına sokulmuştu. O halde bir savaş anında durum ne olacaktı? İlim adamlarının, talebe ve medreselerin tatile girmesi mi ge­rekecekti? Cenâb-ı Hak ilgili 122. âyetle ilim adamlarının savaşlarda yok olmaması, ilim yuvalarının kapanmaması ve toplumu eğitip yetiştiren be­yinlerin rahat hizmet görebilmesi İçin mü'minlerin toptan savaşa çıkma­larının uygun olmadığını beyan buyurarak bu hususta izlenecek yolu be­lirledi. Böylece öğretim ve eğitim verilen her dalda görevli ilim adamları­nın savaşa katılmayıp öğretim ve eğitimlerini sürdürmeleri ve savaştan dönenlere doğru yolu gösterip gereken uyanda bulunmaları, kıyamete ka­dar geçerli bir hüküm olarak kalmıştır. Bazı istisnaî durumlar bu kaideyi değiştirmez. Böylece Tevbe sûresinin 122. âyeti, 36. âyetini tefsîr edip açıklık getirmektedir. [351]

 

Dinî İlimleri Tahsil Edenlerin Durumu

 

«Dinî ilimleri öğrenmeleri...»

Âyette dini öğrenmeleri, dinde bilgi sahibi olmaları, dinî ilimleri öğ­renmeleri anlamlarına gelen bir cümle kullanılmıştır. Önce şunu hatırla­talım ki, «dinî ilimler» denilince, sadece fıkıh, tefsîr ve hadîs hatıra gel­memelidir. Çünkü dinde esas olan bu üç ilim dalı, ilgili bulundukları diğer ilim dallarını da içermektedirler. Fıkıh: Hukuk, ahlâk ve inanç konularını; Tefsîr ve Hadîs: Hem yukarıdaki konuları, hem de tıp, astronomi, matema­tik, botanik ve benzeri konuları kapsamaktadır. O halde genel seferberlik hallerinde bile hocalık yapan ilim adamları ile, ilim tahsîl eden talebenin savaşa katılmamaları prensibi konulmuştur. Zarurî haller birer istisna teş-kîl eder. Bundan savaşa katılmanın farz-ı kifaye olduğu hükmü çıkıyor, yani ülke halkının bir kısmının savaşa katılmasıyla diğerlerinden bu farz kalkmış oluyor. Ancak çok tehlikeli zamanlarda ilim adamları dışında eli silâh tutan herkesin savaşa katılması farzdır. Böyle durumlarda ilim ada­mı olmaya namzet talebenin de katılmamasının daha uygun olacağını sa­vunanlar ise, ekseriyettedir.

Diğer önemli bir husus da şudur: Savaştan dönenleri haksızlık, şıma­rıklık ve bilgisizlikten kurtarmak için din âlimlerinin irşat ve uyarı göre­vinde bulunmalarının vacip olduğu bil-icma' kabul edilmiştir.

Görülüyor ki, ilimle ikiz kardeş olan İslâm, savaş günlerinde bile müm­kün olduğu sürece okulların açık tutulmasını, ilmî çalışmaların sürdürül­mesini emretmiştir. Gericilik İslâm'da değil, onu gericiliğin aracı olarak görenlerin anlayış ve zihniyetindedir.

Sonra da ilgili âyetle İslâm'ın hedef ve amacı gayet güzel biçimde özetlenmiştir. Şöyle ki, İslâm ilmi esas kabul etmiş, savaşı arızî görmüş ve ancak zulüm ve tuğyanı durdurmak, fitne tohumlarını saçanları tesirsiz hale getirmek için silâh kullanılmasına cevaz vermiştir. Savaşa çıkıldığın­da, her eyalet ve bölgeden bir grup insanın dinî ilimleri öğrenip öğret­mesini belirlemesi ise, ilmi her sınıf ve bölgeye sunmakta, onu her kabile ve eyaletin ortaklaşa malı olarak vasıflandırmaktadır. Bir kabile veya böl­geye dinî ilimlerin kapısını açıp, diğerine açmamak suretiyle bir adaletsiz­lik getirmemiş, bu konuda da fırsat eşitliğine imkân tanımıştır. [352]

 

Yakın Komşu, Kabile Ve Milletlerle Savaş

 

«Ey imân edenler! Kâfirlerden (coğrafî bakımdan) size yakın olanlarla savaşın. Onlar sizde sertlik ve üstün gayret görsünler.»

İslâm'ın kendini güven içine alması ve büyük güç haline gelmesi, cay­dırıcı bir kudret taşıması için uyguladığı usûl ve çizdiği yol, merkezden dışa genişleme amacına yöneliktir ve beş kademede uygulama alanı budur:

1__ Önce ruhlarda silinmez izler bırakacak vasıfta şuurlu mü'min ye­tiştirip fedakâr, cefakâr, hakbilir, hukuk tanır bir kuvvet oluşturmak.

2—  Sonra insanlıktan, iyi ahlâktan ve fazîietten yana en güzel bir ha­yat düzeni kurup gayr-i müslimleri imrendirmek ve hayranlıklarını kaza­nıp çevre kabile ve bölgeleri savaşsız, kansız ve kavgasız bir atmosfer içinde İslâm'a ısındırmak; davet ve irşadı bu ölçüler içinde sürdürmek.

3— Oluşan kuvvet ve ortamı devlet murakabası altında tutup zalim ve münafıkları, inkarcı azgın ve saldırganları yıldırmak.

4—  İç güvenlik, asayiş, kardeşlik ve otorite sağlandıktan sonra yakın komşu kabile ve milletlerden İslâm'a karşı olup savaş niyeti taşıyanlarla veya Müslümanlarla savaşmak isteyen kabile ve millete yardımcı olmayı plânlıyanlarla savaşmak.

5—  Çemberi genişletip her geçen gün orduyu güçlendirmek, komşu ülkeleri tesirsiz hale getirdikten sonra diğer büyük devletlere kendi kuv­vet ve kudretini tanıtmak için politik bir hava içinde çeşitli yollara ve va­sıtalara başvurmak. [353]

 

Meali:       

 

124—  Bir sûre indirildiğinde, içlerinden kimisi,  «bu  sûre hanginizin imânını artırdı?» diyerek (ilâhî vahyi küçümserler). İmân edenlerin ise imâ­nını artırmıştır ve onlar (bununla) sevinip müjdelenirler,

125—  Kalblerinde hastalık bulunanlara gelince :   Onların   murdarlık­larına murdarlık katıp artırmıştır ve onlar kâfir oldukları halde ölmüşler­dir.

126—  Onlar her yıl bir veya iki defa fitneye uğradıklarını görmüyorlar mı? Sonra da tevbe etmiyorlar ve onlar ibret ve öğüt de almıyorlar!

127—  Bir sûre inince, «sizi bir kimse görüyor mu?» diye birbirlerine bakarlar, sonra da ayrılıp giderler. Allah onların kalblerini (imân ve irfan­dan) döndürmüştür. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.

 

Münafıkların Bîr Başka Çirkin Davranışı

 

İnançsızlık, kin ve nefret insanı ahlâksızlığa, haksızlığa iter, bir bakıma saldırgan yapar. Tevbe sûresi, şüphesiz ki son inen sûrelerden biridir. İslâm Devleti'nin kurulup kök saldığı, kendini iyice savunma durumuna gelip sa­vaşacak kuvvetini oluşturduğu bir döneme rastlar. O bakımdan sûre, sa­vaşın önemini yeterince açıklar ve uygulanacak stratejiyi belirleyip izlene­cek politikaya yer yer dikkatleri çeker. Sonra da münafıkların iç yüzünü, tutum ve darvanışlarını bir bir belirterek, mü'minle münafığı, inanmışla in­karcıyı kesin çizgilerle ayırt eder. Nitekim Tebûk seferi bu hususta tam bir kıstas ve mehenk olmuştur.

