TEVBE SURESİ 9

Sûrenin İsmi: 9

Sûrenin Başından Besmelenin Kaldırılış Sebebi: 9

Önceki Sûreyle İlişkisi: 9

Nüzul Tarihi: 9

Sûrenin Muhtevası: 10

Hudeybiye Antlaşması: 10

Müşriklerin Ahidlerini Bozmaları, Onlara Savaş İlan Edilmesi 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki 11

Açıklaması 12

Nerede Bulunurlarsa Bulunsunlar Arap Müşrikleriyle Savaşın Farz Oluşu. 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Ayetler Arası İlişki 13

Açıklaması 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Emanın Meşruîyyeti 15

Kelime ve İbareler: 15

Ayetler Arası İlişki 15

Açıklaması 15

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 16

Müşriklerin Ahidlerinden Uzak Durulmasının Sebepleri Ve Onlarla Savaş. 17

Kelime ve İbareler: 17

Ayetler Arası İlişki 17

Açıklaması 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

Müşriklere Düşen Ya Tevbe, Ya Da Kendileriyle Savaşılmasıdır. 19

Belagat: 19

Ayetler Arası İlişki 19

Açıklaması 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Yeminlerini Ve Ahidlerini Bozan Müşriklerle Savaşmaya Teşvik.. 20

Belagat: 21

Kelime ve İbareler: 21

Nüzul Sebebi 21

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklaması 21

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Müslümanlaeı Dost Ve Sırdaş Edinmek.. 23

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması 23

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 23

Mescidlerin Onarılması 24

Belagat: 24

Kelime ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi 24

Ayetler Arası İlişki 24

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

Allah Yolunda Cihadın Fazileti 26

Belagat: 26

Kelime ve İbareler: 27

Nüzul Sebebi 27

Ayetler Arası İlişki 27

Açıklaması 27

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

Kâfir Baba Ve Kardeşlerin Velayeti, İman Ve Cihad'ın Sekiz Şeye Üstünlüğü. 28

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Nüzul Sebebi 29

Ayetler Arası İlişki 29

Açıklaması 29

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 30

Birçok Yerlerde Müminlere Yardım Edilmesi 31

Belagat: 31

Kelime ve İbareler: 31

Nüzul Sebebi 31

Ayetler Arası İlişki 32

Huneyn Olayı: 32

Açıklaması 32

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

Müşriklerin Mescid-i Haram'a Girmelerinin Haram Oluşu. 35

Belagat 35

Kelime ve İbareler: 35

Nüzul Sebebi 35

Ayetler Arası İlişki 35

Açıklaması 36

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 36

Kâfirlerin İslâm Ülkelerinde Oturması: 37

Kitap Ehli İle Savaş. 38

Kelime ve İbareler: 38

Nüzul Sebebi 38

Ayetler Arası İlişki 38

Açıklaması 38

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 40

Ehl-i Kitabın İnancı 40

Belagat: 41

"Nüzul Sebebi 41

Ayetler Arası İlişki 41

Açıklaması 41

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 43

Yahudi Ve Hıristiyan Alimlerinin İnsanlara Davranışları 43

Belagat: 43

Kelime ve İbareler: 44

Nüzul Sebebi 44

Ayetler Arası İlişki 44

Açıklaması 44

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 45

Allah'ın Hükmünde Ayların Sayısı Bütün Müşriklerle Savaş, Nesi'in Haram Oluşu. 47

Kelime ve İbareler: 47

Nüzul Sebebi 47

Ayetler Arası İlişki 47

Açıklaması 47

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 49

Cihada Teşvik, Onu Terkten Sakındırma Hicret Esnasında Görülen Hira Mucizesi 51

Belagat: 51

Kelime ve İbareler: 51

Nüzul Sebebi 51

Ayetler Arası İlişki 52

Açıklaması 52

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 54

Allah Yolunda Cihada Çıkmak.. 55

Kelime ve İbareler: 55

Nüzul Sebebi 55

Açıklaması 55

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 56

Münafıkların Tebuk Gazvesinden Geri Kalmaları Ve Onlara İzin Verilmesi Meselesi 56

Belagat: 57

Kelime ve İbareler: 57

Nüzul Sebebi 57

Ayetler Arası İlişki 57

Açıklaması 57

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 58

Münafıkların Mazeretsiz Olarak Cihaddan Geri Kaldıklarının Delili Ve Onların Savaşa Çıkmalarının Tehlikesi 59

Kelime ve ibareler: 59

Ayetler Arası İlişki 60

Açıklaması 60

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 61

Münafıkların Tebük Gazvesine Gitmemek İçin Diğer Mazeretleri 61

Belagat: 61

Kelime ve İbareler: 62

Nüzul Sebebi 62

Ayetler Arası İlişki 62

Açıklaması 62

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 63

Münafıkların Yaptıkları Harcamaların Ve Namazlarının Sevabının Boşa Gitmesi 63

Kelime ve İbareler: 64

Nüzul Sebebi 64

Ayetler Arası İlişki 64

Açıklaması 64

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 65

Münafıkların Yalan Yeminler Etmeleri Peygambere Tan Etmek İçin Fırsat Kollamaları 65

Kelime ve İbareler: 65

Nüzul Sebebi 66

Ayetler Arası İlişki 66

Açıklaması 66

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 67

Zekâtın Verileceği Sekiz Yer. 67

Belagat: 67

Kelime ve İbareler: 67

Ayetler Arası İlişki 68

Açıklaması 68

Zekât Almaya Cevaz Veren Fakirliğin Sınırı: 69

Kâfirlere ve Ehl-i Beyte Zekât Verilir mi?: 70

Fakir ve Miskine Verilecek Miktar: 70

Başka Bir Şehrin Fakirlerine Vermek îçin Zekâtı Nakletmek: 70

Müellefe-i Külûb'un Payı, Nesh Olmuş mudur?: 72

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 74

Zekâtın Hikmeti: 75

Münafıkların Peygamber (S.A.)'e Eziyet Etmesi, Onların Anlayışlarını Düzeltme. 76

Belagat: 76

Kelime ve İbareler: 76

Nüzul Sebebi 76

Ayetler Arası İlişki 77

Açıklaması 77

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 77

Tebük Gazvesinden Geri Kalan Münafıkların Durumları 77

Belagat: 78

Kelime ve İbareler: 78

Nüzul Sebebi 78

Ayetler Arası İlişki 79

Açıklaması 79

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 80

Münafıkların Vasıfları Ve Uhrevî Cezaları 80

Belagat: 80

Kelime ve İbareler: 81

Ayetler Arası İlişki 81

Açıklaması 81

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ye Hikmetler. 83

Müminlerin Vasıfları Ve Uhrevî Mükâfatları 83

Belagat: 83

Kelime ve İbareler: 84

Ayetler Arası İlişki 84

Açıklaması 84

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 85

Kafir Ve Münafıklarla Cihad Ve Bunun Sebepleri 86

Kelime ve İbareler: 86

Nüzul Sebebi 86

Ayetler Arası İlişki 87

Açıklaması 87

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 88

Münafıkların Yalanları 89

Belagat: 89

Kelime ve İbareler: 89

Nüzul Sebebi 89

Ayetler Arası İlişki 90

Açıklaması 90

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 91

Münafıkların Bağışlanmaması 92

Belagat: 92

Kelime ve İbareler: 92

Nüzul Sebebi 92

Ayetler Arası İlişki 92

Açıklaması 92

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 93

Tebuk Gazvesinde Cihad'dan Geri Kalan Münafıkların Sevinmeleri 93

Nüzul Sebebi 93

Ayetler Arası İlişki 94

Açıklaması 94

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 94

Münafıklarla Cihada Çıkmanın Ve Ölülerinin Namazını Kılmanın Yasaklanması, Mal Ve Çocuklarla Aldanmaktan Sakındırma  95

Nüzul Sebebi 95

Ayetler Arası İlişki 95

Açıklaması 96

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 96

Abdullah b. Übeyy'e Namaz Kılma Kıssası: 97

Münafıkların Önde Gelenlerinin Cihada Gitmeyip Geri Kalmak İçin İzin İstemeleri 98

Ayetler Arası İlişki 98

Açıklaması 98

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 98

Bedevilerin Münafıklığı Ve Cihad'a Gitmemek İçin İzin İstemeleri 99

Kelime ve İbareler. 99

Nüzul Sebebi 99

Ayetler Arası İlişki 99

Açıklaması 99

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 100

Cihad Etmemek İçin Geçerli Özürleri Olanlar. 100

Belâğât 100

Kelime ve ibareler: 100

Nüzul Sebebi 100

Ayetler Arası İlişki 101

Açıklaması 101

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 102

Özürsüz Olarak Cihaddan Geri Kalan Zenginlerin Kınanması 102

Kelime ve İbareler: 102

Ayetler Arası İlişki 102

Açıklaması 102

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 103

Tebûk Gazvesine Katılmayan Münafıkların Özür Dilemeleri Ve Yalan Yere Yemin Etmeleri 103

Belagat: 103

Kelime ve İbareler: 103

Nüzul Sebebi 104

Ayetler Arası İlişki 104

Açıklaması 104

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 105

Bedevi Arapların Küfre Düşmeleri, Münafık Olmaları Ve İman Etmeleri 105

Belagat: 105

Kelime ve İbareler: 105

Nüzul Sebebi 106

Ayetler Arası İlişki 106

Açıklaması 106

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 107

Medine Ve Çevresindeki İnsanların Sınıfları 108

Belagat: 108

Kelime ve İbareler: 108

Nüzul Sebebi 109

Ayetler Arası İlişki 109

Açıklaması 109

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 110

Sadaka Alınması, Tevbelerin Kabulü, Salih Amel İşlemenin Emredilmesi 112

Belagat: 112

Kelime ve İbareler: 112

Nüzul Sebebi 112

Ayetler Arası İlişki 113

Bu Ayetteki "Sadaka"nın Manası: 113

Açıklaması 113

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 114

Tevbelerinin Kabulü Geciken Üç Kişi 116

Kelime ve İbareler: 116

Nüzul Sebebi 116

Açıklaması 117

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 117

Dırar Mescidi (Münafıkların Mescidi) Ve Takva Mescidi (Küba Mescidi) 117

Belagat: 117

Kelime ve İbareler: 118

Nüzul Sebebi 118

Ayetler Arası İlişki 119

Açıklaması 119

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 121

Kamil Ve Sadık Müminlerin Sıfatları: Müminler Mücahid, Tevbekâr Ve Abiddirler. 122

Belagat: 122

Kelime ve İbareler: 122

Nüzul Sebebi 123

Ayetler Arası İlişki 123

Açıklaması 123

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 124

Müşrikler İçin İstiğfar Etmenin Hükmü, Günahlara Ceza Verilmesinin Şart Oluşu. 125

Belagat: 125

Kelime ve İbareler: 125

Nüzul Sebebi 126

Ayetler Arası İlişki 126

Açıklaması 126

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 128

Tebuk Gazvesine Katılanların Ve Katılmayan Üç Kişinin Tevbelerinin Kabul Edilmesi Ve Doğru Sözlülüğün Önemi 128

Belagat: 128

Kelime ve İbareler: 128

Nüzul Sebebi 129

Ayetler Arası İlişki 129

Açıklaması 129

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 131

Medinelilere Ve Bedevilere Cihadın Farz Oluşu Ve Cihadın Sevabı 132

Kelime ve ibareler: 132

Ayetler Arası İlişki 132

Açıklaması 132

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 133

Cihad Farz-ı Kifaye Olduğu Gibi İlim Tahsili De Farz-ı Kifayedir. 133

İrâb: 134

Kelime ve İbareler: 134

Nüzul Sebebi 134

Ayetler Arası İlişki 134

Açıklaması 134

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 135

Kâfirlerle Savaş Stratejisi 135

Kelime ve İbareler: 135

Ayetler Arası İlişki 136

Açıklaması 136

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 136

Münafıkların Kur'an Surelerine Karşı Tavırları 137

Belagat: 137

Kelime ve İbareler: 137

Ayetler Arası İlişki 137

Açıklaması 138

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 138

Rasulullah (S.A.)'ın Sıfatları, Ümmetiyle İrtibat Halinde Oluşu. 139

Kelime ve İbareler: 139

Ayetler Arası İlişki 139

Açıklaması 140

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 140



TEVBE SURESİ

 

Sûrenin İsmi:

 

Zemahşerî şöyle der: Bu sûrenin çeşitli isimleri var: Berâe, Tevbe, Mukaş-kışa, Mübaşire, Müşerdide, Muhsiye, Fadıha, Müsira, Hafira, Münekkile, Mü-demdime, Sûretu'1-azab. Çünkü bu sûre, nifaktan uzaklaştırıyor, münafıkların sırlarını meydana çıkarıyor, araştırıyor, onları rezil ediyor, cezalandırıyor, onla­rın durumlarını insanlara bildiriyor, ifşa ediyor, onlara gazab ediyor. Sûretu'l-buhus da denir: Çünkü o, münafıkların sırlarını araştırıyor.

Huzeyfe'den rivayet olunur: "Siz ona Tevbe sûresi diyorsunuz. O, Azab sü­residir. Vallahi, o herkese dokunmuştur."

İbni Abbas'ın bu sûre hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şüphesiz o, gizli ayıplan açığa vurup utandıran bir sûredir. Münafıklara saldırıyor, on­lardan öç alıyor, öyle ki hiç birini bırakmayacak diye korktuk.. Enfal sûresi Bedir'de nazil oldu. Haşr sûresi ise Nadir oğullan hakkında nazil oldu."[1]

 

Sûrenin Başından Besmelenin Kaldırılış Sebebi:

 

İbni Abbas şöyle demiştir: Ali (r.a.)'a: "Tevbe sûresinin başında besmele ni­çin yazılmadı?" diye sordum. "Çünkü, besmele bir emandır. Tevbe ise, kılıcı ve sözleşmelerin atılmasını getirmiştir. Bunda ise eman yoktur" dedi.[2]

Süfyan b. Uyeyne: "Bu sûrenin başına besmele yazılmadı. Çünkü besmele rahmettir. Rahmet ise bir emandır. Bu sûre ise münafıklar ve kılıç hakkında indi. Münafıklara hiçbir eman yoktur" demiştir.[3]

Kurtubî ise Kuşeyrî'den naklen: "Sahih olan besmelenin yazılmamasıdır. Çünkü Cibril (a.s.), bu sûrede onu indirmedi. Sahabe de onu Tirmizî'nin dediği­ne göre ilk sahifeye -emiru'l-müminin Osman (r.a)a uyarak yazmadı." demiştir. [4]

 

Önceki Sûreyle İlişkisi:

 

Tevbe süresiyle Enfal sûresi arasında bir benzerlik vardır. Adeta o, iç ve dış devlet ilişkilerinin temellerini, savaş ve barış hükümlerini, samimi mümin­lerin, kâfirlerin ve münafıkların hallerini, andlaşma ve sözleşmelerin hüküm­lerini koyma hususunda, onu tamamlamaktadır. Ancak Enfal sûresinde and-laşmalara vefa gösterilmesi ve andlaşmaların mukaddesliği açıklanırken, Tev­be sûresinde andlaşmaların atılması açıklanmaktadır. Her iki sûrede de müşriklerin, Mescid-i Haram'a sokulmaması zikrolunmakta, malın Allah yolunda harcanması teşvik olunmakta, müşrik ve ehl-i kitabla savaş konusu genişletil­mekte, münafıkların durumları açıklanmaktadır.

İki sûredeki bu konu benzerliğine, amaç birliğine ve her ikisinin de savaş hakkında nazil olmasına rağmen, en sahih görüşe göre, bunlar ayrı ayrı sûre­ler olup Tevbe sûresi, Enfal sûresinin bir parçası değildir. Kendine has birçok isimlerinin olması, onda geçen konuları açıklaması, sûre ve ayetlerin bu şekil üzere karar kılmış olması, sahabe zamanından beri müslümanlara bu şekilde nakledilmesi, bunun delilidir.

Osman (r.a.) şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.), Tevbe sûresinin Enfal sû­resinden olduğunu bize açıklamadan vefat etti". Onun bu sözü gösteriyor ki, bütün sûreler, Peygamber (s.a.)'in sözü ve açıklamasına göre düzenlenmiş­tir. Sadece Tevbe sûresi Resulullah (s.a.)'in bilgisi ve işareti dışında -çünkü ani ölümü, ona bunu açıklama imkânı vermemişti- Enfal sûresine eklendi. Bunda güdülen düşünce şuydu: Her iki sûre de aynı maksada yöneliktir. Re­sulullah (s.a.) de hayatta olsaydı, ikisinin bir arada bulunmasını gerekli gö­rürdü. [5]

İbnü'l-Arabî şöyle der: Bu, dinde kıyasın bir asıl olduğuna delildir. Görülü­yor ki Hz. Osman ve sahabenin ileri gelenleri, nas bulunmadığı zaman benzer­lik kıyasına başvurdular. Tevbe sûresinin, konu açısından Enfal sûresine ben­zediğini gördüler ve ona kattılar. [6]

 

Nüzul Tarihi:

 

Enfal sûresi, hicretten sonra nazil olan ilk sûrelerdendir. Tevbe sûresi de Kur"an'da nazil olan son sûredir. Hicri dokuzuncu yılda ki Resulullah (s.a.), ya­zın çok sıcak, meyvelerin olgunlaşıp güzelleştiği fakat müslümanlarm darlık ve yokluktan kıvrandığı bir zamanda Rumlarla gazveye çıktı. Bu sure onun en son gazvesi olan bu yılda- indi, müminlerin imanı için bir imtihan ve münafıkların nifaklarının ortaya çıkma sebebi oldu. İlk ayetleri Mekke'nin fethinden sonra in­di. Resulullah (s.a.) hac mevsiminde, onları, müşriklere okuması için, Hz. Ali'yi gönderdi.

Buharî, Bera b. Azib'den şu rivayeti yapar: En son nazil olan ayet: "Sen­den fetva isterler. De ki: "Allah size kelâle (babası ve çocuğu olmayanın mirası) hakkında..." (Nisa, 4/176) ayeti, en son nazil olan sûre de "Tevbe" süresidir. [7]

 

Sûrenin Muhtevası:

 

Sûre, müşriklerle ilişkiyi kesmek, onlara dört aylık eman müddeti vermek, suçlan sebebiyle onlara savaş ilân etmek, Mescid-i Haram'a girişlerini ebediyen yasaklamak, cizye vermeyi, ya da müslüman olmayı kabul edene kadar ehl-i ki­tapla mücadele etmekle başlıyor. Sûre, ilk bölümünden 41 nci ayetin sonuna ka­dar cihadı, Allah yolunda mal ve canla genel seferberliği içine alıyor. İkinci kısımda -sûrenin sonuna kadar- münafıkların niteliklerinden, çevirdikleri dolap­lardan, arapların cihaddan geri kalışlarından, Medine ve çevresindeki araplarm cihada katılmayı kabul etmemelerinden bahsediyor ve müminlerle münafıkları birbirinden ayıran açık mukayeselerle, cihadı farz-ı kifaye kılarak ve dinde de­rinleşecek bir grubun geride bırakılmasına işaret ederek sona eriyor.

O halde, sûre iki önemli şey üzerinde duruyor:

Birincisi, müşriklerle ve ehli kitapla cihad hükümleri.

İkincisi, Tebük gazvesi sırasında müminlerin münafıklardan ayırt edilmesi.

Kur'an-ı Kerim bu sûrede, anlaşmaların bozulmasını, müşriklerden biri sı­ğınacak olursa Allah'ın sözünü dinlemesi için ona eman verilmesini, müslü-manlarla Ehl-i Kitab arasında bulunan sözleşmelere son verilmesini istiyor. Çünkü müşrikler ve ehl-i kitap ahidlerini bozmuşlar, yahudi kabilelerinden Be-nu'n-Nadr, Benû Kurayza ve Benû Kaynuka, müslümanlarla savaşmak ve işle­rini bitirmek üzere anlaşmışlardı. Yirmi civarında ayet, yahudilerin kin ve de­siselerinden, hile ve tuzaklarından bahsetmektedir. Gayr-i müslimlerin ahidle­rini bozmasından ve eman müddeti bittikten sonra, artık eman, barış ve anlaş­ma olmayacağından söz etmektedir.

Bu sûrenin büyük bölümünde ayetler, müslümanlarm psikolojik hallerini -çünkü müslümanlar Tebük Gazvesinde Rumlarla savaşmaktan çekiniyorlardı-ortaya çıkan isteksizlik ve geri kalma arzularını, münafıkların hile ve aldatıcı tuzaklarını, hakkında dört ayet nazil olan Mescidül-Dırar'ı, görüşüp konuşma ve yıkıcı faaliyetlerde bulunma yeri edinmelerini konu edinmekte ve onların rezilliklerini açığa çıkarmaktadır. Bu yüzden sûreye aynı zamanda Fadıha adı da verilmiştir.

Özetle bu sûre, gayr-i müslimlerle ilgili konuları kökünden çözümleyen, belki de iman ordusunu bir araya toplayan ve onu müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında nihaî ayırıcı bir savaşa, devlet içinde nifakın köklerini tasfiye ederek ve yahudi tuzağını boşa çıkararak, ya da dışarda Tebük savaşın­da (bu savaş onları korkutmuş ve onların İslâm'ı ve müslümanları yok etmeye yönelik bütün hareketlerini dondurmuştur) Rum kibirine baş kaldırarak hazır­layan en önemli bir sûre oldu.

Allahü Teâlâ'nın takdir edip sınırlarını çizdiği bu iç ve dış tasfiye hareketi, İslâm Devletinin yerleşmesinde ve devletin kurucusu ve lideri Peygamber (s.a.)'in ahirete intikalinden sonra uluslararası varlığını korumasında ve hey­betini ortaya koymasında en büyük etkiye sahip olmuştur. [8]

 

Hudeybiye Antlaşması:

 

Resulullah (s.a.), hicretin altıncı yılında müşriklerle, on yıl süreyle savaşıl-maması, barış ve emniyet içinde kalınması gibi önemli şartları içine alan Hudeybi­ye Barış Antlaşmasını yaptı. Sonra Kureyş, Hz. Peygamber(s.a)'in müttefiki Hu-zaa kabilesine karşı kendi müttefikleri Bekiroğullan kabilesine silah ve adam yar­dımında bulunarak bozdu. Amr b. Salim el- Huzaî, bir elçi heyeti başında gelerek, Peygamber (s.a.)'den yardım talebinde bulundu. Resulullah (s.a.) de ona: "Yardım ettim ey Amr b. Salim! KaTs oğullanna yardım etmezsem yardım olunmam" bu­yurdu. İşte bu, yeniden Kureyş ile savaş halinin başlamasına neden oldu.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.), ashabına savaşa hazırlanmalarını emret­ti. Mekke'yi fethe koyuldu ve hicretin sekizinci yılında fethetti.

Mekke'nin fethi haberi Hevazin kabilesine ulaşınca, emirleri Malik b. Avf en-Nasrî, müslümanlarla savaşmak üzere kabilesini topladı. Dureyd b. Sam-me'nin de hazır bulunduğu Huneyn gazvesi, hicri sekizinci yılın Şevval ayında oldu. Daha sonra Peygamber (s.a.) 20 küsur gün Taifi kuşattı, onlarla ok ve mancınıkın da kullanıldığı çetin bir savaş yaptı.

Sonra Peygamber (s.a.) hicri dokuzuncu yılın Receb ayında son gazvesi olan ve Tevbe sûresinin pek çok ayetinin indiği Tebük gazvesine çıktı.

Resulullah (s.a.), Tebük gazvesinden geri dönünce hac etmek istedi. Fakat müşriklerin bu mevsimde de gelip Kabe'yi çıplak olarak tavaf edeceklerini ha­tırladı, onlara karışmak istemedi ve o yıl, Hz. Ebû Bekir Sıddık'ı, insanlara hacla ilgili ibadetlerini yaptırmak, müşriklere bu yıldan sonra hac etmemeleri­ni bildirmek ve insanlara "Allah ve Rasulü'nden bir ültimatom..."u seslenmek üzere gönderdi.

Hz. Ebû Bekir yola çıkınca, peşinden Resulullah (s.a.)'in tebliğcisi olarak, akrabasından Ali b. Ebî Talib'i: "Tevbe sûresinin şu baş tarafını, al, git, insan­lar toplu haldeyken onları oku" diyerek gönderdi.

Hz. Ali, Hz. Peygamberin devesine binerek çıktı, Zü'1-Huleyfe'de, Ebû Be­kir'e yetişti. Hz. Ebû Bekir, Hacda insanlara imamlık yaptı. Hz. Ali de Tevbe sûresinin baş tarafını okudu.[9] Bu, Hicrî dokuzuncu yılın Kurban Bayramı gü­nü Mina'da oldu.

İmam Ahmed ve Tirmizî, Enes b. Malik'ten şöyle rivayet ederler: Resulul­lah (s.a.), onu (Ali'yi), Tevbe süresiyle Hz. Ebû Bekir'e gönderdi. O, Zü'1-Huley-fe'ye vardığında Resulullah (s.a.) bana: "Bunu ya ben tebliğ edeceğim, ya da ehl-i beytimden birisi tebliğ edecek dedi" dedi. Resulullah (s.a.) Tevbe sûresini, Hz. Ali'yle göndermişti.

Buharı, Peygamber (s.a.)'in Ali'yi hicri dokuzuncu yılda gönderdiğini, onun da bayram günü Mina'da Tevbe sûresinin baş tarafını okuduğunu, artık bu yıl­dan sonra hiçbir müşriğin haccetmeyeceğini, çıplak olarak hiçbir kimsenin Beytullah'ı tavafta bulunamayacağını bildirdi, dediğini rivayet eder.

Ahmed b. Hanbel, Tirmizî ve Nesaî, Zeyd b. Yüseyg'in (Hemadanlı bir adam) şöyle dediğini rivayet ederler: "Ali'ye, Resulullah (s.a.)'in kendisini Ebû Bekir'le hacca gönderdiği günü kasdederek hangi şeyle gönderildin?" diye sor­duk. Şu cevabı verdi: Dört şeyle gönderildim: Cennete mümin olandan başkası girmeyecek, hiçbir çıplak Kabe'yi tavaf edemeyecek, peygamberle ahdi olanın ahdi, anlaşma süresinin sonuna kadar geçerli sayılacak, bu yıldan sonra müş­rikler haccedemeyecek... [10]

 

Müşriklerin Ahidlerini Bozmaları, Onlara Savaş İlan Edilmesi

 

1- Müşrikler içinden antlaşma yaptık­larınıza karşı Allah ve Rasûlünden bir ültimatomdur.

2- Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz. Herhalde Allah kâfirleri rüsvay edicidir.

3- Ve hacc-ı ekber günü. Allah ve Rasû­lünden insanlara bir duyurudur: Allah ve Rasûlü, müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha ha­yırlıdır ve eğer yüz çevirirseniz, iyi bi­lin ki, siz Allah'ı âciz bırakabilecek de­ğilsiniz. O kâfirlere acıklı bir azabı müjdele.

4- Antlaşma yaptığınız müşriklerden size hiçbir şeyde eksiklik yapmamış, aleyhinizde hiçbir kimseye yardım et­memiş olanlar müstesnadır. O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın. Şüphesiz Allah sakınanları sever.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Antlaşma yaptıklarınıza": Antlaşma, (muahede), iki fırkanın uyulmasını gerekli gördükleri şartlar üzerine sözleşme yapmasıdır. Her fırka, sağ elini di­ğerinin sağ eline koyarak yeminlerle bunu pekiştirirler. Burada "kendileriyle anlaşma yapılanlar", bir vakitle sınırlı olmadan mutlak olarak "anlaşma yapı­lanlar" yahut dört aydan aşağı anlaşma yapılanlardır. Bu anlaşma, dört aya ta­mamlanır. Ya da murad, dört ayın üstünde bir müddetle anlaşma yapılıp anlaş­mayı bozanlardır. Geçici bir süre için yapılan sözleşme, müddeti doluncaya ka­dar geçerlidir. Nitekim: "O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidleri­ni tamamlayın." ayetiyle: "Resulullah (s.a.)'le ahdi bulunanın ahdi, müddeti do­luncaya kadar devam eder" hadisi buna işaret eder. İbni Kesir: En güzel ve en kuvvetli söz ve görüş budur, der.

Ey müşrikler! 'Yeryüzünde" emniyet içinde "dört ay daha dolaşın". Bu­nunla, bu süre içinde savaşmadan emniyetle dolaşma hürriyeti kasdedilmekte-dir. Bu dört ayın başlangıcı Şevvaldir. Buna delil, Zührî'nin: "Şüphesiz ki Tevbe sûresi, Şevval ayında nazil oldu" sözüdür. Artık, bundan sonra size eman yok­tur. Arapçada "Şeyh" ve "siyahat" kelimeleri, yeryüzünde hürriyet içinde seya­hat etmek anlamına gelir.

"Bilin ki siz Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz." Onun azabından kurtu­lup kaçamazsınız.

"Haca Ekber günü": Hac farizalarının bittiği, hacıların hac ibadetlerini ta­mamlamak için toplandığı Zilhicce'nin onuncu -kurban bayramının birinci- gü­nü. Bu hacca "ekber" denmesi, insanların umreye haccı asgar demelerinden do­layıdır. [11]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Peygamber (s.a.)'le Mekke müşrikleri ve diğerleri arasında, iki taraftan hiç kimsenin Beyt-i Haram'dan alıkonulmaması, haram aylarda hiç kimsenin rahatsız edilmemesi gibi maddeleri de içeren genel bir antlaşma vardı. Ayrıca Resulullah (s.a.) ile birçok arap kabilesi arasında da anlaşmalar vardı. Müşrik­lerin çoğu Resulullah (s.a.) ile olan antlaşmalarını bozdular. Bu durum Tevbe sûresinin nüzulünü gerektirdi. [12]

 

Açıklaması

 

Tevbe sûresinin ilk ayetleri hicri 9. yılda, Mekkeliler hakkında nazil oldu. Resulullah (s.a.) hicri 6. yılda onlarla Hudeybiye Barışı yapmış, onlar da -Dam-re ve Kinane oğullan dışında- anlaşmalarını bozmuşlardı. İşte bu sûrenin ilk ayetleriyle müslümanlara, o müşriklerin anlaşmalarından uzaklaşmaları, on­lara dört ay süre vermeleri, bu süre bitince onlarla savaşmaları emrolunuyor...

Antlaşmalardan amaç, bir zamanla sınırlı olmayan mutlak antlaşmalar­dır. Dört aydan daha az antlaşması bulunanlar için bu süre dört aya tamamla­nır. Dört ayın üstünde belirli bir süreyi kapsayan antlaşma, bu süre dolana ka­dar devam eder. Nitekim: "O halde onların müddetleri bitinceye kadar ahidleri-ni tamamlayın" ayeti de bunu işaret eder. Bu, Taberî ve İbni Kesir gibi alimle­rin tercih ettiği en sahih görüştür. Kelbî: "Dört ay, Resulullahla aralarında, dört ayın altında bir antlaşma olanlar içindir. Dört aydan daha fazla bir süreyi kapsayan antlaşması olanlara, o süre tanınır. Çünkü Allahü Teâlâ: "O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın" buyuruyor, der.

Açıklandığı gibi, Resulullah (s.a.) hicri dokuzuncu yılda, Hz. Ebû Bekir'i hac emiri tayin etti. O, yola çıktığı zaman müşriklerle ahdi bozmayı içeren Tev­be sûresi nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a.): "Benim görevimi ehl-i beytimden biri yerine getirsin" diyerek, Hacc-ı Ekber günü, bunu insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali'yi gönderdi. Kurban bayramının birinci günü insanlar Mina'da toplanınca, Hz. Ali onlara Tevbe sûresinin ilk ayetlerini okudu. Sonra da Tirmizî, Nesaî ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiğine göre: "Dört şeyle gönderildim: Hiçbir kimsenin Kabe'yi çıplak olarak tavaf edemeyeceği, Resulullah (s.a.)'le antlaşması bulunan için bu antlaşmanın süresi doluncaya kadar geçerli olaca­ğı, ahdi olmayana ise dört ay müddet tanınacağı, cennete ancak inanan kişinin gireceği ve müslümanlarla müşriklerin bu yıldan sonra bir arada bulunmaya­cağı hususları."

Ayetin manası: "Bir ültimatom", yani uzaklaşma Allah'a ve Rasulüne nis-bet olundu. Çünkü O, Allah'ın yeni bir teşrii, Allah Rasulüne ugulamasmı iste­diği bir emri, onun makamını ve şerefini yükseltmedir.

"Antlaşma yaptıklarınız" ifadesi, müminlere hitaptır. Çünkü, Resulullah (s.a.) ümmetin lideri olması sıfatıyla antlaşmaları yapan kimse olmakla bera­ber, o antlaşmaları uygulayanlar müminlerdir. Cassas der ki: "Berâe", dostlu­ğun kesilmesi, bağın kaldırılması ve emniyetin gitmesi anlamlarına gelir.

Müşriklerden ahid yapılanlara -Mekkeliler, Huzaalılar, Müdleçliler ve araplardan kendileriyle ahid olan ve olmayanlar- bir ültimatom, yani Allah ve Rasûlü, müşriklerle yaptığınız muahededen uzaktır. O, onlara atılır. Çünkü on­lar -Damra ve Kinane Oğulları hariç- anlaşmalarını bozmuşlardı... Onun için ahdi bozanlara ahdin atılması, ahidlerinin bozulması ve yeryüzünde dört ay herhangi bir müdahale olmaksızın istedikleri yere emniyetle seyahet etmeleri emrolundu.

"Dolaşın" sözü haberi cümleden sonra gelen bir emir cümlesidir. Yeryüzün­de, müslümanların hiçbirinden korkmadan emniyet içinde gezin demektir. Ayetten anlaşılıyor ki, bu uzaklaşma ve anlaşmanın atılması, ancak dört ay sonra yürürlüğe girecektir. Anlaşmasını bozmayanlarm anlaşmaları ise anlaş­ma sürelerinin bitimine kadar geçerlidir.[13]

Onlar için böyle bir süre tanınması, işlerini düşünmeleri, sonunda ya İs­lâm'ı, ya da savaşı tercih etmeleri, şirk ve düşmanlıklarında ısrar ederlerse, sa­vaşa hazırlanmalarına bir fırsat tanımak içindir. Bu, müslümanlar onları, an­sızın yakaladığı suçlamasının yapılmaması için, hoşgörünün en yüksek nokta­sıdır.

Süyutî'ye göre dört ay, Şevval, Zülkade, Zülhice ve Muharrem aylarıdır. Çünkü Zührî'den rivayet edildiğine göre, Tevbe sûresi Şevval ayında nazil ol­muştur.

Zemahşerî, Razî, Kurtubî ve İbni Kesir gibi diğer müfessirlere göre ise, ha­ram aylar: "Haram olan o aylar çıktığı zaman..." (Tevbe, 9/5) ayetinde kasdolu-nan aylardır. Bunlar da: Zilhicce'den yirmi gün, Muharrem, Safer ve Rebiülev-vel aylarıyla, Rebiülahir'den on gündür. Bence de en sahih görüş budur. Çünkü imam Ali (r.a.) Tevbe sûresinin ilk ayetlerini insanlara, Mina'da, Kurban Bay-ramı'nın ilk gününde okudu.

Dört aydan amaç, İbni Cerir et-Taberî'nin İbni Abbas'tan naklen düşündü­ğü gibi, bilinen o haram aylar -Zülkade, Zülhicce, Muharrem, Recep- değildir. Çünkü bu, Kur'an'ın nazmını bozucu ve icmaa muhaliftir. Bu ayların hürmeti nesholunmuştur. Bu söz ise, haram ayların hürmetinin sürekli kalmasını ge­rektirir. O halde, biraz önce zikrettiğim dört ay kasdedilmektedir.

İnsanlara okuması için "Tevbe"nin Hz. Ali'ye verilmesindeki hikmet şu­dur: Bu sûre Resulullah (s.a.)'in yaptığı ahdin bozulması hükmünü içine alıyor­du. Arapların anlayışına göre ahdi ancak, ya onu yapan, ya da ailesinden bir erkek bozabilirdi. Bu suretle, Hz. Peygamber (s.a)'de ailesinden amcasının oğ­lunu ahdi bozmak üzere göndermekle araplann dilini kesmek, hiç kimseye ko­nuşma fırsatı vermemek istiyordu.

Ayet, bizimle müşrikler arasında bulunan ahdin kesilmesinin caiz olduğu hükmünü de getiriyor. Bu, iki halde olur: Ya anlaşma süresinin bitmesi halinde (bu halde onlara savaşı duyururuz) ya da onların ahdi bozmaları veya bozma korkusu halinde (bu halde ahidlerini onlara atarız).

Sonra Allahü Teâlâ: "Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz" bu­yuruyor. Yani kesinlikle biliniz ki, siz şirk ve düşmanlık hali üzere kaldığınız sürece kaçmakla ve korunmakla Allah'ın azabından asla kurtulamazsınız. O, her ne kadar size süre verse de, dünyada öldürülmek, ahirette cehennemde azabla sizi zelil ve rüsvay edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak, Mekke müşrikleri ve benzerleri hakkında: "Onlardan öncekiler de yalanladılar da, bilmedikleri bir yerden kendilerine azap gelip çatıverdi. Bu suretle Allah dünya hayatında onlara rüsvaylığı tattırdı. Ahiret azabı ise, elbet daha büyüktür. Eğer bilselerdi" (Zümer, 39/25-26) buyurur.

Allah, müşriklerden uzak olduğunu açıkladıktan sonra, bunun bütün in­sanlara duyurulmasını emretti: "Ve hacc-ı ekber günü, Allah ve Rasûlünden in­sanlara bir duyurudur". Yani, Allah ve Rasûlünün, müşriklerin ahidlerinden uzak olduğunu, bütün insanlara hac farizalarının sona erdiğini, hac ibadet günlerinin en faziletlisi olan ve bütün hacıların hac ibadetlerini tamamlamak için Mina'da toplandığı şu hacc-ı ekber gününü ilândır.

İki beraet arasında tekrar yoktur. Çünkü birinci beraet, anlaşma yapıp sö­zünü bozanlara aittir. Berat duyurma ise, anlaşma yapan veya yapmayan, sö­zünü bozan veya bozmayan herkesi içine almaktadır.

Bu hacca, hacc-ı ekber dendi. Çünkü o hacda Hz. Ebû Bekir haccetti ve on­da sözleşmeleri attı. Bir rivayette İbni Abbas, İbni Mes'ud, İbni Ebi Evfa ve Muğira b. ŞuTse'ye göre -İmam Malik'in görüşü de budur- hacc-ı ekber günü, kurban bayramının ilk günüdür. Çünkü Arafat'ta vakfe onun gecesinde; taş at­ma, kurban kesme, tıraş, tavaf ise onun sabahında olmaktadır.

Hz. Ömer, Osman, bir rivayette İbni Abbas, Tavus, Mücahid'e göre -Ebû Hanife ve Şafiî'in görüşü de böyledir- hacc-ı ekber günü, Arefe günüdür. Çünkü Mahreme'nin rivayet ettiği hadise göre peygamber (s.a.): "Hacc-ı ekber günü, Arefe günüdür" buyurmuştur.

Atâ' ve Mücahid'den rivayet olunduğuna göre hacc-ı ekber, Arafatta vakfe yapılan gün; hacc-ı asgar ise, umredir.

Daha önce de söylendiği gibi, hac emirliği Hz. Ebûbekir'de kalmakla bera­ber, anlaşmalarını bozanların anlaşmalarının bozulduğunu haber veren, Hz. Ali'dir. Buharî ve Müslim'in, Ebû Hureyre'den rivayetine göre, o şöyle demiştir: Ebû Bekir, beni o hacda, Kurban bayramı günü, Mina'da bu yıldan sonra hiçbir müşriğin haccetmeyeceğini ve Kabe'yi hiçbir çıplağın tavaf etmeyeceğini du­yurmak üzere gönderdiği duyurucular içinde gönderdi. Sonra, Resulullah (s.a.) Ali b. Ebî Talib'i gönderdi ve ona Tevbe sûresini okumasını, bu yıldan sonra hiçbir müşriğin haccetmemesi ve hiçbir çıplağın Kabe'yi tavaf etmemesi husus­larını bildirmesini emretti.

Sonra Allahü Teâlâ: "Eğer tevbe ederseniz..." buyurdu. Yani onlara, şirkten dönerseniz, bu sizin için daha hayırlı, dünya ve ahirette sizin için daha fayda vericidir buyuruyor. [14]

 

Nerede Bulunurlarsa Bulunsunlar Arap Müşrikleriyle Savaşın Farz Oluşu

 

5 "Haram olan o aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri, nerede bulursanız

 öldürün, onları yakalayın, onları hap- sedin, onların bütün geçit yerlerini tu- *un- Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar> zekât verirlerse, yollarını serbest  bırakın. Gerçekten Allah çok bağışlayı- cıdır, çok esirgeyicidir.

 

Belagat:

 

"Haram olan o aylar çıktığı zaman..." Burada istiare vardır. Ayın çıkması, hayvandan derisinin çıkmasına benzetilmiştir. [15]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Haram olan o aylar" "Hunim", haram kelimesinin çoğuludur. Ahidlerini bozanlara, yeryüzünde dolaşmaları ve kendileriyle savaşılmaması için tanınan son süredir. Kurban bayramı gününden başlayıp Rebiülahirin sonuna kadar devam eder. "çıktığı" bittiği "zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız" Ha­remin dışında olsun, içinde olsun, "öldürün yakalayın" esir alın, "hapsedin" ölünceye ya da müslüman oluncaya kadar, onları memleketten çıkmaktan ve dolaşmaktan alıkoyun, kale ve burçlarda onları hapsedin, kuşatın "onların bü­tün geçit yerlerini" yol ve geçitleri "tutun".

"Gerçekten Allah çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir." Gerçekten Allah, ba­ğışlanmayı isteyip tevbe edeni bağışlar. Günahlarını örter, durumuna acır. [16]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet öncekini açıklayıcı mahiyettedir. Cenab-ı Hak, müşriklerin antlaş­malarından uzak olduğunu, onlara bir eman süresi -dört ay- verdiğini açıkla­dıktan sonra, müminlere yapmaları gereken şeyi -haremde veya başka yerde olsun, onlarla savaşı- zikrediyor. [17]

 

Açıklaması

 

Bu, kılıca başvurmayı emreden ayettir. Çünkü içinde savaş emri vardır. Bunun manası şudur: Müslümanlarla müşriklerin birbirleriyle savaşmaları haram kılman dört haram ay -müfessirlerce tercih edilen görüşe göre, kurban bayramının birinci gününden başlayıp Rebiülahir'in onuncu gününe kadar de­vam eden süre- çıkınca, onlara şu aşağıdaki tedbirlerden, alınmasını gerekli gördüğünüzü yapın:

1- Harem-i Şerifte, ya da dışında nerede bulunurlarsa, onları öldürmeniz.

2- Dilerseniz, onları esir almanız. Esir almak; öldürmek, fidye almak veya imamın uygun görmesi halinde iyilik edip serbest bırakmak için olur.

3- Kale, sığınak gibi bulundukları yerlerde onları kuşatmanız, teslim olun­caya, onlara dikte ettireceğiniz şartlara razı oluncaya kadar çıkmalarına engel olmanız. Ta, siz onlara izin verip onlar size güven vererek girinceye kadar.

4- Onları teslim olmaya, ya da öldürmeye mecbur bırakıncaya, kalblerine sizden korkma duygusunu dolduruncaya kadar, onları geçecekleri her yerde, her yolda ve her geçitte gözetlemeniz.

Eğer onlar küfürden ve size karşı savaş ve düşmanlığa sevkeden şirkten tevbe edip, kelime-i şehadeti söyleyip İslâmiyete girerlerse, namaz ve zekât gi­bi rükünlerine sarılırlarsa, yollarını açın, serbest bırakın, onları halleriyle baş-başa bırakın. Bilin ki Allah, kendisinden bağış isteyeni bağışlayıcı, kendisine tevbe edene merhamet edicidir.

Şüphesiz Allah kelime-i şehadetin ardmdan kendi hakkı olan namaz kılma­ya dikkat çekiyor. Çünkü o, kelime-i şehadetten sonra, İslam rükünlerinin en şe-reflisidir. Namazdan sonra da zekat vermeye dikkat çekmiştir. Çünkü o yaratık­larla ilgili işlerin en şereflisidir. İslâm'da sosyal yardımlaşmayı gerçekleştirir, fa­kirlik probleminin çözümüne katkıda bulunur, fakirlerin faydasma olan bir rü­kündür: Bunun için çoğu kere Cenab-ı Hak namazla zekâtı birlikte zikreder. [18]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, aşağıdaki hükümlere işaret eder:

1- Arap müşrikleriyle, müslüman oluncaya kadar savaşın vacip oluşu. On­lardan ya müslüman olmaları istenir, ya da öldürülürler.

2- Namaz kılmak, ya da zekât vermek, İslâm'a işaret eder. Bunlar can ve mal dokunulmazlığı sağlarlar. Bu ikisini yerine getirenler, müslümanlann sa­hip oldukları haklara sahip olurlar. Masum insanı öldürmek, evli kimsenin zi­na etmesi, inandıktan sonra tekrar küfre dönmek gibi, İslâm'ın yasakladığı iş­leri işleyenlere de İslâmî ceza olarak öldürme cezası uygulanır. Buharı, Müslim ve diğerlerinin İbni Mes'ud ve daha başkalarından rivayet ettiği hadiste Resu-lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç sebeple helâl olur: İmandan sonra küfür, evlendikten sonra zina etmek, masum bir ki­şiyi öldürmek."

Buharî, Müslim ve daha başkaları İbni Ömer yoluyla, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu -hadis mütevatirdir- rivayet ederler: "Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed, Allah'ın rasûlüdür deyip, namazı kılıp zekâtı verene kadar insanlarla -icma ile arap müşrikleri kasdolunuyor- savaşmakla emrolundum. Eğer bunu yaparlarsa, müslümanhk hakkının gereği hadler müstesna- hakk-ı İslâm olmak üzere canlarını ve mallarını benim elimden kurtarırlar. İçlerinde olandan dolayı hesaplarına gelince o Allah'a kalmıştır."

Müşriklerin müslümanlıklarınm gerçekleşmesi için, üç şey şart koşuldu: Çünkü kelime-i şehadeti söylemek, Allah'tan başkasına ibadetin terkedileceği-ni, Rabbinden tebliğ ettiklerinde Resulullah (s.a.)'e itaata işaret eder, günde beş defa namaz kılmak, müslümanlar arasında sosyal dini bağın kuvvetlenme­sine işaret eder. Zekât vermek, İslâm'da sosyal mali düzene saygıya işaret eder.

3- Bu ayetle Şafiî, namazı terkedenin öldürüleceğine hükmetmiştir. Çün­kü Allah'ü Teâlâ, bütün hallerde kâfirlerin kanlarını mubah kılmış, sonra şu üç şeyin bulunması halinde bunu haram kılmıştır: Küfürden tevbe, namaz kıl­mak, zekât vermek. Bu üçü bulunmazsa, kanın mubah olması, aslı üzere baki kalır.

Hanefî fakihi Cassas: "Namaz kılarlar, zekat verirlerse" ayetinden amacın, bu ikisinin lüzumunu ve farziyyetini kabul etmek olup, yapmak olmadığı görü­şündedir.[19]

4- Ebû bekir Sıddık (r.a.)'m zekât vermeyenler hakkında şöyle dediği nak-lolunmuştur: "Allah'ın bir araya getirdiği şeyleri birbirinden ayıramam." Yine şöyle demiştir: "Namazla zekâtı birbirinden ayırd edenle mutlaka savaşırım: Çünkü zekât malın hakkıdır." İbni Abbas şöyle demiştir: Allah, Ebû Bekr'e rah­met etsin, ne kadar ince görüşlüydü...

Namazı ve diğer farzları, helâl sayarak terkeden kimsenin kâfir, sünnetle­ri küçümseyerek, hafife alarak terkeden kimsenin fâsık, nafileleri terkeden kimsenin günah işlemiş olmayacağı hususunda müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Ancak nafilelerin faziletini inkâr halinde kâfir olur. Çünkü o, Resulullah (s.a.)'in getirdiğini ve haber verdiğini reddetmiş olur.[20]

İnkâr etmeksizin ve helal saymaksızm tembelliği sebebiyle namazı terke­den kimse hakkında alimler ihtilâf etmişlerdir. İmam Malik ve Şafiî, Allah'a inanıp peygamberleri tasdik eden kimse, namaz kılmaktan geri durursa öldü­rülür, demişlerdir.

Ebû Hanife ise hapsolunur ve dövülür, öldürülmez, çünkü şirk sıfatı gidin­ce, kati hükmü de gider. Fakat, namazı terkettiği, zekât vermediği için hapis hükmü bakidir. Kim namazı terkeder zekât vermezse, imam onu hapseder, der...

5- Bu ayet, ben tevbe ettim ve bu benim için kâfidir diyene karşı bir delildir. Çünkü söz yeterli değildir, tevbeyi gerçekleştiren fiillerin de buna katılma­sı gerekir. Allahü Teâlâ, bu ayette tevbe ile beraber namaz kılmayı ve zekât vermeyi de şart koşmuştur. Riba ayetinde: "Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz yine sizindir" (Bakara, 2/279) buyurmuştur. Yine başka bir ayette de: "Ancak tevbe edenler, açıklayanlar müstesna(dır)" (Bakara, 2/160).

6- "Müşrikleri öldürün" ayeti, İbnül-Arabî'nin dediği gibi, bütün müşrikler ve Allah'ı inkâr edenler hakkında geneldir. Fakat sünnet; kadın, çocuk ve rahi­bi bu hükümden çıkarmıştır. İşkence yoluyla öldürmeyi, ok vb. şeylere hedef yaparak öldürmeyi yasaklamıştır. Ebû Davud ve İbni Mace'nin İbni Mesud yo­luyla rivayet ettikleri hadiste Peygamber (s.a.): "Öldürme biçimi yönünden in­sanların en iffetlisi, iman ehlidir" buyuruyor. Bir grup hadis müellifinin, Şeddad b. Evs'den rivayet ettikleri hadislerinde de: "Öldürdüğünüz zaman, güzel bir şekilde öldürün" buyurmuşlardır.

Ayetle "Sizinle savaşan müşrikleri öldürün" manası murad olunmaktadır.[21] Dolayısıyla arap müşrikleri müslüman olmadıkça öldürülür. Yine ayet cizyeyi kabul etmeleri halinde Ehl-i kitabı bu hükmün dışında bırakmıştır. Onlar, İs­lâm ile cizye ve kati arasında muhayyer bırakılırlar. Nitekim: "Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlarla savaşın..." (Tevbe, 9/29) buyuruluyor.

Müslim'in rivayet ettiği hadiste de: "Müşriklerle karşılaştığınız zaman, on­ları İslama çağırın. Kabul etmezlerse, cizye vermeye davet edin. Eğer kabul ederlerse, alın ve onları bırakın" buyurulur. Her ne kadar bu hadis, diğer müş­rikler hakkında genelse de, ayetle, Arap müşrikleri bunun dışında bırakılmış­tır.

"Müşrikleri nerede bulursanız öldürün." ayeti, arap müşrikleri hakkında özeldir.[22]

7-  "Gerçekten Allah, çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir" ayeti Allah'ın on­ların geçmiş küfür ve haksızlıklarını, antlaşmalarını bozuşlarını mağfiret ede­ceğine işaret eder. [23]

 

Emanın Meşruîyyeti

 

6- Eğer müşriklerden biri gelip senden eman dilerse, ona eman ver. Ta ki Al­lah'ın kelamını (Kur'an'ı) dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır. Çünkü onlar, bilmeyen bir ka­vimdir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Senden eman dilerse" Sana sığınır, senden yardım etmeni ister, öldürül­mekten emin olmayı dilerse "ona eman ver."

"Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir": İslam'ı, ya da Allah'ın dinini ve ha­kikatini bilmeyen bir kavim olmaları yüzünden. Kur'an'ı dinlemeleri, hakkı an­lamaları, bilmeleri ve bir mazeretleri kalmaması için, onlara mutlaka eman ve­rilmesi gerekir. [24]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, eman müddeti olan dört haram aydan sonra, antlaşmaları bozdukları için, müşriklerle savaşmayı emrettikten sonra, İslâm olmalarını, ya da öldürülmelerini istemenin, müşriklere imanın delillerini dinleme imkânı vermemek anlamına gelmeyeceğini açıklamaktadır. Müşriklerden biri, delil ve hüccet ya da Kur"an dinlemek isterse, ona bu mühleti vermek gerekir. Onu kat­letmek haram olur. İşini bilmesi ve bir beyyine üzere olması için onu emniyet bulacağı yere kadar ulaştırmak lâzımdır. [25]

 

Açıklaması

 

İslâm, barışçı yollarla, ikna, hüccet ve burhanla yayılmaya özen gösterir. Cihadın meşru kılınışından amaç da kan dökmek değildir. Önemli olan iman­dır, inkârı terktir, dini kabul ve tevhidi itiraftır. Bir taraftan arap müşrikleri hakkında kılıç kullanılmasını emreden ayet inerken, diğer taraftan da Cenab-ı Hak müminleri, müşriklerden biri, bir müslümandan eman dilerse emamnın kabul edilmesi gerektiği hususunda aydınlatmıştır.

Mana şöyle olur: Ahdini bozan müşriklerden biri, yeryüzünde tam bir hürriyetle seyahat etme müddeti -dört ay- dolduktan sonra, sana Allah'ın kelâmını dinlemek ve düşünmek, dinin ve işin hakikatini anlamak maksadıyla gelirse, gayesine ulaşıncaya kadar ona eman vermek, onu himaye etmek gerekir. Onu öldürmek ve zulmetmek haram olur.

Memleketine dönmek istediği zaman da, güven duyacağı vatanına, evine varıncaya kadar ona eman vermek gerekir. Ondan sonra, istersen -hainlik ve gadr etmeden- onunla savaş...

Bu hüküm, her zaman için geçerlidir. Hasan el-Basrî: "Bu ayetin hükmü muhkemdir, kıyamete kadar geçerlidir" der. Said b. Cübeyr'in şöyle dediği riva­yet olunmuştur: Müşriklerden biri Hz. Ali'ye gelerek bu süre bittikten sonra, birisi Allah'ın kelamını dinlemek, ya da bir ihtiyacından dolayı Muhammed (s.a.)'e gelmek isterse, öldürülür mü? diye sordu. Şu cevabı verdi: Hayır. Çünkü Allahü Teâlâ: "Eğer müşriklerden biri gelip senden eman dilerse ona eman ver..." buyuruyor.

Süddî ve Dahak'tan rivayete göre bu, "müşrikleri öldürün..." ayetiyle nes-hedilmiştir. Kurtubî bunu, Said b. Cübeyr'in İmam Ali'den naklettiği sözü delil göstererek reddeder.

Sonra Cenab-ı Hak: "Çünkü onlar, bilmeyen bir kavimdir" buyuruyor. Yani Cenab-ı Hakk'ın "eman ver" sözünden anlaşılan müsamaha, onların İslâm'ın hakikatini, senin davet ettiğin şeyin özünü bilmeyen cahil müşrikler olmaları sebebiyledir. Çünkü bir şeyi bilmeyen ona düşman olur. Dolayısıyla onlara eman vermek gerekir ki, hakkı duyup anlasınlar.

Bundan dolayı Resulullah (s.a.) doğruyu öğrenmek, ya da bir vazifeyle ge­len kimselere eman veriyordu. Nitekim Hudeybiye günü Kureyş elçileri Urve b. Mes'ud, Mikraz b. Hafs, Süheyl b. Amr birer birer Resulullah(s.a)'la müşrikler arasındaki mesele konusunda gelip gittiler. Resulullah(s.a)'ın, kendilerine hiç­bir kral ve Kayserde görmedikleri derecede hürmet gösterdiğini gördüler. Ka­vimlerine geri döndüklerinde, bunu anlattılar. Bu, pek çoğunun hidâyete erme­sinin en büyük sebeblerinden oldu.

Müseylimetü'l-Kezzab'm iki elçisi Resulullah (s.a.)'e geldiklerinde, Resu­lullah (s.a.) onlara: "Müseylime'nin Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ediyor musunuz?" diye sordu. "Evet" dediler. Bunun üzerine, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davud'un Naim b. Mes'ud'dan rivayetlerine göre, Resulullah (s.a.): "Vallahi, el­çiler öldürülmez kuralı olmasaydı, boyunlarınızı vurdururdum" buyurdu.

Ayet dinî, siyasî, ticarî amaçlardan dolayı eman hükmünün genelliğini ifa­de eder. İbni Kesir şöyle der: Bir kimse bir vazifeyle, ticaret maksadıyla veya barış, antlaşma isteğiyle, ya da cizye getirmek veya başka bir sebeple Daru'l-Harp'ten Darul-İslâm'a gelir de devlet başkanı veya vekilinden eman isterse, onlar Daru'l-İslâm'da bulunduğu sürece ve emin olduğu yere, vatanına dönün-ceye kadar eman veriri.

1- İbni Kesir, 11/337.

Hanefi'lere ve Şafiîlere göre bir harbî, şerl bir maksatla -Allah'ın kelâmım dinlemek gibi- eman dileyerek Daru'l-İslâm'a girerse, yahut emanla ticaret için girerse, emin olacağı yere varıncaya kadar ona eman vermek, canını ve malını korumak gerekir. Eğer harbî, emansız olarak Daru'l-İslâm'a girerse, malıyla beraber ganimet sayılır. İbnü'l-Arabî, ayet Kur'an'ı dinlemek ve İslâmiyet hak­kında düşünmek isteyenler hakkındadır. Başka bir sebepten dolayı korumak, ancak müslümanlann yararı ve menfaati için olabilir, der.[26]

Ayetin açıkladığı gibi emir, sadece Kur'an dinlemek için eman istemeye ait değildir. Gerçekten müslüman olmak ve şüphelerine cevap bulmak için delilleri dinlemek isteyen kimselere de şamildir. Çünkü bunların hepsi de ilim istiyor, hak hakkında bilgi arıyor.

Dinlemekle; hüccet olacak şeyi, şirkin bâtıl, tevhidin, yeniden dirilişin ve Hz. Peygamber(s.a)'in Allah'tan tebliğ ettiği şeylerde doğruluğunu ve İslâm'ın hak olduğunu -Tevbe sûresi, yahut bütün Kur'an, ya da bunlardan başka aklî deliller ve ilmî burhanlar olması değişmez- ispatlayan her şeyi dinlemek kas-dolunmaktadır. [27]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetten aşağıdaki hükümler çıkarılır:

1- Emanın meşru oluşu... Yani, harbî bir kimse, İslâm'ın şahinliğine işaret eden şeyleri dinlemek için müslümanlardan eman isterse, ona eman verilmesi­nin meşru oluşu. Bu hususta kâfirlere müsamaha gösterileceğine ve barış yolu­nun tercih edileceğine delil vardır.

2- Bizden dinî hükümlerden birini öğrenmek isteyen herkese, bunu öğret­menin gerekli olduğu...

3- Eman isteyen harbîyi, kanını, malını ve kendini ezadan korumanın ve her çeşit ezadan korumanın devlet başkanı üzerine vacip olduğu...

4- İhtiyacını gördükten sonra, onu emin olacağı yere ulaştırmanın devlet başkanı üzerine vacip olduğu*[28] "Müşriklerden biri gelip senden eman dilerse, ona eman ver. Ta ki Allah'ın kelamını dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere ka­dar ulaştır"  ayetiyle amel ederek, Darul-İslâm'da ona, ancak ihtiyacını göre­cek kadar oturma izninin verileceği... Bilginler, Darul-İslâm'da bir yıl oturma­sının caiz olmayacağını, ancak dört ay oturabileceğini söylemişlerdir.[29] Hane-fîler, ihtiyacı bittiği zaman, ona çıkmasını emretmenin ve çıkma emrinden son­ra Daru'l-İslâm'da bir yıl oturursa, zimmî vatandaş olacağını ve kendisine ciz­ye gerekeceğini, bildirmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir.[30]

5- "Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir" sözü, dinde taklidin makbul olma­dığına, inanç ve imanın istidlal ve düşünme sonucu oluşması gerektiğine işaret eder. Nasıl ki, kâfire mühlet vermek, ona emniyet sağlamak ve onu emin olaca­ğı yere kadar ulaştırmak, imanî delilleri dinlemesi için lazımsa, inanç ve ima­nın da hüccet ve burhan sonucu oluşması lâzımdır.

6- Allahü Teâlâ'nın: "Ta ki Allah'ın kelâmını dinlesin..." sözü, Allah'ın sö­zünün okuyanın okuduğu sırada duyulduğuna delildir. Müslümanların bir kimsenin fatihayı, ya da başka bir sûreyi okuduğu zaman, dinleyenlerin Al­lah'ın kelâmını dinledik demeleri gerektiği hususunda, icma etmeleri de buna işaret eder... Fakat bu, İbni Arabi'nin de dediği gibi lügatlar vasıtasıyla, harfle­rin ve seslerin delaletiyledir. O, gerçekten Allah'ın sözü değildir. Çünkü Cenab-ı Hakkın benzeri olmadığı gibi, sözünün de benzeri yoktur.

Mutezile bu ayetle, bütün insanların duyduğu Allah kelâmının sadece bu harfler ve sesler olduğunu söyler. Bunların ise kadim olmadığına istidlal eder. Bu da, Allah kelâmının sonradan yaratılmış olduğu, kadim olmadığı manasına gelir.

Razî onlara şöyle cevap verir: Bizim duyduğumuz, sizin anladığınız gibi Allah sözünün aynısı değildir. Biz, insan işi olan birtakım harfler ve sesler işi­tiyoruz. Şüphesiz bu, sonradan meydana geliyor. Allah'tan çıkan aslî söz ise, Allah'ın ezelî oluşu gibi ezelîdir.

Müslümanın harbîye verdiği her eman geçerli midir? Şüphesiz sultanın emanı caizdir. Çünkü o, ümmetin iyilik ve durumunu gözetmekle memurdur. Toplumun vekilidir, halife dışındaki birinin emanının bazı durumlarında ihtilâf vardır. Alimlerin çoğunluğu, hürün, kölenin, büyüğün, küçüğün, erkeğin, kadı­nın emanı caizdir. Çünkü Ahmed b. Hanbel, Nesaî ve Ebû Davud'un Hz. Ali'den rivayet ettiği hadiste, Peygamber (s.a.), "müslümanlar eşittirler. Onla­rın en altta olanı bile, onlardan ahdü eman verebilir" buyurmuştur, derler.

Ebû Hanife'ye göre ise, köle, kadın ve çocuğun eman verme hakkı yoktur. Çünkü ganimetten onlara pay ayrılmaz. [31]

 

Müşriklerin Ahidlerinden Uzak Durulmasının Sebepleri Ve Onlarla Savaş

 

7-  O müşriklerin Allah katında ve Ra-sûlü yanında nasıl bir'ahdi olabilir? Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştik-leriniz müstesnadır. O halde bunlar si­ze karşı doğruluk gösterdikleri müd­detçe, siz de onlara doğrulukla mu­amele edin. Şüphesiz Allah, sakınanla­rı sever.

8- Nasıl? Eğer size karşı zafer kazanır­larsa, ne bir yemin ve ne de bir vecibe gözetmezler. Onlar sizi dilleriyle hoş­nut ederler. Kalbleri ise isteksizdir. Onların çoğu fâsık kimselerdir.

9- Onlar Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığında sattılar ve insanları Allah yolundan çevirdiler. Ne kötü işler işle­mekteydiler.

10-  Onlar bir mümin hakkında ne bir yemin ve ne de ahde vefaya riâyet et­mezler. Onlar haddi aşan kimselerdir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştikleriniz müstesnadır": Hudeybiye gü­nü Mescid-i Haram yanında daha önce ahidleştiğiniz Kureyşliler bunun dışın­dadır.

"O halde bunlar size karşı doğruluk gösterdikleri müddetçe" ahidlerinde durdukları ve bozmadıkları sürece "siz de onlara doğrulukla muamele edin." Ahdinize vefa gösterin.

"Nasıl?": Müşriklerin ahidlerinde durmaları uzak görüldüğü için tekrar edilmiştir. "Eğer size karşı zafer kazanırlarsa" size galip gelirlerse "ne bir ye­min (anlaşma) ve ne de bir vecibe gözetmezler" sakınmazlar, göz önüne almaz­lar.

"Onların çoğu fasık kimselerdir." burada antlaşma ve yeminini bozanlar, doğruluk ve vefa gerektiren şeyi tecavüz edenler kasdolunmaktadır. Antlaşma, iki tarafın ortak çıkarları doğrultusunda birleşmeleridir. Eğer bunu, çok önem verip koruyacaklarını, vefa göstereceklerini gerektiren şeylerle pekiştirirlerse, buna misak, özellikle yeminle pekiştirirlerse yemin denir. [32]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, Allah ve Rasûlünün müşriklerin ahidlerinden uzak olduğu­nu zikrettikten ve -Allah'ın kelâmını dinlemek, ya da bir görev veya ticaret maksadıyla sığınan, eman isteyenler müstesna- onlara dört ay sonra savaş ilan edilmesini açıkladıktan sonra, müşriklerden uzak oluşunun ve onlara dört ay süre verişinin sonra da her türlü savaşla işlerinin bitirilmesinin sebebini Yani ahidlerini bozmaları- açıklamaktadır. [33]

 

Açıklaması

 

Antlaşmalarını bozan müşrikler için, Allah ve Rasûlü yanında, nasıl değer verilen bir ahid olabilir? Bu onların ahidleri olabileceğini inkâr ve uzak görme­yi ifade eden bir sorudur. Gerçekten de onlar, kindar, sert, haksızlıkla dolu, Al­lah'a şirk koşan, O'nu ve peygamberini inkâr eden düşmanlardı. Onların hiçbir ahitleri olamaz. Onlardan bunu beklemeyin. İşte bü, onlardan uzak olmanın hikmetini ve sebebini açıklamaktadır.

Sonra Cenab-ı Hak, Mescid-i Haram'ın yanında anlaştığınız kimseleri -Hudeybiye'de kendileriyle yaptıkları ahidleri bozmayan Bekir ve Damra oğul­larını- istisna etmiştir. Bu ahidlerini bozmayanların dışındakiler için ahid yok­tur. Ahidlerini bozanlar ise, bundan önce istisna edilmişlerdir: "Antlaşma yap­tığınız müşriklerden size hiçbir şeyde eksiklik yapmamış olanlar müstesna..." (Tevbe, 9/4).

Mescid-i Haram'dan amaç, Harem'in bütünüdür. İstisna etmedikçe Kur'an'ın adeti budur... Burada "yanında" manasına gelen kelime hazfedilmiş-tir. "Mescid-i Haram'ın yanında, yakınında" demektir.

Onlar size verdikleri söze vefa gösterirlerse, siz de sözünüze vefa gösterin. Ahdi olmayanları ise, tevbe edinceye kadar bulduğunuz yerde öldürün. Bu, Ce­nab-ı Hakkın: "O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamam­layın" (Tevbe, 9/4) sözü gibidir. Ancak burada kelâm mutlak, benzer ayette ise mukayyeddir. Burada, akid yapan iki tarafın müddet bitene kadar ahde riâyet göstermeleri gerektiğini -bunların dışındakilerin ahidleri atılır, reddedilir-açıklamak için tekrar anılmışlardır.

Sonra Allahü Teâlâ onlara, ahde vefanın zaruretini pekiştirerek: "Şüphe­siz Allah sakınanları sever" buyurmuştur. Yani Allahü Teâlâ, ahidlerini yerine getirenleri, haksızlık yapıp ahdini bozmaktan sakınanları sever. Bu, itaatin ge­rekli oluş sebebini açıklamakta ve ahid yapan müşrik de olsa, ahde riâyetin takvadan olduğunu açıklamaktadır.

Sonra Allahü Teâlâ, müşriklerin verdikleri sözde duracaklarını uzak gör­düğü için "nasıl1?" sözünü tekrarlamıştır. Yani ahidlerini yerine getirenlerin dişmdakilerin Allah ve Rasûlü yanında, meşru, saygı duyulacak ve vefa gerekti­recek bir sözleri olabilir mi? Halbuki onlar, size karşı zafer kazansalar, ne an­laşma ne yakınlık, ne de ahde riâyet ederler. Bu, müminleri onlardan uzaklaş­mak için yapılan bir teşviktir. Onların Allah'a şirk koştuklarını, peygamberini inkâr ettiklerini, dolayısıyla ahde lâyık olamayacaklarını, müslümanlara galip gelirlerse, onları bırakmayacaklarını, yemin ve ahde riâyet etmeyeceklerini açıklamaktadır.

Onların kötü ve pis taraflarından biri de, dilleriyle güzel sözler söylemele­ri, kalblerinin ise kin ve hasetle dolu olmasıdır: "Onlar kalplerinde olmayan şe­yi dilleriyle söylerler" (Fetih, 48/11). Onların çoğu dinî temellerden, insanlıktan ve ahlâktan uzaklaşmış, doğruluk ve vefa sınırını aşmış ahd ve misak bağları­nı koparmış, fâsık kimselerdir. "Onların çoğu" ifadesi, az bir kısmı dışında ço­ğunun ahitlerini bozmalarındandır. Cenab-ı Hak da sözlerinde duran bu az kimseyi istisna etmiş ve ahidlerine vefayı emretmiştir.

Sonra Allahü Teâlâ onlardan uzak durmanın ve onlarla savaşın başka iki sebebini daha göstermektedir:

1- Onlar hakka, hayra ve tevhide işaret eden Allah'ın ayetlerini çok az bir dünya malı karşılığında sattılar. Heva ve heveslerine uydular. Basit dünya işle­riyle oyalandılar. Dolayısıyla kendileri hak yoldan ayrıldıkları gibi, başkalarını da ayırdılar. İnsanları hak dine tabi olmaktan engellediler. Onların bu amelleri ne kadar kötüdür: İman ve hidâyete, Allah'ın şeriatına tabi olmak yerine, küfre ve sapıklığa Allah'ın dininden sapmaya razı olmaları ne kötü bir şeydi.

Rivayete göre Ebû Süfyan, Kureyş ve müttefiklerini Hudeybiye anlaşması­nı bozmak konusunda ikna etmek istediği zaman, onların gönlünü çelecek bir yemek hazırladı. Onlar da, onun isteğine katıldılar.

2- Onlar küfürleri sebebiyle, ahid, akrabalık ve anlaşmasını bozmaya güç yetirdikleri hiçbir müminin durumunu gözetmeyen, zulüm ve serde haddi aşan kimselerdir. Ancak kılıcın dilinden anlarlar, kuvvete boyun eğerler, ahid ve zimmet bilmezler... Tarih, onların gerçekten böyle olduğunu ispat eder... Kur'an'da, onların sıfatlarını, önce fâsıklık sonra da hakkı tecavüz eden kimse­ler olarak özetler. Bunlar ahidlerine nasıl saygı gösterirler?

"Ne bir yemin ve ne de bir vecibe gözetmezler" sözü tekrar değildir. Çünkü birincisi, bütün müşrikler için, ikincisi de özellikle yahudiler içindir. "Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığında sattılar" ayeti buna delildir. Bu ayette kas-dolunanlar yahudilerdir. Eğer müşrikler kasdolunsaydı, pekiştirme ve tefsir için bir tekrar olurdu. [34]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, müşriklerden uzak olma sebeplerini, dört aylık bir mühletten son­ra onlarla savaşılması emrinin hikmetini açıklıyor. Onlar ahidlerini bozuyor, müminler hakkında yemin, yakınlık, ahd ve eman gözetmiyor, zahiren mem­nun olunacak şeyi dilleriyle söylüyorlar, kalbleri ise kin, haset ve isteksizlikle kaynıyordu. Çoğu, kendi dinlerine ve kendi kavimlerine göre de kınanacak de­recede fâsık, ahdi bozan kimselerdi. Dünya menfaati karşılığında Kur'an'ı sat­mışlardı. Kendilerini ve başkalarını Allah yolundan, tevhid, hak ve hayırdan alıkoymuş, ahdi bozup helâldan harama sapmışlardı.

Ayetlerden, müminlerle ilgili olarak şu sonuç çıkıyor: Allah ve Rasûlü'nün yanında saygıdeğer olan antlaşma, ahdini bozmayanlarm sözleridir. Ahdine sa­dık kalan kimseye, onun gereğince davranılır. Ahde riâyet etmek ve şartlarını uygulamak, Allah'ın kullarından istediği şey olup, bu da takvadır. [35]

 

Müşriklere Düşen Ya Tevbe, Ya Da Kendileriyle Savaşılmasıdır

 

11-Eğer onlar tevbe eder, namaz kılarlar, zekât verirlerse artık dinde kardeşlerinizdir. Biz, ayetleri bilen bir kavim içın açıklarız.

12- Eğer antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozarlar da dininize saldırır-larsa, küfrün önderlerini hemen öldü­rün. Çünkü onlar yeminleri olmayan­lardır. Olur ki vazgeçerler.

 

Belagat:

 

"Küfrün önderlerini hemen öldürün": Burada, zamir yerine bizzat "küfrün önderleri" denilmiştir. Bu onların, küfürde lider ve önde gelen, öldürülmeyi hak eden kimseler olduğuna işaret eder. Önderlerden amacın müşriklerin li­derleri olduğu da söylenmiştir. Böylece onlar hakkında özelleşmiştir. Çünkü onları öldürmek, çok önemlidir. Bunu en çok hak etmiş kimselerdir. [36]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ müşriklerin, bir mümin hakkında yemin ve yakınlık gözet­meyeceklerini, ahdi bozacaklarını, nifakı içlerinde gizleyeceklerini, kendilerine çizilen sınırı aşacaklarını açıkladıktan sonra, İslâm'a düşmanlıklarının ortaya çıkışından sonraki hallerini, ya tevbe etmeleri gerektiğini, ya da kendileriyle savaşılacağını açıkladı. [37]

 

Açıklaması

 

Müşrik kâfirler, islâm'a düşmanlıklarını ilân ettikten sonra iki durumla karşı karşıyadırlar:

1- Küfürden, ahdi bozmaktan ve Allah yolundan çevirmekten samimi tev­be, yani Allah'a şirk koşmaktan vazgeçip bir ve ortağı olmayan Allah'a iman ederler, namazlarını, şartları ve rükünleriyle dinin direği bilerek eda ederlerse, müslümanlar arasındaki dayanışmaya işaret eden ve kendilerine farz olan ze­kâtı verirlerse, sizin din kardeşlerinizdir. Sizin sahip olduğunuz haklara onlar da sahiptirler. Onların "din kardeşi" olarak vasıflandırılması, din kardeşliği­nin, nesep kardeşliğinden daha üstün, daha kuvvetli ve daha kalıcı olduğuna delildir. Onlar bunu, birbirini tamamlayan üç şeyle hak ederler: Küfürden ve ahdi bozmaktan tevbe, Allah'a yönelip ona inanmak, namaz kılıp zekât ver­mek.

"Biz ayetleri... açıklarız." Yani gerçekten var olduğumuza işaret eden şey­leri ve açık delilleri açıklarız. "Bilen bir kavim için" . Yani kendilerine açıkladı­ğımız şeyleri anlayıp kavrayanlar için. Burada antlaşma hükümleri olarak açıklanan şeyleri düşünmeye ve onları korumaya teşvik vardır.

2- Ahidlerini bozduktan sonra kendileriyle savaşılması. Bu müşrikler, kendileriyle yapılan andlaşmaları bozarlar ve dininizi, yani Kur'an'ı ve Pey­gamber (s.a.)'i eleştirirlerse, şairlerinin ve küfür önderlerinin yaptığı gibi mü­minlerle alay ederlerse, onlarla çok şiddetli bir şekilde savaşın. Çünkü onların, söz ve ahidleri olmaz. Bunlara vefa göstermedikleri için, adeta yokmuş gibi olur. Savaş, onların küfür, inat ve sapıklıktan vazgeçmeleri için bir sebep olur. Bu, Cenab-ı Hakkın insanoğluna olan en büyük kerem ve fazlındandır.

"Olur ki vazgeçerler..." Yani küfürlerinden, yanlışlıklarından ve müslü-manlara zarar vermekten.

Katade, bu ayetle Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Ümeyye b. Halef gibi küfür li­derlerinin kasdolunduğunu söylemiştir. Çünkü bu ayet nazil olduğu zaman, on­lar Bedir'de öldürülmüşlerdi. "Küfrün önderleri..." şeklinde bir ifadenin kulla­nılması, bâtıl işlere uymayı teşvik edenlerin sadece onlar olmasındandır.

Bu ayet, zimmînin İslâm'a sövdüğü zaman ahdini bozmuş sayılacağına, savaşın dünyevî maksatlar veya ganimetler, ya da üstünlük, hakim olmak ar­zusu ve intikam hissiyle olmadığına, İslâm davetini kabule imkân hazırlamak için yapıldığına, savaşın zaruret miktarı yapılacağına işaret eder.

İbni Kesir: "Sahih olan, ayetin genel olmasıdır. Her ne kadar ayetin iniş se­bebi Kureyş müşrikleri ise de, o, onlar ve diğerleri hakkında geneldir" der.[38]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i celile, şirkten samimî olarak tevbe edip İslâm hükümlerine sarılma­ya, namaz kılmaya, zekât vermeye teşvik etmiş, bu üç şey arasında bir ayrılık olmayacağına işarette bulunmuştur.

Hafız Ebû Bekir el-Bezzar, Enes b. Malik'ten, Resulullah (s.a.)'in şöyle bu­yurduğunu rivayet eder: "Kim, sırf Allah ve Allah'a ibadet için dünyayı terke-der, O'na şirk koşmaz, namaz kılar ve zekât verirse, Allah'ın hoşnutluğunu ka­zanmış olarak dünyadan ayrılır."

Eğer müşrikler İslâm davetini kabulden yüz çevirirler ve İslâm'ı eleştirir­lerse, öldürülmeyi ve kendileriyle savaşı hak etmiş olurlar. Andlaşmalarmm, adeta hiç yokmuş gibi, kıymeti kalmaz. Belki de savaş, İslâm'ı kabule ve putpe­restlikten, şirkten kurtulmaya bir sebep olur.

Ebû Hanife: "Çünkü onlar, yeminleri olmayanlardır..." ayetinden, kâfirin yemininin olmadığı hükmünü çıkarır. Beydavî ise: Bu zayıf bir akıl yürütmedir. Çünkü burada onların yeminleri olmayacağı değil, yeminlerine güvenilmeyeceği kasdedilmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak da: "Eğer yeminlerini bozarlarsa..." buyurmaktadır, der.

Şafiî'ye göre ise, onların yemini yemindir. Ona göre bu ayetin manası, on­lar yeminlerine vefa göstermedikleri zaman, yeminleri sanki yemin değilmiş gibi olur. Onların yeminlerinin yemin olduğuna delil, Allahü Teâlâ'nın: "Eğer yeminlerini bozarlarsa" buyurmasıdır. Eğer yeminleri olmasaydı, "yeminlerini bozmak" tabiri kullanılmazdı.

Bazı bilginler de bu ayetten, dine söven her kişinin -çünkü o kâfirdir- öldü­rülmesi gerektiği hükmünü çıkarmışlardır. Ta'n (sövmek), uygun olmayan bir şeyi dine nisbet etmek, ya da kesin delille sabit olan dinî hakikatleri küçümse­mektir.[39] İbnül-Münzir şöyle der: Bütün ilim ehli, Resulullah (s.a.)'e küfrede­nin öldürüleceği konusunda icma etmiştir. Malik, Leys, Ahmed, İshak bu görü­şü savunanlardandır. Şafiî'nin görüşü de budur. Ebû Hanife'nin: "Ehl-i zimmet­ten peygambere küfreden kimse öldürülmez, ancak savaş ve çarpışmayla öldü­rülür" dediği anlatılır.

Malikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre, İslâm dinine ta'n ettiği za­man, zimmînin ahdi bozulur. Bu, Şafiî'nin de görüşüdür. Çünkü Cenab-ı Hak: "Yeminlerini bozarlarsa" buyurarak onların öldürülmelerini ve onlarla savaşı emretmiştir.

Ebû Hanife: Ondan tevbe etmesi istenir, uyarıda bulunulur. Yalnızca ta'nla ahd bozulmaz, ancak ahdi bozduğu takdirde ahd bozulur, der.[40] Çünkü Yüce Allah, onların öldürülmelerini iki şartla emretmiştir. Birincisi, ahdi boz­maları; ikincisi, dine ta'n etmeleri... Cumhur ulema bunu, ikisinin zikredilme­si, ikisinin birlikte bulunması haline bağlı değildir, yalnızca ahdi bozmak, müs-lümanlann onları öldürmelerini -aklen ve şer'an- mubah kılar, diyerek redde­der...

Zimmî bizimle savaşırsa, ahdi bozulur, kendisiyle birlikte malı ve çoluk ço­cuğu ganimet olur.

Alimlerin büyük çoğunluğu, zimmîlerden, Resulullah (s.a.)'e küfreden ya da onu eleştiren veya onun değerini hafife alan, ya da onu lâyık olmadığı şey­lerle anlatan kimsenin öldürüleceğine hükmetmişlerdir. Çünkü biz, bu manada ona zimmet veya ahd vermedik, demişlerdir.

Ebû Hanife ve Sevrî ise, onun öldürülmeyeceği görüşündedirler. Çünkü bu, şirkten daha büyük değildir... Fakat o, terbiye ve tazir olunur, derler. Onların aleyhine delil, Allahü Teâlâ'nın: "Eğer yeminlerini bozarlarsa..." ayetidir. Nitekim kendisiyle anlaşma olduğu halde Peygamber (s.a.)'e eziyet ettiği için KaTs b. Eşref öldürülmüştür.

Zimmî birisi, Hz. Peygamber'e küfretse, sonra da öldürülmekten korktuğu için müslüman olsa, Malikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre, onun müslü-man olması, öldürülmesi hükmünü düşürür. Çünkü İslâm, kendinden önceki şeyleri siler, yok eder... Hz. Peygamber(s.a)'e küfreden, sonra tevbe eden müs­lüman ise bunun hilafınadır... Yüce Allah şöyle buyurur: "Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, geçmiş günahları mağfiret olunur" (Enfâl, 8/38).

Kurtubî: "Olur ki vazgeçerler..." ayeti hakkında şöyle der: "Onlarla savaş­maktan maksat, bizim dinimize girip bizimle savaşmaktan vazgeçmelerini sağ­lamak, bu suretle zararlarını önlemektir..." [41]

 

Yeminlerini Ve Ahidlerini Bozan Müşriklerle Savaşmaya Teşvik

 

13- Andlarını bozan, o peygamberi sü­rüp çıkarmaya karar veren ve bununla beraber sizinle savaşa ilk olarak ken­dileri başlayan bir kavim ile savaşmaz mısınız? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer mümin kimselerseniz, korkmanı­za daha lâyık olan Allah'tır.

14- Onlarla savaşın ki Allah, ellerinizle onları azaplandırsın, onları rüsvay et­sin. Size onlara karşı galibiyet versin. Mümin bir kavmin gönüllerine şifa versin.

15-Kalplerindeki gazabı gidersin. Allah kimi dilerse, ona tevbe nasip eder. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hü­küm ve hikmet sahibidir.

 

Belagat:

 

"... bir kavim ile savaşmaz mısınız?" Bu ifade savaş için teşviktir. Çünkü soru edatı, böyle bir durumda savaşmamayı kınamak için gelmiştir.

"Onlardan korkuyor musunuz?" Soru, onlardan korkmayı kınayan ve kor­kanları azarlayan bir anlam taşır.

"Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir": Kalbe korku ve heybet vermek için, zamir yerine lafzatullah kullanılmıştır. [42]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andlarını" sözlerini "bozan o peygamberi sürüp çıkarmaya karar veren" Darü'n-Nedve'de, Resulullah'ı Mekke'den çıkarmak için aralarında anlaşan. "ve bununla beraber sizinle savaşa ilk defa kendileri başlayan" sizin müttefiği-niz Bekir oğullarıyla savaştılar, "bir kavim ile savaşmaz mısınız?" O halde on­larla savaşmanızı engelleyen şey nedir? [43]

 

Nüzul Sebebi

 

14. ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh ibn Hayyan el-Ensarî, Ka-tâde'nin şöyle dediğini tahric etmiştir: Bize söylendiğine göre, bu ayet Mekke'deki Bekir Oğullarını öldürmeye başladıkları zaman Huzaâ hakkında nazil oldu. İkrime'den şöyle dediği tahric olunmuştur: Bu ayet Huzaâ hakkında nazil oldu. Süddî'nin: "Mümin bir kavmin gönüllerine şifa versin" ayeti hakkında şöyle dediği tahric olunmuştur: Onlar, Resulullah (s.a.)'in müttefiki Huzaâ'dır. Onların göğüslerine, Bekir oğullarından ferahlık versin demektir. [44]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ: "Küfrün önderlerini öldürün..." (Tevbe, 9/12) buyurduktan sonra, onları savaşa sevkedecek sebebi açıklıyor. Bu, onların anlaşmalarını bozmaları, müminlere karşı taşkınlık yapmaları, müminlerden önce savaşa başlamaları, peygamberi şehrinden çıkarmaya çalışmalarıydı. Onlarla savaş­ma nedeni de, Arap Yanmadası'nı şirk ve putperestlikten temizlemekti. [45]

 

Açıklaması

 

Bu ayet, yeminlerini ve anlaşmalarını bozan müşriklerle savaşa teşvik et­mektedir. Bu, yüce Allah'ın ayette zikrettiği üç sebepten dolayıdır.

1- Ahdi bozmaları: Onlar, üzerine yemin ettikleri andlaşmalarmı bozdular. İbni Abbas, Süddî ve Kelbî'ye göre bu ayet, Hudeybiye andlaşmasından sonra yeminlerini bozan ve Huzaa'ya karşı Bekir Oğullan'na yardım eden Mekke kâ­firleri hakkında nazil oldu. Bu, ahdini bozanlarla savaş, başkalarına ders olsun diye diğer kâfirlerle savaşmaktan daha uygundur.

Bozdukları andlaşma ise, Hudeybiye barışıdır. Kureyş, müttefikleri Bekir Oğullarına, Hz. Peygamber'in müttefiği Huzaa'ya karşı bir gece, Mekke yakının­da Hecir suyu üzerinde yardım etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Kureyş'in üzerine yürüdü. Hicri 8. yılın Ramazan ayının yirmisinde Mekke'yi fethetti.

2- Hz. Peygamber'in Mekke'den çıkarılması: Kureyş Hz. Peygamberi Mek­ke'den çıkarmayı, ya da hapsetmeyi -böylece onu hiç kimse göremeyecekti- ya da her kabileden birtakım kimselerle öldürtmeyi -kim vurduya gitsin diye- dü­şündü. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:   "Hani bir zaman o kâfirler, seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için tuzak kuruyor­lardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu. Allah, tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır"  (Enfal, 8/30); "Rabbiniz Allah'a iman etmeniz sebebiyle, Peygamberi ve sizi çıkarmış­lardı" (Mümtehine, 60/1); 'Yakında seni neredeyse bu yerden çıkarmak için her­halde rahatsız edecekler" (İsra, 17/76).

3- Savaşı onların başlatmaları: Kervanın kurtulduğunu bildikleri halde, Hz. Muhammed(s.a)'in ve beraberindekilerin kökünü kazıyacaklarını söyleye­rek Bedir Günü, müminlerle savaşa ilk önce onlar başladılar. Uhud, Hendek ve diğer savaşlarda da, durum aynı oldu.

Allahü Teâlâ savaşmayı gerektiren bu üç sebebi belirttikten sonra, buna dört şey daha ekliyor:

Birincisi: Savaşı gerekli kılan şeyleri sayma ve açıklama.

İkincisi: Hücuma teşvik ve tahrik. Nitekim bir kimse diğerine: Düşmanından korkuyor musun, çekiniyor musun? dese, bu söz tahrik ifade eder. Üçüncüsü: Allahü Teâlâ'nın kendisinden en çok korkulacak varlık olması. Çünkü O, bekle­nen zararı -öldürülme- uzaklaştıracak mutlak kudret sahibidir. Dördüncüsü: Eğer inanıyorsanız, iman, insanı harekete sevkeden bir kuvvettir. İşte bu yedi şey, o yeminlerini bozan kâfirlerle savaşılmasım gerektiren şeylerdir.

Cenab-ı Hak, bu sebepleri açıkladıktan sonra, onların müşriklerden kork­masını yadırgayarak azarlamış ve: "Onlardan korkuyor musunuz?" buyurmuş­tur. Yani, bundan sonra onlardan korkarak ve çekinerek, onlarla savaşı terk mi ediyorsunuz? Eğer onlardan korkuyorsanız, Allah korkulmaya daha çok lâyık­tır. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bana inanıyorsanız, ben onlardan daha çok korkulacak olanım. Çünkü imanm şartı, başkasından değil, sadece Allah'tan korkmaktır. Fayda ve zarar vermek onun elindedir.

Bu ayet, yalnızca Allah'tan korkan müminin, savaş hususunda insanların en cesuru ve cüretkârı olduğuna işaret ediyor.

Allahü Teâlâ savaşı caiz kılan şeyleri ve savaşın hikmetini zikrettikten son­ra, açık bir emirle müminlere savaşı emrederek şöyle buyuruyor: "Onlarla sava­şın ki, Allah onları azablandırsın." Yani ey müminler! Onlarla savaşın. Bu emir, bütün müminler hakkında geneldir. Eğer siz onlarla savaşırsanız, sizin vasıta­nızla Allah onlara azap eder. Öldürülme, esir edilme ve yenilgiyle onları küçük düşürür. Onlara karşı size yardım eder. Mümin bir zümrenin -Mücahid'in dediği­ne göre bunlar, Peygamber (s.a.)'in müttefîğî Huzâa oğullandır- göğüslerine fe­rahlık verir. Bu, müşriklerin zulüm ve haksızlıkları, şiddetli eziyetleri sebebiyle, onlara karşı müminlerin kalblerinde besledikleri kini ya da onlarla karşılaştığı­nız zaman şiddetli isteksizlikten dolayı kalblerinizde bulunan gazabı giderir. "Gönüllerine şifa vermek" le, "kalplerin öfkesini gidermek" arasındaki fark, birin­cisinde, Allah'ın onlara verdiği sözden sonra, bekledikleri yardımı gerçekleştir­mek suretiyle sevindirmek; ikincisinde meydana gelen eserleri gidermektir.

İbni Abbas (r.a)'a göre, onlar Yemenli ve Sebe'li kimselerdir. Mekke'ye ge­lip müslüman oldular. Mekkelilerden büyük eziyet gördüler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.)'e şikayet etmek üzere adam gönderdiler. Resulullah (s.a.) on­lara şöyle buyurdu: "Sevinin. Çünkü ferahlık yakındır."

Sonra Cenab-ı Hak: "Allah kimi dilerse, ona tevbe nasip eder..." buyuruyor. Bu, yeni bir söze başlamaktır, Mekkelilerden bazılarının küfürden tevbe edece­ğini haber vermektedir. Nitekim bu, fiilen gerçekleşmiştir. Onlardan Ebû Süf-yan, İkrime b. Ebî Cehl ve Süleym b. Ebî Amr gibi bir kısmı, çok iyi birer müs­lüman oldu. Bu cümlenin yeni bir söze başlangıç yapılmasının sebebi, savaşın tevbeye sebep olmamasıdır. Çünkü, Allah'ın dilediği kimse için savaş olmadan da her halükârda tevbe olabilir.

Allah kullarına yararlı olacak şeyi en iyi bilendir. Kevnî ve sert sözlerinde, iş­lerinde hikmet sahibidir. Dilediğini yapar, istediği hükmü verir. Asla zulmetme­yen, adil hüküm sahibidir. Ancak hikmetinin gerektirdiği şeyi işler. Her insanı, dünya ve ahirette, işlediği hayır ve şerre göre cezalandırır veya mükâfatlandırır.

Bu, ilâhî kudretin gerektirdiği sebepler ve etkenlerle, insan kabiliyetinin bir halden diğer hale değiştiğine delildir.[46]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, ahdi bozan müşriklerle savaşın birçok sebeplerinin bulunduğuna işaret eder. Bunların en önemlileri, ahdi bozmaları, Hz. Peygamberi yurdun­dan çıkarma veya hapsetme, ya da öldürmeyi düşünmeleri, müminlerle düş­manlık ve savaşta önce davranmalarıdır.

Cenab-ı Hak: 'Yeminlerini bozan o peygamberi sürüp çıkarmaya karar ve­ren ve bununla beraber sizinle savaşa ilk olarak kendileri başlayan bir kavim ile savaşmaz mısınız1?" buyurarak, müminleri savaşa teşvik etmekte, onların Allah'tan korkmaları, Allah'a samimi olarak inanmaları gerektiğini ifade ede­rek de şecaat ve cesaret ruhlarını uyandırmaktadır. Çünkü Allah'tan başkasın­dan korkmayan ve Allah'a gerçekten inanan kimse için güçlükler önemsizdir. Böyle bir kimse tereddüt, korku ve ürkeklik bilmeyen bir ruhla savaşa atılır.

İbni Abbas'ın şöyle dediği naklolunmuştur: Cenab-ı Hakk'm: "...bir kavim­le savaşmaz mısınız?" sözü, Mekke'nin fethine bir teşviktir. Bu vasıflar, Mek­ke'nin fethine uygundur.

Ebû Bekir el-Asamm şöyle demiştir: Bu ayet, Allahü Teâlâ'nm: "Gerçi ho­şunuza gitmez ama, size savaş yazıldı." (Bakara, 2/216) ayetinden de anlaşıldı­ğı gibi, onların bu savaşı istemediklerine, bu ayetlerle onları emniyette kıldığı­na delalet eder.

Yine bu ayet, mümine yakışanın ancak Rabbinden korkması, ondan başka kimseden korkmaması gerektiğine işaret eder...

Allahü Teâlâ'nm: "Allah kimi dilerse, ona tevbe nasib eder" sözü, bazı müş­riklerin küfürden vaz geçeceklerini haber vermektedir. Nitekim bu, bizzat ger­çekleşmiştir. Bu, davetinde Peygamber (s.a.)'i desteklediği ve insanları pey­gamberliğine iman etmeye sevkettiği için, Kur'an'ın mucizelerindendir.

Evet ayet mucizeye işaret eder: Çünkü Allahü Teâlâ bu hallerin gerçekle­şeceğini haber vermiş ve hepsi gerçekleşmiştir.

Bu ayet, sahabenin hakiki bir imana sahip olduğunu gösterir. Çünkü bu ayet, sahabenin kalblerinin din gayretiyle ve İslâm'ın şanını yüceltme husu­sunda aşın bir istekle dolu olduğuna işaret ediyor.[47]

Ayet, bu savaştan beş fayda sağlanacağına işaret ediyor: Bunlar, öldürül­mek ve esir edilmek suretiyle müminler vasıtasıyla müşrikleri cezalandırmak, onları rezil rüsvay etmek, onlara karşı müminlere yardım etmek, Allah'ın söz verdiği fethi beklemekten dolayı daralan göğüsleri ferahlatmak ve kalblerin gazabını gidermektir. [48]

 

Müslümanlaeı Dost Ve Sırdaş Edinmek

 

16- Yoksa siz bırakılıvereceğinizi, içi- nizden cihad edenleri, Allah'tan, Rasûlünden ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri Allah'ın bilmediğini nı* sandınız? Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayetler, ahdini bozan müşriklere karşı cihadı teşvik ediyor­du. Bu ayet, samimi mücahidleri, diğerlerinden ayırdetmek için, daha önce ge­çen ayetlerden daha fazla teşvik anlamı taşıyan bir ayettir. [49]

 

Açıklaması

 

Ayet, öncesiyle bağlantılıdır ve mana şöyle olur: O, ahidlerini bozan ve her biri savaşmayı gerektiren yedi nedenden dolayı size düşmanlık eden müşrik­lerle savaşmayacak mısınız? Yoksa ey müminler! Kendi halinize bırakılacağını­zı, gerçekten mallarıyla ve canlarıyla cihad eden ve kâfirlerden dostlar edinip müslümanların hallerini, işlerini ve sırlarını onlara açıklamayan, içleri dışları bir olan samimi kimselerin, ümmetin sırlarını ve siyasetini kâfir dostlarına ile­ten münafıklardan ayırt edilmeyeceğini mi sandınız? Zımnen bilindiği için, her iki kısım da zikredilmeyip birisiyle yetinilmiştir.

Cassas şöyle der: "Allah'tan, Rasûlünden ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri" ayeti, kâfirleri ve münafıkları bırakıp Peygamber (s.a.)'e ve müminlere uymak gerektiğini ifade eder. Bunda aynı zamanda, icmanm hüccet oluşuna delil vardır. Bu, Cenab-ı Hakkın: "Kim kendisine dosdoğru yol besbelli olduktan sonra, peygambere muhalefet eder müminlerin yolundan başkasına uyup giderse biz onu döndüğü o yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O ne fena bir karargâhtır..." (Nisa, 4/115) ayeti gibidir.[50]

Allah amellerinizden her zaman haberdardır. Size onlara göre ceza veya ödül verir. Bilindiği gibi nefislere yapılan zor teklif, imtihanı gerçekleştirir, sa­mimi kimseyi münafıktan ayırır.

"Allah'ın bilmediğini mi sandınız..." ayeti, Hişam b. Abdilhakem'in, ayetin zahirinden anladığı gibi, Allah'ın eşyayı ancak varlık halinde bildiği yanlış an­layışını olumsuz hale getirir. Böylece onlarda cihad fiilen görünür, mücahidler münafıklardan ayrılır. Nitekim, ayetin sonundaki: "Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" sözü, bunun delilidir. Yani O, her şeyi bilici ve her şey­den haberdardır. Allah'ın, varlığını bilmediği şeyin varlığı yoktur.

İmtihan konusunda bu ayetin benzeri: "Elif, Lam, Mim. İnsanlar "iman et­tik" demekle hiç sınanmadan bırakılıvereceklerini mi sandılar. Andolsun ki biz, onlardan öncekileri sınadık. Elbette Allah doğru olanları bilecek, yalancı olan­ları da bilecektir" (Ankebût, 29/1-3) ayetleridir.

Ayetin, dost ve sırdaş edinme konusunda bir benzeri de şu ayettir: "Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar sizi bozmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Onların kinleri ağızla­rından taşmaktadır. Göğüslerinde gizledikleri daha büyüktür..." (Al-i İmran, 3/118).

Özetle; Allahü Teâlâ, kullarına cihadı meşru kılınca, hikmetini de açıkla­dı: Kullarından hangisi kendisine itaat edecek, hangisi isyan edecek diye imti­han etmektedir. Cenab-ı Hak, bundan önce ve sonra olanları bildiği gibi, henüz olmayanları da bilir. [51]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetten, mükellef olan kişinin ancak iki şeyle cezadan kurtulacağı anlaşı­lıyor:

Birincisi: Allah'ın sizden cihad edenleri -onları gerçek ortaya çıkarması ve insanlar arasında ayırt etmesi sebebiyle- bilmesi.

İkincisi: Cihad edenin samimi, içi ve dışının bir olması, müşriklerden sır­daş edinen ve onlara müslümanların sırlarını ve işlerini bildiren münafık ol­maması. Çünkü her savaşçı samimi değildir. Sadece savaşmak için değil, aksi­ne Allah'ın emrini ve hükmünü yerine getirmek için savaşılır.

Yine ayetten, Allahü Teâlâ'nın niyet ve amaçları bildiği, onlardan haber­dar olduğu O'nun için hiçbir gizli şeyin bulunmadığı anlaşılır. Bu yüzden insa­nın niyet ve işine önem vermesi ve onu Allah rızasına hasretmesi gerekir.[52]

 

Mescidlerin Onarılması

 

17" Müşriklerin, kendi küfürlerine biz- za* kendileri şahit iken, Allah'ın mes- cidlerini imar etmeleri yaraşmaz. On-ların bütün yaptıkları boşa gitmiştir.  Ve onlar ebediyyen ateşte kalıcıdırlar. 

18. Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a  Y *™*et f °üne iman eden namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Al- Uİl>ta.11 »»«Şka^ndan korkmayan kim- seler imar eder. işte doğru yola ermış- lerden olmaları umulanlar bunlardır.

