Sûreye Besmele İle Başlanmamasının Sebebi
İslâm'ın Müşriklerle İlgisinin Ölçüsü
İslâm'ın Güçlü Sesinin
Duyulması
İslâm Devletinin Hâkimiyet Kurması
İslâm Cemaatini Oluşturup Bütünleştiren
Unsurlar
Allah'a Ortak Koşanlarla Yapilan Anlaşmaya Aldanmamak Gerekir
Müşrikler Andlaşmayı Bozarlarsa
Dine Dil Uzatıp Saldıranlar Öldürülür Mü?
Allah Önce Arap Yarımadasını Temizlemek İstedi
İslâm'ın Savaşta Uyguladığı Bir Başka Strateji
Savaş Harekâtı Mü'minlerin Öfkesini Giderdi,
Putperestlikle Mescit Bağdaşamaz
Mescitleri İmar Edenlerin Vasıfları
Allah Ve Peygamberinin Hısımlardan Her Zaman Üstün Tutulması Gerekir
Allah'a Ortak Koşan Müşrikler Murdardırlar
Mekkeli'lerin İleride Ekonomik Güç Bulacakları Haber Veriliyor
Kitap Ehli'nin Allah'ın Haram Kıldığını Haram Saymamaları
Allah'ın Nurunu Söndürmek İsteyenler
İslâm, Bütün Dinlere Üstün Gelecektir
Halkın Malını Haksız Sebeplerle Yiyenler
Dört Ayın Hürmeti Devam Ediyor Mu?
Hırçın Müşriklerin Hürmetli Ayların Yerlerini Değiştirmeleri
Kutsal Yerler - Kutsal Zamanlar
Peygamber (A.S.) Efendimizin Uyguladığı Strateji Ve Hazırladığı Plân
Allah Kendi Peygamberine
Yardıma Devam Edecektir
İnanmayanlarla Savaşa Çıkmak Tehlikelidir
Tebûk Seferinin Nedenleri Ve Neticeleri
Tebûk Seferinde Sağlanan Başarılar
Tebûk Olayı Bize Neleri Öğretiyor?
Dinsizi Sevindiren Ve Üzen Olaylar
Bize Ancak Allah'ın Yazdığı Dokunur
Savaşta Mü'minlere İki İyilikten Mutlaka Biri Dokunur
İşlenen Hayırlar, Yapılan İyilikler
Malin Bolluğu, Evladın Çokluğu
Küçük Bir Hayrı Büyük Bir Hayra Tercih Edenler
Zekât, Ancak Sekiz Sınıfa Verilir
Zekâtın Hikmeti Ve Tasavvufî Yönü
Peygamberimizin Özelliklerinden Biri
Münafıklar, Birbirlerinin Kopyalarıdır
Mü'minlerin Vasıflarından Bazısı
Kafirlerle Ve Münafıklarla Savaşmak
Münafığın Gerçek Dostu Ve Yardımcısı Yoktur
Maddeciler, Zekât Verenleri Geri Zekâlılıkla Suçlarlar
Münafıklar Askere Alınmıyor Ve Savaşa Katılmalarına Müsaade Edilmiyor
Münafıklarla Manevî Bağların Da Kesilmesi
Bedevîler (Çölde Yaşayan Araplar)
Savaşa Katılamiyan Hasta Ve Zayıfların Görevi
Allah Onların Kalblerini Mühürledi
İkiyüzlü Döneklerin İslâm'da Yeri Yoktur
Bedeviler Üc Gruba Ayrılıyordu
Sevap Ve Fazilette Öne Geçenler
İlk Hicretin Ve İlk Yardimin Önemi
Medine Ve Çevresini Disiplin Altına Almak
Münafıklardan Dönüş Yapmayanlar
Zekâtın Devlet Eliyle Toplatılıp Dağıtılması
Zekâtın Sosyal Yapıda Sağladığı İki Önemli Husus
Bir Kasaba Veya Bir Semtte Birden Fazla Cami
Caminin Temeli Takva Üzerine Kurulmalı
Kur'ân Temizlikle İbâdeti Birleştirmiştir
Tevrat'ta, İncil'de Ve Kur'ân'da Va'dedilen Hak
İnsanı Rabbına Yükseltip Yaklaştıran Basamaklar
Küfür Üzere Ölenler İçin Dua Edilmez
İbrahim Peygamberin (A.S.) İstiğfarı
Sakınılacak Şeyler, İlâhî Beyanla Bilinirler
Muhacirin Ve Ansar'ın Tevbelerinin Kabulü
İyi Amele Daha Güzeliyle Karşılık Vermek
Dinî İlimleri Tahsil Edenlerin Durumu
Yakın Komşu, Kabile Ve Milletlerle Savaş
Münafıkların Bîr Başka Çirkin Davranışı
Peygamberimizin (A.S.) Hoşgörüsü
Sizden Size Bir Peygamber Gönderdi
Peygamberler, En Asil Ve En Şerefli Ailelerden Seçilirler
Peygamberimizin Mü'minlere Karşı
Sınırsız Sevgi Ve İlgisi..
Kur'ân'ın dokuzuncu
süresidir. Medine'de inmiştir. 130 âyet 4078 kelime ve 10488 harftir. [1]
Sûrenin on kadar ismi
vardır. Tevbe ve Berat en meşhur ve yaygın olanlarıdır.
Sûrenin önemli bir
kısmı tebük seferinden sonra İnmiştir ki bu. Peygamberimizin (A.S.) son
gazasıdır.
Sûrenin baş kısmı,
Mekke'nin fethinden hemen sonra hicrî 9. yılda inmiştir. O sebeple Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz inen bu âyetlerin hac mevsiminde Mekke'de toplananlara okunup
duyurulması için Hz. Ali'yi (R.A.) görevlendirmiştir.
Buhörî'nin Bera' b. Âzib'den
(R.A.) yaptığı rivayete göre, Kur'ân'dan en son inen, Tevbe süresidir ve en son
inen âyet de, Nisa sûresinin 176.âyeti olan; kelâle âyetidir. [2][3]
Diğer sûrelerin
başında besmele yer alır, bunda ise besmele konulmamıştır. Ama baş kısımda
geçen beş âyetten sonra herhangi bir âyet veya bölüm okunmak istendiği
zaman besmele ile başlanır.
İslâm düşmanlarına karşı bir
uyarı ve ültimatom hükmünü taşıdığından BERAT; Tebük seferine, birtakım
mazeretler ileri sürerek katılmayanların tevbesinin kabul edildiğini
açıkladığından TEVBE sûresi denilmiştir. [4]
Bu hususta farklı
rivayetler ve yorumlar vardır:
1— İbn Abbas
(R.A.) diyor ki: Bunun sebebini Hz. Osman'dan (R.A.) sorduğumda bana şu eevabı
verdi: «Bildiğiniz gibi, sûreler birden bir bü-
tün halinde inmezdi,
parça parça inerdi. İnen her bölüm ve parçanın hangi sûreye ve o sûredeki
hangi kısma konulacağını bizzat Resûlüllah (A.S.) Efendimiz belirler ve
kâtiplere ona göre emir verirdi. Enfâl sûresi Medine'de ilk inen
sûrelerdendir. Berat ise, Kur'ân'ın en son inen süresidir. Bu iki sûrenin
kapsadığı konular arasında yakın bir benzerlik vardır. Ben bu sûrenin Enfâl
sûresinin devamı olduğunu sanıyorum. Ancak Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu
hususu bize açıklamadan vefat etti. O nedenle Tevbe sûresi, Enfâl sûresini
takip eder. Ben de onun devamıdır diyerek besmele koymadım.»[5]
2—Zeccac
diyor ki: İki sûre arasında benzerlik vardır, Enfâl sûresinde müşriklerle olan
anlaşma ve andlaşmalardan; Berat sûresinde ise, and-laşmaların bozulmasından
söz edilir. O bakımdan ikisi bir sûre olabilir.
3— Katade'ye
göre, ikisi tek bir sûredir. Ancak az tereddüt edildiği için ayrı bir sûre gibi
gösterilir.
Muhammed b. Hanîfe
diyor ki: Babam Hz. Ali (R.A.)den Berat suresinin besmelesiz yazıldığının
sebebini sorduğumda, o bana şöyle dedi: «Oğulcağızım! Berat sûresi kılıcı
ortaya koyan ve böylece müşrikleri uyaran bir sûredir.
Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm ise, bütünüyle güven ve rahmettir.»
Nitekim ünlü ilim
adamı Süfyan b. Uyeyne'den de bunun sebebi sorulduğu zaman, şu cevabı
vermiştir: «Bu sûre andlaşmaların bozulduğu ve müşriklere belli bir süre
tanındığı hakkında kesin bir uyarı olduğundan başına besmele konulmamıştır.
Zira Besmele güven, rahmet ve emniyet telkîn eder. Onun için bu iki ayrı hüküm
ifâde eden hususlar birarada yazılmamıştır.»
5) el-Müberrid diyor ki: Tevbe sûresine besmele
iie başlanmamıştır. Çünkü besmele hayrın ve rahmetin anahtarıdır.
Sûrenin baş kısmı ise, dönüş yapmadıkları takdirde müşriklerle olan andlaşmanın
hükümsüz sayılacağı ve böylece ihanetlerine karşılık tenkilleri cihetine
gidileceği ilân ediliyor. Bu da besmelede belirtilen Rahman ve Rahîm
sıfatlarının müşriklerden yana tecelli etmiyeceğine işarettir.
6) Ubey b. Kâb (R.A.)den bunun sebebi sorulduğu
zaman şu cevabı vermiştir: «Resûlüliah (A.S.) Efendimiz her sûrenin başına
yazılmasını emrettiği halde bu sûrenin başına yazılmasını emretmediği için
kâtipler tarafından yazılmadı,» [6]
1— Allah'tan ve Peygamberinden kendileriyle anlaşma
yaptığınız müşrik (Allah'a ortak koşan inkarcılara son ve kesin,
dönülmez uyarıdır!
2— Artık (siz ey müşrikler!) yeryüzünde dört ay
(istediğiniz gibi) gezip dolaşın ve bilin-ki siz elbette Allah'ı âciz kılacak
değilsiniz; Allah ise inkarcı sapıkları şüphe yok ki rezîl ve rüsvay edecektir.
3_ ve büyük
hac (hacc-ı ekber) günü, Allah ve Peygamberinden insanlara bir duyurudur:
Şüphesiz ki Allah ve Peygamberi müşriklerden ilişkilerini kesinlikle
kesmişlerdir. Eğer (inkâr ve azgınlıktan) tevbe ederseniz bu sizin için
hayırlıdır; yüzçevirirseniz, bilin ki siz Allah'ı âciz kılacak değilsiniz. Ve
artık o küfürde ısrar edenleri elem verici bir azap ile müjdele.
4— Ancak
müşriklerden kendileriyle anlaşma yaptıktan sonra anlaşma maddelerinde size
karşı hiçbir eksiklik yapmayan ve sizin aleyhinize başka birine destek olup
yardım etmeyenler müstesna. Bunlarla olan anlaşma hükümlerine, süresinin
sonuna kadar tamamen bağlı kalın. Şüphesiz ki Allah (döneklikten) sakınanları
sever.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Tebük seferinden döndüğünde haccetmek istedi, ancak kutsal Kabe'ye
müşrikler, putperestler gelip doluyor ve çoğu çıplak bir vaziyette tavaf
yapıyorlardı. Bu çirkin âdet kalkıneaya veya kaldırılıncaya kadar haccetmeyi
geciktirmeyi daha uygun gördü ve bu nedenle o yıl kendisi gitmedi; emîrülhac
olarak Ebû Bekir Sıddîk'ı (R.A.) gönderdi. Sonra da ardından sûrenin baş
kısmındaki ilgili böiümü -ki bu otuz veya kırk âyetten oluşmaktadır- halka
duyurmak üzere Hz. Ali'yi (R.A.) görevlendirip gönderdi ve böylece o güne
kadar anlaşma veya andlaşma yapmayan ve yapıp da onu bozanlara dört aylık bir
süre tanındı.
Sonra da Hz. Ali
(R.A.) aldığı talimat gereği Mina'da toplanan Araplara bayramın birinci günü
şu hususu açıklayarak uyarıda bulundu : «Bu yıldan sonra artık hiçbir müşrik
haccedemiyecek ve hiç kimse Kabe'yi çıplak bir vaziyette tavaf edemiyecektir.»
Başka bir rivayete
göre, sözünü ettiğimiz ikinci duyuruyu Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) yapmıştır.
İmam Ahmed b.
Hanbel'in Ebû Hüreyre (R.A.)den tesbit ettiği rivayette ise, konu şöyle ifade
edilmektedir: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hz. Ali'yi (R.A.) Mekke'ye sözü
edilen duyuruyu yapmak üzere gönderdiğinde, ben de onunla beraber gittim.
Mekke'de halka şöyle seslendik ; «Cennet'e ancak mü'min kişi girebilir.
Beytullah'ı hiçbir çıplak kimse tavaf edemiyecek-tlr* Kiminle Peygamber (A.S.)
Efendimiz arasında bir anlaşma ve andlaşma varsa, bunun süresi dört aydır. Süre
bitince artık Allah ve Peygamberi, Müşriklerden beridirler (onlarla ilişkileri
kalmamıştır). Bu yıldan sonra hi?-bir müşrik hac edemiyecektir.»
Sesimiz kısıltncaya
kadar hep böyle seslenip durduk.
Şa'bî'nin yaptığı
tesbite göre ise, Ebû Hüreyre (R.A.) şöyle demiştir:
«Biz Mekke'de şu dört
hususu ilân edip Resûlüllah'ın (A.S.) talimatını halka duyurmaya çalıştık :
1— Kiminle Hz. Peygamber (A.S.) arasında anlaşma
varsa, o anlaşma belirlenen süresinin sonuna kadar muteberdir.
2— Anlaşma yapılmayan veya yapılan anlaşmayı
bozanlara tevbe etmeleri için dört ay bir süre tanınmıştır.
3— Cennet'e ancak mü'minler girecektir.
4— Bu yıldan sonra hiçbir müşrik Beytullah'ı
haccedemiyecektir.»[7]
Hz. Ali (R.A.)den bu
husus sorulduğu zaman, şu cevabı verdiği rivayetler arasında zikredilir; «Dört
şeyi duyurmakla görevlendirildim : Cennet'e ancak mü'min kişi girecek; çıplak
kimse Beytullah'ı tavaf etmiye-cek; kiminle Hz. Peygamber (A.S.) arasında bir
anlaşma varsa, o sürenin sonuna kadar muteber sayılacak; müşrikler bu yıldan
sonra bir daha Bey-tultah'ı
haccedemiyeceklerdir.» [8]
Buharı ve Müslim'in
yaptıkları rivayete göre, Ebû Bekir (R.A.) bayramın birinci günü Minâ'da Ebû
Hüreyre (R.A.) ile birlikte iki dellâlı görevlendirip orada toplanan insanlara
o yıldan sonra müşriklerin artık haccede-miyeceğini ve çıplak bir vaziyette
Kabe'nin tavaf edilmesine müsaade edil-miyeceğini ilân ettirdi.[9]
«Ve büyük hac (hacc-ı
ekber) günü, Allah ve Peygamberinden insanlara bir duyurudur.»
islâm'da umreye «küçük
hac», farz olan hacca ise, «büyük hac» denilir. Âyette geçen «hacc-ı ekber»den
maksat, farz olan hacdır. Nitekim İbn Cerîr Taberî'nin İbn Ömer'den (R.A.)
yaptığı sahîh rivayette, demiştir ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Veda
Haccı'nda bayramın birinci günü Minâ'da cemrelerin yanında durup şöyle buyurdu
: «Bugün hacc-ı ekber günüdür!» Aynı rivayeti İbn Ebî Hatim ile İbn Murdeveyh
de nakletmiş-
lerdir,
İbn Cüreyc'in yaptığı
rivayete göre de, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Arafat'ta bir konuşma yaptı ve
konuşma arasında, «Bugün hacc-ı ekber günüdür!» buyurdu. Bu rivayetin
sıhhatında bir şüphe izhar edenler olmuştur. Nitekim Şa'bî'nin Hz. Ali
(R.A.)den yaptığı rivayette, Hz. Ali (R.A.), «Hacc-ı ekber günü, bayramın
birinci günüdür» dediğine yer verilmiştir. [10]
Ashab-ı Kirâm'dan
Abdullah bin Ebî Evfâ da (R.A.) aynı şeyleri söylemiştir. [11]
Hammad b. Seleme'nin
İkrime'den, onun da İbn Abbas'dan (R.A.) yaptığı rivayete göre, İbn Abbas da,
«Hacc-ı ekber, yevm-i nahr, yani bayramın birinci günüdür» demiştir.
Tabiînden Saîd b. Cübeyr'den
de buna yakın sahîh bir rivayet tesbit edilmiş ve böylece «hacc-ı ekber»in,
farz hac olduğu ve o nedenle bayramın birinci gününe de bu ismin verildiği
ağırlık kazanmıştır. [12]
«Ancak müşriklerden
kendileriyle anlaşma yaptıktan sonra anlaşma maddelerinde size karşı hiçbir
eksiklik yapmayan ve sizin aleyhinize başka birine destek olup yardım
etmeyenlpr müstesna...»
Berat sûresi, bir
bakıma devlet haline gelen, Medine'de şehir devletinin temelini atıp yazılı
anayasasıyla ortaya çıkan Müslümanların, İslâm'a karşı kin ve düşmanlıklarını
sürdüren kabilelerle olan ilgi ve ilişkisinin esaslarını belirtiyor. Devlet
olmanın verdiği güç ve onurla nasıl bir politika ve strateji uygulaması
gerektiği açıklanıyor. Bunları şöyle maddeleş-tirebiliriz :
1— Müslümanlar güçlü ve disiplinli savaşçı bir
kadro oluşturamadığı yıllarda, müşriklerin her türlü saldırılarına karşı pasif
kalmayı tercih ettiler.
2— Öz yurtlarından sürülüp hicrete mecbur
bırakılıncaya kadar reva görülen işkence ve hakaretlere, İslâm'ın geleceğinin
selâmeti bakımından ses çıkarmamayı bir süre için uygun gördüler. Şüphesiz ki
bu, İslâm'ın kök salıp dal-budak vermesini hazırlayan bir politika idi ki,
müşriklerin çoğu gelecek günlerin aleyhlerine döneceğini düşünemiyorlardı.
3— Müslümanların Medine'yi ikinci yurt edinmeleri
ve Medinelilerin de onları bağırlarına basıp her türlü yardımda bulunmayı
kendilerine bir görev ve vecibe saymaları sonucu, işkence, hakaret ve saldırı
dönemi sona erdi. O bakımdan sıra Müslümanları teşkilatlandırmaya, Medine'de
toplanan insan unsurunu yeterince kazanmaya gelmişti. Ortam mü'minlerden yana
idi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ilâhî metot gereği uyguladığı politikayı kısa
zamanda hedefine ulaştırdı.
İslâm devleti kuruldu.
Savaşabilecek mücahit kadrosu oluşturuldu. Sıra bu yeni devletin varlığını ve
gücünü kabul ettirmeye geldi. Hazırlanan plân ve program kusursuzca uygulama
alanı buldu. Derken Şam'dan gelen ticaret kervanı, Mekke müşrikleriyle
Müslümanlar arasında bir savaşı zorunlu kıldı. Öyle ki, müşrikler bu savaşta
boylarının ölçülerini alacaklar ve artık karşılarında, her türlü işkence ve
hakarete baş eğmi-yen bir gücün oluştuğunu anlayacaklardı.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, kervanın önünü kesmeyi kararlaştıran Resûlüllah'ın (A.S.)
amacı basit bir yağmacılık değil, yakın gelecekte İslâm aleyhine kullanılacak
bu ekonomik gücü mefluç hale getirmekti. Tabii Cenâb-ı Hakk'ın plânı ise, daha
başka idi; o da, Mekkeli müşriklerin haddini bildirmek ve gözlerini iyice
korkutmaktı. Böylece olaylar birbirini izledi, sebepler zincirinin halkaları
tamamlandı ve Bedir savaşı başladı. Şüphesiz ki bu, İslâm'ın var olma savaşı
idi, Allah yardım etti. Az bir mücahitle, küfür sürüsü dağıtıldı,
elebaşlarından önemli bir kısmı öldürüldü. Böylece İslâm geniş bir nefes alma
düzeyine ayak basmış oldu.
5— Savaşın Müslümanlar lehine sonuçlanması, kısa
zamanda İslâm devletinin varlığının ve gücünün gür sesinin etrafa yayılmasına,
çevre ülkelerde duyulmasına sebep oldu ki, asıl amaç da bu idi. O nedenle
yavaş yavaş Medine etrafında yaşayan kabileler yeni dine girme ve girmeme
arasında düşünmeye başladılar; bunun için görüşmeler, istişareler, haber
toplamalar birbirini takip edip durdu.
6— Derken Uhut, Hendek, Hayber, Hunayn savaşları
ve Mekke'nin fethi, sonra da Tebük seferi birbirini takip etti. İslâm devleti
yalnız Arap
Yarımadasında
duyulmakla kalmadı, çevre ülkelere kadar sesini duyura-bildi. Çeyrek asırda
Arap Yarımadası bir baştan bir başa fethedildi, Suriye ve dolayları, Irak
acemi ve İran fethedildi. Cok geçmeden İslâmiyet Asya ve Afrika kıtalarında
süratle yayılmaya başladı.
7— Düne
kadar Allah'a ibâdet için yeryüzünde inşa edilen ilk mabet olan kutsal Kabe,
şuursuz müşriklerin kirli ayaklarından, ıslık ve el çırpmalarından kurtarıldı.
Böylece Berat sûresinin ilk bölümü, anlaşma ve andlaşmalara hıyanette bulunan
ve bu konuda zikzak çizip Müslümanları üzen kabilelerin hadlerini bildirmeyi
içeren emirlerle indi. Söz artık müşriklerin değil, mü'minlerindi. Kabe artık
putperestlerin değil, Allah'a kulluk edenlerin kıyamete kadar ibâdet ve tavaf
yeriydi. O bakımdan dört maddelik bir duyuru, ültimatom mahiyetinde bütün Arap
kabilelerine duyuruldu. Onlara dört aylık bir süre tanındı. [13]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ilâhî vahiy çerçevesinde yüksek dehasını kullanarak sesini bütün güç
ve kudretiyle yükseltti. Bunun için en uygun zamanı ve ortamı seçmesini çok iyi
plânladı. Sonra da kusursuz şekilde uygulamaya başladı. Onun için başarıdan
başarıya, zaferden zafere koştu. Hak, mutlak mânada üstün geldi, bâtıl başaşağı
gelerek saltanatını kaybetti.
Kendileriyle andlaşnia
yapılan müşriklere -andlaşmanın süresi sonunda tamamen hükümsüz kalacağı ve
yapılan anlaşmalara sadık kalmayanlara müsamaha edilmiyeceği bildirilerek-
dört ay süre tanındı. Bu, zilhicce ayının onundan geçerli olmak üzere
rebiulâhir ayının sonuna kadar devam edeceğinden, bu arada iyice düşünüp karar
vermek için geniş imkân ve fırsatlar bulunuyordu. Süre sona erince, müşrikler
için iki yol vardı: Ya tevbe edip İslâm'a girecekler ve selâmette kalacaklardı,
ya da İslâm'ın üstünlüğünü kabul edip vergi ödemek suretiyle İslâm'ın himayesine
gireceklerdi. İslâm devleti, ilerideki hakimiyet plânını böylece uygulama
alanına büyük bir basiretle koymuş bulunuyordu.
Ancak bu arada
kendileriyle anlaşma ve andlaşma yapılıp imzalanarak kesin sonuca bağlanan
kabileler için süre dört ay değil, anlaşma ve andlaşma hükmü uyarınca sürenin
dolması muteber tutulmuştur. Yapılan andlaşmaları sudan sebeplerle yer yer
zedeleyip bir bakıma bozanlarla, hiç andlaşma yapılmayan kabilelere sadece
düşünüp karar verme süresi olarak dört aylık bir zaman dilimi tanınmıştır.
Nitekim Kelbî de aynı tesbi-ti yaparak konuyu bu açıdan değerlendirmiştir.
Çünkü İslâm, yaptığı anlaşma ve andlaşmalara, karşı taraf sadık ve bağlı
kaldığı sürece bağlı ve sadık kalır. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir.
İslâm bu konuda da imân doğrultusunda Allah'tan saygı ile korkmayı emreder ve
herhangi bir hıyanette bulunmayı kesinlikle caiz görmez. Âyetin sonunda «Şüphesiz
ki Allah muttakileri (Allah'tan korkup döneklikten, hıyanette bulunmaktan)
sakınanları sever.» buyurulması, bütünüyle bu gerçeği yansıtmaya yöneliktir. el-Hasen'e
göre, daha önce kendileriyle andlaşma yapılanlar için de, yapılmayanlar için de
dört aylık bir süre tanınmıştır.
Müeahid'e göre, bu
süre tanıma, Allah'tan müşriklere ayrı bir rahmettir. Artık kimlerle andlaşma
süresi dört aydan az kalmışsa veya dört aydan daha fazla süresi bulunuyorsa
veya süresi belirlenmeyen bir andlaşma varsa, bunların hepsi dört ay süre ile
sınırlanmış oluyor. Süre sonunda ya İslâm'a girecekler, ya da savaşmak zorunda
kalacaklar.
Bu görüş, İslâm'ın
«dinde hiçbir zorlama yoktur» genel prensibiyle pek bağdaşamamaktadır.
Dört ay süre tanınmasının
sebebine gelince : Bunun birtakım hikmetleri ve geleceğe yönelik olumlu
sonuçlan söz konusudur. Müşriklerin bu süre içinde iyice düşünmeleri,
birbirleriyle görüşüp istişarede bulunmaları ve Müslümanların da iyice
hazırlanmalarının sağlanması o hikmetlerden birkaçıdır. Aynı zamanda İslâm'ın
istilâcı bir kuvvet olmadığını, meselelerini ilim, ahlâk, fazilet ve hoşgörü
doğrultusunda çözmeyi daha uygun gördüğünü göstermesi, saadet burcunda
yükselen LÂ İLAHE İLLALLAH, MU-HAMMED'ÜN RESÛLÜLLAH sözünün kalb ve kafalara
işleyip derin izler bırakması için de bu süre oldukça elverişli sayılır. [14]
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâm devletinin sesini Arap Yarımadasında duyurmak ve İslâm'ı henüz çok zayıf
görenlerin bu husustaki düşüncelerini değiştirmek için, hep hıyanet içinde
bulunan müşriklere dört aylık bir süre tanınarak ültimatom verildiğinden söz
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, bu süre
sonunda hâlâ eski hıyanetinde ısrarlı olan müşriklerin haram ayları çıktıktan
sonra öldürülmeleri emrediliyor. Aneak pişmanlık duyup tevbe ederek İslâm'a
girenlerin, namaz kılıp zekât verenlerin affedilmesi ve bu arada onlardan
sığınma hakkı isteyerek gelenlerin de kabul edilip korunması, güven verilmesi
emrediliyor. Böylece İslâm'ın insanlık için tam güven kaynağı, rahmet odağı
olduğu gösterili-vor. [15]
5— Haram Ayları çıkınca artık müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürün; yakalayıp tutuklayın; gelip geçecek bütün gözetleme
yollarını tutun. Tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse onları serbest
bırakın gitsinler. Çünkü Allah şüphesiz çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
6— Müşriklerden biri aman dileyerek sana
gelirse, ona aman ver ki Allah'ın sözünü dinleyebilsin. Sonra da onu güven
duyacağı yere kadar ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.
«İnsanlarla, Allah'tan
başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun peygamberidir deyinceye; namaz kılıp zekât
verinceye kadar savaşmakla emrolun-dum.» [16]
«İnsanlarla, Allah'tan
başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın
peygamberi olduğuna
şehadet etmelerine kadar, savaşmakla emrolundum. Allah'tan başka ilâh
olmadığına, Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şehadet edip kıblemize
yöneldikleri, kestiğimiz hayvanların etinden yedikleri, namazımız gibi namaz
kıldıkları takdirde, artık onların kanları ve malları -haklı bir sebep dışında-
bize haram olur. Müslümanların lehine olan şey, onların da lehine, aleyhine
olan şey de onların aleyhinedir.» [17]
«Kim dünyadan, bir
olan Allah'a kulluk ve ibâdette ihlâs üzere bulunup O'na hiçbir şeyi ortak
koşmaksızın ayrılırsa, Allah, kendisinden razı olduğu halde ayrılmış olur.» [18]
«Müslüman kişinin kanı
ancak şu üç şeyden biriyle helâl olur :
1— İmândan sonra küfre dönmesi,
2— Evlilikten sonra zina etmesi,
3— Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın bir canı
öldürmesi.» [19]
«Haram ayları çıkınca
artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün..»
Burada, «haram ayları»
diye çevirisini yaptığımız «eşhürü'!-hürum»den iki ayrı mana ve hüküm
anlaşılmaktadır: Birincisi, öteden beri bilinegelen ve Araplarca saygı
gösterilen zilkade, zilhicce, muharrem ve recep aylarıdır. İkincisi,
kendileriyle andlaşma yapılan müşriklere tanınan dört aylık süredir ki, bu süre
içinde herhangi bir savaş veya tecavüz haram sayılmıştır. Ancak en sahîh
tesbite göre, sûrenin başında belirtilen dört aylık süredir. Bu süre içinde
Müslümanların savaşması haram kılınmış ve o nedenle belirtilen süreye
«eşhürü'l-hürum» denilmiştir. Qünkü eğer bu tabirde mâruf olan haram ayları
kastedilmiş olsaydı, o takdirde Mekke'de toplanan halka ilândan sonra sadece
50 günlük bir süre tanınmış olurdu ki bu âyetin siyak ve sibakı itibariyle
taşıdığı ültimatom ve hükme ters düşerdi. Zilhiccenin onuncu gününden
muharremin sonuna kadar sadece 50 gün bir süre vardır ki, bu durumda mâruf olan
haram aylarının süresi kısaltılmış
oluyor. Oysa baştaki
âyetler çok açık bir anlatımla müşriklere dört aylık bir süre tanındığını haber
veriyor. Nitekim İbn Abbas da (R.A.) aynı görüştedir. [20]
İslâm bir devlet
hüviyetine bürünüp ortaya çıkınca, önce Arap Yarımadasında hakimiyet kurma
plânını hazırladı. Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz, Medine, Mekke ve çevresini
İslâm hakimiyeti altına alıp güç ve kudretini, taşıdığı adalet, hürriyet ve
insan haklarını koruma doğrultusunda etrafa iyice duyurmuş oldu. Böylece ilk
adımda yarımadaya ve çok geçmeden Bizans ve İran sınırlarına yayılmayı hedef
seçerek sesini yarımadanın dışında duyurmaya muvaffak oldu. Tahmin edilmiyecek
kadar süratli bir gelişme sağladı. O bakımdan bir çok ülke ve kabilelerin
dikkatlerini kendi üzerine çekerek pasif alandan aktif alana sıçradığını kabul
ettirdi.
Şüphesiz ki bu, Hz.
Peygamber'in (A.S.) ötedenberi uygulamak istediği fakat bir türlü elverişli
ortam bulamadığı plânının bir bölümü idi ki, on yıllık Medine döneminde
hedefine ulaşmış oldu.
Mekke ve Medine
dolaylarındaki kabileler döneklikleriyle ün yapmış bulunuyorlardı. Onların bu
tutumu Hz. Peygamber'le (A.S.) olan ilişkilerinde de devam ediyor, birtakım
sinsi faaliyetler ve ihanetlerden geri kalmıyorlardı. O bakımdan ilgili âyetle
hazırlanan İslâmiyetin yayılma plânının diğer bir yanı uygulamaya konuldu:
Müşriklere iyice düşünüp karar verebilmeleri, hislerinden sıyrılıp akıl ve
vicdanlarının sesiyle sonuca varmaları, döneklik, nifak ve şikakın artık
hiçbir yarar sağlamıyacağını hesaba katmaları için dört aylık bir süre tanındı.
Bu, İslâm devletinin kesin tutum ve kararını belirten bir ültimatom idi. O
bakımdan beşinci âyette belirlenen süreden sonra izlenecek yol ve strateji
açıklanıyor ve bütün bir Arap Yarımadasına seslenilerek şöyle meydan
okunuyordu:
1— Müslümanlar, ister hil, ister haram sınırları
içinde olsun, ihanet içinde bulunan müşrikleri günün şartları ve ortamını
dikkate alarak, buldukları yerde öldürecekler.
2— Gerektiğinde, ihanetlerinin bir cezası olarak
onları yakalayıp esir edecekler, silâhlarını bırakıp teslim olma
zorunda bırakacaklar. Çünkü İslâmiyet artık üstünlük sağlayacak
ezici bir kuvvete sahip bulunuyordu. Düşmanları esir alma yetkisi vardı.
3— Kale ve benzeri müstahkem yerlere sığınıp
pasif mukavemete geçenleri kuşatıp kendi yerlerinde onları bir bakıma
gözaltına alacaklar.
4—
Müşriklerin birleşip, diğer ülkelerden de yardım sağlamak suretiyle İslâm'a
karşı büyük bir kuvvet hazırlamalarını önlemek için önemli yolları gözetim
altında tutacaklar,
Allah ve Peygamberinin
kesin uyarısına uymak isteyenlerden ise, şu üç şeyi yerine getirmeleri
istenecek :
a) Pişmanlık duyup, tevbe ederek Allah'a ve
Peygamberine imân etmek suretiyle İslâm'a girmek,
b) Namazı dosdoğru kılmak,
c) İslâmî ölçüye göre, zekâtı vakti gelince
vermek..
Oysa evvelce Mekke'de
müşriklerden bu üçü değil, sadece birinci maddede yer alan hususu yerine
getirmeleri istenmişti. Onun için de bir ültimatom verilmemiş, dilek ve.tavsiye
doğrultusunda onlardan böyle bir temayül beklenmişti. Çünkü henüz varlığını,
kuvvetini hissettiremiyen son dinin, Allah'ın varlığını, birliğini, yüce
kudretinin hayat veren havasını kalb-lere ve vicdanlara eniekte etmekle
yetinmesi, ahkâmı sonraya bırakması gerekiyordu. İşte İslâmî siyaset olarak bu
esas ve prensibten hareket edilerek yola çıkılmış ve Medine'de İslâm devleti.
Tevhit (Allah'ı bir bilip O'na inanmak) temeli üzerinde yavaş yavaş yükselip
kuvvet bulunca ikinci ve üçüncü maddeleri de şart koşmuştur.
Bu âyetler indiğinde
hac ibâdeti henüz farz kılınmadığından sadece namaz ve zekât gibi iki önemli
ibâdetten söz edilmiş, bu ikisini yerine getirenlerin oruç tutup
haccedeceklerinde şüphe kalmamıştır. [21]
«Tevbe eder, namaz
kılar ve zekât verirlerse, onları serbest bırakın gitsinler.»
Tevbe ve pişmanlık
imânı gerektirir; imân da namaz ve orucu; namaz ve oruç imânla birlikte güven
ve kardeşliği gerçekleştirir. Nitekim ilgili âyetle bu çok önemli hususa işaret
edilmektedir, İslâm cemaatini kardeş yapıp güven duyguları içinde onları
oluşturup bütünleştiren iki önemli unsur söz konusudur: Birincisi, Allah'a ve
Peygamberine kayıtsız şartsız inanmak, onları her şeyden çok sevmek; ikincisi,
güzel ahlâkı, sosyal adaleti gerçekleştiren namaz ve zekât ibâdetlerini, dinin
emrettiği şekilde amacına yönelik ojarak yerine getirmek..
Böylece namaz, sözünü
ettiğimiz amaç için en uygun toplantı yeri olan camileri; zekât ise inananlar
arasındaki mesafe ve kopukluğu kapatıp fakirle zengin, işçiyle patron arasında
sağlam bir köprünün kurulmasını gerçekleştirir. İslâm'dan bu iki ibâdeti çekip
aldığımız takdirde geriye meyvasız bir imân kalır ki, her an kurumaya
mahkûmdur. Zira namaz bir yandan da ruhları arındırıp insana kişilik
kazandırır; Yaratan ile yaratılan arasında en işlek yolu sağlar. Zekât ise,
sosyal yapıyı birbirine kenetlerken, mal ve servetin amaç olmadığını, amaca
erişmek için birer araç olduğunu öğretir; insanı vicdanen rahatlatıp gönül
huzuruna kavuşturur. Bir yetimin yüzünün gülmesi, fakir bir ailenin sevinmesi,
kimsesiz dul bir kadının sıkıntısının giderilmesi ne ile ölçülebilir? Bunların
verdiği iç rahatlığını insan hangi işte ve hangi eğlencede elde edebilir?
Ayrıca zekât farizası, İslâm'ın mülkiyete geniş yer verdiğini belirleyen
delillerden biridir.
Diğer yandan namaz,
nefis ve şeytanın tesirini zayıflatıp insanı Allah'a daha çok yaklaştırarak bir
bakıma melekleştirir. Zekât ise, insanı egoist olmaktan kurtarıp toplumun
yararlı bir parçası haline getirir.
Namaz, sinir sistemini
düzeltip ruha afiyet verir; geleceğe umut ve güvenle bakma şuurunu geliştirip
ümitsizlikten kurtarır. Zekât ise, insanı katılık ve tekelcilikten
uzaklaştırır; Allah'ın sonsuz hazinesinden verdiği nîmetin bir kısmını yine
Allah'ın hoşnutluğuna ermek için harcamayı âdet haline getirir.
Namaz, zaman denilen
nimeti ciddi şekilde programlamayı öğretir; hayatı düzenli ve verimli kılmanın
yollarını gösterir. Zekât ise, servetin amaç değil, araç olduğunu ilham eder.
Namaz, kula kul
olmaktan insanı kurtarıp hılkatındaki hikmete uygun, bir olan Allah'a ibâdet
etme şuurunu geliştirir. İç ve dış organların bir bakıma manevî bekçisi olup
her organı yaratıldığı görevin meşru sınırları içinde tutma inancını aşılar.
Zekât da, insanı bütün bir ömür mai ve servet bekçiliği yapmaktan kurtararak
mai ve serveti insana bekçi yapıp onun iki hayatını saadete çevirmeye vasıta
kılar. [22]
«Müşriklerden biri
aman dileyerek sana gelirse, ona aman ver ki....»
Mealindeki âyet çok
önemli bir hüküm daha ortaya koymaktadır. Şöyle ki. Peygambere veya İslâm
devlet reisine veya askerin başındaki
kumandana, düşman tarafından biri
ya iltica niyetiyle,
ya da son dinin kitabını
dinleyip anlamak ve öğrenmek
için veya bunların dışında elçilik ve
habercilik göreviyle gelecek
olursa, onu kabul etmek
vâcibtir. Bu, süre olarak tanınan
dört ayın sona
ermesinden sonra da olsa böyledir. Zira haysiyetli, onurlu ve itibarlı
bir devletin en seçkin vasıflarından biri de, düşmanına bile olsa güven telkîn
etmektir, İs-îâm'ın bu konuda güttüğü politika, iki önemli faydanın ortaya
çıkmasına yöneliktir: Birincisi, iltica eden veya haberci olarak gelen
yabancının, İs-lâmiyetin mü'minler arasında sağladığı sevgi, saygı, edep, terbiye,
kardeşlik ve sıcak ilgiyi yakından görmesi; ikincisi ise, kalbleri fetheden,
göğüslere şifa ve rahmet havası estiren Kur'ân'ı işitip kulak vermesine imkân
sağlanmasıdır. Çünkü İslâm dini ve ona bağlı dindarlık, sözden ziyade
davranışa önem verir, iyi dindarların günlük yaşayışının yabancılar üzerinde
çok daha olumlu tesirler bırakacağına yer yer işarette bulunur. Gelen
yabancılar Allah sözünü ve mü'minlerin güzel davranışlarını yakından görüp
işitme imkânına kavuşunca bütün dikkatlerini bu iki nokta üzerinde
toplayabilirler. Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz zamanında gelen
sefirler ve diğer yabancı kişiler, çok geçmeden İslâmiyetle dosdoğru yaşayan
mü'minlerin tesir alanına girmişler ve kafalarıyla kalblerinde silinmesi
mümkün olmayan derin fakat müsbet izlerle dönmüşlerdir. Hatta bir kısmı böyle
bir niyeti olmadığı halde İslâm'a girmeye karar vermiş ve her şeye rağmen
kendini o olumlu havanın dışında tutamamıştır. Şâir Tufayl, ünlü kabile reisi
Carud bunun misallerinden sadece biridir.
Görülüyor ki, İslâm
dini inanç hürriyetine devamlı saygı göstermiş, ister iltica, ister bilgi
edinmek, isterse elci olarak görev yapmak için gelenleri hiçbir zaman
zorlamamış, üstelik ayrılmak istedikleri zaman onların güven duyacakları yere
kadar ulaştırılmalarını emretmiştir.
Peygamber nedir, hak
din nedir, ne değildir? hususlarını bilmeyen müşriklere bu gerçekleri en güzel
şekilde gösterip öğretmek gerekiyordu. O da Peygamber tezgâhında
şekillendirilip yetiştirilen mü'minlerin toplumsal hayatında tezahür eden
büyüleyici hava ile daha çok mümkün oluyordu. [23]
«Ona aman ver ki Allah'ın
sözünü aînleyebilsin.»
Mealindeki âyetin
anlatımındaki incelikten ve taşıdığı işaretten anlıyoruz ki, körükörüne
taklit, birçok konuda olduğu gibi, dinde de yeterli değildir. Görmek, bilmek,
araştırıp anlamak, gerçeklere nüfuz etmek şarttır. Nitekim ünlü müfessir
Fahruddin Razı de ilgili âyetin tefsirinde aynı hususa parmak basıp üzerinde
yeterince durmuştur. O bakımdan İslâm dini.
Kur'ân'ın yukarıdaki
beyânına uyarak her ferdi inanıp inanmama, kabul edip etmeme arasında serbest
bırakmış, en güçlü dönemlerinde bile kimseyi zorla dine sokmaya tenezzül
etmemiştir. Ancak tarihte bazı istisnaî olaylar varsa, o İslâm'ın değil,
şahısların kusuru ve yanlış anlayış ve tutumudur.
Saldırgan müşriklere
gerek dört ay bir süre tanınması, gerekse bu arada aman dileyerek gelenlere
aman verilip inancında serbest bırakılması bu gerçeği bütün açıklığıyla
yansıtmaya yeterdir. Nitekim Hudeybiye andlaşması nedeniyle Mekke'den
gönderilen Urve b. Mes'ûd, Mukrız b. Hafs ve Süheyl bin Amr ve arkadaşları, Hz.
Peygamber'in (A.S,) huzuruna kabul edildiklerinde, Peygamberin yüksek terbiye
ve nezaketi; mü'minlerin peygamberlerine karşı gösterdikleri sevgi, saygı ve
terbiye, hepsinin dikkatini fazlasıyla çekmiş ve ister istemez bu kutlu
havanın tesirine girmişlerdi. Mekke'ye döndüklerinde, gördükleri ve hayranlık
duydukları manzarayı anlatmakla bitirememişler; o sebeple de birçok müşrik
kendi arzularıyla gelip İslâm'ı kabul etme basiretini göstermişlerdi.
Yalancı peygamber
Müseyleme'nin elçisi Resûlüllah (A.S.) Efendi-miz'e geldiğinde birçok ölçüsüz,
laubali davranışları, edep dışı sözleri olmuştu. Peygamberimiz (A.S.) ona :
«Sen, Müseyleme'nin peygamber olduğuna şehadet ediyor musun?» diye sorduğunda,
o da hiç tereddüt etmeden, «evet...» diye cevap vermiş ve bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Eğer elçilerin korunulmuşluğu olmasaydı,
herhalde seni öldürtür-düm!» buyurmuş ve-kılına dokunulmadan tam bir güven içinde
yurduna dönmesi sağlanmıştı. [24]
Yukarıdaki âyetlerle,
öteden beri Müslümanları rahatsız eden, İslâm'ı doğduğu yerde öldürmek için her
kötülüğü mubah gören müşriklerin şerrinden ancak Medine'ye hicret etmek
suretiyle kurtulma imkânı olabilmiş ve sonra da yapılan bazı anlaşmalara
hıyanet eden kabileler durmadan birtakım entrikalar peşinde koşmaya
başlamışlardı. Küfür ve azgınlıkla savaşacak düzeye gelen İslâm devleti,
onlara dört aylık bir süre tanıdı ve aman isteyenlere aman verileceğini
açıklayarak son dinin rahmet ve güvenle sahneye çıktığını bütün Araplara
duyurdu.
^ Aşağıdaki âyetlerle
müşriklerin Allah ve Peygamber yanında kayda değer sözleri, ahde vefaları
olmadığı belirtiliyor. Ancak Mescid-i Haram'da andlaşma yapanlar bir istisna
teşkil edeceğinden onlar dürüst ve sadık
davrandıkları sürece
Müslümanların da onlara karşı verdikleri sözü yerine getirecekleri açıklanıyor.
Allah'ın ise, sözünde sebat edip yaptığı andlaş-malara sadık kalan mü'minleri
sevgisine lâyık gördüğü ifade edilerek müminlere en doğru yol gösteriliyor. [25]
7— Müşriklerin Allah yanında ve Peygamberi
yanında nasıl bir sözleşme ve anlaşmaları olabilir? Ancak Mescid-i Haram
yanında anlaştıklarınız müstesna; onlar size karşı doğru davrandıkça siz de
(mevcut anlaşma hükümlerine uyarak) kendilerine karşı doğru davranın. Şüphesiz
ki Allah (sözleşme ve anlaşmalara bağlı kalıp, hıyanet ve döneklikte bulunmaktan)
sakınanları sever.
8— Nasıl anlaşmaları olabilir ki, eğer onlar
size karşı üstünlük sağlamış olsalar, hakkınızda ne bir hak ve yakınlık, ne de
sözleşme vecîbelerini gözetirler. Sizi ağızlarıyla hoş tutmaya çalışırlar,
kalbleri ise (nefret duyup) kaçınır. Çoğu (ilâhî sınırları hiçe sayan)
fâsıklardır.
9— Allah'ın âyetlerine karşılık az bir değeri
satın aldılar da Allah yolundan alıkoydular. Bunlar gerçekten ne kötü şeyler
işlemektedirler!
10— Hiç bir mü'm in hakkında ne bir hak ve
yakınlık, ne de bir sözleşme ve anlaşma vecîbesini gözetirler ve işte bunlar,
haddi aşanların kendileridir.
11— Eğer (küfür ve inatdan, azgınlık ve fitneden)
vazgeçip tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse artık dinde
kardeşlerinizdir ve biz bilen bîr millete âyetlerimizi (böylece) bir bir
açıklıyoruz.
12— Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini
bozarlar da dininize dil uzatıp saldınrlarsa, o takdirde küfrün ileri gelen
elebaşılarıyla savaşın; çünkü onların gerçekten yeminleri yoktur. Olur ki (bu
tutum ve döneklikten) vazgeçerler.
«Kim (şu) üç şey
arasında fark gözetir de birini diğerinden ayırırsa, Allah da kıyamet gününde
onunla rahmetini birbirinden ayırır (rahmetini ondan uzak tutar):
1 Allah'a itaat ederim, ama Peygamberine
itaat etmem, derse, Oysa Allah, «Allah'a ve Peygambere itaat edin!» buyuruyor.
2— Namaz
kılarım ama zekât vermem derse,
Halbuki Allah, «Namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin» buyuruyor.
3— Kim de
Allah'a şükürle, ana-babasına şükrü birbirinden ayırır, Allah'a şükreder ama
ana-babasına şükretmezse...
Halbuki Allah,
«Bana şükret ve ana-babana şükret»
buyuruyor.» [26]
«Müşriklerin Allah
yanında ve Peygamberi yanında nasıl bir sözleşme ve andlaşmaları olabilir?»
Mealindeki âyetle
Müslüman ülkelerin, Allah'a ortak koşan inkarcılarla yaptıkları sözleşme ve
andlaşmaiara aldanıp kendilerini tam güven içinde hissetmemeleri
hatırlatılıyor. Bunun nedeni açıktın Allah'a ve âhirete inanan bir millet veya
topluluk, verdiği sözün ve yaptığı andtaşmanın Allah katında nasıl bir hüküm ve
anlam taşıdığını düşünerek ona sadık kalmaya çalışır. Bu inançta ve doğrultuda
olmayanların ise, sadık kalmalarına pek güvenilemez. Çünkü kalblerini tesir
altına alan manevî hiçbir müeyyide tanımamaktadırlar. O halde İslâm devleti,
inkarcılarla yaptığı andlaş-ma ve sözleşmeyi adım adım izlemek zorundadır.
Çünkü karşı taraf fırsat bulup ortamı kendi lehine görünce hiçbir hak ve
vecîbe gözetmezler.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz zamanında, başta Hudeybiye olmak üzere birçok sözleşme ve
andlaşmaiara müşrikler bağlı kalmamış, fırsat buldukça hıyanette bir an
tereddüt etmemişlerdir. Zaman zaman dilleriyle mü'minleri memnun etmeye
çalışırken kalbleri hep bundan nefret duyup kaçınmıştır. Ancak o dönemde
Hudeybiye andlaşması paralelinde Peygamber (A.S.) Efendimiz'in Mescid-i Haram
yakınında andlaşma yaptığı Beni Bekir kabilesi bir istisna oluşturur. Çünkü
onlar anlaşmaya hep sadık kalmışlardır. O bakımdan genel kaidenin dışında
tutularak dört ay süre onlar hakkında uygulanmamıştır.
Ibn İshak'ın tesbit
ettiği bu rivayet, ilim adamlarınca daha sahîh kabul edilmiştir.
«Nasıl andlaşmaları olabilir
ki, eğer onlar size karşı üstünlük sağlamış olsalar, hakkınızda ne bir hak ve
yakınlık, ne de sözleşme vecibelerini gözetirler.»
Kur'ân bu âyetle,
sözleşme ve andlaşmalara sadık kalmayan müşriklerin iki değişmez karakterini
hıyanetlerine sebep olarak gösteriyor: Birincisi, onlar inkâr ve inat içinde
her türlü günahı işlemekten çekinmezler. O yüzden devamlı ilâhî sınırlan aşıp
haklan çiğnerler. İkincisi, hiçbir sınır tanımayan, ilâhî buyruklara karşı
gelen azgın ve taşkın kimseler olarak durmadan İslâm aleyhine entrikalar
çevirirler. Tabii bu iki kötü huyun asıl kaynağı, imansızlıktır. [27]
«Ve eğer verdikleri
sözden sonra yeminlerini bozarlar da dininize dil uzatıp saldırırlarsa, o
takdirde küfrün ileri geten elebaşılarıy-la savaşın; çünkü onların gerçekten
yeminleri yoktur.»
Kur'ân böylece İslâm
devletinin şeref ve itibarını devamlı ayakta tutmak, döneklik yapan
inkarcılara hadlerini bildirmek için şu emri veriyor: «Küfrün elebaşılarıyla
savaşın!» Çünkü onların hiçbir andlaşmaya sadakatleri yoktur. Belki bu sayede
onlar tuttukları yoldan dönerler de verdikleri söze bağlı kalma lüzumunu
duyarlar.
Tabii buradaki savaş
emri, hemen yerine getirilmesini gerektirmemektedir. Şartlar ve ortam
elverdiği takdirde savaşmak gerekli olur. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
ile dört halîfenin tutumu hep böyle olmuştur.
İlgili âyetlerle
müşriklerin tutum ve davranışları açıklandıktan sonra ilâhî âyetleri az bir
paha karşılığında değiştiren ve böyle yapmakla insanları Allah yolundan
alıkoymaya çalışan Yahudilere atıflar yapılıyor; işledikleri bu sorumsuzca
cinayetin ne kadar kötü olduğu belirtilerek, Yahudilerin de müşrikler gibi
hiçbir mü'min hakkında bir hak ve yakınlık, söz ve vecibe gözetmiyecekleri
açıklanıyor. Zira Yahudilerin de çoğu ya âhirete inanmaz, ya da orada sadece
yedi gün azap göreceklerine inanırlar. O bakımdan mü'minler hakkında hiçbir
sorumluluk duymazlar ve gerektiğinde yaptıkları andlaşmaların hilâfına hareket
ederler.
Ancak müşrikler gibi
büsbütün inkarcı olmadıklarından mü'minlere karşı düşünce ve tutumları ayrı
bir anlatımla belirtilmiştir. [28]
«Eğer vazgeçip tevbe
eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse, artık onlar dinde kardeşleriniz-dir..»
İster müşrik, ister
yahudî, isterse ateşperest olsun, İslâm'a karşı olumsuz yönde faaliyet
gösterir, yapılan sözleşme ve andlaşmalara sadık kalmazlarsa, şartlar
elverdiği takdirde savaş kaçınılmaz olur. Ancak sözü edilenler pişmanlık duyup
tevbe eder (Allah'a ve Peygamberine iman ile ciddi bir dönüş yapar), aşağıda
belirtilen üç şartı yerine getirirlerse, o taktirde onlar dinde kardeş
sayılırlar ve hakları her bakımdan korunup güven altına alınır:
1— Pişmanlık duyup İslâmiyeti son din olarak
seçerek kabul etmek,
2— Namaz kılmak,
3— Zekât vermek..
Bu üç şart veya esası
kabul edenler artık oruç tutmakta tereddüt etmezler. Hac ise, bu âyetler
indiğinde henüz farz kılınmamıştı.
Neden bu üç şart?
Çünkü sağlam imân, namaz ve zekâta kapı açar, yani farz ibâdetier'döğru ve
hakiki bir imânın en tabii ürünleridir. [29]
«Ve eğer verdikleri
sözden sonra yeminlerini bozar da dininize dil uzatıp saldı rırlarsa, o
taktirde küfrün ileri gelen elebaşılarıyla savaşın.»
Bu âyetin ışığı
altında müctehit imamların az farklı görüş ve yorumları ortaya çıkmıştır,
onları şöyle özetliyebiliriz :
a) İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Leys ve İmam
Ahmed b. Hanbel'e göre, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e sövüp dil uzatan kişinin
İslâm devleti tarafından öldürülmesi vaciptir.
b) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, öldürülmez, başka
bir ceza ile tecziye edilir.
Birincilerin dayanağı
şu olaydır: Bir adam Hz. Ali'nin (R.A.) meclisinde, Yahudî eşrafından Kâb b.
Eşrefin gadren öldürüldüğünü söylüyor. Bunun üzerine Hz. Ali (R.A.) o adamın
öldürülmesini emrediyor. Çünkü Kâb
b. Eşref,
Resûlüllah'ın (A.S.) emir ve talimatıyla öldürülmüştür. [30]
Gayrimüslim vatandaşlara gelince:
c) İmam
Mâlik'e göre, İslâm ülkesinde
vatandaş olarak bulunan gayr-i müslimler İslâm'a dil uzatıp
saidırırlarsa, öldürülmezler, vatandaşlıktan çıkarılıp sınır dışı edilirler.
d) İmam Şafiî'ye göre, onlar da öldürülürler.
e) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, tevbe etmesi
önerilir. Tevbe ederse vatandaşlık hakkını kaybetmez. İmam Sevrî de aynı
görüştedir.
f) Din ve peygambere dil uzatıp saldırdıktan
sonra tevbe edip İslâm dinine girerse, ilim adamlarının çoğuna göre,
öldürülmez. Sahîh olan da budur. [31]
Yukarıdaki âyetlerle
gerek müşriklerin, gerekse Yahudilerin andiaş-maları bozdukları, İslâm'a dil
uzattıkları, böylece şartlar elverdiğinde onlarla savaşmanın gereği konu
edildi. Ancak pişmanlık duyup iman ettikten sonra namaz kılan ve zekât
verenlerin artık düşman değil, dost ve kardeş oldukları, onlarla savaşmaya
neden kalmadığı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Peygamberi (A.S.) Mekke'den çıkaran, yapılan andlaşmayi bozan ve savaş kapısını
ilk önce açan müşriklerle savaşmanın mutlaka gerekli olduğu üzerinde
duruluyor; böylece Allah'ın mü'min-lerin elleriyle onlara dünyada azap edeceği
haber veriliyor. Sonra da savaşın bir bakıma Allah ve Peygamber dost ve
sırdaşlarıyla, müşriklerin dost ve sırdaşlarını birbirinden ayırt eden bir
kıstas olduğuna dikkatler çekiliyor. [32]
13— Andlarını bozup Peygamberi (yurdundan)
çıkarmaya çalışan bir toplulukla savaşmaz mısınız ki, ilk defa onlar sizjnle
(savaşmaya) başlamışlardı. Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer cidden
mü'minler iseniz kendisinden korkulmaya Allah daha lâyıktır.
14— Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle
onlara azap edip kendilerini rüsvay eylesin; onlara karşı size yardım edip
zafer yolunu açsın da inanan bir topluluğun yüreklerini ferahlatıp şifâ versin.
15— Kalblerindeki kin ve öfkeyi gidersin. Allah
dilediğine tevbeyi na-sib eder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir.
16— Yoksa
siz, içinizden cihât edenleri; Allah'tan Peygamberinden ve mü'minlerden
başkasını dost ve sırdaş edinmiyenleri kendi ilmiyle ayırt etmeden, Allah'ın
sîzi kendi hâlinize terkedeceğini mi sanırsınız? Allah ya-pageldiğiniz
şeylerden haberlidir.
«Andlarını bozup
Peygamberi (yurdundan) çıkarmaya çalışan bir toplulukla savaşmaz mısınız?...»
Cenâb-ı Hak, kendisine
ibâdet edilmesi için yeryüzüne ilk kurdurduğu mabedi, küfrün ve nifakın
kirlerinden temizlemeyi ve o mabedin bulunduğu yarımadada, sonra da birçok
ülkelerde hem isminin anılmasını, hem de Tevhît inancının ahlâk ve fazilet
burcunda dalgalanmasını irade etti. O sebeple son peygamberi o yöreden seçip
insanlığa rahmet olarak gönderdi.
Böylece ilâhî murat
perde perde sahnelendi, insanlığın mutlak hayrına gönderdiği İslâmiyeti
kuvvetlendirdi, Hz. Muhammed'e (A.S.) yardımda bulundu. Medine ve Mekke İslâm
sınırları arasında yer aldı, çevre kabileler akın akın gelip Allah'ın son
dinine girmeye başladılar. Köşe ve bucakta karanlıklar içinde kalıp aydınlığa
çıkmamakta inat eden ve Hz. Peygamber (A.S.) Efendimizle yaptıkları
andlaşmaları sık sık bozan kabilelere son uyarı yapıldı. Süre tamamlanınca, inatlarında
devam edecek olurlarsa savaşın kaçınılmazlığı ilân edildi.
Yapılan ciddi
araştırmalarla, müşriklerle yapılan andlaşma tek taraflı bozulmuş ve savaşı
gerektiren sebeplerin hemen hepsi oluşmuştu. Ne var ki, barış ve rahmet dini
İslâmiyet, karşı taraf düşünüp akıllarını iyice kullansınlar diye onlara dört
ay süre tanıdı.
Andlaşmayı ihlâl eden
ve savaşı kaçınılmaz çizgiye getiren sebepleri şöyle sıralayabiliriz :
1— Hz. Peygamberle (A.S.) barıştan yana
yaptıkları andlaşmayı tek taraflı bozup verdikleri söze sadık kalmamışlardı.
2— Kendilerine şahsiyet, şeref ve itibar
kazandıracak Hz. Muhammed'e {A.S.) ve arkadaşlarına zulüm ve işkencede
bulunmuşlar; onlar için din ve vicdan, vatandaşlık ve insanlık hürriyeti
tanımamışlardı.
3__ Peygamber
(A.S.) Efendimizle arkadaşlarını yurtlarından çıkarmak "Cin her türlü
alçakça çareye başvurmuşlar, sonunda Peygamber'i (A.S.) ım-ha edip kim vurduya
getirmeyi planlamışlardı.
4_ Medine'de de Hz, Peygamber (A.S.) Efendimizle
mü'minleri rahat ve huzur içinde bırakmayıp devamlı surette oradaki yahudi
kabilelerle gizli görüşmelerde bulunmaktan, sinsi plânlar hazırlamaktan geri
kalmamışlardı. [33]
Dört aylık süre sona
erdikten sonra gerçekleşecek savaşların şüphesiz ki birçok yararları
olacaktır. Gerçi İslâm'a göre, savaş her zaman son çare olarak düşünülür ve
öylece karar verilir. Çünkü İslâm devleti toprak ve servet kavgasından, keyfi
adam öldürmekten, masum insanları esir etmekten her zaman nefret duyar. O
hiçbir zaman kölelikten yana olmamış ve olmayacaktır da. Ancak haddini
bilmeyen, ölçüyü kaçıran, haksızlığı, ahlâksızlığı ve azgınlığı âdet edinen
kabile ve milletlerin fitne kasırgalarının yayılmasını önlemek, Allah isminin
daha yüce ve daha aziz tutulmasını sağlamak, insanlara insanca yaşama mutluluğunu
sunmak için savaşı mubah, hattâ zorunlu sayar.
İşte Kur'ân-ı Kerîm bu
doğrultuda savaşların yararlarını altı madde halinde özetliyerek en sağlam
kıstası önümüze koymaktadır; şöyle ki:
1— Düne kadar zulmettikleri mü'minlerin eliyle
müşrikleri cezalandırmak suretiyle ilâhî adaletin er-geç tecelli edeceğini
göstermek.
2— Hakkın karşısına dikilip her türlü tecavüz
ve hıyaneti mubah görenleri, sonrakilere ibret olacak
şekilde rüsvay etmek.
3— Hakkın geç de olsa üstün geleceğini kesin hatlarıyla
göstermek üzere mü'minlere Allah'ın yardımını indirmek.
4— Yıllardır küfrün amansız saldırılarından
bizar olup, göğüsleri daralan mü'minlerin yüreğine gerçek hürriyet havası
estirip kalplerine huzur getirmek.
Kalplerdeki kin ve
intikam ateşini söndürüp ilâhî intikamın şaş-mazlığını, va'dinin mutlaka yerine
geleceğini ortaya koymak.
6— Hakkın,
fazilet ve güzel ahlâkın güçlenip başarıdan başarıya koştuğuna insaf gözüyle
bakıp, akıl süzgecinden geçirerek mutlu sonucun kimden yana gerçekleştiğini göstermek.
Böyleee olayları ve
sebeplerini, sebeplerin bağlı bulundukları ilâhî kanunları bilen ve her şeyi
zamanı ve yeri gelince değerlendiren, hayat çarkının işleyişinde dengeyi
sağlayan Allah (C.C.), şüphesiz ki yegâne ilim ve hikmet sahibidir. O bakımdan
da herkesten daha çok saygı duyul-
maya ve saygıyla
korkulmaya lâyıktır. Bunun içindir ki, gerçek mü'minler, azgın inatçı
müşriklerle savaşmaktan asla korkmazlar. Korkmadıkları için de bir avuç
mücahitle orduları yenmiş, ülkeler fethetmiş, kıtalar üzerinde at koşturmuş ve
ALLAHU EKBER sesleri yeryüzünde atların kişneme ve nal sesleriyle birleşip
Arş'a kadar yükselmiştir. [34]
«O takdirde küfrün
ileri gelen elebaşılarıyla savaşın..»
Savaşta askerden
ziyade onları sevk ve idare eden elebaşılarını imha etmeyi plânlamak, hem çok
kan dökülmesini önler, hem de kısa zamanda kesin sonuç alınmasını
kolaylaştırır. Yukarıdaki âyetle bu husus bir emr-i ilâhî olarak bildiriliyor
ve uygulanacak strateji açıklanıyor. [35]
«Yoksa siz, içinizden
cihat edenleri; Allah'tan, Peygamberinden ve mü'minlerden başkasını dost ve
sırdaş edinmiyenleri kendi ilmiyle ayırt etmeden, Allah'ın sizi kendi halinize
terkedeceğini mi sanırsınız?...»
İlgili âyetle, andlaşmayı
bozup mutlaka İslâm aleyhine birtakım yıkıcı faaliyetler içinde bulunanlarla,
yapılacak savaşın bir diğer hikmeti ve yararı üzerinde duruluyor: Barış
günlerinde kraldan ziyade kralcı geçinen ve bol keseden konuşup kahramanlık
taslayanları, samimi mü'minlerden ayırt etmek için sıcak bir mevsimde
savaşmanın lüzumu üzerinde duruluyor. Zira Müslümanlar arasında münafıklar
bulunduğu gibi, kalblerinde şüphe hastalığı taşıyanlar da eksik değildi.
Müşriklere dostluk elini uzatıp sır veren ikiyüzlü dönekler de
bulunabiliyordu. O bakımdan sıra altını bakırdan ayırt etmeye gelmişti ki, 16.
âyet bilhassa bu inceliğe dikkatleri çekiyor.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in 30.000'e yaklaşan İslâm ordusuyla, Arap Yarımadasını
bütünüyle istilâ etmeyi ötedenberi plânlayıp ciddi hazırlıklar içinde olan
Romalılara karşı harekete geçmesi birçok hikmet ve amaçlarla birlikte,
münafıkların kirli çamaşırlarını iyice ortaya çıkarmaya da yönelik
bulunuyordu. Ama her şeyin üstünde, artık ne Bizans, ne de Faris (eski İran) sürülerinin
Arap Yarımadasını istilâ edemiyecekle-rini, karşılarında kendilerini Allah ve
din yoluna adamış güçlü bir ordunun
bulunduğunu bütün
dünyaya duyurmak ve çevrede henüz İslâmiyeti din olarak seçmeyip bekleyen Arap
kabilelerine büyük bir gözdağı vermek gibi köklü bir siyaset söz konusu idi.
