Zemahşerî
şöyle der: Bu sûrenin çeşitli isimleri var: Berâe, Tevbe, Mukaş-kışa, Mübaşire,
Müşerdide, Muhsiye, Fadıha, Müsira, Hafira, Münekkile, Mü-demdime,
Sûretu'1-azab. Çünkü bu sûre, nifaktan uzaklaştırıyor, münafıkların sırlarını
meydana çıkarıyor, araştırıyor, onları rezil ediyor, cezalandırıyor, onların
durumlarını insanlara bildiriyor, ifşa ediyor, onlara gazab ediyor.
Sûretu'l-buhus da denir: Çünkü o, münafıkların sırlarını araştırıyor.
Huzeyfe'den
rivayet olunur: "Siz ona Tevbe sûresi diyorsunuz. O, Azab süresidir.
Vallahi, o herkese dokunmuştur."
İbni
Abbas'ın bu sûre hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şüphesiz o,
gizli ayıplan açığa vurup utandıran bir sûredir. Münafıklara saldırıyor, onlardan
öç alıyor, öyle ki hiç birini bırakmayacak diye korktuk.. Enfal sûresi Bedir'de
nazil oldu. Haşr sûresi ise Nadir oğullan hakkında nazil oldu."[1]
İbni
Abbas şöyle demiştir: Ali (r.a.)'a: "Tevbe sûresinin başında besmele niçin
yazılmadı?" diye sordum. "Çünkü, besmele bir emandır. Tevbe ise,
kılıcı ve sözleşmelerin atılmasını getirmiştir. Bunda ise eman yoktur"
dedi.[2]
Süfyan
b. Uyeyne: "Bu sûrenin başına besmele yazılmadı. Çünkü besmele rahmettir.
Rahmet ise bir emandır. Bu sûre ise münafıklar ve kılıç hakkında indi.
Münafıklara hiçbir eman yoktur" demiştir.[3]
Kurtubî
ise Kuşeyrî'den naklen: "Sahih olan besmelenin yazılmamasıdır. Çünkü
Cibril (a.s.), bu sûrede onu indirmedi. Sahabe de onu Tirmizî'nin dediğine
göre ilk sahifeye -emiru'l-müminin Osman (r.a)a uyarak yazmadı." demiştir.
[4]
Tevbe
süresiyle Enfal sûresi arasında bir benzerlik vardır. Adeta o, iç ve dış devlet
ilişkilerinin temellerini, savaş ve barış hükümlerini, samimi müminlerin,
kâfirlerin ve münafıkların hallerini, andlaşma ve sözleşmelerin hükümlerini
koyma hususunda, onu tamamlamaktadır. Ancak Enfal sûresinde and-laşmalara vefa
gösterilmesi ve andlaşmaların mukaddesliği açıklanırken, Tevbe sûresinde
andlaşmaların atılması açıklanmaktadır. Her iki sûrede de müşriklerin, Mescid-i
Haram'a sokulmaması zikrolunmakta, malın Allah yolunda harcanması teşvik
olunmakta, müşrik ve ehl-i kitabla savaş konusu genişletilmekte, münafıkların
durumları açıklanmaktadır.
İki
sûredeki bu konu benzerliğine, amaç birliğine ve her ikisinin de savaş hakkında
nazil olmasına rağmen, en sahih görüşe göre, bunlar ayrı ayrı sûreler olup
Tevbe sûresi, Enfal sûresinin bir parçası değildir. Kendine has birçok
isimlerinin olması, onda geçen konuları açıklaması, sûre ve ayetlerin bu şekil
üzere karar kılmış olması, sahabe zamanından beri müslümanlara bu şekilde
nakledilmesi, bunun delilidir.
Osman
(r.a.) şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.), Tevbe sûresinin Enfal sûresinden
olduğunu bize açıklamadan vefat etti". Onun bu sözü gösteriyor ki, bütün
sûreler, Peygamber (s.a.)'in sözü ve açıklamasına göre düzenlenmiştir. Sadece
Tevbe sûresi Resulullah (s.a.)'in bilgisi ve işareti dışında -çünkü ani ölümü,
ona bunu açıklama imkânı vermemişti- Enfal sûresine eklendi. Bunda güdülen
düşünce şuydu: Her iki sûre de aynı maksada yöneliktir. Resulullah (s.a.) de
hayatta olsaydı, ikisinin bir arada bulunmasını gerekli görürdü.
[5]
İbnü'l-Arabî
şöyle der: Bu, dinde kıyasın bir asıl olduğuna delildir. Görülüyor ki Hz.
Osman ve sahabenin ileri gelenleri, nas bulunmadığı zaman benzerlik kıyasına
başvurdular. Tevbe sûresinin, konu açısından Enfal sûresine benzediğini
gördüler ve ona kattılar.
[6]
Enfal
sûresi, hicretten sonra nazil olan ilk sûrelerdendir. Tevbe sûresi de
Kur"an'da nazil olan son sûredir. Hicri dokuzuncu yılda ki Resulullah
(s.a.), yazın çok sıcak, meyvelerin olgunlaşıp güzelleştiği fakat müslümanlarm
darlık ve yokluktan kıvrandığı bir zamanda Rumlarla gazveye çıktı. Bu sure onun
en son gazvesi olan bu yılda- indi, müminlerin imanı için bir imtihan ve
münafıkların nifaklarının ortaya çıkma sebebi oldu. İlk ayetleri Mekke'nin
fethinden sonra indi. Resulullah (s.a.) hac mevsiminde, onları, müşriklere
okuması için, Hz. Ali'yi gönderdi.
Buharî,
Bera b. Azib'den şu rivayeti yapar: En son nazil olan ayet: "Senden fetva
isterler. De ki: "Allah size kelâle (babası ve çocuğu olmayanın mirası)
hakkında..." (Nisa, 4/176) ayeti, en son nazil olan sûre de
"Tevbe" süresidir.
[7]
Sûre,
müşriklerle ilişkiyi kesmek, onlara dört aylık eman müddeti vermek, suçlan
sebebiyle onlara savaş ilân etmek, Mescid-i Haram'a girişlerini ebediyen
yasaklamak, cizye vermeyi, ya da müslüman olmayı kabul edene kadar ehl-i kitapla
mücadele etmekle başlıyor. Sûre, ilk bölümünden 41 nci ayetin sonuna kadar
cihadı, Allah yolunda mal ve canla genel seferberliği içine alıyor. İkinci kısımda
-sûrenin sonuna kadar- münafıkların niteliklerinden, çevirdikleri dolaplardan,
arapların cihaddan geri kalışlarından, Medine ve çevresindeki araplarm cihada
katılmayı kabul etmemelerinden bahsediyor ve müminlerle münafıkları birbirinden
ayıran açık mukayeselerle, cihadı farz-ı kifaye kılarak ve dinde derinleşecek
bir grubun geride bırakılmasına işaret ederek sona eriyor.
O
halde, sûre iki önemli şey üzerinde duruyor:
Birincisi, müşriklerle ve ehli kitapla cihad hükümleri.
İkincisi, Tebük gazvesi sırasında müminlerin münafıklardan
ayırt edilmesi.
Kur'an-ı
Kerim bu sûrede, anlaşmaların bozulmasını, müşriklerden biri sığınacak olursa
Allah'ın sözünü dinlemesi için ona eman verilmesini, müslü-manlarla Ehl-i Kitab
arasında bulunan sözleşmelere son verilmesini istiyor. Çünkü müşrikler ve ehl-i
kitap ahidlerini bozmuşlar, yahudi kabilelerinden Be-nu'n-Nadr, Benû Kurayza ve
Benû Kaynuka, müslümanlarla savaşmak ve işlerini bitirmek üzere anlaşmışlardı.
Yirmi civarında ayet, yahudilerin kin ve desiselerinden, hile ve tuzaklarından
bahsetmektedir. Gayr-i müslimlerin ahidlerini bozmasından ve eman müddeti
bittikten sonra, artık eman, barış ve anlaşma olmayacağından söz etmektedir.
Bu
sûrenin büyük bölümünde ayetler, müslümanlarm psikolojik hallerini -çünkü
müslümanlar Tebük Gazvesinde Rumlarla savaşmaktan çekiniyorlardı-ortaya çıkan
isteksizlik ve geri kalma arzularını, münafıkların hile ve aldatıcı
tuzaklarını, hakkında dört ayet nazil olan Mescidül-Dırar'ı, görüşüp konuşma ve
yıkıcı faaliyetlerde bulunma yeri edinmelerini konu edinmekte ve onların
rezilliklerini açığa çıkarmaktadır. Bu yüzden sûreye aynı zamanda Fadıha adı da
verilmiştir.
Özetle
bu sûre, gayr-i müslimlerle ilgili konuları kökünden çözümleyen, belki de iman
ordusunu bir araya toplayan ve onu müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında
nihaî ayırıcı bir savaşa, devlet içinde nifakın köklerini tasfiye ederek ve
yahudi tuzağını boşa çıkararak, ya da dışarda Tebük savaşında (bu savaş onları
korkutmuş ve onların İslâm'ı ve müslümanları yok etmeye yönelik bütün
hareketlerini dondurmuştur) Rum kibirine baş kaldırarak hazırlayan en önemli
bir sûre oldu.
Allahü
Teâlâ'nın takdir edip sınırlarını çizdiği bu iç ve dış tasfiye hareketi, İslâm
Devletinin yerleşmesinde ve devletin kurucusu ve lideri Peygamber (s.a.)'in
ahirete intikalinden sonra uluslararası varlığını korumasında ve heybetini
ortaya koymasında en büyük etkiye sahip olmuştur.
[8]
Resulullah
(s.a.), hicretin altıncı yılında müşriklerle, on yıl süreyle savaşıl-maması,
barış ve emniyet içinde kalınması gibi önemli şartları içine alan Hudeybiye
Barış Antlaşmasını yaptı. Sonra Kureyş, Hz. Peygamber(s.a)'in müttefiki Hu-zaa
kabilesine karşı kendi müttefikleri Bekiroğullan kabilesine silah ve adam yardımında
bulunarak bozdu. Amr b. Salim el- Huzaî, bir elçi heyeti başında gelerek,
Peygamber (s.a.)'den yardım talebinde bulundu. Resulullah (s.a.) de ona:
"Yardım ettim ey Amr b. Salim! KaTs oğullanna yardım etmezsem yardım
olunmam" buyurdu. İşte bu, yeniden Kureyş ile savaş halinin başlamasına
neden oldu.
Bunun
üzerine Resulullah (s.a.), ashabına savaşa hazırlanmalarını emretti. Mekke'yi
fethe koyuldu ve hicretin sekizinci yılında fethetti.
Mekke'nin
fethi haberi Hevazin kabilesine ulaşınca, emirleri Malik b. Avf en-Nasrî,
müslümanlarla savaşmak üzere kabilesini topladı. Dureyd b. Sam-me'nin de hazır
bulunduğu Huneyn gazvesi, hicri sekizinci yılın Şevval ayında oldu. Daha sonra
Peygamber (s.a.) 20 küsur gün Taifi kuşattı, onlarla ok ve mancınıkın da
kullanıldığı çetin bir savaş yaptı.
Sonra
Peygamber (s.a.) hicri dokuzuncu yılın Receb ayında son gazvesi olan ve Tevbe
sûresinin pek çok ayetinin indiği Tebük gazvesine çıktı.
Resulullah
(s.a.), Tebük gazvesinden geri dönünce hac etmek istedi. Fakat müşriklerin bu
mevsimde de gelip Kabe'yi çıplak olarak tavaf edeceklerini hatırladı, onlara
karışmak istemedi ve o yıl, Hz. Ebû Bekir Sıddık'ı, insanlara hacla ilgili
ibadetlerini yaptırmak, müşriklere bu yıldan sonra hac etmemelerini bildirmek
ve insanlara "Allah ve Rasulü'nden bir ültimatom..."u seslenmek üzere
gönderdi.
Hz.
Ebû Bekir yola çıkınca, peşinden Resulullah (s.a.)'in tebliğcisi olarak,
akrabasından Ali b. Ebî Talib'i: "Tevbe sûresinin şu baş tarafını, al,
git, insanlar toplu haldeyken onları oku" diyerek gönderdi.
Hz.
Ali, Hz. Peygamberin devesine binerek çıktı, Zü'1-Huleyfe'de, Ebû Bekir'e
yetişti. Hz. Ebû Bekir, Hacda insanlara imamlık yaptı. Hz. Ali de Tevbe
sûresinin baş tarafını okudu.[9] Bu,
Hicrî dokuzuncu yılın Kurban Bayramı günü Mina'da oldu.
İmam
Ahmed ve Tirmizî, Enes b. Malik'ten şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.),
onu (Ali'yi), Tevbe süresiyle Hz. Ebû Bekir'e gönderdi. O, Zü'1-Huley-fe'ye
vardığında Resulullah (s.a.) bana: "Bunu ya ben tebliğ edeceğim, ya da
ehl-i beytimden birisi tebliğ edecek dedi" dedi. Resulullah (s.a.) Tevbe
sûresini, Hz. Ali'yle göndermişti.
Buharı,
Peygamber (s.a.)'in Ali'yi hicri dokuzuncu yılda gönderdiğini, onun da bayram
günü Mina'da Tevbe sûresinin baş tarafını okuduğunu, artık bu yıldan sonra
hiçbir müşriğin haccetmeyeceğini, çıplak olarak hiçbir kimsenin Beytullah'ı
tavafta bulunamayacağını bildirdi, dediğini rivayet eder.
Ahmed
b. Hanbel, Tirmizî ve Nesaî, Zeyd b. Yüseyg'in (Hemadanlı bir adam) şöyle
dediğini rivayet ederler: "Ali'ye, Resulullah (s.a.)'in kendisini Ebû
Bekir'le hacca gönderdiği günü kasdederek hangi şeyle gönderildin?" diye
sorduk. Şu cevabı verdi: Dört şeyle gönderildim: Cennete mümin olandan başkası
girmeyecek, hiçbir çıplak Kabe'yi tavaf edemeyecek, peygamberle ahdi olanın
ahdi, anlaşma süresinin sonuna kadar geçerli sayılacak, bu yıldan sonra müşrikler
haccedemeyecek...
[10]
1-
Müşrikler içinden antlaşma yaptıklarınıza karşı Allah ve Rasûlünden bir
ültimatomdur.
2- Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Bilin ki siz, Allah'ı aciz
bırakabilecek değilsiniz. Herhalde Allah kâfirleri rüsvay edicidir.
3- Ve hacc-ı ekber günü. Allah ve Rasûlünden insanlara bir duyurudur:
Allah ve Rasûlü, müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha
hayırlıdır ve eğer yüz çevirirseniz, iyi bilin ki, siz Allah'ı âciz
bırakabilecek değilsiniz. O kâfirlere acıklı bir azabı müjdele.
4- Antlaşma yaptığınız müşriklerden size hiçbir şeyde eksiklik yapmamış,
aleyhinizde hiçbir kimseye yardım etmemiş olanlar müstesnadır. O halde onların
müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın. Şüphesiz Allah sakınanları
sever.
"Antlaşma
yaptıklarınıza": Antlaşma, (muahede), iki fırkanın uyulmasını gerekli
gördükleri şartlar üzerine sözleşme yapmasıdır. Her fırka, sağ elini diğerinin
sağ eline koyarak yeminlerle bunu pekiştirirler. Burada "kendileriyle
anlaşma yapılanlar", bir vakitle sınırlı olmadan mutlak olarak
"anlaşma yapılanlar" yahut dört aydan aşağı anlaşma yapılanlardır.
Bu anlaşma, dört aya tamamlanır. Ya da murad, dört ayın üstünde bir müddetle
anlaşma yapılıp anlaşmayı bozanlardır. Geçici bir süre için yapılan sözleşme,
müddeti doluncaya kadar geçerlidir. Nitekim: "O halde onların müddetleri
(bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın." ayetiyle: "Resulullah
(s.a.)'le ahdi bulunanın ahdi, müddeti doluncaya kadar devam eder" hadisi
buna işaret eder. İbni Kesir: En güzel ve en kuvvetli söz ve görüş budur, der.
Ey
müşrikler! 'Yeryüzünde" emniyet içinde "dört ay daha dolaşın".
Bununla, bu süre içinde savaşmadan emniyetle dolaşma hürriyeti
kasdedilmekte-dir. Bu dört ayın başlangıcı Şevvaldir. Buna delil, Zührî'nin:
"Şüphesiz ki Tevbe sûresi, Şevval ayında nazil oldu" sözüdür. Artık,
bundan sonra size eman yoktur. Arapçada "Şeyh" ve
"siyahat" kelimeleri, yeryüzünde hürriyet içinde seyahat etmek
anlamına gelir.
"Bilin
ki siz Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz." Onun azabından kurtulup
kaçamazsınız.
"Haca
Ekber günü": Hac farizalarının bittiği, hacıların hac ibadetlerini tamamlamak
için toplandığı Zilhicce'nin onuncu -kurban bayramının birinci- günü. Bu hacca
"ekber" denmesi, insanların umreye haccı asgar demelerinden dolayıdır.
[11]
Peygamber
(s.a.)'le Mekke müşrikleri ve diğerleri arasında, iki taraftan hiç kimsenin
Beyt-i Haram'dan alıkonulmaması, haram aylarda hiç kimsenin rahatsız edilmemesi
gibi maddeleri de içeren genel bir antlaşma vardı. Ayrıca Resulullah (s.a.) ile
birçok arap kabilesi arasında da anlaşmalar vardı. Müşriklerin çoğu Resulullah
(s.a.) ile olan antlaşmalarını bozdular. Bu durum Tevbe sûresinin nüzulünü
gerektirdi.
[12]
Tevbe
sûresinin ilk ayetleri hicri 9. yılda, Mekkeliler hakkında nazil oldu.
Resulullah (s.a.) hicri 6. yılda onlarla Hudeybiye Barışı yapmış, onlar da
-Dam-re ve Kinane oğullan dışında- anlaşmalarını bozmuşlardı. İşte bu sûrenin
ilk ayetleriyle müslümanlara, o müşriklerin anlaşmalarından uzaklaşmaları, onlara
dört ay süre vermeleri, bu süre bitince onlarla savaşmaları emrolunuyor...
Antlaşmalardan
amaç, bir zamanla sınırlı olmayan mutlak antlaşmalardır. Dört aydan daha az
antlaşması bulunanlar için bu süre dört aya tamamlanır. Dört ayın üstünde belirli
bir süreyi kapsayan antlaşma, bu süre dolana kadar devam eder. Nitekim:
"O halde onların müddetleri bitinceye kadar ahidleri-ni tamamlayın"
ayeti de bunu işaret eder. Bu, Taberî ve İbni Kesir gibi alimlerin tercih
ettiği en sahih görüştür. Kelbî: "Dört ay, Resulullahla aralarında, dört
ayın altında bir antlaşma olanlar içindir. Dört aydan daha fazla bir süreyi
kapsayan antlaşması olanlara, o süre tanınır. Çünkü Allahü Teâlâ: "O halde
onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın" buyuruyor,
der.
Açıklandığı
gibi, Resulullah (s.a.) hicri dokuzuncu yılda, Hz. Ebû Bekir'i hac emiri tayin
etti. O, yola çıktığı zaman müşriklerle ahdi bozmayı içeren Tevbe sûresi nazil
oldu. Hz. Peygamber (s.a.): "Benim görevimi ehl-i beytimden biri yerine getirsin"
diyerek, Hacc-ı Ekber günü, bunu insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali'yi
gönderdi. Kurban bayramının birinci günü insanlar Mina'da toplanınca, Hz. Ali
onlara Tevbe sûresinin ilk ayetlerini okudu. Sonra da Tirmizî, Nesaî ve Ahmed
b. Hanbel'in rivayet ettiğine göre: "Dört şeyle gönderildim: Hiçbir
kimsenin Kabe'yi çıplak olarak tavaf edemeyeceği, Resulullah (s.a.)'le
antlaşması bulunan için bu antlaşmanın süresi doluncaya kadar geçerli olacağı,
ahdi olmayana ise dört ay müddet tanınacağı, cennete ancak inanan kişinin
gireceği ve müslümanlarla müşriklerin bu yıldan sonra bir arada bulunmayacağı
hususları."
Ayetin
manası: "Bir ültimatom", yani uzaklaşma Allah'a ve Rasulüne nis-bet
olundu. Çünkü O, Allah'ın yeni bir teşrii, Allah Rasulüne ugulamasmı istediği
bir emri, onun makamını ve şerefini yükseltmedir.
"Antlaşma
yaptıklarınız" ifadesi, müminlere hitaptır. Çünkü, Resulullah (s.a.)
ümmetin lideri olması sıfatıyla antlaşmaları yapan kimse olmakla beraber, o
antlaşmaları uygulayanlar müminlerdir. Cassas der ki: "Berâe", dostluğun
kesilmesi, bağın kaldırılması ve emniyetin gitmesi anlamlarına gelir.
Müşriklerden
ahid yapılanlara -Mekkeliler, Huzaalılar, Müdleçliler ve araplardan
kendileriyle ahid olan ve olmayanlar- bir ültimatom, yani Allah ve Rasûlü,
müşriklerle yaptığınız muahededen uzaktır. O, onlara atılır. Çünkü onlar
-Damra ve Kinane Oğulları hariç- anlaşmalarını bozmuşlardı... Onun için ahdi
bozanlara ahdin atılması, ahidlerinin bozulması ve yeryüzünde dört ay herhangi
bir müdahale olmaksızın istedikleri yere emniyetle seyahet etmeleri emrolundu.
"Dolaşın"
sözü haberi cümleden sonra gelen bir emir cümlesidir. Yeryüzünde,
müslümanların hiçbirinden korkmadan emniyet içinde gezin demektir. Ayetten
anlaşılıyor ki, bu uzaklaşma ve anlaşmanın atılması, ancak dört ay sonra
yürürlüğe girecektir. Anlaşmasını bozmayanlarm anlaşmaları ise anlaşma
sürelerinin bitimine kadar geçerlidir.[13]
Onlar
için böyle bir süre tanınması, işlerini düşünmeleri, sonunda ya İslâm'ı, ya da
savaşı tercih etmeleri, şirk ve düşmanlıklarında ısrar ederlerse, savaşa
hazırlanmalarına bir fırsat tanımak içindir. Bu, müslümanlar onları, ansızın
yakaladığı suçlamasının yapılmaması için, hoşgörünün en yüksek noktasıdır.
Süyutî'ye
göre dört ay, Şevval, Zülkade, Zülhice ve Muharrem aylarıdır. Çünkü Zührî'den
rivayet edildiğine göre, Tevbe sûresi Şevval ayında nazil olmuştur.
Zemahşerî,
Razî, Kurtubî ve İbni Kesir gibi diğer müfessirlere göre ise, haram aylar:
"Haram olan o aylar çıktığı zaman..." (Tevbe, 9/5) ayetinde
kasdolu-nan aylardır. Bunlar da: Zilhicce'den yirmi gün, Muharrem, Safer ve
Rebiülev-vel aylarıyla, Rebiülahir'den on gündür. Bence de en sahih görüş
budur. Çünkü imam Ali (r.a.) Tevbe sûresinin ilk ayetlerini insanlara, Mina'da,
Kurban Bay-ramı'nın ilk gününde okudu.
Dört
aydan amaç, İbni Cerir et-Taberî'nin İbni Abbas'tan naklen düşündüğü gibi,
bilinen o haram aylar -Zülkade, Zülhicce, Muharrem, Recep- değildir. Çünkü bu,
Kur'an'ın nazmını bozucu ve icmaa muhaliftir. Bu ayların hürmeti
nesholunmuştur. Bu söz ise, haram ayların hürmetinin sürekli kalmasını gerektirir.
O halde, biraz önce zikrettiğim dört ay kasdedilmektedir.
İnsanlara
okuması için "Tevbe"nin Hz. Ali'ye verilmesindeki hikmet şudur: Bu
sûre Resulullah (s.a.)'in yaptığı ahdin bozulması hükmünü içine alıyordu.
Arapların anlayışına göre ahdi ancak, ya onu yapan, ya da ailesinden bir erkek
bozabilirdi. Bu suretle, Hz. Peygamber (s.a)'de ailesinden amcasının oğlunu
ahdi bozmak üzere göndermekle araplann dilini kesmek, hiç kimseye konuşma
fırsatı vermemek istiyordu.
Ayet,
bizimle müşrikler arasında bulunan ahdin kesilmesinin caiz olduğu hükmünü de
getiriyor. Bu, iki halde olur: Ya anlaşma süresinin bitmesi halinde (bu halde
onlara savaşı duyururuz) ya da onların ahdi bozmaları veya bozma korkusu
halinde (bu halde ahidlerini onlara atarız).
Sonra
Allahü Teâlâ: "Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz"
buyuruyor. Yani kesinlikle biliniz ki, siz şirk ve düşmanlık hali üzere
kaldığınız sürece kaçmakla ve korunmakla Allah'ın azabından asla kurtulamazsınız.
O, her ne kadar size süre verse de, dünyada öldürülmek, ahirette cehennemde
azabla sizi zelil ve rüsvay edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak, Mekke müşrikleri ve
benzerleri hakkında: "Onlardan öncekiler de yalanladılar da, bilmedikleri
bir yerden kendilerine azap gelip çatıverdi. Bu suretle Allah dünya hayatında
onlara rüsvaylığı tattırdı. Ahiret azabı ise, elbet daha büyüktür. Eğer
bilselerdi" (Zümer, 39/25-26) buyurur.
Allah,
müşriklerden uzak olduğunu açıkladıktan sonra, bunun bütün insanlara
duyurulmasını emretti: "Ve hacc-ı ekber günü, Allah ve Rasûlünden insanlara
bir duyurudur". Yani, Allah ve Rasûlünün, müşriklerin ahidlerinden uzak
olduğunu, bütün insanlara hac farizalarının sona erdiğini, hac ibadet
günlerinin en faziletlisi olan ve bütün hacıların hac ibadetlerini tamamlamak
için Mina'da toplandığı şu hacc-ı ekber gününü ilândır.
İki
beraet arasında tekrar yoktur. Çünkü birinci beraet, anlaşma yapıp sözünü
bozanlara aittir. Berat duyurma ise, anlaşma yapan veya yapmayan, sözünü bozan
veya bozmayan herkesi içine almaktadır.