 

Belagat:

 

"Namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren" Namaz ve zekatın özellikle zikre­dilmesi, önemlerini açıklamakta ve bunları yerine getirmeye teşvik etmektedir. [53]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın mescidlerini imar etmeleri": Lügat manasıyla mescidi imar et­mek; ona devam etmek, orada kalmak ve Allah'a ibadet etmek, onu inşa ve ta­mir etmektir. Mescidlerin iman, maddî ve manevî olmak üzere iki çeşittir. Maddî imar; inşa ve yapımı, temizlenmesi, tefrişi, lambalarla aydınlatılması, mescidlere girmek ve mescidleri doldurmaktır. Manevî imarı ise, namazla, Al­lah'ı zikirle, itikaf ve ibadet için ziyaretle olur. Camide ilim okumak da, zikir­den sayılır. Hatta o, zikrin en büyüğü ve en yücesidir. Dünya kelâmı konuşma­mak da Zemahşerî'nin dediği gibi -manevî imarın içine girer. "Mescidler" tabi­rinde iki durum söz konusudur. Birincisi, bununla Mescid-i Haram'm kasdo-lunmasıdır. "Mescidler" şeklinde çoğul kullanılmasının sebebi, onun, bütün mescidlerin kıblesi ve imamı olmasıdır. Onu imar eden, bütün mescidleri imar etmiş gibi olur. Çünkü onun her mevkii bir mesciddir. İkincisi, bununla tür ola­rak mescidler kasdolunmaktadır ve Mescid-i Haram'ı da kapsar. O zaman o kâ­firler, mescid türünden hiçbir şeyi imara ehliyetli olmayınca, Mescid-i Haram'ı tamire hiç ehliyetli olmazlar. Mana şöyle olur: Müşriklerin iki zıt şeyi bir arada bulundurmaları uygun olmaz: Hem Allah'a ibadet edilen yerleri imar, hem de Allah'ı ve ona ibadeti inkâr.

Mescid, "secde etme yeri" manasına gelir. Sonra ibadete tahsis edilen eve isim olmuştur. Kelimeyi "mescidallah" şeklinde okuyan da, yeryüzündeki mes-cidlerin en şereflisi olan Mescid-i Haram'ı kasdeder.

"Müşriklerin, kendi küfürlerine bizzat kendileri şahitken": Bu, küfürleri or­tadayken demektir. Onlar, Kabe'nin etrafına putlar dikmişler, çıplak olarak ta­vaf ediyorlar ve: "Onları masiyet bulaşmış elbiselerle tavaf edemeyiz" diyorlar, her tavaftan sonra secde ediyorlardı. "Allah'ın mescidlerini imar etmeleri ya­raşmaz. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir" Çünkü amellerin kabul edil­mesi için gerekli iman şartı yoktur. [54]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'ın şöyle dediğini tahric etmiştir: Abbas, Bedir Savaşı'nda esir düştüğü zaman, siz müslüman olmakta, hicret etmekte ve ci-hadda bizi geçmişseniz de, biz Mescid-i Haram'ı imar ediyoruz, hacılara su ve­riyoruz ve esirleri hürriyetlerine kavuşturuyoruz, deyince, Allahü Teâlâ: "Müş­riklerin, kendi küfürlerine bizzat kendileri şahitken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri yaraşmaz..." ayetini indirdi.

Başka bir rivayette de şöyle denilmiştir: Muhacirler ve ensar, Bedir esirle­rini, şirk koşmaları sebebiyle ayıpladılar. Ali b. Ebî Talib (r.a.) de babası Ab-bas'ı Resulullah (s.a.)'le savaşması, sıla-ı rahmi kesmesi gibi şeyleri öne süre­rek azarlamaya başladı, ağır sözler sarfetti. Bunun üzerine Abbas: Bizim kötü­lüklerimizi sayıyor, iyiliklerimizi gizliyor musunuz? dedi. Hz. Ali: Sizin iyilikle­riniz de var mı? diye sordu. Şu cevabı verdi: Evet, biz sizden daha üstünüz. Çünkü biz Mescid-i Haram'ı imar ediyoruz, Kabe'ye örtü örtüyoruz, hacılara su veriyoruz, esirleri serbest bırakıyoruz. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[55] Ayet, Abbas ve benzerlerine karşı reddi içine almaktadır. Çünkü onun sözleri­nin arkasından nazil olmuştur. [56]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, sûrenin başında kâfirlerden uzaklaşılmasını ve o uzaklaş­mayı gerektiren çirkinliklerini belirtince, onlar bu uzaklaşmanın caiz olmadığı­nı, kendileriyle konuşulup görüşülmesi ve yardımlaşılması gerektiğini, çünkü kendilerinin güzel sıfatlara ve iyi hasletlere sahip olduklarını, mesela Sebeb-i nüzulde geçtiği gibi, Mescid-i Haram'ı imar ettiklerini ileri sürdüler.

Aynı şekilde, ahidlerin atılmasından sonra, Mescid-i Haram'da şirk ibade­tinin yasaklanmasının ve müşriklerin onun idaresini üstlenme ve ona hizmet etme hakkının ortadan kalkmasının belirtilmesi uygun düşmektedir. [57]

 

Açıklaması

 

Allah'a şirk koşanların, Allah'ın mescidlerini, -Mescid-i Haram da onlar­dan biridir- ibadet, hizmet ve idare maksadıyla imar etmeleri caiz değildir.

Putlara tapmak, Kabe'yi çıplak tavaf etmek ve her tavaf edişlerinde putlara secde etmek gibi halleri ve "Lebbeyk, lâ-şerike leke, illa şerikün hüve leke tem-likühü ve ma meleke..." gibi sözleriyle, kendilerinin küfürlerine şahid olup du­rulurken, Mescid-i Haram'a hac ve umre için girmeleri doğru değildir.

Onlar bu halleriyle birbirine zıt iki şeyi bir arada bulunduruyorlardı: Al­lah evini imar ve onu inkâr...

İşte, şirkleri sebebiyle o müşriklerin amelleri boşa gitmiştir. Onlar, işle­dikleri günahın büyüklüğü yüzünden sonsuza kadar cehennem ateşinde kala­caklardır. Çünkü küfür, ameli boşa çıkaran şeydir.Ahirette sahibine hiçbir se­vap yoktur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayet buna işaret eder. Onlar­dan bazıları şunlardır:"E,ğer onlar da şirk koşsalardı, işledikleri herhalde boşa giderdi" (En'am, 6/88); "Sana ve senden öncekilere şöyle vahyolundu: "Sen eğer şirk koşarsan, mutlaka amelin boşa çıkar ve muhakkak ziyan edenlerden olur­sun" (Zümer, 39/65); "Onların işledikleri herhangi bir amelin önüne geçtik de, bunları saçılmış zerreler yaptık" (Furkan, 25/23).

Müşriklerin, mescidleri imara ehliyetleri olmadığının belirtilmesinden sonra, bu işe kimin ehil olduğunu açıklamak üzere: "Allah'ın mescidlerini an­cak Allah'a ve ahiret gününe iman eden... imar eder" buyuruluyor. Yani, mes­cidleri imara hakkı olan, Allahü Teâlâ'ya Kur'an-ı Kerim'de açıklandığı şekil­de, sahih bir imanla inanan, birliğini bilen; sadece ona ibadet ve tevekkül edenlerdir. Allah'ın kullarını hesaba çekeceği, iyilik edenlere sevap, kötülük edenlere ceza vereceği ahiret gününe inanan, farz namazlarını şartlarına ve rükünlerine, tilavet ve zikirlerine tam riayet ederek, huşu ve kalb huzuru ile, Allah'tan haşyet üzere eda eden; zekâtı, fakir, miskin ve yolcu gibi bilinen hak sahiplerine veren, sözünde ve işinde, gerçekte ne bir fayda, ne de bir zarar vermeyen putlardan değil, sadece Allah'tan korkan kimselerdir. Peygambere imanın zikredilmemesinin sebebi, namaz kılmak gibi şeylerin peygambere imana işaret etmesidir. Çünkü bunlar, peygamberin getirdiği şeylerdir. Namaz kılmak, zekât vermek gibi şeyler, ancak peygambere inanmak şartıyla kabul olunur.

İşte bu sıfatları taşıyanlar, madden mescidleri inşa ederler, manen de ona­rırlar, oralarda ibadet ve zikrederler, ders yaparlar. Onlardan başkası, Allah'ın evlerini imar etmez. Gerçekten daima hayra, Allah'ın istediği ve razı olduğu şeylere erişenler, amellerinin sevaplarına hak kazananlar bunlardır. O çelişki içinde olanlar ise bir taraftan Allah'a şirk koşup peygamberinin getirdiklerini inkâr ederek putlara secde ederler, bir taraftan da Mescid-i Haram'a bazı hiz­metlerde bulunurlar, işte bunlar sevaptan mahrum kalırlar.

Ayette geçen "umulanlar" kelimesi, gerçek anlamında değildir. Bunun Cenab-ı Hakdan sadır olması sahih olamaz. Çünkü, o takdirde zan ifade eder ki, bu Cenab-ı Hak hakkında düşünülemez. Bu kelimenin kullanılması, kâfirlerin övündükleri amellerinden fayda görme ümitlerini kesmek içindir. Müminlerin amellerine karşılık -mükâfat- bir ümit olduğuna göre müşrikler için ne olur? Yahut, müminler için hidâyet bir ümit göründüğüne göre, hidâyet merhalesini geçip Allah'tan bir hayra nail olacaklarına kesin gözüyle inanan müşriklere ne demeli?

Birçok hadis de, mescidleri imara, biraz önceki vasıflarla vasıflananların hak sahibi olduğunu ifade eder. Maddî imar konusunda şu hadisi zikredebili­riz: Şeyhayn ve Tirmizî, Osman (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'i şöyle derken dinledim: "Kim Allah rızasını gözeterek, Allah için bir mescid yaptırırsa, Allah da onun için cennette bir ev yaptırır." Ahmed b. Han-bel, İbni Abbas'tan merfu olarak rivayet eder: "Kim, tavuk folluğu kadar bile olsa, Allah için bir mescid yaptırırsa, Allah da onun için cennette bir ev yaptı­rır." Haris b. Ebi Üsame ve Ebu'ş-Şeyh, zayıf bir senedle Enes (r.a)'dan rivayet ederler: "Kim bir mescidde bir kandil yakarsa, o mescidde o kandilden bir ışık bulunduğu sürece, melekler ve hamele-i arş onun bağışlanmasını isterler."

Mescidlerin manevi imarı konusunda da şu hadisleri zikredebiliriz: Şey­hayn ve Hafız Ebu Bekir el-Bezzar ve Abd b. Humeyd, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Mescidleri imar eden­ler, ancak ehlullahtır (Allah dostlarıdır)". Ahmed, Tirmizî, İbni Mace, Hakim, İbni Merdûveyh, Ebû Said el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Bir adamın mescidlere gidip gelmeyi alışkanlık haline getirdi­ğini görürseniz, onun imanlı olduğuna şehadet ediniz. Çünkü Cenab-ı Hak: "Al­lah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler imar eder" buyuruyor.

Taberanî, Kebirinde, İbni Mes'ud'dan -zayıf senedle- Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: Allahü Teâlâ buyurdu ki: "Benim yeryüzünde­ki evlerim, mescidlerdir. Beni oralarda ziyaret edenler, onları imar edenlerdir. Evinde temizlenip sonra da beni evimde ziyaret eden kula ne mutlu. Ziyaret edilene, kendini ziyaret edene ikramda bulunması haktır."

Resulullah (s.a.) mescidlere saygı göstermemekten korkutmuştur. Tabera­nî, zayıf senedle Kebir'de, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "Ahir zamanda ümmetimden birtakım insanlar mescidlere gelirler, oralarda halkalar halinde oturup dünyadan ve dünya sevgisinden bahsederler. Onlarla oturmayın. Onla­rın Allah'la hiçbir ilgisi yoktur." Başka bir hadiste de: "Mescidde konuşmak-hayvanın otu yiyip bitirdiği gibi- iyi amelleri yer..." buyurulmuştur.[58]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkarılır:

1- Dünyada yaptıkları iyi amellere karşılık, müşrikler için ahirette hiçbir sevap yoktur.

2- Mescidleri imara layık olanlar, Allah'a, Rasûlüne ve ahiret gününe iman edip namaz kılanlar, zekât verenler, Allah'tan başka hiçbir varlıktan

korkmayanlardır. Ancak bu dört sıfata sahip olanlar mescidleri imar ederler. Hayır ve doğru yol üzere olanlar bunlardır.

3- "Allah'tan başkasından korkmayanlar..." sözü, mescid yaptıranın, riya ve gösterişten uzak olarak, yalnızca Allah için yaptırması gerektiğine işaret eder.

En sahih görüşe göre, kâfirlerin taş yontma, inşaat, dülgerlik gibi, kendisi için velayet söz konusu olmayan birtakım işlerde çalıştırılması caizdir. Bu, ayette zikrolunan yasak kapsamına girmez. Yasak, mescidlere velayete ve on­ların işini görmede istiklale yöneliktir. Kâfirin, mescitlere bakmaktan sorumlu, ya da mescid vakıflarına bakan olarak tayin edilmesi caiz değildir. Kâfirlerin, kesinlikle müslümanlarm mescidlerini imardan men olunmaları gerektiği de söylenmiştir. Bir zarar verme yuvası -Mescid-i Dırar gibi- yapmamak şartıyla, kâfirin bir mescid bina ettirmesinde, yahut mescidin masraflarına ortak olma­sında yine hiçbir engel yoktur. Fakat kâfirin mescidleri tamir etmesi -mescidle­re tazimi sağlamak için- uygun değildir. Çünkü mescidleri temiz tutmak vacip­tir. Nitekim şu ayet bunu ifade eder: "İbrahim ve İsmail'e de: "Evimi tavaf edenler, itikafa girenler rükû ve secde edenler için titizlikle temizleyin" diye emir vermiştik." (Bakara, 2/125); Kafirin inancı ise pistir: "Müşriklerpisliktir." (Tev-be, 9/28). Çünkü kâfir, necasetten sakınmaz. Dolayısıyla onun mescide girmesi, çoğu kere mescidin pislenmesine, dolayısıyla da müslümanlarm ibadetlerinin fesadına sebep olur.

4- Ayet ve hadislerin işaret ettiği gibi, mescidlerin maddî ve manevî imarı­na teşvik.

5- Vahidî şöyle der: Kâfirin mescidlere girmesine engel olunur. Bir müslü-mandan izin almadan girerse, taziri hak eder. Eğer izin alarak girerse, tazir olunmaz. Evla olan mescidlere saygı gösterip onları mescidlerden uzaklaştır­maktır. Resulullah (s.a.) Sakif heyetini -kâfir oldukları halde- mescidde kabul edip ağırladı. Kâfir olduğu halde Semâme b. Usal el-Hanefî'yi Mescid-i Ha-ram'm direklerinden birine bağlattı.

6- "Onlar ebediyen ateşte kalıcıdırlar" sözü, kâfirlerin cehennemde sonsu­za kadar kalacaklarına işaret eder.

7- Ayetin başındaki "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a... inananlar imar eder" sözü ve hasr ifade eden "ancak" ile tabir edilmesi, mescidin ibadet dışında­ki şeylerden -lüzumsuz konuşma ve dünya işlerinin ıslahı gibi- korunması ge­rektiğine işaret eder. Nitekim daha önce zikrettiğimiz hadisler de bunu açıklar.

8- Cassas şöyle der: Ayet, kâfirlerin mescidlere girmelerine, yaptırmaları­na ve mescidlerin idarelerinde görev almalarına engel olunmasını gerektirir.

Çünkü "imar" kelimesi iki manayı içine alır: Girmek ve yaptırmak. Mescidin

imarı, iki manaya gelir: Birisi, onu ziyaret ve içinde olmak, diğeri onu yapmak, tamire muhtaç hale gelirse tamir ettirmek.

9- Ayet, mescidi imarın küfürle olmayacağına, ancak iman, ibadet ve taatla olacağına işaret eder. [59]

 

Allah Yolunda Cihadın Fazileti

 

19- Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret gü­nüne inanan, Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olamazlar. Allah zul­medenler (kâfirler) topluluğuna hida­yet vermez.

20-  İman edenlerin, hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla ci­had edenlerin Allah katında dereceleri pek büyüktür. İşte mutluluğa erenler, onların ta kendileridir.

21- Rableri onlara rahmetini, hoşnutlu­ğunu, onlara içlerinde tükenmez ve ebedî nimetler bulunan cennetleri müjdeler.

22- Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Al­lah katında büyük bir ecir vardır.

 

Belagat:

 

"Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a ahiret gü­nüne inanan, Allah yolunda cihad eden kimseler gibi mi tuttunuz?": Buradaki soru, hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret günü­ne inanan, Allah yolunda cihad eden kimselerle aynı derecede tutmayı yadırga­yan bir sorudur.

"Dünya ve ahirette mutluluğa erenler onların ta kendileridir": Cümlede hükmü belli bir konuya hasretme vardır. Yani, başkaları değil, yalnızca onlar mutluluğa ereceklerdir.

"Rableri onlara rahmetini, hoşnutluğunu...": Rahmet ve hoşnutluk kelime­lerinin nekre olarak gelmesi, azamet ifadesi içindir. Yani, büyük bir rahmet ve hoşnutluk, demektir. [60]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hacılara su vermek: Sikâye" kelimesi lügatta, su verme yeri, ya da su ver­me kabı manalarına gelir. Kureyş, hacılara suya katılmış kuru üzüm şarabı ve su veriyordu. Bu işi cahiliye ve İslâm döneminde Abbas b. Abdilmuttalib yürü­tüyordu. Ayette muzaf hazfedilmiştir: Yani su verme işiylş uğraşanları Allah'a inananlarla bir mi tuttunuz, demektir.

"Onlar orada ebedî kalıcıdırlar": Allah "Hulûd" kelimesini "ebed" kelime­siyle pekiştirmiştir. Çünkü o, bazan uzun süre kalmak için de kullanılır. [61]

 

Nüzul Sebebi

 

Müslim, İbni Hibban ve Ebû Davud, Nu'man b. Beşir'den tahric etmişler­dir. O, şöyle demiştir: Bir grup ashabla birlikte Peygamber (s.a.)'in minberinin yanındaydım. Biri: "Ben müslüman olduktan sonra Allah için hiçbir amel işle­meye önem vermiyorum. Ancak hacılara su verme işi müstesna" dedi. Bir baş­kası: "Ben Mescid-i Haram'ı imar işini üstün görüyorum" dedi. Bir başkası: "Al­lah yolunda cihad, sizin söylediklerinizden daha hayırlı" dedi. Ömer onları: "Peygamber (s.a.)'in minberi yanında seslerinizi yükseltmeyin" diyerek uyardı. Cuma günüydü. Cumayı kılınca, Resulullah (s.a.)'in huzuruna girdim ve mese­leyi ona sordum. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Siz hacılara su vermeyi ve Mes­cid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret gününe inanan, Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi tuttunuz1?..." ayetini indirdi.

Feryabî'nin İbni Sîrîn'den tahricine göre, o şöyle demiştir: Ali b. Ebî Talib Mekke'ye geldi. Abbas'a: Amca, hicret etmeyecek misin, Resulullah (s.a.)'a ka­tılmayacak mısın? dedi. Amcası: Ben Mescid-i Haram'ı imar ediyorum, Ka­be'nin örtüsünü değiştiriyorum, dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Siz hacıla­ra su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret gününe inanan, Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi tuttunuz?" ayetini indirdi. Hicabe: Ka­be'ye hizmet etmek, demektir.

Sikâye (hacılara su verme) ve Hicabe (Kabe'ye hizmet etme), Kureyş'in iyi işlerinin en üstünleriydi. Nitekim bu ikisini İslâm da kabul etmişti. Cabir (r.a)'in rivayet ettiği Veda Haccı Hutbesi hadisinde, şöyle buyurulur: "Şüphesiz, cahiliye adetleri -hacılara su verme ve Kabe hizmeti müstesna- ayaklarımın al­tındadır..." Hadiste geçen "meâsir" kelimesi arapların söylediği, rivayet ettiği, övündüğü, güzel gördüğü şeyler manasınadır.

Abdurrazzak da, Şa"bî'den buna benzer bir hadis tahric eder. İbni Cerir et-Taberî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin şöyle dediğini tahric eder: Talha b. Şeybe, Abbas, Ali b. Ebî Talib, birbirlerine karşı övündüler. Talha: "Ben Ka­be'nin sahibiyim, çünkü onun anahtarı bende, dedi. Abbas: Ben hacılara su verme işinin sahibiyim, dedi. Ali: İnsanların ilk önce Kıbleye namaz kılanların-danını. Cihad ediyorum, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a ahiret gününe inanan, Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi tuttunuz?..." ayetini indirdi.

Kısacası, nüzul sebebi hakkında en sahih görüş, Nu'man b. Beşir"in riva­yet ettiği görüştür. Hasan, ŞaTsî, Kurazî, İbni Sîrîn'den rivayet edilen diğer gö­rüşler ise, Nu'man'm kısa rivayetini açıklama kabilindendir. [62]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet, önceki ayetleri tamamlayıcı mahiyettedir. Bundan önceki ayet, Mescid-i Haram'ı imarın, ancak imanla olduğu takdirde makbul olacağını, müşriklerden değil, müslümanlardan kabul edileceğini açıklamaktadır. Yine bu ayet, iman ve cihadın, müşriklerin iftihar ettiği Mescid-i Haram'ı imar ve hacılara su vermekten daha faziletli olduğunu açıklamaktadır. [63]

 

Açıklaması

 

Nu'man b. Beşir'in rivayet ettiği hadise göre bu ayet, müminlere hitap et­mektedir. Ayetlerin akışına bakılarak, müşriklere hitap ettiği de söylenmiştir. Ayetten anlaşılacağı gibi, daha doğru olan, onun müslümanlarla kâfirler ara­sında cereyan eden, hangilerinin faziletli olduğu tartışmasına açıklık getirdiği­dir. Çünkü Abbas, daha önce zikredildiği gibi, kendisinin Mescid-i Haram'ı imar ettiğini ve hacılara su verdiğini söyleyerek faziletli olduğunu ileri sür­müştü.

Mana şöyle olur: Hacılara su verenleri ve Mescid'i Haram'ı imar edenleri, Allah'a, ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenlerle fazilet ve derecede bir mi tuttunuz? Her ne kadar, hacılara su vermek ve Mescid-i Ha­ram'ı imar etmek hayırlı işlerdense de, bu işleri yapanlar, derece ve fazilet ba­kımından iman ve cihad ehline denk olamazlar.

Bu, "Allah katında bir olamazlar" sözünün manasıdır. Yani Allah'ın dünya ve ahiret hükmünde, sevabında, sıfat ve amelde iki fırka arasında asla denklik olamaz.

Sonra Cenab-ı Hak, denk olmamalarını: "Allah zulmedenler topluluğuna hidâyet vermez" sözüyle açıklamaktadır. Yani, o kâfirler zümresini, amellerinde rütbece daha faziletli ve daha yüksek olana hidâyet buyurmaz. Çünkü O, onla­rın kalblerini köreltmiştir.

Mana şöyle olur: Müşriklerin ve boşa giden amellerinin, müminlere ve müsbet amellerine benzetilmesi, birbirlerine denk tutulması doğru değildir. Onların aynı tutulması zulümdür.

O halde Allah'a ve ahiret gününe iman, mal ve canla Allah yolunda cihad, Allah katında, derece bakımından hacılara su vermek, Kabe'ye hizmet etmek, yahut imar etmekten daha büyük ve daha yüksek derecelidir.

Sonra, Allahu Teâlâ bizzat müminler arasındaki derece farklılıklarını açıklamıştır. Allah'a ve Rasulüne inananlar, Mekke'den Medine'ye hicret eden­ler, Allah'ın dinini üstün kılmak için malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, hacılara su vermek ve Kabe'yi imar etmek gibi diğer birtakım işleri yapanlardan makam ve mevki bakımından daha yüksektirler.

İşte o, hicret edip cihad eden müminler, Allah'ın fazl, kerem ve sevabına nail olacaklardır.

Cenab-ı Hak mukaddes kitabında, bu kimseleri bol rahmetle, tam hoşnutlukla, içinde sürekli nimetler bulunan cennetlerle müjdeliyor. Bu nimetler için­de ebediyen kalacaklarını haber veriyor.

Şüphesiz iman ve salih amel için hicret ve Allah yolunda cihad gibi, Allah katında büyük sevap vardır. Nitekim Cenab-ı Hak: "Allah mümin erkeklere de mümin kadınlara da içlerinde ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler vadetti. Bir de Adn cennetlerinde hoş meskenler. Allah'ın hoşnutluğu ise, hepsinden büyüktür. İşte bu, en büyük saadetin ta kendisidir" (Tevbe, 9/72) buyurur.

"Rıdvan", rıza ve hoşnutluk manasına olup ruhî bir şeydir. Cennetteki ni­met ise, maddî bir şeydir. Yaşam rahatlığı ve bolluğudur.

Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini ri­vayet ederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahü Teâlâ cennet halkına: "Ey Cennet halkı..." der. "Buyur, Rabbimiz" derler. Cenab-ı Hak: "Razı oldunuz mu?" buyurur. "Niçin razı olmayalım? Bize, mahlukatından hiç kimseye verme­diğin şeyleri verdin" derler. Allah: "Size bundan daha üstününü vereceğim" bu-yurur. Cennetlikler: "Rabbimiz, bundan daha üstün ne olabilir?" derler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Size rıdvanımı (hoşnutluğumu) indiriyorum, bundan sonra size asla kızmayacağım" buyurur. [64]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet imanla yapılan cihadın, Allah katında, diğer hayırlı işlerden daha üstün olduğuna işaret etmektedir. Çünkü o, Allah'ın dinini yükseltme maksa­dıyla canı, ya da malı sarfetmektir. Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı imara gelince, her ne kadar bunlar iyi ve güzel ameller olsa da, cihad derece­sinde değillerdir. Abdurrazzak'ın rivayetine göre, Hasan el-Basrî şöyle demiş­tir: "Hacılara su vermeyi..." ayeti, Ali, Abbas, Osman ve Şeybe hakkında nazil oldu. Onlar bu konuda konuşuyorlardı. Abbas şöyle demişti: Ben hacılara su verme vazifemizi terk etmemizi düşünüyorum... Bunun üzerine Resulullah (s.a.) : "Hacılara su verme işinizi yerine getirin... Çünkü onda sizin için hayır vardır" buyurdu.

Ayet müşrikleri ve onların bâtıl amellerini mü'minlere ve onların müsbet amellerine benzetmeyi, bu iki zümreyi eşit tutmayı inkâr etmekte, onların denk tutmalarını küfürle zulmettikten sonra bir daha zulüm kabul etmektedir.

İmanlı mücahidlerin derecesi Allah katında diğer derece sahiplerinden da­ha yüksektir. Çünkü onların meziyeti ve yüksek mertebesi vardır. Onlar kurtu­luşa ulaşan, zafere erişenlerdir. Rablerinin müjdelediği kimselerdir. Ahirette bol sevaba nail olacak, ebediyet bahçelerinde kalacak olanlar onlardır.

Bunlar Allah katında, hacılara su verenlerden ve Kabe'yi imar edenlerden daha yüksek dereceye sahiptirler. Kurtuluşa erenler başkaları değil, onlardır. [65]

 

Kâfir Baba Ve Kardeşlerin Velayeti, İman Ve Cihad'ın Sekiz Şeye Üstünlüğü

 

23- Ey iman edenler! Babalarınızı, kar­deşlerinizi, eğer küfrü sevip onu ima­na tercih ediyorlarsa, velîler edinme­yin. İçinizden kim onları velî edinirse, onlar zalimlerin ta kendileridir.

24- De ki: "Eğer babalarınız, oğulları­nız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, düşmesin­den korktuğunuz bir ticaret ve hoşu­nuza gitmekte olan meskenler, size Al­lah'tan, Rasûlünden ve O'nun yolunda­ki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleye­durun. Allah fâsıklar güruhunu hida­yete erdirmez.

 

Belagat:

 

" O halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun": Bu, kendisiyle mu-rad olunan bir emirdir. "Dilediğinizi işleyin" (Fussilet, 41/40) ayeti gibidir. [66]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz" yakın akrabalarınız "elinize geçirdiğiniz" kazandığınız "mallar, düşmesinden" eliniz­den çıkmasından kesada uğramasından, "korktuğunuz bir ticaret size Al­lah'tan, Reselünden ve O'nun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise" size Al­lah ve Rasûlüne itaattan ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, Onun yü­zünden hicretten ve cihaddan geri duruyorsanız "Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun!" Bu, onları tehdiddir. "Emr" den maksat dünya, yahut ahiret cezasıdır. [67]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ey iman edenler!... veliler edinmeyin" ayetinin nüzulüyle ilgili olarak Kelbî şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'e Medine'ye hicret emri verildiği zaman, bazısı babasına, kardeşine ve hanımına: Biz hicretle emrolunduk diyor, onlardan bazısı bundan hoşnut olarak hemen bu emre uyuyor, bir kısım da hanımı­na, çoluk çocuğuna takılıyor, onlara acıyor ve onlarla kalarak hicreti terk edi­yordu. İşte onları azarlamak üzere: "Ey iman edenler! Babalarınızı, kardeşleri­nizi, eğer küfrü sevip onu imana tercih ediyorlarsa veliler edinmeyin." ayeti na­zil oldu.

Mekke'de kalıp hicret etmeyenler hakkında da: "De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, düş­mesinden korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Al-lah'dan, Râsulünden ve onun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Al­lah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun..." ayeti nazil oldu.

Feryabî' nin, İbni Şîrîn ve Ali b. Ebî Talib'ten rivayet ettiğine göre, Hz.Ali bir kısım insanlara: Hicret etmeyecek misiniz? Resulullah (s.a.)'e katılmayacak mısınız? dedi. Onlar da: Biz kardeşlerimizle, soy sopumuzla birlikte oturacağız, dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "De ki: Eğer babalarınız..." ayetini indir­di. [68]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ müminlere, müşriklerden uzaklaşmalarını ve onların ahidle-rini atmalarını emredince: "İnsan babasını, anasını ve kardeşini tam olarak nasıl terkedebilir?" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak küfür sebebiyle baba­ları, çoluk çocukları ve kardeşleri terketmek gerektiğini zikretti: "Eğer küfrü sevip onu imana tercih ediyorlarsa, veliler edinmeyin..."

Sonra geçen ayetin kapsamını pekiştirmek üzere: "De ki : Eğer babaları­nız, oğullarınız..." ayeti geldi. Allahu Teâlâ dinin salim kalması için, bütün bu dünyevî zararlara katlanmak gerektiğini açıkladı. Çünkü dinin selameti, kâfir­lere muhalefetle ve onları dost edinmemekle olur.

Özet olarak din anlayışları değiştirir. Din bağının ırk ve akrabalık bağın­dan ve bir aileye mensup olmaktan daha yüksek, daha kuvvetli olduğunu kabul eder; hicret ve cihad meyvesinin, ancak müşrikleri dost edinmeyi terkle, Allah'a ve Hz.Peygamber'e itaati, hayattaki her şeye tercihle sağlanacağını açıklar. [69]

 

Açıklaması

 

Ey Allah'a ve Rasülüne inananlar! Eğer küfrü imana, şirki İslâm'a tercih ediyorsanız babalarınızı ve kardeşlerinizi dost bilmeyin, müslümanların genel ya da savaş sırlarından onları haberdar etmeyin. Sizden, onları dost edinenler, kendilerine ve milletlerine zulmetmiş, Allah'a ve Rasülüne muhalefet etmiş olurlar.

Cenab-ı Hak, onlarla iç içe olmayı nehyettikten sonra, bu nehyin haramı ifade ettiğini açıklamış ve: "İçinizden kim onları veli edinirse onlar zalimlerin ta kendileridir" buyurmuştur. İbni Abbas şöyle demiştir: O da, onlar gibi müşrik­tir. Çünkü onların şirklerine razı olmuştur. Küfre rıza küfür, fıska rıza fısktır.

Bunu şu ayet teyid ediyor: "Allah sizi, ancak sizinle din konusunda savaş­mış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarmaya yardım etmiş kimselerle velilik etmenizden nehyeder. Kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileri­dir" (Mümtehine, 60/9).

Sonra Allahu Teâlâ şek ifade eden "eğer " kelimesiyle Peygamberine, in­sanları ailesini, yakınını ve aşiretini Allah'a, Rasûlüne ve Allah yolunda cihada tercih etmekten uzaklaştırma emrini vermiştir. Şüphe ifade eden "eğer" keli­mesinin kullanılması, müminlerin kâfirleri sevmesinin şüpheli bir şey olmasın­dandır. Sevgi işi tabiî, fıtrî bir şeydir. Kişi asla kınanamaz, muaheze de edile­mez. Çünkü yükümlülük, insanın gücü yettiği şeylere yöneliktir, fıtri, cibilli şeylere yönelik değildir. Fakat onların sevgisi, Allah sevgisinden üstün olma­malıdır.

Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber'e buyurdu ki: Ey Habibim, de ki: Eğer şu sekiz şeyi: Babaları, oğulları, kardeşleri, eşleri, yakın akrabayı, mallan, ticare-ti,meskenleri, Allah ve peygamber sevgisine, onlara itaata, ahirete, ebedî sa­adeti gerçekleştirecek olan Allah yolunda cihada tercih ediyorsanız, artık Al­lah'ın, hemen ya da daha sonra ahirette gelecek olan cezasını bekleyin...

Bu sekiz çeşit sınıflandırmayı dört grupta toplamak mümkündür: Akraba ile birlikte yaşamak (bu babaları,oğulları,kardeşleri,eşleri ve diğer akrabayı içine alır), kazanılan malları tutma meyli, ticarette mal edinme hevesi, mes­ken arzusu. Bu, güzel bir tertip... Önce en çok ilgi duyulacak ve birlikte yaşanı­lacak olan akrabalıkla başlıyor, sonra mal hırsı, sonra ticaretle mal kazanma, sonra oturmak için ev, daire yapma arzusuyla devam ediyor. Fakat Allahü Te­âlâ, dine riâyetin bütün bu işlere riâyetten daha hayırlı olduğunu açıklamıştır.

Bilindiği üzere bu sekiz şeyi sevmek, tabiattan gelen bir şeydir. Baba sev­gisi, çocuklarda bulunan bir içgüdüdür. Çünkü çocuk babasından bir parçadır. Çocuk, babasının kendisinin varlık sebebi olduğunu hisseder. Araplar, eskiden olduğu gibi şimdi de babalarıyla iftihar eder. Bunun için Allahu Teâlâ hacda kendisinin babalar gibi ya da daha fazla anılmasını teşvik etmek üzere şöyle buyurmuştur: "Menasikinizi (hacca ait ibadetleriniz) bitirince babanızı andı­ğınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın" (Bakara,2/200). Çocuk sevgisi de azizdir, hatta baba sevgisinden daha fazladır. Çünkü çocuk bir ciğer­paredir, umut, istikrar merkezi, övünme ve refahlı bir yaşamın ifadesidir. Çoğu kere toplumların örf ve adetlerinin göstergesidir.

Bu sekiz şeyin sevgisi olmasına rağmen, Allahu Teâlâ, Allah ve peygamber sevgisini, itaatini, Allah yolunda cihadı bu şeylere tercih etmeyi, onlardan üs­tün tutmayı emrediyor. Çünkü Allahu Teâlâ bütün nimetlerin kaynağıdır, bü­tün mihnet ve üzüntüleri gidermekte sığınaktır. Onun için Allahu Teâlâ mü­minleri: "îman edenlerin Allah'a sevgisi ise çok daha sağlamdır." (Baka-ra,2/165) diye vasıflandırır.

Allah sevgisinden sonra, peygamber sevgisi de gereklidir. Çünkü o bizim karanlıktan aydınlığa, küfürden imana çıkmamızda, kurtuluşumuzda rol sahibidir. Çünkü o, şeriatin ve ahlakın uygulamasında, müslümanlar için güzel bir örnektir.

Sahihu'l-Buhari'de, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu zikrolunur: "Nef­sim, kudretinde olan varlığa yemin ederim ki, hiçbiriniz, ben kendisine anasın­dan, babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça kamil mümin olamaz."

Ahmed ve Buharî, Abdullah b. Hişam'dan rivayet ederler. O şöyle demiş­tir: Resulullah (s.a.)'le beraberdik. O, Ömer b. Hattab'ın elinden tutuyordu. Ömer şöyle dedi: Vallahi ya Resulullah ! Sen bana kendim hariç, her şeyden se­vimlisin. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) : "Hiç biriniz, ben ona kendisinden daha sevimli olmadıkça kâmil mü'min olamaz..." buyurdu. Hz. Ömer de: "Val­lahi, şimdi sen, bana nefsimden daha sevimlisin..." dedi. Resulullah (s.a.) de: "İşte şimdi oldu, ey Ömer" buyurdu.

Cihada gelince: "Hoşunuza gitmediği halde savaş üzerinize yazıldı" (Baka-ra,2/216) ayetinde de ifade olunduğu gibi, bazı insanlarca hoş görülmeyen bir şey olsa da, milletin şerefini, ülkenin bağımsızlığını ve kişilerin yararını korumak için bir yoldur. Mukaddes değerleri, mal ve namusu korumak için bir sebeptir. Düşma­nı uzaklaştırmak ve kötü arzulan yok etmenin bir yoludur. Milletin şerefini ve şa­nını artırmak için bir esastır. Genel ve özel yararlar, onsuz yok olmaya yüz tutar. Onun için Cenab-ı Hak, bu maksatları korumak, dinde fitneyi önlemek, zayıfları himaye etmek için savaşı farz kıldı. Tirmizî'nin Muaz b. Cebel'den tahric ettiği ha­disi şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İşin başı müslüman olmak, dire­ği namaz kılmak, zirvesi ise cihaddır." Ahmed, Şeyhayn, Tirmizî ve İbni Mace'nin, Enes'ten rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulur: "Sabahleyin ya da geceleyin Allah yolunda gitmek, dünya ve dünyadakilerden daha hayırlıdır."

Sonra Allahu Teâlâ ayeti, muhalifleri dünyada veya ahirette ceza ile teh­ditle bitirerek: "O halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun" buyurdu. Zemahşerî der ki: Bu, çok şiddetli bir ayettir. Ondan şiddetlisini göremezsin. Adeta o, insanları dinî rehavetten, gevşeklikten uyandırıyor. Onlara, yakîn ipi­nin sarsıldığını haber veriyor.[70] Beyzavî de şöyle der: Ayette büyük bir şiddet var. Ondan kurtulabilecek azdır.

Sonra Allahu Teâlâ: "Allah, fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez" buyu­ruyor. Yani din hududundan, akıl yahut hikmet gereğinden, yahut Allah'a ita-attan masiyete çıkan asilere doğru yolu göstermez.

Bu ayetin benzeri: "Allah'a ve ahiret gününe inanan hiçbir kavmin Allah ve Rasülü ile sınır mücadelesi yapanlara, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya soydaşları olsalar bile, sevgi beslediklerini göremezsin. İşte bunların kalb-lerine imanı yazmış ve kendinden bir ruh ile onları desteklemiştir. Ve sonsuza kadar kalıcılar olmak üzere onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacak­tır" (Mücadele,58/22). [71]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Ey iman edenler! Babalarınızı, kardeşlerinizi..." ayeti, görünüş itibariyle, bütün müminlere hitap etmektedir, müminlerle kâfirler arasında dostluğun kesilmesi hususundaki hükmü kıyamete kadar bakidir.

Cenab-ı Hak, özellikle babaları ve erkek kardeşleri anıyor. Çünkü bundan daha yakın bir yakınlık yoktur. Onlarla dostluğu nefyettiği gibi aynı durumda­ki diğer insanlarla dostluğu da nefyetmiştir: "Ey iman edenler! yahudileri de hristiyanları da veliler edinmeyin" (Mâide,5/51). Çünkü İslâm'a göre yakınlık, beden yakınlığı değil, din yakınlığıdır.

Bu ayette oğulları anılmamıştır. Çünkü oğullar babalara tabidirler.

İhsan, velayetten ayrı bir şey olarak birtakım şeyleri hibe etmektir. Buha-rî'nin tahric ettiği hadiste şöyle denir: "Esma: Ya Râsulullah (s.a.) annem bana geldi, kendisi müşriktir. Ona ihsan edeyim mi, iyilikte bulunayım mı? dedi. Râ­sulullah (s.a.): "Annene iyilik et" buyurdu".

"İçinizden kim onları veli edinirse, onlar zalimlerin ta kendileridir" sözü: "Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır" sözünün tefsiridir. Yani, o da onlar gibi, ya kötü akıbete maruz kalır, ya da dünya hükümleri itibariyle, kendisine onların hükmü uygulanır. Çünkü, onun onları dost edinmesi bir zu­lümdür. Yani bir şeyi, olduğu yerden başka bir yere koymaktır.

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız..." ayetinde, Allah'ı ve Râsulünü sev­menin vücubuna delil vardır. Bu hususta ümmet arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Bu, her sevgiden önde tutulması gereken bir şeydir.

Ezherî'nin dediği gibi, Allah ve Râsulullah (s.a.) sevgisinin manası, onlara itaat ve emirlerine uymaktır: De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınız mağfiret etsin" (Al-i İmran, 3/31).

Peygamber (s.a)şöyle buyurmuştur: "Sizden iman eden, Allah için sevme­dikçe ve Allah için buğz etmedikçe imanın tadını alamaz. Sevdiği kimse insan­ların kendisine en uzağı da olsa, onu Allah için sever, buğz ettiği kimse, insan­ların kendisine en yakını da olsa ona, Allah için buğz eder..."

Bu ayet, cihadın faziletine ve onu nefsin rahatından, aile ve malla ilgilen­mekten üstün tutmaya bir delildir. Müfessirler, bu ayetin hicreti terkedip çoluk çocuğu ve malı tercih edenin durumunu açıkladığını söylemişlerdir.[72]

 

Birçok Yerlerde Müminlere Yardım Edilmesi

 

 25- Andolsun ki Allah birçok yerlerde  ve Huneyn gününde size yardım etmiş-  Çokluğunuz o zaman sizi böbürlen- dirmişti de size hiçbir yarar sağlama­ mı§ ve yeryüzü> ° genişliğine rağmen,  başınıza dar gelmişti. Nihayet arkanızı  çevirip gitmiştiniz.

 26- Sonra Allah, Rasûlüne ve müminle- re sekinetini (emniyetini, selâmetini)  indirdi. Görmediğiniz ordular indirdi  ve kâfirleri (ölüm ve esaretle) azablan- dırdı jşte bu> kâfirıerin cezası idi.

 27" Sonra Allah bunun ardından diledi- ğinin tevbesini kabul eder. Allah bağış­layıcı ve rahmet edicidir.

 

Belagat:

 

"Ve Huneyn gününde" : Şanına işaret için -ye'sden sonra yardım geldiğine tenbih için genel üzerine özel bir atıf dır...

'Yeryüzü, genişliğine rağmen, başınıza dar gelmişti": Burada istiare var­dır. Onlara gelen üzüntü ve hezimet, genişliğine rağmen yeryüzünün darlığına benzetilmiştir. [73]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki Allah birçok yerlerde" Bedir, Kurayza, Nadir, Hudeybiye, Hayber ve Mekke'nin fethi gibi savaş yerlerinde "ve Huneyn gününde size yar­dım etmiştir." Huneyn, Mekke ile Taiften üç mil uzaklıkta bir vadidir. Orada, müslümanlarla Hevazin ve Sakif arasında çarpışma oldu. Müslümanlar, kendi­lerine katılan iki bin Talkalı ile birlikte oniki bin kişi -ki bunlar Mekke'nin fet­hinde hazır bulunanlar -idi... Hevazin ve Sakif in mevcudu ise kendilerine katı­lan diğer arap kuvvetleriyle birlikte 4.000 kişiydi. Bu çatışmaya Evtas gazvesi ve Hevazin gazvesi de denir. Hicri 8 nci yılın Şevvalinde oldu. Müslümanlar düşmandan daha çoktu. İki kuvvet karşı karşıya geldiği zaman, müslümanlar-dan biri: "Bugün az bir kuvvet tarafından mağlup edilmeyiz" dedi. Onun bu sö­zü Resulullah (s.a.)'ı üzdü.

"Yeryüzü, genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti": Yani geniş olmasına rağmen, yeryüzü size dar gelmişti. Şiddetli korkudan, rahat ve huzur bulacağı­nız bir yer bulamadınız.

"Nihayet bozularak arkanızı çevirip gitmiştiniz." Fakat Peygamber (s.a.) beyaz katır üzerinde sabit kalmıştı. Yanında Abbas vardı. Ebû Süfyan da üzen­gisinden tutuyordu. [74]

 

Nüzul Sebebi

 

Beyhakî'nin Delail'de tahric ettiğine göre, Huneyn gazvesi gününde, on iki bin kişilik müslüman ordusu içinden bir erkek: "Az olan düşman tarafından herhalde mağlup edilmeyiz" dedi. Bu, Resulullah (s.a.)'e ağır geldi. Bunun üze­rine Cenab-ı Hak: "Ve Huneyn gününde size yardım etmiştir. Çokluğunuz o za­man sizi böbürlendirmişti" ayetini indirdi. [75]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, bundan önceki ayette, dinî maslahatı gözeterek, baba, oğul vs. -eğer imanı küfre tercih ederlerse- yüz çevirilmesi gerektiğini açıklamıştı. Bu ayette de din için dünyasını terkedeni, dünya arzusuna da kavuşturacağını açıklıyor. Buna da Huneyn gazvesi günü mümin askerlerin ve kuvvetlerin çok-luklanyla kibirlenince yenildiklerini, yenilince Allah'a yalvarıp yakardıkların-da, onları kuvvetlendirdiğini, hatta kâfir askerlerini yendiklerini, örnek veri­yor. Bu da gösteriyor ki insan, dünyaya güvendiği zaman, din ve dünyasını kaybeder. Allah'a itaat edip dini dünyaya tercih ettiği zaman, Allah ona, her ikisini de en güzel şekilde verir. İşte bu dini gaye için baba ve yakınları terket-mekten ve onlara düşmanlık yapmaktan dolayı meydana gelebilecek manevî huzursuzluk dolayısıyla teselli etmekte ve müminlere Allah'u Teâlâ'nın kendi­lerine sayıca çok olmaları sebebiyle değil, manevî kuvvetleri sebebiyle yardım ettiğini hatırlamalarını bildirmektedir.

Mücahid şöyle demiştir: Tevbe sûresinin ilk nazil olan ayeti budur. Bu ayette Cenab-ı Hak müminlere, Rasûlüyle beraber yaptıkları birçok savaşlarda olan fazlını, ihsanını; bunun, onların sayı ve hazırlıkları sebebiyle değil, kendi­sinin lütuf ve takdiriyle olduğunu zikretmekte, onları az da olsalar, çok da ol-•salar yardımın ancak kendinden olduğu hususunda uyarmakta, Huneyn günü çokluklarının kendilerini kibire sevkettiğini, bunun da onlara hiçbir fayda ver­mediğini, çok azı müstesna geri dönüp kaçtıklarını, Allah'tan Rasûlüne ve be­raberindeki müminlere yardım ve destek indiğini ifade etmekte, topluluk az da olsa, zaferin, ancak Allah'tan olduğunu bildirmektedir. [76]

 

Huneyn Olayı:

 

Hevazin, Kureyş'ten sonra büyük bir kuvvetti. Onunla rekabet halindeydi. Mekke'nin fethi haberini öğrendiklerinde, başkanları Malik b. Avf en-Nasrî sa­vaş çağrısında bulundu. Hevazinle birlikte, bütün Sakif ve Sa'd b. Bekr, onun yanında yer aldı. Resulullah (s.a.)'e karşı yürümeye karar verdi. Orduyla bera­ber, kabile fertlerinin mallarını, davarlarını, kadınlarını ve çoluk çocuklarını da götürdü... Bununla, onları koruduğunu, kuvvetlendirdiğini zannediyordu. Sakifin başında Kinâne b. Ubeyde bulunuyordu. Hurbe, Dureyd b. Simme de katıldı. Çok yaşlıydı, görüş ve hikmet sahibi bir kimseydi. Hevazin ve Sakifli-lerden meydana gelen ordu, Taifle Hevazin diyarında bir vadiye, Evtas'a indi.

Resulullah (s.a.) durumu öğrenince onlara karşı çıktı. Beraberinde, Medi-neli ashabından on bin, Mekkeli fetih müslümanlarından da iki bin olmak üze­re on iki bin kişi vardı.

Resulullah (s.a.), Safvan b. Ümeyye'den ödünç olarak silah ve zırh aldı.

Müslümanlar, sayılarının daha önceki gazvelerdekinden daha fazla oldu­ğunu anlayınca gurura kapıldılar. Hatta bazıları: Bugün, azlık tarafından asla mağlup edilmeyiz, dedi. Ahmed, Ebû Davud ve Tirmizî'nin İbn Abbas'dan riva­yet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sahabenin hayırlısı dört, se-riyyelerin hayırlısı dört yüz, orduların hayırlısı dört bindir. Oniki bin, azlık ta­rafından asla mağlup edilmeyecek..." Bu sözün Resulullah (s.a.)'e ait olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Ebu Bekir (r.a)'m sözü olduğunu söyleyenler de vardır.

İşin başında müslümanlar kuvvetlerine güvendiler, yenildiler. Sonra gu­rurlarından vazgeçtiler ve Rablerine yalvarıp yakardılar, yardıma nail oldular. [77]

 

Açıklaması

 

Ey müminler! Bedir, Hudeybiye, Mekke, Kureyza, Nadir gibi birçok savaş yerlerinde, siz az ve düşmanlarınız çok iken, Allah size yardım etti: "Andolsun ki siz zayıf ve güçsüzken Allah size Bedir'de kesin bir zafer verdi" (Al-i İmran, 3/123). Çünkü siz,orada Allah'a tevekkül ediyordunuz ve yardımın Allah'tan geldiğine güveniyordunuz. Birçok savaş yerlerinden amaç, Resulullah (s.a.)'m gazveleridir. Bunların sayısının seksen olduğu söylenir. Allahu Teâlâ müminle­re, yardım edenin sadece kendisi olduğunu bildirmiştir. Cenab-ı Hakkın bu yardımı, ya tam bir yardım -çoğunlukla da böyle olmuştur- ya da terbiye ve ta'lim amacıyla cüz'i bir yardım şeklinde olmuştur. Nitekim bu ikinci çeşit yar­dım şekli Uhud'da görülür: Sahabeden bir kısmı Peygamber (s.a.)'in emirlerine muhalefet edip, okçuların bulunduğu dağı terketti. Yine, Huneyn'de de sayıla­rının çokluğuna güvendiler, tek yardım edicinin -ordunun çokluğu değil- sadece Allah olduğunu unuttular; yenildiler.

Bazıları, savaş yerlerinin seksenden daha az olduğunu söylemişlerdir. Ebu Ya'la'nm Cabir'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.)'in gazveleri yirmi bir­dir. Bunlardan sekizine -Bedir, Uhud, Ahzab, Mustalık, Hayber, Mekke, Hu-neyn, Taif- bizzat katılmıştır. Seriyyelerinin sayısı ise otuz altıdır.

Sonra, Allahu Teâlâ: "...Ve Huneyn gününde" buyuruyor. Yani, yine size Huneyn gününde de yardım etti. Kâfirler sadece dört bin -Hasan el-Basrî ve Mücahid'e göre sekiz bin- kişi, siz on iki bin kişi olunca bu çokluğunuz sizi kibi-re şevketti, bu yüzden yenildiniz. Çünkü kuvvetli oluşunuza aldanıp nefislerinize güvendiniz, yardımı bağışlayan Rabbinize sığınmayı terkettiniz. Bu da Al­lah'ın size takdir ettiği kazadan hiçbir şeyi önleyemedi. Korkudan dolayı, geniş olmasına rağmen yeryüzü size dar geldi. Sonra da yenilerek geri dönüp gitti­niz.

Bu, onların şiddetli bir helake maruz kalmaları, Sakif ve Hevazin önünde yenilmeleri şeklinde oldu. Hevazin, Huneyn vadisinde gizlendi. Sonra, efendile­rinin emrettiği şekilde, hep birlikte hızla müslümanlara saldırdılar. Müslü­manlar geri dönüp uzaklaştılar. Resulullah (s.a.) ise yerinde sebat etti. O gün kırçıl katırına binmiş, düşmanın üzerine sürüyordu. Amcası Abbas, katırın ge­mini ve sağ özengisini, Ebû Süfyan b. Haris b. Abdilmuttalib sol özengisini tut­muş, katırın süratle gitmemesi için onu engelliyorlardı.

Bu, Hz. Peygamber'in sonsuz cesaretinin ve peygamberliğinin delillerin-dendir. Sonra: "Ya Rabbi! Vadettiğini bana ver..." buyurdu.

Sonra Abbas'a -sesi yüksekti-: "İnsanları çağır" dedi. O, ensara: "Ey Beya-tu'r-Rıdvan ashabı" diye seslendi. Onlar: "Buyur, buyur!" diye icabet ettiler.

Resulullah (s.a.) de: "Bana gelin ey Allah'ın kulları! Şüphesiz ben, Allah'ın peygamberiyim" diyor ve bu halde şunları söylüyordu:

Yalan yok, ben peygamberim / Ben Abdülmuttalib oğluyum.

Bunun üzerine, insanlar geri döndü. Resulullah (s.a.)'le beraber yüze ya­kın sahabi sebat etti, bu sayının seksen olduğunu söyleyenler de vardır. Bunun üzerine alacalı atlar üzerinde beyaz elbiseli melekler indi. Resulullah (s.a.) müslümanlarm savaşmasına baktı ve: "İşte şimdi savaş kızıştı" [78] buyurdu. Sonra, bir avuç toprak alarak attı ve: "Ya Rabbi! Bana vaad ettiğini gerçekleş-tir. Onları mağlup et. Ey Kabe'nin Rabbi!" buyurdu. Nihayet düşmanlar yenil­diler. Abbas dedi ki: "Onlar yorulmuş, işleri tersine dönmüştü." Resulullah (s.a.) de katırının üzerinde onların arkasından koşuyordu. Hevazin tam yenil­mişti ve bu, onların müslümanlara karşı savaştığı -müslümanlarm muzaffer, arapların mağlup olduğu- son gazve oldu.

Bunun için, Cenab-ı Hak: "Sonra Allah., sekinetini indirdi" buyurdu. Yani Allah Rasûlüne ve beraberindeki müminlere sekinetini ve sebatını verdi, Müs­lim'in Sahih'inde rivayet ettiği gibi, müminlerin ruhunu takviye ve tesbit, kâ­firlerin kalblerini -görmedikleri yerden korku ve ürkeklik vererek- zayıflatmak için, sizin göremediğiniz birtakım askerler -melekler- indirdi.

Melekler, sadece Bedir gününde savaşmadılar. Nitekim Huneyn'den sonra müslüman olanlardan biri: "O alacalı atlar ve onların üzerindeki beyaz elbiseli adamlar nerede? Bizi onlar öldürmüştü" demiştir.

Kafirleri kılıçlarınızla, katletmek veya esir almak suretiyle azablandırm. Bu, kâfirlerin dünyadaki cezasıdır. Şu ayet de bunun benzeridir: "Onlarla sa­vaşın ki, Allah ellerinizle onları azablandırsın, onları rüsvay etsin. Size, onlara karşı galibiyet versin" (Tevbe, 9/14).

Altı bin kişi esir alındı, yirmidört bin deve, kırk binden daha çok koyun, dört bin okka gümüş ele geçirildi. Bu, müslümanlann ele geçirdiği en büyük ganimetti.

Kur'an'da görüldüğü gibi Cenab-ı Hak yine, kâfirlere ve asilere tevbe ve ümit kapısını açarak: "Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir" buyurdu. Yani, savaşta meydana ge­len bu azabdan sonra Allah, kâfirlerden dilediklerinin tevbesini kabul eder. Bü­tün bu rüsvaylık ve rezilliklerine rağmen, bazılarının tevbesini kabul eder: Ehl-i sünnete göre, kalblerinden küfrü giderip İslâm'ı yaratır, ya da Mûtezile'nin de­diği gibi, müslüman olup tevbe ederler, Allah da tevbelerini kabul eder.

Allahü Teâlâ tevbe edeni bağışlayıcı, iman edip salih amel işleyene merha­met edicidir. Nitekim Allah, Hevazin'in geri kalanlarına tevbe nasip etti de, müslüman oldular. Resulullah (s.a.)'e müslüman olarak geldiler. Olaydan yak­laşık yirmi gün sonra Resulullah (s.a.)'e Mekke yakınında Cirane'de yetiştiler. Resulullah (s.a) onları esirlerle mallar arasında muhayyer kıldı. Onlar esirleri tercih ettiler. Çocuklu kadınlı altı bin esir vardı. Resulullah (s.a.) esirleri onla­ra verdi. Malları gaziler arasında taksim etti. Kalbleri İslâm'a ısınsın diye de, Mekkelilerden bazılarına fazla deve verdi. Yüz deve alanlardan biri de Malik b. Avf en-Nasrî'dir ki, onu daha önce olduğu gibi, kavmi Hevazin'in başına vali ta­yin etti.

Buharî, Misver b. Mahreme'den rivayet eder: "Onlardan bir grup insan, Resulullah (s.a.)'a geldi, müslüman olmak üzere biat etti ve: Ya Resulullah! Sen, insanların en hayırlısı ve en iyilikseverisin. Ailemiz, çoluk çocuğumuz esir edildi, mallarımız alındı, dediler. Resulullah (s.a.) de: "Benim yanımda gördük­leriniz var. Sözün hayırlısı doğru olandır. Ya çoluk çocuğunuzu, kadınlarınızı veya mallarınızı seçin" buyurdu. Onlar: "Biz soy sopa hiçbir şeyi değişmeyiz. Çoluk çocuğumuzu, kadınlarımızı isteriz" dediler. Bunun üzerine, Resulullah (s.a.): "Şunlar bize müslüman olarak geldiler, soy soplarıyla malları arasında muhayyer kıldık. Soy sopa hiçbir şeyi denk tutmadılar. Kimin elinde bir şey varsa ve kendi arzusuyla onu karşılığında bir şey almadan geri vermek istiyor­sa versin, vermek istemiyorsa onu bize borç versin, onu ganimet elde edince ve­ririz" buyurdu. Bunun üzerine halk hep bir ağızdan: Memnuniyetle teslim ede­riz, dedi. Resulullah (s.a.) de: "Biz tam olarak bilmiyoruz. Belki de içinizde razı olmayanlar olabilir. Onun için haydi siz urefanıza [79] gidin, onlar bize bildirsin­ler" buyurdu. Daha sonra urefa Resulullah (s.a.)'e gelip her biri, kavminin esir­leri geri vermekle memnun olacaklarını söylediğini haber verdi. [80]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Ayetler müminlere, Allah'ın kendilerine olan nimetlerini, birçok savaş meydanlarında kendilerine yardım ettiğini, yardımın Allah'tan olduğunu, he­sap ve tahminlerinin yanlış çıktığını, çok kere büyük çoğunluğun yenilip, çok az kuvvetin muzaffer olduğunu, bunun Allahu Teâlâ'nın mümin kullarına yar­dım ve desteğiyle gerçekleştiğini ve askerî, ya da maddî kuvvetlerin hepsinden tesirli olduğunu hatırlatıyor.

2- Ulema Peygamber (s.a.)'in bu gazvede Şeyhayn, Ebû Davud ve Tirmi-zî'nin Ebû Katade ve başkalarından rivayet ettiği şu hadisi zikrederler: "Kim savaşta bir kimseyi öldürürse ve onu öldürdüğüne bir beyyinesi varsa, onun se-lebi (ölünün üzerinden çıkan silah vs. gibi şeyler) onundur" buyurmuştu. Şafi-îlere ve Hanbelîlere göre bu hüküm, Resulullah (s.a.)'den tebliğ ve vahiy yoluy­la çıkmıştır. Sürekli bir hüküm ifade etmektedir. İmamın iznine ihtiyaç yoktur. Hanefîlere ve Malikîlere göre ise bu hüküm, Resulullah (s.a.)'den, imamet ve siyaset yoluyla sadır olmuştur. Dolayısıyla selebe, her savaşta ancak imamın izniyle hak kazanılır. Bu, imamın içtihadıyla olur. Resulullah (s.a.)'in bunu, bü­tün gazvelerinde değil, yalnızca Huneyn gazvesinde söylemediği naklolunma-mıştır.

3- Bu gazvede, Resulullah (s.a.) müşrik Safvan b. Ümeyye'den, ödünç, zırh ve silah aldı. Bu da gösteriyor ki, ödünç silah almak, ödünç alman şeyden isti­fade etmek, ihtiyaç halinde devlet reisinin ödünç mal alması ve onu sahibine geri vermesi caizdir.

Ebû Davud'un, Ebû Said el-Hudrî'den rivayet ettiği ve Hakim'in sahih saydığı şu hadiste Resulullah (s.a.), şu emri verdi: "Hamlini vaz edinceye kadar hiçbir hamileyle cinsi münasebette bulunulmasın. Hiçbir hamile olmayanla da bir hayız görünceye kadar cinsi münasebette bulunulmasın." Bu gösteriyor ki, esir olmak, evlilik akdine son verir.

Yine bunda, Resulullah (s.â.)'in savaşta Safvan'dan yardım istediğine delil vardır. Ebû Hanife ve Şafiî'ye göre İslâm'ın hükmü galip olduğu zaman, müş­riklere karşı müşriklerden yardım istemekte hiçbir mahzur yoktur. Şirk hük­mü zahir olduğu zaman ise müşriklerden yardım talebinde bulunmak mekruh­tur.

İmam Malik'e göre ise Safvan'ın, Huneyn ve Taife çıkışı Resulullah (s.a.)'in emriyle olmadı. Dolayısıyla müşriklere karşı müşriklerden yardım iste­mek uygun değildir. Ancak hizmetçi, ya da gemici olabilirler.

4- Allah, galip gelmenin çoklukla değil, ancak Allah'ın yardımıyla olacağı­nı açıklamıştır. Nitekim şöyle buyurur: "Eğer sizi yardımsız bırakırsa, sonra si­ze yardım edebilecek kimdir?" (Al-i İmran, 3/16). Mihnetin şiddetlendiği bir sı­rada yardım en büyük ilâhî lütuftur. Mihnet, insanların yeryüzünde sanki düş­manlardan kaçıp kurtulabilecekleri bir yer bulamayacak derecede, korku ve sı­kıntıya uğradıkları şeydir.

5- Allahu Teâlâ bu savaşta müminlerin kalblerini teskin edip korkularını giderecek şeyi indirdi. Öyle ki geriye dönüp kaçtıkları bir durumda, müşrikler­le savaşmaya cüret gösterdiler. Allah onlara, müminlerin kalblerine sebat et­melerini söyleyerek kuvvetlendiren, kâfirleri de görmedikleri yerden ve savaş olmadan korku vererek zayıflatan birtakım melekler gönderdi. O melekler Bedir gününde savaştılar. Daha önce de geçtiği üzere, rivayete göre savaştan son­ra Nadroğulları'ndan bir adam, müminlere: "Hani nerede o alacalı atlar ve on­ların üstündeki o adamlar? Biz onların içinde vücuttaki bir ben gibiydik, bizi onlar öldürdüler" dedi. Bunu, Hz. Peygamber(s.a)'e haber verdiler. "Onlar, me­leklerdi" buyurdu.

6- Allah bu savaşta, kâfirlere müslümanlarm kılıçlarıyla azap etti, öldü­rüldüler. Bu, onların dünyada hak ettikleri cezalarıydı. Sonra Allah yenilenlere tevbe nasip etti. İslâm'la şereflendiler. Nitekim Huneyn'in reisi Malik b. Avf en-Nasrî ve kavminden onunla beraber müslüman olanlar, bunlardandır.

Kısacası Huneyn günü, üç şey meydana geldi: Allah'ın, Rasûlüne ve mü­minlere sekinet vermesi, birtakım askerler (melekler) indirmesi, öldürülmek ve esir edilmekle kâfirlerin azaba maruz bırakılmaları.

7- Resulullah (s.a.), Ci'rane'de Huneyn ganimetlerini taksim ettiği zaman, kendilerine iyilik ve ihsan edilmesini isteyen Hevazinli müslüman elçi heyeti geldi. Resulullah(s.a) onları, esirleri veya mallarını tercih etme hususunda ser­best bıraktı. Esirlerini tercih ettiler. Resulullah (s.a.).onlara, kadın ve çoluk ço­cuklarını geri verdi. Gazilerden de elinde mal bulunanlardan bir kısmı, bunları gönül hoşluğuyla vermeyi kabul etti. Kabul etmeyenlere de razı olacakları be­deller verildi.

Esirler arasında Resulullah (s.a.)'in süt kız kardeşi, Sa'd b. Bekr oğulların­dan Haris b. Abdi'1-Uzza kızı Şeyma ve Sa'dlı Halime'nin kızı da vardı. Resu­lullah (s.a.) ona ikramda ve lütufta bulundu. O, kendi dininde kaldı ve hediye edilen şeylerden memnun bir vaziyette geri döndü.

Esirlerin geri verilişi esnasında güzel bir olay meydana geldi. Müslim'in İbni Abbas'tan tahric ettiğine göre, o şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) Evtas gü­nü, koşup bağıran, bir yerde duramayan bir kadın gördü. Durumunu sordu. Bir oğlunu kaybetmiş, denildi. Resulullah (s.a.) daha sonra kadını gördü. Kadın oğ­lunu bulmuş, onu öpüp kucaklıyordu. Resulullah onu çağırdı. Ashabına da: "Bu kadın çocuğunu ateşe atar mı?" dedi. Hayır, dediler. "Niçin?" buyurdu. Acıdığı için dediler. "İşte Allahu Teâlâ size ondan daha merhametlidir" buyurdu. [81]

 

Müşriklerin Mescid-i Haram'a Girmelerinin Haram Oluşu

 

28- Ey iman edenler! Müşrikler ancak  bir pisliktir. Onun için bu yıllarından  sonra artık onlar Mescid-i Haram'a  yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten kor- karsanız, Allah dilerse sizi yakında  fazlından zenginleştirir. Şüphesiz Al- lah gerçekten bilicidir, tam hüküm sahibidir-

 

Belagat

 

"Müşrikler ancak bir pisliktir." "Ancak" kelimesi, hasr ifade eder. "Müşrik­ler bir pisliktir." sözünde teşbih-i beliğ vardır. Yani, inanç pisliğindeki neces (pislik) gibidir. Benzetme edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir. Bu, tıpkı: "Onlar (yahudi ve Hristiyanlar) Allah'ı bırakıp alimlerini, rahiplerini rabler edindiler." (Tevbe, 9/31) ayeti gibidir. Zemahşerî der ki: "Neces" kelimesi mas-dar olup, manası pis kimseler demektir. Çünkü, onlarda pislik demek olan müşriklik vardır. Onlar temizlenmezler, yıkanmazlar, pisliklerden kaçınmaz­lar, yahut da mübalağa ifade etmesi için onlar zatları itibariyle sanki necaset gibi kılındılar.

"Onlar, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar": Mübalağa ifade etmesi için "girmek" yaklaşmakla tabir olunmuştur. Yani mübalağa için yahut da Hareme girmeyi yasaklamak için, yaklaşmaktan yasaklanmıştır. Ebû Hanife'ye göre, bununla hac ve umreden nehyolunmuştur yoksa mutlak olarak girmekten de­ğil. İmam Malik, yasaklama konusunda diğer mescidleri de Mescid-i Haram'a kıyas etmiştir. [82]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Neces (pislik)": Murdar olmak, temiz olmamak. Bu kelime insan için kul­lanıldığı zaman, her ne kadar bedenen temiz olsa da, ruhen kötü, pis olması kasdedilir. "Nâcis" ve "Necis", dermanı olmayan pis bir hastalık demektir. Fu-kaha ıstılahında ise, gerek sidik gibi pis olsun ve gerekse şarap gibi pis olma­sın, temizlenmesi gereken şeydir.

"Mescid-i Haram": Ata'ya göre bununla Harem'in hepsi -Mekke- kasdolun-maktadır. Şafiîler de bu görüştedir. Malikîlere göre ise, Mescid-i Haram'ın hususu murad olunmaktadır, onlar lafzın zahirine göre hükmederler. Ancak onla­ra göre diğer mescidler de ona kıyas olunur. Çünkü illet -pislik- müşriklerde, mukaddes olmak da her mescidde bulunan bir özelliktir. Dolayısıyla onlara, Mescid-i Haram'a ve bütün mescidlere girme imkanı tanımak caiz değildir. Ha­nefî mezhebine göre amaç, Mescid-i Haram'a girmekten nehy değildir. Müşrik­lerin cahiliyye döneminde yaptıkları gibi haccetmelerini, umre yapmalarını ya­saklama kasdedilmektedir. "Artık onlar bu yıllarından sonra" Hicrî dokuzuncu yıldan sonra. "Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar."

"Eğer fakirlik" onların sizinle ticareti kesmelerinden doğan fakirlik "ten korkarsanız Allah dilerse sizi fazlından zenginleştirir": Nitekim onları fetihler­le ve cizye ile zengin kıldı. [83]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet ediyor. Müşrikler, Ka­be'ye geliyorlar, beraberlerinde de ticaret için yiyecek getiriyorlardı. Kabe'ye girmeleri yasaklanınca müslümanlar: "Bizim yiyeceklerimiz nereden gelecek?" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah diler­se, sizi yakında fazlından zenginleştirir" ayetini indirdi.

İbni Cerir, Tirmizî ve Ebu'ş-Şeyh İbn Hayyan el-Ensarî, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini tahric etmişlerdir: "Müşrikler ancak bir neces (pislik)tir" ayeti nazil olduğu zaman, bu müslümanlara ağır geldi ve bize yiyecek, kumaş, elbise gibi şeyleri -müşrikler, haccetmek için Mekke'ye gelirken, beraberlerinde yiye­cek ve diğer ihtiyaç duyulan şeyleri getiriyorlar, müslümanlar da onlardan bunları alarak ihtiyaçlarını gideriyorlardı- kimler getirecek dediler. Bunun üzerine Cenabı Hak: "Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse sizi yakında fazlından zenginleştirir..." ayetini indirdi. [84]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Peygamber (s.a.), Ali (r.a)'a hicrî dokuzuncu yılda, Mekke müşriklerine Tevbe sûresinin baş tarafını okumasını ve ahidlerini atmasını, Allah ve Rasû-lünün müşriklerden uzak olduğunu söylemesini emredince, bazıları: "Ey Mek-keliler! Kazanç yollan kapandığı, ihtiyacınız olan şeyler gelmeyeceği için zor­lukla karşılaşacaksınız" dedi. Bunun üzerine bu şüpheyi gidermek için bu ayet nazil oldu. [85]

 

Açıklaması

 

Ey Allah'a ve Rasûlüne inananlar! Müşrikler neces (pis)tirler, inançları bozuk, pisliğe dalan kimselerdir. Onlar ya putlara taptıkları için, içleri pis ve inançları bozuk kimseler ya kendilerinde kendisinden çekinmek gereken pislik gibi şirk olduğu için yada güzelce temizlenmedikleri, yıkanmadıkları ve hissî pisliklerden sakınmadıkları için pis kimselerdir. Dolayısıyla pis olduklarına gö­re, Mescid-i Haram'a girmesinler ve onu çıplak olarak tavaf etmesinler. Bu, hicri dokuzuncu yıldan sonra müminleri, müşriklerin Mescid-i Ha-ram'a girmelerine imkân tanımaktan nehyetmektedir. "Müşrikler ancak bir ne-cestirler" sözü hasr ifade eder. Yani müşrikten başka neces yoktur.

Çoğunluğun görüşüne göre müşriklerle, puta tapanlar amaçlanmaktadır. Bazıları ise bunun bütün kâfirleri kapsadığı görüşündedirler. Delilleri şu ayet­tir: "Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Ondan başka­sını dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz pek bü­yük bir günahla iftira etmiş olur" (Nisa, 4/48). Ayetin zahirinden anlaşılan ve tercih edilen görüş de budur.

Necesten amaç, manevî necaset, inanç pisliğidir. Zemahşerî'nin, İbni Ab-bas'tan naklettiğine göre, o şöyle demiştir: Bu ayetin zahirine göre köpek ve do­muz gibi, müşriklerin bedenleri de pistir.[86] Fakat, fukahanm cumhuru, bu gö­rüşün hilafına, bedenlerinin temiz olduğu hususunda ittifak halindedirler. O halde müşriğin, yahut kâfirin bedeni pis değildir. Çünkü Allahü Teâlâ Kitap Ehli'nin yemeğini yemeyi helâl kılmıştır.

Başta açıkladığımız gibi, Mescid-i Haram'dan maksat, Ata ve Şafıîlere gö­re, Harem'in tamamıdır. Lafzın dış görünüşüne bakan Maliki mezhebine göre ise, özellikle Mescid-i Haram'dır. Hanefîlere göre amaç, Mescid-i Haram'a giril­mesinin nehyi değildir. Cahiliyye döneminde yaptıkları gibi müşriklerin hac ve umre yapmaları nehyolunmaktadır. Bunun delili Allahü Teâlâ'nın: "Bu yılla­rından sonra..." sözüdür. Yani bu dokuzuncu yıl haccmdan sonra haccetmesin­ler, umre yapmasınlar. Yine bunun bir başka delili, Hz. Ali'nin Tevbe sûresini okurken söylediği şu sözdür: "Haberiniz olsun ki bu senemizden sonra hiçbir müşrik hac etmesin..." Yine Allahü Teâlâ'nın: "Eğer fakirlikten korkar sanız..." sözü, hac ve umreden men olundukları için, müşriklerin gelmelerinin yasak­lanması yüzünden fakirlik olacağı korkusuna işaret eder. Yine müslümanlar, Mescid-i Haram'da olmasa da, müşriklerin diğer hac amellerinden de men olu­nacakları hususunda ittifak halindedirler.

Sonra Allahü Teâlâ, müslümanlann kalblerine, yiyecek ve ticaret kaynak­larının çokluğu hakkında ferahlık vermek üzere: "Eğer fakirlikten korkarsanız" buyurmuştur. Yani ey müminler! Eğer bu yıldan sonra müşriklerin Mescid-i Haram'a girmelerinin yasaklanması sebebiyle sağladıkları ticarî mal ve yiye­cek, içecek gibi şeylerin azalacağı zannıyla fakirlikten korkarsanız, yakında başka bir yoldan Allah sizi fazl ve keremiyle zengin eder, size daha başka ge­çim yolları, rızık ve kazanç imkânları sağlar.

Şüphesiz Allah, sîzin hallerinizi ve gelecekte olabilecek zenginlik ve fakir­liği bilici, size meşru kıldığı emir ve nehiyde -ahdleri bitince müşriklerle sava-şılmasım emretmesi, bu yıldan sonra müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşma­larını yasaklaması gibi- vermesinde, almasında hikmet sahibidir. Çünkü O, iş­lerinde ve sözlerinde kemal sahibi, yaratmasında ve işinde adaletlidir.

Bu, gelecekteki bir gaybden haber vermedir. Haber aynen gerçekleşmiş, Allah vaadini yerine getirmiştir. Nitekim Yemenliler, Ciddeliler, Cürs vs. yöre halkları müslüman olmuş ve Mekke'ye yiyecek taşımaya başlamışlardır. Bizzat müşriklerin kendileri müslüman oldu. Kendilerini Harem'den men edecek hiç kimse kalmadı. Her yerden servet ve kazanç yağdı. Ganimetler ve zimmet eh­linden aldıkları cizyeler geldi. [87]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet şu hususlara işaret eder:

1- Ayet, müşriğin pis, müminin ise temiz olduğu hususunda açıktır. Onun için Malikî ve Hanbelî mezhebinde, müslüman olan bir kâfirin gusletmesi va­ciptir. Şafiî: Bence yıkanması daha güzeldir demiştir. Ebû Hatim el-Büstî'nin, Müsned'inde rivayetine göre Resulullah (s.a.) bir gün Sümame b. Usal'e uğradı. Üsame müslüman oldu. Resulullah (s.a.), onu Ebû Talha'nın bahçesine gönde­rip gusletmesini emretti. O da gitti, gusletti ve iki rekât namaz kıldı. Resulul­lah (s.a.): "Arkadaşınızın müslümanlığı güzel oldu" buyurdu. Hadisi Müslim de manasıyla tahric etmiştir. Yine Resulullah (s.a.), Kays b. Asım'a su ve sedirle yıkanmasını emir buyurdu.

2- Müşriğe, Mescid-i Haram'a girmesi yasaklanır. Şafiüere göre bundan amaç, bütün halinde Mekke haremidir. Mescidler ve mescidler dışındaki yerler bu hükme dahildir. Kâfire, Mekke'nin haremine girme izni verilmez.[88] Şafiî: Ayet diğer müşrikler hakkında genel, Mescid-i Haram hakkında özeldir. Diğer mescidlere girmelerine engel olunmaz. Nitekim Sümame ve Ebû Süfyan, müş­rik oldukları halde mescide girdiler, der.

Malikîler ise şöyle der: Ayet, diğer müşrikler ve diğer mescidler hakkında geneldir. Ancak zimminin müslüman hakim önünde yargılanmak için mescide girmesi gibi bir mazeret hali müstesna. Nitekim Ömer b. Abdülaziz valilerine böyle emretmiş, bu ayetle istidlal etmiştir. Cenab-ı Hakkın şu ayeti de onların bu görüşünü destekler: "Birtakım evlerde ki, Allah onların yüce tanınmasına ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir" (Nur, 24/36). O halde, oralara kâ­firlerin girmesi, oraların kadrinin yükselmesine engeldir. Ayrıca, Allahü Te-âlâ'nın: "Müşrikler ancak neces (pis)tirler" sözü de müşriklik ve necaset illetine dikkat çekmektedir.[89]

Hanefiler, harem içindeki ve dışındaki bütün mescidlere, ihtiyaç olsun ol­masın, kâfirin girmesini mubah görmüşlerdir. Çünkü daha önce de açıklandığı gibi ayetten maksat, müşriklerin haccetmelerini, umre yapmalarını yasakla­maktır. Dolayısıyla yahudilerin ve hristiyanların Mescid-i Haram'a ve diğer mescidlere girmeleri yasaklanmaz. Mescid-i Haram'a da sadece müşriklerin ve putperestlerin girmeleri yasaklanır.

3-  Razî şöyle der: Şüphesiz: "Bu yıllarından sonra" sözüyle Tevbe sûresi­nin baş tarafının okunduğu yıl -hicri dokuzuncu yıl- kasdolunmaktadır. [90] Ya­sak da hicri onuncu yıldan başlar.

4- Ayette sözü geçen fazl, mutlaktır. Allah'ın zengin kıldığı her şeyi içine alır. En sahih olan da budur. Bunun halkı müslüman olan Cidde, San'a ve Hu-neyn gibi şehirlerden, Mekke'ye yiyecek getirilmesi olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu onların ihtiyacını gidermiş ve onları müşriklerin ellerindekine muh­taç etmemiştir. Bununla, cizyenin kasdedildiğini söyleyenler de olmuştur.

Allahu Teâlâ'nm: "Allah dilerse sizi yakında fazlından zenginleştirir" sözü, kesinlik ifade eden, gaybtan haber vermektedir. Nitekim iş o habere uygun ola­rak gerçekleşmiş ve mucize olmuştur.

Bu ayet, kalbin rızık sebeplerine ilgi duymasının caiz olduğuna işaret eder. Bu durum, tevekküle ters düşmez. Her ne kadar nzık mukadderse ve Allah'ın taksimi yapılmış ise de, Allah insanları çalışmaya sevketmek için, rızkı sebeplere bağlamış­tır. Dolayısıyla sebebe yapışmak, tevekküle engel değildir. Nitekim Buharî'nin tah-ric ettiği şu hadis de buna delildir: "Eğer siz Allah'a hakkıyla tevekkül etseniz, O si­zi sabah aç gidip akşam tok dönen kuşlar gibi rızıklandırır." Bu, nzık temin etmek için sabah akşam çalışmanın tevekküle ters düşmediğini haber veriyor.

"Eğer dilerse" sözü, rızkın çalışmakla değil, Allah'ın fazlı ve lütfuyla, Al­lah'ın taksimiyle olduğuna işaret ediyor. Nitekim şu ayette de bu hususa işaret olunur: "Dünya hayatında onların maişetlerini, onların aralarında biz taksim ettik" (Zuhruf, 43/32). [91]

 

Kâfirlerin İslâm Ülkelerinde Oturması:

 

Kâfirlerin girip girmemesi ve oturabilip oturamamasına göre İslâm ülkele­ri üç kısımdır:

1- Mekke Haremi: Kâfirin Mekke Haremine girmesine engel olunur. Bu, Şafiîlerin ve Hanbelîlerin görüşüdür. Onlar bunu söylerken ayetin zahiriyle amel ederler. Dolayısıyla bir mektup (mesaj) getirse bile, kâfirin Hareme gir­mesine izin verilmez. Onun mektubunu dinlemek için imam ya da vekili Ha­rem haricine çıkar. Malikîler, gayr-ı müslimin, Kabe dışında Mekke Haremine, üç gün süreli bir emanla, ya da imam tarafından uygun görüldüğü takdirde bir ihtiyaca dayalı olarak girmesini mubah görmüşlerdir.

İmam Azam Ebû Hanife de, imamın ya da vekilinin izniyle, kâfirin hare­me üç gün üç gecelik süre için girmesini mubah görmüştür.

2- Hicaz: Aden'den Irak sınırına, deniz kıyısındaki Cidde'den Şam sınırına kadar uzanan topraklar. Kâfirin, sadece üç günlüğüne buralara girmesi caizdir. Müslim, İbn Ömer'den Resulullah (s.a.)'i şöyle derken işittiğini rivayet eder: "Yahudileri ve hristiyanları Arap Yarımadasından elbette çıkaracağım. Orada müslümandan başkasını bırakmayacağım." Müslim'in bir rivayeti de: "Müşrik­leri, Arap Yarımadası'ndan çıkarın" şeklindedir.

Şafiîlere ve Hanbelîlere göre, Arap Yarımadası'ndan maksat, özellikle Hi­caz'dır. Nitekim İbni Hacer de, Ahmed b. Hanbel'in şu rivayetinin ışığında cumhurun bu görüşte olduğunu anlatır: 'Yahudileri Hicaz'dan çıkarın." Cum­hurun ikinci delili, Hz. Ömer (r.a.)'m uygulamasıdır. Nitekim Buharî ve Beyha-kî'nin rivayetlerine göre Hz. Ömer, yahudiler ve Hristiyanları, sadece Hi­caz'dan uzaklaştırmış, Arap Yarımadası'ndan uzaklaştırmamıştır. Nitekim Hi­caz'dan uzaklaştırdığı yahudileri ve Hristiyanları, Arap Yarımadası'ndan sayı­lan Yemen'e yerleştirmiştir.

Malikîlere göre ise, İbni Ömer'den nakledilen biraz önceki hadis ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Hz. Aişe'den rivayet olunan: "Arap Yarımadası'nda iki din bırakılmayacak" hadisi ve İmam Malik'in Muvatta'da, Zührî'den mürsel olarak rivayet ettiği: "Arap Yarımadası'nda iki din bir arada bulunmaz" hadi­si, gayr-i müslimin, Arap Yarımadası'm vatan edinmesinin caiz olmadığını gös­terir.

3- Diğer İslâm beldeleri: Buralarda, kâfirin ikamet etmesi emanla caizdir. Fakat mescidlere, ancak müslümanın izniyle girebilir. Onun için kâfirin cünüp de olsa, mescide girmesi ve orada kalması caizdir. Çünkü kâfirler Peygamber (s.a.)'in mescidine giriyorlardı. Şüphesiz onlarda cenabetlik vardı. Nitekim Bu-harî'de "müşriğin mescide girmesi" unvanıyla bir başlık vardır.[92]

 

Kitap Ehli İle Savaş

 

29- Kendilerine kitap verilenlerden Al- lah'a ve ahiret gününe iman etmeyen,  Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldığını  haram saymayan ve hak dinini din ola- rak kakul etmeyen kimselerle hakir ve  zelil olarak kendi elleriyle cizyelerini  verinceye dek savaşın.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen" Allah'a sahih bir imanla inanmayan. Çünkü yahudiler, Hz. Üzeyr'i ve Hristi-yanlar Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu yaptılar. Onlar doğru bir şekilde ahirete de inan­mazlar. Çünkü Hristiyanlar, hesap gününü ve hesabı Allah'a değil, İsa'ya ait kılıyorlar. Sonra onların hepsi de kendi kitaplarında kendisine iman etmekle emrolundukları Muhammed (s.a.)'i inkâr ettiler. Bu sebeple onların peygam­berlere ve getirdiklerine gerçek imanları kalmamış oldu. Onlar, bu halleriyle Allah'ın şeriatına ve dinine değil, kendi arzu ve heveslerine uyuyorlar. "Al­lah'ın ve Rasûlünün" içki ve faiz gibi "haram kıldığını haram saymayan ve Hak dinini din olarak kabul etmeyen" diğer dinleri nesh eden kendisi sabit ger­çek din İslâm'ı kabul etmeyen "kimselerle hakir ve zelil olarak": İslâm hüküm­lerini ve hükümranlığını kabul ederek "kendi elleriyle" güç ve kudretleriyle.. "cizyelerini verinceye dek savaşın." cizye ödemeyi kabul edinceye kadar. Cizye, gücü yeten kişilere gerekli görülen vergidir. Arazi ile ilgisi yoktur. [93]

 

Nüzul Sebebi

 

İbnü'l-Münzir, Zührî'den şöyle nakleder: Kureyş kâfirleri ve Araplar hak­kında: "Onlarla, fitne kalmayıncaya ve dini tamamen Allah'ın oluncaya kadar savaşın" ayeti, Ehl-i Kitap hakkında da: "Allah'a ve ahiret gününe iman etme­yenlerle... savaşın..." ayeti nazil oldu. Resulullah (s.a.)'in vefatından önce ilk cizye veren, Necranlılardır.

İbni Ebî Şeybe ve Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî, Hasan el-Basrî'den rivayet ederler: Resulullah (s.a.) bu yanmada araplârıyla müslüman olmaları şartıyla -onlardan İslâm'dan başka şey kabul etmedi- savaştı ve bu, en üstün cihad oldu. [94]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, müşriklerle ilgili olarak ahidlerinden uzaklaşılması, kendi­leriyle savaşılması, Mescid-i Haram'dan uzaklaştırılmaları gibi hükümleri zik­rettikten sonra, Ehl-i Kitapla ilgili hükmü açıklamıştır. Bu hüküm, cizye verin­ceye kadar onlarla savaşılmasıdır. Bunda, Kitap Ehli ramlarla yapılan Tebük gazvesinden -bu gazve, meyvelerin tam olgunlaştığı çok sıcak bir zamanda, kıt­lık vaktinde yapılmış, münafıkların çirkinlikleri, müminlerin temiz halleri or­taya çıkmıştı- söz etmeye bir giriş vardır. [95]

 

Açıklaması

 

Yahudiler ve Hristiyanlar, Muhammed (s.a.)'i inkâr edince, sahih bir imanları, şeriat ve dinleri kalmadı. Kendi istek ve arzularına uyar oldular. Çünkü onlar, dinlerinin aslına iman etselerdi, bu onları, İslâm risaletine ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine inanmaya götürürdü. Nitekim bütün pey­gamberler onu müjdelediler, ona uymayı emrettiler. Bu durumda onların diğer peygamberlere imanlarının faydası yoktur. Çünkü İslâm, Allah katından gel­miş olup, dinler onunla son bulmuştur. Bazısına inanıp bazısına inanmamak yeterli değildir. Onlar, peygamberlerin sonuncusuna ve en şereflisine inanma­maktadır.

Bunun için Allah, Kitap Ehliyle savaşılmasmı emretmiştir. Çünkü onlarda şu dört sıfat vardır:

1- Onlar Allah'a inanmazlar. Çünkü yahudilerin pek çoğu müşebbihedir, yani ilâhın cisim olduğuna inanırlar. Halbuki Allah, cisim ve benzeri şeylere benzemekten münezzehtir. Evet onlar, Allah'ın varlığına ve birliğine, cisim ol­maktan münezzeh bir varlık olarak gerçekten inanmazlar. Çünkü Hristiyanlar üçlemeye, sonra da birliğe inanırlar. Onlar, baba, oğul, ruhu'l-kudüsün varlığını söyler, sonra da Allah'ın İsa'ya hulul edip onun Rab olduğuna inanırlar. Oysa Allah birleşmekten, başkasına hulul etmekten, oğlu ve ortağı olmaktan münez­zehtir. Bu inançlarıyla onlar, gerçek bir ilâhın varlığına inanmıyorlar demektir.

Yahudiler de şöyle derler: Uzeyr, Allah'ın oğludur. Yahudiler de Hristiyan­lar da bilginlerini, din alimlerini Allah'tan başka rabler edindiler. Artık onlara ibadetleri, onlar belirliyor, yasakları onlar koyuyorlardı, onlar da onlara itaat ediyorlardı. Bu sebeple onların rableri oldular.

2- Onlar, ahiret gününe de doğru bir şekilde inanmıyorlar. Onlar, cesetle­rin değil, ruhların diriltileceğine, cennet ehlinin yiyip içmeyeceğine, çünkü ora­da maddî durum söz konusu olmadığına, cennet nimetinin ve cehennem azabı­nın; sevinç, keder gibi sadece ruhî şeyler olduklarına inanıyorlar. Ahiret âle­minde madde ve ruh birlikte, tam bir hayat olduğuna inanmazlar. Bu da Kur'an'ın haber verdiği hakikata aykırıdır. Kim, cismanî dirilmeyi inkâr eder­se, Kur"an'ın sarih açıklamasını inkâr etmiş olur.

3- Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldıklarını haram bilmezler: Onlar Kufan'da ve Resulullah'ın sünnetinde haram kılınanları, Musa ve İsa aleyhisselâmın haram kıldıklarını haram kılmazlar. Tevrat'ı ve İncil'i değiştirdiler. İslâm hükmüyle mensuh dinlerinin aslına muhalif hükümler koydular. Nite­kim yahudiler, insanların mallarını bâtıl yollarla -faiz gibi- yemeyi, Hristiyan-lar, kendilerine Tevrat'ta yasaklanan şeyleri -iç yağı ve içki gibi- mubah kıldı­lar.

4- Hak dini kabul etmezler: Hak din olan İslâm'ın doğruluğuna inanmaz­lar. Din adamlarının kendi heva ve hevesleri doğrultusunda koydukları şeylere göre hareket ederler. Onlar, Tevrat ve İncil'i değiştirdiler. İslâm'a uygun, Musa ve İsa aleyhisselamlara vahyolunan ve kendisiyle amel olunan dinin aslı kal­madı.

O halde, bu niteliklere sahip olan Kitap Ehliyle savaşın. Hüküm bakımın­dan onları müşriklerden ayırt edin: Müşrikler için iki şeyden biri vardır: Savaş veya müslüman olmak. Kitap Ehli için ise üç şeyden biri vardır: Savaş, İslâm, cizye.

Kitap Ehli ile savaşmaktan amaç, küçüklüklerini bildirmek, İslâmî hü­kümlere boyun eğmeyi kabullendirmek, cizye vermeyi içeren bir anlaşmaya girmelerini sağlamaktır.

Daha önce İbnü'l-Arabî'den naklederek açıkladığımız gibi [96] müslümanlar-la savaştıklarında müşriklerle savaş vacip olduğu gibi, müslümanlara, ya da ülkelerine, ırz ve namuslarına saldırmaları, dinlerinden dönmeleri için baskı yapmaları, emniyet ve selametlerini tehdit etmeleri durumunda, -ki Rumlar­dan böyle bir hareket meydana gelmiş ve bu Tebuk gazvesine neden olmuştu-ya da devlet başkanının bir takım karışık hareketler, savaş hazırlıkları, İslâm ülkesi sınırlarına askerî yığınak yapılma halleri sezinlemesi halinde savaş ha­zırlıkları yapılıp Kitap Ehliyle de savaşmak vacibdir.

Yahudilere ve Hristiyanlara Kitap Ehli denmesinin sebebi, aslında semavî bir kitaba sahip olmaları ve genelde Allah'a, öldükten sonra dirilmeye, hesaba, peygamberlere, şeriatlara ve dinlere inanmalarmdandır.

Onlara "muâhedûn" da denir. Çünkü onlar, bizimle kendi aralarında yapı­lan ve her iki tarafı hükümlerini uygulamakla ve saygı göstermekle yükümlü kılan, onlara zulmü ve yapamayacakları şeyi teklif etmeyi yasaklayan bir an­laşmaya göre İslâm ülkesinde otururlar.

"Sağirûn" kelimesinin türediği "sağar" kelimesi, daha önce açıklandığı ve Şafiî, İbni Kayyim gibi bazı fakihlerin de söylediği gibi, hükümleri kabule bo­yun eğdirmek ve hakir görmek, küçümsemek değildir.

Cizye, İslâm'ın ortaya çıkardığı şeylerden değildir. O, İranlılar tarafından da biliniyordu. Onu ilk koyan Kisra Enûşirvan'dır. İran'ı fethettiği zaman , Ömer (r.a.) da aynı şeyi uyguladı.

Kur'an, cizyenin mikdarmı belirlemediği için, fakihler onun mikdarı konu­sunda ihtilaf etmişlerdir.

Şafuler: Bunun, zengin fakir farkı gözetilmeksizin hür, baliğ kimselere yıl­lık bir dinar olduğunu ve bundan eksiltme yapılamayacağını söyler. Şafiî görü­şünde, Ebû Davud ve başkalarının Muaz'dan rivayet ettikleri şu hadise daya­nır: Resulullah (s.a.) kendisini (Muaz'ı) Yemen'e vali olarak gönderdi ve cizye vermesi gereken her baliğden bir dinar almasını emretti. Peygamber, Allah'ın muradını açıklayan kimsedir. Eğer, bir dinardan daha fazlasına barış yapılırsa caizdir, yıl sonunda alınır, der.

Malikîler: Altın sahiplerinden yılda dört dinar, gümüş sahiplerinden de yılda kırk dirhem gümüş alınır. İsterse Mecusî olsun, zengin fakir aynıdır. Hz. Ömer'in takdir ettiği miktardan eksik de alınmaz, fazla da. Bundan başka bir şey de alınmaz, der.

Haneftler: Cizye mikdarı, fakirlere 12 dirhem, orta hallilere 24 dirhem, zenginlere de 40 dirhemdir. Yıl başında alınır, der.

Cizye konusunda, Mecusîlere, Kitap Ehli gibi muamele edilir. İbnü'1-Mün-zir, onlardan cizye alınması konusunda ihtilaf olduğunu bilmiyorum, der.

İmam Malik, Muvatta'da şöyle rivayet eder: Ömer b. Hattab, Mecusîlerin durumunu zikrederek: "Onlar hakkında nasıl davranacağımı bilmiyorum" de­miş. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf şöyle demiştir: "Ben Resulullah (s.a.)'in şöyle dediğini duydum: Onlara, Kitap Ehli'ne ettiğiniz gibi muamele edin" demiştir." İbni Abdi'1-Berr, "özellikle cizyede demek istiyor" demiştir. Bu sözde onların Kitap Ehli olmadıklarına açık bir delil vardır.

Putperestlere gelince: Şafiî ve fukahanın çoğunluğu, cizye, bu ayetten an­laşıldığına göre arap olsun acem olsun, sadece Kitap Ehli'nden alınır. Çünkü ayette özellikle onlar zikredilmişlerdir. Dolayısıyla, hüküm onlara yöneliktir. Nitekim Cenabı Hak: "Nerede bulursanız, müşrikleri öldürün" (Tevbe, 9/5) bu­yurmuştur. Kitap Ehli hakkında dediği gibi, "cizye verinceye kadar..." buyur-mamıştır. O halde arap putperestlerinden cizye alınmaz, derler.

İmam Evzaî ve Malikîler: Cizye, mürted hariç, putperest, ateşperest, in­karcı, yalanlayıcı, arap-acem Tağlibli-Kureyşli, kim olursa olsun, herkesten alı­nır, derler.

Cenabı Hak: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenlerle savaşın..." buyurduğu için, bu, cizyenin savaşan erkekler­den alınacağını gösterir. Nitekim, alimler cizyenin, hür ve savaşan erkeklerden alınacağı konusunda ittifak etmişlerdir.

Cizyeyi verdikleri zaman, meyvelerinden, tahıl ve ticaretlerinden hiçbir şey alınmaz. Ancak yerleştikleri ve barış yaptıkları ülkenin dışındaki ülkelerde ticaret yapmaları durumu müstesna. O takdirde onlardan ticaret mallarını sat­tıkları ve parasını aldıkları zaman onda bir alınır. İsterse bu, yılda birkaç kere olsun. Ancak Medine ve özellikle Mekke'ye buğday, yağ gibi yiyecek maddeleri getirmeleri halindeyse, Hz. Ömer'in yaptığı gibi, onda birin yarısı alınır.

Gayr-i müslimlerin, müslümanların çarşılarında içki ve domuz göster­melerine engel olunur. İçkiyi gösterirlerse, içki üstlerine dökülür, domuzu gösteren de cezalandırılır. Eğer bir müslüman o içkiyi göstermeden dökerse, zulmetmiş olur, Malikî ve Hanefî mezheplerine göre, bedelini ödemesi gere­kir.

Cizye gibi şeyleri ödemekten kaçınırlarsa, zulme maruz kalmadıkları hal­de, İslâm'ın kendilerinden istediklerini yapmazlarsa, Cumhura (Hanefiler müstesna) göre, kendileriyle savaş edilir.

Eğer yol keserlerse -cizyeyi engellemedikleri takdirde- onlar, müslüman muharibler hükmündedirler. Kendilerine muharebe ayeti olarak anılan şu aye­tin hükmü uygulanır: "Allah'a ve Rasûlüne karşı savaş edenlerin ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri veya asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi veya yer(lerin)den sürülmeleri­dir" (Mâide, 5/33).

Müslüman olurlarsa, fukahanın ittifakıyla, kendilerinden cizye düşer. Ah-med, Ebû Davud, Beyhakî ve Darekutnî'nin İbni Abbas'tan naklettiği bir ha­diste Hz. Peygamber (s.a.): "Müslümandan cizye alınmaz", Taberanî'nin İbni Ömer'den bir rivayetinde de: "Bir kimse müslüman olursa, ona cizye yoktur" buyurmuşlardır.

Müslüman olmakla cizye düştüğü gibi, ölümle de düşer. Onun için cizye, kan bedeli ve Daru'l-İslâm'da oturma bedeli olarak gereklidir. [97]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet, müslümanlarla gayr-i müslimler arasında yapılan anlaşmayı içe­ren cizye ile ilgili ayettir. Bu cizye ile gayr-i müslimlere, emniyet ve selamet içinde İslâm ülkesinde, yalnızca İslâm'ın medenî ve cezaî hükümlerine -çünkü bize onların ibadetlerine ve dini işlerine karışmamak emrolunmuştur- boyun eğmeleri şartıyla, ikamet etmelerine izin verilir.

Onlarla savaş, bizimle savaştıkları ve bize karşı taşkınlık ettikleri zaman, müşriklerle savaş gibidir. Bizimle savaşanlarla savaşılır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın ve aşırı git­meyin. Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri sevmez" (Bakara, 2/190).

Belki de kendileri zimmet akdi yapılan bu kimselerin, Daru'l-İslâm'da oturmaları, İslâm'ın güzelliklerini, delillerini, kuvvetliliğini tanımalarına bir sebep olur da, dinlerini bırakıp küfürden imana geçerler.

Zimmet akdinin bir gereği olarak zimmet ehli öldürülmez, kendileriyle sa­vaşılmaz. Onlar bazı İslâmî hükümleri kabul ederler, biz de onların dinleri üze­re kalmalarını kabul ederiz. Çünkü dinde zorlama yoktur. Fakat bununla, on­ların küfürlerine razı olunacağı manası anlaşılmamalıdır.

Ayet, hak dinin sadece İslâm olduğuna işaret eder. Allahü Teâlâ başka bir ayetinde de: "Şüphesiz Allah katında din, İslâmdır" (Âl-i İmran, 3/19) buyu­rur. İslâm, Allah'ın emrine ve peygamberlerinin getirdiklerine teslim olmak, boyun eğmek ve onlarla amel etmektir. Din ise, itaat, galebe, ceza gibi manalara gelir.[98] Küfürse, Allah'ın varlığını inkâr, O'na ortak koşmak, Resulullah (s.a.)'in peygamberliğine inanmamak, geçmiş peygamberlerden birini yalanla­mak gibi manalara gelir.

Kanaatimizce burada "din" ile murad olunan; Allah tarafından, inanç, iba­det, ahlâk ve kanun olarak kullan için konulan nizamdır. [99]

 

Ehl-i Kitabın İnancı

 

30- Yahudiler: "Üzeyr, AUah'ın oğlu­dur" dedi. Ve Hristiyanlan "Mesih, Al­lah'ın oğludur" dedi. Bu onların ağızla­rında dolaşan sözleridir ki, daha evvel kâfirlerin söyledikleri söze benzer. Al­lah onları kahretsin. Nasıl da (Haktan) döndürülüyorlar.

31- Onlar, Allah'ı bırakıp âlimlerini, ra­hiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i Rab-ler edindiler. Halbuki bunlar da, (Tev­rat ve İncil'de) tek ilâh olan Allah'a ibadet etmelerinden başka bir şey em-rolunmamışlardı. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların eş tutageldikle-ri her şeyden münezzehtir.

32-  Onlar Allah'ın nurunu   ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah kendi nuru­nu kendisi tamamlamaktan başka bir şeye razı değildir. Kâfirler hoş görme­seler de.

33- O, Rasûlünü hidayetle, hak din ile -o dini bütün dinlere galip kılmak için-gönderendir. Müşrikler hoş görmese­ler de.