Çünkü gerçekten İslâm ordusunda malını ve canını Allah yolunda seve seve feda
edecek olanlar çoğunluğu teşkil ediyordu. Bunun yanı sıra zayıf inançlı
olanlar da eksik değildi. İslâm'a isteyerek, inanarak girenler olduğu gibi,
istemedikleri halde sırf zevahiri kurtarmak ve bundan böyle elde edilecek
ganimetlerden yararlanmak için de girenler vardı. En tehlikelisi, İslâm'ı
içinden çökertmek için zahiren müs-lüman olan münafıklardı. Nitekim birinciler,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin savaş çağrısına hiç tereddüt etmeden koşarak
gelmişlerdi. İkincilerden kimi ağır davranmış, kimi hastaymış gibi görünmeye
çalışmış, kimi de sudan mazeretler ileri sürmek suretiyle katılmak
istememişlerdi. Böylece Allah bu harekâtı, mü'mini münafıktan ayıran bir kıstas
olarak ortaya koydu ve sonuç da arzu edildiği şekilde gerçekleşti.
Allah yapageldikleri
şeylerden elbette haberdardır. İlmi, her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. O'nun her
işi hikmet, her emri hakikat, her tavsiyesi rahmettir. [36]
«İnanan bir topluluğun
Yüreklerini ferahlatıp şifâ versin.»
Savaş ıhkak-ı hak
doğrultusunda cereyan etmiştir. Yıllarca müşrikler tarafından işkenceye
uğratılan; din ve vicdan hürriyetleri ayaklar altına alınan, çeşitli
tecavüzlere mâruz kalan; diğer yandan münafıkların sinsi faaliyetlerinden
devamlı rahatsız edilen mü'minlerin kalblerinde biriken kin ve nefret
duygularını teskin etme, gönüllerine şifâ ve huzur verme zamanı gelmiş bulunuyordu.
Peşpeşe devam eden savaşlar, onların kin ve ihtirasını değil, Hak'ın sesini
daha iyi duyurma inanç ve duygularını kabartmış, düşmanlarına karşı bile
merhametli davranacak kadar büyüklük göstermelerine neden olmuştu. Çünkü
İslâm'da kinin, ihtirasın, bencilliğin, haklara tecavüzün, zayıfı ezmenin yeri
yoktur. O her yanıyla insanlık için rahmet ve mutluluktur.
Kur'ân, 15. âyetle hem
mü'minlerin yüksek ahlâk ve faziletlerini, hem nefislerinden yana bir maceraya
girişmediklerini, bütün himmet ve gayretlerinin Hak'ın rızasına matuf
bulunduğunu açıklarken, Peygamber mektebinin verdiği bu eğitimin, onların
kalblerine şifâ, duygu ve düşüncelerine berraklık sağladığını ve sağlayacağını
bilhassa belirtiyor. [37]
Yukarıdaki âyetlerle devamlı
hıyanet düşünüp Müslümanlar aleyhine faaliyet gösteren, yapılan sözleşme ve
andlaşmalara bağlı kalmayan müşriklerin özellikle elebaşılarının imha edilmesi
emredilmiş ve savaşın mü'-minler için ciddi bir sınav anlamı taşıdığına parmak
basılarak bilgi verilmiş ve uyarılar yapılmıştır.
Aşağıdaki âyetlerle
başta Kabe olmak üzere İslâm mabetlerinin müşrikler tarafından imar edilmesine
cevaz verilmiyor; mescidleri yapıp imâr edecek mü'minlerin vasıfları
belirtilerek imândan ve Allah yolunda savaştan daha üstün bir amel bulunmadığı
hatırlatılıyor. [38]
17— Allah'a ortak koşan putperestler, kendi
aleyhlerine küfür ile şe-hadette bulunup dururlarken Allah'ın mescidlerini imar
etmeleri uygun ve yakışır değildir. İşte bunların (iyilik adına) yaptıkları
boşa gitmiştir ve ateşte onlar temelli kalıcılardır.
18— Allah'ın mescidlerini ancak, Allah'a ve
âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka
kimseden korkmayanlar imâr ederler. İşte bunların doğru yolda olup başarıya erişmeleri
umulur.
19— Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-İ Haram'ı
bayındır hale getirmeyi, Allah'a ve âhiret gününe imân edip Allah yolunda
cihât edenin (imân ve ameli) gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah yanında eşdeğerde
değildirler. Hem Allah, zâlim bir topluluğu doğru yola eriştirmez.
20— Onlar ki imân edip (yurtlarını bırakarak
Allah yolunda) hicret ettiler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla
savaştılar, derece bakımından Allah yanında çok daha büyüktürler ve işte
kurtuluşa erenler bunlardır.
21— Rableri, onları kendinden bir rahmet, rıdvân
(= ebedî hoşnutluk) ve kendilerini, içinde sonsuz ve devamlı nîmet bulunan
Cennetlerle müjdeler.
22— Onlar orada devamlı kalıcılardır. Şüphesiz ki
en büyük mükâfat Allah katındadır.
Bedir savaşı Müslümanların zaferiyle sonuçlandığında, elde edilen esirler arasında Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin amcası Abbas da bulunuyordu. Ashab-ı kiramdan biri onları
Allah'a ortak koşmakla kınadı. Hz. Ali (R.A.) de amcasını ayıpladı; hısımlık
bağlarını bile hiçe sayıp Peygambere (A.S.) karşı çıkıp savaştığını ağır bir
dille eleştirdi. Bunun üzerine Hz. Abbas onlara, «siz durmadan bizim
kusurlarımızı sayıp döktünüz, ama iyiliklerimizi hiç emmiyorsunuz!» deyince,
ashabdan biri sordu :
— Sizin iyilikleriniz de var mıdır? O da :
— Elbette, biz sizden daha üstün hizmetler
veriyoruz; her şeyden önce Kabe'yi onarıyor, ona örtü örtüyor, gelen hacılara
şakilik yapıyor, esirleri de serbest bırakıyoruz, diye karşılık verdi, O
sebeple yukarıdaki âyetler indi. [39]
«Kim sabah ve akşam
mescide (cami) giderse, Allah onun için her sabah ve her akşam karşılığında
Cennet'te bir konak hazırlar.» [40]
«Adamın camiye gitmeyi
itiyat ettiğini gördüğünüz zaman, onun mü'-min olduğuna şehadette bulunun.
Çünkü Allah buyuruyor ki: Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a, âhiret gününe
imân edenler bayındır hale getirir.» [41]
«Kim Allah'ın
hoşnutluğunu dileyerek bir mescit (cami) yaparsa, Allah da onun için Cennet'te
bir ev yapar.» [42]
«Mescitleri imar
edenler, ancak Allah ehli olanlardır (O'nun dostluğunu kazanıp iltifatına
mazhar olanlardır).» [43]
Küfürle imân naşı!
birarada bulunmaz ve birbiriyle bağdaşmazsa, putperestlik ile mescit, şirk ile
cami de birbirleriyle bağdaşamazlar. Çünkü biri diğerinin karşıtıdır.
Aydınlıkla karanlık ne ise, bunların durumu da öyle.
Başta Mescid-i Haram
olmak üzere bütün mescitler Tevhit inancının amelî ürünleriyle biçimlenip Hak'a
teslimiyet doğrultusunda maddî ve manevî alanlarda imar edilirler. Münhasıran
ibâdet, zikir, duâ, ilim ve irfan merkezleri olarak her türlü küfür, nîfak,
şikak, gayr-i ahlâkî şeylerden, dünyevî maksatlardan temiz tutulurlar. O
bakımdan mü'minler cami ve mescitleri maddî yönden imar etmekle sorumlu
oldukları gibi, ibâdet ve taât-leriyle de oraları imâr etmekle
emrolunmuşlardır. Müşriklerin, putperestlerin, Hak'a inanmayanların cami ve
mescitleri imar etmeleri, oranın amaç ve kutsallığına ters düşer. O bakımdan
İslâmî anlamdaki mâbedleri ancak Allah'a ve âhiret gününe imân edenler imar edebilirler,
cümlesi konulmuştur. [44]
«Allah'ın mescitlerini
ancak, Allah'a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve
Allah'tan başka kimseden korkmayanlar imâr eder. İşte bunların doğru yolda olup
başarıya erişmeleri umulur.»
İlgili âyetle camileri
imar edenlerin vasıfları belirtilerek bu konuda en sağlam kıstas veriliyor:
1— Allah'a ve âhiret gününe imân.
Çünkü cami ilâhî
rahmete açılan bir kapı, ilâhî feyiz ve gufranın bol indiği merkez ve dünya ile
âhiret arasında mânevi bir köprüdür. İman bu köprünün ana direğidir.
2— Namazı dosdoğru kılmak.
Zira camiden amaç,
namazdır; namazdan amaç Hak'a yakın olmak ve ruhla beden arasında denge ve
düzen sağlamaktır.
3— Zekât vermek.
Çünkü zekât, cemaatleşmenin,
sosyal yapıyı sağlamlaştırmanın, toplum bünyesinde denge kurmanın temel
taşlarından biridir. Camilerde oluşan cemaati geliştirip daha iyi
kaynaşmalarını sağlamanın en uygun merkezleri, yine camilerdir. O bakımdan
camilerimiz birer eğitim merkezleridirler de.. Aynı zamanda camiler. Peygamber
(A.S.) Efendimizin sünnet tezgâhında şekillenmenin en verimli yerleridir.
Zekâtın bu kaynaşma ve bütünleşme üzerinde tesiri büyüktür.
4— Ancak Allah'a karşı üstün saygı duyup O'ndan
korkmak, başkasından bu ölçü ve anlamda korkmamak. Nitekim İslâm'ın ilk
yıllarında mü'-minlerden, geniş çevre ve yardımcıları olmayanlar evlerinde
gizli namaz kılmayı tercih ederlerken Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) evinin bir
odasını mescit yapma cesaretini ortaya koymuştu.
Şüphesiz ki, müslüman
bir ülke için okulun önemi ne ise, caminin de önemi odur. Biri zekâ ve yeteneği
geliştirip açar, diğeri ruh ve vicdanı tazeleyip geliştirir. Diğer bir
deyimle, biri kafayı, diğeri kalbi aydınlatır. Bu iki aydınlık insanı
olgunlaştınr. Onun için Müslüman hem kendi okulunu, hem mabedini yapan bir imân
ve irfana sahiptir. [45]
Siz hacı'ara su
vermeyi ve Mescid-i Haram'ı bayındır hale getirmeyi, Allah'a ve Âhiret gününe
imân edip Allah yolunda cihat edenin (imân ve amelî) gibi mi tuttunuz? Bunlar
Allah yanında eşdeğerde değildirler..»
Şüphesiz ki Kabe,
Tevhîd'in odağı, namazda Allah'a yönelmenin kıblesi, İslâm birliğinin
anahtarı, din kardeşliğinin en sağlam bağıdır. Aynı zamanda insanlara güven ve
huzurun kaynağı, birleşip anlaşmanın en önemli merkezidir. O halde bu kutsal
mabede, ancak onun hikmet ve amacını idrâk eden mü'minler hizmet ederler. Bu
bakımdan İslâmiyet Mekke'yi fethedince, Kabe'yi hem putlardan temizlemiş, hem
müşriklerin hizmetine imkân vermemiş, hem de müşriklerin ona yaklaşmasını
yasaklamıştır. Bunun birçok sebep ve hikmetleri vardır; onlardan biri de,
müşriklerin, inkarcıların ve tek kelimeyle gayr-i müslimlerin bütün
hayırlarının, iyi ve yararlı amellerinin boş ve anlamsız olmasıdır; yani âhiret
pazarında hiçbir değer taşımazlar. Onların karşılığı tamamiyle dünyada aranmış
ve istenmiştir. O bakımdan Mekke ileri gelenlerinin Kabe'ye örtü örtme, gelen
hacıları ağırlama, onlara sâkîiik yapma gibi amellerinin Allah katında hiçbir
değeri olmadığı açıklanmakta, temelinde imân bulunmayan hiçbir amelin âhirette
mükâfat olarak karşılık görmeyeceği bildirilmektedir. Buna kar-Şilık Allah'a ve
Âhiret gününe imân, namaz kılmak, zekât vermek ve Allah yolunda savaşmak
övülmekte, müşriklerin Kabe'ye hizmetlerinin bu imân ve amel karşısında hiçbir
kıymet ifade etmediği açıklanmaktadır. Çünkü müşriklerin ameli nefse ve dünyaya
yönelik, mü'minlerin imân ve ameli ise, Allah'a ve O'nun rızasına yöneliktir.
Bunca idraksizlik
içinde hem kendilerine, hem çevrelerine zulmeden. bu da yetmiyormuş gibi, kirli
bedenleriyle, çıplak vücutlarıyla, ıslık çalmaları ve el çırpmalartyla kutsal
Kabe'yi telvîs eden bir topluluğu elbette ki Allah doğru yola eriştirmez.
Yaptıkları birtakım görenek doğrultusundaki hizmetleri ise, biraz şeref, biraz
şöhret, birazda bencilliğe dayalı arzudan kaynaklanmaktaydı. O bakımdan Allah
yanında hiçbir kıymet ifade etmiyor, uhrevî bir ecirle karşılık
va'dedilmiyordu. Allah'ın son dinine dönmedikleri, Kabe'yi asıl gayesine uygun
kutsal tanımadıkları sürece bu değersizlikleri hep öyle sürüp gidecek ve
sonunda bütün amellerinin heba, boş ve anlamsız olduğunu anlayacaklar. [46]
«Onlar ki imân edip
(yurtlarını bırakarak Allah yolunda) hicret ettiler ve Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla savaştılar, derece bakımından Allah yanında çok daha
büyüktürler ve işte kurtuluşa erenler bunlardır.»
Mekke'den Medine'ye
hicret edenler yalnız belli bir iklimden yine belli bir iklime göç etmiş
sayılmamalıdırlar. Aslında bu hicret, küfürden imâna, cehaletten ilme, puttan
Hak'a, nefis ikliminden ruh iklimine, maddeden manaya, süflî bir ortamdan ulvî
bir düzeye göç etmenin gereğini anlatma babından misallerin en yüksek
ifadesidir.
Hareket noktası İsiâm,
itioi kuvveti imân, göç ciheti Allah ve Peygamberi, hizmet ölçü ve amacı,
Allah rızası; hedefi insanlığın saadeti olarak yüce hikmetleri beraberinde
taşıyordu. O bakımdan mükâfatı da yüceliğine, külfetine oranla alabildiğine
büyük olmuştur.
Bu düzeye gelmesini
bilen, o yüksek derecelere lâyık görülenler için dünyada rahmet, gufran ve
şükranla anılma, âhirette ise, ilâhî hoşnutluk ve Cennet-i A'lâ va'dedilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu
bahtiyarlara verilecek mükâfat beş madde halinde özetlenmiştir ki, her biri
onların dünyadaki fazilet mücadelesine denk gelmektedir:
1— Rahmetle müjdelendiler.
Âhiret'te herkesin
muhtaç bulunduğu tek şey, ilâhî rahmettir. Ancak o rahmeti insan daha çok şu
dünyada elde edip beraberinde götürür.
2— Allah onlardan ebediyen hoşnut olacaktır. Bu,
Cennet'ten daha
üstün bir mükâfattır
ki, kalbi Allah sevgisiyle dolup taşanlar idrâk edebilirler.
3— İçinde ebediyen kalacakları nîmet dolu
Cennetlere lâyık görülmüşlerdir.
4— Cennet'e,
bir daha çıkarılmamak üzere
girecekler ve ebediyen orada mutlak saadet içinde yaşayacaklardır.
5— Ve Allah yanında daha büyük mükâfatlar
hazırlanmıştır; öyle ki gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği, gönüllerin tasavvur edemediği nesneler onları
beklemektedir.
Canlılara ve özellikle
insanlara merhametli davranmak, Allah'ın ne kadar merhametli olduğunu düşünerek
merhameti kin ve öfkenin önünde bulundurmak şüphe yok ki, âhirette geniş bir
rahmete dönüşecektir. Birinci mükâfat bunun karşılığıdır.
Peygamberi memnun
etmek, düşmana karşı bile insaflı davranmak, intikam imkânları doğduğu halde
hislerden sıyrılıp imân rehberliğinde yürüyerek gerçek müslümanın ne olduğunu
göstermek, Allah'ın hoşnutluğuna neden olur. Ashab-ı Kiram, en azgın
düşmanları olan Mekkeli'leri kuşatıp kahretme imkânına kavuştukları halde,
hislerinin değil, imânlarının sesini duyarak onları bağışladılar. İkinei
mükâfat bunun karşılığıdır.
Allah ve din uğrunda
her türlü eza ve cefaya katlanıp günü gelince yine bu uğurda öz yurtlarını
terkederek göç ettiler. Allah ve Peygamber sevgi ve hoşnutluğunu her şeylerinin
üstünde tuttular. İşte üçüncü mükâfat bu amellerinin karşılığıdır.
Medine'ye yerleştikten
sonra güçlendiler, birkaç yıl önce ölüm tehdidiyle çıkarıldıkları yurtlarına
şan ve şerefle dönüp, fethettiler; Mekke'yi bütünüyle İslâm hükümranlığı altına
aldılar, buna rağmen kendilerini barındıran Medine'yi terketmediler,- ahde
vefanın en güzel örneğini ortaya koydular. Dördüncü ve beşinci mükâfatlar
onların bu güzel düşünoe ve davranışlarının karşılığıdır.
Sonuç olarak
belirtelim ki: İyi ve yararlı amellerde imânın yeri ve anlamı, yemekteki tuz,
bedendeki ruh, baştaki beyin gibidir. O nedenle kâfirlerin amelleri ister
kutsal Kabe'ye örtü örtmek olsun, isterse hacılara su vermek, onları ağırlamak
olsun, boş ve anlamsızdır. Zira içinde iman mayası, Hak'ın rızası, İslâm'ın
havası mevcut değildir. O bakımdan da Allah yanında bir ecre ve mükâfata lâyık
görülmemiştir.
Cami ve mescitleri
imar etmek iki türlüdür:
Birincisi, onarılacak
yerlerini onarmak, ibâdete elverişli duruma getirmektir. İkincisi, namaz, duâ,
niyaz, zikir ve teşbihle süsleyip manevî yönden bayındır hale sokmaktır. Bu
iki ayrı imara ancak gerçek mü'minier ehildirler ve aynı zamanda görevlidirler.
Müşriklerin camilere
yardımı:
Müşriklerin ne fiilen
imarı, ne nakdî yardımı, ne de bunun için vasiyeti kabul edilir. el-Vâhıdî'nin
de açıkladığı gibi, âyetin açık delâletinden, onların mescitleri imar
etmelerine cevaz verilmiyeceği gibi, bu konuda yapacakları vasiyetleri de
yerine getirilmez, getirmek isteyenler olursa kabul edilmez. [47]
Yukarıdaki âyetlerle
kutsal Kabe'yi ancak Allah'a ve Âhiret gününe imân eden mü'minlerin imar
edeceği, cami ve mescitlerin de aynı hükmün kapsamına girdiği açıklandı.
Temelinde imân ve ıhlâs bulunmayan amellerin Allah yanında hiçbir değer
taşımayacağı hatırlatıldı. Sonra da imân edip Allah yolunda hicret edenlerin,
Allah sözü daha yüce olsun diye savaşanların mükâfatlarının çok büyük olduğu
ve asıl kurtuluşa erişenlerin de onlar bulunduğu açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
mü'minier için Allah ve Peygamberinden daha üstün dost ve yakın
bulunmayacağına, hısımlık bağlarının sadece dünyada geçerli olduğuna İşaretle
küfür üzerinde bulunan hiçbir akrabanın dost ve yoldaş edinilemiyeceği
belirtiliyor. Aksine hareket edenlerin hem kendilerine, hem Allah'ın dinine
haksızlık etmiş olacaklarına atıfta bulunularak imân nîmetine erişenlerin bu
hususta da çok dikkatli ve duyarlı bulunmaları isteniliyor. Dünya
nimetlerinden hiç bir şeyin Allah'a ve Peygamberine imândan, Allah yolunda
savaştan daha sevimli tutulamıyaoağı bir uyarı mahiyetinde hatırlatılıyor. [48]
23— Ey imân edenler! Babalarınızı ve
kardeşlerinizi, eğer küfrü imândan üstün tutup seviyorlarsa, (gönülden) dost
edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, kendilerine çok yazık etmiş
olurlar.
24— De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, bağlı bulunduğunuz oymak ve kabile; kazandığınız
mallar, sürümsüzlüğünden korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız konaklar size
Allah ve Peygamberinden ve Allah yolunda cihddtan daha sevgili ve sevimli ise,
Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin!. Allah fâsık (ilâhî sınırları aşan) bir
topluluğu doğru yola eriştirmez.
25— And
olsun ki, Allah size birçok yörelerde ve yerlerde: Huneyn gününde yardım
etmiştir, Öyleki (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de size hiç de
yararlı olmamış, doygun kılmamıştı. Yeryüzü ise genişliğine rağmen size dar
gelmişti ve sonra da arka çevirip geri dönmüştünüz.
26— Sonra Allah, Peygamberi ve mü'minler üzerine
sükûnet, emniyet ve gönül yatışkanlığı indirmişti; derken görmediğiniz
askerleri de indirmişti ve inkâr edenleri azaba uğratmıştı. İşte bu,
kâfirlerin cezasıdır.
27— Bundan sonra da Allah dilediğine tevbe idrâkini
verip dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan, çok merhamet
edendir.
Yukarıda geçen
âyetlerin iniş sebebi hakkındaki rivayetlerden farklı birtakım tesbitler
yapılmıştır:
a) Tabiîn'dan Mücahid'e göre, bu âyetler bir
önceki âyete mana yönünden bağlıdır. Abbas ile Tafha'nın hicretten kaçınmaları
sebebiyle inmiştir. [49]
b) İbn Abbas'a (R.A.) göre, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, mü'minlere Medine'ye hicret emrini verince, bir kısmının
hısım ve yakınları onların ellerine ve eteklerine yapışarak kendilerini
terketmemeleri için yalvarıp durdular. Hısımfarıpa karşı kalbleri yufka
olanlar, onların bu yalvarışlarına da-yanamıyarak hicretten vazgeçtiler. O
sebeple olayı hatırlatır mahiyette yukarıdaki âyetler indi. [50]
c) Mukatil'e göre, İslâm'a girdikten sonra henüz
imânın tadını alamayan 9 kadar münafık tekrar putperestliğe dönerek Mekke'ye
kendi yakınlarını özlediklerini söz konusu edip geri dönmek istediler. O
sebeple yukarıdaki âyetler indi; aynı zamanda o gibi kimselerle dostluk ve
yakın ilişkilerin kesilmesi emredildi. Çünkü mü'minin hısımları ne kadar yakınları
bile olsa, onlarla dostluk kurmanın bazı sakıncaları olabilirdi; en azından
İslâmî sırların duyulması ve düşmana yeterince bilgi aktarılması imkân dahiline
girmiş olurdu.- Bu da İslâm devletinin aleyhine bazı üzücü sonuçlar
doğurabilirdi.
d) Diğer bir tesbit: Geçen âyetlerle Cenab-ı
Hak, müşriklerden ilgi kesilmesini emredince, ashabdan bir kısmı, küfür üzere
kalan baba, kardeş ve yakınlarımızdan nasıl ilgimizi keselim ki aramızda
kopmaz bağlar mevcuttur, diyerek bir çözüm veya ruhsat yolu aradılar. O sebeple
yukarıdaki âyetler indirildi. [51]
e) İmân edip İslâmiyeti din seçtikleri halde
hısımlarını, mallarını ve ticaretlerini terketmek istemeyip Mekke'de kalmak
veya aynlmışsa ara-sıra sıla-i rahimde bulunmak arzusunda olanlar vardı. İlgili
âyetler onlar hakkında inmiştir.
f) Ebû Bekir Cessas'a göre, bu âyetler
mü'minlerle münafıkları birbirinden ayırt etmek için ilâhî kıstas olarak
indirilmiştir. Sahîh olan da budur. Ancak yukarıdaki tesbitlerde de az-çok
hakikat payı vardır. [52]
Sahîh tesbitlere göre,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün Hz. Ömer'in (R.Â.) elinden tutmuştu. Ömer
(R.A.) Resûlüflah'a (A.S.) bağlılığını şöyle ifadeye çalıştı:
— Vallahi ya Resûlellah! Sen, nefsim (kendim)
dışında bana her şeyden daha sevgilisin.
Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona :
— Sizden birinize ben, nefsinden de sevgili
olmadıkça (cidden) imân etmiş olmaz! buyurunca Ömer (R.A.) :
— Vallahi şu anda siz bana kendi nefsimden de
daha sevgilisiniz, diyerek duyduğu sıcak ve ölçüsüz sevgisini dile getirdi. [53]
«Canımı kudret elinde
tutan zata yemin ederim ki, sizden birinize ben babasından, çocuğundan ve bütün
insanlardan daha sevgili olmadıkça (gerçek anlamda o) imân etmiş sayılmaz.» [54]
«Siz lynet ile
alım-satımda bulunduğunuz, öküzlerin kuyruklarına yapışıp ziraatle
(çiftçilikle) yetindiğiniz ve (böylece) cihadı (Allah yolunda savaşı)
terkettiğiniz zaman, Allah size bir horlanma ve aşağılanma musallat eder de
dininizin (aslına ve mayasına) dönmenize kadar onu sizden çekip almaz.» [55]
«Arkadaşların
hayırlısı dörttür; bir yere gönderilen müfrezenin de hayırlısı yine dörttür.
Askerlerin hayırlısı dörtbindir. Oniki bin kişi ise, azlıktan dolayı asla
mağlup olmaz.» [56]
«Ey imân edenler!
Babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfrü imândan üstün tutup seviyorlarsa,
dost edinmeyin....»
Ana-baba, kardeş ve
çocuk, ilâhî sünnet gereği neslin devamını sağlamaya yönelik bir hısımlık
bağıdır ve bütün hak dinlerce bu bağın kopa-nlmamasi emredilmiştir. Ancak bunun
ölçüsü ve derecesi nedir? Kayıtsız şartsız o bağı sapasağlam tutup korumak mı
gerekiyor, yoksa bazı şartlarla sınırlı mıdır? Önce şunu belirtelim ki,
ana-babamız dünyaya gelmemize vasıta kılınmışlardır Ama bizi yokluk
karanlığından varlık alanına çıkaran ve ebedî bir hayata aday kılan; sonra da
maddî ve manevî ihtiyaçlarımızı belli kanunlara bağlayıp veren Allah'tır. O
halde Allah ve Peygamberinin hatırı, ana-babanın ve diğer yakınların
hatırlarının çok üstündedir.
Hak dini insandan yana
indiren, onu insan ruhuna aşılayan ve böylece imân ve irfan ile süsleyen
Allah, bununla insana en büyük lütuf ve ihoanda bulunmuş, en büyük nîmetini
kusursuz vermiştir. O bakımdan bu nîmet, diğer bütün nimetlerin üstünde bir
anlam taşır. Diğer nimetlerin çoğu fani hayatımıza; din ve imân nîmeti ise,
hem fanî, hem ebedî hayatımıza hitap etmektedir. Bunlar arasında bir tercih
yapmamız gerektiğinde, elbette Allah ve Peygamberini seçmemiz aklın ve
sağduyunun yoludur.
Ana-baba, kardeş ve
evlât küfrü imâna, putu Allah'a tercîh edip inkâr karanlığında kalmakta ısrar
ederlerse, onlarla olan yakın ilgimizi, gönül dostluğumuzu koparmamız gerekir;
sadece hışmımız olmalarını dikkate alarak zahirî bir ilgi kurmamız kâfi gelir.
Zira İslâm'ın varlığı, şeref ve itibarı onların varlığından çok daha önemli ve
lüzumludur. Allah ve Peygamberinin rızası, onların rızasının çok üstündedir.
İşte yukarıdaki ilgili âyetle bu gerçek açıklanarak mü'minlere en doğru yol
gösterilmektedir.
Nitekim Bedir
savaşında ashab-ı kiramdan Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.A.) küfür içinde kalan ve
küfrü İslâm'a teraîh eden babası Cerrah ile meydanda karşılaştı. Babası
durmadan putları övüyor, Allah'a ve Peygamberine yakışıksız sözler
sarfediyordu. Ebû Ubeyde onunla vuruşmaktan ne kadar sakındıysa olmadı, kader
hep onları karşılaştırdı, derken Ebû Ubey-de'nin gayret-i diniyye ve
imâniyyesi, Allah ve Peygamberine olan sınırsız sevgi ve bağlılığı ruhunu
kamçıladı ve babasına karşı kılıcını kullanma ihtiyacını duydu. Babası cansız
bir halde yere düşerken, Ebû Ubeyde yaptığından pişmanlık duymayarak huzur ve
gönül rahatlığı içinde Resûlül-lah'a (A.S.) dönüyordu. [57] Onun
bu asilâne davranışını Allah kutlarken yukarıdaki âyet de onun bu fiilini
tasvîp eder anlamda indirilmiştir. [58]
«And olsun ki, Allah
size birçok yörelerde ve yerlerde; Huneyn gününde yardım etmiştir...»
Ayette misal olarak
verilen Huneyn savaşına, mü'minlerden, kesin bir rakam olmamakla beraber 12,000
kişiye yakın bir kuvvetle gidildiği rivayet edilir. İslâm ordusu imkânlar
nisbetinde teçhîz edilmiş ve görenleri hayran bırakacak düzen ve disiplin
içinde yola çıkılmıştı. Bu göz doldurucu manzaranın tesiri altında kalan bazı
kimseler kuvvetlerinin çokluğuyla böbürlenip Allah'ın sonsuz kuvvet ve
kudretini bir ân unutarak gaflette bulundular. Kâfirlerin bu tür böbürlenme ve
gafletleri normal karşılanır, ama Allah'a ve Âhiret gününe dosdoğru imân
edenlerin ise, affedilir cinsten de-9'ldir. O bakımdan Müslümanlar o böbürlenme
ve az bir gafletin faturasını pek pahalıya ödediler.
Savaşın stratejik
durumu ve gelişmesiyle sonucu :
Bugün Huneyn vadisinin
nerede olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Ancak araştırıcıların yakın tesbitine
göre, Evtas dağı yakınında olduğu tahmin edilmektedir. Elde edilen ganimetin
Cirrane'de bırakıldığı dikkate alınınca Huneyn'in buraya yakın olduğu
sanılıyor. Cirrane ise, Mekke'den on mil uzakta, kuzey doğusunda bir yerin
adıdır. Bugün hâlâ bu yer vardır ve bilinmektedir.
Mekke fethedilip
putlar kırıldıktan sonra Mekke'nin güney doğusundaki dağ kesiminde yaşamakta
olan iki güçlü kabile bulunuyordu, Havâ-zin ile Sakîf.. Onlar aynı şeyin
yakında kendi başlarına geleceğini düşünerek savaş hazırlığına giriştiler. Her
iki kabileyi de, aralarında hayli üne sahip olan Avf oğlu Mâlik organize
ediyordu. Okçularını iyice hazırlayıp İslâm ordusunun geçeceği dere kenarında
pusuya yerleştirdi.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, onbini Mekke'yi fetheden mücahitlerden, iki binini de Kureyş'ten
İslâm'a yeni girenlerden olmak üzere yaklaşık 12.000 kişilik bir orduyla
hareket etti. Arapların kendi aralarında bir eşini görmediği bu orduya dikkatle
bakanların bir kısmı, onun çokluğuyla övünüyor, diğer bir kısmı da
böbürleniyordu. Ordu gece hep yürüdü ve Huneyn vadisinin ağzında fecrin
doğmasını bekledi. Peygamber (A.S.) beyaz bir ester üzerinde ordunun gerisinde
bulunuyordu. Vadiye girdikleri zaman Mâlik oğlu Avf, vadinin iki yakasına
yerleştirdiği okçularına işaret verdi. Beklenmedik bir anda, ordunun çokluğuyla
böbürlenmenin bir cezası oJarak binlerce ok yağmaya başladı. Bir anda İslâm
mücahitleri şaşkınlık gösterdiler, derken çoğu geri çekilmek zorunda kaldı.
Peygamber (A.S.) Efendimiz bulunduğu yerden ayrılmadı, bir ara düşmana doğru esterini
sürdü, ileriye varmak istediyse de Ebû Süfyan ona engel oldu.
İşte bu netameli
dakikalarda Peygamber (A.S.) Efendimiz'in amcası Hz. Abbas (R.A.) aldığı
talimat üzerine o gür sesiyle şöyle dedi: «Ey Peygamberi yurtlarına kabul edip
barındıran Ansarl. Ey Hudeybiye'de ağaç altında and içerek Peygamber'e biat
edenler!. Neredesiniz? Resûlüllah (A.S.) Efendimiz işte burada dimdik ayakta
duruyor. Geliniz, toplanınız, birlesiniz!.» [59]
Bu yankı yapan gür ve
tok sesi duyanlar kendilerini toparlamaya başladılar; derken büyük bir uğultu
ve hemen sonra Allahu Ekber sesleri dalga dalga yükselmeye başladı. İslâm
mücahitleri şaşkınlığı atıp mukabil harekete geçtiler. Cenâb-ı Hak'ın onlara
verdiği bu cezadan sonra, gafetlerinden
dolayı kalblerini az da olsa islendiren günahlarını anladılar ve Allah'a
yönelip tevbe ve istiğfarda bulundular. Allah da onların tevbesini kabul edip
yardım kapılarını açtı. Ook geçmeden düşman safları bozuldu ve Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz yerden bir avuç toprak alarak düşman ordusuna doğru serpti ve
şöyle dedi: «Allah düşmanlarının yüzleri kara ve çirkin olsun!»
Böylece savaşın kaderi
değişti, düşman fazla dayanamıyarak geri çekilmeye başladı, derken İslâm
mücahitlerinin Allahu Ekber sesleriyle birlikte cansiperane savaşması ve ileri
atılması düşman ordusunda panik do-ğurdu; çok geçmeden karargâh kurdukları
yerde binlerce deve, at, koyun, gümüş ve esir bırakarak kaçtılar.
Kur'ân-ı Kerîm Huneyn
savaşında bu iki safhadan ve Allah'ın yardımından sözederek ilâhî lûtufların nasıl
peşpeşe indiğini hatırlatıyor. [60]
Hz. Peygamber (A.S.),
sık sık ifâde ettiğimiz gibi, eşsiz bir kumandandı da. Kesin sonuç elde
ettikten sonra asıl bu iki büyük kabileyi savaşa iten Mâlik b. Avf'ın tehlikeli
bir İslâm düşmanı olduğunu düşünerek her şeyden önce o yılanın başını ezmenin
gerektiğine karar verdi. Ne var ki, Mâlik kendisiyle birlikte hezimete uğrayıp
kaçanları yanına alarak Taife sığınmıştı. Durumu tesbit eden Hz. Peygamber
(A.S.) İslâm mücahitlerini Taif'i kuşatmaya şevketti. [61]
Buharî'nin Misver b.
Mahreme'den yaptığı rivayette ise, bu savaş özetle şöyle anlatılıyor: «Havâzin
kabilesinin söz sahibi olan bazı önemli kişileri Müslümanlığı kabul ederek
Peygamber (A.S.) Efendimiz'e geldiler. Mallarının ve esirlerinin geri
verilmesini istediler. Peygamber (A.S.) onlara : «Benim yanımda sözün en
sevimlisi, en doğru olanıdır. O halde siz şu ikisinden birini seçin : Ya
esirlerinizi, ya da mallarınızı.. Ben, (sizin İslâm'a girip geleceğinizi
bekleyerek) esir ve ganimetlerin taksimatını geciktirdim, (ama gelmediniz}.»
Cidden Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, Taif'ten Cirrâne'ye, yani ganimetin depolandığı yere dönüp
geldikten sonra 10 gece veya daha fazla Havâzin heyetinin gelmesini
beklemişti.
Onlara göre, Hz.
Peygamber'in kendilerine iki husustan birini geri vereceği belli olunca,
düşüncelerini şöyle belirttiler: «Biz esirlerimizin geri verilmesini tercih
ediyoruz.» Bunun üzerine Peygamber (A.S.), Müslü-
imanlara
yönelip.aralarında ayakta durarak Allah'a lâyık olduğu şekilde senada bulundu,
sonra da söze şöyle başladı: «Ashabım! Şu Havâzin sözcüleri olan kardeşleriniz
kusurlarından pişmanlık duyarak bize geldiler. Ben de (bana ve Abdülmuttalip
oğullarına düşen) esirleri kendilerine geri vermemi uygun buldum. Sizden kim
esirleri bu şekilde (karşılıksız) verip kardeşlerinizin kalblerini hoş etmeyi
isterse, öyle yapsın! Kim de kendi payını elinde tutmak, (karşılıksız vermek
istemezse), bu karşılığı Allah'ın bize ihsan edeceği ilk ganimet malından
veririz. Artık arzu eden yapacağını yapsın!»
Ashab-ı Kiram hep bir
ağızdan : «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in hatırı için Havâzin sözcülerine
esirleri vermekle kendimizi müsterih ederiz», dediler. Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Şu anda sizden elindeki esirleri vermek isteyenle
istemiyeni ayırt edemiyoruz. Haydi gidin de bize, sizin muvafakatinizi iş bilir
vekilleriniz gelip haber versin!» Onlar da bir tarafa çekilip görüştüler ve iş
bilir vekilleri gelip kabilelerinin esirleri iadeden memnun kalacaklarını ve
bu hususta Hz. Peygamber'e (A.S.) gereken yetkiyi verdiklerini bildirdiler. [62]
«Derken görmediğiniz
askerleri de in-dirmişti ve inkâr edenleri azaba uğratmıştı.»
Bedir savaşında olduğu
gibi, Allah mü'minlerin cesaret, imân ve morallerini artırmak, kâfirlerin
cesaretini kırıp içlerine korku salmak üzere binlerce melek göndermişti.
Kur'ân'da bu olay yukarıdaki âyetlerle haber verilmektedir. İndirilen
meleklerin beşbin veya sekizbin, ya da onaltı bin arasında olduğu söylenir.
Sonuç :
Ortada hakla bâtılın,
imânla küfrün amansız bir mücadelesi söz konusudur. Sağlam cevizle çürük
cevizin birbirinden ayırt edileceği bir ortam mevcuttur. O bakımdan
hısımlarını, kazançlarını, aile yurtlarını, Allah'tan ve Peygamberinden daha
çok sevenlere, kişisel menfaatlerini Allah yolunda cihada tercîh edenlere
gelince, Allah'ın ezelî plân ve programı gereği başlarına gelecek belâ ve
fitneyi beklemeleri gerekmektedir. Müslüman bir topluluğun var olması, Allah ve
Peygamber sevgisini bütün sevgilerin üstünde tutmalarıyla ve Allah yolunda
savaşı her türlü şahsî meselelerine tercîh etmeleriyle devamlılık gösterebilir.
Ashab-ı Kirâm'ın çoğu sağlam bir imân temeli üzerinde gelişip Allah, din ve
peygamber sevgisinin üstünde başka bir sevgi tanımıyorlardı. Aralarına sızan,
zahiren müslüman görünüp içinde şirk ve inkâr murdarlığını taşıyanlar ise,
böyle bir denemede renklerini belli ediyorlar ve gerçek mü'minlerden hemen
seçiliyorlardı. Önemli olan, mü'minlerin çoğunluğu oluşturup yaratıldıkları
amaç ve hikmete yönelmeleridir. [63]
«De ki: Eğer
babalarınız,
oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, bağlı bulunduğunuz kabile ve oymak, kazandığınız
mallar, sürümsüzlüğünden korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız konaklar size
Allah ve Peygamberinden ve Allah yolunda cihattan daha sevgili ve sevimli ise,
Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin!.»
Kur'ân ilgili
âyetlerle insan kalbini kendine doğru çeken dünya hayatının birtakım aldatıcı
zevklerini ve nesnelerini sıralıyor. Böylece hayat için bir bakıma lüzumlu olan
bu nesnelerle insan ilgisinin ne nisbette tutulmasına işarette bulunarak asıl
kalıcı olan zevk ve değerlere dikkatleri çekiyor.
Bu zevk ve nesneleri
sekiz madde halinde özetliyebiliriz :
1— Evlât sevgisi,
2— Ana-baba sevgisi,
3— Eş sevgisi,
4— Kabile ve aile sevgisi,
5— Kardeş sevgisi,
6— Kazanılan mal ve servet sevgisi,
7— Tioaret sevgisi,
8— Hoşlanılan ev-konak sevgisi, makam ve şöhret
cazibesi..
İnsanı birçok kutsal
değerlerden, yüce amaçlardan, kalıcı hayırlardan alıkoyan sekiz sevgi.. Bunlara
karşı aşırı bir hayranlık duyup ölçüyü kaçırmak, imân ve İslâm aşkını
köreltir; Allah yolunda hizmette bulunma şeref ve faziletinden uzaklaştırır.
Aynı zamanda aşırı gidildiği taktirde ibâdet zevkini dumura uğratıp insana asıl
amaca yönelmeyi unutturur. Böylece dünya hayatının bu gibi süs ve zevkleri
birer vasıta olmaktan çıkar, gaye a duzeyine gelir. Dönüş yapılmadığı takdirde,
her geçen gün bu vasitalar insanın benliğini istilâ ederek hayatın sadece maddî
refah ve zevkten ibaret olduğu düşüncesini kökleştirir.
Kur'ân ilgili âyetle
böylesine çarpık bir tutum ve düşüncenin biri dünyada, diğeri âhirette olmak
üzere iki ayrı azaba neden olacağını haber veriyor, sonra da gereken uyarıları
yaparak münafıklarla kalblerinde şüphe ve imansızlık hastalığı bulunanların
durumunu ve sonuçlarını ibretli bir misal olarak gözler önüne seriyor.
Dünyadaki azabı, başka
milletlerin kültür istilâsına uğrayıp yabancılara yem olmaktır. Âhiretteki
azabının ölçüsünü ise, Allah bilir. Ancak tevbe edip dönüş yapanlar bu genellemenin
dışmdadırlar. Çünkü Allah tevbeleri çokça kabul edendir. Aynı zamanda O, dinî
sınırlan aşıp her şeyi mubah sayanları doğru yola eriştirmez. [64]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgiler üzerinde tutulmasının gereğine
dokunuldu. Bunu yerine getirmeyenlerin sonucuna katlanmalarına hazırlanmaları
hatırlatıldı. Sonra da kendilerini imân doğrultusunda Allah ve Resûlüllah
sevgisine mazhar kılınma düzeyine getiren mü'minlere savaşlarda Allah'ın
meleklerle yardım ettiği belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle
kutsal topraklarda artık müşriklerin istedikleri gibi hareket edemiyecekleri
ve gelecek olan hac mevsiminde Mescid-i Ha-ram'a yaklaşamıyacakları ilân
ediliyor. Sonra da kitap ehlinin yıllardır aşırı gitmelerine bir son
verileceği ve onların da İslâm'ın hâkimiyeti altına alınıp kendilerinden cizye
(vergisi) alınacağı bildiriliyor. Böylece İslâm'ın mutlak adalet ölçüleri
içinde, azıp sapıtanları ıslâh edeceğine, hiç değilse tesirsiz hale
getireceğine işarette bulunuluyor. [65]
28— Ey imân edenler! Müşrikler (Allah'a ortak
koşanlar) ancak murdardırlar. Bu yıllarından sonra artık Mescid-i
Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer
yoksulluk ve darlıktan korkarsanız, Allah dilerse ileride (sebepleri kolaylaştırarak)
kendi kerem ve ihsanından sizi zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah bilendir,
hikmet sahibidir.
29— Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve
âhiret gününe inanmayanlar, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram
saymayanlar ve hak dini (İslâm'ı) din edinmiyenlerle -boyun eğip küçülmüş
olarak elden cizye verinceye kadar- savaşın!
«Müşrikleri Arap
Yarımadası'ndan çıkarın!»
«Yahudi ve
Hıristiyanları herhalde Arap Yarımadası'ndan çıkaracağım; bu yarımadada ancak
Müslüman bırakacağım.» [66]
«Şüphesiz ki şeytan,
artık Arap Yarımadasi'nda namaz kılanların kendisine tapmalarından umudunu
kesmiştir; ancak onların aralarına girerek (vesvese ile) aldatıp kandırması söz
konusudur.» [67]
Emevî halîfelerinden
Ömer b. Abdülaziz de bir emirname yazdırarak, yahudi ve hıristiyanların
Müslümanların meclislerine girmelerini yasaklamıştır. [68]
«Ey imân edenler!
müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) ancak murdardırlar...»
İlgili âyette geçen
murdarlık, daha çok hükmî ve manevî murdarlıktır. Allah'ın nazargâhı olan
kalblerini küfür ve tuğyan murdarlığıyla kirletmeleri ve Allah'tan tertemiz
gelen ruhlarını küfür karanlığına itip tanınmaz hale sokmaları, aynı zamanda
Hak'a karşı geiip vicdanlarını karartmaları bu cümledendir.
Ayrıca müşriklerin
idrar akıntısından sakınmamaları, dosdoğru taharette bulunmamaları, cünüp
gezip dolaşmaları, haram ve murdar nesnelerden yemeleri de bu sebepler
arasında gösterilebilir.
Mescid-i Haram ise,
Tevhîd'in odağı, gerçek kulluğun, en uygun temizliğin, ölçülü terbiye ve
nezaketin, ruhen arınmanın, vicdanen gelişmenin, tek kelimeyle Allah'a yakın
olmanın merkezidir. Oraya ancak imân edip yüce yaratanın buyruklarına uyan
temiz ve pak kişiler yaklaşmaya lâyıktırlar.
Hattâ ilim
adamlarımızdan Hasan el-Basrî bu konuda daha da ileri giderek şöyle demiştir:
«Bir müşrike eli dokunan kimse abdest almalıdır!» Ancak onun bu görüşü ilim
çevresinde pek itibar görmemiştir. Çünkü bu,
daha çok Şia'dan Zeydî
mezhebinin görüş ve içtihadıdır. Mezhep imamlarının bu husustaki görüş ve
içtihatları:
a) İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmet b.
Hanbel'e göre, hiçbir kâfirin -istsr vatandaş olsun, ister yabancı bulunsun-
Mescid-i Haram'a girmesi caiz değildir. Hattâ küfür diyarından gelen elçi ve temsilcilerin
bile oraya girmesine cevaz verilmez. Onlarla ancak Haram sınırları dışında
görüşülebilir.
b) İmam Ebû Hanîfe ile Irak âlimlerine göre, kendileriyle antlaşma yapılan gayr-i
müslimlerin Haram dahiline girmelerinde bir sakınca yoktur. Çünkü âyette geçen
Mescid-i Haram'dan maksat, Haram dahilidir.
Yine İmam Ebû Hanîfe
ile arkadaşlarına göre, Yahudi ve Hıristiyanlar Mescid-i Haram'a ve diğer
mescitlere girmekten men'edilmezler. Ancak müşriklerle putperestler
men'edilirler. Gayr-i müslim vatandaşların da girmelerinde bir sakınca yoktur.
c) Medine âlimlerine göre, bu yasak bütün
mescitler ve bütün gayr-i müslimler hakkında geçerlidir.
Bu yasak, hicretin 9.
yılı ilân edilmiştir. 10. yılında diyenler de olmuştur. Nitekim Katade ile İbn
Arabî bu görüştedirler. [69]
«Eğer yoksulluk ve
darlıktan korkarsanız, Allah dilerse ileride (sebepleri kolaylaştırarak) kendi
kerem ve ihsanından sizi zenginleştirir.»
Cenâb-ı Hak ilgili
âyetle, müşriklerin ve çoğu fukahaya göre bütün gayr-i müslimlerin Haram
dahiline girmelerini yasakladıktan sonra, Mek-keli'lerin ne ile geçiniriz?
mukadder sorularını cevaplıyarak, ileride sebepleri kolaylaştıracağını ve
böylece kendi fazl-ü keremiyle onları ganî kılacağını haber vermiştir. Bu
zenginleşmenin iki pebepten kaynaklandığını görmekteyiz. Birincisi, hac
ibâdetinin zengin olan her müslümana farz kılınması ve hacc-ı kıran veya
hacc-ı-temettu' yapanlara kurban kesmenin vâcib kılınması; ayrıca cezaî
mahiyette olan ve olmayan hususlardan dolayı tasaddukta bulunmalarıdır. Bu,
onları az-çok geçindirecek bir kaynak olarak devam etmektedir. İkincisi, zengin
petrol kaynaklarının bu bölgede bulunup işler duruma getirilmesidir. Şüphesiz
ki bu onları zengin kıla-
cak büyük bir ekonomik
güç olarak ortaya çıkmıştır. Böylece Allah'ın Mek-keli'lere olan va'di iki
yönlü gerçekleşmiştir. [70]
«Kendilerine kitap verilenlerden
Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlar, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını
haram saymayanlar ve hak dini (İslâm'ı) din edin-meyenlerle, -boyun eğip
küçülmüş olarak elden cizye verinceye kadar-savaşın.»
İslâm devleti kök salıp kademeli biçimde gelişerek büyük bir kuvvet haline gelmeyi,
azgın müşrikleri ve putperestleri disiplin altına alıp kendi âdil
hükümranlığı altına almayı başardıktan sonra, sıra Kitap Ehline, yani Yahudi
ve Hıristiyanlara gelmişti. Kur'ân, onlardan Allah'a ve âhiret gününe
inanmayan, Allah ve peygamberinin haram kıldığını haram kabul etmeyen ve hak
dini kendilerine din edinmeyenleri de yola getirmeyi, belli bîr statü ile
disiplin altına almayı, İslâm'ın âdil devletine baş eğmelerini sağlamayı
emrediyor. Sebebi ise açıktır: Kitap ehli, ilâhî buyrukları hiçe sayıp
putperestler gibi katı bir inat ve inkâr içine girinee, halkı saptırmakta
müşriklerden pek geri kalmaz ve beiki daha da tehlikeli olabilirler. Nitekim
Medins'de, çevre kabile ve kasabalarda yahudiler, İslâm'ın hızını durdurmak,
Hz. Muhammed'in (A.S.) tesirini azaltmak için çok sinsi faaliyetlere girişmiş,
müslümanları hayli tedirgin
etmişlerdi. Ahde vefa göstermiyerek hıyanette bulunmaktan geri
kalmamışlardı. Sonra da Abdullah b. Sebe' ve benzeri münafıkları birer zehirli
ok gibi İslâm'ın bağrına atarak bir sürü fitne ve fesat çıkardılar ve mevcut
ortamdan yararlanarak hilâfet kavgasını körüklediler; Hz. Ali'yi (RA.) zahiren
sevip saydıklarını iddia ederek büyük bir haksızlığa uğratıldığını ileri sürdüler ve böylece İslâm âlemini bölüp parçaladılar.
İşte bu ve benzeri sebeplerle
Kur'ân, Müslümanların bu gibi fitnelere karşı uyanık bulunmalarını, şartlar
elverdiğinde Kitap ehlini disiplin altına almalarını emrediyor.
Şüphesiz ki, bu emrin
ilk muhatabı Resûlüllah (A.S.) Efendimizdir. Çünkü tarihte en büyük inkılabı
yapıp başarıya ulaştıran Hz. Muhammed'in (A.S.) kurduğu İslâm devleti gelişme
çağında bulunduğundan önündeki pürüzleri kaldırmak zorunda idi. Ancak bu
hususta iki değişik metotla yola çıkmıştı : Önoe Allah'ın varlığını, birliğini,
azizliğini ve sınırsız kudretini; İslâm'ın da rahmet, adalet, kardeşlik,
hakseverlik, ilim ve fazilet dini olduğunu kalblere ve kafalara işlemek
suretiyle kan dökmeden amaca
ulaşmayı; sonra da
İslâm'ın bunca hoşgörüsüne rağmen inkâr ve azgınlıklarını artırıp İslâm için
tehlike haline gelenleri askerî güçle tesirsiz kılmayı planlamıştır.
Kur'ân'ın taiim ettiği
bu siyaset, Hz. Peygamber (A.S.) ile halîfeleri tarafından kusursuz uygulanmış
ve çok başarılı olmuştur. [71]
«Allah'ın ve
Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar....»
Gerek Tevrat ve
İncil'deki tahrifat ve asıllarının zamanla ortadan kaybolmasıyla kafalarda ve
kâğıtlar üzerinde kalanlarının birtakım ilâvelerle sonradan yazılması, gerekse
din adamlarının kendi kişisel görüş ve anlayışlarına göre din adına bazı
hükümler ve prensipler koymaları, ilâhî ölçü ve hükümlerin aslını unutturmuş,
özellikle haram ve helâl konularında değişik hükümler ortaya çıkmıştır. Bunu
birkaç örnekle açıklayalım:
a) Namaz hak olan bütün dinlerde farz kılındığı
halde, Hz. Musa ile Hz. İsa'nın nasıl namaz kıldıkları bilinmemektedir. Hâlen
havra ve kiliselerde yapılagelen duâ ve ayinlerin ilâhî ölçülere göre olduğunu
ve namaz anlamı taşıdığını belirleyip isbat etmek mümkün değildir. Çünkü her
iki kutsal kitapta da nasıl ibâdet edileceği kesin çizgileriyle
gösterilmemiştir.
b) Domuz eti hak dinlerce haram kılınıp murdar
sayıldığı halde Hıristiyanlar onu helâl saymaktadırlar. Oysa mevcut İncil'de
bile, habis ruhların domuzlara girdiği belirtilerek, bir ipucu verilmektedir. [72]
c) Şarap ve diğer alkollü içkiler kiliselerde
bile içilmekte ve ayinlerde yer almaktadır. Oysa bu da diğerleri gibi, semavî
dinlerce haram kılınmıştır. Luka İncil'inin 1. bap 15. belgesinde aynen şu
cümlelere rastlamaktayız : «Korkma Zekeriya, çünkü duan işitildi, karın
Elisabeî sana bir oğul doğuracak, onun adını Yahya koyacaksın. Sevinç ve safa
bulacaksın; onun doğmasından bir çokları da sevinecekler. Çünkü Rabbin gözünde
büyük olacak, şarap içmiyecek ve daha anasının karnında Ruhülkudüs'le dolu
olacak.»
Matta İncil'i 26/29
bölümünde şu satırlar yazılıdır: «Fakat ben size derim : Babamın melekûtunda
sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kati)
dar, ben asmanın bu mahsulünden artık icmiyecegim.»
Bernaba İncil'inde
ise, şu satırların yazılı olduğunu görüyoruz : «Melek (Cebrail), Meryem'e dedi
ki : İleride Yesû (İsa) diye anılacak ve bu ad ile çağrılacak peygambere hâmile
kal! Onu şaraptan, sarhoş eden her içkiden ve her murdar etten (uzak tutup)
alıkoy. Çünkü o yavruyu Allah takdis etmiştir.» [73]
Tevrat'ın Sayılar
kısmı 6/2-4'de de şarap ve içkinin haram olduğu belirtilmiştir.
d) Resim ve
putların yasak olduğu Tevrat'ta açık şekilde ifade edilmiştir. İsa Peygamberin
Tevrat'taki içki hakkındaki hükmü kaldırdığına dair hiçbir kayıt İncillerde
mevcut değildir. Oysa Hz. İsa, Tevrat'ın bazı hükümlerini değiştiren ve geri
kalan hükümleriyle amel eden bir peygamberdir. Nitekim Matta İncii'inin
5/17-42 bölümünde İsa Peygamber'in Tevrat'taki hangi hükümleri değiştirdiği anlatılmaktadır
ki, onlar arasında şarap ve diğer alkollü içkiler anılmamıştır. [74]
Ve nak dini ('slam'O
din edinmeyenler...»
Gerçi semavî dinlerin
hepsi haktır. Tarihin akışı içinde sosyal ve kültürel yapılarda meydana gelen
kademeli gelişmeye paralel olarak dinlerde de bir tekâmül meydana gelmiştir.
Bir sonrakiler öncekileri hem tasdîk eder, hem yürürlükten kaldırılan
kısımlarını açıklar ve yerine getirilen yeni hükümleri tanıtır. Böylece sosyal
yapıya daha yararlı yeni hükümlerin kabul edilmesi ve uygulama alanı bulması
için tebliğ ve irşada devam edilir.
Tevrat kendinden
önceki sahifeleri hem tashih etmiş, hem sosyal yapıya faydalı olan bölümlerini
içermiş, hem de daha yeni ve kapsamlı hükümler getirmiştir.
İsrgiloğullarrnın tarih
boyunca zilletten ziliete uğraması, Tevrat'ın yazılı bulunduğu Levhalar'ın
kaybolmasına veya imha edilmesine neden olmuş ve efde yazılı olan parçalardan,
hafızalarda kalanlardan ne varsa bir-araya getirilerek yeniden yazılması,
birçok yanlışlıklara sebebiyet vermiştir.
İncil daha çok
Tevrat'ın bazı ahlâki ve kısmen de ameli ve hukuki bölümlerini tashîh eder ve
bazı hükümlerini değiştirir mahiyette indirilmiştir.
Onun da orijinalinin
Yahudiler tarafından imha edildiği sanılmaktadır. Isa Peygamber göğe yükseltildikten
sonra, ona benzeyen birinin öldürülmesi hem büyük bir olay şeklinde ortaya
çıkmış, hem bir sürü şüpheler doğurmuş, hem de İsâ Peygamber'e inananlar
aralıksız takibata uğratılmış ve tedirgin edilmişlerdi. O bakımdan İnciller
ancak bu olaydan 40-50 yıl sonra Havarilerden sağ kalanlarla, onlardan İncil'i
dinleyenlerin gayretiyle yeniden yazılmışlardır. Bu sebeple birçok önemli
bölümleri tesbit edilememiş, daha çok İsa Peygamber'in hayatına geniş yer
verilerek kitap haline getirilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm önceki
kitaplarda daha çok önemli hükümlerde meydana gelen yanlışları düzeltmiştir.
Sonra da gelişen ve değişen insan topluluklarına hayat veren yepyeni hükümler
getirerek semavî kitapların son halkası olduğunu ilân etmiştir.
Kur'ân bu gerçeği
Kitap ehline seslenerek bilhassa duyurmak ister;, akıllarını iyice
kullanmalarını, tarihî hakikatleri daha iyi ve etraflı düşünmelerini ilham
ederek ilâhî muradı en doğru şekilde yansıtır.
[75]
Cizye, sözlükte borç
ödeme anlamına gelir. Terim olarak, kendileriyle yapılan anlaşma gereği, gayr-i
müslimlerin şahıs başına Müslümanlara verdiği vergi demektir.
Kimlerden cizye
alınır?
a) İmam Şafiî'ye göre. Kitap ehlinden alınır.
Bunların Arap veya başka bir ırktan olması arasında bir fark yoktur. Putperestlerden
cizye alınmaz. İmam Şafiî bu mesele hakkındaki içtihadına dayanak olarak Enes
b. Mâlik'in yaptığı rivayeti seçmiştir.
b) İmam Mâlik ve İmam Evzâî'ye göre, murtedler
dışında kâfirlerin hepsinden cizye alınır.
c) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, genellikle Kitap
ehlinden ve Arap olmayan müşriklerden alınır; Arap müşriklerinden ise alınmaz.
d) İmam Ebû Yusuf'a göre, ister kitaplılar,
isterse kitapsızlar olsun Araplardan eizye alınmaz; Arap olmayan kitaplılardan
ve kitapsızlardan alınır.
Mecusîlerden ise,
bütün imamların ittifakıyla alınacağı belirtilmiştir.
Bu konuda geniş bilgi
için Ebû Bekir Cessas'sn Kur'ân Ahkâmı'nı tavsiye ederiz, [76]
Yukarıdaki âyetlerle
müşriklerin murdar olduğu, o bakımdan Mescid-i Haram'a yaklaşmalarının
yasaklandığı açıklandı. Sonra da İslâm'a karşı olan müşriklerin ve Kitap
ehlinden olan Yahudilerin ve yer yer Hıristiyanların azgınlık ve
taşkınlıklarının önlenmesi için şartlar elverdiğinde, baş eğmelerini
sağlayıncaya kadar savaşılması emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'a ortak koşan, ona evlat isnat eden Yahudi ve Hıristiyanlar kınanıyor;
sonra da onların küfrü gerektiren bu iddialarının sebeplerinden birinin, hattâ
başta geleninin, Hz. Muhammed'i (A.S.) küçük düşürmeye ve İslâm'ın nurunu söndürmeye
yönelik bulunduğu belirtiliyor ve inkarcılar isteseler de, istemeseler de
Allah'ın kendi nurunu mutlaka tamamlayacağına, İslâmiyeti başarıya
ulaştıracağına değinilerek mü'-minlere büyük bir müjde veriliyor. [77]
30— Yahudiler, «Üzeyr, Allah'ın oğludur» dediler.
Nasâra (Hıristiyanlar) da «Mesih (İsâ) Allah'ın oğludur» dediler. Bu daha önce
inkâra sapanların söylediklerine benzer
anlamda, ağızlarında geveledikleri sözlerdir. Allah kahredesiler! Nasıl da
(hak'tan saptırılıp) yüzleri çevriliyor?.
31— Bunlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve
rahiplerini; (aynı zamanda) Meryem oğlu Mesih'i Rabler (Tanrılar) edindiler.
Halbuki ancak bir ilâha kulluk ve ibâdetle emrolunmuşlardi. Allah'tan başka
ilâh yoktur; O, onların ortak koştukları şeylerden pâk ve münezzehtir.
İbn Abbas (R.A.)dan
yapılan rivayete göre, Yahudilerden bir grup kalkıp Peygamber (A.S.) Efendimize
gelerek dediler ki: «Biz sana nasıl uyalım ki, sen bizim kıblemizi terkettin ve
Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmiyorsun!» Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler inmiştir. [78]
Cömertliğiyle büyük
bir üne kavuşan ve Arap tarihine geçen Hatem veya Hatim Tâî'nin oğlu Adiy,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in çağrısına olumlu cevap vermiyerek Şam'a kaçtı.
Cahiliye devrinde Hıristiyanlığı seçip tenassur etmişti. Kız kardeşi
Müslümanlara esir düşünce, Sevgili Pey-gamberimiz'den (A.S.) ummadığı ölçüde
ilgi gördü ve kılına dokunulmadan serbest bırakıldı. Kadın bu rahmet ve
şefkat, insanlık ve adalet yansıtan ilginin tesirinde kaldı. Kardeşi Adiy'e
İslâm'a girmesini önerdi ve Hz. Peygamber'i (A.S.) övmekle bitiremedi. Çok
geçmeden Adiy, İslâm'a girmek üzere Medine'ye döndü; Peygamber'in (A.S.)
huzuruna çıktı. Boynunda gümüşten bir de haç bulunuyordu. O sebeple Peygamber
(A.S.) Efendimiz çok nazik bir ifadeyle, «bunlar Allah'ı bırakıp hahamların ve
rahiplerin peşine takılarak onları kendilerine rab edindiler!..» mealindeki
âyeti okudu. Adiy müsaade isteyerek :
Ey Allah'ın
Peygamberi! onlar rahiplere tapmadılar, deyince, Peygamber (A.S.) Efendimiz
ona :
— Hahamlar ve rahipler
helâli haram, haramı da helâl kılıyorlar, halka yanlış bilgi veriyorlar. İşte
bu, halkın onları rab
edinmesi demektir, diyerek
açıklamada bulundu.[79]
Kitab-ı Mukaddes'te
Ezra, Kur'ân-ı Kerîm'de ise Üzeyr diye anılan zatın özellikle üzerinde
durulması çok anlamlıdır. Harun Peygamber'in torunu olduğu söylenir. Yahudiler
onu büyük bir kâhin olarak tanır ve tanıtırlar. Babil ve çevresinde eyleştiği
bilinmektedir. Tevrat'ın ortadan kaybolmasına en çok üzülenlerden biridir. O
bakımdan tam bir ihlâs ve derunî istek duygusu içinde Allah'a duâ ve niyazda
bulunarak Tevrat'ın olduğu gibi hafızasına nakşedilmesini dilemiş. İbn Cerîr
Taberî'nin rivayetine göre, onun bu dileği kabul edilmiş ve Tevrat'ın tamamını
hafızasında arşivlen-miş şekilde bulmuş ve öyleoe onu kâğıda aktarıp yazarken
İbraniee alfabeyi değil de Keldanioeyi tereîh etmiştir.
O nedenle Üzeyr veya
Ezra, Yahudilerin geniş ilgi ve hayranlığını toplamış, o kadar ki, «Ezra
dönemi bahar dönemi» diye vasıflandırılmış ve bir kısmı onu Allah'ın oğlu
sanacak kadar ölçüyü kaçırmışlardır.
İbn Cerîr Taberî,
Üzeyr konusunda kaynağının tesbiti mümkün olmayan geniş bilgi vermiş, içinde
Levhalar bulunan Tabut'un Allah tarafından kaldırıldığı ve başlarına indirdiği
bir hastalık sebebiyle İsrailoğullan'nın ha-fızalarındaki Tevrat'ı silip
unutturduğu ve Üzeyr'in yalvarıp yakarması üzerine Allah'tan inen bir nurun
kalbine girmesiyle, hafızasından silinen Tevrat'ın olduğu gibi hatırlanmasına
vesile olduğu ve bir süre sonra kaldırılan Tabut'un iade edilmesiyle Üzeyr'in
hafızasında doğan Tevrat ile tam uyum halinde olduğunun görüldüğü, o yüzden ona
«Allah'ın oğlu» denildiği şeklinde birtakım ifadeler kullanmıştır. [80]
Tevrat'ta Ezra'yla
ilgili bir bölüm vardır. Kur'ân, Tevrat'ın aslına ve Tevhit İnaneı'na ters
düşen bu iddiayı, yani Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuyla ilgili itikadı
kökünden reddedip bunun müşriklikle eşdeğer olduğunu belirtmiş ve sonra da hak
dini kendilerine din edinmeyenlerin ne hale düştüklerini, eadde-i hak'tan nasıl
saptıklarını hatırlatmıştır.