Yukarıdaki âyetlerle münafıkların nifak ve şüphelerinin ürünleri teş-hîr edilirken, onların son derece idraksiz ve anlayışsız bir topluluk olduk­ları anlatılıyor. O bakımdan inen âyet ve sûrelerin bazı kalblerde imân ve irfanı artırırken, bazısında kin ve nifakı çoğalttığına atıf yapılarak nifakın nasıl bir iç hastalığı, tedavisi zor ruhî bir maraz olduğuna işaret ediliyor. İlâhî beyâna gönül kapılarını açık tutup ruhlarını ve kafalarını aydınlatan mü'minler ise övülüyor.

Böylece inen her sûre ve âyet mü'minlerin imân ve irfanını artırırken ve geniş bir ferahlık duymalarına neden olurken, münafıkların ise kalble­rinde nifak ve şüphe hastalığını artırmıştır. İkiyüzlü döneklerin murdarlık­larına murdarlık katmış, maskelerinin iyice düşmesine sebep olmuştur.

Kur'ân'ın bu belîğ beyânını incelediğimizde, inen her sûrenin mü'mine iki yarar, münafığa ise iki zarar getirdiğini anlıyoruz: Mü'minin bilgisini, ilgisini, imân ve irfanını artırıyor; ilâhî lütuf ve rahmete erişmenin derin zev­kini tattırıyordu. Münafığın ise, inkâr ve şüphesini, nifak ve şikakıni artırı­yor, bir kısmının küfür üzere ölme bedbahtlığını bir bakıma hızlandırıyordu. [354]

 

Kalbde Başgösteren Hastalık

 

«Kalblerinde hastalık bulunanlara gelince...»

Beşer kalbinde meydana gelen öyle hastalıklar vardır ki, çoğunu te­davi etmek mümkündür. Ama inkâra dayalı, nifak suyuyla sulanan bir hastalık vardır ki, onu iyileştirmek, hiç değilse zararsız hale sokmak çok zordur. İşte yukarıdaki âyetle bu hastalığa parmak basılıyor: Zâhîrî mur­darlık nasıl rahatsız edip taşıdığı mikroplarla insanı ölüme adım adım iti­yorsa, bâtınî yani manevî murdarlık da ruhu ve vicdanı kirletip rahatsız eder ve sonunda hakkın ışığını alamıyacak şekilde karartıp silik ve sönük hale getirir.Onun için hemen her dönem ve cağda inkâr imanla, bâtıl hakla; nifak ise esenlik, iç ve dış düzenle savaş halinde olmuştur. Sünnetullah gereği, bunlardan her biri karşıtıyla yüzyüzedir. İmân gelmeyince inkâr, hak gel­meyince bâtıl, doğruluk ve düzenlik gelmeyince nifak ve şikak gitmez. Bunların gelmesi ve kalb alanını ele geçirmesi, çok güçlü, kararlı ve sabır­lı olmalarına bağlıdır; diğer yandan kalbin bunları kabul edecek şekilde eğitimle, öğretimle, irşat ve öğütle hazır duruma getirilmesi gereklidir.

Münafıklar ilâhî beyân ve irşada, Resûlüllah'ın (A.S.) tebligat ve öğüt­lerine kulaklarını tıkadıkları içindir ki, hastalıkları şifa buiacak yerde art­mış ve inen her sûre ve âyetle hastalık grafiklerinde bir yükselme kayde­dilmiştir. [355]

 

Hakkın İki Alanı Vardır

 

Hakk'ın ve ona teslimiyet gösteren dosdoğru imânın, biri fertlerin, di­ğeri toplumun iç yapısında iki alanı vardır. Ferdin kalbine, akıl, idrâk, ir­fan ve vicdan kanallarından hakkın sesi, imânın nuru girecek olursa, inkâr ve bâtıl orayı terketmek zorunda kalır. Toplum yapısına böylesine şuurlu fertlerden oluşan cemaat kanalıyla girerse, alanı ele geçirip çevreye hâ­kim olma durumuna gelir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, risalet yıllarında bu iki alanla ciddi bi­çimde meşgul olmuş ve Mekke'de daha çok fertlerin gönüllerine hakkın neşterini vurarak onları inkâr ve inat çoraklığından kurtarmayı plânlamış; ö nedenle çetin mücadeleler vererek hakkın sesini küfür diyarında duyu-rabilmiş, ama toplumdan yana alanı ele geçirme şansına erişememişti. Medine'de her iki alana birden yönelme imkânı doğmuş ve ikisi paralel şe­kilde yürütülerek başarılı sonuçlar elde edilmiştir.

Medine'deki toplum yapısındaki alan, hak ve imânın temsilcileriyle doldurulunca, inkarcılarla münafıklar o alanı terkedip köşeye sıkışmak zorunda kalmışlar ve böylece hareket sahaları daraldıkça daralmış; inen her sûre, İslâm'a giren her kabile ve aileden nefret duymaya, rahatsız ol­maya başlamışlardı. O nedenle inen her sûre onların iç murdarlığına bir yenisini katmış ve şifa bulamıyacak ruhî maraz halinde müzminleşip kal­mıştır. «Kalblerinde hastalık bulunanlara gelince: Onların murdarlıklarına murdarlık katıp artırmıştır ve onlar kâfir oldukları halde ölmüşlerdir.» mealindeki 125. âyet sözü edilen gerçeği bütün açıklığıyla yansıtmaktadır. [356]

 

Yılda Bir, İki Sınav

 

 «Onlar her yıl bir veya iki de­fa fitneye uğradıklarını görmüyorlar mı? Sonra da tevbe etmiyorlar ve on­lar ibret ve öğüt de almıyorlar!»

Hayat sınavlarla doludur. Başlangıç noktasıyla bitiş noktası arasında zikzaklı bir yol çizip ömür sermayesini harcayarak ilerleyen insan, her zikzakta çetin bir imtihanla karşılaşır. Ancak unutmamak gerekir ki, bu yoldaki deneme ve sınavlar çok değişik görüntüler arzeder: Kimine şeh­vetle, kimine mal ve servetle, kimine makam ve yetkiyle, kimine âdet ve gelenekle, kimine tahsil ve bilgiyle, kimine hazır imkânlarla, kimine de sı­kıntı ve yoklukla tezahür eder. Kimini hastalık, kimini savaş, kimini açlık ve sefalet, kimini mal ve cana gelen musibet karşılar. Başarılı olmanın yol ve yöntemi, kâinatı sonsuz kudretinin tezahürüyle yaratıp belli ve de­ğişmez kanunlarla yöneten Allah'ın varlığının belgelerini, hikmet ve ilminin damgalarını görüp inanç ve inkârın, hak ve bâtılın, sağlık ve hastalığın, fakirlik ve zenginliğin nisbî ve izafî olduğunu bilip idrâk etmek ve bu id­râk içinde Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine teslimiyet göstermektir.