 

Belagat:

 

"Allah'ın nurunu söndürmek isterler." İslâm'ın nuru. Burada istiare vardır. İslam dininin delillerinin açıklığı, kesinliği, aydınlığı ve ışığıyla parlak güneşe benzetilmiştir. [100]

 

"Nüzul Sebebi

 

İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle tahric etmiştir-. Sellam b. Mişkem, "Nu'man b. Evfa, Muhammed b. Dıbye, Şas b. Kays ve Malik b. es-Sayf, îtesu-lullah (s.a.)'e gelerek: "Kıblemizi terkettin, sana nasıl tabi olalım? Ve sen Uzeyr'in, Allah'ın oğlu olduğuna inanmıyorsun..." dediler. Bunun üzerine Alla-hü Teâlâ: 'Yahudiler: "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler..." ayetini indirdi. [101]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Geçen cizye ayetinde, yahudi ve Hristiyanların Allah'a inanmadıkları açıklandıktan sonra, bu ayette daha fazla açıklamaya gidilerek, onların Allah'a oğul nisbet ettiklerini -ki bu, şirktir ve böyle bir şeyin varlığını iddia eden Al­lah'ı inkâr etmiş demektir- haram konusunda hüküm vermede bilginlerini Al­lah'tan başka rabler edindiklerini, İslâm'ı boşa çıkarmak için çalıştıklarını nakletmektedir. [102]

 

Açıklaması

 

Bazı yahudiler, Hz. Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söylediler. Halbuki Uzeyr M.Ö. 457 yılı civarında, Babil'e yerleşmiş bir yahudi kahiniydi. Büyük bir müessese kurmuş, Kitab-ı Mukaddes'in bölümlerini toplamış; Eyyam, Az-ra, Nahmiya bölümlerini yazmıştır. O, unutulan yahudiliğin yeniden yayıcısı sayılır. Onun için, yahudiler onu mukaddes bilmiş ve ona Allah'ın oğlu demiş­lerdir.

Tarihçileri hatta bizzat yahudilerin kendilerince kabul edilen bir hakikat vardır: Musa (a.s.)'m yazdırıp o zamanın tabutuna koydurduğu Tevrat, Amali-kalıların İsrailoğulları'nı yendiği bir hengamede kayboldu. Yahut, Süleyman (a.s.)'dan önceki Buhtunnassar o tabutu açtığı zaman, içinde ilk krallar bölü­mündeki on emri içine alan iki levhadan başka bir şey bulamadı. Esaretten sonra Tevrat'ı, geriye kalan İbranice metinlerle birlikte Keldan harfleriyle ya­zan, Azra'dır. Eleştirmenlerce -nitekim Britanika Ansiklopedisinde- öyle zikro-lunmaktadır. Azra efsanesi, tamamen ravilerce uydurulmuş bir şeydir.

Hristiyanlar şöyle der: Mesih, Allah'ın oğludur. İlk nesiller, bu "oğul" keli­mesini, hakiki manasında değil, mecazî manada kullanıyorlar ve bununla onun, Allah katında şerefli ve sevgili olduğunu ifade etmek istiyorlardı. Sonra, Hind putperestliğinden etkilenerek oğulla, hakiki manasını kasdettiler. Al­lah'ın oğluyla, Allah'ı ve Ruhu'l-Kudüs'ü anlar oldular. Bu üç unsur, birbirine girdi ve gerçekten birmiş gibi kabul edildi. Bunu ilk olarak, miladî 325'te topla­nan İznik konseyi ilân etti. Baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten ibaret bu üç varlık için -ki bunlar ilâhlıkta birleşmişlerdir- Teslis kelimesi kullanılır oldu. İnciller İsa (a.s.)'m vefatından sonraki 1-3. yüzyıllar arasında değişen zaman içinde ya­zıldı. İsa (a.s.)'a inen İncil'in aslı kaybolduğundan, onlar da Roma putperestli­ğinden etkilenmiştir.

Yahudi ve Hristiyanlar, dinlerinin doğru olan köküne bağlı olmadıkların­dan, ellerinde bulunan Tevrat ve İnciller, bilginleri tarafından ortaya konmuş uydurma şeyler olduğu için Cenabı Hak: "Bu, onların ağızlarında dolaşan söz­lerdir" ayetiyle onları yalanlamaktadır. Yani onların iddia ettikleri şeylerde hiçbir dayanakları yoktur, onlar onların uydurmasından başka bir şey değildir. Nitekim bu hususu Cenab-ı Hak, başka bir ayetinde şöyle dile getirir: "Allah evlât edindi diyenlere maruz kalacakları kötü akıbetleri haber vermek için... Ne onların, ne atalarının buna dair hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne büyük! Onlar yalandan başkasını söylemezler" (Kehf, 17/4-5).

"Daha evvel kâfirlerin söyledikleri söze benzer". Bunlar da, onlar gibi sa­pıklığa düşmüşlerdi. Onlar, putperest Hint, Çin ve Japon Brahman ve Budist-leri, eski İranlılar, Mısırlılar, Yunan ve Romalılardı. Arap müşrikleri de, melek­lerin Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı.

"Allah onları kahretsin." Nasıl da Allah'ın bir olduğu, ortağı bulunmadığı gerçeğinden bâtıl şirke dönüyorlar. Mesih ve Uzeyr, mahluk ve Allah'ın kulları­dır. Yiyen, içen, yorulan ve üzülen mahlukun, yaratıcı yapılması akla uygun değildir. Nitekim Cenab-ı Hak da şöyle buyurur: "Meryem'in oğlu Mesih de ra-sûlden başka bir şey değildir. Ondan evvel resuller gelip geçmiştir. Onun anası ise tasdik eden bir kadındır. İkisi de yemek yerlerdi" (Mâide, 5/75); "O, ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur. Ve onu İsrailoğullarına bir misal kıldık" (Zuhruf, 43/59); "Mesih, Allah'a kul olmaktan asla çekinmez..." (Nisa, 4/172).

Sonra Allahü Teâlâ kendilerinden önceki kâfirlere benzeme yönünü açık­layarak: "Onlar âlimlerini Rabler edindiler" buyuruyor. Yani, yahudi ve Hristi-yanlar, içlerindeki din büyüklerini, Allah'tan başka rabler edindiler. Hüküm koyma hakkı onlarındı. Onlar haramı helâl, helâli haram kılıyorlar, kendileri de Allah'ın hükmünü bırakarak onların dediklerine göre amel ediyorlardı.

Yahudiler, Tevrat'ın hükümlerine, büyüklerinin meşru kıldığı şeyleri ekle­diler. Hristiyanlar, Tevrat'ın hükümlerini değiştirdiler, ibadet ve muamelelerde yeni başka şeyler ortaya koydular.

Adiy b. Hatim'in müslüman oluş kıssası, bunu açıklığa kavuşturur. İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Cerir et-Taberî'nin Adiy b. Hatim (r.a.)dan rivayetine göre, o, kendisine Resulullah (s.a.)'in daveti ulaştığında, Şam'a kaçtı. Cahiliyye döneminde Hristiyanlaşmıştı. Kız kardeşi ve kavminden bir grup insan esir düştü. Rasûlulullah (s.a.) kızkardeşine iyilik etti, onu geri verdi. Kızkardeşi, erkek kardeşine giderek onu İslâm'a ve Resulullah (s.a.)'e gelmeye teşvik etti. Adiyy, Medine'ye geldi. O, Tay kavminin lideriydi. Babası Hatem et-Taî cömert-liğiyle meşhurdu. Herkes onun gelişinden bahsetti. Boynuna gümüş bir haçla Resulullah (s.a.)'in huzuruna girdi. Resulullah (s.a.): "Onlar Allah'ı bırakıp alimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler" ayetini okuyor­du. Adiy, Peygamber (s.a.)'e: "Onlar onlara tapmadılar ki" dedi. Resulullah (s.a.): "Evet, fakat onlar onlara helâli haram, haramı helâl kıldılar. Onlar da, onlara tabi oldular. Bu onların, onlara ibadeti oldu" buyurdu. Resulullah (s.a.), sözlerine devamla: "Ey Adiy! Ne dersin? Allahü Ekber demek, sana zarar verir mi? Allah'tan daha büyük bir şey biliyor musun? Sana ne zararı var? La ilahe illallah denilmesi sana zarar verir mi? Allah'tan başka bir ilâh biliyor musun?" dedi.

Sonra onu, İslâm'a davet etti. O da müslüman oldu ve kelime-i şehadet ge­tirdi. Adiy der ki: Resulullah (s.a.)'in yüzünü sevinçli bir halde gördüm. Sonra şöyle dedi: "Şüphesiz Yahudiler gazap olunmuş bir millet, Hristiyanlar da dala­lete sapmış bir milletdir." Sonra Allahü Teâlâ, o baştakilerin dinlerini terketti-ğini açıklayarak: "Halbuki onlar da, tek ilâh olan Allah'a ibadet etmelerinden başka bir şeyle emrolunmamışlardı" buyurdu. Halbuki onlar, Musa ve İsa'nın diliyle, tek bir ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O, onlara dinin hüküm­lerini meşru kılan Allah'tır. O, onların ve her şeyin Rabbidir. O, öyle bir varlık­tır ki, bir şeyi haram kıldığı zaman, o haram olur. Neyi helâl kılarsa, o da he­lâldir. Neyi meşru kılarsa, uyulur; neye hükmederse uygulanır.

"Ondan başka hiçbir ilâh yoktur". Aklen ve şer"an Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hak Teâlâ ortağı, benzeri, yardımcısı, zıddı, çoluk çocuğu olmaktan münezzehtir. Ondan başka hiçbir ilâh ve hiçbir Rab yoktur. -

Fakat, müşriklerden ve Kitap Ehli'nden kâfir olanlar, Allah'ın peygamberi Muhammed (s.a.) ile gönderdiği İslâm nurunu, hak ışığını, hidâyet lambasını söndürmek, dolayısıyla bütün insanları sapıklığa düşürmek istiyorlar.

Allahü Teâlâ ise, dinini tesbitle, korumakla, onu kemale erdirmekle ta­mamlamak ister. Kâfirler onu, ilk çıkışı sırasında istemedikleri gibi, tamam­landıktan sonra da istemeseler bile. Kâfir: Bir şeyi örten gizleyen demektir. Ya­hudiler, insanlar içinde müminlere karşı en fazla düşmanlık besleyenlerdir.

Hristiyan Rumlar, müslümanlara karşı düşmanlığa başladılar. Sonra, doğu İslâm dünyasında Avrupalılarla düşmanlıklarına devam ettiler. Sonra müslü­manlara karşı en yüksek düzeyde düşmanlığı temsil eden Haçlı savaşları geldi. Halâ sömürge siyaseti ve misyonerlik faaliyetleri de, müslümanları dinlerinden ayırmak ve uzaklaştırmak için çeşitli propaganda vasıtaları ve her yerdeki müs­lümanlara karşı alman tavırlarla korkunç plan ve projelerini devam ettiriyor.

İslâm nuru, Allah'ın, Rasûlünü gönderdiği hidâyet ve hak dindir. Onu hiç­bir şey değiştiremez ve iptal edemez. Hûda (hidâyet): Peygamber (s.a.)'in getir­diği sadık haberler, sahih iman ve faydalı ilimdir. Hak din: Dünya ve ahirette faydalı olan sahih amellerdir.

Bundan maksat, müşrikler istemese de, Allahü Teâlâ'nın bu dini, bütün dinlere üstün kılmasıdır. Onlar küfürle vasıflandıktan sonra, bir de şirkle va­sıflandılar. Bu, onların peygamberleri inkâr yanında, bir de şirk koştuklarına işaret eder.

Allahü Teâlâ'nın vaadi ve yardımı gerçekleşti. Nitekim, Sahih'de, Resulul-lah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunur: "Şüphesiz Allah, bana yeryüzünü

doğusuyla batısıyla verdi. Ümmetim bana verilen o yerleri alacak..."

İmam Ahmed b. Hanbel, Mikdad b. Esved'den rivayet eder: Resulullah (s.a.)'in şöyle dediğini duydum: 'Yeryüzünde îslâm kelimesinin girmediği ev, yerleşim yeri kalmayacak. O, aziz olanı aziz kılacak, zelil olanı da zelil edecek. Allah'ın aziz kıldığı kimseler, azizlerden olacak, zelil kıldıkları da, ona boyun eğip itaat edecekler..."

Yine Ahmed'in Müsned'inde Adiy b. Hatem'den rivayet olunmuştur: Resu­lullah (s.a.)'in şöyle dediğini duydum: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah bu dini elbette tamamlayacak. Öyle ki, mahfe içindeki kadın Hire'den çıkıp hiç kimsenin emanı olmadan Kabe'yi tavaf edeck. Kisra b. Hür­müz'ün hazineleri elbette fetholunacak. Kisra b. Hürmüz mü? dedim. Evet, Kis­ra b. Hürmüz, dedi. Kabul eden kimse kalmayıncaya kadar mal verilecek." [103]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, yahudi ve Hristiyanların pek çoğunun müşrik olduklarını ortaya koyuyor. Çünkü onlar: "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyen Arap müşrikleri gi­bi, kendilerinden önceki kâfirleri taklid ederek, Allah'a oğul nisbet ettiler. Ya­hudilerin bunu inkâr etmelerinin hiçbir önemi yok. Çünkü Allah'ın dediği en doğrusudur. Olur ki bu görüş, onların arasında yayılır da, o yanlış kanaatları sona erer.

Allahü Teâlâ: "Bu, onların ağızlarında dolaşan sözleridir" ayetiyle onları yalanlamaktadır. Yani o, bâtıl, ağızdan ileri gitmeyen bir sözdür.

"Allah onları kahretsin..." İbni Abbas, Kur'an'da geçen ve böyle Allah laf­zıyla kullanılan "kati" kelimesinin lanet manasında kullanıldığını söylemiştir.

Sonra Allahü Teâlâ onları, başka bir çeşit şirkle vasıflandırıyor: "Onlar Al­lah'ı bırakıp alimlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i Rabler edindiler." Mü-fessirlerden çoğu şöyle der: Ayette geçen "rabler"den amaç, kendilerine ilâh olarak inanılan varlıklar değildir. Tevrat, İncil ve ilahî kitaplar tek bir ilâha ibadet etme­lerini, ondan başka hiçbir ilâh olmadığını, onun emir, teklif ve kanun koymada or­tağı olmaktan münezzeh olduğunu, secde ve ibadet edilmeye, ta'zim ve hürmet gösterilmeye lâyık olduğunu söylediği halde, onlar bunun yerine, bilginlerinin emir ve yasaklarına uyarak, adeta onları Rabler edindiler, manasınadır.

Sonra Allahü Teâlâ, yahudi ve Hristiyan ileri gelenlerinin yaptıkları çirkin işlerin bir üçüncü çeşidini haber veriyor. Bu da onların, Muhammed (s.a.)'in davetini iptal etmeye, şeriatının sahihliğinin delillerini ve dininin kuvvetini gizlemeye çalışmalarıdır.

Nurdan amaç, Peygamberliğinin şahinliğine işaret eden delillerdir. Bu de­liller şunlardır:

1- Hz. Peygamberin elinde görünen mucizeler.

2- Ümmî olmakla beraber Muhammed (s.a.)'in dilinden çıkan Kur'ân-ı Ke­rîm.

3- Hz. Peygamber'ın getirdiği şeriatın, Allah'a tazim ve O'na övgüyü, O'na itaati, nefsi dünya sevgisinden, hırsından uzaklaştırmayı ve ahiret saadetine teşviği içine alması.

4-  Şeriatının hiçbir kusurunun olmaması. Onda, Allah'tan başkasına ve insan hayatının yararından başka bir şeye davet olmaması [104]

Sonra Allahü Teâlâ, Muhammed (s.a.)'e yardım ve kuvvetini artıracağını, derecesini yükselteceğini vadederek: "Allah kendi nurunu kendisi tamamla­maktan başka bir şeye razı değildir. Kâfirler hoş görmeseler de..."  buyuruyor.

Allahü Teâlâ, onların İslâm davetini iptal hususundaki hüsrana uğrayışla-rını açıkladıktan sonra, emrini nasıl tamamlayacağını açıklıyor: "O, Rasûlünü hidâyetle, hak din ile, o dini bütün dinlere galip kılmak için gönderendir."

Bu son ayet, Muhammed (s.a.)'in getirdiği dinin, birçok delillerle ve muci­zelerle seçkinleştiğine, doğruyu ve iyiyi içine alan hak din olduğuna, hikmete uygun ve dünya ahiret yararına olduğuna, bütün dinlere üstün geleceğine, ilmî ve aklî tartışmalar önünde ondan başka hiçbir dinin duramayacağına işaret eder. Zaman geçtikçe tarih, bu vaadlerin açıkça gerçekleştiğine; insanî ya da il­mî her sahada derinleşmiş büyük ilim adamlarının, İslâm'ın, inanç ve insan hayatını ıslaha yeterli olduğuna inandıklarına şahit oluyor. İslâm, geçmişte bü­tün dinlere üstün geldi. Yahudi ve Hristiyanlar, Arap Yarımadası'ndan kovulup uzaklaştırıldılar. Şam diyarında ve başka yerlerde müslümanlar, Hristiyanlara galip geldiler, Türk ve Hind ülkelerinin çoğunda mecûsîleri ve puta tapanları yendiler.

Kısacası ayetler, yahudilere ve Hristiyanlara ait, Allah'a oğul nisbet et­mek, Allah'a itaati bırakarak lider durumundaki kimselere itaat etmek, İslâm davetini boşa çıkarmaya ve hakkın sesini susturmaya çalışmak gibi birtakım kötü durumları içine alıyor. [105]

 

Yahudi Ve Hıristiyan Alimlerinin İnsanlara Davranışları

 

34- Ey iman edenler! Şüphesiz  haham­lardan ve rahiblerden birçoğu haksız­lıkla insanların mallarını yerler ve Al­lah'ın yolundan (dininden, O'nu tanı­yıp ibadet etmekten)   alıkoyarlar. Al­tın ve gümüşü yığarak biriktirip de, onları Allah yolunda infak etmeyenler var ya, işte onlara acıklı bir azabı müj­dele.

35-  O gün bunlar, üzerlerinde yakıla­cak cehennem ateşinin içinde kızdırı­lacak, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak. "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıkları­nız. Artık istiflediğiniz şeyleri tadın."

 

Belagat:

 

"Yerler": Cenab-ı Hak, bir malı ele geçirmeyi, bir benzetmeyle yemek deyi­miyle anlatıyor. Çünkü mal toplamaktan en büyük amaç, yemektir. [106]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Haham": Bu şekilde çevirdiğimiz "ahbâr" kelimesi, Yahudi alimleri anla­mına gelir.

"Rahib": Bu şekilde çevirdiğimiz "Ruhban" kelimesi, Hristiyan abidler ma-nasmdadır.

"İstiflediğiniz şeyleri tadın": Acısını çekin. [107]

 

Nüzul Sebebi

 

Vahidî'ye göre: "Ey iman edenler! Şüphesiz hahamlardan ve rahiblerden bir çoğu..." ayeti, Kitap Ehli içinden halktan rüşvet alan din bilginleri ve ra­hipler hakkında nazil olmuştur.[108]

"Altın ve gümüşü yığarak biriktirip de, onları Allah yolunda infak etme­yenler..."  ayetinin nüzulüyle ilgili olarak Buharî, Zeyd b. Vehb'den şu rivayeti yapar: Rebeze'ye (Medine'ye yakın bir yer) uğramıştım. Birden Ebû Zerle kar­şılaştım. Ona, buralara nerden düştün diye sordum. "Şam'daydım, "Altın ve gü­müşü yığarak biriktirip de, onları Allah yolunda infak etmeyenler" ayeti hak­kında Muaviye ile ihtilafa düştüm. Muaviye, Kitap Ehli hakkında nazil olduğu­nu söyledi. Ben, hem onlar, hem de bizim hakkımızda nazil olduğunu söyledim. Aramızda, böyle bir tartışma oldu. O beni, Osman (r.a.)'a şikâyet eden bir mek­tup yazdı. Osman (r.a.) da bana, Medine'ye gel, diye haber gönderdi. Bunun üzerine ben, Medine'ye geldim. İnsanlar beni hiç görmemişler gibi etrafımda toplandı. Bunu Osman'a söyledim. İstersen buralarda bir yere yerleş, dedi. Ar­kasından da: İşte beni buralara getiren sebep budur. Başıma bir Habeşî'yi de emir tayin etseler, söz dinler, itaat ederim, dedi...

Müfessirler de ihtilaf etmişlerdir: Bazılarına göre o, özellikle Kitap Ehli hakkındadır. Süddî, kıble ehli hakkındadır, Dahhak, o Kitap Ehli ve müslü-manlar hakkında geneldir, demişlerdir. [109] En sahih olan da Dahhak'ın görüşü­dür. [110]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, yahudi ve Hristiyan liderlerinin, kendilerinin insanlara ka­nun koyma hakları olduğu iddiasıyla kibirlenip büyüklendiklerini ve rablik id­diasında bulunduklarını söyledikten sonra, bu ayette de, insanları hakir göre­rek mallarını almaya karşı büyük bir hırs duyduklarını açıklamıştır. Gerçek­ten de onlar, bâtıl yollarla insanların mallarını almaya can atıyorlardı. İslâmi-yete de maddî menfaatlarmın kaybolacağı korkusuyla karşı çıkıyorlardı. Dini, dünyalık kazanmak için bir basamak olarak kullanıyorlardı.

Yine Allahü Teâlâ onları çok cimrilikle, sandıklarda mal biriktirme, malla­rı üzerine terettüp eden şeyleri vermekten sakınmakla vasıflandırıyor. Mal bi­riktirip yığma, Allah yolunda sarfetmemeyle ilgili bu tehdit, sadece onları de­ğil, müslümanları da içine alır. Allahü Teâlâ onların bâtıl yollarla insanların mallarını almaya can attıklarını ifade ettikten sonra, ardından malından ge­rekli hakkı vermekten kaçınanları tehdit ediyor. [111]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler, yahudi alimlerinin ve Hristiyan rahiplerinin durumunu ve kö­tü hallerini açıklamaktadır. Böylece Kitap Ehli'nin onların içyüzünü bilmeleri, onlara uymak ve güvenmekteki hatalarını anlamaları istenmektedir. Müslü­manlar da onların inat ve küfür üzere kalmalarının sebebini bileceklerdi. O halde ayetlerden maksat, onların sözlerine ve hallerine benzemekten korkut­maktır.

Ey Allah'a ve Rasûlüne inananlar! Bilin ki, yahudi ve hristiyan din adam­larından çoğu, serî bir hak olarak değil, bâtıl yollarla insanların mallarını alıyorlar. Bu hüküm, hakikati ifade etmek ve az da olsalar, onlardan iyi olanlara insafdan dolayı, hepsine değil, çoğuna nisbet olundu.

Onların bâtıl yollarla mal almalarının örnekleri çoktur: Kazaî hükümlerde rüşvet kabul etmeleri, kendilerine haram kılındığı halde faiz almaları, hediye, adak, peygamber ve salih kimselerin kabirlerine tahsis olunan vakıfları alma­ları, orta çağda, Ortodoks ve Katoliklerin günahkârları Allah'a affettirmek için dua ve şefaat karşılığında para almaları, kralları, emirleri ve egemen kimseleri memnun etmek maksadıyla para karşılığında haramı helâl, helâli haram kılan fetvalar vermeleri gibi. Nitekim, yahudiler hakkında Cenab-ı Hak şöyle buyu­rur: Allah'ı, O'na lâyık olacak şekilde hakkıyla takdir edemediler. Çünkü: "Al­lah insana hiçbir şey indirmedi" dediler. De ki: "İnsanlar için bir nur ve hidâyet olarak Musa'ya gelen kitabı kim indirdi? Siz onu parça parça kağıtlar haline koyup gösteriyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz. Ne sizin, ne de babalarınızın bilmediğiniz şeylerin size öğretildiği kitabı kim indirdi"? "Allah" de" (En'am, 6/91).

Onların bâtıl yollarla mal almalarının örneklerinden biri de, yahudilerin kendilerine düşman olan herkesin, hıyanet ve hırsızlıkla da olsa, mallarını al­malarıdır: "Kitap Ehli'nden öylesi vardır ki yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına dikilmeden onu sana ödemez. Bu onların: "Ümmiler hakkında bize bir sorumlu­luk yoktur" demelerindendir. Onlar bildikleri halde, Allah'a karşı yalan söylü­yorlar" (Âl-i İmran, 3/75).

Sonra Cenab-ı Hak, yahudi ve Hristiyan din büyüklerinin çirkin hallerin­den bir başka türü zikrediyor: İnsanları Allah yolundan alıkoymak. Yani onlar, haram yemekle beraber, insanları ya İslâm dinini yalanlamak, ibadet, inanç ve muameleyle ilgili hüküm ve prensiplerinde şüphe uyandırmakla, ya da Pey­gamber (s.a.)'e, Kur'an-ı Kerim'e ta'n etmek suretiyle Hakka uymaktan alıkoyarlar.

Bundan anlaşılıyor ki, insanların dünyada arzuladıkları şey -mal ve mev­ki- yahudi ve Hristiyan din adamlarının kalbini çelmiş, bâtıl yollarla malları almışlar, insanları sahih bir şekilde Allah'ı bilmekten, doğru bir şekilde ona ibadetten alıkoymuşlar, dinî durumlarını ve maddî kazançlarını korumak için Muhammed (s.a.)'e uymaktan men etmişlerdir.

Sonra Allah, onları başka bir sıfatla -aşırı cimrilik ve mallarındaki Al­lah'ın haklarını vermemekle- vasıflandırarak: "Altın ve gümüşü yığarak birikti­rip de onları Allah yolunda infak etmeyenler" buyurur. Yani, mal biriktirip onu evlerinde toplayanlar, ondan zekât gibi şer'an vacip olan hakları çıkarmayan­lar, Allah yolunda harcamayanlar cehennem ateşinde çok acıklı azabı hak ederler. Bu tehdit, yahudi ve Hristiyan din adamlarına yönelik olduğu gibi, müslümanlara da yöneliktir. Harcamadan amaç, vacib olan harcamadır. Çün­kü: "Onları acıklı bir azabla müjdele" sözünden, bu kasdolunmakt»dır. Çünkü azabı, vacibi terkeden için olur.

Kenz (toplanıp saklanan mal), ancak zekâtı verilmediği zaman haram olur. İmam-ı Malik, kenz hakkında İbni Ömer'den şunu rivayet eder: Kenz, ze­kâtı verilmeyen maldır... Sevrî, Şafiî ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet et­tiklerine, zekâtı verilen şey, yedi kat yerin altında olsa da kenz değildir. Ancak zahirî mallardan olup da, zekâtı verilmeyen mal, kenzdir. Bu, Ömer, İbni Ab-bas, Cabir, Ebû Hureyre'den mevkuf ve merfu olarak rivayet edilir.

- İbni Ebî Şeybe, Ebû Davud ve Hakim, İbni Abbas'tan şöyle tahric ederler: "Altın ve gümüşü yığarak biriktirip de onları Allah yolunda infak etmeyenler..." ayeti nazil olduğu zaman, bu müslümanlara ağır geldi. Hiç birimiz, kendinden sonra çoluk çocuğuna mal bırakmamazlık edemez, dediler. Hz. Ömer, bu sıkın­tılı hali görünce: Sizi bu sıkıntıdan kurtaracağım, sizi ferahlatacağım, dedi ve oradan ayrıldı. Kendisini Sevban takip etti. Peygamber (s.a.)'e geldi. Ey Al­lah'ın Peygamberi! Şurası bir gerçek ki, bu ayet ashabına ağır geldi, dedi. Bu­nun üzerine Resulullah (s.a.): "Allah zekâtı, zekâttan geriye kalan mallarını gü­zelleştirmek için farz kıldı" buyurdu. Bunun üzerine Ömer (r.a.) tekbir getirdi. Sonra Peygamber (s.a.) ona: "Sana daha hayırlı hazineyi haber vereyim mi? O, hayırlı bir kadındır ki, kocası ona baktığı zaman, onu mesrur eder, ona emretti­ği zaman kendisine itaat eder, ondan ayrı kaldığı zaman onu korur" buyurdu.

Altın ve gümüşe tamah etmemeyi öven ve onları yığmayı yeren birçok ha­disler vardır. Onlardan birisi, Abdurrazzak'ın Ali (r.a.)dan: "Altın ve gümüş yı­ğarak biriktirip de Allah yolunda infak etmeyenler" ayeti hakkında rivayet et­tiği hadisdir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah, altın ve gümüşü he­lak etsin..." Sahabe: "Peki ya Resulullah (s.a.)! Hangi malı edinelim?" deyince: "Zikreden bir dil, şükreden bir kalb, dininde kendisine yardım eden bir hanım" buyurdu.

Sonra Allahü Teâlâ, hazine sahiplerine uygulanan azap çeşidinden haber vermektedir: Toplayıp biriktirdikleri malların, cehennemde tutuşturulup alın­larının, böğürlerinin ve sırtlarının yakılması. Özellikle bu organların zikredil­mesi; onların servet temin etmek için insanlara yüzleriyle yöneldikleri, fakirle­re bir şey vermemek için de asık surat gösterdikleri, aldıkları nimetlerden yan­ları ve sırtları üzere yatarak yararlandıkları için, demir aletle yüzü dağlamak çok meşhur ve çok kötü, sırtı ve böğrü dağlamak daha elem verici olduğu için­dir. Melekler tarafından onlara: "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıklarınız, artık o istifçilik ettiğiniz şeylerin vebalini tadın" denir. Bu, bugünkü müslü-manların afeti... Çünkü onlar, çok çok mal toplayıp onlardan bir kısmını olsun, Allah yolunda, ümmet ve müslüman toplum yararına sarfetmiyorlar.

Müslim, Sahih'inde Ebû Hureyre'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Malının zekâtını vermeyen kimse için, kıyamet gününde ateşten levhalar hazırlanmıştır. Elli bin yıl o levhalar üzerinde böğrü, alnı ve sırtı dağ­lanır, insanlar arasında hüküm verilince ona da yol görünür. Ya cennete gider ya da cehenneme."

Buharî ve Müslim, Ebû Hureyre'den rivayet ederler: Ebû Hureyre dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah kendisine mal verdiği halde o malın zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen mal, sahibi için ol­dukça yağlı erkek bir yılan suretine konulur. Bunun iki gözü üstünde (vahşet alameti olarak) iki nokta vardır. Bu azgın yılan, kıyamet gününde mal sahibi­nin boynuna gerdanlık yapılır. Sonra yılan (ağzı ile) sahibinin çenesini iki tara­fından yakalar. Sonra: Ben senin (dünyada çok sevdiğin) malınım, ben senin hazinenim der. (Yine Ebû Hüreyre demiştir ki:) Bundan sonra Resulü Ekrem, şu mealdeki ayeti okudu. "Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına bir halka olacaktır" (Âl-i İmran, 3/180). [112]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler üç hükmü içine almaktadır:

1- Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek ve Allah yolundan, yani in­sanları, her türlü hile ve aldatmacayla Peygamber (s.a.)'e, hayırlı alim ve in­sanlara tabi olmaktan alıkoymak haramdır.

2- Allah yolunda harcamadan mal biriktirmek, hazine, yani zekâtı veril­meyen mal sahibi olmak haramdır.

3- Mal biriktirip hazine sahibi olan bu gibi kimseler, ahirette cehennem ateşinde şiddetli cezayı hak edecektir.

Birinci hüküm, Yahudi ve Hristiyan din bilginleriyle, onların dışındaki kimseler için geneldir. Bunlar, din sömürüsü yaparlar ve kendilerinin Allah'a yakın kimseler olduklarını iddia ederler. Halbuki onlar, insanların mal topla­maya en hırslıları ve en isteklileri, en cimrileridir. Hem mal, hem de makam sevgisi tutkunlarıdırlar.

İkinci hükme gelince: Sahih olan görüşe göre bununla, Kitap Ehli ve müslümanlar kasdolunmaktadır. Çünkü sadece Kitap Ehli amaçlansaydı, başında "ellezine" ism-i mevsulü olmaksızın "yeknizûne" denirdi. Halbuki Yüce Allah "vellezine yeknizûne" demiştir. Ebû Zer ve daha başkaları bu görüştedir. Bu gö­rüşe göre ayette kâfirlerin, şeriatın füruuyla muhatap olduklarına delil vardır.

Diğer iki görüş zayıftır. Onlardan birincisi, Muaviye'den naklolunan ayet­ten Kitap Ehli'nin kasdolunduğu görüşü, ikincisi Süddî'nin bununla zekât ver­meyen müslümanların kasdolunduğu görüşü...

İbni Huveyzmendad şöyle der: Ayet, nakit paranın zekâtından bahsediyor. O da dört şartla vacib olur: Hürriyet, İslâm, Havi (bir sene geçmiş olmak) ve borcunun dışında nisab mikdarma sahip olmak. Nisab mikdarı, ikiyüz dirhem gümüş, yahut yirmi dinar altındır. [113] Yahut biri diğerine tamamlanır. Bundan % 2,5, ondan % 2,5 verilir.[114] Hürriyet şarttır. Çünkü köle, tam manasıyla mülk sahibi değildir. Müslümanlık şarttır. Çünkü zekât, malı temizlemektir. Kâfir ise, temizlemeye ehil değildir. Yıl geçmiş olması şarttır. Çünkü Peygam­ber (s.a.) Darekutnî'nin Enes b. Malik'ten rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmuştur: "Üzerinden yıl geçmeyen malda zekât yoktur." Nisab şarttır. Çünkü Peygamber (s.a.), Ebû Davud'un Ali'den rivayet ettiği hadisinde: "200 dirhem­den az malda zekât yoktur. 20 dinardan az malda zekât yoktur" buyurmuşlar­dır. Nisab mikdarı, yıl sonu itibariyledir. Çünkü ulemanın ittifakıyla kâr asıl hükmündedir, onda da zekat vardır.

Sahih olan görüş, adı geçen sahabe topluluğundan naklolunan görüştür. Zekâtı verilen şey, kenz değildir. Ancak zekâtı verilmeyen şey kenzdir. Ali (r.a.)'dan naklolunan: "Dört bin ve azı nafakadır, daha çoğu -zekâtı verilse de-kenzdir" rivayeti, doğru olamaz. Çünkü bu garib bir haberdir.

Ebû Zer'den naklolunan: "Kenz: İhtiyaçtan fazla olan şeydir" sözü, kendi­ne has bir görüştür. Bu, çok ihtiyaç bulunduğu, hazinede muhtaçlara yetecek ölçüde para bulunmadığı zamanda olabilir. Zinet eşyasının zekâtına gelince, cumhur bunu gerekli görmemiştir. Çünkü onda nema maksadı yoktur. Ama kenz maksadı olmaması ve insanlar arasında bilinen miktarı -Şafiî'nin zikret­tiği gibi bu miktar 1 kg. kadar olan miktardır- aşmaması gibi şartları vardır. Ebû Hanife ve arkadaşlarıyla Sevrî ve Evzaî ise, altın ve gümüşte zekâtın va­cip olduğunu ifade eden lâfızların geneliyle amel ederek -süs eşyası olup olma­masına bakmadan- zekâtı vacip görürler. Razî: Bizce de en sahih olan ve ayetin zahirine uygun düşen görüş de budur, der.

Üçüncü hüküm, yani istifçinin acıklı bir azabla azab edilmesi ise Müs­lim'in rivayet ettiği hadiste Peygamber(s.a) bunu: "İstifçileri, sırtlarına vurula­cak ve böğürlerinden çıkacak bir dağ (demir aletle cildi dağlama) ve enselerin­den girip alınlarından çıkacak bir dağ ile müjdele" buyurarak azabla açıkla­mıştır.

Sonra ayet, istifçilik yapıp da Allah yolunda harcamama konusunda tehdit etmektedir. Allah yolunda harcamamak, örfen çok olduğu için, tehdit özellikle ona yöneltilmiştir. Fakat sahih olan, istifçilik niteliğinin çok olmasıdır. Anlaşıl­dığı gibi, istifçilik sıfatı taşıyan mal, zekâtı verilmeyen maldır. Malının zekâtı­nı veren kimse, istifçi sayılmaz. Maliki mezhebinde istifçilik yapmayan, fakat Allah yolunda vacib olan infakta bulunmayan kimse istifçi sayılır. Allah yolun­da harcamak için hazırlandığı takdirde, ihtiyaçtan fazlası istifçilik değildir.

"O gün bunlar, üzerlerinde yakılacak cehennem ateşinin içinde kızdırıla­cak" sözüyle, müslüman ve kâfir istifçinin, malın özelliğini, yani Allah yolunda harcamayı yerine getirmemesi sebebiyle kötü cezaya maruz kalacağını haber vermektedir. Eğer istifçilik yapan kâfir olursa, bu onun cezalarından birisi olur. Eğer mümin olursa, affedilmediği takdirde -affedilmesi mümkündür- bu, ona ceza olarak yeter.

Ayet ve hadiste azab, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir. Bir halde mal, bir yılan, bir halde ateşten levhalar, bir halde atılan taşlar şeklinde. Cisim bir ol­duğu halde, sıfatları değişik. Malın benzetildiği çok zehirli yılan bir cisim, mal başka bir cisim. Özellikle yılanın zikrolunması, insanların ikinci düşmanı ol­masındandır. Hadiste geçen Şüca' yılanı, yılan çeşitlerindendir ki, kuyruğu üstüne dikilerek, binittekine ve yayaya atılıp sıçrayan, bazan binittekine yetişen ve çöllerde olan erkek yılandır.

Dindar kimse için evla olan -her ne kadar şeriatın zahirine göre men olun­masa da- fazla mal toplamamasıdır. Çünkü bu, takvaya daha yakın olan yol­dur. Zira mal çoğaltmak, hırsa sebep olur. Hırs da, ruhu, nefsi ve kalbi yorar. Bunun kişiye zararı da çoktur. Mal kazanmak, çok meşakkatlidir. Elde ettikten sonra onu korumak ise, daha zordur. Çünkü mal çokluğu, mevki ve makam, az­gınlık ve taşkınlık doğurur. Nitekim Cenabı Hak, zekâtı malı noksanlaştırmak için farz kıldı. Eğer onu çoğaltmak bir fazilet olsaydı, şeriat onu noksanlaştır­mak istemezdi. Sağ elin (veren elin) hayırlı olması da bu manayadır. Çünkü o, malı noksanlaştınr. [115]

 

Allah'ın Hükmünde Ayların Sayısı Bütün Müşriklerle Savaş, Nesi'in Haram Oluşu

 

36-  Gerçekten ayların sayısı, Allah ya­nında, ta gökleri ve yeri yarattığı gün­deki yazısına göre, on ikidir. Onlardan dördü haram olanlardır. İşte en doğru din budur. O halde bu aylarda nefisle­rinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşır­larsa siz de onlarla topluca savaşın. Bi­lin ki Allah, sakınanlarla beraberdir.

37- Geciktirmek ancak küfürde bir art­madır. Kâfirler onunla saptırılır. Onlar bunu, bir yıl helâl, bir yıl haram sayar­lar ki, Allah'ın haram saydığına sayıca uysunlar da, Allah'ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar. Bu suretle de on­ların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Gerçekten ayların sayısı" Yani yılı oluşturan ayların sayısı "...on ikidir."

"Onlardan dördü haram olanlardır." Bunlar da Zülka'de, Zülhicce, Muhar­rem ve Receb'dir. Hurum kelimesi saygı göstermek manasmdaki hürmet kö­künden haram kelimesinin çoğuludur.

"İşte en doğru din budur." En doğru ve üzerinde tartışma olmayan hesap budur.

"Bu aylarda" bu haram aylarda... "nefislerinize zulmetmeyin." Bu haram aylarda günahlar işleyerek nefislerinize zulmetmeyin. Çünkü o aylarda işlenen günahlar, en büyük günahlardır.

"Geciktirmek" Bir ayın haramlığım diğerine aktarmak. Nitekim Araplar cahiliyye döneminde savaş halindelerken, Muharrem'in haramlığım Safer'e er­teliyorlardı, "ancak küfürde bir artmadır": Allah'ın hükmünü inkârda artma­dır.

"Allah'ın haram saydığına" Güya dörtten ne fazla, ne de eksik yapıyorlar.

Fakat hangi ayı haram, hangi ayı helâl kıldıklarına bakmıyorlar "sayıca uy­sunlar diye": Bir ayı helâl kılıp onun yerine bir ayı haram kılmakla... [116]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir et-Taberî'nin Ebû Malik'ten tahric ettiğine göre, Araplar yılı on üç aya bölüyorlardı. Muharremi Safer yapıyor, onda haram olan şeyleri helâl sayıyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Geciktirmek, ancak küfürde bir art­madır" ayetini indirdi. [117]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler, müşriklerin çirkin işlerini Allah'ın hükümlerini değiştirme gay­retlerini dile getiriyor. Bu, Allah'ın hükümlerini değiştiren yahudi ve Hristi-yanların işlerinin aynısıdır. Allah yahudi ve Hristiyanlarm hükmüne -onlarla savaş ve muameleye- değindikten sonra, müşriklerin hükümlerine değiniyor. Dolayısıyla müşriklerle yahudiler ve Hristiyanlar arasında, savaş sebepleri ve savaşın gerekliliği konusunda benzerlik vardır. [118]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hak, yılın aylarından haber vererek, bunların Allahü Teâlâ'nm il­minde, hükmünde, yazgısında, ayın dönme nizamında, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündenberi, bugünkü bilinen tarzdaki gibi oniki olduğunu bildiriyor. Aylarla, kamerî aylar kasdedilmektedir. Kamerî aylarla hesap kolaydır. Bunda, ayın görülmesine itimad olunur.

"Yazısına göre" sözünden murad, O'nun yazısında, nizamında, dünya dü­zenindeki ilâhî kanunlara uygun hükmünde, demektir. "Levh-i Mahfuzda" de­mek olduğu da söylenmiştir.

"Gökleri ve yeri yarattığı gündeki" sözüyle murad, göklerin ve yerin yara­tılışının tamamlandığı vakit, yaratma ve vâr etme günlerinden altı gündür.

"Onlardan dördü haram..." Üçü birbiri peşisıra: Zilkade, Zilhicce ve Mu­harrem, biri de tek: Receb. Bu aylar kendilerine hürmet edilip saygı gösterile­cek, diğer aylardan daha ayrıcalıklı aylardır. Bu aylarda işlenen masiyete daha şiddetli ceza, itaata daha büyük sevab vardır. Dilediği bazı zamanları ve yerleri üstün kılmak Allah'ın hakkıdır.

Belde-i haramı diğer yerlerden, cuma, arefe ve zilhiccenin onuncu gününü diğer günlerden, ramazan ayını ve hac aylarını diğer aylardan üstün kılmıştır. Nitekim Allahü Teâlâ: "Her kim o aylarında haccı (kendine) farz ederse, artık kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah işlemek, kavga etmek yoktur" (Bakara, 2/197) buyurur. Yine Cenab-ı Hak, bazı geceleri -Kadir gecesi gibi- ve bazı şahısları -peygamberlikle- mümtaz kılmıştır.

Bu dört ayda savaş, Hz. İbrahim ve İsmail'in diliyle haram kılındı. Arap­lar da bu anlayış üzere devam ettiler. Sonra bunların haramlığı kaldırıldı. Ata el-Horasanî'den şöyle dediği naklolunmuştur: Haram aylarda savaş helâl kılın­dı: "Allah'tan ve Rasûlü'nden bir ültimatomdur" (Tevbe, 9/1).

Sünnet, haram ayların haramlığını ve doğru zamanlarını açıklamıştır. İmam Ahmed ve Buharî, tefsir bölümünde Ebû Bekre'den naklederler: Pey­gamber (s.a.) Veda Haccı'nda bir konuşma yaparak şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun! Zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri sürüp geliyor. Yıl on iki aydır. Dördü haram aylardır. Üçü birbiri peşi sıra olmak üzere: Zülkade, Zülhicce ve Muharrem, biri de Şabanla Cumade'1-ahir arasındaki Receb'dir. Yani aylar aslı üzeredir. Hac Zülhicce'de yapılır, cahiliyyede olduğu gibi tehir etmek yoktur. Veda haccı Zülhicce'ye uygun düşmüştü. Ebû Bekir'in ondan ön­ceki haccı ise Zülkade'de olmuştu.[119]

Sonra Resulullah (s.a.) konuşmasına devam ederek: "Bugün hangi gün­dür?" buyurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedik. Sustu. Ona isminden başka bir isim verecek zannettik. "Yevmü'n-Nahr değil mi?" buyurdu. Evet, de­dik. "Bu, hangi aydır?" diye sordu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedik. Sus­tu. Ona başka bir isim verecek sandık. "Zülhicce değil mi?" buyurdu. Evet de­dik. "Bu belde hangi beldedir?" diye sordu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" de­dik. Sustu, ona başka bir isim verecek zannettik. "Bu belde değil mi buyurdu. Evet, dedik. "Şüphesiz sizin kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da, bu gününü­zün, bu ayınızın ve bu şehrinizin mukaddesliği gibi mukaddestir" buyurdu.

"Rabbinize kavuşacak, o da amellerinizden soracak. Sizi uyarıyorum, bun­dan sonra birbirlerinin boyunlarını vuran sapıklar haline gelmeyin. Tebliğ et­tim mi? Burada bulunan, burada bulunmayana tebliğ etsin. Kendisine tebliğ edilen, duyduklarından bazısını tebliğ edenden daha iyi anlayabilir, kavrayabi­lir..." buyurdu.

Sonra Allahü Teâlâ: "İşte en doğru din budur" buyurdu. Yani dört ayın ha­ram kılınması, dosdoğru dindir. İbrahim ve İsmail'in dinidir, içinde eğrilik bu­lunmayan hükümdür. Dolayısıyla meselâ Muharrem'in haramlığını Safer'e nakletmek caiz değildir. Nitekim cahiliye döneminde bazı ayları öne, bazılarını geriye alıyorlardı.

Araplar bu haram aylan mukaddes bilip, o aylarda savaşmadılar. Hatta bir adam babasının, ya da kardeşinin katiline rastlasa, ona bir şey yapmıyor­du. Bu aylarda savaş yapılmadığı için, onlara Receb dendi. Nihayet tehir ve de­ğişiklik yapılmaya başlandı. Cahiliyye arapları, bu aylara hürmeti ihlâl etti.

"O halde bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin", yani haram aylarda, onla­rın haramlığını helâl kılmakla nefislerinize zulmetmeyin. Çünkü onları büyük kılan Allah'tır. Nesi' (cahiliyyede Muharrem ayının hürmetini Safer ayına erte­leme işi) yapmaktan, haccı bir aydan başka bir aya nakletmekten, dolayısıyla Allah'ın hükmünü değiştirmekten sakının.

Bu aylarda yapılanlara daha büyük sevap ve ceza verilmesi sebebiyle, bü­tün masiyetlerden nehiy murad olunmaktadır: "Hac, bilinen aylardır. İşte kim o aylarda (kendine) haccı farz ederse, artık hacda kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah işlemek, kavga etmek yoktur" (Bakara, 2/197).

Bu işler, her ne kadar bu ayların dışında da haram olsa da, Allahu Teâlâ bu aylarda yapılmamasını -ayların şerefini ziyadeleştirmek için- pekiştirerek ifade etmiştir.

Sonra Allahü Teâlâ, müşriklerle savaş hükmünü her zamanki genel şekliy­le açıklayarak: "Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın" buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, bütün aylarda, hatta haram aylarda bile müşriklerle savaş mubahtır. Nitekim Ata el-Horasa-nî'nin daha önce geçen sözü de bunu açıklayıcı mahiyettedir: Haram aylarda sa­vaş helâl kılındı: "Allah'tan ve Rasûlünden bir ültimatomdur" (Tevbe, 9/1).

Bu ayet, müminlere haram ayda -kendilerinden bir kötülük ve çirkinlik görüldüğü zaman- müşriklerle savaşa izin veriyor. Nitekim şu ayetler de bunu destekler: "Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır" (Bakara, 2/194); "Onlar Mescid-i Haram yanında, orada sizinle savaşıncaya kadar, siz de orada kendileriyle savaşmayın. Eğer sizinle savaşırlarsa, siz de onlarla sava­şın" (Bakara, 2/191).

Peygamber (s.a.), Şevval ayında, Taifi kuşattı ve bu haram ay Zülkade gir­dikten bir gün sonrasına kadar devam etti.

Bakara sûresinin, haram aylarda savaşı haram kılan 194 ve 217'nci ayet-leriyle, Mâide sûresinin ikinci ayeti, Bakara sûresinden iki yıl sonra nazil oldu­ğu için, Tevbe sûresi ayetleriyle mensuhtur.

Haram aylarda, savaşın mubah olduğu görüşü şer'an itimat olunan görüş­tür.

"Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa" sözü, daha öncesiyle ilgisi olmayan munkatı cümle olup, yeni bir hüküm bildiren cümledir. Müşriklerle savaşa teşvik etmektedir. O zaman mana şöyle olur: Sizinle savaş­tıkları zaman, savaş için onlar nasıl toplanıp bir araya geliyorlarsa, siz de on­larla savaştığınız zaman toplanıp bir araya gelin. Onlarla, onların yaptığı gibi savaşın...

Sonra Allahü Teâlâ yardımıyla, müminleri rahatlatmak üzere: "Bilin ki Allah, sakınanlarla beraberdir" buyuruyor. Allahü Teâlâ emrine muhalefet et­mekten sakınan velî, muttaki kullarının yardımcısı ve destekçisidir. Yaptıkları savaş ve benzeri işlerde, yardımıyla onların yanındadır.

Sonra Allahü Teâlâ müşriklerin, savaşı ve büyük eleştiriyi hak edişlerinin sebebini, Allah'ın şeriatında kendi fasid görüşleriyle hareket etmeleri, kendi arzularıyla Allah'ın hükümlerini değiştirmeleri, Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram kılmaları şeklinde açıklıyor. Bu, zamanla oynamaları, şemsî yıla denk olması için kamerî yıla gün eklemek yoluna başvurmaları, ha­ram aylarda tehir yapmalarıdır. Çünkü, onlara savaşı terketmek ve üst üste üç ay saldırılar yapmak zor geliyordu.

Kamerî yılı tamamlama: Bu, şemsî yıla denk olması için, kamerî yıldaki noksanlığı tamamlamaktır. Bunun için her üç yılda bir ay ilâve ediyorlardı. Çünkü kamerî yıl, şemsî yıldan yaklaşık 11 gün noksan olur. Zira kamerî yıl 354 366/1000 gündür. Arabî aylar mevsimden mevsime değişir. O yüzden nok­sanlığı her üç yılda bir ay ilâve etmekle tamamlıyorlardı. Bu suretle yılı kame-rî-şemsî ve hac vaktini kendi menfaatlarma ve ticaretlerine uygun belirli bir zamanda yapmış oluyorlardı. Hac için geldikleri zaman, ticaret için de gelmiş oluyorlardı. Bazan vakit, ticaretlerine uygun düşmüyor, bu suretle ticaret dü­zenleri bozuluyordu. Çünkü, hac bazan kışın, bazan da yazın oluyor, dolayısıy­la bu, araplara zor geliyordu. Böylece, hac için belirli bir vakit seçip belirledi­ler. Diğer milletlerle ticarî ilişkileri muntazam yapabilmek için kamerî yılı, şemsî yıl gibi tesbit ettiler. Fakat diğer muamelelerinde ve Hz. İbrahim'le İs­mail'den gelen ibadetlerinde kamerî yıla göre hareket ettiler.

Kebs'i [120], şemsî yılı kullanan yahudilerden ve Hristiyanlardan öğrendiler. Şemsi yıl 365 1/4 gündür. Her dört senede bir, bu küsurattan bir gün oluşarak yıl 366 gün olur. Her 120 senede tam bir ay artış getirir ve yıl 13 ay olur. Buna kebise denir. Bugün bu, dört yılda bir şubat ayının sonuna bir gün eklenerek uygulanıyor.

Ayları ertelemek, bir ayın mukaddesliğini, mukaddeslik bulunmayan baş­ka bir aya ertelemektir. Bu, kamerî yıla göre, ibadet ve ticaret yapmanın onla­ra zor gelmesindendi. Şöyle ki: Hacları bir defasında kışın, bir defasında yazın oluyor, yaz haclarında ticarî kazançları az oluyordu. Bir de ardarda üç ay sa­vaşmamak, baskın yapmamak onlara zor geliyordu. Kamerî yılı bırakıp şemsî yılı aldılar. Şemsî yılın kamerî yıldan fazlalığı sebebiyle, açıklandığı gibi, kebs yoluna gittiler. Allah'ın haram kıldığı haram ayların sayısının dört olması için -tabii bu gerçekte değil, ismen böyle- Muharrem ayının haramlığını safer ayına aldılar. Haccı bir aydan başka bir aya naklettiler. Bir savaşta oldukları ve me­selâ Recep ayı da girdiği zaman, ona Ramazan adını, Ramazana da Recep adını veririz derlerdi.

Bu şundan ileri geliyordu: Ayın, aylık devri 29 gün 12 saat 44 dakika 2,8 saniye idi. Bu suretle ay yılı, güneş yılından daha az oluyordu.

Bu erteleme işini ilk yapan, Naim b. Sa'lebe el-Kinanî'dir.

Ondan sonra bu işi, Kalmes denilen Kinaneli bir ihtiyar yapıyordu: O, Mi-na günlerinde Hacıların toplandığı yerde: "Ben problemlerinizi çözerim" dedi. "Doğrusun, o halde bizim için Muharrem'in kudsiyetini erteleyip, Safer'i mu­kaddes kıl" dediler. O da, onlara Muharrem'i helâl, Safer'i haram kıldı. Ertesi yıl o, aynı sözünü söyledi: "Biz, Safer'i haram kıldık, Muharrem'i erteledik." Sonra, Muharrem ayından başkasını tehir ediyorlardı. Bu suretle, bütün ayla­rın hakikatlan değişiyordu. Nihayet, bilinen haram ayların haramlığa tahsisi­ni reddettiler. Sadece sayı ile yetinerek, yılın dört ayını haram kıldılar.

Onun için Allahü Teâlâ, onların kamerî aylardaki bu tasarrufunu ve oyna­malarını kötüleyerek: "Geciktirmek, ancak küfürde bir artmadır..." buyurdu. Yani, bir ayın haramlığını diğerine tehir etmek, haram ve helâlin konumunu değiştirmek onların şirk ve putperestlik temeli üzerine dayalı küfürlerini artır­ma, İbrahim'in dinini kötü yorumlama suretiyle değiştirmedir. Çünkü her ma-siyet işleyişinde kâfirin küfrü artar.

"Kâfirler, onunla saptırılır." Yani, bu erteleme, kâfirleri, eskisinden daha fazla sapıklığa düşürür. Ayetteki "saptırılır" anlamına gelen "yudallu" kelime­si, dad harfinin kesriyle malum kalıpta okunursa, mana şöyle olur: Allah onla­rı sapıklığa düşürür de, onlar tehir olunan ayı bir yıl helâl, bir yıl haram kılar­lar.

"Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar..." Sayı itibariyle, dört haram aya uysunlar diye.

"Allah'ın haram kıldığını helâl kılmış olsunlar." Yani, bu uygunlukla, bu haram ayı geciktirmek suretiyle, Allah'ın haram kıldığı savaşı helâl kılarlar.

"Bu suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gös­terildi." Yani, şeytan onlara kötü amellerini güzel gösterdiği için onlar, kötü olanı güzel ve bâtıl şüphelerini doğru zannettiler.

"Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez." Yani, kötülükleri seçen sapık kavmi hikmete, hayra, doğruya, şer"î hükümlerden hikmeti anlamaya muvaffak buyurmaz. Onları rüsvay eder. Merhametli davranmaz. Çünkü dün­ya ve ahirette saadeti sağlayan hidayet, iman ve salih amelin eserlerindendir. Nitekim Cenabı Hak da şöyle buyurur: "İman edip de salih amel işleyenleri ise, Rableri imanları sebebiyle hidayete erdirir" (Yunus, 10/9). [121]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet şu hükümlere işaret etmektedir:

1- Allahü Teâlâ'nm ilminde, hükmünde, levh-i mahfuzda kamerî aylarında sayısı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri 12'dir. Çünkü Allahü Te­âlâ, gökleri ve yeri ilahî konumuna ve üstün nizamına uygun olarak yarattığı zaman, bu ayları da yarattı ve tertip ettiği sıra üzere isim verdi. Bunu, kitapla­rıyla peygamberlerine bildirdi. Hükmü, olduğu hal üzere bakidir. Müşriklerin, onların isimlerini değiştirmesi, onun sırasını değiştirmez.

Bundan amaç, Allahü Teâlâ'nm emrine uymak, cahiliyye insanlarının ay­ların isimlerini sona veya öne almak ve hükümleri bu yaptıkları düzenlemeye göre yapmak şeklindeki davranışlarını reddetmektir.

2-  Şeriatımız, oruç, hac gibi ibadetlerde, şemsî, İbranî, Kıptî takvimlere göre değil, araplarm da bildiği kamerî yıla göre -on iki aya ilâve yapılmaksızın-hareket edilmesini gerekli görmektedir. Bunun delili, içinde dört tanesinin -Zülkade, Zülhicce, Muharrem, Receb- haram olduğunu bildiren ayetidir. Çünkü haram aylar, kamerî aylardandır.

Resulullah (s.a.), Receb'den bahsederken de: "O, Cemaziyelahir ile Şaban arasında olan aydır" buyurmuştur. Şeriatımızın, kamerî yıl kullanılmasını va-cib kıldığının bir delili de şu ayettir: "Güneşi ışık, ay'ı nur yapan, yılların sayı­sını ve hesabını bilmeniz için ona menziller tayin eden O'dur" (Yunus, 10/5). Ayetten de anlaşılacağı gibi Cenab-ı Hak, ayları ve hesabı bilmek için aya men­ziller takdir etti. Bu da ancak, ayın dönüşünü esas almakla olur.

Bir başka delil de şu ayettir: "Sana yeni doğan ayları soruyorlar: De ki: Onlar, insanlar için vakit ölçüleridir" (Bakara, 2/189). Bu, oruç, zekât, hac, bayramlar, muameleler ve hükümlerde kamerî yıla itibar olunmasına işaret eder.

3- İslâm, hak, doğru ve düzgün dindir. Çünkü Cenab-ı Hak: "İşte en doğru din budur" buyuruyor. Ayette geçen "din-i kayyim" in doğru hesap, tam sayı, kaza, hak manalarına geldiği de söylenmiştir.

4- Bütün yıl günah ve masiyet işlemekle nefse zulmün haram oluşu: İbni Abbas'a göre: "O halde bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin"   ayetindeki "bu aylarda" sözüyle, yılın bütün ayları kasdolunmaktadır. Alimlerin çoğunluğuna göreyse, özellikle haram aylar kasdolunmaktadır. Çünkü "Bu aylarda" ifadesi, böyle bir anlama daha yakındır. Şu ayet de, bu aylardan maksadın, haram ay­lar olduğuna işaret eder: "Artık hacda, kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah işlemek, kavga etmek yoktur" (Bakara, 2/197). Bu, onun kudsiyetini yü­celtmek, üstünlüğünü pekiştirmektir. Şüphesiz bu günlerin dışında zulüm caiz değildir. Bütün günlerde, bütün aylarda ve bütün yıllarda zulüm haramdır. Yü­ce Allah'ın bir şeye dikkat çekmesi, saygınlığını artırmak içindir. Bu yüzden, o zaman yapılan kötü davranışa ceza katlanarak verildiği gibi, iyi davranışa da sevabı katlanarak verilir.

Denilmiştir ki: Zulümden amaç, o aylarda savaşı mubah kılmaktır. Bu da Katâde, Ata el-Horasanî, Zühri, Süfyanü's-Sevrî'nin dediği gibi, bütün aylarda, savaşın mubah kılınmasıyla nesholunmuştur. Doğru ve güvenilir görüş de bu­dur. Çünkü Peygamber (s.a.), Hevazin'le Huneyn'de, Sakifle de Taifde savaş­mış onları Şevvalde ve Zülkade'nin başlarında kuşatma altına almıştır. Haram ayın kudsiyetinin büyüklüğünden dolayı Şafiî, bir şahsı hata sonucu öldüren kimse hakkında, diyetini ağır öder demiştir: Haram ayda, beled-i haramda zi-rahme karşı işlenen insan öldürme ve yaralama suçlarında diyet ağır ödetilir. Evzaî ise şöyle demiştir: Haram ayda öldürme fiilinin diyet -bize ulaştığına gö­re- cezası sert verilir, haremde ise 1: 1/3 diyet ödettirilir.

Mâlik, Ebû Hanife ve arkadaşları, İbni Ebî Leyla ise şöyle demişlerdir: Hıll [122] de, Harem de, haram ayda, haram olmayan ayda da aynıdır.

Kurtubî, sahih olan da budur, der. Çünkü Peygamber (s.a.) diyetleri açık­lamış, onlarda haremde, haram ayda işlenen suçların diyetinin farklı olduğu konusunda bir şey söylememiştir. Haram ve haram olmayan ayda, hata sonucu adam öldüren kimsenin keffaretinin aynı olduğu hususunda icma vardır. Kıyas da, diyetin böyle olmasıdır.

5- Haram ayların kudsiyetine tazim: Cenab-ı Hak dört ayı özellikle belirt­miş ve şerefinden dolayı -her ne kadar her zaman yasaksa da- o aylarda zulüm­den nehyederek: "Artık hacda kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah iş­lemek, kavga etmek yoktur"   (Bakara, 2/197) buyurmuştur. Bu, müfessirlerin pek çoğunun görüşüdür. Yani dört ayda, nefislerinize zulmetmeyin. İbn Ab-bas'm ise şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Bu aylarda nefislerinize zulmetme­yin" ayeti, "oniki ayda" anlamına gelir.

6- Bütün müşriklerle savaş emri: İbnü'l-Arabî şöyle der: Onları her yön­den ve her durumda kuşatarak savaşın, demektir. Bu, savaşta gevşekliği, yu­muşaklığı yasaklamaktadır.[123] Bu, onlarla savaşa aynısıyla muameleye, saf ve söz birliğine teşvik etmektir.

Bazı bilginler ise şöyle der: Bu ayet, savaşın, farz-ı ayın olduğunu ifade eder. Bu, daha sonra nesholundu ve savaş farz-ı kifâye kılındı.

Bu görüş, hakikatten uzaktır. Çünkü Peygamber (s.a.) ümmetin hepsinin savaşa gitmesini şart görmedi. Savaş kısa bir süre, farz-ı ayn olduktan sonra, farz-ı kifaye olarak karar kıldı. Bu ayet, Kurtubî'nin dediği gibi, onlarla sava­şa, onlara karşı bir araya gelmeye, söz birliği etmeye teşviktir. Sonra Cenabı Hak, ayeti şu sözle kayıtladı: "Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın." Öyleyse bize onlarla topluca savaşmak farz kılın­mıştır. [124]

Bu ayet, müşriklere karşı kapsamlı savaşa değil, müminlerin birleşmesini ve müşriklerle savaşırken aynı cephede olunması gerektiğine işaret etmekte­dir. Bu, müslümanları karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmaya, birbirlerinden ilgiyi kesmemeye -nitekim müşrikler müslümanlarla savaşırlarken tek bir cep­he olup birbirleriyle yardımlaşma içindedirler- teşviktir.

7- Ertelemenin haram oluşu: Bir ayın mukaddesliğini ve vaktini başka bir aya ertelemenin haram olması. Bu, gerçeklere terstir ve ilahî kanunlarla oyna­mak demektir. İbadet vakitlerini değiştirir. Aynı zamanda o, müşriklerin küf­rünü artırmadır. Müşrikler öyle kimselerdir ki, yaratıcının varlığını inkâr ede­rek: "Rahman neymiş?" (Furkan, 25/60) derler. Tekrar dirilmeyi inkâr ederek: "Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek!"  (Yâ-Sîn, 36/78) derler. Peygamberleri inkâr ederek: "Bizden bir insana, ona mı tabi olacağız!" (Kamer, 54/24) derler. Helâl ve haram kılmanın kendilerine ait olduğunu zanneder de kendi istek ve arzularına uyarak, Allah'ın haram kıldıklarını helâl, helâl kıldıklarını da ha­ram kılarlar. Kâfirleri sapıklığa düşürürler, haram kılmada sadece sayıyı ko­rurlar. "Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar..."   Bir ayı, yalnızca haram aylar dört olsun diye helâl veya haram kabul ederler. Bütün bunları, şeytanın kendilerine güzel göstermesi sonucu yaparlar.

Bu ertelemeden amaç, iki dünyevî yarara yönelikti: Birincisi hac vaktini ticarî kazançlarına elverişli bir zamana denk getirmekti. Hac vakti, bazan ya­za, bazan kışa geldiğinde ticarî kazançları aksıyordu. İkincisi de, kendi istek ve arzularına, çıkarlarına uygun olarak savaşlar düzenlemekti.

Ertelemede şemsî yıla rağbet ediyorlardı. Çünkü onlar kamerî yılı, kebise yoluyla şemsî yıla uydurdular. Bu da bazı yıllan 13 ay yapmaya ve haccı kendi­ne tahsis edilen kamerî ayların dışına nakletmeye sebep oldu. [125]

 

Cihada Teşvik, Onu Terkten Sakındırma Hicret Esnasında Görülen Hira Mucizesi

 

38- Ey iman edenler! Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik savaşa çıkın" dendiği zaman, yere çakılıp kaldınız? Ahirete karşılık dünya hayatına mı ra­zı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası, ahirete göre pek azdır.

39- Eğer siz elbirlik çıkmazsanız, Allah sizi çok acıklı bir azabla azablandırır. Yerinize başka bir kavmi getirir. Siz ona hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her şeye kadirdir.

40- Eğer, siz yardım etmezseniz, Allah ona kafirler onu çıkardıkları zaman yardım etmişti. O vakit o, ikinin ikinci­si olan onlar mağaradayken-arkadaşı-na: "Tasalanma! Allah, hiç şüphesiz, bi­zimle beraberdir" diyordu. Allah onun üzerine sekinetini indirmiş, onu gör­mediğiniz ordularla desteklemiş, kâfir­lerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan, an­cak Allah'ın sözüdür. Allah, mutlak galipdir, yegane hüküm sahibidir.

 

Belagat:

 

"Size ne oldu ki.." Bu ayette geçen "mâ" edatı yadırgama, kınama, ya da azarlama içindir.

"Ahirete karşılık dünya hayatına mı razı oldunuz?" Burada "hazf yoluyla icaz vardır. Ahiret saadetine karşılık, dünya saadetine mi razı oldunuz? de­mektir.

"Fakat dünya hayatının faydası, ahirete göre pek azdır": "Dünya" kelimesi yerine zamir de kullanılabilirdi. Ancak "dünya" kelimesinin kullanılması, ahi­rete nisbetle dünyanın daha aşağı olduğunu göstermek içindir. [126]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Size ne oldu ki: Elbirlik" çabuk ve gayretle "savaşa çıkın dendiğinde" ol­duğunuz "yere çakılıp kaldınız." ağır davranıp cihaddan yan çizdiniz, üşendi­niz.

"Eğer siz "ona peygamber(s.a)'e" yardım etmezseniz Allah ona, kâfirler onu çıkardıkları zaman" onu çıkmaya zorladıkları, öldürmek, hapsetmek, nefyet­mek istedikleri zaman "yardım etmişti. O vakit ikinin ikincisinden ibaretti." Diğeri de Ebû Bekir'di. Mana şöyle olur: Allah ona, o halde yardım etti. Diğer hallerde de onu rezil rüsvay etmeyecek.

"O zaman onlar mağarada": Sevr Dağı mağarasında "iken arkadaşına şöyle diyordu": Hz. Peygamber, müşriklerin ayaklarmı görünce: "Onlardan biri ayak­larının altına baksa, mutlaka bizi görür" diyen arkadaşına (Hz. Ebu Bekir'e), şöyle diyordu... "Tasalanma!" Burada, hüzünlenmekten sakındırmak, nefs mü-cahedesi ve onu teslim olmamaya alıştırmak amacı güdülmektedir. "Allah bizim­le beraberdir." Şüphesiz Allah yardım ve desteğiyle bizim yanımızdadır.

"Allah onun üzerine" Hz. Peygamber (s.a.)'e. "O" zamirinin Hz. Ebu Be­kir'e işaret ettiği de söylenmiştir, "sekinetini" kalbi tatmin edip huzurlu kılacak şeyi "indirmiş görmediğiniz ordularla" mağarada ve savaş yerlerinde "onu des­teklemiş, kâfirlerin sözünü" şirk ve küfür iddialarını "alçaltmıştı." yenik düşür­müştü.

"Yüce olan" üstün ve galip olan "Allah'ın sözüdür." Allah'ın birliğini göste­ren tevhid kelimesidir. [127]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir, Mücahid'den tahric etmiştir: Mekke'nin fethi ve Huneyn gaza­sından sonra meyvelerin olgunlaşıp güzelleştiği, gölgelerin arandığı bir zaman­da Tebük Gazvesine çıkılması emrolununca, bu, ashaba zor geldi. Bunun üzeri­ne Cenab-ı Hak: "Ey iman edenler! Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik sa­vaşa çıkın"denildiği zaman..." ayetini indirdi.

39. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak, İbni Ebî Hatim, Necde b. Nefi'den rivayet ediyor. İbni Abbas'tan: "Eğer siz elbirlik çıkmazsanız..." ayetini sordum. Şu cevabı verdi: Resulullah (s.a.) arap kabilelerini Tebük gazasına çağırdı. Gevşek davranmaları üzerine, Allah bu ayeti indirdi. Onlara yağmur yağdır­madı. Bu, onlar için azab oldu.

Özet olarak söylersek, bu ayetlerin, Mekke'nin fethinden bir yıl sonra, hic­rî 9'uncu yılda meydana gelen Tebük gazvesine peygamber tarafından yapılan çağrıya gevşek davrananları azarlama mahiyetinde indiği hususunda herhangi bir ihtilaf yoktur.

Araştırmacılar, halkın Rumlarla cihad için düzenlenen Tebük gazvesine çıkmakta gevşek davranmalarını şu sebeblere bağlarlar:

1- Kıtlık,

2- Mesafenin uzaklığı ve diğer gazalarda olduğu gibi, uzun bir hazırlık ya­pılmasına duyulan ihtiyaç.

3- O dönemde, Medine'de mahsullerin olgunlaşmış olması.

4- Aşırı sıcaklar.

5- Rum ordusundan korku.[128]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, müşrik, yahudi ve Hristiyan kâfirlerle savaş sebeplerini ve onlarla savaşmanın faydalarını: "Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle on­ları azablandırsın, onları rüsvay etsin. Size onlara karşı galibiyet versin" (Tevbe, 9/14) şeklinde açıkladıktan sonra, burada da Şam Araplarından Hris­tiyan Rumlar ve onlara uyanlarla Tebük'te savaşmayı gerektiren şeyleri zikre­diyor. Medine ile Şam arasındaki yolun ortasında bulunan Tebük, Medine'den 690 ve Şam'dan 692 km. uzaklıktadır. Bu gaza, Hz. Peygamber (s.a.)'in Hu-neyn ve Taif gazvelerinden dönüşünden sonra hicri 9. yılın Receb ayında mey­dana geldi.

Bu ayetler, Hz. Peygamber (s.a.)'in Tebük gazvesine çağrıda bulunduğu, -ki kıtlık ve yokluk vardı, hava çok sıcaktı, hurmaların toplanma zamanıydı-bunun halka zor geldiği bir zamanda nazil oldu. Allahü Teâlâ, dünya saadeti ve güzelliği için ahiret saadetini ve çok hayrı terketmenin -ki bu cahillik ve aptal­lıktır- doğru olmayacağını açıkladı.

Buradan sûrenin sonuna kadarki ayetler -son iki ayet müstesna- Tebük gazvesi ve onunla ilgili olarak münafıklar ve imanı zayıf kimselerin durumunu açıklama, müminlerin kalblerini ayrılık doğuran şeylerden temizleme hakkın­dadır. Ancak, Kur'an'ın metodu gereği, arada birtakım hükümler ve hikmetler de zikredilmiştir.

Gazanın sebebi; Rum, Lahm ve Cüzam gibi Hristiyanlaşmış arap kabilele­rinin 40.000 kişilik, büyük bir orduyla, Kubaz komutasında Medine'ye saldır­maya hazırlanmasıydı.

Peygamber (s.a.) müslümanları onlarla savaşa çağırdı; Hz. Osman, Şam'a bir ticaret kafilesi hazırlamıştı. Resulullah (s.a.)'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! İşte çu-luyla, semeriyle iki yüz deve ve ikiyüz okka gümüş" dedi. Resulullah (s.a.) bu­nun üzerine: "Bu günden sonra kaybetmedi..." buyurdu.

Resulullah (s.a.) savaşacak kimse bulamayınca, Medine'ye geri döndü. Çünkü Rumlar, savaş düşüncesinden vazgeçip geri çekilmiş, sının terketmiş-ti. Fakat bu gazanın araplar ve Rumlar nazarında, sanki Mekke'nin fethi gibi büyük bir manevî etkisi oldu. Zamanın en etkili olaylarından biriydi ve düş­mana oldukça tesir etti. Araplar, Rumlarla savaş etme korkusundan kurtul­du.

İşte Allahü Teâlâ Hz. Ebû Bekir ve Ömer zamanlarında müslümanlarm Şam'a gaza düzenlemeleri için arapların ruhlarında derin bir iz bırakan bu ga­za ile hazırlık yaptırdı. [129]

 

Açıklaması

 

Ey Allah'a ve peygamberine inananlar! Size ne oldu da, güvenilir peygam­ber: "Sizinle savaşmak ve size hücum etmek için hazırlanan Rumlarla savaş­mak, Allah yolunda cihad etmek için çıkın" dediği zaman, cihada karşı gevşek davrandınız? Sizi bundan alıkoyan sebep nedir? Ayette geçen: "Size ne oldu?" sorusu yadırgama ve uyarma içindir.

"Allah yolunda... çıkın" sözü, Allah yolunda cihada ve O'nun dinini yücelt­meye çağırıldığınız zaman, buna uyun demektir. "Yere çakılıp kaldınız", ağır davrandınız, tembellik ettiniz, rahata, meyvelerin güzelliğine ve gölgeliklerde oturmaya eğilim duydunuz. Bu ise, Allah yolunda ve Rasûlüne itaat uğrunda, mal ve can vermeye çağıran imanın şanından değildir: "Müminler, ancak Al­lah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mal­larıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir..." (Hucurat, 49/15).

Ahiret saadeti ve nimeti yerine dünya hayatının lezzetlerine mi razı oldu­nuz? Eğer siz böyle yaparsanız, az bir şey uğruna çok hayrı terketmiş sayılırsı­nız. Dünyada üzüntü ve kederle tattığınız nimet, sürekli ahiret nimetiyle kar­şılaştırıldığı zaman, önemsiz bir şeydir.

İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî, Benû Fihr'in erkek kardeşi Müstevrid'den şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.): "Ahirete göre dünya, sizden birinizin şu parmağını denize koyması gibi bir şeydir. Onun ne kadar suyla geri döndüğüne bir baksın" buyurdu ve şehadet parmağını gösterdi.

İbni Ebi Hatim, Ebû Hureyre'den rivayet eder: Resulullah (s.a.)'in şöyle dediğini duydum: "Şüphesiz Allah iyiliği iki bin iyilikle mükafatlandırır." Daha sonra Resulullah (s.a.) şu ayeti okudu: "Dünya hayatının faydası, ahirete göre pek azdır."

Ayet ve hadis, dünyadan yüz çevirmeyi, ahirete yönelmeyi ifade ediyor.

Sonra Allahü Teâlâ cihadı terkedenleri tehdit ederek: "Eğer siz elbirlik çık-mazsanız..." buyuruyor. Yani, eğer sizi çağırdığı şeye, Peygamber (s.a.) ile bir­likte çıkmazsanız, sizi helak , kıtlık ve düşmana yenilgi gibi şeylerle dünyada acıklı bir azabla azablandırır, sizin yerinize, peygamberine yardım edecek, di­nini ayakta tutacak bir kavim getirir. "Eğer yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir. Sonra da onlar sizin gibi olmazlar" (Muhammed, 47/38). Yani Allah onları helak eder, onların yerine onlardan daha hayırlı ve daha itaatli başka bir kavmi getirir. O, dinine yardım konusunda, onlara muh­taç değildir, onların ağır davranmaları, bunda hiçbir şekilde etkili olamaz. İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) bir arap kabilesini savaşa davet etti. Onlar üşenip gevşek davrandılar. Bunun üzerine Allah onlara yağmur yağdır­madı. Bu, onlar için azab oldu.

Cihaddan yüz çevirmek, gevşek davranmakla, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz; Çünkü O, kullarının üstünde kuvvet sahibidir. "O" zamirinin peygambere gittiği de söylenmiştir. O zaman mana: "Peygambere zarar vere­mezsiniz" olur. Çünkü Allah ona, insanların şerrinden koruyacağı ve yardım edeceği sözünü vermiştir. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçekleşir: "Şüphesiz sen, vaadinden dönmezsin" (Âl-i İmran, 3/194). "Allah vaadinden asla dönmez" (Hac, 22/47). "Allah, her şeye kadirdir": Yani, siz olmadan da düşmanlardan in­tikam almaya gücü yeter.

Sonra Allahü Teâlâ, ikinci defa cihada ve peygamberine yardıma teşvik ederek: "Eğer siz ona yardım etmezseniz..." buyuruyor. Yani eğer peygamberine yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder, destekler. O, ona kâfidir. Onu ko­rur. Nitekim müşrikler, onu öldürmek, hapsetmek, yahut bulunduğu şehirden çıkarmak istedikleri zaman, hicret yılında ona yardımı üstlendi. "Hani bir za­man o kâfirler seni tutup bağlamaları, seni öldürmeleri, yahut seni çıkarmaları için tuzak kuruyorlardı" (Enfal, 8/30).

O, beraberinde samimi dostu ve arkadaşı Hz. Ebu Bekir(r.a) bulunduğu halde onlardan korkarak çıktı. Peşinden kendilerini aramaya çıkanların geri dönmesi, sonra da Medine'ye ulaşmak için üç gün Sevr mağarasına sığındılar. Ebû Bekir (r.a.) müşrikleri görünce, Peygamber (s.a.)'e bir kötülük yapmaların­dan korktu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) arkadaşına: "Korkma, hüzünlen­me! Şüphesiz Allah, bizimle beraberdir. Bizi yardımıyla destekler, bizi korur" buyurdu.

Ahmed ve Şeyhayn, Enes'den rivayet ederler: Bana Ebû Bekir anlatarak dedi ki: Mağarada, Peygamber (s.a.)'le beraberdim. Müşriklerin izlerini gör­düm. Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer onlardan biri ayağını kaldırsa, bizi görür dedim. "Ey Ebû Bekir! Sen bizi iki mi zannediyorsun? Üçüncümüz Allah'tır" buyurdu. Ahmed'in rivayetinde: "Onlardan biri aşağıya baksa, ayaklarının altında bizi görür" şeklindedir.

"Allah onun üzerine sekinetini indirmiştir." Yani ona -iki görüşten en meş­huruna göre Peygamber (s.a.)'e- kalp huzurunu, destek ve yardımını indirdi. Di­ğer bir görüşe göre, Hz. Ebu Bekir'e... İbni Abbas ve daha başkaları bu görüşte­dir. Onlara göre, Resulullah (s.a.)'in sekineti zaten kaybolmadı. Ancak bu, o anki duruma has bir sekinetin yeniden meydana çıkmasına ters değildir. Sekinet: Kalbe verilen emniyettir. İbnü'l-Arabî, zamirin Ebû Bekir'e gitmesinin daha kuv­vetli olduğunu, çünkü Hz. Peygamber'e bir kötülük gelmesinden korkanın o ol­duğunu ve Allah'ın, peygamberinin emniyette olduğunu bildirerek onu teskin et­tiğini, böylece korkusunun dağıldığını, kalbinin sakinleştiğini, emniyet bulduğu­nu söyler. Razî de bu görüşü tercih eder. Çünkü zamirin zikrolunanlarm en yakı­nma gitmesi gerekir. Bu ayetle, zamire en yakın zikrolunan da Ebû Bekir'dir. Çünkü korku ve hüzün, Ebû Bekir için söz konusuydu. Peygamber için böyle bir şey yoktu. Peygamber korksaydı: "Korkma, Allah bizimle beraber" demezdi.

"Göremediğiniz ordularla desteklemiştir": Küfür ve şirkin tümünü mağ­lup, Allah'ın kelimesini -lâ ilahe illallah, yahut İslamî daveti- galip kılmıştır.

Allah, intikama muktedirdir. Kendisine sığınanla yarışılmaz. Sözlerinde ve iş­lerinde hikmet sahibidir. Her şeyi yerli yerine koyar. Nitekim peygamberine yardım etti, devleti yükseldi. Müşrikler hezimete uğradı, şirk devleti zelil oldu ve Allah dinini bütün dinlere üstün kıldı. "O, peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir. Çünkü onu bütün dinlere üstün kılacaktır. Müşrikler hoş gör-mese bile" (Saff, 61/9).

İbni Abbas şöyle demiştir: Ayette geçen "kâfirlerin sözü" ifadesi şirk, "Al­lah'ın sözü" ifadesi de, lâ ilahe illallah demektir. Sahihayn'da Ebû Musa el-Eş'arî'den şöyle rivayet olunur: Resulullah (s.a.)'e, birincisi kahramanlık gös­terisi için, ikincisi izzet-i nefsten dolayı ve üçüncüsü de gösteriş için savaşan üç kimseden hangisi Allah yolunda savaşmış olur diye sorulduğunda: "Al­lah'ın sözünün en yüksek olması için savaşan, Allah yolunda savaşıyor" bu­yurdu. [130]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, Mekke'nin fethinden bir yıl sonra, hicrî 9. yılda yapılan Tebük Gazvesine, Resulullah (s.a.)'le birlikte katılmaktan geri duran insanları uyar­mayı içeriyor.

Birinci ayet olan: "Allah yolunda elbirlik savaşa çıkın" ayeti, her halde cihadın vacip olduğuna işaret eder. Bu, sadece işin yapılmasını gerektiren emir değil, cezayı gerektiren, gevşek davranmayı kabul etmeyen bir emirdir. Çünkü Allahü Teâlâ onların cihada karşı gevşek davranmalarını, hoş görül­meyen bir şey kabul etmiştir. Eğer cihad vacip olmasaydı, bu gevşeklik hoş karşılanmayan bir şey olarak görülmezdi. Ondan sonra gelen: "Eğer siz elbir­lik çıkmazsanız..." ayetinde, ağır bir tehdit, cihadı terkedene acıklı bir azapla korkutma var. Bilindiği üzere azap veya ceza, vacibi terkeden için uygulanır. Dolayısıyla iki ayet, Allah'ın sözünü yükseltmek için cihada, savaşmak için kâfirlere karşı çıkmayı vacip kılıyor. Fakat, bu ikinci ayette ihtiyaç anında ve kâfirlerin kuvvetlerinin arttığı bir zamanda cihada çıkmanın vacip olduğu murad olunmaktadır, diyenler de olmuştur.

"Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik savaşa çıkın" denildiği zaman yere çakılıp kaldınız" sözü, her ne kadar bütün müminlere hitap ediyorsa da, asıl olarak hitap onların bir kısınmadır. Ancak bütüne hitap edilip bir kısmının kasdedilmesi, Kur'an'da ve Kur"an dışında meşhur bir mecaz türüdür.

Sonra bu ayetten anlaşılan, cihadın herkese farz olduğu keyfiyeti, cihadın farz-ı kifaye olduğuna işaret eden şeylerle nesholunmuştur. Ebû Davud, İbni Abbas'tan rivayet eder: "Eğer siz elbirlik çıkmazsanız, Allah sizi çok acıklı bir azabla azablandırır" ayetiyle, Tevbe sûresinin 120-121'nci ayetlerini, 122. aye­ti neshetmiştir. Dahhak, Hasan el-Basrî ve İkrime'nin görüşü de böyledir.

Muhakkikler ise, bu ayetin Resulullah (s.a.)'in cihad davetine katılmak is­temeyenler hakkında genel olduğunu ve bu takdirde nesh bulunmadığını söyle­mişlerdir.

"Eğer siz elbirlik çıkmazsanız..." ayeti, yine Allah'ın müminlere, Peygam­ber (s.a.) Tebük'ten döndükten sonraki uyarışıdır. Çünkü onun manası bildiği­miz gibi, ona yardımı terkederseniz, Allah ona kefildir. Çünkü Allah ona uyan­ların az olduğu yerlerde yardım etmiş ve düşmanına karşı galibiyetle ve izzetle üstün kılmıştır, demektir.

"O zaman arkadaşına: "Tasalanma! Allah hiç şüphesiz bizimle beraberdir" diyordu" ayeti, en kötü şartta ve korkulu anda, Peygamber (s.a.)'e arkadaşlık et­mesi ve ölümle karşı karşıya olması, sadık müminlerden olduğunu bildiği için Hz. Peygamber'in onu seçmesi -ki bu seçimin Allah'ın emriyle olduğu anlaşılıyor-ve ona ikinin ikincisi denmesi, Allah'ın da Hz. Ebûbekir'i Hz. Peygamber'in arka­daşı olarak vasıflandırması gibi sebeplerle, Hz. Ebu Bekir'in faziletini açıklıyor.

Leys b. Sa'd, diğer peygamberlere, Ebûbekir es-Sıddık gibisi arkadaşlık et­memiştir, demiştir.

Süfyan b. Uyeyne, bu ayetle Hz. Ebûbekir: "Eğer siz ona yardım etmezse­niz" ayetindeki itab'dan kurtuldu, demiştir.

"O vakit ikinin ikincisi..." sözünde, Peygamber (s.a.)'den sonra Hz. Ebûbe-kir"in halife olacağına işaret vardır. Çünkü halife ancak ikinci olan olur. Hz. Peygamberden sonra Hz. Ebûbekir'in halife olacağına zahiren işaret eden bir­çok sahih hadis vardır. İcma da bu yöndedir.

Buharî, İbni Ömer'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.) zamanında in­sanlar arasında tercih yapardık. Sırasıyla Ebûbekir'i, sonra Ömer'i, sonra Os­man'ı tercih ederdik.

Selef imamlarının büyük çoğunluğu, Osman (r.a.)'ı Ali (r.a.)'a üstün tutardı.

"Eğer siz ona yardım etmezseniz..." ayeti, aynı zamanda iki mucizeyi içine alır:

Birincisi, Allah'ın peygamberini meleklerden bir ordu ile desteklemesi: "Ona görmediğiniz ordularla kuvvet vermiş..."

İkincisi, Allah'ın peygamberini mağaradayken müşriklerin eziyetinden ko­ruması: "O ikisi mağaradayken Allah ona yardım etti."

Hicret kıssası ve mağara mucizesi kısaca şöyledir: Kureyş, müslümanların Medine'ye gittiklerini görünce, bunun son derece tehlikeli bir şey olduğunu söylediler ve Resulullah (s.a.)'i öldürmeye karar verdiler. Bütün gece, çıkınca öldürmek için Hz. Peygamber'in evinin kapısı önünde gecelediler. Resulullah (s.a.) de Ali b. Ebî Talib'e, yatağına yatıp uyumasını emretmiş [131] ve Kureyş'in kendisini görememeleri için Allah'a dua etmişti. Nitekim Allah onların gözleri­ni perdeledi. Resulullah evinden çıktığı zaman, onları uyku kaplamıştı. Başla­rına toprak attı ve gitti. Sabah olduğunda, karşılarına Hz. Ali çıktı. Onlara, ev­de kimsenin olmadığını söyledi. Resulullah (s.a.)'in kendilerinden kaçıp kurtul­duğunu anladılar.

Resulullah (s.a.) Ebû Bekir es-Sıddık ile, hicret için buluştular. Abdullah b. Erkat'ı -İbn Üraykıt da denir- kılavuz olarak aldılar. Kafir bir kimseydi, fa­kat kendisine güveniyorlardı. Yol kılavuzuydu, Medine'ye giderken kılavuzluk yapması için, onu kiraladılar.

Resulullah (s.a.) Hz. Ebû Bekir'in Cumahoğullan'ndaki evinin arka kapı­sından çıktı, Sevr dağındaki mağaraya doğru gittiler.

Ebû Bekir, oğlu Abdullah'tan halkın kendileri için ne söylediklerini dinle­mesini ve kölesi Amir b. Füheyre'den de koyununu otlatmasını, ihtiyaçları olan şeyi almasını ve gece kendilerine getirmesini emretti. Sonra gittiler, mağaraya girdiler.

Ebû Bekir'in kızı Esma onlara yemek ve Abdullah da haberler getiriyor, sonra Amir b. Füheyre koyun sürüsünü getiriyor, onların izini kaybettiriyordu. Kureyş peygamberi kaybedince, meşhur bir iz sürücü buldu. Bu adam iz süre­rek mağaraya kadar geldi ve izlerin burada kesildiğini söyledi. Fakat mağara­nın ağzına baktıklarında örümcek ağıyla kapanmış olduğunu gördüler [132] Bu manzara Peygamber (s.a.)'i öldürmelerine engel oldu. Nitekim onlar, örümcek ağını görünce, mağarada hiç kimsenin bulunmadığına kesin olarak inanarak geri döndüler. Peygamberi bulup geri getirene 100 deve ödül koydular. Haber ve Süraka b. Malik b. Cu'şum'un bu husustaki kıssası da meşhurdur.

Ebu'd-Derda ve Sevban (r.a.)'m hadisinden rivayet olunmuştur: Allahü Te-âlâ, bir güvercine emretti, o da örümceğin kurduğu ağ üzerine yumurtladı ve yumurtası üzerinde uyumaya başladı, kâfirler onu görünce mağaradan geri döndüler.

Buharî, Hz. Aişe'den rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) ve Ebû Bekir ed-Deyl oğullarından, usta bir kılavuz tuttular. Bu adam Kureyş kâfirlerinin dini üze­reydi. Binitlerini ona verdiler, onunla üç gece sonra Sevr mağarasında buluş­mak üzere sözleştiler. O, üç gece sonra, sabahleyin onlara binitlerini getirdi. Ayrıldılar, onlarla beraber Amir b. Füheyre ve ed-Deyl'li kılavuz da ayrıldı. Kı­lavuz o ikisini alıp sahil yolundan götürdü.

Mühelleb der ki: Burada, fıkhî bir mesele var: Eğer vefa ve mürüvveti bili­niyorsa, müşriklere sır ve mal emanet olunabilir. Nitekim Peygamber (s.a.) Mekke'den çıkarken sırrını ve iki deveyi bu müşriğe emanet etti. İbni Münzir: Buradan, müslümanlann, kâfirleri ücretle yol kılavuzu tutmalarının caiz oldu­ğu anlaşılıyor, demiştir.

"Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı" sözünde, Allahü Teâlâ'nm Bedir Günü şir­ki mağlup, rezil ve hakir kıldığına açıkça bir işaret vardır. "Allah'ın sözü", "La ilahe illallah" sözüdür.

Ayet, "Allah (mutlak) galibdir, yegane hüküm sahibidir" şeklinde bitiyor. Burada Allah'ın üstün kudretine ve yüksek hikmetine işaret eden bir açıklama vardır. Allah üstün ve galiptir, ancak doğru olanı yapar. [133]

 

Allah Yolunda Cihada Çıkmak

 

41" Sizler ağırlıklı ve ağırlıksız olarak  elbirlik çıkın ve Allah yolunda mallam- nızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bi- lırsenız bu, sızın için çok hayırlıdır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizler ağırlıklı ve ağırlıksız olarak" Kuvvetli zayıf, genç yaşlı, zorluk bolluk halinde, zengin fakir... Sonra bu emir, Tevbe sûresinin 91'nci ayetiyle zayıflar için hafifletildi: "Allah'a ve Rasulüne karşı samimi olmak şartıyla, zayıflara, hastalara, harcayacak bir şey bulamayanlara bir günah yoktur..." "çıkın": "Nefr", gerekli bir iş için bir yere çıkmak manasınadır. Burada ciha­da teşvik ve davet amaçlanmaktadır. Nesaî'nin Safvan b. Ümeyye'den riva­yet ettiği hadisteki, Resulullah (s.a.)'in sözü de bu kökten gelmektedir: "Size, cihad çağrısı yapıldığı zaman cihada çıkın". Cihada çıkan topluluğa "nefir" denir. [134]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir, Hadramî'den rivayet ediyor: Bazı insanlar, hasta ya da yaşlı ol­duğunu, onun için "günahkârım" demekle beraber, cihada gidemeyeceğini söy­lediği zaman Allahü Teâlâ: "Sizler ağırlıklı ve ağırlıksız olarak cihada çıkın..." ayetini indirdi.

İbni Cerir, Ebû Talha'dan rivayet etmiştir: (Hıfâfen ve Sikâlen)in manası, genç ve yaşlı, Allah hiç kimsenin özrünü dinlemez demektir. Sonra O (Ebû Talha), Şam'a gitti, savaştı ve öldürüldü.

Mücahid'den şöyle rivayet olunmuştur: Bazı insanlar, içimizde ağır hasta olan, muhtaç, mal sahibi, iş sahibi olan var dediler. Bunun üzerine Cenabı Hak, bu ayeti indirdi. Hiç kimseden -cihada gitme dışında- özür kabul etmedi: "Sizler cihada çıkın" buyurdu.

Kısacası, malı mülkü, işi olduğu için mazeret ileri süren kimseler hakkın­da indi. Allah ne olursa olsun, onlardan cihada gitmelerinden başka bir şey ka­bul etmedi. [135]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ, Tebük Gazvesi yılında Allah düşmanı Kitap Ehli'nden kâfir rumlarla savaş için, genel cihadı emretti ve müminlere her halde -isteseler de istemeseler de, zorda da bollukta da- onunla beraber çıkmalarını vacip kıldı. Yani bolluk-darlık, sıhhat-hastalık, zenginlik-fakirlik, meşguliyet-boş hal, yaş-hlık-gençlik, gayretlilik-gayretsizlik her ne hal olursa olsun cihada çıkın, bu­yurdu.

"Mallarınızla, canlarınızla cihad edin": Sizinle savaşan düşmanlarınızla savaşın. Bununla mümkün olursa mal ve canla, ya da bunlardan herhangi bi­riyle cihada icabet edilmesi isteniyor.

Kim hem malı, hem de canıyla cihada muktedir olursa, bu ona vacip olur. Kimin de sadece can, ya da sadece malla cihada gücü yeterse, ona bu vacip olur.

Size emrolunan bu cihad, düşmana karşı çıkma, dünya ve ahirette sizin için daha hayırlıdır. Nitekim Şeyhayn ve Nesai'nin Ebû Hureyre'den rivayet et­tikleri hadiste, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, kendi yolunda ci­had edene, eğer şehit olursa, onu cennete koymayı, yahut mücahidin sevabla ve­ya ganimetle beraber salimen geri dönmesini üzerine aldı."

"Eğer bilirseniz", cihada çıkın ve gevşek davranmayın. [136]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, Tebük gazvesinde, genel seferberliğin ve cihadın vacip olduğuna işa­ret eder. Fakat İbni Abbas ve diğerleri bu ayetin Tevbe sûresinin 91. ayetiyle nesh olunduğu rivayet ederler.

Kurtubî şöyle der: Sahih olan, onun mensuh olmamasıdır. Düşman her­hangi bir İslâm ülkesine üstün geldiği zaman, cihad farz-ı ayn olur. O zaman o yöre halkından herkese; hafife ağıra, gence ihtiyara -kudreti nisbetinde- cihada çıkmak vaciptir. Oğul, babasından izin almadan çıkar. Çıkmaya gücü yeten hiç kimse geri duramaz. Düşmanı kovmaktan, o ülke halkı aciz kalırsa, istenen amacı gerçekleştirmek için cihad, o ülke halkının komşularına, yakınlarına va­cip olur. Çünkü müslümanlar başkalarına karşı tek bir el gibidirler. Bunlar düşmanı kovduklarında, diğerlerinden farz düşer.

Düşman İslâm ülkesine yaklaşsa fakat girmese, yine müslümanların ona karşı çıkması gerekir. Ta ki Allah'ın dini yükselsin, ülke korunsun, düşman re­zil rüsvay olsun.

Yine her yıl bir kere müslüman olmaları ya da cizye vermeleri için düş­manlara karşı gaza düzenlemek, devlet başkanının üzerine farzdır.[137]

Sahabe, bu kesin ve genel ilâhî emri gerçekleştirmek için acele etti. Ebû Eyyub el-Ensarî -biri müstesna bütün savaşlara katılmıştır- şöyle demiştir: Allahü Teâlâ: "Sizler ağırlıklı ve ağırlıksız olarak elbirlik çıkın.." buyurdu, ben de kendimi ağırlıklı, ya da ağırlıksız buluyorum.. Yani mutlaka cihada çıkmam gerekir.

İbni Cerir et-Taberî, Ebû Raşid el-Harranî'den rivayet eder: Birden, Hu-mus'da sarrafların sandıklarından biri üzerine oturmuş vaziyette, Resulullah (s.a.)'in süvarisi Mikdad b. Esved'e rastladım. Savaş etmek arzusuyla o sandı­ğın tahtalarını ayırmıştı. "Allah seni mazur kıldı" dedim. Bize Büûs (yani Tev-be) sûresi geldi: "Sizler ağırlıklı ağırlıksız çıkın..." dedi.

Yine İbni Cerir, Safvan b. Amr'dan rivayet eder: Humus'ta valiydim. Kaş­ları düşmüş, Dımeşkli bir ihtiyara rastladım. Hayvanı üzerinde savaşa gitmek istiyordu. Ey amca, sen Allah nazarında özürlüsün, dedim. Kaşlarını kaldırdı ve: "Yeğenim, Allah bizden herhalde savaşa çıkmamızı istedi. Bilesin ki, Allah dilediği kimseyi buna mübtela kılar," dedi.

Güç yettiğinde hem mal, hem de canla, yahut durum ve ihtiyaca göre biri­siyle cihad vaciptir. Müslümanlar mallarından hem kendileri için cihad hazırlı­ğı -silah hazırlamak gibi- yapıyorlar, hem de Hz. Osman (r.a.)'ın Tebük Gazve­sinde orduyu teçhiz etmesi gibi başkalarının cihada hazırlanmalarına yardımcı oluyorlardı. İşte şu "cihada çıkın" ayeti gücü yeten herkesi içermektedir. Çün­kü gücü yetmemek, geri kalmak için bir özür sayılır.

Hazinenin imkânı varsa, idareciler orduyu hazineden teçhiz ederler. Şu anda uygulanan sistem de budur: Her yıl, savaş ve savunma harcamaları için bütçeden ödenekler ayrılıyor, ihtiyaç duyulduğunda bütçeye ilâve yapılıyor.

Cihadın büyük yararı vardır. O, iki güzel şeyden birini gerçekleştiriyor: Zafer ve Allah yolunda şehitlik. Bunda da tarif edilemeyecek büyük hayır var. Gerek dünyada Allah'ın dinini üstün, müslümanları aziz kılmak, gerekse ahi-rette ebediyen cennette nimetlerinden yararlanmak şeklinde olsun. Bunu an­cak imanında samimi, kıyametin ve kıyamette sevap ve ıkabın hak ve doğru ol­duğuna inanan mümin takdir eder.

Cihadla ele geçen ahiret nimeti, cihada gitmeyenin sağlayacağı rahat ve nimetlerden daha büyük ve daha hayırlıdır. Bunlar ancak düşünmekle anlaşı­lır. Onları yalnızca ahirete inanan bilir. Onun için Allahü Teâlâ "eğer bilirse­niz.." buyuruyor. [138]

 

Münafıkların Tebuk Gazvesinden Geri Kalmaları Ve Onlara İzin Verilmesi Meselesi

 

42-  Eğer yakın bir menfaat, orta bir yolculuk olsaydı, elbette sana uyarlar­dı. Fakat meşakkat onlara uzak geldi. Onlar (siz geri döndüğünüzde): "Eğer gücümüz yetseydi, herhalde biz de si­zinle beraber çıkardık" diye Allah'a ye­min edeceklerdir. Bunlar kendilerini helake sürüklerler. Şüphesiz Allah, on­ların yalancılar olduklarını biliyor.

43- Allah seni affetsin, şu sadık olanlar sana belli oluncaya ve yalancıları bi-linceye kadar, niçin onlara izin ver­din?

44-  Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla, canlarıyla cihad etme konusunda senden izin istemez­ler. Allah takva sahiplerini hakkıyla bilendir.

45- Ancak Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, kalbleri şüpheye düşüp de o şüphelerinin içinde bocalayıp du­ran kimseler senden izin isterler.

 

Belagat:

 

"Fakat meşakkat onlara uzak geldi": Meşakkat kelimesi uzun ve uzak me­safe için istiare olmuştur.

"Allah seni affetsin...": Hz. Peygamberin izin vermekteki hatasından ki­nayedir. Çünkü affetmek, hatadan sonra olur.