İbn Abbas'dan (R.A.)
yapılan rivayette buna yakın bilgiler verilmektedir. [81]
Yahudi tarihçilerin de
verdiği bilgiye göre, Musa Peygamber, Tevrat'ın yazılı bulunduğu Levhaları
muhafaza için bir sandığa yerleştirmişti. Musa'dan sonra bu sandığın
kaybolduğu, Süleyman Peygamber zamanında bulunup ortaya çıkarıldığında, içinde
sadece Evamir-i aşere = On emir'ın yazılı bulunduğu levhaya rastlandığı
belirtilmekte ve sonra Üzeyr tarafından bugünkü muhtevaya yakın ölçüde
yazıldığı sanılmaktadır. [82]
Hıristiyanların da
aşırı taassuba yönelip İsâ Peygamberi Allah'ın oğlu diye tanımaları ve
tanıtmaları bir bakıma müşrikliktir. Bedeni itibarıyla insana, ruhu itibarıyla
meleğe nisbet edilebilir, ama Allah'ın oğludur diye bir nisbette bulunmayı ne
din, ne ilim, ne de akıl ve mantık kabul eder.
Şeyh Muhyiddin Arabi
(K.S.), İsa Peygamberi en uygun anlamda vasıflandırarak diyor ki: «İsa (A.S.)
iki ayrı âlemin imtizacından oluşmuştur. Çünkü o, melekle Meryem arasından
zuhur etmiştir. O halde İsa, ruhtan meydana gelen bir ruh, beşerden meydana
gelen bir beşerdir. Bu özellik başkasına verilmemiştir. İkinci semaya
yükseltilmesinin de hikmeti budur. Zira bu semanın yıldızları bizden yana iki
ayrı âlemden imtizaç etmişlerdir.» [83]
Hak dini bozup inancı
yozlaştıranlarla ciddi biçimde ölçülü ve dengeli meşgul olunması emrediliyor.
Şüphesiz ki bu meşguliyet çağın özelliklerine ve teknik imkânlarına göre
olmalıdır. Her şeyden evvel, Kur'ân-ı Kerîm'in çağın ve medeniyetin önünde
yürüdüğünü, gelişen ve gelişmekte olan ilme ışık tuttuğunu misallerle
açıklamak ve bunun için birçok yayın organlarından yararlanmak şarttır.
İslâmiyeti, onu basite irca' edip bir sürü teferruata boğan yarım câhillerin
elinden kurtarıp dinin hikmet ve amacını kavrayan, hayat damarlarını harekete
geçirmenin lüzumuna inanan ve ilimle dini ikiz kardeş olarak neslin kafa ve
kalblerine işleyen bilgili, becerikli ellere teslim etmek son derece
lüzumludur. [84]
Yukarıdaki âyetlerle
Kitap ehlinin Tevhit inaneını bozdukları, o nedenle hak dinin ilâhî hüviyetini
değiştirdikleri konu edildi. Sonra da din adamlarının kendi mantık ve
anlayışları doğrultusunda Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram
saydıkları, birçok hükümleri değiştirdikleri üzerinde durularak Allah'ı
bırakıp fânileri rab edinmenin sakıncalarına atıf yapıldı ve dolayısıyla
mü'minlerin böyle bir hataya düşmemesi için birtakım uyarılarda bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle
İslâm'ın Allah'ın eihanı aydınlatan, gönüllere irfan katan nuru olduğu
belirtiliyor. Kitapsızlarla kitaplıların bu nuru sön-
dürme basiretsizliği
içinde bulundukları haber verilerek Müslümanların ona cok ciddi şekilde
sarılmalarının gereği üzerinde duruluyor. Eninde sonunda Allah'ın kendi nurunu
tamamlayacağı büyük bir müjde olarak bildiriliyor ve sözü edilen iki grup
(Yahudi ve Hıristiyanlar), kabul etse de, etmese de Hz. Muhammed'in (A.S.)
hidâyet ve hak dinle gönderildiği, hakkın mutlaka üstün geleceği açıklanıyor. [85]
32— Allah'ın
nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.
Kâfirler hoş-lanmasalar bile Allah öyle istemiyor, O mutlaka nurunu
tamamlamayı diliyor.
33— O Allah ki, müşrikler hoşlanmasa da, istemese
de dinini bütün dinlerden üstün kılmak için Peygamberini doğru yol ve hak din
ile göndermiştir.
«Doğrusu Allah
yeryüzünün doğusunu, batısını katlayıp benim için biraraya getirdi. İleride de
ümmetimin (elde edeceği) mülkü patlanıp (bir tablo misali) bana (va'dedilip)
verilen yerlere kadar ulaşacaktır.» [86]
«Şüphesiz ki,
yeryüzünün doğusu ve batısı size fethotunacaktır. Allah'tan korkup
kötülüklerden sakınan, emâneti yerine ulaştıranlar dışında o yerlerin
görevlileri (Cehennem) ateşindedirler.» [87]
«(Bizim getirdiğimiz)
bu iş (din ve dava) gece ve gündüzün ulaştığı yerlere kadar ulaşacaktır. Allah
hiçbir sıvalı evi ve kurulan çadırı bırakmayıp bu dini mutlaka hepsine
sokacaktır. Azizi aziz ve şerefli kılacak, alçak ve aşağılık kimseyi aşağı
kılacaktır. İslâmiyeti aziz kılacağı bir azizlikle, küfrü zelil kılacağı bir
zilletle (bu hususu gerçekleştirecektir).» [88]
Adiy bin Hatem (veya
Hatim) anlatıyor:
— Peygamber (A.S.) Efendimizin huzuruna
girdiğimde bana: «Ya Adiy! İslâm'a gir ki selâmete erişesin», buyurdu. Ben de:
«Ben din ehlindenim (Nasraniyim)» diye cevap verdim. Sonra aramızda şu konuşma
geçti:
— Senin dinini senden daha iyi bilirim.
— Benden daha mı iyi bilirsiniz?!
— Evet, sen Rakûsiyye mezhebine bağlı değil
misin: Aynı zamanda sen bağlı bulunduğun kavminin davarlarını reislik sıfatıyla
alıp yemiyor musun?
— Evet, doğrudur.
— İşte bu sana, senin dinine göre helâl
değildir, buyurdu.
Adiy (R.A.) devamla
diyor ki: «O'nun buyurduğu hiçbir zaman gerçek sınırlarını aşmıyordu, o
bakımdan tevazu gösterdim ve saygı duydum o sözlere; sonra Peygamber (A.S.)
şöyle buyurdu :
— Seni İslâm'a
girmekten alıkoyan sebebi biliyorum; o da şudur: «Ben İslâm'a girersem zayıf ve
güçsüzlere, Arapların silkip attığı kişilere uymuş olurum.» diye düşünmektesin.
Sonra sen Hîre'yi bilir misin?
— Hayır, o yeri görmedim, ama işittim, dedim.
Buyurdu ki:
— Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim
ki, Allah mutlaka bu dini tamamlayacak; o kadar ki, kadın mahfe içinde Hîre'den
yalnız başına Çıkıp Beytullah'ı tavafa kadar gelebilecektir. Hem and olsun ki,
Hürmüz oğlu Kisra'nın hazineleri fetholunacaktır.
— Hürmüz oğlu Kısra mı? dedim.
— Evet, o.. And olsun ki, mal öylesine
çoğalacak ki, onu kabul eden
kimse bulunmayacaktır!
[89]
Adiy (R.A.) devamla
diyor ki: Cidden Hîre'den mahfe içinde kadının yanında bir kimse olmaksızın
gelip Kabe'yi tavaf ettiğini gördüm. Kisra-nın hazinelerini fethedenler
arasında ben de bulundum. Yemin ederim ki, üçüncüsü de olacaktır. Çünkü
Peygamber (A.S.) Efendimiz buyurdu ve onun sözü doğrudur, verdiği haber mutlaka
çıkacaktır. [90]
«Allah'ın nurunu
ağızlarıyla söndürmek
istiyorlar..»
Yahudi ve
Hıristiyanlar aşırı çekememezlik yüzünden son din ve onun peygamberi hakkında
olumsuz yönde harekete geçtiler. Bir çığ gibi büyümeye son derece müsait olan
İslâmiyeti Arap Yarımadasına hâkim olmadan söndürmek gerekiyordu. O nedenle
aleyhte kesif bir propagandaya giriştiler. Attıkları çamur, sürmek istedikleri
kara lekeyi şöyle sıralayabiliriz :
a) Son
dinin gereksiz olduğunu, Muhammed'in
(A.S.) daha önceki kutsal kitaplardan aktardığı sözleri
kendi kalıbına döküp ayrı bir ifadeyle ortaya çıktığını anlatıp isbat etmek,
b) Muhammed'in (A.S.) peygamberliğine delâlet
eden açık hiçbir belgenin bulunmadığını, ortaya koyduğu bazı olağanüstü
şeylerin hakikatle hiçbir ilgisi olmadığını etrafa yaymak ve İslâm'ın her
hareket ve görüşünü küçümsemek,
c) Arap ilim adamlarını, edip ve şâirlerini
şaşırtan ve dinleyenlerin yüzünü bir anda büyülercesine Allah'a çeviren
Kur'ân'ın gökten indirilme-diğini, eskilerin masallarının çekici hale sokularak
halka yutturulmak istendiğini bazı kıssaları misal vererek telkine çalışmak,
d) İslâm'ın her geçen gün kendiliğinden çevre
bulup yayılmasını durdurabilmek için Müslümanlar arasına fitne sokmak, bunun
için de zahiren müslüman, gerçekte
inkarcı kişilerin sayısını
artırıp kaleyi içinden fethetmek,
e) Müşrik Arapları kışkırtıp onlara, Muhammed'in
(A.S.) sihirbaz veya büyücü; Kur'ân'ın bir sürü tutarsız hikâyelerden ibaret
olduğunu dedirterek
huzursuzluğu sürdürmek..
Kur'ân ise, bütün bu
olumsuz fırtınalar karşısında İslâm'ın mutlaka başarıya erişeceğini, cihanın
ufuklarını aydınlatan nurunu söndürmeye kimselerin gücünün yetmiyeceğini,
kıyamete kadar tazeliğiyle payidar olacağını en açık ve en net bir anlatımla haber
veriyordu.
Verdiği bu haberin
doğruluğu ortaya çıktı. İnkarcı sapıklar, şaşkın ve garazkâr kitaplılar
hoşlanmasalar bile Allah nurunu tamamladı. İslâm'ın insanlığa getireceği ne
varsa hepsini noksansız tebliğ etme saadetine eriştiğini ilân etti. [91]
«O Allah ki, müşrikler
hoşlanmasa da, istemese de dinini bütün dinlerden üstün kılmak için
Peygamberini doğru yol ve hak din ile göndermiştir.»
İslâm'ın bu üstünlüğü
her yönüyle mi olacak, yoksa ilmî yönünden mi: sayısal yönden mi, ekonomik
açıdan mı, yoksa kendiliğinden yayılma kudretinden mi kaynaklanacaktır? Diğer
dinleri tesirsiz hale getirmesiyle mi gerçekleşecektir? Saydığımız bu
yönleriyle üstünlüğü ortaya çıkmış mıdır?
Önce şunu belirtelim
ki, İslâm'ın üstünlüğü, kendini silinmekten koruma, varlığını kusursuz
sürdürme ve ilmî yönden kendini kabul ettirme gücüdür. Bu güç, ne kadar
saldırılara uğrarsa uğrasın hep ayakta duracak ve hep haklılığını
belgeliyecektir. Sonra Kur'ân'ın tek harfinin değiştirilmeden indiği gibi
korunması, Hz. Peygamberin (A.S.) günlük hayatını olduğu gibi yansıtan
hadîslerin toplanması, aile ve toplum düzenini en ölçülü ve makul şekilde
sağlam temellere oturtması, toplum nizamını kalıcı esaslara bağlaması ve
gelişmekte oian sosyal hayata her zaman eevap verip, deva olma kudretini
beraberinde taşıması her yönüyle İslâm'ın bütün dinlerden üstün olduğunu
isbatlamaktadır.
işte Islâmiyetin ve
onun kitabı Kur'ân'ın eriştiği bu mazhariyeti ve taşıdığı üstün kudreti başka
bir dinde görmek ve'bulmak mümkün değildir. Cünku Allah'tan indiği gibi
muhafaza edilen Allah sözü, beşer sözünden mutlaka üstündür.
Hıristiyan âlemi kendi
dinlerini yaymak için asırlardır milyarları harcayarak misyonerlerini dünyanın
dört bucağına sevkettikleri halde elde ettikleri sonuç keyfiyet bakımından hiç
de yüz güldürücü olmamıştır. Af-fKaya İslam mürşitlerinden birkaç zatın ayak
basmasıyla birçok kabile
ve milletler
kendiliklerinden İslâmiyete kalblerini ve kapılarını açmışlardır.
Günümüzde ilim ve
teknik ilerledikçe Kur'ân'ın ilâhî kitap olduğu kanıtlanıyor; 1400 yıl önce
ilme ışık tutar mahiyette koyduğu temel bilgiler ve ana fikirler bütün
parlaklığıyla gerçeği bulan ilimle birleşiyor.
İşte Allah'ın hayat
veriei ışığını kendinde taşıyan İslâm ve Kur'ân'ın .üstünlüğü bu hususlarda da
kendini göstermektedir. Bunu durdurmak, ya da engellemek mümkün değildir. Son
yıllarda İslâmiyeti kendilerine din olarak seçen Batılı ilim adamlarından
Maurice BUCAILLE, poger GA-RAUDY ve Rodinson'un Kur'ân karşısında
büyülendiklerini, Kur'ân'ın çağların, medeniyetlerin ve ilimlerin önünde
yürüdüğünü açıklamaları da İslâm'ın gelişen ilimle daha çok tanınacağı
gerçeğini ortaya koymuştur.
Bu konuda farklı
yorumlarda bulunanlar ise, İslâm'ın üstünlüğünü şöyle tasvîr etmişlerdir:
a) İslâm, kıyamete yakın, İsa Peygamber, gökten
inince, Kitap ehli tarafından da kabul edilecek böylece sayısal olarak da
üstünlük sağlayacaktır.
b) Bu üstünlüğü Mehdi'nin çıkmasına bağlayanlar
da olmuştur. Gerçi hadîslerde buna dair tebşiratlar eksik değildir; ama ne İsa
Peygamber'in inmesi, ne de Mehdi'nin çıkması, İslâm'ın üstünlük sağlamasının
asıl nedeni değildir. Asıl nedeni, yukarıda belirttiğimiz gibi, ondaki kudret,
koyduğu esaslar ve çağların önünde yürümesidir.
e) Kıyamete
yakın bir zamanda İslâm, ortaya çıkacak olan Deccal'ı mağlup edecek ve
Dabbetü'l-Arz çıkıp kâfiri mü'minden ayırt edecektir. [92]
İslâm'ın taşıdığı
lâhutî kudret ve üstünlüğü yaymak ve yansıtmakla görevlilerin başında, şüphesiz
ki Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz bulunuyordu. O nedenle yanılmak bilmeyen,
yanlış ve eğriyi kabul etmeyen ve hiçbir engel karşısında zaafa uğramayan iki
büyük emanet O'na verilmiştir: Birincisi, Allah'a giden doğru yol (hidâyet) ve
bu yolu aydınlatan Kur'-ân'dır. İkincisi ise, yolu tarif eden, sapmadan ilerlemeyi
öğreten İslâm'dır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz buna işaretle şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz size öyle bir şey
bırakıyorum ki ona yapışıp sarıldığınız sürece ebediyen sapıtmazsınız: Allah'ın
kitabı, Peygamberinin sünneti..» [93]
Yukarıdaki âyetlerle
kitaplılarla kitapsızların, İslâm'ı doğduğu ve gelişmeye yüz tuttuğu Mekke ve
Medine'de öldürmek, Kur'ân'ın cihanı aydınlatacak kudretteki nurunu söndürmek
için birçok yollara başvurdukları anlatıldı. Allah tarafından insanlığın mutlak
hayrına ve saadetine yönelik olarak indirilen İslâm'ın yine Allah tarafından
korunup tamamlanacağı bildirildi. Hz. Muhammed'in (A.S.) hidâyet ve hak din
ile gönderildiği ve bunu inkârın büyük bir haksızlık olduğu belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle Yahudi
ve Hıristiyan din adamlarının, din adına, İsa ve Meryem adına, günahları
affettirme iddialarına karşılık halktan para toplayıp yedikleri, topladıkları
para ve malı Allah yolunda değil, bâtılı ayakta tutma uğruna harcadıkları
açıklanıyor. Bununla Müslüman din âlimlerinin o gibi sakıncalı ve dini küçük
düşürücü yollara tevessül etmemeleri hatırlatılıyor. [94]
34—Ey imân
edenler! Doğrusu Hahamların ve Rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksız
sebeplerle yerler; bir de (onları) Allah yolundan alı-koyarlar. Altın ve gümüşü
hazine edinip de Allah yolunda harcamiyanları elem verici bir azap ile müjdele!
35— Öyle bir
günde ki bunlar Cehennem ateşinde kızdırılarak onların alınları, yanları ve
sırtları dağlanacak ve «İşte bu sizin kendiniz hesabına toplayıp hazine
edindiğinizdir. Toplayıp hazine edindiğinizi tadın bakalım!» (denilecek).
Zeyd b. Vehb anlatıyor:
«Rebze'ye uğramıştım.[95]
Orada ansızın büyük sahabi Ebû Zer (R.A.) ile karşılaştım. Kendisine, «seni bu
yere getiren nedir?» diye sorduğumda şu cevabı verdi: «Şam'da bulunuyordum.
Altın ve gümüş biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... mealindeki âyetin
yorumu üzerinde Muaviye ile görüş ayrılığına düştük. O bu âyetin haham ve
rahiplerle ilgili olduğunu, onlar hakkında indiğini söylüyordu. Ben de, hem
biz müslümanlar, hem de onlar hakkında indiğini, hepimizle ilgili bulunduğunu
belirtmek İstiyordum; derken Muaviye bu yüzden beni Halîfe Osman'a (R.A.)
şikâyet etmiş. Medine'ye çağırıldım ve buraya sürgün edildim.» [96]
İbn Ömer (R.A.) diyor
ki :
«Zekâtı ödenen her
mal, bir yere gömülü bile olsa, Kur'ân'da belirtilen kenz (hazine) kapsamına
girmez. Zekâtı ödenmiyen mal ise, Kur'ân'da anılan kenz (hazine) sayılır ki,
sahibi kıyamet gününde onunla dağlanır.» [97]
Ebû Ümâme (R.A.)
anlatıyor-.
«Süffe ehlinden [98]bir
adam öldü. Onun sarığının arasında bir dinar bulundu. Hz. Peygamber (A.S.), «Bu
onun için bir dağlama (âleti)dir.» Bir başka adam öldü. Onun sarığının arasında
iki altına rastlandı. Hz. Peygamber (A.S.) «Bu onun için iki dağlama
(âleti)dir» buyurdu.» [99]
Şüphesiz ki İslâm'ın
ilk yıllarında durum böyle idi. Çoğunun geliri hiç yoktu. Her müslüman ihtiyaç
fazlasını din kardeşlerine verir, bir gece olsun onu kendi yanında tutmazdı.
Sonra bu hüküm kaldırıldı. Özellikle Medine'de vefat eden bazı mü'minlerin
geriye bıraktığı hayli mal ve servet olurdu. Resûlüllah (A.S.) artık hiç kimse
için, bu onun dağlama aletidir, demedi.
«Kime Allah mal verir
de, o da o malın zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen mal,
başı dazlak, gözlerinin üstünde iki siyah nokta bulunan bir erkek yılan şekline
sokulur. O azgın yılan kıyamet gününde mal sahibinin boynuna gerdanlık
yapılır. Sonra da sahibinin çenesini iki tarafından yakalar da, ben senin
malınım, ben senin hazinenim! der.»
Ebû Hüreyre (R.A.)
diyor ki :
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz böyle buyurduktan
sonra ilgili âyetleri
okudu. [100]
«İnsanlar altın ve
gümüş toplayıp biriktirdiği zaman, sizler de şu sözleri toplayıp (hafızanızda)
biriktirin: «Allahım! senden, işimde bana sebat vermeni, doğru yolda azimli
bulunmamı istiyorum. Verdiğin nimete şükretmemi (bana ilhamda bulunmanı)
diliyorum. Senden, sana güzel ibâdette bulunmamı istiyorum. Yine senden, bana
selîm bir kalb, doğru bir dil vermeni diliyorum. Senden, bildiğin hayırları
istiyorum. Bildiğin serlerden sana sığınıyorum. Sana, bildiğin şeyler
hususunda yönetip bağışlanmamı diliyorum. Şüphesiz ki, sen gaybleri çokça
bilensin.» [101]
Hz. Ömer (R.A.),
Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek:
— «Ya Resûlellah! bu âyet ashaba ağır geldi»
dedi. Peygamber (A.S.) ona:
— «Şüphesiz ki Allah, geriye bıraktığınız
mallarınız temiz ve hoş kalsın diye zekâtı farz kıldı. Mirası da sizden sonra
geriye kalan maldan farz kıldı», buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.),
«Allâhu Ekber!» dedi. Re-sûlüllah (A.S.) devamla buyurdu ki: «Kişinin toplayıp
biriktirdiği şeyin en hayırlısından sana haber vereyim mi? O, sâliha kadındır.
Kocası onun yüzüne bakınca onu neşelendirir, ona bir şey emrettiğinde itaat
eder. Ayrılıp bir tarafa gittiğinde hem kendi iffetini, hem de kocasının mal ve
şerefini korur.» [102]
«Ey imân edenler!
Doğrusu hahamların ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksız sebeplerle
yerler...»
Dini, dünyalığa alet
ederek sudan ve haksız sebeplerle insanların mal-larını alıp yemek ve kendine
toplayıp biriktirmek, kesinlikle haramdtr. Ancak bu haksız sebepler neler
olabilir? İşin içinde Kitap ehline mensup din adamları bulunduğuna göre, konuyu
biraz da o açıdan değerlendirmek ve sonra da bütün din adamlarını
ilgilendirecek şekilde yorumlamak gerekir. Şöyle ki:
a) Allah ve
din adına hüküm vermek, bir hakkı boşa çıkarmak veya haksız bir işi haklı
göstermek için rüşvet (rişvet) almak.
b) Faiz karşılığında ödünç vermek. Nitekim Yahudilere
göre, Yahudi olmayandan faiz almak sevaptır. Talmut'ta buna cevaz verilmiştir.
c) Yatırlar ve ibâdet yerlerine sarf edilmek adı
altında para toplayıp misyonerlere vermek.
d) Günahların bağışlanması için, günahın
büyüklük ve küçüklüğüne göre günahkâr kişilerden mal ve para almak. Nitekim
Hıristiyan ülkelerde biriken günahlarının temizlenmesini arzu eden kimselerin
papazlara başvurarak mal veya para vermek suretiyle bu yola girdikleri
ve papazların da kendilerinde böyle bir yetkinin bulunduğunu iddia ettikleri
bilinmektedir.
e) Din adına helâli haram, haramı da helâl sayıp
birtakım menfaat-lar sağlamak bu cümledendir.
İlgili âyetle Kitap
ehlinin din adamları kınanırken Müslüman din âlimlerine, bu gibi sakıncalı
yollara sapmamaları hatırlatılıyor. Hak dini temsil edenlerin her bakımdan
haktan ve doğrudan yana olmaları gereği üzerinde duruluyor. Dinin aslından ve
mayasından uzaklaşan Kitap ehlinin düştüğü fahiş hatâlara onların düşmemeleri
için uyarıcı işaretler veriliyor. [103]
Yukarıdaki âyetlerle,
din adına birtakım haksız yollara ve haksız kazançlara başvuran hahamlar ve
papazlar kınandı. Dini dünyalıklarına alet edinerek cok kötü misal oldukları
açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
İbrahim Peygamber (A.S.) zamanından kalan güzel bir âdeti yaşatan, yılda dört
ayı «Haram Ay» kabul edip her türlü savaş ve yağmacılığı bırakan Arapların, bu
hürmeti ihlâl ettikleri konu ediliyor. Kendi kötü arzularını tatmin için haram
aylarının yerlerini değiştirecek kadar hırçınlaştıkları belirtilerek, toplumu
tedirgin eden bu davranışları kınanıyor. Sonra da göklerle yer yaratıldığından
beri Allah yanında ayların sayısının 12 olduğuna dikkatler çekiliyor. [104]
36— Şüphesiz ayların sayısı, Aüah yanında
-gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında (planlandığı üzere)-
on ikidir. Bunlardan dördü hürmetli
aylardır. Bu en sağlıklı ve doğru hesaptır. Artık bu aylarda kendinize
zulmetmeyiniz, (Ancak) putperestler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa, siz
de onlarla îopyekûn savaşın. Bilin ki Allah {ilâhî sınırlara saygılı olup
kötülüklerden ve haksızlıktan) sakınanlarla beraberdir.
37— (Hürmetli
ayların yerlerini değiştirip)
geciktirmek, küfürde bir artıştan
başka bir şey değildir. Öyle yapmakla kâfirler (büsbütün) şaşırtılıp
saptırılırlar; Allah'ın haram kıldığı sayıya uydurmak için onu bir yıl helâl,
bir yıl haram sayarlar ve böylece Allah'ın haram kıldığını helâl kabul
ederler. Kötü işleri kendilerine süslenip hoş görünmüştür. Allah ise küfür
üzere olan milleti doğru yola eriştirmez.
«Şüphesiz ki zaman,
Allah gökleri ve yeri yarattığı gündeki durumu gibi dönüp durmaktadır. Yıl 12
aydır. Bunlardan dördü hürmetli aylardır; üçü ardarda gelir (Zilkade, Zilhicce
ve Muharrem). Recep ise ayrı olarak cemaziyelahir ile şaban arasındadır.»
Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz sonra devamla buyurdu ki:
— Bu içinde bulunduğumuz ay hangi aydır?
— Allah ve Peygamberi daha iyi bilir, dedik.
— Zilhicce değil midir?
— Evet...
— Bu hangi beldedir?
— Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedik.
— Beledü'l-Haram (Mekke) değil midir?
— Evet...
— Bugün hangi gündür?
— Allah ve Peygamberi daha iyi bilir.
— Nahr (Kurban bayramı) günü değil midir?
— Evet...
— Şüphesiz ki, kanlarınız, mallarınız, ırz ve
namusunuz bu gündeki, bu beldedeki, bu aydaki hürmet gibi birbirinize haramdır.
Rabbinize kavuşacaksınız; sizden amellerinizi soracak. Artık benden sonra
kâfirliğe dönerek birbirinizin boyunlarını vurmayınız!
Dikkat edin! hazır
olan olmayana (bu sözleri) ulaştırsın. Kendisine ulaştırılıp tebliğ edilen
kimsenin tebliğ edenden daha anlayışlı ve dikkatli olması umulur.
— Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi?
— Evet, tebliğ ettin ya Resûlellah!
Bunun üzerine
Resûiüllah (A.S.) Efendimiz :
— Allahım! Sen şahit ol, dedi. [105]
«Şüphesiz ki ayların
sayısı Allah yanında on ikidir...»
Bilindiği gibi, ister
Ay takvimine göre, ister Güneş takvimine göre konu ele alınsın, yani ister bir
yıl 354 gün, isterse 365 gün hesaplansın, ayların sayısı 12 olarak
belirlenmiştir. Son olarak Gregoryen takvimi de yılı 12 aya ayırmıştır. Böylece
yıl, herbiri kavuşum ayının dörtte birine tekabül eden 52 haftaya bölünür.
Gökler ve yerküre
yaratılıp belli düzene oturtulduktan sonra çekim kuvveti adı verilen görünmez
bir kudret dünyamızı Güneş'e bağlı kılmıştır. Dünya yaratıldığı günden beri
durmadan belli bir yörüngede ve takdir edilen hızla Güneş'in etrafında
dönmektedir.
Bu dönme hareketine
«yörüngesel dönüş» denir. Dünya yörüngesel dönüşünü bir yılda, yani 12 ayda
tamamlar. Yörünge «eküptik» düzlemi üzerindedir. Dünyanın ekseni ekliptik
düzlemine eğiktir. Gerek gündüzlerin ve gecelerin daima aynı uzunlukta olmayışı
ve gerekse mevsim denilen olayların meydana gelişi, işte bu eksen eğikliğinden
oluşur.
Belirtilen düzen ve
hesaplı hareket, gökler ve yer yaratıldığından beri şaşmadan sürüp
gelmektedir. Kur'ân ilgili âyetle bu konuda da ilim adamlarına, meraklı
araştırıcılara ar\a fikir, temel bilgi vererek insan aklına malzeme
sunmaktadır.
Bir yılın 12 bölüme,
yani ay'a ayrılması, anlaşılan ilk insan Âdem ile başlar. Ayrıca yapılan
bilimsel araştırmalara göre, Mısır takvimi M.Ö. 5000, ya da 3000 yıllarında
yapılmıştır. Mısırlılar az-çok düzenli aralıklarla gökyüzünün en parlak
yıldızı SİRİUS'un günlerce görünmez olduktan sonra, güneşin doğuşundan hemen önce
ufukta yeniden gözüktüğünü gözlemişlerdir. Sirius'un güneşle aynı zamanda
doğuşu, diye adlandırılan bu olay, başlangıç noktası olarak alınmış ve
Sirius'un güneşle aynı zamanda iki doğuşu arasında geçen süre, yani 365 gün
bir yıl sayılmıştır. Mısırlıların bir yılı 12 aya böldükleri de bilinmektedir.
Babil takvimi de
12x29,5 çarpımı, eşittir 354 günlük bir süre ile hazırlanmıştır. Eski
Yunanlılar da Babil takvimine benzer bir hesapla yi! ve ayları
düzenlemişlerdir.
Allah'ın kitabı Levh-i
Mahfuz'da da yıl ve ay, bugünkü düzen ve hesaba göre takdir edilip yazılıdır.
İlâhî plân önceden bugünkü mevcut düzeni belirleyip çizmiştir; kıyamet
kopuncaya kadar artık bu düzenin bozulması söz konusu değildir. [106]
Kabile hayatı yaşayan
ve sık sık savaşıp yağmacılık yapan Arapların, ötedenberi kutsal Kabe'ye saygı
duyduklarını bütün siyerciler belirtmişlerdir. Araplar her yıl kendi
âdetlerine göre, gelip hacceder, Allah'a imân ile putlara tapmayı birbirine
karıştırıp içinden çıkılmaz garip bir inanç sistemi meydana getirirlerdi. Ama
her şeye rağmen ma! ve can güvenliği yoktu. Mekke'ye hac mevsiminde gelebilmek
bile başlıbaşına bir problem idi. O yüzden kabile reisleri hac aylarından olan
zilkade ile zilhiccede bir de onu izleyen muharremde savaşmayı kaldırırlar ve
bu ayları hürmetli sayıp kesinlikle uyulmasında ısrarla dururlardı. Böylece
uzak yerlerden hac için gelenler bu üç ayda hem ibâdetlerini yerine getirirler,
hem de güven içinde evlerine dönme imkânı bulurlardı.
Bir de recep ayını
kabul etmişler ve böylece hürmetli ayların sayısını, İbrahim Peygamberden kalma
âdete uyarak dörde çıkarmışlardı. Recep ayında da hem kutsal Kabe'yi ziyaret
edenler çoğalırdı, hem de ticarî kaynaşma hızlanırdı.
Diğer bir rivayete
göre, Allah insanları güven içinde yaşamaya alıştırıp özendirmek ve kutsal
Kabe'yi ziyaret edenlerin güven içinde gelip dönmelerini sağlamak için sözünü
ettiğimiz dört ayı hürmetli kılmış; İbrahim ve İsmail Peygamberlerin diliyle
bu aylarda savaş ve saldırıda bulunmanın daha büyük bir günah sayıldığını ilân
ettirmiştir. Nitekim Arap tarihçileri bu hususu tevatür derecesine varacak
şekilde nakletmişlerdir. Kanaatimce doğru olan da budur.. İlgili 36. âyette
«artık bu aylarda kendinize zulmetmeyin!» buyurulduğuna bakılınca,
belirttiğimiz sonucu işaret yollu olsa bile çıkartmak mümkün. 37. âyette ise
bu işaret biraz daha açıklığa kavuşturuluyor ve «Allah'ın haram kıldığı sayıya
uydurmak için onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ve böylece Allah'ın
haram kıldığını helâl kabul ederler.» buyuruluyor.
Ayrıca Resûlüllah
{A.S.} Efendimiz'in veda hutbesinden de bu mana ve hüküm anlaşılmaktadır.
Âyetin baş kısmında ise, «(Hürmetli ayların yerlerini değiştirip) geciktirmek,
küfürde bir artıştan başka bir şey değildir. Öyle yapmakla kâfirler (büsbütün)
şaşırtılıp saptırılırlar.» denilerek müşriklerin İbrahim Peygamber'den kalan
güzel bir hükmü ve sünneti kendi nef-sanî arzuları doğrultusunda nasıl berbat
ettiklerine dikkatler çekilir. [107]
İslâm'ın ilk yıllarında
bu güzel âdete uyuldu. Hem İbrahim Peygam-
berin iyice bilinip
tanınması açısından, hem de İslâmiyetin hiç olmazsa bu dört ayda saldırıdan
kurtulması bakımından sözü edilen dört ayın hürmetine yer verilip aynen
benimsendi. Sonra İslâm devleti kurulup Arap Yarımadasında yavaş yavaş düzen
ve disiplin sağlayınca o hükmü kaldırdı, yerine her günün hürmetli olduğu
prensibini koydu,- yani yılın hiçbir gününde zulmetmek, saldırıda bulunmak,
haksız yere savaşmak helâl olmaz hükmünü getirerek sulh ve selâmet havasını
oluşturdu. Böylece güzel bir âdet kaldırılırken daha güzeli ve kapsamlısı
getirilip yerine konuldu. [108]
İbrahim Peygamber'den
kalan bu güzel sünnet zamanla talancı, hırçın, kana susamış Arapların işine
gelmemiş, üç ay' gibi uzun bir süre boş oturup yağmacılıktan, kadın ve
çocukları esir edip satmaktan geri kalmaya dayanamamışlar, çare olarak da
hürmetli ayların yerlerini değiştirmeyi uygun görmüşlerdi. Meselâ, zilhicee
ayını bazan muharrem ayının yerine, bazan da sefer ayının yerine alıyorlar,
böylece hürmetli ayların yerlerini kaydırıp onları asıl amaç ve maksadından
uzaklaştırıyorlardı. Cenâb-ı Hak onların bu çok yanlış tutumlarını yererek
yukarıdaki âyetleri indirdi. Böy-leee İslâm, insanlar için güven ortamı getiren
hürmetli aylara hürmet edilmesini hem benimsedi, hem de onun hürmetini
artırdı. Ancak bu hürmete saygı göstermeyip savaşmak isteyen müşriklerle
savaşmanın caiz olduğunu ilân ederek caydırıcı bir müeyyide getirdi. Sonra da
yukarıda açıkladığım gibi, İslâm hürmetli aylar hakkındaki hükmü kaldırdı ve
daha kapsamlı bir barış ve güven havası estirdi. [109]
Küfür üzerinde İsrar
edip duran bir topluluğu Allah doğru yola eriştirmez. Çünkü hakikat güneşi,
uyanmaya hazır duruma gelen gönülleri aydınlatır. Kalb ve vicdanlarını bu
güneşe karşı kapalı tutan putperestler, inkârlarında inat ve ısrar edip
hürmetli ayların yerlerini değiştirecek kadar azgınlık gösterirken, kendilerine
hidâyetin tecelli etmesi pek beklenemez. Kur'ân'ın taşıdığı ilâhî âyet ve
belgeler; Hz. Muhammed'in (A.S.) tebliğ buyurduğu bunea hakikatler karşısında
aklını kullanmayıp, geçmişe körükö-rüne bağlılıkta duygusal davranan ve düşünce
ufkunu bir türlü açmak is-temiyen müşrikler, hidâyetten nasiplerini almaya
yanaşmadılar. Durum böyle olunca, hidâyet sınırına kendilerini getirmek için az
bir gayret ve himmet bile ortaya koymadılar; koymayınca da Allah'ın hidâyet
nuru onlardan yana tecelli etmedi.
Müşrikler haram
aylarında haram ve yasak kılındığı halde savaşmak ve yağmacılık yapmak için
haram ayını başka bir aya ertelemek, ayların yerlerini değiştirmek suretiyle
küfürde daha ileri gittiler, böylece kendilerine hidâyet nurunun yansımazlığı
devam etti. [110]
İmânı aktif, idrâki
uyanık, kalbin Allah ile bağlantısını kesintisiz tutabilmek; günlük hayatımızı
dengeli, ibâdetimizi yeterli duruma getirmek ve ruhumuzu uyanık bulundurmak
için İslâm, bazı zaman dilimlerine ve bazı yerlere özellik ve kutsallık
tanımıştır. Bu, bir bakıma insanı biteviyelikten kurtarıp değişik ve farklı bir
düzeye yöneltmeyi amaçlar.
Aynı şeylerin aynı
ölçü ve biçimde sürüp gitmesi, bir gün gelir de insanın içinde bıkkınlık
uyandırabilir. Hem insan, ruhi yapısı gereği sık sık değişik iş, değişik ve
farklı manzara ister. Cennet'te ilâhî tecellilerin sonsuzluğa doğru birbirini
izlemesiyle meydana gelen değişik dekorların, farklı görüntülerin
hikmetlerinden biri de budur.
Her gün camilerde
toplanarak tek düzen içinde ibâdeti sürdürürken cuma gününün hafta İçinde bir
farklılık arzetmesi, ibâdete canlılık, ruhlara tazelik, kalblere zevk
getirmektedir. İki dinî bayram daha geniş çapta bir değişiklik arzetmekte,
ibâdete ayrı bir renk ve mana katmaktadır.
Hac mevsiminde Kabe'de
toplanmak, daha farklı, o nisbette geniş bir değişiklik arzeder; ruhları
kamçılar, heves ve ilgiyi artırır; bir süre insanı dünya heves ve dağdağasından
uzaklaştırıp kutsal havanın ferahlatıcı mevsimine kavuşturur. Nefis ikliminden
alıp ilâhî rahmetin tecellilerinin tevali eden iklimine eriştirir. Böylece
değişik bir ibâdet, yepyeni bir zevk ve heves doğurur; düşünüp ölçülerek,
hikmeti dikkate-alınarak Hakk'a kulluk edilir; kısacası ibâdeti mihanikî
olmaktan, yani sırf alışkanlığın verdiği kolaylıkla, sadece kasların ve
organların hareketiyle yerine getirmekten çıkarıp asıl amacına çevirir.
Mübarek gün ve geceler
de hep bu maksada ve hikmete yönelik birer anlam taşır.
İbrahim ve İsmail
Peygamberlerin diliyle hürmetli aylar olarak tanıtılan zilkade, zilhicee,
muharrem ve recep, çok değişik bir hava getirip Arap-arı zulüm ve tuğyandan bir
süre olsun uzak tutmuş, güven içinde yaşamanın ne kadar güzel bir hayat
olduğunu telkinle kabile hayatını disiplin altında tutmanın önemini kısmen
olsun öğretmiştir.
Bunların çok üstünde
bir anlam taşıyan ve sadece bir ay süren oruç ve birkaç gün kutsal topraklarda
biraraya gelmenin sağladığı lâhutî havanın ruhları yenileyip canlılık
kazandırmasını başka zamanlarda duymak mümkün müdür? [111] ,
Kamerî aylar, İbrahim
Peygamber'den beri Araplar arasında değişmeyen takvim olarak kullanılmıştır.
İbrahim Peygamber'den çok önceleri diğer peygamberler zamanında da kullanıldığı
söylenir.
Kameri aylar 12'dir -.
1— Muharrem,
2— Sefer, 3— Rebiulevvel, 4—
Rebiulahîr, 5— Cema-zilevvel, 6— Cemazilahir, 7— Recep, 8— Şaban, 9— Ramazan, 10— Şevval, 11—
Zilkade, 12— Zilhicce.
Bu ayların kelime
olarak mânaları:
1— Muharrem;
Bu ayda savaş ve yağmacılık daha çok haram sayıldığı için bu ismi almıştır.
Çoğulu, muharremat, maharim, meharîm gelir.
2— Sefer: Bu ayda savaşa çıkılınca evler bomboş
kalırdı. O nedenle «boşluk» anlamına gelen bu kelime, ikinci aya isim
olmuştur. Çoğulu asfar gelir.
3— Rebiulevvel: Bu ayda seferden dönüp evlerin
yüksekçe bölümlerinde eyleşirlerdi. İrtiba'dan mülhem olduğu için üçüncü ay bu
ismi almıştır.
4— Rebiulahir: Bu da az farkla aynı anlama
gelir.
5— Cemazilevvel veya Cemaziyelulâ : Bu ayda
sular donduğu için bu ismi
almıştır. Çoğulu cemaziyat gelir.
6— Cemazilahir de az farkla aynı anlamdadır.
7— Receb : Tazim anlamına gelen «tercîb»
kökündendir. Çoğulu er-cab ve recebat gelir.
8— Şaban : Kabilelerin çeşitli boylara ayrılıp
talancılığa hazırlandıkları aydır. «Teşe'ubb-i kabaibden mülhem olarak bu ismi
almıştır. Çoğulu şaabîn ve şa'banat gelir.
9— Ramazan : Şiddet-i ramza'dan mülhem, şiddetli sıcak anlamına gelen bir
isimdir. Çoğulu ramazanat, ramazîn ve armizat gelir.
10— Şevval:
Şaleti'l-ibilü'dan alınan bir isimdir. Deve kuyruğunu kal-
dırınca,
«şâleti'l-ibilü» denilir. Develerin daha çok bu ayda kuyruk kaldırmalarından
dolayı aya bu isim verilmiştir. Çoğulu şevâvîl ve şevalât gelir.
11— Zilkade: Bu ayda Araplar savaşmayıp
otururlardı. Ka'deden alınma bir isimdir. Çoğulu zevâti'l-ka'de gelir,
12— Zilhicce: Bu ayda hac yapıldığı için bu ismi
almıştır. [112]
İbrahim Peygamber
zamanından beri devam edip gelen hürmetli aylarda her türlü tecavüz, yağma,
soysuzluk ve bozgunculuk durur, böylece Arap Yarımadasında güven havası esmeye
başlardı. Müşrikler, zaman zaman azgınlıklarını tatmin için bu ayların
yerlerini değiştirerek daha da küfürlerini artırırlardı. Yukarıdaki âyetlerle
onların bu hürmetsizliği kınanıyor ve hürmeti ihlâl edip Müslümanlara
saldıracak olurlarsa, aynen karşılık verilmesi emrediliyor.
Arap Yarımadasındaki
azgınlık durdurulduktan ve hayli ıslahat yapıldıktan sonra sıra Bizans ile boy
ölçüşmeye ve İslâm'ın sesini çevre ülkelere duyurmaya gelmişti. Çok sıoak bir
mevsimde Taif seferinden yorgun dönen Müslümanlardan bir kısmı yerlerinde
ağırlaşıp kaldılar. Aşağıdaki âyetlerle onlar kınanıyor ve Allah yolunda
savaşı bırakmanın sadece dünya hayatı ve nîmetiyle yetinmek anlamına geldiği,
böyleoe âhi-ret hayatına kısmen de olsa sırt çevirildiği belirtilerek birtakım
uyarı, işaret ve tavsiyeler yapılıyor. [113]
38— Ey imân
edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda seferber olun!» denildiği zaman
(bulunduğunuz) yerde ağırlaşıp kalıyorsunuz?! Yoksa âhi-
reîten (yüzçevirip)
Dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının yarar ve geçimliği Âhiret'e
oranla pek azdır.
39— Eğer seferber olup çıkmazsamz, o sizi elem
verici bir azapla azâplandınr ve
yerinize başka bir millet getirip koyar da siz O'na hiç bir zarar veremezsiniz.
Allah'ın kudreti her şeye yeter.
40— Eğer Ona (Muhammed'e) yardım etmezseniz,
Allah Ona yardım etmiştir. Hani o küfredenler, iki kişiden biri olarak Onu
(yurdundan) çıkarmışlardı da, ikisi mağarada iken arkadaşına, «Üzülme Allah
bizimle beraberdir» demişti. Allah da Onun üzerine sükûnet, huzur, kalb
yatışkanlığı indirmiş ve Onu görmediğiniz askerlerle desteklemişti; aynı
zamanda küfredenlerin sözünü alçalttıkça alçaltmıştı. Allah sözü ise en
yücedir. Allah yegâne üstündür, çok güçlüdür, (sonsuz ve sınırsız) hikmet
sahibidir.
Romalılar, Arabistanı
istilâ etmeyi ve güçlü bir devlet oluşturma yolunda olan İslâm'ı daha cok
büyümeden doğduğu yerde boğmayı tasarlamış ve bunun için gereken hazırlıklara
başlamışlardı. Rivayete göre 40.000 kişilik bir ordu savaşa hazır bekliyordu.
Daha yeni Huneyn ve Tâif
seferinden dönen İslâm ordusu hayli yorgun idi. Aynı zamanda kuraklık hüküm
sürüyor, mevsimin en sıcak günleri yaşanıyordu. Bir yandan da meyvalar iyice
olgunlaştığından devşirme zamanı gelmiş bulunuyordu. Suriye'ye kadar uzun ve
yorucu bir sefer yapmak gerekiyordu. Bunun yanı sıra düşman ordusunun da çok
güçlü ve hazırlıklı olduğu söyleniyordu.
Yukarıdaki âyetler
böyle bir ortam içinde olan mü'minleri savaşa hazırlayıp onlara cesaret, moral
ve aksiyon vermek üzere teşvik anlamında inmiştir. [114]
«Dünya âhirete
nisbetle, sizden birinin parmağını göle batırmasına benzer; parmağı ne kadar
ıslaklık ile döner, bir bakın!» [115]
«Şüphesiz ki, Allah
işlenen iyilik karşılığında ikibin kere bin (milyon-
larccı) mükâfat
verir.» [116]
Ebû Bekir Sıddîk (R.A.)
anlatıyor:
«Peygamber (A.S.)
Efendimizle birlikte mağarada bulunuyorduk. Müşrikler gelip mağarayı aramak
istediler; o kadar yaklaştılar ki, onlardan biri ayaklarının önüne baksaydı
bizi görebilirdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimize durumu arzettiğimde
buyurdu ki: Ya Ebâ Bekir! ne sanırsın, üçüncüleri Allah olan iki kişiyi?» [117]
«Ey imân edenler! Allah
yolunda seferber olun,
denildiği zaman (bulunduğunuz) yerde ağırlaşıp
kalıyorsunuz?...»
İlgili âyetle imân
cevherinin asıl değerini ortaya koyacak alâmetten söz edilmekte; gerektiği
zaman mal ve canı Allah yolunda korku ve endişe duymadan, tereddüt geçirip
beklemeden harcamanın gerçek imândan kaynaklandığı belirtilerek tahkiki imânın
vasıflarından biri açıklanıyor.
Romalılara karşı
İslâm'ın gücünü ve aşılmaz bir set olduğunu gösterme vakti gelip kapıya
dayanmıştı. Ortam ise, savaştan yana değildi. Aşın sıcak, yorgunluk, Huneyn ve
Tâif seferinden daha yeni dönmüşlük, aynı zamanda çıkılacak seferin uzaklığı,
düşmanın silâh ve sayı bakımından daha güçlü durumda bulunması ve hurma
toplama mevsiminin başlaması gibi birtakım engelleyici sebepler vardı. Ama
bunların çok üstünde, ebedî hayatla içice bir saadet yolu ve o yolda yürüyecek
sağlam imâna sahip sadık mü'minler bulunuyordu.
O halde «Tebûk Seferi»
diye tarihe gecen bu askerî harekât, bütünüyle mü'minlerin derecelerini
belirliyecek bir mihenk anlam ve ölçüsün-deydı. Nitekim öyle oldu; kâmil
mü'minler tereddüt etmeden Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in emrine ve dâvetine
olumlu cevap vererek koşarken, zayıf imanlılar, mıhlanırcasına ağırlaşıp
yerlerinden kalkmak istemediler Münafıklar ise, bir sürü mazeretlerle kaçamak
yollarını arıyorlardı[118]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz birçok savaşlara hazırlanırken de, yola çıkarken de gizliliğe büyük
bir özen gösterir; ashab-ı kiramın çoğu nereye, kimlerle savaşmak üzere
hareket edildiğini bilmezlerdi. Ama Tebûk seferi böyle olmadı. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz hem hedefi, hem düşmanı, hem de yolu ve mesafeyi bütünüyle
açıkladı; bunda hiçbir sakınca da görmedi. Çünkü Suriye'ye kadar uzun bir
yolculuk söz konusu idi. Dünyanın o günkü sayılı devletlerinden Romalılar
bulunuyor ve belki savaşa hazır vaziyette bekliyordu. O takdirde durumun
hassasiyet ve önemi dikkate alınmalı, herkes kendini ona göre hazırlamalı değil
miydi?
Medine, Mekke ve daha
doğrusu Arap Yarımadası bu yankıdan çalkanıp duruyor, Arap kabilelerim ister
istemez dikkatleri bu önemli sefer üzerinde toplanıyordu.
Yukarıda belirttiğimiz
gibi, Müslümanlar oluşan havanın tesiriyle üçe ayrılmış bulunuyorlardı: Hakikî
mü'minler, zayıf iradeli ve zayıf imanlı olanlar, içleri dışlarına uymayan,
zahiren Müslüman görünüp içlerinde küfür ve nifak tohumu taşıyan münafıklar..
Böyleee yâr, ağyardan;
dost düşmandan; imân küfürden; kalb-i se-lîm, şüpheci ve dönek karakterlilerden
ayırt edildi.
Allah, daha çok zayıf
imanlı ve zayıf iradeli mü'minlere şu uyarıyı indirdi: «Ey imân edenler! size
ne oldu ki, Allah yolunda seferber olun, denildiği zaman (bulunduğunuz) yerde
ağırlaşıp kalıyorsunuz? Yoksa âhiretten (yüzçevirip) dünya hayatına mı razı
oldunuz?!»
Âyetin delâlet ettiği
beş maddelik bir uyarı söz konusudur ki, bu kıyamete kadar geçerlidir:
1— Neden bulunduğunuz yerde ağırlaşıp
kalıyorsunuz?! Size ne oldu ki hız ve hareketinizi kaybettiniz?
2— Âhiret'ten yüzçevirip birkaç günlük dünya
hayatına mı razı oldunuz?
3— Oysa dünya hayatının yararı da, geçimliği de
âhirete nisbetle pek az ve önemsizdir. Çünkü dünya hayatı amaç değil, amaca
erişmek için bir araçtır. Yoksa siz aracı amaç yerine mi koymak istiyorsunuz?!
4— Sefere çıkmayacak olursanız, Allah sizi elem
verici bir azapla azaplandırır. Bu azap iki yönlüdür, biri dünyada, diğeri
âhirette gerçekleşir. Dünyadaki azap istiklâl ve hürriyetin, din ve vicdan
serbestliğinin elden gitmesi ve başka milletlere yem olup zillete
düşülmesidir. Âhiretteki azap ise, çok daha elim ve üzücü olacaktır.
5— Sonra da
Allah yerinize başka bir milleti getirir. Çünkü O, bu dini mutlaka üstün
kılacak, başarıya eriştirecektir. Veya başka bir millet gelip sizi istilâ
edecek, hepinizi köleleştirip kendi hesaplarına çalıştıracaklardır. Bu iki şık
da mümkündür.
Bu beş maddelik uyarı,
ilk bakışta bir tehdit anlamı ve hükmü taşıyorsa da, aslında günahkâr olan
mü'minlere yönelen geniş bir rahmettir. Pişmanlık duyup Hz. Peygamber'in
(A.S.) emrine ve dâvetine koşan ve o sebeple bağışlanmasını dileyenlerin
affedileceği umulur. O bakımdan uyarı hem rahmeti, hem de umut kapısını birden
aralamakta, ilâhî inayetin hayat ve kuvvet verici havasını estirmektedir.
Buna rağmen Allah
yolunda savaşmadıkları takdirde, az önce belirttiğimiz gibi, iki ayrı azapla
azap edilecekleri kaçınılmazdır. [119]
«Eğer Ona (Muhammed'e)
yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir (ve edecektir),»
Cenâb-ı Hak ilgili
âyetle mü'minleri iki hususta uyarıyor: Savaşmadıkları takdirde, İslâm'ın nuru
yine çevreyi aydınlatmaya devam edecek, Allah bu dine ve Muhammed'e (A.S.)
sahiplik edecek başka bir milleti bu kutsal görevi yüklenmeye çağıracak;
emâneti sizden alıp onlara verecek. Diğeri ise, Peygamberi yalnız bıraktıkları
takdirde. O, küffar eline düşmeyecek, Allah Ona yardıma devam edecektir.
Nitekim Mekke'den Medine'ye sadece yanında bir arkadaşı bulunduğu halde hicret
etmişti ki, o sırada Allah'tan başka yardımcısı da yoktu. Yanındaki
arkadaşı Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) korkup endişesini açığa
vurunca, «Tasalanma, Allah bizimle beraberdir!» demesi, ilâhî yardımın en
parlak biçimde tecellisinin şahididir.
Allah Onu, insanların
görmediği askerler (melekler)Je
destekledi, kalblerine sükûnet ve yatışkanlık sundu. Sonunda kâfirlerin
plân ve programlarını alt-üst etti de onları alçalttıkça alçalttı. Allah sözü
ise, eninde -sonunda en yüce oldu ve olmaya devam edecektir.
O halde Peygamber'e,
Onun yüce ve kutsal dâvasına ve bıraktığı büyük emânete sahip çıkıp yardım
edenler, gerçekte kendi huzur ve saadetleri uğruna yardım ederler. Etmiyenler
ise, kendi kendilerini en yüksek değerden, sonu gelmiyen nimetten mahrum
bırakarak mahvederler.
Allah, kendi
Peygamberine ve indirdiği İslâm dinine yardımını değişik biçimde ve farklı
tezahürlerle sürdürecektir. Kıyamete kadar Hz. Muham-med'in (A.S.) tebliğ
buyurduğu İslâmiyet yaşayacaktır. Onun nuru söndürülmeğe çalışıldıkça Allah
onu tamamlayacaktır. Çünkü Allah ysgâne üstün ve sonsuz hikmet sahibidir.
İnanmayanların sözünü hep alçaltacak, hakkı hep ayakta tutup destekleyecek, o
bakımdan hak incelse bile kop-mayacaktır. Üstün ve yüce olan yalnız ve yalnız
Allah'ın sözüdür. Üstünlük O'na mahsustur. [120]
«Ve O'nu görmediğiniz
askerlerle desteklemişti..»
Bununla yardıma
gönderilen melekler kastedilmektedir. Daha önceki konularda da belirttiğimiz
gibi, melekler moral verir, ilhamda bulunur, kalbi takviye edip düşünce ve
duyguya berraklık kazandırır. Melekler, silâh alıp düşmanı öldürmezler; çünkü
bu mânada câri bir âdet-i ilâhiye yoktur. Melekler aynı zamanda kâfirlerin
moralini bozarlar ve kalblerine korku havası estirip duygu ve düşüncelerini
alt-üst edip şaşkına uğratırlar.
Hicret esnasında
yardıma gönderilen melekler Resûlüllah (A.S.) Efendimizi manevî bir kale içine
alırcasına korumuşlar, destek olup cesaret ve ümidini bir kat daha artırmışlar
ve Allah'ın O'nunla beraber bulunduğunu müjdelemişlerdi. [121]
İnfirû , emri, nefr
kökünden türetilmiştir. Sözlük olarak bu kelime, heyecan verici, yürekleri
oynatıcı bir emir sebebiyle bulunduğu yerden fırlayıp kalkmak ve hedefe doğru
koşmaktır, Aynı fiilden gelen nü-fur, nifar ve nefîr, ürküp uzaklaşmak anlamına
gelir. Ancak bunlar daha çok olumsuz yönde tesir altında kalarak ürküp kaçmak
ve uzaklaşmak mânasında kullanılırlar. Nefr ise, toplu halde aldığı destek,
ruh ve heyecanla savaşmak için fırlayıp çıkmak mânasında kullanılır. [122]
Yukarıdaki âyetlerle,
özellikle Tebûk seferi için vaki davete hemen olumlu cevap vermeyip ağır
davranan mü'minler kınanıyor. Savaştan nefret edip geri kalmanın zillet ve meskenet
getireceği belirtilerek İstiklâl ve hürriyet içinde yaşayabilmek için her an
savaşa hazır durumda beklemenin şart olduğuna işaret ediliyor. Sonra da
İslâm'ın, mutlaka başarıya eri-şeeeği, insanlar yardım etmediği takdirde
Cenâb-ı Hakk'ın başka bir milleti o hizmete sevkedeceği hatırlatılıyor.
Böylece o kutsal emanetin, ona sahip çıkmayanlardan alınıp sahip çıkanlara
devredileceği çok düşündürücü bir anlatımla işleniyor.
Aşağıdaki âyetlerle,
ma! ve can ile Allah yolunda savaşmanın çok daha hayırlı olacağı bildiriliyor.
Tebûk seferine çıkmamak için bir sürü mazeret uyduranlar kınanarak, bu seferin
münafığı mü'minden ayırt ediei anlamda olduğuna işarette bulunuluyor. Gerçek
mü'minlerin böyle günlerde hiçbir mazeret beyân etmiyeeeğine değiniliyor ve ancak
içinde küfür ve nifak taşıyanların bu yollara tevessül edecekleri açıklanıyor.
Sonra da dosdoğru inanmayan kimselerle savaşa çıkmanın pek doğru olmayacağı,
faydadan ziyade zarar getireceğine atıflar yapılıyor. [123]
41— Sizler hafifliğiniz ve ağırlığınızla birlikte
savaşa çıkın; Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihâda devam edin. Eğer
bilirseniz bu sizin İçin hayırlıdır.
42— Eğer yakın bir yarar, orta (mesafede) bir
sefer olsaydı, herhalde arkana takılırlardı. Ne var ki o meşakkatli (mesafe)
onlara uzun geldi. «Gücümüz yetseydi seninle beraber çıkardık» diyerek Allah
ile yemin edecekler de kendilerini (yalanları sebebiyle) mahvedecekler. Allah
onların elbette yalancı olduklarını bilir.
43— Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sence belli
oluncaya ve yalancılar bilininceye kadar neden onlara İzin verdin?
44— Ama Allah'a ve Âhiret gününe (dosdoğru) imân
edenler, mallarıyla, canlarıyla (Allah yolunda) cihât etmeleri hususunda (geri
kalmak için) senden izin istemezler. Allah (iki yüzlülükten ve döneklikten)
sakınanları sever.
45— Senden ancak Allah'a ve Âhiret gününe imân
etmiyenler; kalb-leri şüpheyle çalkanıp, şüpheleri içinde bocalayanlar (savaşa
çıkmamak için) izin isterler.
46— Eğer
onlar savaşa çıkmayı isteselerdi, onun için birtakım hazırlıklarda
bulunurlardı; ama Allah davranmalarını hoş görmedi de onları alıkoydu,
«oturun, oturanlarla beraber» denildi.
47— Eğer aranızda onlar da (savaşa) çıkmış
olsalardı, fesat ve fenalık artırmaktan başka bir şey yapmazlardı. Sizi
fitneye düşürmek arzusuyla aranıza sokulup entrikalar çevirirlerdi; aranızda
onlara kulak verenler de vardır. Allah zâlimleri çok iyi bilir.
Havanın sıcaklığını,
seferin uzaklığım ve meyvalarırv toplanma mevsiminin girdiğini Ueri sürerek
Tebûk seferine çıkmak istemiyenler hakkında inmiştir. [124]
Ashab-ı Kirâm'dan
Miktad b. Esved (R.A.) iri-yan ve biraz da şişman olduğundan, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e gelerek, sefere katılmayıp Medine'de kalmak için izin istedi. O
sebeple yukarıdaki âyetler indi. [125]
Enes b. Mâlik (R.A.)
anlatıyor;
— Ashabdan Ebû Talhâ yaşlı olmasına rağmen bu
âyeti okuyup, «Allah Teâlâ genç ve yaşlı hiçbir kimsenin özürünü kabul etmiyor
», diyerek Tebûk seferine katıldı ve orada şehit edildi, [126]
Ebû Musa el-Eş'âri
(R.A,) anlatıyor:
Bedevilerden biri,
Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek dedi ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! ganimet elde etmek
için savaşan adam, anılıp meşhur olmak için savaşan adam; takdir görmek ve
beğenilmek için savaşan adam(lar olabilir). Bunlardan hangisi Allah yolundadır?
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ona şu cevabı verdi-.
— Allah sözü daha yüce olsun diye savaşan kimse
Allah yolundadır. [127]
Ashabın ileri
gelenlerinden Abdullah b. Amr b. Âs (R.A.), Peygamber (A.S.) Efendimiz'e dedi
ki:
— Ya Resülellah! bana cihat ve savaş hakkında
bilgi ver. Resûlüllah (A.S.) ona şöyle buyurdu :
— «Ya Abdellah! eğer karşılığını sırf Allah'tan
bekleyerek ve sırf Allah için sabrederek savaşırsan, Allah seni sabreden ve
Allah rızasını gözeten bir kimse olarak kabrinden kaldırıp haşır eder.
Gösteriş yapmak, çok ganimet elde etmek için savaşırsan, Allah seni riyakâr ve
mal toplayıcı olarak kabrinden kaldırıp haşır eder. İşte ya Abdellah! hangi
hal üzere savaşır veya öldürülürsen,
Allah seni o hal üzerine kaldırıp haşır eder.» [128]
«Allah yolunda bir
sabah veya bir akşam (savaşmak için) bulunmak, üzerine güneş doğan şeylerden
daha hayırlıdır.» [129]
«Üç durum var ki,
onlarla birlikte hiçbir amel fayda vermez:
1— Allah'a ortak koşmak,
2— Ana-babaya karşı gelmek,
3— Savaş alanından kaçmak..» [130]
«Sizler hafifliğiniz
ve ağırlığınızla birlikte savaşa çıkın..»
İslâm her zaman
kuvvetler arasındaki dengeyi dikkate alır ve bunun için imkânları nisbetinde
hazırlıklı bulunmayı farz kabul eder.
Düşman bütün ağırlığıyla
savaşı başlatmak isterse, Müslümanlar da bütün hafiflik ve ağırlıklarını
seferber edip gereken önlemleri kusursuz alırlar. Bu, bir emr-i ilâhîdir ki
uyulması gerekir. Ancak âyette geçen «hafiflik» ve «ağırlık» diğer bir tabirle
«hafif» ve «ağır» sözlerinden başka ne gibi mâna ve hükümler anlaşılmaktadır?
İlim adamlarımızın yorum ve tes-bitleri biraz farklı olmakla beraber netice
itibariyle aynı noktaya dayanmakta ve aynı hükmü yansıtmaktadırlar, şöyle ki:
a) Gençler ve yaşlılar,
b) İsteyerek, istemiyerek; sevinç duyarak ve
endişelenip üzülerek,
c) Yaya ve süvari olarak,
d) Az
teçhizat ve çok teçhizatla,
e) Fakiriyle, zenginiyle,
f) Az meşgul olanlar da, çok meşgul bulunanlar
da,
g) Evli olanlar da, bekâr bulunanlar da..
Ancak bu iki tabirin
dışında kalan bazı özel durumlar vardır; şöyle ki: Umumî seferberlik hallerinde
bile bir kısım kimselere savaşa katılmamaya izin verilmiştir. Nitekim ileride
bu haller açıklanacaktır.
O halde «hifaf» ve
«sika!» tabirleri, topyekûn savaşa katılmayı, genel bir seferberlik havası
içinde davranmayı emretmektedir. Bu durumda savaşa katılmak, ya bazı
istisnalarla gücü yeten herkese farzdır, ya da farz-ı
kifayedir. Konuyla
ilgili diğer âyetler de dikkate alınınca, şu sonuca varmak mümkündür: Düşman
çok güçlü bir orduyla istilâ amacını güderek geliyorsa, o takdirde bazı
istisnalarla eli silâh tutan erkek, kadın, genç, yaşlı her müslümana savaş
farzdır. Düşman belirtilen güçte değilse veya istilâ amacını gütmüyorsa, o
zaman savaşmak farz-ı kifayedir; mevout askerin savaşmasiyla bu farz yerine
gelir ve diğer Müslümanlar katılmadıkları için günahkâr sayılmazlar. [131]
«Eğer yakın bir yer,
orta (mesafede) bir sefer olsaydı, herhalde arkana takılırlardı. Ne var ki o
meşakkatli (mesafe) onlara uzun geldi..»
İlgili âyetle Tebûk
seferinde meydana gelen kararsızlık, ikiyüzlülük ve kaypaklık söz konusu
edilirken daha çok münafıkların karakterine parmak basılıyor ve vasıflan şöyle
sıralanıyor:
1— Uzak ve yorucu, aynı zamanda çok tehlikeli
bir sefere çıkıldığı için, münafıklar bir sürü mazeretler uydurup böyle
tehlikeli bir sefere çıkmak istemediler.
2— Yakın bir ganimet, normal bir sefer olsaydı,
menfaatları gereği herkesten önoe savaşa katılırlardı.