Şüphesiz ki, küfür ve nifakta, haksızlık ve zulümde inatla ısrar eden­ler bu idrâktan yoksundurlar. Kur'ân'da bu gerçeğe temas edilerek gere­ken uyanlar yapılmaktadır. Özellikle 126. âyet en vecîz bir anlatımla in­sanları uyararak Hakk'a dönmelerinin tek çare bulunduğuna işaret etmek­tedir. [357]

 

Kalblerin Ters Dönmesi

 

 «Allah onların kalblerini (imân ve irfandan) döndürmüştür. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.»

Akıl ve idrâklerini, vicdan ve insaflarını hisleriyle külleyen; gerçeğe inkâr gözlüğüyle bakan kâfirler ve münafıklar, kalb ve kafalarını ilâhî fü-yuzata karşı hep kapalı tutarlar. Böylece ne hakkın rahmet sesini, ne ir­fanın parlak ışığını duyar ve görürler. Çünkü kalb ve kafaları ters dönmüş­tür, yaratıldıkları amaç ve hikmetin aksi istikametine yönelmiştir.

Bunu şu fiziksel olaya benzetebiliriz: Su içinden bakan bir göz, dıştakı cisimleri çok kısalmış olarak görür. Çünkü su yüzeyine 180°Mk bir açı içinden gelen bütün ışınlar su içine 97°lik bir koni yaparak girer. Bir de ışinları su yüzeyine 10° lik bir açı ile gelen cisimler o derece biçimi bozulmuş o'arak görülür ki, bir bakıma tanınmaz olur. Ayrıca göz, denizsuyu-na değecek şekilde denizaltı dünyasına baktığında munzara bulanık ve de­formedir.

İşte inkâr ve nifak da insanın kalb gözünün önünde bir bakıma deniz suyu gibidir. Bununla temas halinde olan kalb gözü, bütün berraklık ve netliğine rağmen hakkı bulanık ve deforme olarak görür. Fizikte câri olan bu kanun, mânada kalb içinde de câri kanunlardan biridir. [358]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle kalblerinde nifak hastalığı bulunan ikiyüzlü dö­neklerin inen Kur'ân sûreleri karşısında inkâr ve inatlarının arttığına te­mas edildi. Onların aksine, inen her sûre ve âyetin gerçek mü'minlerin imân ve irfanını artırdığı belirtildi. Kalblerinde inkâr ve nifak hastalığının, hak­kı bulanık ve deforme gördüğü, bu yüzden sadece murdarlıklarının arttığı, ilâhî teşhîs anlamında açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Peygamber (A.S.) Efendimiz'in mü'minlerden ya­na ne kadar merhametli ve şefkatli olduğuna temas ediliyor ve O'nun dört sıfatı bir dizi halinde sıralanarak ilâhî rahmet ve inayeti yansıtma özelli­ğini kendinde taşıdığı çok duyarlı bir anlatımla işleniyor; sonra da inkâr ve nifakta ısrar edip haktan yüzçevirenlerin bu tür düşünce ve davranış­larının daha çok kendi aleyhlerine birtakım sonuçlar doğuracağına işaret­le Allah'ın Hz. Muhammed'in (A.S.) yegâne yardımcısı olduğu, hiç kimse Ona inanmasa bile, Allah'ın Ona kâfi bir vekîl bulunduğu ilân edilerek sû­re noktalanıyor. [359]

 

Meali:

 

128—  And olsun ki size sizden bir Peygamber geldi. Meşakkat ve sı­kıntıya uğramanız ona ağır gelir; (doğru yolu bulup imân nimeti içinde hayra yönelmenizi) çok arzu eder, mü'minlere karşı çok şefkatli, çok mer­hametlidir.

129—  Buna rağmen yüzçevirirlerse, de ki: Allah bana yeter; O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur; ancak O'na güvenip dayanırım. O, büyük Arş'ın sahibidir.

 

İlgili Hadisler

 

«Âdemoğulları kuşağının en hayırlısından seçilip gönderildim. Bu ha­yırlı kuşaklar birbirlerini izleyip durdu, tâki mensup olduğum kuşağa ka­dar sürüp geldi,» [360]

«Şüphesiz ki Allah Kinane'yi İsmail oğullarından seçti; Kureyşi de Ki-nâne'den seçip çıkardı. Kureyş'ten de Hâşim oğullarını seçip çıkardı. Be­ni de Hâşim oğullarından seçip çıkardı.» [361]

«Benim beş ismim vardın Ben, Muhammed'im, Ahmed'im. Ben, Al­lah'ın (beni vasıta kılarak) küfrü mahvettiği Mâhiy'im; ben, Allah'ın beni insanların önünde hasredeceği Hâşır'im; ben benden sonra (beni) takip edecek peygamber olmayan Âkim'im (peygamberler zincirini tamamlayan en son halkayım).» [362]

«Bâtıldan uzak, hakka yönelik koskolay bir din ile gönderildim.»[363]

«Şüphesiz ki bu din kolaylıktır; onun şeriatının tamamı da kâmil an­lamda kolaylık ve esenliktir; Allah'ın müyesser ettiği kimseler için de ko­laylığın kendisidir..» [364]

«Âdem'den tâ babam-anam beni doğuruncaya kadar hep nikâhtan (doğup) çıktım, zinadan (doğup) çıkmadım. Cahiliye sifah (zina ve haya-sizlığı)ndan bana bir şey dokunmadı.» [365]

«Sizi Cennet'e yaklaştıracak ve Cehennem'den uzaklaştıracak ne var­sa hepsini açıklamış bulunuyorum, geriye bir şey kalmamıştır.» [366]

 

Peygamberimizin (A.S.) Hoşgörüsü

 

Ebû Hüreyre (R.A.) anlatıyor:

— Bedevilerden biri. Peygamber {A,S.) Efendimize gelerek, kendisine yardım edilmesini istedi. Peygamber (A.S.) Efendimiz bir şeyler verdik­ten sonra ona : «Sana iyilikte bulunabildim mi?» diye sordu. O da : «Ha­yır, ne iyilikte bulundun, ne de iyi davrandın», diyerek sert bir cevap ver­di. Bunun üzerine Müslümanlardan bir kısmı o bedevinin üzerine yürü­mek istedilerse de Resûlüllah (A.S.) onlara engel oldu ve kalkıp evine git­ti, az sonra da o bedeviyi çağırıp ona : «Sen bize gelip bir şeyler istedin. Biz de sana verdik, bununla beraber dediğini dedin!» buyurduktan sonra bir miktar daha ona yardımda bulundu ve arkasından ona şöyle buyurdu: «Sana iyilikte bulundum, değil mi?» O da, «evet, Allah seni de, ev halkını da, aşiretini de mükâfatlandırsın!» diye duâ etti. Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz ona : «A bedevi! önce böyle demedin. O yüzden arkadaşlarım sana kızdılar. Kalk da onlara gidelim, burada dediğin sözleri onların yanında da söyle ki, sana karşı kalblerindeki soğukluk kalkmış olsun», diyerek tavsi­yede bulundu. Bedevi kabul etti ve ashabın yanına gelerek aynı şeyleri tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz ashabına dönerek şöyle buyurdu : «Doğrusu benimle o bedevinin durumu, devesi ürküp ka­çan adamın durumuna benzer. Halk ona yardımcı olmak için deveyi iz­leyince, deve büsbütün ürküp kaçmış. Sahibi onlara: «Benimle devemi baş-başa bırakıp siz aradan çekilin. Çünkü ben ona daha şefkatliyim ve huyu­nu da daha iyi bilirim», demiş ve kendisi bir tutam ot alıp devesine seslen­miş; böylece devesi ona dönüp gelmiş; o da nevalesini ona yükleyip (yoluna devam etmiştir). Eğer o bedevinin sözüne karşı size uymuş olsaydım, herhalde o Cehennem ateşine girerdi.» [367]

 

Sizden Size Bir Peygamber Gönderdi

 

«And olsun ki, size sizden bir peygam­ber geldi...»