"Niçin onlara izin verdin?" Afla kinaye olunan şey için açıklamadır. An­lam şöyle olur: Savaştan geri kalma konusunda, senden izin istedikleri zaman, onlara niçin izin verdin? İzinde yavaş davransaydın ya. [139]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer" Cihada çıkmak için onları davet ettiğin şey "yakın bir menfaat" al­ması kolay dünya malı, yahut dünya menfaatlarının arz olunduğu şey, ganimet "orta bir yolculuk" zahmetsiz, meşakkatsiz, kolay bir yolculuk "olsaydı elbette sana uyarlardı" seni takip ederlerdi. [140]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir et-Taberî, Amr b. Meymun el-Ezdî'den tahric etmiştir: Resulullah (s.a.) yaptığı iki şeyde, herhangi bir şeyle emrolunmadı: Münafıkla­ra izin vermesi ve esirlerden fidye alması. Allahü Teâlâ Hz. Peygamberin mü­nafıklara izin vermesi üzerine şu ayeti indirdi: "Allah seni affetsin." Şu sadık olanlar sana belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar niçin onlara izin verdin?" Bu, aynı zamanda Katade'den de rivayet olunmuştur.

Bazı alimler, Hz. Peygamber(s.a)'in evla olanı terkettiğini, Allahü Te-âlâ'nın da affı uyarı şeklinde bir hitapla belirttiğini ve buna "nazikçe azarla­ma" dendiğini söylemişlerdir. Resulullah (s.a.) onlara vahiy nazil olmadan izin vermişti. [141]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, müminleri ısrarla Allah yolunda cihada teşvik ettikten ve ci-hadda ağır davrananları: "Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik savaşa çıkın" denildiği zaman, yere çakılıp kaldınız..." ayetiyle azarladıktan sonra, onların ağır kalan kimseler olduklarını pekiştiriyor. Bazılarının, bunca ceza ve cihad teşviğine rağmen, Tebük gazvesinden geri kaldıklarını, fakat büyük çoğunlu­ğun sürat ve gayretle cihad çağrısına evet dediğini, çünkü onların şehitlik veya zafer gibi iki güzel şeyden birini beklediklerini açıklıyor.

Bu ayetler, Tebük Gazvesinden geri kalan münafıklar hakkında nazil ol­du. Bunlar, savaş konusunda müminlerle münafıklar arasındaki fark hakkında nazil olan ilk ayetlerdir. Onun için daha önce de açıklandığı gibi, Tevbe sûresi­ne Fadıha -çünkü bu sûre, münafıkların hallerini açıklamaktadır- da denmiş­tir. İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) Tevbe sûresi nazil oluncaya ka­dar, münafıkların işlerini ayrıntılı olarak bilmiyordu. Tebük Gazasından dö­nünce, Cenab-ı Hak bir kısım insanların münafıklığını açıkladı. [142]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ bu ayetlerde, mazeretleri olduğunu söyleyerek izin isteyip Tebük Gazasına katılmayanları azarlayarak: "Eğer yakın bir menfaat ve orta yollu bir yolculuk olsaydı, elbette sana uyarlardı..." buyurmuştur. Yani, kendi­lerini davet ettiğin şey bir ganimet, yahut elde edilmesi kolay bir menfaat veya kolay, yakın, zahmetsiz bir yolculuk olsaydı, mutlaka sana başvurur, gitmekte acele ederlerdi. Fakat onlar, yolculuğun Şam gibi uzak bir mesafeye zorluklarla dolu bir yolculuk ve savaşın da dönemin en kuvvetli gücü olan Rumlara karşı olduğunu görünce rahatı, selameti, yazın o bunaltıcı sıcağında gölgelerde gölge-lenmeyi tercih ettiler. Bu da gösteriyor ki, onlar faydacı, maddeci, dünyaperest bir toplumdur. Nitekim Ebû Hureyre'den rivayet olunan müttefekun aleyh bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Sizden biri etli, yağlı bir ke­mik, yahut iki koyun tırnağı bulacağını bilse, gece karanlığında bile olsa gelir­di." Yani bir kimse ufak maddî bir şey verileceğini bilse, onun için secdeye ka­panırdı.

Sonra Allahü Teâlâ onların yapacakları bir şeyden haber vermektedir: "Al­lah'a yemin edeceklerdir." Yani sen Tebük gazvesinden dönünce, yalan yere ye­min edeceklerdir. Nitekim şu ayetlerde de aynı şey dile getiriliyor: "Onlar yanı­na döndüğünüzde size özür beyan edeceklerdir" (Tevbe, 9/94); "Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin edecekler." (Tevbe, 9/96). Yani, bizim mazereti­miz olmasaydı, sizinle beraber elbette çıkardık, diyecekler.

Kendilerini yalancı yeminle, yahut yalan ve nifakla helak ediyorlar. Nite­kim Peygamber (s.a.), Hayseme b. Süleyman'ın rivayet ettiği hadisinde şöyle buyurmuşlardır: "Yalan yere yapılan yemin, ülkeleri yokluk içinde bırakır."

Allah, onların mazeretlerinde ve Allah'a yeminlerinde, "Gitmeye gücümüz yetseydi elbette sizinle beraber giderdik" sözlerinde yalancı olduklarını, maze­retleri olmadığını, bedenen kuvvetli, zengin kimseler olduklarını elbette bili­yordu. Katâde şöyle demiştir: Savaşa çıkabilirlerdi, fakat tembellik yapıp ci-haddan yüz çevirdiler.

Sonra Allahü Teâlâ, bu münafıklardan cihaddan geri kalan bir gruba izin verdiği için, Peygamber (s.a.)'i ikaz ederek "Allah seni affetsin" buyuruyor. İzin verdiğin için, Allah seni affetsin. Onlara niçin geri kalma izni verdin? İzin ver­me hususunda yavaş davransan, hakikat sence anlaşılıncaya, doğru söyleyen­ler, mazeret ileri sürüp yalan söyleyenler ortaya çıkıncaya kadar dursaydın ya. Senden izin istediklerinde onlardan doğru söyleyenle yalan söyleyeni bilmen için, onları bıraksaydm ya. Sen onlara, bu hususta izin vermesen de, onlar ıs­rarlıydılar. Her ne kadar Allah onların gitmesini istemese, onların gitmesinde müslümanlar için tehlike ve zarar bulunsa da.

Mücahid: "Bu ayet, Resulullah (s.a.)'dan izin isteyin, size izin verse de, vermese de oturun, diyen insanlar hakkında nazil oldu" demiştir.

Bunun için Allahü Teâlâ, Allah'a ve peygamberine inanan hiç kimsenin savaştan geri kalmak için peygamberden izin istemeyeceğini haber veriyor: "Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad etme ko­nusunda senden izin istemezler." Aksine, izin istemeden cihada koşarlar. Çünkü onlar cihadın, cennete bir yol ve bir yaklaşma olduğuna inanırlar. Ni­tekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Müminler, ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canla­rıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir" (Hu-curat; 49/15).

Cihad konusunda, senden izin istemek, müminlerin âdeti değildir. Muha­cir ve ensarın ileri gelenleri şöyle diyordu: Cihad konusunda Peygamber (s.a.)'den izin istemeyiz. Çünkü Rabbimiz bizi ona tekrar tekrar çağırdı. O hal­de izin istemenin mânâsı ne?"

Allah müttakileri bilir. Kendisinden korkup kızdığı şeylerden sakınan, ra­zı olduklarını yapanlardan haberdardır.

Müslim ve İbni Mace'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri hadiste de Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Kişinin amellerinin en hayırlısı, atını Allah yoluna hazırlaması, bir savaş, ya da cihad çağrısı duyduğunda, şehit olmayı arzulayarak, şehit olunacak yerlere gitmesidir..."

İman ehli, cihaddan geri kalmak için senden izin istemez. Mazeretsiz ciha­da katılmama hususunda senden izin isteyenler, ancak Allah'a ve ahirete inan­mayan, ahirette amellerine sevap ummayan, senin getirdiklerinin doğruluğun­dan şüphe eden ve o şüpheleri içinde şaşkın halde olan sebatsız kimselerdir.

Rivayete göre, bunların sayısı 39 erkekti. [143]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler şu hususlara işaret eder:

1- Yalancı iman, helaki getirir. Nitekim Peygamber (s.a.j Hayseme b. Sü­leyman'dan nakledilen ve daha önce geçen hadiste: "Yalan yere yapılan yemin, beldelere felâket getirir" buyurmuştur.

2- Cihad, nefsin isteklerine ve maddî menfaatlara meyletmesine, onları baki, daimi ve sürekli olana tercih etmesine galip gelmek için, fedakârlık ve iman ister.

3- Kur'an birçok bakımlardan mucizedir. Onlardan biri de, onun gaybten haber vermesidir. Nitekim Cenabı Hak burada, onların yakında yemin edecek­lerini haber vermiştir. Bir şey haber verildiği gibi çıktığında, bu, gaybdan ha­ber verme ve mucize olur.

4- Yüce Allah'ın, Peygamberini Tebük gazvesinden geri kalan münafıklara izin verdiği için azarlayıp kınayacağına affetmesi, ona büyük bir lütuf ve değer vermesindendir. Bu af, Bedir esirlerinden fidye almayı kabul etmesinden dola­yı maruz kaldığı itabtan daha hafiftir: "Hiçbir peygambere, yeryüzünde ağır ba­sıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması yakışmaz" (Enfal, 8/67).

Bazılarının, bu ayeti delil göstererek Peygamberden iki şekilde günah su­dur ettiğini söylemeleri iddiasına gelince, onlar bunu şu şekilde açıklıyorlar: Birincisi, aftan söz edilmesi. Af geçmiş bir günahdan dolayı olur. İkincisi Ce-nab-ı Hakkın: "Niçin onlara izin verdin?" sözündeki sorunun, yadırgama soru­su olması... Onların bu iddialarından birincisine şu şekilde cevap verilir: Biz, "Allah seni affetti" sözünün geçmiş bir günahtan dolayı söylenmiş olduğunu kabul etmiyoruz. Bu, Allahü Teâlâ'nın, Peygamberi'nin değerini çok yüceltip büyüttüğüne delildir. İkincisine ise şu cevap verilir: Af olduktan sonra yadır­ganması gereksizdir. "Niçin onlara izin verdin?" sözü, daha iyi ve daha mü­kemmel olanı niçin terkettin, demektir. Özellikle bu olay savaş ve dünya işle­riyle ilgilidir. Bu gibi konularda peygamberin içtihadda bulunması ittifakla ca­izdir. Onun bu hükmü de ictihad gereği olmuştur.

5- "Şu sadık olanlar sana belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar niçin onlara izin verdin?" sözü aceleden sakınmanın, ağır ve yavaş davranma­nın, olayların dış görünüşlerine aldırmayı bırakıp çok iyi araştırma ve soruş­turmanın gerekliliğine işaret eder.

6- Katâde: "Bu ayetten de dinlediğimiz gibi, Allah Hz. Peygamberi itab et­miş, sonra ona Nur sûresinde ruhsat vermiştir: "Şüphesiz senden izin isteyen kimseler Allah'a ve Rasûlüne iman edenlerdir" (Nur, 24/62).

7- Vaciplerden ve güzel adetlerden -misafire ikram, yardım edilmesi gere­kene yardım, iyilik etmek gibi- bir şeyi yapmak için izin istemek gerekmez. Al-lahü Teâlâ şöyle buyurur: "Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi veya bir iyilik yapmayı, yahut insanların arasını dü­zeltmeyi emredenler müstesna" (Nisa, 4/14).

8- Münafıklar, Allah'a, Peygamberine ve ahiret gününe inanmazlar. Onla­rın imansızlıkları sadece şek ve şüphe sebebiyledir. Bu da, imanında şek ve şüphe olan kimselerin Allahü Teâlâ'ya inanmadıklarına işaret eder.

9- "Mallarıyla, canlarıyla cihad etme konusunda..."   sözü, iki tür cihadın bulunduğuna işaret ediyor: Malla cihad ve canla cihad. Malla cihad iki şekilde olur: Malı, savaş için gerekli silahlanmaya ve maddî hazırlığa harcamak; malı mücahidlere, onlara erzak ve malzemeyle yardıma harcamak. Canla cihadın da çeşitleri vardır: Bizzat savaşmak, ki en üstünü de budur. Savaşa teşvik etmek: Düşmanın gizli yönlerini ve zaaf noktalarını söylemek, savaş hileleri hakkında aydınlatmak. Savaşlarda, müslümanları, en iyi ve en yararlısı konusunda uyandırmak. Nitekim Hubab b. Münzir, Resulullah (s.a.) Bedir'e indiğinde ona sordu: "Ya Resulullah! Bu sizin kendi görüşünüz mü, yoksa vahiy mi?" Resulullah (s.a.): "Kendi görüşüm" buyurdu. Hubab: "Bence bir su başına in, düşman tarafındaki kuyuları tahrip et" dedi. Resulullah (s.a.) de bunu uygula­dı. Canla cihad çeşitlerinden biri de, Allahü Teâlâ'nm cihadı farz kıldığını, ci­had edenlere çok sevap, cihaddan geri duranlara da ceza vereceğini açıklamak­tır.

Canla ve malla cihad mı, yoksa ilimle cihad mı daha faziletlidir? Hakikat şu ki, ilimle cihad asıldır, canla yapılan cihad ise ikinci derecededir. Onun için faziletli olma bakımından asıl, ikinci derecede olandan daha üstündür.

Genel seferberlik çağrısı olduğunda, cihad herkesin üzerine farz olur. Böyle bir durumda cihad, ilim öğrenmekten daha faziletlidir. Çünkü düşmanın zararı müslü-manlara dokunduğunda bunun telafisi mümkün olmaz. İlmin telafisi ise diğer hal­lerde de mümkündür. Çünkü ilim öğrenmek farz-ı ayın değil, farz-ı kifayedir.

1- Cassas, Âhkâmu'l-Kur'an,  III/119.

Genel seferberlik olmazsa, ilim öğrenmek gibi, cihad da farz-ı kifayedir. Ancak bu halde, ilimle meşgul olmak, ilmin derecesi cihad derecesinden yük­sek olduğu için, cihaddan daha yüksek ve daha faziletlidir. Çünkü cihadda se­bat etmek, ilimde sebat etmekle mümkündür ve cihad, ilmin ikinci derecede bir bölümüdür ve onun üzerine kurulur" [144]

Ordu komutanı fâsık, askerler de fâsık olsa, cihad caizdir. Nitekim Pey­gamber (s.a.)'in ashabı, dört halifeden sonra fâsık emirlerin emrinde gaza yapı­yorlardı. Ebû Eyyub el-Ensarî, Yezid b. Ebî Süfyan'm emrinde gaza yaptı. Fâ-sıklar cihad ettiği zaman, bu hususta onlara uyulur. Sonra cihad, emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münkerin bir çeşididir. Fâsık da olsa, bir kimse emr-i bil -ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yapıyorsa, ona yardım etmek görevimizdir. Ci­had da böyledir. [145]

 

Münafıkların Mazeretsiz Olarak Cihaddan Geri Kaldıklarının Delili Ve Onların Savaşa Çıkmalarının Tehlikesi

 

46- Eğer onlar çıkmak isteselerdi, elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fa­kat Allah, onların bu sefere çıkmaları­nı çirkin gördü ve onları alıkoydu. On­lara: "Oturun, oturanlarla beraber" de­nildi.

47- Eğer içinizde onlar da çıksalardı, sizde şer ve fesat arttırmaktan başka bir şey yapmazlar, aranıza muhakkak fitne sokmak isteyerek koşarlardı. İçi­nizde onlara kulak verecekler de var­dır. Allah o zalimleri çok iyi bilendir.

48- Andolsun ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlar, sana karşı birta­kım işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi, onlar istemedikleri halde Al­lah'ın emri açığa çıkıp üstün geldi.

 

Kelime ve ibareler:

 

"Eğer onlar..." münafıklar seninle cihada çıkmak isteselerdi "elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı." Bunun için silah ve azık hazırlığı yaparlardı.

"Fakat Allah onların bu sefere çıkmalarını çirkin gördü" sözü "Eğer onlar çıkmak isteselerdi" sözünün mefhumundan istidraktlr. Sanki şöyle denmek is­tenmiştir: Çıkmadüar, ağır davrandılar. Çünkü Allah, çabuk davranmalarını istemedi "ve onları alıkoydu." Onları tuttu, korkaklık ve tembellik içinde alı­koydu. "Onlara oturun oturanlarla beraber, dedi." Bu, ya Allah'ın onların kalb-lerine çıkma isteği vermemesini, ya şeytanın gitmemeyi emirle vesvese verme­sini göstermekte, ya birbirleriyle konuşmalarını anlatmakta, ya da Peygambe­rin onlara iznini dile getirmektedir. "Oturanlar" kelimesinin, mazereti olanları da olmayanları da göstermesi mümkündür. Her iki durumda da yerme manası taşır.

"Fitne": Dinde şüpheye düşürmek, düşmandan korkutmak..

"İçinizde, onlara kulak verecekler de vardır." İçinizde münafıkların sözüne kulak verip onları dinleyecek, yahut içinizde sizin sözlerinizi dinleyip onlara nakledecek zayıf kimseler de var.

"Andolsun ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlardı." Medine'ye gel­diği ilk zamanlarda da, yani Uhud'da da onlar senin işini ve arkadaşlarını da­ğıtmak istemişlerdi. Nitekim Münafık Abdullah b. Übeyy ve yandaşları, Te-bük'ten geri kaldıkları gibi, Resulullah (s.a.) ile birlikte Seniyyetü'l-Veda'nın aşağısındaki Zûcidde'ye kadar çıktıktan sonra Uhud günü geri dönmüşlerdi.

"Senin hakkında bir takım işler çevirmişlerdi." Senin için hileler, tuzaklar düşünmüşler, dinini ve şe'nini boşa çıkarmak istemişlerdi.

"Nihayet hak geldi." Gerçek yardım ve ilahî destek geldi.

"Allah'ın emri açığa çıkıp üstün geldi." Allah'ın dini açığa çıktı, Şeriatı üs­tün geldi. [146]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, münafıkların Tebük Gazasından geri kalmak için izin iste­melerinin herhangi bir mazerete dayanmadığını, onların zaten gitmeye niyetle­ri olmadığını, nifaklarını gizlemek için izin istediklerini açıkladıktan sonra, bu­rada bunun delilini ortaya koyuyor. Onların, Resulullah (s.a.)'le çıkmalarının yararlı olmayacağını, aksine bozgunculuk ve kötülük, koğuculukla müminlerin birliğini dağıtmak, bazı imanı zayıf kimselerin, onların konuşmalarını dinleyip sözlerini kabul etmeleri gibi üç ayrı fesada sebep olacağını açıklıyor.

İlk ayet, onların mazeretlerini ve nifaklarını yüzlerine vuruyor. Diğer iki ayet, Peygamberi ve müminleri, onların geri kalmaları üzerine maruz kalabile­cekleri üzüntüden teselli etmekte, Allah'ın onları niçin geri bıraktığını ve niçin gitmelerini istemediğini açıklamakta, perdelerini, sırlarını açmakta, mazeret­lerinin geçersizliğini ortaya koymaktadır.

Kısacası ayetler, münafıkların çirkinliklerini, tehlikelerini açıklamakta, müminleri onların tuzaklarından sakındırmaktadır. [147]

 

Açıklaması

 

Seninle beraber, savaşa çıkmak isteselerdi, elbette onun için silah, azık, binek gibi şeylerle hazırlık yaparlardı. Buna boyun eğmek isteseler bile, Allah zararlı olacağı için onların müminlerle birlikte gitmelerini istemedi. Kalblerin-de korku, nefislerinde tembellik ve gevşeklik meydana getirerek onları alıkoy­du. Hz. Peygamber (s.a.) tarafından onlara: İşleri evlerde oturmak olan ihtiyar­lar, hastalar, çocuklar ve kadınlar gibi oturanlarla oturun, denildi. Onlar da oturdular. Nitekim Cenab-ı Hak da bir başka ayetinde şöyle buyurur: "Onlar geri duranlarla birlikte olmaya razı oldular" (Tevbe, 9/87).

Sonra Allahü Teâlâ müminlerin kalblerine güven vermiş, onların çıkma-yışlarının ordunun yararına olduğunu açıklamıştır. Çünkü bu münafıklar çıksaydı, sizin kuvvetinizi hiçbir şekilde artırmazdı, aksine sizin düşüncenizi ka­rıştırır, hareket ve düzeninizi fesada uğratırlardı. Koğuculuk ve buğzla aranıza girerler, birliğinizi dağıtırlar, ayrılık ve ihtilaf tohumlarını ekerler, düşman korkusunu yayarlar, himmet ve gayretinizi kırarlardı.

Cenab-ı Hak, içinizde aklı, imanı ve azmi zayıf, onların sözünü dinleyip tas­dik edecek, onlara itaat ederek, cihad işinde gevşek davranacak -her ne kadar onlar bu hallerini ve müminlerle aralarında bir şer, büyük bir fesad olacağını bil-meseler de- kimseler olduğunu bildiği için, onların cihada çıkmalarını istemedi.

Allah, iç ve dış hallerini tam manasıyla bilicidir. O, olmuşu, şimdi olanı ve daha olmamış olanı bilir. Onları bütün amellerine göre cezalandırır.

Bunda, onların çıkışlarının kötülük olup hayır olmadığına, zaaf olup kuv­vet olmadığına açık bir işaret vardır.

Sonra Allahü Teâlâ onların geçmişteki rezil durumlarını zikretmiş ve Pey-gamberi'ni (s.a.), onları terketmeye teşvik etmiştir. Allahü Teâlâ, münafıkların tuzağından ve içlerindeki pisliklerinden bir başka çeşidini zikrederek: "Andolsun ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlar, senin hakkında da birtakım işler çe­virmişlerdi" buyurmuştur. Yani, bundan önce de müslümanlar arasında, Uhud Gazasında fitne çıkarmak istemişlerdi. Münafıkların lideri durumundaki Abdul­lah b. Übeyy, ordunun üçte biriyle, Medine ile Uhud arasında Şavt denilen yerde ayrıldığı zaman halka, Peygamber çocuklara ve ileri görüş sahibi olmayan kim­selere uydu, niye boşuna kendimizi öldürelim, demişti. Nerdeyse, Selemeoğullan ve Hâriseoğulları da ona uyacaktı. Fakat, Allah onları hakir ve zelil olmaktan korudu: "O zaman içinizden iki grup cesaretsizlik göstermişti. Halbuki Allah, on­ların yardımcılarıydı. Müminler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar" (Al-i İmran, 3/122). Onların müminlerle çıkması, onlar için tehlikeli ve kötüydü.

Yine onlar, peygambere hile ve tuzak kurmak istediler. Onun davasını bo­şa çıkartmayı düşündüler. Fakat yardım ve destek geldi, Allah'ın dini üstün çıktı, şeriatı yüceldi. Yahudiler sürüldü, Mekke'nin fethiyle şirk boşa çıktı ve onlar istemese de İslâm yayıldı.

İbni Kesir şöyle der: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiği zaman, araplar hep birden ona hücum ettiler. Medine yahudileri ve münafıklar onunla savaş etti. Allah Peygamberine, Bedir'de yardım edip dinini üstün kılınca, Abdullah b. Übeyy ve arkadaşları görünüşte İslâm'a girdiler, sonra Allah'ın İslâm'ı ve müslümanları her aziz kılışı, onları öfkelendirdi. Onun için Allahü Teâlâ: "Ni-hayet istemedikleri halde hak geldi ve onlar istemedikleri halde, Allah'ın emri açığa çıkıp üstün geldi" buyurdu. [148]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hükümlere işaret eder:

1- Münafıkların savaş hazırlığını terketmeleri -peygamber onların izin verse de, vermese de- hazırlık yapmaya güçleri olduğu halde, cihada çıkmak is­temediklerinin açık bir delilidir.

2- Savaşa hazırlığı terkettikleri için, ayıplanmaları, vaktinden önce savaşa hazırlık yapılması gerektiğine işaret eder. Bu, Cenab-ı Hakk'm: "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın" (Enfal, 8/60) ayeti gibidir.

3- Münafıkların müminlerle birlikte Tebük ve diğer gazvelere katılmaları ve savaşa çıkmaları, hayırlı ve yararlı olmadı. Kötülük getirdi. Bozguncu oldu­lar. Hak, bu bozgunculuklarını üç noktada açıkladı: Düzen ve gayreti bozmak, koğuculukla müslümanlarm birliğini dağıtmak, imanı, aklı, basireti zayıf bir grup insanın onlara aldanıp sözlerini dinlemesi.

Sonra Cenab-ı Hak, bunu başka ayetlerle pekiştirdi. "Eğer, Allah seni on­lardan bir grubun yanına döndürür de çıkmak için senden izin isterlerse de ki: "Siz ebediyen benimle beraber çıkamazsınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla savaşmazsınız" (Tevbe, 9/83); "Geri bırakılanlar, ganimetler almak için gittiği­nizde diyecekler ki: "Bırakın bizi de, peşinizden gelelim." Allah'ın sözünü değiş­tirmek isterler. Sen de ki: "Sizler bizim peşimizden gelemezsiniz" (Fetih, 48/15).

4- Onların gitmesini istememek; Allah'ın onların çıkmalarını istememesi.[149] Çünkü onların gitmesi, fesada, müslümanları düşmandan korkutup sava­şı terketmeye teşvik, ihtilâfları ve anlaşmazlıkları körüklemek olurdu. Bu şe­kilde çıkmak ise, masiyet ve küfürdür. Bu yüzden yüce Allah, onların çıkmasını istemedi. Allah fesadı sevmez. [150]

5- "Oturun oturanlarla beraber", sözünden maksat, onların kötülenmesine ve onları, işleri evlerde oturmak olan kadınlar, çocuklar ve acizler grubuna kat­ma konusunda uyarı vardır.

6- Münafıkların, yahudilerin, müşriklerin ve daha başkalarının tuzakları asla başarıya ulaşamayacak, Allah'ın dinini üstün kılma, şeriatını galip çıkar­ma ve peygamberine yardım etmeyi isteyen üstün iradesi önünde hiçbir dün­yevî kuvvet duramayacaktır. [151]

 

Münafıkların Tebük Gazvesine Gitmemek İçin Diğer Mazeretleri

 

49-  Onlardan bazıları da: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" derler. İyi bilin ki onlar, zaten fitneye düşmüşler­di. Muhakkak ki cehennem, o kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.

50- Eğer sana bir iyilik isabet ederse, bu onları fenalaştırır. Sana bir musi­bet erişirse: "Biz daha önce tedbirimizi almışızdır" derler ve onlar sevinçle dö­nüp giderler.

51- De ki: "Allah'ın bizim için yazdığın­dan başkası asla bize isabet etmez. O, bizim mevlâmızdır. Onun için mümin­ler yalnız Allah'a güvenip dayanmalı­dır.

52- De ki: "Siz hakkımızda (zafer veya şehadet gibi) iki güzel şeyin birinden başkasını mı gözetiyorsunuz? Halbuki biz, Allah'ın size ya kendi katından, ya­hut bizim elimizde bir azab getireceği­ni bekliyoruz. Haydi siz gözetleyedu-run, biz de sizinle beraber gözetenle­riz.

 

Belagat:

 

"Allah'ın bizim için yazdığından başkası, asla bize isabet etmez." Allahü Teâlâ'nın müsbet ve olumlu olarak bize ait kıldığı şey, yani size karşı zafer, ya­hut şehid olmak gibi şeylerden başkası bize isabet etmez. "Siz hakkımızda iki güzel şeyin birinden başkasını mı gözetiyorsunuz?" Soru, azarlama içindir.

"Haydi siz gözetleyedurun": Tehdit ve korkutmayı içeren bir emirdir. [152]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlardan bazıları": savaşa gitmeyip oturmak için. "Bana izin ver beni fitneye düşürme, derler." İzin vermemekle, beni fitneye, günaha düşürme. Ben, senin iznin olmadan savaşa gitmekten geri durursam günahkâr olurum. Bunun: "Beni helake atma. Eğer seninle birlikte çıkarsâm, malım, çoluk çocuğum helak olur" manasına olduğu da söylenmiştir. "Bilin ki onlar zaten fitneye düş­müşlerdir." Savaştan geri kalma fitnesine., "cehennem o kâfirleri çepeçevre ku-şatacaktır." Yahut şimdi onları kuşatıyor. Sanki onlar cehennemin ortasında-dırlar. Onlar içirpcehennemden kesinlikle kurtuluş yoktur.

"Eğer sana bir iyilik isabet ederse" sana bazı gazvelerde -yardım ve gani­met gibi- bir iyilik dokunursa "bu onların fenasına gider. Sana bir musibet eri­şirse" bir belâ ulaşırsa. "Biz daha önce tedbirimizi almışızdır, derler" Bu musi­bet gelmeden önce, biz savaştan geri kalmakla ihtiyatlı davranıp tedbirimizi aldık, derler.

"Allah'ın bizim için yazdığından" Allah'ın bize isabet etmesini takdir etti­ği şeyden "başkası asla bize erişmez. O bizim mevlâmızdır". Yardımcımız ve iş­lerimizi idare edendir... [153]

 

Nüzul Sebebi

 

Taberanî ve Ebû Nuaym, İbni Abbas'dan rivayet etmişlerdir. Peygamber (s.a.) Tebük Gazvesine çıkmak istediği zaman, Ced b. Kays'a: "Ey Ced, Bizans­lılarla mücahede hakkında ne dersin?" dedi. O: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben kadın­lara düşkün bir kimseyim. Bizans kadınlarını görünce dayanamam. Bana izin ver, beni fitneye düşürme" dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Onlardan bazı­ları da: "Bana izin ver, beni fitneye sokma" derler..." ayetini indirdi.

İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, Cabir b. Abdillah'tan aynısını tahric etmişlerdir. İbare şöyledir: Resulullah (s.a.), Ced b. Kays'a: "Ey Ced! Bizanslı­larla mücahedeye ne dersin?" buyurdu. Münafıkların önde gelenlerinden olan Ced: "Bana izin verir misin, ya Resulullah! Ben kadınları seven bir adamım. Eğer Bizans kadınlarını görürsem, fitneye düşeceğimden korkuyorum" dedi. Resulullah (s.a.) de ondan yüz çevirerek: "Sana izin verdim" buyurdu. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Bu ayet nazil olunca Peygamber (s.a.), Seleme oğullarına -Ced b. Kays on­lardandır-: "Ey Seleme oğullan! Efendiniz kim?" diye sordu. "Ced b. Kays'tır, yalnız o cimri ve korkaktır" dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.): "Cimrilik­ten, daha çirkin hangi kusur vardır? Bundan sonra Efendiniz, genç Bişr b. Be-râ' b. Ma'rûr'dur" buyurdu.

İbni Ebî Hatim, Cabir b. Abdillah'tan rivayet etmiştir: Cihada gitmeyip de Medine'de kalan münafıklar, Peygamber (s.a.)'den kötü haberler veriyorlar: "Muhammed ve arkadaşları, yolculuklarında yoruldular, helak oldular" diyor­lardı. Fakat onlara, bunların yalan söyledikleri, Peygamber ve ashabının afi­yette olduğu haberi ulaşınca, bu onları üzdü. Allah, bunun üzerine: "Eğer sana bir iyilik isabet ederse, bu onların fenasına gider" ayetini indirdi. [154]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayetlerde olduğu gibi bu ayetlerde de, münafıkların çirkin­likleri sayılmakta, onların tuzakları ve batınî pislikleri, müminlerin başına bir musibet geldiği zaman sevinip bir iyiliğe kavuştukları zaman üzüldükleri açık­lanmaktadır. [155]

 

Açıklaması

 

Münafıklardan bazıları sana: Ey Muhammedi Savaştan geri kalıp otur­mak hususunda bana izin ver, seninle beraber çıkmakla beni günah ve helake sürükleme. Rum kadınlarına tutulurum, derler. Onlar bu sözleri fazilete tutu-nuyormuş gibi ileri sürerler. Bunlar boş ve ası/sız mazeret/er. Allah, onların bu davalarının yalan olduğunu belirtiyor ve gerçeği açıklıyor: "Bilin ki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdi..." Onlar, bu sözleriyle gerçek dışı mazeretler uydurup ci-haddan geri kaldıkları zaman, bizzat fitneye düştüler. Bu söz, günah ve masi-yete düştüklerini belirtmektedir.

Şüphesiz, cehennem ateşi onları kuşatır, ondan asla kurtulamazlar. Bu, hatalarının çokluğundan dolayı, cehennemlik olmaları sebebiyle, onları şiddetli bir tehdittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Hayır, kim kötülük işler ve günahı dört yanını kuşatırsa, onlar cehennemliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar" (Bakara, 2/81).

Sonra Allahü Teâlâ, münafıkların tuzaklarından ve içlerinin pisliğinden bir başka çeşidini zikrediyor, peygamberine onların düşmanlıklarını bildiriyor: "Sana bir iyilik isabet ederse...", yani sana bazı gazvelerde -mesela Bedir Günü gibi- fetih, yardım ve ganimet gibi bir iyilik gelirse, bu onları üzer; ama sana bir felâket, kötülük ve bir savaşta mağlubiyet, geri çekilme -Uhud savaşında olduğu gibi- durumu gelirse, biz gerekli uyanıklığı gösterdik, ihtiyatlı davran­dık, bundan önce ona uymaktan sakındık, savaştan geri kaldık, helake maruz kalmadık. Çünkü biz bu yenilgiyi bekliyorduk, derler. Bu konuşma yerinden, görüşleriyle iftihar ederek ve sonuçtan memnun kalarak ailelerine dönerler. Allahü Teâlâ Peygamberine, onların bu tutumlarına karşı verdiği cevabı bildi­riyor: "Onlara şöyle de: Bize ancak, bizim için levh-i mahfuzda yazılıp çizilen şeyler isabet eder. Biz O'nun dilemesi ve takdiri altındayız. O, bizim yardımcı­mızdır, işlerimizi idare edendir. Biz O'nu mevlâmız biliyoruz. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Bunun sebebi şudur ki: Allah, iman edenlerin velisidir. Kâfirlerin velisi ise yoktur" (Muhammed, 47/11).

Müminler ancak Allah'a tevekkül ederler. Biz O'na tevekkül ediyoruz. O, bize yeter. O, ne güzel vekildir. Müminlerin Allah'tan başkasına tevekkül etme­mesi gerekir. O halde gerekeni yapsınlar. Yine onlara düşen, zafer için gerekli maddî ve manevî sebeblere sarılıp lüzumlu hazırlığı yapmak, başarısızlığa ve birliğin dağılmasına neden olan her türlü çekişmeden sakınmak, ondan sonra işi Allah'a havale etmektir.

Sonra Allahü Teâlâ, müminlerin uğradığı belâlara münafıkların sevinmesi dolayısıyla verilecek ikinci cevabı gösteriyor: "De ki: "Siz hakkımızda iki güzel şeyin birinden başkasını mı gözetir durursunuz?..." Ey Muhammed onlara şöy­le de: Siz bize iki güzel akibetten başkasının gelmesini mi bekliyorsunuz: Zafer, şehidlik ve büyük sevab. Biz yaşarsak, aziz şerefli müminler olarak yaşarız. Ölürsek mükafatlandırılmış şehitler olarak yaşarız.

Bize gelince, biz de sizin hakkınızda iki kötü akıbet bekliyoruz. Allah'ın, katından size azab eriştirmesi gökten bir felaket (Ad ve Semud'a indiği gibi); yahut da bizim ellerimizle, size azab etmesi (esirlik, küfür üzere öldürülmek, bize sizinle savaş izni verilmesi). O halde bizim, hakkımızda zikrettiğimiz akı­betlerimizi bekleyin. Biz, sizinle beraber akıbetimizi bekliyoruz. Elbette hepi­miz beklediğimizi göreceğiz. Bizim Rabbimizden delilimiz var, ama sizin yok. Siz, ancak bizi sevindiren şeyleri göreceksiniz. Biz de ancak sizi üzen şeyleri göreceğiz. Siz şeytanın vaadlerini, biz Allah'ın vaadlerini bekliyoruz. [156]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki noktaları açıklığa kavuşturuyor:

1- Yalancı mazeretler, gaybları bilen, kalblerde gizli olan şeylerden haber­dar olan Allah'a gizli değildir. Hiç kimse, aklı ve zekâsıyla hakikatlerin üzerini örttüğünü zannetmesin. Çünkü Allah, her şeyi ortaya çıkarır. Fakat münafık­lar, bu hakikati bilmeyen cahil, aldanmış kimselerdir.

2- Resulullah (s.a.)'le beraber Tebük Gazvesine gitmeyip geri kalan müna­fıklar, günah ve masiyete düşmüşlerdir. Maani alimlerine göre: "Bilin ki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdi" sözü, Allah'ın herhangi bir maksatla Allah"a isyan eden kimsenin maksadını geri çevirip, onun başına getireceğine işaret eder. Ni­tekim Allah fitneye düşmemek için oturmayı tercih edenlerin bizzat fitneye daldıklarını açıklamıştır.

3- Münafıklar cehennem odunudurlar. Oraya gelecekler. O, onları tam ku­şatacak. Kıyamet gününde onlardan hiçbiri onun ateşinden kurtulamayacak. Bunu Cenab-ı Hak: "Muhakkak ki, cehennem, o kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır" şeklinde ifade ediyor. Bu ifade onların, İslâm Devletinin kuvvetlenip yükselme­si ve genişlemesi sebebiyle canlarından, mallarından ve çoluk çocuklarından çok korktuklarını ifade ediyor. Aşırı cahillikle beraber aşırı korku, Razî'nin de­diği gibi [157], ruhanî cezaların en büyüğüdür.

4- Münafıkların kötü hallerinden bir başkası daha var: Müminlere bazı sa­vaşlarda -zafer yahut ganimet gibi- bir iyilik gelirse, buna üzülmeleri, mümin­lere bir musibet, kötülük, istenmeyen bir şey geldiğinde sevinmeleri, sonra da meşhur, biz tedbirimizi almıştık, uyanıktık, ihtiyatlıydık, demeleri, daha sonra da bu konuşma yerlerinden evlerine sevinçle geri dönmeleri.

5- Bütün bunlara ilk kesin cevap şu oldu: İnsana bir hayır, şer, korku, ümit, darlık ve bolluk, ancak Allah'ın takdiriyle gelir. Bunlar, Allah tarafından bilinmektedir, Allah'ın kazasıyladır.

Ehl-i Sünnet nazarında bu, Allah'ın kazasının bütün sonradan olanları içi­ne aldığına, Allah'ın kazasında değişikliğin imkânsız olduğuna delildir.

Ayetin içeriği, peygamberimizin şu sözünü destekler: "Bir kimse Allah'ın kader sırrını bilse, ona musibetler hafif gelir..."

6- Allah'a tevekkül; imanın aslından olan sebeplere tutunduktan sonra, geri kalanını, O'na havale etmektir.

7- Münafıkların, müminlerin başına gelen musibetlere sevinmesine ikinci cevap: Müminler iki güzel şeyden birini beklerler: Zafer ya da şehitlik. Müna­fıklar ise iki kötü şeyden birini beklerler. Ya Âd ve Semud gibi geçmiş ümmet­lerin azap olunduğu şekilde dünyada umûmî bir helak tarzında ilahî azab ya da müminlerin elleriyle katlolunmak vb. şeylerle azab... [158]

 

Münafıkların Yaptıkları Harcamaların Ve Namazlarının Sevabının Boşa Gitmesi

 

53- De ki: "İster isteyerek, ister isteme­yerek harcayın, sizden kabul olunma­yacaktır. Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz.

54-  Harcamalarının kabul edilmesine engel olan, sadece onların Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmeleri, namaza üşe-ne üşene gelmeleri ve harcamalarını istemeye istemeye yapmalarıdır.

55- Onların ne malları, ne de çocukları seni imrendirsin. Allah bunlar yüzün­den, ancak kendilerini dünya hayatın­da azaba uğratmayı ve canlarının, on­lar kafir iken, güçlükle çıkmasını ister.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Fısk", azgınlık, kibirlenip haddi aşmak demektir. [159]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas'tan tahric etmiştir: Ced b. Kays: "Ben ka­dınları gördüğüm zaman sabredemem, fitneye düşerim. Fakat sana malımla yardım ederim" dedi. Bunun üzerine, onun hakkında: "İster isteyerek, ister iste­meyerek harcayın, sizden kabul olunmayacaktır" ayeti nazil oldu. Bu ayet, Te-bük gazvesinden geri kalmak için Resulullah (s.a.)'e: "İşte malım, sana yardım edeyim. Beni bırak" diyen Ced b. Kays hakkında nazil oldu. [160]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ münafıkların dünya ve ahirette azaba uğrayacaklarını açık­ladıktan sonra, onlar cihad yolunda mal harcamak gibi iyi şeylerden birini yap­salar bile, bunu riya ve nifaklarını örtmek için yaptıklarından, ahirette ondan yararlanamayacaklarını açıklamakla devam ettiriyor.

Onların dünya ve ahirette azaba uğramalarına, hayat ve hayırdan uzak kalmalarına sebep olan şey, mallarının çokluğudur. Çok mal, dünya ve ahirette onlar için azaptır.

43'den 59. ayete kadar bütün ayetler münafıklar hakkındadır. Sonra, ze­kâtın verileceği yerleri açıklayan ayet gelir. [161]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Münafıklara de ki: Allah yolunda ve daha başka hayır yol­larında isteyerek veya istemeyerek yaptığınız harcamalarınız asla kabul olun­mayacaktır. Çünkü siz Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ettiniz. Rasûlün getirdiği din ve ahirette amellerinize ceza verileceği konularında hep şüphe içinde oldunuz. Siz imandan çıkmış, isyankâr, fâsık kimselersiniz. Ameller imanla sahih olur ve: "Allah ancak müttakilerden kabul eder" (Mâide, 5/27). Allahü Teâlâ'nın: "Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz" sözü, onların harcamalarının reddolun-masmın dünya ve ahirette kabul olunmasının sebebini bildiriyor."İster isteye­rek, ister istemeyerek" sözünün manası, Allah'tan ve Rasûlünden gelen bir emirle olsun veya olmasın, ya da başınızdakilerin baskısı olmaksızın itaatkâr olarak demektir. Münafıkların başındakiler, yarar gördükleri için nifaka teşvik ediyorlardı.

Kabul edilmeme, genel anlamda fısk olmasından dolayı değil, aksine fış­kın küfür mahiyeti taşımasından dolayıdır. Onun için Cenabı Hak: "Harcama­larının kabul edilmesine engel olan..." ayetinde bunu açıklıyor. Yani infakları kendilerinde şu üç sıfat toplandığı için kabul edilmez: Allah'ı ve Rasûlünü in­kâr, namazı üşene üşene kılmaları ve harcamalarını istemeye istemeye yapma­ları. Onlar Allah'ı, Rasûlünü ve onun Allah'tan getirdiğini inkâr ettiler. Halbu­ki ameller ancak imanla sahih olur. Üşene üşene namaz kılıyorlar, çünkü onlar namazlarıyla herhangi bir sevap umuyorlar. Nitekim Yüce Allah: "Gerçi bu Al­lah'tan korkanlardan başkasına elbette zor gelir" (Bakara, 2/45) buyuruyor.

Allah yolunda cihad, ya da başka konularda onlar istemeye istemeye har­camada bulunurlar. Çünkü onlar, itaat maksadıyla değil, görünüşü kurtarmak ve nifaklarını örtmek için harcamada bulunurlar. İnfakı bir zarar sayarlar. Halbuki Peygamber (s.a.) şöyle haber vermiştir: "Siz usanmadıkça Allah usan­maz. Allah güzeldir, güzeli kabul eder. Onun için Allah bu münafıklardan infak ve amel kabul etmez. O, müttakilerden kabul eder. Çünkü münafıkların itaati, zoraki ve istemeyerektir."

Ey peygamber ve ey bu sözlerimi duyan kişi! Onların malları, çoluk çocuk­ları ve Allah'ın verdiği diğer nimetleri seni imrendirmesin. Çünkü bunlar, ken­dileri için meşakkat ve afet sebebidir.

Onların dünya malları, onlar için bir işkence sebebidir. Onları toplamak için yoruldukları gibi, korunması gibi şeyler için de çeşitli huzursuzluk ve te­dirginliklere katlanırlar. Sonra onları istemeyerek, cihad ve zekât olarak, Allah yolunda ve müslümanları kuvvetlendirmek için harcarlar. Yine, çoluk çocukla­rı, belki savaşlarda ölür. Onlar buna çok üzülürler. Ahirette ise, salih ameli bo­şa çıkaran küfürle öldükleri için, şiddetli bir şekilde azaplandırılırlar. Böylece mal, çoluk çocuk, onlar için istidraç kabilinden olur. Sonuçta dünya ve ahireti kaybederler. Bu, açıkça bir hüsrandır. Nimetlerle istidraç: Kişi masiyet üzere kaldığı halde ona mallarla mühlet vermektir: "Onlara mühlet vermemiz, ancak günahlarını arttırmaları içindir" (Âl-i İmran, 3/178).

Onlar, aslında dünya menfaatlarmın kendileri için azap ve bela olduğunu bilmiyorlar. Buradan anlaşılıyor ki nifak, dînî ve dünyevî bütün afetleri içine alan, dînî ve dünyevî bütün iyilikleri yok eden tehlikeli bir hastalıktır.

Şu ayetler de aynı konuyu açıklamaktadır: "Onlardan bir kısmına verdiği­miz dünya malına iki gözünü dikme! Biz onları imtihan etmek için verdik. Rab-binin verdiği rızık ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Tâ-Hâ, 20/131). "Onlar kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla bizim hayırlarına acele ettiğimizi mi sanıyorlar?" (Müminûn, 23/56). [162]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayette aşağıdaki şeylere işaret vardır:

1- Şüphesiz kâfir bir kimsenin, akrabayı gözetmek, muhtaca yardım et­mek gibi hayırlı işleri, ona, bir zararı yahut bir kötülüğü uzaklaştırmak şeklin­de fayda verir. Fakat, ahirette onların faydasını görmez, sevabını almaz. Nite­kim Müslim'in Aişe (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadis de, buna işaret eder: "Ya Resulullah! İbn Ced'an, cahiliyye döneminde akrabayı görüp gözetir, fakir fu­karayı doyururdu. Bu ona fayda verecek mi?" dedim. "Hayır fayda vermeyecek. Çünkü o bir gün bile, "Ya Rabbi kıyamet gününde hatamı bağışla' demedi" bu­yurdu.

Ahmed ve Müslim'in Enes'den rivayet ettiği hadiste, Peygamber (s.a.) şöy­le buyurmuştur: "Allah, mümine hiçbir iyiliğinde haksızlık etmez. Onun karşı­lığı, ona dünyada verilir. Ahirette de bundan dolayı mükâfatlandırılır. Kâfir ise, dünyada Allah için yaptığı iyilikler sebebiyle yedirilir, ahirete vardığı za­man ise mükafatlandırılacağı bir iyiliği olmaz."

Sahih olan görüşe göre onun dünyada iyiliklerinden fayda görmesi de: "Biz de burada dilediğimize, dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz" (İsra, 17/18) ayetin­de zikrolunan Allah'ın dilemesiyle kayıtlıdır.

Özet olarak, Allah'ı inkâr halinde, iyi amellerden hiç biri, Allah katında makbul değildir. "Kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyorsa onu görecektir" (Zelzele, 99/7) ayetinden anlaşılıyor ki, kâfirin yaptığı hayır, cezasının hafifle­tilmesinde tesirli olacaktır.

2- Münafıkların yaptığı görünüşte hayırlı ameller, iman ve gönül hoşlu-ğuyla yapılmış değildir. Gerçekte, nifaklarını örtmek için ruhî bir zorlamayla yapılmışlardır. Onlar namazı tembel olarak istemeye istemeye kılarlar. Allah yolunda zekât ve cihad gibi bir harcamada bulundukları zaman, bunu Allah'ın emrine itaat maksadıyla yapmazlar. Zahiri bir menfaat için yaparlar. Çünkü onlar infakı zarar, infak etmemeyi kâr sayarlar. İş böyle olunca, bu şekilde in-fak elbette makbul değildir. Buna sevap da verilmez.

3- Sahip olunan çoluk çocuk, ile kazanılan mal bazen münafıklar için bir azabtır. Zira bunların kazanılması büyük yorgunluk ister. Korunması korku, dolayısıyla ruhî bir sıkıntı, rahatsızlık, kaybetme ve zarar tehdidi getirir. Kalb katılığına ve taşkınlığına, azgınlığa götürür. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyu­rur: "Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan müstağni gördü diye, gerçekten azar..." (Alak, 96/6-7). Münafığın infakı, isteyerek değil, istemeyerek olur. Dolayısıyla sarfettiklerinden dolayı rahatsız olurlar. Çocuklar, bazan savaşlarda ölürler. Onların ölümü, onlara bazan gam ve pişmanlık getirir. Bazan da çocuklar mü­min olurlar. Münafık babalar, onlara kinle yanar tutuşurlar. Hanzala b. Ebî Amir -ki kendisini melekler yıkamıştır- Abdullah b. Abdillah b. Ubeyy -ki Bedir savaşına katılmış ve yüksek bir dereceye ulaşmıştır-. Malları haramdan kaza­nırlarsa, ahirette azap görürler. Çocuklar iman edip babalarının nifakından uzak kalırlarsa azabtan kurtulurlar. [163]

 

Münafıkların Yalan Yeminler Etmeleri Peygambere Tan Etmek İçin Fırsat Kollamaları

 

56- Onlar muhakkak, sizden (mümin­lerden) olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar korkan toplulukturlar.

57- Eğer sığınacak bir yer, yahut mağa­ralar veya bir delik bulsalardı, yüzleri­ni hızla o tarafa çevirirlerdi.

58-  İçlerinden bazıları, sadakalar hu­susunda seni ayıplarlar. Çünkü eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar. Kendilerine pay verilmezse he­men kızarlar.

59- Onlar, Allah'ın ve Rasûlünün ken­dilerine verdiğine razı olup: "Bize Al­lah yeter. Yakında bize kereminden Al­lah da verir, Rasûlü de. Biz ancak Al­lah'tan umarız" deselerdi.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlar korkan toplulukturlar": Onlara da müşriklere yaptıklarınızı yapa­cağınızdan korkarlar. Bu korkuyla da yemin ederler.

"Seni ayıplarlar": "Hemz", gıyabında ayıplamak; "lemz"; yüzüne karşı ayıplamaktır. Aslında "lemz"; kaş, gözle işaret etmektir. Zeccac ve Cevheri, "hemz" ve "lemz" aynı vezinde ve aynı manadadırlar, aralarında hiçbir fark yoktur, demişlerdir. [164]

 

Nüzul Sebebi

 

Buharı ve Nesaî, Ebû Said el-Hudrî (r.a.)'dan şöyle rivayet ederler: "Resulullah (s.a.) sadakaları taksim ederken, Zu'1-Huvaysıra et-Temimî geldi ve: "Adil ol, ya Resulullah!" dedi. Resulullah (s.a.) de "Yazık sana! Ben adil ol­mazsam, kim adil olur?" buyurdu. Ömer b. Hattab da: "İzin ver onun boynunu vurayım" dedi. Resulullah (s.a.): "Bırak onu. Çünkü onun öyle arkadaşları var ki, sizden biri onların namazı yanında kendi namazını, onların orucu yanında kendi orucunu hakir görür. Onlar öyle kimselerdir ki, ok hedefini delip öbür ta­rafına geçtiği gibi, dinden öyle çıkarlar, hükümlerine uymazlar" buyurdu. Bu­nun üzerine onlar hakkında: "Bazıları sadakalar hususunda seni ayıplarlar...." ayeti nazil oldu.

İbni Ebî Hatim de, Cabir'den aynısını tahric eder. İbni Cerir Davud b. Ebî Asım'ın şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.)'e bir miktar sadaka geti­rildi. O da şu şuraya, şu şuraya diye taksim etti, sadaka bitti. Bunu, ensardan bir adam gördü ve: Bu taksim adaletli değil, dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Rivayetlerin hepsi de, eleştirilerin münafık için olduğuna işaret eder. [165]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, münafıkların dünya ve ahiretlerinin zarar olduğunu -yalan yere izin istemeleri bunlardandır- açıkladıktan sonra, burada da koşarak yalan yeminlere yöneldiklerini, peygamberi eleştirmek için -onu sadakaları zengin­lerden alıyor diye eleştiriyor, sadaka verirken akrabasından ve sevdiklerinden dilediklerini tercih ediyor, adaleti gözetmiyor diyorlardı- fırsat kolladıklarını açıklıyor. [166]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ, münafıkların korku ve telaşlarından dolayı, Allah'a yemin ettiklerini, biz de sizdeniz dediklerini, oysa aslında öyle olmadıklarını, şek ve nifak içinde olduklarını, korktukları için yemin ettiklerini haber veriyor. Onlar öldürülme korkusuyla yeminler ettiler, nifaklarını gizleyip mümin olduklarını açıkladılar. Şu ayet de aynı manadadır: "Onlar müminlerle karşılaştıkları za­man: "iman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla yalnız kaldıklarında: "Muhakkak biz sizinle beraberiz. Ancak alay edicileriz" (Bakara, 2/14).

Onlar korkularından sizden kaçmak ve uzak yaşamak istiyorlar. Sığınıp kendilerini emniyette hissedebilecekleri bir sığınak bulsalar, oraya kaçarlar ve sizden ayrılırlar.

Dağlarda bir mağara, yahut yer altında kuyu, kanal gibi girilecek bir yer bulsalar, bunlar kötü yerler de olsa, çok hızlı bir şekilde oralara giderler. Çün­kü onlar, sizinle, sevgi içinde isteyerek yaşamazlar. Onun için hep gam, keder ve hüzün içindedirler. Çünkü İslâm ve müslümanlar ilerlemede, yücelmede, iz­zet ve zaferde. Bütün bunlar, onları üzer.

Ey Muhammedi Münafıklardan bazıları sadakalar -ganimetler-, yahut zenginlerden sadaka alma -farz olan zekât malları- hususunda seni eleştirirler. Eleştirenlerin, Peygamber (s.a.)'in İslâm'a ısındırmak için sadaka verdiği mü-ellefe-i kulub olduğu söylendiği gibi, Haricîlerin lideri İbn Zi'1-Huvaysıra oldu­ğu da söylenmiştir. Nitekim o, Resulullah (s.a.)'in Huneyn ganimetlerini tak­sim ettiği bir sırada gelmiş: "Adaletli ol ya Resulullah!" demişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) da ona: "Yazıklar olsun sana. Ben adil olmazsam, kim olur?!" demişti. Peygambere ta'n edenin münafıklardan Ebû'l-Cevvad olduğu da söy­lenmiştir. Nitekim o, şöyle demişti: "Arkadaşınızı görmüyor musunuz? Size ve­receği sadakaları, adil olduğunu zannederek, koyun çobanlarına dağıtıyor." Bu­nun üzerine Resulullah (s.a.): "Hey be adam! Musa çoban değil miydi, Davud çoban değil miydi?" dedi. Ebu'l-Cevvat gidince, Resulullah (s.a.): "Bu adamdan ve arkadaşlarından sakının, çünkü onlar münafık" buyurdu.

Sonra Allahü Teâlâ, onların hoşnutluklarının ve kızgınlıklarının din için değil, kendileri için olduğunu belirtiyor. Çünkü Resulullah (s.a.), o günkü Mek-kelilere çok ganimet vererek, kalplerini kazanmak istemiş, münafıklar da bun­dan rahatsız olmuşlardı. Nitekim Cenab-ı Hak: "Eğer kendilerine onlardan ve­rilirse hoşnut olurlar. Kendilerine pay verilmezse hemen kızarlar" buyuruyor. Yani onlara zekâttan, yahut ganimetlerden haksız da olsa verilse, memnun olurlar. Kendilerine verilmezse, verilmeyi hak etmeseler bile, sana kızgınlıkla gelirler. Onlar genelin yararına değil, kendileri ve kendi menfaatları için kızar­lar. Onların eleştirisi masumane değil, özel bir amaç içindir.

Onlar Hz. Peygamber(s.a.)'in kendilerine verdiği ganimetlerden hoşnut ol­salar ve nasiplerini alıp az da olsa memnun kalsalar, "Allah'ın fazlı ve lütfü bi­ze yeter, elimize geçen bize kafi, Allah bizi başka ganimetlerle rızıklandırır, Resulullah (s.a.) bize bugün verdiğinden daha çoğunu verir, biz başkasından değil, Allah'ın fazlından isteriz" deselerdi daha iyi olurdu.

Bu ayet, büyük bir edebi de içine almaktadır. Şöyle ki: O, Allah ve Rasülü-nün verdiğine razı olmayı, sadece Allah'a tevekkül etmeyi öğretiyor: "Biz ancak Allah'tan umarız, deselerdi..."

Maksat, Allah'ın nimetine, Peygamberin taksimine razı olmalarını öğret­mektir. Çünkü peygamber, adaletli davranır. İslâm'ın ve müslümanların yara­rına olanı yapar. Mümine düşen Allah'ın kendisine taksim ettiğine razı olmak, ondan fazlasına tame etmemektir. [167]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkarılır:

1- Münafıklar, yalan yere mümin oldukları konusunda yemin ederler: "Münafıklar sana geldiklerinde dediler ki: "Biz şehadet ederiz ki, muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün" (Münafikûn, 63/1).

2- Münafıklar, gerçekte müminlerle birlikte yaşamak istemeyen, huzur­suz, rahatsız ve şaşkın kimselerdir. Çünkü durumlarının açığa çıkıp öldürül­melerinden korkarlar. Onun için kendilerini kurtarmak, en kötü yerlere bile -dağlardaki mağaralar, yer altındaki gizli sığmaklar gibi- sığınmak isterler.

3- Münafıkların en kötü, en çirkin huylarından biri de, zenginlerden farz olan zekâtı aldığı için Resulullah'ı tenkit etmeleri ve o istediği akrabasını ve sevdiği kimseleri tercih ediyor demeleri; düşmanlardan alınan savaş ganimetleri -Huneyn ganimetleri gibi ki, Resulullah(s.a) onlardan Mekke'n' Müellefe-i Kuluba vererek, kalblerini ısındırmak istemişti. Münafıklar o yüzden, adaleti gözetmiyor diye itham etmişlerdi- sebebiyle peygamberi eleştiriyorlardı.

4- Ayet şuna da işaret ediyor: Sadece dünyayı isteyenin işi nifaka döner. Kim Allah'ın izin verdiği ölçüde dünyayı ister ve dünyayı dine vesile kılarsa, onun tuttuğu bu yol, gerçek yoldur. Maddî işlerde aslolan sebeblere sarıldıktan sonra, Allah'ın kaza ve kaderine razı olmaktır. Onun için Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlar Allah'ın ve Rasulünün kendilerine verdiğine razı olup: "Bize Allah yeter. Yakında bize kereminden Allah da verir, Rasûlü de. Biz ancak Al­lah'tan umarız" deselerdi."

5- "Eğer onlar, Allah'ın ve rasulünün kendilerine verdiğine ya razı olup..." ayeti, dört dereceyi içine alır:

Birincisi: Allah'ın ve Rasulünün kendilerine verdiğine rıza göstermek. Çünkü Allahü Teâlâ hikmet sahibidir, abes şeylerden ve hatadan münezzehtir. Dolayısıyla O'nun hükmü, hak ve sevaptır.

İkincisi: Razı olma eserlerinin dilde gösterilmesi. O da: "Hasbünallah = Allah bize kafidir" sözüdür. Yani hükmüne ve kazasına razı olmak.

Üçüncüsü: İnsan: "Hasbünallah" demezse, "yakında bize kereminden Allah da verir, Rasûlü de" demesi.

Dördüncüsü: "Biz ancak Allah'tan umarız" demesi. Yani imanı, dünya ma­lı ve makamını kazanmak için istemeyiz, ancak ahiret saadetini elde etmek için isteriz, demesi. [168]

 

Zekâtın Verileceği Sekiz Yer

 

60- Sadakalar Allah’tan bir farz oIarfk ancak fakirlere, yoksullara, onu toplamak için tayin edilen memurlara, kalpleri aııştmımak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda ve yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir,  Atam hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Belagat:

 

"Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." "Alim ve hakim" kelimeleri, mübalâğa ifade eden fail sigasındadırlar. İlmi geniş, hikmeti yük­sek, eşyayı yerli yerince koyan, demektir. [169]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sadakalar" -Farz olan zekâtlar- ancak şu sekiz sınıfa verilir. Ayetin zahiri mânâsı, zekâtın bu sekiz sınıfın hakkı olduğuna, her sınıf ve her kesime veril­mesi gerektiğine, hakka ortak olmaları sebebiyle, aralarında eşitliğin gözetil­mesi gerektiğine işaret ediyor. Bu, Şafiî'nin görüşüdür. Hz. Ömer, Huzeyfe, İbni Abbas ve diğer bazı sahabe ve tabiînin tek bir sınıfa verilmesini caiz gördükleri rivayet olunmuştur. Üç imam da bu görüştedirler. Mânâ şöyle olur: Zekât, baş­kalarına değil, bu sayılan kimselere verilir. Bundan anlaşılıyor ki, geçen ayet­teki ayıplama, zekâtların taksimi konusunda olup ganimetlerin taksiminden dolayı bir ayıplama değildir.

"Fakirlere" Fakir, ihtiyacını görecek, malı ve kazancı olmayan kimse de­mektir, "yoksullara" [Yoksul kelimesiyle türkçeleştirdiğimiz] "miskin" kelimesi, malı kazancı olan, fakat kendisine kâfi gelmeyen kimse demektir. "Sükûn" yani oturmak kökünden türemiştir ve acizliğin, hareketten alakoyduğu kimseyi ifade eder. Allahu Teâlâ'nın şu ayetinde de bu manayadır: "O gemi, denizde çalışıp ge­çimlerini onunla sağlayan yoksullarındı" (Kehf, 18/79). Resulullah (s.a.) de, meskenet (zaruret hali) ister, fakirlikten Allah'a sığınırdı... Şöyle de denmiştir: Miskin, malı olmayan, yoksul demektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Veya toprak içinde kalmış bir yoksula yemek yedirmek..." (Beled, 90/16).

Mesele, Şafiîlerle Hanefîler arasında ihtilaflıdır. Fakr ve meskenet, her zaman ve her yerde, geçinmek için gerekli en alt sınırın aşağısındaki durumu ifade eder.

"...onu toplamak için tayin edilen memurlara" Zekâtın toplanması için ça­lışan vergi memurlarına, "kalpleri alıştırılmak istenenlere" Yeni müslüman ol­muş, İslâm'a karşı tutumları zayıf, onun için kalbleri alıştırılmak istenen, ya­hut onlara vermekle veya onları gözetlemekle benzerlerinin müslüman olmala­rı umulan birtakım ileri gelen kimselere. Nitekim Resulullah (s.a.), bunun için Uyeyne b. Hısn, Ekra b. Haris ve Abbas b. Mirdâs'a vermiştir. Bunların müslü­man olmalarına sıcak bakılan, dostlukları istenen eşraf olduğunu söyleyenler de olmuştur. Çünkü Resulullah onlara da verirdi. Sahih olan görüşe göre, bun­lara, özellikle ganimet mallarının beşte birinden verirdi.

Müellefe-i Kulûb da, kâfirlerle ve zekât vermeyenlerle savaşa teşvik edil­mek için, zekât verilecek kimseler arasında sayıldı. Onlar da birkaç kısımdır: Ya müslüman olmaları, ya kendilerini İslâm'da sabit kılmak, ya benzerlerinin müslüman olması, ya da müslümanları savunmaları için zekât verilir. Şafiî'ye göre, bugün İslâm kuvvetlenip aziz olduğu için, bu müellefe-i kulub kısımların­dan birinci ve sonuncu gruptakilere zekât verilmez. Diğer imamlara göre ise, bu iki gruptakilere de verilir.

"...kölelere" Azad olmak için sahibiyle belirli bir miktar para veya mal ver­mek üzere anlaşma yapmış köleler. Bu, mükâteb (kendisiyle sözleşme yapılan) köleye taksitlerini ödemek üzere, zekâttan ona vermek suretiyle olabileceği gibi, köleler satın alıp onları azâd etmek -İmam Malik ve Ahmed bu görüştedir- ya da esirlerin fidyesini vermek şeklinde de olabilir. Diğer bundan önceki kelimelerde "li" harf-i cerri kullanılırken burada "fi" harfi-i cerrinin kullanılması, sadece kö­lelerin değil, bu gruba dahil olanların da zekâta hakkı olduğuna işaret eder.

"borçlulara" Masiyet ve israf olmaksızın kendileri için borçlanmışlarsa ve borçlarını ödeyememişlerse, ya da zengin de olsalar, başkalarının arasını dü­zeltmek için borçlanmışlarsa.. Ebu Davud ve İbni Mace'nin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettikleri hadiste Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sadaka beş kişiye helâl olur: Allah yolunda savaşana, borçluya, malıyla zekât malını alabilecek durumda olana, fakir olan komşusunun aldığı zekâttan kendisine hediye edilene, zekât toplamakla görevlendirilene."

"Allah yolunda olanlara" Zengin olsalar bile cihad yapanlara, yahut cihad yararına -gönüllülere ve silah alımına harcama gibi- harcamak.

"veya yolculara mahsustur." Yolculuğunda parasız kalmış olanlara.

"Allah'tan bir farz olarak" Allahü Teâlâ, bunu farz kıldı, başka hiçbir kim­senin görüş bildirme yetkisi yoktur. [170]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Münafıkların, Peygamber (s.a.)'i sadakalar konusunda eleştirmeleri üzeri­ne, Allahu Teâlâ, onlara, sadakaların bu sekiz sınıfa verileceğini açıklamıştır. Artık, hiç kimsenin, sadakaları aldı diye Peygamber (s.a.)'i eleştirmeye hakkı yoktur. Onlar itirazlarında hatalı, Peygamber ise yaptığında haklıdır.

Zekâtın harcanması gereken yer konusunda hak ve âdil yolu açıklamak için ayetin gelmesi zorunluydu. Ayet, zenginlere zulüm etmemektedir. Zengin­lerin onu, bu hak sahiplerinden başkasına verme yoluna gitmeleri doğru değil­dir. Nitekim ayet, bu muhtaçlara verilmesini hatırlatmakta, bunca uyarıda bu­lunmakta; zenginleri kendilerinden bir lütuf olarak değil, Allah'ın hakkı olarak mallarının zekâtını vermeye teşvik etmekte, onların hırslarını ve mal sevgileri­ni kesmektedir.

Münafıklarla ve tuzaklarıyla ilgili ayetler arasında bu ayetin zikrolunma-sı, onların zekâta lâyık olmadıkları konusunda bir uyarıdır. Onların zekâttan pay istemelerini engellemek ve bundan mahrum olduklarını bildirmek içindir. [171]

 

Açıklaması

 

Farz olan zekât, ancak bu sekiz sınıfa verilir. Ayette geçen "ancak" kelimesi, zekâtın başkalarına değil, sadece bu sekiz sınıfa verileceğini ifade etmektedir.

"Sadakalar" kelimesiyle, vacip olan zekâtların amaçlandığının delili, "Sa­dakat" kelimesinin başındaki "el" takısının ahd-i zihni (zihnen bilinen) için ol­ması, zihnen bilinen şeyin de daha önceki: "Bazıları sadakalar hususunda seni ayıplarlar" ayetinde işaret olunan vacip sadakalar olmasıdır. Çünkü Allahu Teâlâ, bu sadakaların bu sınıfların hakkı olduğunu ifade etmek için, mülkiyet ifade eden "li" harf-i cerrini kullanmıştır. Onların hak sahibi olduğu şey de, an­cak vacip olan zekâttır. Nitekim Cenab-ı Hak, ayette vergi tahsildarlarına da verilebileceğini zikretmektedir. Bunlar ise, mendup sadakaları değil, vacip olan sadakaları toplamak için görevlendirilirler. Çünkü mendup sadakaların, bu sı­nıfların dışındakilere verilmesi caizdir. Vacip zekât, para, altın, gümüş, deve, sığır, koyun, ziraat ürünü ve ticaret mallarının zekâtıdır.

İmam Şafiî: Fitre ve malların zekâtından vacip olan bütün sadakaların se­kiz sınıfa verilmesi vaciptir. Çünkü Allah ayette sadakaların hepsini, mülkiyet ifade eden "için" anlamındaki "lâm" harfiyle onlara izafe etmiş ve bu sekiz sını­fı, ortaklık ifade eden "ve" kelimesiyle birbirine bağlamış, onların sadece bu se­kiz sınıfa verileceğini ifade etmiştir. Çünkü "ancak" kelimesi, sadece onlara ve­rilmesini gerekli kılar. Şu halde, ayet sadakaların hepsinin; ortaklaşa onların mülkü olduğuna işaret eder. Her sınıftan üç şahıstan aşağısına verilmesi de ca­iz değildir. Çünkü çoğulun en azı üçtür, der.

Diğer üç imam ise, sadakaların tek bir sınıfa ve Ebu Hanife ile Malik'e gö­re her sınıftan tek bir kişiye verilmesini caiz görürler. Çünkü ayet, sadece bu sınıflar arasında muhayyerlik içindir. Delilleri, Allahu Teâlâ'nın şu sözüdür: "Ve eğer onu gizler fakirlere verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır" (Baka­ra, 2/271). Yine bir başka delilleri bir grup muhaddisin Muaz b. Cebel'den riva­yet ettiği şu hadistir: "Zenginlerinizden sadaka alıp fakirlerinize vermekle em-rolündüm." Onlara göre ayet ve hadisle, tek bir sınıf -fakirler- zikrolunmuştur.

Tek bir şahsa verilebileceğinin caiz olduğuna delilleri ise ayetteki çoğul ke­limelerin başındaki "el" belirleme takısının cinsi ifade etmesidir. O zaman mânâ şöyle olur: Sadaka cinsi, fakir cinsinedir. Fakir cinsi de, birle tahakkuk ede­ceğinden bire verilebilir. Belirleme takısının bire yüklenmesi, hakikata yüklen­mesi mümkün olmadığı içindir. Çünkü hakikata hamlolunsa, bütün fakirleri ve sadakayı her fakire vermeyi içine alır...

Altı sınıfı -fakirler- yoksullar, vergi memurları, müellefe-i kulûb, borçlular, yolcular zikrederken, mülkiyet ifade eden "li" harfi cerrinin kullanılması, bu gruptakilerin mülk sahibi şahıslar olmasındandır. İki sınıfı zikrederken -köle­ler ve Allah yolundakiler- "fi" harf-i cerrinin kullanılmasına gelince, bunlarla şahısların amaçlanmasıdır. O kesim, yahut vasıflar ve müslümalarm genel menfaatleri murad olunmaktadır. Daha önce zikrolunanlardan daha köklü ola­rak kendilerine sadaka verilmesi hakkına sahip olduklarını bildirmektedir...

Ayette geçen sekiz sınıfı şu şekilde açıklayabiliriz:

1- Fakirler: Kendilerine yetecek malı olmayan muhtaçlar, zengin olma­yanlar.

2- Miskinler: Bir başka muhtaç zümre.

Fakihler bunlardan; fakirin mi, yoksa miskinin mi durumunun kötü oldu­ğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Şafiî ve Hanbelîlere göre fakirin durumu, miskinden daha kötüdür. O, ihtiyacını giderecek hiç bir malı ve kazancı olma­yan yoksuldur. Miskin ise, ihtiyacından daha az mala sahip olan kimsedir. Ha-nefîlere ve Malikîlere göre ise, miskin, fakirden daha kötü durumda olandır.

Zekât konusunda böyle bir ihtilâfın faydası yoktur. İhtilâfın faydası; mis­kinlere değil de fakirlere yahut fakirlere değil de miskinlere vasiyet konusunda ve bir şeyi fakirlere, başka bir şeyi miskinlere vasiyet eden kimse hakkında gö­rülür.

Şafiîler ve Hanbelîler şu delilleri ileri sürerler: Allahu Teâlâ, diğerlerinden daha muhtaç oldukları için önce fakirleri anmıştır. Allahu Teâlâ'nın: "O gemi, denizde çalışan yoksullarındı" (Kehf, 18/79) ayeti, gemisi olmayanın miskin ol­duğunu ifade ediyor. Resulullah (s.a.) fakirlikten Allah'a sığınırdı. Hâkim'in, Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.): "Allahım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür, miskinler zümresinde hasret" diye dua ederdi. Resulullah'ın bir şeyden hem Allah'a sığınması, hem de ondan da­ha kötü bir hali istemesi düşünelemez. O halde miskin, bir şeye sahip olan kimsedir. İbnül-Enbârî gibi bir grup lütgatçiden naklolunduğuna göre miskin, yiyeceği olan kimse; fakir ise hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Arapçada fakirin aşırı fakirliğinden dolayı omurga kemikleri çıkan kimse manasına geldiği ve bundan kötü bir durumun düşünülemeyeceği de söylenmiştir.

Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyur­duğunu rivayete ederler: "Miskin, şu insanları dolaşıp da, kendisine bir lokma, iki lokma,- bir hurma iki hurma verilen kimse değildir..." buyurmuş: "O halde miskin kimdir Ya Resulullah?" diye sorduklarında: "Başkasına muhtaç olmaya­cak zenginlikte olmayan fakat fakir olduğu da sezilemeyip kendisine tasaddukta bulunulamayan ve insanlardan da bir şey istemeyen kimsedir" buyurdu.

Hanefîler ve Malikîler ise, miskinin fakirden daha kötü olduğunu söylerler ve şu görüşleri ileri sürerler: Allahu Teâlâ, miskini "toprak içinde kalmış bir yoksula" (Beled, 9/16) diye nitelendiriyor. Yani, vücudunu gizlemek için, derisi­ni toprağa yapıştıran kişi. Bu, onun şiddetli ihtiyaç içinde olduğunu gösteriyor.. Asmaî ve İbnü's-Sikkît gibi bazı lügatçılar, "miskin"in hiçbir şeyi olmayan, "fa-kir"in de ihtiyacını giderecek kadar malı bulunan kimse olduğunu, miskinin son derece ihtiyaç içinde olduğu için, bulunduğu yerde yerleşip kalan kimse ol­duğunu söyler.

Lügatta noklolunan mânâ birbirine zıddır. Onun için, iki fırka da görüşle­rinde mazurdur. Onlar, o ikisinin iki sınıf olduğunda ittifak halindedirler... Ebu Yusuf ve Muhammed'den, o ikisinin tek bir sınıf olduğu rivayet olunmuştur. Bu ihtilâfın faydası, malının üçte birini bir kimseye, fakirlere ve miskinlere vasi­yet eden kimsede görülür: O ikisinin bir sınıf olduğunu söyleyene göre üçte bi­rin yarısı o kimseye, yarısı da fakirlere ve miskinlere verilir. Onları iki sınıf ka­bul edene göre ise, üçte bir, aralarında üçte birler şeklinde bölüştürülür. [172]

 

Zekât Almaya Cevaz Veren Fakirliğin Sınırı:

 

Alimler, ihtiyacı olan zorunlu evi ve hizmetçisi bulunan kimsenin zekât alabileceğini, zekât verme durumunda olanın da ona verebileceği hususunda birleşmişler, bu durumun dışında ise ihtilâf etmişlerdir.

Ebu Hanife şöyle der: Yirmi dinar altını, yahut ikiyüz dirhem gümüşü olan kimse zekât alamaz. Bu, nisab ölçüsüdür. Çünkü bir grup muhaddisin Muaz vasıtasıyla rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zekâtı zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum.7"

Ahmed, Sevrî, İshâk ve daha başkaları şöyle der: Elli dirhemi, yahut o miktar altını olan kimse zekât alamaz. Zekât alan kimseye, borçlu da olsa, elli dirhemden fazla da verilmez. Çünkü Darakutnî'nin Abdullah b. Mes'ud vasıta­sıyla rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.): "Elli dirhemi olan kimseye zekât almak helâl değildir" buyurmuştur. —Hadisin isnadında zayıflık vardır.—

İmam Malik'den meşhur olan görüş: İbni Kasım'm rivayetine göre, İmam Malik'e: "Kırk dirhemi olana zekât verilir mi?" diye sorulduğunda: "Evet", ceva­bını verdi. Malikîlere göre fakir, yıllık ihtiyacından daha az mala sahip olan kimsedir.

Şafiî ve Ebu Sevr şöyle der: Çalışıp kazanmaya gücü olan, bedenen kuv­vetli, aile ve çocukları için kazancı iyi olduğundan insanlara muhtaç olmayan kimsenin zekât alması haramdır. Ebu Davud, Tirmizî ve Darekutnî'nin Abdul­lah b. Ömer'den tahric ettiklerine göre, Peygamber (s.a.): "Zengine ve gücü kuv­veti yerinde, uzuvları sağlam olana zekât helâl olmaz" buyurmuştur. [173]

 

Kâfirlere ve Ehl-i Beyte Zekât Verilir mi?:

 

Ayetin zahiri ve lafzın mutlak oluşu, zekâtın fakir ve miskin sıfatını taşı­yana verilmesini gerektiriyor. Bu hususta, Ehl-i Beytten olanlar veya olmayan­lar, akraba olanlar veya olmayanlarla müslümanlar kâfirler aynıdır. Fakat fu-kahaya göre zekât müslümanlara verilir. Kâfire verilmesi caiz değildir. Nitekim, Sahihayn'da İbni Abbas (r.a)'dan rivayet olunan hadis-i şeriflerinde, Pey­gamber (s.a.), Muaz (r.a)'ı Yemen'e gönderirken şöyle demiştir: "Onlara, kendi­lerine zekâtın farz olduğunu bildir. O, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilir."

Ebu Hanife, hadisin zekâtla ilgili olduğunu söyleyerek, kâfirlere fitre ve­rilmesini mubah görmüştür.

Yine fukahaya göre zekâtı, zekât verenin nafakasını karşılamakla yüküm­lü olduğu kimselere -usûl, füru ve zevceler- vermek caiz değildir. Çünkü zekât, ihtiyacı gidermektir. Onların nafakası karşılandığına göre, onların ihtiyacı kal­mamış demektir. Çünkü zekât veren, onlara zekât vermekle, kendine menfaat sağlamış olur.

Alimler, Haşimîlere zekât vermenin caiz olmadığı hususunda ittifak halin­dedirler. Çünkü Müslim'in, Muttalib b, Rebia'dan rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sadaka, insanların kirleridir. O, Muhammed'e ve Muhammed ailesine helâl olmaz."

Şafiî de, onun Muttalib sülâlesinden birine verilmesini caiz görmemiştir. Şafiî'nin bu hususta dayandığı delil, Buharî'nin Cübeyr b. Mut'im (r.a.) yoluyla rivayet ettiği şu hadistir. Peygamber (s.a.): "Şüphesiz, Haşim oğulları ve Mut­talib oğulları tek şeydir..." buyurdu ve parmaklarını birbirine geçirdi. [174]

 

Fakir ve Miskine Verilecek Miktar:

 

Alimler, bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife, nisab mikta­rından fazla verilmeyeceği görüşündedir. O, bir kimseye ikiyüz dirhem gümüş veya karşılığı zekât verilmesini uygun görmez.

İmam Malik işin içtihada bağlı olduğunu söylemiş, İmam Ahmed'le birlik­te, bir yıllık ihtiyacını karşılayacak zekât verilmesine cevaz vermiştir.

İmam Şafiî'ye göre, fakir ve miskine ihtiyacını giderecek kadar zekât veri­lir. Çünkü zekâttan maksat, ihtiyacı gidermektir. [175]

 

Başka Bir Şehrin Fakirlerine Vermek îçin Zekâtı Nakletmek:

 

Bu hususta alimler iki görüşe sahiptirler: Alimlerin çoğu, zekâtı başka bir şehre nakletmenin caiz olmadığı görüşündedir. Fakat Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler 89 km.lik mesafe içinde, bir başka beldeye nakledilmesine cevaz vermişlerdir. Çünkü bu mesafe, zekât verilmesi gerekli olan mesafedir. Şafiîler, zekât vacip olan şehirde, zekât verilecek sekiz sınıftan biri bulunmadığı za­man, zekât vacip olan şehre en yakın beldeye nakledilmesini vacip görürler. Şafiîlere göre, sekiz sınıfa verildikten sonra fazla kalandan bir miktarını nak­letmek caizdir.

İbni Kasım ve Suhnûn, zekâtın bir zaruretten, yahut çok şiddetli bir ihti­yaçtan dolayı başka bir beldeye nakledilmesini, mubah görmüştür. Çünkü, ih­tiyaç olmadığı zaman, onu muhtaç olmayana vermek vaciptir: "Müslüman, müslümanın kardeşidir, onu zalime bırakmaz. Ona zulüm de etmez" [176] İbnü'l-Arabî, sahih olan da budur, der.

Hanefîler şöyle der: Zekâtı, bir beldeden başka bir beldeye nakletmek ten-zihen mekruhtur. Ancak şu hallerde nakletmek mekruh değildir: Muhtaç ya­kınlarının ihtiyaçlarını karşılamak için, daha muhtaç yahut daha muttaki, ya da müslümanlara daha faydalı bir topluluk için, Dâru'l-Harp'ten Dâru'1-İs-lâm'a, yahut öğrenci ve zâhidler için nakil, ya da yıl tamam olmadan zekât ver­me durumunda. Bu haller olmadan da, zekâtı nakletmek caizdir. Çünkü zekâ­tın sarf yeri, mutlak olarak fakirlerdir. Buna delil, Muaz b. Cebel'in, Yemenlile­re söylediği şu sözdür: "Bana bir hamîs [177] ya da bir lebis [178] getirin. Onu sizden buğday, arpa sadakası yerine kabul edeyim. Bu hal, sizin için daha kolay, Me­dine'deki muhacirler için de daha faydalı." Bu hadis iki şeye delâlet eder:

Birincisi, zekâtın Yemen'den Medine'ye nakledilmesi. Taksimatını Pey­gamber (s.a.)'in yapması. Bu hal: "Sadakalar., ancak fakirlere aittir" ayetini destekliyor. Bir şehrin fakiri ile diğer şehrin fakiri arasında fark gözetmiyor.

İkincisi, zekât olarak değerinin alınması. Bu, Hanefilerm görüşüdür. Çünkü, zekâttan maksat, fakirlerin ihtiyacını karşılamaktır. Hangi şey onla­rın ihtiyacını giderirse, o caizdir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Onların mallarından sadaka al." (Tevbe, 9/103) buyurmuş, sadakayı herhangi bir şeyle tahsis etme­miştir.

Alimlerin çoğunluğu ise, zekât olarak verilecek bir şey yerine kıymetinin verilmesine cevaz vermezler: Çünkü hak, Allah'ındır. Onun başkasına taliki ca­iz değildir. Bu, kurbanlık gibidir. Cenab-ı Hak, kurbanlığı enama 'deve, sığır, koyun, keçi) talik ettiği için, ondan başkasına nakli caiz değildir.

Malın zekâtı konusunda Hanefîler, Şafiîler ve Hanbelîlerce geçerli olan, malın bulunduğu yer; sadaka-i fıtırda geçerli olan, oruç tutanın bulunduğu yer­dir.

Bu hususta Malikîlerin iki görüşü vardır: Bir görüş, yıl tamamlandığında malın bulunduğu yeri dikkate alır. Sadaka orada dağıtılır. Diğer görüş, zekât verecek kimsenin yerini dikkate alır. Çünkü zekât vermekle muhatab olan odur, mal ona tabidir.

Bir kimse, fakir bir müslüman diye birisine zekât verse, sonra da onun, köle veya kâfir ya da zengin olduğunu anlasa, İmam Malik'e göre, bir daha ze­kât vermesi gerekmez. Bunun delili, Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği hadistir. Bu hadis, zina eden kadının, zenginin ve hırsızın zekât alması konu­suyla ilgilidir. Mesele, zekât verenin içtihadı meselesidir. O, ictihad edip zekât alabilecek durumda olduğunu zannettiği bir kimseye zekât verirse; üzerine dü­şen vacibi yerine getirmiş olur.

Bir kimse yıl girince, zekât vermek için mal ayırsa ve o mal kendi kusuru olmaksızın helak olsa, Malikîlere göre, onu ödemez. Çünkü o, fakirlerin vekili­dir. Zekât verecek kimse, yıl girdikten bir süre sonra, zekâtı ayırsa, o da helak

Devlet başkanı, zekât toplama ve dağıtma işinde adaletli ise, zekât vere­cek kimsenin altın, gümüş ya da diğer mallarda zekâtı bizzat kendisinin dağıt­ması caiz değildir.

3- Zekât memurları: Devlet başkanının, zekât tahsili için görevlendirip gönderdiği vergi memurları. Buharı, Ebu Humeyd es-Saidî'den şu rivayeti ya­par: Resulullah (s.a.), Esed kabilesinden İbnü'l-Lûtbiyye denilen birisini Sü-leym oğullarının sadakalarının tahsiline memur etti. İbnü'l-Lûtbiyye, döndü­ğünde Resulullah(s.a)'e hesap verdi.

Alimler, zekât memurlarının alacakları miktar hususunda, farklı üç görü­şe sahiptirler:

Birincisi: Mücahid ve Şafiî şöyle demiştir: Onların alacakları miktar sekiz­de birdir. Eğer ücretleri paylarından fazla olursa, o fazlalık Beytü'1-Mal (hazi­nemden karşılanır. Bunun diğer iki paydan karşalanacağı da söylenmiştir. Aye­tin zahirine uygun olan da bu görüştür.

İkincisi: Hanefîler ve Malikîler ise şöyle demiştir. Onlara çalışmaları mik-tannca ücret verilir. Çünkü onlar, fakirler yararına kendi işlerini bırakmışlar­dır. Dolayısıyla onların ve yardımcılarının geçimi, fakirlerin malındadır. Onla­ra yetecek miktar, zekâtın hepsini kapsarsa, Hanefîler yarıdan fazlasını ver­mezler.

Üçüncüsü: Onlara Beytü'l-Mal'dan verilir. Bu zayıf bir görüştür. Çünkü Allahü Teâlâ, onların zekâttaki payını haber vermiştir, nasıl olur da, onlara o verilmez.

Vergi memuruna verilen şey, çalışmasına karşılık verilen ücret mesabesin­dedir. Zengin bile olsa, bu ona verilir. Onun için, İmam Malik ve Şafiî'nin görü­şüne göre, Haşimî zekât tahsildarına zekât verilir. Çünkü Peygamber (s.a.), Ali b. Ebu Talib'i, Yemen'e zekât memuru olarak gönderdi. Haşim Oğullarından bir kısmını idareci tayin etti. Ondan sonra gelen halifeler de böyle idareciler tayin ettiler. Vergi tahsildarı, mubah bir işte ücretle çalışandır. Dolayısıyla diğer sa­natlar gibi, onda da Haşimî olan ve olmayan aynıdır.

Ebu Hanife şöyle der: "Çünkü onun payı, zekâttan bir parçadır. Müslim'in Muttalib b. Rabia'dan rivayet ettiği hadisde, Peygamber (s.a.): "Şüphesiz, ze­kât, Âli- Muhammed'e helâl olmaz. Çünkü zekât, insanların kiridir" buyurmuş­tur.

Cenab-ı Hakk'ın: "Zekât hususunda çalışanlar" sözü çok şümullü olup ze­kât gerekenlerden zekât toplamaya çalışanı, yazanı, paylaştıranı, öşür alanı, yöneticiyi, hesap edeni, muhafızı kapsar. Bu işleri yapanların ücret alması ca­izdir. İmamlık da bu kapsam içine girer. Çünkü namaz, her ne kadar herkese farz-ı ayın ise de, imamlık yapmak Kurtubî'nin dediği gibi, kifâye farzlardan­dır.

Bu söz aynı zamanda, devlet başkanının zekât almak için, zekât toplama memurları göndermesi gerektiğine işaret eder. Çünkü bazı zekât vermesi gere­kenler, kendisine vacip olanı bilmez, bazısı da cimrilik yapar. Sahihayn'da, Ebu Hüreyre'den tahric olunduğuna göre, Resulullah (s.a.), Ömer b. Hattab'ı zekât memuru olarak gönderdi. Ebu Davud, Resulullah (s.a.)'in kölesi Ebu Râfi'den rivayet eder: Resulullah (s.a.), Mahzum Oğullarından bir adamı, zekât tahsil­darı olarak tayin etti.

Ayetteki zekât tahsildarıyla ilgili metin, zekâtı almanın devlet başkanına düştüğüne, zekâtı ona vermek gerektiğine, mal sahibinin onu hak sahiplerine vermesinin kifayet etmeyeceğine işaret eder. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın şu sözü de bunu destekler: "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 9/103).

Fakat bu, Allahü Teâlâ'm şu sözüne ters düşer: "Mallarında, dilenen ve mahrum (dilenmeyip zenginmiş gibi duran kimseler) için bilinen bir hak olan­lar" (Mearic, 70/24-25). Gerçekte, kendisine zekât vermek vacip olan kimsenin, doğrudan doğruya, fakire ve mahruma vermesi caizdir. Alimler, konuyu geniş­leterek şöyle derler:

a) Eğer zekât malı, para, altın ve gümüş gibi, gizli (batını) olursa, zekât verecek durumda olan kimsenin bizzat ayırıp vermesi ya da devlet başkanına bırakması icma ile caizdir.

b)  Zekât malı, koyun, keçi, deve ve sığır gibi görünür mallardan olursa, Cumhurun görüşüne göre, onun zekâtını devlet başkanına bırakması vaciptir. Çünkü onu isteme hakkı devlet başkanınmdır. Dolayısıyla haraç ve cizye gibi ona verilir.

Şafiî ise, Cedid'de şöyle der: Mal sahibinin, onu bizzat dağıtması caizdir. Çünkü o, gizli malların zekâtı gibi bir zekâttır.

4- Müellefe-i kulûb: Bunlar, İslâm'ın ilk döneminde, müslümanlıklarmı açıklayan, imanları zayıf olduğu için, zekâttan bir pay ayrılarak, İslâm'a ısın­dırılmak istenen kimselerdir. Bunlar iki çeşittir: Müslümanlar, kâfirler.

Küfür hali üzerinde olan kâfirler ise, Hanbelî ve Maliki mezhebine göre, İslâm'a teşvik etmek için zekât verilir. Çünkü Peygamber (s.a.), müslüman ve müşrik müellefe-i kulûba verdi [179]

Hanefî ve Şafiî mezhebine göre ise, ne İslâm'a ısındırmak, ne de başka bir maksatla, onlara zekât verilmez. Çünkü, İslâm'ın ilk döneminde onlara zekât­tan verilmesi, müslümanların sayısı az, düşmanların çok olmasındandı.. Artık Allah, İslâm'ı ve müslümanları aziz kıldı, kâfirlerin kalblerini ısındırmaya ihti­yaç kalmadı. Peygamber (s.a.)'den sonra Hulefa-i Raşidin de, onlara zekâttan vermedi. Nitekim Ömer (r.a): "Biz, müslümanlık üzerine bir şey vermeyiz; dile­yen inansın, dileyen inanmasın" demiştir.

Müellefe-i Kulûb'tan müslüman olanlara gelince: Onlar çeşit çeşittir. On­lara, müslümanlıklarmı kuvvetlendirmek için verilir.

1- İslâm'da kararlılıkları zayıf olanlar. Bu gibilere, müslümanlıklan kuv­vetlensin diye zekâttan verilir.

2- Kavmi içinde müslüman önder durumundaki kimse ki, ona zekât ver­mekle, benzerlerinin müslüman olması umulur... Nitekim Peygamber (s.a.), Ebu Süfyan b. Harb'e ve başkalarına, Zeberkân b. Bedr ve Adiyy b. Hatim'e -kavimlerindeki şereflerinden dolayı- zekât verdi.

3- Kâfirlere komşu müslüman ülke sınırında oturan kimse. Bunda bizi, komşu kâfirlerin saldırısından koruma maksadı vardır.

4- Zekât vermeyi her ne kadar reddetmeseler de, kendilerine bir zekât tahsildarı göndermek güç olan bir kavimden zekât toplayan kimse. Nitekim Hz. Ebu Bekir, Adiyy b. Hâtim'e riddet yılında, kendisinin ve kavminin zekâtı­nı getirdiği zaman, zekâttan verdi. [180]

 

Müellefe-i Külûb'un Payı, Nesh Olmuş mudur?:

 

Hanefi'ler ve İmam Malik şöyle der: İslâm'ın yayılıp kuvvetlenmesiyle, müellefe-i külûb'un payı düşmüştür. İslâm'ın ilk döneminden bu zamana kadar zekât verilecek sınıfların sayısı sekiz değil, yedidir. Bu payın düşmesi, sebebin sona ermesi üzerine hükmün sona ermesi kabilindendir. Tıpkı, oruç tutma, vaktinin, gündüzün bitmesiyle bitmesi gibi.

Alimlerin çoğunluğu -Malikîlerden allâme Halil bunlardandır- ise şöyle der: Müellefe-i Külûb'un hükmü devam etmekte olup nesh olunmamıştır. İhti­yaç halinde, onlara zekâttan verilir. Hz. Ömer, Osman ve Ali'nin hilafetleri dö­neminde onlara vermemeleri, onların payının düşmüş olmasından değil ihti­yaçları olmadığı içindir. Çünkü ayet, Kur'an'm en son nazil olan ayetlerinden-dir. Onlara vermekten maksat, onları İslâm'a teşvik etmektir. Onların bize yar­dım etmesi olmadığı için, İslâm'ın yayılmasıyla bu payın düşmüş olması düşü­nülemez.

Kısacası bu pay, devlet başkanının hakkıdır. O, yararlı gördüğü şeyi yapar.

5- Köleler: Yani köleleri kölelikten kurtarma yolunda. Nitekim îbni Abbas ve İbni Ömer bu görüştedirler. Alimlerin çoğuna göre, bundan amaç, gücü kuv­veti yerinde, çalışıp kazanma takatmda olmakla beraber, efendilerine, borçları­nı ödeme kudretinde olmayan müslüman mükâteblerdir [181] Çünkü, kölelikten kurtarılmak istenilen kimseye ancak mükâteb olduğu zaman zekât verilir. Ce-nab-ı Hakk'm şu sözü de buna delâlet eder: "Ve onlara (mükâteb, köle ve cariye­lere) Allahü Teâlâ'nın size verdiği maldan verin" (Nur, 24/33). Ancak Ebu Hani-fe ve arkadaşları şöyle der: Zekâttan, rakabe-i kâmile (tam manasıyla köle) âzâd edilmez, fakat zekâttan, kölelikten kurtulması için verilir, o hususta ken­disine yardım olunur. Çünkü, Cenab-ı Hakk'm: "Kölelere..."  sözü, zekât verenin, kölelikten âzâd etmeye ortak olmasını gerektirir, müstakil olarak köle âzâd etmesini ifade etmez.

Malikîler şöyle der: Kölelere ayrılan payla bir köle satın alınıp hürriyetine kavuşturulur. Çünkü, her köle zikrolunan yerde, onu âzâd etmek kasdolunur. Azâd etmek, hürriyete kavuşturmak ise, keffaretlerde olduğu gibi, ancak kmn (kendi ve ebeveyni köle olan kimse) da olur. Onların idaresi, beytü'1-male aittir.

Zekât malından hem köle âzâd etmek, hem de mükâteb (sözleşmeli köle)'e yardım etmek için harcama yapmanın caiz olduğuna işaret eden bir hadis var­dır. Ahmed, Buharî ve Darekutnî, Berâ' b. Azib'ten rivayet ederler: Bir adam, Peygamber (s.a.)'e gelerek: "Beni Cennete yaklaştıracak, cehennemden uzak­laştıracak bir amel söyle" dedi. Resulullah: "Köle âzâd et, köle kurtar" buyur­du. O adam: "ikisi bir şey değil mi?" dedi. Resulullah: "Hayır, köleyi âzâd et­mek, yalnız başına, kölelikten kurtarman; köleyi kurtarman, onu kurtarmaya yardım etmendir" buyurdu.

Mükâtebe zekât verilebilmesi için, müslüman ve muhtaç olması şarttır.

Bazı alimler -Maliki İbn Habîb gibi- de, bu payla esirlerin fidyesi verilir, demiştir. Dünyadaki köleliğe son vermek için, bugün bu söz dikkate alınmalı­dır.

6- Borçlular: Bunlar, borçları çok olup ödeme güçleri olmayan kimselerdir. Borçlu, Şafiîlere ve Hanbelîlere göre ister kendisi, ister başkası için borçlansın veya ister itaat, isterse günah yolunda borçlansın farketmez. Kendisi için borç­lanırsa, ancak fakir olduğu zaman verilir. Eğer bir kişinin öldürülmesi, ya da mal veya yağma sebebiyle meydana gelen ara bozukluğunu -Ehl-i Zimmet ara­sında bile olsa- düzeltmek için borçlansa, zengin bile olsa kendisine borçlular payından zekât verilir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Ancak şu beş durumda zengine zekât verilir: Allah yolunda gaza eden, zekât tahsil eden, borçlu olan, malıyla zekât malını alabilecek durumda olan, fakir olan komşusunun aldığı zekâttan kendisine hediye edilen" [182]

Hanefîler şöyle der: Borçlu, borcunun dışında fazla olarak nisaba sahip ol­mayan, yani fakir durumda olan kimsedir.

Malikîler ise şöyle der: Borçlu fakir olup, borcunu ödeyecek parası olma­yan kimsedir. Tabii borç, içki içmek, kumar oynamak gibi bir günah dışındaki sebeble olmalıdır. Kendine yetecek miktarda malı olduğu halde borçlu görünüp zekât almak için borçlanıp bol harcamada bulunan kimseye zekât verilmez. Çünkü onun maksadı kötüdür. Zekât almaya niyetlenip zaruretten dolayı borç­lanan bir fakirin durumu ise, bundan farklıdır. Ona, iyi niyetinden dolayı, ze­kâttan borcu kadar verilir. Fakat, bir masiyet için yahut kötü bir maksatla borçlanan kimse tevbe ederse, ona zekâttan en güzel şekilde verilir.

Alimlerin çoğunluğu şöyle demiştir: Zekâttan, ölünün borcu ödenir: Çünkü o, borçlulardandır. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben, her mümine kendinden daha yakınım: Kim bir mal bırakırsa, mal ailesinindir. Kim bir borç, yahut fakir çoluk çocuk bırakırsa, onların bakımı bana aittir, benim üzerime-dir" [183]

7- Allah yolunda olanlar: Cumhurun görüşüne göre bunlar, askerî divan­da hakları olmayan mücahid gazilerdir. Zengin olsun, fakir olsunlar, kendileri­ne gaza yolunda harcadıkları miktar kadar ödenir. Çünkü "yol" kelimesi kulla­nıldığı zaman, Kur'an ve sünnette, gaza manası anlaşılır. Ama divanda, takdir edilmiş bir maaşı olana verilmez. Çünkü onun yetecek bir maaşı vardır. Bu sebeble muhtaç değildir. Hiç kimse malının zekâtıyla hac etmez, malının zekâtıyla gaza etmez, o zekât malıyla onun adına haccedilmez, gaza edilmez. Bu görü­şe göre: Şimdiki orduya zekâttan verilmez. Çünkü askerler ve subaylara, devri­mizde sürekli aylık veriliyor. Ancak bugün, zaruret ya da genel ihtiyaç duru­munda, silah alımına, yahut cihad yolunda teberru verilebilir.

Ebu Hanife, Allah yolundaki gaziye, ancak fakir olduğu zaman verilir, der.

Ahmed ise, kendisinden gelen iki rivayetin en sahihinde şöyle demiştir: Hac, "Allah yolu"ndandır. Dolayısıyla hac etmek isteyene zekâttan verilir. Çün­kü Ebu Davud, İbni Abbas'dan şöyle rivayet eder: Bir adam Allah yoluna bir deve verdi, hanımı da haccetmek istedi, Resulullah (s.a.) ona: "Ona bin. Çünkü hac, Allah yolundandır" buyurdu. Cumhur ulemâ bu görüşe şöyle cevap ver­miştir: Hac, Allah yoludur. Fakat ayet cihadla yorumlanır. İmam Malik, Allah yolları çoktur, der. İbnü'l-Arabî, burada, "Allah yolu"ndan amacın, gaza ve Al­lah yolu cümlesinden olduğu hususunda -Ahmed ve İshak tarafından tercih edilen görüş müstesna. Onlara göre, hac murad olunmaktadır- herhangi bir ih­tilaf olduğunu bilmiyorum, der.

Bazı Hanefîler, Allah yolunu ilim talebiyle Kâsânî ise, her türlü ibadet ve taatla yorumlamıştır. O takdirde, ölülerin kefenlenmesi, köprü, kale ve mescid yapımı gibi bütün hayır yolları bu kapsamın içine girer. Çünkü Cenab-ı Hak­kın: "Allah yolunda" sözü geneldir.

Özetle, Allah yolundan amaç, mücahidlere -Şafiîlere göre zengin de olsa­lar, Hanefîlere göre, fakir olmaları şartıyla; Ahmed, Hasan ve İshak'a göre hac Allah yolundandır- vermektir.

Bazıları müstesna, alimler zekâtın, mescid, köprü yapımı, yol ıslâhı, ölüle­rin kefenlenmesi, borç ödenmesi, silâh satın alınması ve ayette zikrolunmayan diğer ibadet çeşitleri gibi şahıs için mülkiyet söz konusu olmayan yerlere veril­mesinin caiz olmadığını savunmuşlardır.