3— Tebûk seferinde Müslümanlar yenilgiye uğrayıp
perişan edilîrler-se, münafıklar canlarını kurtarmış ve haklı olduklarını
isbatlayan delil bulmuş olacaklardı. Bunun aksine Müslümanlar üstün gelirler
de bol ganimetlerle dönerlerse, münafıklar hemen yaltaklanıp, «eğer gücümüz yetseydi herhalde seninle
beraber savaşa çıkardık», diyecek kadar bayağıla-şacaklardı. Nitekim sonuç öyle
olmuştu.
Allah kesin beyânda
bulunmuştur:
«Ama Allah'a ve Âhiret
gününe (dosdoğru) imân edenler, mallarıyla, canlarıyla (Allah yolunda) cihat
etmeleri hususunda (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah
(ikiyüzlülükten ve döneklikten) sakınanları sever.»
«Senden ancak Allah'a
ve Âhiret gününe imân etmiyenler; kalbleri şüpheyle çalkanıp şüpheleri içinde
bocalayanlar (savaşa çıkmamak için) izin isterler.»
İşte gerçek mü'minle,
gerçek münafık arasındaki farklardan biri de budur. O halde Tebûk seferi, bu
iki zümreyi birbirinden ayırt eden bir kıstas ve mehenk olmuştur. [132]
«Eğer aranızda onlar
da (savaşa) çıkmış olsalardı, fesat ve fenalık artırmaktan başka bir şey
yapmazlardı.
Bakara sûresinde
Talût'un güçlü bir orduyla savaşa çıktığı anlatılırken çok önemli bir hususa
değinilir: Talût, ordusunun imân ve azim derecesini ölçmek, sağlam ile çürüğü
birbirinden ayırt etmek için Şeria ırmağına yaklaşırken şu emri veriyor: «Kim
bugün bu ırmaktan su içerse benden değildir!» İrmağa gelindiğinde
İsrâiloğulları'nın çoğu kanasıya su içerek imânlarının zaaf ve çürüklüğünü
ortaya koydular; ancak onlardan az bir topluluk, -Tevrat'a göre, 600 kişi-
Tâlut'un emrine uyarak su içmediler. Bunun üzerine Talût, emre uymayıp
Şeria'dan su içenleri geri çeviriyor, inanmayan bir askerle savaşa çıkılmaz,
diyerek kendini ona göre hazırlıyor. Yakın arkadaşlarının, «kuvvetimiz azaldı,
nasıl savaşabiliriz?!» sözlerine karşılık, «nice az topluluk var ki, Allah'ın
izniyle çok büyük topluluğu altetmiştir (ve alteder)» diyor ve savaş
mü'minlerin zaferiyle neticeleniyor. [133]
İşte Allah bu sûrede
de aynı konuyu başka bir yönüyle açıklıyor ve mü'minleri özellikle savaş
konusunda çok dikkatli bulunmaya davet ediyor ve münafıkların mazeret ileri
sürerek savaşa katılmadıklarının hayırlı olduğunu bildiriyor: «Sizi fitneye
düşürmek arzusuyla aranıza sokulup entrikalar çevirirlerdi; aranızda onlara
kulak verenler de vardır. Allah zâlimleri çok iyi bilir.» [134]
Hz. Muhammed (A.S.),
İslâm devletinin temelini sağlam esaslara, ilâhî nizama oturttuktan sonra
İslâm'ın üstünlüğünü Arap Yarımadasının önemli bir kısmında kabul ettirmiş,
İslâm'ın sesini yarımadanın dışına ulaştırmaya başlamıştı. Mekke'nin fethi,
Huneyn savaşı, Tâif kuşatması artık İslâm'ın karşısında durabilecek bir güç ve
cesaretin Yarımadada kalmadığını isbatlamış ve bunun kesin hatlarını ortaya
koymuştu. Birçok kabileler zekât verirken, bazıları da İslâm'a girmeyip onun
hakimiyeti altına girerek haraç vermeyi kabullenmişlerdi.
Böylece yavaş yavaş
ekonomik güç de oluşuyor ve devlet maliyesi teşekkül ediyordu. İşte bu
sıralarda Arap ülkeleriyle birçok yönden ilgisi bulunan ve yarımadayı kendi
pazarı haline getiren Romalılar, yeni kurulan İslâm devletine karşı ciddi
tedbirler almayı düşünme ihtiyacını duymuştu. Daha önce de belirttiğimiz gibi
bir çığ gibi büyüyen İslâm'ı yok etmeyi, hiç değilse güçsüz ve etkisiz hale sokmayı
plânlamış; kesin olmamakla beraber, 40.000, diğer bir rivayete göre, 50.000
kişilik bir ordu hazırlayarak Suriye dolaylarında bir bakıma manevralara ve
savaş tatbikatına başlamıştı.
Kısa zamanda durumu
öğrenen Hz. Muhammed (A.S,}, düşmanı yine onun topraklarında veya sınırında
karşılamayı ve böylece İslâm'ın yenilmez bir kudret, aşılmaz bir set olduğunu
göstermek istedi. Allah'ın emri inince savaş hazırlığına başladı.
Konuyu bu açıdan
özetlerken, seferin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
1— Romalıların yeni doğan, fakat çabuk büyüyüp
gelişen İslâm devletinin varlığından endişe duymaları,
2— Bazı Arap kabilelerinin Romalılarla işbirliği
yapma arzularını izhar etmeleri ve aralarında birtakım temasların yapıldığının
tesbit edilmesi,
3— O bakımdan Medine üzerine yürüyeeek güçlü bir
ordunun bazı kabilelerden destek göreceğinin
anlaşılması,
4— Gelecek olan bir ordu karşısında
Müslümanların yenilgiye uğraması sonucu Arap Yarımadasında prestijinin sarsılması, otoritesinin sıfıra
düşmesi,
Düşmanı kendi toprak
veya sınırlarına kadar gidilerek karşılamanın birtakım avantajlarının söz
konusu olması,
6— İslâm
bünyesine mikrop gibi musallat olan münafıkların bu vesileyle ayıklanması gibi
düşüncelerden hareketle Tebûk seferine karar verilmiştir.
Sonuçları:
İslâm ordusu Semûd
kavminin harabelerinin bulunduğu Hicre'de mola verdi. O yerde ciddi bir
sınavdan daha geçirildi: Peygamber (A.S.) Efendimiz, İslâm mücahitlerine,
«Buradaki kuyulardan su içmeyin, abdest almayın, o sularla hamur yuğurduysanız
pişirtmeyin, hamuru develere yedi-nn!» diye emir verdi. Verilen emir aynen
uygulandı. Daha önce hem Bakara, hem de bu sûrede söz konusu ettiğimiz Tâlût
kıssasının bir benzeri böylece Tebûk seferinde cereyan etti. Tâlût,
İsrâiloğulfarı'na, «kim bu ırmak-an su içerse o benden değildir...» diye
uyarıda bulunmuş, böylece gerçek-
ten Allah'a inanıp
kendini O'nun yoluna vakfeden mücahitlerle, dosdoğru inanmayan zayıf imanlı ve
cılız iradeli münafıkları birbirinden ayırt edebilmişti. Az yukarıda
belirttiğimiz gibi, ordunun çoğu Şeria ırmağından içerek Tâlût'u dinlememiş,
az bir kısmı içmeyerek sadakatini isbatlamıştı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de
Tebûk seferine karar verince, önce yorucu bir seferin meşakkatlarını düşünen
münafıklar ayıklanmıştı. Sonra Se-mûd harabelerinde ikinci bir sınavdan
geçirilmişler, oradaki sudan içmeyi yasaklayan Hz. Peygamber (A.S.), İslâm
ordusunun hem imân ve sadakat derecesini ölçmek istemiş, hem de aralarında
münafıkların bulunup bulunmadığını ortaya çıkartmayı düşünmüştü.
Ordu Tebûk'e doğru
yürüdü. [135] Romalılar, Peygamber
(A.S.) Efen-dîmiz'in harekâtından zamanında haber almış bulunuyorlardı. Ancak
savaş için gereken hazırlıkları tamamlamış değillerdi. O bakımdan İslâm ordusu,
Romalıların serhaddi sayılan Tebûk'e kadar gelip dayandığı halde ciddi bir
engelle karşılaşmamışlardı. Daha ileriye gitmenin uygun olmadığını düşünen Hz.
Peygamber (A.S.) Tebûk'ü sınır kabul edip karargâhını orada kurup beklemeye
karar verdi. Çevredeki köy ve kasabalara hükmeden Yuhanna iyice endişelendi.
Hz. Peygamber (A.S.) mevcut fırsatı değerlendirerek ona, ya İslâm hâkimiyeti
altına girmeyi kabul etmeyi, ya da savaşa hazırlanmayı içeren bir haber
gönderdi. Yuhanna. İslâm askerlerinin kahramanlığını, ölümü küçümsediklerini
biliyordu. O bakımdan bol hediyelerle Hz. Peygambere (A.S.) gelip/teslimiyet
gösterdi ve cizye vermeyi kabul etti. Böylece sınırda ilk andlaşma imzalandı.
Ayrıca Ezruh, Cerba ve Makna ahâlisi ile de temas sağlayarak birer barış
anlaşması yapıldı. Bu arada Eyle (veya Eyla)nın 300 dînar cizye vermesi
belirlendi. Bütün bunlar Romalıların sınırında olan kabile ve kavimlerin
İslâm'a baş eğip itaatini yansıtmaktadır. [136]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in Yuhanna'ya yazdıği mektubun çevirisi:
«Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla.. Allah'ın ve Peygamberi Mu-hammed'in Ru'be oğlu Yuhanna ile
Eyle halkına emniyetnâmedir: Onların karadaki ve denizdeki kafileleri ve
gemileri Allah'ın ve Peygamberi Mu-hammed'in zimmeti altındadır. Onlarla
beraber olan Şamlılar, Yemenliler ve denizciler hakkında da böyle.. İçlerinden
her kim bir kabahat ve suç işlerse, malı, ceza görmesine engel olmaz. Kara ve
deniz yollarını kapamak caiz değildir.» [137]
Sınırdaki kabilelerle
gereken andlaşmalar sağlandıktan sonra Romalıların hem âni baskınları, hem de
ilerideki tehlikeleri kısmen giderilmiş sayılıyordu. Tek endişe, Duvme emiri
Kindeli hıristiyan Abdülmeİik oğlu Ukaydir'in bulunduğu kesimden gelecek
Romalılara, onların yardım etmesi bulunuyordu. Büyük bir askerî dehaya sahip
olan Hz. Peygamber (A.S.), Romalılar bu kesimle iş birliği yapıp Arabistan'a
sarkmadan sözü edilen pürüzü ortadan kaldırmayı plânladı ve ünlü kumandan Hâlid
b. Ve-lid'i beşyüz kadar süvari birliğiyle Duvme üzerine gönderdi. Tecrübeli kumandan
Hâlit (R.A.) Duvme emirliğini gece basıp şehir dışında zebra avına cıktfn Emir
Ukaydir ile kardeşini yakaladı. Sabahleyin şehrin kapısının açılmasını, aksi
halde emirlerinin öldürüleceğini duyurdu. Sonunda kapı açıldı, geniş çapta
ganimet elde edildi ve Halit b. Velit, Emir Ukaydir'i alıp Hz. Peygamber'in (A.S.)
huzuruna getirdi. Şüphesiz ki, Hz. Peygamber (A.S.) insanlara akıl ve sosyal
durumlarına, bilgi ve kültürlerine göre değer veren büyük bir şahsiyettir.
Ukaydir'e de gereken sıcak ilgiyi gösterdi; onu kadri yüce bir kral gibi
ağırladı. Emir, gördüğü ilgi, müşahede ettiği terbiye, nezaket, bağlılık,
kardeşlik ve adalet karşısında eridi; İslâm'a girmekten başka bir şey
düşünemedi. Böylece Hz. Peygamber'in (A.S.) yakın dostu ve yardımcısı oldu.
Bu sırada Romalılar
hayli gerilere çekilmiş, savaşa cesaret edemedikleri için bulundukları yerde
beklemeyi tercîh etmişlerdi. Zaten Hz. Peygamber (A.S.) her zaman barıştan
yanaydı, savaşmak istemezdi. Hele birde savaşmak istemiyen bir düşmanla
savaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Böyleoe Resûlüllah (A.S.)ın hazırladığı plân aynen
uygulanmış, amaca erişilmiş, İslâm'ın büyük ve hatırı sayılır bir devlet
olduğunu Romalılara kabul ettirmiş, sınırlan emniyete almış bulunuyordu.
Yapılacak başka bir şey kalmadığından Medine'ye dönmeye karar verildi.
Bir rivayete göre, 12
gün, diğer bir rivayete göre, 20 gün Tebûk'te kalındıktan sonra Medine'ye
hareket edilmiştir. Şüphesiz ki, bu süre içinde elde edilen olumlu sonuçlar,
İslâm'ın geleceğini, yayılma ve genişlemesini hazırlamış, Müslümanları Arap
Yarımadasında endişelendiren ciddi bir tehlike kalmamıştı. Romalıların
yarımadayı istilâ planları ise bütünüyle suya düşmüş ve umutları kırılmıştı. [138]
1—
Romalılara büyük bir göz dağı verildi.
2_ Romalılara ileride yardım edecek kabilelerle
andlaşmalar yapılarak İslâm hâkimiyeti sınır kesiminde yaşayanlara kabul
ettirildi.
3_ İslâm devletinin sınırları doğuda Bizans
kapılarına dayand'ı.
4— İslâm
hazinesi (beytülma!) yeni imkânlarla zenginleşti.
5_Hem Arap
Yarımadası, hem de Romalılar kökleşip gelişen İslâm gücünü daha iyi anlamış
oldular.
6— Henüz Müslüman olmayan birçok kabileler
hiçbir tazyik altında kalmadan kendi rızalanyla gelip Müslüman oldular.
7— Münafıkların umudu bütünüyle kırıldı. İmanı
zayıf olanların dine daha ciddi sarılmalarını sağladı.
8— Müslümanların imân, irfan, cesaret ve
azimlerini bir kat daha artırdı. [139]
43. Âyette «Allah seni
affetsin» cümlesi üzerinde hayli durulmuştur. Bunun bir kınama olmadığı
kesindir. Çünkü Resûlüllah (A.S.), Tebûk seferine katılmak istemiyenlere izin
verip vermemekte serbest bırakılmıştı. Onu bundan alıkoyan hiçbir ilâhî beyan
ve işaret mevcut değildi. O bakımdan bu ifadenin zarif bir iltifat, lütûfkâr
bir hitap olduğunu söyleyenler çoğunluktadır.
[140]
Yukarıda geçen
âyetlerle, Tebûk seferi konu edinildi. İslâm'ın şan ve şerefini, güç ve
itibarını dünyaya tanıtacak bu seferin önemi üzerinde duruldu. Mü'minleri
münafıklardan ciddi şekilde ayırt edecek bir kıstas anlamı taşıdığına
işaretler yapıldı. Sonra da ikiyüzlü dönek bozguncuların Tebûk seferine
katılmamalarının İslâm için hayırlı olduğu belirtilerek ancak dosdoğru imân
etmiş bir orduyla savaşa çtkılabileceği hususuna parmak basılarak, mü'minlere
en sağlam ölçü verilmiş oldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
Tebûk'ten üstün başarılarla dönen mü'minlerin o güzel halinin münafıklar
üzerinde büyük tesirler meydana getirdiği anlatılıyor. Sonra da ikiyüzlü
bozguncuların tutumlarına ve kabîh sıfatlarına dikkatler çekiliyor. [141]
48— And
olsun ki, onlar bundan önce de fitne çıkarmak istemişlerdi ve sana karşı
birtakım entrikalar çevirmişlerdi. Ta ki hoşlanmadıkları halde hak geldi ve
Allah'ın emri üstünlük sağladı.
49— Onlardan bir kısmı «Bana izin ver de beni
fitneye düşürme» diyordu. Haberiniz olsun ki kendileri fitneye düşmüşlerdir
ve* şüphesiz ki Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır.
50— Sana bir iyilik dokunursa, onları üzüp
tasalandırır. Sana bir musibet (kötülük) dokunursa, «Biz işimizi önceden
yoluna koyup önlem aldık» derler ve buna sevindikleri halde dönüp giderler.
51— De ki: Bize ancak Allah'ın (takdir edip)
yazdığı dokunur; O bizim Mevlâmızdır. Artık mü'minler ancak Allah'a güvenip
dayansınlar.
52— De ki: Bizim hakkımızda bekleye durduğunuz,
(gözetleyip beklediğiniz, iki iyilikten başkası mıdır? (Ya gazi, ya da şehit
olmak). Biz de Allah'ın kendi tarafından veya bizim elimizle size bir azap
dokunduracağını bekliyoruz. Siz de bekleyin; doğrusu biz de sizinle beraber
beklemekteyiz.
53— De ki: Gerek isteyerek, gerek istemiyerek
harcayın, elbette ki sizden kabul edilmiyecektir. Çünkü gerçekten siz (ilâhî
emri dinlemeyen) hak yolundan çıkmış bir topluluksunuz.
54— Harcadıklarının kendilerinden kabul
edilmesini ancak, Allah'ı ve Peygamberini inkâr etmeleri, üşenerek namaza
gelmeleri ve bir de istemeyerek (mallarını hayır işlerinde) sarfetmeleri
engellemiştir.
Resülüllah (A.S.)
Efendimiz, münafıkların elebaşlarından Cid b. Kays'e, «Romalılara karşı (savaş
hususunda) ne dersin?» diye sorunca, o da, «bana müsaade et de (bu sefere
katılıp) çıkmayayım; çünkü sarışın Rum dilberlerini görünce dayanamam»,
diyerek edep dışı konuşmuştu. Hz. Peygamber (A.S.) onun bu sözüne üzüldü ve
yüzünü çevirdi. [142] O
sebeple yukarıdaki âyetler indi. [143]
«And olsun ki' onlar bun"
dan önce de fitne
çıkarmak istemişlerdi ve sana karşı birtakım entrikalar çevirmişlerdi...»
Tebûk seferine
çıkmamak İçin özür beyân ederek izin isteyenlerin çoğu, içten kâfir, dıştan
müslüman görünen münafıklardı. Onların elebaşlarından yahudi kökenli Abdullah
b. Ubey b. Selûl, önce belirttiğimiz gibi, aynı taktiği Uhud savaşına
çıkılırken de denemişti. Yandaşlarıyla birlikte önce savaşa çıkar gibi ayrı bir
grup halinde hareket etmişlerdi. Medine ile Uhud arasında Şavt denilen kesime
gelince duraklayıp İslâm mücahitlerinin moralini bozmayı plânlamıştı.
Münafıklar yer yer şöyle fısıldaşıyorlar-dı: «Canım bu savaşa çıkılır mı?
Peygamber, toy delikanlıların görüşüne uymuştur. Neye, kim için, hangi amaç
uğrunda savaşacağız ve boş yere niçin öldürülelim?!»
O gün bu sözlerin
iyice tesiri altında kalan zayıf inançlılar ve dönek ikiyüzlüler geri
dönmüşlerdi. Seleme oğulları ile Harise oğullan da dönmeye niyet etmişlerse de
kalblerinde nifak bulunmadığından Allah onları böyle alçakça bir yola girmekten
korumuştu.
Münafıklar iki ayrı
grupla devamlı temas halinde bulunuyorlardı: Yahudiler ve putperestler. Bunlar
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in ve İslâm'ın baş düşmanlarıydılar. Allah'ın
indirdiği nuru söndürmek için çevirmedikleri dolaplar, başvurmadıkları hile ve
entrikalar kalmamıştı. Allah'ın sözü yerine gelinceye, hak üstünlüğünü
sağlayıncaya, Mekke fethedilinceye, Medine'deki yahudiler tesirsiz hale
getirilip kovuluncaya kadar onlar fitnelerine devam etmişlerdi. En son
kozlarını, geriye kalan zehirlerini Tebûk seferine çıkılırken ortaya
koymuşlardı. Her şeye rağmen arzularına erişemediler. Hak geldi, bâtıl yok
oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur. İslâm düşmanlarının bıraktıkları
izler, misaller ibret alınacak belgelerle doludur. [144]
«Sana bir iyilik
dokunursa, onları üzüp tasalandırır..»
İlk akla gelen şudur:
Kur'ân'da neden bu gibi geçmiş olaylara geniş yer verilmiştir? Olan olmuş,
devir çok gerilerde kalmıştır. Bize bunun neyararı vardır? gibi şüpheler ve sorular
söz konusudur.
Her zaman söylendiği
gibi, tarih tekerrürden ibarettir. Araçlar, metotlar değişiktir.. Kur'ân her
devirde bu gibi münafıkların bulunabileceğine ve Müslümanları, kaleyi içinden
fethetme metoduyla bölerek yıkmaya yöneleceklerine işaret ederken bizi bir
bakıma uyarıyor. Küfrün ismi ne olursa olsun, gerçekte o tek bir millettir;
yani İslâm'a göre, küfrü temsil edenler ister kitap ehlinden olsun, ister
putperest veya ateşperest olsun, isterse dinsiz, materyalist veya komünist
olsunlar hepsi de küfürde birleştiği, hak dine karşı oldukları için tek bir
millet sayılırlar. Ancak bunlardan biri daha tehlikeli, biri daha az bozguncu
olabilir.
Resûlüilah (A.S.)
Efendimiz devrinde, İslâm'a karşı olanlar «putperest», «münafık», «kitap ehli»
isimleri altında faaliyet gösterirlerken, bugün dinsiz, modernist, komünist,
sosyalist ve misyoner gibi adlarla sahneye çıkmışlardır. Hedef ve amaç birdir.
Düne kadar, Kur'ân'ın cihanı aydınlatan nurunu söndürmek için Hz. Peygamber'e
(A.S.) büyücü, sihirbaz, şâir, masalcı derlerken, bugün de din afyondur, İslâm
ortaçağ insanına seslenmektedir, Kur'ân çöl kanunudur, Hz. Muhammed çok zeki
ve kurnaz bir adamdı, kadınlara karşı zaafı vardı, Allah diye bir kudret
yoktur; bu, tabiat olaylarından korkup kendine manevî bir destek veya sığınak
arayanların uydurmasıdır, insanlar maymunun gelişmiş ve-tekâmül etmiş devamıdır
gibi bir sürü zihinleri bulandırıcı, kafalarda şüphe uyandırıcı saçmalıkları
ilim adına ortaya atmaktadırlar.
Hemen söyleyelim ki,
bu sataşmalar, yalan ve suçlamalar, yersiz iddia ve varsayımlar kıyamete kadar
sürüp gidecektir. Çünkü ilâhî sünnet gereği, hak ile bâtıl mücadelesi devam
edip gider, onu durdurmak mümkün değildir. Tez ve antitez doğrultusunda bir
sürtüşme ve tartışma ile biri diğerine hız ve canlılık getirir. Böylece
insanlıktan yana büyük davaların unutulup bir kenara itilerek pasifize
olmasını önler. Şüphesiz ki bu da, ezelî plânın bir gereğidir.O bakımdan gerçek
mü'minlere bir iyilik dokunursa, inkarcılarla münafıklar tasalanırlar. [145]
«Sana bir iyilik
dokunursa, onları üzüp tasalandırır. Sana bir musibet (kö-tuluk) dokunursa, biz
işimizi önceden yoluna koyup önlem aldık, derler ve buna sevindikleri halde
dönüp giderler.»
İlgili âyetle dinsizi
sevindiren ve üzen durumlar çok kısa ve özlü, duyarlı iki cümleyle
anlatılmaktadır. Müslümanların olaylar karşısında sebat göstermeleri; Allah
için din, ahlâk, adalet, fazilet ve hakları koruma uğrunda ölümü küçümsemeleri
ve her hâl-ü kârda Allah'a güvenip dayanarak teslimiyet göstermeleri, hem
kitap ehlini, hem de inkâroı sapıkları, bozguncu münafıkları çileden
çıkarmakta ve hepsine de en susturucu cevabı vermektedir. O halde, mü'minler
imân doğrultusunda dünya ile âhireti birlikte kucaklayıp amacına uygun
yürüttükleri takdirde, Allah ve hak din düşmanları hep üzülecekler, tasalanıp
başka yollara ve çarelere baş vuracaklar. Ama eninde sonunda zafer hakkın
olacak, dünya ile âhireti Allah'ın muradına göre paralel yürütenler başarı
sağlayacaklardır. Bunun aksine, Müslümanlar bölünüp parçalanırlar da kimi
dünyalık peşinde bir ömür tüketmeye yönelirken, kimi de sırf âhirete yönetip iç
temizliğinden başka, bir hareket ve canlılık göstermezse, o zaman sünnetuliah
gereği tokat üstüne tokatlar inmeye başlar ve uyarrcı olaylar karşılarına
çıkar da düşmanlarını sevindirir.
Resûlüllah'ın (A.S.)
hayatını dikkatle incelediğimizde, O'nun her iki hayatı (dünya ile âhiret)
birarada yürüttüğünü görürüz. Çünkü bu iki hayat birbirini tamamlamakta ve
biri diğerine anlam ve hikmet kazandırmaktadır. [146]
| «De ki, bize ancak
Allah'ın (takdir edip) yazdığı dokunur; O bizim Mevlâmızdır. Artık mü'minler ancak
Allah'a güvenip dayansınlar..»
Şüphesiz ki bu
program, ezelle ebed arasını dolduran ve her şeyi kapsayıp kuşatan, varlıkta
her şeye nüfuz eden Allah'ın ilminin, her milletin kendi imkânlarıyla,
iradeleriyle kendilerine nasıl bir hayat yolu çizdiklerini önceden tesbit edip
Levh-i Mahfuz'a yazmasıyla gerçekleşmiştir. Vakti saati gelince o yazılanlar
aynen meydana gelir. Erişilen iyilikler, başa gelen musibetler, karşılaşılan
kötülükler, milletlerin kendi kader defterlerine kendi ifadeleriyle
yazdırdıkları olaylardır. Aile ve fertler için de aynı şey söz konusudur. Ancak
bu arada ilâhî irâde ve inayetin, milletlerin irâdesini zaman zaman
yönlendireceğini de unutmamak gerekir. Çünkü kâinatta mutlak anlamda bir denge
kanunu hakimdir, o, biz istesek, istemesek de hükmünü yürütür. Bozulan dengenin
kurulması için milletlerin sosyal, ekonomik yapılarına, inanç ve ahlâkî
durumlarına göre veya onların bulunduğu ortamın şartlarına göre, Cenâb-ı Hak
sebepleri harekete geçirerek dengeyi yeniden sağlar.
O halde sözü edilen
dengeyi düzeltmede cari olan ilâhî tasarruf dışında, insan mevcut yetenekleriyle
ve içinde bulunduğu imkânlar ve şartlar çerçevesinde kader çizgisini çizerek
ona göre kendisine bir hayat düzeni hazırlar. Her kişinin çizeceği ne ise, o
önceden bilinerek ana kitaba yazılmıştır, artık olaylar ona göre günü gelince
gerçekleşirler. Yine denge ve düzen kanunu gereği, dosdoğru imân edenler,
hayır, iyilik, ibâdet ve fazilet doğrultusunda hayatlarını verimli kıldıkları
oranda Allah'ın inayet, yardım ve rahmetine mazhar olurlar; bunun aksine,
inanmayanlar da haksızlık, kötülük, ahlâksızlık ve inkâr doğrultusunda
hayatlarını berbat ettikleri nisbette Allah'ın inayet ve rahmetinden mahrum
kalırlar. Zira birinciler Allah'ın kendilerine verdiği kuvvet ve kudreti,
akıl, irâde ve diğer yetenekleri ilâhî plân ve programa göre kullanmaktalar;
ikinciler ise, bunun aksine bir yol izlemekteler. O bakımdan herkes yaptığından
sorumlu tutulacaktır. [147]
«De ki, bizim
hakkımızda bekleye
durduğunuz, gözetleyip
beklediğiniz, iki iyilikten başkası mıdır? (Ya gâ-zî, ya da şehît olmak..)»
Mü'minlerin yegâne
sahibi ve işlerini düzene koyanı Allah'tır. Şüphesiz ki, Cenâb-ı Hak, bütün
hayır, iyilik, rahmet ve mağfiretin kaynağıdır. Savaşa inanarak ve karşılığını
sadece Allah'tan bekleyerek çıkan mü'minlere mutlaka iki hayırdan biri
erişecektir: Ya gazilik şerefine nail olacaklar da meleklerin duâ ve
istiğfarına lâyık görülecekler, ya da şehîtliğin saadet şerbetini içerek Arş'a
kanat açıp yükseleceklerdir.
Mü'minin imân ve
irfanı bu idrâk ve teslimiyet derecesine yükselince, artık ölümün yokluk değil,
ebedî hayata açılan bir kapı olduğu onun kalbinde ve kafasında kesinlik
kazanır. İşte Peygamber mektebinin seçkin talebesini zaferden zafere koşturan
ve Allah adını kıtalar üzerinde kafalara, kalblere, taşlara ve ağaçlara
nakşetmelerini sağlayan bu imân değil midir? Çünkü onlar için iki iyilikten
mutlaka biri va'dedilmişti: Gazilik ve şehitlik.. [148]
«De ki, gerek isteyerek,
gerek istemiyerek harcayın, elbette sizden kabul edilmiyecek-tir. Çünkü siz hak
yolundan çıkmış bir topluluksunuz.»
Allah mutlak kudret
sahibidir. Varlık âlemini sonsuz kudretinin bir tezahürü olarak yaratan O'dur.
Mülk O'nundur, her türlü nîmet O'ndandır; ortağı, dengi ve benzeri yoktur. O,
hiçbir şeye muhtaç değildir, mutlak ganîdir. Yeryüzünde kudret ve sanatının en
güzel eseri olan insanı, en güzel ve uygun biçim ve surette yaratmış, onu kendi
haline bırakmamış, yüce âlemden, Levh-i Mahfûz'dan haberler göndererek, dünya
ile âhiret arasında denge kurmasını, yaratanını bilip O'na şükran borcunu, bir
terbiye ve nezaket, sevgi ve saygı eseri olarak belli ölçü ve kurallar
çerçevesinde yerine getirmesini emretmiştir.
O bakımdan Allah ancak
kendisine ve âhiret gününe inanan ve bu inancının gereğini şartlarıyla birlikte
uygulayıp yerine getiren kullarının işlerini, amellerini, hayır ve iyiliklerini
kabul eder.
Şüphesiz ki, tarlasına
yararlı, kaliteli tohum atan kimse, kaliteli ve yararlı ürün bekler. Başaklar
arasındaki yabanî otlar her zaman onu rahatsız eder. Bunun için Cenâb-ı Hak,
mükemmel biçimde yarattığı insandan, yabanî inanç ve ideolojilerden arınmış
katıksız amel bekler, aksini hiçbir zaman kabui etmez. «Gerek isteyerek, gerek
istemiyerek harcayın, elbette ki sizden (siz inkarcı nankörlerden) kabul edilmiyecektir.»
beyânı, bu gerçeği belirtir.
Sonra da bunun
sebepleri dört madde halinde özetlenerek hem açıktan inkarcılara, hem de içi
küfür dolu olup sûreten müsiüman görünenle-.re gereken uyarıda bulunuluyor:
1— Cenab-ı
Hak, kendisini inkâr edip başka ilâhlar edinenlerin,
2— Hz.
Muhammed'in (A.S.) peygamberliğini kabul etmiyenlerin,
3— Üşenerek,
âdeta itilerek namaza gelenlerin, zevahiri kurtarmak için ibâdet edenlerin,
Gönülden istemiyerek
mallarını sözde iyilik olsun diye harcayanların amel ve ibâdetlerinden hiçbir
şeyi kabul etmez.. [149]
Mü'minlerin
inkarcılara ve münafıklara karşı açtığf cihat, her iki tarafa da farklı ve
ayrı ayrı olmak üzere iki sonuçtan birini hazırlar: Mü'min-ler ya üstünlük
sağlayarak ilâhî yardımın tecellisiyle gazilik payesine erişirler, ya da
peygamberlikten sonra mertebelerin en yükseği ve şereflisi sayılan şehitlik
mertebesine nail olurlar. Kâfirlerle münafıklar ise, ya semavî bir felâkete
uğratılıp hem dünyalarını, hem de âhiretlerini kaybetme bedbahtlığına duçar
olurlar, ya da giriştikleri savaşta imânın çelik yumruğu altında can vererek
hem dünyada, hem de âhirette rüsvay olurlar. Öyle ki, onlar için mutlak hüsran
ve azap olan sonuç, mü'minler için saadet ve bahtiyarlıktır.
Şekil ve suret bir
bakıma benzerHk arzetmektedin ama mana ve delâlet, ruh ve maya değişiktir.
Tıpkı yolda rastlanan bir yitik mal gibi: Kendine mal etmek niyetiyle alınırsa
hırsızlık, sahibini bulup vermek niyetiyle alınırsa hayırhahlıktır. Savaş da
böyledir: Allah yolunda, O'nun rızası uğrunda ölürse şehittir. Bu amacın
dışında ölürse, körükörüne canını bir hiç uğruna feda etmektir. Ancak unutmamak
gerekir ki, Allah rızası, iman temeli üzerinde yükselen bütün faziletleri,
iyilikleri, hayırları, yararları içine alır. [150]
Yukarıdaki âyetlerle,
münafıkların içyüzünü açığa vuran, karakterlerini ve renklerini belli eden
ilâhî denemelerden söz edildi. Sonra da ilâhî takdîre rıza göstermenin lüzumu
üzerinde duruldu. Sağlam bir imân ve iyi niyetle savaşa katılan mü'minlere iki
iyilikten birinin mutlaka verileceği açıklandı. Allah yanında ancak imân temeli
üzerinde gelişen amellerin makbul tutulacağı belirtilerek Hakk'ı inkâr
edenlerin hiçbir iyilik ve yararlı işlerinin âhiretîe bir değer taşımıyacağına
dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ma! ve evlât çokluğunun imrenilecek bir değer olmadığı hatırlatılıyor, bunların
birer araç olduğu, gerçek amaç için kullanıldıkları oranda kıymet ifade
edeceklerine işarette bulunuluyor. Münafıkların, sizden yanayız diye yemin
etmelerine itibar edilmemesi, içinde nifak tohumu taşıyanların son derece
korkak oldukları, buna rağmen fırsat buldukları takdirde Peygamber'in (A.S.)
yaptığı taksimatı bile gayr-i âdil bulup dedikodu yapmaktan geri kalmadıkları
bildiriliyor. İslâm'ın rahmet kapısının her an açık bulunduğu hatırlatılarak,
münafıklar bir defa daha Hakk'a, gerçek imâna davet ediliyor. Gerçek teslimiyet
ve baş eğmenin imândan kaynaklandığına işaretle mü'minlere en kalıcı ölçü
veriliyor. [151]
55— Onların mallarının ve çocuklarının (bolluğu)
seni imrendirmesin. Allah bunlarla dünya hayatında onlara azap etmek ve kâfir
oldukları halde canlarının çıkmasını istiyor.
56— Herhalde sizden yana olduklarına dair Allah
ile yemin ederler. Halbuki sizden yana değildirler. Fakat onlar korkup ödleri
patlayan bir topluluktur.
57— Eğer sığınacak bir yer veya barınacak
birtakım mağaralar veya sokulacak bir çukur bulsalardı, önlerine geçilmiyecek
şekilde yüzçevi-rip oraya koşarlardı.
58— Onlardan bir kısmı da sadakaların taksim ve
dağıtımı hakkında sana dil uzatıp kınamada bulunurlar. Ondan kendilerine
verilirse hoşnut olurlar; verilmezse bir de bakarsın kızıp öfkelenirler.
59— Eğer onlar Allah ve Peygamberinin kendilerine
verdiğine razı olsalardı ve «Allah bize yeter; Allah ve Resulü bize kendi
fazl-ü keremlerinden vereceklerdir. Biz şüphesiz Allah'a rağbet edicileriz»
deselerdi, (ne iyi olurdu!).
Bir gün Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz sadaka ve benzeri yollardan elde edilen bir malı ashabına
taksîm ederken, Temîmîlerden Zülhuveysire adında bir adam gelip, «ey Allah'ın
Peygamberi! bizim hakkımızda adaleti gözet!.» diyerek yersiz bir suçlamada
bulundu. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz ona : «Yazıklar olsun sana!
ben âdil davranmazsam ya kim âdil davranır?» diyerek uyarıda bulundu, O sebeple
58. ve 59 âyetler indi. [152]
Kelbî'ye göre,
kalbleri yeni İslâm'a isındırılmaya çalışılan ve Hz. Peygamberin (A.S.)
risâletini kabul eden kimselere de o maldan verilmişti. Münafıklar onlara daha
fazla hisse verildiğine bakarak Resûlüllah'm (A.S.) taksimatına bir bakıma
itiraz etmişlerdi. Yukarıdaki iki âyet o nedenle inmiştir. [153]
«Canımı kudret elinde
bulundurana and olsun ki, ben ne size bir şey veririm, ne de bir şeyi sizden
(esirgeyip) ahkoyarım; ben ancak hazine vekiliyim (Onun asıl sahibinin emrine
göre hareket ederim).» [154]
«Senin malından sana
ancak yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve ta-sadduk edip verdiğin vardır.» [155]
«Onların mallarının ve
çocuklarının (bolluğu) seni imrendirmesin...)
Allah'a ve âhiret
gününe inanmayanlar, mal ve evlâdın çokluğuyla; gerçek mü'minler ise, sâlih
amel, takva düzeyinde dengeli ve düzenli bir hayat ile mutlu olurlar. Çünkü
birincilerin gözleri ve himmetleri bütünüyle dünyaya; ikincilerin ise Hak
rızasına ve âhirete yöneliktir.
İslâm'a göre, mal bir
geçim vasıtası, gerçek amaca ulaşmada verilen araçlardan biridir. Amaç, insan
olmanın idrâki içinde Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve bu doğrultuda ikinci
hayattaki yüksek nimetlerin büyük külfetler karşılığında hazırlandığını anlamak
ve böylece dünya hayatının zevkini alırken sonsuz bir hayatın hikmetini için
için kavramak suretiyle ona göre dengeli biçimde hazırlanmaktır. Çünkü bütün bu
üstün gaye ve amaçlara ancak dünya denilen uğraktan geçmek suretiyle
ulaşılabilir. O bakımdan iki hayat birbirini tamamlar ve birinin hikmeti
diğeriyle tezahür eder.
Bunun aksine bir
düşünce, inanç ve tutum ile amaç belirsiz kalır, araçlar ise amaç yerine
konularak ömür sermayesi bu uğurda harcanmaya hasredilirse, insan kendini
bütünüyle maddeye vererek mal ve evlâdın kölesi olur. İşte o zaman geçici
birer saadet sanılan bu iki araç azabın tâ kendisi sayılır; her an elden çıkıp
gidebilir endişesi insanın içini, kalb ve kafasını meşgul edip doldurur. O
kadar ki, bunlardan başka düşünce ve arzusu kalmayan inkarcı, ölünceye kadar
kendini kölelikten kurtaramaz olur, ruhu ve vicdanı silik ve bitik hale gelir.
Kur'ân'da inkarcılar
için belirtilen dünya azabı budur. Nitekim Mev-lâna Celâlettin, dünyada imân ve
İslâm cevherinden yoksun bir insan için en büyük azap, mevcut nimetin elden
gitmesidir, demiştir ki, gerçek de odur..
Çocukların çokluğuna
gelince : İnsanî meziyet ve faziletlerle yetiştirilmeyen; Allah'a ve âhirete
imân ile ruhları süslenmeyen, kendilerine dünyaya geliş gaye ve hikmeti
öğretilmeyen bir nesil oluşturmak, yeryüzünü fitne ve fesat ile huzursuz ve
tedirgin etmekten başka neye yarar? Böyle bir ortam içinde yetiştirilen
çocuklar, azaptan başka ne olabilirler? Onun için Cenâb-ı Hak, «Kâfirlerin
mallarının bolluğu, çocuklarının çokluğu sakın seni imrendirmesin. Allah
bunlarla dünya hayatında onlara azap etmek ve kâfir oldukları halde canlarının
çıkmasını ister.» buyurarak mü'min-leri uyarır. [156]
«Herhalde sizden yana
olduklarına dair Allah ile yemin
ederler. Halbuki sizden yana değillerdir.»
Bir dâva, ya da ideal
ne kadar büyükse, onun düşmanları da o nisbet-te çoktur. Aynı zamanda
gerçekleşmesi de büyüklüğü oranında külfetlidir. Büyük himmetler, üstün
gayretler ister. Kısacası, büyük dâvanın büyük düşmanı olur ve büyük davalar
küçük himmetlerle gerçekleşmez; aksi halde değer ölçüsünü kaybeder,
O bakımdan dünya
tarihinde en büyük inkılabı yapan ve insanlığın saadetinden yana en mükemmel
düzeni getiren Hz. Muhammed'in (A.S.) ve O'nun tebliğ ettiği İslâmiyetin hemen
her devirde düşmanları hem çok, hem büyük olmuştur.
Bunları iç ve dış
düşmanlar diye iki grupta toplamak mümkün; biri kâfir, diğeri münafık adını
taşır. İç düşmanlar daha çok dindar ve inanmış gibi görünüp din düşmanlığını en
sinsi metotlarla sürdürürler. Müslümanların uyanmasından, dinin aslına, ruhuna
ve mayasına dönülmesinden çok korkarlar. Saf müslüman halkı inandırmak için,
onlardan olduklarına dair Allah ile yemin ederler.
Bunların taktiklerini
şöyle sıralayabiliriz:
1— İplerinin uou dış düşmanlarımızın elindedir.
2— Geniş çapta maddî imkânlara sahiptirler ve
devamlı desteklenirler.
3— Din adına
dini savunur gibi gözükürler, ama dini ayakta tutan değerli din alimlerine
olmadık iftira ve kalmadık kara leke sürmeye çalışırlar.
4—
Dinin esaslarından olmayan,
fakat kültürsüz kesim tarafından üzerinde durulan meseleleri dinin
ana temeliymiş gibi ters yönüyle ele alıp Müslümanların, hattâ din âlimlerinin
dikkatlerini dağıtmayı, onları dinin ruhundan uzaklaştırıp önemsiz konularla
uğraşmalarını sağlamayı çok isterler.
5— Bazı
önemli kişileri veya eserlerini kendilerine paravana edinip zehirlerini
kademeli şekilde akıtırlar.
6— Kimi de
aynı metotlarla yıkıcılığını sürdürürken dindarlarla alay etmek, kutsal
değerlere, basit mantıkî yollarla dil uzatmak; ibâdet, zikir, duâ, cuma ve
cemaat gibi İslâm'ın birliğini ve manevî atmosferini ayakta tutan farz, vacip
ve sünnetleri küçümsemek; haramı helâl, helâli haram saymak ve yabancı kültürü
yaygınlaştırmak için neşriyatı harekete geçirirler. Bu vasıtalarla güzel ve
köklü örf ve âdetleri bir bir yıkmayı da ihmal etmezler. Bunun için sanattan
ve sanatkârdan yeterince yararlanırlar. Bütün bunların ötesinde, bir de
Müslümanları değişik isimler altında hiziplere ayırarak, kuvvetten düşürmeyi
ve «böl de idare et» taktiğini çok ustaca kullanırlar. Nitekim Medine'deki
Yahudi ve münafıklar bu taktiği uzun süre denediler.
İlgili âyette
ifadesini bulduğu gibi, çoğu, mü'minlerden yana olduklarını yeminle söylerler.
Hattâ bir kısmı kraldan fazla kralcı, gerçek müs-iümandan ziyade dindar
geçinmek suretiyle fanatik dindar kesilirler. Oysa hiç de mü'minlerden yana
değillerdir ve dindarlıkları bütünüyle sahtedir.
O bakımdan Cenâb-t
Hak, birçok âyetlerle yer yer gerçek mü'minlere sinyal vererek uyanık
bulunmalarını emrediyor. [157]
«Eğer onlar Allah ve
Peygamberinin kendilerine verdiklerine razı olsalardı ve Allah bize yeter;
Allah ve Resulü bize kendi fazl-ü keremlerinden vereceklerdir. Biz şüphesiz
Allah'a rağbet edicileriz, deselerdi (ne iyi olurdu!)»
Islamiyeti içinden
yıkmak isteyen münafıklar, sıkıştıkları veya Müslümanların yenilmez bir kuvvet
oluşturduklarını anladıkları zaman müthiş Korkarlar ve sığınacak bir delik ararlardı.
Bununla beraber hiçbir fırsatı kaçırmak istemezler, kendilerince bir acık
görünce hemen faaliyete geçerlerdi. Nitekim onlardan, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in sadakaları taksimine rıza göstermeyenleri de oldu. İlgili
âyetlerle onların bu hali çok güzel tas-vîr edilerek kıyamete kadar silinmeyen
kara bir leke halinde münafıkların içyüzü, asıl renkleri açığa vurulmaktadır.
Kuşkusuz Hz. Muhammed
(A.S.) Efendimiz, hayırlı bir ümmete gönderilen en büyük hayırdır. İlâhî
rahmet O'nun dilinde, hak ve adalet onun elinde, inayet ve nusrat O'nun
bakışlarında tecelli etmiştir. Kalbi, ruhu ve vicdanı doğru yolu bulmaya, son
din ile uyum sağlamaya yatkın olanlar, bu büyük hayır ve rahmeti bulunca, diğer
bütün hayırları ikinci, üçüncü plâna ittiler. Gerektiğinde her şeylerini Allah
ve Resulünün yolunda harcamakta tereddüt etmediler. Onlar hakiki mü'minlerdi.
Bir de mevcut ortamın ve şartların tesirinde kalıp İslâm'a girenler
bulunuyordu ki, Hz. Peygamberin (A.S.) tabiriyle, «ok avı delip geçtiği gibi,
onlar da İslâm'dan öyle gelip geçerler, üzerlerinde ondan eser bulunmaz.»
Dünya malı söz konusu olunca Peygamberi unutacak, hattâ kınayacak kadar
körleşip aşa-ğılaşırlardı. Günümüzde de bu tür müslümanlar eksik değildir;
kendilerini lüks ve konforun rehavet verici havasına kaptırdıkları için, zaman
zaman, «çanım Hz. Muhammed (A.S,) bugün hayatta olsaydı, o da bizim gibi yaşardı
ve hocaların haram diye belirttikleri birçok şeyleri haram saymazdı» diyecek
kadar kendilerini küfre iterler.
Kur'ân bu gibilerin
tutumunu açıklarken aklını kullanabilen mü'minlere dünyalık ile Peygamber
arasında bir tercih yapmalarını hatırlatıyor. Peygamberin taksimatına razı
olmayıp O'na dil uzatacak kadar terbiyesini bozan, kendi sefîh yaşayışına
destek bulmak için Hz. Muhammed {A.S.) de hayatta olsaydı, böyle yapmaktan
başka çare bulamazdı, demek suretiyle dinden uzaklaşan kişiler gibi madde
esaretine düşmemelerini tenbih ediyor. Sonra da dini tebliğde Hz. Peygamber'in
(A.S.) ne kadar sabırlı, küstahlaşanlara karşı ne kadar hoşgörülü davrandığı,
fakat dinî esastan hiçbir zaman ayrılmadığı, taviz vermediği çok duyarlı bir
anlatımla işliyor.
Şüphesiz, kalbi
bütünüyle Allah'a verip O'nun fazl-ü keremini umarak O'na yönelmek, nefsin
rağbet ettiği birçok şeyleri bırakıp asıl rağbet edilecek yüce kudrete ve
sonsuz rahmete yönelmek ne büyük bahtiyarlıktır! [158]
Yukarıdaki âyetlerle
imânın tadını kalbine ve hücrelerine yerleştiremi-yen ve o yüzden imânla küfür
arasında bocalayıp kalan münafıkların gerek savaşa katılma, gerekse sadaka
dağıtım konularında renklerini açığa vurdukları belirtildi. Allah ve
Peygamberinin verdiğine razı olmadıkları kı-
nanarak büyük
fırsatları kaçırdıklarına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetle,
zekâtın kimlere verileceği açıklanarak bu husustaki tereddüt ve şüpheye yer
kalmadığına bilgi veriliyor. [159]
60—
Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere (yoksullara),
(zekât toplamakla görevli) tahsildarlara; kalbleri (İslâm'a) alıştırılıp
ısındırılanlara; (hürriyetlerine kavuşturulacak) kölelere, esirlere;
borçlulara; Allah yolunda (lüzumlu görülen yerlere, cihâda çıkanlara), ve yolda
kalmışlaradır. Allah her şeyi en iyi bilen, her şeyi hikmetle uygulayandır.
Zekât dağıtımında
Peygamber (A.S.) Efendimiz'i adaletsizlikle suçlayanlar olmuştu. Allah da,
Peygamberinin kendine zekât ayırmadığını, onu ancak muhtaçlara ve toplumun,
İslâm cemaatinin selâmeti adına lüzumlu yerlere sarfettiğini hatırlatarak,
zekâtın kimlere verileceğini kesin çizgileriyle açıklar anlamda yukarıdaki
âyeti indirdi. [160]
Bir adam, Resûlüllah
(A.S.) Efendimize gelerek zekât istedi. Efendimiz (A.S.) ona şöyle buyurdu :
«Doğrusu Allah zekât konusunda ne bir peygamberin, ne de başkasının hükmüne
razı oldu; O kendisi bu hususta hükmünü ortaya koydu ve zekâtı sekiz kısma
(sınıfa verilmek üzere belirleyip) ayırdı. Eğer sen onlardan biri isen, sana
hakkını vereyim.» [161]
«Zengin ve
gücü-kuvveti yerinde olup organlarında sakatlık bulunmayana zekât helâl
değildir.» [162]
Veda haccında Resûlüllah
(A.S.) Efendimize gelerek zekât isteyen iki adam şöyle anlatmışlardır:
— Veda haccında
Peygamber (A.S.) Efendimiz zekât dağıtıyordu. Bize de bir miktar vermesini
söyledik. Bunun üzerine başını kaldırıp bize baktıktan sonra tekrar indirdi.
(Anlaşılan) bizi kuvvetli ve sağlam yapılı gördüğü için şöyle buyurdu :
«İsterseniz size vereyim; ancak zekâtta zengin ve bir de çalışıp kazanma gücü
ve kuvveti olanın payı yoktur!» [163]
«Miskin, halk arasında
gezip dolaşan, bir-iki lokma veya bir-iki hurma ile geri çevrilen kimse
değildir.»
Bunun üzerine ashab-i
kiram sordu : «O halde miskin kimdir, ya Re-sûlellahi?» Buyurdu ki: «Kendisini
müstağni kılacak kadar zenginlik bulamayan, zekât verilmek için de pek tanınıp
bilinmeyen ve insanlardan bir şey istemiyen kimsedir.» [164]
Peygamber (A.S.)
Efendimizin âlinden Rabi'a b. Haris oğlu Abdül-muttaiip ile Abbas oğ. Fazıl
(R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize müracaatla zekât toplamaya memur
edilmelerini istediler. Allah Resulü onlara şöyle buyurdu :
«Şüphesiz ki zekât, Muhammed'e
ve O'nun âline (aile ve yakınlarına) helâl değildir. Zekât ancak insanların
(mallarının) kirleridir.» [165]
İslâm'a yeni giren
Safvan b. Ümeyye anlatıyor: «Hüneyn savaşından hemen sonra Resûlüllah (A.S.)
bana mal ve yiyecek maddesi verdi. O güne kadar Peygamber (A.S.) benim gözümde
insanların en sevilmeyeni idi. Bana o kadar çok şey verdi ki, artık O, (gözümde
ve kalbimde) insanların en sevgilisi ve sevimlisi oldu.» [166]
Yine Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Hüneyn savaşında elde edilen ganimetten, İslâm'a henüz yeni
girenlere bol miktarda ayırıp verdikten sonra söyle buyurdu : «Doğrusu başkası
bana daha sevgili olduğu halde, bazı kişilere -Allah onları yüzükoyun Cehennem
ateşine atar endişesiyle- daha çok vermekteyim.» [167]
«Zekâtlar, Allah'tan
bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere......... yolda kalmışlaradır.»
Bu âyetle, Cenâb-ı Hak
sosyal yapıda maddî ve manevî denge ve düzeni sağlamaya vesîle olan zekâtın
ancak sekiz sınıfa verileceğini açıklamıştır. O kadar ki, bu hususta ne
Peygamberin yorumuna, ne de mücte-hitlerin içtihadına gerek kalmıştır. Âyetin
başındaki «innemâ» edatı hasrı, yani zekâtın sarf yerinin İsmi belirtilen sekiz
sınıftan ibaret olduğunu İfade eder ve. onu bu çerçeve içinde tutar.
«Sadakalar» tabirinin
burada «zekâtlar» anlamında kullanıldığında şüphe yoktur. Çünkü Kur'ân'ın
neresinde «sadaka» tabiri mutlak şekilde anılmışsa, ondan maksadın zekât
olduğunda âlimlerin görüş birliği vardır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
bu hususta şöyle buyurmuştur: «Müslümanların zenginlerinden sadakayı alıp
onların fakirlerine vermekle em-rolündüm.» Emrolunan sadaka, zekâtın tâ
kendisidir.
Zekâtın eşit biçimde
bu sekiz sınıfa dağıtılması gerekiyor mu, yoksa bunlardan birine veya birden
fazlasına vermek caiz midir? İlim adamlarının verdikleri cevaplar arasında az
fark vardır, şöyle ki:
a) İkrime'ye göre, zekâtın tamamını, sekiz
sınıfın hepsi veya birkaçı mevcut olduğu halde sadece bir veya iki sınıfa
tahsis etmek caiz değildir. İmam Şafiî'nin de içtihadı buna cok yakındır.
b) Hz. Ömer
(R.A.), İbn Abbas (R.A.), Saîd
b. Cübeyr ve Atâ'a göre, sekiz sınıf, zekâtın kimlere verilebileceğini
belirtmek içindir. O halde bunların hepsi mevcut olsa bile, bir veya iki
sınıfa vermek suretiyle yetinmek caizdir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed
b. Hanbel ve İmam Süf-yan es-Sevrî'nin de içtihatları bu doğrultudadır.
c) İmam İbrahim en-Nahaî'ye göre, zekât sekiz
sınıfa yetecek kadar coksa, hepsine taksim edilir. Az ise bir sınıfa verilir.
d) İmam Mâlik'e göre, bu sekiz sınıftan en çok
muhtaç olanları araştırılıp onlara öncelik tanınır.
Bir fakire ne kadar
zekât verilebilir?
Fukahanın çoğuna göre,
ihtiyaç nisbetini aşmayacak kadar verilmesi daha uygundur. Sanatkâr ise,
alet-edavat alabilecek kadar verilmelidir. Bununla beraber mesele hakkında
müctehit imamların görüş ve içtihatları farklıdır:
— İmam Şafiî'ye göre, ihtiyacı karşılamada bir
sınır konulmaz.
— İmam Ahmed'e göre, bir fakire 50 dirhem
(yaklaşık 160 gr. gümüş) den fazla verilmez.
— İmam
Ebû Hanîfe ise
: «Bir fakire 200 dirhem (yaklaşık 660 gr. gümüş) verilmesini hoş
karşılamam; ama bu nisbet verildiği takdirde yeterli sayılır.» demiştir.
Kendisine nafakası
gerekenlere zekât verilir mi?
İmam Mâlik, İmam Sevrî
ve İmam Ahmed'e göre, kendisine nafakaları gereken kimselere zekât vermesi
caiz olmaz.
İmam Ebû Hanîfe İle
İmam Şafiî'ye göre, zekât usûl ve füru'a, yani baba ve dedelere, anne ve
ninelere, evlât ve torunlara verilmez, Onun gibi, kişi kendi eşine de veremez.
Bunlardan başka hısımlara, muhtaç durumda iseler, öncelikle verilir.
Bir de Peygamber
(A.S.) Efendimiz'in aile efradına ve öz yakınları olan Hâşim oğulları ile
Muttalip oğullarına verilmez. Ancak İmam Ebû Ha-nîfe'ye göre, sadece Hâşim
oğullarına verilmez, Abdülmuttalip oğullarına verilebilir. [168]
1— Fakirler
2— Miskinler
Bu iki sınıftan
maksat, asıl ihtiyacını karşılayamtyacak kadar sıkıntı İçinde olanlardır. Ancak
aralarında bir fark var mıdır? İlim adamlarının tes-bit ve yorumlarına
baktığımızda bazı farkların söz konusu olduğunu görmekteyiz. Şöyle ki :
— İbn Abbas'a (R.A.), el-Hasan, Mücahit, Zührî
ve Ikrime'ye göre, FAKİR, dilenmiyen muhtaçtır. MİSKİN ise, onun aksine dilenen
muhtaçtır.
— İbn Ömer'e (R.A.) göre, bir dirhemi diğer
dirhem üzerine, bir hurmayı diğer hurma üzerine koyup biriktiren, fakir
sayılmaz. Gerçek fakir, yiyecek ve giyecek sıkıntısı içinde olup, durumu belli
etmeyen kimsedir.
— Katade'ye göre, FAKİR, ihtiyaç içinde bulunan
yaşlı kimsedir.,MİSKİN, sağlığı yerinde olan muhtaçtır.
__ İmam Şafiî'ye göre,
malı ve sanatı olmayan kimse fakir sayılır; ister sağlığı yerinde genç, ister
yaşlı ve bitkin olsun farketmez. Miskin ise, malı veya sanatı olup onunla idare
edemiyecek kadar ihtiyaç içinde bulunan kimsedir. Dilenip dilenmemesi söz konusu
değildir.
— İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, FAKİR,
durumu miskinin durumundan daha iyi olan kimsedir. [169]
3— zekât toplamakla görevli tahsildarlar.
Bu sınıfa zenginler mi
zekât verir, yoksa topladıkları zekâttan mı ücretleri karşılanır? İlim adamlarının
bu konuda da görüş ve tesbitleri farklıdır:
— İbn Ömer'e göre, topladıkları zekâttan
ücretleri, ihtiyaçları nisbe-tinde karşılanır. İmam Şafiî'nin içtihadı da bu
anlamdadır.
— Mücahit ve Dahhak'a göre, topladıkları
zekâtın sekizde biri onlara verilir. Bir rivayete göre, İmam Şafiî'nin içtihadı
da bu doğrultudadır.
— Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, yaptıkları
hizmet ölçüsüne göre ücretleri zekâttan çıkarılıp verilir.
— İmam Mâlik'e göre, sözü edilen tahsildarların
ücreti devlet hazinesinden ödenir. Nitekim İbnü'l-Arabî bu görüşün daha sahîh
olduğunu kabul etmiştir.
Tahsildarlar
denilince, kimler bu ismin kapsamına girmektedir? Çıkıp zekât toplayanlar mı,
bu işin kâtipliğini ve muhasebesini yapanlar mı, yoksa organize edip
yürütenler mi? İlim adamlarımızın çoğuna göre, toplayanlarla muhasebesini
yapanlardır. Sahîh olan da budur.
4— Kalbleri İslâmiyete ısındırılanlar.
Bu sınıfın kimler
olduğu veya bu tabirin kapsamına kimlerin girdiği hakkında farklı görüşler
vardır. İlim adamlarının çoğuna göre, bunlar kâfir ve müslüman olmak üzere iki
kısma ayrılırlar. İkinci kısım da, biri Arap eşrafı; diğeri küffar ülkesine
komşu olup, İslâm askerlerinin, gerektiğinde onların hemen yardımlarına
ulaşamıyacağı zayıf niyetli kimselerdir.
İslâm'a meyledip henüz
Ke!ime-i Şehadeti getirmeyen gayr-i müsiim-leri İslâm'a ısındırmak için
kendilerine zekât ve ganimetten verilebilir. İslâm'a yeni giren eşrafa da,
onure edilmeleri için zekât ve ganimetten bir miktar vermekte sakınca yoktur.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in İslâm'a yeni giren eşraftan Uyeyne b.
Hisın, Akra' b. Habis, Abbas b. Mir-das es-Sülemî'ye geniş çapta zekât ve
ganimetten pay verdiği sahîh rivayetlerle sabit olmuştur. Ayrıca Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, Safvan b. Ümeyye'nin İslâm'a meylini görünce, iltifatta
bulunmuş ve ganimetten beşte birini vermiş ve böylece İslâm'a daha çabuk
meyledip girmesini sağlamıştır.
Günümüzde İslâm'a
henüz girmeyip azıcık meyli olanlara ve İslâm'a yeni girmiş eşrafa zekât ve
ganimet verilir mi? Bu hususta da ilim adamlarının az da olsa farklı görüş ve
içtihatları vardır:
— İbn Ömer, İkrime, Şa'bî, İmam Mâlik, İmam
Sevrî, İshak ve Rey taraftarlarına göre, Cenâb-ı Hak artık İsîâmiyeti kuvvetli
ve aziz kılmıştın İslâm'a ısındırmak için onlara zekât ve ganimet vermeye
gerek kalmamıştır.
— el-Hasan, Zührî, Ebû Cafer Muhammed b. Ali,
Ebû Sevr ve benzen ilim adamlarına göre, onlara verilmesi tavsiye edilen pay
sakıt olmamıştır; ancak günün şartlarına ve ortama göre hareket edilmesi daha
uygun olur,
— İmam Ahmed'e göre, Müslümanlar, onların
ısınmasına ihtiyaç duyuyorsa, o takdirde verilmesinde bir sakınca yoktur.
Nitekim Ebû Bekir > Sıddîk'ın (R.A.)
Necidli'iere verdiği araziyi, Hz. Ömer'in (R.A.) uygun görmeyip ibtal ettiği
rivayetler arasında yer almıştır. Ebû Bekir Sıddîk (R.A.), Necidli'lerde
İslâm'a ilgi ve meyil havasının hâkim olduğunu görünce onlara ganimetten hayli
arazi vermişti. Ömer (R.A.) ise, Allah İslâm'ı aziz ve itibarlı, kuvvetli ve
kudretli kılmıştır, artık İslâm'a iyice ısınsınlar diye şuna, buna zekât ve
ganimet vermeye gerek kalmamıştır, içtihadında idi.
5— Köle ve
esirler
Hangi köle ve hangi
esirlere zekât verilebilir? İlim adamlarımızın bu husustaki tesbit ve
içtihatları da farktı bir durum arzetmektedir:
a) İmam
Şafiî'ye göre, hürriyetine kavuşturulmak için kendisinden mal veya nakit
istenilen köle ve esîre verilir. Tabiîn'den Saîd b. Cübeyr, en-Nahaî, Zührî ve
Leys b. Sa'd da aynı görüştedirler.
b) İmam Malik'e göre, zekât parasıyla köle satın
alınıp hürriyetine kavuşturulur. İmam Ahmed ve İshak b. Rahuye de aynı
görüştedirler.
c) İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, zekât
parasıyla köle satın alınmaz, ancak bu hususta, yani onların hürriyetlerine
kavuşmaları için yardımda bulunulur.
d) İmam Zührî'ye göre, bu konu için toplanan
zekâtın yarısı, kendileriyle akd-i mükâtebe yapılmış olan kölelere verilir;
geri kalan yansıyla da, namaz kılıp oruç tutan köleler satın alınıp azat
edilirler. Ayrıca esîr düşen Müslümanları kurtarmak için de harcanabilir.
6— Borçlulara
İlim adamları
borçluları ikiye ayırmışlardır: Kendi şahsî ve ailesinin meşru ihtiyacını
karşılamak için borçlananlar ve iyilik yolunda, müslü-manların arasını ıslâhta
harcama yapıp borçlananlar.. Birincilerin malları, borçlarını karşılayacak
nisbette değilse, zekât ile desteklenip borçtan kurtarılırlar. İkinciler zengin
de olsalar, sırf Allah için iyilik yolunda, müs-lümanların hizmetinde
borçlandıklarından, borçlarını karşılayacak kadar zekât verilerek desteklenirler.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:
«Zekât zengine helâl
olmaz, ancak şu beş kişiye (zengin de olsalar) helâl olur: Allah yolunda
savaşan gaziye, zekât toplayan memura» (Allah yolunda malını harcayan)
borçluya, esir düşene ve verilen zekâtı zengin olan komşusuna hediye eden
miskine.,.» [170]
7— Allah yolunda olanlara
Allah yolunda savaşa
çıkanlara, silâh, teçhizat, azık, elbise ve benzeri ihtiyaçlarını
karşılamaları için zekât verilir. Fukahanın çoğuna göre, bunlar zengin de
olsalar hüküm yine değişmez. Ancak daha çok muhtaç durumda olanlarını
desteklemek daha uygundur.
Hacca gidenlere
verilip verilmiyeceği hakkında kesin bir hüküm mevcut değildir. Ancak cumhura
göre, verilmesi uygundur, en sahîh görüş de budur. Ahmed b, Hanbel, İshak b.
Rahuye'nin «fi-sebîlillah»ı, hac ile yorumladıkları rivayetler arasında
bulunuyor, [171]
8— Yolda kalmışlara
Memleketinden uzak
kalıp parası tükenen yolcu ve misafirlere zekât verilir. Hac yolculuğunda da
parası tükenen kimselere de zekât vermekte bir sakınca söz konusu değildir, [172]
Zekât tek kelimeyle
insanı madde esaretinden kurtarıp, onun dengeli, düzenli, verimli ve feyizli
bir hayat sürmesini sağlar. Dünya ile âhiret arasında en sağlam köprüyü oluşturur.
Toplum yapısında sosyal adaletin gerçekleşmesine en kuvvetli dayanak olur.