Allah'ın insanlara ilâhi buyruklarını tebliğ ve onları doğruya irşat et­medeki câri sünnetlerinden biri de, onların içinden lâyık gördüğünü seçip risalet göreviyle görevlendirmesidir. Bunun birçok sebep ve hikmetleri söz konusudur ki, onları şöyle özetliyebiliriz :

a)  İnsan aklının ve idrâkinin ölçüsünü belirleyip ortaya çıkarmak,

b)  Daha iyi anlaşıp kaynaşmalarını sağlamak,

c)  Ruhlardaki cevherin ölçü ve değerini izhar etmek için peygamber­ler insanlardan seçilip gönderilmiştir.  Meleklerden seçilip gönderilseydi, gaybe imânın gerçek değeri anlaşılmaz, bir bakıma o değer ortadan kal­kar; beşer aklının kıymeti belirsiz olurdu.

O bakımdan, ölenlerin ruhlarıyla mülakatta bulunmaya kapı acık tu­tulmamış, Peygamberler ve yüksek derecedeki velîler dışında kimselere böyle bir yetki verilmemiştir. [368]

 

Peygamberler, En Asil Ve En Şerefli Ailelerden Seçilirler

 

Âyette, Peygamber'in (A,S.) insanlardan ve aynı zamanda ruhlarında­ki ezelî mayalarıyla Allah'a dosdoğru imân etme yeteneğini kendinde taşı­yan asil kişilerden gönderildiği açıklanıyor. Cenâb-ı Hakk'ın bu konudaki bir diğer sünnetine işaret edilerek insanlar arasından peygamber seçilir­ken, en asil, en şerefli ve en iffetli, dürüst, ahlâklı ve faziletli ailelere o rah­metin yöneldiği haber veriliyor. Böylece gönderilen peygamber, içinde do­ğup büyüdüğü çevrenin güvenini kaybetmesin ve geçmişiyle kınanıp ayıp­lanmasın diye ilâhî tedbir ve takdir uygulanır. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Allah'ın bu ezelî sünneti gereği, Mekke'nin en asil kabi­lesi Kureyş'ten ve en iffetli, soylu ve faziletli hanedanı sayılan Hâşim oğul-

larından seçilmiştir. Onun için hiçbir Mekkeli Ona soy, şeref, asalet, fa-zîlet ve doğruluk hususlarında dil uzatamamış ve ayıplayacak açık bir ta­rafını bulamamıştır. Kur'ân'ın 10. sûresi, 16. âyetinde bu inceliğe temasla şöyle buyurulmuşîur: «Elbette bundan önce aranızda bir ömür bulundum; artık aklınızı kullanmaz mısınız?»

Konunun  baş  kısmında  naklettiğimiz  ilgili   hadîslerle de  gönderilen peygamberin şerefli ve iffetli bir aileden seçildiği açıklanmış bulunuyor. [369]

 

Peygamberimizin  Mü'minlere Karşı Sınırsız Sevgi Ve İlgisi..

 

«Meşakkat ve sı­kıntıya uğramanız ona ağır gelir; (doğru yolu bulup imân nimeti içinde hayra yönelmenizi) çok arzu eder; mü'mînlere karşı çok şefkatli, çok mer­hametlidir.»

Kur'ân ilgili âyetle, savaş ve açlığın verdiği sıkıntı ve meşakkate dik­katleri çekerek, Peygamberin (A.S.) mü'rninlere olan sınırsız merhamet ve şefkati karşısında o sıkıntı ve meşakkatin pek önemsiz kalacağına işaret ediyor ve böylece Rahmet Peygamberinin üç önemli vasfını açıklıyor:

1—  Mü'minlerin meşakkat ve sıkıntıya uğraması Ona cok ağır gelir.

Bu, savaş ve benzeri sıkıntıların ferahlık getireceğine ve külfetsiz nî-met olmayacağına işarettir.

2—  Mü'minler  üzerinde  titreyip durur;  onların   imân  doğrultusunda hayır ve iyiliğe, güzel ahlâk ve fazilete yönelmelerini çok arzu eder.

Bu, Allah yolunda atılan her adımın hayra, iyiliğe, saadete ve mutlu­luğa yönelik olduğunu hatırlatır. Hz. Peygamber'in (A.S.) sünnetinde de bu hikmetin yattığına işaret edilir.

3—  Mü'minlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.

Bu, Hz. Peygamberin (A.S.) söylediği her sözde, başlattığı her işte, attığı her adımda şefkat ve merhamet mayasının hâkim bulunduğuna işa­rettir.

Bunca yüce hasletlere, ilâhî inayetlere rağmen Hz. Peygamberi (A.S.) anlayamadıkları. Onun kutsi âlemden getirdiği ilâhî rahmeti idrâk etmeyip yuz çevirdikleri takdirde, Allah (c.c.) Peygamberine elverir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz her hâl-ü kârda yalnız Rabbına güvenip dayanır. O bakımdan, Ona inanıp İslâm'a giren kendi lehine inanmış olur; yüz çeviren de kendi aleyhine bir sonuç doğurur. Resûlüllah (A.S.} ise, görevini kusursuz yapmanın huzur ve mükâfatını görür. Çünkü O, her zaman azizdir, Allah katında değerlidir ve şereflidir; üstündür ve ilâhî te'yide mazhardır. Nite­kim bazı kıraatlerde «aziz» ayrı bir sıfat, «aleyhi ma anittüm» de ayrı bir sıfat olarak belirlenmiştir.

Hz. Fatıma (R.A.)dan yapılan rivayette ise, «enfüsiküm» yerine «enfe-siküm» okunmuştur. O takdirde mana şöyle olur: «Size sizin en nefisiniz­den bir peygamber geldi ki, O azizdir. Sıkıntıya uğramanız onun aleyhine bir sonuç doğurur, onu üzer.»

Böylece Allah'a ait REÛF, RAHÎM ve AZÎZ sıfatları, az değişik bir ma­na atmosferi içinde Cenab-ı Resûlüllah (A.S.) hakkında kullanılmış olu­yor ki, bu onun Allah katındaki derece ve yüceliğini, yakınlık ve itibarını en güzel şekilde ifade eder. Allah dilediğini aziz kılar; dilediğine geniş rahmet kapılarını açar. Çünkü ilâhî rahmet ve inayetten maksat, insan un­surudur. Peygamberlerin bu rahmet ve inayete mazhar olarak görevlen­dirilmelerinden de maksat yine insan unsurudur. Önemli olan o rahmet ve inayetten nasıp almaktır. [370]

 

Tarihî Bir Olay

 

Ashab-ı Kiramdan Zeyd bin SâBit (R.A.). Kur'ân'ın sûre ve âyetlerini indiği ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz tarafından tertiplenip belirlendiği gibi toplayıp mushaf haline sokarken, Haris bin Huzeyme (R.A.), Tevbe sûre­sinin sonundaki bu iki âyetle Hz. Ömer'e (R.A.) geldi. Hz. Ömer (R.A.) ona, «Seninle beraber bu iki âyeti bilen başka biri var mı?» diye sorunca, o, «Bilemiyorum, ancak Allah'a yemin ederim ki, bu iki âyeti Resûlüllah (A.S.) Efendimizden işittim, kulak verip ezberledim!» Diyerek bir yanlışlık yapma­dığını anlatmak istedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) şöyle dedi: «Şeha-det ederim ki, bu iki âyeti ben de Peygamber (A.S.) Efendimizden işittim. Eğer iki değil, üç âyet olsaydı, onları başlıbaşına bir sûre sayardım!» Hz. Ömer (R.A,), bu sözleriyle hem Hâris'i tasdik etmiş, hem sözü edilen iki âyetin önemine parmak basmış, hem de onların Tevbe sûresinden iki âyet olduğunu belirtmiştir. [371]

Nitekim Zeyd b. Sabit (R.A.) de bu konuda diyor ki :

«Berat (Tevbe) sûresinin son iki âyetini Huzeyme b. Sabit veya Ebû Huzeyme'nin yanında  buldum.»