Bu
hacca, hacc-ı ekber dendi. Çünkü o hacda Hz. Ebû Bekir haccetti ve onda
sözleşmeleri attı. Bir rivayette İbni Abbas, İbni Mes'ud, İbni Ebi Evfa ve
Muğira b. ŞuTse'ye göre -İmam Malik'in görüşü de budur- hacc-ı ekber günü, kurban
bayramının ilk günüdür. Çünkü Arafat'ta vakfe onun gecesinde; taş atma, kurban
kesme, tıraş, tavaf ise onun sabahında olmaktadır.
Hz.
Ömer, Osman, bir rivayette İbni Abbas, Tavus, Mücahid'e göre -Ebû Hanife ve
Şafiî'in görüşü de böyledir- hacc-ı ekber günü, Arefe günüdür. Çünkü
Mahreme'nin rivayet ettiği hadise göre peygamber (s.a.): "Hacc-ı ekber
günü, Arefe günüdür" buyurmuştur.
Atâ'
ve Mücahid'den rivayet olunduğuna göre hacc-ı ekber, Arafatta vakfe yapılan
gün; hacc-ı asgar ise, umredir.
Daha
önce de söylendiği gibi, hac emirliği Hz. Ebûbekir'de kalmakla beraber,
anlaşmalarını bozanların anlaşmalarının bozulduğunu haber veren, Hz. Ali'dir.
Buharî ve Müslim'in, Ebû Hureyre'den rivayetine göre, o şöyle demiştir: Ebû
Bekir, beni o hacda, Kurban bayramı günü, Mina'da bu yıldan sonra hiçbir
müşriğin haccetmeyeceğini ve Kabe'yi hiçbir çıplağın tavaf etmeyeceğini duyurmak
üzere gönderdiği duyurucular içinde gönderdi. Sonra, Resulullah (s.a.) Ali b.
Ebî Talib'i gönderdi ve ona Tevbe sûresini okumasını, bu yıldan sonra hiçbir
müşriğin haccetmemesi ve hiçbir çıplağın Kabe'yi tavaf etmemesi hususlarını
bildirmesini emretti.
Sonra
Allahü Teâlâ: "Eğer tevbe ederseniz..." buyurdu. Yani onlara, şirkten
dönerseniz, bu sizin için daha hayırlı, dünya ve ahirette sizin için daha fayda
vericidir buyuruyor.
[14]
5
"Haram olan o aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri, nerede bulursanız
öldürün, onları yakalayın, onları hap- sedin,
onların bütün geçit yerlerini tu- *un- Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar>
zekât verirlerse, yollarını serbest
bırakın. Gerçekten Allah çok bağışlayı- cıdır, çok esirgeyicidir.
"Haram
olan o aylar çıktığı zaman..." Burada istiare vardır. Ayın çıkması,
hayvandan derisinin çıkmasına benzetilmiştir.
[15]
"Haram
olan o aylar" "Hunim", haram kelimesinin çoğuludur. Ahidlerini
bozanlara, yeryüzünde dolaşmaları ve kendileriyle savaşılmaması için tanınan
son süredir. Kurban bayramı gününden başlayıp Rebiülahirin sonuna kadar devam
eder. "çıktığı" bittiği "zaman artık o müşrikleri nerede
bulursanız" Haremin dışında olsun, içinde olsun, "öldürün
yakalayın" esir alın, "hapsedin" ölünceye ya da müslüman
oluncaya kadar, onları memleketten çıkmaktan ve dolaşmaktan alıkoyun, kale ve
burçlarda onları hapsedin, kuşatın "onların bütün geçit yerlerini"
yol ve geçitleri "tutun".
"Gerçekten
Allah çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir." Gerçekten Allah, bağışlanmayı
isteyip tevbe edeni bağışlar. Günahlarını örter, durumuna acır.
[16]
Bu
ayet öncekini açıklayıcı mahiyettedir. Cenab-ı Hak, müşriklerin antlaşmalarından
uzak olduğunu, onlara bir eman süresi -dört ay- verdiğini açıkladıktan sonra,
müminlere yapmaları gereken şeyi -haremde veya başka yerde olsun, onlarla
savaşı- zikrediyor.
[17]
Bu,
kılıca başvurmayı emreden ayettir. Çünkü içinde savaş emri vardır. Bunun manası
şudur: Müslümanlarla müşriklerin birbirleriyle savaşmaları haram kılman dört
haram ay -müfessirlerce tercih edilen görüşe göre, kurban bayramının birinci
gününden başlayıp Rebiülahir'in onuncu gününe kadar devam eden süre- çıkınca,
onlara şu aşağıdaki tedbirlerden, alınmasını gerekli gördüğünüzü yapın:
1- Harem-i Şerifte, ya da dışında nerede bulunurlarsa, onları öldürmeniz.
2- Dilerseniz, onları esir almanız. Esir almak; öldürmek, fidye almak
veya imamın uygun görmesi halinde iyilik edip serbest bırakmak için olur.
3- Kale, sığınak gibi bulundukları yerlerde onları kuşatmanız, teslim
oluncaya, onlara dikte ettireceğiniz şartlara razı oluncaya kadar çıkmalarına
engel olmanız. Ta, siz onlara izin verip onlar size güven vererek girinceye
kadar.
4- Onları teslim olmaya, ya da öldürmeye mecbur bırakıncaya, kalblerine
sizden korkma duygusunu dolduruncaya kadar, onları geçecekleri her yerde, her
yolda ve her geçitte gözetlemeniz.
Eğer
onlar küfürden ve size karşı savaş ve düşmanlığa sevkeden şirkten tevbe edip,
kelime-i şehadeti söyleyip İslâmiyete girerlerse, namaz ve zekât gibi
rükünlerine sarılırlarsa, yollarını açın, serbest bırakın, onları halleriyle
baş-başa bırakın. Bilin ki Allah, kendisinden bağış isteyeni bağışlayıcı,
kendisine tevbe edene merhamet edicidir.
Şüphesiz
Allah kelime-i şehadetin ardmdan kendi hakkı olan namaz kılmaya dikkat
çekiyor. Çünkü o, kelime-i şehadetten sonra, İslam rükünlerinin en
şe-reflisidir. Namazdan sonra da zekat vermeye dikkat çekmiştir. Çünkü o
yaratıklarla ilgili işlerin en şereflisidir. İslâm'da sosyal yardımlaşmayı
gerçekleştirir, fakirlik probleminin çözümüne katkıda bulunur, fakirlerin
faydasma olan bir rükündür: Bunun için çoğu kere Cenab-ı Hak namazla zekâtı
birlikte zikreder.
[18]
Ayet,
aşağıdaki hükümlere işaret eder:
1- Arap müşrikleriyle, müslüman oluncaya kadar savaşın vacip oluşu. Onlardan
ya müslüman olmaları istenir, ya da öldürülürler.
2- Namaz kılmak, ya da zekât vermek, İslâm'a işaret eder. Bunlar can ve
mal dokunulmazlığı sağlarlar. Bu ikisini yerine getirenler, müslümanlann sahip
oldukları haklara sahip olurlar. Masum insanı öldürmek, evli kimsenin zina
etmesi, inandıktan sonra tekrar küfre dönmek gibi, İslâm'ın yasakladığı işleri
işleyenlere de İslâmî ceza olarak öldürme cezası uygulanır. Buharı, Müslim ve
diğerlerinin İbni Mes'ud ve daha başkalarından rivayet ettiği hadiste Resu-lullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç sebeple
helâl olur: İmandan sonra küfür, evlendikten sonra zina etmek, masum bir kişiyi
öldürmek."
Buharî,
Müslim ve daha başkaları İbni Ömer yoluyla, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
-hadis mütevatirdir- rivayet ederler: "Allah'tan başka ilâh yoktur.
Muhammed, Allah'ın rasûlüdür deyip, namazı kılıp zekâtı verene kadar insanlarla
-icma ile arap müşrikleri kasdolunuyor- savaşmakla emrolundum. Eğer bunu
yaparlarsa, müslümanhk hakkının gereği hadler müstesna- hakk-ı İslâm olmak
üzere canlarını ve mallarını benim elimden kurtarırlar. İçlerinde olandan
dolayı hesaplarına gelince o Allah'a kalmıştır."
Müşriklerin
müslümanlıklarınm gerçekleşmesi için, üç şey şart koşuldu: Çünkü kelime-i
şehadeti söylemek, Allah'tan başkasına ibadetin terkedileceği-ni, Rabbinden
tebliğ ettiklerinde Resulullah (s.a.)'e itaata işaret eder, günde beş defa
namaz kılmak, müslümanlar arasında sosyal dini bağın kuvvetlenmesine işaret
eder. Zekât vermek, İslâm'da sosyal mali düzene saygıya işaret eder.
3- Bu ayetle Şafiî, namazı terkedenin öldürüleceğine hükmetmiştir. Çünkü
Allah'ü Teâlâ, bütün hallerde kâfirlerin kanlarını mubah kılmış, sonra şu üç
şeyin bulunması halinde bunu haram kılmıştır: Küfürden tevbe, namaz kılmak,
zekât vermek. Bu üçü bulunmazsa, kanın mubah olması, aslı üzere baki kalır.
Hanefî
fakihi Cassas: "Namaz kılarlar, zekat verirlerse" ayetinden amacın,
bu ikisinin lüzumunu ve farziyyetini kabul etmek olup, yapmak olmadığı görüşündedir.[19]
4- Ebû bekir Sıddık (r.a.)'m zekât vermeyenler hakkında şöyle dediği
nak-lolunmuştur: "Allah'ın bir araya getirdiği şeyleri birbirinden
ayıramam." Yine şöyle demiştir: "Namazla zekâtı birbirinden ayırd
edenle mutlaka savaşırım: Çünkü zekât malın hakkıdır." İbni Abbas şöyle
demiştir: Allah, Ebû Bekr'e rahmet etsin, ne kadar ince görüşlüydü...
Namazı
ve diğer farzları, helâl sayarak terkeden kimsenin kâfir, sünnetleri
küçümseyerek, hafife alarak terkeden kimsenin fâsık, nafileleri terkeden
kimsenin günah işlemiş olmayacağı hususunda müslümanlar arasında herhangi bir
ihtilaf yoktur. Ancak nafilelerin faziletini inkâr halinde kâfir olur. Çünkü o,
Resulullah (s.a.)'in getirdiğini ve haber verdiğini reddetmiş olur.[20]
İnkâr
etmeksizin ve helal saymaksızm tembelliği sebebiyle namazı terkeden kimse
hakkında alimler ihtilâf etmişlerdir. İmam Malik ve Şafiî, Allah'a inanıp
peygamberleri tasdik eden kimse, namaz kılmaktan geri durursa öldürülür,
demişlerdir.
Ebû
Hanife ise hapsolunur ve dövülür, öldürülmez, çünkü şirk sıfatı gidince, kati
hükmü de gider. Fakat, namazı terkettiği, zekât vermediği için hapis hükmü
bakidir. Kim namazı terkeder zekât vermezse, imam onu hapseder, der...
5- Bu ayet, ben tevbe ettim ve bu benim için kâfidir diyene karşı bir
delildir. Çünkü söz yeterli değildir, tevbeyi gerçekleştiren fiillerin de buna
katılması gerekir. Allahü Teâlâ, bu ayette tevbe ile beraber namaz kılmayı ve
zekât vermeyi de şart koşmuştur. Riba ayetinde: "Eğer tevbe ederseniz
sermayeleriniz yine sizindir" (Bakara, 2/279) buyurmuştur. Yine başka bir
ayette de: "Ancak tevbe edenler, açıklayanlar müstesna(dır)" (Bakara,
2/160).
6- "Müşrikleri öldürün" ayeti, İbnül-Arabî'nin dediği gibi,
bütün müşrikler ve Allah'ı inkâr edenler hakkında geneldir. Fakat sünnet;
kadın, çocuk ve rahibi bu hükümden çıkarmıştır. İşkence yoluyla öldürmeyi, ok
vb. şeylere hedef yaparak öldürmeyi yasaklamıştır. Ebû Davud ve İbni Mace'nin
İbni Mesud yoluyla rivayet ettikleri hadiste Peygamber (s.a.): "Öldürme
biçimi yönünden insanların en iffetlisi, iman ehlidir" buyuruyor. Bir
grup hadis müellifinin, Şeddad b. Evs'den rivayet ettikleri hadislerinde de:
"Öldürdüğünüz zaman, güzel bir şekilde öldürün" buyurmuşlardır.
Ayetle
"Sizinle savaşan müşrikleri öldürün" manası murad olunmaktadır.[21]
Dolayısıyla arap müşrikleri müslüman olmadıkça öldürülür. Yine ayet cizyeyi
kabul etmeleri halinde Ehl-i kitabı bu hükmün dışında bırakmıştır. Onlar, İslâm
ile cizye ve kati arasında muhayyer bırakılırlar. Nitekim: "Allah'a ve
ahiret gününe inanmayanlarla savaşın..." (Tevbe, 9/29) buyuruluyor.
Müslim'in
rivayet ettiği hadiste de: "Müşriklerle karşılaştığınız zaman, onları
İslama çağırın. Kabul etmezlerse, cizye vermeye davet edin. Eğer kabul
ederlerse, alın ve onları bırakın" buyurulur. Her ne kadar bu hadis, diğer
müşrikler hakkında genelse de, ayetle, Arap müşrikleri bunun dışında
bırakılmıştır.
"Müşrikleri
nerede bulursanız öldürün." ayeti, arap müşrikleri hakkında özeldir.[22]
7-
"Gerçekten Allah, çok
bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir" ayeti Allah'ın onların geçmiş küfür ve
haksızlıklarını, antlaşmalarını bozuşlarını mağfiret edeceğine işaret eder.
[23]
6-
Eğer müşriklerden biri gelip senden eman dilerse, ona eman ver. Ta ki Allah'ın
kelamını (Kur'an'ı) dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır. Çünkü
onlar, bilmeyen bir kavimdir.
"Senden
eman dilerse" Sana sığınır, senden yardım etmeni ister, öldürülmekten
emin olmayı dilerse "ona eman ver."
"Çünkü
onlar bilmeyen bir kavimdir": İslam'ı, ya da Allah'ın dinini ve hakikatini
bilmeyen bir kavim olmaları yüzünden. Kur'an'ı dinlemeleri, hakkı anlamaları,
bilmeleri ve bir mazeretleri kalmaması için, onlara mutlaka eman verilmesi
gerekir.
[24]
Allahü
Teâlâ, eman müddeti olan dört haram aydan sonra, antlaşmaları bozdukları için,
müşriklerle savaşmayı emrettikten sonra, İslâm olmalarını, ya da
öldürülmelerini istemenin, müşriklere imanın delillerini dinleme imkânı
vermemek anlamına gelmeyeceğini açıklamaktadır. Müşriklerden biri, delil ve
hüccet ya da Kur"an dinlemek isterse, ona bu mühleti vermek gerekir. Onu
katletmek haram olur. İşini bilmesi ve bir beyyine üzere olması için onu
emniyet bulacağı yere kadar ulaştırmak lâzımdır.
[25]
İslâm,
barışçı yollarla, ikna, hüccet ve burhanla yayılmaya özen gösterir. Cihadın
meşru kılınışından amaç da kan dökmek değildir. Önemli olan imandır, inkârı
terktir, dini kabul ve tevhidi itiraftır. Bir taraftan arap müşrikleri hakkında
kılıç kullanılmasını emreden ayet inerken, diğer taraftan da Cenab-ı Hak müminleri,
müşriklerden biri, bir müslümandan eman dilerse emamnın kabul edilmesi
gerektiği hususunda aydınlatmıştır.
Mana
şöyle olur: Ahdini bozan müşriklerden biri, yeryüzünde tam bir hürriyetle
seyahat etme müddeti -dört ay- dolduktan sonra, sana Allah'ın kelâmını dinlemek
ve düşünmek, dinin ve işin hakikatini anlamak maksadıyla gelirse, gayesine
ulaşıncaya kadar ona eman vermek, onu himaye etmek gerekir. Onu öldürmek ve
zulmetmek haram olur.
Memleketine
dönmek istediği zaman da, güven duyacağı vatanına, evine varıncaya kadar ona
eman vermek gerekir. Ondan sonra, istersen -hainlik ve gadr etmeden- onunla
savaş...
Bu
hüküm, her zaman için geçerlidir. Hasan el-Basrî: "Bu ayetin hükmü
muhkemdir, kıyamete kadar geçerlidir" der. Said b. Cübeyr'in şöyle dediği
rivayet olunmuştur: Müşriklerden biri Hz. Ali'ye gelerek bu süre bittikten
sonra, birisi Allah'ın kelamını dinlemek, ya da bir ihtiyacından dolayı
Muhammed (s.a.)'e gelmek isterse, öldürülür mü? diye sordu. Şu cevabı verdi:
Hayır. Çünkü Allahü Teâlâ: "Eğer müşriklerden biri gelip senden eman
dilerse ona eman ver..." buyuruyor.
Süddî
ve Dahak'tan rivayete göre bu, "müşrikleri öldürün..." ayetiyle
nes-hedilmiştir. Kurtubî bunu, Said b. Cübeyr'in İmam Ali'den naklettiği sözü
delil göstererek reddeder.
Sonra
Cenab-ı Hak: "Çünkü onlar, bilmeyen bir kavimdir" buyuruyor. Yani
Cenab-ı Hakk'ın "eman ver" sözünden anlaşılan müsamaha, onların
İslâm'ın hakikatini, senin davet ettiğin şeyin özünü bilmeyen cahil müşrikler
olmaları sebebiyledir. Çünkü bir şeyi bilmeyen ona düşman olur. Dolayısıyla
onlara eman vermek gerekir ki, hakkı duyup anlasınlar.
Bundan
dolayı Resulullah (s.a.) doğruyu öğrenmek, ya da bir vazifeyle gelen kimselere
eman veriyordu. Nitekim Hudeybiye günü Kureyş elçileri Urve b. Mes'ud, Mikraz
b. Hafs, Süheyl b. Amr birer birer Resulullah(s.a)'la müşrikler arasındaki
mesele konusunda gelip gittiler. Resulullah(s.a)'ın, kendilerine hiçbir kral
ve Kayserde görmedikleri derecede hürmet gösterdiğini gördüler. Kavimlerine
geri döndüklerinde, bunu anlattılar. Bu, pek çoğunun hidâyete ermesinin en
büyük sebeblerinden oldu.
Müseylimetü'l-Kezzab'm
iki elçisi Resulullah (s.a.)'e geldiklerinde, Resulullah (s.a.) onlara:
"Müseylime'nin Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ediyor musunuz?" diye
sordu. "Evet" dediler. Bunun üzerine, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davud'un
Naim b. Mes'ud'dan rivayetlerine göre, Resulullah (s.a.): "Vallahi, elçiler
öldürülmez kuralı olmasaydı, boyunlarınızı vurdururdum" buyurdu.
Ayet
dinî, siyasî, ticarî amaçlardan dolayı eman hükmünün genelliğini ifade eder.
İbni Kesir şöyle der: Bir kimse bir vazifeyle, ticaret maksadıyla veya barış,
antlaşma isteğiyle, ya da cizye getirmek veya başka bir sebeple Daru'l-Harp'ten
Darul-İslâm'a gelir de devlet başkanı veya vekilinden eman isterse, onlar
Daru'l-İslâm'da bulunduğu sürece ve emin olduğu yere, vatanına dönün-ceye kadar
eman veriri.
1-
İbni Kesir, 11/337.
Hanefi'lere
ve Şafiîlere göre bir harbî, şerl bir maksatla -Allah'ın kelâmım dinlemek gibi-
eman dileyerek Daru'l-İslâm'a girerse, yahut emanla ticaret için girerse, emin
olacağı yere varıncaya kadar ona eman vermek, canını ve malını korumak gerekir.
Eğer harbî, emansız olarak Daru'l-İslâm'a girerse, malıyla beraber ganimet
sayılır. İbnü'l-Arabî, ayet Kur'an'ı dinlemek ve İslâmiyet hakkında düşünmek
isteyenler hakkındadır. Başka bir sebepten dolayı korumak, ancak müslümanlann
yararı ve menfaati için olabilir, der.[26]
Ayetin
açıkladığı gibi emir, sadece Kur'an dinlemek için eman istemeye ait değildir.
Gerçekten müslüman olmak ve şüphelerine cevap bulmak için delilleri dinlemek
isteyen kimselere de şamildir. Çünkü bunların hepsi de ilim istiyor, hak
hakkında bilgi arıyor.
Dinlemekle;
hüccet olacak şeyi, şirkin bâtıl, tevhidin, yeniden dirilişin ve Hz.
Peygamber(s.a)'in Allah'tan tebliğ ettiği şeylerde doğruluğunu ve İslâm'ın hak
olduğunu -Tevbe sûresi, yahut bütün Kur'an, ya da bunlardan başka aklî deliller
ve ilmî burhanlar olması değişmez- ispatlayan her şeyi dinlemek
kas-dolunmaktadır.
[27]
Ayetten
aşağıdaki hükümler çıkarılır:
1- Emanın meşru oluşu... Yani, harbî bir kimse, İslâm'ın şahinliğine
işaret eden şeyleri dinlemek için müslümanlardan eman isterse, ona eman
verilmesinin meşru oluşu. Bu hususta kâfirlere müsamaha gösterileceğine ve
barış yolunun tercih edileceğine delil vardır.
2- Bizden dinî hükümlerden birini öğrenmek isteyen herkese, bunu öğretmenin
gerekli olduğu...
3- Eman isteyen harbîyi, kanını, malını ve kendini ezadan korumanın ve
her çeşit ezadan korumanın devlet başkanı üzerine vacip olduğu...
4- İhtiyacını gördükten sonra, onu emin olacağı yere ulaştırmanın devlet başkanı
üzerine vacip olduğu*[28]
"Müşriklerden biri gelip senden eman dilerse, ona eman ver. Ta ki Allah'ın
kelamını dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır" ayetiyle amel ederek, Darul-İslâm'da ona,
ancak ihtiyacını görecek kadar oturma izninin verileceği... Bilginler,
Darul-İslâm'da bir yıl oturmasının caiz olmayacağını, ancak dört ay oturabileceğini
söylemişlerdir.[29] Hane-fîler, ihtiyacı
bittiği zaman, ona çıkmasını emretmenin ve çıkma emrinden sonra
Daru'l-İslâm'da bir yıl oturursa, zimmî vatandaş olacağını ve kendisine cizye
gerekeceğini, bildirmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir.[30]
5- "Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir" sözü, dinde taklidin
makbul olmadığına, inanç ve imanın istidlal ve düşünme sonucu oluşması
gerektiğine işaret eder. Nasıl ki, kâfire mühlet vermek, ona emniyet sağlamak
ve onu emin olacağı yere kadar ulaştırmak, imanî delilleri dinlemesi için
lazımsa, inanç ve imanın da hüccet ve burhan sonucu oluşması lâzımdır.
6- Allahü Teâlâ'nın: "Ta ki Allah'ın kelâmını dinlesin..."
sözü, Allah'ın sözünün okuyanın okuduğu sırada duyulduğuna delildir.
Müslümanların bir kimsenin fatihayı, ya da başka bir sûreyi okuduğu zaman,
dinleyenlerin Allah'ın kelâmını dinledik demeleri gerektiği hususunda, icma
etmeleri de buna işaret eder... Fakat bu, İbni Arabi'nin de dediği gibi
lügatlar vasıtasıyla, harflerin ve seslerin delaletiyledir. O, gerçekten
Allah'ın sözü değildir. Çünkü Cenab-ı Hakkın benzeri olmadığı gibi, sözünün de benzeri
yoktur.
Mutezile
bu ayetle, bütün insanların duyduğu Allah kelâmının sadece bu harfler ve sesler
olduğunu söyler. Bunların ise kadim olmadığına istidlal eder. Bu da, Allah
kelâmının sonradan yaratılmış olduğu, kadim olmadığı manasına gelir.
Razî
onlara şöyle cevap verir: Bizim duyduğumuz, sizin anladığınız gibi Allah
sözünün aynısı değildir. Biz, insan işi olan birtakım harfler ve sesler işitiyoruz.
Şüphesiz bu, sonradan meydana geliyor. Allah'tan çıkan aslî söz ise, Allah'ın
ezelî oluşu gibi ezelîdir.
Müslümanın
harbîye verdiği her eman geçerli midir? Şüphesiz sultanın emanı caizdir. Çünkü
o, ümmetin iyilik ve durumunu gözetmekle memurdur. Toplumun vekilidir, halife
dışındaki birinin emanının bazı durumlarında ihtilâf vardır. Alimlerin
çoğunluğu, hürün, kölenin, büyüğün, küçüğün, erkeğin, kadının emanı caizdir.
Çünkü Ahmed b. Hanbel, Nesaî ve Ebû Davud'un Hz. Ali'den rivayet ettiği
hadiste, Peygamber (s.a.), "müslümanlar eşittirler. Onların en altta
olanı bile, onlardan ahdü eman verebilir" buyurmuştur, derler.
Ebû
Hanife'ye göre ise, köle, kadın ve çocuğun eman verme hakkı yoktur. Çünkü
ganimetten onlara pay ayrılmaz.
[31]
7- O müşriklerin Allah katında ve Ra-sûlü
yanında nasıl bir'ahdi olabilir? Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştik-leriniz
müstesnadır. O halde bunlar size karşı doğruluk gösterdikleri müddetçe, siz
de onlara doğrulukla muamele edin. Şüphesiz Allah, sakınanları sever.
8-
Nasıl? Eğer size karşı zafer kazanırlarsa, ne bir yemin ve ne de bir vecibe
gözetmezler. Onlar sizi dilleriyle hoşnut ederler. Kalbleri ise isteksizdir.
Onların çoğu fâsık kimselerdir.
9-
Onlar Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığında sattılar ve insanları Allah
yolundan çevirdiler. Ne kötü işler işlemekteydiler.
10- Onlar bir mümin hakkında ne bir yemin ve ne
de ahde vefaya riâyet etmezler. Onlar haddi aşan kimselerdir.
"Mescid-i
Haram'ın yanında ahidleştikleriniz müstesnadır": Hudeybiye günü Mescid-i
Haram yanında daha önce ahidleştiğiniz Kureyşliler bunun dışındadır.
"O
halde bunlar size karşı doğruluk gösterdikleri müddetçe" ahidlerinde
durdukları ve bozmadıkları sürece "siz de onlara doğrulukla muamele
edin." Ahdinize vefa gösterin.
"Nasıl?":
Müşriklerin ahidlerinde durmaları uzak görüldüğü için tekrar edilmiştir.
"Eğer size karşı zafer kazanırlarsa" size galip gelirlerse "ne
bir yemin (anlaşma) ve ne de bir vecibe gözetmezler" sakınmazlar, göz
önüne almazlar.