Büyük müfessir
Fahruddin er-Râzî, zekâtı bu acıdan değerlendirirken onun ruhlar üzerindeki
tesirini özetle şöyle açıklamıştır;
«Genellikle mal ve
servetin çokluğu, şehevî kudretin artmasını, bu kudretin artması ise, daha çok
zevk alınacak şeylere ilgiyi artırır. O da insanın her geçen gün htrsını
kamçılar ve tatmin olmak için daha çok mal toplamaya iter. Şüphesiz ki, mal
arttıkça, zevk alınacak şeylere ilgi artar ve bu böyleee bir devr-t daim
şeklinde sürüp gider. Ama onu bir noktada frenleyip yönünü değiştirmek, meşru
bir kanala çevirmek gerekir. İşte zekâtın farz kılınmasının, sadaka ve diğer
yardımların tavsiye edilmesinin sebeplerinden biri budur.
Kişi elde ettiği ma!
ve kudreti Allah yoluna, O'nun rızası doğrultusuna çevirince, şehevî kudretini
belli bir ölçüye getirmiş olur; zevk alınacak şeylere meşru yoldan yaklaşır,
Mal ve servetin amaç
edinilmesi, bir bakıma azgınlık ve kalb katılığına neden olur. Çok sürmez, mala
karşı arzu ve ilgi aşk derecesine yükselir. Âşık maşukasının önce hayalinde,
sonra da vuslatında kendini kaybettiği gibi, o da mal ve servet hayaliyle
kendini kaybeder. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de : «Doğrusu insan kendini zengin
görünce azar.» mealindeki âyet bu gerçeği açıklar. [173]
İnsanî ruhumuzun,
diğer bir tabirle nefs-i natıka'nın biri nazarî, diğeri amelî olmak üzere iki
ayrı gücü vardır. Nazarî olanın kemal derecesi, ilâhî emirlere tazimi
gerektirir. Amelî olanın kemal derecesi ise, Allah'ın yarattığı canlılara
merhamet ve şefkati gerektirir. Onun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
«Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın!» buyurmuştur. [174] O
halde hayır ve rahmetin saçılması, Hakk'ın sıfatiarındandır. Bu sıfata mazhar
olabilmek İçin elden geldiğince çalışmak, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmaktir.
Bu da insanın kemâlatımn en yüksek noktası sayılır.»
Diğer yandan konuyu
ele aldığımızda, insanın üç varlığı bulunduğunu görmekteyiz: Ruhu, bedeni ve
malı.. Kişi imân ile emredilince, ruh cevheri bu teklife gark olup kalır.
Namaz ile emredilince, dil, zikir ve kıraatin zevkine gark olur. Böylece beden
bu amellerle istiğrak havasına girmiş olur. Geriye mal kalır. Hayır ve iyilik
yollarına harcamazsa, malına verdiği değeri, ruh ve bedenine vermemiş olur.
Çünkü saadetin mertebeleri üçtür : Ruhanî saadet, bedenî saadet ve haricî
saadet ki bu üçüncüsü mal ve makamla ilgilidir. Ruh, imân ile; beden, güzel
amellerle; mal da Allah yolunda harcanmakla saadete yönelir. [175]
Yukarıdaki âyetle,
zekâtın sarf yerleri açıklandı. Aşağıdaki âyetlerle, zekât ve sadaka, ganimet
ve diğer yardımların taksimine itiraz eden münafıkların tutumu belirtiliyor.
Hem bozgunculuk yapmaktan geri kalmadıkları, hem de O'nun her şeyi işiten bir
kulak olduğunu söyleyerek yaptıkları çirkin iftiraların bilinip teşhir
edileceğinden endişe duydukları hatırlatılıyor. Sonra da Peygamber'i
incitenlere elîm bir azabın hazırlandığı haber veriliyor. [176]
61— Onlardan kimi de Peygamberi incitiyor ve «O
(her şeyi işiten) bir kulaktır!» diyorlar. De ki: O, sizin için hayırlı
kulaktır; Allah'a imân eder, mü'minlere inanır ve sizden imân edenlere bir
rahmettir. Allah'ın peygamberini incitip üzenler için elem verici bir azap
vardır.
62— Onlar
sizi hoşnut etmek için gelip Allah ile yemin ederler. Eğer (cidden)
inanıyorlarsa, Allah ve Peygamberini hoşnut etmeleri daha doğru ve daha
uygundur.
63— Bilmiyorlar mı ki, kim Allah ve Peygamberine
muhalefette bulunup düşmanlık ederse, şüphesiz ki onun için, içinde ebedî
kalacağı Cehennem ateşi vardır. İşte bu, rüsvayiığın büyüğüdür!
Peygamber (A.S.)
Efendimiz'i devamlı rahatsız edip inciten ve O'nun yaptığı taksimatı
beğenmiyerek ayıplayan, edep ve terbiye dışı söz sarfe-den birkaç münafık
hakkında inmiştir.
Onlardan kimi,
«Muhammed'in aleyhinde konuşmayın, sonra duyar da bizi hem teşhir eder, hem de
kınar» derken, kimi de, «canım biz Onun aleyhinde konuşuruz, sonra da gider
kendisine böyle bir şey yapmadığımızı yeminle söyleriz, O da bize inanır.
Çünkü o bir kulaktır, söylenen her sözü kabul eder» diyerek aralarında alaylı
tavırlarla konuşurlardı. Allah ilgili âyetlerle onların bu terbiyesizliğini
açığa vuruyor. [177]
Katade ve Süddî'nin
tesbitine göre, münafıklardan bir topluluk bir-araya gelerek Peygamber (A.S.)
Efendimizin aleyhinde ileri-geri konuştular ve «eğer Muhammed hak peygamber
ise, biz eşekten daha kötü olalım» diyerek herzelerde bulundular. Yanlarında
Ansar'dan Amr b. Kays adında bir genç de bulunuyordu. Onların bu
terbiyesizliğine fazlasıyla kızdı ve «Muhammed (A.S.) mutlaka hak
peygamberdir; siz de eşekten daha âdi kimselersiniz!» diyerek karşılık verdi.
Sonra da dayanamıyarak gelip durumu Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e arzetti.
Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.), münafıkları çağırtıp durumu inceledi. Ancak münafıklar
Allah adına yemin ederek, haber getiren gencin ya lan söylediğini iddia
ettiler. Peygamber (A.S.) Efendimiz de hukuken onları serbest bıraktı, Genç
adam çok üzüldü ve, «Allahım! doğrunun doğruluğunu, yalancının yalanını sen
ortaya çıkar» diye duâ etti. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [178]
«De ki, O sizin için
hayırlı kulaktır.»
Peygamber {A.S.)
Efendimiz, sıradan bir lider, ya da hükümdar değil, O Allah'ın seçip risâletle
şereflendirdiği büyük bir resuldür. O'nun en açık vasıflarından biri, Allah'a
ve O'ndan gelene imân ettiği gibi, imân eden arkadaşlarına karşı büyük bir
güven beslemek ve onlara inanmakta samimi olmaktı. Çünkü O, hayra kulak veren,
serden yüzçeviren, mü'minlere hep rahmet havasını estiren, onlara umut ve güven
telkîn eden emsalsiz bir önderdir. Makam, ihtişam ve servet hırsı yoktu ki,
etrafını dalkavuklar çevirsin; adam kayırma huyu yoktu ki, kendisine uyanlardan
bir kısmını darıltsın; kendi hısımlarına bir ayrıcalık tanıma âdeti yoktu ki,
çevresindeki insanları kıskandırsın. Fakir, zengin, makam ve şöhret diye bir
ayrım yapma temayülü yoktu ki, sınıf farkı doğursun. Halktan biri olmak O'nun
şiarı, tevazu O'nun kaftanı, fakirlik O'nun iftiharı, insanları sevmek O'nun
sanatı; hoşgörü ise O'nun değişmiyen huyu idi. Bir lokma, bir hırkaya razı
olmak, O'nun kendi adına hayat anlayışı; Allah rızasını gözetmek görevi idi.
İnsanlık tarihinde bu vasıflara sahip başka bir lider ve öndere rastlamak
mümkün mü? Kaldı ki, O, bir kral ve emîr değil, onların çok üstünde Allah'ın en
son elçisidir.
Kur'ân'da yukarıdaki
âyetle O'nun bu mümeyyiz vasıfları üç cümleyle özetlenerek akıl ve vicdan
sahiplerine seslenilmektedir.
Ancak unutmayalım ki,
bir insan ne kadar mükemmel olursa olsun, kalbi ve dili ne kadar insanlıktan
yana rahmet saçarsa saçsın, mümkün değil kendini herkese kabul ettiremez. Çünkü
Cenâb-ı Hak, kendi hakkında bile böyle bir kural ve hüküm koymadığına göre,
bir fani hakkında koyması düşünülemez. Kaldı ki, büyük insanların büyük
dertleri ve büyük düşmanları olur. Düşmanın çokluğu ve büyüklüğü, makamın
yüksekliğiyle orantılıdır. Ziya Paşa'nın dediği gibi:
«Erbab-ı kemâli
çekemez nakıs olanlar. Rencide olur d ide-i huffaş ziyadan.»
İşte Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e dil uzatan, O'nu inciten münafıklar ve iç-diş düşmanların hasmane
davranışları, hakikat güneşinin parlaklığı karşısında sönüp gitmekte, bu
ziyadan rahatsız olan gözler kapanmaya mahkûm olmaktadır. [179]
«Oniar sizi hoşnut
etmek için gelip Allah ile yemin ederler.»
İçi küfür dolu, dıştan
müslüman gibi görünen münafıkların döneklikleri, iki yüzlülükleri
belirtilirken Hz. Peygamber (A.S.) zamanındaki tutumlarından birine parmak
basılıyor: Hakiki mü'minleri hoşnut etmek için, onlara gelerek Allah ile yemin
ederler, onlar gibi düşündüklerini, inandıklarını söylerlerdi. Kur'ân, ilgili
âyetle onların sahte tavırlar içinde bulunduklarını açıklayarak Müslümanların
daha uyanık bulunmalarına ve münafıklara karşı her zaman tetikte olmalarına
işarette bulunuyor ve münafıklara da samimiyetin anlam ve ölçüsünü şu
cümlelerle bildiriyor: «Eğer cidden inanıyorlarsa, Allah ve Peygamberini
hoşnut etmeleri daha doğru ve daha uygundur.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz her dem ilâhî rahmet ve inayete mazhar olan ve yüce âlemle irtibat
halinde bulunan bir peygamberdir. Şüphesiz ki, nübüvvet gözüyle münafıkların
içlerindeki kirli çamaşırları görüyor ve biliyordu. Doğru yolu seçerler, hiç
değilse çocuklarına hidâyet nasip olur umuduyla sabrederdi de onları teşhîr
etmezdi. Aynı zamanda onfara karşı sert bir tavır da takınmaz, öldürülmelerini
düşünmezdi. Çünkü yeni gelişme halinde olan İslâmiyeti, henüz bütün
derinliğiyle bilmeyenler yanlış düşünebilir veya hatalı bir yorumda
bulunabilirlerdi. Hele İslâm düşmanları, münafıklara karşı belirtilen anlamda
bir hareketi fazlasıyla istismar edebilirler ve böylece yüce davanın
gelişmesine engel koyabilirlerdi.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e gelince, o kan dökmekten asla hoşlanmaz ve bir şeyin ıslâhı mümkün
olduğu sürece, onun ıslahına çalışır, silâhı en son çare olarak düşünürdü.
«Muhammed arkadaşlarına işkence ediyor ve onları öldürtüyor» denilmesini hiçbir
zaman arzu etmez ve bu anlamı doğuracak en küçük bir söz ve harekete müsaade
etmezdi.
Allah ise, kimi ne
zaman öveceğini, kimleri de ne vakit kınayıp teşhîr edeceğini çok iyi bilir.
Sırası gelince, münafıkların iç yüzünü açıklamış ve sahayı onlardan
temizlemeleri için mü'minlere çok tesirli metotlar bildirmiştir.
Arap Yarımadası
sakinleri İslâm'ın karşısında baş eğince, mü'minie-rin arasına sızan
münafıkları teşhîr etme zamanı gelmiş bulunuyordu. Çünkü artık karşılarında
güçlü bir devlet vardı ki, Bizans'a kafa tutacak, İran'a göz dağı verecek bir
düzeye gelmişti. Eski günler çok gerilerde kalmış, Müslümanlara işkencede
bulunmaya tevessül edecek sahte kahramanların birer hiç oldukları çok iyi
anlaşılmıştı. O bakımdan en son inen sûrelerden biri kabul edilen Tevbe
sûresinde münafıkların başına sert yumruklar vuruluyor, İslâm aleyhine
çevirmek istedikleri entrikalardan derhal haber veriliyor ve bir bakıma ilâhî
vahyin kontrolü altında tutuluyorlardı. [180]
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâm'ı içinden çökertmek isteyen ve yeri geldikçe yalan söyleyerek mü'minleri
aldatmaya çalışan münafıkların tutumu kınandı ve teşhîr edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
münafıkların haklarında bir sûre indirilmesinden endişe duydukları
belirtiliyor. İslâm aleyhine ileri-geri söz sarfettikleri tes-bit edilip
yüzlerine vurulunca, «biz sadece lâfa dalıp şakalaşıyoruz» diyerek konuyu
kapatmak istedikieri açıklanıyor. Sonra da kalbinde nifak tohumu bulunan erkek
ve kadınların iyiliğe karşı çıkıp kötülüğü nasıl körüklediklerine atıflar
yapılarak mü'minlere bilgi veriliyor. Bu tutumlarından pişmanlık duyup
vazgeçmedikleri takdirde ilâhî lanete çarpılacakları ve acıklı bir azaba
uğratılacakları bir uyarı anlamıyla hatırlatılıyor. [181]
64—
Münafıklar kalblerinde olan şeyleri haber verecek bir sûrenin
başlarına inmesinden
çekinip endişe etmekteler. De ki: İstediğiniz gibi eğlenin; Allah elbette
sizin çekinip endîşe duyduğunuz şeyleri ortaya çıkaracaktır.
65— Kendilerine (yaptıkları maskaralığı) soracak
olsan, yeminle derler ki, «Biz sadece (fâfa) dalıp eğleniyorduk». De ki: Siz
Allah ile, âyetle-riyle ve Peygamberiyle mi eğlenip duruyordunuz?
66— (Boşuna) özür dilemeyin. Doğrusu siz imân
ettiğinizi (açıkladıktan) sonra küfre saptınız. İçinizden bir topluluğu
(tevbeleri sebebiyle) affedersek, diğer bir topluluğu suç ve günahta {İsrar
ettiklerinden) dolayı azaba uğratacağız.
67— Münafık erkeklerle, münafık kadınlar birbirlerinin (kopyası ve tamamlayıcısıjdir: Kötülükleri
emrederler, iyilikten alıkorlar ve ellerini (cimriliklerinden dolayı) sımsıkı
tutarlar. Allah'ı unuttular, Allah da onları unutmaya terketti (inayet ve
hidâyetini onlardan kesti). Şüphesiz ki münafıklar, fâsıklar (ilâhî buyrukları
çiğneyip şer'î hükümleri aşanlar)dır onlar,
68— Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve
kâfirlere, içinde ebedî kalacakları Cehennem ateşini va'd etmiştir; o onlara
yeter, Allah onları lanetledi (rahmetinden kovup uzaklaştırdı). Onlar için
devamlı bir azap vardır.
Süddî'nin tesbitine
göre, münafıklardan bir grup, «sırtımıza yüz değnek vurulmasına razıyız da
hakkımızda bizi rüsvay edecek bir âyetin inmesine razı değiliz» demişlerdi. O
sebeple yukarıdaki âyetler indirilmiştir. [182]
Katade de bu konuda
diyor ki:
«Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz, Tebûk seferinde bulunurken münafıklardan bir grup, «Bu adam, yani
Muhammed, Şam'ın saray ve surlarını fethedeceğini ummaktadır, ne garip!
Olmayacak şeyler peşinde hayal kurmakta ve inananları kendi hayali uğuruna
durmadan koşturmaktadır.» Ce-nâb-ı Hak, onların bu fısıltılarını Hz.
Peygamber'e (A.S.) haber verince, Peygamber (A.S.) onları çağırttı ve, «siz
şöyle şöyle fısıldaştınız değil mi?» diyerek sordu. Onlar da, «vallahi biz
sadece lâfa dalıp eğleniyor ve şakalaşıyorduk» diyerek kaçamaklı cevap vermeye
çalıştılar. O sebeple yukarıdaki âyetler indirildi. [183]
Buna yakın iki rivayet
daha vardır ki onları Nisaburî tesbit ederek Es-bab-ı Nüzul adlı kitabına
almıştır.
Başka bir rivayet de
şöyle nakledilmiştir:
«Münafıklardan biri,
«biz kendi akranımız arasında Muhammed ve arkadaşlarından daha açgözlü, daha
yalancı ve düşmanlarıyla karşılaştıkları zaman onlardan daha korkak kimse
görmedim!» diyerek Resûlüllah (A.S.) Efendimizle arkadaşlarını küçük düşürmeye
çalışıyordu. Hz. Peygamber (A.S.) onun bu yakışıksız sözlerini duyunca üzüldü
ve o adamı çağırtıp neden öyle konuştuğunu sordu. O da, «biz sadece lâfa dalıp
eğleniyorduk» diyerek cevap verdi. Peygamber (A.S.) ona : «Siz, Allah ile,
O'nun âyetle-riyle ve Allah'ın Peygamberiyle alay mı ediyorsunuz?!» diyerek
uyarıda bulundu. O nedenle yukarıdaki âyetler indi.[184]
«Münafıkın alâmeti
üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler; söz verdiği zaman sözünü yerine getirmez;
kendisine (bir şey veya bir söz) emanet edildiği zaman hıyanet eder.» [185]
«İnsanlar madenler
gibidirler; cahiliye devrinde iyi ve seçkin olanlar -dinde bilgili ve anlayışlı
oldukları takdirde- İslâm'da da iyi ve seçkindirler.» [186]
«Dünyada iki yüzü olan
kimsenin, kıyamet gününde ateşten iki dili olur.» [187]
«Kim dünyada iki dii
sahibiyse (din kardeşinin önünde başka, arkasında başka türlü konuşuyorsa),
Allah kıyamet gününde ona ateşten iki dil verir.» [188]
Hadîslerin hepsi
ikiyüzlü, dönek, kaypak, içi dışına uymayan münafıklara kıyamet gününde
verilecek azabı belirtmektedir. [189]
«De ki, istediğiniz
gibi alay edip eğlenin. Allah elbette sizin çekinip endişe duyduğunuz şeyleri
ortaya çıkaracaktır.»
Din, Allah'ın en büyük
emanetidir; onu, rahmetinin eseri olarak insanlara, doğru yolu göstermek,
hayatlarını düzene sokmak için indirmiştir. İnkârın verdiği sahte gurur ve
şaşkınlık içinde dini, peygamberi, Kur'ân'ı alaya almak küfürdür. İnanan bir
kişinin de aynı yola girmesi, dinden çıkmasına neden olur.
Şüphesiz ki, kutsal
şeyleri alay konusu edinmek, koyu cehaletten kaynaklanır. Günümüzde okumuş
kişilerden din ile istihza edenler oluyor, onlara da câhil diyebilir miyiz?
Diyebiliriz, çünkü İslâm'ın kasdettiği cehalet, Allah'ı tanımamak, gerçeğe sırt
çevirmek, hakkı kabullenmemektir. Zaten en kötü ve tehlikeli olanı da budur. [190]
«(Boşuna) özür
dilemeyin. Doğrusu siz imân ettiğinizi (açıkladıktan) sonra küfre saptınız..»
Münafık, biri küfürde
kararlı, diğeri küfür ve İslâm'da kararsız olmak üzere iki kısımdır. Hem
küfürde, hem de İslâm'da kararsız münafık: Küfürle imân arasında bocalayan,
bunlardan hiç birine gerçekçi bir anlayışla bağlanmayan dönek ve kararsız
kimsedir. Kişisel yaran ön plânda yer alır. Hangi yanda daha çok kendi menfaati
söz konusu ise, ondan yanadır. Ruhî dengesizlik içinde bocaladığı için, toplum
yapısında hep dengesizlik ve kargaşalık görmek ister. Faziletle rezîleti,
imânla küfrü, hayırla şerri birbirine karıştırır. İlâhî buyruklar nefsine ağır
gelir. Kendini tatmin edebilmek veya haklı göstermek için o buyrukları
küçümser, alay konusu edinir. Böylece Allah'ı yavaş yavaş unutma bedbahtlığına
kendini sürüklemiş olur. Allah da öylesinden rahmet ve hidâyetini keser.
Bir iç dengesizliği
içinde bocalayan bu tipler sıkıştıkları zaman özür dilemekten çekinmezler;
zevahiri kurtarmak için sahte tavırlar içine girip haktan yana görünmeye
çalışırlar.
Kur'ân onların bu gibi
sahte davranışlarına parmak basarak diyor ki: «(Boşuna) özür dilemeyin. Doğrusu
siz imân ettiğinizi (açıkladıktan) sonra
küfre saptınız.» Ancak
gönülden pişmanlık duyup dosdoğru tevbe edenler müstesna; onların affedilmeleri
umulur. [191]
«Münafık erkeklerle,
münafık kadınlar birbirlerinin (kopyası ve tamamfayıcısı)dirlar...»
İmân cevherinin gerçek
değerinin anlaşılabilmesi, gerçekçi olup Hakk'ı kabullenmenin nasıl bir fazilet
ışığı oluşturduğunun açıklığa kavuşmasını ve değer bulabilmesini, daha çok
toplumda üç ayrı düşünce ve inançta bulunanların tartışması ortaya
çıkarmaktadır. Şöyle ki: Hakk'ı inkâr edenler olmasaydı, Hakk'a samimi olarak
inanmanın nasıl bir anlam ve hüküm taşıdığı; içi dışına uymayan ikiyüzlüler
olmasaydı, doğru ve emîn kişi olmanın ölçüsü ortaya çıkmazdı. Birinin varlığı,
hem diğerini daha iyi tanıtmakta, hem de değer ölçüsünü ortaya koymakta
yardımcı olmaktadır. Biri diğerini kamçılayıp hız kazandırmakta, atâletten
kurtarıp ona canlılık vermektedir. Zira varlık âleminde genel kural olarak her
şey zıddıyla daha iyi tanınır ve gelişme sağlar.
O halde imânla küfür,
faziletle rezîlet, kutsal değerlerle nefsî çıkarlar arasında bocalayan
münafıklar her devirde böylesine bir dengesizlik, döneklik içinde
birbirlerinin kopyalarıdırlar; onları az farkla ayırt etmek bile zor. İşte
Kur'ân, münafıklar arasındaki ortaklaşa kadere ve ruhî dengesizlikten doğan
karakter benzerliğine dikkat çekiyor. Çünkü onların müşterek vasıfları
şunlardır: Cehalet, kutsal değerlere ilgisizlik, kişisel çıkarlarını her zaman
ön plâna almak ve bu hava içinde iman ile küfür arasında bocalamak..
Kur'ân'da onların bu
müşterek vasıflan dört madde halinde özetlenmiştir :
1— Kötülükleri emrederler, hep kötülüğü
tavsiyede bulunurlar.
2— İyilikten, faziletten alıkoymaya çalışırlar.
3— Ellerini, cimrilikten dolayı hayra ve iyiliğe
karşı sımsıkı tutarlar.
4-- Allah'ın buyruklarını bir tarafa itip
unuturlar. Allah da onları şüpheleri ve dengesizlikleri içinde bırakır da
bocalayıp dururlar. [192]
Yukarıdaki âyetlerle
münafıkların müşterek vasıfları üzerinde duruldu.
Zevahiri kurtarmak
için sahte görüntüler verdikleri belirtilerek müşriklerden daha tehlikeli
olduklarına atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
daha önce gelip geçen peygamberler döneminde de münafıkların durmadan nifak
tohumlan serptikleri, ellerindeki geniş maddî imkânlarıyla böbürlenip Hakk'ı
alaya aldıkları misal verilerek Mekke'de ve Medine'de faaliyet halinde olan
münafıkların tutumları ve tavırlarıyla öncekilerin tutum ve tavırları arasında
benzerlik bulunduğu belirtiliyor. Sonra öa, daha önceki kavimlerin bu yüzden
yıkılıp yok edildikleri hatırlatılarak münafıklar uyarılıyor. [193]
69— (Ey münafıklar!) sizin durumunuz, sizden
öncekilerin durumuna benzer. (Ne var ki) onlar sizden daha güçlü, mal ve evlât
bakımından daha çok (imkânlara sahip) idiler. Kendi paylarından yararlanmaya
(zevk almaya) çatıştılar; sizden öncekiler (dünyalıktan) kendi paylarından
yararlanmak istedikleri gibi siz de kendi (nifak) payınızdan yararlanıp (zevk
almak) istediniz, (böyle bir bataklığa) dalanlar gibi daldınız. İşte bunların
amelleri hem Dünya'da, hem de Âhiret'te boşa gitmiştir ve işte ziyana uğrayanlar
bunlardır.
70— Kendilerinden önce (gelip geçen) Nûh, Âd,
Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen'in yerli halkının ve altüst olup yıkılan
kasabalar halkının haberi bunlara gelmedi mi? Onlara peygamberleri açık âyet
ve mu'cizelerle gelmişti; (o halde) Allah onlara zulmetmedi, ama onlar
kendilerine zulmediyorlardı.
«Canımı kudret elinde
tutana and olsun ki, siz, sizden öncekilerin âdetlerine (fena yaşantılarına,
bozuk kültürlerine) uyacaksınız; o kadar ki onlar keler deliğine girerlerse,
siz de gireceksiniz.»
Bunun üzerine ashab
sordu :
— Onlar kimlerdir, kitap ehli olanlar mıdır?
Cevap verdi
— Ya kimler, (başka kimler olacak)? [194]
«Kendilerinden önce
(gelip geçen) Nûh, Âd, Semûd kavimlerinin...... haberi gelmedi mi?»
Kur'ân bu âyetle daha
çok imânla küfür arasında bocalayan münafıklara seslenerek, yöre ve
çevrelerinde gelip gecen inkarcıların, ikiyüzlü döneklerin kalıntılarına ve
başlarına gelen ilâhî azaba dikkat ve ibretle bak-
malarını, bakmakla da
kalmayıp ibret ve öğüt almalarını öğütlüyor. Hicaz, Şam, Yemen, Irak ve
dolaylarında az-cok kalıntıları ve haklarında tarihî bilgiler bulunan altı
kavimden söz ederek geçmişten bir tablo gözler önüne seriliyor:
1— Nûh kavmi
Hakk'ı ret ve
inkârlarından, azgınlık ve ahlâksızlıklarından, Peygamberi alaya almalarından
dolayı tufanda yok edilmişlerdir. Tarihi kesin bilinmemektedir.
2— Âd kavmi
Hud Peygamberi
yalanlayıp küfürde ileri gittikleri, inkârlarını ahlâksızlık ve zorbalıkla
birleştirerek maddî imkânları ve fiziksel güçleriyle mağrur olup her türlü
kutsal değerleri çiğnedikleri için şiddetli bir kasırgayla yok edilmişlerdir.
Bugün hâlâ az da olsa kalıntıları yer yer gelip geçenlere geçmişi
hatırlatmaktadır.
3—• Semûd
kavmi
Salih Peygamberin
bütün uyarılarına rağmen küfür ve azgınlıklarını artırmışlar, ilâhî mu'cizeyi
hiçe saymışlardı. O yüzden müthiş bir sarsıntıyla ülkelerinin altı üstüne
getirilerek yok edilmişlerdi. İbret dolu kalıntıları yer yer kendini hâlâ
göstermekte ve tarihin tekerrür edeceğini fısıldamaktadır.
4— İbrahim
kavmi
Putprestlikte çok Heri
giderek hükümdarlarını ilâhlaştıracak kadar ruhlarını, akıl ve idrâklarını
yitirdiklerinden; putlarına dokunan İbrahim Peygamberi ateşe atıp yakmaya
karar verecek kadar vicdanlarını kaybettiklerinden ilâhî gazabı hak
etmişlerdi, Cenâb-ı Hak, ateşi İbrahim Peygam-ber'e selâmet kılıp kurtarmış,
Nemrud'u ve yandaşlarını servetleriyle br-likte yeryüzünden silip yok etmiştir.
5— Medyen'in yerli halkı
Şuayb Peygamber'in
hiçbir uyarısına kulak vermemişler, ölçü ve tartıda birbirlerine ve daha cok
yabancılara zulmetmekte çok ileri gitmişlerdi- Sonunda Hakk'ın çağrısına uymadıkları
için müthiş bir sarsıntıyla yok edilmişlerdir.
6— Mü'tefikat = kasabalar halkı
Lût Peygamber'in kavmi
de sınırsız bir ahlâksızlık içinde cinsî sapıklığın en kötüsünü işlemekte
ısrarlı olmuşlar, gelen yabancılara saldıracak kadar akıl ve idrâklarını
kaybetmişlerdi. Ülkelerini, homoseksüeller diyarı haline getirip kendilerini
uyaran Lût Peygamberi öldürmeyi, ya da ülkeden çıkarmayı düşünecek kadar
çılgınlık göstermişlerdi. O sebeple gönderilen iki meleğin kudret kanatlarının
dokunmastyla yerle bir edilmiş, geceleyin şehri terkeden Lût ve ailesinden
birkaç fertten başka kurtulan olmamıştı.
Arapların yakından
bilip kıssalarını duydukları bu kavimlerin hemen hepsine peygamberler, âyetler
ve mu'cizeler gönderilmişti. [195]
«(O halde) Allah
onlara zulmetmedi; ama onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.»
Her insan, her aile ve
her millet, Allah'ın kendilerine verdiği yetenek ve yardımcı unsurlarla
hayatlarının ve geleceklerinin kader çizgisini çizerler. İlâhî müdahale söz
konusu değildir. Külli irâde, bütün imkânları, şartları ve ortamları
hazırlayıp ortaya koyduktan, insanı, gerçeği bulup hayatını ona göre düzene
sokacak kadar yeteneklerle donattıktan sonra, insana cüz'î irâde vererek onu
serbest bırakmış, ancak yardımcı olup aklına ışık tutacak peygamber ve kitap
göndermeyi de rahmetinin gereği kılmıştır.
Yetenekler: Beş duyu
organı ile akıl, idrâk, zekâ, hafıza ve düşünme nimetleridir. Yardımcı
unsurlar, az önce belirttiğimiz gibi, başta peygamber ve kitap, sonra da aile,
çevre, okul, eğitim ve öğretimdir. Bu nimetlerin hepsine veya çoğuna kavuşan
insanlar veya milletler, kendi cennet veya cehennemlerini kendileri
hazırlarlar. İnkâr, tuğyan, haklara tecavüz, hileli alım-sattm; içki, kumar,
zina ve kendini bilmezlik; maddeye tapma, kutsal değerlere sırt çevirme, eninde
sonunda ilâhi azabın inmesini gerektirir. Bu, câri bir sünnettir ki yolunu
değiştirmez, hedefinden sapmaz. Ne var ki, bu azabı çoğu kimseler anlayamaz.
Örneğin, iyice bozuk bir neslin vücut bulması; toplum bünyesinde sevgi, saygı
ve güvenin katmaması, iç ve dış düşmanların elele verip entrikalar çevirmeleri
sözünü ettiğimiz azabın ilk sinyalleridir. Dönüş olmazsa, çok sürmez bir
felâketle karşı karşıya gelinir ve o zaman bütün ameller ve gayretler boş ve
anlamsız kalır.
Anlaşıldığı üzere,
insan için hayatta biri ilerisine, diğeri gerisine çizilmek suretiyle iki
sınır konulmuştur. İlerisindeki sınıra bilerek erişen kimse, ilâhî yardım ve
rahmete mazhar olur. Gerisindeki sınıra kendini atan kimse ise, kendine yazık
etmiş olur. Allah hiç kimseye zulmetmez; zira O, zulmü hem kendine, hem de
kullarına haram kılmıştır. Kullarına verdiği imkânlarla ve yardımcı unsurlarla
bu iki sınır arasında onları serbest bırakmıştır.
İşte münafıkların
durumlarının önceki kavimlerin durumlarına benzemesi bundandır. Sözü edilen ve
misal olarak verilen altt kavim, hep arkalarındaki çizgide kalmak, ileri
sınıra varmamak için ısrar edip durmuşlar, hiçbir uyarıya kulak vermeyince de
yok edilmişlerdir. Münafıkların ve inkârda ısrarlı olup azgınlık ve
ahlâksızlığı sanat edinenlerin de encamı er-geç yok edilmekle noktalanacaktır.
Ancak pişmanlık duyup dönüş yapanlar müstesna...
Kur'ân dönüş
yapmayanların sonunun hüsran olacağını haber verirken, ilâhî rahmet gereği,
hayatta olan her münafık ve inkarcıyı uyarmayı amaçlamıştır. [196]
Yukarıdaki âyetlerle
İslâm'ı içinden çökertmek için durmadan bir sürü yalan, iftira ve entrika
çeviren münafıklar uyarıldı. Gelip geçen milletlerin onlardan daha güçlü
bulunmalarına rağmen, küfür ve nifak yüzünden helak edildiklerine misaller
verilerek tuttukları yanlış yoldan dönmelerine işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'ın geniş rahmetine erişen gerçek mü'min-lerin beş önemli vasfı
anlatılarak kurtuluşun o yolda olduğu belirtiliyor Aynı zamanda âhirette o
mü'minlere hazırlanan sonsuz nimetler açıklanarak imân ve güzel ahlâkın
mükâfatının çok büyük olacağına misaller veriliyor. [197]
71— Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar
birbirlerinin velileri (yardımcıları, destekleyicileri ve Allah için dost ve
yakınlarıdırlar. İyilikle emrederler, fenalıktan men'ederler; namazı vaktinde
kılarlar; zekâtı (yerli yerince) verirler ve Allah'a, Peygamberine itaat
ederler. İşte bunları Allah (geniş) rahmetine eriştirecektir. Şüphesiz ki
Allah yegâne üstündür, her işinde hikmet sahibidir.
72— Allah, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara,
altlarından ırmaklar akan Cennetler va'detmiştir; orada ebedî kalıcılardır ve
ayrıca Adn Cennetlerinde güzel, gönül çekici konaklar da va'detmiştir.
Allah'ın razı olması ise, (hepsinden) daha büyük. İşte bu büyük bir
kurtuluştur.
«Mü'minlerin
birbirlerini sevip merhametli davranmalarının misali, bir beden gibidir; ondan
bir organ rahatsız olunca diğer bütün organlar da ateş ve uykusuzlukla ona
çağrışımda bulunurlar (aynı rahatsızlığı duymak-
ta ona katılırlar).» [198]
«Mü'min, mü'min
(kardeşi) için bir binadaki (kerpiçler) gibidir; birbirleriyle bağlantı
yaparlar.» [199]
«İki cennet
altındandır, içindeki kapları ve her şeyleri de altındandır. İki cennet
gümüştendir, kapları ve içindeki her şeyleri de gümüştendir. Cennet ehliyle
Rablarının cemaline nazar etmeleri arasında, Adn cennetinde (tecelli eden)
vechindeki kibriya örtüşüdür.» [200]
«Şüphesiz ki, mü'mine
ait Cennet'te tek bir parça halinde inciden bir çadır vardır ki, uzunluğu göğe
doğru altmış mildir. Mü'minin o çadırda zevceleri vardır, onlara uğrar da biri
diğerini görmez.» [201]
«Doğrusu Cennet ehli
cennetteki köşk ve çadırları, gökteki yıldızları görür gibi görürler.» [202]
Bu, Cennet'teki köşk
ve çadırların hem parlak bir görünümde olduklarını, hem de aralarındaki
mesafenin uzunluğunu ifade etmektedir. [203]
«Mü'min erkeklerle
mü'min kadınlar birbirlerinin velîleri (dost ve yardımcılarıdırlar.,»
Münafıkların bazı
vasıfları ve mü'minler aleyhine olan tutumları açıklandıktan ve gereken
uyarılar yapıldıktan sonra, Allah, içi-dışı bir olup kendini hakikî imân
düzeyine getiren mü'minlerin bazı önemli vasıflarını sıralıyor ve onlar için
nasıl mutlu bir gelecek hazırlandığını haber veriyor:
1— Mü'minler
birbirlerinin dostu, yardımcısı ve destekleyicisidirler. Bu, imân ve gaye
birliğinin tabii neticesi sayılır. Günkü amaç, Allah'ın hoşnutluğuna ermek,
yaratıldığı gayeye yönelip hilkat planındaki yerini almak
ve öylece insanlara
yararlı hizmetlerde bulunmaktır.
2— Mü'minler iyilikle emrederler. Bu
hasletleriyle onlar, İnsanın ya-ratılışındaki yücelikle, ruhundaki cevherle
uyum sağlayan amellerin işlenmesini telkine çalışır, kendi hayatlarında
uyguladıkları güzel amellerle bunun örneklerini ortaya koyarlar. Buna, «emr-i
bi'l-ma'ruf» denilir. Nitekim gönderilen her peygamber, indirilen her sahife ve
kitap mutlaka iyilikle emretme hükmünü beraberinde getirmiştir.
3— Kötülükten alıkoriar. İnsanın hılkatmdaki
yücelik ve hikmete, azizlik ve safiyete; ruhundaki ilâhî cevher ve Hakk'a imân
mayasına ters düşen şeyleri men'ederler. Sadece men'etmekle kalmayıp bunu
günlük hayatlarının her bölümünde uygulayıp öğüt alınacak misaller
verirler. Nitekim peygamberlerin
görevlerinden biri de «nehy-i âni'l-münker»dir. Biz buna, kötülükten alıkoymak,
fenalıktan men'etmek, diyoruz.
Bu son iki vasıf,
toplum yapısında, aile bünyesinde otokontrolü sağlamaya, insanlar arasında
güveni pekiştirmeye yöneliktir. İslâm'ın hayat düzenini kurmada üzerinde önemle
durduğu hususlardan ikisidir. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Canımı
kudret elinde tutana and olsun ki, ya iyilikle emreder, kötülükten
men'edersiniz, ya da çok sürmez Allah kendi yanından üzerinize bir azap gönderir
de, sonra Allah'a duâ edersiniz, duanızı kabul buyurmaz.» [204]
buyurdu.
4— Namazı vaktinde kılarlar. Çünkü namaz Allah
ile kulları arasında en işlek yol ve en sağlam köprüdür. Aynı zamanda imânla
küfür arasında açık bir alâmettir. O bakımdan ilk insan ve ilk peygamber Hz.
Âdem'den, son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) kadar gelip geçen her peygambere
namaz emrolunmuştur. Namazsız hak din düşünülemez.
5— Zekâtı verirler. Çünkü zekât İslâm'ın hayat
dengesini sağlayan köprülerden biridir. Maddeyle mana, dünya ile âhiret, ruhla
beden arasında denge sağlayan önemli bir ibâdettir. Diğer peygamberlerin de
zekât vermekle emrolunduklarını Kur'ân haber vermekte, böylece namaz kadar
önemli bir ibâdet olduğu belirtilmektedir.
6— Allah'a
ve Peygambere her hususta itaat ederler. Çünkü gerçek kulluk, mutlak itaat
ister ve onunla kemâlini bulur. Oruç ve hac ibâdeti de bu mutlak itaata
dahildir.
Allah'a ve
Peygamberine itaat etmiyen, nefsine ve İblîse itaat ediyor demektir. Oysa
insanı yaratan onun nefsi olmadığı gibi, İblîs de değildir. Kâinat da hiçbir
zaman plan ve program dışı tabii bir hadisedeğildir; kendi kendine hükmeder,
gayesiz ve hikmetsizdir, denilemez. Mutlak bir plân ve mükemmel bir program söz
konusudur. Hiçbir şeyin boşuna amaçsız yaratılmadığı, her şeyin yüklendiği
programa göre denge unsuru olduğu, bunun en açık göstergesidir. O halde insan
da kendiliğinden oluşup vücut bulmadı, tesadüfler bir zincirin halkaları gibi
bir araya gelip onu basitten mükemmele doğru tekâmül ettirmedi. O İlâhî
tecelliyle bir gaye ve hikmete göre yaratıldı. O bakımdan insan, vücut
yapısının her parçasında Allah'ın yani o yüce yaratanın damgasını görebilecek
bir yetenektedir. O bu yeteneğini kullandığı nisbette itaatkârdır ve hayatın
gayesini anlamış sayılır.
Kur'ân'ın belirttiği
itaat, ilim ve imanın ortaklaşa ortaya koyduğu bir anlayıştır ki, insan onunla
insanlığını isbat edebilir.
* Bu sıfatlarla
kendini donatan kullarına, nefisleri üzerinde hâkimiyet kurmalarına karşılık
sonsuzluk yurdu olan cennetler va'dedilmiştir.. Allah ise, sözünden dönmez,
va'dini mutlaka yerine getirir. Ayrıca bu saadetin üstünde daha büyük bir
saadet var ki, o da, ilâhî rızaya lâyık görülmektir. Sevgili Peygamberimiz
(A.S.) bunu şöyle açıklamıştır:
«Allah, Cennet ehline,
ey cennet ehli, diye seslenir. Onlar da, buyur Rabbımız, emrine hazır
bekliyoruz, bütün hayırlar sendendir, derler. Allah onlara:
— Razı oldunuz mu? diye sorar. Onlar da:
— Ey Rabbımız! neden razı olmayalım ki, hiçbir
yarattığına vermediğini bize verdin, derler. Allah :
— Size bundan daha üstününü vereyim mi? diye
sorar. Onlar da:
— Bundan daha üstün ne olabilir!? diyerek
hayretlerini belirtirler. Allah:
— Size rızamı helâl kılıyorum. Bundan sonra
artık ebediyen size gazap etmiyeceğim, buyurur.» [205]
Yukarıdaki âyetlerle
dosdoğru imân eden mü'minlerin ana vasıflarından altı tanesi açıklandıktan
sonra onlar için hazırlanan sonsuz nimetler ve ebedî saadetler müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Müslümanların müşriklerin azgınlığına karşı susma zamanının çok gerilerde
kaldığına işaretle, bundan böyle İslâm'a karşı olan kâfirlerle münafıkları
susturup tesirsiz hale getirme döneminin başladığı haber veriliyor; sonra da
içlerinde gizledikleri küfür ve nifakları ba-Zf belirtileriyle açığa vurularak
pişmanlık duyup dönüş yapmaları tavsiye ediliyor. Aksi halde hem dünyada, hem
de âhirette ilâhî azaptan kurtula-mıyacakları bildiriliyor. [206]
73— Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla
savaş; onlara karşı sert davran; onların^eyleşecekleri yer Cehennem'dir. Orası
ne kötü gidilecek yerdir!
74— (Küfrü gerektiren sözü) söylemediklerine
Allah ile yemin ediyorlar. And olsun ki, o küfür sözünü
söylediler; İslâm'dan sonra küfre saptılar; erişemedikleri (büyük bir cinayet)
işine de kasdedip yöneldiler. On-
ların kin ve intikamı,
sadece Aliah ve Peygamberinin kendi fazl-ü keremiy-le mü'minleri doygun
kılmalarından ileri geliyordu. Eğer tevbe ederlerse, kendileri için hayırlı
olur; yüzçevirirlerse, Allah onları Dünya'da da, Âhi-ret'te de elem verici bir
azapla azâplandıracak ve yeryüzünde kendileri için bir dost ve yardımcı da
yoktur.
Urve b. Zübeyr (R.A.)
diyor ki;
— Münafıklardan Süveyd oğlu Cüias ile Kasım
oğlu Mus'âb, Küba'dan Medine'ye gelirlerken Cülas bir ara ağzından şu çirkin sözieri
kaçırıyor : «Eğer Muhammed'in getirdikleri hak ise, biz eşeklerden daha kötü,
daha aşağı olalım!» Bunun üzerine Mus'ab ona şöyle diyor: «Ey Allah'ın düşmanı!
vallahi senin bu dediklerini Hz. Peygamber'e (A.S.) haber vereceğim.» Sonra
Mus'âb yemin ettiği gibi gelip durumu Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e haber
verdi. O da Cülas'ı çağırtıp, «şöyle şöyle sözler sarfet-tiğini Mus'ab haber
verdi, doğru mudur?» diye sordu. Cülas, böyle sözler sarfetmediğini Allah adına
yemin ederek bildirdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [207]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki :
— Peygamber (A.S.) Efendimiz bir evin
gölgesinde oturuyordu. Bir ara başını kaldırıp şöyle buyurdu : «Az sonra size
doğru bir adam gelecek ve tam bir şeytan gözüyle size bakacak. O bakımdan o
adam geldiği zaman kendisiyle konuşmayın!» Cidden az sonra gökgözlü bir adam
çıkagel-di. Peygamber (A.S.) Efendimiz onu çağırıp sordu:
— Sen ve arkadaşların neden bize sövüp
sayıyorsunuz?
Adam bir karşılık
vermeden ayrıldı ve az sonra arkadaşlarıyla birlikte gelerek, öyle bir söz
kullanmadıklarına dair Allah ile yemin ettiler. Hz. Peygamber de (A.S.) onları
serbest bıraktı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [208]
Bağavî'nin Kelbî'den
yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Tebûk seferinde bir
konuşma yaptı ve münafıkları kasdederek, onları «murdarlar» diye vasıflandırdı.
Münafıklardan Cülas adındaki adam da, «eğer Muhammed doğru ise biz de eşekten
daha aşağı olalım!» diyerek mırıldandı. Resûlüllah (A.S.), Medine'ye dönünoe
Âmir b. Kays gelip Cülas'ın dediklerini Hz. Peygamber'e (A.S.) haber verdi.
Cülas inkâra sa-
pıp Âmir'in yalan
söylediğini iddia etti. O sebeple Hz. Peygamber {A.S.) ikisinin de ikindi
namazından sonra yemin etmesini emretti. Ne var ki, her ikisi de, doğru
söylediklerine dair Allah ile yemin etmekten çekinmediler. Âmir (R.A.) bu olay
üzerine çok üzüldü, yalancı, müfteri durumuna düşmeği bir türlü hazmedemedi ve
ellerini kaldırıp «Allahım! ikimizden kimin doğru söylediğini Peygamberine
bildir» diye duâ etti. Peygamber (A.S.) ve hazır bulunan mü'minler bu duaya
amîn dediler. Çok geçmeden yukarıdaki âyetler indi. [209]
Rivayete göre, bu
âyetler inince Cülas, Resûlüllah'a (A.S.) gelip tev-be etmek istediğini,
Âmir'in doğru söylediğini itiraf etmiş ve Peygamber (A.S.) Efendimizin
Allah'tan vahiy aldığına inanarak gönülden tevbede bulunup dosdoğru müslüman
olmuştur. [210]
Ey Peygamber!
Kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert davran..»
İslâmiyet Medine'yi
merkez seçip şehir devletini kurduktan ve savaşacak duruma geldikten sonra,
müşrikler artık açıktan saldırma cesaretini bulamadılar. O nedenle birtakım
gizli plânlar hazırlamaya koyuldular. İç düşman sayılan münafıklardan da
devamlı destek sağlıyorlar ve olup bitenleri günü gününe haber alıyorlardı.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ise, her şeye rağmen yumuşak davranıyor, putperestlerle yahudilerin
kabalıklarına sabrediyor ve yakında hakikati anlarlar diye ümitleniyordu.
Peygamber'in (A.S.) hoşgörüsünün sebep ve hikmetini anlayamıyan bu iki grup
iyice gemi azıya alıp İslâmiyet ve Müslümanlar aleyhine olmadık sözler
sarfediyor, çoğu zaman her türlü terbiye sınırını aşıyorlardı. Tebûk seferinde
bilhassa münafıkların moral bozucu söz ve davranışları kulaklarda devamlı
çınlıyor, gözler önünde canlanıyordu.
Böylece hep geriye
giden, hakikate bir türlü yanaşmak istemiyen münafıklar, kendilerini hidâyet
sınırına getirmeyi akletmedikleri ve bu husustaki uyarı ve irşatlara kulak
vermedikleri için sünnetullah hükmünü yürüttü, bunlarla ciddi bir savaşa
girişmenin zamanı geldiğini açıkladı.
İslâm'a karşı her
zaman kötü niyet besleyip fırsat buldukça bunu açığa vuran kâfirlere karşı son
çare olarak silâha başvurulacak; iç düşman
olan münafıkların ise,
içlerindeki kötü düşünce, fena niyet teşhîr edilecek, toplum arasında onların
ikiyüzlü dönek kişiler oldukları belirlenerek soğuk bir savaş uygulanacaktı.
Bu metot ve taktik
başarılı oldu. Kısa zamanda Arap Yarımadası putlardan ve putperestlerden
temizlenirken münafıkların da yalnızlığa itilerek itibarsız, güvensiz âdi
kişiler oldukları her tarafta duyulup anlaşılmış oldu.
74. âyetle
münafıkların maskelerinin düştüğüne işaret edilerek onların kin ve intikam
duygularının asıl sebebi açıklanıyor.
Tevbe edenlere ise,
İslâm rahmet kapısını her zaman açık tuttu ve tutmaktadır. Küfür ve nifakta
ısrar edenleri ise, rüsvay edip tesirsiz hale getirdi. Âhiret azabı daha
şiddetli ve devamlı olacaktır. [211]
«Ve yeryüzünde
kendileri için bir dost ve yardımcı da yoktur.»
İkiyüzlü, içi küfür
dolu, dıştan mü'min veya müslim görünmeye çalışan münafıklar, bulundukları
ülkenin iç düşmanlarıdırlar. Dış düşmanlar ve belli güçler bu gibilerini, amaca
ulaşmak için birer piyon olarak kullanırlar. Amaçlarına ulaşınca da o
piyonları tesirsiz, zararsız hale getirmenin çarelerini düşünürler. Çünkü
ekmeğini yediği, suyunu içtiği öz vatanını ve milletini satmak isteyenlerden
hiç kimseye hayır gelmiyeceğini çok iyi bilirler. Hele o kin ve düşmanlık dine,
kutsal değerlere, ahlâk ve fazî-lete ise, münafıkların ruhlarının nasıl
karardığı, yalan ve iftirayı sanat haline getirdikleri kendilerinden
anlaşılır. O bakımdan da münafıklar ne kendi toplum ve milletinin nazarında, ne
de kendilerini piyon olarak kullananlar yanında muteber insanlar sayılırlar;
kendilerine hep şüpheyle bakılır. Aslında münafık hep yalnızdır ve yalnız
kalmaya mahkûmdur. Dünyada da, âhirette de onun kader çizgisi yalnızlık ve
şerefsizlik damgasıyla damga-lanmıştır.
Kur'ân bu gerçeği şu
cümleyle ne güzel özetleyip beyân buyurmaktadır: «Yeryüzünde münafıklar için
bir dost ve yardımcı da yoktur..» [212]
Yukarıdaki âyetlerle
İslâm'ın Arap Yarımadası'nda hatırı sayılır bir devlet haline geldiği, o
bakımdan münafıklarla müşriklere daha fazla mü-
samaha edilmiyeceği
açıklandı. Gerektiğinde savaşa başvurulacağı da bir tehdit anlamında
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
münafıklardan bir kısmının nimete eriştikleri tak-'dirde muhtaçlara yardımcı
olacaklarını va'dettikleri halde, sözlerini yerine getirmediklerine dikkat
çekiliyor, böylece döneklerin önemli bir sınav geçirdikleri ve başarılı
olmadıkları belirtiliyor. Sonra da mü'minlerden az-çok sadaka verenlere
münafıkların tahammül edemedikleri, o yüzden ileri-geri konuşup onları
ahmaklıkla vasıflandırdıkları açıklanarak mü'minlerin faziletli bir düzeyde
bulundukları bildiriliyor ve iyi amellerine devam etmeleri işaret yollu
istenilerek kendilerine büyük mükâfatların hazırlandığı haber veriliyor.
Diğer yandan
münafıklardan ölenler için istiğfar etmenin hiçbir yarar sağlamıyaçağı, içi
küfürle kararmış bulunduğu halde ölenlerin Allah tarafından bağışlanmıyacağı
bildiriliyor. [213]
75— Onlardan kimi de, «eğer Allah bize kendi
geniş nimetinden verirse, elbette zekât ve sadaka verir ve sâlihler
(iyi-yararlı kişilerjden oluruz» diyerek Allah'a karşı söz vermişlerdi.
76— Ne vakit ki, Allah onlara geniş nimetinden
verdi, onunla cimrilik edip yüzçevirdiler; zaten onlar dönek kimselerdir,
77— Allah'a karşı verdikleri sözü yerine
getirmedikleri, va'dlerini tutmadıkları ve yalan söyledikleri için Allah da
kendisine kavuşacakları güne kadar, yaptıklarını kendi kalblerinde nifaka
çeviriverdi.
78— Bitmediler mi ki, Allah onların sırlarını da,
gizli toplantı ve fısıltılarını da bilir. Allah şüphesiz gaybleri de yeterince
bilendir.
79— Mü'minlerden, sadakalar hususunda, zekâttan
başka bir de arzu ve istekle bağışta bulunanlara dil uzatanları ve ancak o
didinerek ele geçirdiklerini tasadduk edenleri alaya alanları, Allah alaya alıp
rezîl eder ve onlar için elem verici bir azap vardır.
80— Onlar için ister bağışlanma dile, ister
dileme (farketmez). Onlar 'Cin yetmiş defa bağışlanma dilesen, Allah elbette
onları bağışlamıyacak-tır. Bu böyledir; çünkü onlar Allah ve Peygamberini inkâr
ettiler. Allah ise hak yolundan çıkmış ahlâksızları doğru yola eriştirmez.
Ibn Abbas'dan (R.A.)
yapılan rivayete göre, Hâtib b. Ebî Beltaa'nın
Şam'dan gelecek olan
ticarî malı gecikince, Ansarın bulunduğu bir mecliste, «Malım salimen gelip
elime ulaşırsa, and olsun ki ondan tasadduk-ta bulunup hısımlarımı gözeteceğim»
diyerek yemin etmişti. Malı gelip eline ulaşınca Allah adına yaptığı yeminini
yerine getirmedi, mala karşı olan hırsı üstün geldi. O sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [214]
Tabiînden Dahhak'a
göre, bu âyetier münafıklardan Nebtel b. Haris, Ced b. Kays ve Muattıb b.
Kuşayr hakkında inmiştir. [215]
Klâsik tefsirlerin bir
kısmında ilgili âyetlerin Ansardan Sa'lebe b. Hâ-ttb hakkında indiğini,
el-Bağavî, İbn Cerîr et-Taberî ve İbn Ebî Hâtim'in rivayetine dayanarak
naklederlerse de, yapılan ciddi araştırmalara ve İslâm'ın genel kaide ve
esaslarına göre, bu husustaki rivayetin sahîh olmadığı anlaşılmıştır. Nitekim
İbn Hacer el-Askalânî de, Sa'lebe ile ilgili rivayetin sahîh olduğunu
sanmadığını belirtmiş ve onun Bedrî, yani Bedir savaşına katılanlardan olup
olmadığı hakkındaki rivayetlerin de farklı bulunduğunu söylemiştir. [216]
İbn Hacer tesbitini
şöyle bağlıyor: «Şayet Sa'lebe'nin Bedir ehlinden olduğu doğruysa, Allah bu
savaşa katılan mü'minlerin hepsini mağfiretine eriştirip bağışlamıştır.»
Ayrıca İmam Kurtubî de
Ebû Ömer'den naklen Sa'lebe ile ilgili rivayetin gayr-i sahîh olduğunu
belirtmiştir. [217]
Az yukarıda da temas
ettiğimiz gibi, Sa'lebe olayının ölçü ve taşıdığı hüküm, İslâm'ın genel
kaidesine uymamaktadır. Günah işledikten sonra Hz. Peygamber'e (A.S.) gelip
özür dileyen ve pişmanlık duyduğunu söyleyerek Allah'a yönelen, tevbe ve
istiğfarda bulunan hiçbir mü'minin reddedildiği görülmemiştir. Allah daha
iyisini bilir.
Ebû Mes'ûd el-Bedrî
(R.A.) diyor ki: «Zekât hakkındaki âyet inince, herbirimiz sadaka olarak
vereceğimizi sırtımızda taşıyorduk. Bir adam geldi, çok çok tasaddukta
bulundu. Münafıklar, bu gösteriş için öyle yapıyor, dediler. Bir başka adam
gelip bir sa' (yaklaşık 3.334 kg.) sadaka verdi. Münafıklar bu defa, Allah bir
sa' sadaka almaktan müstağnidir, dediler. O sebeple yukarıdaki âyetler indi.» [218]
Münafıkın alâmeti
üçtür:
1— Konuştuğu zaman yalan söyler.
2— Söz verdiğinde yerine getirmez.
3— Kendisine bir (şey} emanet bırakıldığında
hıyanet eder. [219]
Dört haslet kimde
bulunursa, o katıksız bir münafıktır. Kimde de ondan bir haslet bulunursa,
onda da nifaktan bir haslet mevcuttur:
1— Konuştuğu zaman yalan söyler.
2— Söz verip ahitleştiğinde (yan çizip) hıyanet
eder.
3— Va'dettiğinde onu yerine getirmez.
4— Tartışıp
davacı veya davalı olduğu zaman hakkı çiğner, adaletten sapar. [220]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: Resûlüilah (A.S.) Efendimiz, sadaka konusuna ashabını teşvik edince,
Abdurrahman b. Avf (R.A.) 4000 dirhem alıp Peygamber'e (A.S.) geldi ve şöyle
dedi: «Ya Resûlellah! 8000 dirhemim var, 4000'ni Allah yolunda harcanmak üzere
getirdim, 4000'ni de aile efradıma alıkoydum!» Onun bu cömertliği karşısında
Resûlüilah {A.S.) Efendimiz duygulandı ve onun için duâ ederek şöyle dilekte
bulundu: «Allah, Ab-durrahman'ın malını mübarek kılsın, feyiz ve bereketini
artırsın!»
Sonra Ansar'dan Ebû
Akıl bir sâF (yaklaşık 3334 gr.) hurma getirerek, «Ya Resûlellah! bu gece bir
adamın hurmalığını sulamama karşılık iki sâ' hurma ücret aldım. Bir sâ'ını çocuklarıma
alıkoydum, birini de Allah yolunda sarfedilmek üzere getirdim », dedi.
Peygamber (A.S.) o bir sâ' hur-' manın da diğer sadaka olarak getirilen
hurmalar üzerine konulmasını emretti.
Münafıklar,
Abdurrahman'ın verdiği sadakayı riya (gösteriş) olarak vasıflandırırken, Ebû
Ubeyd'in bir sâ' hurmasına Allah'ın muhtaç olmadığını kendi aralarında
fısıldaştılar. O sebeple yukarıdaki âyetier indi. [221]
İbn Ömer (R.A.)
anlatıyor:
Münafıkların
elebaşlarından Abdullah b. Ubey b. Selûl öldüğünde, gerçek mü'min otan oğlu
kalkıp Peygamber (A.S.) Efendimiz'e geldi; babasının cenaze namazını
kıldırmasını istirham etti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber
(A.S.) Abdullah'ın namazını kılmak üzere kalkınca Hz. Ömer (R.A.), O'nun
eteğini tutarak, «Ya Resûlellah! o münafığın cenaze namazını kılmak
istiyorsun, oysa Allah seni bundan men'et-miştir» diyerek gitmemesini arzu
etti. Peygamber (A.S.), Ömer'e, «Rabbım men'etmedi, sadece onlar için
istiğfarda bulunup bulunmamamda beni serbest bıraktı: «Onlar için ister
bağışlanma dile, ister dileme (farketmez). Onlar için yetmiş defa bağışlanma
dilesen, Allah elbette onları bağtşlamı-yacaktır. Ben onlar için yetmişten
fazla istiğfarda bulunacağım» buyurdu. Ömer (R.A.), «ama o münafıktır» diyerek
namazını kılmaması için ısrar etti. Buna rağmen Peygamber (A.S.) onun cenaze
namazını kıldı. Bu olaydan hemen sonra Tevbe sûresi 84. âyet indi : «Ve
onlardan ölenin namazını kesinlikle kılma, kabri başında (dua ve istiğfar
için) durma. Çünkü onlar gerçekten Allah ve Peygamberini inkâr edip fâsik
olarak çan verdiler.» [222]
Diğer bir rivayette,
Abdullah b. Ubey'in oğlu, ayrıca babasına kefen olmak üzere Peygamber (A.S.)
Efendimizin gömleğini de talep etmişti.. [223]
«Ne vakit ki, Allah
onlara geniş nimetinden verdi, onunla cimrilik edip yüzçevirdiler; zaten onlar
dönek kimselerdir.»
Bu, genel bir kaide
değildir; her zaman birçok istisnaları vardır. Ancak dini özüyle, mana ve
hikmetiyle kalbine ve dimağına yerleştiremiyen zayıf inançlı kişilerin, umdukları
veya ummadıkları nimetlere kavuşunca ahlâklarını değiştirdikleri görülmüştür ve
görülmektedir. Mal ve makamın o gibilerin itikat ve ibâdetinde ya gevşeme, ya
da geniş çapta bir sarsıntı meydana getirdiği vakidir. Zengin olduğu takdirde
şer yoluna girip nefsinin arzulan doğrultusunda istediği gibi harcama
yapacağını hayal edenler eksik değildirler. Ama asıl mesele zengin olunca
takınılacak tavır ve taşınılacak niyettir. Kimi büsbütün azar, âyette sözü
edilen münafıklar gibi; kimi de daha iyi bir insan olmaya çalışır. Nimetin
şükrünü yerine getirmek için çırpınıp duranlar da eksik değildir.
Kur'ân-ı Kerîm'in
deyimiyle, mal ve çocuk insan için çetin birer imtihandır. Başarılı olanlar
elbette ki Allah'ın sevgisine lâyık bir düzeye gelmesini bilenlerdir.
İlgili âyetle,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in feyzini, Kur'ân'ın lâhutî ışığını, İslâm'ın
özünü ve mayasını yeterince kalblerine ve ruhlarına sindi-remiyen zayıf iradeli
ve kaypak karakterli münafıkların, «Eğer Allah bize kendi geniş nimetinden verirse,
herhalde zekât ve sadaka verir ve salih-İer (iyi yararlı kişiler)den oluruz»
diyerek Allah'a karşı söz verdikleri hatırlatılarak, nîmete erişinoe bu
sözlerini yerine getirmeyip aşırı cimrilik duyguları kabaran münafıklar misal
olarak gösteriliyor. Dikkat edilmediği takdirde mal ve makamın insanı kötü bir
sonuca sürükleyeceğine işaretle bu hususta madde ile mâna, dünya ile âhiret
arasında sağlam bir köprünün oluşmasının gereğine işaret ediliyor.
Bu bakımdan ikinci
halîfe Hz. Ömer (R.A.), İslâm'ın ticaret ahlâk ve kurallarını bilmeyen kişileri
ticaretten men'ederek âyetin ruhuna uymaya ve delâlet ettiği hükmü uygulamaya
özen göstermiştir. [224]
«Mü'minlerden,
sadakalar hususunda, zekâttan başka bir de arzu ve istekle bağışta bulunanlara
dil uzatanları......»
Zira maddecilere,
diğer bir deyimle materyalistlere göre, her türlü varlığın temel formları,
zaman ve mekândır. Zaman dışı bir varlık onlara göre, ne kadar saçma ise, mekân
dışı bir varlık da o kadar saçmadır.
Yine maddeciler, bu
temel prensipten hareketle, dünyanın insandan önce \jqx olduğuna ve ondan sonra
da var olmakta devam edeceğine inanırlar. Kâinatı mutlak kudretiyle yaratıp
denge ve düzende tutan Allah'ı kabul etmedikleri gibi, âhireti de kabul
etmezler. Temel felsefe ve düşünce bu olunca, onlara göre, Allah için yardımda
bulunmak, âhiret diye ikinci bir hayatı hayal ederek sadaka ve zekât vermek,
geri zekâlı olmanın belirtisidir.
Sonuç olarak,
materyalistler derler ki :
«Bu düşüncelerden
çıkan sonuç şudur ki : Allah fikrinin, kâinatın yaratıcısı olan bir «saf ruh»
fikrinin hiçbir anlriVnı yoktur. Çünkü mekân ve zaman dışında bir tanrının
mevcut olması imkânı yoktur.» [225]
Onların temel düşünce
ve inancı bu olunca, imân, ahlâk, fazilet, iyi insan oima, yardımda bulunma
gibi dinî ve insanî hasletler anlamsız kalır.
Münafıklar, imânla
küfür (inançla inkâr) arasında bocaladıkları için zekât ve sadaka verenlerle
alay edecek kadar maddeci düşünceye kaymışlardır. Sebebi, inançsızlıktır.