Abdullah b. Zübeyr'in (R.A.) rivayetinde Hz. Ömer'e gelen zatın Ha­ris b. Huzayme olduğu, diğer rivayette ise, Zeyd b. Sâbit'in (R.A.) sözü edi­len iki âyeti Huzayme b. Sabit veya Ebû Huzayme'nin yanında bulduğu belirtilmektedir. Böylece farklı isimler rivayet edilmiştir. Allah daha doğru­sunu bilir. Ancak olayın sıhhatında şüphe yoktur. Zira ashab-r kiramdan önemli bir cemaatin de bu iki âyeti ezbere bildikleri kesinlik kazanmıştır.

el-Hasen diyor ki:

«Kur'ân'dan en son inen, bu iki âyettir. Bunlardan sonra âyet inme­miştir.» [372]

Übey bin Kâb (R.A.) diyor ki :

«Kur'ân'ın Allah'tan en son gelen parçası, bu iki âyettir.» [373]

Tabiinden Saîd b. Cübeyr de aynı görüştedir. Diğer ilim adamlarına göre,   Kur'ân'ın   ne   son   inen   âyeti.   Bakara    sûresinin   281.   âyetidir;

Tevbe sûresine, yaptıkları andlaşmaları bozan müşriklere Allah ve Resulü tarafından ültimatom mahiyetinde verilen dört aylık süre ilân edi­lerek başlandı ve her türlü kolaylaştırıcı şartlara ve imkânlara rağmen Hak'tan yüzcevirenler olursa, Allah'ın Hz. Muhammed'e (A.S.) yeterli yar­dımcı olduğu, O'ndan başka hiçbir ilâhın olmadığı açıklanarak noktalandı.

Bu sûrenin de tefsîrini bize müyesser kılan Yüce Rabbımıza hamd-u senalar, Resulüne de salât-ü selâmlar olsun.. [374]

 



[1] Lübabu't-te'vü

[2] Tefsîr-i îbn Kesir:  2/331

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2418.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2418.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2418.

[5] Ebû Dâvud - Tirmizî - Lübabu't-te'vîl'den özetlenerek..

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2418-2419.

[7] îbn Cerîr Taberî - Şâ'bî : Muğîre (R.A.)den.

[8] Müsned-i Ahmed - Tlrmizî/Hadisün hasenün sahîhün..

[9] Tefsîr-i Merağî/ilgili âyetin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2421-2422.

[10] ibn Kesîr :  2/334  -  Mısır:   ?

[11] Abdurrezzak : Süfyan tarikiyle rivayet etmiştir.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2422-2423.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2423-2425.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2425-2426.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2426.

[16] Buharî/İmân : 17, zekât: 1. salât: 28, i'tisam: 2, 28- Müslim/imân: 32-Ebû Davud: zekât: 1, cihâd: 95- Tirmlzî/iman: 1, 2, tefsir: 88- Nesâî/zekât: 3, iman: 15, cihat: 1- İbn Mâce/mukaddeme: 9, fiten: 1- Ahmed: 1/11, 78- 2/314, 349

[17] Müsned-i Ahmed:  Enes b. Mâlik   (R.A.)den

[18] Buharı - Mtislim/zühd:  32, 33  - Tirmizi/zühd:   38-  Ahmed:  2/270   434-4/121

[19] Buhari/diyet: 6- Müslim/kasamet: 25, 26- Ebü Dâvud/hudud:   1- Tirmi-zî/hudud:   15- Nesâî/tahrîm:   5,  11,  14- Dâremî/siyer:   11- Ahmed:   1/61,  63   65 70  -  6/181

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2427-2428.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2428-2429.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2429-2430.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2430-2431.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2431-2432.

[24] îbn Kesîr ;  2/337

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2432-2433.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2433-2434.

[26] Kurtubî/ilgili  âyetin  tefsirinde. Senedini tesbit edemedim.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2435-2436.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2436-2437.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2437.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2438.

[30] Kurtubî  tefsîri :   8/82-Kahire:   1387

[31] Geniş bilgi için bak: Kurtubî:  8/83-85

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2438-2439.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2439.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2441-2442.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2442-2443.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2443.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2443-2444.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2444.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2445.

[39] Lübabu't-te'vîl-tbn Cerîr-İbn Kesîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2446-2447.

[40] Buharî/ezan:   37- Müslim/mesâcid:   24, 25- Ahmed:   2/509

[41] Tirmizî/hadîsün hasenün..

[42] Buharî/salât:  65, menakıb:  45- Müslim/mesacid:  24, 25, zühd:  44- Ah­med:  1/20, 53, 61

[43] Hafız Bezzar/kendi MÜsned'inde

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2447.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2447-2448.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2448-2449.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2449-2450.

[47] Fa2la bilgi için bak: Mefatihü'1-gayb: 4/601

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2450-2452.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2452.

[49] Lübabu't-te'vîl

[50] Esbab-ı nüzûl/Nisaburî - Tefsîr-i Kurtubî

[51] Lübabu't-te'vil

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2454-2455.

[53] Müsned-i Ahmed - Sahîh-i Buharî

[54] Sahîh-i Buhârî/iman: 8- Müslim/imân: 69, 70

[55] Müsned-i Ahmed:2, 84- Ebû Davud/büyû':  54

IYNE : Muhtaç bir adamın, bir kimseye gelerek bin lira ödünç istemesi ve fakat mukrizin ona ; «Sana ödünç veremem, ama arzu edersen pazarda kıymeti 1000 lira olan şu elbiseyi alıp sana 1200 liraya satarım da onu sen tekrar götürüp 1000 liraya satıp ihtiyacını karşılarsın.» demesi şeklinde bir muameledir ki, İs­lâm bunu takbih etmiştir.

[56] Müsned-i Ahmed - Ebû Davud/eihad: 82- İbn Mâce/cihad: 25- Dâremî/ siyer: 4

Müsned-i Ahmed - Ebû Davud/eihad: 82- İbn Mâce/cihad: 25- Dâremî/ siyer: 4

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2455-2456.

[57] Tefsîr-i İbn Kesîr: 2/342-Mısır?

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2456-2457.

[59] MefatihÜ'1-gayb - îbn Kesir - Lübabu't-te'vîl - tbn Cerîr

[60] Geniş bilgi için bak : İbn Hişâm - İbn tshak - Siyer-i İbn Kesîr..

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2457-2459.

[62] Buharî – Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2459-2460.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2460-2461.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2461-2462.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2462.