"Onların
çoğu fasık kimselerdir." burada antlaşma ve yeminini bozanlar, doğruluk ve
vefa gerektiren şeyi tecavüz edenler kasdolunmaktadır. Antlaşma, iki tarafın
ortak çıkarları doğrultusunda birleşmeleridir. Eğer bunu, çok önem verip
koruyacaklarını, vefa göstereceklerini gerektiren şeylerle pekiştirirlerse,
buna misak, özellikle yeminle pekiştirirlerse yemin denir.
[32]
Allahü
Teâlâ, Allah ve Rasûlünün müşriklerin ahidlerinden uzak olduğunu zikrettikten
ve -Allah'ın kelâmını dinlemek, ya da bir görev veya ticaret maksadıyla
sığınan, eman isteyenler müstesna- onlara dört ay sonra savaş ilan edilmesini
açıkladıktan sonra, müşriklerden uzak oluşunun ve onlara dört ay süre verişinin
sonra da her türlü savaşla işlerinin bitirilmesinin sebebini Yani ahidlerini
bozmaları- açıklamaktadır.
[33]
Antlaşmalarını
bozan müşrikler için, Allah ve Rasûlü yanında, nasıl değer verilen bir ahid
olabilir? Bu onların ahidleri olabileceğini inkâr ve uzak görmeyi ifade eden
bir sorudur. Gerçekten de onlar, kindar, sert, haksızlıkla dolu, Allah'a şirk
koşan, O'nu ve peygamberini inkâr eden düşmanlardı. Onların hiçbir ahitleri
olamaz. Onlardan bunu beklemeyin. İşte bü, onlardan uzak olmanın hikmetini ve
sebebini açıklamaktadır.
Sonra
Cenab-ı Hak, Mescid-i Haram'ın yanında anlaştığınız kimseleri -Hudeybiye'de
kendileriyle yaptıkları ahidleri bozmayan Bekir ve Damra oğullarını- istisna
etmiştir. Bu ahidlerini bozmayanların dışındakiler için ahid yoktur.
Ahidlerini bozanlar ise, bundan önce istisna edilmişlerdir: "Antlaşma yaptığınız
müşriklerden size hiçbir şeyde eksiklik yapmamış olanlar müstesna..."
(Tevbe, 9/4).
Mescid-i
Haram'dan amaç, Harem'in bütünüdür. İstisna etmedikçe Kur'an'ın adeti budur...
Burada "yanında" manasına gelen kelime hazfedilmiş-tir.
"Mescid-i Haram'ın yanında, yakınında" demektir.
Onlar
size verdikleri söze vefa gösterirlerse, siz de sözünüze vefa gösterin. Ahdi
olmayanları ise, tevbe edinceye kadar bulduğunuz yerde öldürün. Bu, Cenab-ı
Hakkın: "O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın"
(Tevbe, 9/4) sözü gibidir. Ancak burada kelâm mutlak, benzer ayette ise
mukayyeddir. Burada, akid yapan iki tarafın müddet bitene kadar ahde riâyet
göstermeleri gerektiğini -bunların dışındakilerin ahidleri atılır,
reddedilir-açıklamak için tekrar anılmışlardır.
Sonra
Allahü Teâlâ onlara, ahde vefanın zaruretini pekiştirerek: "Şüphesiz
Allah sakınanları sever" buyurmuştur. Yani Allahü Teâlâ, ahidlerini yerine
getirenleri, haksızlık yapıp ahdini bozmaktan sakınanları sever. Bu, itaatin gerekli
oluş sebebini açıklamakta ve ahid yapan müşrik de olsa, ahde riâyetin takvadan
olduğunu açıklamaktadır.
Sonra
Allahü Teâlâ, müşriklerin verdikleri sözde duracaklarını uzak gördüğü için
"nasıl1?" sözünü tekrarlamıştır. Yani ahidlerini yerine getirenlerin
dişmdakilerin Allah ve Rasûlü yanında, meşru, saygı duyulacak ve vefa gerektirecek
bir sözleri olabilir mi? Halbuki onlar, size karşı zafer kazansalar, ne anlaşma
ne yakınlık, ne de ahde riâyet ederler. Bu, müminleri onlardan uzaklaşmak için
yapılan bir teşviktir. Onların Allah'a şirk koştuklarını, peygamberini inkâr
ettiklerini, dolayısıyla ahde lâyık olamayacaklarını, müslümanlara galip
gelirlerse, onları bırakmayacaklarını, yemin ve ahde riâyet etmeyeceklerini
açıklamaktadır.
Onların
kötü ve pis taraflarından biri de, dilleriyle güzel sözler söylemeleri,
kalblerinin ise kin ve hasetle dolu olmasıdır: "Onlar kalplerinde olmayan
şeyi dilleriyle söylerler" (Fetih, 48/11). Onların çoğu dinî temellerden,
insanlıktan ve ahlâktan uzaklaşmış, doğruluk ve vefa sınırını aşmış ahd ve misak
bağlarını koparmış, fâsık kimselerdir. "Onların çoğu" ifadesi, az
bir kısmı dışında çoğunun ahitlerini bozmalarındandır. Cenab-ı Hak da
sözlerinde duran bu az kimseyi istisna etmiş ve ahidlerine vefayı emretmiştir.
Sonra
Allahü Teâlâ onlardan uzak durmanın ve onlarla savaşın başka iki sebebini daha
göstermektedir:
1- Onlar hakka, hayra ve tevhide işaret eden Allah'ın ayetlerini çok az
bir dünya malı karşılığında sattılar. Heva ve heveslerine uydular. Basit dünya
işleriyle oyalandılar. Dolayısıyla kendileri hak yoldan ayrıldıkları gibi,
başkalarını da ayırdılar. İnsanları hak dine tabi olmaktan engellediler.
Onların bu amelleri ne kadar kötüdür: İman ve hidâyete, Allah'ın şeriatına tabi
olmak yerine, küfre ve sapıklığa Allah'ın dininden sapmaya razı olmaları ne
kötü bir şeydi.
Rivayete
göre Ebû Süfyan, Kureyş ve müttefiklerini Hudeybiye anlaşmasını bozmak
konusunda ikna etmek istediği zaman, onların gönlünü çelecek bir yemek
hazırladı. Onlar da, onun isteğine katıldılar.
2- Onlar küfürleri sebebiyle, ahid, akrabalık ve anlaşmasını bozmaya güç
yetirdikleri hiçbir müminin durumunu gözetmeyen, zulüm ve serde haddi aşan
kimselerdir. Ancak kılıcın dilinden anlarlar, kuvvete boyun eğerler, ahid ve
zimmet bilmezler... Tarih, onların gerçekten böyle olduğunu ispat eder...
Kur'an'da, onların sıfatlarını, önce fâsıklık sonra da hakkı tecavüz eden kimseler
olarak özetler. Bunlar ahidlerine nasıl saygı gösterirler?
"Ne
bir yemin ve ne de bir vecibe gözetmezler" sözü tekrar değildir. Çünkü
birincisi, bütün müşrikler için, ikincisi de özellikle yahudiler içindir.
"Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığında sattılar" ayeti buna
delildir. Bu ayette kas-dolunanlar yahudilerdir. Eğer müşrikler kasdolunsaydı,
pekiştirme ve tefsir için bir tekrar olurdu.
[34]
Ayetler,
müşriklerden uzak olma sebeplerini, dört aylık bir mühletten sonra onlarla
savaşılması emrinin hikmetini açıklıyor. Onlar ahidlerini bozuyor, müminler
hakkında yemin, yakınlık, ahd ve eman gözetmiyor, zahiren memnun olunacak şeyi
dilleriyle söylüyorlar, kalbleri ise kin, haset ve isteksizlikle kaynıyordu.
Çoğu, kendi dinlerine ve kendi kavimlerine göre de kınanacak derecede fâsık,
ahdi bozan kimselerdi. Dünya menfaati karşılığında Kur'an'ı satmışlardı.
Kendilerini ve başkalarını Allah yolundan, tevhid, hak ve hayırdan alıkoymuş,
ahdi bozup helâldan harama sapmışlardı.
Ayetlerden,
müminlerle ilgili olarak şu sonuç çıkıyor: Allah ve Rasûlü'nün yanında
saygıdeğer olan antlaşma, ahdini bozmayanlarm sözleridir. Ahdine sadık kalan
kimseye, onun gereğince davranılır. Ahde riâyet etmek ve şartlarını uygulamak,
Allah'ın kullarından istediği şey olup, bu da takvadır.
[35]
11-Eğer
onlar tevbe eder, namaz kılarlar, zekât verirlerse artık dinde kardeşlerinizdir.
Biz, ayetleri bilen bir kavim içın açıklarız.
12-
Eğer antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozarlar da dininize saldırır-larsa,
küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünkü onlar yeminleri olmayanlardır. Olur
ki vazgeçerler.
"Küfrün
önderlerini hemen öldürün": Burada, zamir yerine bizzat "küfrün
önderleri" denilmiştir. Bu onların, küfürde lider ve önde gelen,
öldürülmeyi hak eden kimseler olduğuna işaret eder. Önderlerden amacın
müşriklerin liderleri olduğu da söylenmiştir. Böylece onlar hakkında
özelleşmiştir. Çünkü onları öldürmek, çok önemlidir. Bunu en çok hak etmiş
kimselerdir.
[36]
Allahü
Teâlâ müşriklerin, bir mümin hakkında yemin ve yakınlık gözetmeyeceklerini,
ahdi bozacaklarını, nifakı içlerinde gizleyeceklerini, kendilerine çizilen
sınırı aşacaklarını açıkladıktan sonra, İslâm'a düşmanlıklarının ortaya
çıkışından sonraki hallerini, ya tevbe etmeleri gerektiğini, ya da kendileriyle
savaşılacağını açıkladı.
[37]
Müşrik
kâfirler, islâm'a düşmanlıklarını ilân ettikten sonra iki durumla karşı
karşıyadırlar:
1- Küfürden, ahdi bozmaktan ve Allah yolundan çevirmekten samimi tevbe,
yani Allah'a şirk koşmaktan vazgeçip bir ve ortağı olmayan Allah'a iman
ederler, namazlarını, şartları ve rükünleriyle dinin direği bilerek eda
ederlerse, müslümanlar arasındaki dayanışmaya işaret eden ve kendilerine farz
olan zekâtı verirlerse, sizin din kardeşlerinizdir. Sizin sahip olduğunuz
haklara onlar da sahiptirler. Onların "din kardeşi" olarak vasıflandırılması,
din kardeşliğinin, nesep kardeşliğinden daha üstün, daha kuvvetli ve daha
kalıcı olduğuna delildir. Onlar bunu, birbirini tamamlayan üç şeyle hak
ederler: Küfürden ve ahdi bozmaktan tevbe, Allah'a yönelip ona inanmak, namaz
kılıp zekât vermek.
"Biz
ayetleri... açıklarız." Yani gerçekten var olduğumuza işaret eden şeyleri
ve açık delilleri açıklarız. "Bilen bir kavim için" . Yani
kendilerine açıkladığımız şeyleri anlayıp kavrayanlar için. Burada antlaşma
hükümleri olarak açıklanan şeyleri düşünmeye ve onları korumaya teşvik vardır.
2- Ahidlerini bozduktan sonra kendileriyle savaşılması. Bu müşrikler,
kendileriyle yapılan andlaşmaları bozarlar ve dininizi, yani Kur'an'ı ve Peygamber
(s.a.)'i eleştirirlerse, şairlerinin ve küfür önderlerinin yaptığı gibi müminlerle
alay ederlerse, onlarla çok şiddetli bir şekilde savaşın. Çünkü onların, söz ve
ahidleri olmaz. Bunlara vefa göstermedikleri için, adeta yokmuş gibi olur.
Savaş, onların küfür, inat ve sapıklıktan vazgeçmeleri için bir sebep olur. Bu,
Cenab-ı Hakkın insanoğluna olan en büyük kerem ve fazlındandır.
"Olur
ki vazgeçerler..." Yani küfürlerinden, yanlışlıklarından ve müslü-manlara
zarar vermekten.
Katade,
bu ayetle Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Ümeyye b. Halef gibi küfür liderlerinin kasdolunduğunu
söylemiştir. Çünkü bu ayet nazil olduğu zaman, onlar Bedir'de öldürülmüşlerdi.
"Küfrün önderleri..." şeklinde bir ifadenin kullanılması, bâtıl
işlere uymayı teşvik edenlerin sadece onlar olmasındandır.
Bu
ayet, zimmînin İslâm'a sövdüğü zaman ahdini bozmuş sayılacağına, savaşın
dünyevî maksatlar veya ganimetler, ya da üstünlük, hakim olmak arzusu ve
intikam hissiyle olmadığına, İslâm davetini kabule imkân hazırlamak için
yapıldığına, savaşın zaruret miktarı yapılacağına işaret eder.
İbni
Kesir: "Sahih olan, ayetin genel olmasıdır. Her ne kadar ayetin iniş sebebi
Kureyş müşrikleri ise de, o, onlar ve diğerleri hakkında geneldir" der.[38]
Ayet-i
celile, şirkten samimî olarak tevbe edip İslâm hükümlerine sarılmaya, namaz
kılmaya, zekât vermeye teşvik etmiş, bu üç şey arasında bir ayrılık
olmayacağına işarette bulunmuştur.
Hafız
Ebû Bekir el-Bezzar, Enes b. Malik'ten, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Kim, sırf Allah ve Allah'a ibadet için dünyayı terke-der,
O'na şirk koşmaz, namaz kılar ve zekât verirse, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış
olarak dünyadan ayrılır."
Eğer
müşrikler İslâm davetini kabulden yüz çevirirler ve İslâm'ı eleştirirlerse,
öldürülmeyi ve kendileriyle savaşı hak etmiş olurlar. Andlaşmalarmm, adeta hiç
yokmuş gibi, kıymeti kalmaz. Belki de savaş, İslâm'ı kabule ve putperestlikten,
şirkten kurtulmaya bir sebep olur.
Ebû
Hanife: "Çünkü onlar, yeminleri olmayanlardır..." ayetinden, kâfirin
yemininin olmadığı hükmünü çıkarır. Beydavî ise: Bu zayıf bir akıl yürütmedir.
Çünkü burada onların yeminleri olmayacağı değil, yeminlerine güvenilmeyeceği
kasdedilmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak da: "Eğer yeminlerini
bozarlarsa..." buyurmaktadır, der.
Şafiî'ye
göre ise, onların yemini yemindir. Ona göre bu ayetin manası, onlar
yeminlerine vefa göstermedikleri zaman, yeminleri sanki yemin değilmiş gibi
olur. Onların yeminlerinin yemin olduğuna delil, Allahü Teâlâ'nın: "Eğer
yeminlerini bozarlarsa" buyurmasıdır. Eğer yeminleri olmasaydı,
"yeminlerini bozmak" tabiri kullanılmazdı.
Bazı
bilginler de bu ayetten, dine söven her kişinin -çünkü o kâfirdir- öldürülmesi
gerektiği hükmünü çıkarmışlardır. Ta'n (sövmek), uygun olmayan bir şeyi dine
nisbet etmek, ya da kesin delille sabit olan dinî hakikatleri küçümsemektir.[39]
İbnül-Münzir şöyle der: Bütün ilim ehli, Resulullah (s.a.)'e küfredenin
öldürüleceği konusunda icma etmiştir. Malik, Leys, Ahmed, İshak bu görüşü
savunanlardandır. Şafiî'nin görüşü de budur. Ebû Hanife'nin: "Ehl-i zimmetten
peygambere küfreden kimse öldürülmez, ancak savaş ve çarpışmayla öldürülür"
dediği anlatılır.
Malikî
mezhebinde meşhur olan görüşe göre, İslâm dinine ta'n ettiği zaman, zimmînin
ahdi bozulur. Bu, Şafiî'nin de görüşüdür. Çünkü Cenab-ı Hak: "Yeminlerini
bozarlarsa" buyurarak onların öldürülmelerini ve onlarla savaşı
emretmiştir.
Ebû
Hanife: Ondan tevbe etmesi istenir, uyarıda bulunulur. Yalnızca ta'nla ahd
bozulmaz, ancak ahdi bozduğu takdirde ahd bozulur, der.[40]
Çünkü Yüce Allah, onların öldürülmelerini iki şartla emretmiştir. Birincisi,
ahdi bozmaları; ikincisi, dine ta'n etmeleri... Cumhur ulema bunu, ikisinin
zikredilmesi, ikisinin birlikte bulunması haline bağlı değildir, yalnızca ahdi
bozmak, müs-lümanlann onları öldürmelerini -aklen ve şer'an- mubah kılar, diyerek
reddeder...
Zimmî
bizimle savaşırsa, ahdi bozulur, kendisiyle birlikte malı ve çoluk çocuğu
ganimet olur.
Alimlerin
büyük çoğunluğu, zimmîlerden, Resulullah (s.a.)'e küfreden ya da onu eleştiren
veya onun değerini hafife alan, ya da onu lâyık olmadığı şeylerle anlatan
kimsenin öldürüleceğine hükmetmişlerdir. Çünkü biz, bu manada ona zimmet veya
ahd vermedik, demişlerdir.
Ebû
Hanife ve Sevrî ise, onun öldürülmeyeceği görüşündedirler. Çünkü bu, şirkten
daha büyük değildir... Fakat o, terbiye ve tazir olunur, derler. Onların
aleyhine delil, Allahü Teâlâ'nın: "Eğer yeminlerini bozarlarsa..."
ayetidir. Nitekim kendisiyle anlaşma olduğu halde Peygamber (s.a.)'e eziyet
ettiği için KaTs b. Eşref öldürülmüştür.
Zimmî
birisi, Hz. Peygamber'e küfretse, sonra da öldürülmekten korktuğu için müslüman
olsa, Malikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre, onun müslü-man olması,
öldürülmesi hükmünü düşürür. Çünkü İslâm, kendinden önceki şeyleri siler, yok
eder... Hz. Peygamber(s.a)'e küfreden, sonra tevbe eden müslüman ise bunun
hilafınadır... Yüce Allah şöyle buyurur: "Sen o kâfirlere de ki: Eğer
vazgeçerlerse, geçmiş günahları mağfiret olunur" (Enfâl, 8/38).
Kurtubî:
"Olur ki vazgeçerler..." ayeti hakkında şöyle der: "Onlarla
savaşmaktan maksat, bizim dinimize girip bizimle savaşmaktan vazgeçmelerini
sağlamak, bu suretle zararlarını önlemektir..."
[41]
13-
Andlarını bozan, o peygamberi sürüp çıkarmaya karar veren ve bununla beraber
sizinle savaşa ilk olarak kendileri başlayan bir kavim ile savaşmaz mısınız?
Onlardan korkuyor musunuz? Eğer mümin kimselerseniz, korkmanıza daha lâyık
olan Allah'tır.
14-
Onlarla savaşın ki Allah, ellerinizle onları azaplandırsın, onları rüsvay etsin.
Size onlara karşı galibiyet versin. Mümin bir kavmin gönüllerine şifa versin.
15-Kalplerindeki
gazabı gidersin. Allah kimi dilerse, ona tevbe nasip eder. Allah hakkıyla
bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
"...
bir kavim ile savaşmaz mısınız?" Bu ifade savaş için teşviktir. Çünkü soru
edatı, böyle bir durumda savaşmamayı kınamak için gelmiştir.
"Onlardan
korkuyor musunuz?" Soru, onlardan korkmayı kınayan ve korkanları
azarlayan bir anlam taşır.
"Allah
hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir": Kalbe korku ve
heybet vermek için, zamir yerine lafzatullah kullanılmıştır.
[42]
"Andlarını"
sözlerini "bozan o peygamberi sürüp çıkarmaya karar veren"
Darü'n-Nedve'de, Resulullah'ı Mekke'den çıkarmak için aralarında anlaşan.
"ve bununla beraber sizinle savaşa ilk defa kendileri başlayan" sizin
müttefiği-niz Bekir oğullarıyla savaştılar, "bir kavim ile savaşmaz
mısınız?" O halde onlarla savaşmanızı engelleyen şey nedir?
[43]
14.
ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh ibn Hayyan el-Ensarî,
Ka-tâde'nin şöyle dediğini tahric etmiştir: Bize söylendiğine göre, bu ayet Mekke'deki
Bekir Oğullarını öldürmeye başladıkları zaman Huzaâ hakkında nazil oldu.
İkrime'den şöyle dediği tahric olunmuştur: Bu ayet Huzaâ hakkında nazil oldu.
Süddî'nin: "Mümin bir kavmin gönüllerine şifa versin" ayeti hakkında
şöyle dediği tahric olunmuştur: Onlar, Resulullah (s.a.)'in müttefiki
Huzaâ'dır. Onların göğüslerine, Bekir oğullarından ferahlık versin demektir.
[44]
Allahü
Teâlâ: "Küfrün önderlerini öldürün..." (Tevbe, 9/12) buyurduktan
sonra, onları savaşa sevkedecek sebebi açıklıyor. Bu, onların anlaşmalarını
bozmaları, müminlere karşı taşkınlık yapmaları, müminlerden önce savaşa
başlamaları, peygamberi şehrinden çıkarmaya çalışmalarıydı. Onlarla savaşma
nedeni de, Arap Yanmadası'nı şirk ve putperestlikten temizlemekti.
[45]
Bu
ayet, yeminlerini ve anlaşmalarını bozan müşriklerle savaşa teşvik etmektedir.
Bu, yüce Allah'ın ayette zikrettiği üç sebepten dolayıdır.
1- Ahdi bozmaları: Onlar, üzerine yemin ettikleri andlaşmalarmı bozdular.
İbni Abbas, Süddî ve Kelbî'ye göre bu ayet, Hudeybiye andlaşmasından sonra
yeminlerini bozan ve Huzaa'ya karşı Bekir Oğullan'na yardım eden Mekke kâfirleri
hakkında nazil oldu. Bu, ahdini bozanlarla savaş, başkalarına ders olsun diye
diğer kâfirlerle savaşmaktan daha uygundur.
Bozdukları
andlaşma ise, Hudeybiye barışıdır. Kureyş, müttefikleri Bekir Oğullarına, Hz.
Peygamber'in müttefiği Huzaa'ya karşı bir gece, Mekke yakınında Hecir suyu
üzerinde yardım etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Kureyş'in üzerine yürüdü.
Hicri 8. yılın Ramazan ayının yirmisinde Mekke'yi fethetti.
2- Hz. Peygamber'in Mekke'den çıkarılması: Kureyş Hz. Peygamberi Mekke'den
çıkarmayı, ya da hapsetmeyi -böylece onu hiç kimse göremeyecekti- ya da her
kabileden birtakım kimselerle öldürtmeyi -kim vurduya gitsin diye- düşündü.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Hani bir zaman o kâfirler, seni tutup bağlamaları veya
öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı
kurarlarken, Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu. Allah,
tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" (Enfal, 8/30); "Rabbiniz Allah'a iman
etmeniz sebebiyle, Peygamberi ve sizi çıkarmışlardı" (Mümtehine, 60/1);
'Yakında seni neredeyse bu yerden çıkarmak için herhalde rahatsız
edecekler" (İsra, 17/76).
3- Savaşı onların başlatmaları: Kervanın kurtulduğunu bildikleri halde,
Hz. Muhammed(s.a)'in ve beraberindekilerin kökünü kazıyacaklarını söyleyerek
Bedir Günü, müminlerle savaşa ilk önce onlar başladılar. Uhud, Hendek ve diğer
savaşlarda da, durum aynı oldu.
Allahü
Teâlâ savaşmayı gerektiren bu üç sebebi belirttikten sonra, buna dört şey daha
ekliyor:
Birincisi: Savaşı gerekli kılan şeyleri sayma ve açıklama.
İkincisi: Hücuma teşvik ve tahrik. Nitekim bir kimse diğerine:
Düşmanından korkuyor musun, çekiniyor musun? dese, bu söz tahrik ifade eder.
Üçüncüsü: Allahü Teâlâ'nın kendisinden en çok korkulacak varlık olması. Çünkü
O, beklenen zararı -öldürülme- uzaklaştıracak mutlak kudret sahibidir.
Dördüncüsü: Eğer inanıyorsanız, iman, insanı harekete sevkeden bir kuvvettir.
İşte bu yedi şey, o yeminlerini bozan kâfirlerle savaşılmasım gerektiren
şeylerdir.
Cenab-ı
Hak, bu sebepleri açıkladıktan sonra, onların müşriklerden korkmasını
yadırgayarak azarlamış ve: "Onlardan korkuyor musunuz?" buyurmuştur.
Yani, bundan sonra onlardan korkarak ve çekinerek, onlarla savaşı terk mi
ediyorsunuz? Eğer onlardan korkuyorsanız, Allah korkulmaya daha çok lâyıktır.
Onlardan korkmayın, benden korkun. Bana inanıyorsanız, ben onlardan daha çok
korkulacak olanım. Çünkü imanm şartı, başkasından değil, sadece Allah'tan
korkmaktır. Fayda ve zarar vermek onun elindedir.
Bu
ayet, yalnızca Allah'tan korkan müminin, savaş hususunda insanların en cesuru
ve cüretkârı olduğuna işaret ediyor.
Allahü
Teâlâ savaşı caiz kılan şeyleri ve savaşın hikmetini zikrettikten sonra, açık
bir emirle müminlere savaşı emrederek şöyle buyuruyor: "Onlarla savaşın
ki, Allah onları azablandırsın." Yani ey müminler! Onlarla savaşın. Bu
emir, bütün müminler hakkında geneldir. Eğer siz onlarla savaşırsanız, sizin
vasıtanızla Allah onlara azap eder. Öldürülme, esir edilme ve yenilgiyle
onları küçük düşürür. Onlara karşı size yardım eder. Mümin bir zümrenin
-Mücahid'in dediğine göre bunlar, Peygamber (s.a.)'in müttefîğî Huzâa
oğullandır- göğüslerine ferahlık verir. Bu, müşriklerin zulüm ve
haksızlıkları, şiddetli eziyetleri sebebiyle, onlara karşı müminlerin
kalblerinde besledikleri kini ya da onlarla karşılaştığınız zaman şiddetli
isteksizlikten dolayı kalblerinizde bulunan gazabı giderir. "Gönüllerine
şifa vermek" le, "kalplerin öfkesini gidermek" arasındaki fark,
birincisinde, Allah'ın onlara verdiği sözden sonra, bekledikleri yardımı
gerçekleştirmek suretiyle sevindirmek; ikincisinde meydana gelen eserleri
gidermektir.