Dönüş yapmadıkları ve böylesine sakat bir düşünce ve inanç üzere öldükleri
takdirde, onlar için duâ ve istiğfarın Allah tarafından hiçbir suretle ve
hiçbir ağızdan kabul edilmiyeceği kesindir. Zira Allah, ancak kendisine imân
edip yaratılış hikmet ve amacını bilen, hayatını ona göre düzene sokan
kullarına ikinci hayatın yüksek nimetlerini hazırlamıştır. İkinci hayata ve
oradaki sonsuz saadete inanmayana neden o saadet verilsin? Allah'ı ve
Peygamberini inkâr ettikleri halde hiçbir uyarıya kulak vermeyip inkâr ve tuğyanda
ısrar edenleri Allah doğru yola eriştirmez. O'nun hidâyeti, ona lâyık olanlara
yönelir, kendini o hidâyet sınırına ulaşmaya itip bütün gayretini kullanan
kimselerin kalb-lerini hidayete açar. Nitekim 80. âyetin son kısmında, «Allah
ise, hak yolundan çıkmış ahlâksızları doğru yola eriştirmez» buyurularak,
ilâhî hidâyetin kimlere tecelli edeceğine, kimlere etmiyeceğine işarette
bulunulmuştur. [226]
Yukarıdaki âyetlerle
maddeci münafıkların nîmete erişince sözlerini yerine getirmedikleri, maddeyi
Allah'a tercih ettikleri belirtildi. Ayrıca gönül hoşnutluğuyla zekâtlarını ve
onun da ötesinde sadaka verenleri alaya aldıkları, onları bir bakıma aptallıkla
suçladıkları açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
münafıkların bir başka dönekliği konu ediliyor: Barış günlerinde, bir savaş
çıkacak olursa canla-başla savaşacaklarım, gerekirse mallarıyla savaşa
katılacaklarını söyleyen münafıkların, Tebûk seferi başlayınca evlerinde
kadınlarla beraber oturmayı tercih ettikleri bildiriliyor. Onların aksine
mallarıyla ve canlarıyla Tebûk seferine katılan gerçek mü'minler övülüyor ve
bunlar için hazırlanan yüksek ve sonsuz nimetler müjdeleniyor. Böylece gerçek
imânın paha biçilmez bir cevher olduğuna, inkâr ve nifakın ise, Allah katında
hiçbir değer taşımadığına, üstelik gazap ve azapla noktalanacağına işaret
ediliyor. [227]
81— (Savaşa çıkmayıp) Resûlüilah'tan ayrılarak
geriye kalanlar (evlerinde) oturmalarıyla sevindiler de Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla savaşmaktan hoşlanmadılar ve «bu sıcakta savaşa
çıkmayın!» dediler. De ki: Cehennem ateşi daha sıcak. Bunu bir bilip
anlasalardı..
82— İşledikleri günahın cezası olarak bundan
böyle az gülsünler, çok ağlasınlar.
83— Eğer Allah seni (Tebûk'ten) döndürür de onlardan bir grupla
karşılaşırsan, onlar da (başka bir savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse,
de ki: Artık benimle birlikte hiçbir zaman çıkamıyaoaksınız ve benimle beraber
hiçbir düşmanla savaşamıyacaksınız. Çünkü siz ilk önce (evinizde) oturmaya
razı oldunuz; artık geride kalanlarla beraber hep oturun.
84— Ve onlardan ölenin namazını kesinlikle kılma,
kabri başında (duâ ve istiğfar
için) durma. Çünkü onlar gerçekten Allah ve Peygamberini inkâr edip fâsik
olarak (ilâhî buyrukları çiğneyip hiçe sayarak) can verdiler.
85— Onların malları ve çocukları seni
imrendirmesin; Allah bununla Dünya'da onları azaba uğratmayı ve kâfir oldukları
halde çanlarının çıkmasını istiyor.
86— Allah'a imân edin ve Peygamberiyle beraber
savaşın, diye bir sûre indiği zaman, onlardan servet sahipleri senden izin
isterler. «Bizi bırak da (evlerinde) oturan (kadm)larla birlikte olalım»
derler.
87— Geriye kalan (kadın)larla beraber olmaya
istekli çıktılar; kalb-lerine mühür vuruldu, artık onlar (gerçeği)
anlayamazlar.
«Âdem oğullarının
yaktığı ateş, Cehennem ateşinin yetmişte bir (derecesinde bir ısıdadır).» [228]
«Allah, (Cehennem)
ateşini bin yıl yaktı, tâki kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yaktı, simsiyah
oldu. O şimdi zifiri karanlık gece gibi simsiyahtır.» [229]
«Kıyamet günü Cehennem
ehlinden azap bakımından en hafifi iki ayakkabısı ve bağcıkları ateşte olan
kimsedir; o yüzden beyni kazan kaynar gibi kaynar.» [230]
«Ey insanlar!
ağlayınız. Eğer ağiayamıyorsanız ağlasın. Çünkü Cehennem ehlinin göz yaşları
sicim sicim kanallar gibi yüzlerinden akacak şekilde ağlayacaklar; o kadar ki
göz yaşları kesilecek, bu defa kan akmaya başlayacak. Gözleri o yüzden yara
içinde kalacak. Akan yaş ve kana, bir gemi indirilecek olsa herhalde
yüzebilecek.» [231]
Açıklama :
İlgili hadîsler, her
yönüyle ilâhî adaleti yansıtmakta ve insanları ölümlerinden önce plândaki
yerlerini almaya ve hilkatin gayesine uygun yaşamaya davet etmektedirler.
Cehennemdeki azabı ve pişmanlığı haber vermenin tek amacı, kötü yolda ısrarla
yürüyen insanları uyarmaktır. [232]
«Eğer Allah seni
(Tebûk seferinden) döndürür de onlardan bir grupla karşılaşırsan, onlar da (başka
bir savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Artık benimle birlikte
hiçbir zaman çıkamıyacaksınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla
savaşamıyacaksınız...»
İslâm dini ve onun
Şanlı Peygamberi, müşrikleri tesirsiz hale getirdikten ve Yahudilere iyi bir
gözdağı verdikten sonra, sıra içlerine sızan münafıkların nifak alanlarını
iyice daraltmaya ve onları toplum dışına itmeye gelmişti. Daha önce, «Muhammed
(A.S.) kendi arkadaşlarını öldürüyor» propagandası ortaya yayılmasın, İslâm'ın
gelişme hızı o yüzden engellenmesin diye, çok temkinli ve sabırlı
davranılmıştı. Ne var ki, aylar ve yıllar birbirini çarçabuk kovaladı, derken o
günler çok gerilerde kaldı, İslâm gür sesirıi hem Arap Yarımadası'nda, hem de
çevre ülkelerde duyurma düzeyine geldi. O bakımdan Resûlüllah'ın (A.S.) son
seferi sayılan Tebûk olayı, münafıklarla mü'minler arasındaki dış bağların da
kopmasına sebep oldu ve güçlenen İslâm devletinin bünyesinden artık bu gibi
parazitlerin sökülüp atılmasının zamanı gelmiş bulundu. Yahudilerin İslâm'a ve
O'nun peygamberine karşı olumsuz tutumları artık su yüzüne çıkmış, inkârı ve
reddi gayri mümkün bir dereceye geldiğinden mü'minlerle olan bütün bağlan
kesilmiş sayılırdı. O bakımdan ne Yahudilerin, ne de münafıkların İslâm
ordusunda yer alması söz konusu değildi. Nitekim Tebûk seferi, münafıkların
iyice belirlenmesini sağlayınca, artık ilâhî emirle onlara bu kapılar kapandı.
Böylece dosdoğru inanan bir mücahit kadrosu, inanmayan ve hep şüphe içinde
bocalayanlardan ayrılmış ve İslâm sağUlı bir kuvvet oluşturarak varlığını
dünyaya kabul ettirme yoluna girmişti, İman cevherinin parlak ışığıyla
kalbleri aydınlatan ve inandığı yüce dava uğrunda ölümü hiçe sayan bir ordu
ile savaşı göze almak elbetteki çok zor ve o nis-bette tehlikeliydi. Bizans
bile, Arap Yarımadasını istilâ hevesinden vazgeçmek zorunda kalmış ve imânları
uğrunda her şeyi göze alan bir orduyla savaşmak istememişti. Bu durum
karşısında münafıklara yakışan tek şey, kadınlarla birlikte evlerde ve sokak
başlarında bol bol oturmak idi. Kahraman yiğitler serhatlerde Allahu Ekber
sesleriyle savaşırken, münafıkların kadın ve çocukların dokunaklı sözlerine ve
alayvari serzenişlerine muhatap olmaları kadar ezici ve üzücü, hattâ kahredici
ne olabilirdi? [233]
İslâm, münafıklarla
sadece cismanî bağları kesmekle kalmadı, manevî bağları da keserek nifak
tohumlarının bir daha filizlenmemesi için gereken bütün tedbirleri almakta
kusur etmedi. Böylece içlerinde gizledikleri küfürleri zahir olunca, cenaze
namazlarının kılınmasını yasakladı; onlar için duâ ve istiğfarda
bulunulmamasını emretti.
Yıllar yılı İslâm
cemaatini fitne ve entrikalarla durmadan rahatsız eden münafıklar iyice köşeye
sıkıştırılarak yalnızlığa itildiler.
«Ve onlardan ölenin
namazını kılma, kabri başında (duâ ve istiğfar için) durma.» mealindeki ilâhî
yasağın gerekçesi ise, şöyle açıklanıyor:
«Çünkü onlar gerçekten
Allah ve Peygamberini inkâr edip fâsık olarak {ilâhî buyrukları hiçe sayıp
ahlâksızlığın en kötüsünü yaparak) can verdiler.»
Bundan böyle hayatta
kalan münafıklara gelince, onlar az gülsünler, çok ağlasınlar. [234]
«Onların malları ve
çocukları seni imrendirmesin...»
Aynı sûrede, aynı
mealde âyet ikinci defa az bir farkla zikredilmiştir. Birinci defa (f)
harfiyle, ikinci defa (v) harfiyle ifade ediliyor. Birincide, münafıkların istemiyerek
mallarını harcadıkları belirtilirken, (f) harfiyle onun üzerine atıf yapılarak
bir bakıma sebebi de açıklanıyor. İkincide atıf söz konusu değildir. Birincide
«ne malları, ne çocukları..» denilirken; ikincide, sadece «malları ve
çocukları..» deniliyor. Birincide «evlât» kelimesinin, olumsuzluk ifade eden
(lâ) edatıyla zikredilmesi, münafıkların ve müşriklerin evlât ile daha çok böbürlendiklerine
delâlet eder. [235]
İkincide (lâ) edatı olmaksızın ifade edilmesi, zaman geçtikçe mal ve evlât îte
böbürlenmelerinin aynı dereeede olacağına delâlet eder.
Ayrıca aynı hususun
tekrarı, anlam ve kavramının hafızalarda iyice iz bırakmasını ve idrâkleri
uyanık tutmasını amaçlar. Zira dünyanın her yerinde ve her çağında insanların
bu iki nîmete karşı ilgisi fazladır. İslâm ise, bu ikisinin de amaç değil,
birer araç olduğunu; asıl ilgi duyulacak, gönül verilecek şeyin, Atlah
olduğunu, O'nun rızası doğrultusunda kulluk görevini dosdoğru yerine
getirirken sözü edilen iki araçtan faydalanmanın gereğini belirtir. Bu gerçeği
idrâk edemiyenlerin o nimetlerle nasıl bir sınava tabi tutulduklarının farkına
varmaları düşünülemez.
Meşru, gayrimeşru
yollardan elde edilen malın, bütün bir ömür süresince sahibinden bekçilikten
başka bir şey istemiyeceğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Zira mal ve
evlâdı amaç olarak seçip hayatını olduğu gibi onların uğrunda harcayan kimse,
ömrünü bekçilikle geçirmiş sayılır. Öylesinin hayat dengesi bozulmuştur, ruhla
bedeni arasında ciddi hiçbir köprü kalmamıştır. Dünyası ise, tamamıyla âhiretinden
kopuktur. O kadar ki, «Allah'a imân edin ve Peygamberiyle beraber (düşmana
karşı) savaşın!» diye bir sûre indiği zaman, onlardan servet sahipleri kaçamak
yollarını ararlar, bir sürü mazeretler uydurup evlerinde oturmayı tercih
ederler. Mal ve evlâda olan ilgi ve bağlılıkları, onlara hem Allah'ı, hem de
ülkelerinin selâmette kalmasını unutturmuştur. İş bununla da kalmamış, dünyaya
olan aşırı temayülleri onları inkâr ve azgınlığa itmiştir. Bu da küfürdür. Dönüş
yapılmadığı takdirde sonu ebedî hüsrandır. İlgili 87. âyetle kendilerini bu
düzeye getiren inkarcıların kalblerinin mühürlendiği açıklanıyor. Çünkü kalberi
ve kafaları hakikate karşı hep kapalı kalmıştır. Dünya nîmetleri kesif bir
perde halinde onların kalblerini ve idrâklarını kuşatmıştır. Artık gerçeği
görüp anlamaları çok zor, hattâ imkânsızdır; ancak Allah'ın hidâyet nasip
ettikleri müstesna..
Maddî ve manevî
güçlerini birleştirip düşmana karşı çıkmasını bilmeyen milletlerin ömürleri
çok kısa olmuştur. Asırlarca esaret ve zillet çukurunda can çekiştirerek hem
dünyalarını, hem de âhiretlerini cehenneme çevirmişlerdir. Yahudilerin tarih
boyunca devletle esaret ve zillet arasında zikzak çizmeleri hep bu yüzdendir.
Babil esareti, Titüs istilası birer açık misal olarak tarih sahifelerinde ibret
sinyali neşretmektedir. [236]
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâm'ın bir ölüm-kaiım savaşı verirken, münafıkların sudan bahanelerle savaşa
katılmamaları kınanıyor. Sonra da onların bu çok sakıncalı düşünce ve
tutumlarının nedenleri üzerinde duruluyor. Ayrıca savaşın iyiyi kötüden,
mü'mini münafıktan ayırt etme kıstası olduğuna işaretle gereken uyanlar
yapılıyor. Nifakın inkârdan kaynaklandığı konu edilerek münafıkların
kalblerinin mühürlendiği bildiriliyor.
Aşağıdaki âyetlerle
başta Hz. Peygamber (A.S.) olmak üzere O'nun etrafında bir hale oluşturan
gerçek mü'minlerin Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmaları övülüyor ve
bütün hayır ve iyiliklerin onlardan yana hazırlandığı ve korktuklarından
kurtulup umduklarına kavuşanların da, ancak böyle bir imân ve irfana sahip olan
mü'minlerden başkalarının olmayacağı müjdeleniyor.
Böylece imanla nifak
arasında nasıl bir mesafenin yer aldığına işaretle, insanın kâinat planındaki
yeri ve hizmet ölçüsü belirleniyor. Münafıkların ve azgın müşriklerin plândaki
yerlerini almadıkları, beklenilen hizmeti ise, hiç vermedikleri dolaylı bir
anlatımla işleniyor. [237]
88— Fakat o peygamber ve onun maiyetinde bulunan
mü'minler mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte onlar, bütün hayırlar onlarındır.
Onlar umduklarına kavuşanların, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.
89— Allah onlara, içinde ebedî kalmak üzere
altlarından ırmaklar akan
Cennetler hazırladı. İşte bu en büyük kurtuluş ve saadettir.
Fakat o peygamber ve onun
maiyetinde bulunan mü'minler, mallarıyla, canlarıyla savaştılar.»
Kur'ân, iç düşman
kabul edilen münafıkların renklerini açığa çıkartıp kimliklerini belirledikten
sonra onları iyice köşeye sıkıştırıp yalnızlığa itti ve tesir alanlarını
daralttıkça daraltarak dünyayı kendilerine zindan eyledi. Sonra da kendilerini
Allah'a ve O'nun dinine adayan hakiki mü'minlerin Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla savaştıklarını ve savaşacaklarını en anlamlı ve duyarlı sözlerle
açıkladı.
Böylece bu konuda da
Kur'ân hakla bâtılı karşılaştırdı. Mukayeseler yaptı. Misaller getirdi. Önce
duygulara, sonra düşüncelere, daha sonra da akla seslenerek, aklını, vicdanını,
idrâkini haktan yana âtıl durumda bırakan insanları uyardı. Ortada bir gerçek
varsa, mutlaka onun karşısında gerçek dışı bir şeyin bulunduğuna, sahnede inkâr
ve azgınlık varsa, herhalde onun karşısına çıkan bir imân ve irfanın
mevcudiyetine atıflar yaptı. Verilecek ceza ve mükâfatın, inanç ve amele göre
olacağını, İyilik ve fazîfetin mutlaka saadetle karşılık göreceğini; kötülük ve
inkârın mutlaka hüsranla neticeleneceğini en kesin çizgileriyle açıkladı.
Tebûk seferine böyle
bir imân ve irfanla çıkan mü'minlerin bu bapta en güzel misal teşkil ettikleri;
bütün iyilik ve hayırlı sonuçların böyle bir imânla gerçekleştiği çok veciz bir
üslûpla kalb ve kafalara neşter vurur-casına işlendi...
Böylece dünyada da,
âhirette de döneklere, korkaklara, uyuşuklara, inançsızlara rahat ve huzur
olmadığını anlıyoruz. Cennet'in ise, imanlı, azimli, cömert, âlicenap, iyilik
seven, kötülükten nefret eden; gerektiğinde malını ve canını Allah yolunda
feda etmekten çekinmeyen kişiler için hazırlandığından hiç şüphe etmiyoruz. [238]
Yukarıdaki âyetlerle
hakiki mü'minlerin kendilerini Allah yoluna nasıl vakfettikleri ve o sebeple
onlara verilecek mükâfatın büyüklüğü ve devamlılığı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Tebûk seferine hazırlanırken Bedevilerden bir kısmının Allah'a ve Peygamberine
karşı yalan söyleyerek savaşa katılmamak için mazeretler uydurdukları konu
ediliyor, bu ihmal ve uyuşukluklarının inkârdan kaynaklanmış olanlarına elem
verici bir azabın dokunacağı haber veriliyor. Bu arada savaşa çıkacak güçte
olmayan hastalar ve malî imkânı olmayanlara bir sorumluluk düşmediği, sadece
iman temeli üzerinde gelişen iyi niyet ve düşüncelerine itibar edileceği çok
anlamlı bir ifadeyle açıklanıyor. Savaşa çıkmak için binek bulamıyaniarın
durumuna dikkatler çekilerek o yüzden savaşa katılamadıklarından dolayı kınanmıya-cakiarı
bildiriliyor. [239]
90 Bedevilerden kendilerine izin verilsin
diye özür beyân edenler geldiler; Allah'a ve Peygamberine karşı yalan
söyleyenler de evlerinde otu"rdu'ar; bunlardan kâfir olanlara elbette elem
verici bir azap dokunacaklar.
91—
Zayıflara, hastalara ve (savaşta) sarfedeceklerini bulamıyanlara -Allah ve
Peygamberine bağlı kalıp hayırlı davrandıkları takdirde- bir sorumluluk ve
sakınca yoktur. İyilikte bulunmayı prensip edinenleri kınamaya yol yoktur.
Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
92— Binek veresin diye sana geldikle inde, «sizi
bindirecek binek bulamıyorum» dediğin zaman, Allah yolunda harcayacak bir şey
bulamadıklarına üzülerek göz yaşı döke döke dönüp gidenlere de kınama-ayıplama
yoktur.
93— Kınama ve ayıplamaya yol, ancak zengin
oldukları halde senden izin isteyip geriye kalanlar, (kadınlar)la beraber
olmaya razı olanlardır. Alfah da bunların kalblerini mühürledi, artık (sonun ne
olacağını) bilmezler.
Tabiînden Dahhak'a
göre, Medine çevresindeki bedevilerden Amr b. Tufayl kabilesine mensup bîr grup
temsilci Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek, savaşa çıktıkları takdirde
diğer kabilelerin fırsatı ganimet sayacaklarını, gelip evlerini ve mallarını
basarak yağma edeceklerini ileri sürdüler ve sefere katılmamaları için ruhsat
istediler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onlara, «Allah sizin hakkınızda gereken
haberi verecek. Allah bizi sizden (sizin yardımınızdan) müstağni kılacak ve pek
yakında bu gerçekleşecektir!» buyurdu. Yukarıdaki âyetler o sebeple indirildi.
Diğer yandan,
bedevilerden Esed veya Gatafan oğullarının da savaşa katılmamak için gelip özür
beyân ettikleri rivayet edilmektedir. [240]
Yine bu konuda yapılan
rivayetler arasında şu olay da yer almaktadır:
Ashab-ı Kirâm'dan Zeyd
b. Sabit (R.A.) anlatıyor: Savaş emri inince, bir âmâ gelerek Resûlüllah'a
(A.S.) durumunu arzetti: «Savaşa çıkamıyorum, benim hâlim ne olacak?» dedi.
Bunun üzerine 91. âyet indi. [241]
İbn Abbas'dan (R.A.)
yapılan rivayette deniliyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına kendisiyle
birlikte savaşa çıkmalarını emretti. Bunun üzerine bir topluluk gelip
Resûlüllah'tan (A.S.) binek istediler. Resûlüllah da (A.S.) onlara : «Vallahi
size verecek binek bulamıyorum» diyerek durumu anlattı. Onlar da savaşa katılma
imkânı elde edemediklerinden dolayı çok üzüldüler ve ağlayarak geri döndüler.
Hepsi de savaşa katılmak için can atıyor, ama Şam dolaylarına kadar çok sıeak
bir mevsimde bineksiz, nevalesiz gidilemiyeceğini bildiklerinden dolayı,
üzülüyorlardı. Bunun üzerine 92. âyet indi. [242]
«And olsun ki,
Medine'de yerinize öyle bir topluluk bıraktınız ki, ne kadar Allah için bir şey
harcar, ne kadar bir vadiyi aşar ve ne kadar bir düşmandan bir şey elde
ederseniz, mutlaka onlar da sevap ve mükâfatta size ortak olmuşlardır.» [243]
«Şüphesiz ki Medine'de
birkaç grup var ki, siz (ey gaziler!) ne kadar bir vadiyi aşar ve ne kadar bir
yol yürürseniz, mutlaka onlar da sizinle beraberdirler!»
Bunun üzerine Ashab-ı
Kiram sordu :
— Ya Resûlellah! nasıl
olur bu, onlar bizim yanımızda değil, Medine'de bulunuyorlar?! Cevap verdi:
— Evet, ama onları meşru özürleri (bu sefere
çıkmaktan) alıkoydu [244]
«Yemin ederim ki,
Medine'de geriye öyle erkekler bıraktınız ki, ne kadar bir vadiyi aşar ve ne
kadar bir yolda yürürseniz, mutlaka ecirde (mükâfatta) size ortaktırlar.
Hastalık (ve benzeri mazeretler) onları alıkoydu (ama kalbleri sizinle
beraberdir).» [245]
Resûlüllah (A.S,)
şöyle buyurdu:
«Din nasihattir, din
nasihattir, din nasihattir!»
Bunun üzerine soruldu
:
— Ya Resûlellah! kime nasihattir? Cevap verdi:
— Allah'a,
kitabına, peygamberine, müslüman
liderlerine ve bütün müslümanlara... [246]
Açıklama :
Mim adamları bu son
hadîsin yorumunu şöyle yapmışlardır:
Allah'a nasihat: O'nun
varlığına, birliğine şüpheden uzak ve katıksız
şekilde imân etmek,
O'nu uluhiyet sıfatlarıyla vasfetmek, her türlü noksanlıktan tenzîh edip
sevdiği şeyleri sevmek, sevmediğ1 şeyleri sevmemektir.
Peygambere nasihat:
O'nun peygamberliğini tasdik etmek, emir ve yasaklarına uymak, dostlarına dost
olmak, düşmanlarına düşman olmak; s her yerde ve her zaman Peygamber'e saygılı
olmak, ehl-i beytini ve ashabını sevmek; sünnetini hem yaşamak, hem de
yaşatmaktır. Kısacası, O'nun ahlakıyla ardaklanmaktır.
Kitaba nasihat: O'nu
okumak, getirdiği hükümleri anlamaya çalışmak, kötü niyetlileri ondan
uzaklaştırmak, onu öğrenmek ve öğretmek, içindeki bütün hükümlerle amel
etmektir.
Müslüman liderlere
nasihat: Onlara karşı gelmemek, onları gerektiğinde hakka ve doğruya irşat
etmek, gaflet ettikleri önemli meselelerde onları uyarmak ve meşru buyruklarına
itaat etmektir.
Müslümanlara nasihat:
Onları sevmek, kin ve düşmanlık gütmemek, gerektiğinde onları irşat etmek,
salih olanlarını daha cok sevip saygı duymak, hepsine saygı duyup hayırla dua
etmek ve yardımcı olmaktır. [247]
«Bedevilerden
kendilerine izin verilsin diye özür beyan edenler geldiler...»
Savaşa katılma
hususunda ikiye ayrıldıkları anlaşılıyor; bir grup samimi idiler, gerçekten
birtakım mazeretleri bulunuyordu. O bakımdan Re-sülüllah'a (A.S.) gelerek izin
istediler. Diğer bir grup ise, nezaket ve saygı göstermeksizin Peygamberin
(A.S.) çağrısına kulak vermeyerek evlerinde oturdular. Kur'ân'da ilgili
âyetlerle bu iki gruptan hangisinin münafık olduğu açıklanıyor ve böylece mü'minlere,
onları teşhîs. imkânı veriliyor: Özürlerini beyân edip izin istemek üzere
gelenlerin samimi oldukları; Allah'a ve Peygamberine karşı yalan söyleyerek
evlerinde oturup Peygamber'-in (A.S.) dâvetine olumlu cevap vermeyenlerin ise,
münafık oldukları anlaşılıyor. [248]
«Zayıflara, hastalara
ve (savaşta) sarfedeceklerini bulamayanlara -Allah ve Peygamberine bağlı kalıp
hayırlı davrandıkları takdirde- bir sorumluluk ve sakınca yoktur.»
İslâm, bunlann
mazeretlerini dikkate almakla yetinmiyor; Allah ve peygamberine bağlı kalıp,
Allah'a, Peygambere, Kitaba ve Müslüman liderlere, sonra da bütün Müslümanlara
nasihatçı, yani hayırhah olmaları halinde sorumluluktan kurtulacaklarını
hatırlatıyor.
O halde İslâm, her kişiden
Allah ve din adına gücünün yeteceği nis-bette hizmet ve fedakârlık bekliyor.
Zayıf ve hasta, özürlü ve sakatların savaşa bedenen katılma imkânları elbette
yoktur, ama dine hizmet, insanlara faydalı olma sadece savaşa çıkmaktan ibaret
değildir, sayılmıyacak kadar çareler, imkânlar ve fırsatlar söz konusudur. O
bakımdan İslâm bunları da kendi hallerine bırakmıyor. Bulundukları yerde Allah
yolunda -kendi bilgi ve imkânları nisbetinde- hizmet etmeleri emrediliyor.
Çünkü Allah'a dosdoğru imân eden kimse, hasta da olsa, sakat da bulunsa
başkasına yük değil, yardımcıdır. Onların da kendilerine göre birtakım
görevleri, yapacakları hizmetleri, gösterebilecekleri iyilikleri vardır.
İşte gerçek anlayışlı
ve şuurlu her müslümanın ölçüsü böylece belirlenmiştir. Kör de olsa, topal da
olsa; güçsüz ve hasta da bulunsa, ataleti atıp imân aksiyonuyla hizmet alanında
kendisine ayrılan kısımda yerini almasını bilir. Aksi halde başkasına yük olup
atıl bir ömür geçirmekle hep günahkâr sayılır. Ancak hiçbir hizmete imkân bulamayanlar
bu genellemenin dışındadırlar.
Şehirlerde ve
kasabalarda oturan münafıklarla, taşralı münafıklardan mazeret uydurup savaşa
katılmayanlar, hizmette bulunup hayırhah davranacakları yerde fitne ve fesat
çıkardılar; söz ve davranışlarıyla küfre saptılar. O bakımdan tevbe etmeden,
dönüş yapmadan ölenlerin cenaze namazlarının Resûlüliah (A.S.) ve mü'minler
tarafından kılınmasına cevaz verilmedi ve elem verici bir azabın o gibilerini
beklediği açıklandı.
Şüphesiz ki, Kur'an'ın
bu hükmü her devirde geçerlidir. İçindeki küfrünü dışarı vurup rengini belli
eden dönek hiçbir münafıkın cenaze namazını kılmak çâiz değildir. [249]
«Allah da bunların
kalblerini mühürledi; artık (sonun ne olacağını) bilmezler.»
İslâm'da devlet ve
milletin varlığı ve esenliği, beş gücün varlığına dayanır :
1— Allah'a, Peygamber'e ve Âhiret gününe
dosdoğru imân etmek ve yeni nesilleri bu inanç ve irfanla donatmak.
2— Kur'ân ahlâkını ciddi bir programla ele alıp formüle etmek ve
eğitim yoluyla çocukların kalb ve kafalarına ustaca işlemek.
3— Devlet otoritesini kusursuz, fakat âdil
ölçülerle işler duruma getirmek ve devamını sağlamak.
4— Ekonomik gücü yeterli hale getirmek ve gelir dağılımının hizmetler ve verimlilikler kıstas tutularak
eşit tutulması suretiyle sağlam bir denge kurmak.
5— İnanan disiplinli bir ordunun her an savaşa
hazır durumda beklemesini ve inanmayanların ayıklanmasını sağlamak...
Tevbe sûresinde
özellikle bu beş gücün varlığına ağırlık kazandırılıyor; hür ve bağımsız
yaşayabilmenin, savaşa hazır duruma gelmekle mümkün olduğuna işaretle savaşın
hayatî önemi üzerinde duruluyor.
O bakımdan kendilerini
bu beş gücün tamamının, ya da mazeretleri olmadığı halde bunlardan bir kısmının
dışında tutup pasifize edenleri hem dünyada, hem de âhirette elem verici bir
azabın beklediği haber veriliyor. Sonra da kalb ve kafalarla bu beş güç
arasındaki kanalların kapanması üzerinde duruluyor. Bir insanın kalbinin
mühürlenip vurdum duymaz olması için sözü edilen kanalların kapanması yeterli
sebep olarak gösteriliyor. Kanalları açık tutanlar ise, ilâhî sünnete
uyanlardır ki, onlar hem dünyada, hem de âhirette mutlu ve huzurludurlar. [250]
Yukarıdaki âyetlerle
savaşa çağrının inananlarla inanmayanlar arasında bir kıstas olduğu
belirtildi. Böylece mazeret uydurup din ve devletin selâmeti uğruna savaşa
çıkmayanların katıksız münafık olduklarına dikkatler çekildi. Ciddi mazereti
olanların ise, o yüzden kınanmayacaklarına atıf yapıldı. Binek ve azık
bulamayanların savaşa çıkma imkânından mahrum kalmaları sebebiyle üzülüp
ağlamalarının, samimiyetlerinin başlıca belgesi olduğuna işaretle,
inanmayanların savaşa katılmalarının doğru olmayacağı hakkında bilgiler
verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
savaşta başarı sağlayan mü'minler evlerine dönecekleri zaman münafıkların
gelip özür dileyecekleri haber veriliyor. Böylece içlerindeki murdarlığın
büsbütün dışlarına vuracağı, o bakımdan Allah'ın onlardan hoşnut olmayacağı
hatırlatılıyor. [251]
94— Münafıklar (savaştan) döndüğünüzde sizden
özür dilerler. De ki: Özür dilemeyin! Elbette size inanmıyoruz. Allah
haberlerinizi bize açıkça bildirmiştir. Bundan böyle de Allah da, Peygamberi de
yaptıklarınızı görecek (ve değerlendirecek). Sonra da (ölüp) gizli ve açık her
şeyi hakkıyla bilen (Allah)e döndürüleceksiniz; O da yaptıklarınızı size bir
bir haber verecektir.
95— Kendilerine döndüğünüz zaman (kınama ve
ayıplamadan) vazgeçersiniz diye Allah ile yemîn edeceklerdir. Siz de onlara
(böyle yapmaktan) vazgeçin. Çünkü gerçekten onlar murdardırlar. Eyleşecekleri
yer de -kazandıkları şeye karşılık- Cehennem'dir.
96— Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemîn
ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile elbette Allah fâsıklar (ilâhî
sınırları aşıp itaat dışında kalanlardan razı olmaz.
Beğavî'nin tesbitine
göre, Tebûk seferine çıkmayan münafıkların sayısı sekseni aşıyordu. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, Romalıları korkutup Suriye sınırlarındaki bazı önemli
kabileleri İslâm'a soktuktan ve bazısını da haraca bağladıktan sonra şan ve
şerefle dönünce, münafıkların paçaları tutuştu ve özür dilemekten başka
çareleri kalmadı.
O sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [252]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de, mü'minlere, «Münafıklarla oturmayın ve
konuşmayın!» diye uyanda bulundu. [253]
«De ki: Özür
dilemeyin. Elbette size inanmıyoruz.»
İçlerindeki inkâr ve
nifakı atmadıkları sürece, ikiyüzlü, dönek ve kaypak münafıkların İslâm'da
yeri ve itibarı yoktur. Yemin etseler inanılmazlar, dalkavukluk etseler yüz
bulamazlar, yaltaklansalar itibar edilmezler, hoşnut etmeye çalışsalar, Allah
onlardan hoşnut olmaz.
İç yüzleri anlaşılıp
renklen iyice belli olduktan sonra onları kınayıp ayıplamanın artık bir anlamı
yoktur. Toplum içinde yalnızlığa itilmelerinden daha büyük ceza ve azap ne
olabilir? Şüphesiz ki, böyle bir önlem bir afaroz değildir, imân ile nifakın
birbirinden uzak kalmasını sağlamaya yönelik bir tedbirdir.. Ancak pişmanlık
duyup iyi niyet, samimi duygu düzeyinde hatâlarını itirafla tevbe ve
istiğfarda bulunurlarsa, o takdirde Allah'ın rahmet kapısı her ân açıktır;
zira Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Ölüm gelip boğaza
dayanmadan dönüş yapıp nedamet duyanları bağışlamak O'nun şânındandır.
Allah'ın adaleti
şaşmaz, ölçü ve tesbitleri yanılmaz; kim nereye yönelirse yönelsin, Hak'tan ne
kadar kaçarsa kaçsın, çok sürmez Allah'a döndürülmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.
O, kalblerdeki gizli-açık her şeyi hakkıyla bilendir. İnsanların işlediklerini,
günü, vakti ve saati gelince bir bir meydana koyar, gerekirse kirli
çamaşırlarını bir bir ortaya döker; ama hiç kimseye haksızlık etmez. Çünkü O,
zulmü hem kendisine, hem de kulları arasında haram kılmıştır. Herkes ancak
kazandığının, işlediğinin karşılığını noksansız görür. [254]
«Siz de onları
kınamaktan vazgeçin. Çünkü gerçekten onlar murdardırlar.»
Münafıkların
murdarlığı, biri manevî ve derûnî, diğeri maddî ve zahirîdir. İnkâr, nifak,
azgınlık ve kötülüklerle kalbini ve ruhunu kirleten kimse, iç yapısı
itibariyle murdarlaşmıştır. O nedenle ölünce ruhu Allah'ın rahmet ve inayet
huzuruna yükselemez. Zira o huzur, imân ve irfan temizliği içinde gelenleri
kabul eder. Dış yapıları itibariyle murdar sayılmalarının sebebi, aünüp
gezmeleri, beden ve elbiselerini İdrar serpintilerinden korumamaları; haram
lokma yemeğe devam etmeleri gibi şeyler gösterilebilir. O bakımdan nifak ve
inkârı ortaya çıkıp belli olanların cenaze namazları kılınmaz ve onlar için
duâ ve istiğfar edilmez.
Bir an düşünelim ki,
bazı mü'minler onlara yakınlık duyuyor ve öldüklerini duyduklarında onlar için
dua ve istiğfar ediyor, hoşnut olduklarını dile getirmek istiyorlar. Bunun
gerçekte bir değeri ve olumlu tesiri düşünülemez. Zira Allah onlardan asla
hoşnut değildir ve yapılan hiçbir duâ ve istiğfarı onlardan yana kabul etmez.
Hem küfür üzere öldüğü bilinen bir kimsenin ne namazı kılınır, ne de kabrinin
başına gidilerek duâ edilir.
Böylece İslâm, toplum
bünyesine sızan inkarcı ve nifakçıları tam kontrol altında tutmayı, alanı
onlara boş bırakmamayı, halk arasında dostsuz ve itibarsız kalmalarını
sağlamayı, gerçek bir mü'minin onlara yakınlık göstermesini yasaklamayı
değişmeyen bir prensip olarak benimsemiş ve uygulanmasını emretmiştir. Bu, bir
sandık içinde çürüyen birkaç meyvayı hemen müdahale edip ayıklamaya benzer;
ihmal edildiği takdirde sandıktaki bütün meyvaların çürümesine yoi açar. [255]
Yukarıdaki âyetlerle
günün şartlarına ve ortama göre renk değiştiren ve fakat hiçbir zaman samimi
olmayan münafıkların, Müslüman cemaatinden tecrit edilmeleri emredildi.
Onlardan o vaziyette ölenler için duâ ve istiğfar yapılmaması tenbîhle,
Allah'ın hiçbir suretle onlardan hoşnut olmadığı belirtildi. Çünkü ölmeden
evvel küfür ve nifaktan nedamet duymayan ve Hakk'a yönetmeyen kimselerin artık
bağışlanması söz konusu değildir.
Aşağıdaki âyetlerle
çölde yaşayan bedevilerin küfür ve nifakta daha ileri bir safhada
bulunduklarına dikkat çekiliyor. Çoğu böyle olmakla beraber, bir kısmının akıl
ve idrâkini kullanarak doğru yolu seçme basiretini gösterdiği ayrıca haber
veriliyor. [256]
97— Bedeviler küfür ve nifak bakımından daha
şiddetlidirler ve Allah'ın Peygamberine indirdiği (dinî hükümlerin) sınırlarım
bilmemeye, tanımamaya daha yatkın ve uyumludurlar. Allah her şeyi bilen, her
şeyi hikmetle yürütendir.
98— Bedevilerden öylesi de var ki, (Allah yolunda
harcadığını) cerî-me sayar ve (kurtulmak için) başınıza türlü belâların
gelmesini bekleyip dururlar; belâlar onların başına... Allah her şeyi
işitendir, bilendir.
99— Yine Bedevilerden öyleleri de var ki,
Allah'a, Âhiret gününe imân ederler. (Allah yolunda) harcadıklarını Allah
katında yakınlıklara ve Peygamberin dualarına (lâyık olmaya vesile) edinirler,
iyi bilin ki bu onlar için
Allah katında bir
yakınlıktır. Allah onları rahmetine lâyık görüp kavuşturacaktır. Şüphesiz ki
Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
«Çölde oturan kendine
eziyet eder. Av peşinde koşup duran (bir amaçsızlık ve) gaflete kendini sokar.
Sultana gelip (yaltaklanan) ise, fitneye uğrar.» [257]
«(Medenî olan) Eşlem
kabilesini Allah selâmete eriştirsin. Gıffar kabilesini de Allah mağfiretine
nail eylesin!» [258]
«Kureyş, Ansar,
Cüheyne, Müzeyne, Eşlem, Eşca' ve Gıffar kabileleri efendidirler, onlar
üzerinde başkalarının efendiliği yoktur; Allah ve Resulünün büyüklüğü
müstesna...» [259]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ilgili âyetin ışığında, insanları medenice yaşamaya davet etmekte;
çölün atalete itici, imân ve irfanı köreltici, boş şeyler peşinde koşturucu
hayatından uzak kalmayı tavsiye ile şehir ve kasaba hayatının lüzumuna işaret
etmektedir.
Nitekim efendi diye
tanıttığı yedi kabilenin şehir ve kasabalarda oturdukları bilinmektedir. [260]
Kur'ân bu âyetlerle
medeniyetin her çeşit meşru nîmetlerinden yoksun, çok ibtidaî bir hayat süren
çöldeki göçebe bedevileri konu edinerek, İslâm'ın benzersiz ıslâh ve terbiye
usûl ve yöntemiyle o insanları nasıl medenî yaptığına atıfta bulunuyor.
Asırlarca kendi kader çizgilerinde ilim ve irfandan, terbiye ve edepten, hakseverlik
ve faziletten yoksun; kabalık ve hırçınlıkta çok ileri olan bedevileri -ilâhî
sistemin yönlendirici tezgâhında- eğitip şekillendiren, doğru yola getirip
medenileştiren, okutup bilgi sahibi yapan İslâm'ın, diğer ilkel kabile ve
milletleri de ıslâh edip eğitmesi çok daha kolay değil midir? Yeter ki
İslâm'ın bu kudret ve eşsiz metodunu bilimsel olarak uygulayanlar bulunsun..
Kur'ân, bedevilerin
değişik ve farklı dört ana vasıfları bulunduğunu belirtirken, onları diğer
millet ve toplumlarla kıyas etme imkânını veriyor ve böylece her maddesiyle
İslâm'ın eğitimdeki zaferini gözler önüne seriyor:
1— Bedevîİer her türlü medenî imkânlardan mahrum
bulunuyorlardı.
2— Tek tanrı inancını ret ve inkârda çok daha
ileri bir düzeyde idiler.
3— Döneklikte, ikiyüzlülükte, menfaatperestlikte
şaşılacak kadar kurnazdılar. İlâhî buyruklara kulaklarını tıkayıp inkâr ve
nifakta çok şiddetli idiler.
4— Hak
dinler hakkında kayda değer hiçbir bilgi ve duyguya pek sahip bulunmadıkları
için de ilâhî hiçbir sınır tanımıyorlardı.
«Bedeviler küfür ve
nifakta daha şiddetlidirler ve Allah'ın Peygamberine indirdiği (dini
hükümlerin) sınırlarını bilmemeye, tanımamaya daha yatkın ve uyumludurlar..»
mealindeki âyet onların bu dört vasfını özetlemektedir. [261]
Kur'ân, ilgili
âyetlerle bedevilerin üç gruba ayrıldığını belirterek irşat ve tebliğde nasıl
bir zorlukla karşılaşıldığına işarette bulunuyor:
a) Küfür ve
nifakta çok aşırı
olup, koyu bir
putperestlik içinde ömür
tüketenler. Bunlar, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in tebliğ ve irşadına
kulaklarını tıkayıp ilâhî çağrıdan rahatsızlık duyanlardı.
b) İslâm'ın parlak zaferleri, düşmanlarını
ezecek bir güce sahip bulunması karşısında, başka çare bulamayınca sırf
zevahiri kurtarmak için İslâm'ı kabul edip içlerinde cehalet ve küfrün
karanlığını taşıyan ve Alİah yolunda istemiyerek harcadığı her dirhemi bir
cerime sayanlar.
c) Allah ve
Peygamberine dosdoğru imân edip Allah yolunda harca-dıklarıyla, Allah ve
Peygamberin hoşnutluklarına erişmeyi dileyenler.
Birinciler katıksız
kâfirler, ikinciler katıksız münafıklar, üçüncüler katıksız mü'minlerdir.
Üçüncülerin örnek hali ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in yanındaki şereflen
bakımından, ileride birçok bedevi kabilelerin doğru yolu seçmelerine sebep
olduklarını, iyi bir çığır açıp diğer bedevileri medenî bir hayata
yaklaştırmakta öncülük ettiklerini tarihler kaydetmektedir. Zira Kur'ân'ın
parlak nurunu yansıtmasını bilen iyilerin zaferi her çağda ve dönemde başarılı
olur.
Kur'ân'da bedevilerin
sözünü ettiğimiz üç ayrı zümresinden bahsedil-mesinde üç önemli hikmetin
mevcudiyetini düşünebiliriz:
Birincisi, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in öylesine kaba ve hırçın, kaypak ve dönek insanlarla nasıl
çetin, fakat seviyeli bir mücadele örneği vermesidir. İkincisi, İslâm dininin
insanları eğitip yetiştirmesindeki başarı grafiğinin çok yüksek olmasıdır.
Üçüncüsü, İsiâm âleminin her çağda bu üç zümreyle karşıkarşıya bulunmasıdır. [262]
Şehir ve kasabalarda
yaşayan araba «arabî» denilir. Çoğulu «urûb» gelir. Çölde yaşayana «a'rabî»
denilir. Çoğulu «a'rab» ve «eârib» gelir. [263]
Yukarıdaki âyetlerle
İslâm'ın cahil bedevilerle nasıl bir mücadele verdiğine işaret edildi.
İslâm'ın bütünüyle ilâhî metoda dayalı terbiye sisteminin olağanüstü bir
başarı sağladığına atıf yapılarak son dinin büyük bir ıslâh hareketiyle işe
başladığı belirtildi. Sonra da hırçın ve o nisbette kaba ve cahil bedevileri
doğru yola getirmede izlenen irşat metodu kısmen açıklandı.
Aşağıdaki âyetle,
İslâm'a ilk giren Muhacirin ve Ansar övülüyor ve fazilet yarışında bu iki
bahtiyar zümrenin önde yürüdüğü misal veriliyor. Sonra da onlara âhirette
hazırlanan sonsuz saadetin çok daha büyük olduğuna dikkat çekilerek doğruyu,
hakkı, fazileti erken seçmenin yararları en anlamlı şekilde işleniyor. [264]
100— Muhacir
ve Ansar'dan (hicret etmede ve Peygamber'e yardımda) yarışırcasına öne geçen
ilk (grupta gelen)ler ve onlara iyilik ve güzellikle uyanlardan Allah razı
oldu; onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlar için, altlarından
ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetler hazırlamıştır. İşte bu en
büyük kurtuluştur.
«Ashabıma dil
uzatmayın. Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın (Alları yolunda) harcasa, yine
de onların ne bir avuç, ne de yarım avuç harcamasına (onun Allah katındaki
kıymetinin seviyesine) erişebilir.» [265]
«Kim ashabımı severse,
bana sevgisinden dolayı (onfarı) sever; kim de onları sevmezse, bana olan
sevgisizliğinden dolayı (onları) sevmez,»[266]
«Mü'minin alâmeti,
Ansan sevmektir. Nifakın alâmeti ise, Ansan sevmemektir.» [267]
«İnsanların hayırlısı,
beni görüp bana uyan kuşaktır. Sonra da onları takip edenler ve sonra da o
takip edenleri takip edenlerdir...» [268]
Râvî, bu takip
edenlerin iki mi, üç mü olduğunda tereddüt etmiştir. [269]
«Muhacirin ve
Ansar'dan (hicret etmede ve Peygamber'e yardımda) yarışırcasına öne geçen ilk
(grupta ge-len)ler ve onlara iyilik ve güzellikle uyanlardan Allah razı oldu.»
Kur'ân'da bu
bahtiyarlara «es-Sâbikune'1-evvelûn» denilmektedir. «Sabık» öne geçen, erken
hareket eden; «evvebde iik, önce gibi manalara gelir. Bunlar kimlerdir? Muhacir
ve Ansar'dan olduklan kesindir; ancak bu iki grup arasından ilk hicret edenler
kimlerdir veya bu unvanı alanlar kimlerdir?
Yapılan çeşitli
rivayetlerden, ilim adamlarının görüş ve tesbitlerinin biraz farklı olduğu
anlaşılıyor:
a) Tabiînden Saîd b. Müseyyeb'e göre, iki
kıbleye yönelip namaz kılma dönemine yetişen ashab-ı kirâmdır. Bilindiği gibi,
Mekke'deki Kabe'ye yönelip namaz kılınmadan önce Müslümanlar Kudüs'teki
Beytü'l-makdis'e doğru namaz kılıyorlardı. Sonra kıblenin değiştirilmesiyle
ilgili Bakara sûresi 144 ve 150. âyetler inince, Müslümanlar artık beş vakit
namazda ve diğer nafile namazlarda Kabe'ye yöneldiler. Katade ve İbn Sirîn de
aynı görüştedirler.
b) Ata' b. Ebî Rebah'a göre. Bedir savaşına
katılan mü'minlerdir.
c) Şa'bî'ye göre, Hudeybiye'de
Bey'âtü'r-Ridvânda bulunanlardır. Tarihçilerin tesbitine göre, o gün
Hudeybiye'de 1400 sahabi bulunuyordu.
d) Ünlü müfessir Muhammed b. Kâb el-Kurazî'ye
göre, ashab-ı kiramın hepsidir. Çünkü herkesten önce onlar Hz. Peygamber'e
(A.S.) arkadaş olma fazilet ve bahtiyarlığına erişmişlerdir.
e) Müfessir Fahruddin Râzî'ye göre, ilk hicret
edenler ve Peygamber (A.S.) Efendimiz'e iik yardım edenlerdir.
Bu tesbit ve
görüşlerin hemen hepsinde büyük çapta hakikat payı vardır, hattâ hepsi de
isabetlidir, diyebiliriz. Nitekim Cumu'a sûresinin baş kısmında. Haşır
sûresinde ve Enfâl sûresinde bu konuya ayrı ayrı ifadelerle temas edilmiştir.
One geçip ilk olmak üç
şeyle gerçekleşir:
1— Samimi imân
2— Zaman
3— Mekân..
O halde Resûlüllah
(A.S.) Eferidimiz'e ilk uyanlar, ilk hicret edenler, ilk yardımda bulunanlar,
Bedir savaşına ilk katılanlar, Hudeybiye'de bey'-atte ilk bulunanlar,
Kur'ân'daki deyimin kapsamına girmektedir. Sonra da sözünü ettiğimiz
bahtiyarlara iyilik ve güzellikle uyanlar gelir ki, onlara «Tabiîn» deniliyor.
Öyle ki, Ashab-ı Kirâm'ı iyilik, hayır ve fazîlette örnek edinen ve bu
hususlarda onlara samimiyetle uyanlar söz konusudur.
Böylece âyet-i kerîme,
haktan yana ele geçen ilk fırsatı aklım ve idrâkini kullanıp yeterince
değerlendirenleri ve onlara samimiyetle uyanları «İlâhî rızâ» mertebesiyle
müjdelerken; hâlâ inkâr ve nifak bataklığında bocalayıp bir ömür tüketenleri
kınamakta, kaçırdıkları saadetin hiçbir şeyle telâfi edilemiyeceğine işaret
etmektedir. [270]
«Allah onlardan razı
oldu, onlar da Allah'tan razı oldular...»
Allah (c.c), ilk
hicret edenlerle, ilk yardımda bulunanları ve bu iki bahtiyar mü'minlere gönül
yatişkanlığı içinde iyilikle, güzellikle uyanları övüyor. Zira gerek Mekke'den
Habeşistan'a, gerekse Mekke'den Medine'ye ilk hicret edenlerin büyük bir
fedakârlık ve fazîlet örneği verdikleri muhakkaktır. Bunları kısaca
sıralayacak olursak, gösterilen fedakârlığın mana ve büyüklüğünü daha iyi
anlamış oluruz :
1— Evini, yurdunu, malını ve hısımlarını
terketmeleri,
2— Allah'tan başka dayanakları olmadığı halde yabancı
bir ülkeye veya beldeye göç etmeleri,
Allah ve gönderdiği
din uğrunda her şeylerini feda etmekten çe-kinmemeleri, üstelik bunu
gerçekleştirdikleri oranda mutluluk ve huzur duymaları..
İşte bu üç husustur
ki, onları rızâ mertebesine yükseltmiştir. Sonra da bu bahtiyarlara samimiyetle
uyanlar gelmektedir. Gerçi bu ikinciler de rızâ mertebesine lâyık
görülmüşlerdir; ama gerek hicret, gerekse Resûlül-lah'ın (A.S.) en sıkışık
günlerinde İslâmiyetin kök salıp gelişmesi için yapılan yardım sebebiyle
açılan yol, ortada duran misailer ve hazırlanmış bir ortam bulunuyordu. O
bakımdan birincilerin imân, azim, fedakârlık ve fazileti ölçü kabul etmez bir
dereceye yükselmiştir.
Mekke müşriklerini son
dereee tedirgin eden husus, hic3t edenlerin Medine'de Ansar tarafından sfcak
bir ilgi, samimi bir duyou ve göz yaşar-
tan sevinçli bir hava
içinde karşılanmaları ve gereken her türlü yardımı yapmaları olmuştu. Şüphesiz
ki, bu da kıyamete kadar gelecek olan Müslümanlar için en güzel misaldir. Zira
Ansar bu ilgi ve davranışlarıyla bir anda bütün putperestleri ve çevrelerinde
kümelenen Yahudîleri kendi aleyhlerine çevirmiş oldular. Bu hiçbir zaman az bir
fedakârlık, küçük bir himmettir denilemez. Ama imân, İslâm, Kur'ân ve Peygamber
sevgisi ve her şeyin üstünde Allah rızâsı, onlara diğer bütün şeyleri önemsiz
göstermişti, öyle ki onların imân ve irfanı hiçbir engel tanımıyordu. Allah
hepsinden razı olsun.. [271]
Yukarıdaki âyetle, ilk
adımda kendilerini Allah'a ve Resûlüllah'a verip tam bir gönül yatışkanlığı ve
samimi niyet içinde her bakımdan İslâm'ın kök salıp gelişme ortamı bulmasına
yardımcı olan Muhacirin ve Ansar'dan Allah'ın hoşnut olduğu belirtildi ve bu
bahtiyarlar en güzel misal olarak gösterildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
yine Medine çevresindeki münafıklara ve Medine'nin içinde dişlerini İslâm
aleyhine bileyen içi küfür ve nifak dolu döneklere dikkat çekiliyor. İki türlü
azaba uğratılacakları hatırlatılarak dönüş yapmaları isteniliyor. Sonra da
Tebûk seferine katılmayanlardan bir kısmının tevbesinin kabul edileceği umudu
veriliyor.
Arkasından İslâm
cemaatini bütünleştirip pekiştiren önemli unsurlardan biri olan zekât konusu
açıklanıyor. İslâm devletinin bu hususta devreye girmesine işaretle İslâm'da
çok önemli bir farzın aksamaması emrediliyor. Sonra da Hz. Peygamberin (A.S.)
günahkâr mü'minler ve dönüş yapanlar için duâ etmesi tavsiye edilerek, bu
duanın onlara sükûnet ve huzur vereceği açıklanıyor. [272]
101—
Çevrenizdeki Bedevi! er'den bir kısmı münafıktırlar. Medineli-ler'den de bir
kısmı münafıklıkta inatla ısrar etmekteler. Siz onları bilmezsiniz, biz
biliriz. Onları iki defa azaba uğratacağız. Sonra da büyük bir
azaba
döndürüleceklerdir.
102— (Tebûk Seferi'ne katılmayanlardan) diğer bir
kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli kötüsüyle karıştırdılar.
Allah'ın onların tev-besini kabul etmesi umulur. Şüphesiz ki Allah çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.
103— Onların mallarından zekât al ki, onunla
kendilerini temizler ve (günah ile kusurlarını) paklarsın; ayrıca onlara duâ
et, çünkü senin duan onlar için sükûnet ve gönül yatışkanlığıdır. Allah her
şeyi işitendir, bilendir.
104— Bilmediier mi ki, ancak Allah kullarının
tevbesini kabul eder; sadakalarını alır ve Allah'tır ancak tevbeleri çokça
kabul eden ve çok merhamet eden.
105— De ki: İstediğiniz şekilde amel edin. Allah
işlediğinizi görüp (değerlendirecektir). Peygamberi de, mü'minler de sizin
yaptıklarınızı görüp (gerekeni yapacaklardır). Sonra da gizli açık herşeyi
bilen (Yüce Kud-ret'e) döndürüleceksiniz; O da amel edegeldiğiniz şeyleri bir
bir size haber verecektir.
106— (Tebûk Seferi'ne katılmayanlardan) başka bir
kısmı da Allah'ın vereceği hükme bırakılmışlardır; ya onlara azap eder ya da
tevbe nasîb edip pişmanlıklarını kabul eder. Allah her şeyi bilendir, her şeyi
hikmetle yürütendir.
Medine çevresinde
Cüheyne, Müzeyne, Eşca', Eşlem ve Gıffar kabileleri arasında sayılan az da
olsa birtakim münafıklar kümelenmiş bulunuyordu. 101. âyet bunu açıklar
mahiyette inmiştir. [273]
Tebûk seferine
katılmayıp evlerinde kadınlarla birlikte gölgeliklerde oturmayı tercih
edenlerin çoğu, çok geçmeden pişmanlık duymuş ve : «Peygamber (A.S.) Efendimiz
arkadaşlarıyla birlikte şu sıcak mevsimde Suriye sınırlarında düşmanla
savaşırlarken biz gölgeliklerde oturup nefislerimizin arzularını yerine
getirmekle meşgul oluyoruz; yazıklar olsun bize!» diyerek günahlarını itiraf
etmişler ve kendilerini Mescid'deki sütunlara bağlayarak, «Resûlülİah (A.S.}
Efendimiz bizi kabul edip çözmedikçe bu sütunlara bağlı kalacağız» diyerek
affedilmelerini beklemişlerdir.
Onun üzerine 102. âyet
indi. Resûlülİah (A.S.) Efendimiz onların bağtarım çözdürerek kendilerini kabul
etti. [274]
Savaştan geri
kalanlardan üç kişi hakkında ise, ilâhî beyânın inmesi beklendi ki onlar, Kâb
b. Mâlik, Mirare b. Rebî' ve Hilâl b. Umeyye idi. 106. âyetin de onlar hakkında
indiği söylenir. [275]
Günahlarını itiraf
edenler ise, başta Ebû Lübabe olmak üzere mallarının tamamını Allah yolunda
harcamaya azmettilerse de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onların mevcut mallarının
üçte birini harcamalarını kâfi gördü. O sebeple de «Onların mallarından zekât
al ki, onunla kendilerini temizler ve (günah ile kusurlarını) paklarsın!»
mealindeki 103. âyet indi. [276]
Abdullah b. Ebî Evfâ
(R.A.) anlatıyor:
— Bir kabile
üzerlerine farz olan zekâtı getirip Peygamber (A.S.) Efendimize teslim edince,
Peygamber (A.S.), «Allahım! rahmetini onlara indir» diye duâ ederdi. Bir gün
babam da zekâtını getirip teslîm ettiğinde, Peygamber (A.S.) Efendimiz,
«Allahım! Ebû Evfâ ailesine rahmetini indir» diye duâ etti. [277]
«Sizden biriniz helâl
ve temiz kazancından elde ettiğinin zekâtını vermeye görsün, mutlaka Allah onu
sağ eliyle (rahmet ve gufranıyla) alıp kabul eder. Hem Allah ancak helâl ve
temiz olanını kabul eder; isterse o bir hurma olsun, Rahman (olan Allah'ın)
elinde, sizden birinizin tayını veya deve yavrusunu besleyip büyüttüğü gibi,
gelişip artarak dağdan daha büyük olur.» [278]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz buyurdu :
«Bu gece (mânada) iki
melek gelerek beni, bir kerpici altından, biri gümüşten yapılı bir şehre alıp
götürdüler. Orada bazı adamlar bizi karşıladılar ki herbirinin bedeninin
yarısı gördüğüm en güzel biçimde, diğer yarısı da gördüğüm en çirkin şekilde
idi. Beni götüren melekler, onlara: Haydi şu ırmağa giriniz! dediler. Onlar da
girip çıktıktan sonra bize döndüklerinde, o kötü tarafları giderilmiş de en
güzel şekle dönüşmüştü. Melekler bana: «İşte burası Adn Cenneti'dir. Şurası da
senin konağındır. Şu adamların yarı kısımlarının güzel, yarı kısımlarının da
çirkinliği, iyi ameli kötü amele karıştırmalarındandır. Allah onları
bağışladı,» dediler.» [279]
«Sizden biriniz,
kapısı ve penceresi olmayan çok sert bir kayanın içinde dahi amel eder, bir
fiil işlerse, Allah mutlaka bir gün, nerede olursa olsun onun iş ve amelini
insanlara (göstermek üzere ortaya) çıkaracaktır.»[280]
«Şüphesiz ki, sizin
işledikleriniz kabirlerdeki hısımlarınıza, bağlı bulunduğunuz kabile halkına
arzolunur. Hayırlı ise, onlar sevinirler; kötü ise, Allahım! ona ilhamda bulun
da sana itaat üzere amel etsin, diye duâ ederler.» [281]
«Allah bir kulu
hakkında hayır dilediği zaman, ölümünden önce onu kullanır.»
Bunun üzerine soruldu
:
— Ya Resûlellah! nasıl kullanır? Buyurdu ki:
— «Onu sâlih amelde bulunmaya muvaffak kılar,
sonra da canını alır.» [282]
Isfâm, ilgili
âyetlerin ışığı altında, Tebûk seferinden sonra, artık yıkılmayacak, güveni
sarsılmayacak sağlam bir otorite ortaya koymayı plânladı. Başıboşluğa alışık
olan, disiplin altına girmek istemiyen kasabalı ve badiyeü her insanı hizaya
getirmenin ve belli bir disiplin altında tutmanın zamanı geldiğini
belirleyerek, işe başladı. İnen âyetler, münafıkları bir bir teşhîr ederken Hz.
Muhammed (A.S.) Efendimiz rahmet ve iyilik yansıtan metoduyla onları doğru yola
davet edip küfürden kurtarma çarelerini araştırıyordu. Kısa zamanda otorite
sağlandı, Yahudi ve münafıkların dili kısaldı, herkes kurulan yeni düzen
içinde yerini alma zorunluğunu duydu. Böylece kendiliğinden bir idarî sistem
oluştu. [283]
«Onları iki defa azaba uğratacağız. Sonra da
büyük bir azaba döndürüleceklerdir.»
Her şeye rağmen
içindeki nifak kirini temizlemeyi düşünmeyen ikiyüzlü dönekler için üç ayrı
azap hazırlanmıştı. İlgili âyetlerle onlara son uyarılar yapılıyor ve dönüş
yapmaları için bir fırsat daha tanınıyordu. Aksi halde hem dünyada, hem de
âhirette kendilerini ilâhî azaptan kurtaramıya-cakları hatırlatılıyor ve
akıllarını iyice kullanmaları isteniliyordu. Sözü edilen üç ayrı azabı Cenâb-ı
Hak şöyle açıklıyordu:
1— İslâm fütuhatı karşısında,
putperestlerle münafıkların,
umutlarının boşa çıkması sebebiyle ister istemez Allah yolunda
harcanmak üzere verdikleri mal, içlerine dokunuyor ve onları devamlı rahatsız
ediyordu. Bu, onları için için kahreden bir azap idi. Çünkü inanmadıkları, arzu
etmedikleri halde İslâm'a yardım ediyorlardı.
2— İnen âyetlerle münafıkların rengi
belli olmuş, kimin ne olduğu rahatlıkla anlaşılmıştı. O yüzden
İslâm oemaati arasında hiçbir itibar ve sevgileri, dostluk ve güvenilirlikleri
kalmamıştı. İslâm toplumu bu parazitleri kendi bünyesinden koparıp atmış,
onları tam bir yalnızlığa itmişti. Şüphesiz ki, bu da onlar için başka bir
azap idi.
3— Âhirette ise, kendilerini çok elîm bir azabın
beklediği haberi de ister istemez onları rahatsız ediyor ve büsbütün şüphe ve
tereddütlerini arttırıyordu. Ancak pişmanlık duyup tevbe edenler, günahlarını
itiraf edip Hakk'a dosdoğru dönüş yapanlar müstesna... Çünkü Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir. [284]
«Onların mallarından
zekât al ki, onunla kendilerini temizler ve (günah ile kusurlarını) paklarsın.»
Müfessirler bu sadaka
hakkında farklı görüş ve tesbitlerde bulunmuşlardır. Onlardan bir kısmının
yorumunu özetliyerek veriyoruz:
a) İbn Abbas (R.A.) ve İkrimi'ye göre, âyetteki
«sadaka»dan maksat, farz olan zekâttır.
b) Tebûk seferine katılmayıp sonradan pişmanlık
duyarak mallarının
tamamını Allah yolunda
harcamak isteyen ve fakat Peygamber (A.S.) Efendimiz'in emriyle üçte birini
Allah yolunda harcayanlara mahsus bir sadakadır, farz olan zekât değildir.
Çünkü zekât, malın üçte biriyle değil, kırkta birine göre hesaplanıp çıkarılır.
Birincilerin tesbit ve
yorumu daha sahîh kabul edilmiştir. Fukahanın da çoğu bu âyetle zekât konusunun
çeşitli yönlerini istidlal ve istinbat etmişlerdir. [285]
Âyetle, zenginlerden
zekât alınıp fakirlere verilmesi emredilmektedir. Bu emir, başta Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e ve sonra da O'nun yolunda yürüyen liderleredir.
Müctehit imamlar,
zengin müslümanlar, farz olan zekâtı vermedikleri takdirde İslâm devleti, onu
bir vergi statüsünde ayrı bir fonda toplayıp, Kur'ân'da belirtilen sınıflara
dağıtmakla görevlidir, demişlerdir. Ama zenginler bu farizayı gönül
hoşnutluğuyla muhtaçlara verdikleri takdirde, devletin araya girmesine gerek
yoktur. Ancak bu emval-i batına ve zahirede farklı bir durum arzeder; şöyle ki,
bir müslümanın evinde, sandığında ve kasasında ne kadar altın ve para olduğunu
devlet kesin şekilde tesbit edemez. O bakımdan servetin bu kısmı, emvâl-ı
batına sayılır ve zekâtının çıkarılıp verilmesi, mü'minin imân, irfan ve
vicdanına bırakılır. Ortada gözle görülebilen mal ve serveti ise; emvâl-i
zahire sayılır ve müslü-man kişi onun zekâtını vermediği takdirde devlet
devreye girer. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanında ve dört halîfe
döneminde uygulama bu anlam ve ölçüde cereyan etmiştir. [286]
İlgili âyetle zekâtın
birçok yararlarından sadece sosyal yapıda sağlı-yacağı iki önemli husus
üzerinde duruluyor:
Birincisi, verenleri
vicdan huzuruna, ruh berraklığına ve iç temizliğine kavuşturması; buna paralel
olarak zekât alanları verenlere karşı iyi duygularla yaklaştırmasıdır.
İkincisi, sosyal
yapıyı sınıf kavgasından, zengin-fakir arasında oluşacak boşluktan, din
kardeşliğinin zedelenmesinden, dayanışma ve yardımlaşma gibi lüzumlu
hasletlerin dumura uğramasından uzak tutması ve böylece bu yapıyı birçok
kötülük tohumlarından temizleyip anndırmasıdır.