[66] Sahîh-i Müslim : İbn Ömer (R.A.)dan - Buharî/cezîre:  6

[67] Sahîh-i Müslim: Câbir b. Abdullah (R.A.)den - Ahmed: 3/354, 384-4/126

[68] Kurtubl: 8/104 - îbn Kesîr :  2/346

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2464.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2464-2465.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2465-2466.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2466-2467.

[72] Matta:  8/32  -  Bernaba :'11/10-13

[73] Bernaba İncil'i :   1/4-6-2/7-10

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2467-2468.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2468-2469.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2469.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2470.

[78] Lübabu't-te'vîl :   2/215

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2471.

[79] Müsned-i Ahmed  - Tirmizî - İbn Cerîr - İbn Kesir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2471-2472.

[80] Camiu'I-beyân fi-Tefsîri'1-Kur'ân :   2/78

[81] Lübabu't-te'vîl :   2/215

[82] Tefsîr-i Merağî : *10/99

[83] Fütuhat-i Mekkiyye :   3/201

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2472-2473.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2473-2474.

[86] Müsned-i Ahmed :   4/123,  278,  284-  Müslim/f iten:   19,  20-  Ebû Davud/ fiten:  l- Tirmizî/fiten:  14 îbn Mace/fiten: 9

[87] Müsned-i  Ahmed:   5/366

[88] Müsned-i Ahmed : Temîm ed-Dâri  (R.A.)den

[89] Müsned-i   Ahmed Rakusiye   : Sabiî ile Nasârâ arasında bir din veya bir mezheptir.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2474-2476.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2476-2477.

[92] Dâbbetü'1-arz : Bir yoruma göre, çok bilgili, kültürlü, sağlam imanlı, ce­sur,  kahraman,  olaylardan  yılmayan,  hakkı  yeryüzünde  pekiştiren;   küfrü,   az­gınlığı,  ahlâksızlığı  silip kaldıran,  Allah'ın son mesajı  tslâmiyeti  yayan  büyük bir İslâm lideridir.

[93] el-Hâkim:  İbn Abbas (R.A)dan isnad-i sahih ile rivayet etmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2477-2478.

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2479.

[95] Rebze, Medine ile Şam arasında küçük bir köydür.

[96] Sahîh-i Buharî :   Zeyd b.  Vehb'den

[97] Taberânî :   İbn  Ömer'den

[98] Evi-barki olmayıp Mescidin bitişiğindeki gölgelikte kalan fakirler.

[99] Taberânî ;  Ebû Ümame'den

[100] Sahîh-i Buharî : Ebû Hüreyre (R.A.)den

[101] Müsned-i Ahmed : Şeddad b. Evs (R.A.)den

[102] Ebû Dâvud -el-Hâkim/Mustedrek'inde-îbn Murdeveyh az değişik bir la­fızla rivayet etmişlerdir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2480-2482.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/24822-2483.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2483.

[105] Buharî/bed-i halk : 2. tefsir: 9, adâhi: 5, tevhîd: 24- Müslim/kasamet: 29- Ebû Dâvud/menâsik: 67- Ahmed: 5/37

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2485.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2486.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2487.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2487-2488.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2488.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2488-2489.

[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2489-2490.

[112] Fazla   bilgi   için   bak :   Sahavî'nin   el-Meşhur   Fi-Esmâi'1-Eyyami   ve'ş-Şühûr.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2490-2491.

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2491.

[114] Lübabu't-te'vil

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2493.

[115] Müsned-i Ahmed:   el-Müstevrid'den

[116] îbn Ebî Hatim :  Ebû Hüreyre  (R.A.) den

[117] Buharî/menakıb; 45, tefsir :  16- Müslim/fezâil:  1- Ahmed:   ¼

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2493-2494.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2494.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2495-2496.

[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2496-2497.

[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2497.

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2497.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2498.

[124] Esbab-ı Nüzûl-Nisabûrî - Lübabu't-te'vîl

[125] Müfessir Süddî  - Esbab-ı Nüzul

[126] Tefsîr-i îbn Kesîr - Esbab-ı Nüzul

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2500-2501.

[127] Buharî -Müslim- Ebû Dâvud- Tirmizî- Nesâî -îbn Mâce..

Buharî -Müslim- Ebû Dâvud- Tirmizî- Nesâî -îbn Mâce..

[128] Ebû Dâvud :  Abdullah b. Amr (R.A.)dan.

[129] Müslim-Nesât :   Ebû Eyyub  (R.A.)den

[130] Taberânî :   Sevban   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2501-2502.

[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2502-2503.

[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2503-2504.

[133] Geniş bilgi için bak : Bakara sûresi :  249

[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2504.

[135] Tebûk :  Şam'dan Medine'ye giden yolun üzerinde büyük bir kasabadır.

[136] islam Ansiklopedisi-:  Tebûk maddesinde de  bu konu kısmen açıklan­mıştır.

[137] Hz. Muhammed Mustafa (A.S.) - M. Hüseyin Heykel / 1948

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2504-2507.

[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2507-2508.

[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2508.

[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2508.

[142] tbn Ebî Hatim - îbn Mürdeveyh

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2510.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2511.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2511-2512.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2512-2513.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2513-2514.

[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2514.

[149] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2515.

[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2516.

[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2516-2517.

 

[152] Esbab-ı nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl-Buharî

[153] »          »      /      »         -        »           »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2518.

[154] Müslim/zekât: 98 - Buharî/humus: 7 - Ebû Dâvud/imaret: 13 - Ahmed: 2/314-3/475

[155] Ahmed  -  Müslim/zühd :   3, 4  - Tirmizı/zühd:   31,  tefsîr :   102  -  Nesâî/ vasaya : 1

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2519.

[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2519-2520.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2520-2521.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2521-2522.

[159] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2522-2523.

[160] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2523.

[161] Ebû Dâvud/zekât: 24 - Dârekutnî

[162] Buharı - Müslim - Ebû Dâvud - Tirmizî/zekât: 23, 55 - Ahmed b. Han-bel: İbn Amr'dan - Nesaî ve İbn Mâce : Ebû Hüreyre (R.A.)den

[163] Ebû Dâvud - Nesâî/zekât:  91 - Ahmed:  4/224

[164] Buharî/zekât:   53  -  Müslim/zekât:   101   -  Nesâî/zekât:   76 - Ahmed:   2/ 316

[165] Dâremî/zekât:  16 - Nesaî/zekât: 98 - Taberânî/sadaka:  13 - Ahmed: 2/ 279

[166] Müslim - Tirmizî: Safvan b. Umeyye'den

[167] Buharı/ıman:   19- zekât:   53, ahkâm:   2  - Müslim/imân;   237, mesacid: L   t'     t   t:  13 " EbÛ Dâvud/sünnet:  15 - Tirmizî/diyat: 8, imân: 8 - Nesâî/  J,   oi? MâCe/fiten:  2- 12 " Ahmed:   1/176,  182 - 2/111, 215 - 4/94, 340 - 61, 236

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2523-2525.

[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2525-2526.

[169] Fazla bilgi için bak ; Tefsîr-i Kurtubî, ilgili âyetin tefsiri

[170] Sünen-i Ebî Dâvud : 1/380

[171] Tefsîr-i Kurtubl: 8/185

[172] Geniş bilgi için bak :   Cessas'ın Ahkâmü'l-Kur'ân'ına,  Kurtubî  tefsiri­nin ilgili âyetine ve kaynaklarıyla İSLÂM PIKHI - C. Yıldırım

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2526-2530.