İbni
Abbas (r.a)'a göre, onlar Yemenli ve Sebe'li kimselerdir. Mekke'ye gelip
müslüman oldular. Mekkelilerden büyük eziyet gördüler. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.)'e şikayet etmek üzere adam gönderdiler. Resulullah (s.a.) onlara şöyle
buyurdu: "Sevinin. Çünkü ferahlık yakındır."
Sonra
Cenab-ı Hak: "Allah kimi dilerse, ona tevbe nasip eder..." buyuruyor.
Bu, yeni bir söze başlamaktır, Mekkelilerden bazılarının küfürden tevbe edeceğini
haber vermektedir. Nitekim bu, fiilen gerçekleşmiştir. Onlardan Ebû Süf-yan,
İkrime b. Ebî Cehl ve Süleym b. Ebî Amr gibi bir kısmı, çok iyi birer müslüman
oldu. Bu cümlenin yeni bir söze başlangıç yapılmasının sebebi, savaşın tevbeye
sebep olmamasıdır. Çünkü, Allah'ın dilediği kimse için savaş olmadan da her
halükârda tevbe olabilir.
Allah
kullarına yararlı olacak şeyi en iyi bilendir. Kevnî ve sert sözlerinde, işlerinde
hikmet sahibidir. Dilediğini yapar, istediği hükmü verir. Asla zulmetmeyen,
adil hüküm sahibidir. Ancak hikmetinin gerektirdiği şeyi işler. Her insanı,
dünya ve ahirette, işlediği hayır ve şerre göre cezalandırır veya
mükâfatlandırır.
Bu,
ilâhî kudretin gerektirdiği sebepler ve etkenlerle, insan kabiliyetinin bir
halden diğer hale değiştiğine delildir.[46]
Ayet,
ahdi bozan müşriklerle savaşın birçok sebeplerinin bulunduğuna işaret eder.
Bunların en önemlileri, ahdi bozmaları, Hz. Peygamberi yurdundan çıkarma veya
hapsetme, ya da öldürmeyi düşünmeleri, müminlerle düşmanlık ve savaşta önce
davranmalarıdır.
Cenab-ı
Hak: 'Yeminlerini bozan o peygamberi sürüp çıkarmaya karar veren ve bununla
beraber sizinle savaşa ilk olarak kendileri başlayan bir kavim ile savaşmaz
mısınız1?" buyurarak, müminleri savaşa teşvik etmekte, onların Allah'tan
korkmaları, Allah'a samimi olarak inanmaları gerektiğini ifade ederek de
şecaat ve cesaret ruhlarını uyandırmaktadır. Çünkü Allah'tan başkasından
korkmayan ve Allah'a gerçekten inanan kimse için güçlükler önemsizdir. Böyle
bir kimse tereddüt, korku ve ürkeklik bilmeyen bir ruhla savaşa atılır.
İbni
Abbas'ın şöyle dediği naklolunmuştur: Cenab-ı Hakk'm: "...bir kavimle
savaşmaz mısınız?" sözü, Mekke'nin fethine bir teşviktir. Bu vasıflar, Mekke'nin
fethine uygundur.
Ebû
Bekir el-Asamm şöyle demiştir: Bu ayet, Allahü Teâlâ'nm: "Gerçi hoşunuza
gitmez ama, size savaş yazıldı." (Bakara, 2/216) ayetinden de anlaşıldığı
gibi, onların bu savaşı istemediklerine, bu ayetlerle onları emniyette kıldığına
delalet eder.
Yine
bu ayet, mümine yakışanın ancak Rabbinden korkması, ondan başka kimseden
korkmaması gerektiğine işaret eder...
Allahü
Teâlâ'nm: "Allah kimi dilerse, ona tevbe nasib eder" sözü, bazı müşriklerin
küfürden vaz geçeceklerini haber vermektedir. Nitekim bu, bizzat gerçekleşmiştir.
Bu, davetinde Peygamber (s.a.)'i desteklediği ve insanları peygamberliğine
iman etmeye sevkettiği için, Kur'an'ın mucizelerindendir.
Evet
ayet mucizeye işaret eder: Çünkü Allahü Teâlâ bu hallerin gerçekleşeceğini
haber vermiş ve hepsi gerçekleşmiştir.
Bu
ayet, sahabenin hakiki bir imana sahip olduğunu gösterir. Çünkü bu ayet,
sahabenin kalblerinin din gayretiyle ve İslâm'ın şanını yüceltme hususunda
aşın bir istekle dolu olduğuna işaret ediyor.[47]
Ayet,
bu savaştan beş fayda sağlanacağına işaret ediyor: Bunlar, öldürülmek ve esir
edilmek suretiyle müminler vasıtasıyla müşrikleri cezalandırmak, onları rezil
rüsvay etmek, onlara karşı müminlere yardım etmek, Allah'ın söz verdiği fethi
beklemekten dolayı daralan göğüsleri ferahlatmak ve kalblerin gazabını gidermektir.
[48]
16-
Yoksa siz bırakılıvereceğinizi, içi- nizden cihad edenleri, Allah'tan, Rasûlünden
ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri Allah'ın bilmediğini nı*
sandınız? Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
Bundan
önceki ayetler, ahdini bozan müşriklere karşı cihadı teşvik ediyordu. Bu ayet,
samimi mücahidleri, diğerlerinden ayırdetmek için, daha önce geçen ayetlerden
daha fazla teşvik anlamı taşıyan bir ayettir.
[49]
Ayet,
öncesiyle bağlantılıdır ve mana şöyle olur: O, ahidlerini bozan ve her biri
savaşmayı gerektiren yedi nedenden dolayı size düşmanlık eden müşriklerle
savaşmayacak mısınız? Yoksa ey müminler! Kendi halinize bırakılacağınızı,
gerçekten mallarıyla ve canlarıyla cihad eden ve kâfirlerden dostlar edinip
müslümanların hallerini, işlerini ve sırlarını onlara açıklamayan, içleri
dışları bir olan samimi kimselerin, ümmetin sırlarını ve siyasetini kâfir
dostlarına ileten münafıklardan ayırt edilmeyeceğini mi sandınız? Zımnen
bilindiği için, her iki kısım da zikredilmeyip birisiyle yetinilmiştir.
Cassas
şöyle der: "Allah'tan, Rasûlünden ve müminlerden başkasını sırdaş
edinmeyenleri" ayeti, kâfirleri ve münafıkları bırakıp Peygamber (s.a.)'e
ve müminlere uymak gerektiğini ifade eder. Bunda aynı zamanda, icmanm hüccet
oluşuna delil vardır. Bu, Cenab-ı Hakkın: "Kim kendisine dosdoğru yol
besbelli olduktan sonra, peygambere muhalefet eder müminlerin yolundan
başkasına uyup giderse biz onu döndüğü o yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O
ne fena bir karargâhtır..." (Nisa, 4/115) ayeti gibidir.[50]
Allah
amellerinizden her zaman haberdardır. Size onlara göre ceza veya ödül verir.
Bilindiği gibi nefislere yapılan zor teklif, imtihanı gerçekleştirir, samimi
kimseyi münafıktan ayırır.
"Allah'ın
bilmediğini mi sandınız..." ayeti, Hişam b. Abdilhakem'in, ayetin
zahirinden anladığı gibi, Allah'ın eşyayı ancak varlık halinde bildiği yanlış
anlayışını olumsuz hale getirir. Böylece onlarda cihad fiilen görünür,
mücahidler münafıklardan ayrılır. Nitekim, ayetin sonundaki: "Allah
yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" sözü, bunun delilidir. Yani O, her
şeyi bilici ve her şeyden haberdardır. Allah'ın, varlığını bilmediği şeyin
varlığı yoktur.
İmtihan
konusunda bu ayetin benzeri: "Elif, Lam, Mim. İnsanlar "iman ettik"
demekle hiç sınanmadan bırakılıvereceklerini mi sandılar. Andolsun ki biz,
onlardan öncekileri sınadık. Elbette Allah doğru olanları bilecek, yalancı olanları
da bilecektir" (Ankebût, 29/1-3) ayetleridir.
Ayetin,
dost ve sırdaş edinme konusunda bir benzeri de şu ayettir: "Ey iman
edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar sizi bozmaktan geri
durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Onların kinleri ağızlarından
taşmaktadır. Göğüslerinde gizledikleri daha büyüktür..." (Al-i İmran,
3/118).
Özetle;
Allahü Teâlâ, kullarına cihadı meşru kılınca, hikmetini de açıkladı:
Kullarından hangisi kendisine itaat edecek, hangisi isyan edecek diye imtihan
etmektedir. Cenab-ı Hak, bundan önce ve sonra olanları bildiği gibi, henüz
olmayanları da bilir.
[51]
Ayetten,
mükellef olan kişinin ancak iki şeyle cezadan kurtulacağı anlaşılıyor:
Birincisi:
Allah'ın sizden cihad edenleri -onları gerçek ortaya çıkarması ve insanlar
arasında ayırt etmesi sebebiyle- bilmesi.
İkincisi:
Cihad edenin samimi, içi ve dışının bir olması, müşriklerden sırdaş edinen ve
onlara müslümanların sırlarını ve işlerini bildiren münafık olmaması. Çünkü
her savaşçı samimi değildir. Sadece savaşmak için değil, aksine Allah'ın
emrini ve hükmünü yerine getirmek için savaşılır.
Yine
ayetten, Allahü Teâlâ'nın niyet ve amaçları bildiği, onlardan haberdar olduğu
O'nun için hiçbir gizli şeyin bulunmadığı anlaşılır. Bu yüzden insanın niyet
ve işine önem vermesi ve onu Allah rızasına hasretmesi gerekir.[52]
17"
Müşriklerin, kendi küfürlerine biz- za* kendileri şahit iken, Allah'ın mes-
cidlerini imar etmeleri yaraşmaz. On-ların bütün yaptıkları boşa
gitmiştir. Ve onlar ebediyyen ateşte
kalıcıdırlar.
18.
Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a Y
*™*et f °üne iman eden namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Al- Uİl>ta.11
»»«Şka^ndan korkmayan kim- seler imar eder. işte doğru yola ermış- lerden
olmaları umulanlar bunlardır.
"Namazı
dosdoğru kılan, zekâtı veren" Namaz ve zekatın özellikle zikredilmesi,
önemlerini açıklamakta ve bunları yerine getirmeye teşvik etmektedir.
[53]
"Allah'ın
mescidlerini imar etmeleri": Lügat manasıyla mescidi imar etmek; ona
devam etmek, orada kalmak ve Allah'a ibadet etmek, onu inşa ve tamir etmektir.
Mescidlerin iman, maddî ve manevî olmak üzere iki çeşittir. Maddî imar; inşa ve
yapımı, temizlenmesi, tefrişi, lambalarla aydınlatılması, mescidlere girmek ve
mescidleri doldurmaktır. Manevî imarı ise, namazla, Allah'ı zikirle, itikaf ve
ibadet için ziyaretle olur. Camide ilim okumak da, zikirden sayılır. Hatta o,
zikrin en büyüğü ve en yücesidir. Dünya kelâmı konuşmamak da Zemahşerî'nin
dediği gibi -manevî imarın içine girer. "Mescidler" tabirinde iki
durum söz konusudur. Birincisi, bununla Mescid-i Haram'm kasdo-lunmasıdır.
"Mescidler" şeklinde çoğul kullanılmasının sebebi, onun, bütün
mescidlerin kıblesi ve imamı olmasıdır. Onu imar eden, bütün mescidleri imar
etmiş gibi olur. Çünkü onun her mevkii bir mesciddir. İkincisi, bununla tür olarak
mescidler kasdolunmaktadır ve Mescid-i Haram'ı da kapsar. O zaman o kâfirler,
mescid türünden hiçbir şeyi imara ehliyetli olmayınca, Mescid-i Haram'ı tamire
hiç ehliyetli olmazlar. Mana şöyle olur: Müşriklerin iki zıt şeyi bir arada
bulundurmaları uygun olmaz: Hem Allah'a ibadet edilen yerleri imar, hem de
Allah'ı ve ona ibadeti inkâr.
Mescid,
"secde etme yeri" manasına gelir. Sonra ibadete tahsis edilen eve isim
olmuştur. Kelimeyi "mescidallah" şeklinde okuyan da, yeryüzündeki
mes-cidlerin en şereflisi olan Mescid-i Haram'ı kasdeder.
"Müşriklerin,
kendi küfürlerine bizzat kendileri şahitken": Bu, küfürleri ortadayken
demektir. Onlar, Kabe'nin etrafına putlar dikmişler, çıplak olarak tavaf
ediyorlar ve: "Onları masiyet bulaşmış elbiselerle tavaf edemeyiz"
diyorlar, her tavaftan sonra secde ediyorlardı. "Allah'ın mescidlerini
imar etmeleri yaraşmaz. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir" Çünkü
amellerin kabul edilmesi için gerekli iman şartı yoktur.
[54]
İbni
Ebî Hatim, İbni Abbas'ın şöyle dediğini tahric etmiştir: Abbas, Bedir
Savaşı'nda esir düştüğü zaman, siz müslüman olmakta, hicret etmekte ve ci-hadda
bizi geçmişseniz de, biz Mescid-i Haram'ı imar ediyoruz, hacılara su veriyoruz
ve esirleri hürriyetlerine kavuşturuyoruz, deyince, Allahü Teâlâ: "Müşriklerin,
kendi küfürlerine bizzat kendileri şahitken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri
yaraşmaz..." ayetini indirdi.
Başka
bir rivayette de şöyle denilmiştir: Muhacirler ve ensar, Bedir esirlerini,
şirk koşmaları sebebiyle ayıpladılar. Ali b. Ebî Talib (r.a.) de babası
Ab-bas'ı Resulullah (s.a.)'le savaşması, sıla-ı rahmi kesmesi gibi şeyleri öne
sürerek azarlamaya başladı, ağır sözler sarfetti. Bunun üzerine Abbas: Bizim
kötülüklerimizi sayıyor, iyiliklerimizi gizliyor musunuz? dedi. Hz. Ali: Sizin
iyilikleriniz de var mı? diye sordu. Şu cevabı verdi: Evet, biz sizden daha
üstünüz. Çünkü biz Mescid-i Haram'ı imar ediyoruz, Kabe'ye örtü örtüyoruz,
hacılara su veriyoruz, esirleri serbest bırakıyoruz. Bunun üzerine bu ayet
nazil oldu.[55] Ayet, Abbas ve
benzerlerine karşı reddi içine almaktadır. Çünkü onun sözlerinin arkasından
nazil olmuştur.
[56]
Cenab-ı
Hak, sûrenin başında kâfirlerden uzaklaşılmasını ve o uzaklaşmayı gerektiren
çirkinliklerini belirtince, onlar bu uzaklaşmanın caiz olmadığını,
kendileriyle konuşulup görüşülmesi ve yardımlaşılması gerektiğini, çünkü
kendilerinin güzel sıfatlara ve iyi hasletlere sahip olduklarını, mesela
Sebeb-i nüzulde geçtiği gibi, Mescid-i Haram'ı imar ettiklerini ileri sürdüler.
Aynı
şekilde, ahidlerin atılmasından sonra, Mescid-i Haram'da şirk ibadetinin
yasaklanmasının ve müşriklerin onun idaresini üstlenme ve ona hizmet etme
hakkının ortadan kalkmasının belirtilmesi uygun düşmektedir.
[57]
Allah'a
şirk koşanların, Allah'ın mescidlerini, -Mescid-i Haram da onlardan biridir-
ibadet, hizmet ve idare maksadıyla imar etmeleri caiz değildir.
Putlara
tapmak, Kabe'yi çıplak tavaf etmek ve her tavaf edişlerinde putlara secde etmek
gibi halleri ve "Lebbeyk, lâ-şerike leke, illa şerikün hüve leke
tem-likühü ve ma meleke..." gibi sözleriyle, kendilerinin küfürlerine
şahid olup durulurken, Mescid-i Haram'a hac ve umre için girmeleri doğru
değildir.
Onlar
bu halleriyle birbirine zıt iki şeyi bir arada bulunduruyorlardı: Allah evini
imar ve onu inkâr...
İşte,
şirkleri sebebiyle o müşriklerin amelleri boşa gitmiştir. Onlar, işledikleri
günahın büyüklüğü yüzünden sonsuza kadar cehennem ateşinde kalacaklardır.
Çünkü küfür, ameli boşa çıkaran şeydir.Ahirette sahibine hiçbir sevap yoktur.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayet buna işaret eder. Onlardan bazıları
şunlardır:"E,ğer onlar da şirk koşsalardı, işledikleri herhalde boşa
giderdi" (En'am, 6/88); "Sana ve senden öncekilere şöyle vahyolundu:
"Sen eğer şirk koşarsan, mutlaka amelin boşa çıkar ve muhakkak ziyan
edenlerden olursun" (Zümer, 39/65); "Onların işledikleri herhangi
bir amelin önüne geçtik de, bunları saçılmış zerreler yaptık" (Furkan,
25/23).
Müşriklerin,
mescidleri imara ehliyetleri olmadığının belirtilmesinden sonra, bu işe kimin
ehil olduğunu açıklamak üzere: "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve
ahiret gününe iman eden... imar eder" buyuruluyor. Yani, mescidleri imara
hakkı olan, Allahü Teâlâ'ya Kur'an-ı Kerim'de açıklandığı şekilde, sahih bir
imanla inanan, birliğini bilen; sadece ona ibadet ve tevekkül edenlerdir.
Allah'ın kullarını hesaba çekeceği, iyilik edenlere sevap, kötülük edenlere
ceza vereceği ahiret gününe inanan, farz namazlarını şartlarına ve rükünlerine,
tilavet ve zikirlerine tam riayet ederek, huşu ve kalb huzuru ile, Allah'tan
haşyet üzere eda eden; zekâtı, fakir, miskin ve yolcu gibi bilinen hak
sahiplerine veren, sözünde ve işinde, gerçekte ne bir fayda, ne de bir zarar
vermeyen putlardan değil, sadece Allah'tan korkan kimselerdir. Peygambere
imanın zikredilmemesinin sebebi, namaz kılmak gibi şeylerin peygambere imana
işaret etmesidir. Çünkü bunlar, peygamberin getirdiği şeylerdir. Namaz kılmak,
zekât vermek gibi şeyler, ancak peygambere inanmak şartıyla kabul olunur.
İşte
bu sıfatları taşıyanlar, madden mescidleri inşa ederler, manen de onarırlar,
oralarda ibadet ve zikrederler, ders yaparlar. Onlardan başkası, Allah'ın
evlerini imar etmez. Gerçekten daima hayra, Allah'ın istediği ve razı olduğu
şeylere erişenler, amellerinin sevaplarına hak kazananlar bunlardır. O çelişki
içinde olanlar ise bir taraftan Allah'a şirk koşup peygamberinin getirdiklerini
inkâr ederek putlara secde ederler, bir taraftan da Mescid-i Haram'a bazı hizmetlerde
bulunurlar, işte bunlar sevaptan mahrum kalırlar.
Ayette
geçen "umulanlar" kelimesi, gerçek anlamında değildir. Bunun Cenab-ı
Hakdan sadır olması sahih olamaz. Çünkü, o takdirde zan ifade eder ki, bu
Cenab-ı Hak hakkında düşünülemez. Bu kelimenin kullanılması, kâfirlerin
övündükleri amellerinden fayda görme ümitlerini kesmek içindir. Müminlerin
amellerine karşılık -mükâfat- bir ümit olduğuna göre müşrikler için ne olur?
Yahut, müminler için hidâyet bir ümit göründüğüne göre, hidâyet merhalesini geçip
Allah'tan bir hayra nail olacaklarına kesin gözüyle inanan müşriklere ne
demeli?
Birçok
hadis de, mescidleri imara, biraz önceki vasıflarla vasıflananların hak sahibi
olduğunu ifade eder. Maddî imar konusunda şu hadisi zikredebiliriz: Şeyhayn ve
Tirmizî, Osman (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'i
şöyle derken dinledim: "Kim Allah rızasını gözeterek, Allah için bir
mescid yaptırırsa, Allah da onun için cennette bir ev yaptırır." Ahmed b.
Han-bel, İbni Abbas'tan merfu olarak rivayet eder: "Kim, tavuk folluğu
kadar bile olsa, Allah için bir mescid yaptırırsa, Allah da onun için cennette
bir ev yaptırır." Haris b. Ebi Üsame ve Ebu'ş-Şeyh, zayıf bir senedle
Enes (r.a)'dan rivayet ederler: "Kim bir mescidde bir kandil yakarsa, o
mescidde o kandilden bir ışık bulunduğu sürece, melekler ve hamele-i arş onun
bağışlanmasını isterler."
Mescidlerin
manevi imarı konusunda da şu hadisleri zikredebiliriz: Şeyhayn ve Hafız Ebu
Bekir el-Bezzar ve Abd b. Humeyd, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet ederler:
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Mescidleri imar edenler, ancak
ehlullahtır (Allah dostlarıdır)". Ahmed, Tirmizî, İbni Mace, Hakim, İbni
Merdûveyh, Ebû Said el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
ederler: "Bir adamın mescidlere gidip gelmeyi alışkanlık haline getirdiğini
görürseniz, onun imanlı olduğuna şehadet ediniz. Çünkü Cenab-ı Hak: "Allah'ın
mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler imar eder"
buyuruyor.
Taberanî,
Kebirinde, İbni Mes'ud'dan -zayıf senedle- Resulullah (s.a.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet eder: Allahü Teâlâ buyurdu ki: "Benim yeryüzündeki
evlerim, mescidlerdir. Beni oralarda ziyaret edenler, onları imar edenlerdir.
Evinde temizlenip sonra da beni evimde ziyaret eden kula ne mutlu. Ziyaret
edilene, kendini ziyaret edene ikramda bulunması haktır."
Resulullah
(s.a.) mescidlere saygı göstermemekten korkutmuştur. Taberanî, zayıf senedle
Kebir'de, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "Ahir zamanda ümmetimden
birtakım insanlar mescidlere gelirler, oralarda halkalar halinde oturup
dünyadan ve dünya sevgisinden bahsederler. Onlarla oturmayın. Onların Allah'la
hiçbir ilgisi yoktur." Başka bir hadiste de: "Mescidde
konuşmak-hayvanın otu yiyip bitirdiği gibi- iyi amelleri yer..."
buyurulmuştur.[58]
Ayetlerden
aşağıdaki hükümler çıkarılır:
1- Dünyada yaptıkları iyi amellere karşılık, müşrikler için ahirette
hiçbir sevap yoktur.
2- Mescidleri imara layık olanlar, Allah'a, Rasûlüne ve ahiret gününe
iman edip namaz kılanlar, zekât verenler, Allah'tan başka hiçbir varlıktan
korkmayanlardır.
Ancak bu dört sıfata sahip olanlar mescidleri imar ederler. Hayır ve doğru yol
üzere olanlar bunlardır.
3- "Allah'tan başkasından korkmayanlar..." sözü, mescid
yaptıranın, riya ve gösterişten uzak olarak, yalnızca Allah için yaptırması
gerektiğine işaret eder.
En
sahih görüşe göre, kâfirlerin taş yontma, inşaat, dülgerlik gibi, kendisi için
velayet söz konusu olmayan birtakım işlerde çalıştırılması caizdir. Bu, ayette
zikrolunan yasak kapsamına girmez. Yasak, mescidlere velayete ve onların işini
görmede istiklale yöneliktir. Kâfirin, mescitlere bakmaktan sorumlu, ya da
mescid vakıflarına bakan olarak tayin edilmesi caiz değildir. Kâfirlerin,
kesinlikle müslümanlarm mescidlerini imardan men olunmaları gerektiği de
söylenmiştir. Bir zarar verme yuvası -Mescid-i Dırar gibi- yapmamak şartıyla,
kâfirin bir mescid bina ettirmesinde, yahut mescidin masraflarına ortak olmasında
yine hiçbir engel yoktur. Fakat kâfirin mescidleri tamir etmesi -mescidlere
tazimi sağlamak için- uygun değildir. Çünkü mescidleri temiz tutmak vaciptir.
Nitekim şu ayet bunu ifade eder: "İbrahim ve İsmail'e de: "Evimi
tavaf edenler, itikafa girenler rükû ve secde edenler için titizlikle
temizleyin" diye emir vermiştik." (Bakara, 2/125); Kafirin inancı ise
pistir: "Müşriklerpisliktir." (Tev-be, 9/28). Çünkü kâfir, necasetten
sakınmaz. Dolayısıyla onun mescide girmesi, çoğu kere mescidin pislenmesine,
dolayısıyla da müslümanlarm ibadetlerinin fesadına sebep olur.
4- Ayet ve hadislerin işaret ettiği gibi, mescidlerin maddî ve manevî
imarına teşvik.
5- Vahidî şöyle der: Kâfirin mescidlere girmesine engel olunur. Bir
müslü-mandan izin almadan girerse, taziri hak eder. Eğer izin alarak girerse,
tazir olunmaz. Evla olan mescidlere saygı gösterip onları mescidlerden
uzaklaştırmaktır. Resulullah (s.a.) Sakif heyetini -kâfir oldukları halde-
mescidde kabul edip ağırladı. Kâfir olduğu halde Semâme b. Usal el-Hanefî'yi
Mescid-i Ha-ram'm direklerinden birine bağlattı.
6- "Onlar ebediyen ateşte kalıcıdırlar" sözü, kâfirlerin
cehennemde sonsuza kadar kalacaklarına işaret eder.
7- Ayetin başındaki "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a...
inananlar imar eder" sözü ve hasr ifade eden "ancak" ile tabir
edilmesi, mescidin ibadet dışındaki şeylerden -lüzumsuz konuşma ve dünya
işlerinin ıslahı gibi- korunması gerektiğine işaret eder. Nitekim daha önce
zikrettiğimiz hadisler de bunu açıklar.
8- Cassas şöyle der: Ayet, kâfirlerin mescidlere girmelerine,
yaptırmalarına ve mescidlerin idarelerinde görev almalarına engel olunmasını
gerektirir.
Çünkü
"imar" kelimesi iki manayı içine alır: Girmek ve yaptırmak. Mescidin
imarı,
iki manaya gelir: Birisi, onu ziyaret ve içinde olmak, diğeri onu yapmak,
tamire muhtaç hale gelirse tamir ettirmek.
9- Ayet, mescidi imarın küfürle olmayacağına, ancak iman, ibadet ve taatla
olacağına işaret eder.