8- Yolcuya: Beldesinden uzak bir yerde yolda kalan, yahut günah için de­ğil, ibadet için yolculuk yapmak isteyen, fakat maksadına yardımsız ulaşma­yan kimseye ibadet, hac, cihad ve mendup ziyaret gibi şeylerdir. Spor ve seya­hat gibi mubah bir yolculuk yapana bazı Şafiîlere göre -ihtiyacı söz konusu ol-

madığından- verilmez. Diğerlerine göre kendisine, -namazları kısaltması ve orucu yiyip içmesi deliliyle- zekât verilir.

Yolcuya, yolculuğundan muhtaç duruma düştüğü zaman -isterse vatanın­da zengin olsun- maksadına ulaşacak kadar zekât verilir.

Geçen vasıflardan birini iddia edip gelen kimseden, söylediğini ispat etme­si istenir. Borçlu olduğunu ispat etmesi ona aittir. Diğer sıfatlarda ise, ikisi de Maliki olan İbni Arabî ve Kurtubî'nin dediği gibi, görünen hal, şahit yerine ge­çer, onunla yetinilir.

Şafiî fakihi Rafiî, fakirlik, miskinlik gibi gizli nitelik durumunda, bunu id­dia edenden ispat etmesi istenmez. Herhangi bir delil olmaksızın verilir. Açık nitelik durumunda ise, zekât tahsildarı, mükâteb köle ve borçludan ispat iste­nir, müellefe-i kulub'dan, İslâm'da niyetinin zayıf olduğu iddiasını ispat etmesi istenmez. Kavmi içinde önde gelen, kendisine itaat edilir kimse olduğunu söy­leyen kimseden delil istenir. Meşhur olması, kendisinden ispat istenen kimse hakkında delil yerine geçer, der.

Nafakasını karşılamakla yükümlü olduğu kimselere -ana-baba, çocuk ve zevce gibi- zekât vermek caiz olmaz. Ama devlet başkanı, bir adamın zekâtını çocuğuna, ana babasına ve zevcesine verse caizdir.

Zekâtı muhtaç akrabaya vermek daha faziletlidir. İmam Malik: "En iyi verdiğin zekât, nafakası sana ait olmayan akrabana verdiğin zekâttır. Bunun delili Peygamber (s.a.)'in, Abdullah b. Mes'ud'un zevcesi Zeyneb'e söylediği söz­dür. Buharî ve Müslim rivayet ederler: "Senin için iki ecir vardır: Zekât ecri ve sıla-i rahim ecri."

Verilecek zekât konusu ihtilaflıdır: Borçluya borcu miktarmca verilir. Fa­kir ve miskine, İmam Malik ve Ahmed'e göre, daha önce de geçtiği gibi, kendi­sine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere bir yıl yetecek kadar, Şafiîlere gö­re ihtiyaç miktarmca, Hanefîlere göre zekât nisabı miktarından fazla olmamak şartıyla verilir.

Zekât dağıtımında ayette anılan tertipteki önem zorunluluğu göz önüne alınır. Çünkü tertip, istenen ve amaçlanan şeyi gösterir. Fakat "Allah yolu ve yolcu" daha önce de açıklandığı gibi "fî" harf-i cerriyle tabir olunduğu için "borçlu ve köle"den daha üstün iki sınıftır.

Allahü Teâlâ, zekât almaya hakkı olanları andıktan sonra, "Allah'tan bir farz olarak" buyurmuştur. Yani Allahü Teâlâ zekâtı, Allah'ın takdiri, farzı ve taksimine göre takdir olunmuş bir hüküm olarak farz kıldı. Bu, zahiri anlayışa aykırı davranmaktan uzaklaştıran bir şeydir.

"Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." Yani, işlerin dış ve iç durumlarım, kulların yararını en iyi bilendir. Ancak, kulların hayrını ve yara­rına olan şeyleri meşru kılar. Nitekim Hak Teâlâ zekâtı, nefsi kötülüklerden te­mizlemek, malı korumak ve verdiği nimetlerden dolayı yaratıcıya şükür için em­retti. Nitekim Cenab-ı üak:"Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendile­rine temizlemiş, bununla onları bereketlendirmiş olasın" (Tevbe, 9/103) buyurur. [184]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, zekât verileceklerin sekiz sınıf olduğunu açıklamaktadır. Fakat bu­gün zekâtı, Vrötaiü zeTtgvntac &feği\, \*xl\ x«s\g«vV<Kî, takvcl&te. ve. miskinlere ver-mektedİT. Borçlulara ve yolculara verilmesi ise nadirdir. Kölelere, zekât tahsil­darlarına, Allah yolunda olanlara ve Müellefe-i Kulûba ise, zekâttan hiçbir şey verilmemektedir. Çünkü "köleler" payı, dünyada köleliğin bitmesiyle artık sona ermiştir. Zekâtı toplamakla görevli olanlar, zekât işinin terk olunması ve devlet başkanının toplatmaması sebebiyle -bazı çağdaş İslâm ülkelerinde yapılan ça­lışmalar müstesna- ortadan kalktı. "Allah yolunda olanlar"ın payına gelince, bugün düzenli orduların, yiyecek, giyecek, silah ve aylıkları, devlet hazinesin­den karşılanmaktadır. Zekât verenlerin zekâtları beklenmektedir. Ancak zekât, silah alımına, ya da cihad gönüllülerini desteklemeye sarfedilebilir. Müellefe-i Kulûb'a gelince, onların payının hâlâ bulunduğuna inananlara göre bile, onla­rın varlığı, onları İslâm'a teşvik ve cesaretlendirmek çok sınırlı ve nadir olmuş­tur. Çünkü devletlerin gayreti, kişilerin gayretini bastırmıştır ve çağımız dev­letleri de çok kere, İslâm'ın yayılması meselesini düşünmemektedir. Kuvvet ve kudret ancak Allah'ın yardımıyladır.

Ayette yedi hüküm vardır:

1- Sadakaların sarf yerleri sekiz sınıftır. Burada sadakalar sözünden amaç, vacip olan zekâtlardır. Çünkü Allahü Teâlâ, bu sadakaların bu sekiz sı­nıfa ait olduğunu ifade için, zekâtın harcanacağı yerlerin başına mülkiyet ifade eden "lâm" harf-i cerrini getirmiştir. Sahip olunan sadaka ise, vacip olan zekât­tır. Bu sekiz şeyde hasrı ifade eden "ancak" kelimesiyle anılan sadakaları, va­cip zekâtlar olarak yorumlamak doğrudur. Sadakalar içine mendubları da ko­yarsak bu hasr sahih olmaz. Çünkü mendub sadakaların, mescid, tekke, okul yapımına, ölülerin kefenlenip teçhizine ve diğer hayır işlerine harcanması caiz­dir. Sonra Cenab-ı Hakk'm: "Sadakalar ancak..."   sözü daha önce açıklaması geçtiği gibi, vacip olan sadakaları kapsamaktadır.

2- Ayetin işaretine göre, zekâtı devlet başkanı veya onun tayin ettiği şahıs alıp, dağıtır. Bunun delili, vergi tahsildarlarına pay ayrılmasıdır. Böylece zekât işinin yerine getirilmesinde mutlaka bir görevli gerektiği ortaya çıkıyor. Ayette geçen "âmil" kelimesi, devlet başkanının zekât almak için görevlendirdiği kişi ai&amYbta&YC. Bvı &&., x«&&& %&&&<& davAst başksovsun. alacağım, şpsteriyor. Şu ayet de bunu destekler: "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 9/103). Zekât verecek kimsenin, batmî mallarının zekâtını bizzat kendinin verebileceği: "Mallarında dilenen ve mahrum için bilinen bir hak olanlar" (Mearic, 70/24-25) ayetinden anlaşılıyor.. Yani bu kimselere haklarını, devlet başkanını vasıta kıl­madan vermek caizdir.

3- Zekât malında çoğunluğun görüşüne göre zengin bile olsa, zekât tahsil­darının hakkı vardır.

4- Ayetin zahiri, zekâtın sekiz sınıfın hepsine verilmesinin gerekli olduğu­na işaret ediyor. Onlardan üçüne yahut birine verilmesinin caiz olduğuna dair alimlerin görüşlerini ve delillerini daha önce belirtmiştik.

5- Zamanımızda vergi tahsildarı, Müellefe-i Kulûb ve köleler yok. "Allah yolunda" sözü mücahidler içindir. Onların zekâta ihtiyacı kalmamıştır. Çünkü, sürekli maaş almaktadırlar. Ancak, gönüllülere verilir. Zaruret halinde, ya da çok zorunlu hallerde silah satın almak için harcanır.

6- "Fakirler ve miskinler" sözü, kâfir ve müslüman herkesi içine almakta­dır. Ancak bunu, zekâtın sadece müslüman olurlarsa fakirlere ve miskinlere verilebileceğine işaret eden sünnet-i nebeviyye tahsis etmiştir.

7- "Allah'tan bir farz olarak" sözünden amaç, ayetin görünen anlamına ay­kırı davranmaktan men ve zekâtı, bu sınıfların dışına vermeyi haram kılmak­tır. Ebu Davud'un Ziyad b Haris b. Sıdai'den rivayet ettiği hadiste -hadis zayıf­tır- Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ, hiçbir peygamberin ve­ya bir başkasının sadakalar hakkındaki hükmüne razı olmamış, onlar hakkın­da kendisi hüküm vermiştir. Nitekim bu yüzden sadakaları sekiz parçaya ayır­mıştır." [185]

 

Zekâtın Hikmeti:

 

Râzi, Tefsirinde [186] zekâtın vacip kılınış hikmetini açıklamış, zekât veren için oniki, alan için de sekiz yarar zikretmiştir. Onları kısaltarak aşağıya alıyo­rum:

Zekâtın veren için yararları şunlardır:

1- Zekât aşırı dünya tutkusunu kalbden gidermek, mala karşı aşırı düş­künlüğü kırmak, nefsin bütünüyle ona yönelmesini engellemek için yararlı bir ilaçtır. Cenab-ı Hakk'm: "Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendileri­ni temizlemiş ve onları bereketlendirmiş olasın." (Tevbe, 9/103' ayetinde de bu gerçek belirtilmektedir.

2- Dünya lezzetlerine sınır koymak, Allah rızasını kazanmak için sarfet-mekle, Allah'a kulluk dünyasına ve Allah rızasını kazanmaya yöneltmek..

3- Mal azgınlığının ve kalb katılığının önünde durmak. Nitekim Cenab-ı Hak: "Çünkü insan kendisini müstağni gördü diye gerçekten azar." (Alak, 96/6-7) buyuruyor. O halde zekât, azgınlığı azaltır, kalbi Rahman'm rızasını kazan­maya çevirir.

4- Başkalarının üzüntülerini hissetme, insanlara iyilik etme, onlara hayır ulaştırmaya çalışma, onlardan afetleri giderme yoluyla nefsi terbiye etmek. Bu, Allah'ın sıfatlarmdandır. Nitekim, Peygamber (s.a.): "Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın" buyurur.

5- Fakirlerin zenginlere sevgisini çoğaltmak. Çünkü onlara vermek sevgi­lerini kazandırır. İbni Adiyy, Ebu Nuaym ve Beyhakî'nin, İbni Mes'ud'dan riva­yet edip sahih dediği hadiste Peygamber (s.a.): "Kalbler, iyilik edene sevgi, kötü­lük edene de buğz duygusu üzere yaratılmıştır" buyurur. Onu sevdikleri zaman da, ona hayır dua ederler. Bu hayır dua da, insanın nimet içinde kalmasına sebep olur. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "İnsanlara fayda verecek olan şeye gelin­ce, işte bu yeryüzünde kalır" (Ra'd, 13/17). Peygamber Efendimiz de, Taberânî, Ebu Nuaym ve Hattâbî'nin İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği hadisinde -hadis za­yıftır- "Mallarınızı zekâtla koruyunuz" buyurmuştur.

6- Zekât, insanı bir şeyle zengin olduğunu zannetme derecesinden daha yüksek dereceye -her şeyden müstağni olma- yükseltir. Birincisi mahlûkatın, ikincisi hakkın sıfatıdır.

7- İyilik, hayır ve genelin yararına mal sarfetmek, dünyada sürekli övgü ve ahirette sürekli sevabı gerektirir. Bu, yok olmaya maruz -çünkü mal, yok olup gidicidir- iken, malı kabre ve kıyamete nakletmeye sebep olur.

8- Şüphesiz mal harcamak, meleklere ve peygamberlere; harcamamak ise kınanmış cimrilere benzemektir. O halde harcamak daha iyidir.

9- Hayır ve rahmet dağıtmak, Hak Teâlâ'nm sıfatlarındandır. Hayır yolla­rından birinde harcamada bulunmak, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmaya sevke-der.

10- İman ruhî, namaz bedenî mutluluğu gerçekleştirdiği gibi, maldan har­camada bulunmak da, toplum saadetini gerçekleştirir.

11- Zekât, nimete şükürdür. Nimet verene şükür ise vaciptir. Nimete şü­kür: Nimeti verenin rızasını kazanmaya sarfetmektir.

12- Şüphesiz zekâtın vacip oluşu, müslümanlar arasında sevgi meydana gelmesini, onlardan kinin gitmesini sağlar.

Zekâtın, alan kimseye sağladığı faydalar şunlardır:

1- Bir ihtiyacını ve bir gediğini gidermek.

2- Aslî ihtiyacından fazla olanı âtıl bırakmamak. Çünkü Allahü Teâlâ ma­lı, istiflemek, biriktirmek ve tutmak için değil, ihtiyaçları gidermek için bir araç olarak yaratmıştır.

3- Mal, Allah'ın malı, zenginler onun hazinedarları, fakirler de Allah'ın ai­le fertleridir. Bu iki grubun, birbiriyle dayanışma içinde olmaları, birbirlerine acıyıp şefkat göstermeleri, birbirleriyle yardımlaşmaları ve Allah'ın kulların­dan muhtaçlara, Allah'ın aile fertlerine vermekle, kâinatın hakiki sahibi Al­lah'ın emrini uygulamak gerekir.

4- Hikmet ve rahmet, zenginin bir kısım malını, muhtaç, çalışmaktan aciz fakire sarfetmesini gerektirir. Bu, İslâm'da sosyal dayanışmayı gerçekleştirir.

5- Zekât, fakirin noksanlığını giderir. Zekât veren de, zekât vererek mey­dana gelen noksanlığı alış veriş yaparak giderir.

6- Suç işleme ve düşmanlığı önler. Eğer, zenginler fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamasa, fakirler hırsızlık gibi hoş olmayan hareketlere cesaret ederler, ya da İslâm düşmanlarına katılırlar.

7- Zekât, bütün mükelleflerin hem sabır, hem de şükür sıfatıyla vasıflan­malarına yardım eder. Peygamber (s.a.), Beyhakî'nin Enes'den rivayet ettiği hadisde -hadis zayıftır-: "İman, iki yarımdır: Bir yarısı sabır, bir yarısı şükür­dür" buyurur. Zengin, zekâtı verdiği zaman, nimete şükretmiş, maldan bir parçanın noksanlaşmasma sabretmiş olur; zekât fakire verildiği zaman, fakir de, sabreden kimse iken, aynı zamanda şükreden kimse olur.

8- Fakir, zekât almakla, zenginin dünyada kınanma ve ayıplanmadan, ahirette, cehennem azabından kurtulmasına yardım etmiş olur. Onun için fa­kir, zenginin cehennem ateşinden kurtulmasına yardım eden kimse oluyor. [187]

 

Münafıkların Peygamber (S.A.)'e Eziyet Etmesi, Onların Anlayışlarını Düzeltme

 

61- İçlerinde öyle kimseler vardır ki,  Peygambere eziyet ederler ve: "O bir  kulaktır" derler. De ki: "O, sizin için  bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, mü- minlere inanır. O içinizden iman eden- ler *Çİn de bir rahmettir. Allah'ın Rasulünü incitenler! İşte en acıklı azab onlarındır-

 

Belagat:

 

"O, bir kulaktır." Yani, o kendisine her söyleneni işiten kulak gibidir. San­ki işiten, duyan bir kulaktır. Bu, Arapların gözcüye ayn (göz) demelerine ben­zer.

"Peygambere eziyet ederler" Allahü Teâlâ, "rasul" kelimesi yerine zamir kullanmayıp onun şanını yüceltmek, nübüvvetle risalet rütbelerini bir arada ifade etmek için "rasul" kelimesini kullanmıştır. Ayrıca şerefini daha da artır­mak için, "Allah" kelimesine muzaf kılmıştır. [188]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O bir kulaktır": Herkesin dediğini dinler, her duyduğunu tasdik eder, her­kesin sözünü kabul eder. Bu, insanın, bir parçasıyla -yani kulağıyla- isimlendi-rilmesidir ve mübalağa ifade eder. Sanki cümle, o dinleyen bir kulaktan ibaret­tir" anlamındadır. Nitekim casusa, göz denir.

"De ki: O sizin için bir hayır kulağıdır": Bu: "O, doğru bir adam, âdil bir şahiddir" sözü gibidir ki, bununla iyi ve salih bir kimse olduğu kasdolunur. Sanki: "O, ne güzel bir kulaktır" denilmektedir.

"Allah'a inanır" Delilleri olduğu için Allah'ı tasdik eder "müminlere ina­nır." onların dediklerini kabul eder. Onları imanları sebebiyle tasdik eder. "O içinizden iman edenler için de bir rahmettir." Ey münafıklar! Sizin imanınızı açıkladığınızı duyduğumda bu zahiri imanınızı kabul ediyor, sırlarınızı açıkla­mıyor, müşriklere yaptığını size yapmıyor. O dediğiniz gibi bir kulaktır. Ancak sizin için hayırlı bir kulaktır. Kötü bir kulak değildir. Hayrı dinler, şerri dinle­mez. [189]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebu Hatim, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Nebtel b. Haris [190], Resulullah'a gelip yanına oturur, onu dinler ve konuştuklarını müna­fıklara aktarırdı. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "İçlerinde öyle kimseler vardır ki, Peygamberce eziyet ederler..." ayetini indirdi.

Kurtubî: Ayet Hz. Muhammed (s.a.)'in ancak bir kulak olduğunu, kendisi­ne söylenen her şeyi kabul ettiğini söyleyen Attâb b. Kuşeyr hakkında nazil ol­du, der.

İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Bir grup münafık Peygamber (s.a.) hak­kında, yakışıksız sözler söylediler. Bunun üzerine birisi şöyle dedi: Yapmayın! Korkarız ki, söylediklerimiz ona ulaşır. Cülâs b. Süveyd b. Sâmit: "istediğimizi söyler, sonra ona gider, demedik diye yemin ederiz, o da sözümüzü kabul eder, Muhammed, sadece dinleyen bir kulak," dedi. Bunun üzerine, ayet nazil oldu.

Onlar, bu sözleriyle Peygamberimizin zekâsının olmadığını, işlen derin dü­şünmediğini, saf kalbli, her duyduğuna çabucak aldanıveren bir kimse olduğu­nu kasdediyorlardı. Onun için, ona -casusa göz dendiği gibi- kulak demişlerdi. [191]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu, münafıkların cahilliklerinin bir başka türüdür.Onlar. Resulullah ıs.a.) hakkında, onu eleştiri mahiyetinde, onun bir kulak olduğunu, kendisine her yemin edeni tasdik ettiğini söylüyorlardı. Cenab-ı Hak geçen ayetlerde de, Resulullah'ı işlerinden dolayı eleştirdiklerini ve zekât taksiminden dolayı suç­ladıklarını belirtmişti. [192]

 

Açıklaması

 

Münafıklardan bir grup, Resulullah (s.a.) için söz söylemekle ona eza eder­ler, onu ayıplarlar. "O, bir kulaktır, kendine her söyleneni dinler, onu tasdik eder, ona kim bir şey söylese kabul eder, ona kim konuşsa, inanır. Ona varıp yemin etsek, bizi tasdik eder" derler. Bu sözleriyle onun, saf, her duyduğuna -onun hakkında düşünmeden ve işlerin arasını ayırt etmeden- çabuk aldanan kimse olduğunu kasdediyorlardı. Bu, Peygamber Efendimizin, onlara görünüş­lerine göre muamele etmesinden ve sırlarını açıklamamasından ileri geliyordu.

Allahü Teâlâ, onun zararlı bir kulak değil, hayırlı bir kulak, yani kötülüğü değil, hayrı dinleyen bir kimse olduğunu söyleyerek, onların iddiasını reddet­miştir. O, doğruyu ve yalancıyı bilir. Fakat o, münafıklara şeriat hükümlerine ve edeblerine göre davranır, onlardan hiçbirini utandırmaz. O, kâmil ahlâk sa­hibidir, örnek insandır.

O, Allah'ı tasdik eder, -başkalarını değil- samimi muhacir ve ensar mü­minlere inanır. Ey münafıklar! O, içinizdeki inananlara bir rahmettir. Yani imanı açıklamıştır. Zahir olan imanınızı kabul eder, sırlarınızı açıklayıp sizi re­zil etmez. Müşriklere yaptığını size yapmaz. O, hayır ve rahmet kulağıdır. Bu ikisinden başkasını dinlemez ve kabul etmez. Müminlerin kendisine haber ver­diklerini tasdik eder, münafıkların haberine inanmaz. O, insanları dünya ve ahiret saadetine hidayet buyurması bakımından bir rahmettir.

Hz. Peygamberce sözle, ya da fiille -sihirbazlık, yalancılık, zeki olmamak gibi şeylerle vasıflandırmak, adaletinde kusur bulmak gibi- eziyet edenler, eza vermeleri sebebiyle ahirette acıklı şiddetli bir azaba maruz kalacaklardır. [193]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, Peygamber (s.a.)'in, tam bir ahlâk, derin ve kapsamlı görüş, hariku­lade zekâ sahibi olduğuna işaret eder. Onun münafıklara karşı sessiz kalması, aptallık ve saflığından dolayı değil, bir hikmetten dolayı idi. Münafıklara, çir­kinliklerinden, kendilerinden vazgeçme fırsatı vermek, müşriklere, münafıkla­rın halini sömürme fırsatı vermemek ve bu peygamber kendine inananları öl­dürüyor dedirtmemek içindi.

Yine ayet, bu peygamberin, şer kulağı değil, hayır kulağı olduğuna, hayırlı ve yararlı şeyleri dinlediğine, kötülük ve fesadı dinlemekten yüz çevirdiğine, dünya ve ahiret saadetlerine hidayet buyurduğu için müminlere bir rahmet ol­duğuna işaret eder.

Ayet Peygamberin, münafıkların haberlerine tam bir teslimiyetle inanma­dığını, söylediklerini -her ne kadar sözlerini yeminlerle pekiştirseler de, tasdik etmediğini gösteriyor. Çünkü, Peygamber (s.a.)'in edebi, sevmedikleri şeylerle insanlara karşı çıkmaktan alıkoyar. O, münafıklara karşı zahire göre davranır, iç yüzlerini araştırmada ileri gitmez.

Allahü Teâlâ onun üç özelliğini zikretmiştir: Allah'a inanması, müslüman-ların sözlerine inanması, inananlara rahmet olması. Bu üç özellik, onun "hayır kulağı" olmasını gerektirir.

Yine, ayetten şu hüküm çıkarılır: Peygamber (s.a.)'e peygamberliği ile ilgi­li konularda eziyet etmek küfürdür. Şiddetli azabı gerektirir. Ama şahsına, be­şerî işlerine ve dünyevî âdetlerine ait hafif eziyet, ehl-i beytine eza, küfür değil, haramdır. Mesela, yanında çok kalarak ona eziyet etmek gibi. Nitekim Cenab-ı Hak: "Çünkü bu, peygambere eza vermekte, o sizden utanmaktadır" (Ahzab, 33/53) buyurur. Onunla konuşurken sesini yükseltmek ve ismiyle çağırmak, ona eziyet etmektir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Ey iman edenler! Sesinizi peygam­berin sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize çağırarak söylediğiniz gibi, ona da bağırmayın. Sizin haberiniz olmadan amelleriniz boşa gidiverir" (Hucurat, 49/2) buyurmaktadır. [194]

 

Tebük Gazvesinden Geri Kalan Münafıkların Durumları

 

62- Size, gönlünüzü hoş etmek için, Al­lah'a yemin ederler. Eğer mümin ise­ler, Allah'ı ve Rasulünü hoşnut etmele­ri daha doğrudur.

63- Hâlâ bilmezler mi ki. kim Allah'a ve Rasulüne karşı muhalefet ederse, ona içinde ebedî kalıcı olarak cehennem ateşi vardır. Bu ise, büyük bir rüsvay-lıktır.

64- Münafıklar, kalplerinde olanı ken­dilerine açıkça haber verecek bir sûre­nin tepelerine indirilmesinden endişe ederler. De ki: "Siz alay edip durun. Şüphe yok ki Allah, endişe ettiğiniz şe­yi açığa çıkarandır."

65- Eğer onlara soracak olsan, elbette: "Biz sadece dalar ve sakalaşırdık" der­ler. De ki: "Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Rasulü ile mi eğleniyorsunuz?

66- Özür dilemeye kalkmayın  Sîz iman ettikten sonra kâfir oldunuz. İçinizden bir zümreyi affetsek bile, bir taifeyi günahkâr kimseler oldukları için azab-landırâcağız.

 

Belagat:

 

"Bu ise, büyük bir rüsvaylıktır": Yakındaki şeyi gösteren "bu" işaret zamirinin uzak için kullanılması, son derece korku ve rüsvaylıkta olduklarına göstermek içindir. [195]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Size" gelirler "gönlünüzü etmek için, Allah'a yemin ederler": Buradaki hi­tap müminler içindir. Onlardan razı olmanız için yemin ederler.

"Eğer mümin iseler" gerçekten inanıyorlarsa "Allah'ı ve Rasulünü hoşnut etmeleri daha doğrudur". İtaatla ve muhalefet etmemekle, razı edilmeye daha lâyık olan Allah ve Rasulüdür.

"Siz alay edip durun": Korkutma ifade eden bir emir.

"Şüphe yok ki, Allah, endişe ettiğiniz şeyi açığa çıkarandır." Şüphesiz Allah, saklanan, gizli şeyi, açığa çıkarır. Göğüslerde gizlenen şeyi açığa çıkarmayı içer­diği gibi, yerden tohumu çıkarmayı ve vatandan sürüp çıkarmayı da içerir.

"Eğer onlara soracak olsan" seninle beraber Tebük'e giderken, onların se­ninle ve Kur"an'la alaylarını sorsan "Biz sadece dalar ve şakalaşırdık." Herhan­gi bir kasdımız yoktu. "Havd", aslında suya veya çamura dalmaktır. Daha son­ra bâtıl şey için kullanılması yaygınlaştı. Murad, faydasız işi çok yapmaktır.

"Siz iman ettikten sonra kâfir oldunuz." İmanınızı açıkladıktan sonra küf­rünüz ortaya çıktı. "Eğer içinizden bir zümreyi affetsek bile" ihlasları sebebiyle, Mihaşş b. Hamir gibi... "diğer bir taifeyi azaplandıracağız." Taife, insanlardan bir grup; bir şeyden bir parça, demektir. [196]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Münzir, Katade'den şöyle rivayet eder: Bize anlatıldığına göre ki, münafıklardan bir adam, Tebük Gazvesinden geri kalan ve haklarında ayet nazil olan kimseler hakkında: "Bunlar, bizim en hayırlılarımız ve en şereflile­rimiz. Muhammed'in dedikleri gerçek ise, onlar eşeklerden daha kötüdür [197] dedi. Bunu, müslümanlardan bir adam duydu ve: "Vallahi, Muhammed'in söy­ledikleri şüphesiz haktır. Sen elbette eşekten daha kötüsün" dedi ve bunu Resulullah (s.a.)'e gidip haber verdi. Resulullah, o münafığa haber gönderip çağırttı ve: "Seni o söylediklerini söylemeye sevkeden nedir?" diye sordu. Adam bu sözü söylemediğine yemin etti. O müslüman da: "Allahım, doğru söy­leyeni doğrula, yalan söyleyeni yalanla" dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Gönlünüzü etmek için, Allah'a yemin ederler..." ayetini indirdi. Bu, Süddî'den de rivayet olunmuştur.

İbni Ebi Hatim, İbni Ömer'den rivayet eder: O, şöyle demiştir: Münafıklar­dan bir adam Tebük Gazvesinde, bir toplantıda bir gün: "Şu güzel okuyanları­mız gibilerini, midelerine düşkün, dilleri çokça yalan söyleyen ve savaşta çok korkak şu kimseler gibilerini görmedik" dedi. Birisi ona: Yalan söyledin sen münafıksın, seni peygambere mutlaka haber vereceğim, dedi. Resulullaha ha­ber verdi, bu ayet nazil oldu.

Bir rivayette, adamın ismi Abdullah b. Übeyy olarak geçer.

İbni Ebi Hatim, Ka'b b. Mâlik'ten de rivayet eder: Mihaşş b. Hımyer şöyle dedi: Sizden her biriniz bizden yüz kişiyi vursun da, Kur'an'da bizim hakkımız­da ayet inmesin. Bu şart üzere anlaşma yapmak isterdim." Bu, Rasullulah'a ulaştı. O, onları çağırıp sorunca özür dilemek için geldiler. Bunun üzerine Ce­nab-ı Hak: "Özür dilemeye kalkmayın" ayetini indirdi. Mihaşş b. Hımyer affe­dildi, Abdurrahman ismini aldı. Allah'tan şehid olarak öldürülmesini ve öldürüldüğü yerin bilinmemesini istedi. Yemame savaşında öldürüldü, öldürenler­den başka hiç kimse de, öldürüldüğü yeri bilemedi.

Süddî şöyle demiştir: Münafıklardan biri şöyle dedi: Vallahi, keşke götürü­lüp bana yüz değnek vurulsa da, hakkımızda bizi rezil rüsvay edecek bir ayet inmese.. Bunun üzerine ayet nazil oldu.

İbni Cerir et-Taberî, İbni Münzir ve Ebu'ş-Şeyh Ibni Hayvan el-Ensârî, Katâde'den rivayet ederler: Münafıklardan bir grup insan Tebük Gazvesinde şöyle dedi: "Bu adam, Şam saraylarını ve kalelerini fethetmek istiyor. Ne ya­zık!" Allah, Peygamberini bundan haberdar etti. Peygamber onlara geldi ve: "Şöyle şöyle dediniz" buyurdu. "Biz, şakalaşıyor, laf ediyorduk" dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [198]

 

Ayetler Arası İlişki

 

İşte, münafıkların çirkin hallerinden bir başka örnek. Yalan yemine yönel­meleri, Allah ve Rasulüne düşmanlıkları, kendilerini rezil rusvay eden Kuran ayeti inmesinden çekinmeleri ve Allah'ın ayetleriyle eğlenmeleri... Ve işte. Te­bük Gazvesinden geri kalan münafıkların hallerini açıklayan bir dizi ayet.

Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Katâde'den şöyle dediğini tahne eder: Bu sûreye, Fâdıha, Fâdıhate'l-münafikîn (münafıkların kusurlarını açıklayan sûre . Mün-bie (Münafıkların ayıplarını, kusurlarını haber veren sûre 'de denir. [199]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ, müminlere hitap ederek şu açıklamayı yapıyor: Münafıklar, sizi hoşnut etmek için yalan yeminlere yöneliyorlar. Oysa Allah müminlerin, onların yalan nifaklarının ortaya çıkacağını, işlerinin ortaya serileceğini bildik­lerine işaret ediyor.

Söyledikleri söz ya da işten dolayı özür dilemek üzere sizi memnun etmek için, size yemin ederler. Halbuki, asıl hoşnut edilmesi gerekenler Allah ve Ra-sulüdür. Bu da, itaatla, muhalefet etmemekle, samimi iman ve salih amelle olur.

Burada, zamirin tekil olarak getirilmesi, Peygamberi razı etmenin Allah'ı razı etmek olduğunu bildirmek içindir. Nitekim Allahü Teâlâ başka bir ayette: "Kim Peygambere itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisa, 4/80) buyurmuştur. Çünkü Peygamberlik kaynağı bir, emirler ve nehiyler de birdir.

Kim, gerçekten mümin olmuşsa, Allah ve Rasulünü razı etmiş olur, aksi takdirde yalancı olur.

Sonra Allahü Teâlâ onları, yöneldikleri, başvurdukları şeyin tehlikesini açıklayarak azarlamıştır. Bunda meseleyi büyütme ve korkutma vardır: "Hâlâ bilmezler mi ki..." Yani, münafıklar Allah'a ve Rasulüne düşmanlık eden ve sı­nırı aşarak muhalefet eden, yahut işlerinde -meselâ zekât taksimi gibi- pey­gamberini eleştiren, ahlâkında -onun kendisine her söyleneni işiten bir kulak olduğunu söylemeleri gibi- onu tenkit eden kimsenin bir tarafta, Allah ve Ra-sulünün de bir tarafta olduğunu, Allah'ın cezasının horlama ve azaba sebep olarak -büyük rüsvaylık, zelillik ve horlanma şeklinde- ebediyyen cehennemde kalmak olduğunu bilmezler mi?

Gerçek şu ki, münafıklar işlerinin hakikatim bilirler. Onlar Allah'a ve Ra-sule inanmazlar. Vahiy hususunda şek ve şüphe içindedirler. Huzursuz ve ra­hatsızdırlar. Şek ve huzursuzluk, onları korku ve endişeye sevkeder. Onun için, Allahü Teâlâ onları: "Münafıklar kalblerinde olanı kendilerine açıkça haber ve­recek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden endişe ederler..." diye sınıflandırır. Yani, münafıklar müminlere, kendilerinin durumlarını haber veren, sırlarını ortaya koyan, nifaklarını açıklayan bir sûre -Kâşife, Fâdıha, Münbie denilen bu sure gibi- indirilmesinden korkarlar.

"Münafıklar endişe ederler." sözü, emir değil bir haberdir. Kendinden son­ra gelen kısım buna delildir. "Şüphe yok ki Allah endişe ettiğiniz şeyi açığa çı­karandır" sözü, şüphesiz Allah, korkmuş olduğunuz nifakınızı açığa çıkarandır, demektir.

Bununla beraber onlar, daima Kur'an'la, peygamberlik ve müminlerle alay ediyorlardı:"Anca& alay edicileriz" (Bakara, 2/14). Allah onları: "De ki: "Siz hâ­lâ alay edin durun" sözüyle tehdit etmiştir. Yani, ey Muhammedi Onlara söyle: Allah'ın ayetleriyle istediğiniz gibi alay edin... Bu, tehdit amacı taşıyan bir emirdir. Şüphesiz Allah, meydana gelmesinden korktuğunuz şeyi ortaya çıka­racak, sizi rezil rüsvay eden, işinizi açıklayan şeyi peygamberine indirecek: "Yoksa kalblerinde hastalık bulunanlar kinlerini Allah'ın meydana çıkarmaya­cağını mı sandılar? Eğer biz dilesek, onları sana elbette gösteririz. Sen de onları muhakkak simalarından tanırsın. Sen onları söyleyişlerinden de bilirsin. Al­lah, amellerinizi bilir" (Muhammed, 47/29-30).

Sonra Allah, yeminle ifade ediyor: Ey peygamber! Eğer sen onların bu söz­leri ve hezeyanları hakkında sorsan, sözlerinde ciddi olmadıklarını, şaka yapıp eğlendiklerini söylerler. Allah, o gibileri azarlayıp yaptıklarından hoşlanmadı­ğını ifade için: "Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Resulü ile mi eğleniyordunuz?" buyurmuştur. Yani, bu, bir eğlence konusu değildir. Başka alay edecek bir şey bulamadınız mı? Çünkü Allah'la, ayetleriyle ve peygamberleriyle alay etmek, küfürdür. Allah'la istihzadan amaç, Allah'ın zikri ve sıfatlarıyla, teklifleriyle alay etmektir. Allah'ın ayetleriyle alay etmekten amaç, Kur"an ve diğer din hü­kümleriyle alay etmektir. Peygamberle alay etmek ise, onun peygamberliğine, ahlâkına ve işlerine dil uzatmaktır.

Sizin sözünüz kabul edilecek bir özür değildir. Bu büyük suçtan kurtul­mak için, şöyle veya böyle asla özür dilemeyin. Çünkü siz küfrettiniz. İmanını­zı ortaya koyduğunuz gibi, küfrünüz de ortaya çıktı. İşiniz herkes tarafından anlaşıldı. "Özür dilemeyin" sözü, azarlama şeklindedir. Adeta, faydası olmayan şeyleri yapmayın denmek isteniyor.

Mihaşş b. Hımyer gibi, samimi tevbe ettikleri için bazınızı affetsek bile, bazınızı -nifak üzere kaldıkları, büyük günahlar işledikleri, kendilerine ve başkalarına karşı suç işledikleri için- azaplandıracağız. Sizin azaplandırılmanız, suç işlemeniz sebebiyledir. [200]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hususlara işaret ederler:

1- Münafıkların çirkin hallerini saymak: Yalan yeminlere başvurmak, Al­lah ve Rasulüne düşmanlık, Kur'an, Peygamber ve müminlerle alay etmek, du­rumlarını açığa vuracak, özürlerinin saçma ve oyun olduğunu açıklayacak Kur'an'dan bir sûre indirilmesinden korkmak.

2- Dinde ve dinî hükümlerde, şaka kabul edilmez. Allah'ın kitabı, peygam­beri ve sıfatları hakkında ileri, geri konuşmak küfür sayılır. Küfür ile şaka yapmanın küfür olduğu hususunda ümmet arasında herhangi bir ihtilâf yok­tur. Çünkü, hezl (şaka, saçmalama), İbnül-Arabî'nin de dediği gibi. bâtılın ve cahilliğin kardeşidir.

3- "İman ettikten sonra kâfir oldunuz" sözü dört hükme işaret eder.

a) Dinle alay etmek, imanın gereğine -Allahü Teâlâ'yı büyük bilmek- ters düştüğü için, Allahü Teâlâ'yı inkâr etmektir.

b) Küfür, sadece kalble ilgili değildir. Aynı zamanda küfür ifade eden söz ve işleri de içine alır.

c) Onlar her ne kadar münafık iseler de, söyledikleri söz, gerçek küfürdür.

Kısacası Allahü Teâlâ, onların küfrüne, nifaktan tevbe etmedikleri müd­detçe, günahtan özür dilemelerinin kabul edilmeyeceğine hükmetmiştir.

4- Münafıklıktan veya küfürden tevbe makbuldür. Kim tevbe ederse affo­lunur. Kim küfürde yahut münafıklıkta ısrar ederse, cehennemde cezalandırı­lır.

Bu, temel inanç konularındadır. Akidlerde, alış-veriş, evlenme gibi- fesih­lerde -boşama gibi- hezlin hükmüne gelince, alimler bu konuda üç görüşe sa­hiptirler:

Hükmü bağlayıcı olmayan, bağlayıcı olan (alış verişle diğerleri arasında fark vardır) evlenme ve boşanmada bağlayıcı olan, alışverişte bağlayıcı olma­yan.. Üçüncü görüş, mezheplerde meşhurdur. Ebu Davud, Tirmizî ve Darekut-nî, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurdu: "Üç şey vardır ki, ciddisi ciddi, şakası da ciddidir: Nikâh, Talak, Ric'a..." Mâlik'in Muvatta'mda, Said b. Müseyyeb'den şöyle rivayet olunur: Üç şey vardır ki, onlarda şaka yoktur: Nikah, talak, ıtk (köle azad etmek." İbnü'l-Müseyyeb, Ömer'den nakleder: Dört şey vardır ki, her şahsa caizdir: Itk (köle azâd etmek), Talak, nikah ve nezirler.

5- "Size yemin ederler" ayeti, yemin edenin yemininin kabul edileceği hu­susunu içine alır. Yemin, (iddia eden) için bir haktır. Yine bu ayet, yeminin Al­lah'a olması hükmünü de içine alır. Nitekim Peygamber (s.a.), İbni Ömer'den rivayet olunan müttefakun aleyh hadisinde: "Kim yemin ederse, Allah'a yemin etsin, yahut sussun. Kime de yemin edilirse, tasdik etsin" buyurmuştur. [201]

 

Münafıkların Vasıfları Ve Uhrevî Cezaları

 

67- Münafık erkeklerle münafık kadın­lar birbirlerindendirler. Onlar münke-ri emreder, marufu nehyederler. Elle­rini de sıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular. O da, onları unuttu. Şüphe­siz münafıklar, fâsıkların ta kendileri­dir.

68- Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de, orada ebediyen kalıcılar olmak üzere cehen­nem ateşini vaad etti. Bu, onlara kâfi­dir. Allah, onları rahmetinden kovdu. Onlar için bitip tükenmeyen bir azab vardır.

69-  Kendinizden evvelkiler gibisiniz. Onlar kuvvetçe sizden daha ileriydi. Malları ve evlatları da daha çoktu. Na­sipleri kadar faydalanmak istediler. Sizden evvelkiler nasiplerince fayda­lanmak istedikleri gibi, siz de fayda­lanmak istediniz ve onların daldıkları gibi daldınız. Onların dünyada da, ahi-rette de yaptıkları boşa gitti. İşte bun­lar, zarara uğrayanların da ta kendile­ridir.

70- Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd, Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen Ashabının, Lût'un darmadağın olan kasabalarının haberi de gelmedi mi? Onlara peygamberleri apaçık mucizelerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmediyor değildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

 

Belagat:

 

"Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu." Onlar Allah'a itaati bıraktı­lar, Allah da onları rahmetinden mahrum etti.

"Nasipleri kadar faydalanmak istediler": Ahiret mutluluğunu ve akıbetle­rini düşünmeyip geçici şeylerle meşgul oldukları için, zem ve azarlama kasdolunmaktadır... [202]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendir." Münafıklık sıfa­tında ve imandan uzaklıkta aynı şeyin parçaları gibi birbirlerine benzerler. Ni­tekim: "Sen bendensin, ben de sendenim" denir ki, işimiz aynı, herhangi bir ay­kırılık yok, demektir. Zemahşerî: "Bundan maksat, müminlerden olduklarını reddetmek ve "kendilerinin sizden olduklarına" dair Allah'a ettikleri yeminle­rinde onları yalanlamak, Allah'ın: "Halbuki onlar sizden değildir." (Tevbe, 9/56) sözünü pekiştirmektir. Sonra gelen kısım, sanki bunun delili gibidir. Çünkü o, onların durumunun müminlerin durumuna zıt olduğuna işaret eder. Bunlar: "Onlar münkeri emrederler." Yani küfrü ve masiyetleri. Münker ya şeriatın çir­kin gördüğü ve yasakladığı şey olarak ya sert, ya da aklîdir. Yani ahlâka ve ge­nelin yararına ters olduğu için salim aklın ve temiz fıtratın iyi görmediği şey­dir. Onun zıddı, maruftur: "ma'rufdan nehyederler." Yani iman ve taattan... Maruf, şeriatın emrettiği her şey, yahut aklın ve sahih örfün güzel gördüğü, şe­riata ve ahlaka ters düşmeyen şeydir. "Ellerini de sıkı tutarlar." Bununla Al­lah'ın razı olduğu şeylere harcamaktan geri durmak kasdolunuyor. Bunun zıd­dı: Eli açmaktır... 'Onlar Allah'ı unuttular". Allah'a itaati ve emirlerini terket-tiler. Adeta, unutulmuş gibi oldu. "O da onları unuttu." Allah da onları, fazlın­dan, lütfundan ve rahmetinden uzaklaştırdı. Allah'ın zikrini unutmalarından ve gaflet etmelerinden dolayı, onları cezalandırdı.

"Şüphesiz münafıklar fasıklar" itaattan çıkanlar, imanın temellerinden so-yutlananlar, tam azgın olanlar, hayra sırt çevirenler "m ta kendileridir."

"Allah... vaad etü~: Vaad, hayır ve şer vermede, vaid de özellikle şer ver­mede kullanılır.

"Allah onları rahmetinden kovdu." Onları rahmetinden uzaklaştırdı, azapla onları küçümsedi. Onları, kınanmış ve lanetlenmiş şeytanlara kattı. Cennet ehlini de yüceltti ve şerefli melekler arasına kattı. La'n: Rahmetten uzaklaştırmak, hakir görüp zelil etmek demektir.

"Onlar için bitip tükenmeyen bir azap vardır." Bundan, onlar için, ateşte yanmalarından başka bir çeşit azap olduğu yahut dünyada münafıklıktan dola­yı sürekli bir işkenceyle karşı karşıya kalacakları anlaşılmaktadır.

"Kendinizden evvelkiler gibisiniz": Ey münafıklar! Siz, kendinizden önceki­lerin yaptığı gibi yaptınız. Sizden öncekilerin dünyadan faydalanmak istedikle­ri ve bâtıl arzularına daldığı gibi, siz de dünyadan faydalanmak istediniz ve bâtıl arzularınıza daldınız ve Peygamber (s.a.)'de kusur arama yoluna girdi­niz...

"Onlara kendilerinden evvelkilerin; Nuh kavminin" Tufanla boğulmasının. "Ad kavminin" şiddetli rüzgarla helak edilmelerinin, "Semûd kavminin" zelze­le ile helak olmalarının, "İbrahim kavminin" Nemrûd'un sinekle helak edilmesinin, "Medyen ashabının" Medyen, Şuayb (a.s.)'ın kavmi olup, bir buluttan üzerlerine yağan ateş yağmurlarıyla helak olmuşlardır. "Lût'un darmadağın olan kasabalarının" üzerlerine taşlaşmış çamur yağdırılmış, kasabaların altı üstüne getirilmişti, "haberi de gelmedi mi?"

"Onları peygamberleri apaçık mucizelerle gelmişti." Onlar da onları yalan­lamışlar, bu sebeple helak edilmişlerdi.[203]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler, münafıkların kötü ve çirkin durumlarını açıklamaya devam edi­yor. Bu, onlarla müminler arasındaki farkın kendilerinden önceki münafıklarla kâfirlere benzemelerinin açıklandığı, durumlarının kendilerinden öncekilerin durumuna benzediğinin beyan edildiği, onlarla geçmiş ümmetler arasında bir kıyasın yapıldığı, o kötü işlerde erkekleriyle dişilerinin aynı olduğununu açık­landığı bir başka çeşit beyandır. [204]

 

Açıklaması

 

Bu ve bundan sonraki ayetler, müminlerin sıfatlarıyla münafıkların sıfat­ları arasındaki açık farkları ortaya koyuyor. Müminler iyiliği emredip kötülüğü nehyederken, münafıkların bunun aksini yaptıklarını açıklıyor.

Münafık erkeklerle münafık kadınlar, münafıklık sıfatında, imandan uzak­lıkta, ahlâk ve amelde birbirlerine benzerler. "Onlar münkeri emrederler." Münker, şeriatın hoş karşılamadığı ve nehyettiği, selim yaratılışın ve sahih aklın kabul et­mediği -yalan söylemek, hainlik etmek, sözünde durmamak ve ahdini bozmak gi­bi- şeydir. Buhari, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu Hüreyre'den tahric ettiği sa­hih hadisde Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edil­diğinde, ona hainlik eder." "Maruftan nehyederler." Maruf: Şeriatın emrettiği, ak­im ve yaratılışın kabul ettiği -cihad ve Allah yolunda vermek gibi- şeydir. Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyurur: "Resulullahın yanındakilere infak et­meyin, ta ki dağılıp gitsinler diyenler onlardır" (Münafikûn, 63/7).

Onlar, Allah'ın zikrini unuttular, Allah'ın emrini, yasaklarını içine alan şer1! sorumluluklardan uzaklaştılar. O da, onları unuttu. Onları, fiillerinin ben­zeriyle cezalandırdı. Onlara, kendilerini unuttuğu kimseler gibi muamele etti. Dünyada lütfundan, rahmetinden, fazlından ve yardımından, ahirette de seva­bından mahrum bıraktı. "Bugün biz, sizi unuturuz" (Casiye, 45/34). Çünkü on­lar Allah'a itaati terkettiler.

Şüphesiz münafıklar fasıktırlar; hak ve doğru yolun dışmdadırlar, dalalet yolundadırlar. Her türlü hayırdan uzaktırlar, küfürde azgınlık üzeredirler.

Sonra Allahü Teâlâ, onların cezalarını açıklamak üzere: "Allah, erkek mü­nafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de, orada ebediyyen kalıcılar ol­mak üzere Cehennem ateşini vadetti" buyurmuştur.

Allahü Teâlâ, onları cezalandıracağı ve kâfirlerin içine katacağı şeklindeki vaadini pekiştirmiş; onların hepsini de, içine girecekleri ve sonsuza kadar kala­cakları cehennem azabıyla -azap ve amellerinin cezası olarak o yeter- korkut­muş, onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için cehennem azabından baş­ka, sürekli bir azap ya da dünyada nifak hastalığından dolayı karşılaştıkları sürekli bir işkence, iç yüzlerini ve çeşitli kepazeliklerini, Peygamber ve müslü-manların bilmesi korkusu, endişesi vardır.

Erkeklerle beraber kadınların da anılması, hastalığın köklü ve genel oldu­ğuna delildir. Kâfirlerin münafıklardan sonra anılması, münafıkların kâfirler­den daha kötü olduğunu gösterir.

Sonra Allahü Teâlâ, bu münafıklara dünya ve ahirette ulaşacak azabı açıklamıştır. O azap, geçmiş peygamberler dönemindeki münafıklar ve kâfirle­rin azabıyla benzerlik gösterir. Siz de, onlar gibi dünyaya ve dünyanın geçici mallarına aldanıyorsunuz. Onlar sizden daha kuvvetli, mal ve evlatça daha güçlüydüler. Onların dünya malına aldanıp gereksiz sözlere daldıkları gibi, siz de dünya malına aldanıp gereksiz sözlere daldınız. Onlar gibi, mal ve çocuktan dünya lezzetleri ve nazlarından yararlanmaya koyuldunuz, Allah'ın ve Resulullah (s.a.)'in yolunda gitmeyi terkettiniz. İşlerin sonunu düşünüp ahiret­te kurtuluşu istemek için çalışmadınız. Sizde hayır, onlarda şer sebepleri çok olduğu halde, haliniz onlardan daha kötü oldu. Onlardan daha çok cezayı hak ettiniz. "Onlar, nasipleri kadar faydalanmak istediler." Kendilerinden öncekile­rin yaptığı gibi, onlar dünya ya da dinden nasiplerini almak istediler.

Onların bâtıl şeylere daldığı gibi. siz de bâtıl şeylere daldınız.

İlk olarak öncekilerin, sonra münafıkların, daha sonra bir daha öncekile­rin dünya nimetlerinden nasiplerini aldıklarını söylemekten amaç, dünya ni­metlerine daldıklarından dolayı öncekileri kötülemek, ahiret saadetinden mah­rum olduklarını ifade etmektir. Sonra Allah, mübalağayı ve benzeme şeklinin çirkinliğini artırmak için, İslâm dönemi münafıklarını onlara benzetti. Nite­kim, bir kimsenin zalimlik ve kötülüğüne işarette bulunmak isteyen kimse, ona: "Sen Firavun gibisin. O, suçsuz yere öldürüyor, sebepsiz işkence ediyordu. Sen de, onun yaptığının aynısını yapıyorsun" der. Kısacası buradaki tekrar, pe­kiştirme içindir.

Allahü Teâlâ, dünyayı istemede ve ahiretten yüz çevirmede, bu münafık ların, o eski kâfirlere benzemediklerini açıkladıktan sonra, bu iki fırka arasın­daki başka bir benzerliği açıklıyor: Peygamberleri yalanlamak, hile yapıp al­datmak, ahdi bozup hiyanet etmek. "Onların daldıkları gibi, daldınız." Onların yalana ve bâtıla daldığı gibi, siz de daldınız.

Sonra Allahü Teâlâ, evvelki ve sonraki bütün münafıkların, kâfirlerin amellerinin sonucunu açıkladı: "Dünyada da, ahirette de yaptıkları boşa gitti." Çünkü onların yaptıkları riya ve gösterişle yapılmıştı. Onlar, Allah rızasını dü­şünmediler. Çünkü amellere sevap verilmesi, iman şartına bağlıdır. Onlar ise gerçekten inanmamışlardı. İmanı açıklamışlar, küfrü içlerinde gizlemişlerdi. Bu yüzden, münafık olmuşlardı. İşte onlar, kâr edecekleri yerde zarar edenlerin ta kendileridir. Çünkü onlar, sevap kazanmaya çalışmadılar, kendilerini peygamberleri reddetmek için yoruldular. Dünya ve ahirette, iyiliklerin boşa gittiğini gördüler, dünya ve ahirette ceza buldular.

Bu, Cenab-ı Hakk'm şu sözü gibidir: " De ki: "Amelleri açısından en çok zi­yana uğrayanları size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki, dünya haya­tında yaptıkları boşa gitmiştir, üstelik iyi yaptıklarını sanırlar." (Kehf, 18/103-104). Allahü Teâlâ'nm: "Onların amelleri boşa gitmiştir" sözü, Allahü Teâlâ'nm şu sözünde işaret olunan salihlerin işinin zıddıdır: "Ve ona dünyada ecrini ver­dik. Ahirette de o, salihlerdendir" (Ankebut, 29/27).

Allahü Teâlâ, İslâm dönemi münafıklarının halini, geçmiş dönemlerjn kâ­firlerinin haline benzettikten sonra, o kâfirlerin bu münafıklardan daha kuv­vetli, daha çok mal, çoluk çocuk sahibi iken amellerinin boşa gittiğini, rezil rüs-vay olduklarını, dolayısıyla bu münafıkların da, dünya ve ahiret iyiliklerinden mahrum kaldıklarını açıklamıştır.[205]

Sonra Allahü Teâlâ, bu peygamberleri yalanlayan münafıklara öğüt verip: "Onlara kendilerinden öncekilerin haberleri gelmedi mi?" sözüyle korkutuyor. Yani, peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin haberi size söylenmedi mi? Sonra Cenab-ı Hak, altı kavmi anıyor. Bunlar, Nuh (a.s.)'a iman edenler hariç, yeryüzündeki bütün insanları kaplayan tufanla, suda boğulan Nuh kavmi, Hûd (a.s.)'ı yalanladıkları zaman, kısırlaştırıcı bir rüzgârla helak edilen Hûd'un kavmi Ad, Salih (a.s.)'m kavmi Semûd, kendilerinden nimetin alındığı ve bir sinek musallat kılınarak helak edilen İbrahim (a.s.)'m kavmi, şiddetli bir yer sarsıntısı ve gölgelik gününün azabı gelen Şuayb (a.s.)'ın kavmi Ashab-ı Medyen; Meadin'de oturan, Allah tarafından yere geçirilen, yerleri altına üstü­ne getirilen, üzerlerine taş yağdırılan Lût (a.s.)'m kavmi Mü'tefikât'tır. [206] Ce­nab-ı Hak başka bir ayette de: "Şehirlerini O kaldırıp yere attı" (Necm, 53/53) buyuruyor. Yaşadıkları yerlerin ve baş şehirleri Sodom'un -Allah'ın peygamberi Lût (a.s.)'ı yalanlamaları ve dünyada daha önce hiç kimsenin yapmadığı o çir­kin işi (livata) yaptıklarından dolayı- altını üstüne getirdi.

Allahü Teâlâ'nm bu altı kavmi anmasının sebebi, bu kavimlerle ilgili bazı haberleri duymaları, bazan de onlarla ilgili kalıntıları görmeleri sebebiyledir. Nitekim yaşadıkları belde, yani Şam, Arap beldelerine yakındı.

Allahü Teâlâ'nm: "Onlara kendilerinden öncekilerin haberleri gelmedi mi?" sözü, pekiştirme ve azarlama sorusudur. Onlara, bu kavimlerin haberi geldi, fakat ibret almadılar demektir.

Bunlar, peygamlerlerinin kendilerine açık delillerle ve mucizelerle geldiği kimselerdi. Burada takdirî olarak, onların hakk'ı yalanladığı, Allah'ın da onları çabucak gelen bir helakle yok ettiği anlamı vardır.

"Allah onlara zulmediyor değildi." Çünkü O, onlara peygamberler gön­dermekle açık delillerini gösterdi: "Fakat onlar, kendi kendilerine zulmedi­yorlardı." Çünkü çirkin işler işliyor, peygamberleri yalanlıyor, hakka muha­lefet ediyorlardı. Zulüm, Allah'tan değil, kendilerinden geldi. O azabı hak et­tiler.

Bu kavimleri hatırlatmaktan amaç, münafıkların ve kâfirlerin şunu bil-mesidir: Allah'ın kulları hakkındaki kanunu birdir, değişmez. Küfürlerinde ıs­rar ettikleri müddetçe onlara azap inecektir. Çünkü geçmişte uygulanan ben­zer şey, bugünkü benzerine uygulanır: "Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mı­dır? Yoksa sizin kitaplarda bir beraatiniz mi var?' Kamer. 54/43). [207]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ye Hikmetler

 

Ayetler, aşağıdaki hususlara işaret eder.

1- Nifak insanoğlunun, müzmin ve kök salmış hastalığıdır  Bu hastalığa yakalananlar her devir ve zamanda, münkeri emredip marufu nehyetmekte, ellerinin sıkılığında ve cihad için Allah yolunda sarfetmemekte. üzerlerine ge­rekli şeyleri yapmamakta birbirlerine benzerler.

2- Münafıklar için iki azap vardır: Cehennem ateşinde bir azap ile cehen­nem ateşinden başka sonsuz bir azap.

3- İşlenilen amel emsinden verilen ceza: Allahü Teâla'nır.   'Onla'- Allah'ı unuttular. O da onları unuttu" sözünün manası: Onlar. O'r.ur. emrini ve O'na itaati sanki unutulmuş derecesinde terkettiler. O da onları rahmetinden uzak­laştırdı. Çünkü onların fiilinin karşılığı budur. Ceza. ceza karşılığıdır: "Bir kö­tülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür." (Şûra, 42 4û

4- Kâfirlerin ve münafıkların azap sebebi, her donemde aynıdır. Bu da, dünyayı ahirete tercih etmektir. Allah kendilerinden öncekiler gibi kötülüğü emredip, iyiliği nehyettikleri için, öncekilere olduğu zıtı sonraki kâfirlere de cehennem azabını vaadetmiştir. Sahih-i Buharî'de Ebu Hureyre'den rivayet olunan hadiste, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden öncekilerin yol­larına, karışı karışına, arşını arşınına tabi olacaksınız: Bir keler deliğine gir­seler, siz de girmeye çalışacaksınız." Ashab: "Ya Resulullah, onlar Yahudiler ve Hristiyanlar mıdır?" diye sorunca, Peygamber  s a  : "Ya kim olacak?" buyur­du.

İbni Abbas ve daha başkaları, İbni Mesudun şöyle dediğini nakletmişler-dir: Bu gece, dünkü geceye ne kadar benziyorsa. biz de şu İsmailoğulları'na o kadar benzetildik.

5- "Sizden öncekiler gibi" ayeti, kıyasın meşruiyetine, benzerlerin birbirle­rine katılmasına işaret eder. Nitekim şu ayet de bunu destekler: "Ey basiret sa­hipleri! Artık ibret alın" (Haşr, 59/2).

6- Kâfirlerin amellerine ahirette sevap yoktur. 'Yaptıkları boşa gitti" On­lar, kaybedenler, sevap alamayanlardır.

7- Şüphesiz, peygamberlerini inkâr edip yalanlamaları sebebiyle, geçmiş ümmet ve kavimlerin helak edilmesinde, ibret alan akıl sahipleri için ibret ve öğüt vardır.

8- Ceza ancak suçun olduğu yerde vardır. "Allah, onlara zulmediyor değil­di." Onlara peygamber göndermedikçe ve onlardan, azabı hak edecekleri şeyler meydana gelmedikçe... "Fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlardı..." Ken­dilerine delil getirildikten sonra, onlar kendilerine zulmettiler. [208]

 

Müminlerin Vasıfları Ve Uhrevî Mükâfatları

 

71- Mümin erkeklerle mümin kadınlar da, birbirinin velileridir. Bunlar iyiliği emreder, münkerden vazgeçirmeye ça­lışırlar. Namazı dosdoğru kılarlar, ze­kâtı verirler. Allah'a ve Resulüne de itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edecekleri bunlardır. Şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.

72- Allah, mümin erkeklere de, mümin kadınlara da, içlerinde ebediyen kal­mak üzere, altından ırmaklar akan cennetler vaadetti. Bir de Adn cennet­lerinde hoş meskenler. Allah'ın rızası ise, hepsinden büyüktür. İşte bu, en büyük saadetin tâ kendisidir.

 

Belagat:

 

Bu ayetlerde, müminlerin sıfatlarıyla münafıkların sıfatları ve cehennem cezasıyla cennet mükâfatı arasında mukabele vardır. [209]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Müminler birbirinin velileridir." Birbirlerinin yardımcısı, dostudurlar. Birbirlerine destek olurlar. "Evliya" kelimesi, felâket zamanında yardım et­mek, kardeşlik ve sevmek kökünden gelmektedir, düşmanlığı zıddıdır.

"Şüphesiz Allah, azizdir." Ceza ve mükâfatını gerçekleştirmekten O'nu hiçbir şey aciz bırakamaz. Kendisine itaat edeni aziz eder. Şüphesiz izzet Al­lah'ın, peygamberinin ve müminlerindir.

"Cennetler": Çevresindeki yerleri, birbirine girmiş dallarıyla örten çok ağaçlı bahçeler.

"Adn cennetleri": Adn, cennette, Firdevs gibi özel bir yer ismidir. Delili, Ce-nab-ı Hakk'ın: "O Adn cennetlerini Rahman kullarına gıyaben vaadetmiştir" (Meryem, 19/61). Ebu'd-Derdâ'nın, Resulullah (s.a.)'den rivayet ettiği hadis de buna işaret eder: "Adn, hiçbir gözün görmediği ve hiçbir insanın kalbine gelme­yen güzellikte Allah evidir. Orada üç sınıf insan oturur: Peygamberler, sıddîk-lar, şehidler. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Ne mutlu sana girenlere..."

"Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür." Çünkü rıza, her türlü kurtuluş ve saadetin sebebidir. Onlar, O'nun rızasına, ta'zim ve kerametine nail olurlar. Keramet, sevap çeşitlerinin en büyüğüdür.

"İşte bu" Allah'ın vaadettiği şeye, yahut rıdvan "en büyük saadetin tâ ken­disidir. " Bu, insanların kurtuluş saydığı şeyin dışında tek mutluluktur. [210]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, münafıkların kötü sıfatlarını ve onlar için hazırladığı azabı belirttikten sonra müminlerin güzel sıfatlarını ve onlar için hazırladığı sürekli sevab ve ebedî nimeti belirtiyor.

İşte Kur'an'm üslûbu böyledir: İbret ve öğüt olması için birbirine zıd şeyle­ri anar. İnsanın yararlı olanı seçmesi için farkları açıklar... İşte burada da, mü­nafıkların kötü işleri ve onların karşılığı azapla, müminlerin güzel işleri ve on­ların karşılığı azap arasındaki açık fark ortaya çıkıyor ki, münafıklar gerçekte kendilerinin mümin olmadıklarını gösterdikleri nifak ve aldatmanın çabucak ortaya çıkacağını ve onlara kesinlikle fayda vermeyeceğini bilsinler.

"Münafık erkeklerle münafık kadınlar da birbirlerindendir." ayetinde "den" manasına gelen "min" harf-i çerin, "Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir." ayetinde ise "den" yerine "veliler" kelimesinin kul­lanılmasının sebebine gelince: Birinci ayet, münafıklarla ilgili olup, münafıkla­rın nifak üzere toplanmasının, ancak taklit, meyil ve âdet sebebiyle olduğunu ifade etmek içindir. İkinci ayet müminlerle ilgili olup, müminlerin iman üzere toplanmalarının kanaat, istidlal, tevfik ve hidayette ortaklıkları sebebiyledir. [211]

 

Açıklaması

 

Şüphesiz, erkek ve kadın bütün iman ehli birbirleriyle yardımlaşırlar, bir­birlerine destek olurlar. Nitekim Peygamber(s.a.) Efendimiz: "Müminin mümi­ne bağlılığı, taşları birbirine kenetli bir duvar gibidir" buyurmuşlar ve parmak­larını birbirlerine geçirmişlerdir. Yine, başka bir sahih hadiste: "Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, müminler, -bir organı rahatsız olduğu za­man, diğer organlarını da, uykusuzluk ve ateş saran- bir vücud gibidir..." bu­yurmuşlardır.

Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar arasında, savaş meydanlarında ve her türlü zor durumda -meselâ hicret ve cihad gibi- erkeklerin iffetlerini ve gözlerini korumaları, kadınların büyük bir edep, haya ve iffetle hareket etme­leri, gözlerini korumaları, konuşma, giyim ve işlerinde güzel ve övünülecek davranış içinde olmaları şartıyla, karşılıklı yardımlaşma oldu. Hicretin başa­rıyla gerçekleşmesinde kadının -zâtü'n-Nıtâkayn Esma gibi- açık bir rolü ol­muştur. Düşmanlarla savaşlarda, çatışmalarda kadınlar su dağıtıyor, yemek hazırlıyor ve savaşa teşvik edip yenilip geri çekilen erkekleri geri döndürüyor­lar, yaralan sarıyor, hastaları tedavi ediyorlardı.

Cenab-ı Hakk'ın, müminler hakkındaki: "Onlar birbirinin velileridir" sö­zü, münafıklar hakkındaki, "onlar birbirlerindendir" sözünün karşılığıdır. Çünkü müminler, kardeştir. Onları, muhabbet, sevgi birbiriyle yardımlaşmala­rı, birbirlerini sevmeleri efendi eder. Münafıkları birbirlerine bağlayan hiçbir inanç ve kuvvet bağı yoktur. Onlar ancak şüphede, korkaklıkta, cimrilikte, ye­nilgide ve tereddütte birbirlerinin uydusudurlar. Çünkü onların kalbleri farklı­dır.

Allahü Teâlâ burada, birbirlerinin velileri olma özelliğinden başka, mümi­nin münafıktan farklı olduğu beş özellik daha zikretmektedir: "Onlar, iyiliği emrederler, kötülükten nehyederler, namazı güzelce kılarlar, zekâtı verirler, Al­lah'a veRasulüne itaat ederler.."

Müminler iyiliği, münafıklar ise kötülüğü emreder. Müminler kötülükten, münafıklar ise iyilikten nehyederler. Müminler, en güzel şekilde ve Allah'a hu­şu içinde namaz kılarlar, münafıklar ise, namaza tembel tembel ve insanlara gösteriş için kalkarlar.

Müminler, nafile sadakaları vermekle beraber, üzerlerine farz olan zekâtı da verirler. Münafıklar ise. cimrilik ederler, Allah yolunda harcamaktan elleri­ni tutarlar.

Müminler, emrettikleri şeyleri yapmak, nehyettiklerini terketmek suretiy­le Allah'a ve Peygamberine itaat ederler. Münafıklar ise, Allah'a itaatin dışına çıkmış, fasık azgın kimselerdir. Müminler, sahip oldukları bu sıfatlar sebebiyle, rahmeti hak ettiler: "İşte bunlar: Allah onlara rahmet edecektir." Yani Allah, bu sıfatlarla vasıflananlara rahmet edecek, dünya ve ahirette onları rahmetiyle gözetecektir. Bunun mukabili, Allah'ın münafıkları rahmetinden uzaklaştırma-sıdır: "Onlar, Allah'ı unuttular. O da. onları unuttu." Allah münafıklara cehen­nem azabını vaadettiği gibi, müminlere de gelecek rahmeti -ahiret sevabı- va-adetti.

Şüphesiz Allah, azizdir, mükâfat ve cezasını gerçekleştirmekten, hiçbir şey O'nu engelleyemez. Hakimdir, hiçbir şeyi yerinin dışına koymaz. O'nunla kulla­rı arasına hiçbir engel giremez. Onun rahmetini, ya da cezasını engelleyemez. O, kullarının işini adalet, hikmet ve sevaba uygun olarak düzenleyen hikmet sahibidir. Müminlere cenneti ve ndvanı verir, münafıkları ise cehenneme atar, azap ve gazap eder.

Sonra Allahü Teâlâ, müminlere vaadettiği rahmetinin birçok hayırlara ve ağaçları altından nehirler akan ve altlarını örten ağaçlar içinde ebedî kalman cennetlere ve o cennetlerdeki yapısı güzel, oturması hoş evlere şamil olduğunu açıklamıştır. Sahihayn'da Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet olunan bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki cennet vardır ki, kap kaçakları ve eşyaları altındandır. Yine iki cennet daha vardır ki, onların da kap kaçakları ve eşyaları gümüştendir. Adn cennetindeki insanlar Rablerini, yüzünde kibriya ri-dâsı olduğu halde görürler..." Sonra Resulullah (s.a.): "Şüphesiz, müminin cen­nette içi boş, tek bir inciden bir çadırı olacaktır. Onun uzunluğu, altmış millik bir mesafedir. Müminin orada ehli olur, o onları dolaşır, onlar birbirlerini gör­mezler."

Yine Buhari ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet olunan hadiste, Hz. Peygamber (s.a.): "Şüphesiz cennette yüz derece vardır. Allah onları, yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasında gökle yer arası kadar mesafe vardır. Allah'tan istediğiniz zaman, Firdevsi isteyin. Çünkü o, cennetin en yüce ve en üstün olanıdır. Cennetin ırmakları oradan fışkırır. Onun üstünde Rah-man'ın arşı vardır" buyurmuştur.

Adn Cennetleri: Firdevs gibi, cennet derecelerinden bir derecenin ve bir yerin ismidir. Nitekim: "O Adn cennetlerine ki, onları Rahman kullarına gıya­ben vaad etmiştir" (Meryem, 19/61) ayetiyle "Kelime ve İbareler" bölümünde geçen Ebu'd-Derdâ hadisi buna işaret eder. Adn'm oturmak, karar kılmak mâ­nâsına olduğu da söylenmiştir. Bu mânâya göre Adn cennetleri, yerleşme ve ebedî kalma cennetleridir. Şu ayetlerde de bu mânâyadır: "Cennet-i huld (ebe­dilik cenneti)" (Furkan, 25/15) "Cennetü'l-Me'vâ" (Necm, 53/15). O halde, cen­netlerin hepsi de, Adn cennetleridir.

Yine müminler için, cennetlerden daha büyük daha yüce olan Allah'ın rı­zası vardır. Bu, manevî mutluluğun bedenî saadetten daha mükemmel, daha şerefli olduğuna kesin delildir. İmam Malik ile Buhari ve Müslim'in Ebu Said el-Hudrî vasıtasıyla rivayet ettiği şu hadisi de bunu destekler: Allahü Teâlâ, cennet halkına seslenir: "Ey cennet halkı!". Cennet halkı: "Buyur Rabbimiz, buyur! Hayır sendendir" der. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Razı oldunuz mu?" Cennet halkı sorar: "Niye razı olmayalım, ey Rabbimiz! Mahlûkatmdan hiç kimseye vermediğini bize verdin..." Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Size, bundan daha üstününü vereyim mi?" Cennet halkı sorar: "Bundan daha üstün ne var, ya Rabbi?" Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "Size rızamı indiriyorum. Ondan sonra size, asla kızmayacağım"

Şöyle de denilmiştir: Rıza, kıyamet gününde Allah'ı görmektir. Nitekim, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İhsanda bulunanlara daha güzel ve bir de fazlası vardır" (Yunus, 20/26).

Cenab-ı Hak, bu üç şeyi (cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler, Al­lah'ın en büyük rızası) zikrettikten sonra: "İşte bu, en büyük saadetin tâ kendisi­dir" buyurdu. Yani, Allah'ın bu vaadi, yahut rızası veya her ikisi (bedenî ve ruhî saadet) yegane büyük kurtuluştur. Aksine insanların kurtuluş zannettiği ve münafıklarla kâfirlerin daima ihtirasla istediği fani dünya nimetleri değildir. [212]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerin konusu, müminleri münafıklardan ayıran vasıflar, Rablerinin kendilerine vaadettiği şeyler hakkındadır. Müminlerin sıfatları altı, müminlere vaad edilen şeyler ise üç tanedir. Müminlerin altı niteliği şunlardır:

1- İman ehli, erkeği ve kadınıyla, birbirine bağlı, birbiriyle yardımlaşan, sevgide ve merhamette kalbleri bir, tek ümmettir. Münafıklar ise, birbirlerin-

dendir. Çünkü onların kalbleri farklıdır, nifak özelliklerinden başka, onları bağlayan bir bağ ve hükümde bazılarını bazılarına katmaktan başka bir şey yoktur.

2- İman ehli iyiliği, yani Allah'a ibadeti ve O'nun birliğini ve şeriat emirle­rini, güzelliklerini, edeplerini emreder. Münafıklar ise, kötülüğü emrederler.

3- İman ehli münkerden, putlara tapmaktan, şeriatın yasakladığı şeyler­den nehyeder. Münafıklar ise, iyilikten nehyederler.

4- İman ehli, farz olan beş vakit namazı kılarlar. Münafıklar ise, namaza kalktıkları zaman, tembelce ve insanlara gösteriş için kalkarlar.

5- İman ehli, üzerlerine farz olan zekâtı verirler. Münafıklar ise Allah rı­zası için değil, korkudan, ya da riya için zekât verirler. Allah yolunda harca­maktan ellerini tutarlar.

6- İman ehli, farzlarda Allah'a, sünnetlerde de peygamberine itaat ederler. Münafıklar itaattan hoşlanmazlar.

Allahü Teâlâ'nm müminlere vaadi ise, onlara daha önceki ayette geçen rahmeti açıklamak üzere, üç şeyi içine alır:

1- Ağaçlarının ve odalarının altında, kader-i ilâhî ile düzgün bir şekilde nehirlerin aktığı cennetler.

2- Adn cennetlerinde -ki kokulan, beş yüz yıllık mesafeden duyulur- zeber-ced (yeşil zümrüd), inci ve kırmızı yakuttan köşkler... Adn cennetleri, cennette belirli bir yer ismi, ya da ikamet olunacak ev, konak demektir. Mukâtil ve Kel-bî'ye göre Adn, cennette bir derece olup içinde "tesnim" pınarı vardır. Bahçeler de, onun çevresini kuşatmıştır. Allah'ın yarattığı günden, içine peygamberle­rin, sıddîklerin, şehidlerin, salihlerin ve Allah'ın dilediği kimselerin gireceği güne kadar, o vaziyette örtülüdür.

3- Bütün bu zikrolunanlardan daha büyük ve daha yücesi, Allah'ın rızası-dır. Bundan anlaşılıyor ki ruhî saadet, bedenî saadetten daha üstündür. [213]

 

Kafir Ve Münafıklarla Cihad Ve Bunun Sebepleri

 

73- Ey peygamber! Kâfirlerle ve müna­fıklarla cihad et ve onlara karşı sert ol. Onların yerleri cehennemdir. O, ne çir­kin bir dönüş yeridir.

74-  Söylemediklerine dair Allah'a ye­min ederler. Şüphesiz o küfür kelime­sini söylemişlerdir. Onlar, müslüman-lıklarını ilan ettikten sonra kâfir oldu­lar ve ulaşamadıkları bir şeye yelten­diler. Halbuki intikam almaya kalkış­maları için, Allah ve peygamberinin, keremiyle onları zenginleştirmiş olma­sından başka bir sebep de yoktu. Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur. Eğer (imandan) yüz çevirirlerse, Allah onları, dünyada da (öldürülmekte) ahi-rette de pek acıklı bir azapla azaplan-dırır. Onlar için yeryüzünde bir veli ve bir yardımcı yoktur.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" düşmana karşı gayret ve güç sarfet "ve onlara karşı sert ol." azarlama ve buğz etmek suretiyle. "Gılzet", yumuşak davranmanın zıddı olup katı ve sert davranmak demektir.

"Söylemediklerine" küfredip eleştirdikleri şeyler konusunda sana ulaşan haberleri söylemediklerine "dair Allah'a yemin ederler". "Onlar müslümanlık-larını ilân ettikten sonra kâfir oldular" Müslümanlıklarını açıkladıktan sonra küfürlerini açıkladılar "ve ulaşamadıkları bir şeye yeltendiler." On küsur kişilik bir grup erkek, Tebuk'ten dönüşü sırasında, Akabe gecesinde Peygamber (s.a.)'e tuzak hazırlayıp öldürmek istedi. Resulullah'a, ansızın çıkıp geldikleri zaman, Ammar b. Yâsir, develerin yüzlerine vurdu, bunun üzerine geri dönüp gittiler. [214]

 

Nüzul Sebebi

 

"Allah'a yemin ederler" ayetinin (74.ayet) nüzulü konusunda Dahhâk şöyle demiştir. Münafıklar, Resulullah (s.a.)'le beraber Tebük'e çıktılar. Birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman, Resulullah'a ve ashabına küfrettiler. Dine ta'n etti­ler. Huzeyfe (r.a.) onların söylediklerini, Resulullah (s.a.)'e nakletti. Resulullah (s.a.): "Ey münafıklar! Sizden bana ulaşanlar nedir?" diye sordu. Bir şey söyle­medikleri konusunda yemin ettiler. Bunun üzerine, onları yalanlamak için Cenab-ı Hak, bu ayeti indirdiri. [215]

İbni Cerir'in tahric ettiği rivayette, Katâde şöyle demiştir: Bize naklondu-ğuna göre biri Cüheyneli. diğeri Ğıfârlı iki adam kavga etti. Gıfarlı, Cüheyneliye üstün geldi. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy: "Ey Evs oğulları, kardeşi­nize yardım edin. Muhammed'le bizim misalimiz, şu sözün ifade ettiği mânâ­dan başka bir şey değildir.: "Besle onu yesin seni." Vallahi, eğer Medine'ye geri dönersek, bizden daha azız olan, daha zelil olanı çıkaracak" dedi. Bunu, müslü-manlardan bir erkek duydu. Resulullah (s.a.)'e gelip haber verdi. Resulullah, Abdullah b. Übeyye haber gönderip getirtti. Abdullah, söylenenlerin aslı olma­dığı konusunda yemin etti. Bunun üzerine yüce Allah bu ayeti indirdi. [216]

İbni Ebî Hatim'in İbnı Abbas'dan tahric ettiğine göre, Tebük Gazvesinden geri kalanlardan biri olan Culâs b. Süveyd şöyle dedi: Eğer bu adam (Muham-med (s.a.)'i kasdediyor). efendilerimiz ve en hayırlılarımız hakkında doğru söy­lüyorsa, biz eşeklerden daha kötüyüz. (Tebük Gazvesinden geri kalanlar hak­kında inen ayetleri kasdediyor *. Umeyr b. Sa'id, bunu Resulullah (s.a.)'e iletti. Resulullah onu çağırtıp sorduğunda: "Ben söylemedim" diye Allah'a yemin etti. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: 'Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler" ayetini indirdi. Derler ki, o şahıs, bu halinden çok güzel bir şekilde tevbe etti.

Bu ayetin iniş sebebi hakkında söylenenlerin herhalde en sahihi, İbni Cerir, Taberânî, Ebu's-Şeyh İbni Havyan ve İbni Merdûveyh'in İbni Abbas'tan ri­vayet ettiği şu hadistir: "Resulullah < s.a. > bir ağacın gölgesi altında oturuyordu. Şöyle buyurdu: "Size, şeytan gözüyle bakan bir insan gelecek. O geldiği zaman, konuşmayın." Çok geçmeden, mavi gözlü bir adam çıkageldi. Resulullah (s.a.) onu çağırarak "Sen ve arkadaşların, bana niçin sövüyorsunuz?" buyurdu. Adam gitti. Arkadaşlarını getirdi. Söylemediklerine dair Allah'a yemin ettiler. O da onları affetti. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler" ayetini indirdi.

Kısacası, Peygamber Efendimiz Tebük Gazvesinde iki ay kaldı. Kendisine, Tebük Gazvesine gitmeyenleri eleştiren Kur'ân ayeti nazil oldu. Bazı münafık­lar, Kur"ân'da zikrolunmayan ve râvilerin lafzında ihtilâf ettiği bazı küfür söz­ler sarfettiler. Nüzul sebeplerinin birkaç tane olmasına herhangi bir mani yok­tur.

"Ve ulaşamadıkları bir şeye yeltendiler" ayetinin inişi konusunda Dahhâk şöyle demiştir: Akabe gecesi, münafıklar Resulullah (s.a.)'i öldürmek üzere an­laşmışlardı. Akabe'de yakalayıp ansızın öldürmek istediler. Bazısı ilerledi, ba­zısı geri kaldı. Gece vaktiydi. Şöyle dediler: Akabe'deyken onu devesinde aşağı iteriz. O gece Resulullah'ın devesini, Ammâr b. Yâsir önden çekiyor, Huzeyfe de ardından sürüyordu. Huzeyfe, devenin ayaklarının tırnak taraflarının yaralan­ma sesini duydu. Döndü baktı, siyah peçelere bürünmüş bazı insanlar gördü. "Defolun ey Allah düşmanları, tutun şunları" dedi. Resulullah yürüdü, konak­lamak istediği yerde konakladı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Ulaşamadıkları bir şeye yeltendiler" ayetini indirdi.[217]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ müminlerin sıfatlarını, münafıkların sıfatlarıyla karşılaştı­rıp her iki grubun ceza ve mükâfatı arasında bir mukayese yaptıktan sonra, tekrar kâfirleri ve münafıkları tehditle ve cihadla korkutuyor. Bunun, küfrü açıklama, yalan yeminler etmeleri, bozuk sözler söylemeleri gibi sebeblerini açıklıyor. Sonra, onlara bir umut ve tevbe kapısı açıyor ve eğer küfürde ısrar ederlerse, acıklı bir azâbla tehdit ediyor. [218]

 

Açıklaması

 

Cihad üç çeşittir: Açık düşmanla cihad, şeytanla cihad, nefis ve hevâ, he­vesle cihad. "Ve Allah (yolun)da hakkıyla cihad edin" (Hac, 22/78); 'Ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin" (Tevbe, 9/41) ayetleriyle Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Hibbân ve Hakim'in Enes b. Mâlik'ten riva­yet ettiği: "Müşriklerle, mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin" hadisi, üç cihâd şeklini de içine alır. Dille cihad: Delil ve burhan ileri sürmek­tir.

İbni Kesir, Emiru'l-Müminin Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder: "Resulullah (s.a.) dört kılıçla gönderildi:

1- Müşriklerle ilgili kılıç: "O haram olan aylar çıktığı zaman, artık o müş­rikleri nerede bulursanız, öldürün" (Tevbe, 9/5).

2- Kâfirlerle ilgili kılıç: "Ken­dilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul et­meyen kimselerle hakir ve zelil, kendi elleriyle cizyelerini verinceye dek savaşın" (Tevbe, 9/29).

3- Münafıklarla ilgili kılıç: "Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafık­larla cihad et" (Tevbe, 9/73).

4- Bağilerle (isyankârlarla) ilgili kılıç: "O tecâvüz edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın." (Hucurat, 49/9).

Bu, münafıklık gösterdikleri zaman onlarla kılıçla cihad edileceği gereğini ifade eder. Nitekim İbni Cerir et-Taberî de bu görüşü benimser. Nifaklarını gös-termezlerse onlara, imamların ittifakıyla müslümanlara yapılan muamele ya­pılır. Ancak, dinden dönerlerse, yahut müslüman cemaata karşı kuvvet kulla­narak taşkınlık yaparlarsa veya İslâm'ın şiarı ve erkânını yerine getirmekten çekinirlerse durum değişir. İbni Abbas (r.a.): "Kâfirlerle cihad kılıçla, münafık­larla cihad dille, yani hüccet ve bürhân ileri sürmekle olur" demiştir.

Kâfir: İslâm'a inanmayan, yahut şehâdeteyni söylemeyen her kimsedir. Küfr: Allahü Teâlâ'nın nimetini örtmek ve İslâm'ı inkâr etmektir. Münafık: küfrünü örten ve onu diliyle inkâr eden kimsedir.

Ayetin mânâsı: Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et. Onlara karşı sert ve katı davran. Onlara muhabbet gösterme ve yumuşak davranma. Bil ki, onların gideceği yer yoktur. Onların dönüp varacağı yer ne kötü bir yer­dir: "Gerçekten o, ne kötü bir karar ve ikâmet yeridir" (Furkan;, 25/66). Yani, onlar için iki azâb vardır: Cihadla dünya azabı, cehennemde de âhiret azabı.

Cihâd, gayret sarfetmekten ibarettir. Ayette, cihâdın kılıçla yahut dille, ya da başka bir yolla olacağına işaret eden bir şey yoktur. Ayet, iki fırkayla da ci­hâdın gerekli olduğuna delâlet eder. Mücahedenin nasıl olacağı keyfiyetine ge­lince, ayetin lafzı buna işaret etmez. Bu husus başka bir delilden bilinir. Bu, Razî'nin tercih ettiği sahih görüştür.

Ayetin dışındaki diğer deliller, kâfirlerle cihadın kılıçla, münafıklarla ciha­dın bazan delil ve burhan ileri sürmekle, bazan yumuşak davranmayı terkle, bazan da azarlamakla olacağına işaret etmektedir. İbni Mes'ûd, Cenâb-ı Hakk'ın: "Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" sözü hakkında, bunun bazan el­le (savaş silahıyla), bazan dille olacağını, bunlara gücü yetmezse, ona karşı diş­lerini gıcırdatmak, ona da gücü yetmezse, kalbiyle buğzedilmesi gerektiğini söylemiştir.

Şüphesiz Allah'ın emriyle ve peygamberin hükmüyle hüküm veren, müna­fıklara zahiren müslümanlara muamele ettiği gibi muamele eden İslâmî siyâ­set, onların çoğunun tevbe etmesine ve binlercesinin müslüman olmasına ne­den olmuştur.

Sonra Allahü Teâlâ kâfirlerle ve münafıklarla cihad sebeblerini -sözle kü­fürlerini açıklamak, Resulullah (s.a.)'e suikast teşebbüsünde bulunmak, Al­lah'ın ayetleriyle, peygamberle ve müminlerle eğlenmek gibi- anarak şöyle bu­yurdu: "Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler." Kur'ân münafıkların, kendilerinden rivayet olunan küfür kelimesini söylemediklerine dair Allah'a açıkça yalan yere yemin ettiklerini bildirir. Kur'ân, o küfür kelimesini, onu zik­retmekten münezzeh olduğu için ve müslümanların Kur"ân'ı okurken okuma­maları için anmamıştır.

Münafıklar -15 kişiydi- Hz. Peygamber (s.a.) Tebük'ten geri dönerken, ona suikast hazırlamak ve devesinden itip düşürmek üzere bir araya geldiler. Pey­gamberliğine ta'n ettiler, ona yalan nisbet ettiler, yapmacık peygamberlik iddi­asında bulunmakla itham ettiler. İşte, Zeccâc ve Razî'nin tercihine göre, küfür söz söylemek budur.

Müslüman olduktan sonra kâfir oldular demek, müslüman olduklarını açıkladıktan sonra küfürlerini açıkladılar, demektir.

Ulaşamadıkları bir şeye yeltenmemeleri ise, Hz. Peygamber'e Tebük'ten geri dönüşünde, Akabe'de sûikasd düzenlemektir. Sahih olan görüşe göre, onla­rın sayısı -Müslim'in rivayetinde de belirtildiği gibi- on ikidir.

Bu münafıklar İslâm'ı, dini ve Hz. Peygamber'in peygamberliğini Medi­ne'de diğer ensar gibi fakir iken Allah ve Resulü savaş ganimetleriyle zengin kıldığı için inkâr ettiler, ayıpladılar. Nitekim, Peygamber (s.a.) ensâra şöyle de­miştir: "Sizler fakirdiniz, Allah benimle sizi zengin kıldı." Medinelilerin çoğu ihtiyaç ve geçim sıkıntısı içindeydi. Resulullah(s.a.) Medine'ye gelince, gani­metlerle onları zengin etti.

Rivayete göre, Celâs b. Süveyd (Tebük'ten geri kalanlardan biri)'in kölesi öldürüldü. Resulullah (s.a.), diyetini 12 bin olarak belirledi ve böylece o, zengin oldu.

Ortada, onların zenginliğine sebep olan İslâm'dan başka ayıplayacakları hiçbir şey yoktu. Bu, zemme benzeyen bir övgüdür.

Nifaklarından ve kötü sözlerinden, kötü işlerinden tevbe ederlerse, bu on­lar için daha hayırlı ve daha uygun olur, hayra nail olurlar, Allah tevbelerini kabul eder. Bunda, onları tevbeye teşvik, ümit ve emel kapısını açmak vardır.

Eğer nifakta ısrar edip tevbeden yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette elem verici bir azâbla azâblandırır. Dünyadaki azâbları öldürülmeleri, çoluk çocuklarının, kadınlarının esir edilmesi, mallarının ganimet alınması, korku, üzüntü ve huzursuzluk içinde yaşamalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, on­lar hakkında şöyle buyurur: "Eğer sığınacak bir yer, yahut mağaralar veya bir delik bulsalardı, yüzlerini sür'atle o tarafa çevirirlerdi" Tevbe, 9/57); "Her gü­rültüyü aleyhlerine sanırlar" (Münafıkûn, 63/4). Ahiretteki azâblarına gelince, cehennemin en altına atılmaktır.

Dünyada onların işlerini üstlenecek, onları savunacak hiçbir dostları, on­lara yardım edip azabtan kurtaracak hiçbir yardımcıları yoktur. Çünkü mü­minler, birbirlerinin dostlarıdır. Münafıkların ise, birbirlerine dostluğu ve yar­dımı yoktur. Onlar için bir hayır sağlayacak ya da onlardan bir kötülüğü uzak­laştıracak hiç kimse yoktur. [219]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerin konusu, kâfirlerle ve münafıklarla cihad etmek ve bunun sebep­leridir. Ayetler, şu hususlara işaret eder:

1- Kâfirlerle ve münafıklarla mücâhedenin vacip oluşu. Hitap, Peygamber (s.a.)'e ve ondan sonra da ümmetinedir.

Kâfirlerle cihâd, kılıçla ve diğer savaş silahlarıyla; münafıklarla cihâd dil­le, bazan delil ve burhan göstermekle, bazan da asık suratla ve azarlamakla olur.

2- Onlarla cihad sebepleri: Küfrü açıklamaları, Peygamber (s.a.)'e küfret­meleri, İslâm'a ta'n etmeleri, Peygamber (s.a.)'e suikast girişiminde bulunma­ları, Allah'ın ayetleriyle, peygamberle ve müminlerle alay etmeleridir,

3- Yalan yeminler etmeleri... Sahih olan, bu kötü sözlerin ve işlerin, müna­fıklar arasında genel olarak görülen bir şey olduğudur. Sözün genel olması, bunu ifâde ediyor. Bu mânâ, Abdullah b. Übeyy ve Cülâs b. Süveyd, Vedia b. Sabit ve daha başkalarında gerçekleşiyor. Peygamber hakkındaki inançlarının teme­li, onun bir peygamber olmadığı şeklindedir.

4- Küfür kelimesi hakkında şunlar söylenmiştir: O, onların, Allah'ın va-adettiği fethi yalanlamaları, yahut Cülâs'm: "Eğer, Muhammed'in getirdikleri hak ise, biz eşeklerden daha kötüyüz." sözü, ya da Abdullah b. Übeyy'in: "Eğer Medine'ye dönersek, elbette, daha kuvvetli olanımız daha zelil olanımızı Medi­ne'den çıkaracak"   (Münafikûn, 63/8) sözü veya Peygamber (s.a.)'e küfretmek ve İslâm'a eleştiri yöneltmektir. Zahirî mânâ da, son mânâdır.

5- "Onlar müslümanlıklannı ilân ettikten sonra kâfir oldular"  sözü, mü­nafıkların kâfir olduğuna işaret eder. Şu ayet de kesin olarak bunu gösterir: "Bu onların iman etmeleri, sonra küfr etmeleri sebebiyledir" (Münafikûn, 63/3).

Bu söz, Allah'ı, peygamberi, Allah'ın marifetini inkâr eden her şeyin küfür olduğuna işaret etmektedir. Her ne kadar iman, lâ ilahe illallah kelimesini söy­lemekle ve namazla olursa da... Bir kimsenin namazını vaktinde ve çok çok kıl­dığı görülse bile...

6- Allâhü Teâlâ'nın: "\e ulaşamadıkları bir şeye yeltendiler"  sözü, müna­fıkların toplu bir şekilde -en sahih görüşe göre bunlar 12 münafıktı- Tebük gaz­vesinde Akabe gecesinde, peygamber (s.a.)'i öldürmek için, Kureyş kâfirlerinin hicret gecesindeki müşaverelerine benzer şekilde müşavere ettiklerine işaret eder.

7- Münafıklar, insanların en kötülerindendir. Çünkü onlar, Allahü Te­âlâ'nın: "Halbuki intikam almaya kalkışmaları için Allah ve peygamberinin on­ları zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep de yoktu." buyurduğu gibi, sö­zünde durmayan ganimetlerle zengin oldukları halde, bu iyiliğe kötülükle kar­şılık veren kimselerdi, Peygamber (s.a.)'i öldürmeye teşebbüs eden kimselerdi. Onun için şu meşhur darb-ı mesel onlara tam uygun düşer: "Kendisine iyilik et­tiğin kimsenin şerrinden sakın."

8- "Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur" sözü bunun, küfrü gizleyip imanı ilân eden kâfirin -ki böylesi kimseye fukahâ zındık der- tevbe edebilece­ğine işaret eder. Alimler, zındığın tevbesi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Şafiî ve âlimlerin çoğu, tevbesinin kabul olunacağı, çünkü onun imanını açıkladığı, küf­rünü gizlediğini, onun imanının ancak kendi sözüyle bilindiğini söylemişlerdir. Sıkıştırıldığında, "ben tevbe ettim" derse, bu sözü kabul olunmaz, kendisine baskı yapılmadan kendiliğinden tevbe ederek bize gelirse tevbesi kabul olu-nur,ayetten kasdolunan da budur, der.

9- Münafıklar, dünya ve âhireti kaybetmişlerdir. Münafıklıkta ısrar eder­lerse, Allah onları iki azâbla azaplandırır: Dünyada öldürülmek ve âhirette ateş. Dünyada, onları bundan kurtaracak hiçbir dost ve yardım edecek hiçbir yardımcı yoktur. [220]

 

Münafıkların Yalanları

 

75- İçlerinden kimi de Allah'a şöyle ah­detmişti: "Eğer bize kereminden verir­se, andolsun ki sadaka vereceğiz ve muhakkak salihlerinden olacağız."

76- Allah kendilerine kereminden ve­rince de cimrilik edip yüz çevirdiler. Onlar öyle dönektirler.

77- Nihayet Allah'a vaad ettiklerini tut­madıkları, yalan söyleyegeldikleri için, O da akibetini kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar bir nifak yaptı.

78- Bilmezler mi ki Allah, şüphesiz on­ların sırlarını da, fısıltılarını da biliyor ve muhakkak Allah, gaybları çok iyi bilendir.

 

Belagat:

 

"Onların sırlarını biliyor" sözüyle "(Allah) gaybları çok iyi bilendir" sözü arasında iştikak cinası vardır. [221]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhakkak ki salihlerden olacağız": İbni Abbas (r.a.), bununla haccetmeyi kasdettiklerini söylüyor.

"Allah... kereminden verince de..." Allah'a itaatten "yüz çevirdiler." "Kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar" yani kıyamet gününe ka­dar "kalplerinde bir nifak yaptı." Allah onları rezil etti, münafık oldular. Nifak kalplerine yerleşti. Allah'a, sadaka verecekleri ve iyi olacakları konusundaki sözlerden dönmeleri sebebiyle, ölünceye kadar o halden ayrılmayacaklar. [222]

 

Nüzul Sebebi

 

İnsanlar arasında, bu ayetlerin iniş sebebi olarak anılan, tefsir kitapları­nın tekrarladığı, fakat muhaddislerce sahih görülmeyen meşhur bir kıssa var­dır. Taberanî, İbni Merdûveyh, İbni Ebî Hatim ve Beyhâkî'nin Delâil'&e zayıf senedle Ebû Ümâme'den rivayet ettiği bu kıssa şöyledir: Sa'lebe b. Hâtıb: Yâ Resulullah! Allah'a dua et de, bana çok mal versin" dedi. Resulullah: "Yazıklar olsun sana, ey Sa'lebe! Şükrünü edâ edebildiğin az mal, şükründen âciz kaldı­ğın çok maldan daha hayırlıdır" buyurdu. Sa'lebe: "Eğer Allah bana mal verir­se, her hak sahibine hakkını mutlaka vereceğim" dedi. Bunun üzerine Resulullah, onun için Allah'a dua etti. Sa'lebe sürü edindi. Sürüleri Medine so­kakları dar gelecek şekilde çoğaldı. Onları şehir dışına çıkardı. Namazını kılı­yor sonra onların yanma çıkıyordu. Sürü daha da çoğaldı, Medine meraları al­maz oldu. Sürüyü daha ötelere götürdü. Ancak Cuma namazlarına katılabili-yordu. Sürü daha da çoğaldı. O da sürüyü daha uzaklara götürdü. Fakat, Cu­mayı ve cemâati terketti. Allah, Peygamberine:"OraZann mallarından, zekât al ki, mallarını temizleyesin" ayetini indirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), zekâtları toplamak üzere iki adam görevlendirdi. Kendilerine bir mektup verdi. O iki vergi memuru Sa'lebe'ye gelerek Resulullah(s.a)'ın mektubunu ona okudular. O: "İnsanlara gidin, işinizi bitirdiğiniz zaman bana uğrayın" dedi. Öyle yaptılar, bu defa: "Bu, cizyenin benzerinden başka bir şey değil, gidin" de­di. Bunun üzerine Allah: "İçlerinden kimi de Allah'a ahdetmişti..." ayetlerini indirdi.

İbni Cerir ve İbni Merdûveyh de, İbni Abbas'dan benzerini tahric ederler.

Sa'lebe, daha sonra zekâtını getirdi. Peygamber (s.a.)'e vermek istedi. Pey­gamber (s.a.): "Allah bana, senden zekât kabul etmememi emretti" buyurdu. Sa'lebe, başına toprak saçmaya başladı. Resulullah (s.a.): "Bu, senin amelinin karşılığıdır. Ben sana emrettim, fakat emrime itaat etmedin" buyurdu. Pey­gamber vefat etti. Sa'lebe bu sefer, zekâtı Ebû Bekir (r.a.)'a getirdi, o da kabul etmedi. Sonra hilâfeti döneminde, Ömer'e getirdi, o da kabul etmedi. Hz. Os­man zamanında da Öldü.

Sa'lebe hakkında rivayet olunan bu kıssa, muhaddisler nazarında sahih değildir. Sa'lebe, Ensâr'dan olup Bedir gazvesinde bulunmuştur. Allah ve Resu­lünün imanına şehadet ettiği kimselerdendir. İbni Abdi'1-Berr şöyle demiştir: "Sa'lebe'nin, zekâtı vermeyen ve hakkında ayet nazil olan kimse olduğunu söy­leyen kimsenin sözü sahih değildir."

Dehhâk şöyle dedi: Ayet, münafıklardan Nebtel b. Haris, Ced b. Kays, Mu'atteb b. Kuşeyr hakkında nazil oldu. Kurtubî: Bu, ayetin onlar hakkında nazil olduğu konusundaki rivayetlerin doğruya en yakın olanıdır. Ancak: "O da akıbetini kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar bir nifak yaptı" sözü, Allahü Teâlâ'yla ahid yapan kimsenin, daha önceden münafık ol­madığına delâlet eder, der.[223]

Ayetin iniş sebebi hakkında, İbni Abbas'tan şu rivayet nakledilmiştir; Sa'lebe b. Hâtıb'm, Şam'dan malının gelmesi gecikti. Ensârm bir meclisinde: "Eğer mal salimen gelirse, ondan zekât vereceğim, sıla-i rahimde bulunacağım" dedi. Mal, salimen gelince de, cimrilik yaptı, bunun üzerine ayet nazil oldu. Bu rivayet de, sahih değildir. [224]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler, münafıklardan bahsetmeye, iç yüzlerini ifşa ederek utandırmaya, durumlarını insanlara açıklamaya devam ediyor. Onların sınıflarını açıklamak üzere Cenâb-ı Hak: "Bazıları Peygamber'e eziyet ederler." (Tevbe, 9/61); "Bazıla­rı sadakalar hususunda seni ayıplarlar." (Tevbe, 9/58); "Bazıları da: "Bana izin ver, beni fitneye sokma" derler." (Tevbe, 9/49); "Kimi de, Allah'a şöyle ahdetmiş­ti: "Eğer bize kereminden verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve muhakkak ki salihlerden olacağız" buyurmuştur. [225]

 

Açıklaması

 

Münafıklardan bazıları, eğer Allah kendilerini fazlından zengin ederse, ze­kât verip sıla-i rahim ve cihad gibi Allah rızası yolunda mallarını harcayan sa­lihlerden olacakları konusunda Allah'a ve Peygamberine söz vermişlerdi. "El­bette sadaka vereceğiz" sözü, vacip olan zekâtın verilmesine, "Elbette salihler­den olacağız" sözü de, mutlak mânâda verilmesi gerekli her türlü malı verme­ye işarettir.