[173] Alâk sûresi : 7

[174] Hadîsin kaynağını tesbit edemedim

[175] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2530-2531.

[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2531.

[177] Lübabu't-te'vîl  -  Esbab-ı Nüzul/Nisaburî

[178] Hâzin ve Kurtubî : Katade'den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2532-2533.

[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2533-2534.

[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2534-2535.

[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2535.

[182] Tefsîr-i Kurtubî - Lübabu't-te'vîl

[183] İbn Cerîr Taberî-Tefsîr-i Kurtubî

[184] Tefsîr-i Ibn Kesîr :  2/367

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2537-2538.

[185] Buharî/şahadat:   28  - Müslim/imân :   107,  109  - Tirmizi/imân :   14

[186] Buharî/enbiyâ:   19,  menakıb :   1, 25  - Müslim/fezâil :   199  - Ah'med:  2/ 258, 260, 391, 438, 525, 539 - 3/367

[187] Ebû Dâvud - İbn Hibbân - Dâremî/rikak : 51

[188] îbn Ebî Dünya - Taberânî - et-Terğîb ve't-Terhîb :  4/383

[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2538.

[190] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2539.

[191] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2539-2540.

[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2540.

[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2540-2541.

[194] Tirmtzl/fiten:  18 - Ahmed :  5/218, 340 - Buharî/enbiya :  50   itisam 14 -Müslim/ilim :  6 - İbn Mace/fiten :   17

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2542.

[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2542-2544.

[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2544-2545.

[197] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2545.

[198] Ahmed :   4/268, 270, 271,  274,  276

[199] Buharî/mezalim:  5, salât:  88, edeb:  36- Tirmizî/birr:   18- Nesâl/zekât: 67- Ahmed: 4/404, 405, 409

[200]  Buharî/tevhîd:  24, tefsîr:  55- Müslim/im ân:  296- Tirmizî/cennet:  3, 7-îbn Mâce/mukaddeme: 13- Daremî/rikak: 101- Ahmed: 4/411, 416

[201] Buharî/tefsîr: 55, bed-i halk: 8- Müslim/cennet: 23, 25- Tirmizî/cennet: 3- Dâremî/rikak :  109- Ahmed: 3/103, 115, 263- 4/400, 411, 419

[202] Buharî/cenaiz : 90, zekât: 1, hars: 20, cihad : 6, bed-i halk: 1, 6, 8, en­biya:  1, 7, mendup: 25, fazâil: 29- Müslim/imân:  15, 179, 187, 188, 192, 263, 297, 302, 304- Tirmizî/cenaiz: 16, 70, fazâil: 13, 17, 25, libas: 43, kader: 4, 8, cennet: 8, 12, 13

[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2546-2547.

[204] Tirmizî/fiten: 24

[205] Buharî/rikak :   51,  tevhîd:   38-  Müslim/cennet:   9-  Tirmizî/cennet:   18 Ahmed: 3/88, 95

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2547-2549.

[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2549-2550.

[207] Lübabu't-te'vîl : İlgili âyetin tefsiri

[208] Eshab-ı nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl

[209] Eshab-ı nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl

[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2551-2552.

[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2552-2553.

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2553.

[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2553-2554.

[214] Kurtubî Tefsiri : 8/209 - Mefatihü'1-gayb : 4/699

[215] Kurtubî Teîsîri : 8/210

[216] el-tsâbe fi-Temyîzi's-Sal?abe/Sa'lebî maddesi

[217] Kurtubî Tefsiri:  8/210

[218] Buharî – Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2555-2556.

[219] Buharî/şehadet : 28 - Müslim/imân:  107, 109 - Tirmizî/imân:  14

[220] Buharî/imân: 24, mezalim: 17, cizye: 17 - Müslim/imân: 106 - Tirmizî/; İmân: 14 - Nesâî/imân : 20 - Ahmed: 2/189, 198, 200

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2557.

[221] Lübabu't-te'vîl/ilgili âyet

[222] Buharî/cenâlz:  22, libas:  8  - Tirmizî/tefsîr:   9,  13,  daavat:   14 - Nesâİ/ cenâiz : 40 - Ahmed : 2/18

[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2557-2558.

[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2558-2559.

[225] Sosyalist Felsefenin Temel Prensipleri :  68 - Sosyal Yayınları

[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2559-2560.

[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2560.

[228] Tİrmizî/cehennem: 7 - Taberânî/cehermem: 1 - Ahmed: 2/212 467

[229] Tirmizî/cehennem:  8

[230] Buharî/enbiya:  1, rikak:  51 - Müslim/iman:  362, 364, münafikin:  51 -Tirmizî/cehennem;  12 - Dâremî/rikak:  121 - Ahmed: 2/432 - 3/13 - 4/271, 274

[231] İbn Mâce/ikamet:  176, zühd:   19

[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2562-2563.

[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2563-2564.

[234] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2564.

[235] Tevbe Sûresi : 55

[236] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2565-2566.

[237] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2566.

[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2567-2568.

[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2568.

[240] Fazla bilgi için bak :  Tefsîr-i Kurtubi - LÜbabu't-te'vİl

[241] Tefsîr-i İbn Kesir :   2/381

[242] Tefsîr-i İbn Kesir :  2/381

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2570-2571.

[243] İbn Ebî Hatim :   el-Hasan'dan

[244] Buharî-Müslim :   Enes   (R.A.)den

[245] Müsned-i Ahmed

[246] Buharî/imân: 42 - Müslim/imân: 95 - Ebû Dâvud/edeb:  59 - Tirmizî/ Din*:  17 Nesâî/beyat : 41 - Dâreraî/rikak : 41 - Ahmed:  1/351-2/297-4/102, 103

[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2571-2572.

[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2572.

[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2572-2573.

[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2573-2574.

[251] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2574.

[252] Lübabü't-te'vîl

[253] »            >

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2576.

[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2576.

[255] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2577.

[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2577-2578.

[257] Ebû Davud/edahî : 24 - Tirmizî/fiten: 69 - Nesâî/sayd :  24 - Ahmed :1/357

[258] Buharî/istiska :  2, menakıb:  6 - Müslim/mesacid:  307, 308, fezâil:   182, 187 - Tirmizî/menakıb:  73 - Dâremî/siyer: 79 - Ahmed: 2/20, 60, 73, 116, 117, 126, 130, 135, 469 - 3/345, 382 - 4/48, 57, 420,424

[259] Buharî/menâkıb : 2, 6

[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2579.

[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2579-2580.

[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2580-2581.

[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2581.

[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2581.

[265] Buharî/fazâil :   5  -  Müslim/fazâil:   221,  222  -  Ebû Dâvud/sünnet:   10  -Tirmizi/menakıb : 58 - Ahmed : 3/11

[266] Tirmizî/menakıb-i ashab : 58 - Ahmed:  4/87-5/54, 57

[267] Buharî/menakıb-ı ashab: 4 - Müslim/imân: 127, 128 - Nesâî/imân: 119-Ahmed:  3/70, 130, 133, 249

[268] Buharî/tefsîr:   3,  fezâil:   9, mağazi:   35, fiten:   27  -  Müslim/imaret:   71, zühd: 15 üten: 112- Tİrmizî/fiten: 15, 45, zühd: 21, 22 - İbn Mâce/mukaddeme: 11 - Ahmed:  3/36, 37, 41

[269] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2582.

[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2583-2584.

[271] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2584-2585.

[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2585.

[273] Esbabu'n-nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-teVİL

[274] Esbabu'n-nÜzûl/Nisaburî

[275] »                   S>                   3>

[276] Lübabu't-te'vîl

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2587-2588.