Sonuç olarak, zekât
veren ile onu alan arasında hırsızlık, gasp, faiz, hakstz sebeplerle tecavüz,
aşırı cimrilik gibi sosyal yapıyı durmadan kemiren fenalıkJara ortam
hazırlanmaz. Ruhla beden, dünya ile âhiret, madde ile mana arasında denge
kurulmasına büyük katkısı söz konusudur. [287]
Yukarıdaki âyetlerle,
Medine ve çevresindeki ikiyüzlü dönek, kaypak karakterde olan kişiler üzerinde
duruldu. Dosdoğru imân etmedikleri takdirde üç ayrı azap ile karşılık
verileceği açıklandı. Tebûk seferine katılmayanlardan bazısının tevbelerinin
kabul edileceği umudu belirtildi. Sonra da mü'minler arasında birlik ve
beraberliği sağlamada önemli rolü otan zekât konusu kısmen açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
İslâm birliğini zedelemek amacıyla Küba'da inşa edilen ikinci mescide {Mescid-i
Dirar) dikkat çekiliyor. İyi niyet ve takvadan uzak, bütünüyle tefrika
çıkartmaya yönelik o mescitte namaz kılınmasına müsaade edilmiyor. Küba'da
daha önce Resûlüllah (A.S.) tarafından yapılan mescitte takva sahibi ve
temizlenmeyi çok seven mü'minlerin bulunduğu belirtilerek ancak bu gibi
mescitlerde Allah'a ibâdet edileceği hatırlatılıyor ve dolayısıyla mü'minlere
zarar verme niyetiyle yapılan o mescidin yıkılıp yerle bir edilmesine işarette
bulunuluyor. [288]
107— Zarar vermek, küfrün gereğini yapmak, mü'minleri
bölmek; daha önce Allah ve Peygamber'i ile savaşanı gözetmek için mescid yapanlar
var ya, «biz bununla ancak iyilik arzu ettik» diye yemîn ederler. Allah da
onların yalancı olduğuna hiç şüphesiz şehâdet eder.
108— O mescidde hiçbir zaman (namaz için) durma.
İlk gününde takva (Allah korkusu, saygısı ve kötülükten korunma) üzere kurulan
mescidde durman daha lâyık ve uygundur. Onun içinde temizlenip arınmayı
sevenler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.
109— Yapısını, Allah'tan korkup (kötülüklerden)
sakınmak ve O'nun rızâsına erişmek (temeli ve niyeti) üzerine kuran mı
hayırlıdır, yoksa yapısını, çökmek üzere bulunan bir yar kenarına kurup da
onunla beraber Cehennem ateşine yıkılıp giden mi hayırlıdır? Allah zulmeden
topluluğu doğru yola eriştirmez,
110— Onların kurdukları yapı, kafblerinde hep bir
şüphe olarak kalacak; kalbleri didik didik oluncaya kadar (sürüp gidecek).
Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hikmetle yürütendir.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, hicret etmeden önce Medine'de Hazrec kabilesinden Ebû Âmir adında
hıristiyanlığı benimseyerek rahipleşmiş bir adam vardı. Tevrat ve İncil'i
okuyup halkı az-çok irşat edecek bilgiye sahip bulunuyordu. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Medine'ye hicret edince, başta Evs ve Hazrec olmak üzere birçok
kabileler İslâm'a girince, Ebû Âmir'in sahası iyice daraldı ve çok geçmeden bir
köşeye sıkışıp kaldı. Besjediği umutlar gerçekleşmeyince ve halk üzerindeki
tesirini kaybedince daha fazla dayanamıyarak Mekke'ye kaçtı. Putperestlerle
bir olup Uhut savaşını hazırlayanlar arasında bulundu. Bu sırada bağlı
bulunduğu kabileden yardım istediyse de yüz bulamadı. Bütün umutlarını Uhut savaşında
Müslümanların yok edileceği hayaline bağladı, ondan da umduğu sonuç çıkmayınca,
Şam'a göç- etti ve Kral Heraklius ile görüşme imkânı elde etti. Onu Müslümanlar
aleyhine inandırarak savaş hazırlığına başlamasını sağladı. Bununla da
yetinmiyerek Medine ve çevresindeki münafıklara, yakında Muhammed'in işinin
bitirilip sonunun gelmek üzere olduğunu; güçlü bir orduyla Medine üzerine
gelineceğini ve gelen orduya yardımcı olabilmek için tetikte beklemelerini bir
mektupla haber verdi. Ayrıca gereken yazışma ve haberleşmeyi sağlıklı yürütmek
ve çevreyi yakından gözlemek için de bir mescit yapılmasını bilhassa tavsiye
etti. Böylece münafıklar tezelden Küba mescidine nazire olması, Müslüman
cemaati bölmesi ve gelecek küfür ordusuna yardımda bulunma ortamının
hazırlanması için bir mescit inşa ettiler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Tebûk
seferine çıkmadan onlar mescidi tamamlayarak O'nun bu mescitte namaz kılmasını,
böylece halk arasında mescidi kabul ettirme plânlarının bir bölümünü
gerçekleştirmeyi istediler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, savaşa çıkmak üzere
bulunduğunu hatırlatarak, dönüşünde arzularını yerine getireceğini söyledi.
Bu olay üzerine
yukarıdaki âyetler indi. İlim adamlarının çoğuna göre, âyetler Tebûk seferinden
dönüldüğü sırada inmiştir ki, sahîh olan da budur. Besûlüliah (A.S.) Efendimiz,
fitne ve fesat çıkarmaya, müslüman cemaati bölmeye yönelik yapılan bu mescidin
yıkılmasını emretti. Ashabdan birkaç kişi derhal harekete geçip sözü edilen
mescidi yıkıp yerle bir ettiler. [289]
«Küba mescidinde bir
namaz, bir umre gibidir.» [290]
Kuba'daki mescitten
maksat, Resûlüllah'ın Medine'ye hicretinde ilk yaptırdığı mescittir.
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz sık sık Küba mescidine, bazan yaya, ba-zan da binek üzerinde
giderdi.» [291]
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Küba mescidine daha çok cumartesi günleri giderdi.» [292]
«İlgili âyette, onun
(Küba mescidinin) içinde, temizlenip arınmayı sevenler vardır, belirtilince,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kalkıp Küba mescidine gitti ve cemaatine, doğrusu
Allah sizi temizlenmeyi sevmeniz hususunda güzel bir övgüyle övdü. Sizin
temizliğiniz nasıldır? diye sordu. Onlar da, Ya Resûlellah! biz tabii
ihtiyacımızı giderdikten sonra ön ve arkamızı su ile tertemiz yıkarız, diye
cevap verdiler.» [293]
«Takva üzere kurulan
mescit, benim şu mescidimdir.» [294]
«Kim evinden çıkar da
şu Küba mescidine gelip namaz kılarsa, bu onun için bir umre gibi olur.» [295]
İslâm'ın ilk
yıllarında Müslümanların toplanıp ibâdet yaptıkları yere mescit denilirdi. Bu,
kelime olarak, «secde edilen yer» demektir. Gerek Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
zamanında, gerekse dört halîfe döneminde bu isim daha'yaygındı. Çünkü
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hicret esnasında Küba'da ilk yaptırdığı ibâdet
yerine ve Medine'de ilk yaptırdığı ibâdet yerine mescit ismini uygun görmüştü.
Nitekim yeryüzünde Allah'a ibâdet için kurulan ilk mabede (Kabe) de Mescid-i
Haram denildiği pek meşhurdur.
Cemaatin çoğalması ve
büyük ibâdet yerlerinin yapılması sonucu, bu yerlere «mescidü'1-câmi' = bir
amaç ve gaye etrafında toplayıcı mescit» denilmeye başlandı, Böylece giderek
büyüklerine cami', mahallelerdeki küçüklerine mescit denilmeye başlandı ve
zamanla isimler bu doğrultuda yaygınlaştı.
Küba'da ihtiyaca cevap
veren bir mescit varken, sırf Müslüman cemaati arasına tefrika sokup kötü
niyetle ikinci bir mescidin yapılması, İslâm tarihinde önemli bir olay olarak
geçer. İslâm'ın getirdiği birlik ve dirliği bozacak her hareket, her iş,
zararlıdır. Kaldı ki, bir de işin içine kötü niyet girmiş olsun. [296]
Bir kasaba veya köy,
ya da semtte mümkün olduğu takdirde cemaatin hepsini alacak büyüklükte bir tek
cami yapmak ve onunla yetinmek, İslâm'ın birlik ve beraberlik amaç ve hikmetine
çok daha uygundur. Birtakım ilgisizlikler nedeniyle, hayır sever müslümanlar
ve kurulan dernekler, kendi imkânları nisbetinde bulundukları semt ve
mahallelerde birer mescit yaparak, Müslüman cemaatin biraraya gelme hikmetini
kısmen de olsa zedelemiş oldular.
Burada bir diğer
tarihî olayı nakletmemizde yarar görüyoruz:
— Amr b. Avf oğulları
kendi kabilelerinde bir mescit yaparak, Mec-ma' b. Câriye'nin imam tayin
edilmesi için ikinci halîfe Ömer'e (R.A.) müracaat ettiler. Hz. Ömer (R.A.)
onlara: «Sizin imam edinmek istediğiniz kişi, münafıkların mescid-i dirar'ında
imamlık yapan adam değil midir? Onun imamlık yapmasına cevaz vermem» diyerek
isteklerini reddetti. Mecma' da: «Ya Emîre'l-mü'minîn! ben o sıralarda Kur'ân
okumasını bilen bir genç idim. Onların o mescidi ne amaçla yaptıklarını
bilmiyordum. Allah'a yakın olmak istiyorlar zannıyla onlara imamlık yapmış
oldum. Durumu çok sonra öğrenebildim.» Bunun üzerine Ömer (R.A.), onun samimi
olduğuna kanaat getirerek imamlık yapmasına izin verdi ve bir kabile veya
semtte birden fazla mescide gerek olmadığım özellikle hatırlattı. [297]
Hz. Ömer (R.A.)
devrinde yapılan ardarda fetihler yeni yeni ülkeleri İslâm devleti sınırları
içine katıyordu. Halîfe, fethedilen her yerde ihtiyaca
cevap verecek şekilde
büyük bir mescidin yapılmasını, aynı semtte birden fazla mescit yapılmamasını
emretmiştir. [298]
«Yapısını, Allah'tan
korkup (kötülüklerden) sakınmak ve O'nun rızasın" erişmek (temeli ve
niyeti) üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını, çökmek üzere bulunan bir
yar kenarına kurup da onunla beraber Cehennem ateşine yıkılıp giden mi hayırlıdır?»
Yapılan her caminin
Allah'ın evi sayılabilmesi ve gerçek mâbed hüviyetinde olabilmesi için şu
amaçlara yönelik bulunması gerekir:
a) Sırf Allah'ın hoşnutluğuna erişmeyi
arzulamak,
b) Her türlü gösterişten uzak tutmak,
karşılığını sadece Allah'tan beklemek,
c) Başkalarına nisbet olsun düşüncesiyle
yapmamak,
d) İkilik doğuracak bir niyet taşımamak,
e) Yakın yerde ihtiyacı karşılayacak cami varsa,
yenisini yapmamak.. [299]
Küfür, azgınlık ve
ahlâksızlık, dere kenarında altı oyuk olan ve desteksiz kalan toprak parçasına
benzetilmiştir. Bu, bâtılın ve haksızlığın her bakımdan tehlikeli bir zemin
üzerine kurulduğunu tasvir ederken, kurulan binanın fazla ömürlü
olamıyacağına, sakinleriyle birlikte çöküp mahvolacağına işaret sayılır.
Böylece küfrü, tuğyanı
ve gayr-i meşru yolları benimseyip hayat düzenini onun üzerine oturtanların
hem kendileri, hem de yandaşları aleyhine ne kadar büyük bir tehiikeyi göze
aldıklarını Kur'ân haber vererek onları uyarmakta ve mü'minlere temeli sağlam
olan «Tevhit İnanci»na her zaman güvenle sarılmalarını öğütlemektedir. [300]
«Onun içinde (Küba
mescidinde) temizlenip arınmayı sevenler vardır. Allah da çokça temizlenenleri
sever.»
Küba mescidinin takva
temeli üzerine kurulduğu açıklanırken, orada ibâdet edenlerin temizliğe özen
gösterdiklerine ayrıca yer veriliyor. Şüphesiz ki bu temizlik, biri bedenî,
diğeri ruhî olmak üzere iki türlüdür; İyice yıkanıp paklanmak, güzel taharet
almak ve temiz bir beden, temiz bir elbiseyle camiye gidip namaz kılmak, daha
çok dış temizliği .ifade eder. İbâdeti gönül yatışkanlığıyla sırf Allah'ın
emri diye yerine getirmek, O'nun rızasına erişmeyi arzulayarak huşu' içinde
edâ etmek ve sonra da alınan feyiz ve inayetle kötülüklerden kaçınmaya azmetmek,
bütünüyle ruhî temizliği yansıtır. Böylece Allah'a ibâdette beden ve ruh
temizliklerini birleştirip biri diğerini tamamlar anlamda bir bütünlük
arzeder.
Nitekim Küba
mescidinde namaz kılan mü'minlerin kendilerini sözünü ettiğimiz iki temizlikle
süsledikleri bilinmektedir. Allah ise, çokça temizlenenleri sever. [301]
Yukarıdaki âyetlerle
İslâm birliğini bozmaya çalışan kötü niyetli münafıklar üzerinde duruldu.
Müslümanlar arasına tefrika sokmak ve düşman ile gizli haberleşme yapmak için
Küba'da yaptırdıkları mescide dikkat çekildi. Sonra da o gibi mescitlerde namaz
kılmanın doğru olmayacağı belirtildi ve o gibi mescidin yar kenarında yapılan,
her an yıkılıp uçurumdan aşağı düşmeğe mahkûm olan bir binaya benzetildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
münafıkların hile ve tuzaklarına düşmeyen, kendilerini her şeyleriyle Allah'a
veren mü'minlerin Allah ile son derece feyizli bir alım-satımda bulundukları
övülüyor. İmân cevherini kalblerinde tertemiz saklamasını bilen ve o cevherle
yola çıkan bu mü'minlerin ne kadar başarılı olduklarına özellikle dikkat
çekiliyor. Ayrıca bunların dokuz vasfı anlatılarak sonra gelenlere en güzel
misaller veriliyor. [302]
111— Şüphesiz ki Allah, Tevrat'da, İncil'de ve
Kur'ân'da va'dettiği bir hak olarak, karşılığında kendilerine Cennet verilmek
üzere mü'minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda
savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Allah'tan daha fazla va'dini yerine
getiren kim? O halde yaptığınız bu alım-satımdan dolayı müjdelenip sevinin.
İşte bu, selâmete giden büyük bir kurtuluştur.
112— Pişmanlık duyup tevbe edenleri; ibâdete devam
edenleri, (Allah'a) hamd edenleri; (ilim elde etmek; din, ahlâk ve fazileti
yaymak için) seyahat edenleri; rükû' ve secde edenleri; iyilikle emredenleri,
kötülükten men'edenleri; Allah'ın koymuş olduğu hududu (şer'î hükümleri, dinî
sınırları) koruyanları, (evet bu şuurlu) mü'minleri müjdele!
İkinci Akabe
bey'âtında Ansardan yetmiş kişi Peygamber (A,S.) Efen-dimiz'e bey'ât etmişlerdi.
İçlerinden Abdullah b. Ravaha (R.A.) imân zevkinin derin heyecanıyla
Peygamberimize (A.S.) :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Rabbın için ve kendin
için dilediğini şart olarak bildir, demişti. Bunun üzerine Peygamber (A.S.)
Efendimiz ona şöyle buyurmuştu :
— Rabbim için, O'na ibâdet etmenizi ve hiçbir
şeyi O'na ortak koşmamanızı; kendim için de, canlarınızdan ve mallarınızdan
savıp men'etti-ğiniz şeyleri benden de savıp men'etmenizi şart olarak
bildiriyorum.
Abdullah b, Ravaha
(R.A.) :
— Böyle yaptığımız takdirde bizim için ne (gibi
ilâhî mükâfat) vardır? diye sorduğunda, Peygamer (A.S.) şu cevabı vermişti:
— Cennet vardır..
Onlar da itaat ve
sevinçlerini belirterek hep birden şöyle demişlerdi:
— Bu ahm-satım elbetteki kârlıdır; ne
kaldırırız, ne de kaldırılmasını kabul ederiz.
Yukarıdaki âyetler o
nedenle indirilmiştir. [303]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizden soruldu:
— Ya Resûlellah! hangi amel daha üstündür?
Cevap verdi:
— Allah'a ve Peygamberine imân etmek...
— Ondan sonra?
— Allah yolunda savaşmak...
— Ondan sonra?
— Şartlarına uygun helâl mal ile yapılan hac...
[304]
Bir adam. Peygamber
(A.S.) Efendimiz'e gelerek sordu:
— İnsanların hangisi daha faziletlidir? Cevap
verdi:
— Allah yolunda canıyla, malıyla savaşan
mü'min...
— Ondan sonra kim?
__ Kuytu bir yerde
Allah'a ibâdet edip insanları kendi şerrinden uzak tutan mü'min... [305]
İbn Abbas (R.A.)
anlatıyor:
— Bir mecliste oturuyorduk, derken Peygamber
(A.S.) Efendimiz çı-kageldi ve:
— Size makam ve derece bakımından insanların
hayırlısını haber vereyim mi? Diye sordu. Biz de:
— Evet. ya Resûlellah! dedik. Buyurdu ki:
— Ölünceye kadar atının başını Allah yolunda
tutan (dizginini elinde tutan) veya o yolda öldürülen adam... Ondan sonra kimin
hayırlı olduğunu haber vereyim mi? Biz de:
— Evet ya Resûlellah! dedik. Buyurdu ki:
— Kuytu bir yere çekilip namazını kılan,
zekâtını veren, insanlara kötülükte bulunmayı terkeden kimse... Size
insanların en kötüsünü haber vereyim mi? Biz de :
— Evet ya Resûlellah! dedik. Buyurdu ki:
— Allah için kendisinden bir şey istendiğinde
vermeyen kimse... [306]
«Sîzden birinizin
Allah yolundaki yeri, evindeki yetmiş yıllık (nafile) namazından daha üstündür.
Allah'ın sizi bağışlayıp Cennet'ine koymasını istemez misiniz? Allah yolunda
savaşın. Kim Allah yolunda, deveden iki süt sağımı arasındaki zaman veya süt
sağımında eli kaldırıp tekrar meme üzerine koyacak kadar geçen bir zaman
parçası içinde savaşırsa, Cennet ona vacip olur.» [307]
«Şüphesiz ki Cennette
yüz derece vardır ki, Allah onları Allah yolunda cihad edenler için
hazırlamıştır. Her iki derecesi arası gökle yer arası kadardır.» [308]
«Sizden kim bir
kötülük görürse, onu eliyle değiştirip gidersin. Buna gücü yetmezse, diliyle
değiştirip gidersin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle (tiksinip giderme
yollarını araştırsın) ki bu, imânın en zayıfıdır.» [309]
«Yeryüzünde bir haddin
(şer'î bir hükmün) yerine getirilmesi, yeryüzünde yaşayanlar için kırk gece
yağmur yağmasından daha hayırlıdır.» [310]
«Şüphesiz ki Allah,
Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da va'dettiği bir hak olarak, karşılığında
kendilerine Cennet verilmek üzere mü'minlerden canlarını ve mallarını satın
almıştır.»
İlgiii âyetle, Allah
yolunda cihadın önemi ve lüzumu belirtilirken, canlarıyla, mallarıyla bu yola
baş koyanlar için her üç kutsal kitapta da Cen-net'in va'dedildiği açıklanıyor.
Ne var ki, ilk nüshası kaybolan ve Musa (A.S.)dan çok sonra elde, köşe ve
bucakta kalan parçaları bir araya getirilerek kitap haline sokulan Tevrat'ın
M.Ö. III. yüzyıla doğru en azından değişik ifadelerle İbranice yazılı üç ayrı
nüshasının bulunduğu dikkate alınınca ve İncil'in de İsa Peygamber'den (A.S.)
yarım asra yakın bir zaman sonra havariler tarafından hadîs mahiyetinde Ondan
işittiklerini farklı ifadelerle kaleme alıp yazdıkları düşünülecek olursa,
birçok ilâhî hükümlerin zayi' edildiği kendiliğinden ortaya çıkar. Bugün
elimizdeki Tevrat ve İncil nüshalarında Kur'ân'da açıklandığı şekilde cihad
konusuna rastlamak çok zor; ancak buna işaret eden kalıntılarını tesbit mümkündür.
Tevrat'ta deniliyor
ki:
«Atalarının Allah'ı
Rabbın sana va'dettiği gibi, süt ve bal akan diyarda ziyadesiyle coğalasınız.»
«Dinle ey İsrail!
Allahımız Rab, bir olan Rabdır ve Allah'ın rabbı bütün yüreğinle ve bütün
canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin.» [311]
«Sana karşı ayaklanan
düşmanlarını, Rab senin önünde kıracak; sana karşı bir yoldan çıkacaklar ve
senin önünde yedi yoldan koşacaklar. Ambarlarında ve elini attığın şeyde Rab
senin üzerinde bereketi emredecek-tir ve Allah'ın Rab sana vermekte olduğu
memlekette seni bereketli kılacaktır. Eğer Rabbın emirlerini tutarsan ve Onun
yolunda yürürsen, Rab sana and ettiği gibi, kendisi için mukaddes kavım olarak
seni durduracak-
tir.» [312]
Anlaşıldığı gibi,
malla, canla Allah yolunda savaşa işaret ediliyor. Ancak karşılığında dünya
nîmetleri, dünya cennetleri va'dediliyor. Kur'ân ilgili âyetlerle bu yanlışı
düzeltip tashîh ediyor.
İncil'de deniliyor ki:
«Genç adam, İsa'ya
dedi: «Bütün bu şeyleri tuttum, daha ne eksiğim var? İsa ona dedi: Eğer kâmil
olmak istersen, git nen varsa sat ve fakirlere ver, göklerde hazinen olacaktır
ve gel benim ardımca yürü.» [313]
Görüldüğü gibi,
İncil'de «nen varsa (Allah yolunda) sat diye bir emir bulunuyor ki bu, bir
bakıma Allah yolunda canıyla, malıyla cihad etmeğe işarettir. Göklerin hazinesi
ile de Cennet'e hem işaret ediliyor, hem de va'dediliyor. Kur'ân-ı Kerîm'de
İncil'in bu belgesi tashîh edilerek ilâhî emrin değiştirilmedik şekli
açıklanıyor.
Bernaba İncil'inde
ise, Cennetten net bir ifadeyle söz edilir[314]
I «Onlar Allah yolunda
savaşırlar; öldürürler ve
öldürülürler.»
Her ne kadar bazı
yerlerde (vav) harfi mutlak cemi' için gelirse de, bazı yerlerde bunun aksine
cümlenin gelişinden tertip ifade ettiği görülür. İİgiii âyetteki (vav) bunlardan
biridir.
Kur'ân'ın bu ve
benzeri yerlerindeki açık anlatımından, savaşlarda kö-rükörüne ölmenin değil,
ölmeden öldürmenin temel kaide olduğu anlaşılıyor. Ancak öldürmekten önce
Allah yolunda savaşmanın taşıdığı yüksek hikmete bakılınca, az kan dökerek çok
iş başarmaya ve böylece sonuca varmaya işaret edildiğinde şüphe yoktur. Çünkü
«Allah yolunda savaşırlar» cümlesi, girişilen savaşın ilâhî rızaya, O'nun
isminin yüceltilmesine yönefik bulunduğunu, keyfi adam öldürmenin, şehirleri,
medeniyetleri yok etmenin; kadın, yaşlı, çocuk ve savaşa katılmayan din
adamlarını öldürmenin bu amaca ters düştüğünü ilham etmektedir.
O nedenle Kur'ân'da
bir konuyla ilgili âyet tefsîr edilirken, kelime dizisine, cümlenin yer
alışına, o konuyla ilgili diğer âyetlere ve mevcut hadîslere, sonra da
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Hulefâ-i Râşidîn dönemlerindeki tarihî
olaylara ve uygulamalara bakmak gerekir. Nitekim Peygamber (A.S.) Efendimizin
savaşlarda uyguladığı plân ve verdiği talimat tamamen bu ölçülere göre cereyan
etmiştir. Böylece O'nun sünneti, âyetleri bize daha iyi açıklamakta ve ilâhî
muradı daha doğru anlamamıza yardımcı olmaktadır. [315]
Kişi, imân nuruyla ic
âlemini iyice aydınlatıp küfür, nifak ve günah karanlıklarını giderdikten sonra
Allah yolunda malını harcaması şöyle dursun, önce canını vermeyi düşünür. Bu
düşünce imân derecesine yükselince bütün varlığını o uğurda harcamak ikinci
plânda kalan bir fedakârlık olur. Canını vermek ise, onun başta gelen arzusu
sayılır.
İşte Kur'ân imânın bu
asil tezahürünü ortaya koyuyor: «Allah, mü'-minlerin canlarını, mallarını satın
almıştır...» diyor da, «Allah, mü'minler-den mallarını, canlarını satın
almıştır», demiyor. [316]
İnsanı Allah'a yaklaştıran
basamaklar sayılmayacak kadar çoktur. Herkes imân, irfan, takva ve sâlih ameli
nisbetinde bu basamaklarda yükselir. Her şeyden önce de Allah'ın hidâyet ve
inayetine mazhar olmak söz konusudur.
Ancak anlamamızı
kolaylaştırmak için Allah ve Resulü, mü'minler için yedi basamak üzerinde daha
çok durmuşlar ve onları mü'minlerin amel-i sâlih ve takvalarına göre şöyle
sıralamışlardır:
1— Hakk'ı
idrâk edip O'na gönülden imân
etmenin, yönelip teslim olmanın ilk basamağı, günah ve kötülüklerden ciddi
pişmanlık duyup tev-be etmektir.
2— Tevbeden sonra samimiyet ve ciddiyetin ölçü
ve mânasf, ibâdetle gerçekleşir. O bakımdan ibâdet ikinci basamağı oluşturur.
3— Bu düzeye gelen, yani küfür, nifak ve
günahtan ne varsa hepsini imân, tevbe ve istiğfarla kazıyıp ibâdet ile
yıkadıktan sonra, kişiye, hidâyet ve inayetinin bu rahmet kapısını açan
Allah'a hamd etmek gerekir. Böylesine bir hamd, üçüncü basamağı meydana
getirir.
4— Bundan sonra genişleyen manevî ufka dalıp,
Allah'ın kudretini, gelip geçen ve yok olup silinen kavim ve milletlerin
kalıntılarını; yaşamakta olan kavim ve milletlerin hangi doğrultuda
hayatlarını harcadıklarını görüp anlamak; bilgi ve görgüyü artırmak gerekir. O
sebeple seyahat dördüncü basamak olarak gösterilir. Gerçi lafzını «oruç tutanlar»
diye tefsîr edenler de olmuşsa da, ikinci basamağı teşkîf eden ibâdet dikkate
alınırsa, birincilerin yorum ve tefsîrinin daha isabetli olduğu ortaya çıkar.
5— Her yerde Allah'ın yüce huzurunda tevazu,
mahviyet ve teslimiyeti yansıtan rükû ve secdede bulunmak; rükû ve secde
edenlerle birlikte cemaat ruhunu geliştirip bu teslimiyeti göstermek, beşinci
basamağı gerçekleştirir.
6— Toplumun selâmetine yönelip, akla, sağlam
örfe ve dine uygun olanı eğitim yoluyla kalb ve kafalara işlemek; vaaz ve
hitabetle tavsiye etmek; bunlara ters düşen şeyleri yine eğitim yoluyla
men'etmeye çalışmak; sadece tezkiye-i nefs ile yetinmeyip Allah'ın kullarını
doğru yola irşat etmek, iyilerin çoğalmasına
çalışıp mevcut sahayı kötülerden
temizlemek gerekir. Bu, bütün inceliğiyle altıncı basamağı oluşturur.
7— Uyulması farz ve vacip olan ilâhî emirleri,
hükümleri hem kendi nefsimizde, hem de toplum yapısında koruyup, adalet ve
fazîlet meşalesini sürekli olarak elde bulundurmak suretiyle çevremizi
aydınlatmamız farzdır. O bakımdan mü'minde belirgin hale gelen bu sıfatların
uygulama alanında görülmesi yedinci basamağı teşkil eder.
Kur'ân-ı Kerîm bu yedi
basamağı yedi sıfat halinde şöyle beyân buyuruyor :
— Pişmanlık duyup tevbe edenleri,
— İbâdete devam edenleri,
— (Allah'a)
hamd edenleri,
— (Mim elde etmek; meşru kazanç sağlamak; din,
ahlâk ve fazîleti yaymak için) seyahat edenleri veya (nefsini terbiye etmek
için oruç tutanları).
— İyilikle emredenleri,
— Kötülükten men'edenleri,
— Allah'ın koymuş olduğu hududu (şer'î
hükümleri, dinî sınırları) koruyanları, (evet bu şuurlu) mü'minleri müjdele!.
Görüldüğü gibi,
basamakları, diğer bir tabirle hakikî imândan kaynaklanan güzel sıfatlar tam
bir plân ve program içinde sıralanmış ve bu sırayla birbirini tamamlamıştır.
Böylece kâmil insan, hakiki mü'min, gerçek insan yetiştirmenin formülü
verilmiş, yöntemi ortaya konmuştur.
Artık bu basamak ve
derecelerde yükselen bir mü'minin dünya ve âhireti iyiliğe yöneldiğinden, hayır
ve mutlulukla müjdeleniyor; Allah'ın hidâyet ve inayetinin daha çok kimlere
yöneldiği ve yöneleceği belirtiliyor. [317]
Yukarıdaki iki âyetle
imân cevherinin paha biçilmezliğine işaret edildi. Mal ve canlarını Allah
yoluna vakfeden gerçek mü'minlere hazırlanan ve her yönüyle saadet va'deden
Cennet'ten söz edildi. Ailah yolunda bu iki varlığıyla cihad edenlerin, bir
bakıma Allah ile alım-satımda bulundukları ve sağladığı kârın büyüklüğü çok
veciz bir üslûpla işlendi. Sonra da hakikî imânın tabii ürünleri kabul edilen
yedi önemli sıfat sıralandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendini imân ve irfan düzeyine getirmeyip Allah'a ortak koşma bataklığına
düşüren müşrikler, dönüş yapıp tevbe etmeden ölürlerse, onlar için Allah'tan
bağışlanma istenmiyeceği, dolayısıyla cenaze namazlarının kıhnmayacağı
belirtiliyor. Sonra da İbrahim Peygamber'in (A.S.) müşrik kalan babası İçin bir
ara Allah'tan bağışlanma dilemesinin, duâ etmesinin sadece ona yaptığı bir
va'dden ötürü olduğu hatırlatılıyor. Sonra da babasının bir Allah düşmanı
olduğu kendisine belli olunca da ondan temelli uzak durduğu ve artık istiğfarda
bulunmadığı haber veriliyor.
Son iki âyetle de
Allah doğru yola ilettikten sonra, sakınmaları gereken hususları mü'minlere
açıklamadıkça onları saptırmayacağına dikkat çekiliyor ve böylece ilâhî
sünnetin önemli bir kısmı açıklanıyor. [318]
113—
Müşriklerin Cehennemlik oldukları besbelli anlaşıldıktan sonra, hısım da
olsalar, Peygamber'in ve imân edenlerin onlar için istiğfar etmeleri uygun
olmaz.
114— İbrahim'in
kendi babası için istiğfarına gelince, bu sırf ona verdiği bir sözden dolayı
idi. Babasının bir Ailah düşmanı olduğu ona belli olunca, İbrahim ondan
ilgisini kesip uzaklaştı. Doğrusu İbrahim yufka yürekli ve çok yumuşak
tabiatlı, güzel ahlâklı idi.
115— Allah
bir milleti doğru yola çıkardıktan sonra ne gibi şeylerden sakınmaları
gerektiğini açıklamadıkça onları doğru yoldan saptıracak değildir. Şüphesiz kî
Allah her şeyi yeterince bilendir.
116—
Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Diriltir ve öldürür.
Allah'tan başka sizin için ne bir dost, ne de bit yardımcı vardır.
Resûiüİlah (A.S.)
Efendimiz'e devamlı destek oian amcası Ebû Talip öldükten sonra da
Peygamberimiz (A.S.) onun iyiliklerini unutmadı, müşrik olarak öldüğünü
düşünerek bağışlanması için zaman zaman duâ ve niyazda bulundu. O nedenle
yukarıdaki âyetler indi ve Allah, hem Peygamberini, hem de mü'minleri müşrik
olarak ölenler için -yakınları bile olsa- istiğfardan men'etti[319]
Yapılan rivayete göre,
Hz. Ali (R.A.) diyor ki: «Bir adamın, müşrik olarak öfen ana-babası için
istiğfar ettiğini duydum. Kendisine, anan-baban müşrik olarak öldükleri halde
onlar için istiğfar mı ediyorsun?! dedim. O bana: «İbrahim Peygamber, müşrik
olan babası için istiğfar etmedi mi?» diyerek karşılık verdi. Durumu Peygamber
(A.S.) Efendimiz'e haber verdim. Bunun üzerine ilgili âyetler indi.» [320]
Yine Ahmed b.
Hanbel'in tesbit ve rivayetine göre : Peygamber (A.S.) Efendimiz, amcası Ebû
Talip son dakikalarını yaşarken onu sormaya gitti. İçeri girince, Mekke'nin
ileri gelenlerinden Ebû Cehl ile Abdullah b. Ebî Umeyye'nin de orada
bulunduğunu gördü ve üzüldü. Sonra amcasına yaklaşıp, «Lâ ilahe illallah de
ki, bununla ben Allah yanında senin lehine hüccet getirip şehadette
bulunabileyim», diyerek öneride bulundu. Ebû Cehl ile Abdullah b. Ebî Umeyye
ise, «Ya Ebâ Tâlib! sen Abdülmuttalib'in dininden yüz çevirir misin?» diyerek
Hz. Muhammed'e (A.S.) uymamasını tel-kîne çalıştılar. Bunun üzerine Ebû Talip
son nefesini verirken, «Ben Abdül-muttalib'in dini üzereyim» dedi. Fazlasıyla
üzülen Peygamber (A.S.) Efendimiz, «Allah'a and olsun ki, men'edilmediğim
sürece senin için Alİah'tan bağışlanma dileyeceğim» dedi. O sebeple (çok
sonraları) yukarıdaki âyetler indirildi.
Buharî'de de aynı olay
az değişik bir anlatımla rivayet edilmiştir. [321]
Yine Buharî ve
Müslim'in diğer bir tesbitlerine göre, Ebû Tâlip'le ilgili olarak Kasas sûresi
56. âyet inmiştir.[322]
İlgili âyetlerin Ebû
Tâlip'le alâkalı bulunduğu rivayetleri üzerinde duran bazı ilim adamları şöyle
bir görüş ve itiraz ortaya koymuşlardır: Tev-be sûresi en son inen sûre
olduğuna, Ebû Tatip'in ise hicretten yaklaşık üc yıl önce öldüğüne bakılırsa,
ilgili âyetlerin Ebû Talip hakkında inmediği kendiliğinden anlaşılır. Nitekim
bu ve benzeri rivayetleri garip karşılayanlar da eksik değildir. Onlara cevap
verenler ise, şu yorum ve açıklamayı getirmişlerdir:
a) Âyetler Mekke'de Ebû Tâlib'in ölümünden hemen
sonra inmiştir. Ancak kâfir ve münafıklarla ilgili ahkâmdan bir bölüm olduğu
için Tevbe sûresine konulmuştur.
b) Resûiüİlah
(A.S.) Efendimiz, Medine'ye
hicret ettikten sonra da amcası Ebû Talip için zaman zaman istiğfar
ediyordu. Kâfir ve münafıkların durumu yeni boyutlar kazanınca inen âyetler
yeni hükümler getirdi ve böylece Ebû Tâlip'le ilgili hüküm de bunlara ilâveten
indirildi.
Tecrîd-i Sarîh
tercemesinde ilgili âyetin açıklamasında şu bilgiler verilmiştir: «Âyet-i
kerîmedeki (ma) edatı nefye hamledildiği gibi nehye de hamlediiebilir. Bazı
ulema da âyet-i kerîmedeki istiğfarı salât (namaz) ile te'vîl etmişlerdir.
(Müşriklerin ölülerine namaz kılmak olmaz) demek olur.
Bu âyet-i kerîmenin
Ebû Talip hakkında nâzii olduğu, 665 nolu Mü-seyyeb b. Hazn hadîsiyle tasrîh
edilmiştir. Bu sebeple Zeccac'ın Meâni'l-Kur'ân'ında bu babda müfessîrlerin icmâı
bulunduğunu kaydettiği Vâhidî'-den nakledilmiştir. Resûl-i Ekrem'in (A.S.)
vâlideyni (ana-babası) hakkında indiği, binâenaleyh vâiideyni için de
istiğfardan nehy (men) buyuruldu-ğunu iddia edenler de vardır.» [323]
Katade ise, Peygamber
(A.S.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: «İbrahim Peygamber kendi
babası için istiğfar ettiği gibi, ben de kendi babam için istiğfar edeceğim!»
Bunun üzerine Allah 113, 114. âyetleri indirdi. [324]
Yine Katade'den
yapılan rivayete göre, ashab-ı kiramdan birkaç zat, Peygamber'e (A.S.) dediler
ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! doğrusu babalarımızdan öylesi vardı ki, komşuluk
haklarına saygı gösterip iyilikte bulunurlar, hısımlarla sıcak ilgi kurarlar,
sıkıntıda olanın derdine çözüm getirirler, ahde vefa ederlerdi; o bakımdan
onlar için istiğfarda bulunalım mı?» Peygamber (A.S.) onlara : «Evet, vallahi
İbrahim kendi babası için istiğfar ettiği gibi, ben de kendi babam için
istiğfar edeceğim!» buyurdu. Bunun üzerine ilgili iki âyet indi[325]Naklettiğimiz
bu rivayetlerden sonra şu sonucu çıkarabiliriz:
Mü'minlerin, küfür
üzere ölenler için duâ ve istiğfar etmeleri, cenaze namazı kılmaları caiz
değildir. [326]
«Müşriklerin
cehennemlik oldukları besbelli anlaşıldıktan sonra, hısım da olsalar, Peygamberin
ve imân edenlerin onlar için istiğfar etmeleri uygun olmaz.»
Küfür üzere öldükleri
kesinlikle bilinen kişilerin cenaze namazını kılmak, onlar için duâ ve
istiğfar etmek caiz değildir. İlgili âyetle, mü'minler bundan
men'edilmişlerdir. Dirilten ve öldüren, bağışlayan ve bağışlamıyan Allah'tır.
Mülk O'nundur, insanların hepsi O'nun kudretinin eseridir. O bakımdan Allah
izin verdiği takdirde ve müsaade ettiği kişiler için dua ve istiğfar
edebiliriz; men'ettiği kimseler için duâ ve istiğfarda bufunmaya yetkimiz
yoktur. Bize gereken O'nun emirlerine kayıtsız, şartsız uymaktır. Küfür üzere
öldüğü bilinen bir kimsenin cenaze namazını kılmamız, hem ilâhî emre muhalefet
olur, hem de büyük bir küstahlık sayılır. Çünkü insanların hepsi O'nun
kullarıdır; dilerse merhamet edip bağışlar, dilerse bağışlamayıp azap eder.
Bizler hiçbir zaman O'ndan daha merhametli ve şefkatli değilizdir. [327]
«İbrahim'in kendi
babası için istiğfarına gelince, bu sırf ona verdiği bir sözden dolayı idi.»
İniş sebeplerinde bu
konu kısmen açıklanmış oldu. Ama her şeyden önce, ilgili âyette, hiçbir şüpheye
yer bırakmayacak şekilde konuya açıklık getirilmiş ve sebebi net olarak
belirtilmiştir. İbrahim Peygamber'in (A.S.) babası putperest idi; aynı zamanda
putperest olan kral Nemrud'un meclisinde yer alan yakın adamlarından sayılırdı.
Nemrud, bulunduğu Irak bölgesinin tek hâkimi bulunuyordu. Kanun onun ağzından
çıkan söz idi, başkasının kanun yapma hakkı yoktu. Nitekim Talmud'da [328] bu
olaya geniş yer verildiği bilinmektedir. O bakımdan İbrahim Peygamber'in
babası, Nemrud'a yakın olmanın verdiği gurur atmosferi içinde Hakk'ın sesini duyacak
bir basîrete sahip değildi. Her şeye rağmen İbrahim Peygamber, babasının küfür
üzere ölmesini istemiyor ve onun için istiğfar edeceğini söylüyordu. Nitekim
Mümtehine sûresinde onun bu temayülü şöyle belirtiliyor : «Gerçekten
İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin ipin güzel bir örnek vardır: Hani
onlar, kendi kavimlerine, «Şüphesiz ki, sizlerden ve Allah'tan başka
taptıklarınızdan beriyiz (uzağız, sizinle hiçbir ilişiğimiz yoktur). Sizi (ve
taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir olan Allah'a ibâdet edinceye kadar
aramızda düşmanlık ve öfke sürekli olarak belirmiştir.» demişlerdi. Ancak
İbrahim'in babasına : «And olsun ki senin için istiğfarda bulunacağım, ama
Allah'tan sana gelecek hiçbir şeyin önüne geçmeğe sahip değilimdir.» dediği
sözü müstesna.» [329]
İbrahim Peygamber
verdiği sözünü tutarak babası için şöyle duada bulunmuştu: «Babamı da bağışla;
çünkü gerçekten o (doğru yoldan) sapmışlardandır.» [330]
İbrahim Peygamber
böyleoe va'dini yerine getirdikten sonra babasının azılı bir Allah düşmanı
olduğunu iyice anlayınca, hem onun için duâ ve istiğfar etmekten vazgeçti, hem
de her türlü ilgisini kesip ondan uzaklaştı. [331]
«Allah bir milleti
doğru yola çıkardıktan sonra, ne gibi şeylerden sakınmaları gerektiğini
açıklamadıkça, onları doğru yoldan saptıracak değildir.»
Cenâb-ı Hakk'ın câri
sünnetlerinden biri de, bir topluluk veya kavim ve millet doğru yolu seçtikten
sonra, onlara ne gibi şeylerden sakınmaları gerektiğini açıklamadan,
hükümlerini bildirmeden, onları doğru yoldan saptırmamasıdır... Çünkü helâl ve
haram sınırlarını, âhîret alemiyle ilgili hususları, ilâhî yasakların ölçü ve
anlamını insanlar yalnız akıl yoluyla seçip tesbit edemezler. Bu her yönüyle
eğitim ve öğretim isteyen önemli bir konudur. Dinin hükümleri din âlimlerince
iyice açıklanıp ırŞat, öğüt, eğitim ve öğretim yoluyla öğretildikten sonra,
sorumluluğun bütünü irşat edilip eğitilen kişilere yönelmiş olur. Artık ilâhî
sınırları din-lemiyenfer,
«sapıtmışlıkla»
vasıflanırlar; ilâhî sünnet
gereği o kimseler dalâlete meyletmiş kabul edilir.
Allah'a imân edilen bir ülkede, İmânın gereği olan Allah'ın buyrukları ve dinî
hükümler hayat alanına ayak basan yeni kuşaklara öğretilmediği takdirde yalnız
o kuşakların kınanması için ciddi bir sebep ortada yoktur. Sorumluluğun bir
bölümü veya çoğu aile ve topluma yönelir. Allah belirtilen ortamda sadece eğitilmiyenleri
değil, eğit-miyenleri de sapıklıkla vasıflandırır. İlgili âyetle bilhassa bu
hassas noktaya dokunulmakta ve gereken uyarı yapılmaktadır.
O halde unutmamak
gerekir ki, Allah'a inanılan bir ülkede, dinî eğitimden mahrum yetişen
kuşaklardan, o ortamdan niçin yararlanmadıkları, neden akıl ve idrâklarını
doğruyu arayıp bulmakta kullanmadıkları sorulacaktır. Zira bulundukları
bölgede Allah'a inananların bulunması, akıl ve vicdanı harekete geçirmede
yeterli sebeplerden biridir. O halde teklif çağına giren her kişi, Allah'ı
bilip inanmakla mükelleftir. Dinî hükümleri öğreten kimseler bulunmadığı,
bilgi veren kitapları temin etmek mümkün olmadığı takdirde, onlar ahkâmı
bilmediklerinden dolayı sorumlu tutulmazlar.
Ama çocuğun kalbine ve
dimağına enjekte edilen ilk maya cok önemlidir. İhmal edildiği takdirde, nesil
ya inançsız yetişir, ya da kuru bir imânla yetinmekle kalır. O bakımdan İslâm,
sorumluluğun çoğunu aile ve topluma yüklemiştir.
Gayri müslim bir
ülkede doğup büyüyen kuşaklar, her ne kadar yetişip geliştikleri bölgenin
rengini alır, inancını taşırlarsa da, haberleşme imkânlarının arttığı, her
türlü yayın organının yaygınlaştığı bir çağda, onların da akıllarını kullanıp
gerçeği aramaları, mevcut dinler arasında bir mukayese yapıp daha doğru ve
haklı olanını seçmeleri gerekir. Aksi halde, sorumluluğun çoğu onların aile ve
çevrelerine yükletilse bile, kendileri de hiçbir zaman sorumluluktan
kurulmayacaklardır. Çünkü hakikati arayıp bulabilecekleri kadar Allah
kendilerine yetenek ve imkânlar vermiştir.
Özetliyecek olursak,
konuyu üç maddede toplayabiliriz :
a) Allah'a dosdoğru inanılan bir memlekette,
fert, aile, toplum ve ilim adamları büyük bir sorumluluk altında bulunuyor.
Yetişmekte olan kuşaklara son dini öğretmekle yükümlüdürler. Yetişen kuşaklar
da akıllarının erdiği kadar hakkı arayıp bulmakla mükelleftirler.
b) Hıristiyan bir ülkede veya İsrâiloğulları
arasında doğup yetişen kuşaklar, mevcut dinler arasında bir mukayese yapmakla
yükümlüdürler. En doğru ve en haklı olanı buluncaya kadar araştırmaları
farzdır. Aksi halde kendileri de, aileleri ve bağlı bulundukları toplumları
kadar sorumludurlar ve vebal altındadırlar.
c) Küfür diyarında yetişen kuşaklar, daha çok
akıllarından sorumlu
tutulurlar. Çünkü
beşer aklı, bir yaratıcının mevcudiyetini arayıp bulabilecek güçtedir. İslâmî
hükümleri bilmediklerinden dolayı sorumlu değillerse de, bu hususta yazılan
kitapları sağlamakta bir zorluk ortada yoksa, ihmallerinden dolayı sorumlu
tutulacaklardır.
Peygamber ve kitaptan
habersiz bir ülkede yetişen kuşaklar, sadece kâinatı yaratıp düzen ve dengede
tutan yüce bir yaratıcının mevcudiyetine inanmakla mükeleftirler. Bunun
ötesinde bir sorumluluk yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, «Biz bir peygamber
göndermedikçe azap ediciler de değiliz.» buyurmuştur, [332]O
halde kitap ve peygamberden bütünüyle habersiz bir kavim veya topluluk, az önce
belirttiğimiz gibi, sadece kalın çizgileriyle Cenâb-ı Hakk'ı bilmekle
yükümlüdürler. Bunun dışında fazla bir sorumlulukları söz konusu değildir.
Tekrar edelim ki :
İman eden veya öteden beri İslâmiyeti kabul eden ülkelerde yetişmekte olan
kuşaklara dinlerini dosdoğru öğretmek gereklidir. Bunu yerine getirmeyenler,
kuşakların işlediği ve işieyeceği günahların bir mislini yüklenmiş olurlar. [333]
EVVAH:
İbrahim Peygamber
(A.S.) için kullanılan bir sıfattır. Kelime olarak birçok mânalara delâlet
etmektedir:
a) Fazla üzülüp hayıflanan,
b) Endişe duyup çokça duâ ederek Allah'a
yalvarıp yakaran,
c) Yufka yürekli olup, fazlaca «ah!» çeken,
d) Kendini Allah'a verip çokça duâ ve niyaz
eden,
e) Çok merhametli ve şefkatli olup Allah'ın
kullarına acıyan,
f) Şüpheden uzak, yakîn (kesin bilgi)
derecesinde bilgi sahibi olan demektir. Son üç madde İbrahim Peygamber'in
(A.S.) makam ve derecesinin yüksekliğine daha çok yakışmaktadır. Allah daha
iyisini bilir. [334]
HALIM : Bu da İbrahim Peygamber (A.S.) için ikinci bir sıfat
olarak kulîanılmıştır. Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın 99 isminden biridir. Sıfat olduğu
zata nis-betle mana alır. O bakımdan İbrahim Peygamber'© nisbetle şu mânalara
delâlet etmektedir:
a) Nefsi, öfke/ heyecanının tesirinin dışında
tutup kontrol etmek,
b) Hisleri tahrîk eden olaylar karşısında aklın
ve imânın yolunu seçip duygusal davranmamak,
c) En üzücü olaylar karşısında sabırlı olup,
yumuşak ve sakin davranmak,
d) Ani karar
vermekten kaçınmak, iyice düşünüp etraflıca inceledikten sonra neticeye varmak
gibi mânalara gelir. [335]
Yukarıdaki âyetlerle,
küfrü zahir olduğu halde tevbe ve istiğfar etmeden, dine yeniden dönmeden ölen
kimseler için dua ve istiğfarda bulunmanın, cenaze namazlarını kılmanın caiz
olmadığı belirtildi. İbrahim Peygamber'in (A.S.) müşrik olan babası için
yaptığı duanın nedeni açıklandı. Sonra da doğru yolu bulduktan ve kendilerine
dinî hükümler açıklandıktan sonra asıl büyük sorumluluğun başlayacağı
bildirildi ve bütün kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğu ifade edilerek kullar
için ayrı bir sınır çizildiğine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
İslâm dininin tertemiz atmosferi içinde bulunanların, Tebûk seferi
hazırlıkları sürerken tutum ve davranışları, niyet ve azimleri konu ediliyor.
Sıcaktan ve gıda yetersizliğinden şikâyetçi olup çıkmakta az bir tereddüt
geçirenlerin affedildiği, diğer üç kişinin ise, uzun bir beklemeden sonra ilâhî
mağfirete mazhar kılındıkları açıklanıyor ve böylece mevcut ortam içinde
inananların sorumluluğuna atıflar yapılıyor. Arkasından da her hâl-ü kârda
doğrularla beraber olmanın imânın gereği olduğu hatırlatılıyor. [336]
117— And olsun ki, mü'minlerden bir kısmının
kalbleri kaymak üzere iken Allah, Peygamberi (münafıklara izin verdiğinden
dolayı affettiği gibi) sıkıntılı anda ona uyan Muhacirlerle Ansâr'ı tevbeye
muvaffak kıldıktan sonra tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki O, onlara
karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.
118— Ve geriye kalan o üç kişinin de, bütün
genişliğiyle beraber (öylesine bunalmışlardı ki) yeryüzü onlara dar gelip,
vicdanları için için onları sıkıp durduktan ve Allah'tan başka sığınacak bir
(kapı) bulunmadığını kesinlikle anladıktan sonra eski hallerine dönmeleri için
onları tevbeye muvaffak kıldı. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çokça kabul edendir
ve O çok merhametlidir.
119— Ey imân
edenler! Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakının ve doğrularla beraber
olun.
«Doğruluğa gerekli
olun; çünkü doğruluk iyiliğe götürür, iyilik ise Cen-net'e ulaştırır. Adam hep
doğru söyler ve doğruluğu seçip benimser de Allah yanında «doğru» diye
yazılır. Yalandan kaçının; zira yalan ahlâksızlığa götürür, ahlâksızlık ise
(Cehennem) ateşine çekip götürür. Adam durmadan yalan söyleye, söyleye ve
yalanı benimseye, benimseye Allah yanında «yalanoı» diye yazılır.» [337]
«Kim yalan söylemeyi
ve yalan ile amel etmeyi bırakmazsa, Cenâb-ı Hakk'ın o kimsenin (oruç tutup)
yeme ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.» [338]
«And olsun ki,
Peygamberi affetti..»
Mealindeki âyetin açık
Anlatımından, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in tevbesinin kabul edildiği
anlaşılıyor. Nitekim İbn Abbas (R.A.) bu tevbe-nin, «Allah seni affetsin veya
affetti, neden onlara izin verdin?» mealindeki 43. âyetle ilgili olduğunu
söylemiştir. Ancak bu bir günah ve hatâdan dolayı değil, daha yararlı ve daha
uygun olanı terketme sebebiyledir. Zira tevbe, mutlaka günahtan dolayı
yapılmazr daha az ibâdetten daha çoğuna yönelmek, az zikirden çok zikre önem
vermek gibi hususlarda küçük bir ihmal veya aksatmadan dolayı tevbe edilerek
Allah'a karşı mahviyet ve teslimiyeti içten dışa aksettirme niyetini yansıtır.
İlim adamlarımızdan
bir kısmı, Muhacirin ve Ansar'ın tevbelerinin kabul edildiği açıklanırken,
onlara bir şeref ve bir ilâhî iltifatta bulunmak için, onlarla birlikte
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in
tevbesinin de kabul-buyurulduğu belirtilmiştir, diyerek Ashab-ı Kirâm'ın şanına lâyık bir yorumda
bulunmuşlardır. Nitekim Peygamber'e (A.S;) şeref, itibar ve iltifat
sunmak için Enfal
sûresi 41. âyette, «Bilin ki (savaşta) elde ettiğiniz ganimetin beşte biri
Allah içindir; Peygamber'e, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda
kalmışlara aittir.» buyurulmuştur. [339]
«Sıkıntılı anda Ona
uyan Muhacirlerle
Ansar'e tevbeye muvaffak kıldıktan sonra tevbelerini kabul buyurdu.»
Bilindiği gibi, Tebûk
seferi çok sıcak bir mevsime rastlamıştı. Yeterli gıda maddesi de yoktu.
Küflenmiş hurma, kokuşmuş içyağı, güvelenmiş arpa unundan bile açlığı giderecek
miktarda mevcut değildi. Üstelik Hu-neyn savaşından ve Tâif kuşatmasından da
yeni dönülmüştü. Mücahitler henüz yorgunluklarını atmış değillerdi. Bir yandan
da münafıkların moral bozucu propagandaları sürüp gitmekteydi. Bütün bu olumsuz
ortam ve sebepleri düşündüğümüzde durumun ne kadar nazik olduğu kendiliğinden
anlaşılır.
Münafıkların çoğu bu
sefere katılmadı; bir kısmı ise, istemiyerek, sırf zevahiri kurtarmak için
katıldı. Böylece o çok sıkıntılı anlarda Muhacirin ve Ansar'dan bir kısmının da
kalbleri kaymaya hazır duruma geldi. Son anda Allah yardım etti de kendilerini
bu kaymadan kurtarabildiler. Onların pişmanlık duyup üzülmeleri, tevbeye
muvaffak kılınmalarının belirtisi oldu. O sebeple Allah onların tevbelerini
kabul buyurdu. Çünkü Allah mü'-minlere çok merhametli ve çok şefkatlidir; yeter
ki, onlar niyetlerini hâlis kılıp kalblerinin az da olsa kaymasından pişmanlık
duysunlar..
Bu olay bize, bazı
hallerde insanın nefsanî arzularının ağır basabileceğini, o yüzden kalblerin
az veya çok Allah yolunda hizmetten geri kalıp başka bir cihete
meyledebileceğini, ancak böyle anlarda tehlikeyi sezip pişmanlık duymanın ilâhî
rahmetin tecellisine vesile olabileceğini hem hatırlatıyor, hem de öğretiyor. [340]
(Ve geriye kalan o üç
kişinin......»
Onlardan biri,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizle beraber başta Bedir olmak üzere bütün savaşlara
katılan ve İkinci Akabe bey'atında İslâm'a girmiş bulunan Kâb b. Mâlik (R.A.)
idi. Diğer ikisi ise, Bedir savaşına katılan bahtiyarlardan Mürare b. Rebi'â
el-Ansarî ve Hilâl b. Ümeyye el-Vâkıfi'dir.
Tebûk seferine çok
sıcak, kurak bir mevsimde, Kur'ân'ın tabiriyle sıkıntılı anda veya dönemde
çıkıldığı için imanlarında ve dindarlıklarında samimi olan Kâb, Mürare ve
Hilâl gibi mü'minler de gevşeklik gösterip sefere katılmamışlardı. Katılmayan
münafıkların ise, seksenin üstünde olduğu söylenir. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Tebûk seferinden şanla, şerefle dönünce sözü edilenlerden çoğu
sefere katılmayıp geride kalmalarını hak lı sebeplere dayandırmak için birtakım
yalanlar uydurdular, sonra da işin vehametini idrâk ederek pişmanlık duydular,
tevbe ve istiğfarda bulunup Allah'tan bağışlanma dilediler. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz de olayın zahirine göre hükmederek onları daha fazla kınamayıp
affetti. Geriye kalan üç kişi ise, doğruyu söyleyerek hiçbir mazeretlerinin
bulunmadığını, sadece bir yılgınlık, gevşeklik ve isteksizlik neticesi sefere
katılmadıklarını açık bir dille anlattılar. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
bunlara, «Gidiniz Allah'ın emri gelinceye kadar evinizde bekleyiniz!» buyurdu
ve Müslümanların, onlar hakkında ilâhî emir gelinceye kadar, kendileriyle
ilişki kurmamalarını tavsiye etti. Aradan elli gün gibi uzun bir süre geçtikten
sonra 118. âyet indi ve böylece tevbelerinin kabul buyurulduğu açıklandı.
İslâm tarihinde bu
önemli olay, gerçek mü'minlerle, içi nifak ve şi-kak dolu olan münafıkları
birbirlerinden ayırt eden bir kıstas oldu. Herkesin kaç kırat olduğu ortaya
çıktı. Dost-düşman birbirinden farkedilir duruma geldi. O bakımdan gerek
tefsîr, gerekse siyer kitaplarında Tebûk seferine çok geniş yer verilmiş ve
olay bütün teferruatıyla nakledilmiştir. Biz sadece özetini vermeye çalıştık.
Alacağımız ders ve
ibret:
Din, her zaman fert ve
toplumun çelik zırhıdır. Ahlâk ve fazilet, sabır ve feragat bu zırhın
halkalarını oluşturur. Yeterince din kültürü almamış, kalb ve vicdanını kutsal
değerlerle donatmamış fert ve toplumlar, çok sürmez kendi kendilerini tasfiye
ederler. Tebûk seferine çıkıldığı zaman, bu düzeyde olanlar kendilerini gerçek
mü'minlerden tecrit edip bir bakıma tasfiyeye tabi tuttular. Onun için ekonomik
yönden sıkıntı içinde olan toplum ve milletler yaşayabilmiştir, fakat din,
ahlâk ve faziletten, her türlü kutsal değerlerden yoksun milletler fazla
yaşayamamıştır. Çünkü kendilerini her türlü kötülük ve zararlı şeylerden
koruyan çelik zırhı kuşanma-mışlardır. Mekke'de 13 yıl ölüm-kalım mücadelesi
verip her türlü açlık, işkence ve sıkıntıya göğüs germesini bilen bir avuç
Müslümanın çok geçmeden çeyrek asır içinde dünyanın en güçlü devletini
oluşturdukları en tatmin edici misallerin başında gelir. Giyindikleri çelik
zırh, her türlü taz-yika mukavemet edebilmiştir. [341]
Yukarıda isimlerini
belirttiğimiz üç kişi uzun bir süre ilgisiz kendi hallerine bırakılınca,
olaydan haberdar edilen Gassan meliki, Kâb b. Mâlik'e şu mealde bir mektup
yazıyor:
«Ey Ansar'ın ileri
gelenlerinden Kâb b. Mâlik! Bize kadar ulaşan haberlere göre, senin yakın
arkadaşın Muhammed, sana çok eza ve oefa ediyormuş. Oysa Allah seni zillet ve
meskenet yurdunda ve bir kenara itilecek bir yerde (ülkede) yaratmamıştır.
Bize gel, sana gereken bütün ilgi ve saygıyı gösterelim!.»
Kâb b. Mâlik (R.A.) bu
mektubu alınca, «Bu da ayrı bir belâ ve imtihan!.» diyerek onu yırtıp ocağa
attı. Allah ve Peygamberine olan samimi imânını bu gibi geçici makam ve şöhrete
tercihte bir an olsun tereddüt etmedi. Onun için başına gelen sıkıntıyı,
karşısına çıkan çetin sınavı başarıyla neticelendirdi ve sonunda ilâhî gufran
ve rahmete mazhar kılınarak tevbesi
kabul edildi.
Bu olay bize çok
önemli bir hususu telkin ediyor: Bazı istisnalar dışında hiçbir nîmet
külfetsiz değildir; kaldı ki o nimet imân cevheri ve Ahi-ret mutluluğu olursa..
O bakımdan Allah'a dosdoğru imân eden mü'min-İerin karşısına birtakım zorluklar
çıkabilir, üzerlerine sıkıntılar çökebilir, başlarına belâ ve musibetler
gelebilir. Bütün bunlar birer sınav, birer deneme mahiyetinde tezahür ederler.
Elde edilen veya erişilen nimetin külfetsiz, sınavsız, karşılıksız olmadığını
kalb ve kafalara neşter vururcasına işlerler. İmân ve irfanını her türlü geçici
zevk ve heveslerin, makam ve şöhretlerin üstünde tutup olaylar karşısında
sabr-u-sebat gösteren mü'-minlerdir ki, tarihin birçok dönemlerinde bağlı
bulundukları toplum ve millet için rahmet olmuşlar ve isimleri anılmaya lâyık
görülmüşlerdir. [342]
Olayın toplum
üzerindeki olumlu tesirleri ve elde edilen sonuçları nelerdir? İlk bakışta,
sadece üç kişiyle ilgili bir tesir halkası gibi görünüyorsa da aslında
psikolojik yönden İslâm Devleti'nin sınırları içinde bufunan bütün müslümanları
ve gayr-ı müslim vatandaşları tam bir disiplin altında tutacak, yalan ve
yapmacık söz ve davranışlarla Allah'ı aldatmanın mümkün olmayacağını
isbatlayacak; İslâmiyetin doğruluk ve samimiyetten başkasını kabul
etmeyeceğini ortaya koyacak; memleketin ve İslâm'ın geleceğini belirleyecek
savaşın önemine bir defa daha dikkatleri çekecek; di-n'n, ahlâkın ve ülkenin
selâmeti için savaşmıyanların İslâm'da yeri olma-
dığını ilân edecek çok
kapsamlı bir hadisedir. NitekimTebük seferine katılmayan münafıklarla ve
birkaç mü'minle ilgili Kur'ân'ın geniş açıklamada bulunmasının ve Peygamber
(A.S.) Efendimiz'in kararlı, ciddi ve vakur tutumunun, sözü edilen müsbet
sonuçları doğurduğunu dost ve düşman kabul etmektedir.
Olayın başka yararları
:
a) Büyük
davalar, büyük gayretler, sabırlı çalışmalar ister.
b) Dünya ve Âhiret mutluluğunu va'deden
İslâmiyet, mutlak fedakârlık bekler.
c) Kur'ân'a göre, askerlik kutsal bir görevdir
ve birçok hikmetleri içermektedir. Her mü'minin bu şerefli vazifeyi gönül
rahatlığı, kalb yatışkan-lığıyla yerine getirmesi şarttır.
d) Düşman büyük bir tehlike arzediyorsa, bunu
önceden tesbit edip gereken bütün tedbirleri almak vaciptir. En küçük bir
ihmal, büyük bir günah doğurabilir.
e) Allah'a,
Peygamber'e ve Âhiret'e dosdoğru imân eden mü'minle-rin savaş ve ölümden
korkmadığını isbatlamak çok lüzumludur. Çünkü böyle bir atmosferin oluşturulması
düşmanın moralini bozar. [343]
«Ey imân edenler!
Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakının ve doğrularla beraber olun.»
İlgili âyetle
münafıkların yalancı oldukları ve bazı mü'minlerin de durumlarını kurtarmak
için yalan söyledikleri açıklandıktan ve İslâm'ın insan unsuruyla ilgili asıl
amacı belirlendikten sonra, bütün mü'minlere iki önemli husus emredilerek konu
noktalanıyor:
a) Allah'tan korkup her türlü yalan,
dalkavukluk, yapmacık söz ve davranışlardan sakınmak,
b) Ve ancak doğrularla beraber olmak..
İmân hiçbir zaman
nifaka yer vermez; doğruluk hiçbir zaman yanlışla ve yalancılıkla arkadaşlık
etmez. Kendini olduğundan başka göstermeye çalışanlar sadece budalalıklarını
ortaya koymuş olurlar. O bakımdan nifak, imanın iflâsının; yalan, doğruluğu
kaybetmenin görüntüsü sayılır.
Âyette birkaç incelik
daha söz konusudur:
— Doğruluğun kaynağı hakiki imândır.
— İman, Allah korkusunun değişmiyen kapısıdır.
— Allah korkusu İse, iyi, doğru, yararlı ve
faziletli olmanın değişmez terazisidir.
— Münafıkta hakiki imân bulunmadığı için o hep
yalancıdır, ikiyüzlü ve sahtedir; dalkavuk ve riyakârdır. İmanı zayıf olanlar
ise, bazan yalana meylederler, bazan kötülük işlerler; sonra da pişmanlık duyup
dönüş yapmak için mücadele verirler.
Nitekim Enfâl
sûresinin baş kısmında hakiki mü'minlerin, Allah'ın huzurunda ve indirdiği
âyetleri karşısında nasıl derin bir ilgi duydukları, kendilerine has iki
sıfatla açıklanmış ve onu izleyen âyetler ise, o mü'minlerin diğer güzel
vasıflarını belirterek hepsini sağlam imân doğrultusunda bü-tünleştirmiştir.