Allah onları rızıklandırıp istediklerini fazlından verdiği zaman, söyledikle­rini yerine getirmediler. Mallarında cimrilik gösterdiler. Zekât olarak hiçbir şey vermediler, ümmetin yararına hiçbir harcamada bulunmadılar. Aksine, kendilerine verilen her türlü kudretle sözlerini yerine getirmekten ve Allah'a tâatten geri durdular, münafıklığın ruhlarına kök salması sebebiyle, infaktan ve İslâm'dan kesinlikle yüz çevirdiler.

Zekât verme ve hayır yolunda sarfetme hususunda cimrilik gösterdiler, İs­lâm'dan yüz çevirdiler. Bu, Allahü Teâlâ'nm onları üç vasıfla vasıflandırdığına işaret eder: Birincisi; cimriliktir ki, bu hakkı vermemekten ibarettir. İkincisi, verdiği sözden yüz çevirmektir. Üçüncüsü ise Allah'ın tekliflerinden ve emirle­rinden yüz çevirmektir.

Allahü Teâlâ, onların işlerinin âkibetini kalblerinde nifak haline getirdi. Nifaklarını artırdı. Denilmiştir ki, o cimrilik onlara münafıklık getirmiştir. Bu­nun için: "O hususta cimrilik gösterdiler" buyurulmuştur. Fakat birinci görüş, daha sahihtir. Çünkü cimrilik, normal halde insanı münafıklığa götürmez. Fa­kat birçok fâsıkta cimrilik vardır. Çünkü "O'na kavuşacaklar" cümlesindeki za­mir, Allahü Teâlâ'ya gider.

Bu nifak, onların kalblerinde, âhiretteki hesap gününe kadar sabit olarak kaldı. Bu, onların münafık olarak öldüklerinin delilidir.

Bu, ayetin Bedir Savaşı'na katılan Salebe veya Hâtıb hakkında inmediği­nin bir başka delilidir. Çünkü Peygamber (s.a.), Hz. Ömer'e: "Ne biliyorsun, Al­lah Ehl-i Bedrin haline elbette muttali. Onun için istediğinizi yapın, size bağış­ladım, buyurdu" demiştir. Sa'lebe ve Hâtıb da, Bedir Savaşına katılanlardandır.

Sonra Allahü Teâlâ, nifak üzere ölmenin iki sebebi olan sözünden dönmek ve yalan söylemeyi zikrederek: "Allah'a vaad ettiklerini tutmadıkları, yalan söy-leyegeldikleri için" buyurdu. Yani, onlardan nifakın ayrılmaması, Allah'a verdikleri, zekât verme ve iyi yolda harcama sözünden dönmeleri ve yalancı olmaları: Ahidlerini bozmaları, taahhüd ettikleri şeye vefa göstermeyi terketmeleridir.

Allahü Teâlâ, vaadlerinden caymaları ve yalan söylemeleri sebebiyle, ölün­ceye kadar onların kalblerinden nifakı ayırmadı. Sözünden caymak ve yalan söy­lemek ise, münafıkların en önemli sıfatlarmdandır. Nitekim, Sahihayn'da, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu nakledilir: "Münafıklığın alâmeti üçtür: Ko­nuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder." Buhârî, Peygamber (s.a.)'in şöyle bu­yurduğunu tahric eder: "Dört haslet vardır ki, kimde bulunursa, onu bırakıncaya kadar, onda nifaktan bir haslet bulunmuş olur: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder, konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, biriyle münazaa ve mücadele ettiği zaman haktan vazgeçip yan çizer."

Sonra Allahü Teâlâ münafıkları, kusurlarını, ayıplarını dile getirip azarla­yarak: "Bilmezler mi ki Allah, şüphesiz onların sırlarını da, fısıltılarını da bili­yor" buyuruyor. Yani bu münafıklar, Allah'ın gizliyi, gizlinin gizlisini, gizledik­leri sözlerini, fısıldaştıklannı. yahut aralarında konuştukları dine ta'n edişleri­ni bildiğini, kalblerini çok iyi tanıdığını, onlar mallarından zekat vereceklerini söyleyeseler bile, Allah'ın onlan kendilerinden daha iyi bildiğini, O'nun gayble-ri bilen olduğunu, görünen görünmeyen, gizli açık her şeyi bildiğini, hain gözle­ri ve kalblerin gizlediğini, gizledikleri nifakı, vaadlerinden cayma kararlarını îiildiğini bilmiyorlar mı? O halde ahidlerinde Allah'a ve O'nun ismiyle O'na yaptıkları yeminlerde insanlara karşı nasıl yalan söylüyorlar. [226]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hükümlere işaret eder:

1- Allah'la yapılan anlaşma, ona vefa göstermeyi gerektirir. Dille söyle­mek, anlaşmanın şartlarından mıdır, yoksa şart olmayıp kalble niyet yeterli midir? Bu konuda âlimler arasında ihtilaf vardır. Mâlikîlere göre talak (boşa­ma) ve sadece kişiyi ilgilendiren ve başkasına ihtiyaç göstermeyen her hüküm­de, kişi onu diliyle söylemese de, ondan amaçlanan şey o şahıs için bağlayıcıdır. İmam Malik'e: "Bir adam kalbiyle boşamaya niyet etse, fakat diliyle söylemese ne olur?" diye sorulduğunda, "Boşama gerçekleşir. Nitekim kişi, kalbiyle iman­la mümin; kalbiyle inkârla kâfir olur" demiştir. İleride geleceği gibi ondan, baş­ka rivayetler de naklolunmuştur.

İmam Şafiî ve Ebû Hanife'ye göre ise, kişi için bir hüküm ancak, onu di­liyle söyledikten sonra bağlayıcı olur. Bu, nezirleri, yeminleri, boşamayı vs.yi içine alır. Delilleri, Müslim ve Tirmizî'nin Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği ha­distir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahü Teâlâ, kendisiyle amel etmedikçe yahut konuşmadıkça, ümmetinin gönüllerinden geçirdikleri şeyleri affetti." İb-ni Abdi'1-Berr, İmam Malik'ten gelen en meşhur görüşün bu olduğunu söyler. Kurtubî'ye göre de, rivayet ve dirayet yolunda en sahih olan görüş budur. Çün­kü Resulullah (s.a.), Kûtüb-ü Sitte sahiplerinin, Ebû Hüreyre'den rivayet olu­nan hadisinde: "Şüphesiz Allah konuşmadıkça, yahut amel etmedikçe, ümmetimin gönüllerinden geçirdiği şeyleri affetti." buyurmuştur. Dolayısıyla söz veri­len şey nezir ise, nezre vefa göstermek, ihtilafsız vaciptir. Terketmek ma'siyet-tir. Eğer yemin ise, yemine vefa göstermek, ittifakla vacip değildir.

2- Allahü Teâlâ'nm: "Eğer bize kereminden   verirse, andolsun ki, sadaka vereceğiz" ayeti, bir kimse: "Eğer şu mala sahip olursam, o sadaka olsun" derse bunun onu bağlayacağına işaret eder. Ebû Hanife bu görüştedir. İmam Şafiî'ye göre ise bağlamaz. Boşama ve köle azâd etmede de ihtilâf vardır. Ahmed b. Hanbel, boşamada bağlayıcı, azad etmede bağlayıcı değildir der. Çünkü azad etme bir ibadettir, ibadeti ise nezirle, zimmetle sabit olur: Talak bunun hilâfı-nadır ve mahalline döndürülür.

İmam Şafiî; Ebû Davud, Tirmizî ve daha başkalarının Abdullah b. Amr b. Âs'dan rivayet ettiği şu hadisi delil gösterir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Mâlik olmadığı şeyde, insan oğlu için nezir, köle azâd etmek ve boşamak yoktur." Bu, sahabenin, tabiîn'in ve daha sonraki nesillerin çoğunluğunun görüşüdür.

3- Münafıkların ahdi bozmaları, üç sıfat içinde görünmektedir: a) Zekât vermek, hayır işlerine mal vermede ve kefil olduğu, üstlendiği şeye vefa göster­mede cimri davranmak, b) Verdiği sözden ve Allah'a itâattan yüz çevirmek, c) Allah'ın tekliflerinden ve emirlerinden yüz çevirdiğini açıklamak.

4- Bu ayetin zahiri manâsı şuna işaret eder: Ahdi bozmak, verdiği sözden caymak nifak getirir. Dolayısıyla, müslüman bir kişinin bundan son derece sa­kınması, Allah'a bir konu hakkında söz verirse, onu yerine getirmeye çalışması gerekir.

5- Cenâb-ı Hakk'm: "Kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar" sözü, o söz veren şahsın münafık olarak öldüğüne işaret eder. Bu da Kur'ân'm i'caz ve-cihlerinden biri olan gaybdan haber vermektir.         '

6- Cenâb-ı Hakk'm: "Kalblerinde nifak yaptı"   sözü gösteriyor ki, nifak kalbte olduğu zaman küfürdür, amellerde olduğu zaman masiyettir. Bu duruma göre, hainlik, yalan söyleme, ahdi bozma, münazaa ve münakaşa halinde hak­tan sapma -ki bunlar hadisde, münafığın alameti olarak ifade olunur- masiyet kabul edilir. Bunları işleyenler, tekfir olunmazlar. İbnü'l-Arabî şöyle der: Şurası açıkça sabittir ki, bu hasletleri kasden işleyen kimse kâfir olmaz, ancak Allah'ı sıfatlarını bilmeme yahut O'nu yalanlama şeklindeki bir inançla kâfir olur. Ben­ce, bir kimseye ma'siyetler galip gelse bile, inanca tesir etmedikçe, onlarla kâfir olmaz.[227]

Bir grup hadisci, bunun Resulullah (s.a.) zamanındaki münafaklara has olduğunu söylemiştir.

7- Allahü Teâlâ, "Gaybleri bilen" olmakla vasıflanıyor. Yani O'nun zâtı, bü­tün şeyleri bilmeyi gerektirir. Dolayısıyla her şeyi bilir. O, kalblerindeki sırları bi­lir. Allah'ın allâmelikle vasıflandınlması caiz değildir. Çünkü bu, ilimde bir zor­luk çeşidini bildirir. Allahü Teâlâ hakkında tekellüf (zorlanma) ise, caiz değildir. [228]

 

Münafıkların Bağışlanmaması

 

79-  Müminlerden bağışlarda bulunan­larla, güçlerinin yetebildiğinden baş­kasını bulamayanlarla eğlenirler. Al­lah onları maskaraya çevirmiştir. On­lar için pek acıklı bir azap vardır.

80- Onlar için ister istiğfar et, ister is­tiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş de­fa istiğfar etsen de, yine Allah onları katiyyen mağfiret edecek değildir. Bu­nun sebebi, Allah'ı ve Resulünü (inkâr ile) kâfir olmalarıdır. Allah ise, fâsıklar topluluğuna hidayet vermez.

 

Belagat:

 

"Onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme." İkisi arasında, tıbâk-ı selb isimli sanat vardır. Emirle, eşitlik kasdolunmaktadır.

"Yetmiş defa": Mübalâğa ifade eder. Bu, belirli sayı ifadesi değildir. Nite­kim, 7, 70, 700 gibi sayıların çokluk ifâdesi için kullanılması yaygındır. [229]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah da onlarla eğlenir." Alaylarından dolayı onları cezalandırır. Bu tıp­kı "Allah onlarla alay eder." (Bakara, 2/15) ayeti gibidir. Bu, bir dua cümlesi değil, haber cümlesidir. [230]

 

Nüzul Sebebi

 

Buharî ve Müslim Ebû Mes'ûd el-Bedrî'den şöyle rivayet etmiştir: Sadaka ayeti nazil olunca, biz sırtlarımızda yük taşıyorduk.[231] Bir adam (ismi Habbâb olan Ebû Akîl), çok mal getirdi, "mûrâî" dediler. Bir sâ' tasadduk etti, "Allah, bunun sadakasına muhtaç değildir" dediler. Bunun üzerine: "Müminlerden ba­ğışlarda bulunanlarla, güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayanlarla eğlenirler"  ayeti indi. [232]

 

Ayetler Arası İlişki

 

İşte, münafıkların kötü amellerinden bir başka çeşidi: İsteyerek ve gönül­lü olarak sadaka verenleri ayıplamak..

İbni Cerir'in rivayetine göre İbni Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) bir gün, ashabına konuşma yaparak, onları sadaka vermeye teşvik etti. Abdurrahman b. Avf dört bin dirhem getirerek; "Sekiz bin dirhemim vardı. Dört bin dirhemini kendime ve çoluk çocuğuma ayırdım, şu dört bin dirhemi de Rabbime borç verdim" dedi. Hz. Peygamber de: "Verdiğinde de, vermediğinde de, Allah sana bereket versin" buyurdu. Denilmiştir ki: Allah, Peygamber (s.a.)'in bu duasını kabul buyurdu. Hanımı Nâdir, Abdurrahman'm ölümünden sonra, kalan malın dörtte biri olarak seksen bin üzerine sulh yaptı.

Aynı şekilde Ömer ve Asım b. Adiyy el-Ensârî 70 vesak hurmayı sadaka getirdi. Osman b. Affan çok miktarda sadaka verdi, Ebû Akil, bir sa' hurma ge­tirdi. Ebû Akil demiştir ki: "Geçen gece, bir adamın hurmalığına su almak için ücretle çalıştım, iki sa' hurma aldım. Birini ailem için alıkoydum, diğerini de Rabbine ödünç verdim." Resulullah (s.a.) onun sadakalar içine konmasını em­retti.

Münafıklar, ta'n ederek: "Sadakalarını riya ve şöhret için getirdiler. Ebû Akil de, diğer büyüklerle anılmak için bir sa' getirdi. Allah, onun sâ'ından müs­tağnidir," dediler. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, bu ayeti indirdi.[233]

 

Açıklaması

 

Her ümmet içindeki münafıkların durumu tuhaftır. Onların işi, gayretleri öldürmek, değerleri yıkmaktır. Yapılan iş, sırf hayır da olsa, onların eleştirisin­den hiç kimse kurtulamaz. Nafile olarak sadaka verenleri ayıplarlar. Sadaka verenler Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Affan gibi ister zengin olup çok sa­daka versinler, isterse fakir olup az versinler, alay ederler. Bunlar, her ne ka­dar nafile sadaka verenlere dahil ise de, onların bunlarla alay etmesi daha çok ve daha kuvvetli olduğu için zikrolundu.

Fakat Allahü Teâlâ da onlarla alay etti: Alaylarına karşılık onları, günah­ları kadar cezalandırdı. Cehenneme gittiler. Cenâb-ı Hakk'm: "Allah da, onlar­la alay etti." sözü, onların kötü amellerine ve müminlerle alay etmelerine kar­şılık kabilindendir: Çünkü ceza, yapılan iş cinsindendir. Onlara, müminlerin dünyada intikamlarını almak için, alay ettikleri kimselerin muamelesini yaptı.

Münafıklara âhirette de acıklı, şiddetli bir azap hazırladı. Çünkü ceza, ya­pılan iş cinsindendir.

Sonra Allahü Teâlâ, onların kâfirler gibi, istiğfara lâyık olmadıklarını, on­lara dua etmenin fayda vermeyeceğini, onlar için Peygamber(s.a) bile istiğfar etse, günahlarını affedip örtmeyeceğini, rezil rüsvaylıklannı açıklamayı terket-meyeceğini açıklamıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinin  benzeridir: "Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de haklarında birdir. Allah onlara asla mağ­firet etmez" (Münafıkûn, 63/6).

Burada 701e, muayyen bir sayı kasdolunmamaktadır. Daha fazla da olabi­lir. Arap üslûbuna göre, burada mübalağa söz konusudur.

Peygamber (s.a.), ümmetine merhametini açıklamak ve onların kendisin­den mağfiret talebleri üzerine Allah'dan onların hidayetini ve bağışlanmasını istiyordu. Nitekim kendisine eziyetlerinin her artışında, müşrikler için de duâ ediyor, İbni Mâce'nin rivayet ettiği gibi: "Allah'ım kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diyordu. Fakat Allahü Teâlâ, onu bu şekilde duadan men etti.

Peygamber (s.a.)'in, istiğfar etmesindeki özrü: Onların dalâlet üzere yara­tılmış olduklarını bilmediği için, imanlarından ümit kesmemiş olmasıdır. Ya­saklanan istiğfar, bildiği halde istiğfar etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak da şöyle buyurur; "Müşriklerin çılgın ateşin ashabından oldukları açıkça ortaya çıktık­tan sonra, akraba dahi olsalar, onlar için peygamberin de, müminlerin de mağ­firet dilemeleri doğru değildir" (Tevbe, 9/113).

Allahü Teâlâ burada, onlar için istiğfar ve dua etmenin kabul edilmeme sebebini şu sözüyle açıklamaktadır: "Bunun sebebi, Allah'ı ve Resulünü (inkâr ile) kâfir olmalarıdır. " Yani, onlar Allah'ı ve Resulünü inkâr ettiler, Allah'ın varlığını kabul etmediler. Peygamber (s.a.)'in peygamberliğine inanmadılar, in­kâr ve redde ısrar ettiler. Kalbleri hayır ve nuru kabule hazır hale gelmedi. Al­lah'ın sünneti de, küfürde ısrar eden, Allah'a itâattan dışarı çıkan, iman ve tevbeyi kabul istidadını kaybeden kimseleri hayra muvaffak buyurmamaktır. Onların mağfiretinden ümidi kesmek ve onlara istiğfarın kabul edilmemesi, Al­lah'ın cimriliğinden ve Peygamberdeki kusurdan dolayı değil, onların mağfire­te engel olan küfürleri sebebiyle, buna kabiliyetsizliklerinden dolayıdır. [234]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hususlara işaret eder:

1- Münafıklar, kalbleri hasta, işlerin hakikatini anlamayan sapık kimse­lerdir. Nifak içine gizlenerek, kendilerini rezilliklerinin açıklanmasından koru­mak için ve eleştiriye eğilim duymalarından dolayı müminleri ayıplarlar. Kur'ân da, onların gizli sırlarını ortaya dökmüş, kötü davranışlarını açıklamış­tır.

2- Onların, Allah yolunda infâk ile tasaddukta bulunan müminleri ayıpla­malarının cezası, cehennem ve orada acıklı bir azap olmuştur. Çünkü, açıklan­dığı gibi ceza, amelin cinsindendir.

3- Onlar, nifakta ısrar eden kâfirler oldukları müddetçe, onlara peygambe­rin istiğfarı da fayda vermeyecektir. Şa'bî şöyle demiştir: Abdullah b. Abdullah b. Übeyy -iyi, salih bir kimseydi- Resulullah (s.a.)'den, babasının hastalığı sıra­sında ona istiğfar etmesini istedi. Resulullah da, onun bu isteğini yerine getirdi. Bunun üzerine ayet nazil oldu. Yani Peygamber (s.a.)'in münafıklardan ba­zılarına istiğfarı, onların isteğiyleydi. Fakat Râzi, Peygamber (s.a.)'in, onlara istiğfar etmediği görüşünü benimseyerek şöyle der: Çünkü Peygamber, münafı­ğın kâfir olduğunu biliyordu. Kâfir için mağfiret talebinde bulunmak, onun şe­riatında caiz değildir. Bazıları kendisinden mağfiret talebinde bulundukları za­man, Allah onu bundan men etti.[235]

 

Tebuk Gazvesinde Cihad'dan Geri Kalan Münafıkların Sevinmeleri

 

81-Allah'ın Resulüne muhalefet için  (cihada gitmeyerek) geri kalıp oturan- lar sevindiler. Allah yolunda mallarıy- la> canlarıyla cihad etmeyi çirkin gör- düler ve: "Bu sıcakta savaşa çıkmayın"  dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha  sıcaktır". İyice bilmiş olsalardı.

82" Artık onlar kazanmakta oldukları- nın cezası olarak (dünyada) az gülüp  (ahirette) çok ağlasınlar.

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.), insanlara, kendisiyle beraber, Tebük'e gelmelerini emretti. Yaz vaktiydi. Bazı­ları: "Yâ Resulullah! Sıcak şiddetli, çıkamayız, sıcakta gidemeyiz" dedi. Bunun üzerine, Allahü Teâlâ: "De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır." ayetini indirdi.

Yine İbni Cerir, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediğini tahric et­miştir: Resulullah (s.a.) şiddetli bir sıcakta, Tebük'e gazaya çıktı. Seleme oğul­larından bir adam, sıcakta çıkmayın dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır" ayetini indirdi. [236]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, münafıkların Tebük'te savaşa çıkmak için mazeret ileri sür­meleri ve sadakaların taksimini ayıplamaları gibi bazı kötü huylarını belirttik­ten sonra, Resulullah (s.a.) ile birlikte, Tebük Gazvesine çıkmaktan geri kalan o kimselerin halini açıklamaya başlıyor. Bu, onların çirkin hallerinden bir baş­ka çeşididir: Evlerinde oturmakla sevinmeleri ve cihadı kötü görmeleri.

Kendilerine "muhallefûn" (geriye bırakılanlar) dendi, "mütehallifûn" (cihaddan geri kalanlar) denmedi. Çünkü "mütehallifûn" demek, Peygamber (s.a.) cihada çıktıktan sonra geri kalanlar, onunla beraber gitmeyenler demektir. "Muhallefûn" ise Resulullah'm, fesadlık ve karışıklık çıkaracaklarını bildiği için çıkmalarını men ettiği kimselerdir ki, şu ayette de Allahü Teâlâ onların peygamberle beraber çıkmalarını men etmiştir: "De ki: "Siz, ebediyyen benimle beraber çıkamazsınız." Bu sebeble onlar "muhallefûn" olmuşlardır. [237]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler, Tebük Gazvesinde savaşa katılmaktan geri kalan münafıkları açıkça zemmetmekte ve onların âhiretteki kötü akibetlerini haber vermektedir. Tebük seferi sırasında nazil olmuşlardır.

Mânâ şöyledir: Resulullah (s.a.) Tebük Gazvesine çıkarken kendilerini bı­rakınca, evlerinde kaldıkları için, o Medine'de bırakılan münafıklar sevindiler. Onların sevinmelerinin sebebi, cihadda hayır olduğuna inanmamaları, malları ve canlarıyla Allah yolunda, Peygamber (s.a.)'le birlikte cihad etmek istememe­leridir. Oturmakla sevinmek, gitmek istememeye işaret eder. Ancak Allahü Teâlâ, pekiştirmek için, onu tekrarladı.

Kısacası onlar, geri kalma sebebiyle sevindiler, cihada gitmek istemediler.

Mesele, sadece kendilerinin sevinmesiyle kalmadı. Başkalarını da gitme­meye teşvik ettiler ve birbirlerine cihada çıkmayın, dediler. Çünkü, Tebük Gaz­vesi çok sıcak bir zamanda, meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin arandığı bir zamanda olmuştu.

Allahü Teâlâ onlara: "De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır" sözüyle cevap verdi. Yani, asiler için hazırlanan ve sizin de muhalefetiniz sebebiyle gideceği­niz Cehennem ateşi, kaçtığınız sıcaktan daha sıcaktır. Bunu düşünebilseler, bundan ibret alabilseler, elbette muhalefet etmezler ve oturup kalmaz, buna sevinmezlerdi. Nitekim İmam Mâlik ve Şeyhayn'ın Ebû Hüreyre'den rivayet et­tiği hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Siz insan oğullarının yaktığı ateş, cehennem ateşinin 70 parçasından bir parçadır."

Sonra Allahü Teâlâ, onların işlerinin sonucunu haber vererek: "Onlar, az gülüp çok ağlasınlar" buyurmuştur. Yani, onlar için evla olan, az gülüp az se­vinmeleri ve çok ağlamalarıdır. Bu, emir şeklinde gelmemekle beraber, onların halinden haber vermektedir. Tehdit ve işledikleri günahlarla nifakın cezasını beklemeleri kasdolunmaktadır. Buharî ve Müslim'de Nu'mân b. Beşir'den rivayet edilen hadiste, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde, cehennem ehlinden en hafif azab gören kimsenin cehennem ateşinden iki pabu­cu ve iki pabuç kayışı olur ki, bunların tesiriyle onun beyni bakır tencere gibi kaynar. O cehennemlikler içinde, kendinden şiddetli azap gören yok sanır. Hal­buki kendisi en hafif azap görendir..." [238]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, insan görüşünün kısalığına işaret eder. O, çoğunlukla hale ve için­de bulunduğu olaya bakar. Geleceğe ve ondan çıkacak hadiselere bakmaz. İşte şu münafıklar da, cihadın faydasına inanmadıkları için Medine'de kalmakla sevindiler, cihad etmek istemediler. Çünkü o, onları gölgelerle gölgelenme ve meyveler toplayıp yeme nimetinden mahrum bırakacaktı.

Fakat Kur'ân, onları kınıyor ve uyarıyor. Çünkü düşmanla cihaddan, İs­lâm'a yardımdan geri durmaları sebebiyle gidecekleri cehennem ateşindeki şid­detli sıcaklık, dünyadaki yaz sıcaklığından çok fazladır.

Sonra Allahü Teâlâ onları, kendilerinin kazandığı ve ellerinin yaptığı şey­ler sebebiyle tehdit etmekte, dünyada az bir zaman için sevineceklerini ve ce­hennemde çok ağlayacaklarını, yahut az gülüp, çok ağlayacaklarını belirtmiş­tir.

Bu tehdit, sadece münafıklara ait değildir. Allahü Teâlâ'dan korkan salih kullan da kapsar. Nitekim Tırmizî'nin tahric ettiği hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: tallahi benim bildiklerimi siz bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız. Allahü Teâîâ'ya, seslerinizi yükselterek yalvarmak üzere'tepelere çıkardınız. Ben de, yaprağım yayan bir ağaç gibi (herkese faydası dokunan) ol­mak isterdim."

Bu, hafif şekilde gülmeyi yasaklama mânâsına değildir. Çünkü Allahü Te­âlâ, güldürmüş ve ağlatmıştır. Fakat, çok ve devamlı gülme -sahibine galip ge­lecek şekilde olan- kınanmıştır. O, ahmak ve aptalların işidir. Haberde "Çok gülmek, kalbi öldürür' denmiştir.

Kısacası, münafıklardan üç önemli muhalefet meydana gelmiştir: Tebük Gazasına gitmeyip cihad etmemeye teşvik. Bu sebeble münafıklar, cehennem ateşini hak ettiler. Onlar, bütün ömürlerinde sevinip gülseler yine azdır. Çün­kü dünya metâı azdır. O, dünyadaki nifakları sebebiyle, kesintiye uğramayan, dâimi bir cezadır. [239]

 

Münafıklarla Cihada Çıkmanın Ve Ölülerinin Namazını Kılmanın Yasaklanması, Mal Ve Çocuklarla Aldanmaktan Sakındırma

 

83- Eğer Allah seni onlardan bir züm­renin (münafıkların) yanına döndürür de çıkmak için senden izin isterlerse

de ki: "Siz, ebediyen benimle beraber asla çıkamazsınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla savaşmazsınız. Çünkü siz ilk defa oturmaya razı oldunuz. Ar­tık siz geri kalanlar(kadın ve çocuk­larla beraber oturun."

84- Onlardan ölen hiçbir kimsenin na­mazını kılma. Kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Resulü­nü inkâr ile kâfir oldular ve onlar fâ-sıklar (kâfirler) olarak öldüler.

85- Onların ne malları, ne çocukları se­ni imrendirmesin. Allah, onları dünya­da bunlarla azaba çarptırmayı ve can­larının kâfir oldukları halde, güçlükle çıkmasını ister.

 

Nüzul Sebebi

 

Buharî ve Müslim, İbni Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Abdullah b. Übey öldüğü zaman, oğlu, Resulullah (s.a.)'e gelerek babasına kefen yapmak için, kendisine gömleğini vermesini istedi. Resulullah namazını kıldırmak üze­re kalktı. Ömer b. Hattab da ayağa kalktı ve Resulullah'ın elbisesinden tuta­rak: "Yâ Resulullah! Rabbin sana, münafıkların namazını kıldırmayı nehyetti-ği halde, sen onun namazını kıldıracak mısın?" dedi. Resulullah: "Allah beni muhayyer bıraktı: "Onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş defa istiğfar etsen de yine Allah onları katiyyen mağfiret edecek de­ğildir" (Tevbe, 9/80) buyurdu. Bunun üzerine, Allahü Teâlâ: "Onlardan ölen hiç­bir kimsenin namazını kılma. Kabrinin başında da durma." ayetini indirdi. Bundan sonra Resulullah, onların cenaze namazını kılmayı terketti. Hz. Ömer, bunu: "Onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme" sözündeki açık nehiyden, yahut da Mekke'de nazil olan: "Müşriklerin o çılgın ateşin ashabından oldukla­rı açıkça ortaya çıktıktan sonra akraba dahi olsalar, onlar için peygamberin de, müminlerin de mağfiret dilemeleri doğru değildir" (Tevbe, 9/113) ayetinden an­lamıştı.

Bu, Ömer, Enes, Cabir ve daha başkalarından da rivayet olunmuştur.

İbni Abbas'dan gelen bir rivayet şöyledir: Ömer (r.a.) şöyle dedi: "Gömleği­ni pis, necis adama niçin veriyorsun?"[240]. Peygamber Efendimiz: "Gömleğim onu, Allah'tan gelecek herhangi bir şeyden koruyamaz. Umulur ki Allah, onun­la binlerce kimsenin İslâm'a girmesini sağlar" dedi. Münafıklar, Abdullah'ın sözünden ayrılmıyorlardı. Onun, fayda vereceğini umarak bu gömleği istediğini gördüklerinde, o gün onlardan bin kişi müslüman oldu.

Resulullah (s.a. »'in: "Allah beni muhayyer kıldı" sözüne gelince; Hz. Pey-gamber'in muhayyer kılındığı istiğfar, fayda vermeyen dille yapılan istiğfardır. Ondan gaye, kendisi için istiğfar istenen şahsın, yaşayan yakınlarından bazıla­rının kalblerini hoşnut etmektir.

Resulullah ts.a. >. onun kâfir olduğunu, küfür üzere öldüğünü bildiği halde, namazını kıldı. O. oğlu kendisinden, babasını defnetmek için gömleğini gönder­mesini isteyince, onun iman ettiğini sanmıştı. Çünkü vakit, fâcirin tevbe edebi­leceği, kâfirin iman edebileceği bir vakitti. Yahut o, onun müslümanlığını ilânı üzerine, namazını kıldı. Ebû Ya'lâ ve daha başkalarının Enes'ten tahric ettikle­rine göre, Resulullah is.a.), Abdullah b. Übeyy'in namazını kılmak isteyince, Cibril hemen elbisesinden tutarak: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını kılma" dedi. Bu rivayet gösteriyor ki, Peygamber (s.a.), Abdullah b. Übeyy'in namazını kılmadı.

Rivâyetlerdeki bu çelişki karşısında, âlimlerden bazıları Buhârî'nin riva­yetini tercih etmiş, bazıları da iki rivayet arasını birleştirerek Ömer ve oğlu­nun rivâyetindeki namazdan murad, duâ yahut onun namazını kılmaya karar vermesi, sonra da, Cibril (a.s.) tarafından men olunmasıdır, demişlerdir. [241]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler, münafıkların rezilliklerinden ve kötü hallerinden bahsetmeye de­vam ediyor.

Cenâb-ı Hak, onların çirkin hallerini açıkladıktan sonra, Hz. Peygam-ber'in Tebûk Gazvesinden dönüşünü müteakip, onlara karşı takınılacak tavır­lardan bazılarını açıklıyor: Allahü Teâlâ, onlara diğer gazvelerde peygamberle birlikte çıkmayı yasakladı: Çünkü onların çıkmaları fesada sebep olacaktı.

Peygamber (s.a.)'i onların ölülerine namaz kılmaktan men etti. Çünkü ölü için namaz, onun için bir dua, istiğfar ve şefeât dilemektir. Kâfir ise, buna lâyık de­ğildir. Allah, Peygamberini, onların mallarına, çoluk çocuklarına aldanmaktan, kendilerindeki şeyleri güzel görmekten men etti. Çünkü onlar, onların hayırla­rına değildir, dünyada onlarla azaplarına bir yol, ahirette de mahrumiyettir. [242]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ Peygamberine, eğer Allah seni bu Tebük Gazvesi seferinden, sefere çıkmayıp geri kalan münafıklar zümresine -Katâde'nin söylediğine göre bunlar 12 erkekti- geri döndürür de, seninle beraber bir başka gazveye çıkmak için senden izin isterlerse, onlara bir ceza ve azarlama olarak: Hiçbir şekilde benimle çıkmayacaksınız ve ne şekilde olursa olsun benimle asla bir düşmanla savaşmayacaksınız, de buyuruyor.

Cenâb-ı Hak: "Çünkü siz ilk defa oturmaya razı oldunuz" sözüyle, bu ya­saklamanın sebebini açıklıyor. Yani siz, ilk seferinde benden geri durmayı ter­cih ettiniz. Mazeretsiz geri kaldınız, yalan yere yeminler ettiniz, evlerinizde oturmakla sevindiniz. Hatta cihada gitmeyip geri kalmayı teşvik ettiniz. Artık, İbni Abbas'ın dediği gibi, cihada gitmeyip geri kalan münafık erkeklerle birlik­te, yahut Hasan el-Basrî'nin dediği gibi kadın, çocuk ve ihtiyarlarla birlikte ebediyen oturun. İbni Cerir'e göre, Hasan el-Basrî'nin görüşü doğru olamaz; kadınlarla ilgili kelimenin çoğulu (ayette el-Hâlifîn diye geçer), "ye" ve "nün" ile olmaz. Eğer kadınlar murad olunsaydı, "Havâlif" yahut "Hâlifât" denirdi. Denilmiştir ki, mânâ "fâsidlerle birlikte oturur" şeklindedir. Bu da, savaşı ter-ketmeyi teşvik eden kimsenin gazalara katılmasının caiz olmadığına işaret eder. Cenâb-ı Hakk'm "ilk defa" sözü Tebük Gazvesine ilk çıkışı ifade eder.

Her halükârda, ayet onları Peygamber (s.a.)'le asla arkadaşlık yapmama­ları şeklinde cezalandırmayı emrediyor. Bu, Fetih sûresinde şu ayette de ifâde­sini bulur: "Sen de ki: "Sizler bizim peşimizden gelemezsiniz" (Fetih, 48/15).

Sonra Allahü Teâlâ, Peygamberine (s.a.), münafıklardan uzaklaşmasını, onlardan biri öldüğü zaman namazını kılmamasını, ona dua ve istiğfar etmek için, kabrinin başında durmamasını -çünkü onlar, Allah'ı ve peygamberini in­kâr etmişler ve bu hal üzere ölmüşlerdir- emretti. Bu, kâfirlerin namazını kıl­manın yasak olduğunu ifâde eden bir nastır. Bu, her ne kadar ayetin iniş sebe­bi münafıkların başı Abdullah b. Übeyy İbni Selûl olsa da, münafıklığı bilinen her kişi hakkında geneldir. Ayetin mânâsı şöyle olur: Ey Peygamber! Münafık­lardan gelecekte ölecek hiç kimsenin namazını kılma. Defnolunurken, yahut zi­yaret için ona duâ etmek ve istiğfarda bulunmak maksadıyla kabrinde bulun­ma. "Kabir"le onu defnetmek de kasdolunabilir. O zaman mânâ: Onu defnetme­yi üstüne alma, demek olur.

Sonra Allahü Teâlâ, münafığın namazını kılmama ve dua için kabrinde bulunmama sebebini açıklıyor: "Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ile kâfir oldular." Yani onlar, Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr ettikleri gibi, Peygamberini de inkâr ettiler. Çünkü ölü için namaz kılmak onun için şefaat istemek, kabrinde bulunmak, ölüye hürmet göstermek ve ikramda bulunmaktır. Halbu­ki kâfir, hürmet ve ikrama lâyık değildir.

"Fâsıklar olarak öldüler": Onlar, İslâm dininden çıkmış, hükümlerine is­yan etmiş, hadlerini, emirlerini ve nehiylerini tecavüz etmiş kimseler olarak öl­düler.

Sonra Allahü Teâlâ Rasûlünü, münafıkların bazı zahirî hallerini beğen­mekten nehyetti: "Onların ne malları, ne çocukları seni imrendirmesin." Onla­ra verdiğimiz mal, çoluk çocuk nimetlerine imrenme. Allah, onlara hayır mu-râd etmiyor. Dünyada, birtakım musibetlerle onlara işkence etmek ve işlerinin akibetini düşünemeden küfür üzere ruhlarının çıkmasını murad ediyor.

Bu ayetin benzeri, bu sûrede bazı lafız değişiklikleriyle geçti.[243] Tekrarda­ki amaç pekiştirmek ve mallarla çoluk çocukla meşgul olup kalmaktan sakın-dırmaktır. Çünkü nefisler genellikle onlarla meşgul olur ve daha iyi olan âhi-retle meşgul olmaktan geri kalır. Bu, mallara ve çoluk çocuğa aldanmaktan açıkça nehyi ve korkutmayı ifade etmektedir. [244]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, münafıklara uzun bir süre verildikten ve zahiren müslümanlara yapılan muamele yapıldıktan sonra, bazı kesin tavırlar alınmasını içine alıyor. Bunlar üç tavırdır: Onları nıüslümanlarla birlikte cihada çıkmaktan men et­mek, ölülerine namaz kılmamak, onların öğündükleri mallarına, çoluk çocukla­rına aldanmamak. Bunlar, onların Allah'ı ve Peygamberini inkâr eden kâfirler olduğuna işaret eder.

Birinci tavır: Münafıklardan bir grupla ilgilidir. Çünkü Medine'de kalanla­rın hepsi münafık değildi. Onların içinde, özür sahipleri de vardı, olmayan da. Sonra, Allah onları affetti ve tevbelerini kabul buyurdu: Geri bırakılan üç kişi gibi.

İkinci tavır: İtibarlarını düşürmektir. Çünkü ölü için namaz kılmak, dua için kabrinde bulunmak, ona ikram ve saygı göstermektir. Kâfir ise, saygıya lâ­yık değildir. Aksine iman ehli hürmete lâyıktır. Nitekim, Peygamber (s.a.) mü­minlerin namazını kılma hususunda acele davranıyordu. Onun namazı, onlar için bir şefeat, bir rahatlama ve bir kalb huzuru demekti. Müminlerden de, ik­ram ve ta'zim için, dua ve istiğfar istiyordu. Ebû Davud, Hâkim ve Bezzâr, Os­man (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet ederler: "Peygamber (s.a.) ölüyü defn işini bi­tirdiği zaman, orada durur: "Kardeşiniz için istiğfar edin. Onun (sorulan soru­lar karşısında) sebat etmesini isteyin, çünkü o, şu anda sorguya çekiliyor." der­di.

Bu ayet, kâfirlerin namazını kılmayı ve defnolunurlarken kabirlerinde durmayı, definlerini üstlenmeyi yasaklayan bir delildir. Bunda, müminlerin namazını kılmaya delil yoktur. Müslüman ölünün namazını kılmanın vacip ol­duğu sahih hadislerden anlaşılıyor. Nitekim, Müslim'in Câbir b. Abdullah'tan rivayet ettiği hadiste, o şöyle dedi: "Resulullah (s.a.): Bir kardeşiniz öldü. Kal­kın namazını kılın' buyurdu. Kalktık, iki saf olduk." (Resulullah, Necâşî'yi kas-dediyordu).

Ebû Hureyre'den şöyle rivayet olunmuştur. Resulullah (s.a.) Necâşî'nin öl­düğü gün, bunu insanlara haber verdi. Onlarla beraber musallaya çıktı ve dört tekbirle namazını kıldırdı.

Müslümanların cenazelerine namaz kılmayı terketmenin caiz olmadığı hususunda, müslümanlar ittifak halindedirler. Çünkü bu, kavlen ve amelen peygamberlerinden gelmiştir.

Bazı âlimler buna, müslümanlarm cenazelerini teşyi etmeyi de ilâve et­mişlerdir. Ayetten, defnoluncaya kadar müslümanın kabri üzerinde durmanın meşru olduğu anlaşılıyor. Peygamber (s.a.) de öyle yapardı. Nitekim ölü defno­luncaya kadar bir kabirde ayakta durmuş, sorulara kolaylıkla cevap verebilme­si için dua etmiştir. İbnü'z-Zübeyr de bir ölüsü olduğunda, defnoluncaya kadar kabri başında ayakta dururdu. Müslim'in Sahih'inde gelen bir rivayette, Amr b. As (r.a.), ölürken şöyle dedi: Beni defnettiğiniz zaman, üstüme güzelce top­rak koyun, sonra bir deve kesilip etleri taksim olununcaya kadar, kabrimin çevresinde durun ki, sizden kuvvet alıp Rabbimin elçilerine ne cevap vereceği­mi bileyim.

Alimlerin çoğu, cenazelere ait tekbirlerin dört olduğu kanaatindedir. Dârekutnî'nin, Übey b. Ka'b'dan rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Şüphesiz, melekler, Adem (a.s.)'ın cenaze namazını dört tekbirle kıldı­lar ve 'ey Adem oğulları, bu sizin sünnetinizdir" dediler."

' İmam Mâlik'in meşhur olan görüşüne ve Ebû Hanife ve Sevrî'ye göre, bu namazda kıraat yoktur. Delilleri, Ebû Davud'un Ebû Hureyre'den rivayet etti­ği şu hadis-i şeriftir: "Ölüye namaz kıldığınız zaman, onun için, samimi olarak dua ediniz."

Şafiî, Ahmed, Davud ve bir cemaat, fatiha okunacağı görüşündedirler: De­lileri, bir grubun Ubâde b. Sâmit'tan rivayet ettikleri: "Kitâb'm fatihasını oku­mayan kimsenin namazı caiz değildir" hadisidir. Onlar, bunu bütünü üzerine yorarlar. Yine onlar Buharî'nin İbni Abbas'dan tahric ettiği: "Resulullah bir ce­nazeye namaz kıldı ve kitabın fatihasını okudu" hadisini delil gösterirler ve onun bir sünnet olduğunu bilesiniz diye böyle yaptı, derler.

İmama sünnet olan, erkeğin ve ihtiyar kadımn başı yanında durmasıdır. Bu, Şafiî'nin görüşüdür. Delili, Ebû Davud'un Enes'ten rivayet ettiği şu hadisdir. Enes, bir cenazenin namazını kıldı. Âlâ b. Ziyad kendisine: "Ey Ebû Hamza! Resulullah (s.a.) de, senin kıldığın gibi, cenazelere dört rekatla namaz kılıp erke­ğin ve ihtiyar kadının başı ucunda dikilir miydi" dedi. O da "Evet" cevabım verdi.

Bunu Müslim, Semura b. Cündûb'ten rivayet eder. Semura şöyle dedi: Peygamber (s.a.)'in arkasında namaz kıldım. O da, lohusa iken ölen Ümmü KaTj'ın namazını kılıyordu. Resulullah (s.a.), onun namazını kılmak için ortası­na durdu.

Münafıklarla ilgili üçüncü tavır: Onların mallarına ve çoluk çocuklarına imrenmekten nehiy, bir daha bir daha ondan sakındırmak... Çünkü, nefisler bunlara çok tutkundurlar. Bundan bir başka maksat da, mümin insanı ebedî ve bakî olan şeyle meşgul olmaya ve Allah'tan mağfiret istemeye teşviktir. Tek­rarla da, pekiştirme ve çok korkutma gayesi güdülmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Nisa sûresinin 48 ve 116. ayetlerinde: "Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dilediği kimseler için bağışlar" söz­lerini tekrar etmiştir. [245]

 

Abdullah b. Übeyy'e Namaz Kılma Kıssası:

 

Kadı Ebû Bekir Bâkıllânî, İmâmu'l-Harameyn Cüveynî ve Gazalî gibi bir grup âlim, münafıkların liderine namaz kılınması hadisini ayetin zahirine şu bakımlardan ters düştüğü için zayıf görmüştür:

1- Ayet, Peygamber (s.a.)'in, Tebük Gazvesinden dönüşü esnasında nazil olmuştur. Halbuki İbn Übeyy, o yıldan sonra ölmüştür.

2- Hz. Ömer'in itiraz edip, Hz. Peygamber (s.a.)'e, "Rabbin seni, onun na­mazını kılmaktan nehyettiği halde mi, onun namazını kılacaksın?" demesi, nehyin İbn Übeyy"in ölümünden önce olduğuna işaret eder.. Bu ise: Resulullah onun namazını kıldı, bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Onlardan hiçbirinin nama­zını kılma" ayetini indirdi sözüne ters düşer. Ayetin, onun namazından sonra nazil olduğu açıktır.

3- Hz. Peygamber (s.a.)'in: "Allah beni muhayyer bıraktı."   sözü, ayetin açıklığına ters düşer. Çünkü Allah küfürleri sebebiyle onlara, asla mağfiret et­mez. O halde ayetteki "yahut" kelimesi muhayyeriyyet (serbestlik) için değil, tesviye (eşitlik) içindir.

Ayetle hadis arasını bulmaya çalışmak ise, ikna edicilikten uzaktır, zorla­ma olur. [246]

 

Münafıkların Önde Gelenlerinin Cihada Gitmeyip Geri Kalmak İçin İzin İstemeleri

 

86-  "Allah'a iman edin, Resulü ile birlikte cihad edin" diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden servet sahibi olanlar (cihada kudreti yetenler) sen­den izin istediler ve: "Bizi bırak da oturanlarla (cihaddan geri kalanlarla) birlikte olalım" dediler.

87-  Onlar, geri duranlarla birlikte ol­maya razı oldular. Kalblerine de mü­hür vuruldu. Onlar iyice anlamazlar.

88-  Fakat o peygamber ve onunla bir­likte olan müminler mallarıyla ve can­larıyla cihad ettiler. İşte onlar için ha­yırlar vardır. Onlar kurtuluşa erenle­rin tâ kendileridir.

89-  Allah onlar için, altından nehirler akan cennetler hazırlamıştır. Orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte en büyük kurtuluş budur.

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, münafıkların Resulullah (s.a.)'den geri kalma ve cihada git­meme hususunda hileye başvurduklarını açıkladıktan sonra, ne zaman imanla ve cihadla ilgili bir ayet nazil olsa, onlardan servet ve kudret sahipleri, cihad­dan geri kalmak için izin istediklerini ve Resulullah (s.a.)'e: "Bizi bırak, savaş­tan âciz ve zayıflarla birlikte olalım" dediklerini açıklıyor. [247]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ bu ayetlerde, bir grubu kınıyor, başka bir grubu da övüyor. Kudretleri, servet ve zenginlikleri olduğu halde, cihaddan geri kalan ve gitme­mek için Hz. Peygamberden izin isteyenleri kınıyor. Ne zaman, içinde imanı emreden ve Resulullah (s.a.)'la birlikte cihada davette bulunan bir sûre -sûre­den amaç, ya tamamı veya bir kısmıdır. Nitekim, Kur"ân ve kitap kelimeleri de hepsi veya bir kısmı için kullanılır- indirilse mal ve canla cihada gücü yeten­ler, servet sahibi ve zengin olanlar cihada gitmemek için: "Bizi evlerinde otu­ran, kadınlarla, çocuklarla, ihtiyar ve zayıflarla birlikte bırak" diyerek senden izin isterler. Allahü Teâlâ'nın: "İman edin..." sözü, müminlerden imanlarını de­vam ettirmelerini, münafıklardan yeniden iman etmelerini isteyen bir emirdir. Şu ayet de bunun benzeridir: "îman edenler der ki: "Bir sûre indirilmeli değil miydi1?" Muhkem bir sûre indirilip içinde kıtal zikrolununca, kalblerinde hasta­lık bulunanların, üzerlerine ölüm öaygınZığı gelmiş gibi sana baktıklarını gö­rürsün. O, onlara yakın ola!" (Muhammed, 47/20).

Bu, münafıkların korkutma, zillet ve rüsvaylıklarma bir delildir. Özellikle "servet sahipleri" diye zikredilmesinde iki fayda vardır: Birincisi, sefere ve ci­hada güçleri yettiği halde çıkmadıkları için, onlar daha çok kınanmaya lâyık­tır. İkincisi, sefer için malı ve kudreti olmayan kimsenin izin almasına gerek yoktur. Çünkü o. özür sahibidir.

Bunlar kendilerinin, cihada çıkmayıp geriye kalan kadınlarla birlikte ol­malarına razı oldular Bunda, onların erkeklerine yönelik bir kınama ve küçümseme vardır ve onları kadınlara benzetmektir.

Bunun sebebi, cıhaddan ve Peygamberle birlikte Allah yolunda çıkmaktan geri kalmaları. ılım ve hidayet nurunu kabul etmemeleri, bu yüzden Allah'ın kalblerini mühurlemesıdır. Yararlarına olanı anlayıp da yapmadılar, zararları­na olandan da kaçınmadılar, Allah'ın cihad emrindeki hikmetinin sırlarını kav­ramadılar.

Sonra Allahü Teâlâ, onların durumlarını müminlerin durumlarıyla karşı­laştırdı. Onlara övgüsünü ve âhiretteki durumlarını açıkladı: "Fakat o peygam­ber ve onunla birlikte olan müminler mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar için hayırla- vardır Onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir." Münafık­ların aksine onlar. :rir_v3 ve âhiret saadetine nail olacaklardır.

Cenâb-ı Haki :r_ 'Or'.z'- için cennetler hazırladı" sözü, ya ayette geçen "hayrat" (hayıriar ve "fe.ir/ kurtuluş) kelimelerini tefsirdir, ya da hayrat ve felah; izzet, kerime*, zafer ve servet gibi dünya menfaatlarıdır. "Cennetler" de. âhiret sevabı ve yuks-ek derecedir. [248]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, malla ve cani a cihada güçleri yeten münafıkların önde gelenleri­nin, Peygamber s.a. 1e cıhaddan geri durduklarına, cihada çıkmaktan âciz olanlarla birlikte oturmakla, kendilerinin zilletine ve horluğuna, bunun da. kalblerinin mühürlenmesine, dolayısıyla hayırla şerri, yararlı ile zararlıyı ayırt edemediklerine, yani geri kalmalarının, kendileri için hayırlı olmadığına işaret etmektedir.

Hasan el-Basrî, ayette geçen "et-tab"' kelimesinin kalbin küfre meyilde, sanki iman konusunda ölmüş derecesine varmasından ibaret olduğunu söyler Mutezile'ye göre ise, kalbde meydana gelen bir alametten ibarettir.

Yine ayetler, müminlerin haline ve sonuna işaret etmektedir: Onlar, Al­lah'ın rızasını kazanmak ve O'na itaat için, mallarını, canlarını sarfetmişlerdir. Bunun sonucu, dünya ve ahiret hayırlarını kazanacaklar, cennete nail olacak­lar, ceza ve azabtan kurtulacaklardır. İşte bu, en büyük kurtuluş ve en büyük derecedir. [249]

 

Bedevilerin Münafıklığı Ve Cihad'a Gitmemek İçin İzin İstemeleri

 

 ®^~ Bedevilerden özür beyan edenler,  kendilerine izin verilsin diye geldiler.  Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler  de oturup kaldılar. İçlerinden kâfir  olanlara pek acıklı bir azab çarpacak­tır.

 

Kelime ve İbareler

 

"Özür beyan edenler" Bu kelimenin açıklamasında iki görüş vardır. Birin­cisi özür beyan edenin haklı olması. Çünkü onun özrü vardır. İkincisi, haklı ol­maması. Özrü olmadığı halde özür beyan eden demektir. Sözün gelişi, onların özürleri olmadığına işaret ediyor. Çünkü onlar, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Eğer zayıf, hasta, infak edecek şey bulamayan kimseler olsalardı, izin isteme ihtiyacını duymazlardı. Onlar, boş sebeplerle özür beyan ediyorlardı. Ni­tekim Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü de bunu ifade eder: "Onlara döndüğünüz vakit size özür beyan edeceklerdir" (Tevbe, 9/94).

"Bedeviler" Bunlar Esed ve Ğatafanlılardır. İşleri olduğunu ve çoluk çocuk­larının çokluğunu ileri sürerek cihada gitmeyip geri kalmak için izin istediler.

"Allah'a ve Resulüne yalan söylediler." Onlara imanlarını yalancıktan açık­ladılar, yahut inandıklarını iddia ettiler. [250]

 

Nüzul Sebebi

 

Dahhâk şöyle demiştir: Onlar, Amir b. Tufayl'in arkadaşlarıdır. Resulullah (s.a.)'e gelerek: "Ya Resulullah! Biz seninle gazaya çıkarsak Tayy kabilesi bede­vileri çoluk çocuğumuza ve hayvanlarımıza baskın düzenlerler" dediler. Resu­lullah (s.a.) de: "Allah beni size muhtaç etmeyecek" buyurdu.

Mücahid'den şöyle rivayet olunmuştur: Onlar, Gıfar'dan yahut Ğata-fan'dan bir grup insandır. Özür beyan ettiler, fakat Allah onların özrünü kabul etmedi. Katâde'den: "Yalancılar özür beyan etti" dediği rivayet edilmiştir. [251]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, Medine münafıklarının hallerini açıkladıktan sonra, ayetle­rini bedevi Arap münafıklarının hallerini açıklamakla sürdürüyor. [252]

 

Açıklaması

 

Bedeviler, Tebük Gazvesine gitmemek için Peygamber (s.a.)'den izin iste­mek üzere geldiler. Resulullah (s.a.) onlara: "Allah bana, sizin durumunuzu haber verdi. Allah beni size muhtaç etmeyecek" buyurdu.

İman iddiasında, Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler, cihaddan geri kal­dı. Onlar, gelen ve özür beyan etmeyen bedevi münafıklardır. Bununla, onların yalan söyledikleri ortaya çıktı.

Sonra Allah, onları azabla tehdit etti ve şöyle dedi: Onlardan kâfir olanla­ra, dünyada öldürülmek suretiyle, ahirette de ateşle, elem verici bir azap gele­cek. Çünkü birinciler, haksız yere özür dilediler, diğerleri de Allah ve Resulüne yalan söyleyerek savaştan ve özür dilemekten geri durdular. Ayet, iki bölümüy­le de bâtıl yolla özür dileyen, dilemeyen ve cihaddan geri kalan, kendilerine dünyada öldürülme, ahirette ateşle ceza verilecek bedevi münafıklar hakkında­dır.

"Onlardan" sözü, ba'ziyet için olup bir kısmına delâlet eder; çünkü Allahü Teâlâ, onlardan bir kısmının, iman edip bu cezadan kurtulacağını biliyordu.

Müfessirlerden bazılarına göre birinci kısım, gerçekten mazereti olan kim­seler olup bunlar Medine çevresindeki küçük arap kabileleri yahut Resulullah(s.a.)'a gelip zayıflıklarını ve güçsüzlüklerini ileri sürerek özür dile­yen Esed ve Gatafanlılardır. Delilleri şudur: Cenâb-ı Hak onları zikrettikten sonra: "Allah ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar" buyurdu, böy­lece onları, yalan söyleyenlerden ayırdı. Bu onların yalan söylemediklerine işa­ret etmektedir. İbni Kesir, bu görüşü benimsemiştir. Razî ve Zemahşerî ise, sö­zün gelişine bakarak birinci görüşü benimsemişlerdir. Çünkü onlar, kendileri­ne izin verilmesi için geldiler. Eğer gerçekten özürlü olsalardı, izin istemeye ih­tiyaç duymazlardı. [253]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, inandıkları iddiasıyla Allah'a ve Resulüne yalan söyleyen münafık­larla, yalan olarak özür beyan edenlerin akibetinin -imansızlıkları ve yalan söylemeleri sebebiyle- cehennem ateşinde ceza olduğuna, küfür yahut zahiren iman iddiasında bulunanın ve yalan söyleyenin büyük bir azaba uğrayacağına işaret etmektedir.

Haklı olarak özür beyan edenin, özrü kabul edilir. Onlar, cihadı terketme hususunda özürleri olan, kendilerini Allah'ın affettiği kimselerdir. [254]

 

Cihad Etmemek İçin Geçerli Özürleri Olanlar

 

91- Allah'a ve Resulüne karşı samimi olmak şartıyla zayıflara, hastalara, harcayacak bir şey bulamayanlara bir

günah yoktur. İyilik edenlere karşı bir yol yoktur. Allah gafurdur, rahimdir.

92- Bir de sana, kendilerine binecek te­min etmen için gelenlere: "Size bir bi­nek bulamıyorum" dediğin kimselere de yoktur.Onlar harcayacak bir şey bulamadıklarından gözleri yaş döke döke döndüler.

 

Belâğât

 

"Bir de sana kendilerini bindirmen için gelenlere" Bu, "zayıflar", yahut "iyilik edenler" kelimesi üzerine matuftur. Bu, özelin genel üzerine atfıdır. On­ların durumuna verilen önemi gösterir.

"İyilik edenlere bir yol yoktur" Geri kalmakla, azarlanmayan iyilik eden­lerden olduklarına işaret etmesi için, zahir isim, zamir yerine kullanılmıştır. [255]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Zayıflar*: Ku%r\-etli olmayanlar. İhtiyarlar, düşkünler, hastalar, kötürüm-ler, körler bu manaya dahildir.

"Allah'a ve Resulüne karşı samimi olmak şartıyla": Kendileri oturmakla beraber, başkalarını alıkoymaya kışkırtmamak şartıyla "...bir günah yoktur."

"Allah Gafurdur." Onları bağışlayıcıdır. "Rahimdir." Onlara rızıklaruıı ge­nişletip bollaştırmaktadır. [256]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebî Hâtim'in, Zeyd b. Sâbit'ten tahric ettiğine göre, o şöyle demiştir: Tevbe'yi yazıyordum, kalemi kulağıma koydum. Birden savaşla emrolunduğu-muzu gördüm. Resulullah (s.a.), kendisine nazil olana kulak verip dinliyordu. Aniden bir a'mâ geldi ve: A'mâyım, nasıl yapacağım, dedi. Bunun üzerine "Al­lah'a ve Resulüne karşı samimi olmak şartıyla, zayıflara, hastalara, harcaya­cak bir şey bulamayanlara bir günah yoktur" ayeti nazil oldu...

"Bir de sana, kendilerini bindirmen için gelenlere" ayetinin nüzul sebebi hakkında üç rivayet vardır:

1- Yine İbni Ebî Hâtim'in, İbni Abbas'tan tahric ettiğine göre, o şöyle de­miştir: Resûlüllah (s.a.): İnsanlara kendisiyle birlikte savaşmak emrini verdi. İçlerinden Abdullah b. Muğaffal el-Müzenî'nin de bulunduğu bir grup ashab gelerek: "Yâ Resulullah! Bize, gazaya katılmak için, binit ve nafaka temin et" dediler. Resulullah da: "Vallahi buna imkân bulamam" dedi. Onlar da, geri kal­dıkları, yiyecek ve binit bulamadıkları için, ağlayarak geri döndüler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: "Bir de sana kendilerini bindirmen için gelenlere" ayetini indirdi. Bunlara ağlayanlar manasında "bükâiyyûn" denir.

İkincisi: Mücahid şöyle demiştir. Onlar üç kişidir. MaTcü, Süveyd, Nu'man b. Mukarnn. Peygamber (s.a.)'den develeri ve yiyecek temin etmesini istediler. O da: "Bunu temin edemem" dedi... Âlimlerin çoğunun görüşü de budur.

Üçüncüsü: Hasan el-Basrî şöyle demiştir. Ebû Musa el-Eş'arî ve arkadaş­ları hakkında nazil oldu. O, Resulullah (s.a.)'e gelerek kendisinden gazaya gi­debilmeleri için, binit ve yiyecek temin etmesini istediler. Bu, Hz. Peygamber'in gazab haline rastlamıştı ve: "Sizi, ne binitlendirip yiyecek bulurum, ne de bula­bilirim" dedi. [257]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetlerle daha önceki ayetler arasında açık bağlantı olduğu meydanda. Cenâb-ı Hak, özrü olmadığı halde özür uyduranlara cezasını zikrettikten sonra, gerçek özürlüleri zikrediyor ve onlardan cihad farizasını düşürdüğünü açıklıyor. [258]

 

Açıklaması

 

Allahü Teâlâ, savaşa gitmemeyi makul gösterecek özürleri açıklamış, özürleri kabule şayan görülenlerden üç sınıfı belirtmiştir: Zayıflar, hastalar, fa­kirler.

Zayıflar, hastalara ve cihada harcayacak malı olmayan âciz fakirlere, Al­lah'a samimiyetle inandıkları, gizlide ve açıkta Hz. Peygamber(s.a)'e itaat et­tikleri, hakkı tanıdıkları, dostlarını sevip düşmanlarına buğz ettikleri zaman cihada çıkmamakta herhangi bir günah, suç ve azar yoktur. Ümmete düşen gö­rev, ümmetin sırrını saklamak, iyiliğe teşvik etmek, insanları savaşa gitmek­ten alıkoymamak, maksatlı yalan propagandaları önlemektir. Müslim, Temim ed-Dârî'den, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder. "Din nasihat­tir" Bunun üzerine Resulullah'a sordular: "Kimin için nasihattir ya Resulullah?" Resulullah: "Allah için, kitabı için, peygamberi için, müslümanla-rın imamları için, bütün müslümanlar için..." buyurdu.

Allah ve Resulü için nasihat: İhlâsla, onlara inanmak ve itaat etmek, on­lar için sevmek, onlar için buğzetmek. Allah'ın kitabı için nasihat: Onu koru­mak, manalarını düşünmek, hükümleriyle amel etmek. Müslümanların imamlan için nasihat: Onlara destek olmak, onlara karşı çıkmamak, hata ederlerse onları aydınlatmak. Müslüman halka nasihat: Onlara doğru yolu göstermek, onları kuvvetlendirmeye çalışmak.

Zayıflar: Savaşmaya gücü olmayan herkes. İhtiyarlar, âcizler, kadınlar, ço­cuklar gibi.

Hastalar: Kendilerine kronik yahut geçici bir hastalık arız olduğu için cihad yapamaz durumda olanlar: Kötürümler, körler, topallar, hummalılar gibi.

Fakirler: Cihad esnasında kendilerine ve çoluk çocuklarına harcayacak nafaka bulamayanlar.

"İyilik edenlere bir yol yoktur." Yani, cihaddan geri kalmaları sebebiyle, onlar için hesaba çekme, günah ve azarlama yoktur.

Bu, iyilik işleyen herkesi içine alan genel bir nastır. Şeriatta geçerli bir asıl­dır. Aslolan. gibi beraat (suçtan uzak olmak)tır. Nefis hakkında aslolan öldür­menin haranı olması, malda aslolan, sabit bir delil olmadan malı almanın haram olması; aslolamn. istenen her teklifin müstakil bir delille sabit olmasıdır.

Bu özür dileyenler, serî özürleri devam ettikçe Allah ve Resulü için davra­nışları sürdükçe, amellerini ihlâsla yaptıkları müddetçe onlara azarlama, ser­zeniş yoktur.

Allah çok bağışlayıcıdır. Onları ve benzerlerini bağışlar. Onlara merhamet edicidir. Güç yetiremeyecekleri şeyleri onlara yüklemez. Asi ve münafıklara ge­lince, Allah onları, tevbe edip isyandan ve günaha düşmelerine sebep olan ni­faktan vazgeçerlerse bağışlar.

Yine, kendini savaşa hazırlayan, fakat fakirliği sebebiyle cihadda kendine ve çoluk çocuğuna harcayacak nafaka yahut bir binek bulamayan kimselere de -özellikle onlar, ensardan ağlayıcılar denen kimseler, yahut Peygamber (s.a.)'e gelip kendilerine binit temin etmesini, yahut kendilerine savaşmak için yiye­cek, su, para verirse çıkacaklarını söyleyen, fakat Hz. Peygamber onlara binek temin edemeyeceğini söyleyince oradan, cihada katılmak şerefini kaçırdıkları için ağlayarak ayrılanlardır - herhangi bir günah yoktur.

"Onları seıketmen için..." sözü, eski ve yeni nakil, savaş vasıtalarının hep­sini içine alır. İbni Abbas: "Ondan, kendilerini, hayvanlar üzerinde sevketmesi-ni istediler" demiştir.

Muhammed b. İshâk, Tebûk Gazvesinden bahsederken şöyle der: Sonra, yedi müslüman erkek, Resulullah (s.a.)'e ağlayarak geldiler. Onlar ensardan ve Amr b. Avf oğullarından yedi kişiydi: Salim b. Umeyr, Harise Oğullarının kar-" deşi Ali b. Zeyd, Mazin b. Neccâr Oğullarının kardeşi Ebû Leyla Abdurrahman b. KaT), Seleme Oğullarının kardeşi Amr b. Hammâm b. Cemûh, Abdullah b. Muğaffal el-Müzeni... Bazıları onların, Abdullah b. Amr el-Müzenî, Vâkıf Oğul­larının kardeşi Harmî b. Abdullah b. İyâd b. Sâriye el-Fezârî olduğunu söyle­miştir. Bunlar, ihtiyaç sahibi oldukları için, Resulullah'dan kendilerine binit temin etmesini istediler. O da: "Size binit temin edemem" dedi. Bunun üzerine ihtiyaçlarına, isteklerine sarfedecek şeyi bulamadıklarından üzülerek, gözleri yaşla dolu bir halde geri döndüler.

İbni Ebî Hatim, el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: Medine'de, geriye bazı kimseler bıraktınız. Sizler harcamada bulundunuz, vadiler geçtiniz, düşmandan intikam aldınız. Onlar da, size ecirde ortak oldular..." Sonra şu ayeti okudu: "Allah'a ve Resulüne karşı samimi, mü­minlere karşı gizli ve açık iyiliksever olmak şartıyla harcayacak bir şey bulama­yanlara bir günah yoktur"

Hadisin aslı Buharî ve Müslim'dedir. Enes'den rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Medine'de birtakım kimseler vardır. Va­diler aşıp yol aldığınızda, onlar da sizinle beraberdir." Ashâb sordu: Onlar Me­dine'deyken mi? Resulullah: "Evet, onları özürleri alıkoydu" buyurdu. Ah-med'in rivayetinde: "Onları hastalık alıkoydu" şeklindedir. [259]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, özürleri sebebiyle üç sınıf-zayıflar, hastalar, fakirler-özürlüden ci-had farziyyetinin düştüğünü, cihada gitmeme sebebiyle bunlara herhangi bir günah terettüp etmeyeceğini açıklamaktadır.

Alimlerin çoğunluğu, gazada sarfedecek şey bulamayan kimseye cihad va­cip olmayacağı görüşündedirler. Maliküer ise eğer âdeti istemek ise, hac gibi, ona lazım gelir, onu âdeti üzerine çıkartır; çünkü onun hali, değişmediği za­man, gazada sarfedilecek şeyi bulabilen zengine farz olduğu gibi, ona da farz teveccüh eder, derler.

Ayetler, şeriatın asıllarından iki büyük esasa işaret eder: Birinci esas: Âciz olandan sorumluluğun düşmesi. Cenâb-ı Hakk'ın: "Za­yıflara, hastalara, harcayacak bir şey bulamayanlara bir günah yoktur" sözü buna işaret eder. O halde bir kimse, bir şeyden aciz ise, o şey ondan düşer. Bu bazan fiilî, bazan da mâlî olur. Bedenî, yahut malî acizlik arasında herhangi bir fark yoktur. Şu ayet de bunun benzeridir: "Allah hiçbir kimseye gücünün ye­teceğinden başkasını yüklemez." (Bakara, 2/286). "Amaya darlık yoktur, topala darlık yoktur, hastaya darlık yoktur." (Nur, 24/61).

İkinci esas: İnsan hakkında aslolan suçsuz olması, yahut suçlulukla itham olunan şahsın, suçluluğu sabit oluncaya kadar suçsuz kabul edilmesidir. Aslo­lan, suçsuzluktur. (Berâet-i zimmet) "İyilik edenlere bir yol yoktur" ayeti buna işaret eder. Kişi hakkında aslolan, öldürmenin haram olması; mal hakkında aslolan da bir delil olmadan almanın haram olmasıdır.

Bunlarla, Cenâb-ı Hakk'ın daha önce geçen: "Harcayacak bir şey bulama­yanlara da bir günah yoktur" ayeti arasında tekrar yoktur. Çünkü harcayacak bir şey bulamayanlar, kendilerinde harcayacak bir şey olmayan fakirlerdir. Son ayettekiler ise, harcayacak miktara sahip olan, ancak binit bulamayanlardır. [260]

 

Özürsüz Olarak Cihaddan Geri Kalan Zenginlerin Kınanması

 

93- Ancak, zengin oldukları halde (cihada katılmamak için) senden izin isteyenlerin kınanması imkânı vardır.

Bunlar (cihaddan) geri kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da onların kalplerini mühürlemiştir. Artık on­lar bilmezler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ancak, zengin oldukları halde" yani cihad için hazırlık yapabilecek du­rumları olduğu halde, cihaddan geri kalmak hususunda "senden izin isteyen­lerin kınanması imkânı vardır."

"Bunlar geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular." Bu ifade onların özürsüz olarak izin istemelerinin sebebini açıklamak içindir. Bunun sebebi de bu çeşit kimselerin cihaddan geri kalan kadın, çocuk ve acizlerle aynı durumda ve düşüklüğe razı olmalarıdır.

"Allah da onların kalplerini mühürlemiştir." Allah onların bu büyük ku­surları sebebiyle kalplerini mühürlemiş, nihayet onlar da başlarına gelecek kö­tü akıbetten gafil olmuşlardır.

"Artık onlar bilmezler." Amellerinin acı neticesini idrak etmezler. [261]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak bir önceki ayette "iyilikte bulunanları kınamaya yer yoktur." buyurmuş, bu ayet-i kerimede de ancak zengin oldukları halde cihada katılma­mak için izin isteyenlerin kınandıklarını beyan etmiştir. Yani kınama, ancak münafıkların hatırına cihaddan geri kalmaları sebebiyledir. [262]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, gerçekten özür sahiplerinin kınanmasına imkân olmadığını beyan ettikten sonra kınanabilecek kimseleri zikretti. Yani iyilikte bulunanla­rın ayıplanmasına ve kınanmasına yer yoktur. Ancak cihaddan geri kalmak için izin isteyenler kınanabilir. Bunlar da cihad yolunda yiyecek, binek, silah ve benzeri malzemeyi hazırlamaya gücü yeten zenginlerdir. Elbette bunların geçerli bir mazereti olamazdı. Bunların kınanmaya lâyık olmalarının sebebi ise kendilerinin kadınlar, çocuklar, acizler, hastalar ve sakatlarla birlikte kalmaya razı olmalarıdır. Böylece düşüklüğü, basitliği ve savaştan geri kalanlar arasın­da olmayı kabul etmişlerdi. Bu ise Arapların ve diğer milletlerin geleneklerin­de rezaletin ve sefaletin en çirkin şekillerinden birisiydi. Onların bu vasıflarını iyice belirlemek ve bu kötü davranışlarından mutlaka uzaklaşmalarını temin etmek için daha önce 87. ayet-i kerimede de aynı ifade kullanılmıştı.

İşledikleri bu büyük kusur sebebiyle Yüce Allah her iki ayette buyurduğu gibi "onların kalplerini mühürlemiştir." Bu nedenle onların kalplerine hayır ulaşmaz, nur girmez. Artık onlar doğru yolu bulamazlar. Kendilerini kuşatan büyük hataları ve günahları sebebiyle cihaddaki dinî ve dünyevî faydaları bile­mezler. Artık onlar gerçek durumlarını ve kötü akıbetlerini idrak edemez ol­muşlardı. [263]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İslâm rahmet, hak ve adalet dini olduğu gibi, aynı zamanda akıl ve man­tık dinidir, gerçekçidir. Bunun içindir ki Allah iyilikte bulunanların kınanması­na izin vermedi, yani özür sahibi müminlerden bu konuda günah ve cezayı kal­dırdı. Ancak mallarıyla ve canlarıyla cihad etme kudretine sahip oldukları hal­de zenginlerden cihada katılmamak için izin isteyen münafıklara günah ve ce­zayı vacip kıldı. Cenab-ı Hak onların bu kötü davranışlarından sakınmalarını temin için bu ifadeyi iki defa tekrar etmektedir.

Elbette böylelerinin cihaddan geri kalma hususunda mazereti olamazdı. Onların izin istemelerinin sebebi sadece düşüklüğe ve basitliğe, Allah Tealâ'nın kendilerini rezil etmesine razı olmalarıdır. Bu kötü amelleri sebebiyle de Allah onların kalplerini mühürlemiştir.

Ne acı bir kayıp! Hayırla şerri, fayda ile zararı ayırd etme kabiliyeti veya melekeleri böyle kimselerde dumura uğramıştır. Onlar dünyayı da ahireti de kaybettiler, dünyada toplumun dışına atılmış kimseler haline geldiler. Ahirette ise kendilerini acıklı bir azap beklemektedir. [264]

 

Tebûk Gazvesine Katılmayan Münafıkların Özür Dilemeleri Ve Yalan Yere Yemin Etmeleri

 

94- Savaştan dönüp geldiğinizde size özür beyan ederler. De ki: "Hiç özür di­lemeyin. Size kesinlikle inanmıyoruz. Çünkü Allah bize haberlerinizi bildirdi. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da Rasulü de görecektir. Sonra gizliyi de açıgıda bilen Allah'ın huzuruna çıkarı­lacaksınız. O size yaptıklarınızı haber verecektir."

95-  Onlara geldiğinizde kendilerini bı­manız için Allah'a yemin edecekler­ Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar

murdardır. İşledikleri günahların ceza­sı olarak varıp kalacakları yer de cehennemdir.

96- Kendilerinden razı olasınız diye si­ze yemin ederler. Siz onlardan razı ol­sanız bile, şüphesiz Allah fasıklar top­luluğundan razı olmaz.

 

Belagat:

 

"Gizliyi de açığı da bilen" tabirinde tezat sanatı vardır.

"Sonra gizliyi de açığı da bilene döndürüleceksiniz." Yani O'na... Burada O'nun gizli ve açık her şeye muttali olduğuna ve onların amellerinden ve niyet­lerinden hiçbir şeyin O'ndan uzak olamayacağına delâlet etmek üzere zamir yerine sıfat kullanılmıştır. "O'na döndürüleceksiniz." ifadesi yerine "Gizliyi de açığı da bilene döndürüleceksiniz." ifadesi kullanılmıştır.

"Şüphesiz Allah fasıklar topluluğundan razı olmaz". Burada da yine daha şiddetli ayıplama ve daha çok tahkir etmek için zamir yerine açık ifade kulla­nılmıştır. Cümlenin aslı, "onlardan razı olmaz." şeklinde iken "fasıklar toplulu­ğundan razı olmaz" ifadesi kullanılmıştır. [265]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Savaştan" cihaddan veya bu seferden "dönüp geldiğinizde" savaştan, geri kalma hususunda "size özür beyan ederler. De ki: "yalan mazeretlerle "Hiç özür dilemeyin." Çünkü "Size kesinlikle inanmıyoruz." Sizi tasdik etmiyoruz. "Çünkü Allah bize sizin haberlerinizi bildirdi." Yani durumunuzu bize haber verdi. Peygamberine vahyetmek suretiyle bazı haberlerinizi bize bildirdi. Bu da gönüllerinizdeki şer ve fesatlıktır.

Bundan sonraki "Amelnizi Allah da Rasulü de görecektir." Bakalım, küfür­den dönüp tevbe mi edeceksiniz, yoksa küfür üzerinde mi kalacaksınız? Bu ifa­de ile sanki tevbe etmeleri için yeni bir fırsat verilmektedir. "Sonra" öldükten sonraki dirilme ile "gizliyi de açığı da bilene " yani Allah'a "döndürüleceksiniz." Gayb, bilinmeyen gizli her şey, şehadet ise bu maddî alemde duyu organlarıyla fark edilen açık her şeydir. "O size yaptıklarınızı haber verecektir." Yaptıklarını­za karşılık ceza veya ihtar şeklinde haber verecektir.

"Onlara geldiğinizde..." onlara döndüğünüzde, Tebuk'ten geldiğinizde. "kendilerini bırakmanız için" onları azarlamayıp affetmeniz için. "Allah'a yemin edeceklerdir. Onlardan yüz çevirin." Onları ayıplamayın. "Çünkü onlar murdardır." İçlerinin pisliği sebebiyle pistirler. O halde onlardan yüz çevirmek gereklidir. Nasihat onlara fayda vermez.

"İşledikleri günahların cezası olarak varıp kalacakları yer de cehennem­dir." Bu ifade sebebi tamamlamaktadır. Yani ceza olarak onlara ancak cehen­nem yeterli gelir. Siz ayrıca onları cezalandırmak için kendinizi yormayın.

"Siz onlardan razı olsanız bile..." ifadesiyle Yüce Allah, onlardan yüz çe­virmeyi emrettikten sonra onlardan razı olmayı ve onların mazeretlerine kanıp • aldanmayı yasaklamaktadır. Çünkü Allah'ın gazabı ve kesin azabı yanında si­zin razı olmanızın onlara hiç faydası olmayacaktır. [266]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre, bu ayetler el-Cedd b. Kays, Muattalib b. Kuşeyr ve münafık arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Bu mü­nafıkların sayıları 80 kadardı. Peygamberimiz (s.a.) müminlere Medine'ye dön­düklerinde bunlarla oturup konuşmamalarını emretmişti.

Katade ve Mukatil ise "Bu ayetler Abdullah b. Übeyy hakkında nazil oldu" demektedir. Çünkü İbni Übeyy savaştan geri kalmayacağına dair yemin etmiş ve Efendimiz (s.a.)'in kendisinden razı olmasını istemiş, ancak Efendimiz (s.a.) bu teklifi kabul etmemişti. [267]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ Tebuk Gazvesi'nden geri kalmak için çeşitli bahaneler uydu­rup mazaret beyan eden münafıkları kınayıp gerçek özür sahiplerinin özürleri­ni kabul ettikten ve güçsüzler, hastalar ve yoksulların sorumluluğunu kaldırdı­ğını beyan ettikten sonra, müminlere Tebuk Seferine katılmayıp Medine ve ci­varında kalan münafıkların sefer sonrasında takınacakları tavrı haber veriyor­du. Bu, Peygamberimiz (s.a.) 'e gelen vahyin gereği ve gelecekte meydana gelecek gaybî haberlerin bildirilmesi idi. [268]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler Tebuk dönüşünde müminlere münafıkların durumunu haber verme amacını taşıyan bir ara cümlesi niteliğindedir.

Ey müminler! Onlar, hatalı davranışları ve özürsüz olarak savaştan geri kalmaları sebebiyle Tebuk Gazvesi'nden dönüp geldiğiniz zaman size bir takım özürler beyan edecekler.

Ey Peygamber! Onlara de ki: Yalan mazeretlerle özür beyan etmeyin. Çün­kü biz kesinlikle sizi tasdik etmeyeceğiz.

Sizi tasdik etmememizin sebebi ise Allah Tealâ'nın Peygamberine gönder­diği vahiy ile sizin bazı haberlerinizi ve davranışlarınızı bize bildirmiş olması­dır. Bu da gönüllerinizdeki şerre, fesatlık ve gerçeklere karşı çıkmaktır. Allah da Rasulü de bundan sonraki amellerinizi görecektir. Siz gelecekte münafıklık üzerinde ısrar mı edeceksiniz, yoksa tevbe mi edeceksiniz? Allah bunu gayet iyi bilir. Şayet tevbe ederseniz şüphesiz Allah tevbelerinizi kabul edecek, günahla­rınızı affedecektir. Eğer içinde bulunduğunuz nifak üzerinde kalırsanız, Rasu-lullah size lâyık olduğunuz şekilde davranacaktır.

Bu ifadelerde onları tevbeye teşvik etme, tevbe etmeleri ve durumlarını ıs­lah etmeleri için mühlet verme amacı vardr.

Sonra dönüşünüz, görünen ve görünmeyen âlemi bilen Allah'adır. O sizin gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da gayet iyi bilir. Size amellerinizin hayırlısını da şerlisini de bildirir, bu amellerinizin karşılığını verir. Ancak şunu iyi bilmelisiniz ki sizin azabınız kâfirlerden daha şiddetli olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak "Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. (Nisa, 4/145) buyurmaktadır.

"Size haber veriyor ki..." ifadesi açıkça azarlama ve amellerinin cezasını beyan etme anlamını taşımaktadır.

Bu ayetler ayrıca yalan mazeretlerden kaçınma ve sonunda özür beyan et­meye sebep olacak günahlardan uzaklaşmanın zorunluluğunu da ifade etmek­tedir. Nitekim Efendimiz (s.a.) Ziyaeddin el-Mekdisî'nin Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde, "Sonunda özür dileyeceğin işi başında yapmaktan sa­kın!" buyurmaktadır.

Cenab-ı Hak bundan sonra münafıkların bu mazeretlerini yalan yere ye­minle ispata yelteneceklerini haber vermektedir. "Onlar Allah'a yemin edecek­lerdir ki." Yani onlar kendilerini serbest bırakmanız için size Allah adını kulla­narak mazur olduklarına dair yemin edeceklerdir. Bu durumda onları azarla­mayın, kadınlar ve diğer özürlülerle beraber olup savaştan geri kalmaları sebe­biyle onları tenkit etmeyin.

Sadece "onlardan yüz çevirin," onları hiçe sayarcasına azarlamaya bile ge­rek duymayın. "Çünkü onlar murdardır," yani manen pistirler, gönülleri ve inançları kokuşmuşturlar. Temiz olmayı kabul etmezler. Onlardan yüz çevirmenin ve onları azarlamamanın sebebi de budur.

Dünyadaki işledikleri günah ve hatalarına karşılık olarak ahirette varıp kalacakları yer de cehennemdir. Bu ifade onların bu davranışlarının sebebini beyan etmede son cümledir. Sanki şöyle buyurmaktadır: Onlar cehennemlik pisliklerdir. Onlara dünya ve ahirette ihtar ve kınamalar fayda vermez.

Yüce Allah bundan sonra bize "Onların ettikleri yalancı yeminler kendile­riyle olan muamelelerde onlara Ehl-i İslâm gibi davranmaya devam etmeniz için sadece sizin rızanızı almak içindir" diye bildirdi.

Onlar fasıklıkları -yani Allah'a ve Rasulüne itaatten uzak kalmaları- sebe­biyle Allah'ın gazabına lâyık ve azabına müstahak oldukları takdirde siz onlar­dan razı olsanız da bu rızanızın onlara bir faydası olmaz. O halde onların bü­tün gayretleri sizi değil Allah ve Rasulünü razı etmek olmalıdır. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: 'Yaptıkları günahları insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki Allah... onlarla beraberdir." (Nisa, 4/108).

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: " (Ey müminler!) Onların yürekle­rine oturan korkunuz Allah 'tan korkularından daha şiddetlidir. Bu da onların hakkı anlamayan bir kavim olmalarındandır." (Haşr, 59/13).

Bu ayetler aynı zamanda müminleri onlardan razı olmamaya, onların ya­lancı yeminlerine kanmamaya teşvik etmektedir. Şahit olarak Allah yeter! Mü­minlere istikamet ve doğru yolu, ihtiyatlı ve isabetli yolu öğretici olarak, her şeyi en iyi şekilde bilen Allah yeter!

Bu manaların önemine binaen burada bir defa daha tekrarlanmaktadır. Böylece bu ifadeler isterse daha önce geçen şehirlilerden, isterse burada anla­tılmak istenen bedevilerden olsun bütün münafıkların kullandıkları metodu tam manasıyla içine almış olmaktadır. [269]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler şu hükümlere işaret etmektedirler:

1- Allah'ın münafıkların gerçek durumunu ve haberlerini bildirmesinden sonra münafıkların beyan ettikleri özürlerinin tasdik edilmesi.

2- Gelecek günler, münafıkların yalancılığını ortaya çıkarmak için en gü­zel şahit ve kefildir.

3- Allah gizli ve açık olan herşeyi bilir; münafıkların kalplerindeki pislik­ten, hile ve nifaklardan, yalan ve dolanlardan haberdardır. Bu ifadede onları şiddetli bir şekilde korkutma ve büyük bir tehdit yer almaktadır.

4- Amellere verilecek cezalar sabittir ve bu her fasık, isyankâr ve zalimi korkutur.

5- Münafıklar necasettir, murdardır, manen pistirler. Görünen maddî pis­likten sakınmak gerekli olduğu gibi, münafıkların amellerinin tesiri altında kalmak ve tabiatlarına meyletmek korkusu sebebiyle onlardan da sakınmak gerekir.

Münafıkların manen pis olmalarına ek olarak onlar cehennemin odunu­durlar. Dünyada işledikleri nifak ve çirkin işlerin, kötü ahlâkın cezası olarak onlar cehennem'e gireceklerdir.

6-  Sonunda özür dilemeye sebep olacak her çeşit günah ve hatalardan uzak kalmak gerekir.

7- Allah'ın gazabının olduğu yerde insanların rızasının faydası olamaz. Çünkü akıl sahipleri ve gerçek iman ehlinin tek arzusu Yüce Allah'ın rızasını kazanmaktır.

8- Allah'ın münafıklara ve benzerlerine gazap etmesinin sebebi, fasık ol­maları ve vacip olan Allah'a ve Rasulüne itaat dairesinden çıkmalarıdır. [270]

 

Bedevi Arapların Küfre Düşmeleri, Münafık Olmaları Ve İman Etmeleri

 

97- Bedeviler inkâr ve ikiyüzlülük bakı­mından daha kötüdürler ve Allah'ın Peygamberine indirdiği hükümlerin sı­nırlarını tanımamaya daha müsaittir­ler. Allah her şeyi en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.

98- Bedevilerin bazıları vardır ki, Allah yolunda harcadığını bir ziyan sayar ve sizin başınıza belâlar gelmesini bekler. O belâlar kendi başlarına olsun! Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

99- Bedevilerden bir kısmı da Allah ve ahiret gününe iman eder. Harcadığını Allah katında yakın dereceler elde et­meye ve Peygamberin dualarını almaya vesile sayar. İyi biliniz ki, bu gerçekten onlar için Allah'a bir yakınlık vesilesi­dir. Allah onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

 

Belagat:

 

"Allah onları rahmetine koyacaktır." Bu ifade mecaz-i mürseldir. Yani "cen­netine koyacaktır" şeklinde hail ifade edilmiş ancak mahal murad edilmiştir. Asıl manası "rahmetinin yerine koyacaktır" şeklindedir. [271]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bedeviler..." Arap, Bedevi olsun, şehirli olsun Arap dilini konuşan kimse­dir. Bu soya Arap denilmesinin sebebi, bunların İsmailoğulları'nın Tihame ka­bilesinden olan "Arabe" neslinden gelmiş olmalarıdır. "İnkâr ve ikiyüzlülük ba­kımından daha kötüdür." Bedeviler katılıkları, sert tabiatlı oluşları ve Kur'an d\Tı\eTCifekterı va,ak oVaşl^n sfefc»«bi^\e şekYcftlerderı daha kabare göTg\x&\i2Aİra\eT. "Allah'ın Peygamberine indirdiği hükümlerin" yani hüküm ve kanunların "sı­nırlarını tanımamaya daha müsaittirler". "Allah yarattıklarını en iyi bilendir." Onlarla ilgili emrinde tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.

"Bedevilerden bazıları Allah yolunda harcadığını, bir ziyan sayar" Ayette geçen Mağram kelimesi, ziyan, kayıp, angarya... demektir. Çünkü bu harcadı­ğından sevap beklememekte, bunu sadece korktuğu için vermektedir. Burada zikredilenler Esed ve Gatafan kabileleridir, "ve sizin başınıza belâlar gelmesini bekler." Yani gözetler. Kötü ve zararlı musibetlerini üzerinize gelmesini, dolayı­sıyla mallarını Allah yolunda harcamaktan kurtulmayı beklerler. "O belâlar kendi başlarına olsun!" Bu ara cümlesi, münafıklara bekledikleri şeyle beddu­adır, yahut bekledikleri belâların müslümanlara değil kendilerinin üzerine ge­leceğinin bildirilmesidir. Yani azap ve helak siz müminlerin üzerine değil, mü­nafıkların üzerine vaki olacaktır. "Allah" insanların sözlerini ve özellikle mal­larını harcarken söylediklerini "çok iyi işiten" yaptıklarını ve gizlediklerini, ni­yetlerini "çok iyi bilendir."

"Bedevilerden bir kısmı da" Cüheyne ve Müzeyne kabileleri gibi "Allah'a ve ahiret gününe iman eder."

"Kurubât: yakın dereceler." Kurbet, Allah'a yaklaşmaya vesile olacak iba­det, taat, dua, zikir vb. fiillerdir. Burada anlatılmak istenen ise Allah nezdinde bir yer, bir derece, bir değer elde etmektir.

"Salavati'r-Rasul". Salavat, salat kelimesinin çoğuludur. Burada manası Rasulullah'ın duası ve istiğfarıdır. Allah'ın salâtı ve rahmeti, hayrı ve bereketi demektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Size salât eden o ve melekleri­dir." (Ahzab, 33/43). Meleklerin salâtı da dualarıdır. Peygamberimizin salâtı da bu anlamdadır. Nitekim ayet-i kerimede: "Onlara salât et (dua et). Senin salâ-tın (dua etmen) onlara huzur ve sükûnet verir." (Tevbe, 9/103) buyurulmakta-dır.

"Elâ!: Dikkat edin!" Bu tenbih edatı ile yeni bir cümle başlangıcıdır. Cüm­leye "İyi biliniz ki" "Haberiniz olsun ki!", "Dikkat edin ki" şeklinde anlam ka­tar, "bu" yani onların harcadıkları mallar "gerçekten onlar için Allah 'a bir ya­kınlık vesilesidir." Onları Allah'ın rahmetine yaklaştırır. "Allah onları rahmeti­ne " cennetine "koyacaktır. Şüphesiz ki Allah" kendisine itaat edenleri "çok ba­ğışlayan ve" onlara "çok merhamet edendir." [272]

 

Nüzul Sebebi

 

97. ayetin nüzulü ile ilgili olarak Vahidî der ki: Bu ayet Esed ve Gatafan kabilesinden bedevi Araplar ile Medine'ye yerleşmiş bedevî Araplar hakkında nazil olmuştur.

99. ayet olan "Bedevilerden bir kısmı da... iman eder." buyruğu İbni Cerîr et-Taberî'nin Mücahid'den rivayet ettiğine göre kendileri hakkında "Cihada çıkmak maksadıyla kendilerine binek vermen için sana geldiklerinde..." (Tevbe, 9/92) ayetinin nazil olduğu Mukarrinoğullan hakkında nazil olmuştur.

Yine Taberî Abdurrahman b. Ma'kıl el-Müzenî'den şu sözü rivayet eder: Biz Mukarrinoğullan on kişi idik. Bu ayet bizim hakkımızda nazil oldu. [273]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ mümin olsun kâfir olsun Medine'deki Arapların durumunu anlattıktan sonra Medine dışında çölde oturan bedevî Arapların durumlarını nakletmektedir. Bedevilerin de içlerinde kâfirleri, münafıkları ve müminleri ol­duğunu beyan etmektedir.

Razî bu ayetlerin de bundan öncekiler gibi çöllerde ve kırsal bölgelerde ya­şayan bedevî Arapların münafıklarına doğrudan hitap ettiği görüşünü ileri sü­rer. Diğer müfessirler ise geçen ayetlerin Medine münafıkları hakkında, bu ayetlerin ise bedevî Arapların münafıkları hakkında olduğu görüşündedirler. [274]

 

Açıklaması

 

Çölde oturan bedevî Arapların küfür ve ikiyüzlülükleri diğerlerinden daha kötü ve daha şiddetlidir. Onlar bu durumlarıyla Allah'ın Rasulüne indirdiği şer'i hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha ısrarlıdırlar. Çünkü başkaların­dan daha sert tabiatlı ve daha katı kalplidirler.

İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesai'nin İbni Abbas'tan rivayet et­tiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurur: "Kim çölde oturursa kaba olur. Kim av peşinden koşarsa gafil olur. Kim sultana (idareciye) giderse fitneye düşer."

Ebu Davud ve Beyhaki de aynı hadis-i şerifi Ebu Hureyre'den şu ilâve ile rivayet etmektedirler: "Bir kimse sultana (idareciye) ne derece yakın olursa Al­lah'tan o derece uzak kalır."

Çünkü idareciler genellikle nasihattan ve açık sözlülükten hoşlanmazlar, dolayısıyla da onlara umumiyetle gösterişçi ve dalkavuk kimseler yakın olur.

Allah bedevî olsun, şehirli olsun yarattığı insanın durumunu geniş ilmiyle gayet iyi bilendir; onlara koyduğu şeriatında, iyilere mükâfat günahkârlara ce­za verme hususunda tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu ayetler bedevî Araplar hakkında bir kınama değildir. Sadece durumla­rını tavsif etmekte, bu duruma razı oldukları müddetçe zemme lâyık oldukları­nı beyan etmektedir.

Çölde konaklayan herkes bedevidir. Köy ve kasabalara yerleşenler ise "Arap"tır. Muhacir ve Ensar için bedevî denmez; çünkü onlar "Arap"tırlar. Pey­gamberimiz (s.a.) "Arapları sevmek imandandır" buyurmuştur.[275]

Bedevî Arapların bir kısmı mallarını gösteriş ve onları yanıltmak için müslümanlara yakınlık temin yolunda harcarlar ve bu şekildeki harcamalarını bir ziyan ve kayıp kabul ederler. Çünkü bu sebeple Allah nezdinde bir sevap beklemezler. Başınıza belâ ve musibet gelmesini beklerlerki böylece mallarını harcamaktan kurtulacaklardır. Onlar müşriklerin müminlere karşı galip olma­sını beklemektedirler. Bundan ümitlerini kesince Peygamberimiz (s.a.) ölünce İslâm sona erer zannıyla onun ölmesini beklemeye başladılar.

Rivayet edildiğine göre Esed ve Gatafan kabileleri bu şekilde hareket edi­yorlardı. Allah da onlara hitaben

"O belâlar kendi başlarınadır!". Yani bu arzulan onların başına çevrilecek­tir, kötü belâlar onlara dönecektir, buyurmuştur. Yahut bu ifade onların müslü-manlar hakkında beklediklerinin kendi başlarına gelmesi şeklinde bedduadır. Bu beddua gerçekleşmiş, kötü belâlar, felâketler onlara çevrilmişti. Mağlup, perişan, hor ve zelil olmuşlardı. Allah mallarını harcarken söylediklerini, kul­larının onlar hakkındaki beddualarını çok iyi işitendir. İçlerinde gizledikleri ni­yeti ve kimin zafere kimin de zillete daha lâyık olduğunu en iyi bilendir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Siz bizim için iki güzel­liğin birinden başka neyi bekleyebilirsiniz? Biz ise sizin için Allah'ın kendi nez-dinden veya bizim elimizle sizi azaba uğratmasını bekliyoruz." (Tevbe, 9/52).

Bedevi Araplar içerisinde kâfirler ve münafıklar bulunduğu gibi "Bede­vilerden bir kısmı... iman eder" ayet-i kerimesinin ifadesiyle, müminler de bu­lunmaktadır. Yani bedevî Arapların diğer bir kısmı -Cüheyne, Müzeyne kabile­leri, Eşlem ve Gıfaroğullan gibi kabileler- sahih bir şekilde iman etmişlerdi.

Mücahid diyor ki: Bunlar Müzeyne kabilesinden olan Mukarrinoğullarıdır. Bu kabile haklarında "Cihada çıkmak maksadıyla kendilerine binek vermen için sana geldiklerinde..." (Tevbe, 9/92) ayeti nazil olan kabiledir. Bunlar Allah yolunda harcadıklarını Allah nezdinde yakın dereceler elde etme vesilesi sayan ve bu şekilde Rasulullah'ın kendileri için dua etmesini arzu edenlerdir.

İyi bilinmelidir ki bu onların elde ettiği Allah'a yakınlık derecesidir. Bu ifadeler onların inancının doğruluğuna Allah tarafından yapılan bir şahitliktir; onların arzu ve temennilerinin tasdik edilmesidir.

Allah onları rahmetine -yani cennetine ve rızasına- nail kılacaktır. Bu on­ları rahmetiyle kuşatacağına dair verilen bir vaaddir. Şüphesiz Allah gerçekten çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. Amellerinde ihlâsh olanlar için mağfi­ret ve rahmeti geniştir, işledikleri günah ve kusurları örter. Onları son nefeste imanla gitmelerine sebep olacak salih ameller işlemeye muvaffak kılarak onla­ra rahmet eyler.

Bu ayetteki "rahmetle kuşatma" ifadesi şu ayet-i kerimedeki "rahmet" ifa­desinden daha beliğdir: "Rableri onları nezdinden bir rahmet, rıza ve cennetler­le müjdeler." (Tevbe, 9/21). [276]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler bedevî Araplar içinde de kâfir, münafik ve müminlerin bulun­duğunu belirtmektedir.

Bedevî Araplar içindeki kâfir ve münafıklar inkâr ve ikiyüzlülük yönün­den diğerlerinden daha kötüdürler. İçlerinde yaşadıkları çevrenin kabalığı, top­lumun ilim, bilgi ve kültür seviyesinin düşüklüğü sebebiyle onlar sert tabiatlı, katı kalpli ve kaba olmuşlar, bilgisizlik, nefsî arzular, siyaset ve terbiye eksikli­ğinin sonucu meydana gelen kötü ortamda yetişmişlerdi.

Onlar bu halleriyle gayet tabiî olarak şeriatın sınırlarını, kulluk görevleri­nin ve ilâhî hükümlerin derecelerini, Allah'ın Rasulüne gerçek vahiyle indirdi­ği esasları tanımayacaklardı.

Bundan da şu üç hüküm çıkarılır.[277]

1- Onların fey' ve ganimette hakları yoktur. Sahih-i Müslim'deki Büreyde hadisinde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:

"Sonra onları bulundukları yurtlarından ayrılıp Muhacirlerin yurtlarına yerleşmeye davet et. Onlara, eğer bu şekilde hareket ederlerse kendilerinin mu­hacirlere verilen hak ve sorumluluklara sahip olacaklarını bildir. Bulundukları yurtlarından ayrılmayı kabul etmezlerse, onlara, müslüman bedeviler gibi ola­caklarını, müminlere uygulanan Allah'ın hükümlerinin onlar içinde aynen ge­çerli olacağını müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten hiçbir şeyi alma hakları olmayacağını bildir."

2- Bedevilerin şehirlilere şahitlik yapmalarının kaldırılması; çünkü bu hu­susta töhmet gerçekleşmektedir.

İmam Ebu Hanife buna cevaz vermiş, her çeşit töhmeti dikkate almadığı­nı, kendi içtihadına göre bütün müslümanların adalet vasfı üzerine olduğunu ifade etmiştir.

İmam Şafiî de -Bedevî adil ve kendisinden razı olunan biri ise- bu şahitli­ğe cevaz vermiş, Kurtubî de, "Doğru olan budur" demiştir.

3-  Bedevî Arapların şehirlilere imameti- Sünneti bilmemeleri ve Cumayı terk etmeleri sebebiyle men edilmiştir. Ancak İmam Şafiî ve Hanefiler, "Bedevî Arabm arkasında kılman namaz caizdir" demişlerdir.

Bedevî Arapların bir kısmı Allah yolunda harcadıkları malı ziyan sayar­lar, müslümanların başlarına belâ, musibet ve felâket gelmesini ve dolaylı mal­larını harcamaktan kurtulmayı beklerler.

"Sizin başınıza belâlar gelmesini beklerler." Yani ölmenizi veya öldürülme­nizi, Rasulullah (s.a.)'ın ölümünü ve sonra da müşriklerin galip gelmesini bek­lerler. Ama durum beklediklerinin tersi olacak, azap ve belâ çemberi sadece on­ların üzerine gelecektir.

Bedevî Araplardan diğer bir kısmı ise mümindirler, Allah onları şu iki va­sıfla tarif etmiştir.

a) Allah'a ve ahiret gününe iman etmişlerdir. Bu vasıflandırma aynı za­manda bütün ibadet ve taatlerde hatta cihadda önce iman olmasının gereğine delâlet eder.

b) Mallarını Allah'a yaklaşmak için, Rasulullah'in salâtma -istiğfar ve du­asına- ulaşmak için harcamışlardır. Çünkü Rasulullah (s.a.) mallarını tasad-duk edenlere hayır ve bereketle dua eder, istiğfarda bulunurdu. "Allah'ım! Ebu Evfâ ailesine rahmet eyle!" duası gibi. Cenab-ı Hak "Onlara salât eyle" diye emretmişti.

Allah Tealâ, "İyi biliniz ki, bu durum gerçekten onlar için Allah'a bir ya­kınlık vesilesidir" ayetiyle sadaka veren kişinin harcadığı malın Allah'a yakın­lık ve Rasulullah'm duasını almaya vesile olacağı şeklindeki inancının doğrulu­ğuna şehadet etmektedir. Yani onların Allah yolunda harcadıkları mallar onla­rı Allah'ın rahmetine yaklaştırır. Bu onlar için mutlaka meydana gelecektir. Çünkü bu Allah'ın bir vaadidir. Allah ise vaadinden dönmez. [278]

 

Medine Ve Çevresindeki İnsanların Sınıfları

 

100- İmanda ilk dereceyi alan Muhacir­ler ve Ensar ile bunlara güzelce tabi olanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah on­lar için altlarından ırmaklar akan cen­netler hazırlamıştır. İşte bu en büyük kazançtır.