[277] Buharî/daavat: 32 - Ebû Davud/zekât: 7 - Nesâî/zekât: 13 - îbn Mâce/ zekât: 8 - Ahmed: 4/353, 355, 381, 383

[278] Müslim/zekât :   63-  Tirmizi/zekât:   28-  Nesâî/zekât :   48-  İbn  Mâce/ze-kât:   28- Dâremî/zekât:   34-  Taberânî/sadaka :   1-  Ahmed:   2/268, 404, 418, 419, 431, 528, 541, 6/251

[279] Buharî/tefsir-i sûre : 9, 15, ta'bîr: 48 - Tirmizî/cennet: 2 - Dâremî/ri-.  100 - Ahmed :  2/305, 362, 445-5/9

[280] Müsned-i Ahmed :  3/28

[281] Ebû Dâvud : Câbir b. Abdullah (R.A.)dan

[282] Müsned-i Ahmed:  Enes (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2588-2589.

[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2589.

[284] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2590.

[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2590-2591.

[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2591.

[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2591-2592.

[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2592.

[289] Ltibabu't-te'vîl-îbn Cerîr Taberî-Kurtubî - Meragî - Âlûsî tefsirleri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2594-2595.

[290] îbn Mâce/ikamet: 197 - Tirmizî/mevakiyt :  125

[291] Tefsîr-i îbn Kesîr :  2/389

[292] Tefsîr-i Hâzin

[293] Müsned-i Ahmed - Îbn Huzayme kendi Sahîh'inde

[294] Müsned-i Ahmed : 5/396

[295] Nesâî: Esed b. Zübeyr'den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2595.

[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2595-2596.

[297] Lübabu't-te'vü :   2/263

[298] Lübabu't-te'vîl :  2/263

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2596-2597.

[299] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2597.

[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2597.

[301] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2598.

[302] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2598.

[303] Esbab-ı Nüzul - İbn Kesîr - Kurtubî - Âlûsî - Fethülkadîr - İbn Cerlr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2600.

[304] Buharî/imân: 18, hac : 4, tevhîd: 48, 56 - Müslim/imân: 135, 136 - Ebû Dâvud/vitir: 12 - Tirmizî/mevakiyt : 13, birr: 2 - Nesâî/zekât: 49, menasik: 4, imân: 1 - îbn Mâce/menasik: 16 - Dâremî/salât: 135, cihad : 4, rikak: 28 - Ah-med: 2/264, 287, 348, 388, 531 - 3/411 - 4/342 - 6/372, 374, 440

[305] Buharî/cihad: 2 - Müslim/imaret:  122, 123 - Nesâİ/cihad: 7 - tbn Mâce/ fiten:   13, zühd:   24 - Ahmed:  3/37

[306] Dâremi/cihad:  6 - Nesât/zekât:   74  - Taberânî/cihad:  4  -  Ahmed:   3/ 37, 41

[307] Tirmizî/menakıb: 1 - Dâremî/mukaddeme : 8 - el-Hâkim kendi Sahih'inde

[308] İbn Mâce/mukaddeme :   11  -  Ahmed :   2/335,  339

[309] Tirmizî/fiten:   11   -  Müslim/imân:   78   -  Nesâî/imân:   17   -  Ebû Oâvud/ salât: 242, melâhim:  17 - İbn Mâce/fiten: 20 - Ahmed:  3/20, 49

[310] Nesâî/sarık : 7 - İbn Mâce/hüdûd:  3 - Ahmed:  2/362, 402

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2600-2602.

[311] Tevrat/Tesniye:   6/1-4

[312] Tevrat/Tesniye:   28/7-9

[313] İncil/Matta :   19/21-22

[314] İncil Bernaba: 25/34 - 96/10 - 97/11

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2602-2603.

[315] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2603-2604.

[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2604.

[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2604-2606.

[318] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2606.

[319] Lübabu't-te'vîl ;   2/265

[320]    Müsned-i Ahmed :  1/131                        

[321] Buharî :  4/533

[322] Bilgi için bak : Kasas sûresi 56. âyetin tefsiri

[323] Tecrîd-i Sarih Tercemesi : 4/535

[324] Lübabu't-te'vîl :   2/266

[325] Câmiu'l-beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân :   11/31, 32

[326] Bu konuda geniş bilgi için ; Lübabu't-te'vil ve Câmiu'l-beyân tefsirleri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2608-2610.

[327] Geniş bilgi için bak :  Kaynaklarıyla îslâm Fıkhı :   2/36-97

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2610.

[328] Nisna ve Gemera'dan meydana gelen, aynı zamanda Musa Peygamber'in yasası Tora (Tevrat)m açıklaması olup, Yahudi dinî edebiyatının MÖ. III.-M.S. V. yy. lar arasındaki dönemini kapsayan geniş ve karma bir eser.

[329] Mümtehine sûresi : 4

[330] Şuârâ sûresi:  86

[331] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2610-2611.

[332] tsrâ sûresi :   15

[333] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2611-2613.

[334] Fazla m& iÇin bak : Mu'cemü Müfredatı Elfazı'l-Kur'ân - Külliyatü li-Ebn-Baka ve Firuzabadî'nin Kamus'u.

[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2613-2614.

[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2614.

[337] Müslim/birr:  103, 104, 105- Buharî/edeb:  69- Ebû Dâvud/edeb:  80- Tir-mizî/birr: 46- İbn Mâce/mukadderae: 7, duâ: 5- Dâremî/rikak: 7- Taberânî/kelam 16- Ahmed: 1/3, 5, 7, 8, 9, 11, 384, 405, 432

[338] Buharî :  4/902 

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2616.                                       

[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2616-2617.

[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2617.

[341] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2617-2618.

[342] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2619.

[343] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2619-2620.

[344] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2620-2621.

[345] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2621.

[346] Buharî/cihad: 40, 194- Nesâî/biyât:  9, 10- Ahmed: 4/223

[347] Buharî/tevhîd:  28, 30- cihat:  8- Müslim/imaret:   104- Nesâî/cihat:   14-İbn Mâce/cihat:  1- Taberânî/cihat: 2

[348] Ahmed b. Hanbei

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2623-2624.

[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2624.

[350] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2625.

[351] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2625.

[352] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2626.

[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2626-2627.

[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2629.

[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2629-2630.

[356] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2630.

[357] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2631.

[358] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2631-2632.

[359] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2632.

[360] Buharî/menakıb :   23

[361] Müslim/fezâil :   1- Tirmizî/menakib:   1- Ahmed :  4/107

[362] Buharî/menakıb :   17- Taberânî/esmâü'n-Nebiy :   1

[363] Ahmed :  5/266 - 6/116, 233

[364] Buharı/imân :  29- Nesâi/imân :  28-  Ahmed:  5/69                      

[365] Taberânî/e]-Evsat - İbn Âdiy/fi'1-Kâmil  - Camiussağîr :  2/4   

[366]  Taberânî/el-Evsat :  Ebû Zer  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2633-2634.

[367] Hafız Bezzar :  Ebû Hüreyre   (R.A.)den. Bazı hadîs bilginlerine göre, hadîs zayıftır.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2634-2635.

[368] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2635.

[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2635-2636.

[370] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2636-2637.

[371] İbn Kesîr : 2/405

[372] Mefatihü'l-Gayb :   4/774

[373] îbn Kesir :  2/404, 405

[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2637-2638.