[59]
19-
Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret gününe
inanan, Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında
bir olamazlar. Allah zulmedenler (kâfirler) topluluğuna hidayet vermez.
20- İman edenlerin, hicret edenlerin, Allah
yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri pek
büyüktür. İşte mutluluğa erenler, onların ta kendileridir.
21-
Rableri onlara rahmetini, hoşnutluğunu, onlara içlerinde tükenmez ve ebedî
nimetler bulunan cennetleri müjdeler.
22-
Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Allah katında büyük bir ecir vardır.
"Siz
hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a ahiret gününe
inanan, Allah yolunda cihad eden kimseler gibi mi tuttunuz?": Buradaki
soru, hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret gününe
inanan, Allah yolunda cihad eden kimselerle aynı derecede tutmayı yadırgayan
bir sorudur.
"Dünya
ve ahirette mutluluğa erenler onların ta kendileridir": Cümlede hükmü
belli bir konuya hasretme vardır. Yani, başkaları değil, yalnızca onlar
mutluluğa ereceklerdir.
"Rableri
onlara rahmetini, hoşnutluğunu...": Rahmet ve hoşnutluk kelimelerinin
nekre olarak gelmesi, azamet ifadesi içindir. Yani, büyük bir rahmet ve
hoşnutluk, demektir.
[60]
"Hacılara
su vermek: Sikâye" kelimesi lügatta, su verme yeri, ya da su verme kabı
manalarına gelir. Kureyş, hacılara suya katılmış kuru üzüm şarabı ve su
veriyordu. Bu işi cahiliye ve İslâm döneminde Abbas b. Abdilmuttalib yürütüyordu.
Ayette muzaf hazfedilmiştir: Yani su verme işiylş uğraşanları Allah'a
inananlarla bir mi tuttunuz, demektir.
"Onlar
orada ebedî kalıcıdırlar": Allah "Hulûd" kelimesini
"ebed" kelimesiyle pekiştirmiştir. Çünkü o, bazan uzun süre kalmak
için de kullanılır.
[61]
Müslim,
İbni Hibban ve Ebû Davud, Nu'man b. Beşir'den tahric etmişlerdir. O, şöyle
demiştir: Bir grup ashabla birlikte Peygamber (s.a.)'in minberinin yanındaydım.
Biri: "Ben müslüman olduktan sonra Allah için hiçbir amel işlemeye önem
vermiyorum. Ancak hacılara su verme işi müstesna" dedi. Bir başkası:
"Ben Mescid-i Haram'ı imar işini üstün görüyorum" dedi. Bir başkası:
"Allah yolunda cihad, sizin söylediklerinizden daha hayırlı" dedi.
Ömer onları: "Peygamber (s.a.)'in minberi yanında seslerinizi
yükseltmeyin" diyerek uyardı. Cuma günüydü. Cumayı kılınca, Resulullah
(s.a.)'in huzuruna girdim ve meseleyi ona sordum. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
"Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret
gününe inanan, Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi tuttunuz1?..."
ayetini indirdi.
Feryabî'nin
İbni Sîrîn'den tahricine göre, o şöyle demiştir: Ali b. Ebî Talib Mekke'ye
geldi. Abbas'a: Amca, hicret etmeyecek misin, Resulullah (s.a.)'a katılmayacak
mısın? dedi. Amcası: Ben Mescid-i Haram'ı imar ediyorum, Kabe'nin örtüsünü
değiştiriyorum, dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Siz hacılara su vermeyi
ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret gününe inanan, Allah yolunda
cihad eden kimse gibi mi tuttunuz?" ayetini indirdi. Hicabe: Kabe'ye
hizmet etmek, demektir.
Sikâye
(hacılara su verme) ve Hicabe (Kabe'ye hizmet etme), Kureyş'in iyi işlerinin en
üstünleriydi. Nitekim bu ikisini İslâm da kabul etmişti. Cabir (r.a)'in rivayet
ettiği Veda Haccı Hutbesi hadisinde, şöyle buyurulur: "Şüphesiz, cahiliye
adetleri -hacılara su verme ve Kabe hizmeti müstesna- ayaklarımın altındadır..."
Hadiste geçen "meâsir" kelimesi arapların söylediği, rivayet ettiği,
övündüğü, güzel gördüğü şeyler manasınadır.
Abdurrazzak
da, Şa"bî'den buna benzer bir hadis tahric eder. İbni Cerir et-Taberî,
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin şöyle dediğini tahric eder: Talha b. Şeybe,
Abbas, Ali b. Ebî Talib, birbirlerine karşı övündüler. Talha: "Ben Kabe'nin
sahibiyim, çünkü onun anahtarı bende, dedi. Abbas: Ben hacılara su verme işinin
sahibiyim, dedi. Ali: İnsanların ilk önce Kıbleye namaz kılanların-danını.
Cihad ediyorum, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Siz hacılara su vermeyi
ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a ahiret gününe inanan, Allah yolunda
cihad eden kimse gibi mi tuttunuz?..." ayetini indirdi.
Kısacası,
nüzul sebebi hakkında en sahih görüş, Nu'man b. Beşir"in rivayet ettiği
görüştür. Hasan, ŞaTsî, Kurazî, İbni Sîrîn'den rivayet edilen diğer görüşler
ise, Nu'man'm kısa rivayetini açıklama kabilindendir.
[62]
Bu
ayet, önceki ayetleri tamamlayıcı mahiyettedir. Bundan önceki ayet, Mescid-i
Haram'ı imarın, ancak imanla olduğu takdirde makbul olacağını, müşriklerden
değil, müslümanlardan kabul edileceğini açıklamaktadır. Yine bu ayet, iman ve
cihadın, müşriklerin iftihar ettiği Mescid-i Haram'ı imar ve hacılara su
vermekten daha faziletli olduğunu açıklamaktadır.
[63]
Nu'man
b. Beşir'in rivayet ettiği hadise göre bu ayet, müminlere hitap etmektedir.
Ayetlerin akışına bakılarak, müşriklere hitap ettiği de söylenmiştir. Ayetten
anlaşılacağı gibi, daha doğru olan, onun müslümanlarla kâfirler arasında
cereyan eden, hangilerinin faziletli olduğu tartışmasına açıklık getirdiğidir.
Çünkü Abbas, daha önce zikredildiği gibi, kendisinin Mescid-i Haram'ı imar
ettiğini ve hacılara su verdiğini söyleyerek faziletli olduğunu ileri sürmüştü.
Mana
şöyle olur: Hacılara su verenleri ve Mescid'i Haram'ı imar edenleri, Allah'a,
ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenlerle fazilet ve derecede
bir mi tuttunuz? Her ne kadar, hacılara su vermek ve Mescid-i Haram'ı imar
etmek hayırlı işlerdense de, bu işleri yapanlar, derece ve fazilet bakımından
iman ve cihad ehline denk olamazlar.
Bu,
"Allah katında bir olamazlar" sözünün manasıdır. Yani Allah'ın dünya
ve ahiret hükmünde, sevabında, sıfat ve amelde iki fırka arasında asla denklik
olamaz.
Sonra
Cenab-ı Hak, denk olmamalarını: "Allah zulmedenler topluluğuna hidâyet
vermez" sözüyle açıklamaktadır. Yani, o kâfirler zümresini, amellerinde
rütbece daha faziletli ve daha yüksek olana hidâyet buyurmaz. Çünkü O, onların
kalblerini köreltmiştir.
Mana
şöyle olur: Müşriklerin ve boşa giden amellerinin, müminlere ve müsbet
amellerine benzetilmesi, birbirlerine denk tutulması doğru değildir. Onların
aynı tutulması zulümdür.
O
halde Allah'a ve ahiret gününe iman, mal ve canla Allah yolunda cihad, Allah
katında, derece bakımından hacılara su vermek, Kabe'ye hizmet etmek, yahut imar
etmekten daha büyük ve daha yüksek derecelidir.
Sonra,
Allahu Teâlâ bizzat müminler arasındaki derece farklılıklarını açıklamıştır.
Allah'a ve Rasulüne inananlar, Mekke'den Medine'ye hicret edenler, Allah'ın
dinini üstün kılmak için malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler,
hacılara su vermek ve Kabe'yi imar etmek gibi diğer birtakım işleri yapanlardan
makam ve mevki bakımından daha yüksektirler.
İşte
o, hicret edip cihad eden müminler, Allah'ın fazl, kerem ve sevabına nail
olacaklardır.
Cenab-ı
Hak mukaddes kitabında, bu kimseleri bol rahmetle, tam hoşnutlukla, içinde
sürekli nimetler bulunan cennetlerle müjdeliyor. Bu nimetler içinde ebediyen
kalacaklarını haber veriyor.
Şüphesiz
iman ve salih amel için hicret ve Allah yolunda cihad gibi, Allah katında büyük
sevap vardır. Nitekim Cenab-ı Hak: "Allah mümin erkeklere de mümin
kadınlara da içlerinde ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler
vadetti. Bir de Adn cennetlerinde hoş meskenler. Allah'ın hoşnutluğu ise,
hepsinden büyüktür. İşte bu, en büyük saadetin ta kendisidir" (Tevbe,
9/72) buyurur.
"Rıdvan",
rıza ve hoşnutluk manasına olup ruhî bir şeydir. Cennetteki nimet ise, maddî
bir şeydir. Yaşam rahatlığı ve bolluğudur.
Buharî,
Müslim, Tirmizî ve Nesaî, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet
ederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahü Teâlâ cennet halkına:
"Ey Cennet halkı..." der. "Buyur, Rabbimiz" derler. Cenab-ı
Hak: "Razı oldunuz mu?" buyurur. "Niçin razı olmayalım? Bize,
mahlukatından hiç kimseye vermediğin şeyleri verdin" derler. Allah:
"Size bundan daha üstününü vereceğim" bu-yurur. Cennetlikler:
"Rabbimiz, bundan daha üstün ne olabilir?" derler. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak: "Size rıdvanımı (hoşnutluğumu) indiriyorum, bundan sonra size
asla kızmayacağım" buyurur.
[64]
Bu
ayet imanla yapılan cihadın, Allah katında, diğer hayırlı işlerden daha üstün
olduğuna işaret etmektedir. Çünkü o, Allah'ın dinini yükseltme maksadıyla
canı, ya da malı sarfetmektir. Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı imara
gelince, her ne kadar bunlar iyi ve güzel ameller olsa da, cihad derecesinde
değillerdir. Abdurrazzak'ın rivayetine göre, Hasan el-Basrî şöyle demiştir:
"Hacılara su vermeyi..." ayeti, Ali, Abbas, Osman ve Şeybe hakkında
nazil oldu. Onlar bu konuda konuşuyorlardı. Abbas şöyle demişti: Ben hacılara
su verme vazifemizi terk etmemizi düşünüyorum... Bunun üzerine Resulullah
(s.a.) : "Hacılara su verme işinizi yerine getirin... Çünkü onda sizin
için hayır vardır" buyurdu.
Ayet
müşrikleri ve onların bâtıl amellerini mü'minlere ve onların müsbet amellerine
benzetmeyi, bu iki zümreyi eşit tutmayı inkâr etmekte, onların denk tutmalarını
küfürle zulmettikten sonra bir daha zulüm kabul etmektedir.
İmanlı
mücahidlerin derecesi Allah katında diğer derece sahiplerinden daha yüksektir.
Çünkü onların meziyeti ve yüksek mertebesi vardır. Onlar kurtuluşa ulaşan,
zafere erişenlerdir. Rablerinin müjdelediği kimselerdir. Ahirette bol sevaba
nail olacak, ebediyet bahçelerinde kalacak olanlar onlardır.
Bunlar
Allah katında, hacılara su verenlerden ve Kabe'yi imar edenlerden daha yüksek
dereceye sahiptirler. Kurtuluşa erenler başkaları değil, onlardır.
[65]
23-
Ey iman edenler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, eğer küfrü sevip onu imana
tercih ediyorlarsa, velîler edinmeyin. İçinizden kim onları velî edinirse,
onlar zalimlerin ta kendileridir.
24-
De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, düşmesinden korktuğunuz bir ticaret
ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah'tan, Rasûlünden ve O'nun
yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar
bekleyedurun. Allah fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.
"
O halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun": Bu, kendisiyle mu-rad
olunan bir emirdir. "Dilediğinizi işleyin" (Fussilet, 41/40) ayeti
gibidir.
[66]
"Eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz" yakın
akrabalarınız "elinize geçirdiğiniz" kazandığınız "mallar,
düşmesinden" elinizden çıkmasından kesada uğramasından, "korktuğunuz
bir ticaret size Allah'tan, Reselünden ve O'nun yolundaki bir cihaddan daha
sevgili ise" size Allah ve Rasûlüne itaattan ve Allah yolunda cihaddan
daha sevimli ise, Onun yüzünden hicretten ve cihaddan geri duruyorsanız
"Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun!" Bu, onları tehdiddir.
"Emr" den maksat dünya, yahut ahiret cezasıdır.
[67]
"Ey
iman edenler!... veliler edinmeyin" ayetinin nüzulüyle ilgili olarak Kelbî
şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'e Medine'ye hicret emri verildiği zaman,
bazısı babasına, kardeşine ve hanımına: Biz hicretle emrolunduk diyor, onlardan
bazısı bundan hoşnut olarak hemen bu emre uyuyor, bir kısım da hanımına, çoluk
çocuğuna takılıyor, onlara acıyor ve onlarla kalarak hicreti terk ediyordu.
İşte onları azarlamak üzere: "Ey iman edenler! Babalarınızı, kardeşlerinizi,
eğer küfrü sevip onu imana tercih ediyorlarsa veliler edinmeyin." ayeti nazil
oldu.
Mekke'de
kalıp hicret etmeyenler hakkında da: "De ki: Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar,
düşmesinden korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size
Al-lah'dan, Râsulünden ve onun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık
Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun..." ayeti nazil oldu.
Feryabî'
nin, İbni Şîrîn ve Ali b. Ebî Talib'ten rivayet ettiğine göre, Hz.Ali bir kısım
insanlara: Hicret etmeyecek misiniz? Resulullah (s.a.)'e katılmayacak mısınız?
dedi. Onlar da: Biz kardeşlerimizle, soy sopumuzla birlikte oturacağız,
dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "De ki: Eğer babalarınız..." ayetini
indirdi.
[68]
Allahü
Teâlâ müminlere, müşriklerden uzaklaşmalarını ve onların ahidle-rini atmalarını
emredince: "İnsan babasını, anasını ve kardeşini tam olarak nasıl
terkedebilir?" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak küfür sebebiyle babaları,
çoluk çocukları ve kardeşleri terketmek gerektiğini zikretti: "Eğer küfrü
sevip onu imana tercih ediyorlarsa, veliler edinmeyin..."
Sonra
geçen ayetin kapsamını pekiştirmek üzere: "De ki : Eğer babalarınız,
oğullarınız..." ayeti geldi. Allahu Teâlâ dinin salim kalması için, bütün
bu dünyevî zararlara katlanmak gerektiğini açıkladı. Çünkü dinin selameti,
kâfirlere muhalefetle ve onları dost edinmemekle olur.
Özet
olarak din anlayışları değiştirir. Din bağının ırk ve akrabalık bağından ve bir
aileye mensup olmaktan daha yüksek, daha kuvvetli olduğunu kabul eder; hicret
ve cihad meyvesinin, ancak müşrikleri dost edinmeyi terkle, Allah'a ve
Hz.Peygamber'e itaati, hayattaki her şeye tercihle sağlanacağını açıklar.
[69]
Ey
Allah'a ve Rasülüne inananlar! Eğer küfrü imana, şirki İslâm'a tercih
ediyorsanız babalarınızı ve kardeşlerinizi dost bilmeyin, müslümanların genel
ya da savaş sırlarından onları haberdar etmeyin. Sizden, onları dost edinenler,
kendilerine ve milletlerine zulmetmiş, Allah'a ve Rasülüne muhalefet etmiş
olurlar.
Cenab-ı
Hak, onlarla iç içe olmayı nehyettikten sonra, bu nehyin haramı ifade ettiğini
açıklamış ve: "İçinizden kim onları veli edinirse onlar zalimlerin ta
kendileridir" buyurmuştur. İbni Abbas şöyle demiştir: O da, onlar gibi
müşriktir. Çünkü onların şirklerine razı olmuştur. Küfre rıza küfür, fıska
rıza fısktır.
Bunu
şu ayet teyid ediyor: "Allah sizi, ancak sizinle din konusunda savaşmış,
sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarmaya yardım etmiş kimselerle velilik
etmenizden nehyeder. Kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin ta
kendileridir" (Mümtehine, 60/9).
Sonra
Allahu Teâlâ şek ifade eden "eğer " kelimesiyle Peygamberine, insanları
ailesini, yakınını ve aşiretini Allah'a, Rasûlüne ve Allah yolunda cihada
tercih etmekten uzaklaştırma emrini vermiştir. Şüphe ifade eden
"eğer" kelimesinin kullanılması, müminlerin kâfirleri sevmesinin
şüpheli bir şey olmasındandır. Sevgi işi tabiî, fıtrî bir şeydir. Kişi asla
kınanamaz, muaheze de edilemez. Çünkü yükümlülük, insanın gücü yettiği şeylere
yöneliktir, fıtri, cibilli şeylere yönelik değildir. Fakat onların sevgisi,
Allah sevgisinden üstün olmamalıdır.
Cenab-ı
Allah, Hz. Peygamber'e buyurdu ki: Ey Habibim, de ki: Eğer şu sekiz şeyi:
Babaları, oğulları, kardeşleri, eşleri, yakın akrabayı, mallan,
ticare-ti,meskenleri, Allah ve peygamber sevgisine, onlara itaata, ahirete,
ebedî saadeti gerçekleştirecek olan Allah yolunda cihada tercih ediyorsanız,
artık Allah'ın, hemen ya da daha sonra ahirette gelecek olan cezasını
bekleyin...
Bu
sekiz çeşit sınıflandırmayı dört grupta toplamak mümkündür: Akraba ile birlikte
yaşamak (bu babaları,oğulları,kardeşleri,eşleri ve diğer akrabayı içine alır),
kazanılan malları tutma meyli, ticarette mal edinme hevesi, mesken arzusu. Bu,
güzel bir tertip... Önce en çok ilgi duyulacak ve birlikte yaşanılacak olan
akrabalıkla başlıyor, sonra mal hırsı, sonra ticaretle mal kazanma, sonra
oturmak için ev, daire yapma arzusuyla devam ediyor. Fakat Allahü Teâlâ, dine
riâyetin bütün bu işlere riâyetten daha hayırlı olduğunu açıklamıştır.
Bilindiği
üzere bu sekiz şeyi sevmek, tabiattan gelen bir şeydir. Baba sevgisi,
çocuklarda bulunan bir içgüdüdür. Çünkü çocuk babasından bir parçadır. Çocuk,
babasının kendisinin varlık sebebi olduğunu hisseder. Araplar, eskiden olduğu
gibi şimdi de babalarıyla iftihar eder. Bunun için Allahu Teâlâ hacda
kendisinin babalar gibi ya da daha fazla anılmasını teşvik etmek üzere şöyle
buyurmuştur: "Menasikinizi (hacca ait ibadetleriniz) bitirince babanızı andığınız
gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın" (Bakara,2/200). Çocuk
sevgisi de azizdir, hatta baba sevgisinden daha fazladır. Çünkü çocuk bir ciğerparedir,
umut, istikrar merkezi, övünme ve refahlı bir yaşamın ifadesidir. Çoğu kere
toplumların örf ve adetlerinin göstergesidir.
Bu
sekiz şeyin sevgisi olmasına rağmen, Allahu Teâlâ, Allah ve peygamber
sevgisini, itaatini, Allah yolunda cihadı bu şeylere tercih etmeyi, onlardan üstün
tutmayı emrediyor. Çünkü Allahu Teâlâ bütün nimetlerin kaynağıdır, bütün
mihnet ve üzüntüleri gidermekte sığınaktır. Onun için Allahu Teâlâ müminleri:
"îman edenlerin Allah'a sevgisi ise çok daha sağlamdır."
(Baka-ra,2/165) diye vasıflandırır.
Allah
sevgisinden sonra, peygamber sevgisi de gereklidir. Çünkü o bizim karanlıktan
aydınlığa, küfürden imana çıkmamızda, kurtuluşumuzda rol sahibidir. Çünkü o,
şeriatin ve ahlakın uygulamasında, müslümanlar için güzel bir örnektir.
Sahihu'l-Buhari'de,
Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu zikrolunur: "Nefsim, kudretinde olan
varlığa yemin ederim ki, hiçbiriniz, ben kendisine anasından, babasından ve
bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça kamil mümin olamaz."
Ahmed
ve Buharî, Abdullah b. Hişam'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Resulullah
(s.a.)'le beraberdik. O, Ömer b. Hattab'ın elinden tutuyordu. Ömer şöyle dedi:
Vallahi ya Resulullah ! Sen bana kendim hariç, her şeyden sevimlisin. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.) : "Hiç biriniz, ben ona kendisinden daha sevimli
olmadıkça kâmil mü'min olamaz..." buyurdu. Hz. Ömer de: "Vallahi,
şimdi sen, bana nefsimden daha sevimlisin..." dedi. Resulullah (s.a.) de:
"İşte şimdi oldu, ey Ömer" buyurdu.
Cihada
gelince: "Hoşunuza gitmediği halde savaş üzerinize yazıldı"
(Baka-ra,2/216) ayetinde de ifade olunduğu gibi, bazı insanlarca hoş görülmeyen
bir şey olsa da, milletin şerefini, ülkenin bağımsızlığını ve kişilerin
yararını korumak için bir yoldur. Mukaddes değerleri, mal ve namusu korumak
için bir sebeptir. Düşmanı uzaklaştırmak ve kötü arzulan yok etmenin bir
yoludur. Milletin şerefini ve şanını artırmak için bir esastır. Genel ve özel
yararlar, onsuz yok olmaya yüz tutar. Onun için Cenab-ı Hak, bu maksatları
korumak, dinde fitneyi önlemek, zayıfları himaye etmek için savaşı farz kıldı.
Tirmizî'nin Muaz b. Cebel'den tahric ettiği hadisi şerifte Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "İşin başı müslüman olmak, direği namaz kılmak,
zirvesi ise cihaddır." Ahmed, Şeyhayn, Tirmizî ve İbni Mace'nin, Enes'ten
rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulur: "Sabahleyin ya da geceleyin Allah
yolunda gitmek, dünya ve dünyadakilerden daha hayırlıdır."
Sonra
Allahu Teâlâ ayeti, muhalifleri dünyada veya ahirette ceza ile tehditle
bitirerek: "O halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun"
buyurdu. Zemahşerî der ki: Bu, çok şiddetli bir ayettir. Ondan şiddetlisini
göremezsin. Adeta o, insanları dinî rehavetten, gevşeklikten uyandırıyor.
Onlara, yakîn ipinin sarsıldığını haber veriyor.[70]
Beyzavî de şöyle der: Ayette büyük bir şiddet var. Ondan kurtulabilecek azdır.
Sonra
Allahu Teâlâ: "Allah, fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez" buyuruyor.
Yani din hududundan, akıl yahut hikmet gereğinden, yahut Allah'a ita-attan
masiyete çıkan asilere doğru yolu göstermez.
Bu
ayetin benzeri: "Allah'a ve ahiret gününe inanan hiçbir kavmin Allah ve
Rasülü ile sınır mücadelesi yapanlara, babaları veya oğulları veya kardeşleri
veya soydaşları olsalar bile, sevgi beslediklerini göremezsin. İşte bunların
kalb-lerine imanı yazmış ve kendinden bir ruh ile onları desteklemiştir. Ve
sonsuza kadar kalıcılar olmak üzere onları altından ırmaklar akan cennetlere
sokacaktır" (Mücadele,58/22).
[71]
"Ey
iman edenler! Babalarınızı, kardeşlerinizi..." ayeti, görünüş itibariyle,
bütün müminlere hitap etmektedir, müminlerle kâfirler arasında dostluğun kesilmesi
hususundaki hükmü kıyamete kadar bakidir.
Cenab-ı
Hak, özellikle babaları ve erkek kardeşleri anıyor. Çünkü bundan daha yakın bir
yakınlık yoktur. Onlarla dostluğu nefyettiği gibi aynı durumdaki diğer
insanlarla dostluğu da nefyetmiştir: "Ey iman edenler! yahudileri de
hristiyanları da veliler edinmeyin" (Mâide,5/51). Çünkü İslâm'a göre
yakınlık, beden yakınlığı değil, din yakınlığıdır.
Bu
ayette oğulları anılmamıştır. Çünkü oğullar babalara tabidirler.
İhsan,
velayetten ayrı bir şey olarak birtakım şeyleri hibe etmektir. Buha-rî'nin
tahric ettiği hadiste şöyle denir: "Esma: Ya Râsulullah (s.a.) annem bana
geldi, kendisi müşriktir. Ona ihsan edeyim mi, iyilikte bulunayım mı? dedi. Râsulullah
(s.a.): "Annene iyilik et" buyurdu".
"İçinizden
kim onları veli edinirse, onlar zalimlerin ta kendileridir" sözü:
"Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır" sözünün
tefsiridir. Yani, o da onlar gibi, ya kötü akıbete maruz kalır, ya da dünya
hükümleri itibariyle, kendisine onların hükmü uygulanır. Çünkü, onun onları
dost edinmesi bir zulümdür. Yani bir şeyi, olduğu yerden başka bir yere
koymaktır.
"De
ki: Eğer babalarınız, oğullarınız..." ayetinde, Allah'ı ve Râsulünü sevmenin
vücubuna delil vardır. Bu hususta ümmet arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Bu, her
sevgiden önde tutulması gereken bir şeydir.
Ezherî'nin
dediği gibi, Allah ve Râsulullah (s.a.) sevgisinin manası, onlara itaat ve
emirlerine uymaktır: De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki,
Allah da sizi sevsin ve günahlarınız mağfiret etsin" (Al-i İmran, 3/31).
Peygamber
(s.a)şöyle buyurmuştur: "Sizden iman eden, Allah için sevmedikçe ve Allah
için buğz etmedikçe imanın tadını alamaz. Sevdiği kimse insanların kendisine
en uzağı da olsa, onu Allah için sever, buğz ettiği kimse, insanların kendisine
en yakını da olsa ona, Allah için buğz eder..."