Tevbe süresindeki 119. âyet ise, mü'minlerin o vasıflarını iki değer ölçüsüne
irca' edip bir özet halinde gönüllere işlemektedir. [344]
Yukarıdaki âyetlerle
Tebûk seferine katılmayan münafıklarla bazı mü'minler konu edinildi. Sırf
uyuşukluk ve isteksizliklerinden dolayı sefere iştirak etmiyen ve sonra derin
bir pişmanlık duyup tevbe edenlerin affedildiği açıklandı. Sonra da imânın iki
önemli semeresi üzerinde duruldu : Takva ve doğruluk.
Aşağıdaki âyetlerle
itibarlı, şerefli, hür ve müstakil bir devlet olma hüviyetiyle ortaya çıkan
İslâm Devleti'nin temeli en sağlam şekilde atılırken ve kötü niyetli
düşmanlarının gözü korkutulurken Medine halkına ve çevresindeki bedevilere
savaşa katılmamanın hiç yakışmıyacağı belirtiliyor. Çünkü kurulan bu kutsal
devletin ilk nîmet ve şerefinin onlara ait olacağına işaret edilerek iyi
düşünmeleri isteniliyor. Allah yolunda atacakları her adımdan, aşacakları her
vadiden dolayı kendilerine büyük mükâfat ve sevap verileceği müjdeleniyor.
Sonra da düşman savaş için seferber olunca, mü'minlerin de topyekûn savaşa
çıkmaları, ancak ülkenin ilim ve irfanına hizmet eden ilim adamlarının bundan
istisna edilmeleri bildiriliyor. [345]
120— Medine halkına ve çevresindeki Bedevilere
(savaşta ve diğer umumu ilgilendiren konularda) Allah'ın peygamberinden geri
kalmaları ve kendilerini tercih edip Peygamberden yüzçevirmeleri yakışmaz ve
yaraşmaz. Bu böyledir; çünkü onlara, Allah yolunda bir susuzluk veya yorgunluk
veya bir açlık sıkıntısı; kâfirlerin öfkesini kabartacak bir yere" ayak
basmaları ve düşmana karşı bir başarıya nail olmaları karşılığında mutlaka
kendilerine iyi-yararlı bir amel yazılır. Şüphesiz ki Allah iyilerin mükâfatını
zayi'etmez.
121— Onlar küçük olsun, büyük olsun (Allah
yolunda) bir şey harcamaya görsünler ve (Allah yolunda) bir vadiyi kat'etmeye
dursunlar mutlaka Allah, işleyegeldikleri (iyi-yararlı) şeylere daha güzeliyle
karşılık vermek için onlar adına (amelleri) yazılır.
122— Mü'minlerin toptan (hiç kimse geriye kalmamak
şartıyla) savaşa çıkmaları uygun olmaz. Her grup (kabile) savaşa çıkarken
kendilerinden birkaç kişinin dinî ilimleri Öğrenmeleri ve geri döndükleri
zaman sakınırlar diye kavimlerini bu hususta uyarmaları (onlara öğrendiklerini
öğretmeleri) gerekmez mi?
123— Ey imân
edenler! Kâfirlerden (coğrafî bakımdan) size yakın olanlarla savaşın. Onlar sizde
sertlik ve üstün gayret görsünler. Bilin ki, Allah (kötülüklerden ve
adaletsizlikten) sakınıp korunanlarla beraberdir.
«Mekke'nin fethinden
sonra artık hicret dönemi sona ermiş oldu. Bundan böyle Mekke'den yalnız cihâd
amacıyla ve (fazîletlere erişmek) niyetiyle çıkılabilir. O halde (devlet)
cihada çağırdığında hemen hazırlanıp çıkınız.» [346]
«Allah yolunda savaşan
mücahidin misali -ki Allah kendi yolunda savaşanı daha iyi bilir- gündüz oruç
tutup geçe namaz kılan kimseye benzer. Allah kendi yolunda savaşan mücahit
için, ya onu, şehit düşmesiyle Cennet'e koymayı, ya da onun sevapla veya
ganimetle beraber salimen dönmesini, üzerine bir hak olarak almıştır.» [347]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz sıkıntı içinde kıvranan orduya yardım için ashabını teşvik eder
mahiyette bir konuşma yaptı. Hz. Osman (R.A.) «Yüz deveyi üzerindeki semeriyle,
çuluyla birlikte (orduya yardım olarak) söz veriyorum», dedi. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz biraz daha teşvikte bulununca, Hz. Osman (R.A.), «yüz deveyi daha
üzerindeki semeriyle, çuluyla birlikte söz veriyorum», dedi. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz üzerinde bulunduğu minberden bir basamak aşağı inerek biraz daha
teşvikte bulununca, Hz. Osman (R.A.), «Yüz deveyi daha üzerindeki semeriyle,
çuluyla birlikte söz veriyorum», diye ilâve etti. Resûlüllah (A.S.) buna çok
sevindi ve şöyle buyurdu : «Bundan böyle Afvan oğluna işleyeceği hiçbir amel
zarar vermez» diyerek bu cümleyi birkaç defa tekrarladı. [348]
«Medine halkına ve
çevresindeki bedevilere (savaşta ve diğer umumu ilgilendiren konularda)
Allah'ın Peygamberinden geri kalmaları ve kendilerini tercih edip Peygamberden
yüzçevirmeleri yakışmaz ve yaraşmaz.»
Kur'ân böylece İslâm
devlet otoritesinin başarıyla hedefine ulaşmasını sağlamak için ilâhî emir ve
tavsiyeleri yer yer sırası geldikçe açıklamakta ve uygulanacak idarî sistemin
ölçüsünü vermektedir.
Merkezde otorite
sağlayamayan merkezî hükümetin, çevreyi disiplin altına alması çok zor, hattâ
bazan imkânsızdır. Özellikle yeni kurulan İslâm Devleti için böyle bir durum
çok sakıncalı sonuçlar doğurabilirdi. O nedenle Medine ve çevresindekilerin
gerek savaşta, gerekse kamuyu ilgilendiren din ve devlet işlerinde
Peygamber'den (A.S.) geri kalmaları ve kendi nefislerini tercih etmeleri hiç,
ama hiç uygun görülmemiştir. Bu, şüphesiz ki bir uyarıdır. Önce merkez ve yakın
çevrenin disiplin altına alınıp idarî otorite kurulmasının gereğine açık bir
işarettir. Nitekim bu konuda inen âyetlerin ışığı altında Hz. Peygamber'in
(A.S.) tutum ve plânı bütünüyle sözü edilen doğrultuda uygulamaya konulmuş ve
kısa zamanda çok olumlu neticeler alınmıştır. Münafıkların kirli çamaşırlarının
ortaya dökülmesiyle maskelerinin düşürülmesi, üç kişinin iki aya yakrn bir süre
toplumdan kopuk duruma getirilmesi bunun açık misallerinden biridir.
O halde İslâm
Devletinde her dönem ve devirde idarî otorite ve disiplinin önce merkezde
sağlanması ve sonra çevreye uygulanması şarttır. Aksi halde başarılı olmak çok
zordur. Denge, düzen, adalet ve eşitlik sağlayan böyle bir uygulamanın manevî
mükâfatı ise, Kur'ân'da ifadesini bulmuştur: «Şüphesiz ki Allah iyilerin
mükâfatını zayi' etmez.» [349]
«Mutlaka Allah'ın,
işleye geldikleri
(iyi-yararlı) şeylere
daha güzeliyle karşılık vermek .için onlar adına (amel-leri) yazılır.»
Devlet yapısında düzen
ve dengenin, disiplin ve otoritenin sağlanmasına, düşmana karşı savaş için her
türlü yardım ve fedakârlığın ortaya konulmasına karşılık iki ayrı mükâfat söz
konusudur ki, biri diğerinden güzeldir:
a) Dünya'da Allah'ı bilen, O'na kulluk eden ve
insanları bu yola irşat etmenin feyizli ürünlerini veren şerefli bir millet
olarak yaşamak,
b) Allah ve din düşmanlarının başlarını
eğdirerek zulüm ve tuğyanı durdurmak ve böylece Âhiret'te Allah'ın
hoşnutluğunun mutlu semeresine nail olmak..
Mü'minin anlayıp
benimseyeceği bu mükâfat ve şeref ne güzel!. Kâfirin bunu idrak etmemesi ise
ne hazin!. [350]
«Müminlerin toptan (hiç
kimse geriye kalmamak şartıyla) savaşa çıkmaları uygun olmaz....»
İslâm Devleti'nin
sağladığı disiplin, başarı ve mükemmel idarî sistem müsbet sonuçlar verirken,
artık 120. âyette ifadesini bulan ilâhî uyarı karşısında hic kimsenin savaştan
geri kalması düşünülemezdi. Çünkü gereken imân ve irfanın yamsıra, muhtaç
olunan merkezî otorite sağlanmış, çevre de bu otoritenin kapsamına sokulmuştu.
O halde bir savaş anında durum ne olacaktı? İlim adamlarının, talebe ve
medreselerin tatile girmesi mi gerekecekti? Cenâb-ı Hak ilgili 122. âyetle
ilim adamlarının savaşlarda yok olmaması, ilim yuvalarının kapanmaması ve
toplumu eğitip yetiştiren beyinlerin rahat hizmet görebilmesi İçin mü'minlerin
toptan savaşa çıkmalarının uygun olmadığını beyan buyurarak bu hususta
izlenecek yolu belirledi. Böylece öğretim ve eğitim verilen her dalda görevli
ilim adamlarının savaşa katılmayıp öğretim ve eğitimlerini sürdürmeleri ve
savaştan dönenlere doğru yolu gösterip gereken uyanda bulunmaları, kıyamete kadar
geçerli bir hüküm olarak kalmıştır. Bazı istisnaî durumlar bu kaideyi
değiştirmez. Böylece Tevbe sûresinin 122. âyeti, 36. âyetini tefsîr edip
açıklık getirmektedir. [351]
«Dinî ilimleri
öğrenmeleri...»
Âyette dini
öğrenmeleri, dinde bilgi sahibi olmaları, dinî ilimleri öğrenmeleri
anlamlarına gelen bir cümle kullanılmıştır. Önce şunu hatırlatalım ki, «dinî
ilimler» denilince, sadece fıkıh, tefsîr ve hadîs hatıra gelmemelidir. Çünkü
dinde esas olan bu üç ilim dalı, ilgili bulundukları diğer ilim dallarını da
içermektedirler. Fıkıh: Hukuk, ahlâk ve inanç konularını; Tefsîr ve Hadîs: Hem
yukarıdaki konuları, hem de tıp, astronomi, matematik, botanik ve benzeri
konuları kapsamaktadır. O halde genel seferberlik hallerinde bile hocalık yapan
ilim adamları ile, ilim tahsîl eden talebenin savaşa katılmamaları prensibi
konulmuştur. Zarurî haller birer istisna teş-kîl eder. Bundan savaşa katılmanın
farz-ı kifaye olduğu hükmü çıkıyor, yani ülke halkının bir kısmının savaşa
katılmasıyla diğerlerinden bu farz kalkmış oluyor. Ancak çok tehlikeli
zamanlarda ilim adamları dışında eli silâh tutan herkesin savaşa katılması
farzdır. Böyle durumlarda ilim adamı olmaya namzet talebenin de katılmamasının
daha uygun olacağını savunanlar ise, ekseriyettedir.
Diğer önemli bir husus
da şudur: Savaştan dönenleri haksızlık, şımarıklık ve bilgisizlikten kurtarmak
için din âlimlerinin irşat ve uyarı görevinde bulunmalarının vacip olduğu
bil-icma' kabul edilmiştir.
Görülüyor ki, ilimle
ikiz kardeş olan İslâm, savaş günlerinde bile mümkün olduğu sürece okulların
açık tutulmasını, ilmî çalışmaların sürdürülmesini emretmiştir. Gericilik
İslâm'da değil, onu gericiliğin aracı olarak görenlerin anlayış ve
zihniyetindedir.
Sonra da ilgili âyetle
İslâm'ın hedef ve amacı gayet güzel biçimde özetlenmiştir. Şöyle ki, İslâm ilmi
esas kabul etmiş, savaşı arızî görmüş ve ancak zulüm ve tuğyanı durdurmak,
fitne tohumlarını saçanları tesirsiz hale getirmek için silâh kullanılmasına
cevaz vermiştir. Savaşa çıkıldığında, her eyalet ve bölgeden bir grup insanın
dinî ilimleri öğrenip öğretmesini belirlemesi ise, ilmi her sınıf ve bölgeye
sunmakta, onu her kabile ve eyaletin ortaklaşa malı olarak vasıflandırmaktadır.
Bir kabile veya bölgeye dinî ilimlerin kapısını açıp, diğerine açmamak
suretiyle bir adaletsizlik getirmemiş, bu konuda da fırsat eşitliğine imkân
tanımıştır. [352]
«Ey imân edenler!
Kâfirlerden (coğrafî bakımdan) size yakın olanlarla savaşın. Onlar sizde
sertlik ve üstün gayret görsünler.»
İslâm'ın kendini güven
içine alması ve büyük güç haline gelmesi, caydırıcı bir kudret taşıması için
uyguladığı usûl ve çizdiği yol, merkezden dışa genişleme amacına yöneliktir ve
beş kademede uygulama alanı budur:
1__ Önce
ruhlarda silinmez izler bırakacak vasıfta şuurlu mü'min yetiştirip fedakâr,
cefakâr, hakbilir, hukuk tanır bir kuvvet oluşturmak.
2— Sonra insanlıktan, iyi ahlâktan ve fazîietten
yana en güzel bir hayat düzeni kurup gayr-i müslimleri imrendirmek ve
hayranlıklarını kazanıp çevre kabile ve bölgeleri savaşsız, kansız ve kavgasız
bir atmosfer içinde İslâm'a ısındırmak; davet ve irşadı bu ölçüler içinde
sürdürmek.
3— Oluşan
kuvvet ve ortamı devlet murakabası altında tutup zalim ve münafıkları, inkarcı
azgın ve saldırganları yıldırmak.
4— İç güvenlik, asayiş, kardeşlik ve otorite
sağlandıktan sonra yakın komşu kabile ve milletlerden İslâm'a karşı olup savaş
niyeti taşıyanlarla veya Müslümanlarla savaşmak isteyen kabile ve millete
yardımcı olmayı plânlıyanlarla savaşmak.
5— Çemberi genişletip her geçen gün orduyu
güçlendirmek, komşu ülkeleri tesirsiz hale getirdikten sonra diğer büyük
devletlere kendi kuvvet ve kudretini tanıtmak için politik bir hava içinde
çeşitli yollara ve vasıtalara başvurmak. [353]
124— Bir sûre indirildiğinde, içlerinden
kimisi, «bu sûre hanginizin imânını artırdı?» diyerek
(ilâhî vahyi küçümserler). İmân edenlerin ise imânını artırmıştır ve onlar
(bununla) sevinip müjdelenirler,
125— Kalblerinde hastalık bulunanlara gelince
: Onların murdarlıklarına murdarlık katıp artırmıştır
ve onlar kâfir oldukları halde ölmüşlerdir.
126— Onlar her yıl bir veya iki defa fitneye
uğradıklarını görmüyorlar mı? Sonra da tevbe etmiyorlar ve onlar ibret ve öğüt
de almıyorlar!
127— Bir sûre inince, «sizi bir kimse görüyor mu?»
diye birbirlerine bakarlar, sonra da ayrılıp giderler. Allah onların kalblerini
(imân ve irfandan) döndürmüştür. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.
İnançsızlık, kin ve
nefret insanı ahlâksızlığa, haksızlığa iter, bir bakıma saldırgan yapar. Tevbe
sûresi, şüphesiz ki son inen sûrelerden biridir. İslâm Devleti'nin kurulup kök
saldığı, kendini iyice savunma durumuna gelip savaşacak kuvvetini oluşturduğu
bir döneme rastlar. O bakımdan sûre, savaşın önemini yeterince açıklar ve
uygulanacak stratejiyi belirleyip izlenecek politikaya yer yer dikkatleri
çeker. Sonra da münafıkların iç yüzünü, tutum ve darvanışlarını bir bir
belirterek, mü'minle münafığı, inanmışla inkarcıyı kesin çizgilerle ayırt
eder. Nitekim Tebûk seferi bu hususta tam bir kıstas ve mehenk olmuştur.
Yukarıdaki âyetlerle
münafıkların nifak ve şüphelerinin ürünleri teş-hîr edilirken, onların son
derece idraksiz ve anlayışsız bir topluluk oldukları anlatılıyor. O bakımdan
inen âyet ve sûrelerin bazı kalblerde imân ve irfanı artırırken, bazısında kin
ve nifakı çoğalttığına atıf yapılarak nifakın nasıl bir iç hastalığı, tedavisi
zor ruhî bir maraz olduğuna işaret ediliyor. İlâhî beyâna gönül kapılarını açık
tutup ruhlarını ve kafalarını aydınlatan mü'minler ise övülüyor.
Böylece inen her sûre
ve âyet mü'minlerin imân ve irfanını artırırken ve geniş bir ferahlık
duymalarına neden olurken, münafıkların ise kalblerinde nifak ve şüphe
hastalığını artırmıştır. İkiyüzlü döneklerin murdarlıklarına murdarlık katmış,
maskelerinin iyice düşmesine sebep olmuştur.
Kur'ân'ın bu belîğ
beyânını incelediğimizde, inen her sûrenin mü'mine iki yarar, münafığa ise iki
zarar getirdiğini anlıyoruz: Mü'minin bilgisini, ilgisini, imân ve irfanını artırıyor;
ilâhî lütuf ve rahmete erişmenin derin zevkini tattırıyordu. Münafığın ise,
inkâr ve şüphesini, nifak ve şikakıni artırıyor, bir kısmının küfür üzere ölme
bedbahtlığını bir bakıma hızlandırıyordu. [354]
«Kalblerinde hastalık
bulunanlara gelince...»
Beşer kalbinde meydana
gelen öyle hastalıklar vardır ki, çoğunu tedavi etmek mümkündür. Ama inkâra
dayalı, nifak suyuyla sulanan bir hastalık vardır ki, onu iyileştirmek, hiç
değilse zararsız hale sokmak çok zordur. İşte yukarıdaki âyetle bu hastalığa
parmak basılıyor: Zâhîrî murdarlık nasıl rahatsız edip taşıdığı mikroplarla
insanı ölüme adım adım itiyorsa, bâtınî yani manevî murdarlık da ruhu ve
vicdanı kirletip rahatsız eder ve sonunda hakkın ışığını alamıyacak şekilde karartıp
silik ve sönük hale getirir.Onun için hemen her dönem ve cağda inkâr imanla,
bâtıl hakla; nifak ise esenlik, iç ve dış düzenle savaş halinde olmuştur.
Sünnetullah gereği, bunlardan her biri karşıtıyla yüzyüzedir. İmân gelmeyince
inkâr, hak gelmeyince bâtıl, doğruluk ve düzenlik gelmeyince nifak ve şikak
gitmez. Bunların gelmesi ve kalb alanını ele geçirmesi, çok güçlü, kararlı ve
sabırlı olmalarına bağlıdır; diğer yandan kalbin bunları kabul edecek şekilde
eğitimle, öğretimle, irşat ve öğütle hazır duruma getirilmesi gereklidir.
Münafıklar ilâhî beyân
ve irşada, Resûlüllah'ın (A.S.) tebligat ve öğütlerine kulaklarını tıkadıkları
içindir ki, hastalıkları şifa buiacak yerde artmış ve inen her sûre ve âyetle
hastalık grafiklerinde bir yükselme kaydedilmiştir. [355]
Hakk'ın ve ona
teslimiyet gösteren dosdoğru imânın, biri fertlerin, diğeri toplumun iç
yapısında iki alanı vardır. Ferdin kalbine, akıl, idrâk, irfan ve vicdan
kanallarından hakkın sesi, imânın nuru girecek olursa, inkâr ve bâtıl orayı
terketmek zorunda kalır. Toplum yapısına böylesine şuurlu fertlerden oluşan
cemaat kanalıyla girerse, alanı ele geçirip çevreye hâkim olma durumuna gelir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, risalet yıllarında bu iki alanla ciddi biçimde meşgul olmuş ve
Mekke'de daha çok fertlerin gönüllerine hakkın neşterini vurarak onları inkâr
ve inat çoraklığından kurtarmayı plânlamış; ö nedenle çetin mücadeleler vererek
hakkın sesini küfür diyarında duyu-rabilmiş, ama toplumdan yana alanı ele
geçirme şansına erişememişti. Medine'de her iki alana birden yönelme imkânı
doğmuş ve ikisi paralel şekilde yürütülerek başarılı sonuçlar elde edilmiştir.
Medine'deki toplum
yapısındaki alan, hak ve imânın temsilcileriyle doldurulunca, inkarcılarla
münafıklar o alanı terkedip köşeye sıkışmak zorunda kalmışlar ve böylece
hareket sahaları daraldıkça daralmış; inen her sûre, İslâm'a giren her kabile
ve aileden nefret duymaya, rahatsız olmaya başlamışlardı. O nedenle inen her
sûre onların iç murdarlığına bir yenisini katmış ve şifa bulamıyacak ruhî maraz
halinde müzminleşip kalmıştır. «Kalblerinde hastalık bulunanlara gelince:
Onların murdarlıklarına murdarlık katıp artırmıştır ve onlar kâfir oldukları
halde ölmüşlerdir.» mealindeki 125. âyet sözü edilen gerçeği bütün açıklığıyla
yansıtmaktadır. [356]
«Onlar her yıl bir veya iki defa fitneye
uğradıklarını görmüyorlar mı? Sonra da tevbe etmiyorlar ve onlar ibret ve öğüt
de almıyorlar!»
Hayat sınavlarla
doludur. Başlangıç noktasıyla bitiş noktası arasında zikzaklı bir yol çizip
ömür sermayesini harcayarak ilerleyen insan, her zikzakta çetin bir imtihanla
karşılaşır. Ancak unutmamak gerekir ki, bu yoldaki deneme ve sınavlar çok
değişik görüntüler arzeder: Kimine şehvetle, kimine mal ve servetle, kimine
makam ve yetkiyle, kimine âdet ve gelenekle, kimine tahsil ve bilgiyle, kimine
hazır imkânlarla, kimine de sıkıntı ve yoklukla tezahür eder. Kimini hastalık,
kimini savaş, kimini açlık ve sefalet, kimini mal ve cana gelen musibet
karşılar. Başarılı olmanın yol ve yöntemi, kâinatı sonsuz kudretinin
tezahürüyle yaratıp belli ve değişmez kanunlarla yöneten Allah'ın varlığının
belgelerini, hikmet ve ilminin damgalarını görüp inanç ve inkârın, hak ve
bâtılın, sağlık ve hastalığın, fakirlik ve zenginliğin nisbî ve izafî olduğunu
bilip idrâk etmek ve bu idrâk içinde Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine teslimiyet
göstermektir.
Şüphesiz ki, küfür ve
nifakta, haksızlık ve zulümde inatla ısrar edenler bu idrâktan yoksundurlar.
Kur'ân'da bu gerçeğe temas edilerek gereken uyanlar yapılmaktadır. Özellikle
126. âyet en vecîz bir anlatımla insanları uyararak Hakk'a dönmelerinin tek
çare bulunduğuna işaret etmektedir. [357]
«Allah onların kalblerini (imân ve irfandan)
döndürmüştür. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.»
Akıl ve idrâklerini,
vicdan ve insaflarını hisleriyle külleyen; gerçeğe inkâr gözlüğüyle bakan
kâfirler ve münafıklar, kalb ve kafalarını ilâhî fü-yuzata karşı hep kapalı
tutarlar. Böylece ne hakkın rahmet sesini, ne irfanın parlak ışığını duyar ve
görürler. Çünkü kalb ve kafaları ters dönmüştür, yaratıldıkları amaç ve
hikmetin aksi istikametine yönelmiştir.
Bunu şu fiziksel olaya
benzetebiliriz: Su içinden bakan bir göz, dıştakı cisimleri çok kısalmış olarak
görür. Çünkü su yüzeyine 180°Mk bir açı içinden gelen bütün ışınlar su içine
97°lik bir koni yaparak girer. Bir de ışinları su yüzeyine 10° lik bir açı ile
gelen cisimler o derece biçimi bozulmuş o'arak görülür ki, bir bakıma tanınmaz
olur. Ayrıca göz, denizsuyu-na değecek şekilde denizaltı dünyasına baktığında
munzara bulanık ve deformedir.
İşte inkâr ve nifak da
insanın kalb gözünün önünde bir bakıma deniz suyu gibidir. Bununla temas
halinde olan kalb gözü, bütün berraklık ve netliğine rağmen hakkı bulanık ve
deforme olarak görür. Fizikte câri olan bu kanun, mânada kalb içinde de câri
kanunlardan biridir. [358]
Yukarıdaki âyetlerle
kalblerinde nifak hastalığı bulunan ikiyüzlü döneklerin inen Kur'ân sûreleri
karşısında inkâr ve inatlarının arttığına temas edildi. Onların aksine, inen
her sûre ve âyetin gerçek mü'minlerin imân ve irfanını artırdığı belirtildi.
Kalblerinde inkâr ve nifak hastalığının, hakkı bulanık ve deforme gördüğü, bu
yüzden sadece murdarlıklarının arttığı, ilâhî teşhîs anlamında açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in mü'minlerden yana ne kadar merhametli ve
şefkatli olduğuna temas ediliyor ve O'nun dört sıfatı bir dizi halinde
sıralanarak ilâhî rahmet ve inayeti yansıtma özelliğini kendinde taşıdığı çok
duyarlı bir anlatımla işleniyor; sonra da inkâr ve nifakta ısrar edip haktan
yüzçevirenlerin bu tür düşünce ve davranışlarının daha çok kendi aleyhlerine
birtakım sonuçlar doğuracağına işaretle Allah'ın Hz. Muhammed'in (A.S.) yegâne
yardımcısı olduğu, hiç kimse Ona inanmasa bile, Allah'ın Ona kâfi bir vekîl
bulunduğu ilân edilerek sûre noktalanıyor. [359]
128— And olsun ki size sizden bir Peygamber geldi.
Meşakkat ve sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; (doğru yolu bulup imân nimeti
içinde hayra yönelmenizi) çok arzu eder, mü'minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.
129— Buna rağmen yüzçevirirlerse, de ki: Allah
bana yeter; O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur; ancak O'na güvenip dayanırım. O,
büyük Arş'ın sahibidir.
«Âdemoğulları
kuşağının en hayırlısından seçilip gönderildim. Bu hayırlı kuşaklar
birbirlerini izleyip durdu, tâki mensup olduğum kuşağa kadar sürüp geldi,» [360]
«Şüphesiz ki Allah
Kinane'yi İsmail oğullarından seçti; Kureyşi de Ki-nâne'den seçip çıkardı.
Kureyş'ten de Hâşim oğullarını seçip çıkardı. Beni de Hâşim oğullarından seçip
çıkardı.» [361]
«Benim beş ismim
vardın Ben, Muhammed'im, Ahmed'im. Ben, Allah'ın (beni vasıta kılarak) küfrü
mahvettiği Mâhiy'im; ben, Allah'ın beni insanların önünde hasredeceği Hâşır'im;
ben benden sonra (beni) takip edecek peygamber olmayan Âkim'im (peygamberler
zincirini tamamlayan en son halkayım).» [362]
«Bâtıldan uzak, hakka
yönelik koskolay bir din ile gönderildim.»[363]
«Şüphesiz ki bu din
kolaylıktır; onun şeriatının tamamı da kâmil anlamda kolaylık ve esenliktir;
Allah'ın müyesser ettiği kimseler için de kolaylığın kendisidir..» [364]
«Âdem'den tâ
babam-anam beni doğuruncaya kadar hep nikâhtan (doğup) çıktım, zinadan (doğup)
çıkmadım. Cahiliye sifah (zina ve haya-sizlığı)ndan bana bir şey dokunmadı.» [365]
«Sizi Cennet'e
yaklaştıracak ve Cehennem'den uzaklaştıracak ne varsa hepsini açıklamış
bulunuyorum, geriye bir şey kalmamıştır.» [366]
Ebû Hüreyre (R.A.)
anlatıyor:
— Bedevilerden biri.
Peygamber {A,S.) Efendimize gelerek, kendisine yardım edilmesini istedi.
Peygamber (A.S.) Efendimiz bir şeyler verdikten sonra ona : «Sana iyilikte
bulunabildim mi?» diye sordu. O da : «Hayır, ne iyilikte bulundun, ne de iyi
davrandın», diyerek sert bir cevap verdi. Bunun üzerine Müslümanlardan bir
kısmı o bedevinin üzerine yürümek istedilerse de Resûlüllah (A.S.) onlara
engel oldu ve kalkıp evine gitti, az sonra da o bedeviyi çağırıp ona : «Sen
bize gelip bir şeyler istedin. Biz de sana verdik, bununla beraber dediğini
dedin!» buyurduktan sonra bir miktar daha ona yardımda bulundu ve arkasından
ona şöyle buyurdu: «Sana iyilikte bulundum, değil mi?» O da, «evet, Allah seni
de, ev halkını da, aşiretini de mükâfatlandırsın!» diye duâ etti. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ona : «A bedevi! önce böyle demedin. O yüzden arkadaşlarım
sana kızdılar. Kalk da onlara gidelim, burada dediğin sözleri onların yanında
da söyle ki, sana karşı kalblerindeki soğukluk kalkmış olsun», diyerek tavsiyede
bulundu. Bedevi kabul etti ve ashabın yanına gelerek aynı şeyleri tekrarladı.
Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz ashabına dönerek şöyle buyurdu :
«Doğrusu benimle o bedevinin durumu, devesi ürküp kaçan adamın durumuna
benzer. Halk ona yardımcı olmak için deveyi izleyince, deve büsbütün ürküp
kaçmış. Sahibi onlara: «Benimle devemi baş-başa bırakıp siz aradan çekilin.
Çünkü ben ona daha şefkatliyim ve huyunu da daha iyi bilirim», demiş ve
kendisi bir tutam ot alıp devesine seslenmiş; böylece devesi ona dönüp gelmiş;
o da nevalesini ona yükleyip (yoluna devam etmiştir). Eğer o bedevinin sözüne
karşı size uymuş olsaydım, herhalde o Cehennem ateşine girerdi.» [367]
«And olsun ki, size
sizden bir peygamber geldi...»
Allah'ın insanlara
ilâhi buyruklarını tebliğ ve onları doğruya irşat etmedeki câri sünnetlerinden
biri de, onların içinden lâyık gördüğünü seçip risalet göreviyle
görevlendirmesidir. Bunun birçok sebep ve hikmetleri söz konusudur ki, onları
şöyle özetliyebiliriz :
a) İnsan aklının ve idrâkinin ölçüsünü
belirleyip ortaya çıkarmak,
b) Daha iyi anlaşıp kaynaşmalarını sağlamak,
c) Ruhlardaki cevherin ölçü ve değerini izhar
etmek için peygamberler insanlardan seçilip gönderilmiştir. Meleklerden seçilip gönderilseydi, gaybe
imânın gerçek değeri anlaşılmaz, bir bakıma o değer ortadan kalkar; beşer
aklının kıymeti belirsiz olurdu.
O bakımdan, ölenlerin
ruhlarıyla mülakatta bulunmaya kapı acık tutulmamış, Peygamberler ve yüksek
derecedeki velîler dışında kimselere böyle bir yetki verilmemiştir. [368]
Âyette, Peygamber'in
(A,S.) insanlardan ve aynı zamanda ruhlarındaki ezelî mayalarıyla Allah'a
dosdoğru imân etme yeteneğini kendinde taşıyan asil kişilerden gönderildiği
açıklanıyor. Cenâb-ı Hakk'ın bu konudaki bir diğer sünnetine işaret edilerek
insanlar arasından peygamber seçilirken, en asil, en şerefli ve en iffetli,
dürüst, ahlâklı ve faziletli ailelere o rahmetin yöneldiği haber veriliyor.
Böylece gönderilen peygamber, içinde doğup büyüdüğü çevrenin güvenini kaybetmesin
ve geçmişiyle kınanıp ayıplanmasın diye ilâhî tedbir ve takdir uygulanır. O
bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Allah'ın bu ezelî sünneti gereği,
Mekke'nin en asil kabilesi Kureyş'ten ve en iffetli, soylu ve faziletli
hanedanı sayılan Hâşim oğul-
larından seçilmiştir.
Onun için hiçbir Mekkeli Ona soy, şeref, asalet, fa-zîlet ve doğruluk
hususlarında dil uzatamamış ve ayıplayacak açık bir tarafını bulamamıştır.
Kur'ân'ın 10. sûresi, 16. âyetinde bu inceliğe temasla şöyle buyurulmuşîur:
«Elbette bundan önce aranızda bir ömür bulundum; artık aklınızı kullanmaz
mısınız?»
Konunun baş
kısmında naklettiğimiz ilgili
hadîslerle de gönderilen
peygamberin şerefli ve iffetli bir aileden seçildiği açıklanmış bulunuyor. [369]
«Meşakkat ve sıkıntıya
uğramanız ona ağır gelir; (doğru yolu bulup imân nimeti içinde hayra
yönelmenizi) çok arzu eder; mü'mînlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.»
Kur'ân ilgili âyetle,
savaş ve açlığın verdiği sıkıntı ve meşakkate dikkatleri çekerek, Peygamberin
(A.S.) mü'rninlere olan sınırsız merhamet ve şefkati karşısında o sıkıntı ve
meşakkatin pek önemsiz kalacağına işaret ediyor ve böylece Rahmet Peygamberinin
üç önemli vasfını açıklıyor:
1— Mü'minlerin meşakkat ve sıkıntıya uğraması
Ona cok ağır gelir.
Bu, savaş ve benzeri
sıkıntıların ferahlık getireceğine ve külfetsiz nî-met olmayacağına işarettir.
2— Mü'minler
üzerinde titreyip durur; onların
imân doğrultusunda hayır ve
iyiliğe, güzel ahlâk ve fazilete yönelmelerini çok arzu eder.
Bu, Allah yolunda
atılan her adımın hayra, iyiliğe, saadete ve mutluluğa yönelik olduğunu
hatırlatır. Hz. Peygamber'in (A.S.) sünnetinde de bu hikmetin yattığına işaret
edilir.
3— Mü'minlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.
Bu, Hz. Peygamberin
(A.S.) söylediği her sözde, başlattığı her işte, attığı her adımda şefkat ve
merhamet mayasının hâkim bulunduğuna işarettir.
Bunca yüce hasletlere,
ilâhî inayetlere rağmen Hz. Peygamberi (A.S.) anlayamadıkları. Onun kutsi âlemden
getirdiği ilâhî rahmeti idrâk etmeyip yuz çevirdikleri takdirde, Allah (c.c.)
Peygamberine elverir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz her hâl-ü kârda yalnız
Rabbına güvenip dayanır. O bakımdan, Ona inanıp İslâm'a giren kendi lehine
inanmış olur; yüz çeviren de kendi aleyhine bir sonuç doğurur. Resûlüllah
(A.S.} ise, görevini kusursuz yapmanın huzur ve mükâfatını görür. Çünkü O, her
zaman azizdir, Allah katında değerlidir ve şereflidir; üstündür ve ilâhî
te'yide mazhardır. Nitekim bazı kıraatlerde «aziz» ayrı bir sıfat, «aleyhi ma
anittüm» de ayrı bir sıfat olarak belirlenmiştir.
Hz. Fatıma (R.A.)dan
yapılan rivayette ise, «enfüsiküm» yerine «enfe-siküm» okunmuştur. O takdirde
mana şöyle olur: «Size sizin en nefisinizden bir peygamber geldi ki, O
azizdir. Sıkıntıya uğramanız onun aleyhine bir sonuç doğurur, onu üzer.»
Böylece Allah'a ait
REÛF, RAHÎM ve AZÎZ sıfatları, az değişik bir mana atmosferi içinde Cenab-ı
Resûlüllah (A.S.) hakkında kullanılmış oluyor ki, bu onun Allah katındaki
derece ve yüceliğini, yakınlık ve itibarını en güzel şekilde ifade eder. Allah
dilediğini aziz kılar; dilediğine geniş rahmet kapılarını açar. Çünkü ilâhî
rahmet ve inayetten maksat, insan unsurudur. Peygamberlerin bu rahmet ve
inayete mazhar olarak görevlendirilmelerinden de maksat yine insan unsurudur.
Önemli olan o rahmet ve inayetten nasıp almaktır. [370]
Ashab-ı Kiramdan Zeyd
bin SâBit (R.A.). Kur'ân'ın sûre ve âyetlerini indiği ve Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz tarafından tertiplenip belirlendiği gibi toplayıp mushaf haline
sokarken, Haris bin Huzeyme (R.A.), Tevbe sûresinin sonundaki bu iki âyetle
Hz. Ömer'e (R.A.) geldi. Hz. Ömer (R.A.) ona, «Seninle beraber bu iki âyeti
bilen başka biri var mı?» diye sorunca, o, «Bilemiyorum, ancak Allah'a yemin
ederim ki, bu iki âyeti Resûlüllah (A.S.) Efendimizden işittim, kulak verip
ezberledim!» Diyerek bir yanlışlık yapmadığını anlatmak istedi. Bunun üzerine
Hz. Ömer (R.A.) şöyle dedi: «Şeha-det ederim ki, bu iki âyeti ben de Peygamber
(A.S.) Efendimizden işittim. Eğer iki değil, üç âyet olsaydı, onları
başlıbaşına bir sûre sayardım!» Hz. Ömer (R.A,), bu sözleriyle hem Hâris'i
tasdik etmiş, hem sözü edilen iki âyetin önemine parmak basmış, hem de onların
Tevbe sûresinden iki âyet olduğunu belirtmiştir. [371]
Nitekim Zeyd b. Sabit
(R.A.) de bu konuda diyor ki :
«Berat (Tevbe)
sûresinin son iki âyetini Huzeyme b. Sabit veya Ebû Huzeyme'nin yanında buldum.»
Abdullah b. Zübeyr'in
(R.A.) rivayetinde Hz. Ömer'e gelen zatın Haris b. Huzayme olduğu, diğer
rivayette ise, Zeyd b. Sâbit'in (R.A.) sözü edilen iki âyeti Huzayme b. Sabit
veya Ebû Huzayme'nin yanında bulduğu belirtilmektedir. Böylece farklı isimler
rivayet edilmiştir. Allah daha doğrusunu bilir. Ancak olayın sıhhatında şüphe
yoktur. Zira ashab-r kiramdan önemli bir cemaatin de bu iki âyeti ezbere
bildikleri kesinlik kazanmıştır.
el-Hasen diyor ki:
«Kur'ân'dan en son
inen, bu iki âyettir. Bunlardan sonra âyet inmemiştir.» [372]
Übey bin Kâb (R.A.)
diyor ki :
«Kur'ân'ın Allah'tan
en son gelen parçası, bu iki âyettir.» [373]
Tabiinden Saîd b.
Cübeyr de aynı görüştedir. Diğer ilim adamlarına göre, Kur'ân'ın
ne son inen
âyeti. Bakara sûresinin
281. âyetidir;
Tevbe sûresine,
yaptıkları andlaşmaları bozan müşriklere Allah ve Resulü tarafından ültimatom
mahiyetinde verilen dört aylık süre ilân edilerek başlandı ve her türlü
kolaylaştırıcı şartlara ve imkânlara rağmen Hak'tan yüzcevirenler olursa,
Allah'ın Hz. Muhammed'e (A.S.) yeterli yardımcı olduğu, O'ndan başka hiçbir
ilâhın olmadığı açıklanarak noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsîrini bize müyesser kılan Yüce Rabbımıza hamd-u senalar, Resulüne de
salât-ü selâmlar olsun.. [374]
[1] Lübabu't-te'vü
[2] Tefsîr-i îbn Kesir:
2/331
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2418.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2418.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2418.
[5] Ebû Dâvud - Tirmizî - Lübabu't-te'vîl'den
özetlenerek..
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2418-2419.
[7] îbn Cerîr Taberî - Şâ'bî : Muğîre (R.A.)den.
[8] Müsned-i Ahmed - Tlrmizî/Hadisün hasenün sahîhün..
[9] Tefsîr-i Merağî/ilgili âyetin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2421-2422.
[10] ibn Kesîr :
2/334 - Mısır:
?
[11] Abdurrezzak : Süfyan tarikiyle rivayet etmiştir.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2422-2423.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2423-2425.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2425-2426.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2426.
[16] Buharî/İmân : 17, zekât: 1. salât: 28, i'tisam: 2, 28-
Müslim/imân: 32-Ebû Davud: zekât: 1, cihâd: 95- Tirmlzî/iman: 1, 2, tefsir: 88-
Nesâî/zekât: 3, iman: 15, cihat: 1- İbn Mâce/mukaddeme: 9, fiten: 1- Ahmed:
1/11, 78- 2/314, 349
[17] Müsned-i Ahmed:
Enes b. Mâlik (R.A.)den
[18] Buharı - Mtislim/zühd:
32, 33 - Tirmizi/zühd: 38-
Ahmed: 2/270 434-4/121
[19] Buhari/diyet: 6- Müslim/kasamet: 25, 26- Ebü
Dâvud/hudud: 1- Tirmi-zî/hudud: 15- Nesâî/tahrîm: 5,
11, 14- Dâremî/siyer: 11- Ahmed:
1/61, 63 65 70
- 6/181
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 5/2427-2428.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2428-2429.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2429-2430.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2430-2431.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2431-2432.
[24] îbn Kesîr ;
2/337
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2432-2433.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2433-2434.
[26] Kurtubî/ilgili
âyetin tefsirinde. Senedini
tesbit edemedim.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2435-2436.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2436-2437.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2437.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2438.
[30] Kurtubî tefsîri
: 8/82-Kahire: 1387
[31] Geniş bilgi için bak: Kurtubî: 8/83-85
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2438-2439.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2439.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 5/2441-2442.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2442-2443.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2443.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 5/2443-2444.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2444.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2445.
[39] Lübabu't-te'vîl-tbn Cerîr-İbn Kesîr
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2446-2447.
[40] Buharî/ezan:
37- Müslim/mesâcid: 24, 25-
Ahmed: 2/509
[41] Tirmizî/hadîsün hasenün..
[42] Buharî/salât:
65, menakıb: 45-
Müslim/mesacid: 24, 25, zühd: 44- Ahmed:
1/20, 53, 61
[43] Hafız Bezzar/kendi MÜsned'inde
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2447.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2447-2448.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2448-2449.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2449-2450.
[47] Fa2la bilgi için bak: Mefatihü'1-gayb: 4/601
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2450-2452.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2452.
[49] Lübabu't-te'vîl
[50] Esbab-ı nüzûl/Nisaburî - Tefsîr-i Kurtubî
[51] Lübabu't-te'vil
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2454-2455.
[53] Müsned-i Ahmed - Sahîh-i Buharî
[54] Sahîh-i Buhârî/iman: 8- Müslim/imân: 69, 70
[55] Müsned-i Ahmed:2, 84- Ebû Davud/büyû': 54
IYNE : Muhtaç bir
adamın, bir kimseye gelerek bin lira ödünç istemesi ve fakat mukrizin ona ;
«Sana ödünç veremem, ama arzu edersen pazarda kıymeti 1000 lira olan şu
elbiseyi alıp sana 1200 liraya satarım da onu sen tekrar götürüp 1000 liraya
satıp ihtiyacını karşılarsın.» demesi şeklinde bir muameledir ki, İslâm bunu
takbih etmiştir.
[56] Müsned-i Ahmed - Ebû Davud/eihad: 82- İbn Mâce/cihad:
25- Dâremî/ siyer: 4
Müsned-i Ahmed - Ebû
Davud/eihad: 82- İbn Mâce/cihad: 25- Dâremî/ siyer: 4
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2455-2456.
[57] Tefsîr-i İbn Kesîr: 2/342-Mısır?
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2456-2457.
[59] MefatihÜ'1-gayb - îbn Kesir - Lübabu't-te'vîl - tbn
Cerîr
[60] Geniş bilgi için bak : İbn Hişâm - İbn tshak - Siyer-i
İbn Kesîr..
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2457-2459.
[62] Buharî – Müslim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2459-2460.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2460-2461.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2461-2462.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2462.
[66] Sahîh-i Müslim : İbn Ömer (R.A.)dan -
Buharî/cezîre: 6
[67] Sahîh-i Müslim: Câbir b. Abdullah (R.A.)den - Ahmed:
3/354, 384-4/126
[68] Kurtubl: 8/104 - îbn Kesîr : 2/346
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2464.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2464-2465.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2465-2466.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2466-2467.
[72] Matta:
8/32 - Bernaba :'11/10-13
[73] Bernaba İncil'i :
1/4-6-2/7-10
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2467-2468.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2468-2469.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2469.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2470.
[78] Lübabu't-te'vîl :
2/215
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2471.
[79] Müsned-i Ahmed
- Tirmizî - İbn Cerîr - İbn Kesir
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2471-2472.
[80] Camiu'I-beyân fi-Tefsîri'1-Kur'ân : 2/78
[81] Lübabu't-te'vîl :
2/215
[82] Tefsîr-i Merağî : *10/99
[83] Fütuhat-i Mekkiyye :
3/201
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2472-2473.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2473-2474.
[86] Müsned-i Ahmed :
4/123, 278, 284-
Müslim/f iten: 19, 20-
Ebû Davud/ fiten: l-
Tirmizî/fiten: 14 îbn Mace/fiten: 9
[87] Müsned-i
Ahmed: 5/366
[88] Müsned-i Ahmed : Temîm ed-Dâri (R.A.)den
[89] Müsned-i Ahmed
Rakusiye
: Sabiî ile Nasârâ arasında bir din veya bir mezheptir.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2474-2476.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2476-2477.
[92] Dâbbetü'1-arz : Bir yoruma göre, çok bilgili,
kültürlü, sağlam imanlı, cesur,
kahraman, olaylardan yılmayan,
hakkı yeryüzünde pekiştiren;
küfrü, azgınlığı, ahlâksızlığı
silip kaldıran, Allah'ın son
mesajı tslâmiyeti yayan
büyük bir İslâm lideridir.
[93] el-Hâkim: İbn
Abbas (R.A)dan isnad-i sahih ile rivayet etmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2477-2478.
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2479.
[95] Rebze, Medine ile Şam arasında küçük bir köydür.
[96] Sahîh-i Buharî :
Zeyd b. Vehb'den
[97] Taberânî :
İbn Ömer'den
[98] Evi-barki olmayıp Mescidin bitişiğindeki gölgelikte
kalan fakirler.
[99] Taberânî ; Ebû
Ümame'den
[100] Sahîh-i Buharî : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[101] Müsned-i Ahmed : Şeddad b. Evs (R.A.)den
[102] Ebû Dâvud -el-Hâkim/Mustedrek'inde-îbn Murdeveyh az
değişik bir lafızla rivayet etmişlerdir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2480-2482.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/24822-2483.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2483.
[105] Buharî/bed-i halk : 2. tefsir: 9, adâhi: 5, tevhîd:
24- Müslim/kasamet: 29- Ebû Dâvud/menâsik: 67- Ahmed: 5/37
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2485.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2486.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2487.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2487-2488.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2488.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2488-2489.
[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2489-2490.
[112] Fazla
bilgi için bak :
Sahavî'nin el-Meşhur Fi-Esmâi'1-Eyyami ve'ş-Şühûr.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2490-2491.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2491.
[114] Lübabu't-te'vil
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2493.
[115] Müsned-i Ahmed:
el-Müstevrid'den
[116] îbn Ebî Hatim :
Ebû Hüreyre (R.A.) den
[117] Buharî/menakıb; 45, tefsir : 16- Müslim/fezâil: 1- Ahmed:
¼
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2493-2494.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2494.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2495-2496.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2496-2497.
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2497.
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2497.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2498.
[124] Esbab-ı Nüzûl-Nisabûrî - Lübabu't-te'vîl
[125] Müfessir Süddî
- Esbab-ı Nüzul
[126] Tefsîr-i îbn Kesîr - Esbab-ı Nüzul
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2500-2501.
[127] Buharî -Müslim- Ebû Dâvud- Tirmizî- Nesâî -îbn Mâce..
Buharî -Müslim- Ebû
Dâvud- Tirmizî- Nesâî -îbn Mâce..
[128] Ebû Dâvud :
Abdullah b. Amr (R.A.)dan.
[129] Müslim-Nesât :
Ebû Eyyub (R.A.)den
[130] Taberânî :
Sevban (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2501-2502.
[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2502-2503.
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2503-2504.
[133] Geniş bilgi için bak : Bakara sûresi : 249
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2504.
[135] Tebûk : Şam'dan
Medine'ye giden yolun üzerinde büyük bir kasabadır.
[136] islam Ansiklopedisi-:
Tebûk maddesinde de bu konu
kısmen açıklanmıştır.
[137] Hz. Muhammed Mustafa (A.S.) - M. Hüseyin Heykel / 1948
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2504-2507.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2507-2508.
[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2508.
[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2508.
[142] tbn Ebî Hatim - îbn Mürdeveyh
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2510.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2511.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2511-2512.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2512-2513.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2513-2514.
[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2514.
[149] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2515.
[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2516.
[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2516-2517.
[153] » »
/ » - » »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2518.
[154] Müslim/zekât: 98 - Buharî/humus: 7 - Ebû Dâvud/imaret:
13 - Ahmed: 2/314-3/475
[155] Ahmed - Müslim/zühd : 3, 4
- Tirmizı/zühd: 31, tefsîr :
102 - Nesâî/ vasaya : 1
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2519.
[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2519-2520.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2520-2521.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2521-2522.
[159] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2522-2523.
[160] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2523.
[161] Ebû Dâvud/zekât: 24 - Dârekutnî
[162] Buharı - Müslim - Ebû Dâvud - Tirmizî/zekât: 23, 55 -
Ahmed b. Han-bel: İbn Amr'dan - Nesaî ve İbn Mâce : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[163] Ebû Dâvud - Nesâî/zekât: 91 - Ahmed:
4/224
[164] Buharî/zekât:
53 - Müslim/zekât: 101
- Nesâî/zekât: 76 - Ahmed:
2/ 316
[165] Dâremî/zekât:
16 - Nesaî/zekât: 98 - Taberânî/sadaka:
13 - Ahmed: 2/ 279
[166] Müslim - Tirmizî: Safvan b. Umeyye'den
[167] Buharı/ıman:
19- zekât: 53, ahkâm: 2 -
Müslim/imân; 237, mesacid: L t'
t t: 13 " EbÛ Dâvud/sünnet: 15 - Tirmizî/diyat: 8, imân: 8 - Nesâî/ J,
oi? MâCe/fiten: 2- 12 "
Ahmed: 1/176, 182 - 2/111, 215 - 4/94, 340 - 61, 236
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2523-2525.
[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2525-2526.
[169] Fazla bilgi için bak ; Tefsîr-i Kurtubî, ilgili âyetin
tefsiri
[170] Sünen-i Ebî Dâvud : 1/380
[171] Tefsîr-i Kurtubl: 8/185
[172] Geniş bilgi için bak : Cessas'ın Ahkâmü'l-Kur'ân'ına, Kurtubî
tefsirinin ilgili âyetine ve kaynaklarıyla İSLÂM PIKHI - C. Yıldırım
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2526-2530.
[173] Alâk sûresi : 7
[174] Hadîsin kaynağını tesbit edemedim
[175] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2530-2531.
[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2531.
[177] Lübabu't-te'vîl
- Esbab-ı Nüzul/Nisaburî
[178] Hâzin ve Kurtubî : Katade'den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2532-2533.
[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2533-2534.
[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2534-2535.
[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2535.
[182] Tefsîr-i Kurtubî - Lübabu't-te'vîl
[183] İbn Cerîr Taberî-Tefsîr-i Kurtubî
[184] Tefsîr-i Ibn Kesîr :
2/367
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2537-2538.
[185] Buharî/şahadat:
28 - Müslim/imân : 107,
109 - Tirmizi/imân : 14
[186] Buharî/enbiyâ:
19, menakıb : 1, 25
- Müslim/fezâil : 199 - Ah'med:
2/ 258, 260, 391, 438, 525, 539 - 3/367
[187] Ebû Dâvud - İbn Hibbân - Dâremî/rikak : 51
[188] îbn Ebî Dünya - Taberânî - et-Terğîb ve't-Terhîb
: 4/383
[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2538.
[190] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2539.
[191] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2539-2540.
[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2540.
[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2540-2541.
[194] Tirmtzl/fiten:
18 - Ahmed : 5/218, 340 -
Buharî/enbiya : 50 itisam 14 -Müslim/ilim : 6 - İbn Mace/fiten : 17
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2542.
[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2542-2544.
[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2544-2545.
[197] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2545.
[198] Ahmed : 4/268,
270, 271, 274, 276
[199] Buharî/mezalim:
5, salât: 88, edeb: 36- Tirmizî/birr: 18- Nesâl/zekât: 67- Ahmed: 4/404, 405, 409
[200]
Buharî/tevhîd: 24, tefsîr: 55- Müslim/im ân: 296- Tirmizî/cennet: 3, 7-îbn Mâce/mukaddeme: 13- Daremî/rikak:
101- Ahmed: 4/411, 416
[201] Buharî/tefsîr: 55, bed-i halk: 8- Müslim/cennet: 23,
25- Tirmizî/cennet: 3- Dâremî/rikak :
109- Ahmed: 3/103, 115, 263- 4/400, 411, 419
[202] Buharî/cenaiz : 90, zekât: 1, hars: 20, cihad : 6,
bed-i halk: 1, 6, 8, enbiya: 1, 7,
mendup: 25, fazâil: 29- Müslim/imân: 15,
179, 187, 188, 192, 263, 297, 302, 304- Tirmizî/cenaiz: 16, 70, fazâil: 13, 17,
25, libas: 43, kader: 4, 8, cennet: 8, 12, 13
[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2546-2547.
[204] Tirmizî/fiten: 24
[205] Buharî/rikak :
51, tevhîd: 38-
Müslim/cennet: 9- Tirmizî/cennet: 18 Ahmed: 3/88, 95
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2547-2549.
[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2549-2550.
[207] Lübabu't-te'vîl : İlgili âyetin tefsiri
[208] Eshab-ı nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl
[209] Eshab-ı nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl
[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2551-2552.
[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2552-2553.
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2553.
[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2553-2554.
[214] Kurtubî Tefsiri : 8/209 - Mefatihü'1-gayb : 4/699
[215] Kurtubî Teîsîri : 8/210
[216] el-tsâbe fi-Temyîzi's-Sal?abe/Sa'lebî maddesi
[217] Kurtubî Tefsiri:
8/210
[218] Buharî – Müslim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2555-2556.
[219] Buharî/şehadet : 28 - Müslim/imân: 107, 109 - Tirmizî/imân: 14
[220] Buharî/imân: 24, mezalim: 17, cizye: 17 - Müslim/imân:
106 - Tirmizî/; İmân: 14 - Nesâî/imân : 20 - Ahmed: 2/189, 198, 200
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2557.
[221] Lübabu't-te'vîl/ilgili âyet
[222] Buharî/cenâlz:
22, libas: 8 - Tirmizî/tefsîr: 9,
13, daavat: 14 - Nesâİ/ cenâiz : 40 - Ahmed : 2/18
[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2557-2558.
[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2558-2559.
[225] Sosyalist Felsefenin Temel Prensipleri : 68 - Sosyal Yayınları
[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2559-2560.
[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2560.
[228] Tİrmizî/cehennem: 7 - Taberânî/cehermem: 1 - Ahmed: 2/212
467
[229] Tirmizî/cehennem:
8
[230] Buharî/enbiya:
1, rikak: 51 - Müslim/iman: 362, 364, münafikin: 51 -Tirmizî/cehennem; 12 - Dâremî/rikak: 121 - Ahmed: 2/432 - 3/13 - 4/271, 274
[231] İbn Mâce/ikamet:
176, zühd: 19
[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2562-2563.
[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2563-2564.
[234] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2564.
[235] Tevbe Sûresi : 55
[236] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2565-2566.
[237] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2566.
[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2567-2568.
[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2568.
[240] Fazla bilgi için bak :
Tefsîr-i Kurtubi - LÜbabu't-te'vİl
[241] Tefsîr-i İbn Kesir :
2/381
[242] Tefsîr-i İbn Kesir :
2/381
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2570-2571.
[243] İbn Ebî Hatim :
el-Hasan'dan
[244] Buharî-Müslim :
Enes (R.A.)den
[245] Müsned-i Ahmed
[246] Buharî/imân: 42 - Müslim/imân: 95 - Ebû
Dâvud/edeb: 59 - Tirmizî/ Din*: 17 Nesâî/beyat : 41 - Dâreraî/rikak : 41 -
Ahmed: 1/351-2/297-4/102, 103
[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2571-2572.
[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2572.
[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2572-2573.
[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2573-2574.
[251] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2574.
[252] Lübabü't-te'vîl
[253] »
>
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 5/2576.
[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2576.
[255] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2577.
[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2577-2578.
[257] Ebû Davud/edahî : 24 - Tirmizî/fiten: 69 - Nesâî/sayd
: 24 - Ahmed :1/357
[258] Buharî/istiska :
2, menakıb: 6 -
Müslim/mesacid: 307, 308, fezâil: 182, 187 - Tirmizî/menakıb: 73 - Dâremî/siyer: 79 - Ahmed: 2/20, 60, 73,
116, 117, 126, 130, 135, 469 - 3/345, 382 - 4/48, 57, 420,424
[259] Buharî/menâkıb : 2, 6
[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2579.
[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2579-2580.
[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2580-2581.
[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2581.
[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2581.
[265] Buharî/fazâil :
5 - Müslim/fazâil: 221,
222 - Ebû Dâvud/sünnet: 10
-Tirmizi/menakıb : 58 - Ahmed : 3/11
[266] Tirmizî/menakıb-i ashab : 58 - Ahmed: 4/87-5/54, 57
[267] Buharî/menakıb-ı ashab: 4 - Müslim/imân: 127, 128 -
Nesâî/imân: 119-Ahmed: 3/70, 130, 133,
249
[268] Buharî/tefsîr:
3, fezâil: 9, mağazi:
35, fiten: 27 -
Müslim/imaret: 71, zühd: 15
üten: 112- Tİrmizî/fiten: 15, 45, zühd: 21, 22 - İbn Mâce/mukaddeme: 11 -
Ahmed: 3/36, 37, 41
[269] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2582.
[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2583-2584.
[271] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2584-2585.
[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2585.
[273] Esbabu'n-nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-teVİL
[274] Esbabu'n-nÜzûl/Nisaburî
[275] »
S> 3>
[276] Lübabu't-te'vîl
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2587-2588.
[277] Buharî/daavat: 32 - Ebû Davud/zekât: 7 - Nesâî/zekât:
13 - îbn Mâce/ zekât: 8 - Ahmed: 4/353, 355, 381, 383
[278] Müslim/zekât :
63- Tirmizi/zekât: 28-
Nesâî/zekât : 48- İbn
Mâce/ze-kât: 28-
Dâremî/zekât: 34- Taberânî/sadaka : 1-
Ahmed: 2/268, 404, 418, 419, 431,
528, 541, 6/251
[279] Buharî/tefsir-i sûre : 9, 15, ta'bîr: 48 -
Tirmizî/cennet: 2 - Dâremî/ri-. 100 -
Ahmed : 2/305, 362, 445-5/9
[280] Müsned-i Ahmed :
3/28
[281] Ebû Dâvud : Câbir b. Abdullah (R.A.)dan
[282] Müsned-i Ahmed:
Enes (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2588-2589.
[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2589.
[284] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2590.
[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2590-2591.
[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2591.
[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2591-2592.
[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2592.
[289] Ltibabu't-te'vîl-îbn Cerîr Taberî-Kurtubî - Meragî -
Âlûsî tefsirleri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2594-2595.
[290] îbn Mâce/ikamet: 197 - Tirmizî/mevakiyt : 125
[291] Tefsîr-i îbn Kesîr :
2/389
[292] Tefsîr-i Hâzin
[293] Müsned-i Ahmed - Îbn Huzayme kendi Sahîh'inde
[294] Müsned-i Ahmed : 5/396
[295] Nesâî: Esed b. Zübeyr'den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2595.
[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2595-2596.
[297] Lübabu't-te'vü :
2/263
[298] Lübabu't-te'vîl :
2/263
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2596-2597.
[299] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2597.
[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2597.
[301] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2598.
[302] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2598.
[303] Esbab-ı Nüzul - İbn Kesîr - Kurtubî - Âlûsî -
Fethülkadîr - İbn Cerlr
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2600.
[304] Buharî/imân: 18, hac : 4, tevhîd: 48, 56 -
Müslim/imân: 135, 136 - Ebû Dâvud/vitir: 12 - Tirmizî/mevakiyt : 13, birr: 2 -
Nesâî/zekât: 49, menasik: 4, imân: 1 - îbn Mâce/menasik: 16 - Dâremî/salât:
135, cihad : 4, rikak: 28 - Ah-med: 2/264, 287, 348, 388, 531 - 3/411 - 4/342 -
6/372, 374, 440
[305] Buharî/cihad: 2 - Müslim/imaret: 122, 123 - Nesâİ/cihad: 7 - tbn Mâce/
fiten: 13, zühd: 24 - Ahmed:
3/37
[306] Dâremi/cihad: 6
- Nesât/zekât: 74 - Taberânî/cihad: 4 - Ahmed:
3/ 37, 41
[307] Tirmizî/menakıb: 1 - Dâremî/mukaddeme : 8 - el-Hâkim
kendi Sahih'inde
[308] İbn Mâce/mukaddeme :
11 - Ahmed :
2/335, 339
[309] Tirmizî/fiten:
11 - Müslim/imân:
78 - Nesâî/imân:
17 - Ebû Oâvud/ salât: 242, melâhim: 17 - İbn Mâce/fiten: 20 - Ahmed: 3/20, 49
[310] Nesâî/sarık : 7 - İbn Mâce/hüdûd: 3 - Ahmed:
2/362, 402
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2600-2602.
[311] Tevrat/Tesniye:
6/1-4
[312] Tevrat/Tesniye:
28/7-9
[313] İncil/Matta :
19/21-22
[314] İncil Bernaba: 25/34 - 96/10 - 97/11
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2602-2603.
[315] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2603-2604.
[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2604.
[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2604-2606.
[318] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2606.
[319] Lübabu't-te'vîl ;
2/265
[320] Müsned-i
Ahmed : 1/131
[321] Buharî : 4/533
[322] Bilgi için bak : Kasas sûresi 56. âyetin tefsiri
[323] Tecrîd-i Sarih Tercemesi : 4/535
[324] Lübabu't-te'vîl :
2/266
[325] Câmiu'l-beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân : 11/31, 32
[326] Bu konuda geniş bilgi için ; Lübabu't-te'vil ve
Câmiu'l-beyân tefsirleri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2608-2610.
[327] Geniş bilgi için bak :
Kaynaklarıyla îslâm Fıkhı :
2/36-97
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2610.
[328] Nisna ve Gemera'dan meydana gelen, aynı zamanda Musa
Peygamber'in yasası Tora (Tevrat)m açıklaması olup, Yahudi dinî edebiyatının
MÖ. III.-M.S. V. yy. lar arasındaki dönemini kapsayan geniş ve karma bir eser.
[329] Mümtehine sûresi : 4
[330] Şuârâ sûresi:
86
[331] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2610-2611.
[332] tsrâ sûresi :
15
[333] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2611-2613.
[334] Fazla m& iÇin bak : Mu'cemü Müfredatı
Elfazı'l-Kur'ân - Külliyatü li-Ebn-Baka ve Firuzabadî'nin Kamus'u.
[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2613-2614.
[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2614.
[337] Müslim/birr:
103, 104, 105- Buharî/edeb: 69-
Ebû Dâvud/edeb: 80- Tir-mizî/birr: 46-
İbn Mâce/mukadderae: 7, duâ: 5- Dâremî/rikak: 7- Taberânî/kelam
16- Ahmed: 1/3, 5, 7, 8, 9, 11, 384, 405,
432
[338] Buharî :
4/902
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2616.
[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2616-2617.
[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2617.
[341] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2617-2618.
[342] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2619.
[343] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2619-2620.
[344] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2620-2621.
[345] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2621.
[346] Buharî/cihad: 40, 194- Nesâî/biyât: 9, 10- Ahmed: 4/223
[347] Buharî/tevhîd:
28, 30- cihat: 8-
Müslim/imaret: 104- Nesâî/cihat: 14-İbn Mâce/cihat: 1- Taberânî/cihat: 2
[348] Ahmed b. Hanbei
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 5/2623-2624.
[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2624.
[350] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2625.
[351] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2625.
[352] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2626.
[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2626-2627.
[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2629.
[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2629-2630.
[356] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2630.
[357] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2631.
[358] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2631-2632.
[359] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2632.
[360] Buharî/menakıb :
23
[361] Müslim/fezâil :
1- Tirmizî/menakib: 1- Ahmed : 4/107
[362] Buharî/menakıb :
17- Taberânî/esmâü'n-Nebiy : 1
[363] Ahmed : 5/266 -
6/116, 233
[364] Buharı/imân :
29- Nesâi/imân : 28- Ahmed:
5/69
[365] Taberânî/e]-Evsat - İbn Âdiy/fi'1-Kâmil - Camiussağîr : 2/4
[366]
Taberânî/el-Evsat : Ebû Zer (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2633-2634.
[367] Hafız Bezzar :
Ebû Hüreyre (R.A.)den. Bazı
hadîs bilginlerine göre, hadîs zayıftır.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2634-2635.
[368] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2635.
[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2635-2636.
[370] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2636-2637.
[371] İbn Kesîr : 2/405
[372] Mefatihü'l-Gayb :
4/774
[373] îbn Kesir :
2/404, 405
[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2637-2638.