101- Çevrenizdeki bedeviler içinde mü­nafıklar olduğu gibi bizzat Medine hal­kından da birtakım münafıklar vardır. Bunlar ikiyüzlülüğe iyice alışmış kim­selerdir. Onları sen bilmezsin, biz bili­riz. Yakında onlara iki defa azap edece­ğiz. Sonra da daha büyük bir azaba uğ­ratılacaklardır.

102-  Onlardan diğer bir kısmı da gü­nahlarını itiraf ettiler. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırdı­lar. Umulur ki, Allah onların tevbeleri-ni kabul eder. Çünkü Allah çok bağışla­yan, çok merhamet edendir.

 

Belagat:

 

"Salih amelle kötü amel..." Bu ikisi arasında tezat sanatı vardır. [279]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İmanda ilk dereceyi alan Muhacirler ve Ensar ile..." Bunlar Bedir Sava-şı'nda bulunanlar, veya her iki kıbleye doğru namaz kılmaya erişenler, yahut Hicretten önce İslâm'ı kabul edenler ile ilk Akabe biatmda bulunan yedi kişi, sayıları 70 kişi civarında olan ikinci Akabe biati ashabı, Mus'ab b. Umeyr Me­dine'ye geldiğinde iman edenler veyahut bütün sahabe-i kiramdır. "bunlara gü­zelce tabi olanlardan..." Her iki gruptan (Muhacirler ve Ensar'dan) daha sonra müslüman olanlar yahut kıyamete kadar onlara iman ve itaatte uyacak kimse­lerden "Allah razı olmuştur." Yani ibadet ve taatlerini kabul etmiş, amellerin­den hoşnut olmuştur. "Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır." Yani Allah'ın ver­diği dinî ve dünyevî nimetlere nail olmaları sebebiyle, yahut din ve dünyada onlara sayısız nimetleri ihsan etmesi sebebiyle.

"Çevrenizdeki" yani yaşadığınız Medine şehri çevresindeki "bedeviler içinde münafıklar olduğu gibi." Bunlar Medine çevresinde oturan Cüheyne, Mü-zeyne, Eşlem, Eşca' ve Gıfar Kabileleridir. "Medine halkından da bir takım münafıklar vardır. ... Onları sen bilmezsin." Ey Peygamber! Sen onları tek tek, isim isim bilmezsin. "Yakında onlara iki defa azap edeceğiz". Dünyada rezil-rüsvay etmek ve öldürmek suretiyle, ayrıca kabir azabı ile yahut hem zekâtla­rını almak hem de bedenlerini ortadan kaldırmak suretiyle. "Sonra da" ahiret-te "daha büyük bir azaba" cehenneme "uğratılacaklardır."

"Bunları salih amelle kötü ameli birbirine karıştırdılar." Salih amel, bun­dan önce yaptıkları cihad veya tevbe edip pişmanlık duymalarıdır. Kötü amel ise, Tebuk seferine katılmamalarıdır. Bunlar Ebu Lübabe ile bir grup arkadaşı­dır. Cihaddan geri kalanlar hakkında nazil olan ayetleri duyunca kendilerini Mescid-i Nebevî'nin direklerine bağlamışlar, Peygamberimiz (s.a.)'den başka kimsenin çözemeyeceğine dair yemin etmişlerdi. "Umulur ki, Allah onların tev-belerini kabul eder" ayeti nazil olunca Rasulullah (s.a.) onları bağlandıkları di­reklerden çözmüştür.

"Çünkü Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir." Tevbe edenin günah­larını siler, ona lütfuyla muamele eder. [280]

 

Nüzul Sebebi

 

"İlk dereceyi alanlar..." Razî'ye göre sahih olan görüş, bunlar hicrette ve ensarlık vazifesinde ilk sırayı alanlar olduklarıdır.

"Çevrenizdeki..." Bunlarla ilgili olarak Begavî ve Vahidî, Kelbi'den naklen şöyle demektedirler: Bu ayet Medine civarındaki Cüheyne, Müzeyne, Eşca', Eş­lem ve Gıfar kabileleri hakkında yani Abdullah b. Übeyy, Cedd b. Kays, Muat-tib b. Kuşeyr, el-Cülas b. Süveyd Ebî Amir er-Rahib hakkında nazil olmuştur.

"Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler." İbni Merdûveyh ve İbni Ebi Hatim'in İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, Rasulullah (s.a.) ga­zaya çıkmış, Ebu Lübabe ve beş arkadaşı bu gazveye katılmamışlardır. Ancak Ebu Lübabe ile iki arkadaşı düşünceye dalmış, pişman olmuşlardı. Sonra da, "Biz kendimizi Mescidin direklerine sıkıca bağlayacağız, vallahi Rasulullah (s.a.) bizi çözüp serbest bırakmadıkça bağlı kalacağız" dediler. Bunlar bu şekil­de hareket ederken diğer üç arkadaşları kendilerini direklere bağlamadılar. Rasulullah (s.a.) gazveden dönünce "Direklerde bağlı olanlar kimler?" diye sor­du. Sahabeden biri "Ebu Lübabe ve arkadaşlarıdır. Gazveden geri kalınca sen kendilerini çözüp serbest bırakmadıkça direklere bağlı kalacaklarına dair Al­lah'a ahit verdi" dedi. Rasulullah (s.a.) Onları serbest bırakma emri gelmedikçe serbest bırakamam" dedi. Bunun üzerine "Onlardan diğer bir kısmı günahları­nı itiraf ettiler." (Tevbe, 9/102) ayeti nazil oldu. Bu ayet-i kerime nazil olunca onları serbest bıraktı ve özürlerini kabul etti.

Kendilerini direğe bağlamayan üç kişi hakkında hiç bir şey söylenmedi. Bunlar Allah'ın kendileri için "Diğerleri de Allah'ın hükmüne bırakılmıştır." (Tevbe, 9/106) buyurduğu kimselerdir. Bazı kimseler bu üç kişinin mazeretlerinin kabulü hakkında ayet gelmezse helak olurlar, diyordu. Başkaları da, "Umulur ki Allah tevbelerini kabul eder" diyordu. Nihayet, "Savaştan geri ka­lan üç kişinin tevbelerini de Allah kabul etmiştir." (Tevbe, 9/118) ayeti nazil oldu. [281]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ mallarını Allah'a yakınlık ve Rasulullah'ın duasını almak için harcayan bir kısım bedevilerin faziletlerini anlattıktan sonra onlardan daha yüksek derecede bulunan kimselerin faziletlerini beyan etti. Bu da ilk mümin­lerin dereceleri idi. Bunun arkasından Medine ve civarında yaşayan isimleri tek tek bilinmeyen münafıklardan bir grubun durumunu, sonra da salih amel­lerle kötü amelleri birbirine karıştıran ve tevbelerinin kabul edilmesi ümit edi­len bir başka topluluğun durumunu açıkladı. Bunun peşinden tevbelerinin ka­bulü ümit edilen bir başka grubun durumunu açıkladı: "Savaştan geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hükmüne bırakılmıştır." (Tevbe, 9/106). [282]

 

Açıklaması

 

Allah, müslümanlar arasında en yüksek derecede bulunanlardan razı ol­duğunu ve bunların diğerlerinden daha üstün olduğunu bildirmektedir. Bunlar ilk müminlerdir ve üç ayrı tabakadırlar:

1- Medine'ye Hudeybiye Barışı'ndan önce hicret eden ilk muhacirler. Bun­lar hicret ve Rasulullah'a destek olma hususunda ilk sırayı alanlardır. Bunlar arasında en faziletli olanlar "Dört Raşid Halife"dir. Ardından cennetle müjde­lenmiş on kişiden geriye kalanlar gelir. İlk muhacirlerin öncüsü, Ebubekir Sıd-dîk (r.a.)'tır. Çünkü iman, hicret, cihad, Allah yolunda infak ve Rasulullah (s.a.)'a destek olma hususunda o daima en öndedir.

2- Ensar'dan ilk iman edenler. Bunlar Mina'da Peygamberliğin 11. yılında İlk Akabe Biatı'nda bulunan 7 kişidir. Bunların ardından 70 erkek, 2 kadın, 72 kişilik ikinci Akabe Biati ashabı gelir.

3- İlk müslümanlara kıyamete kadar iman ve itaatta güzellikle tabi olan­lar.

İtaatlerini kabul etmek, amellerinden hoşnut olmak suretiyle Allah bunla­rın hepsinden razı olmuştur. Allah'ın kendilerine dinî ve dünyevî nimetleri ih­san etmesi, onları şirk ve dalâletten kurtarması, hayra muvaffak kılması, hak yola hidayeti nasip etmesi, kendilerini aziz ve diğer insanlardan müstağni kıl­ması, kendilerinin eliyle İslâm'a izzet vermesi, onlar için altlarından ırmaklar akan içinde ebediyyen kalacakları cennetler hazırlaması gibi sebeplerle mü­minler de Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu büyük bir kazançtır. Bundan baş­ka da kazanç yoktur. Nasıl cennet nimetleri hem ruha, hem bedene ait kâmil nimetler ise bu da kâmil bir kazançtır.

Dikkat edilecek bir nokta da ayette istenen, ilk müminlere tabi olmanın güzellikle olması şartıdır. Yani ameller ve niyetlerde, iç ve dıştaki güzellikle. Ama sadece İslâm'ın zahiri ile yetinmek "güzellikle tabi olma" şartını gerçek-leştirmez.

Şu ayetlerde belirtilen topluluk bu şekildeki bir topluluktur: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Âl-i İmran, 3/110); "Sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık." (Bakara, 3/143).

Bundan sonra Cenab-ı Hak Medine'de ve civarındaki münafık grubunu haber verdi. "Çevrenizdeki" yani Medine ve çevresinde ikiyüzlülüğe alışmış ve bunu gayet iyi beceren, nifakta sebatkâr olup devam eden, tevbe etmeyen azılı münafıklar vardır. Bunlar Medine civarına yerleşen Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Eşlem ve Gıfar kabileleridir.

Yine münafıklardan bir grup da Medine'de Evs ve Hazrec kabilesi içinde idi.

Onları sen bilmezsin ve tek tek tanımazsın Ey Peygamber! Onların son durumlarının ne olacağını da bilemezsin. Onları sadece biz biliriz.

Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle demektedir: "Yoksa kalplerinde hastalık olanlar Allah'ın kalplerindeki kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar1?! Ey Muhammedi Eğer dileseydik o münafıkları sana gösterirdik. Sen de onları simalarından tanırdın. Şüphesiz sen onları sözlerinin edasından ta­nırsın. Allah amellerinizi gayet iyi bilir." (Muhammed, 47/29-30).

Ayetteki "çevrenizdeki bazı kimseler" ifadesi onların bir kısmına işaret et­mektedir. Ama geri kalanlar mümindirler.

Zira Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor:

"Kureyş, Ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eşca ve Gıfar Allah'ın velâ himayesin-dedirler. Onların Allah'tan başka mevlâları yoktur."

Yine Peygamberimiz (s.a) bu kabilelerden bazıları için şöyle dua ediyordu: "Eslem'i Allah selâmete erdirsin. Gıfar'ı Allah bağışlasın. Bunu ben söylemiyo­rum. Bunu söyleyen Allah 'tır."

Bu münafıklara dünyada iki defa azap edeceğiz: Önce, rezil-rüsvay ede­rek, mal ve evlatlarına musibetler vererek, sonra da ölüm acılan ve kabir azabı ile... Yahut hem mallarını hem de canlarını alarak. İbni Abbas ise şöyle diyor: Dünyada hastalıklarla, ahirette de azapla... Çünkü müminin hastalığı günah­larına kefarettir, kâfirin hastalığı ise cezadır.

Sonra da onlara Cehennem azabı vardır, cehennem azabı azapların en şid-detlisidir.

Ayetten maksat başlarına gelecek azabın kat kat olacağının beyan edilme­sidir.

Medine'de ve çevresinde bulunan bir başka topluluk "günahlarını itiraf edenler" idi. Bunlar isyankârlıklarını ikrar etmişler, Rablerine karşı itirafta bulunmuşlardı. Bu kimselerin işledikleri salih ameller de vardı. Salih amelleri kötü amellerle karıştırmışlardı. Bunlar Allah'ın af ve mağfireti altına girmişlerdir. Şüphesiz Allah tevbe edenleri bağışlayıcıdır, güzel ameller işleyip kendi­sine yönelen kişilere merhamet edicidir: "Çünkü Allah'ın rahmeti muhsin (iyi­liksever) kullarına yakındır." (A'raf, 7/56).

Her ne kadar bu ayet belirli bazı kişiler hakkında nazil olmuş ise de bütün hatalı, kusurlu, kirlenmiş günahkâr kullar için de geçerlidir.

Mücahid diyor ki: Bu ayetler -Peygamberimiz (s.a.)'in Kureyzaoğulları hakkında vereceği kararı kendilerine duyuran- Kureyzaoğullanna eliyle boğa­zını göstererek, "Sizi öldürecek" diyen Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur.

İbni Abbas ve başkaları ise, "Tebuk Gazvesine Rasulullah (s.a.) ile birlikte katılmayıp geri kalan Ebu Lübabe ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur" de­mektedirler. Bazıları da "Ebu Lübabe ve beş arkadaşı hakkında nazil olmuştur. Ebu Lübabe ve yedi arkadaşı denildiği gibi, onunla birlikte dokuz arkadaş vs. gibi nüzul sebebinde zikredilen rivayetler de vardır. [283]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler şu noktalara işaret etmektedirler.

1- Muhacirler ve Ensar'dan ilk iman edenlerin üstünlüğü. Bunlar Hudey-biye Barışı'ndan önce Medine'ye hicret edenlerle Birinci ve İkinci Akabe Bi-atında Rasulullah'a destek sözü verenlerdir. Bir rivayete göre ise burada zikre­dilenler her iki kıbleye doğru namaz kılma şerefine erenler veya Rıdvan Bi-atında -yani Hudeybiye Biatında- bulunanlardır, yahut Bedir Ehlinin tamamı­dır.

Bunların en üstünleri Dört Halifedir. Bundan sonra Aşere-i Mübeşşe-re'den geriye kalan altı zat, sonra da sırasıyla Bedir'liler, Uhud ashabı, Hudey-biye'deki Rıdvan Biati ehli gelir. Hz. Ebubekir Sıddîk (r.a.)'m ilk iman eden muhacirlerin ilki olduğunda ihtilâf yoktur.

İbnü'l-Arabî der ki: Öncelik veya öncülük üç şeyde olur: Vasıfta, zamanda, yerde.

Vasıf: İman konusunda ilk iman edenler olmaları. Zaman: Başkalarına göre daha önce iman etmiş olmaları.

Yer: Ensar yurdunu memleket edinip hicret yerine Rasulullah (s.a.)'a yar­dımcı ve destek olma durumları.

Bu üç özellik arasında en üstün olanı vasıfta ilk dereceyi almaktadır. Bu­nun delili Efendimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifidir: "Biz (zaman olacak) sonuncu, (şeref olarak) birinci ümmetiz, sadece onlara bizden önce kitap verildi, bize de onlardan sonra verildi. Üzerinde ihtilâf ettikleri bugünü (Cumayı) Allah bize nasip eyledi. Yahudilere yarın (Cumartesi), Hristiyanlara (Pazar) verildi."

Bu hadis-i şeriflerinde Efendimiz (s.a.), iman, Allah'ın emrine tam anla­mıyla bağlılık, Allah'ın emrine boyun eğme, tam olarak teslim olma, yüklediği mesuliyetlere razı olma, itiraz etmeden, tercih yapmadan, Ehl-i Kitab'm yaptı­ğı gibi şeriatını kendi görüşleriyle değiştirmeden verilen vazifeleri derhal yerine getirme hususlarında zaman bakımından bizden önce gelen ümmetleri geç­tiğimizi haber vermişti. Biz Allah'ın muvaffak kılmasıyla ve razı olduğu ümme­te kolaylık göstermesiyle bu dereceye nail olduk. Allah bize bidayeti ihsan et­meseydi biz hidayet yolunu bulamazdık.[284]

Hadis ilminde "sahabi" Rasulullah (s.a.)'ı gören her müslümandır, "tabiî" ise sahabinin sohbetinde bulunan kişidir.

Ahmed b. Hanbel diyor ki: Tabiînin en üstünü Said b. Müseyyeb'dir. Ona, "Ya Alkame ve Esved'e ne dersin?" dediler. O da "(Tabiînin en üstünleri sırasıy­la) Said b. Müseyyeb, Alkame, Esved'dir" dedi.

Tabiîn arasında bir de "muhadramun" denilen bir tabaka vardır. Bunlar hem cahiliye devrinde hem de Rasulullah (s.a.)'ın hayatına eriştikleri halde sa­habi olamayanlardır. Müslim'in zikrettiğine göre bunların sayıları 20 kişidir. Ebu Amr eş-Şeybanî, Süveyd b. Gafele el-Kindî, Amr b. Meymûn el-Evdî bun­lardandır. Müslim'in zikretmediği Ebu Müslim el-Havlanî, Abdullah b. Sûveb ve Ahnef b. Kays da bu tabaka içinde yer alır.

Fakat Razî'nin tercihine göre, öncelik imanı kabul zamanında değildir. Çünkü "sabık(ilk)" kelimesi mutlak veya mücmel bir kelime olup diğer husus­lar için de kullanılabilir. Ancak onların "Muhacirler" ve "Ensar" olarak anılma­ları sebebiyle bu lafzın onları muhacir ve ensar kılan vasfa ait olması gerekli olmuştur. Bu vasıflar ise "hicret" ve "nusret(destek olma)" vasıflarıdır. Dolayı­sıyla bundan maksat, "Hicret ve Ensarlıkta ilk sırayı alanlar" olmaktadır.[285]

2- Kendilerinden daimi şekilde razı olunması. Çünkü "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır." ayet-i kerimesi bütün durumla­rı ve zamanlan ihtiva etmektedir. Çünkü bu derece hicrette öncelik sebebiyle verilmiştir. "İlk muhacirlerden olma" vasfı onlar var oldukları müddetçe daimi bir vasıftır. Ayrıca kendileri için cennetler hazırlanmış olması bu cennetleri ka­zanmalarına vesile olan bu vasıflarının değişmemesini gerektirmektedir.

Bazı alimler ise bu medh ü senanın bütün sahabilere ait olduğunu ifade etmişlerdir. Çünkü ayetteki (min) harf-i çeri bazısı manasında olan teb'iz için değil tebyin (açıklama) içindir. Yani ayetin manası, "Muhacirler ve Ensar'dan ilk dereceyi alanlar" değil, "ilk dereceyi alan Muhacirler ve Ensarlar'dır. Böyle­ce Allah cennetini ve rızasını Peygamberimiz (s.a.)'ın bütün sahabilerine vacip kılmış olmaktadır.

Ayet-i kerimede "tabiîn (onlara tabi olanlar)" için bir şart getirilmektedir. Bu da onlara amel konusunda güzelce tabi olmaları, yani onların güzel amelle­rinde onlara uymaları, diğer amellerinde ise uymamalarıdır.

3- Onlara uyanlardan razı olunması ve sevabın kıyamete kadar devam et­mesi sahabeye -hem söz hem de amelde- güzellikle tabi olmaya bağlıdır. Kim Muhacirler ve Ensar hakkında güzel ifade kullanmazsa Allah'ın rızasına hak kazanamaz; bu sebeple de sevaba lâyık olamaz.

4- Ayrıca ikiyüzlülüğe iyice alışmış, nifakta sebat eden ve bu yolda devam edip tevbeye yanaşmayan azılı münafıklar da vardır. Bunlar Medine civarında­ki bedevi Araplardan yani Müzeyne, Cüheyne, Eşlem, Gıfar ve Eşca' kabilesin­den bir grup kimse ile Medine içindeki bazı kimselerdir. Bunlara da dünyada hastalık ve musibetler, ahirette ise cehenneme atılmak suretiyle kat kat azap vardır. Bir rivayete göre, dünyada rezil-rüsvay olacaklar, sonra da kabir azabı­na uğratılacaklardır. Bundan başka rivayetler de vardır.

Razî'nin görüşüne göre evlâ olan, "Onlara iki defa azap edeceğiz" ayetinin bütün şekilleriyle dünyadaki azabı ve kabir azabını ihtiva ettiği şeklindeki açıklamadır. "Sonra da daha büyük bir azaba uğratılacaklardır" ayetiyle kıya­met günündeki azap murad edilmektedir.

5- Medine ve civarında yaşayan bir topluluk da günahlarını ikrar ettiler, diğer bir grup ise Allah'ın kendileri hakkında vereceği hükmü beklemektedir­ler.

Birinci sınıf, münafık olup da nifakta ısrar etmeyip tevbe edenler veya Te-buk Seferine - küfür veya nifak sebebiyle değil, sadece tembellik sebebiyle - ka­tılamayan, sonra da yaptıklarına tevbe edip pişman olan müslümanlardır.

Sadece günahı itiraf etmiş olmak tevbe sayılmaz. Bu ancak tevbenin baş­langıcıdır. Bu itirafa, geçmişte olanlara pişmanlık ve gelecekte de bu hataları terk etme hususunda kesin azim varsa tevbe denir.

Evet, "Umulur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" ayetine göre bunlar tevbe ettiler. Müfessirlere göre "umulur ki" manasmdaki bu kelime Allah tara­fından kullanılsa vücup ifade eder, yani muhakkak manasmdadır.

İbni Abbas "Bu ayetler Tebuk Gazvesi'ne katılmayan on kişi hakkında na­zil olmuştur. Bunlardan yedisi pişman olmuş, kendilerini Mescid-i Nebevî'nin direklerine bağlamışlardır" demektedir. Katade de benzer bir ifade kullanmak­ta ve "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 103), ayeti de onlar hakkında nazil olmuştur, demektedir. [286]

 

Sadaka Alınması, Tevbelerin Kabulü, Salih Amel İşlemenin Emredilmesi

 

103-  (Ey Peygamber!) Onların malların­dan bir miktar sadaka al ki, bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve derecelerini yüceltmiş olasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için hu­zur kaynağıdır. Allah her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.

104- Bunlar kullarının tevbesini ancak Allah'ın kabul ettiğini, sadakaları an­cak Allah'ın alacağını; Allah'ın tevbele-ri çok kabul eden, çok merhametli ola­nın da sadece Allah olduğunu bilmiyor­lar mı?

105-  De ki: "Dilediğinizi yapın. Çünkü yaptıklarınızı Allah da, Peygamberi de müminler de görecektir. Sonra da gizli­yi de açık olanı da bilenin huzuruna çı­karılacaksınız. O da size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir."

 

Belagat:

 

"Senin duan onlar için huzur kaynağıdır." Bu ifade de teşbih-i beliğ vardır. Benzetme edatı ve benzetme yönü belirtilmemiştir.

"Bilmiyorlar mı?" Buradaki soru manayı kalbe iyice yerleştirmek içindir. Bununla onları tevbe ve sadakaya teşvik etme gayesi güdülmektedir.

"Sadakaları Allah alacak." Sadakaları kabul edecek anlamında mecazdır. [287]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey Peygamber "bir miktar sadaka" müminin Allah'a yaklaşmak için harca­dığı mal. "al ki, ... onları temizlemiş ... olasın." Hasenatlarını bereketlendirmiş ve onların ihlâslı müminler derecesine yükseltilmelerine vesile olmuş olursun. Onların mallarının üçte birini al ve sadaka olarak dağıt. "Onlara dua et." İstiğ­farda bulun. "Çünkü senin duan onlar için Seken (huzur) kaynağıdır." Yani gö­nülleri bununla sükûnet bulur, kalpleri bununla mutmain olur. Seken'in asıl manası, gönle hoş gelen ev, aile, mal dua ve övgülerdir.

"Allah" onların itiraflarını "çok iyi işiten", pişmanlıklarını "çok iyi bilendin "

"Sadakaları ancak Allah'ın alacağını" yani kabul edeceğini "Tevvab" mü­balağa sigasıdır. Yani kullarının tevbesini çok çok kabul edendir, anlamındadır. "ve Rahim olanın" Bu kelime de mübalağa sigası olup çok merhamet eden an­lamındadır "ancak Allah olduğunu bilmiyorlar mı?"

"Sonra da gizli ve açık olanı da bilenin" yani Allah'ın "huzuruna çıkarıla­caksınız. " Yani öldükten sonra diriltileceksiniz. "O da size yaptıklarınızı bir bir haber verecek" yani amelinizin karşılığını verecektir. [288]

 

Nüzul Sebebi

 

"Onların mallarından bir miktar sadaka al." 103. ayetin nüzul sebebi hakkında İbni Cerîr'in İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre şöyledir: Ebu Lüba-be ve arkadaşları günahlarını itiraf edip de Allah tevbelerini kabul edince Pey­gamberimiz (s.a.) Mescidin direklerine bağlı olan bu sahabileri çözüp serbest bırakmıştı. Onlar da mallarını getirip, "Ya Rasulallah! Bunlar bizim cihaddan geri kalmamıza sebep olan mallarımızdır. Bizim yerimize sen onları tasadduk et, bizim için de istiğfarda bulun" dediler. Efendimiz (s.a.) de, "Ben sizin malla­rınızdan bir şey almakla emrolunmadım." dedi. Bunun üzerine, "Onların mal­larından bir miktar sadaka al" mealindeki ayet indi. Rasulullah (s.a.) bunun üzerine onların mallarının üçte birini aldı.

Hasen el-Basrî der ki: Bu sadaka onların işlediği günaha kefaret oldu. Fa-kihlerden bir grup ise, "Bu ayetten murad farz olan zekâttır" demişlerdir. Buna göre "Onların mallarından bir miktar sadaka al" ayet-i kerimesi bütün mallar ve bütün insanlar için umumi bir ifadedir. Bu genel ifade içine mallardan hu­susi şartları taşıyanlar girmektedir. Zira ülkeler ve elbiseler gibi zekâta tabi ol­mayan mallar bu ifadenin dışında kalmaktadır.[289]

Her ne kadar bu ayet Rasulullah (s.a.)'a has ve hususi bir sebep için inmiş olsa da, Rasulullah (s.a.)'ın bütün halifelerine ve onlardan sonraki bütün müslüman idarecilere de hitap eden umumi bir ifadedir.

Bunun içindir ki Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.) ve diğer sahabiler Arap kabile­lerinden zekât vermeyenlere karşı savaş açtılar. Nihayet bunlar, Rasulullah (s.a.)'a verdikleri gibi onun halifesine de zekâtlarını vermeyi kabul ettiler.

Sıddık (r.a.) hazretleri şöyle diyordu: "Vallahi, Rasulullah (s.a.)'a zekât ola­rak verdikleri bir ipi -bir oğlağı- zekât olarak bana vermezlerse onlarla mutla­ka savaşırım." [290]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu Ayetteki "Sadaka"nın Manası:

 

Eğer bu ayetteki "sadaka" kelimesinden maksat, daha önce de geçtiği gibi Hasan-ı Basrî'nin dediği şekliyle Tebuk Gazvesinden geri kalanların işlediği bu günahın kefareti ise bu ayet ile bundan önceki ayetler arasında ilişki gayet açıktır. Çünkü emredilen husus bir grup insanın hatalarının giderilmesidir. Bu durumda bu ayet onlara hastır. Ancak ayetin manasını genelleştirip şu şekilde de anlayabiliriz: Siz üzerinize farz olmayan sadakayı vermeye razı olduğunuza göre üzerinize farz olan zekâtı vermeye gayet tabii razı olursunuz.

Ama bu ayetten maksat farz olan zekât veya zenginlerden zekât alınması­nın farziyeti ise -ki bu görüş fakihlerin çoğunluğunun görüşüdür ve sahih olan görüş de budur- bu durumda ayetin daha önceki ayetlerle münasebeti şöyle açıklanabilir:

Tebuk Gazvesinden geri kalmalarından dolayı tevbe edip pişmanlık duy­duklarında ve bu geri kalmanın sebebinin de mal sevgisi ve mallarını harcama­da cimrilikleri olduğunu ikrar ettiklerinde sanki onlara şöyle deniyordu: Sizin bu tevbe ve pişmanlık iddiasında sarf ettiğiniz sözlerinizin doğruluğu farz olan zekâtı verip vermeyeceğiniz noktasında açıkça belli olur. Çünkü bütün iddialar mana ile kesinleşir. Bir kişinin değerli veya değersiz oluşu imtihan esnasında belli olur. Şayet onlar bu zekâtları gönülden verirlerse tevbelerine sadık olduk­ları anlaşılır, aksi takdirde bu iddialarında yalancıdırlar.

Bu ayetteki "sadaka "dan maksadın farz olan zekât olduğunun delillerin­den birisi de şu ayettir: "Bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve dere­celerini yükseltmiş olasın." Yani bu sadakaları almakla onları günahlardan te­mizlemiş olursun...

Cassas diyor ki: Sahih olan görüşe göre buradaki "sadaka" farz olan zekât­tır. Zira Allah'ın diğer müslümanlardan ayrı olarak sadece bu cemaata sadaka vermelerini vacip kıldığı şeklinde bir rivayet sabit değildir. Bu hususta bir ha­ber olmayınca bu kişilerle diğer müslümanlar ahkâm ve ibadette eşittirler, sırf bu kişilere ait bir sadaka da yoktur. Çünkü İslâmî hükümlerde kendisi hakkın­da hususi bir delil olmadıkça bütün insanların eşit olması sebebiyle bu ayetin gereği olarak sadaka onlara gerekli ise, bütün insanların üzerine de farz olur. Bir topluluğa ait olup diğerinden ayrı olmaz. Bu da sabit olunca bu ayetteki sa­daka farz olan zekât olmaktadır. Zira insanların mallarından farz zekâttan başka hak yoktur.

"Bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve onların derecelerini yük­seltmiş olasın" ayetinde bu sadakanın farz zekât dışında günahlara kefaret olan bir sadaka olduğuna dair bir delil yoktur. Çünkü farz olan zekât da mane­vî kirlerden temizler ve verenin derecesini yükseltir. Bütün mükellef olanlar mallarını manevî kirlerden temizleyecek, derecelerini yükseltecek ibadetleri iş­lemeye muhtaçtırlar.[291]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber ve ondan sonra gelen müslüman idareci! Şu tevbe edenler­den ve başkalarından belirli bir miktar takdir ederek "sadaka al ki," bu sadaka sebebiyle "onları" cimrilik ve tamahkarlık hastalığından arındırmış olasın, ne­fislerini manevî kirlerden "temizlemiş" hasenatlarını berketlendirmiş ve onları ihlâslı müminlerin derecelerine yükseltmiş "olasın."

Tezkiye; ziyadesiyle temizleme manasında mübalağa ismidir veya mala bereket verme, nemalandırma manasmdadır. Yahut Allah Tealâ'nm, zekat mik­tarını, verme sebebiyle mallarda meydana gelecek noksanlığı bereketlendirme sebebi saymasıdır.

İmam Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte "Sadaka malı eksiltmez" buyurulmaktadır.

"Onlara salât eyle." Yani onlar için dua et, istiğfarda bulun, rahmet dile; çünkü senin dua edip istiğfarda bulunman onlar için sükûnete vesile olacak, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği hususunda kalplerini tatmin edecek bir huzur kaynağıdır. Allah'ın kullarına salât eylemesi, Allah'ın rahmetidir. Meleklerin salâtı ise istiğfarda bulunmalarıdır. Peygamberimiz ve müminlerin salâtı da dualarıdır.

"Allah en iyi işitendir." Onların günahlarını itiraf ettiklerini ve dualarını işitir; senin duanı da kabul ederek ve ona icabet ederek işitir. Gönüllerinden geçeni, tevbelerinde ve sadakalarındaki ihlâslarmı ve onlar için hayırlı, faydalı olanı "en iyi bilendir."

Sadaka gönlü temizler, Rabbin rızasına vesile olur, malı kirlerden korur.

O tevbe edenler ve diğer müminler bilmiyorlar mı ki, kullarının tevbesini ancak Allah kabul eder, günahlarını ancak O siler, sadakaları ancak o kabul edip sevap verir, onlara kat kat ecir ihsan eder.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer siz Allah için güzel bir ödünç takdiminde bulunursanız Allah onun karşılığını size kat kat verir ve sizi bağış­lar." (Tegabûn, 64/17).

Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği sahih hadis-i şe­rifte de, "Allah sizden birinin tayını yetiştirdiği, geliştirdiği gibi sadakası veri­len malı da nemalandırır" buyurulmaktadır. Burada beliğ bir benzetmeyle ec­rin fazlalağına işaret edilmiştir.

Bu ayette tevbeye ve farz olsun nafile olsun sadaka vermeye teşvik vardır.

Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet de vardır: Cihaddan ge­ri kaldıkları halde tevbe etmeyenler cihada katılmayıp da tevbe edenler hak­kında "Onlar da dün bizimle birlikte idiler. Kimse onlarla konuşmuyor, kimse onlarla oturmuyor, bunlar ne yaptılar ki? Onların bu özelliği nedendir?" diyor­lardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. "Bilmiyorlar mı?" cümlesindeki zamir cihaddan geri kaldıkları halde tevbe etmeyenlere racidir.

Tevbeleri çokça kabul eden, tevbe edenlerin tevbelerini kabul etmesi, onla­ra lütuf ve ihsanda bulunması rububiyetinin şanından olan, tevbe eden kulları­na çokça merhamet eden, salih amellerine karşılık ecir ve sevap veren sadece yüce Allah'tır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Tevbe eden, iman edip salih amel işleyen ve hidayet yolunda devam edenleri ben çokça bağışlarım." (Tâ-Hâ, 20/82).

Yine bir başka ayet-i kerimede, "Onlar bir hayasızlık yaptıkları veya nefis­lerine zulmettikleri zaman Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanma­sını isterler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar yap­tıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler." (Âl-i İmran, 3/135).

Tevbe, nefsin gayretini ve verdiği ahdi yenilemesi, günahların silinmesi için gayet faydalıdır.

Ey Rasulüm! O tevbe edenlere ve diğerlerine de ki: Güzel amel işleyin. Çünkü sizin amelleriniz hayırlı olsun şerli olsun Allah'a ve kullarına gizli kal­maz. Amel saadetin temelidir. Yaptığımız amelleri Allah da, -Allah'ın bildirme­si ile- Rasulü de, müminler de görecektir.

Bu onlara verilen bir vaad, günahlarda ısrar etmenin ve tevbeden uzak durmanın acı sonucunu ihtardır. Allah'ın emirlerine aykırı davranan herkese; amellerinin Allah'a, Rasulü'ne ve müminlere arz edileceğini bildiren bir uyarı­dır. Bu kıyamet günü mutlak olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak "O gün hepiniz (hesap vermek üzere) huzura çağrılırsınız. Hiçbir şeyiniz gizli kalmaz" buyur­maktadır. (Hakka, 69/18).

İmam Ahmed ve Beyhakî'nin Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Sizden biriniz kapısı, penceresi olma­yan sağır bir kayanın içinde amel işlese Allah onun amelini ne olursa olsun in­sanlara gösterir."

Ebu Davud et-Tayalisî'nin naklettiği gibi bir rivayette "Dirilerin işledikleri ameller kabir aleminde yaşayan yakınlara ve akrabaya arz olunur" buyurul-muştur.

Cabir b. Abdillah (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdular: "Amelleriniz yakınlarınıza ve diğer akrabanıza kabirlerinde arz olunur. Amelleriniz hayırlı ise memnun olurlar, hayırlı değilse, "Allah'ım, sana itaat ederek amel işlemelerini onlara ilham eyle" diye dua ederler."

Kıyamet günü sizin gizli olan amellerinizi de açıktan işlediklerinizi de ga­yet iyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. O gaib olanı da, şu anda ara­nızda bulunanı da, içinizi de, dışınızı da gayet iyi bilir. Size amellerinizi bir bir bildirecek, hayırlı ise hayırla, şerli ise şerle size karşılık verecektir.

Bu ayette teşvik ve korkutma aynı anda yapılmıştır. [292]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden aşağıdaki üç hüküm çıkarılmaktadır:

1- Nefislerin manevî kirlerden temizlenmesi, derecelerinin yükselmesi, malların nemalandırılması ve bereketlendirilmesi için farz olan zekâtın alın­ması. Rasulullah (s.a.)'m duasının şefaat ve huzur kaynağı oluşu.

2- Hakkıyla, sahih bir tevbe ile tevbe eden kullarının tevbesini ve halis ni­yetlerle verilen sadakaları Allah'ın kabul edeceği ve bunlara sevap vereceği. Allah Tealâ tevbeyi kabul etmesini kendisine vacip kılan bir ilâh olduğunu be­lirtmek için "Allah" ismini bizzat zikretti ve "Onlar kullarının tevbesini ancak Allah'ın kabul ettiğini... bilmiyorlar mı?" buyurdu. Burada sadece Allah'ın zik­redilmesi, tevbelerin kabulü veya reddinin sadece Allah'a ait olduğunu, Rasu-lullah'a ait olmadığını göstermektedir.

3- Her insan amelinin karşılığını görecektir. Ameli hayırlı ise hayır, şerli ise şer bulacaktır. Amel Allah'ın, Rasulünün ve müminlerin nezdinde görül­mektedir. Bu ifadede "Allah tarafından, Allah'ın emirlerine muhalif olanlara karşı amelleri berzah aleminde Cenab-ı Hakk'a, Rasulullah (s.a.)'a ve mümin­lere arz edilecektir" şeklinde bir vaad ve ihtar vardır. "O gün hepiniz (hesap vermek üzere) huzuruna çağırılırsınız. Hiçbir şeyiniz gizli kalmaz" (Hakka, 69/18) buyurulmaktadır.

Ancak "Onların mallarından bir miktar sadaka al" ayeti bütün mal çeşit­lerini içine almakta, zekât alınacak malın cinsini ve alınacak miktarı açıkla-mamaktadır. İfadesinin zahirine göre her sınıf maldan biraz alınması gerekir. Çünkü "mallarından bir miktar" ifadesi "teb'iz" yapılmasını yani bir parça alın­masını gerektirir.

Bu ayet delâlet etmektedir ki, zekât olarak alınacak miktar bu malların tamamı değil bir kısmıdır. Ancak ayetteki lafızlarda bu "bir miktar" tabiri açık­ça yer almamaktadır.

Sünnet ve icma, alınacak zekât miktarı ve sadaka alınacak malları, nisap miktarlarını ve farz olduğu vakti beyan etmektedir. Cassas'ın dediği gibi, bü­tün bu hususlarda "zekât" lafzı mücmel olup zikredilen hususlarda beyana ih­tiyaç vardır.

Kur'an altın ve gümüşün zekatını şu ayet-i kerime ile açıkça belirtmiştir: "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azapla müjdele." (Tevbe, 9/34).

Meyve ve ziraat mallarının zekâtı da şu ayetle belirtilmiştir: "Çardaklı ve çardaksız bağları, hurma ağaçlarını, çeşitli meyveleri olan bitkileri, zeytin ve narları birbirine benzeyen ve benzemeyen özelliklerde yaratan O'dur. Bunların her biri mahsul verdiği zaman mahsullerinden yiyin. Hasat zamanı da hakkını verin." (En'am, 6/141).

Sünnet-i seniyye'de zekât farz olan ticaret mallarını, otlak hayvanlarının (deve, sığır ve koyunların) zekâtını, zekât verilecek miktarları ve nisap miktar­larını beyan etmiştir.

Hadis imamlarının Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şe­rifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Beş vesak'tan[293] az hurmada sada­ka yoktur. Beş ukıyye'den[294] az gümüşte zekât yoktur. Beş zûd[295] deveden az de­vede zekât yoktur."

Alimler bir ukıyye'nin 40 dirhem olduğunda ittifak etmişlerdir. Yani hür bir müslüman 200 dirhem (yani 5 ukıyye) gümüşe sahip olur da üzerinden tam bir yıl geçerse zekâtını vermesi farz olur. Bunun zekatı ise kırkta bir, yani 5 dirhemdir.

Bir yıl geçmesinin şart olması Tirmizî'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerife dayanmaktadır: "Üzerinden bir yıl geçmedikçe hiçbir malda zekât yoktur."

200 dirhem gümüşten fazlasında kırkta biri verilir.

"Altının zekatı"na gelince: Alimlerin ekseriyetine göre altın (200 dirhem veya daha fazla değerinde) 20 dinar olunca Tirmizî'nin naklettiği Hz. Ali (r.a.) hadisiyle amel edilerek zekât verilmesi farzdır.

"Koyunların zekâtı" ise: Hz. Ebubekir (r.a.)'in Enes (r.a.)'i Bahreyn'e gön­derirken yazdığı (Buharî, Ebu Davud, Nesaî, İbni Mace ve Darakutnî'nin riva­yet ettiği) mektupta belirtildiği şekliyle her 40 koyundan bir koyun zekât verilecektir.[296]

"Sığırların zekatı" ise: Tirmizî ve Darakutnî'nin Muaz b. Cebel (r.a.)'den ri­vayet ettiği, Peygamberimiz (s.a.)'in Muaz'ı Yemen'e gönderirken beyan ettiği şekliyle, her 30 sığırda bir sığır (tebîa) ve her 40 sığırda bir sığır (müsinne) ze­kât olarak verilecektir.

Cumhur'a göre otlakta otlayan hayvanlar dışındaki diğer hayvanlara ze­kât yoktur. Bunun delili şudur. Darakutnî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Tarlada çift sürmede çalıştırı­lan sığırlarda zekât yoktur."

İmam Ahmed ve dört Sünen müellifinin Muaz (r.a.)'dan rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Sığırlarda her 30 sığırda bir tebîa, her 40 sığırda bir müsinne zekât verilecektir."

Ebu Davud ve Darakutnî Hz. Ali (r.a.)'den "çalıştırılan sığırlara hiçbir şey yoktur" rivayetini nakletmektedirler.

Buharî'nin Enes (r.a.)'ten rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz. Ebube­kir (r.a.)'e zekât hakkında bir yazı yazmıştı. Bu yazıda, "Koyunların zekatı otla­yan koyunlardan ise kırk koyunda bir koyundur." ifadesi yer almıştı. Bununla otlakta otlamayan hayvanlardan zekât kaldırılmış oluyordu.

İmam Malik ve Leys b. Sa'd, Enes (r.a.) ifadesinin umumi oluşu sebebiyle "çalıştırılan sığırlarda da zekât vardır." demektedirler. Bunun cevabı ise, bu durumun az önce geçen hadis-i şeriflerde tahsis edilmiş olmasıdır. Bu ayetin umumundan anlaşılan, borçlunun malında, kefaletli (garantili) malda zekatın farz olmasıdır.

"Bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve derecelerini yüceltmiş olasın" mealindeki ayete gelince: Zeccac der ki: En güzeli hitabın Peygamberi­miz (s.a.)'e ait olmasıdır. Yani önceki cümleden ayrı, başlıbaşma bir cümle ha­linde "Sen bununla onları manevî kirlerden temizlersin ve derecelerini yücelt­miş olursun." ayetinin cevabı olarak yani "onların mallarından sadaka al ki, bununla... derecelerini yüceltmiş olasın" şeklinde ma ıa verilmesi caizdir.

Ayetten ilk bakışta anlaşılan şudur: Zekât günün kirlerinden temizlenmek için farz kılınmıştır. Günahların sadece buluğa eren mükellef hakkında geçerli olması sebebiyle İmam Ebu Hanife'nin dediği gibi küçük çocuk hakkında zekât farz değildir. Cumhur ise küçük çocuk ve delinin malında da zekâtı farz kabul etmektedir. Çünkü -Cumhur'a göre- ayet, mallarından zekâtın alınmasını em­retmektedir, dolayısıyla malları manevî kirlerden temizlenmektedir.

"Onlara salât eyle" ifadesinin zahirinden şu anlaşılıyor: Devlet reisi veya vekilinin zekât aldığı zaman veren kişiye malının bereketli olması için dua et­mesi farzdır. Bu görüş Zahiri mezhebinin görüşüdür. Diğer imamlar ise bu em­ri mendup ve müstehap manasına almışlardır. Çünkü Buharî ve Müslim'in İb-ni Abbas'tan rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) Muaz {r.&.)'a."Zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekâtın üzerlerine farz ol­duğunu onlara bildir" demiş, zekât verenlere dua etmesini emretmemişti. Ayrı­ca fakirlerin de zekât aldıklarında dua etmeleri mecburiyeti yoktur.

Bununla birlikte Müslim Abdullah b. Ebi Evfa (r.a.)'dan naklediyor ki: Ra-sulullah (s.a.) bir cemaat zekâtlarını getirdiği zaman şöyle derdi: "Allahım! On­lara salât eyle (rahmet eyle)!" İbni Ebi Evfa da zekâtını getirince şöyle dedi: "Allahım! Ebu Evfa ailesine de salât eyle." Buradaki salât rahmet manasmda-dır.

Bundan dolayı Hanbelîler ve Zahirîler dua şeklini beyan ederken söyle derler: Zekât alanın "Allahım! Falanın ailesine salât eyle!" demesine hiçbir ma­ni yoktur. Diğer imamlara göre ise bu söz caiz değildir. "Salat" peygamberlere hastır. Ancak peygamberlerden başkasının duada ilâve olarak zikredilmesinde ihtilâf yoktur. Yani Allahım! Muhammed (s.a.)'e, ehl-i beytine, ashabına, ha­nımlarına zürriyetine ve ona tabi olanlara salât eyle, denebilir. Çünkü selef bu­nu kullanmıştır. Namazda teşehhütte böyle dua etmekle emrolunmuşuz.

"Selâm" da "salât" hükmündedir. Çünkü Allah her ikisini birlikte zikret­miştir. Peygamberlerden başkasına tek başına kullanılmaz. Ancak dirilere hi­tap ederken ve ölüleri ziyaret ederken selâm vermenin müstehap olduğu sün­netle sabittir.

İmam Şafii zekat alanın zekat verene, "Allah verdiğin bu mal sebebiyle sana ecir versin, senin için manevî kirlerden temizlenmeye vesile kılsın, geride kalan mallara da bereket ihsan eylesin" demesini uygun görmüştür.

"Yaptıklarını Allah... görecektir" ayet-i kerimesi Allah'ın görünen şeyleri gördüğüne delildir. Ehl-i sünnetin "her varlığın görünmesi sahihtir" görüşüne bu ayet delildir. Çünkü tek mefulle kullanılan "ru'yet" kelimesinin manası "görmek"tir. " "Görülen amel" ifadesi arzular, nefretler ve düşünceler gibi kalbî amelleri, hareketler ve sükûnetler gibi azalara ait amelleri içine almaktadır.

"Sadakaları Allah alacaktır" ayeti sadakaları sadece Allah'ın alacağına, sevabı O'nun vereceğine ve bunun Allah'ın hakkı olduğuna, Peygamber (s.a.)'in ise sadece vasıta olduğuna dair açık bir ifadedir. Eğer Rasulullah (s.a.) vefat ederse onun halifesi ondan sonra vasıtadır. Allah ise Hayydır, ölmez.

Bundan anlaşılıyor ki "Onların mallarından sadaka al" ayeti sadece Pey­gamberimiz (s.a.)'e ait bir emir değildir, ondan sonraki, idarecilere de şamildir.

Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah sadakayı kabul eder, onu alır, sizden birinin tayını büyütüp geliştirdiği gibi sadakayı nemalandırır. Hatta bir lokma, Uhud dağı gibi olur."

Bu hadis-i şerifi Kur'an'da tasdik eden ayet şudur: "Kullarının tevbelerini kabul eden, sadakaları alan O'dur. Allah faizi mahveder, sadakaları bereketlen­dirir. "

Sahih-i Müslim'de şöyle buyrulmaktadır: "Bir kimse helâl kazancından bir hurmayı sadaka olarak verirse Allah o hurmayı alır, Rahmanın elinde o be­reketlenir, hatta bir dağdan büyük olur."

Bu ifade sadakanın kabulünden ve ona verilecek mükâfattan kinayedir. Nitekim Cenab-ı Hak hastaya olan şefkati sebebiyle hasta yerine kendi nefsini kinaye olarak kullanmış ve hadis-i kudside şöyle buyurmuştur:

"Ey Adem oğlu! Hastalandım, beni ziyaret etmedin."

Hadis-i şerifte geçen yemin(sağ el) ve kefiftavuç) kelimelerinde, bir şeyi ka­bul eden sağ eliyle ve avucuyla alır, yahut sevilen sağ eline konur anlamı var­dır. İnsanlara anladıkları şekilde hitap edilmiştir. Yoksa Allah azadan münez­zehtir. [297]

 

Tevbelerinin Kabulü Geciken Üç Kişi

 

106- Savaştan geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hükmüne bırakılmıştır. (Allah) Onlara ya azap eder, ya da tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi çok ıyı bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Savaştan geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hük­müne bırakılmıştır." Cezalan geciktirilmiş, durumları Allah'ın hükmüne bağ­lanmıştır. "Onlara ya azap eder" yani onları tevbe etmelerine fırsat vermeden öldürür "ya da tevbelerini kabul eder. Allah" yarattığı mahlûkatını "çok iyi bi­len", bütün işlerinde "tam bir hüküm ve hikmet sahibidir." [298]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas, Mücahid, İkrinıe, Dehhak ve diğer müfessirlerin beyanlarına göre tevbeleri geciken bu üç kişi, Vakıfoğulları'ndan Hilâl b. Ümeyye, Ka'b b. Malık, ve MüTare b. RabV idi. Bunlar, şüphecilikleri veya ikiyüzlülükleri sebe­biyle değil, tembellikleri, çoluk çocuklarına ve mallarına düşkünlükleri, meyve­lerin verimliliği ve gölgelerin rahatlığı sebebiyle Tebuk Gazvesinden geri ka­lanlar arasında yer almışlardı.

Tebuk Gazvesine katılmayanlar üç grup idiler:

a) İkiyüzlü davranmayı alışkanlık edinmiş olan münafıklar.

b) Günahlarını itiraf edip Allah'ın tevbelerini kabul ettiği tevbekâr mü­minler. Bu müminler kendilerini Mescid-i Nebevi direklerine bağlayan Ebu Lü-babe ve arkadaşları idi. Tevbelerinin kabulüne dair ayet nazil olmuştu.

c) Mütereddit müminler, ne yapacakları konusunda kararsızlığa düşen, savaştan geri kalmaları hususunda Peygamberimiz (s.a.)'e beyan edecek özür bulamayan, tevbe etmekte de geciken ve kendilerini Mescid-i Nebevî'nin direk­lerine bağlamayan kimselerdi. Allah da bunlar hakkındaki hükmünü bildirme­yi geciktirdi. 50 gün durumları askıda kaldı. İnsanlar kendilerini terk ettiler. Nihayet tevbelerinin kabulüne dair ayet indi. Bunlar yukarıda ismi geçen üç kişiydi. "Allah savaştan geri kalan üç kişinin tevbesini de kabul etti. Bütün ge­nişliğine rağmen yeryüzü onlara dar geldi." (Tevbe, 9/118). [299]

 

Açıklaması

 

Savaştan geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hük­müne bırakılmıştır. İnsanlar onlar hakkınde ne olacağını bilemiyorlardı. Allah tevbelerini kabul edecek miydi, etmeyecek miydi? Rasulullah (s.a.) da onlarla oturmayı yasaklamış, hanımlarına kendilerinden ayrı kalmalarını ve babaları­nın evinde oturmalarını emretmişti. Nihayet ayet nazil oldu: "Allah Peyamberin, Muhacirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti... ve savaştan geri kalan o üç kişinin tevbesini de kabul etti." (Tevbe, 9/118).

Bu ayette söz konusu edilen bu üç kişinin durumu askıda bırakılmıştı. Ya azap ya da tevbelerinin kabulü. Durumları açıklanmamıştı. Bu durumlar, Al­lah'tan şüpheleri için değildi. Zaten Allah bundan münezzehtir. Sadece korku ile ümit arasında oldukları için, kalplerine gam ve üzüntü verip tevbeye yönel­medikleri ve insanlar onlar hakkında ümitli oldukları içindi. Bazı kimseler, Allah onların mazur olduğuna dair bir ayet indirmezse helak oıurlar' diyordu. Başkaları da "Umarız ki Allah onları bağışlar" diye temennide bulunuyorlardı.

Şüphesiz bu üç kişi savaştan geri kalmaları sebebiyle pişman olmuşlardı, ama Allah onların hakkında tevbe edenler diye hüküm vermedi. Çünkü sadece pişmanlık tevbenin sahih olması için yeterli değildi. Sonra bunun günah ve is­yan olduğunu kabul edip pişman oldular; o zaman tevbeleri sahih oldu.

Allah kimin cezaya, kimin affa lâyık olduğunu ve kullarına faydalı olup onları terbiye edecek şeyleri en iyi bilendir. Bütün sözlerinde ve fiillerinde, kul­ları için huzuru temin edecek hükümleri koymakta tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğini açıklamayı geciktirmesi de hikmetindendir. [300]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İlâhî hikmetin gereği bazı kullarının durumu hakkında hemen kesin hü­küm verilmesi gerekli kılınırken, bazı kullarının durumu korku ile ümit ara­sında olmaları için geciktirilebilir.

Bu hikmet, tevbelerinin kabulü geciken bu kişilerin daha fazla endişe, sar­sıntı, korku ve dehşet içinde kalmalarına sebep oldu. Neredeyse mazeretlerinin kabul edilmesinden ümitsizliğe düşeceklerdi. Nihayet Allah onlar hakkında tevbelerinin kabulünü bildiren ayeti indirdi. "... Ve savaştan geri kalan üç kişi­nin tevbesini de Allah kabul etti." (Tevbe, 9/118).

"(Allah) onlara ya azap eder, ya da tevbelerini kabul eder" ayeti bu iki hü­kümden başka hüküm olmadığını ifade etmektedir. Ya azap, ya da tevbesinin kabulü... Kulun tevbesi olmadan günahın affedilmesi mümkün olmamaktadır. [301]

 

Dırar Mescidi (Münafıkların Mescidi) Ve Takva Mescidi (Küba Mescidi)

 

107- Zarar vermek, inkâr etmek, mümin­lerin arasını açmak için ve daha önce Allah'a ve Peygamberine karşı savaşan­lara gözetleme yeri hazırlamak için bir mescit yapanlar "İyilikten başka bir ni­yetimiz yoktu" diye yemin ederler. Allah şahittir ki onlar yalancıdırlar.

108-  Orada asla namaza durma. Şüphe­siz ki, ilk gününden itibaren takva üze­rine kurulan mescitte namaza durman daha uygundur. O, mescitte (maddî-ma-nevî kirlerden) temizlenmeyi sevenler vardır. Allah da temizlenenleri sever.

109-  Binasının temelini Allah korkusu ve O'nun rızasını kazanma esası üzeri­ne kuran mı, yoksa binasını bir uçuru­mun kenarına kurup da onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi daha hayırlıdır? Allah zalimler toplulu­ğunu doğru yola iletmez.

110-  Yürekleri paramparça oluncaya (ölünceye) kadar, yaptıkları o bina da­ima kalplerinde bir şüphe kaynağı ola­rak kalacaktır. Allah her şeyi çok iyi bi­lendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibi­dir.

 

Belagat:

 

"Yoksa binasını bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehen­neme yuvarlanan..." ifadesinde nakıs cinas vardır.

"Binasının temelini Allah korkusu ve O'nun rızasını kazanma esası üzeri­ne kuran..." Bu ifadede gizli istiare vardır. Allah korkusu ve rızası üzerine bina kurulacak sert bir araziye benzetilmiş, sonra kendisine benzetilen kaldırılmış, sadece gereklerinden biri yani "bina kurma"zikredilmiştir. Sonu ise takrir ve tasdik etmek içindir.

"Bünyanühüm" kelimesi "bina yapmaları" manasında mastar olup, burada zahirî manası değil, ism-i mef ul manası (binaları) murad edilmiştir. [302]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Zarar vermek... " Ayette geçen"Dıraran" Küba Mescidi'nde bulunanlara zarar vermek için, demektir. "Dırar" Ancak bu kişinin kendisine faydası olma­dığı halde sırf başkasına zarar vermektir. "Darar" ise kişinin kendisine menfa­ati olan bir şeyde başkasına zarar vermesi demektir. İmam Ahmed ve İbni Ma-ce'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiği "Ne zarar vermek, ne de zarara uğramak vardır" hadis-i şerifine göre her ikisi de yasaklanmıştır.

"inkâr etmek ..." Çünkü münafıklar bu mescidi Ebu Âmir er-Rahib'in em­riyle, ona bir merkez olsun diye yapmışlardı. Onun yanından gelenler burada kalırdı. Ebu Amir Peygamberimiz (s.a.)'le savaşmak için Rum Kayserinin or­dusundan askerler almaya gitmişti, "müminlerin arasını açmak için" yani Kü­ba Mescidi'nde namaz kılmak için cemaat olan müslümanların bir kısmının kendi mescitlerinde namaz kılmalarını temin etmek için. "daha önce Allah ve Peygamberine savaşanlara..." yani bu mescit yapılmadan önce. Ebu Amir er-Rahib bunlardan biridir, "gözetleme yeri hazırlamak için" yani müslümanları düşmanlık gayesiyle kontrol altında tutmak için. "bir mescit yapanlar:" Bunlar, Dırar mescidini yapan münafıklardan bir gruptur. Sayılan 12 kişidir. "İyilikten başka niyetimiz yoktu" Bu binayı yapmaktaki gayemiz, sadece fakirler yağmur altında ve sıcakta kalmasınlar ve müslümanlara da şefkatimizden genişlik ol­sun diye idi; iyi niyetten başka gayemiz yoktu, "diye yemin ederler."

"Allah şahittir ki onlar yalancıdırlar." Bu yeminlerinde yalancıdırlar.

"Orada asla namaza durma!" Orada namaz kılma. Peygamberimiz (s.a.)'den bu mescitte namaz kılmasını istemişlerdi. Bunun üzerine "orada na­maza durma" ayeti nazil oldu. Rasulullah (s.a.) bir grup mücahit gönderdi, mü­cahitler o binayı yıktılar, yaktılar, yerini de ölü hayvan etlerinin atıldığı çöplük haline getirdiler.

"Şüphesiz ki ilk gününden itibaren" Yapıldığı ilk günden itibaren. Bugün Peygamberimiz (s.a.)'in hicret yurduna ilk ayak bastığı gündür. Buharî de bu şekilde bildirilmiştr. Takva, Allah'ı razı kılacak, gazabından koruyacak davra­nışlardır. "Allah korkusu üzerine kurulan mescitte..." Bu mescit Küba Mesci-di'dir. Bu mescidi hicret esnasında Rasulullah (s.a.) kurmuş, Küba'da kaldığı günler (Pazartesi'den Cuma'ya kadar) bu mescitte namaz kılmıştı, "namaza durman daha uygundur."

"Orada maddî ve manevî kirlerden temizlenmeyi seven kişiler vardır." Bun­lar ise Ensar'dır.

"Allah da çok temizlenenleri sever." Yani onları mükâfatlandırır. [303]

 

Nüzul Sebebi

 

Müfessirler diyorlar ki: Evs kabilesi'nden olan Amr b. Avf oğulları namazlan Küba Mescidi'nde kılıyorlardı.[304]

Rasulullah (s.a)'a haber gönderip davet ettiler. Rasulullah (s.a.) gelip ora­da namaz kıldı. Hazree kabilesinden olan komşuları Gunm b. Avf oğulları bun­lara haset ettiler ve "Biz de bir mescit yapalım, Rasulullah (s.a.)'ı da davet ede­lim, kardeşlerimizin mescidinde kıldığı gibi bizim de mescidimizde namaz kıl­sın; ayrıca Ebu Amir er-Rahib de Şam'dan gelince burada namaz kılsın" dedi­ler.

Bunlar, Peygamberimiz (s.a.) Tebuk Gazvesi için hazırlık yaparken geldi­ler. "Ya Rasulallah! İhtiyaç sahipleri, hastalar ve yağmurlu gecelerde korun­mak için bir mescit inşa ettik. Bizim mescidimize gelip namaz kılmanı ve bere­ketle dua etmeni arzu ediyoruz" dediler.

Peygamberimiz (s.a.) de, "Ben şu anda sefer hazırlığı içindeyim, meşgu­lüm. Dönünce size gelir ve mescidinizde namaz kılarız" dedi.

Efendimiz (s.a.) Tebuk'ten dönünce Gunm b. Avf oğulları mescidin inşasını bitirmişler, Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri burada namaz da kılmışlardı. Peygamberimiz (s.a.) oraya gitmek için gömleğini değiştirmek istedi. O sırada bu "Dırar Mescidi" hakkında ayetler indi.

Bu ekip süratle hareket etti. Malik b. Duhşum evinden bir çıra almıştı Mescidi derhal yakıp yıktılar. Mescidi inşa eden münafıklar 12 kişiydiler.

Ebu Amir er-Rahib ise Hazree kabilesinden olup Hristiyanlığı kabul et­mişti. Ehl-i kitap arasında önemli bir yeri vardı. Peygamberimiz (s.a.) Medi­ne'ye hicret edince, müslümanlar onun etrafında toplandılar. İslâm'ın adı yük­selince Mekke'ye kaçtı. Uhud Savaşı'nda müşrikleri müslümanlara karşı kış­kırttı. Savaş bitince Rum İmparatoru Herakl'den yardım istedi. O da bu yardı­mı vaad edip onu kabul etti.

Ebu Amir arkadaşlarından bir grup münafığa mektup yazarak Muham-med'i mağlup edecek bir ordu ile onunla savaşmaya geleceğini bildirdi. Arka­daşlarına, getireceği kimselerin barınacağı bir merkez ve Medine'ye geldiği za­man kullanacağı bir gözetleme yeri yapmalarını emretmişti.

Özetle: Bu mescidi münafıklardan 12 kişi Ebu Âmir er-Rahib'le danışarak inşa ettiler. Amr b. Avf oğullarının amcaoğulları da, Amr b. Avf oğullarının Kü­ba Mescidi'ni kurmalarına haset ettiklerinden ve onlara nispet olsun diye, aynı zamanda Ebu Amir er-Rahib gelince kullanacağı bir merkez olması ve orada namaz kıldırması için, bu mescidi bina etmek arzusunu hemen gerçekleştirdi­ler.

"O mescitte (Küba Mescidi'nde) maddl-manevî kirlerden temizlenmeyi se­ven kişiler vardır." (Tevbe, 9/108) ayetinin nüzul sebebi ile ilgili Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den naklettiğine göre bu ayet, Küba halkı hakkında su ile istinca yap­tıkları için nazil olmuştu.

İbni Cerîr'in Atâ'dan naklettiğine göre Küba halkından bir grup su ile is­tinca yapmayı icat ettiler. Bunun üzerine onlar hakkında "O mescitte (maddî-manevî kirlerden) temizlenmeyi seven kişiler vardır" ayeti nazil oldu.

İbni Abbas der ki: "O mescitte (maddl-manevî kirlerden) temizlenmeyi se­ven kişiler vardır" ayeti inince Rasulullah (s.a.) Uveym b. Sâide'ye haber gön­dererek "Allah'ın sizi bu şekilde övmesinin sebebi olan temizlik nedir?" diye sordu. Onlar da, "Ya Rasulallah! Kadın ve erkek hiçbirimiz su ile taharet yap­madan heladan çıkmayız" dediler. Efendimiz (s.a.), "O halde bu ayetin sebebi budur" dedi.

Bir rivayette denildi ki: Bu ayet inince Rasulullah (s.a.) ile beraber Muha­cirler yürüyerek Küba Mescidi'ne geldiler. Küba'da Ensar'ı otururken buldular. Efendimiz (s.a.) onlara:

"Siz mümin misiniz?" diye sordu. Onlar sustular. Tekrar sorunca Hz. Ömer (r.a.) atıldı:

"Gerçekten mümindirler, ben de onlarla beraberim" dedi.

Peygamberimiz (s.a.) "Siz kaza ve kadere razı olur musunuz?" diye sordu.

"Evet" dediler. Efendimiz (s.a.):

"Başınıza gelen belâlara sabreder misiniz?" dedi.

"Evet" dediler. Efendimiz (s.a.):

"Rahat ve refah zamanınızda şükreder misiniz?" dedi.

"Evet" dediler. Efendimiz (s.a.):

"Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, siz müminsiniz" dedi ve aralarına otur­du. Sonra şöyle hitap etti:

"Ey Ensar topluluğu! Allah (c.c.) size senada bulundu. Abdest alırken ve abdest bozarken ne şekilde hareket ediyorsunuz?" Onlar şöyle karşılık verdiler:

"Ya Rasulallah! Büyük abdestten sonra temizlenmek için üç taş kullanır, sonra da su kullarınız." Bunun üzerine "Orada (maddî-manevî kirlerden) te­mizlenmeyi seven kişiler vardır" mealindeki ayeti okudu. [305]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ münafıkların özelliklerini ve nifakta kullandıkları çeşitli metod-ları zikrettikten sonra şöyle buyurdu: "Zarar vermek... için mescit yapanlar..." [306]

 

Açıklaması

 

Münafıklardan bir kısmı da Küba Mescidi civarında Dırar Mescidi inşa et­tiler. Bunlar Evs ve Hazrec Kabilesi'nden 12 kişiydiler. Bu mescidi yapmaları­nın dört sebebi vardı:

1- Peygamberimiz (s.a.)'in Medine'ye varır varmaz bina ettiği Küba Mesci-di'nde müslümanlara zarar vermek.

2- Peygamberimiz (s.a.)'i ve getirdiği Kitabı inkâr etmek, O'na ve İslâm'a dil uzatmak. Bu mescidi müslümanlar aleyhine hile ve desise için karargâh olarak kullanmak.

Bu Dırar Mescidi fitne merkezi, nifak ocağı, münafıkların namazı cemaat­le eda etmekten kaçıp sığındıkları yuvaları olmuştu. Bu ise küfürdü. Çünkü imana aykırı inanç ve amele küfür ismi veriliyordu.

3- Tek mescitte Rasulullah (s.a.)'ın arkasında namaz kılan müminlerin arasını açmak. Çünkü müminlerin bir kısmı orada namazı kılınca tefrika çıka­cak, ülfet bozulacak, birlik dağılacaktı. Bunun için asıl olan müslümanların tek mescitte namaz kılmaları idi. Mescitlerin ihtiyaç olmaksızın çoğaltılması dinin hedef ve gayelerine aykırı idi.

4- Burasının gözetim ve kontrol merkezi olarak kullanılması, Allah ve Ra-sulüyle savaşan kişilerin oraya gelmelerini ve karargâh haline getirmelerini beklemeleri; burayı inşa eden münafıkların savaşa hazırlandıkları ve müslümanlan gözetmek için kullandıkları bir yer olması.

Allah ve Rasulü'ne savaş açan kimseden maksat, -Nüzul Sebebi'nde belir­tildiği gibi- Hazrec Kabilesinden Ebu Amir er-Rahib idi. Bu Meleklerin yıkadı­ğı Hanzala'nın babası idi. Rasulullah (s.a.) ona "fasık" ismini vermişti. Cahili-yette Hristiyan olmuş, rahiplik yapmış, ilim tahsil etmişti. Rasulullah (s.a.) or­taya çıkınca O'na düşman olmuştu. Çünkü reislik elinden gitmişti, Uhud günü Peygamberimiz (s.a.)'e "Seninle çarpışcak bir kavim bulsam, ben de onlarla bir­likte seninle çarpışırım" demişti.

Huneyn Savaşı'na kadar Peygamberimiz (s.a.)'le hep karşı tarafta çarpıştı. Hevazin'le birlikte yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı. Kayser'den Rasulullah (s.a.) ile savaşacak askerler isteyip getirecekti. Suriye'nin kuzeyinde Kınnes-rîn'de yalnız başına öldü. Bir rivayete göre ise Hendek Savaşı'nda düşman or­dularını toparlıyordu. Düşman yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı.

Bu rivayetlere göre Ebu Âmir'in Herakl'e gidişi ya Uhud, ya Huneyn, veya Hendek Savaşı'ndan sonra olmuştur.

O münafıklar yemin edecekler ve diyecekler ki: Biz bu mescidi yapmakla sadece iyilik yapmak istedik. Niyetimiz müslünıanlara şefkatle yaklaşmak, güçsüz ve zayıfların rahatlarını sağlamak, hatta yağmurlu günlerde cemaatle namazda bulunmalarını temin etmekti. Diğer müslümanlara kanarak Rasulul­lah (s.a.) onları tasdik edecek ve o mescitte namaz kılacaktır, ama Allah Tealâ gayet iyi biliyor ki onlar bu yeminlerinde ve iddialarında yalancıdırlar, amelle­rinde ikiyüzlüdürler.

Allah, Rasulüne bu durumu bildirdi. "Allah şahittir ki..." ayetinin manası, Allah onların kalplerindeki fesatlığı ve yemin ettikleri konuda yalancı oldukla­rını da gayet iyi bilir, demektir.

Onların bu mescidi zarar vermek ve kötülük etmek için inşa etmeleri se­bebiyle Allah, Cebrail'e vahyedip Rasulü'nün orada namaz kılmasını yasakladı. Ümmet de bu konuda ona tabidir. "Orada namaza durma!" Yani orada namaz kılma. Bazan namaz "kıyam" kelimesiyle ifade edilebilir. Meselâ, "Falan geceyi kıyamla geçiriyor" denir. Buharî'deki sahih hadis böyledir: "Kim Ramazan'da inanarak ve sevabını yalnız Allah'tan umarak kıyamla geçirirse geçmiş günah­ları bağışlanır."

Gelecek zamanın tamamını içine almak üzere "ebediyyen" manasında kul­lanılan "ebedî" kelimesinin nehiy cümlesinde yer alınca genellik ifade ederek "sakın, kesinlikle, asla" manasında kullanıldığı görülmektedir.

Cenab-ı Hak bundan sonra iki sebeple Rasulünü Küba Mescidi'nde namaz kılmaya teşvik etmiştir:

Birincisi: Bu mescit takva üzerine bina edilmiştir. Binası, ilk gününden itibaren takva yani Allah'a ve Rasulü'ne itaat esası üzerine, müminlerin birli­ğini temin ve müslümanlara bir merkez ve karargâh olması için kurulmuştu.

"Takva esası üzerine kurulmuş mescit..." yani Allah korkusu, ihlâsla ibadet etmek, müminleri Allah Rasulünün sevgisi üzerine toplamak ve İslâm birliği uğruna çalışmak için bir merkez olmak üzere kurulmuş mescit, içinde namaz kılmak için, diğer yerlerden daha uygun ve daha evlâdır ey Rasulüm!

Burada zikredilen mescit -Sahih-i Buharı'de belirtildiği, ayetlerin ve bu konudaki olayların gösterdiği gibi- Küba Mescidi'dir. Bunun içindir ki sahih bir hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.), "Küba Mescidi'ndeki namaz bir umre gibidir" buyurmuşlardır.

Ancak İmam Ahmed, Müslim ve Nesai'nin rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.)'e bu ayette geçen mescidin hangi mescit olduğu sorulmuş o da "Medi­ne'deki mescit" şeklinde cevap vermiştir. Ayette her iki mescidin de murad edil­miş olmasına hiçbir engel yoktur. Çünkü her iki mescit de inşasına başlanıldığı ilk günden itibaren hayırlara mekân olmuştur.

İkincisi: Bu mescitte hem (günah ve masiyetlerden arınma anlamında) manevî temizliği hem de (elbise temizliği, abdest ve gusülle beden temizliği, is-tincada taş kullanıldıktan sonra su ile taharet alınması manasında) maddî te­mizliği seven kişiler vardır. Bu ikinci çeşit temizlik müfessirlerin çoğunluğu­nun görüşüdür. Evlâ olan her iki çeşit temizliğin murad edilmiş olmasıdır.

Allah çok temizlenenleri yani ruhî, manevî, cesedî ve bedenî temizliğe çok önem verenleri sever. Bunlar insanlar arasındaki kâmil şahsiyetlerdir.

Beyzavî der ki: Orada Allah rızasını kazanmak için günahlardan ve kötü hasletlerden temizlenmeyi isteyenler vardır. Allah çok temizlenenleri sever, ya­ni onlardan razı olur. Aşığın sevgilisine yakınlık duyması gibi onları kendisine yaklaştırır.

Keşşafta Zemahşeri şöyle demektedir: Onların çok temizlenmeyi sevmele­rinin işareti, temizliğe önem vermeleri ve buna bir şeyi çokça sevenin gösterdi­ği riayeti göstermeleridir. Allah Tealâ'nın onları sevmesi ise onlardan razı ol­ması, onlara aşığın sevgilisine gösterdiği gibi lütuf ve ihsanda bulunmasıdır.[307]

"Allah'ın kullarını sevmesi"nin manası ise Onun razı olması, müminleri kabul eylemesi ve kendisine yakın kılmasıdır. Çünkü Allah sıfatlarımıza ben­zemekten münezzehtir. O'nun sevmesi bizim sevmemizden başkadır. Bu Onun kemaline lâyık bir vasıftır.

Nitekim Buharî'nin rivayet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Kulum bana nafilelerle yaklaşır. Nihayet onu severim. Onu sevdiğim zamanda onun işiten kulağı, gören gözü olurum."

Bu ayette geçen "Allah'ın sevgisi" Allah'ın Peygamberin ehl-i beytini terte­miz kılma hususundaki sevgisine benzemektedir: "Ey Peygamber ailesi!. Şüp­hesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister." (Ah-zab, 33/33).

Bundan sonra Cenab-ı Hak her iki mescidin inşa edilmesinin hedeflerini karşılaştırdı: Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine -yani dünya ve ahirette faydalı sağlam bir temel üzerine- bina edenle, zarar vermek, inkâr etmek, mü­minlerin arasını açmak ve daha önce Allah ve Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak için mescit bina eden birbirine eşit olamaz. Çünkü böyleleri binalarını çökecek bir uçurum kenarına, yani bir vadiye düşmeye ha­zır, zayıf ve yıkılmaya yüz tutmuş bir yere yapmaktadırlar. Eğer çökerse Ce-hennem'in dibine yuvarlanacaktır. Allah fesatçıların yaptıkları işleri düzeltme­yen zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Onları hak, adalet, istikamet ve doğruluğa; kendilerinin menfaati ve kurtuluşu olan hususlara muvaffak kıl­maz.

Razî der ki: "Dünyada münafıkların durumuna bu misalden daha uygun bir misal bulamayız."

Sözün özü şöyledir: İki binadan birini yapanlar bu binayı yaparken Allah korkusu ve rızasını, ikinci binayı yapanlar ise masiyet ve küfrü gözettiler. Bi­rinci bina şerefli ve ayakta kalması gerekli bir bina, ikinci bina ise değersiz, yı­kılması gerekli bir bina oldu.

"... Onunla birlikte Cehennem ateşine yuvarlandı" ayeti bir rivayette "Bu gerçektir. Burası Cehennem'den bir yerdir" denildi. Diğer bir rivayette ise, "Bu mecazdır, ayetin manası, "Bina Cehennem'e girdi, sanki yıkılıp Cehennem'in içine düştü" demektir.

Bundan sonra da Cenab-ı Hak münafıkların Dırar Mescidine yerleşmekle meydana gelen tarih boyunca kalacak kötü manaları beyan etmektedir:

Onların bu binaları ve yıkımı dinde şüphe etmelerine, iki yüzlülüklerinin artmasına sebep olacaktır. Çünkü bu bina nifak ve küfrün tesirlerini müşah­has kılıyordu. Bu durum onların kalplerinde nifakı yerleştirdi. Tıpkı buzağıya tapanlara onun sevgisinin verildiği gibi. Bu şekilde devam edecek; yürekleri paramparça oluncaya, idrak kabiliyeti tamamen kayboluncaya, yani ölünceye kadar öyle devam edecek.

İnşa etmeleriyle sevindikleri bu bina dindeki şüphelerinin kaynağı, gönül­lerine yerleşen küfür ve nifakın müşahhas bir ifadesidir. Peygamberimiz (s.a.) bu binanın yıkılmasını emrettiği zaman bu onlara çok ağır gelmiş, kızgınlıkları artmış, onun peygamberliği hakkındaki şüpheleri çoğalmıştı. Korkuları bir kat daha büyümüş, kendi durumları hakkında tereddüde düşmüşlerdi: Acaba öldü­rülecekler miydi, yoksa serbest mi bırakılacaklardı? Bu binanın kendisi bizzat şüphe idi, şüphelere de sebep oldu. Şüpheye sebep oluşu binanın tahrip edilme­si ve yıkılmasıyla ortaya çıktı.

Allah yarattıklarının amellerini gayet iyi bilendir, hayır veya şer onlara karşılık vermekte tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Münafıkların halini açıklamak, gerçeklerin bilinmesi için Onun hikmetindendir. [308]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir.

1- Münafıklardan bir grup şu dört sebeple Küba Mescid'i civarında Dırar Mescidini yaptılar: Amaçları müslümanlara zarar vermek, Peygamberimiz (s.a.)'i ve getirdiği Kitabı inkâr etmek, müminlerin arasını açmak, Allah ve Ra-sulüne düşmanlık edenlere karargâh hazırlamak.

Dırar Mescidi tabirindeki menfilik bizzat kendisinde değil, mescidi yapan­ların gayesindedir.

2- İyi niyetli ve gayelerinin halis olduğuna dair yaptıkları yeminler yalan­dır.

3- Malikîler demişlerdir ki: Zarar vermek veya gösteriş niyetiyle kurulan her mescit Dırar Mescidi hükmündedir; öyle bir yerde namaz kılmak caiz değil­dir. Böyle bir mescidin yanıbaşına başka bir mescit yapılmışsa yıkılması vacip­tir. Çünkü bu durumda birinci mescidin halkı ayrılır, mescit boş kalır. Ancak şehir büyük, halkı çok ise ve bir mescit yeterli değilse bu durumda ikinci bir mescit bina edilebilir. Bir beldede iki veya üç mescit bina edilmesi uygun değil­se bu durumda ikinci bir mescit bina edilebilir. Bir beldede iki veya üç mescit bina edilmesi uygun değildir. İkinci mescit men edilmelidir. Kim böyle bir yer­de Cuma namazı kılarsa o cuma geçerli değildir.[309]

4- Alimler diyorlar ki: Zalimin birinin tayin ettiği imamın arkasında, ma­zeretini ortaya koymadıkça veya tevbe etmedikçe namaz kılınmaz.

Çünkü Hz. Ömer (r.a.) hilâfeti esnasında Mücemmi' b. Cariye'nin Küba Mescidi'nde imam olarak namaz kıldırmasına izin vermemişti. Çünkü Dırar Mescidi'nin imamı idi. Sonra da münafıkların ondan gizledikleri şeylerden bil­gisi olmadığı ortaya çıkınca onun imamlığına izin verdi.

5- İbadet için bina edilen mescit başkalarının zararına sebep oluyorsa za­rara sebep olan her bina gibi bu da yıkılır. Tıpkı başkasına zararı dokunan fırı­nın yıkılması, değirmen yapanın, kuyu kazan kimsenin engellenmesi gibi... Bu­radaki ölçü, kardeşine veya komşusuna zarar veren kimsenin engellenebilece­ğidir. Buna günümüzde hukukçular, "Hakkı kullanmada aşın gitme nazariyesi" adını vermektedirler. Maliki fakihleri ve başkalarının bu nazariyeyi kabul ettikleri hususu daha önce geçmişti.

6- "Ameli küfür." İbnü'l- Arabî şöyle der: Bunlar, Küba Mescidi veya Pey­gamberimiz (s.a.)'in Mescidi'nin hürmeti olmadığına inanmaları sebebiyle kâfir oldular.

7- "Müminlerin arasını açmak" ifadesi işaret etmektedir ki cemaatin varlı­ğının en yüce maksadı kalpleri birbirine ısındırmak, onları itaat noktasında birleştirmektir. Böylece insanlar birbirleriyle kaynaşır, kalpleri kinlerden arı­nır.

İmam Malik -diğer alimlere muhalif olarak bu ayetten şu hükmü çıkart­maktadır: Bir mescitte iki ayrı imam arkasında iki cemaat namaz kılınmaz.

8- "Onlar, iyilikten başka bir niyetimiz yoktu, diye yemin ederler." ayeti işa­ret ediyor ki fiiller amaç ve maksadın değişmesiyle değişikliğe uğrarlar.

9- "Orada asla namaza durma!" mealindeki ayete göre Dırar Mescidi'nde namaz kılmanın haram oluşu.

10- Takva Mescidi'nin namaz kılmak için diğerinden daha lâyık olduğu. Takva, imamın cezadan kurtulmasına vesile olarak güzel hasletlerdir.

11- İslâm'ın manevî temizliğe (kinlerden uzak kalmaya, gönül temizliğine sahih imana) ve maddî temizliğe (abdeste, gusüle, elbiseye, bedenden ve namaz kılınacak yerlerden pisliğin kaldırılmasına) teşvik etmesi... Çünkü Allah bu ayette temizliği seven ve önem veren kişilere senada bulundu.

Necasetin kaldırılması hususunda alimlerin üç görüşü vardır.

Birinci görüşe göre farzdır. Bilerek veya bilmeyerek pis bir elbise ile na­maz kılan kimsenin namazı caiz olmaz. Bu imam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. İmam Malik'ten de bu şekilde bir rivayet vardır.

İkinci görüşe göre ise necaset dirhem miktarı (3,2 gr.) ise namaz iade edi­lir. Dirhem miktarı dübürün halkasına kıyas edilerek belirtilmiştir. Bu görüş İmam Ebu Hanife ve İmam Ebu Yusuf un görüşüdür.

Üçüncü görüşe göre ise elbise ve bedendeki necasetin temizlenmesi sün­nettir, farz değildir. Bu İmam Malik'in diğer görüşüdür.

Kurtubî der ki: Birinci görüş inşallah daha sahihtir. Çünkü Peygamberi­miz (s.a.) Buharî ve Müslim'in rivayetine göre, yanyana iki kabrin yanından geçerken şöyle dedi: "Bu iki kabirde yatan da azap görüyor. Ama büyük bir şey sebebiyle azap görmüyorlar. Biri, laf taşıyıcılık yapması, diğeri ise küçük ab-destten sonra tam manasıyla istibra yapmaması sebebiyle azap görüyor." İnsan ise ancak farzı terk etmesi sebebiyle azaba uğrar.

Ebubekir b. Ebî Şeybe, Ahmed b. Hanbel, İbni Mace ve Hakim Ebu Hurey-re'den şöyle rivayet etmektedirler: Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Kabir azabının çoğu idrar sebebiyledir."

Diğerleri ise Cebrail (a.s.)'in Peygamberimiz (s.a.)'e gelip namazda ayakla-nndaki nalinlerinde pislik olduğunu bildirmesi üzerine Rasulullah (s.a.)'m na- ünlerini çıkarmasını delil olarak zikretmişlerdir.[310]

Kıldığı namazı iade etmemesinden de necaseti izale etmenin sünnet oldu­ğu ancak namazının sahih olduğu anlaşılmaktadır. Vaktin içinde olduğu müd­detçe kâmil bir namaz kılmak için namazını iade edebilir.

12- 109. ayet delâlet etmektedir ki, Allah korkusu ve O'nun rızasını ka­zanma niyetiyle başlanan her şey bakidir, sahibine mutluluk verir ve onu Al­lah'a yükseltir:

"... Geride kalan salih amellerine ise sevap olarak da, ümit kaynağı olarak da Rabbinin nezninde sizin için daha hayırlıdır. (Kehf, 18/46).

13- Dırar Mescidi münafıkların şek ve şüpheye düşmelerinin sebebi idi. Bu mescidi bina ettiklerinde son derece sevinmişlerdi. Rasulullah (s.a.) yıkıl­masını emredince de bu onlara çok ağır geldi, kızgınlıkları arttı ve Rasulul-lah'ın hakkındaki tereddütleri çoğaldı. Kalplerindeki bu şek ve şüphe ölünceye kadar devam etmiştir. [311]

 

Kamil Ve Sadık Müminlerin Sıfatları: Müminler Mücahid, Tevbekâr Ve Abiddirler

 

111- "Allah yolunda çarpışan, düşmanla­rı öldüren ve ölen müminlerin canlarını ve mallarını Allah kendilerine cenneti vermek karşılığında satın almıştır. Bu, Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da olan gerçek vaadidir. Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir. O'nunla yaptığınız bu alışverişten dola­yı sevinin. Gerçekten bu büyük bir ka­zançtır.

112- Bunlar, günahlarından tevbe eden­ler, Allah'a ibadet edenler, O'na hamdedenler, O'nun yolunda seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği em­redip kötülüğü yasaklayanlar ve Al­lah'ın koyduğu sınırları koruyanlardır. O müminleri müjdele.

 

Belagat:

 

"Allah satın almıştır." Burada istiare-i tebeiyye sanatı vardır. Onların can­larını, mallarını feda etmeleri ve buna karşılık cennetle mükâfatlandırılmalan alışverişe benzetilmiştir. Gerçekte Allah'ın bir şeyi satın alması mümkün değil­dir. Çünkü Allah her şeyin gerçek sahibidir. Bunun için Hasan el-Basrî "Yarat­tığı canlan, onlara nzık olarak verdiği mallan satın almıştır" demiştir.

"... öldüren ve ölen ..." Bu iki kelime arasında şekildeki farklılık sebebiyle nakıs cinas vardır.

"O halde... sevinin." Bu ifadeden önce gaibe hitap edilirken bu ifade ile muhataba hitap etmeye geçilmiştir.

"Rükû edenler, secde edenler" yani namaz kılanlar. Bu ifadede "cüz" kulla­nılıp "küll" kastedilerek mecaz-i mürsel yapılmıştır. "O müminleri müjdele." Zamir kullanılacak yerde sıfat kullanılmış, yani (onlan müjdele) yerine "o mü­minleri müjdele" denmiştir. Bunun sebebi müminlere değer vermek, onlara iti­na göstermek, onlan bu dereceye ulaştıran şeyin imanlan olduğuna ve kâmil müminin bütün bu vasıflan taşıması gerektiğine işaret etmektedir. [312]

 

Kelime ve İbareler:

 

"... müminlerin ... satın almıştır." Yani mallannı, canlannı cihad ederek Allah'a itaat yolunda feda etmeleri suretiyle satın almıştır. Bu temsil şu ayet-i kerimedeki temsil gibidir: "Onlar hidayeti bırakıp dalâleti satın alan kimseler­dir." (Bakara, 2/16, 175)

"Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir1?" Yani ondan daha vefakâr daha çok ahdini yerine getiren hiç kimse olamaz.

"Gerçekten bu" satın alman cennet "en büyük kazançtır." Yani istenen ga­yeyi gerçekleştiren en büyük saadettir.

"Bunlar ...ibadet edenler" ibadeti sadece Allah için yapanlar, Allah'a iba­dette ihlaslı olanlar, "Hamdedenler..." Allah'a her hal üzerine hamdedenler. "O'nun yolunda es-Saihûn: seyahat edenler," bir anlamı da "oruç tutanlar"dır; "rükû edenler, secde edenler" namaz kılanlar, "Allah'ın koyduğu sınırları koru­yanlardır. " Ahkâmıyla amel ederek hadleri koruyanlardır.

"O müminleri" Cennet ile "müjdele!" [313]

 

Nüzul Sebebi

 

Bu ayet 70 kişilik Ensar topluluğu ikinci biatta (büyük Akabe Biatında) Rasulullah (s.a.)'a biat ettiği zaman nazil oldu. Aralarında yaşça en küçükleri Ukbe b. Amr idi.

Taberî şöyle rivayet ediyor ki: Abdullah b. Ravâha o gün Rasulullah (s.a.)'a: "Rabbin ve kendin için dilediğin şeyleri şart koşabilirsin" dedi. Rasulul­lah (s.a.) da "Rabbim için, O'na kulluk etmenizi, hiçbir şeyi O'na ortak koşma­manızı, nefsim için ise canlarınız ve mallarınızı koruduğunuz düşmanlardan beni de korumanızı şart koşuyorum" dedi. Ensar: "Bunu kabul edersek ne elde edeceğiz" dediler. Efendimiz (s.a.) "Cennet" dedi. Ensar "Ne kazançlı ticaret, ne geri veririz, ne de bizden geri istenir." dediler. Bunun üzerine,"Şüphesiz Allah müminlerin canlarını... satın almıştır" mealindeki ayet nazil oldu. [314]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ münafıkların Tebuk Gazvesi'ne katılmamaları sebebiyle yap­tıkları rezil ve çirkin davranışlarını açıkladıktan ve müminlerden de ihmalkâr olanları beyan ettikten sonra imanlarında sadık olan ve Allah yolunda cihad eden müminlerin vasıflarını belirtti. [315]

 

Açıklaması

 

Bu ayet cihada teşvik amacıyla verilen bir misaldir. Bununla Cenab-ı Hak müminlerin canlarını ve mallarını feda etmelerinden dolayı kereminden, lüt-fundan ve ihsanından dolayı onların cennetle mükâfatlandırmasını "satın al­ma" diye ifade etmiştir. Çünkü Allah kendisine itaat eden kullarına lütufta bu­lunarak sahibi olduğu şeylerin kendisine bedel olarak verilmesini kabul etmiş­tir. Hasan-ı Basrî ve Katade der ki: Vallahi Allah onlarla alışveriş etmiş malın fiatını da yüksek tutmuştur.

Ayetin manası şudur: Şüphesiz Allah müminlerin canlarını ve mallarını "cenneti verme" gibi bir karşılıkla satın aldı. Yani Allah kendi yolunda canları­nı ve mallarım feda etmelerine karşılık onlara cenneti mükâfat olarak vermesi­ni bir ticaret malına benzetti.

Sonra niçin bu alışverişin yapıldığını, canlarını ve mallarını cennet karşı­lığında nasıl satacaklarını şöyle açıkladı: Onlar Allah yolunda çarpışırlar, düş­manları öldürürler, Allah yolunda şehit olurlar. İster öldürüp öldürülsünler, is­terse ikisi birden meydana gelsin, onlara cennet vacip olmuştur.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bu vaadi ve haberini şu ayetle tekit etti: "Bu, Allah'ın gerçek vaadidir." Yani onlara verdiği bu vaatle kendine bunu vacip kıl­dı. Bu vaadi Hz. Musa'ya indirilen Tevrat, Hz. İsa'ya indirilen İncil ve Hz. Mu-hammed (s.a.)'e indirilen Kur'an'da kesin olarak bildirdiği sabit bir hak kıldı. Tevrat ve İncil'in zayi olması veya tahrife uğraması bunun meydana geldiğini ortadan kaldırmaz. Allah bu kitapları tasdik eden ve bu kitapları nesheden Kur'an'da bu durumu ispat etmiştir.

"Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir?" Yani ahdine daha çok bağlı, vaadini infaz etmekte Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren hiç kimse yoktur. Çünkü o vaadinden dönmez. Yine Cenab-ı Hak buyuruyor: "Al­lah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" (Nisa, 4/ 87, 122).

Bu söz, vaadi yerine getirme hususunda kesin bir ifade, ve bu vaadin ger­çek olduğunu bir defa daha tespittir.

Sözde durma bu şekilde kesinleşince, canlarınızı ve mallarınızı feda etme­niz üzerine Allah'ın bir sevabı, lütuf ve ihsanı olarak kazandığınız cennet sebe­biyle son derece mutlu olup sevinin. Bu kazanç büyük bir kazanç, ebedî bir ni­mettir. Bundan daha büyük bir kazanç yoktur."

Burada zikredilen Allah yolunda canlarını ve mallarını feda eden mümin­ler gerçekten inkarcı olmaktan tevbe eden Allah'ın rızasını aykırı şeyleri terk etmek suretiyle Allah'a dönen müminlerdir.

Tevbe masiyetin çeşidine göre farklılık arz eder. Küfür yolundan tevbe et­mek ondan dönmekle, münafığın tevbesi nifakı terk etmekle olur. İsyankâr kimsenin tevbesi işlediği günaha pişmanlık duymakla ve onu gelecekte bir da­ha işlememeye kesin kararlı olmakla gerçek tevbe olur. Herhangi bir hususta ihmalkâr davranan kişinin tevbesi bu kusurunu telâfi etmekle, Rabbinden ga­fil olan kişinin tevbesi Allah'ı çokça zikredip O'na şükretmek suretiyle olur.

O müminler Allah'a O'nun dininde ihlâslı olarak "ibadet eden," bollukta ve darlıkta Ondan gelene ve O'nun nimetlerine "şükreden kimselerdir." Hz. Aişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.)'e sevindirici bir haber geldiği zaman "Al­lah'a hamdolsun ki O'nun verdiği nimetlerle salih ameller tamamlanıyor" der­di. Efendimiz (s.a.)'in hoşuna gitmediği bir haber gelince de "Allah'a her du­rumda hamdolsun" derdi.

O müminler cihad etmek, ilim tahsili veya helâl rızık talebiyle yeryüzünde "seyahata çıkan" kimselerdir. Bit rivayette buna oruç tutanlar manası verilmiştir. Hakimin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte, "Saihun, oruç tu­tanlardır" buyurulmuştur. Çünkü oruç şehvetlere ve lezzetlere engel olmakta­dır. Seyahatta da genellikle böyledir. Oruç ayrıca Mülk ve Melekût alemin giz­liliklerini öğrenmeye vesile olan, nefsi terbiye eden bir ibadettir.

O müminler "rükû ve secde eden" farz namazları kılan kimselerdi. Burada rükû ve secdenin şerefli (yani diğer rükünlere göre daha anlamlı) olması, Al­lah'a boyun eğme, O'nun huzurunda eğilme manası taşıması sebebiyledir. O yüzden burada namazın sadece bu iki önemli rüknü zikredilmiştir.

Onlar "iyiliği emreden" iman ve taate davet edenler, "ve kötülüğü" yani şirk ve diğer masiyetleri "yasaklayan kimselerdir." Buradaki "ve" edatı "iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama"nın tek bir özellik olduğunu ifade eden bir atıf edatıdır. Sanki "bu iki vasfı bir arada toplayan kimseler" denilmiş oluyor.

Onlar "Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlar" yani Allah'ın farzlarına, şe­riatına, hükümlerine riayet eden kimselerdir. Bu ifade bütün faziletli amelleri içine almaktadır; bundan önceki hususlar bunun tafsilatı şeklindedir. Bütün bu vasıfları taşıyanlar Allah'ın koyduğu sınırlan koruyan kimselerdir.

Bu kişilerin mükâfatları ise şu şekilde ifade edilmektedir: Ey Rasulüm! Bu faziletli sıfatlan taşıyan müminleri dünya ve ahiretin hayırlanyla müjdele. Ayette müjdelenen şeyin zikredilmemiş olması bunun büyüklüğüne işarettir. Sanki şöyle demektedir. Onlan kelimelerin ifade edemiyeceği, akıllann alama­yacağı nimetlerle müjdele.[316]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:

1- Allah yolunda malla veya canla yahut her ikisiyle yapılacak cihadın se­vabı ve mükâfatı cennet'tir. Allah Tealâ bu manaya mecaz yoluyla yani feda edilen can ve mallar ile bunlara karşılığı verilecek cenneti bir alış veriş mu­amelesine benzetmek suretiyle ifade etmiştir. Kulun canını ve malını teslim et­mesi Allah'ında sevap ve mükâfat vermesi şeklinde açıklanmıştır.

Allah Tealâ bu sevabı ve cenneti lütfetmesini aşağıdaki 10 ayn tekit ile kesinleştirmiştir:

a) Satın alanın Allah oluşu

b) Karşılıklı alış-verişle sevabın hasıl olması

c) "Vaad" kelimesi;

d) Allah'ın vaadi ise haktır

e) Tevrat, İncil, Kur'an-ı Kerim gibi büyük kitaplarda bu vaadin yer alması..

f) Aynı zamanda bütün bu kitaplar, peygamberleri ve rasulleri bu ahş-veri-şe şahit kılma manasını da ihtiva etmektedir.

g) "Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir?" ayeti bu konuda son derece kesin bir tekittir.

h) "O halde O'nurda yaptığına bu alış-verişten dolayı sevinin" ayeti bir kat daha tekittir.

i) "Bu bir kazançtır" ifadesi

k) "el-Azîm" ifadesi bu durumu tekit etmektedir.

2- Alimler diyor ki: Allah akil-baliğ müminlerden canlarını ve mallarını satın aldığı gibi çocuklardan da satın almıştır. Büyüklerin ibret almaları ve ilâ­hî maslahat icabı çocuklara âlem ve hastalık vermektedir. Çünkü büyükler ço­cukların hastalık durumlarında daha maneviyat ehli ve fesatlardan daha uzak olmaktadırlar. Allah bu çocuklara hastalıktan sonra iyilik ve güzellik vermek­tedir.

3- Sadece Allah yolunda ve O'nun rızası uğrunda savaşmak kişiyi "Cennet" dediğimiz mükâfata lâyık kılmaktadır.

4- Cihadın meşru kılınması ve düşmanlarla savaşmak Hz. Musa (a.s) za­manı kadar eskidir.

5- Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren hiç bir kimse yoktur. O hem vaadini, hem de vaidini (tehdidini) yerine getirir. Vaadi herkes için ama vaidi sadece günahkârlar veya bazı günahlar yahut bazı durumlara mahsustur.

6- Hasan el-Basrî "... bu alış verişten dolayı sevinin" ayeti hakkında, "Yer­yüzünde bu alış verişe dahil olmayan hiç bir mümin yoktur" demiştir.

7- "tevbe edenler, ibadet edenler..." ayeti "cihad edenler" vasfından sonra dokuz vasıf saymıştır. Böylece kâmil müminlerin vasıfları 10 tane olmaktadır. Çünkü bu iki ayet müstakil iki ayet değil, birbiriyle irtibat halinde iki ayettir.

İbni Abbas diyor ki: "Allah müminlerden... satın almıştır" ayeti nazil olun­ca bir kişi, "Ya Rasulallah!. Zina etse, hırsızlık yapsa, içki içse de bu dereceye ulaşır mı?" diye sordu. Bunun üzerine "tevbe edenler, ibadet edenler..." ayeti na­zil oldu.[317]

Bu dokuz vasıf şunlardır:

Tevbe edenler: Allah'a isyan içinde bulundukları kötü durumdan O'na itaat yolunda takdir edilen duruma dönenler.

İbadet edenler: Sadece Allah için ibadet edip, O'na itaat eden, O'nun kaza ve kaderine razı olanlar, verdiği nimetleri Allah'a itaat yolunda sarfedenler.

Şükredenler: Her halde Allah'a hamdederler.

Oruç tutanlar: Burada oruç tutana "seyahata çıkan" ismi verildi. Çünkü oruçlu yeme, içme ve şehvetini tatmin gibi bütün lezzetleri bırakmaktadır. Atâ diyor ki: "Seyahata çıkanlar" cihad yoluna çıkan kimselerdir.

Rüku edenler; Secde edenler: Yani farz ve nafile namazlarını eda edenler.

İyiliği emredenler: İmanla veya sünnet-i seniyyeye uyarak iyiliği emreden­ler.

Kötülüğü yasaklayanlar: Küfür, bid'at ve masiyeti yasaklayanlar.

Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlar: Yani Allah'ın emirlerini yerine geti­rip, yasakladığı haram ve günahlardan uzak duranlar. Bu vasıflar kâmil mü­minlerin vasıflandır. Allah bunları, müminler kendi aralarında bu vasıfları el­de etme hususunda yarışsınlar diye zikretmiştir.

8- "Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlar..." Bu ifade ister ibadetlerle is­terse muamelelerle ilgili olsun bütün şer'î vazifeleri içine almaktadır. Ama bu son vasıftan önce diğer vasıflar, umumiyetle mükellef olan bir şahsa gerekli ol­ması sebebiyle bir bir sayılmıştır.

9- "O müminleri müjdele" ifadesi zikredilen bu müjdenin sadece bu belirti­len vasıflan taşıyan müminlere mahsus olduğunu bildirmek içindir. [318]

 

Müşrikler İçin İstiğfar Etmenin Hükmü, Günahlara Ceza Verilmesinin Şart Oluşu

 

113- Müşriklerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra artık onlar için ne peygamberin ne de müminlerin Al­lah'tan af dilemeleri doğru değildir.

114-  İbrahim'in babası için af dilemesi de sadece ona verdiği sözü yerine getir­mesi içindir. Fakat babasının Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkınca İbrahim ondan uzaklaştı. İbrahim gerçekten çok niyaz eden ve yumuşak huylu bir kişi idi.

115- Allah bir kavmi hidayete ilettikten sonra, sakınmaları gereken şeyleri açıklamadıkça onları saptırmaz. Şüphe­siz Allah her şeyi bilendir.

116-  Şüphesiz ki göklerin ve yerin mül­kü yalnız Allah'ındır. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.

 

Belagat:

 

"... Bir kavmi hidayete ilettikten sonra... onları saptırmaz." Hidayete ilet­mek ve saptırmak kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

Yine "O hem diriltir, hem de öldürür" kelimeleri arasında da tezat sanatı vardır.

"Ona (söz) verdiği" ile "sözü yerine getirmesi içindir" ifadeleri arasında ci-nas-ı iştikak sanatı vardır. [319]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Cehennemlik, oldukları belli olduktan sonra" yani küfür üzerine ölmeleri sebebiyle cehennemliktirler, "ne peygamberin ne de müminlerin istiğfar etmele­ri" Allah'tan af dilemeleri "doğru değildir."