Bu
ayet, cihadın faziletine ve onu nefsin rahatından, aile ve malla ilgilenmekten
üstün tutmaya bir delildir. Müfessirler, bu ayetin hicreti terkedip çoluk
çocuğu ve malı tercih edenin durumunu açıkladığını söylemişlerdir.[72]
25- Andolsun ki Allah birçok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etmiş- Çokluğunuz o zaman sizi böbürlen- dirmişti de
size hiçbir yarar sağlama mı§ ve yeryüzü> ° genişliğine rağmen, başınıza dar gelmişti. Nihayet arkanızı çevirip gitmiştiniz.
26- Sonra Allah, Rasûlüne ve müminle- re
sekinetini (emniyetini, selâmetini)
indirdi. Görmediğiniz ordular indirdi
ve kâfirleri (ölüm ve esaretle) azablan- dırdı jşte bu> kâfirıerin
cezası idi.
27" Sonra Allah bunun ardından diledi-
ğinin tevbesini kabul eder. Allah bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
"Ve
Huneyn gününde" : Şanına işaret için -ye'sden sonra yardım geldiğine
tenbih için genel üzerine özel bir atıf dır...
'Yeryüzü,
genişliğine rağmen, başınıza dar gelmişti": Burada istiare vardır. Onlara
gelen üzüntü ve hezimet, genişliğine rağmen yeryüzünün darlığına
benzetilmiştir.
[73]
"Andolsun
ki Allah birçok yerlerde" Bedir, Kurayza, Nadir, Hudeybiye, Hayber ve
Mekke'nin fethi gibi savaş yerlerinde "ve Huneyn gününde size yardım
etmiştir." Huneyn, Mekke ile Taiften üç mil uzaklıkta bir vadidir. Orada,
müslümanlarla Hevazin ve Sakif arasında çarpışma oldu. Müslümanlar, kendilerine
katılan iki bin Talkalı ile birlikte oniki bin kişi -ki bunlar Mekke'nin fethinde
hazır bulunanlar -idi... Hevazin ve Sakif in mevcudu ise kendilerine katılan
diğer arap kuvvetleriyle birlikte 4.000 kişiydi. Bu çatışmaya Evtas gazvesi ve
Hevazin gazvesi de denir. Hicri 8 nci yılın Şevvalinde oldu. Müslümanlar
düşmandan daha çoktu. İki kuvvet karşı karşıya geldiği zaman, müslümanlar-dan
biri: "Bugün az bir kuvvet tarafından mağlup edilmeyiz" dedi. Onun bu
sözü Resulullah (s.a.)'ı üzdü.
"Yeryüzü,
genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti": Yani geniş olmasına rağmen,
yeryüzü size dar gelmişti. Şiddetli korkudan, rahat ve huzur bulacağınız bir
yer bulamadınız.
"Nihayet
bozularak arkanızı çevirip gitmiştiniz." Fakat Peygamber (s.a.) beyaz
katır üzerinde sabit kalmıştı. Yanında Abbas vardı. Ebû Süfyan da üzengisinden
tutuyordu.
[74]
Beyhakî'nin
Delail'de tahric ettiğine göre, Huneyn gazvesi gününde, on iki bin kişilik
müslüman ordusu içinden bir erkek: "Az olan düşman tarafından herhalde
mağlup edilmeyiz" dedi. Bu, Resulullah (s.a.)'e ağır geldi. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak: "Ve Huneyn gününde size yardım etmiştir. Çokluğunuz o zaman
sizi böbürlendirmişti" ayetini indirdi.
[75]
Cenab-ı
Hak, bundan önceki ayette, dinî maslahatı gözeterek, baba, oğul vs. -eğer imanı
küfre tercih ederlerse- yüz çevirilmesi gerektiğini açıklamıştı. Bu ayette de
din için dünyasını terkedeni, dünya arzusuna da kavuşturacağını açıklıyor. Buna
da Huneyn gazvesi günü mümin askerlerin ve kuvvetlerin çok-luklanyla
kibirlenince yenildiklerini, yenilince Allah'a yalvarıp yakardıkların-da,
onları kuvvetlendirdiğini, hatta kâfir askerlerini yendiklerini, örnek veriyor.
Bu da gösteriyor ki insan, dünyaya güvendiği zaman, din ve dünyasını kaybeder.
Allah'a itaat edip dini dünyaya tercih ettiği zaman, Allah ona, her ikisini de
en güzel şekilde verir. İşte bu dini gaye için baba ve yakınları terket-mekten
ve onlara düşmanlık yapmaktan dolayı meydana gelebilecek manevî huzursuzluk
dolayısıyla teselli etmekte ve müminlere Allah'u Teâlâ'nın kendilerine sayıca
çok olmaları sebebiyle değil, manevî kuvvetleri sebebiyle yardım ettiğini
hatırlamalarını bildirmektedir.
Mücahid
şöyle demiştir: Tevbe sûresinin ilk nazil olan ayeti budur. Bu ayette Cenab-ı
Hak müminlere, Rasûlüyle beraber yaptıkları birçok savaşlarda olan fazlını,
ihsanını; bunun, onların sayı ve hazırlıkları sebebiyle değil, kendisinin
lütuf ve takdiriyle olduğunu zikretmekte, onları az da olsalar, çok da
ol-•salar yardımın ancak kendinden olduğu hususunda uyarmakta, Huneyn günü
çokluklarının kendilerini kibire sevkettiğini, bunun da onlara hiçbir fayda vermediğini,
çok azı müstesna geri dönüp kaçtıklarını, Allah'tan Rasûlüne ve beraberindeki
müminlere yardım ve destek indiğini ifade etmekte, topluluk az da olsa,
zaferin, ancak Allah'tan olduğunu bildirmektedir.
[76]
Hevazin,
Kureyş'ten sonra büyük bir kuvvetti. Onunla rekabet halindeydi. Mekke'nin fethi
haberini öğrendiklerinde, başkanları Malik b. Avf en-Nasrî savaş çağrısında
bulundu. Hevazinle birlikte, bütün Sakif ve Sa'd b. Bekr, onun yanında yer
aldı. Resulullah (s.a.)'e karşı yürümeye karar verdi. Orduyla beraber, kabile
fertlerinin mallarını, davarlarını, kadınlarını ve çoluk çocuklarını da
götürdü... Bununla, onları koruduğunu, kuvvetlendirdiğini zannediyordu. Sakifin
başında Kinâne b. Ubeyde bulunuyordu. Hurbe, Dureyd b. Simme de katıldı. Çok
yaşlıydı, görüş ve hikmet sahibi bir kimseydi. Hevazin ve Sakifli-lerden
meydana gelen ordu, Taifle Hevazin diyarında bir vadiye, Evtas'a indi.
Resulullah
(s.a.) durumu öğrenince onlara karşı çıktı. Beraberinde, Medi-neli ashabından
on bin, Mekkeli fetih müslümanlarından da iki bin olmak üzere on iki bin kişi
vardı.
Resulullah
(s.a.), Safvan b. Ümeyye'den ödünç olarak silah ve zırh aldı.
Müslümanlar,
sayılarının daha önceki gazvelerdekinden daha fazla olduğunu anlayınca gurura
kapıldılar. Hatta bazıları: Bugün, azlık tarafından asla mağlup edilmeyiz,
dedi. Ahmed, Ebû Davud ve Tirmizî'nin İbn Abbas'dan rivayet ettiklerine göre
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sahabenin hayırlısı dört, se-riyyelerin
hayırlısı dört yüz, orduların hayırlısı dört bindir. Oniki bin, azlık tarafından
asla mağlup edilmeyecek..." Bu sözün Resulullah (s.a.)'e ait olduğunu
söyleyenler olduğu gibi, Ebu Bekir (r.a)'m sözü olduğunu söyleyenler de vardır.
İşin
başında müslümanlar kuvvetlerine güvendiler, yenildiler. Sonra gururlarından
vazgeçtiler ve Rablerine yalvarıp yakardılar, yardıma nail oldular.
[77]
Ey
müminler! Bedir, Hudeybiye, Mekke, Kureyza, Nadir gibi birçok savaş yerlerinde,
siz az ve düşmanlarınız çok iken, Allah size yardım etti: "Andolsun ki siz
zayıf ve güçsüzken Allah size Bedir'de kesin bir zafer verdi" (Al-i İmran,
3/123). Çünkü siz,orada Allah'a tevekkül ediyordunuz ve yardımın Allah'tan
geldiğine güveniyordunuz. Birçok savaş yerlerinden amaç, Resulullah (s.a.)'m
gazveleridir. Bunların sayısının seksen olduğu söylenir. Allahu Teâlâ müminlere,
yardım edenin sadece kendisi olduğunu bildirmiştir. Cenab-ı Hakkın bu yardımı,
ya tam bir yardım -çoğunlukla da böyle olmuştur- ya da terbiye ve ta'lim
amacıyla cüz'i bir yardım şeklinde olmuştur. Nitekim bu ikinci çeşit yardım
şekli Uhud'da görülür: Sahabeden bir kısmı Peygamber (s.a.)'in emirlerine
muhalefet edip, okçuların bulunduğu dağı terketti. Yine, Huneyn'de de sayılarının
çokluğuna güvendiler, tek yardım edicinin -ordunun çokluğu değil- sadece Allah
olduğunu unuttular; yenildiler.
Bazıları,
savaş yerlerinin seksenden daha az olduğunu söylemişlerdir. Ebu Ya'la'nm
Cabir'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.)'in gazveleri yirmi birdir.
Bunlardan sekizine -Bedir, Uhud, Ahzab, Mustalık, Hayber, Mekke, Hu-neyn, Taif-
bizzat katılmıştır. Seriyyelerinin sayısı ise otuz altıdır.
Sonra,
Allahu Teâlâ: "...Ve Huneyn gününde" buyuruyor. Yani, yine size
Huneyn gününde de yardım etti. Kâfirler sadece dört bin -Hasan el-Basrî ve
Mücahid'e göre sekiz bin- kişi, siz on iki bin kişi olunca bu çokluğunuz sizi
kibi-re şevketti, bu yüzden yenildiniz. Çünkü kuvvetli oluşunuza aldanıp
nefislerinize güvendiniz, yardımı bağışlayan Rabbinize sığınmayı terkettiniz.
Bu da Allah'ın size takdir ettiği kazadan hiçbir şeyi önleyemedi. Korkudan
dolayı, geniş olmasına rağmen yeryüzü size dar geldi. Sonra da yenilerek geri
dönüp gittiniz.
Bu,
onların şiddetli bir helake maruz kalmaları, Sakif ve Hevazin önünde yenilmeleri
şeklinde oldu. Hevazin, Huneyn vadisinde gizlendi. Sonra, efendilerinin
emrettiği şekilde, hep birlikte hızla müslümanlara saldırdılar. Müslümanlar
geri dönüp uzaklaştılar. Resulullah (s.a.) ise yerinde sebat etti. O gün kırçıl
katırına binmiş, düşmanın üzerine sürüyordu. Amcası Abbas, katırın gemini ve
sağ özengisini, Ebû Süfyan b. Haris b. Abdilmuttalib sol özengisini tutmuş,
katırın süratle gitmemesi için onu engelliyorlardı.
Bu,
Hz. Peygamber'in sonsuz cesaretinin ve peygamberliğinin delillerin-dendir.
Sonra: "Ya Rabbi! Vadettiğini bana ver..." buyurdu.
Sonra
Abbas'a -sesi yüksekti-: "İnsanları çağır" dedi. O, ensara: "Ey
Beya-tu'r-Rıdvan ashabı" diye seslendi. Onlar: "Buyur, buyur!"
diye icabet ettiler.
Resulullah
(s.a.) de: "Bana gelin ey Allah'ın kulları! Şüphesiz ben, Allah'ın
peygamberiyim" diyor ve bu halde şunları söylüyordu:
Yalan
yok, ben peygamberim / Ben Abdülmuttalib oğluyum.
Bunun
üzerine, insanlar geri döndü. Resulullah (s.a.)'le beraber yüze yakın sahabi
sebat etti, bu sayının seksen olduğunu söyleyenler de vardır. Bunun üzerine
alacalı atlar üzerinde beyaz elbiseli melekler indi. Resulullah (s.a.)
müslümanlarm savaşmasına baktı ve: "İşte şimdi savaş kızıştı"
[78]
buyurdu. Sonra, bir avuç toprak alarak attı ve: "Ya Rabbi! Bana vaad
ettiğini gerçekleş-tir. Onları mağlup et. Ey Kabe'nin Rabbi!" buyurdu.
Nihayet düşmanlar yenildiler. Abbas dedi ki: "Onlar yorulmuş, işleri
tersine dönmüştü." Resulullah (s.a.) de katırının üzerinde onların
arkasından koşuyordu. Hevazin tam yenilmişti ve bu, onların müslümanlara karşı
savaştığı -müslümanlarm muzaffer, arapların mağlup olduğu- son gazve oldu.
Bunun
için, Cenab-ı Hak: "Sonra Allah., sekinetini indirdi" buyurdu. Yani
Allah Rasûlüne ve beraberindeki müminlere sekinetini ve sebatını verdi, Müslim'in
Sahih'inde rivayet ettiği gibi, müminlerin ruhunu takviye ve tesbit, kâfirlerin
kalblerini -görmedikleri yerden korku ve ürkeklik vererek- zayıflatmak için,
sizin göremediğiniz birtakım askerler -melekler- indirdi.
Melekler,
sadece Bedir gününde savaşmadılar. Nitekim Huneyn'den sonra müslüman olanlardan
biri: "O alacalı atlar ve onların üzerindeki beyaz elbiseli adamlar
nerede? Bizi onlar öldürmüştü" demiştir.
Kafirleri
kılıçlarınızla, katletmek veya esir almak suretiyle azablandırm. Bu, kâfirlerin
dünyadaki cezasıdır. Şu ayet de bunun benzeridir: "Onlarla savaşın ki,
Allah ellerinizle onları azablandırsın, onları rüsvay etsin. Size, onlara karşı
galibiyet versin" (Tevbe, 9/14).
Altı
bin kişi esir alındı, yirmidört bin deve, kırk binden daha çok koyun, dört bin
okka gümüş ele geçirildi. Bu, müslümanlann ele geçirdiği en büyük ganimetti.
Kur'an'da
görüldüğü gibi Cenab-ı Hak yine, kâfirlere ve asilere tevbe ve ümit kapısını
açarak: "Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah,
bağışlayıcı ve rahmet edicidir" buyurdu. Yani, savaşta meydana gelen bu
azabdan sonra Allah, kâfirlerden dilediklerinin tevbesini kabul eder. Bütün bu
rüsvaylık ve rezilliklerine rağmen, bazılarının tevbesini kabul eder: Ehl-i
sünnete göre, kalblerinden küfrü giderip İslâm'ı yaratır, ya da Mûtezile'nin dediği
gibi, müslüman olup tevbe ederler, Allah da tevbelerini kabul eder.
Allahü
Teâlâ tevbe edeni bağışlayıcı, iman edip salih amel işleyene merhamet
edicidir. Nitekim Allah, Hevazin'in geri kalanlarına tevbe nasip etti de,
müslüman oldular. Resulullah (s.a.)'e müslüman olarak geldiler. Olaydan yaklaşık
yirmi gün sonra Resulullah (s.a.)'e Mekke yakınında Cirane'de yetiştiler.
Resulullah (s.a) onları esirlerle mallar arasında muhayyer kıldı. Onlar esirleri
tercih ettiler. Çocuklu kadınlı altı bin esir vardı. Resulullah (s.a.) esirleri
onlara verdi. Malları gaziler arasında taksim etti. Kalbleri İslâm'a ısınsın
diye de, Mekkelilerden bazılarına fazla deve verdi. Yüz deve alanlardan biri de
Malik b. Avf en-Nasrî'dir ki, onu daha önce olduğu gibi, kavmi Hevazin'in
başına vali tayin etti.
Buharî,
Misver b. Mahreme'den rivayet eder: "Onlardan bir grup insan, Resulullah
(s.a.)'a geldi, müslüman olmak üzere biat etti ve: Ya Resulullah! Sen,
insanların en hayırlısı ve en iyilikseverisin. Ailemiz, çoluk çocuğumuz esir
edildi, mallarımız alındı, dediler. Resulullah (s.a.) de: "Benim yanımda
gördükleriniz var. Sözün hayırlısı doğru olandır. Ya çoluk çocuğunuzu,
kadınlarınızı veya mallarınızı seçin" buyurdu. Onlar: "Biz soy sopa
hiçbir şeyi değişmeyiz. Çoluk çocuğumuzu, kadınlarımızı isteriz" dediler.
Bunun üzerine, Resulullah (s.a.): "Şunlar bize müslüman olarak geldiler,
soy soplarıyla malları arasında muhayyer kıldık. Soy sopa hiçbir şeyi denk
tutmadılar. Kimin elinde bir şey varsa ve kendi arzusuyla onu karşılığında bir
şey almadan geri vermek istiyorsa versin, vermek istemiyorsa onu bize borç
versin, onu ganimet elde edince veririz" buyurdu. Bunun üzerine halk hep
bir ağızdan: Memnuniyetle teslim ederiz, dedi. Resulullah (s.a.) de: "Biz
tam olarak bilmiyoruz. Belki de içinizde razı olmayanlar olabilir. Onun için
haydi siz urefanıza
[79]
gidin, onlar bize bildirsinler" buyurdu. Daha sonra urefa Resulullah
(s.a.)'e gelip her biri, kavminin esirleri geri vermekle memnun olacaklarını
söylediğini haber verdi.
[80]
1- Ayetler müminlere, Allah'ın kendilerine olan nimetlerini, birçok savaş
meydanlarında kendilerine yardım ettiğini, yardımın Allah'tan olduğunu, hesap
ve tahminlerinin yanlış çıktığını, çok kere büyük çoğunluğun yenilip, çok az
kuvvetin muzaffer olduğunu, bunun Allahu Teâlâ'nın mümin kullarına yardım ve
desteğiyle gerçekleştiğini ve askerî, ya da maddî kuvvetlerin hepsinden tesirli
olduğunu hatırlatıyor.
2- Ulema Peygamber (s.a.)'in bu gazvede Şeyhayn, Ebû Davud ve
Tirmi-zî'nin Ebû Katade ve başkalarından rivayet ettiği şu hadisi zikrederler:
"Kim savaşta bir kimseyi öldürürse ve onu öldürdüğüne bir beyyinesi varsa,
onun se-lebi (ölünün üzerinden çıkan silah vs. gibi şeyler) onundur"
buyurmuştu. Şafi-îlere ve Hanbelîlere göre bu hüküm, Resulullah (s.a.)'den
tebliğ ve vahiy yoluyla çıkmıştır. Sürekli bir hüküm ifade etmektedir. İmamın
iznine ihtiyaç yoktur. Hanefîlere ve Malikîlere göre ise bu hüküm, Resulullah
(s.a.)'den, imamet ve siyaset yoluyla sadır olmuştur. Dolayısıyla selebe, her
savaşta ancak imamın izniyle hak kazanılır. Bu, imamın içtihadıyla olur.
Resulullah (s.a.)'in bunu, bütün gazvelerinde değil, yalnızca Huneyn
gazvesinde söylemediği naklolunma-mıştır.
3- Bu gazvede, Resulullah (s.a.) müşrik Safvan b. Ümeyye'den, ödünç, zırh
ve silah aldı. Bu da gösteriyor ki, ödünç silah almak, ödünç alman şeyden istifade
etmek, ihtiyaç halinde devlet reisinin ödünç mal alması ve onu sahibine geri
vermesi caizdir.
Ebû
Davud'un, Ebû Said el-Hudrî'den rivayet ettiği ve Hakim'in sahih saydığı şu
hadiste Resulullah (s.a.), şu emri verdi: "Hamlini vaz edinceye kadar
hiçbir hamileyle cinsi münasebette bulunulmasın. Hiçbir hamile olmayanla da bir
hayız görünceye kadar cinsi münasebette bulunulmasın." Bu gösteriyor ki,
esir olmak, evlilik akdine son verir.
Yine
bunda, Resulullah (s.â.)'in savaşta Safvan'dan yardım istediğine delil vardır.
Ebû Hanife ve Şafiî'ye göre İslâm'ın hükmü galip olduğu zaman, müşriklere
karşı müşriklerden yardım istemekte hiçbir mahzur yoktur. Şirk hükmü zahir
olduğu zaman ise müşriklerden yardım talebinde bulunmak mekruhtur.
İmam
Malik'e göre ise Safvan'ın, Huneyn ve Taife çıkışı Resulullah (s.a.)'in emriyle
olmadı. Dolayısıyla müşriklere karşı müşriklerden yardım istemek uygun
değildir. Ancak hizmetçi, ya da gemici olabilirler.
4- Allah, galip gelmenin çoklukla değil, ancak Allah'ın yardımıyla
olacağını açıklamıştır. Nitekim şöyle buyurur: "Eğer sizi yardımsız
bırakırsa, sonra size yardım edebilecek kimdir?" (Al-i İmran, 3/16).
Mihnetin şiddetlendiği bir sırada yardım en büyük ilâhî lütuftur. Mihnet,
insanların yeryüzünde sanki düşmanlardan kaçıp kurtulabilecekleri bir yer
bulamayacak derecede, korku ve sıkıntıya uğradıkları şeydir.
5- Allahu Teâlâ bu savaşta müminlerin kalblerini teskin edip korkularını
giderecek şeyi indirdi. Öyle ki geriye dönüp kaçtıkları bir durumda, müşriklerle
savaşmaya cüret gösterdiler. Allah onlara, müminlerin kalblerine sebat etmelerini
söyleyerek kuvvetlendiren, kâfirleri de görmedikleri yerden ve savaş olmadan
korku vererek zayıflatan birtakım melekler gönderdi. O melekler Bedir gününde
savaştılar. Daha önce de geçtiği üzere, rivayete göre savaştan sonra
Nadroğulları'ndan bir adam, müminlere: "Hani nerede o alacalı atlar ve onların
üstündeki o adamlar? Biz onların içinde vücuttaki bir ben gibiydik, bizi onlar
öldürdüler" dedi. Bunu, Hz. Peygamber(s.a)'e haber verdiler. "Onlar,
meleklerdi" buyurdu.
6- Allah bu savaşta, kâfirlere müslümanlarm kılıçlarıyla azap etti, öldürüldüler.
Bu, onların dünyada hak ettikleri cezalarıydı. Sonra Allah yenilenlere tevbe
nasip etti. İslâm'la şereflendiler. Nitekim Huneyn'in reisi Malik b. Avf
en-Nasrî ve kavminden onunla beraber müslüman olanlar, bunlardandır.
Kısacası
Huneyn günü, üç şey meydana geldi: Allah'ın, Rasûlüne ve müminlere sekinet
vermesi, birtakım askerler (melekler) indirmesi, öldürülmek ve esir edilmekle
kâfirlerin azaba maruz bırakılmaları.
7- Resulullah (s.a.), Ci'rane'de Huneyn ganimetlerini taksim ettiği
zaman, kendilerine iyilik ve ihsan edilmesini isteyen Hevazinli müslüman elçi
heyeti geldi. Resulullah(s.a) onları, esirleri veya mallarını tercih etme
hususunda serbest bıraktı. Esirlerini tercih ettiler. Resulullah
(s.a.).onlara, kadın ve çoluk çocuklarını geri verdi. Gazilerden de elinde mal
bulunanlardan bir kısmı, bunları gönül hoşluğuyla vermeyi kabul etti. Kabul
etmeyenlere de razı olacakları bedeller verildi.
Esirler
arasında Resulullah (s.a.)'in süt kız kardeşi, Sa'd b. Bekr oğullarından Haris
b. Abdi'1-Uzza kızı Şeyma ve Sa'dlı Halime'nin kızı da vardı. Resulullah
(s.a.) ona ikramda ve lütufta bulundu. O, kendi dininde kaldı ve hediye edilen
şeylerden memnun bir vaziyette geri döndü.
Esirlerin
geri verilişi esnasında güzel bir olay meydana geldi. Müslim'in İbni Abbas'tan
tahric ettiğine göre, o şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) Evtas günü, koşup
bağıran, bir yerde duramayan bir kadın gördü. Durumunu sordu. Bir oğlunu
kaybetmiş, denildi. Resulullah (s.a.) daha sonra kadını gördü. Kadın oğlunu
bulmuş, onu öpüp kucaklıyordu. Resulullah onu çağırdı. Ashabına da: "Bu
kadın çocuğunu ateşe atar mı?" dedi. Hayır, dediler. "Niçin?"
buyurdu. Acıdığı için dediler. "İşte Allahu Teâlâ size ondan daha
merhametlidir" buyurdu.
[81]
28-
Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir
pisliktir. Onun için bu yıllarından
sonra artık onlar Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten kor- karsanız, Allah dilerse sizi
yakında fazlından zenginleştirir.
Şüphesiz Al- lah gerçekten bilicidir, tam hüküm sahibidir-
"Müşrikler
ancak bir pisliktir." "Ancak" kelimesi, hasr ifade eder.
"Müşrikler bir pisliktir." sözünde teşbih-i beliğ vardır. Yani,
inanç pisliğindeki neces (pislik) gibidir. Benzetme edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir.
Bu, tıpkı: "Onlar (yahudi ve Hristiyanlar) Allah'ı bırakıp alimlerini,
rahiplerini rabler edindiler." (Tevbe, 9/31) ayeti gibidir. Zemahşerî der
ki: "Neces" kelimesi mas-dar olup, manası pis kimseler demektir.
Çünkü, onlarda pislik demek olan müşriklik vardır. Onlar temizlenmezler,
yıkanmazlar, pisliklerden kaçınmazlar, yahut da mübalağa ifade etmesi için
onlar zatları itibariyle sanki necaset gibi kılındılar.
"Onlar,
Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar": Mübalağa ifade etmesi için
"girmek" yaklaşmakla tabir olunmuştur. Yani mübalağa için yahut da
Hareme girmeyi yasaklamak için, yaklaşmaktan yasaklanmıştır. Ebû Hanife'ye
göre, bununla hac ve umreden nehyolunmuştur yoksa mutlak olarak girmekten değil.
İmam Malik, yasaklama konusunda diğer mescidleri de Mescid-i Haram'a kıyas
etmiştir.
[82]
"Neces
(pislik)": Murdar olmak, temiz olmamak. Bu kelime insan için kullanıldığı
zaman, her ne kadar bedenen temiz olsa da, ruhen kötü, pis olması kasdedilir.
"Nâcis" ve "Necis", dermanı olmayan pis bir hastalık
demektir. Fu-kaha ıstılahında ise, gerek sidik gibi pis olsun ve gerekse şarap
gibi pis olmasın, temizlenmesi gereken şeydir.
"Mescid-i
Haram": Ata'ya göre bununla Harem'in hepsi -Mekke- kasdolun-maktadır.
Şafiîler de bu görüştedir. Malikîlere göre ise, Mescid-i Haram'ın hususu murad
olunmaktadır, onlar lafzın zahirine göre hükmederler. Ancak onlara göre diğer
mescidler de ona kıyas olunur. Çünkü illet -pislik- müşriklerde, mukaddes olmak
da her mescidde bulunan bir özelliktir. Dolayısıyla onlara, Mescid-i Haram'a ve
bütün mescidlere girme imkanı tanımak caiz değildir. Hanefî mezhebine göre
amaç, Mescid-i Haram'a girmekten nehy değildir. Müşriklerin cahiliyye
döneminde yaptıkları gibi haccetmelerini, umre yapmalarını yasaklama kasdedilmektedir.
"Artık onlar bu yıllarından sonra" Hicrî dokuzuncu yıldan sonra.
"Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar."
"Eğer
fakirlik" onların sizinle ticareti kesmelerinden doğan fakirlik "ten
korkarsanız Allah dilerse sizi fazlından zenginleştirir": Nitekim onları
fetihlerle ve cizye ile zengin kıldı.
[83]
İbni
Ebî Hatim, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet ediyor. Müşrikler, Kabe'ye
geliyorlar, beraberlerinde de ticaret için yiyecek getiriyorlardı. Kabe'ye
girmeleri yasaklanınca müslümanlar: "Bizim yiyeceklerimiz nereden
gelecek?" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Eğer fakirlikten
korkarsanız, Allah dilerse, sizi yakında fazlından zenginleştirir"
ayetini indirdi.
İbni
Cerir, Tirmizî ve Ebu'ş-Şeyh İbn Hayyan el-Ensarî, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini
tahric etmişlerdir: "Müşrikler ancak bir neces (pislik)tir" ayeti
nazil olduğu zaman, bu müslümanlara ağır geldi ve bize yiyecek, kumaş, elbise
gibi şeyleri -müşrikler, haccetmek için Mekke'ye gelirken, beraberlerinde yiyecek
ve diğer ihtiyaç duyulan şeyleri getiriyorlar, müslümanlar da onlardan bunları
alarak ihtiyaçlarını gideriyorlardı- kimler getirecek dediler. Bunun üzerine
Cenabı Hak: "Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse sizi yakında
fazlından zenginleştirir..." ayetini indirdi.
[84]
Peygamber
(s.a.), Ali (r.a)'a hicrî dokuzuncu yılda, Mekke müşriklerine Tevbe sûresinin
baş tarafını okumasını ve ahidlerini atmasını, Allah ve Rasû-lünün müşriklerden
uzak olduğunu söylemesini emredince, bazıları: "Ey Mek-keliler! Kazanç
yollan kapandığı, ihtiyacınız olan şeyler gelmeyeceği için zorlukla
karşılaşacaksınız" dedi. Bunun üzerine bu şüpheyi gidermek için bu ayet
nazil oldu.
[85]
Ey
Allah'a ve Rasûlüne inananlar! Müşrikler neces (pis)tirler, inançları bozuk,
pisliğe dalan kimselerdir. Onlar ya putlara taptıkları için, içleri pis ve
inançları bozuk kimseler ya kendilerinde kendisinden çekinmek gereken pislik
gibi şirk olduğu için yada güzelce temizlenmedikleri, yıkanmadıkları ve hissî
pisliklerden sakınmadıkları için pis kimselerdir. Dolayısıyla pis olduklarına
göre, Mescid-i Haram'a girmesinler ve onu çıplak olarak tavaf etmesinler. Bu,
hicri dokuzuncu yıldan sonra müminleri, müşriklerin Mescid-i Ha-ram'a
girmelerine imkân tanımaktan nehyetmektedir. "Müşrikler ancak bir
ne-cestirler" sözü hasr ifade eder. Yani müşrikten başka neces yoktur.
Çoğunluğun
görüşüne göre müşriklerle, puta tapanlar amaçlanmaktadır. Bazıları ise bunun
bütün kâfirleri kapsadığı görüşündedirler. Delilleri şu ayettir:
"Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını
dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz pek büyük
bir günahla iftira etmiş olur" (Nisa, 4/48). Ayetin zahirinden anlaşılan
ve tercih edilen görüş de budur.
Necesten
amaç, manevî necaset, inanç pisliğidir. Zemahşerî'nin, İbni Ab-bas'tan
naklettiğine göre, o şöyle demiştir: Bu ayetin zahirine göre köpek ve domuz
gibi, müşriklerin bedenleri de pistir.[86]
Fakat, fukahanm cumhuru, bu görüşün hilafına, bedenlerinin temiz olduğu hususunda
ittifak halindedirler. O halde müşriğin, yahut kâfirin bedeni pis değildir.
Çünkü Allahü Teâlâ Kitap Ehli'nin yemeğini yemeyi helâl kılmıştır.
Başta
açıkladığımız gibi, Mescid-i Haram'dan maksat, Ata ve Şafıîlere göre, Harem'in
tamamıdır. Lafzın dış görünüşüne bakan Maliki mezhebine göre ise, özellikle
Mescid-i Haram'dır. Hanefîlere göre amaç, Mescid-i Haram'a girilmesinin nehyi
değildir. Cahiliyye döneminde yaptıkları gibi müşriklerin hac ve umre yapmaları
nehyolunmaktadır. Bunun delili Allahü Teâlâ'nın: "Bu yıllarından
sonra..." sözüdür. Yani bu dokuzuncu yıl haccmdan sonra haccetmesinler,
umre yapmasınlar. Yine bunun bir başka delili, Hz. Ali'nin Tevbe sûresini
okurken söylediği şu sözdür: "Haberiniz olsun ki bu senemizden sonra
hiçbir müşrik hac etmesin..." Yine Allahü Teâlâ'nın: "Eğer
fakirlikten korkar sanız..." sözü, hac ve umreden men olundukları için,
müşriklerin gelmelerinin yasaklanması yüzünden fakirlik olacağı korkusuna
işaret eder. Yine müslümanlar, Mescid-i Haram'da olmasa da, müşriklerin diğer
hac amellerinden de men olunacakları hususunda ittifak halindedirler.
Sonra
Allahü Teâlâ, müslümanlann kalblerine, yiyecek ve ticaret kaynaklarının
çokluğu hakkında ferahlık vermek üzere: "Eğer fakirlikten
korkarsanız" buyurmuştur. Yani ey müminler! Eğer bu yıldan sonra
müşriklerin Mescid-i Haram'a girmelerinin yasaklanması sebebiyle sağladıkları
ticarî mal ve yiyecek, içecek gibi şeylerin azalacağı zannıyla fakirlikten
korkarsanız, yakında başka bir yoldan Allah sizi fazl ve keremiyle zengin eder,
size daha başka geçim yolları, rızık ve kazanç imkânları sağlar.
Şüphesiz
Allah, sîzin hallerinizi ve gelecekte olabilecek zenginlik ve fakirliği
bilici, size meşru kıldığı emir ve nehiyde -ahdleri bitince müşriklerle
sava-şılmasım emretmesi, bu yıldan sonra müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşmalarını
yasaklaması gibi- vermesinde, almasında hikmet sahibidir. Çünkü O, işlerinde
ve sözlerinde kemal sahibi, yaratmasında ve işinde adaletlidir.
Bu,
gelecekteki bir gaybden haber vermedir. Haber aynen gerçekleşmiş, Allah vaadini
yerine getirmiştir. Nitekim Yemenliler, Ciddeliler, Cürs vs. yöre halkları
müslüman olmuş ve Mekke'ye yiyecek taşımaya başlamışlardır. Bizzat müşriklerin
kendileri müslüman oldu. Kendilerini Harem'den men edecek hiç kimse kalmadı.
Her yerden servet ve kazanç yağdı. Ganimetler ve zimmet ehlinden aldıkları
cizyeler geldi.
[87]
Ayet
şu hususlara işaret eder:
1- Ayet, müşriğin pis, müminin ise temiz olduğu hususunda açıktır. Onun
için Malikî ve Hanbelî mezhebinde, müslüman olan bir kâfirin gusletmesi vaciptir.
Şafiî: Bence yıkanması daha güzeldir demiştir. Ebû Hatim el-Büstî'nin,
Müsned'inde rivayetine göre Resulullah (s.a.) bir gün Sümame b. Usal'e uğradı.
Üsame müslüman oldu. Resulullah (s.a.), onu Ebû Talha'nın bahçesine gönderip
gusletmesini emretti. O da gitti, gusletti ve iki rekât namaz kıldı. Resulullah
(s.a.): "Arkadaşınızın müslümanlığı güzel oldu" buyurdu. Hadisi
Müslim de manasıyla tahric etmiştir. Yine Resulullah (s.a.), Kays b. Asım'a su
ve sedirle yıkanmasını emir buyurdu.
2- Müşriğe, Mescid-i Haram'a girmesi yasaklanır. Şafiüere göre bundan
amaç, bütün halinde Mekke haremidir. Mescidler ve mescidler dışındaki yerler bu
hükme dahildir. Kâfire, Mekke'nin haremine girme izni verilmez.[88] Şafiî:
Ayet diğer müşrikler hakkında genel, Mescid-i Haram hakkında özeldir. Diğer
mescidlere girmelerine engel olunmaz. Nitekim Sümame ve Ebû Süfyan, müşrik
oldukları halde mescide girdiler, der.
Malikîler
ise şöyle der: Ayet, diğer müşrikler ve diğer mescidler hakkında geneldir.
Ancak zimminin müslüman hakim önünde yargılanmak için mescide girmesi gibi bir
mazeret hali müstesna. Nitekim Ömer b. Abdülaziz valilerine böyle emretmiş, bu
ayetle istidlal etmiştir. Cenab-ı Hakkın şu ayeti de onların bu görüşünü destekler:
"Birtakım evlerde ki, Allah onların yüce tanınmasına ve içlerinde isminin
anılmasına izin vermiştir" (Nur, 24/36). O halde, oralara kâfirlerin
girmesi, oraların kadrinin yükselmesine engeldir. Ayrıca, Allahü Te-âlâ'nın:
"Müşrikler ancak neces (pis)tirler" sözü de müşriklik ve necaset
illetine dikkat çekmektedir.[89]
Hanefiler,
harem içindeki ve dışındaki bütün mescidlere, ihtiyaç olsun olmasın, kâfirin
girmesini mubah görmüşlerdir. Çünkü daha önce de açıklandığı gibi ayetten
maksat, müşriklerin haccetmelerini, umre yapmalarını yasaklamaktır.
Dolayısıyla yahudilerin ve hristiyanların Mescid-i Haram'a ve diğer mescidlere
girmeleri yasaklanmaz. Mescid-i Haram'a da sadece müşriklerin ve putperestlerin
girmeleri yasaklanır.
3-
Razî şöyle der: Şüphesiz:
"Bu yıllarından sonra" sözüyle Tevbe sûresinin baş tarafının
okunduğu yıl -hicri dokuzuncu yıl- kasdolunmaktadır.
[90] Yasak
da hicri onuncu yıldan başlar.
4- Ayette sözü geçen fazl, mutlaktır. Allah'ın zengin kıldığı her şeyi
içine alır. En sahih olan da budur. Bunun halkı müslüman olan Cidde, San'a ve
Hu-neyn gibi şehirlerden, Mekke'ye yiyecek getirilmesi olduğu da söylenmiştir.
Çünkü bu onların ihtiyacını gidermiş ve onları müşriklerin ellerindekine muhtaç
etmemiştir. Bununla, cizyenin kasdedildiğini söyleyenler de olmuştur.
Allahu
Teâlâ'nm: "Allah dilerse sizi yakında fazlından zenginleştirir" sözü,
kesinlik ifade eden, gaybtan haber vermektedir. Nitekim iş o habere uygun olarak
gerçekleşmiş ve mucize olmuştur.
Bu
ayet, kalbin rızık sebeplerine ilgi duymasının caiz olduğuna işaret eder. Bu
durum, tevekküle ters düşmez. Her ne kadar nzık mukadderse ve Allah'ın taksimi
yapılmış ise de, Allah insanları çalışmaya sevketmek için, rızkı sebeplere
bağlamıştır. Dolayısıyla sebebe yapışmak, tevekküle engel değildir. Nitekim
Buharî'nin tah-ric ettiği şu hadis de buna delildir: "Eğer siz Allah'a
hakkıyla tevekkül etseniz, O sizi sabah aç gidip akşam tok dönen kuşlar gibi
rızıklandırır." Bu, nzık temin etmek için sabah akşam çalışmanın tevekküle
ters düşmediğini haber veriyor.
"Eğer
dilerse" sözü, rızkın çalışmakla değil, Allah'ın fazlı ve lütfuyla, Allah'ın
taksimiyle olduğuna işaret ediyor. Nitekim şu ayette de bu hususa işaret
olunur: "Dünya hayatında onların maişetlerini, onların aralarında biz
taksim ettik" (Zuhruf, 43/32).
[91]
Kâfirlerin
girip girmemesi ve oturabilip oturamamasına göre İslâm ülkeleri üç kısımdır:
1- Mekke Haremi: Kâfirin Mekke Haremine girmesine engel olunur. Bu,
Şafiîlerin ve Hanbelîlerin görüşüdür. Onlar bunu söylerken ayetin zahiriyle amel
ederler. Dolayısıyla bir mektup (mesaj) getirse bile, kâfirin Hareme girmesine
izin verilmez. Onun mektubunu dinlemek için imam ya da vekili Harem haricine
çıkar. Malikîler, gayr-ı müslimin, Kabe dışında Mekke Haremine, üç gün süreli
bir emanla, ya da imam tarafından uygun görüldüğü takdirde bir ihtiyaca dayalı
olarak girmesini mubah görmüşlerdir.
İmam
Azam Ebû Hanife de, imamın ya da vekilinin izniyle, kâfirin hareme üç gün üç
gecelik süre için girmesini mubah görmüştür.
2- Hicaz: Aden'den Irak sınırına, deniz kıyısındaki Cidde'den Şam
sınırına kadar uzanan topraklar. Kâfirin, sadece üç günlüğüne buralara girmesi
caizdir. Müslim, İbn Ömer'den Resulullah (s.a.)'i şöyle derken işittiğini
rivayet eder: "Yahudileri ve hristiyanları Arap Yarımadasından elbette
çıkaracağım. Orada müslümandan başkasını bırakmayacağım." Müslim'in bir
rivayeti de: "Müşrikleri, Arap Yarımadası'ndan çıkarın" şeklindedir.
Şafiîlere
ve Hanbelîlere göre, Arap Yarımadası'ndan maksat, özellikle Hicaz'dır. Nitekim
İbni Hacer de, Ahmed b. Hanbel'in şu rivayetinin ışığında cumhurun bu görüşte
olduğunu anlatır: 'Yahudileri Hicaz'dan çıkarın." Cumhurun ikinci delili,
Hz. Ömer (r.a.)'m uygulamasıdır. Nitekim Buharî ve Beyha-kî'nin rivayetlerine
göre Hz. Ömer, yahudiler ve Hristiyanları, sadece Hicaz'dan uzaklaştırmış,
Arap Yarımadası'ndan uzaklaştırmamıştır. Nitekim Hicaz'dan uzaklaştırdığı
yahudileri ve Hristiyanları, Arap Yarımadası'ndan sayılan Yemen'e
yerleştirmiştir.
Malikîlere
göre ise, İbni Ömer'den nakledilen biraz önceki hadis ve Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde Hz. Aişe'den rivayet olunan: "Arap Yarımadası'nda iki din
bırakılmayacak" hadisi ve İmam Malik'in Muvatta'da, Zührî'den mürsel
olarak rivayet ettiği: "Arap Yarımadası'nda iki din bir arada
bulunmaz" hadisi, gayr-i müslimin, Arap Yarımadası'm vatan edinmesinin
caiz olmadığını gösterir.
3- Diğer İslâm beldeleri: Buralarda, kâfirin ikamet etmesi emanla
caizdir. Fakat mescidlere, ancak müslümanın izniyle girebilir. Onun için
kâfirin cünüp de olsa, mescide girmesi ve orada kalması caizdir. Çünkü kâfirler
Peygamber (s.a.)'in mescidine giriyorlardı. Şüphesiz onlarda cenabetlik vardı.
Nitekim Bu-harî'de "müşriğin mescide girmesi" unvanıyla bir başlık
vardır.[92]
29-
Kendilerine kitap verilenlerden Al- lah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din ola- rak
kakul etmeyen kimselerle hakir ve zelil
olarak kendi elleriyle cizyelerini
verinceye dek savaşın.
"Kendilerine
kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen" Allah'a sahih
bir imanla inanmayan. Çünkü yahudiler, Hz. Üzeyr'i ve Hristi-yanlar Hz. İsa'yı
Allah'ın oğlu yaptılar. Onlar doğru bir şekilde ahirete de inanmazlar. Çünkü
Hristiyanlar, hesap gününü ve hesabı Allah'a değil, İsa'ya ait kılıyorlar.
Sonra onların hepsi de kendi kitaplarında kendisine iman etmekle emrolundukları
Muhammed (s.a.)'i inkâr ettiler. Bu sebeple onların peygamberlere ve
getirdiklerine gerçek imanları kalmamış oldu. Onlar, bu halleriyle Allah'ın
şeriatına ve dinine değil, kendi arzu ve heveslerine uyuyorlar. "Allah'ın
ve Rasûlünün" içki ve faiz gibi "haram kıldığını haram saymayan ve
Hak dinini din olarak kabul etmeyen" diğer dinleri nesh eden kendisi sabit
gerçek din İslâm'ı kabul etmeyen "kimselerle hakir ve zelil olarak":
İslâm hükümlerini ve hükümranlığını kabul ederek "kendi elleriyle"
güç ve kudretleriyle.. "cizyelerini verinceye dek savaşın." cizye
ödemeyi kabul edinceye kadar. Cizye, gücü yeten kişilere gerekli görülen vergidir.
Arazi ile ilgisi yoktur.
[93]
İbnü'l-Münzir,
Zührî'den şöyle nakleder: Kureyş kâfirleri ve Araplar hakkında: "Onlarla,
fitne kalmayıncaya ve dini tamamen Allah'ın oluncaya kadar savaşın" ayeti,
Ehl-i Kitap hakkında da: "Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenlerle...
savaşın..." ayeti nazil oldu. Resulullah (s.a.)'in vefatından önce ilk
cizye veren, Necranlılardır.
İbni
Ebî Şeybe ve Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî, Hasan el-Basrî'den rivayet
ederler: Resulullah (s.a.) bu yanmada araplârıyla müslüman olmaları şartıyla
-onlardan İslâm'dan başka şey kabul etmedi- savaştı ve bu, en üstün cihad oldu.
[94]
Allahu
Teâlâ, müşriklerle ilgili olarak ahidlerinden uzaklaşılması, kendileriyle
savaşılması, Mescid-i Haram'dan uzaklaştırılmaları gibi hükümleri zikrettikten
sonra, Ehl-i Kitapla ilgili hükmü açıklamıştır. Bu hüküm, cizye verinceye
kadar onlarla savaşılmasıdır. Bunda, Kitap Ehli ramlarla yapılan Tebük
gazvesinden -bu gazve, meyvelerin tam olgunlaştığı çok sıcak bir zamanda, kıtlık
vaktinde yapılmış, münafıkların çirkinlikleri, müminlerin temiz halleri ortaya
çıkmıştı- söz etmeye bir giriş vardır.
[95]
Yahudiler
ve Hristiyanlar, Muhammed (s.a.)'i inkâr edince, sahih bir imanları, şeriat ve
dinleri kalmadı. Kendi istek ve arzularına uyar oldular. Çünkü onlar,
dinlerinin aslına iman etselerdi, bu onları, İslâm risaletine ve Muhammed
(s.a.)'in peygamberliğine inanmaya götürürdü. Nitekim bütün peygamberler onu
müjdelediler, ona uymayı emrettiler. Bu durumda onların diğer peygamberlere
imanlarının faydası yoktur. Çünkü İslâm, Allah katından gelmiş olup, dinler
onunla son bulmuştur. Bazısına inanıp bazısına inanmamak yeterli değildir.
Onlar, peygamberlerin sonuncusuna ve en şereflisine inanmamaktadır.
Bunun
için Allah, Kitap Ehliyle savaşılmasmı emretmiştir. Çünkü onlarda şu dört sıfat
vardır:
1- Onlar Allah'a inanmazlar. Çünkü yahudilerin pek çoğu müşebbihedir,
yani ilâhın cisim olduğuna inanırlar. Halbuki Allah, cisim ve benzeri şeylere
benzemekten münezzehtir. Evet onlar, Allah'ın varlığına ve birliğine, cisim olmaktan
münezzeh bir varlık olarak gerçekten inanmazlar. Çünkü Hristiyanlar üçlemeye,
sonra da birliğe inanırlar. Onlar, baba, oğul, ruhu'l-kudüsün varlığını söyler,
sonra da Allah'ın İsa'ya hulul edip onun Rab olduğuna inanırlar. Oysa Allah
birleşmekten, başkasına hulul etmekten, oğlu ve ortağı olmaktan münezzehtir.
Bu inançlarıyla onlar, gerçek bir ilâhın varlığına inanmıyorlar demektir.
Yahudiler
de şöyle derler: Uzeyr, Allah'ın oğludur. Yahudiler de Hristiyanlar da
bilginlerini, din alimlerini Allah'tan başka rabler edindiler. Artık onlara
ibadetleri, onlar belirliyor, yasakları onlar koyuyorlardı, onlar da onlara
itaat ediyorlardı. Bu sebeple onların rableri oldular.
2- Onlar, ahiret gününe de doğru bir şekilde inanmıyorlar. Onlar, cesetlerin
değil, ruhların diriltileceğine, cennet ehlinin yiyip içmeyeceğine, çünkü orada
maddî durum söz konusu olmadığına, cennet nimetinin ve cehennem azabının;
sevinç, keder gibi sadece ruhî şeyler olduklarına inanıyorlar. Ahiret âleminde
madde ve ruh birlikte, tam bir hayat olduğuna inanmazlar. Bu da Kur'an'ın haber
verdiği hakikata aykırıdır. Kim, cismanî dirilmeyi inkâr ederse,
Kur"an'ın sarih açıklamasını inkâr etmiş olur.
3- Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldıklarını haram bilmezler: Onlar
Kufan'da ve Resulullah'ın sünnetinde haram kılınanları, Musa ve İsa aleyhisselâmın
haram kıldıklarını haram kılmazlar. Tevrat'ı ve İncil'i değiştirdiler. İslâm
hükmüyle mensuh dinlerinin aslına muhalif hükümler koydular. Nitekim
yahudiler, insanların mallarını bâtıl yollarla -faiz gibi- yemeyi,
Hristiyan-lar, kendilerine Tevrat'ta yasaklanan şeyleri -iç yağı ve içki gibi-
mubah kıldılar.
4- Hak dini kabul etmezler: Hak din olan İslâm'ın doğruluğuna inanmazlar.
Din adamlarının kendi heva ve hevesleri doğrultusunda koydukları şeylere göre
hareket ederler. Onlar, Tevrat ve İncil'i değiştirdiler. İslâm'a uygun, Musa ve
İsa aleyhisselamlara vahyolunan ve kendisiyle amel olunan dinin aslı kalmadı.
O halde,
bu niteliklere sahip olan Kitap Ehliyle savaşın. Hüküm bakımından onları
müşriklerden ayırt edin: Müşrikler için iki şeyden biri vardır: Savaş veya
müslüman olmak. Kitap Ehli için ise üç şeyden biri vardır: Savaş, İslâm, cizye.
Kitap
Ehli ile savaşmaktan amaç, küçüklüklerini bildirmek, İslâmî hükümlere boyun
eğmeyi kabullendirmek, cizye vermeyi içeren bir anlaşmaya girmelerini
sağlamaktır.
Daha
önce İbnü'l-Arabî'den naklederek açıkladığımız gibi
[96]
müslümanlar-la savaştıklarında müşriklerle savaş vacip olduğu gibi,
müslümanlara, ya da ülkelerine, ırz ve namuslarına saldırmaları, dinlerinden
dönmeleri için baskı yapmaları, emniyet ve selametlerini tehdit etmeleri
durumunda, -ki Rumlardan böyle bir hareket meydana gelmiş ve bu Tebuk
gazvesine neden olmuştu-ya da devlet başkanının bir takım karışık hareketler,
savaş hazırlıkları, İslâm ülkesi sınırlarına askerî yığınak yapılma halleri
sezinlemesi halinde savaş hazırlıkları yapılıp Kitap Ehliyle de savaşmak
vacibdir.
Yahudilere
ve Hristiyanlara Kitap Ehli denmesinin sebebi, aslında semavî bir kitaba sahip
olmaları ve genelde Allah'a, öldükten sonra dirilmeye, hesaba, peygamberlere,
şeriatlara ve dinlere inanmalarmdandır.
Onlara
"muâhedûn" da denir. Çünkü onlar, bizimle kendi aralarında yapılan
ve her iki tarafı hükümlerini uygulamakla ve saygı göstermekle yükümlü kılan,
onlara zulmü ve yapamayacakları şeyi teklif etmeyi yasaklayan bir anlaşmaya
göre İslâm ülkesinde otururlar.
"Sağirûn"
kelimesinin türediği "sağar" kelimesi, daha önce açıklandığı ve Şafiî,
İbni Kayyim gibi bazı fakihlerin de söylediği gibi, hükümleri kabule boyun
eğdirmek ve hakir görmek, küçümsemek değildir.
Cizye,
İslâm'ın ortaya çıkardığı şeylerden değildir. O, İranlılar tarafından da
biliniyordu. Onu ilk koyan Kisra Enûşirvan'dır. İran'ı fethettiği zaman , Ömer
(r.a.) da aynı şeyi uyguladı.
Kur'an,
cizyenin mikdarmı belirlemediği için, fakihler onun mikdarı konusunda ihtilaf
etmişlerdir.
Şafuler:
Bunun, zengin fakir farkı gözetilmeksizin hür, baliğ kimselere yıllık bir
dinar olduğunu ve bundan eksiltme yapılamayacağını söyler. Şafiî görüşünde,
Ebû Davud ve başkalarının Muaz'dan rivayet ettikleri şu hadise dayanır:
Resulullah (s.a.) kendisini (Muaz'ı) Yemen'e vali olarak gönderdi ve cizye
vermesi gereken her baliğden bir dinar almasını emretti. Peygamber, Allah'ın
muradını açıklayan kimsedir. Eğer, bir dinardan daha fazlasına barış yapılırsa
caizdir, yıl sonunda alınır, der.