"İbrahim 'in babası için af dilemesi ona verdiği sözü yerine getirmesi için­dir". Çünkü Hz. İbrahim (a.s.) babasının müslüman olmasını ümid ederek, "Se­nin için Rabbimden af dileyeceğim" demişti. (Meryem, 19/47).

"Babasının Allah düşmanı olduğu ortaya çıkınca..." Bu da küfür üzerine öl­mesi sebebiyledir. "İbrahim ondan uzaklaştı" O'nun için istiğfar etmeyi bıraktı.

"İbrahim ... çok niyaz eden" çok yalvaran, çok içli ve çok dua eden. "Halim" yumuşak huylu, eza ve cefaya sabreden, kızmayan, "birisi idi." Bu cümle baba­sının Hz. İbrahim'e olan düşmanlığına rağmen Hz. İbrahim (a.s.)'ı babası için istiğfar etmeye sevkeden sebebi açıklamak için zikredilmiştir.

"Allah bir kavmi hidayete" yani İslâm'a "ilettikten sonra..." "sakınacakları şeyleri açıklamadıkça" yani sakınmaları gerekli amellerin tehlikelerini açıkla­madıkça... Eğer bunlardan sakınmazsa delâlete düşmeye lâyık olurlar, "onları saptırmaz" yani onların delâlette olduklarını söylemez veya onları muaheze etmez.

"Allah her şeyi bilendir." Bu ifadenin içinde hidayete ve sapıklığa müste-hak olanları bilmek de vardır. [320]

 

Nüzul Sebebi

 

İmam Ahmed, Buharî, Müslim, İbni Ebî Şeybe, İbni Cerîr ve diğer imam­lar Said b. Müseyyeb'den, o da babasından naklediyor ki: Ebu Talib'in son has­talığında Peygamberimiz (s.a.) yanına girdi. O sırada Ebu Talib'in yanında Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye vardı.

Peygamberimiz (s.a.): "Amca! Lâ ilahe illallah" de. Bu sözle sana Allah ka­tında hüccet getireyim" dedi. Ebu Cehil ve Abdullah "Ey Ebu Talib! Baban Ab-dulmuttalib'in dininden dönmek ister misin?" dediler. O'nunla konuşmaya de­vam ettiler. Nihayet Ebu Talib'in son sözü "Abdulmuttalib'in dini üzerine" cüm­lesi oldu. Peygamberimiz (s.a.) de: "Bunun hakkında herhangi bir yasak gelme­dikçe vallahi, senin için Allah'tan mağfiret dileyeceğim" dedi. Bunun üzerine, "Müşrikler için... ne peygamberin, ne de müminlerin Allah'tan af dilemeleri doğru değildir". (Tevbe, 9/113) ayeti indi. Yine Ebu Talib hakkında "Sen sevdi­ğini hidayete kavuşturamazsın" (Kasas, 68/52) ayeti indi.

Bu rivayetten anlaşıldığına göre bu ayet Mekke'de inmiştir. Çünkü Ebu Talib hicretten yaklaşık üç sene önce Mekke'de vefat etmişti. Bu surenin "Me­denî" olmasını dikkate alarak bazı alimler bu ayetin Ebu Talib hakkında inmiş olmasını uzak bir ihtimal olarak görmüşlerdir.

Tirmizî'nin Hz. Ali (r.a.)'den naklettiği ve Hakim'in de "Hasen hadis" diye hükmettiği hadis-i şerifte Hz. Ali diyor ki: "Ana-babası için -müşrik oldukları halde- Allah'tan af dileyen birini gördüm. Ona: "Anan-baban müşrik oldukları halde onlar için Allah'tan af mı diliyorsun?" dedim. Bana "Hz. İbrahim (a.s.) de müşrik olduğu halde babası için af diledi" dedi. Ben de bunu Rasulullah (s.a.)'a anlattım. Bunun üzerine "Müşrikler için., ne peygamberin, ne de müminlerin Allah'tan af dilemeleri doğru değildir" ayeti nazil oldu.

Hakim, Beyhakî Delâil kitabında ve başkaları İbni Mes'ud'dan rivayet et­mektedirler ki: Rasulullah (s.a.) bir gün mezarlığa gitti. Bir kabrin yanında oturdu. Uzun müddet Allah'a yalvardı. Sonra ağladı. Onunla ben de ağladım. Dedi ki: "Yanında oturduğum kabir annemin kabridir. Ben Rabbimden ona dua etmek için izin istedim. İzin vermedi. Bunun üzerine "Müşrikler için... ne Pey­gamberin, ne de müminlerin Allah'tan af dilemeleri doğru değildir" mealindeki ayet nazil oldu.

İmam Ahmed, İbni Merdûveyh -hadisin lafzı da ona aittir- ve Büreyde' de nakletmektedirler ki: Peygamberimiz (s.a.) ile beraberdim. Usfan'da durdu. Annesinin kabrini görmüştü. Abdest alıp namaz kıldı ve ağladı. Sonra şöyle buyurdu: "Rabbimden onun için istiğfar etmek hususunda izin istedim." Bunun üzerine "Müşrikler için ne Peygamberin, ne de müminlerin Allah'tan af dileme­leri doğru değildir" ayeti indi.

İmam Ahmed, Müslim ve Ebu Davud'un Ebu Hureyre'den rivayet ettikle­rine göre, Rasulullah (s.a.) annesinin kabrine gitti, ağladı etrafindakileri de ağ­lattı. Sonra şöyle buyurdu: "Rabbimden onun için istiğfar etmek hususunda izin istedim, bana izin vermedi. Annemin kabrini ziyaret etmek için izin iste­dim, bana izin verdi. Kabirleri ziyaret edin. Çünkü kabirler size ölümü hatırla­tır."

Bu rivayetler gösteriyor ki, bu ayetin nüzul sebebi ya Ebu Talib, ya Pey­gamberimiz (s.a.)'in annesi, yahut ana-babası için istiğfar eden müslüman bir şahıstır.

Hafız İbni Hacer diyor ki: Bu ayetin nüzulü için birkaç sebep olabilir: Ya ayetten önce Ebu Talib'in durumu, ya ayetin nüzulünden sonra Amine'nin du­rumu, ya da Hz. Ali (r.a.) kıssası olabilir. Başkaları ise, bu ayeti birkaç defa na­zil olmuş olabilir, diyerek rivayetlerin arasını bulmuşlar, tercih yapmamışlar­dır. [321]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Tevbe suresi'nin konusu başından buraya kadar "Müslümanların kâfir ve münafıklardan her durumda uzak olduğunun ilânı" idi. Bundan sonra kâfir ve münafıkların dirilerinden uzak olmak gerektiği gibi, anne ve baba gibi insana en yakın kişiler bile olsalar onların ölülerinden de uzak durmanın gerekli oldu­ğu beyan edildi. Bundan maksat onlarla her durumda ilişkiyi kesmenin şart ol­duğunu beyan etmektir. [322]

 

Açıklaması

 

Müşrikler için ne Peygamberin ne de müminlerin Allah'a dua edip af dile­meleri doğru değildir, bu onların şanına da yakışmaz. Yahut nehiy manasında onların bunu yapmaya haklan yoktur.

Çünkü Peygamberlik ve İman müşrikler için istiğfar etmeye manidir. On­lar için istiğfarda bulunmayınız. Her iki manada birbirine yakındır.

Buna engel olan husus "Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra" (Tev­be, 113) ayeti ile "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için affedilir." (Nisa, 4/116) ayetidir.

1- Meâni ilmi alimleri şöyle demektedirler: Kur'an'daki "mâ-kâne" kelimesi iki manaya ge­lir: a) Nefy (olamaz) manasındadır. "... Sizin bir tek ağacı bile bitiremeyeceğiniz..." (Nemi, 27/60) ayetinde olduğu gibi.b) Nehy (hakkınız değildir, yapmayın) manasındadır. "Al­lah'ın Rasulüne eziyet etmeniz hakkınız değildir, eziyet etmeyin." (Ahzab, 33/53) ve bu ayette (Tevbe, 9/113) olduğu gibi.

Münafık ve kâfirler itaat edilmesi, sıla-i rahim yapılması ve şefkatle dav-ranılması gereken en yakın akrabalardan bile olsalar buna izin verilmemiştir.

Onların cehennemlik oldukları delille belli olduktan sonra yani küfür üze­rine ölmeleri sebebiyle onlar için yapılacak bir şey kalmamıştır. Yani bu istiğfa­ra engel olan sebep onların cehennemlik olduklarının kesin olarak belli olması­dır. Bu sebep yakın ve uzak akraba arasında hiçbir ayırım gözetmemektedir.

Beyzavî diyor ki: Burada münafık ve kâfirlerin diri olanları için istiğfarın caiz olduğuna delil vardır. Çünkü onların imana ermelerini istemişti. Böylece Hz. İbrahim (a.s.)'in zahirde kâfir babası için istiğfar etmesi çelişkisi de orta­dan kalkmaktadır.

Hz. İbrahim (a.s.)'in babası Azer için "Babamı affet. Şüphesiz o delâlete düşenlerdendir." (Şuara, 26/86) yani O'nun imanı kabul etmesini nasip eyle sö­züyle af dilemesi, bu yasaktan önce verdiği söz sebebiyledir. Çünkü Hz. İbra­him (a.s.) "Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Çünkü O bana çok lütufkâr-dır." (Meryem, 19/47) yani senin için ancak dua edebilirim, demişti. Hz. İbra­him (s.a.)'in güzel ahlakından biri vefakar olması, verdiği sözde durmasıdır. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "... ve verdiği sözde duran İbrahim..." (Necm, 53/37).

Hz. İbrahim (a.s.) babasının küfür üzerine ölmesiyle veya onun hakkında kendisine asla iman etmeyeceği şeklinde vahiy gelmesiyle, babasının Allah düşmanı olduğunu kesin olarak anlayınca ondan uzaklaştı, babası için istiğfar­dan vazgeçti. Çünkü İbrahim (a.s.) çok içli, çok duygulu idi; çokça dua ve niyaz ediyordu. Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Evvah, huşu sahibi, ta­zarru ve niyazda bulunan demektir." Bu ifade Hz. İbrahim (a.s.)'in aşırı merha­metli oluşu ve ince kalpliliğinden kinayedir. Halimdir, eziyetlere karşı çok sa­bırlıdır."

114. ayetin bu son cümlesi, babasının Hz. İbrahim (a.s.)'e olan düşmanlığı­na ve ona kötü muamele etmesine rağmen Hz. İbrahim (a.s.)'i babası için istiğ­far etmeye sevk eden sebebi açıklamak içindir. Babasının Hz. İbrahim (a.s.)'e düşmanlığına delil şu ayettir: "Babası: "Ey İbrahim! İlâhlarıma karşı çıkıp yüz mü çeviriyorsun. Eğer bundan vazgeçmezsen yemin olsun ki seni taşa tutarım. Haydi, uzun müddet benden uzak ol" dedi. (Meryem, 19/46).

Sonra Cenab-ı Hak bu yasaklama ayetinden önce müşrikler için istiğfar edenleri sorgulamayacağını açıkladı. Onlara sakınmaları ve kaçınmaları ge­rektiğini beyan etmeden herhangi bir amel yüzünden sorgulamayacağını bil­dirdi.

Allah'ın, bir kavme İslâm yoluna hidayeti nasip ettikten sonra onlara söz ve davranışlardan sakınmaları gerekli hususları açıklamadıkça o kavmi delâ­let içinde diye tavsif etmesi veya onları sapıkları muaheze etmesi, Onun mah-lûkatmdaki sünneti olmadığı gibi rahmet ve hikmetine de uygun değildir. Bu ayet Allah Tealâ'nın herhangi bir şeyi beyan edip ileri sürülebilecek mazeretle­ri ortadan kaldırmadan hiç kimseye azap etmeyeceğine işaret etmektedir.

Şüphesiz ki Allah her şeyi, insanların durumunu ve onların bu konuda açıklamaya olan ihtiyacım bilendir. Sanki bu ifade ile Rasulullah (s.a.)'ın am­casına veya bu yasaktan önce istiğfar dilediği kimse için söylediklerinin maze­reti beyan edilmektedir. Yine burada bir peygamberin mesajı kendisine ulaşmayan gafil kimsenin bu mesajla mükellef olmayacağına delil vardır.

Dolayısıyla bu ayetin nüzul sebebinin Peygamberimiz (s.a.)'in annesi için istiğfar etmek istemesi olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü Amine Hz. Muham-med'in peygamberliğinden önce, Hz. İsa (a.s.)'dan sonra cahiliye zamanında fetret devrinde ölmüştü. O zaman durumların karışıklığı sebebiyle hak dini ta­nıma imkânı yoktu.

Allah Tealâ kâfirlerden uzak kalmayı emrettikten sonra zafer ve yardımın ancak kendi nezdinden verildiğini, çünkü yer ve göklerin mülkünün sadece kendisine ait olduğunu beyan etti.

Size yardım eden Yüce Allah olduğuna göre başkası size zarar veremez. "Şüphesiz göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır." Yani bütün varlığın sahi­bi, işlerinin idarecisi, her şeye galip ve hakim olan sadece Allah Tealâ'dır. Olan-biten her şey O'nun elindedir. O hem diriltir, hem öldürür. O'nun çizdiği kaza ve kaderi geri çevirecek, Onun hükmünü ortadan kaldıracak hiç bir güç yoktur. O izin vermeden onların ne hakimiyet ne de zafer elde etmeleri müm­kün değildir. O'ndan başkasından uzak olsunlar. Nihayet yaptıkları ve yapma­dıkları her şeyde O'ndan başka gayeleri olmasın. Size normal olarak dost ve yardımcı olanların yakınlıkları ve akrabalıkları sizi endişelendirmesin. Sizin Allah'tan başka dost ve yardımcınız yoktur. [323]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkarılmaktadır:

1- Kâfir olarak ölen kimseye bazı cahillerin yaptıkları gibi, rahmet ve mağfiretle dua etmek veya "merhum falan" gibi ifade ile onları anmak haram­dır.

2- Ölü veya diri kâfirlerle dostluk kesilmelidir. Çünkü Allah müminlerin müşrikler için istiğfar etmelerine müsade etmedi. O halde müşrik için mağfiret dilemek caiz olmayan hususlardandır.

Ancak Peygamberimiz (s.a.)'in Uhud Günü mübarek yüzünü yaralayıp diş­lerini kırdıkları zaman müşrikler için "Allahım! Şu kavme mağfiret eyle.. Çün­kü onlar bilmiyorlar" demesi Buharî ve Müslim'de belirtildiği gibi kendinden önceki peygamberlerin duasının kıssa halinde anlatılması şeklinde idi. Veya bu dua Kur'an'dan inen en son sure olan Tevbe suresinin nazil olmasından önce idi.

Müslim hadisi İbni Mes'ud'dan rivayet etmektedir: "Sanki ben şu anda Rasulullah (s.a.)'a bakar gibiyim. O peygamberlerden bir peygamberi anlatı­yordu. Kavmi o peygamberi dövmüştü. O da yüzündeki kanları hem siliyor hem de "Ya Rabbi! Kavmime mağfiret eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar" diyordu.

3- Müminler için, İbrahim Halil (a.s.)'in babasına istiğfar etmesinde bir delil yoktur. Çünkü bu sadece ona verdiği sözü yerine getirmek için yapılmış bir istiğfardı.

Vaadde bulunan, bir görüşe göre Hz. İbrahim (a.s.)'in babası idi. Çünkü iman edeceğine dair oğluna söz vermişti. İbni Abbas diyor ki: Hz. İbrahim (a.s.)'in babası İbrahim Halil (a.s.)'e Allah'a iman edeceğine, putları kaldıraca­ğına dair söz vermişti. Küfür üzerine ölünce Hz. İbrahim (a.s.) onun Allah'ın düşmanı olduğunu iyice anladı, onun için dua etmeyi de bıraktı. Ayetteki zamir Hz. İbrahim (a.s.)'e racidir. Vaadde bulunan babasıdır.

Diğer bir görüşe göre vaadde bulunan Hz. İbrahim (a.s.)'dir. Yani Hz. İbra­him (a.s.) babasına müslüman olur ümidiyle Allah'tan af dileyeceğine dair söz verdi. Babası müşrik olarak ölünce ondan tamamen uzaklaştı. "Senin için Rab-bimden af dileyeceğim." (Meryem, 19/47) ayeti buna delildir. Yani Hz. İbrahim (a.s.) babasının kesinlikle kâfir olduğunu anlamadan önce, İslâm'a girer ümi­diyle, babası için istiğfarda bulunmak üzere söz verdi. Kâfir olduğu kesinleşin-ce de babasından uzaklaştı.

4- Bir kişiye ölüm anındaki zahirî durumuna göre hükmedilir. İman üzere ölmüşse onunla, küfür üzerine ölmüşse de onunla hükmedilir. Rabbin onun iç durumunu en iyi bilendir.

5- "Allah bir kavmi hidayete ilettikten sonra sakınmaları gereken şeyleri açıklamadıkça onları saptırmaz." (Tevbe, 9/115) ayetinin delaletiyle, ilâhî ve Nebevî nas olmadan ceza yoktur. Açıkça beyan olmadan da muaheze yoktur.

6- Yine bu ayet (Tevbe, 9/115) günahların sapıklığına ve helake, hidayet ve doğru yolu terk etmeye sebep olduğuna işaret etmektedir.

7- Allah mülkün asıl malikidir. Yer ve göklerin anahtarları sadece O'nun elindedir. Yardım sadece O'ndan beklenir. [324]

 

Tebuk Gazvesine Katılanların Ve Katılmayan Üç Kişinin Tevbelerinin Kabul Edilmesi Ve Doğru Sözlülüğün Önemi

 

117- Yemin olsun ki, Allah Peygamberin ve o güçlük zamanında ona uyan Muha­cirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O zaman içlerinden bir kısmının kalple­ri nerdeyse eğrilmek üzere idi. Yine de onların tevbesini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok merha­metlidir.

118-  Savaştan geri kalan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün ge­nişliğine rağmen onlara dar gelmiş, can­ları son derece sıkılmıştı. Nihayet Al­lah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anladılar. Sonra Allah eski hallerine dönsünler diye tevbelerini kabul etti. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametlidir.

119- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.

 

Belagat:

 

"Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi." cümlesinde tezat sa­natı vardır.

"Tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametlidir." Bunlar mübalağa sigala-rıdır. [325]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah, peygamberin tevbesini kabul etti." Yani Hz. Muhammed'in tevbesi­ni devamlı surette kabul etmektedir.

"ve o güçlük saatinde" yani o zorluk anında, Tebûk Gazvesi'ndeki halleri beyle idi. Binek ve azık sıkıntıları vardı. Hatta bir rivayete göre iki kişi bir hurmayı bölüşüyorlardı, on kişi bir deveye nöbetleşe biniyordu. Şiddetli sıcak­lar olmuş, hatta işkembedeki yem artıklarını yemişlerdi, "ona uyanlar... m tev­belerini kabul etti."

"İçlerinden bir kısmının kalpleri nerdeyse eğrilmek üzereydi." İçinde bu­lundukları sıkıntı sebebiyle Peygamber'e tabi olmaktan vazgeçip geri dönmeye meyledecekler idi.

"Yine de onların tevbesini kabul etti." Sebat etmeleri sebebiyle onların tev-besini kabul etti. Sıkıntıya katlanıp sebat etmeleri sebebiyle tevbelerini kabul ettiğini bildirmek ve bunu tekit için tevbelerin kabul edildiği tekrar edilmiştir.

"Çünkü O, Raufdur" çok şefkatli demektir. Re'fet, güçsüz kimseye acımak, şefkat duymaktır. "Rahimdir" ise çok merhametlidir. Rahmet acıdığı kimseye yardım için gayretli olmaktır.

"Geri kalan" yani savaştan geri kalanlar, durumlarının değerlendirilmesi bir müddet geri bırakılanlar. Çünkü onlar Allah'ın vereceği hükme bırakılmış­lar, Allah da bilahere onların tevbesini kabul etmişti, "üç kişinin de tevbelerini kabul etti." Bunlar Ka'b b. Malik, Hilal b. Ümeyye ve Murare b. Rabi'dir.

"Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş" huzur bulucakları yer bulamıyorlardı. Bütün insanlar onlardan tamemen yüz çevirmişlerdi. Bun­ların son derece şaşkınlık içinde kaldıklarına bu şekilde temsil getirilmiştir. "canları son derece sıkılmıştı." Aşırı yalnızlık ve tevbelerinin kabulünün gecik­mesi onları üzmüş, canlarını iyice sıkmıştı.

"Allah'tan" Allah'ın gazabından "yine Allah'a sığınmaktan başka çare" sı­ğınak "olmadığını iyice anladılar."

"Sonra Allah eski hallerine dönsünler diye tevbelerini kabul etti." Onları tevbe etmeye muvaffak kıldı.

"Allah'tan korkun ve sadıklarla birlikte olun." Doğruluğa sarılmak sure­tiyle imanda ve verilen sözleri yerine getirmekte doğrularla birlikte olun. [326]

 

Nüzul Sebebi

 

Buharî ve başka alimler Ka'b b. Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmişler­dir: Bedir hariç, Peygamberimiz (s.a.)'in katıldığı hiçbir gazveden geri kalma­dım. Nihayet Tebuk Gazvesi yapıldı. Bu son gazve idi. İnsanlara hareket emri­ni verdi... Allah bizim tevbemizin kabulü hakkındaki ayetleri indirdi: 'Yemin olsun ki, Allah Peygamberin ve o güçlük zamanında O'na uyan Muhacirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti." (Tevbe, 9/117) Yine bizim hakkımızda "Ey iman edenler!. Allah'tan korkun ve doğru sözlülerle beraber olun." (Tevbe, 9/119) bu­yurmuştur.[327]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ Tebuk Gazvesi'nin durumunu ve bu gazveye katılmayanların durumunu iyice açıkladıktan sonra bu ayette de geri kalan ahkamı açıklamaya başladı. Bu üslûp, Kur'an-ı Kerim'in gönüllere tesir etmesi, hatırayı tazelemesi ve okurken bıkkınlık ve ümitsizlik vermemesi için aynı konudaki ayetlerin ayrı ayrı yerlere dağıtılması şeklindeki üslûp tarzıdır.

Bu ayetler müşrikler için istiğfar edilmemesi hakkındaki önceki ayetlerle tam bir uyum içindedir. Bu durum Peygamberimiz (s.a.) için evlâ olmadığı gibi bazı sahabiler için de hatalı bir hareket idi. Cenab-ı Hak onlara lütufta bulu­nup bu hataları için yaptıkları tevbeleri kabul ettiğini bildirdi. [328]

 

Açıklaması

 

Allah lütufta bulunarak Peygamberinden razı oldu; güçlüklerle dolu ve sı­kıntılı bir zamanda yapılan Tebuk Gazvesi'nde Ona arkadaşlık edip tabi olan mümin ashabının da tevbelerini kabul etti. Bu gazveye "Gazvetül-üsra (Güçlük Savaşı), Hz. Osman (r.a.) ve diğer sahabilerin teçhizatını temin ettikleri bu or­duya da "Ceyşü'1-üsra: Güçlük Ordusu" ismi verilmişti. Binek vasıtaları, yiye­cek ve su konusunda son derece eksiklik vardı. Hatta on kişi bir deveye nöbet­leşe biniyorlar, bir hurmayı iki kişi bölüşüp yiyorlardı. Bu savaşa tesadüf eden şiddetli sıcaklar bir yana, develeri kesip işkembelerindeki yem kalıntılarını sı­karak dillerini ıslatıyorlardı.

Cabir b. Abdillah (r.a.), "Saatü'1-üsra: Güçlük Vakti" hem binek, hem yiye­cek, hem de su sıkıntısı idi, demiştir.

Yüce Allah Peygamberin tevbesini kabul etti. Çünkü Rasulullah (s.a) Efendimizden kendisi için evla ve efdal olmayacak bazı hareketler sadır olmuş­tu. Allah'ın ikrar etmediği ve şahsî içtihadına dayanarak savaştan geri kalan münafıklara izin vermesi gibi... Çünkü başka bir hareket tarzı bundan daha hayırlı idi.

İbni Abbas Peygamberin ve müminlerin tevbesinin kabulünü şu sözüyle açıkladı: Peygamberin tevbesinin kabulü münafıklara savaşa katılmama husu­sunda verdiği izin sebebiyle yaptığı tevbenin kabulü idi. Bunun delili ise "Allah seni affetsin. Niçin onlara izin verdin" (Tevbe, 9/43) ayetidir. Müminlerin tevbe-si ise bazılarının, gönüllerinin savaştan geri kalmaz temayülünde olduğu hata­sı için yaptıkları tevbedir.

Muhacir ve Ensar sahabilerin tevbesinin kabulü ise bazılarının savaşa çı­karken ağır davranmaları veya münafıkların çıkarttıkları fitneye kulak verme­leri hatası için yaptıkları tevbenin kabulüdür.

Buradaki tevbe iki manadadır: Peygamberimizin (s.a.)'in tevbesinin kabu­lü, Allah'ın razı olması ve rahmetle muamele etmesidir, sahabe için ise Allah'ın kendilerini tevbe etmeye muvaffak kılması ve tevbelerini kabul etmesidir.

Müminlerin bu tevbelerinin kabulü içlerinden bazılarının neredeyse kalp­leri eğrilecek, haktan ve imandan yüz çevirecek bir duruma geldikten sonra ol­du. Bunlar münafıklıktan ayrı, başka sebeplerle savaştan geri kalan kimseler­di. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırırlar, günahlarını da itiraf etmişlerdi. Allah da yolculuk ve savaş anında karşılaştıkları sıkıntı ve zorluk sebebiyle bazıları şüpheye düştükten sonra onların tevbelerini kabul etti.

Bundan sonra Allah bir defa daha tevbelerini kabul ettiğini tekrarladı. Ya­ni onlara Rablerine yönelmelerini ve Allah'ın dininde sebatkâr olmalarını ih­san etti. Zira Rableri onlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. Allah yolunda cihada tahammül ettikten sonra Rableri onları bırakmaz. Ancak zararı kaldı­rıp onlara fayda verir. "Rauf' ve "Rahim" olmanın manası budur.

Tevbenin kabulünün bir defa daha tekit edilmesinin faydası onların şanla­rını yüceltmek, gönüllerindeki şüpheleri gidermek, sıkıntılı zamanda kalpleri­ne gelen vesveseleri yok etmektir.

Allah ayrıca geri bırakılan -yani münafıklık sebebiyle olmayıp sadece tem­bellik dolayısıyla, rahatı tercih etmeleri sebebiyle savaştan geri kalan- üç kişi­nin de tevbesini kabul etti. Onlar savaşa gidenlerin arkasından Medine'de kal­mışlar, durumları münafıklardan sonraya kalmış, Rasulullah (s.a.) onlar hak­kında hiçbir hüküm vermemişti. Bunlar Allah'ın vereceği hükme bırakılmışlar­dı. Bu üç kişi şair Ka'b b. Malik, hakkında "Li'an" ayeti nazil olan Hilal b. Ümeyye el-Vakıfî ve Mürara b. Rabi' el-Amiri olup hepsi Ensar'dan idiler.

Allah bu üç kişiyi üç sıfatla zikretti.

1- 'Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmişti." Yani tevbede gecikmişler, cezadan korktukları için Peygamberimiz (s.a.)'in kendilerinden yüz çevirmesi, müminlerin kendileriyle konuşmalarının yasaklanması ve eşle­rine de onlardan ayrı durmalarının emredilmesi sebebiyle telâşa düştükleri için bütün mahlûkatı içine alacak genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gel­mişti. Bu üç kişi elli gün veya daha fazla bu durumda kalmışlardı.

2- "Canlan son derece sıkılmıştı." Endişe, üzüntü, dostlardan ayrılık ve in­sanların kendilerine küçümsemeli bakışları sebebiyle gönülleri daralmıştı.

3- "Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anladılar." Kesinlikle bildiler ve inandılar ki Allah'ın gazabından yine O'nun rahmetini ümid ederek tevbe ve istiğfar etmekten başka sığınılacak yer yoktur.

"Sonra tevbelerini kabul etti." Yani tevbelerinin kabulünü bildiren ayetleri indirdi.

"Tevbe etmeleri için..." Bu yüz çevirdikten sonra tekrar O'na dönsünler diyedir.

Bütün bu belirtilen vasıfları tevbelerine, pişman oldukları hususundaki doğru sözlülüklerine delil idi. Şüphesiz Allah tevbe edenlerin tevbesini çok ka­bul edici, iyiliksever olanlar için de rahmeti pek geniştir.

Bu üç kişinin tevbelerinin kabulü kıssasında aşağıdaki hususlar göze çarpmaktadır:

Müfessirlerin çoğu, bu üç kişinin Rasulullah (s.a.)'ın arkasında savaşa çık­madıklarını söylemektedirler.

Ka'b b. Malik anlatıyor: Rasulullah (s.a.) benimle sohbet etmeyi severdi. Savaşa çıkmakta geciktiğimde, "Ka'b'ı engelleyen sebep ne olabilir ki?" diye sor­muş. Medine'ye geldiğinde münafıklar mazeret beyan ettiler, Peygamberimiz (s.a.) onların mazeretlerini kabul etti. Sıra bana geldi. Ben de "Bineğim ve yol azığım hazırdı. Günahım (ihmalim) sebebiyle savaşa katılmadım. Benim için Allah'tan af dile." dedim. Rasulullah (s.a.) bunu kabul etmedi.

Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.) Ashabına bu üç kişiyle oturmalarını yasakladı. Onlardan ayrı durmalarını emretti. Hatta hanımlarına da onlardan uzak durmalarını söyledi. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelme­ye başladı. Hilâl b. Ümeyye'nin hanımı Rasulullah (s.a.)'a geldi ve "Ya Rasulal-lah! Hilâl ağlıyor, ağlamaktan gözlerinin kör olmasından korkuyorum" dedi. Nihayet elli gün geçince Cenab-ı Hak "Yemin olsun ki Allah, Peygamberin... Muhacirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti..." (Tevbe, 9/117) ve "Savaştangeri kalan üç kişinin tevbelerini de kabul etti." (Tevbe, 9/118) ayetlerini indirdi.

Bu ayetler nazil olunca Rasulullah (s.a.) odasına çekildi. O sırada Ümmü Seleme'nin yanında idi. Ona, "Allahu Ekber! Allah arkadaşlarımızın mazereti­ni kabul eden ayetleri indirdi" dedi. Sabah namazı kılınca ashabına bunu an­lattı. Allah'ın tevblerini kabul ettiği müjdesini verdi. Bu üç kişi de hemen Ra­sulullah (s.a.)'ın huzuruna geldiler. Rasulullah (s.a.) onlara haklarında inen ayetleri okudu.

Ka'b b. Malik, "Allah'a yaptığım tevbe gereği malımın tamamını sadaka olarak veriyorum" dedi. Peygamberimiz (s.a.) "Hayır, olmaz." dedi. Ka'b, "O halde yarısını" deyince, Peygamberimiz (s.a.) "Hayır, olmaz" dedi. Ka'b yine "Peki, ya üçte birine ne dersin?" dedi. Efendimiz (s.a.) o zaman "Evet" diyerek kabul etti.[329]

Allah Tealâ bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğine dair ayetleri indirince işlenen bu -Cihad'da Rasulullah (s.a.)'ı bırakıp geride kalmak, cihada katılma­mak -hatasının tekrarlanmasını şiddetle yasakladı ve şöyle buyurdu.

"Ey İman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." Yani Ra­sulullah (s.a.)'a muhalefet etme vb. Allah'ın razı olmayacağı şeylerden sakının ve kaçının. Gazvelerde Rasulullah (s.a.) ve ashabı ile beraber olun. Münafıklar­la birlikte evlerinizde oturarak savaştan geri kalmayın. Dünyada iman ve ah­dinde durma hususunda sadık olan, Allah'ın dininde niyeti, sözü ve davranışla­rı ile sadık olan kimselerle beraber olun ki, cennette de yine sadıklarla beraber olasınız.

"Sıdk" Allah'ın dininde ve şeriatında, Allah'ın emirlerini yerine getirmede ve Allah'ın Rasulüne itaatte sebatkâr olmaktır. Bu üç kişinin işledikleri hata­dan dolayı pişman olmaları konusundaki sadakatleri Allah'ın tevbelerini kabul etmesine sebep oldu. Bu durum birtakım kritik durumlarda sadakatin başarı ve kurtuluşa vesile olduğunu göstermektedir.

Beyhakî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyur­maktadır: "Sadakat takvaya, takva da cennete götürür. Yalancılık günaha, gü­nah da cehenneme götürür." Sadık kimseye "Doğru söyledi ve takva yolunu tut­tu" yalancıya da "yalan söyledi ve günaha girdi" denir. Kişi sadakatte, doğru sözlülükte devam ederse nihayet ismi Allah nezdinde sıddîk (son derece sada­kat sahibi) diye yazılır.

Başka biri de yalancılığa devam eder ve ismi Allah katında "yalancı" diye yazılır.

Yalancılığın terk edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'in tavsiye ettiği gibi içki, zina, hırsızlık vb. bütün günahları bırakmaya vesile olur.

Yalana sadece üç yerde izin verilmiştir. Savaşta, insanların arasını düzelt­mede ve kişinin hanımının gönlünü alması için konuşmasında ona, "Sen en gü­zelsin, en çok sevdiğim sensin" gibi sözler söylemekte yalana izin verilmiştir. Yoksa diğer ev işleri ve nafaka gibi konularda da izin yoktur.

İbni Ebi Şeybe, İmam Ahmed, Esma binti Yezdî'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Bütün yalan sözler Adem oğlu­nun aleyhine günahına olarak yazılır. Ancak kişinin harp hilesi olarak, iki kişi­nin arasını düzeltmek için ve hanımının gönlünü almak için söylediği yalan söz yazılmaz."

İbni Adiyy ve Beyhakî'nin İmran b. Husayn'dan rivayet ettikleri -zayıf-hadis-i şerifte, "Ta'rizli sözlerde yalandan kurtulma vardır" buyurulmuştur. [330]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerin konusu genel olarak tevbe ve sadakattir.

Tevbenin kabulü bu zorlu savaşa veya asıl ismiyle Tebuk Gazvesine katı­lan herkese şamil oldu. Bu, savaşın bütün safhalarında çektikleri sıkıntılardan sonra Allah'ın onlara bir lütuf ve rahmeti idi.

Cabir (r.a.) diyor ki: Bu savaşta üç sıkıntı yani binek sıkıntısı, yiyecek sı­kıntısı, su sıkıntısı birlikte yaşanmıştı.

"Allah Peygamberin... Muhacirler ve Ensarın tevbelerini kabul etti." (Tev­be, 9/117) ayeti hakkında Zamahşeri şöyle diyor: Bu ayet, "... Allah senin geç­miş ve gelecek günahlarını bağışlasın." (Fetih, 48/2), "Günahın (kusurun) için istiğfar et." (Gafir, 40/55) ayetleri gibi müminleri tevbeye teşvik içindir. Hiçbir mümin yoktur ki tevbe ve istiğfara muhtaç olmasın. Hatta Peygamber, Muha­cirler ve Ensar bile... Ayrıca Allah katında tevbenin fazilet ve derecesi, "tevbe edenler" vasfının peygamberlerin vasfı olduğu beyan edilmektedir.[331]

Bu tevbenin kabulü bu gazveden geri kalan, münafıklardan geriye bırakı­lıp haklarında hüküm verilmeyen üç kişiyi içine almıştır. Münafıkların tevbele-ri kabul edilmemiş, içlerinden bir kısmı özür beyan etmiş ve özürleri de kabul edilmişti. Peygamberimiz (s.a.) bu üç kişiyi geriye bırakmış, nihayet onlar hak­kında ayet nazil olmuştu.

Buharî ve Müslim'in rivayetlerine göre doğru olan da budur. Müslim'in ri­vayetinde Ka'b şöyle diyor: Biz üç kişi, Rasulullah (s.a.)'ın mazeretlerini kabul ettiği yemin eden o kişilerden geri bırakıldık. Rasulullah (s.a.) onlar için istiğ­far ettiği halde bizim durumumuzu geciktirdi. Nihayet Allah bu husustaki hükmünü bildirdi. Bu sebeple Cenab-ı Hak "Geri bırakılan üç kişi" ifadesini kullandı. Allah'ın zikrettiği, bizim savaştan geri kalmamız değil, Rasulullah'm bizim durumumuzu değerlendirmeyi tehir etmesi, yemin edip özür beyan etti­ğimiz halde bizi özürlerini kabul ettiği o kişilerden geri bırakmasıdır.

Kur'an'ın tavsif ettiği üç vasıf onların tevbelerinde sadık olduğuna delildir. Bunun içindir ki Allah Tealâ bu vasıflardan sonra sadık olmayı emretti. Bu Al­lah'ın bütün müminlere hitabıdır ve burada sadıkların metoduna ve yoluna ta­bi olmayı emretmektedir.

Bu ayet sadakati farz kılmaktadır. Kendilerini münafıkların derecelerin­den uzak kılan sadakatin faydasını bizzat gören üç kişinin kıssasından sonra bu emir güzel bir tebliğdir. Bu ayet sadakatin üstünlüğünü ve derecesinin yü­celiğini göstermektedir.

Şüphesiz şartlarına uygun olarak yapılan tevbe sadakatin hususi bir hali­dir. Akıllı ve güvenen bir kişi için doğru sözlülük, amellerde ihlâs, davranışlar­da saflık esaslarına sarılmaktan başka yol yoktu. Kim bu vasıfları taşırsa Al­lah'ın "ebrar" (gerçek manada Allah'tan korkan) kullarıyla beraber olur, çokça mağfiret eden Rabbimizin rızasına lâyık olur.

Savaştan geri kalan üç kişiyle mukayese etmek için iki sadakat ve iman tablosu arz edelim:

Ebu Zer el-Gıfarî (r.a.)'den rivayet edilmektedir ki: (Tebuk Seferi için yola çıktığında) devesi çok ağır gidiyordu. Eşyasını kendisi sırtladı ve yaya olarak Rasulullah (s.a.)'m izini takip etti. Peygamberimiz (s.a.) uzaktan onun karaltı­sını görünce, "Ebu Zer olasın!" buyurdu. Yaklaşınca da Ashab, "İşte kendisi!." dediler. Peygamberimiz (s.a.) "Allah, Ebu Zerr'e rahmet eylesin, yalnız yürür, yalnız ölür ve yalnız haşrolur" buyurdu.

Ebu Hayseme el-Ensarî bahçesine gitmişti. Güzel bir hanımı vardı. Hur­ma gölgesine yaygıyı sermiş, hasın üzerine yaymış, taze hurma ve soğuk su da getirmişti.

Ebu Hayseme bu manzaraya baktı ve şöyle dedi: "Gayet güzel bir gölge, taze hurma, soğuk su ve güzel bir hanım! Ama Rasulullah (s.a.) sıcak ve rüz­garlı bir havada cihad yolundadır. Bu hayırlı bir şey değil." Kalkıp devesine bindi, kılıcını ve mızrağını aldı. Rüzgar gibi hareket etti. Peygamberimiz (s.a.) gözünü yola çevirmişti. Uzaklardan bir yolcu geliyordu. Efendimiz (s.a.) "Ebu Hayseme olasın" buyurdu. Gerçekten gelen o idi. Rasulullah (s.a.) sevinmiş ve O'nun için Allah'tan mağfiret dilemişti.[332]

 

Medinelilere Ve Bedevilere Cihadın Farz Oluşu Ve Cihadın Sevabı

 

120- Medine halkına ve civarında bulu­nan bedevilere, Allah'ın Rasulü ile bir­likte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından çok sev­meleri yakışmazdı. Çünkü Allah yolun­da başlarına gelecek bir susuzluk yor­gunluk, açlık, kâfirleri öfkelendirecek bir yeri çiğnemeleri ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları karşılığında mutlaka onlar için salih bir amel yazı­lır. Şüphesiz ki Allah iyi hareket eden­lerin ecrini zayi etmez.

121- Allah yolunda yaptıkları küçük ve­ya büyük bir mal sarfetmeleri, veya bir vadiyi geçmeleri mutlaka onlar için ya­zılacaktır ki, Allah onları yaptıkların­dan daha güzeliyle mükâfatlandırsın.

 

Kelime ve ibareler:

 

"Medine halkınaRasulullah'tan geri kalmaları" yani savaştığı zaman Ra-sulullah ile birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları "kendi canlarını onun ca­nından çok sevmeleri yakışmazdı." Rasulullah'ın nefsi için razı olduğu meşakketlerden kendi nefislerini korumaları yakışmazdı. Bu ifade haber kelimesiyle gelen bir nebiydin

"ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları" yani düşmanı esir etmeleri öl­dürmeleri veya düşmanın malını ganimet olarak almaları "karşılığında onlar için salih bir amel yazılır." Bu sebeple sevap ve mükâfata hak kazanırlar.

"Allah iyi hareket edenlerin ecrini zayi etmez." Onların iyi amellerine kar­şılık vereceği ecri zayi etmez. Bilakis onlara ziyadesiyle sevap verir. Burada ci­hadın "ihsan, iyi amel" olduğu belirtilmektedir.

Kâfirler açısından cihad, mümkün olan en son hızla kâfirlerin İslâm'a ka­zanılması için gayret etmektir, hastanın acı ilacı içmesi gibi. Müminler açısın­dan cihad ise kâfirlerin saldırı ve istilasından korunma vesilesidir.

"Allah yolunda küçük veya büyük bir mal sarf etmeleri" Bir hurma kadar küçük bir mal veya Tebuk ordusunun (Ceyşü'l-usra'nın) teçhizatını veren Hz.

Osman (r.a.) gibi büyük bir malı cihad için sarfetmeleri "mutlaka onlar için yazılacaktır." [333]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak "Siz sadıklarla beraber olun" ayetinde Rasulullah (s.a.)'a bü­tün gazvelerinde sadakatle tabi olmayı emredip bunu kesin ifadelerle tekrar ettikten sonra savaştan geri kalmayı yasakladı ve cihada en güzel mükâfatın verileceğini açıkladı. [334]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ Medine'liler ve Medine civarında bedevilerden Tebuk Gazve-si'nde Rasulullah (s.a.) ile birlikte savaşa çıkmayıp geride kalanları ve Rasulul­lah (s.a.)'ın karşılaştığı zorluklarda O'na ortak olmayıp sadece kendi canlarına önem verenleri kınayarak şöyle buyuruyor:

Mümin Medine halkı ile Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Gıfar ve Eşlem kabile­leri gibi Medine civarındaki bedevilerin Tebuk Gazvesi'nde Rasulullah (s.a.)'tan geri kalmaları uygun olmayıp, Rasulullah'la birlikte olmaları gerekir­di. Çünkü hareket emri bunlara verilmişti. Yakınlıkları ve komşu olmaları se­bebiyle, ayrıca başkalarından daha lâyık olmaları nedeniyle özellikle bunlar kı­nanmıştır. Yahut buradaki ifadeden anlatılmak istenen savaştan geri kalma­maları için azarlandıklarıdır. Çünkü savaşa katılmayıp geride kalan kimse kendi canını Rasulullah (s.a.)'ın nefsine tercih etmektedir. Halbuki Rasulullah (s.a.)'ı kendi nefsimizden daha çok sevip tercih etmek mecburiyetindeyiz.

Bu ifadeden ilk bakışta bütün bu kabilelere cihadın farz olduğu anlaşıl­maktadır. Gayet tabii "Allah hiçbir nefse taşıyacağı yükten fazlasını yüklemez." (Bakara, 2/286) ayeti ve "Âmâ olanlara hiçbir mahzur yoktur..." (Nur, 24/61) ayeti ve makul delillerle özür sahipleri bundan müstesnadır.

Bununla cihadın herkese tek tek "farz-ı ayn" olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü cihadın "farz-ı kifaye" olduğunda icma vardır. Dolayısıyla muhataplar bu umumi ifadede bizzat bildirilen kimselerdir.

Onların kendi nefislerini Rasulullah (s.a.)'m nefsine tercih etmeleri doğru olamaz. Dolayısıyla Rasulullah (s.a.) sıkıntı içindeyken onların kendi nefisleri için keyif ve rahatı tercih etmeleri de uygun değildir.

Onların savaştan geri kalmaya hakları yoktur. Bilakis Rasulullah (s.a.)'a uymaları ve cihad etmeleri farzdır. Çünkü onların cihad ederken uğradıkları susuzluk, yorgunluk, açlık ve Allah yolunda acı çekme gibi çektikleri meşakkat ve sıkıntılar, küfür diyarında kâfirleri öfkelendirecek bir yeri ele geçirmeleri, düşmanları esir etmek, öldürmek, mağlup etmek veya ganimet kazanmak gibi elde ettikleri başarılar, bu yaptıklarına karşılık olarak hatta ziyadesiyle bol se­vap kazanmalarına sebep olur. Bu da onların cihada katılmalarını gerektiren hususlardandır. Şüphesiz Allah iyi hareket edenlerin ecrini zayi etmez; yani kulunun iyiliğine sevap verme hususunda hiç bir şeyi esirgemeden onun karşı­lığını verir. Yine Cenab,ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz güzel amel işleyen kimsenin ecrini zayi etmeyiz." (Kehf, 18/30).

Yine savaşa katılan bu mücahitlerin Allah yolunda küçük veya büyük, ya­ni az veya çok bir mal sarf etmeleri, düşmana doğru yürürken bir vadiyi geç­meleri mutlak onlar için bol mükâfat yazılacak, Allah onları bu amellerine kar­şılık daha güzel ecirle mükâfatlandıracaktır. Çünkü Allah yolunda cihadın ga­yesi güzel İslâm'ın adını yüceltmek, imanı korumak, vatanı müdafa etmektir. Cihadı terk eden kavimler zillete ve esarete düşmüşlerdir. [335]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hükümlere işaret etmektedir:

1- Cihadın farz oluşu ve Medine'nin İslâm merkezi olması, Medine halkına ve komşu kabilelere, Medine'de oturmaları ve Rasulullah (s.a.)'ın komşuları ol­maları, Rasulullah (s.a.)'ın elde ettiği şeref, hayır ve zafere doğrudan hissedar olmaları sebebiyle cihadın gerekli oluşu

2- Hiçbir müminin kendi nefsini Rasulullah (s.a.)'ın nefsine tercih etmesi doğru değildir. Çünkü kâmil bir iman ancak Rasulullah (s.a.)'ı kendi nefsinden daha çok sevmekle elde edilir.

3- Mücahidin cihad için çıktığı yolculukta çektiği yorgunluk ve sıkıntılara bol sevap verilecektir.

4- Gerek kâfirler açısından onların küfür dairesinden İslâm dairesine gire­bilmeleri için, gerekse müslümanlar açısından din, iman, vatan, mal ve namus gibi mukaddes değerleri korumak, aynı zamanda izzet, şan ve şeref kazanmak için cihadda güzellik vardır.

5- İmam Şafiî'nin dediği gibi düşman beldesi istila edilir edilmez ganimet alma hakkı kazanılır. Çünkü Allah Tealâ kâfirlerin diyarına ayak basmayı mallarını elde etme olarak, kâfirleri öfkelendiren ve onları zillete düşüren yurtlarından kovulmalarını da ganimet, öldürme veya esir etme olarak saymış­tır.

6- Bu ayet bundan sonraki "Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerek­mez.." (Tevbe, 9/122) ayetiyle neshedilmiştir. Bu ayetin hükmü müslümanların azlığı zamanında geçerli idi. Müslümanlar çoğalınca neshedildi. Allah da müs-lüman idarecilerle birlikte cihada çıkmamayı dilediği bazı kimselere mubah kıldı.

Katâde diyor ki: "Bu emir Rasulullah (s.a.)'a ait hususi bir emir idi. Rasu­lullah (s.a.) bizzat savaşa çıktığı zaman hiçbir kimsenin özürsüz savaştan geri kalma hakkı yoktu. Diğer müslüman idareciler ve devlet reisleri ise müslümanlardan bir kısmım savaşa katılmaları için ihtiyaç ve zaruret yoksa geride bırakabilirler."

Kurtubî de, "Katadenin görüşü güzeldir, isabetlidir. Tebuk Gazvesi buna delildir." demektedir.

Medine'de geri kalan diğer özürlüler için de savaşa çıkan mücahitlerin ecri gibi ecir verilecektir.

Ebu Davud'un Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) -Tebuk Gazvesi'ne katılan mücahitlere hitaben- şöyle buyurdu: "Medi­ne'de geride bıraktığınız bazı kişiler vardır ki yürüdüğünüz her yerde, Allah yo­lunda yaptığınız her harcamada, geçtiğiniz her vadide onlar sizinle beraber idi­ler."

Ashab-ı kiram, "Ya Rasulallah! Onlar Medine'de oldukları halde nasıl bi­zimle beraber oluyorlar?" dediler. Efendimiz (s.a.) "Onların gelmelerine maze­retleri engel oldu." buyurdu.

Müslim'in rivayetinde Cabir diyor ki: Biz bir gazvede Rasulullah (s.a.) ile beraberdik. Peygamberimiz (s.a.) dedi ki: "Medine'de bazı kişiler vardır ki yü­rüdüğünüz her yerde, geçtiğiniz her vadide onlar sizinle beraberdirler. Onlara hastalıkları engel oldu."

Bundan dolayı Rasulullah (s.a.) özürlülere savaşa bilfiil katılanlar gibi ecir (ganimet) verdi. Bu uygulama samimi niyetin amellerin aslı, özü olduğunu bir kat daha kesinlikle belirtmektedir. Bir taati işlemek hususunda samimi bir niyet olup da, bu niyetin sahibi herhangi bir meşru engel sebebiyle bu taati iş­lemeyi başaramazsa (Beyhakî'nin Enes'ten rivayet ettiği "Müminin niyeti ame­linden daha hayırlıdır" şeklindeki zayıf bir hadis-i şerife göre) aynı amelin se­vabını alır. [336]

 

Cihad Farz-ı Kifaye Olduğu Gibi İlim Tahsili De Farz-ı Kifayedir

 

122- Müminlerin hepsinin savaşa çık­maları gerekmez. Her topluluktan bir grubun dini iyice öğrenmeleri ve ka­vimleri (savaştan) döndüklerinde onla­rı uyarmaları için geri kalması doğru olmaz mı? Umulur ki, böylece (Allah'ın yasaklarından) sakınırlar.

 

İrâb:

 

"Levlâ" kelimesi "Olmaz mıydı?" manasında teşvik içindir ve burada geç­miş zamana dahildir. Geçmişte yapılmayan bir şeyi kınamak ve azarlamak, ge­lecekte de yapılmasını emretmek manası ifade eder. [337]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Her topluluktan bir grubun" "Fırka" kabile veya büyük bir topluluk "Ta­ife" ise az bir cemaat, bir grup veya en az iki kişilik bir ekip hatta tek kişi de olabilir.

"Li-yetefakkahâ" "dini iyice öğrenmeleri" Geri kalan bu grup fıkhı ve şer'î hükümleri iyice öğrensin diye ki "Tefakkuh" öğrenmek ve anlamak için zorlan­mak, ilim tahsilinin meşakkatlerine katlanmaktır. "... kavimleri" cihaddan "döndüklerinde" öğrendikleri hükümleri onlara öğretmeleri "onları uyarmaları için geri kalması doğru olmaz mıydı?"

"Umulur ki böylece" Allah'ın emir ve nehiylerine uyarak O'nun azabından "sakınırlar." [338]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebî Hatim'in rivayetine göre İkrime diyor ki: "Savaşa çıkmazsanız Al­lah size acıklı bir azap verecektir" ayeti indiği zaman bedeviler arasında bazıla­rı kavmine dinini öğretmek için savaşa katılamadılar.

Münafıklar dediler ki: Bazı kişiler savaşa katılmayıp badiyede kaldılar. Badiyede kalanlar helak oldular. Bunun üzerine "müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez." (Tevbe, 9/122) ayeti nazil oldu.

Yine İbni Ebî Hatim'in rivayetine göre Abdullah b. Ubeydillah b. Umeyr diyor ki: Müminler, cihada olan aşkları sebebiyle Rasulullah (s.a.) bir seriyye 'askeri birlik) gönderdiği zaman hemen cihada çıkıyor, Peygamberimiz (s.a)'i Medine'de az bir cemaatle başbaşa bırakıyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

İbni Abbas diyor ki: Allah savaştan geri kalanlar hakkında şiddetli ifade kullanınca Ashab-ı kiram, "Bizden hiç kimse artık hiçbir ordudan veya seriyye-den geri kalmaz" dediler. Bu şekilde de hareket ettiler. Rasulullah (s.a.) Medi­ne'de yalnız kaldı. Bunun üzerine bu ayet (Tevbe, 9/122) nazil oldu.

Yine İbni Abbas şöyle demektedir: Bu ayet (Tevbe, 9/122) seriyyelere mah­sustur. Bundan önceki ayetler Peygamberimiz (s.a.) cihada çıktığı zaman her­hangi bir kimsenin savaştan geri kalmasını yasaklamak içindir. [339]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet cihad hükümlerinin sonuncusudur. Bu ayete göre Peygamberimiz (s.a.) cihada çıkmazda seriyye gönderirse bütün müminlere cihada çıkmak va­cip değildir. Bu durumda müminlere ilim tahsili ve dinlerini iyice öğrenmek va­cip olur. Çünkü cihad ilme dayanır. Çünkü İslâm'ı yaymak aslında hüccet ve burhanla hakkı açıklamakla mümkündür. [340]

 

Açıklaması

 

Bu ayet bütün kabilelerin Allah yolunda olması gerektiğini beyan etmek­tedir. Onlardan bir grup dini öğrenmek için, diğer bir grup ise cihad etmek için ayrılacak. Çünkü ilim tahsilinin farz-ı kifaye olması gibi cihad da farz-ı kifaye-dir.

Müminlerin hep birlikte topyekün cihada çıkıp Rasulullah (s.a.)'ı yalnız bı­rakmaları uygun olmaz. Çünkü cihad farz-ı kifayedir. Bir kısım müslüman bu­nu yerine getirince diğerlerinden sorumluluk sakıt olur. Cihad her akıl-baliğ müslümana farz-ı ayn değildir. Ancak Rasulullah (s.a.) cihada çıkıp, bütün müslümanlar da onunla birlikte cihada çıkınca farz-ı ayn olmuştu.

Her kabileden veya her beldeden bir grup çıksa da dini iyice öğrense, şeri­atın hükümlerini ve esrarını anlamaya çalışsa, mücahitler savaştan dönünce de onları düşmanlara karşı uyarsalar, mücahitleri Allah'ın gazabından sakın­dırıp onlara dinin hükümlerini öğretseler, böylece onlar da Allah'tan korkup O'na isyan etmenin, O'nun emrine aykırı davranmanın kötü sonucundan sa-kınsalar olmaz mı?

"Dini iyice öğrensinler" ve "Onları uyarsınlar" cümlelerindeki muhatap za­miri Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte Medine'de oturanlara aittir. "Kendilerine döndüklerinde" ibaresindeki dönenler cihaddan Medine'ye dönen mücahitler­dir. [341]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet şu hükümlere işaret etmektedir:

1- Cihad farz-ı kifayedir, farz-ı ayn değildir. Zira herkes cihada çıksa üm­metin işleri durur, aileler ve çocuklar bu durumdan zarar görürler. O halde müslümanlardan bir grup cihada çıksın, diğer grup da dini iyi öğrenmek, ırz ve namusu korumak ve kasabaların menfaatlerini gözetmek için geride kalsın.

Nihayet cihada çıkanlar yurtlarına dönünce, geride kalanlar onlara öğren­dikleri şeriat hükümlerini öğretsinler.

Bu ayet "cihada çıkmazlarsa..." ayetiyle ondan önceki "Cihada çıkın..." ayetini açıklamaktadır. Mücahid ve İbni Zeyd ise "Bu ayet belirtilen ayetleri neshetmektedir" demişlerdir. Sahih olan görüş bu ayetin neshedici değil, beyan edici olduğudur.

Ayette geçen "min" harf-i çerinin "bir kısım" manasında oluşu, topluluk manasında "fırka" kelimesinin, küçük bir grup manasında "taife" kelimesinin kullanılmış olması cihad ve ilim tahsili görevlerinin bir kısım müslümanlara tevcih edilmiş olduğunu ifade etmektedir.

2- İlim tahsilinin, Kur'an ve Sünneti iyice öğrenmenin farz oluşu. İlim tah­sili "Bilmiyorsanız ilim ehline sorun." (Nahl, 16/43) ayeti ile "dini iyice öğren­meleri için..." (Tevbe, 9/122) ayetinin delâleti ile farz-ı ayn değil, farz-ı kifaye-dir.

Her ne kadar bu ayetler farziyet ve mecburiyeti değil, sadece ilim tahsiline teşvik ve tavsiye manasına gelse de bu konuda İbni Adiyy ve Beyhakî'nin Enes'ten rivayet ettikleri "ilim tahsil etmek her müslümana farzdır" hadis-i şe­rifi gibi diğer bir takım delillerle ilim tahsil etme mecburiyeti konmuştur.

"Taife" kelimesi lügatte bir veya iki kişi için kullanılsa da burada, "dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri savaştan döndüklerinde onları uyarmaları için" (Tevbe, 9/122) ayetinin işaret ettiği gibi "cemaat, grup" manasındadır. Çünkü bu ayette "cemi" zamiri kullanılmıştır. Ayrıca ilim genellikle bir kişiden elde edilmez.

3- İlim öğrenmek ve dinde fakih olmaktan maksat halkı hakka davet et­mek ve onları hak dine, doğru yola irşad etmek olmalıdır. Çünkü bu ayet onları hak dinle uyarmayı, onların da bilgisizlik ve isyandan sakınmalarını ve dini kabul etmeye istekli olmalarını emretmiştir. O halde ilim öğreten kişinin mak­sadı irşad etmek ve uyarmak, ilim öğrenen kişinin maksadı da Allah korkusu­nu kuvvetlendirmektir.

Ayrıca ilim tahsili iki kısımdır:

a) Namaz, zekât ve oruç gibi farz-ı ayın olan ilim.

b) Haklar, şer'i hadlerin uygulanması, davalılar arasında hüküm verme gi­bi (muamelâta dair) farz-ı kifaye olan ilim.

İlim tahsil etmek büyük bir fazilettir. Bu yolla ulaşılan yer de başka bir amelle mukayese edilemeyecek kadar şerefli bir mertebedir. Nitekim Müs­lim'in rivayet ettiği hadis-i şerifte "Allah kime hayır murad ederse O'nu dinde fakih (ilim sahibi) kılar." buyurulmaktadır.

Tirmizî'nin Ebud-Derda'dan rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kim ilim elde etmek için bir yola girerse Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Şüphesiz melekler ilim talebesinden razı olduklan için ona rahmet kanatlarını açarlar. Alim için gökyüzünde ve yeryüzünde bulunan bütün varlıklar hatta suyun dibindeki balıklar bile istiğfar ederler. Bir alimin sadece ibadetle meşgul olan kişiye üstünlüğü on dördüncü gecede ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin varisleridirler. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmışlardır. Onlar sadece ilmi miras olarak bırakmışlardır. Kim bunu alırsa büyük bir nasibi almış olur."

4- Haber-i Vahid hüccettir. Çünkü bu ilim grubu insanları uyarmak ve on­lara gerçekleri haber vermekle emrolunmuşlardır. Bu da emrolunan şeylerin yapılmasını gerektirir. Ayrıca Cenab-ı Hak uyarılan kavmi hakka isyandan sa­kınmalarını emretmiştir. [342]

 

Kâfirlerle Savaş Stratejisi

 

123-Ey iman edenler! Size yakın olan kâfîrlerle savaşın. Sizde bir şiddet bulsunlar. İyi bilin ki Allah muhakkak takva sahıpleriyle beraberdir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Size yakın olan" size çok yakın komşu olanlar sonra daha uzak olan "kafirlerle savaşın." Kafirler "Sizde bir şiddet" katılık ve sertlik "bulsunlar." yani onlara sert davranın. "İyi bilin ki Allah" yardım etmek ve zafere eriştirmek hususunda "takva sahipleriyle beraberdir." [343]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak müşriklerin müminlere karşı topyekün savaştıkları gibi mü­minlerin de bütün müşriklerle savaşmasını emredince, bu ayette en doğru ve en emin yolu gösterdi. Bu yolda önce yakın olanlardan başlanılması, sonra sı­rasıyla daha uzağa, sonra da daha uzağa geçilmesidir.

Peygamberimiz (s.a.) ve O'nun sahabileri bu planı uyguladılar. Önce Mek­ke'de bulunan kendi kabilesi ile savaştı, sonra diğer Arap kabileleri ile savaştı. Sonra Şam diyarındaki Rumlarla savaşa girişti. Daha sonra sahabileri Irak'a girdiler.

Böylece bu sıra ile İslam davet hattı genişledi. Cenab-ı Hak "Yakın akra­balarını korkut." (Şuara, 26/212) buyurdu. Daha sonra bu davetin çerçevesi ge­nişledi. Cenab-ı Hak bu durumda "Ümmül-kura (bütün kasabaların merkezi) Mekke ve çevresindekileri uyarman için..." (Enam, 6/92) buyurmuştu. Yine Ce­nab-ı Hak şöyle buyuruyordu:

'Yakında güçlü kuvvetli bir kavimle savaşa çağır alacaksınız. Onlarla ya savaşacaksınız ya da İslamı kabul edecekler." (Fetih, 48/16).

Bundan sonra da İslam daveti Arap yarımadası dışındaki Ehl-i kitap ara­sında yayıldı. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Allah'a ve ahiret gününe iman et­meyenlerle savaşın..." (Tevbe, 9/29) ve bir başka ayette "Sizi kendisiyle uyarıp kortutmam için bu Kur'an bana vahyedildi." (Enam, 6/19) yani Arapları Kur'an'ın her zaman ve her yerde ulaştığı herkesi uyarmam için vahyedildi.

İslâm stratejisi, barışta önce en yakına sonra daha uzaklara davet meto­duyla, savaş sebepleri de gerçekleşince yine önce en yakın kâfirlerle sonra da­ha uzaktakilerle savaşma metoduyla yürüyordu. [344]

 

Açıklaması

 

Ey Müminler! Onlardan, önce size en yakın olanlarla, daha sonra İslâm diyarına en yakın olanlarla savaşın. Çünkü en yakın olan şefkat ve ıslaha daha lâyıktır. Ve yine İslâm davetiyle müminlere tabi olanların komşulardan meyda­na gelmesi daha faydalı, daha koruyucu ve daha önemlidir. Bu konuda İslâm diyarının ve vatanının himayesi hususu gözetilmektedir. Ayrıca bu sırayı takip etmekle masraflar azalmakta, savaş aletlerinin taşınmasında iktisatlı davra-nılmakta, mücahitlerin arkadan vurulmadan güvenlik içinde ilerlemeleri ger­çekleşmektedir.

Savaşta izlenilecek bu sıra gayet tabii olarak önce Medine civarındaki Ku-reyza, Nadir, Hayber Yahudilerini, sonra Arap yarımadasındaki müşrikleri, sonra da Ehl-i kitabı yani Medine'nin kuzeyinde Şam diyarmdaki Rumları içi­ne almaktadır.

Savaş siyaseti olarak müşrikler savaşan müminlerde şiddet, katılık ve sertliği, kuvvet ve hırsı, savaşa karşı tahammülü, çatışmalara girmekte cür'et-liliği, ansızın öldürmek, esir almak gibi özellikleri görmelidirler. Bu durum sa­vaşın normal hali, çarpışmanın gereğidir. Bu ayetin benzeri bir ayet şu şekilde­dir: "Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et. Onlara sert davran." (Tevbe, 9/73).

"İyi bilin ki Allah zafer ihsan etmek, gözetmek ve yardım etmek suretiyle takva sahipleriyle beraberdir." Takva sahipleri "müttakiler" Allah'ın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınan kimselerdir.

Bu beraberlik takvaya bağlıdır. Allah'ın şeriatının hükümlerine -ki en önemlileri farz ve sünnetleri yerine getirmek, sebatkâr, sabırlı, itaatkâr ve di­siplinli olmaktır. Sanlırsanız, Allah'ın koyduğu sınırları aşmaktan uzaklaşırsa-nız, Cenab-ı Hak ayetinde "Onlar için gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırla­yın. " (Enfal, 8/60) buyurduğu gibi her asır, her zaman ve mekâna uygun savaş hazırlığını yapmakta ihmalkâr davranmazsanız Allah sizinle beraberdir.

Eğer takva sahipleri ifadesiyle muhataplar kastedilmişse burada iman ve cihadın takva babından olduğuna ve bunların "takva sahipleri" zümresinden olduğuna işaret edilmektedir. Eğer takva sahipleri ifadesiyle bütün takva sa­hipleri kastedilmişse muhatap olan müminler yine ilk sebebini beyan etmekte hem de daha önceki ifadeleri tekit etmektedir. Yani kâfirlerle savaşın, onlara sert davranın, onlardan korkmayın. Çünkü Allah sizinle beraberdir. Çünkü siz takva sahiplerisiniz. [345]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Cihadın ne şekilde olacağının tarif edilmesi, cihad etmeye en yakın düş­mandan başlanması.

Bunun için Peygamberimiz (s.a.) önce Araplara tebliğe başladı. Sonra Şam'daki Rumlara yöneldi.

Hasan Basrî'den rivayet edildiğine göre bu ayet "Müşrikleri nerede bulur­sanız öldürün." (Tevbe, 915) ayetiyle neshedilmiştir.

Sahih olan görüşe göre ayet mensuh değildir. Çünkü bu ayet irşad için, kâ­firlerle savaşırken savaş planını çizmek içindir. Katade diyor ki: Bu ayet önce en yakın olanla, sonra daha uzak olanla savaşma konusunda umumi bir ifade taşır.[346]

2- Müminlere kâfirlere karşı sert davranmaları, kâfirlerin de müminlerin bu sertlik vasfını görmeleri emredilmiştir.

Şüphesiz bu durum savaş esnasında olacaktır. Ama çarpışma başlamadan önce müminlerin davranışı yumuşaklık, müsamahakâr olmak, hikmetle ve gü­zel öğütlerle Allah'a davet etmektir. Şayet düşmanlar da azgınlık ve asık surat­la karşılaşırlarsa uygun olan şiddet ve sertlikle muamele ederler.

Bu gibi yerlerde şiddetli olmanın faydası tehdit, yasaklama, şer'î ve çirkin davranışları engellemekten daha tesirli olmasındandır. Gerekirse yumuşaklık ve lütufla muameleye de ihtiyaç olabilir. Yani şiddetle emrolunmak daimi bir hal değildir. Savaş esnasında bile olsa en uygun olan surette hareket edilmeli­dir.

3-  Şüphesiz Allah savaşta ve barışta takva sahiplerinin yardımcısıdır. O halde savaştaki gaye mal ve şeref sahibi olmak değil, takva sahibi olmaktır. [347]

 

Münafıkların Kur'an Surelerine Karşı Tavırları

 

124-  (Kur'an'dan) bir sure indiği vakit içlerinden bazıları birbirlerine şöyle derler: "Bu sure hanginizin imanını ar­tırdı?" Doğrusu inen sure iman edenle­rin imanlarını artırmıştır, onlar bunu birbirlerine müjdelerler.

125-  Kalplerinde hastalık olanlara ge­lince: Bu sure onların murdarlıklarına murdarlık katmıştır ve onlar kâfir ola­rak ölmüşlerdir.

126-  Onlar hiç görmüyorlar mı? Her yıl bir veya iki defa imtihan oluyorlar, yi­ne de tevbe etmiyor, ibret almıyorlar.

127- Bir sure indirildiği zaman "Sizi bi­risi görüyor mu?" diye birbirlerine göz edip sonra da oradan uzaklaşırlar Ger­çekten onlar anlamayan bir topluluk ol­dukları için Allah onların kalblerini uzaklaştırmıştır.

 

Belagat:

 

"Onların murdarlıklarına murdarlık katmıştır." Yani küfürlerine küfür katmıştır. Münafıklar bu sure indiği zaman daha çok kör olmuşlardı. Bu du­rum da istiare yoluyla bu sureye ilâve edildi.

"Görmüyorlar mı?" Buradaki soru elif atıf vav 'ıyle birlikte kullanılmıştır. Bu ifade uyarı şeklinde bir hitaptır. [348]

 

Kelime ve İbareler:

 

Kur'an'dan "Bir sure indiği vakit içlerinden bazıları birbirlerine," müna­fıklardan bazıları arkadaşlarına alaylı olarak "şöyle derler: "Bu sure hanginizin imanını" tasdikini "artırdı". "Doğrusu inen sure iman edenlerin imanlarını ar­tırmıştır. Onlar bunu" yani bu surenin inişini "birbirlerine müjdelerler." Bu­nunla sevinirler. "Kalplerinde hastalık" şek, inanç zayıflığı, küfür veya müna­fıklık hastalığı "olanlara gelince: Bu sure onların murdarlıklarına murdarlık" küfürlerine küfür ve nifak "katmıştır" ve bu durum onlarda iyice yerleşmiş "ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir."

Ey Müminler!"Onlar" münafıklar "hiç görmüyorlar mı? Her yıl bir veya iki defa imtihan oluyorlar." Çeşitli belâlara tutuluyorlar veya Rasulullah ile birlik­te cihad ediyor, ortaya çıkan mucizeleri görüyorlar. Dünyada iki defa azaba uğ­ratılıyorlar. Mukatil diyor ki: Her sene bir veya iki defa nifakları ortaya çıkarı­larak rezil oluyorlar.

"Yine de" nifaklarında "tevbe etmiyorlar, ibret almıyorlar" öğüt almıyorlar.

İçinde kendi durumları bildirilen "Bir sure indirildiği zaman" Peygambe­rimiz (s.a.)'de o sureyi okuduğu zaman "birbirlerine göz ettiler." Gözleri inkâr edip alay edercesine veya ayıpları zikredildiği için kinle birbirlerine göz eder­ler.

"Sizi birisi görüyor mu? diye" Yani onlar kaçmak istiyorlar ve diyorlar ki: Rasulullah (s.a.)'ın huzurundan ayrıldığınız zaman sizi hiç kimse gördü mü? Hiç kimse görmediyse kalkarlar. Birisi gördüğü zaman oturup sabırla bekler­ler, "göz edip sonra da" küfür üzerine "oradan" hak'tan "uzaklaşırlar." "Onlar" anlayışsızlıkları ve ince düşünmemeleri sebebiyle hakkı "anlamayan bir toplu­luk oldukları için Allah onların kalplerini" hidayet ve imandan "uzaklaştırmış-tır." Bu son cümle haber olduğu gibi, beddua manası da taşıyor olabilir. [349]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak münafıkların Tebuk Gazvesi'ne katılmayıp Medine'de kalma­ları, yalan yere yeminlerle bir takım bahaneler uydurmaları gibi çeşitli rezalet­lerini ve çirkin davranışlarını zikrettikten sonra, burada da bu geçen davranış­larından daha tehlikeli olan, Kur'an'la alay etmek ve Kur'an'ı duyduğunda der­hal uzaklaşmak gibi tavırlarını zikretti. Çünkü onların rezaletlerini ve ayıpla­rını açıklayan bir sure indiği zaman bu sureyi dinlemekten rahatsız olmaktay­dılar. Yine kendileri hakkında hiçbir şey bulunmayan bir sure indiği zaman da, bununla alay edip küçümsemekte, kaş-göz işaretiyle ve alaylı bir şekilde gü­lümseyerek hafife almaktaydılar. [350]

 

Açıklaması

 

Kur'an surelerinden biri inip münafıkların bundan haberi olunca içlerin­den bir kısmı birbirlerine "Bu sure hanginizin imanını artırdı? Kur'an'ın Allah katından olduğunu ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinde sadık olduğunu tasdik etmenizi mi artırdı?" dediler.

Bilindiği gibi sahih olan iman, nefsin kabulüne bağlı kesin bir tasdiktir. Bu iman Kur'an'ın nüzulü ile artar, Kur'an'ın düşünerek ve inceleyerek dinlen-mesiyle kat kat ziyadeleşir, bu duruma inen hükümlerin yaşanmasına sebep olur. Burada -cumhurun mezhebine göre- imanın artıp eksildiğini açıkça göste­ren delil vardır.

Allah Tealâ da onlara Kur'an'ın insan üzerindeki gerçek tesirini bildirerek cevap verdi.

Müminlere gelince: Kur'an'ın nazil oluşu onların imanlarını, tasdiklerini artırır, onları Kur'anla amel etmeye teşvik eden bir güç olur. Aynı anda mü­minler bu surenin inişine sevinirler, çünkü bu sure onların nefislerini tezkiye eder, onlara dünya ve ahirette saadet yolunu gösterir.

Zemahşerî "Onların imanlarını artırır." (Tevbe, 9/124) ayeti hakkında di­yor ki: "Bu sure, imanlarını ve sebatkâr oluşlarını daha da artırır, gönle serin­lik verir. Yahut amellerini artırır, demektir. Çünkü amelin artması, imanın art­masına sebeptir. Zira hem inanç, hem de amele iman denilebilir."

Gönüllerinde şüphe, küfür ve nifak olanların ise, küfürlerine küfür, nifak­larına nifak katar ve bu durum onlarda iyice kökleşir, nihayet Kur'an'a ve Pey­gamberimiz (s.a.)'i inkâr ettikleri halde kâfir olarak ölürler. Bu da bu surenin nazil olma hedefine terstir. Çünkü bu sure gerçekte hidayet ve nur, gönüllere şifa ve kalplere ciladır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz Kur'an'ı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an zalimlerin ise ancak zararını artırır." (İsra, 17/82) Bir başka ayette, "De ki: Bu Kur'an, iman edenlere bir hi­dayet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'an'a karşı kördür. Onlar tıpkı uzak bir yerden çağrılıp da duymayan kimseler gibidirler." (Fussilet, 41/44).

Kalplere hakkı gösteren kitabın onların dalâlete düşmesine ve helak olma­larına sebep olması, onların bedbaht oluşlarmdandır. Tıpkı rahatsız olan kim­seye gıdanın fayda vermemesi gibi...

Cenab-ı Hak münafıkların kâfir olarak öleceklerini beyan ettikten sonra, onların her yıl bir veya iki defa dünya azabına da uğrayacaklarını açıklayarak adeta şöyle hitap etmektedir:

O münafıklar görmüyorlar mı ki, her yıl bir veya iki defa cihad, kıtlık, hastalık gibi çeşitli imtihanlar geçiriyorlar! Bu çeşit imtihanlar insana Allah'ı hatırlatır ve onu imana, küfrü terk etmeye ve hakla batılı ayırt etmeye meyyal hale getirir.

Sonra onlar bütün bu peşpeşe yapılan imtihanlara rağmen geçmiş günah­larından tevbe etmiyorlar, geçen olaylardan ibret almıyorlar, hatta imanı kabul etmeye hazırlıklı bile değiller.

Onlar Hz. Peygamber (s.a.)'in yanında otururken ona bir sure inince yüz­lerini çevirirler, kaş-göz işareti yaparlar, kalplerinin fesatlığı sebebiyle alay ederler, kaçmaya teşebbüs ederler ve derler ki: Siz oradan kaçarken Rasulullah (s.a.) ve müminler sizi gördüler mi?

Sonra da hep birlikte Rasulullah (s.a.)'ın meclisinden ayrılırlar; yani hak­tan yüz çevirirler. Dünyadaki halleri budur. Hakta sebat etmez, hakkı kabul etmez ve anlamazlar. Tıpkı şu ayette bildirildiği gibi: "O halde bunlara ne olu­yor ki, öğütten yüz çeviriyorlar! " (Müddessir, 74/49-51) Bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Ne oluyor bu kâfirlere ki, sağdan ve soldan cemaatler halinde sana doğru koşuyorlar?" (Mearic, 70/49-51) Yani bu topluluğa ne oluyor ki haktan kaçıp batıla giderek koşuyorlar.

Allah onların kalplerini hak ve imandan, hayır ve nurdan uzaklaştırmış-tır. Bu ifade ya onlar hakkında bir beddua yahut durumlarını haber veren bir ifadedir.

Bu yüz çevirmeleri onların, dinledikleri ayetleri anlamayan, anlamak iste­meyen, anlamak için derin düşünmeyen bir topluluk olmaları sebebiyledir. Bi­lakis onlar anlamak için kulak vermeyecek kadar meşguliyet içindedir ve an­laşmaktan kaçmaktadırlar. Nitekim Cenab-ı Hak "Onlar haktan sapınca Allah da onların kalplerini saptırdı." (Saf, 61/5) buyurmaktadır. [351]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- İman artar ve eksilir. Selef ve halef ulemasının çoğunluğunun görüşü budur. Yeni inen ayetlerle müminlerin imanları artar, nefislerini manevî kirler­den arındırmaya ve saadetlerine vesile olduğu için bu ayetlerin inmesine sevi­nirler.

2- Küfür üstüste birikir, birbiri üzerine eklenir. Çünkü Allah'ın yeni indir­diği vahiyle küfür ve nifakları yenilendikçe onların küfürleri artar ve kökleşir, cezaları da kat kat olur.

3- Kur'an'la alay eden münafıklar tevbe etmezlerse küfürleri üzerinde ölürler, bu da onların küfürde devam ettiklerinin delilidir.

4- Münafıkların iman ve hakla uyarılma vasıtaları çok ve çeşitlidir. Hasta­lıklar, dertler, meşakketler, açlık, Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte cihad etme gibi yılda bir veya iki defa çeşitli imtihanlar peşpeşe geliyor ve müminler Al­lah'ın kendilerine zafer ihsan etmesi, destek olması gibi vaad ettiği hususları görüyorlar.

5- Münafıkların imana gelmesine sebep olacak vesilelerden biri de onların gizli sırlarını açığa vuran, gizli durumlarını bildiren ayetlerin nazil olmasıdır.

Bununla birlikte doğru düşünmeye ve hidayeti bulmaya vesile olacak bu durumdan kaçıyorlar ve ayetleri derin düşünerek, akıllarım kullanarak, iyice inceleyerek dinlemiyorlar.

"Şüphesiz Allah nezdinde yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü akılla­rını kullanmayan (hakkı duymayan) sağır ve dilsizlerdir." (Enfal, 8/22).

"Onlar Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?" Muhammed, 47/24).

Münafıkların "Bu sure hanginizin imanını artırdı?" sözleri alaylı bir ifade tarzıdır. Yine "birbirlerine bakıp göz ettiler" ifadesi de hafife alma ve kaçma ar­zusunu ifade etmek üzere birbirlerine gözetmekle yetindiler anlamındadır.

6- Ehl-i Sünnet'in görüşüne göre, onların gönülleri haktan uzaklaşınca 'Allah da onların kalplerini uzaklaştırdı" ayetinin delâleti ile Allah onları imandan uzaklaştırdı ve onların iman etmelerini engelledi.

Bu ifade ya bedduadır; yani onlara böyle (Allah kalplerinizi haktan uzak-laştırsın) deyin ifadesi taşır, yahut yaptıklarına karşılık olarak Allah'ın onların kalplerini hayır, hak yol ve hidayetten uzaklaştırdığını bildiren haber cümlesi­dir.

Bu ayet, "Mahlûkatm kalpleri kendi ellerindedir. Azalarına kendileri hük­meder, diledikleri şekilde tasarruf sahibidirler, kendi iradeleri ve tercihleriyle hükmederler" inancını taşıyan Kaderiyye'ye reddiyedir. [352]

 

Rasulullah (S.A.)'ın Sıfatları, Ümmetiyle İrtibat Halinde Oluşu

 

128- Şüphesiz ki size sizin içinizden bir peygamber gelmiştir. Sizin sıkıntıya düşmeniz O'na çok ağır gelir. O, size son derece düşkündür. Müminlere çok şefkatli ve çok merhametlidir.

129-  (Ey Peygamber!) Senden yüz çevi- rirlerse de ki: "Allah bana yeter. O'ndan  başka hiçbir ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvendim. O yüce Arşın Rabbidir."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki size sizin içinizden" yani sizden ve sizin cinsinizden "bir pey­gamber" O da Muhammed (s.a.) "gelmiştir. Sizin sıkıntıya düşmeniz" sizin me­şakkat ve zorluklarla karşılaşmanız "O'na çok ağır" çok zor, çok güç, çok şid­detli "gelir. O, size son derece düşkündür." Hidayette olmanız için çok gayret sarfetmektedir. "Müminlere çok şefkatli..." Re'fet, rahmetten daha hususi bir mana taşır ve zayıflara karşı acımak ve hassas olmaktır, "ve çok merhametli­dir." Sizin için daima hayır murad eder. Rahmet, zayıflara veya başkalarına karşı umumen merhamet duymaktır.

"O" Allah "yüce Arşın" Kürsi'nin "Rabbidir." Burada özellikle Arş'ı zikretti. Çünkü Arş bütün varlıkların en büyüğüdür. [353]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak bu surede -Allah'ın hususi tevfikine mazhar olan kimseler­den başkasının tahammül etmesinin çok zor olduğu- bir takım şiddetli, meşak­katli ve zor vazifeleri Rasulüne (s.a.) tebliğ ettikten sonra müminlerin vazifele­ri kolaylıkla yerine getirebileceklerini gösteren bazı hususları beyan ederek su­reyi bitirdi. Bunlardan biri, Peygamber (s.a.)'in sizden oluşudur. Dolayısıyla Onun elde ettiği bütün izzet ve şeref size ait olacaktır. O sizin zarar görmeniz­den rahatsızlık duyacak bir haldedir. O dünya ve ahiretin hayrının size ulaş­masında büyük bir istek ve arzu sahibidir. O zorlu bir tedaviye yöneldiği za­man sadece muhatabının hayrını isteyen ehil bir doktor gibidir. O'nun vereceği bu vazifeleri kabul edin ki bütün hayırları kazanabilesiniz...

Yine bu sureye Allah'ın ve Rasulü'nün müşriklerden beri olduğu hususu üe başlayıp münafıkların durumunu bir bir açıkladıktan sonra Araplara hitap etti: Kendilerine verilen nimetleri saymak ve onlara ikramda bulunduğunu be­yan etmek sadedinde onlara kendi cinslerinden veya kendi neseplerinden Arap ve Kureyş'li bir Peygamber geldiğini bildirdi. Allah tarafından tebligatta bu­lunması, uhrevi azaba düşmek gibi ümmetinin sıkıntılara düşmelerinden son derece rahatsızlık duyması ve hak yolda olmaları hususunda son derece gay­retli olması, müminlere karşı çok şefkatli ve çok merhametli olması gibi güzel vasıfları taşıyan bir Peygamber geldiğini beyan etti.[354]

Hakim'in el-Müstedrek adlı kitabında rivayet ettiğine göre, Übeyy b. Ka'b şöyle der: Son inen ayet, "size sizin içinizden bir peygamber gelmiştir..." ile baş­layan, Tevbe suresinin son iki ayetidir.

Buharî ve Müslim'in rivayetlerinde Bera b. Azib diyor ki: Son inen ayet, "Senden fetva isterler. De ki: Allah "ketale" hakkında şu fetvayı verir..." (Nisa, 4/176) ayetidir. Son inen sure ise "Berae" süresidir.

İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, son inen ayet, "Allah'a döndürüle­ceğiniz günden korkun." (Bakara, 2/281) ayetidir. Bu ayetin nüzulü ile Rasulullah (s.a.)'ın vefatı arasında 80 gün vardır. Bu görüş aynı zamanda Said b. Cübeyr'in de görüşüdür. [355]

 

Açıklaması

 

Allah müminlere kendi içlerinden yani kendi cinslerinden ve kendi dille­rinde konuşan bir Peygamber göndermek suretiyle büyük bir lütufta bulun­muştur.

Ey Araplar! Size kendi cinsinizden ve kendi dilinizden bir peygamber geldi.

Nitekim bir ayet-i kerimede, "Okuma yazma bilmeyenlere kendilerinden bir peygamber gönderen Odur." (Cum'a, 62/2) buyurulmaktadır. Bir başka ayet-i kerimede ise, "Allah müminlere kendilerinden... bir peygamber gönder­mekle büyük bir lütufta bulundu." (Al-i İmran, 3/164) buyurulmaktadır.

Allah bu peygamberi şu beş sıfatla tavsif etmiştir.

1- "Sizin içinizden" yani Araplardan olması. Bu ifadeden maksat Arapları O'nu desteklemeye teşvik etmektir.

İbni Abbas diyor ki: Araplardan hiçbir kabile yoktur ki, Peygamberimiz (s.a.)'in doğumu onlarla ilgili olmasın. Mudar, Rabia, Yemenli kabilelerden ta­mamı onunla ilgilidir. Yani onun nesebi bütün Arap kabilelerine dağılmıştır.

2- "Sizin sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir." Sizin dünya ve ahirette meşak­kat çekmeniz ve zorluklarla karşılaşmanız ona çok ağır gelir. Çünkü o sizden­dir, sizin acı duymanızdan acı duyar, sizin sevincinizle sevinir.

3- "O, size son derece düşkündür." Sizin hidayeti bulmanıza ve hidayete de­vam etmeniz hususunda, dünya ve ahirette size hayırların ulaşmasında son derece gayretlidir.

4- "Müminlere çok şefkatli ve çok merhametlidir." İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Allah O'nu kendi isimlerinden iki isimle -"Rauf ve "Rahim" isimleriyle- adlan­dırdı.

Eğer -müşrikler ve münafıklar- senden, senin peygamberliğine iman et­mekten, senin şeriatınla doğru yolu bulmaktan yüz çevirirlerse onlara de ki: -Düşmanlara karşı yardım etmek hususunda- "Bana Allah yeter."

"O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." Kendisine yalvarıp yakaracağım, boyun eğeceğim, O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir varlık yoktur. Sadece Ona güven­dim. İşimi sadece O'na havale ettim. O'ndan başkasına itimat etmiyorum.

"O yüce Arş'ın Rabbidir." Arş yeryüzü, gökyüzü ve ikisi arasındaki bütün varlıkların tavanıdır. Burada özellikle Arş'ı zikretti. Çünkü O mahlûkatm en büyüğüdür. O zikredilince Onun altındaki bütün varlıklar buna dahil olur. Bü­tün mahlûkatın işlerinin idaresi sadece Allah'a aittir. "O, Arş'a istiva eyledi. Her şeyi O tedvir eder." (Yunus, 10/3).

Ebu Davud, Ebu'd-Derda'dan şöyle rivayet etmektedir: "Kim sabah ve ak­şam Hasbiyallahu... duasını (Tevbe suresinin son ayetindeki duayı) yedi defa okursa bunu okurken sadık da olsa yalancı da olsa onu endişeye düşüren işle­rinde Allah O'na yeter."

Nakkaş'ın rivayetinde Übeyy b. Ka'b diyor ki: Kur'an'ın, kulu Allah'a en yakın kılan ayetleri, Tevbe suresinin son iki ayetidir.

Sahabe-i kiram Kur'an bir mushaf içerisinde toplandığı zaman bu iki ayeti "Berae" suresi'nin sonuna koyma hususunda ittifak etmişlerdir.

İmam Ahmed, Buharî, Tirmizî ve diğer bazı alimler Hz. Ebubekir (r.a.) za­manında Kur'an'ın toplanması ve yazılması konusunda Zeyd b. Sabitin şu sö­zünü rivayet etmişlerdir. Tevbe suresinden iki ayeti Huzeyme el-Ensarî'nin ya­nında buldum. Bu iki ayeti "Lekad caekum.." başka birinin yanında bulama­dım. Yani İbni Hacer'in belirttiği gibi, her ne kadar bu iki ayet onun ve başka­larının ezberinde olsa bile yazılı olarak sadece onun yanında buldum.

İbni Cerîr ve İbnü'l-Münzir'in rivayetine göre, Ensar'dan bir zat bu iki ayeti Hz. Ömer (r.a.)'e getirdi. Hz. Ömer, "Buna kesinlikle senden şahit isteme­yeceğim. Rasulullah (s.a.) bu ayetleri aynen bu şekilde okuyordu" dedi. [356]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu iki hususa işaret etmektedir:

1- Peygamberlik mesuliyetini birlikte taşımalarını ve onun emrettiği vazi­feleri yerine getirmelerini teşvik edecek ve bunu sağlayacak beş önemli sıfatla Peygamberimizin tavsif edilmesi. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.) onlardan ve on­ların içinden biri idi. Onların sıkıntıya düşmesinden çok rahatsız oluyordu. On­lara çok düşkündü, çok şefkatli ve merhametli idi.

2- İnsanlar onun davetinden yüz çevirirlerse kendisine yardım eden ve ona yeterli olan Allah'tan yardım diler; dua, ibadet ve yardım isteme, boyun eğme, huzurunda eğilme hususlarında sadece O'na iltica etmekle yetinir. Çünkü Allah yüce Arş'm Rabbidir. Bütün insanlar Allah Tealâ'nın kudretiyle Arş'ın al­tında olmaya mahkûmdurlar. O'nun ilmi herşeyi kuşatır. O'nun tayin ettiği ka­der her şeye nüfuz eder. O her şeye vekildir. [357]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/309.

[2] Razî, XV/216.

[3] Kurtubi, VIII/62-63.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/309.

[5] Kurtubî, VIII/63.

[6] İbnü'l Arabi, Ahkamul Kur'an, 11/881.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/309-310.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/310.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/310-311.

[9] İbn Kesir, 11/331 v.d.; Zemahşeri, 11/26; Kurtubî, VII/64-68.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/311-312.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/313-314.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/314.

[13] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, M/77.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/314-317.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/318.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/318.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/318.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/319.

[19] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/81-82.

[20] Kurtubî, VIII/74.

[21] İbnü'l Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/889.

[22] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/81.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/319-321.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/322.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/322.

[26] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/791.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/322-324.

[28] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/84.

[29] İbn Kesir, III/337.

[30] Cassas, a.e., a.y.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/324-325.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/326-327.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/327.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/327-328.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/328-329.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/330.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/330.

[38] İbni Kesir, 11/339.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/330-331.

[39] İbnü'l -Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/893.

[40] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/85.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/331-333.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/334.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/334.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/334-335.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/335.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/335-337.

[47] Razî, XVT/4.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/337.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/338.

[50] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/87.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/338-339.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/339.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/340.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/340-341.

[55] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 139; Zemahşeri, 11/31.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/341.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/341.

[58] Zemahşeri'nin tefsirinde bu şekilde andığı hadisin çok tanınmış halde söylenişi şöyledir: "Mescidde mubah olan söz, ateşin odunu yemesi gibi, iyilikleri yer" (Keşfu'l-Hafa, 1/354).

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/341-343.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/343-344.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/345.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/345-346.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/346.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/347

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/347-348.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/348.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/349.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/349.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/349-350.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/350.

[70] Zemahşeri, 11/33.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/350-352.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/353.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/354.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/354-355.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/355.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/355.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/355-356.

[78] Bu, daha önce Resulullah (s.a.)'m duyulmamış sözlerindendir.

[79] Urefa: Başkan, lider, bilgin, uzman.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/356-358.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/358-360.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/361.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/361-362.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/362.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/362.

[86] Bu, Zeydiye imamlarından Hadi ve Zahiriye imamlarından bazılarının görüşüdür. İbni Cerir, Hasan'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Bir müşrikle musafaha yapanın abdest alması gerekir."

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/362-364.

[88] Zerkeşi, İ'lâmu's-Sâcidi bi-Ahkâmi'l-Mesâcid, s. 173 vd.

[89] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 2/901; Kurtubî, VIII/104 vd.

[90] Razi, XVT/26.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/364365.

[92] Zerkeşî, I'lâmu's-Sâcidi bi-Ahkâmi'l-Mesâcid, s. 318.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/365-366.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/367.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/367.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/368.

[96] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/889.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/368-371.

[98] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/90.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/371-372.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/373.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/373.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/374.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/374-376.

[104] Razî, XVT/38-39.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/377-378.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/379.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/379.

[108] Vahidî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 140.

[109] a.e., a.y.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/379-380.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/380.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/380-383.

[113] Arap dirhemi, 2,975 gramdır. Dinar ise miskaldir ve 4,457 gramdır.

[114] Kurtubî, VIII/124.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/383-385.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/386-387.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/387.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/387.

[119] Zemahşeri, 11/38.

[120] Kebs, 365 günlük yıla, dört yılda bir tam gün ekleyerek 366 gün yapmak.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/387-391.

[122] Harem bölgesi dışında kalan yerler.

[123] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/928.

[124] Kurtubî, VIII/137; Razî, XVI/547.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/391-394.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/395.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/396.

[128] Razî, XVT/59.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/396-397.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/397-398.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/398-400.

[131] Böylesine tehlikeli bir şeyi kabul etmesi, Hz. Ali'nin büyüklüğünü göstermektedir.

[132] Bu olay hadis kitaplarmca tespit edilmese bile, güvenilir siyer kitaplarında yer almaktadır.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/400-402.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/403.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/403.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/404.

[137] Kurtubî, VIII/150-152.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/404-405.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/406.

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/406-407.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/407.

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/407.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/407-409.

[144] Cassas, Ahkamu’l-Kur’an, III/119.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/409-411.

[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/412-413.

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/413.

[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/413-414.

[149] Razî, XVI/79.

[150] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/120.

[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/414-415.

[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/416.

[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/416-417.

[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/417.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/418.

[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/418-419.

[157] Razî, XVI/84.

[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/419-420.

[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/421.

[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/421.

[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/421-422.

[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/422-423.

[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/423-424.

[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/425.

[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/425-426.

[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/426.

[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/426-427.

[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/427-428.

[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/429.

[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/429-430.

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/430-431.

[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/431-433.

[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/433.

[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/433-434.

[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/434.

[176] Hadisi Ebu Davud, Süveyd b. Hanzala'dan rivayet etmiştir.

[177] Müşterek bir lafızdır. Burada, uzunluğu beş zira, olan elbise kasdolunmaktadır. Bununla ilk amel eden, Yemen krallarından Hınıs'tır.

[178] Çok giyilmekten eskimiş elbise. olsa, onu öder. Çünkü onun zamanını ertelemiş, onun zimmetine geçmiştir. Onun için öder.

[179] Neylü'l-Evtâr, IV/166.

[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/434-438.

[181] Mükâteb: Efendisiyle, belirli taksitler üzerine yazışma yapan, o taksitleri ödediği zaman hür olacak olan köle. Köleleri hürriyete kavuşturmak için, yazışmak menduptur: "Sahip ol­duğunuz (köle ve cariyeler) arasından sizden mükâtebe isteyenlerle eğer onlarda bir hayır bi­lirseniz- mükâtebe yapınız." (Nur, 24/33) ayeti bunu ifade eder.

[182] Ebu Davud ve İbni Mace, Ebu Said (r.a.)'den rivayet etmişlerdir.

[183] Ahmed, Buhari, Müslim, Nesâi, Tirmizî ve İbni Mace, Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet et­mişlerdir, sahihdir.

[184] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/438-441.

[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/442-443.

[186] Razi, XVI/100-104

[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/443-445.

[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/446.

[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/446.

[190] Baş ve sakal kılı kalkık, gözleri kırmızı, esmer, yanakları kırmızıya çalan, siyah, kötü huylu şişman bir adamdı. Peygamberimiz onun hakkında: "Şeytana bakmak isteyen Nebtel b. Haris'e baksın" buyurmuştur.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/447.

[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/447.

[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/447-448.

[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/448.

[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/449.

[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/449-450.

[197] Süddî: "Biz eşeklerden daha kötüyüz" şeklinde rivayet eder.

[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/450-451.

[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/451.

[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/451-453.

[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/453.

[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/454-455.

[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/455-456.

[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/456.

[205] Razî, XVI/129.

[206] Vahidî şöyle der: Mü'tefîkât, mü'tefike kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin maştan olan i'tifak; altı üstüne gelmek demektir. Şuayb (a.s.)'ın kavminin köyleri, halkıyla birlikte altı üstüne geldi.

[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/456-459.

[208] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/459460.

[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/461.

[210] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/461-462.

[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/462.

[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/462-464.

[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/464-465.

[214] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/466.

[215] Vahidi, Esbâbü'n-Nüzûl, s. 144.

[216] a.e., a.y. Razı, XVI/36; İbni Kesîr, 11/371.

[217] Esbabü'n-Nüzûl, s. 145; Râzi, a.y.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/466-468.

[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/468.

[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/468-470.

[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/470-471.

[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/472.

[222] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/472.

[223] Kurtubî, VIII/210.

[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/472-473.

[225] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/474.

[226] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/474-475.

[227] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'ûn, 11/974 v.d.

[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/475-476.

[229] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/477.

[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/477.

[231] Yani sırtlanınızda ücretle yük taşıyor, o ücretten bir kısmını yahut hepsini tasadduk edi­yorduk.

[232] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/477.

[233] Razî, XVT/144-145.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/478.

[234] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/478-479.

[235] Râzî, XVI/147.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/479-480.

[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/481.

[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/481-482.

[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/482.

[239] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/482-483.

[240] Bu, Hz. Ömer'in büyüklüğüne işaret eder. Çünkü birçok ayet, onun görüşüne uygun ola­rak nazil oldu. Bedir esirlerinden fidye alınmasıyla ilgili ayet, içkiyi haram kılan ayet, kıb­lenin değiştirilmesiyle, kadınların örtünmesiyle ilgili ayet ve bu ayet gibi. Bunun için Pey­gamber efendimiz: "Eğer ben peygamber gönderilmeseydim, sen peygamber gönderilirdin ey Ömer!" buyurmuştur.

[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/484-485.

[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/485-486.

[243] 55. ayete bkz.

[244] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/486-487.

[245] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/487-489.

[246] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/489.

[247] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/490.

[248] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/490-491.

[249] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/491-492.

[250] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/493.

[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/493.

[252] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/494.

[253] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/494.

[254] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/494.

[255] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/495.

[256] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/495.

[257] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/495-496.

[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/496.

[259] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/496-498.

[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/498.

[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/7.

[262] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/7.

[263] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/7-8.

[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/8.

[265] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/9.

[266] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/9-10.

[267] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/10.

[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/10-11.

[269] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/11-12.

[270] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/12-13.

[271] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/14.

[272] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/14-15.

[273] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/15.

[274] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/16.

[275] Hadis zayıftır. Bu hadisi Taberani el-Evsat'ta Enes b. Malik'ten rivayet etmiştir.

[276] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/16-17.

[277] Kurtubî, VIII/232.

[278] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/17-19.

[279] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/20.

[280] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/20-21.

[281] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/21-22.

[282] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/22.

[283] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/22-24.

[284] İbnu'l-Arabî, Ahkamü'l-Kur'an, 11/990, 993.

[285] Razî, XVI/168-169.

[286] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/24-26.

[287] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/27.

[288] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/27-28.

[289] el-Bahru'l-Muhit, V/95.

[290] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/28.

[291] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/148.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/2829.

[292] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/30-31.

[293] Beş vesak 653 kg.'dır.

[294] 5 Ukıyye: 200 dirhem= 640 gr

[295] Zûd: üç ile 10 arası demektir.

[296] Tafsilat için fıkıh kitaplarına bakınız. (Çeviren).

[297] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/32-35.

[298] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/36.

[299] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/36.

[300] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/37.

[301] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/37.

[302] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/38.

[303] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/39.

[304] Peygamberimiz Medine'ye hicret edince önce Küba'da Evs Kabilesi'nden Amr b. Avf oğul-ları'nın reisi Külsüm b. Hedm'e misafir oldu. Küba, Medine'ye 2 mil uzaklıkta güney tara­fında bir köy idi. Rasulullah (s.a.) Pazartesi gününden Cuma gününe kadar orada kaldı. Küba Mescidi'ni inşa etti.

[305] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/39-41.

[306] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/41.

[307] Zemahşerî, 11/58.

[308] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/41-45.

[309] Kurtubî, VIII/254.

[310] Ebu Davud ve diğerleri bu hadis-i şerifi Ebu Said el-Hudrî'den rivayet etmişlerdir.

[311] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/45-47.

[312] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/48.

[313] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/48-49.

[314] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/49.

[315] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/49.

[316] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/49-51.

[317] el-Bahru'l-Muhit, V/103.

[318] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/51-53.

[319] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/54.

[320] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/54-55.

[321] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/55-56.

[322] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/56.

[323] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/56-58.

[324] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/58-59.

[325] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/60.

[326] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/60-61.

[327] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/61.

[328] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/61-62.

[329] Razî, XVT/218.

[330] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/62-65.

[331] Zemahşerî, 11/61.

[332] Zemahşerî, 11/61-62.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/65-66.

[333] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/67-68.

[334] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/68.

[335] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/68-69.

[336] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/69-70.

[337] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/71.

[338] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/71.

[339] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/71-72.

[340] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/72.

[341] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/72.

[342] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/72-74.

[343] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/75.

[344] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/75.

[345] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/76.

[346] Kurtubî: VIII/297, Razî: XVI/288.

[347] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/76-77.

[348] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/78.

[349] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/78-79.

[350] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/79.

[351] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/79-81.

[352] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/81-82.

[353] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/83.

[354] el-Bahru'l-Muhit, V/17.

[355] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/83-84.

[356] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/84-85.

[357] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/85-86.