Malikîler:
Altın sahiplerinden yılda dört dinar, gümüş sahiplerinden de yılda kırk dirhem
gümüş alınır. İsterse Mecusî olsun, zengin fakir aynıdır. Hz. Ömer'in takdir
ettiği miktardan eksik de alınmaz, fazla da. Bundan başka bir şey de alınmaz,
der.
Haneftler:
Cizye mikdarı, fakirlere 12 dirhem, orta hallilere 24 dirhem, zenginlere de 40
dirhemdir. Yıl başında alınır, der.
Cizye
konusunda, Mecusîlere, Kitap Ehli gibi muamele edilir. İbnü'1-Mün-zir, onlardan
cizye alınması konusunda ihtilaf olduğunu bilmiyorum, der.
İmam
Malik, Muvatta'da şöyle rivayet eder: Ömer b. Hattab, Mecusîlerin durumunu
zikrederek: "Onlar hakkında nasıl davranacağımı bilmiyorum" demiş.
Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf şöyle demiştir: "Ben Resulullah (s.a.)'in
şöyle dediğini duydum: Onlara, Kitap Ehli'ne ettiğiniz gibi muamele edin"
demiştir." İbni Abdi'1-Berr, "özellikle cizyede demek istiyor"
demiştir. Bu sözde onların Kitap Ehli olmadıklarına açık bir delil vardır.
Putperestlere
gelince: Şafiî ve fukahanın çoğunluğu, cizye, bu ayetten anlaşıldığına göre
arap olsun acem olsun, sadece Kitap Ehli'nden alınır. Çünkü ayette özellikle
onlar zikredilmişlerdir. Dolayısıyla, hüküm onlara yöneliktir. Nitekim Cenabı
Hak: "Nerede bulursanız, müşrikleri öldürün" (Tevbe, 9/5) buyurmuştur.
Kitap Ehli hakkında dediği gibi, "cizye verinceye kadar..."
buyur-mamıştır. O halde arap putperestlerinden cizye alınmaz, derler.
İmam
Evzaî ve Malikîler: Cizye, mürted hariç, putperest, ateşperest, inkarcı,
yalanlayıcı, arap-acem Tağlibli-Kureyşli, kim olursa olsun, herkesten alınır,
derler.
Cenabı
Hak: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenlerle
savaşın..." buyurduğu için, bu, cizyenin savaşan erkeklerden alınacağını
gösterir. Nitekim, alimler cizyenin, hür ve savaşan erkeklerden alınacağı
konusunda ittifak etmişlerdir.
Cizyeyi
verdikleri zaman, meyvelerinden, tahıl ve ticaretlerinden hiçbir şey alınmaz.
Ancak yerleştikleri ve barış yaptıkları ülkenin dışındaki ülkelerde ticaret
yapmaları durumu müstesna. O takdirde onlardan ticaret mallarını sattıkları ve
parasını aldıkları zaman onda bir alınır. İsterse bu, yılda birkaç kere olsun. Ancak
Medine ve özellikle Mekke'ye buğday, yağ gibi yiyecek maddeleri getirmeleri
halindeyse, Hz. Ömer'in yaptığı gibi, onda birin yarısı alınır.
Gayr-i
müslimlerin, müslümanların çarşılarında içki ve domuz göstermelerine engel
olunur. İçkiyi gösterirlerse, içki üstlerine dökülür, domuzu gösteren de
cezalandırılır. Eğer bir müslüman o içkiyi göstermeden dökerse, zulmetmiş olur,
Malikî ve Hanefî mezheplerine göre, bedelini ödemesi gerekir.
Cizye
gibi şeyleri ödemekten kaçınırlarsa, zulme maruz kalmadıkları halde, İslâm'ın
kendilerinden istediklerini yapmazlarsa, Cumhura (Hanefiler müstesna) göre,
kendileriyle savaş edilir.
Eğer
yol keserlerse -cizyeyi engellemedikleri takdirde- onlar, müslüman muharibler
hükmündedirler. Kendilerine muharebe ayeti olarak anılan şu ayetin hükmü
uygulanır: "Allah'a ve Rasûlüne karşı savaş edenlerin ve yeryüzünde fesad
çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri veya asılmaları veya
ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi veya yer(lerin)den sürülmeleridir"
(Mâide, 5/33).
Müslüman
olurlarsa, fukahanın ittifakıyla, kendilerinden cizye düşer. Ah-med, Ebû Davud,
Beyhakî ve Darekutnî'nin İbni Abbas'tan naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber
(s.a.): "Müslümandan cizye alınmaz", Taberanî'nin İbni Ömer'den bir
rivayetinde de: "Bir kimse müslüman olursa, ona cizye yoktur"
buyurmuşlardır.
Müslüman
olmakla cizye düştüğü gibi, ölümle de düşer. Onun için cizye, kan bedeli ve
Daru'l-İslâm'da oturma bedeli olarak gereklidir.
[97]
Bu
ayet, müslümanlarla gayr-i müslimler arasında yapılan anlaşmayı içeren cizye
ile ilgili ayettir. Bu cizye ile gayr-i müslimlere, emniyet ve selamet içinde
İslâm ülkesinde, yalnızca İslâm'ın medenî ve cezaî hükümlerine -çünkü bize
onların ibadetlerine ve dini işlerine karışmamak emrolunmuştur- boyun eğmeleri
şartıyla, ikamet etmelerine izin verilir.
Onlarla
savaş, bizimle savaştıkları ve bize karşı taşkınlık ettikleri zaman,
müşriklerle savaş gibidir. Bizimle savaşanlarla savaşılır. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın ve aşırı
gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri sevmez" (Bakara, 2/190).
Belki
de kendileri zimmet akdi yapılan bu kimselerin, Daru'l-İslâm'da oturmaları,
İslâm'ın güzelliklerini, delillerini, kuvvetliliğini tanımalarına bir sebep
olur da, dinlerini bırakıp küfürden imana geçerler.
Zimmet
akdinin bir gereği olarak zimmet ehli öldürülmez, kendileriyle savaşılmaz.
Onlar bazı İslâmî hükümleri kabul ederler, biz de onların dinleri üzere
kalmalarını kabul ederiz. Çünkü dinde zorlama yoktur. Fakat bununla, onların
küfürlerine razı olunacağı manası anlaşılmamalıdır.
Ayet,
hak dinin sadece İslâm olduğuna işaret eder. Allahü Teâlâ başka bir ayetinde
de: "Şüphesiz Allah katında din, İslâmdır" (Âl-i İmran, 3/19) buyurur.
İslâm, Allah'ın emrine ve peygamberlerinin getirdiklerine teslim olmak, boyun
eğmek ve onlarla amel etmektir. Din ise, itaat, galebe, ceza gibi manalara
gelir.[98]
Küfürse, Allah'ın varlığını inkâr, O'na ortak koşmak, Resulullah (s.a.)'in
peygamberliğine inanmamak, geçmiş peygamberlerden birini yalanlamak gibi
manalara gelir.
Kanaatimizce
burada "din" ile murad olunan; Allah tarafından, inanç, ibadet,
ahlâk ve kanun olarak kullan için konulan nizamdır.
[99]
30-
Yahudiler: "Üzeyr, AUah'ın oğludur" dedi. Ve Hristiyanlan
"Mesih, Allah'ın oğludur" dedi. Bu onların ağızlarında dolaşan
sözleridir ki, daha evvel kâfirlerin söyledikleri söze benzer. Allah onları
kahretsin. Nasıl da (Haktan) döndürülüyorlar.
31-
Onlar, Allah'ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i Rab-ler
edindiler. Halbuki bunlar da, (Tevrat ve İncil'de) tek ilâh olan Allah'a
ibadet etmelerinden başka bir şey em-rolunmamışlardı. Ondan başka hiçbir ilâh
yoktur. O, onların eş tutageldikle-ri her şeyden münezzehtir.
32- Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah kendi
nurunu kendisi tamamlamaktan başka bir şeye razı değildir. Kâfirler hoş görmeseler
de.
33-
O, Rasûlünü hidayetle, hak din ile -o dini bütün dinlere galip kılmak için-gönderendir.
Müşrikler hoş görmeseler de.
"Allah'ın
nurunu söndürmek isterler." İslâm'ın nuru. Burada istiare vardır. İslam
dininin delillerinin açıklığı, kesinliği, aydınlığı ve ışığıyla parlak güneşe
benzetilmiştir.
[100]
İbni
Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle tahric etmiştir-. Sellam b. Mişkem,
"Nu'man b. Evfa, Muhammed b. Dıbye, Şas b. Kays ve Malik b. es-Sayf,
îtesu-lullah (s.a.)'e gelerek: "Kıblemizi terkettin, sana nasıl tabi
olalım? Ve sen Uzeyr'in, Allah'ın oğlu olduğuna inanmıyorsun..." dediler.
Bunun üzerine Alla-hü Teâlâ: 'Yahudiler: "Üzeyr Allah'ın oğludur"
dediler..." ayetini indirdi.
[101]
Geçen
cizye ayetinde, yahudi ve Hristiyanların Allah'a inanmadıkları açıklandıktan
sonra, bu ayette daha fazla açıklamaya gidilerek, onların Allah'a oğul nisbet
ettiklerini -ki bu, şirktir ve böyle bir şeyin varlığını iddia eden Allah'ı
inkâr etmiş demektir- haram konusunda hüküm vermede bilginlerini Allah'tan
başka rabler edindiklerini, İslâm'ı boşa çıkarmak için çalıştıklarını
nakletmektedir.
[102]
Bazı
yahudiler, Hz. Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söylediler. Halbuki Uzeyr M.Ö.
457 yılı civarında, Babil'e yerleşmiş bir yahudi kahiniydi. Büyük bir müessese
kurmuş, Kitab-ı Mukaddes'in bölümlerini toplamış; Eyyam, Az-ra, Nahmiya
bölümlerini yazmıştır. O, unutulan yahudiliğin yeniden yayıcısı sayılır. Onun
için, yahudiler onu mukaddes bilmiş ve ona Allah'ın oğlu demişlerdir.
Tarihçileri
hatta bizzat yahudilerin kendilerince kabul edilen bir hakikat vardır: Musa
(a.s.)'m yazdırıp o zamanın tabutuna koydurduğu Tevrat, Amali-kalıların
İsrailoğulları'nı yendiği bir hengamede kayboldu. Yahut, Süleyman (a.s.)'dan
önceki Buhtunnassar o tabutu açtığı zaman, içinde ilk krallar bölümündeki on
emri içine alan iki levhadan başka bir şey bulamadı. Esaretten sonra Tevrat'ı,
geriye kalan İbranice metinlerle birlikte Keldan harfleriyle yazan, Azra'dır.
Eleştirmenlerce -nitekim Britanika Ansiklopedisinde- öyle zikro-lunmaktadır.
Azra efsanesi, tamamen ravilerce uydurulmuş bir şeydir.
Hristiyanlar
şöyle der: Mesih, Allah'ın oğludur. İlk nesiller, bu "oğul" kelimesini,
hakiki manasında değil, mecazî manada kullanıyorlar ve bununla onun, Allah
katında şerefli ve sevgili olduğunu ifade etmek istiyorlardı. Sonra, Hind
putperestliğinden etkilenerek oğulla, hakiki manasını kasdettiler. Allah'ın
oğluyla, Allah'ı ve Ruhu'l-Kudüs'ü anlar oldular. Bu üç unsur, birbirine girdi
ve gerçekten birmiş gibi kabul edildi. Bunu ilk olarak, miladî 325'te toplanan
İznik konseyi ilân etti. Baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten ibaret bu üç varlık
için -ki bunlar ilâhlıkta birleşmişlerdir- Teslis kelimesi kullanılır oldu.
İnciller İsa (a.s.)'m vefatından sonraki 1-3. yüzyıllar arasında değişen zaman
içinde yazıldı. İsa (a.s.)'a inen İncil'in aslı kaybolduğundan, onlar da Roma
putperestliğinden etkilenmiştir.
Yahudi
ve Hristiyanlar, dinlerinin doğru olan köküne bağlı olmadıklarından, ellerinde
bulunan Tevrat ve İnciller, bilginleri tarafından ortaya konmuş uydurma şeyler
olduğu için Cenabı Hak: "Bu, onların ağızlarında dolaşan sözlerdir"
ayetiyle onları yalanlamaktadır. Yani onların iddia ettikleri şeylerde hiçbir
dayanakları yoktur, onlar onların uydurmasından başka bir şey değildir. Nitekim
bu hususu Cenab-ı Hak, başka bir ayetinde şöyle dile getirir: "Allah evlât
edindi diyenlere maruz kalacakları kötü akıbetleri haber vermek için... Ne
onların, ne atalarının buna dair hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz
ne büyük! Onlar yalandan başkasını söylemezler" (Kehf, 17/4-5).
"Daha
evvel kâfirlerin söyledikleri söze benzer". Bunlar da, onlar gibi sapıklığa
düşmüşlerdi. Onlar, putperest Hint, Çin ve Japon Brahman ve Budist-leri, eski
İranlılar, Mısırlılar, Yunan ve Romalılardı. Arap müşrikleri de, meleklerin
Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı.
"Allah
onları kahretsin." Nasıl da Allah'ın bir olduğu, ortağı bulunmadığı
gerçeğinden bâtıl şirke dönüyorlar. Mesih ve Uzeyr, mahluk ve Allah'ın kullarıdır.
Yiyen, içen, yorulan ve üzülen mahlukun, yaratıcı yapılması akla uygun
değildir. Nitekim Cenab-ı Hak da şöyle buyurur: "Meryem'in oğlu Mesih de
ra-sûlden başka bir şey değildir. Ondan evvel resuller gelip geçmiştir. Onun
anası ise tasdik eden bir kadındır. İkisi de yemek yerlerdi" (Mâide,
5/75); "O, ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur. Ve onu İsrailoğullarına
bir misal kıldık" (Zuhruf, 43/59); "Mesih, Allah'a kul olmaktan asla
çekinmez..." (Nisa, 4/172).
Sonra
Allahü Teâlâ kendilerinden önceki kâfirlere benzeme yönünü açıklayarak:
"Onlar âlimlerini Rabler edindiler" buyuruyor. Yani, yahudi ve Hristi-yanlar,
içlerindeki din büyüklerini, Allah'tan başka rabler edindiler. Hüküm koyma
hakkı onlarındı. Onlar haramı helâl, helâli haram kılıyorlar, kendileri de
Allah'ın hükmünü bırakarak onların dediklerine göre amel ediyorlardı.
Yahudiler,
Tevrat'ın hükümlerine, büyüklerinin meşru kıldığı şeyleri eklediler.
Hristiyanlar, Tevrat'ın hükümlerini değiştirdiler, ibadet ve muamelelerde yeni
başka şeyler ortaya koydular.
Adiy
b. Hatim'in müslüman oluş kıssası, bunu açıklığa kavuşturur. İmam Ahmed,
Tirmizî ve İbni Cerir et-Taberî'nin Adiy b. Hatim (r.a.)dan rivayetine göre, o,
kendisine Resulullah (s.a.)'in daveti ulaştığında, Şam'a kaçtı. Cahiliyye
döneminde Hristiyanlaşmıştı. Kız kardeşi ve kavminden bir grup insan esir
düştü. Rasûlulullah (s.a.) kızkardeşine iyilik etti, onu geri verdi.
Kızkardeşi, erkek kardeşine giderek onu İslâm'a ve Resulullah (s.a.)'e gelmeye
teşvik etti. Adiyy, Medine'ye geldi. O, Tay kavminin lideriydi. Babası Hatem
et-Taî cömert-liğiyle meşhurdu. Herkes onun gelişinden bahsetti. Boynuna gümüş
bir haçla Resulullah (s.a.)'in huzuruna girdi. Resulullah (s.a.): "Onlar
Allah'ı bırakıp alimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i Rabler
edindiler" ayetini okuyordu. Adiy, Peygamber (s.a.)'e: "Onlar onlara
tapmadılar ki" dedi. Resulullah (s.a.): "Evet, fakat onlar onlara
helâli haram, haramı helâl kıldılar. Onlar da, onlara tabi oldular. Bu onların,
onlara ibadeti oldu" buyurdu. Resulullah (s.a.), sözlerine devamla:
"Ey Adiy! Ne dersin? Allahü Ekber demek, sana zarar verir mi? Allah'tan
daha büyük bir şey biliyor musun? Sana ne zararı var? La ilahe illallah
denilmesi sana zarar verir mi? Allah'tan başka bir ilâh biliyor musun?"
dedi.
Sonra
onu, İslâm'a davet etti. O da müslüman oldu ve kelime-i şehadet getirdi. Adiy
der ki: Resulullah (s.a.)'in yüzünü sevinçli bir halde gördüm. Sonra şöyle
dedi: "Şüphesiz Yahudiler gazap olunmuş bir millet, Hristiyanlar da dalalete
sapmış bir milletdir." Sonra Allahü Teâlâ, o baştakilerin dinlerini
terketti-ğini açıklayarak: "Halbuki onlar da, tek ilâh olan Allah'a ibadet
etmelerinden başka bir şeyle emrolunmamışlardı" buyurdu. Halbuki onlar,
Musa ve İsa'nın diliyle, tek bir ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O,
onlara dinin hükümlerini meşru kılan Allah'tır. O, onların ve her şeyin
Rabbidir. O, öyle bir varlıktır ki, bir şeyi haram kıldığı zaman, o haram
olur. Neyi helâl kılarsa, o da helâldir. Neyi meşru kılarsa, uyulur; neye
hükmederse uygulanır.
"Ondan
başka hiçbir ilâh yoktur". Aklen ve şer"an Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur. Hak Teâlâ ortağı, benzeri, yardımcısı, zıddı, çoluk çocuğu
olmaktan münezzehtir. Ondan başka hiçbir ilâh ve hiçbir Rab yoktur. -
Fakat,
müşriklerden ve Kitap Ehli'nden kâfir olanlar, Allah'ın peygamberi Muhammed
(s.a.) ile gönderdiği İslâm nurunu, hak ışığını, hidâyet lambasını söndürmek,
dolayısıyla bütün insanları sapıklığa düşürmek istiyorlar.
Allahü
Teâlâ ise, dinini tesbitle, korumakla, onu kemale erdirmekle tamamlamak ister.
Kâfirler onu, ilk çıkışı sırasında istemedikleri gibi, tamamlandıktan sonra da
istemeseler bile. Kâfir: Bir şeyi örten gizleyen demektir. Yahudiler, insanlar
içinde müminlere karşı en fazla düşmanlık besleyenlerdir.
Hristiyan
Rumlar, müslümanlara karşı düşmanlığa başladılar. Sonra, doğu İslâm dünyasında
Avrupalılarla düşmanlıklarına devam ettiler. Sonra müslümanlara karşı en
yüksek düzeyde düşmanlığı temsil eden Haçlı savaşları geldi. Halâ sömürge
siyaseti ve misyonerlik faaliyetleri de, müslümanları dinlerinden ayırmak ve
uzaklaştırmak için çeşitli propaganda vasıtaları ve her yerdeki müslümanlara
karşı alman tavırlarla korkunç plan ve projelerini devam ettiriyor.
İslâm
nuru, Allah'ın, Rasûlünü gönderdiği hidâyet ve hak dindir. Onu hiçbir şey
değiştiremez ve iptal edemez. Hûda (hidâyet): Peygamber (s.a.)'in getirdiği
sadık haberler, sahih iman ve faydalı ilimdir. Hak din: Dünya ve ahirette
faydalı olan sahih amellerdir.
Bundan
maksat, müşrikler istemese de, Allahü Teâlâ'nın bu dini, bütün dinlere üstün
kılmasıdır. Onlar küfürle vasıflandıktan sonra, bir de şirkle vasıflandılar.
Bu, onların peygamberleri inkâr yanında, bir de şirk koştuklarına işaret eder.
Allahü
Teâlâ'nın vaadi ve yardımı gerçekleşti. Nitekim, Sahih'de, Resulul-lah
(s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunur: "Şüphesiz Allah, bana yeryüzünü
doğusuyla
batısıyla verdi. Ümmetim bana verilen o yerleri alacak..."
İmam
Ahmed b. Hanbel, Mikdad b. Esved'den rivayet eder: Resulullah (s.a.)'in şöyle
dediğini duydum: 'Yeryüzünde îslâm kelimesinin girmediği ev, yerleşim yeri
kalmayacak. O, aziz olanı aziz kılacak, zelil olanı da zelil edecek. Allah'ın
aziz kıldığı kimseler, azizlerden olacak, zelil kıldıkları da, ona boyun eğip
itaat edecekler..."
Yine
Ahmed'in Müsned'inde Adiy b. Hatem'den rivayet olunmuştur: Resulullah
(s.a.)'in şöyle dediğini duydum: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, Allah bu dini elbette tamamlayacak. Öyle ki, mahfe içindeki kadın
Hire'den çıkıp hiç kimsenin emanı olmadan Kabe'yi tavaf edeck. Kisra b. Hürmüz'ün
hazineleri elbette fetholunacak. Kisra b. Hürmüz mü? dedim. Evet, Kisra b.
Hürmüz, dedi. Kabul eden kimse kalmayıncaya kadar mal verilecek."
[103]
Ayetler,
yahudi ve Hristiyanların pek çoğunun müşrik olduklarını ortaya koyuyor. Çünkü
onlar: "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyen Arap müşrikleri gibi,
kendilerinden önceki kâfirleri taklid ederek, Allah'a oğul nisbet ettiler. Yahudilerin
bunu inkâr etmelerinin hiçbir önemi yok. Çünkü Allah'ın dediği en doğrusudur.
Olur ki bu görüş, onların arasında yayılır da, o yanlış kanaatları sona erer.
Allahü
Teâlâ: "Bu, onların ağızlarında dolaşan sözleridir" ayetiyle onları
yalanlamaktadır. Yani o, bâtıl, ağızdan ileri gitmeyen bir sözdür.
"Allah
onları kahretsin..." İbni Abbas, Kur'an'da geçen ve böyle Allah lafzıyla
kullanılan "kati" kelimesinin lanet manasında kullanıldığını söylemiştir.
Sonra
Allahü Teâlâ onları, başka bir çeşit şirkle vasıflandırıyor: "Onlar Allah'ı
bırakıp alimlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i Rabler edindiler."
Mü-fessirlerden çoğu şöyle der: Ayette geçen "rabler"den amaç,
kendilerine ilâh olarak inanılan varlıklar değildir. Tevrat, İncil ve ilahî
kitaplar tek bir ilâha ibadet etmelerini, ondan başka hiçbir ilâh olmadığını,
onun emir, teklif ve kanun koymada ortağı olmaktan münezzeh olduğunu, secde ve
ibadet edilmeye, ta'zim ve hürmet gösterilmeye lâyık olduğunu söylediği halde,
onlar bunun yerine, bilginlerinin emir ve yasaklarına uyarak, adeta onları
Rabler edindiler, manasınadır.
Sonra
Allahü Teâlâ, yahudi ve Hristiyan ileri gelenlerinin yaptıkları çirkin işlerin
bir üçüncü çeşidini haber veriyor. Bu da onların, Muhammed (s.a.)'in davetini
iptal etmeye, şeriatının sahihliğinin delillerini ve dininin kuvvetini
gizlemeye çalışmalarıdır.
Nurdan
amaç, Peygamberliğinin şahinliğine işaret eden delillerdir. Bu deliller
şunlardır:
1- Hz. Peygamberin elinde görünen mucizeler.
2- Ümmî olmakla beraber Muhammed (s.a.)'in dilinden çıkan Kur'ân-ı Kerîm.
3- Hz. Peygamber'ın getirdiği şeriatın, Allah'a tazim ve O'na övgüyü,
O'na itaati, nefsi dünya sevgisinden, hırsından uzaklaştırmayı ve ahiret
saadetine teşviği içine alması.
4-
Şeriatının hiçbir kusurunun
olmaması. Onda, Allah'tan başkasına ve insan hayatının yararından başka bir
şeye davet olmaması
[104]
Sonra
Allahü Teâlâ, Muhammed (s.a.)'e yardım ve kuvvetini artıracağını, derecesini
yükselteceğini vadederek: "Allah kendi nurunu kendisi tamamlamaktan başka
bir şeye razı değildir. Kâfirler hoş görmeseler de..." buyuruyor.
Allahü
Teâlâ, onların İslâm davetini iptal hususundaki hüsrana uğrayışla-rını
açıkladıktan sonra, emrini nasıl tamamlayacağını açıklıyor: "O, Rasûlünü
hidâyetle, hak din ile, o dini bütün dinlere galip kılmak için
gönderendir."
Bu
son ayet, Muhammed (s.a.)'in getirdiği dinin, birçok delillerle ve mucizelerle
seçkinleştiğine, doğruyu ve iyiyi içine alan hak din olduğuna, hikmete uygun ve
dünya ahiret yararına olduğuna, bütün dinlere üstün geleceğine, ilmî ve aklî
tartışmalar önünde ondan başka hiçbir dinin duramayacağına işaret eder. Zaman
geçtikçe tarih, bu vaadlerin açıkça gerçekleştiğine; insanî ya da ilmî her
sahada derinleşmiş büyük ilim adamlarının, İslâm'ın, inanç ve insan hayatını
ıslaha yeterli olduğuna inandıklarına şahit oluyor. İslâm, geçmişte bütün
dinlere üstün geldi. Yahudi ve Hristiyanlar, Arap Yarımadası'ndan kovulup
uzaklaştırıldılar. Şam diyarında ve başka yerlerde müslümanlar, Hristiyanlara
galip geldiler, Türk ve Hind ülkelerinin çoğunda mecûsîleri ve puta tapanları
yendiler.
Kısacası
ayetler, yahudilere ve Hristiyanlara ait, Allah'a oğul nisbet etmek, Allah'a
itaati bırakarak lider durumundaki kimselere itaat etmek, İslâm davetini boşa
çıkarmaya ve hakkın sesini susturmaya çalışmak gibi birtakım kötü durumları
içine alıyor.
[105]
34-
Ey iman edenler! Şüphesiz hahamlardan
ve rahiblerden birçoğu haksızlıkla insanların mallarını yerler ve Allah'ın
yolundan (dininden, O'nu tanıyıp ibadet etmekten) alıkoyarlar. Altın ve gümüşü yığarak
biriktirip de, onları Allah yolunda infak etmeyenler var ya, işte onlara acıklı
bir azabı müjdele.
35- O gün bunlar, üzerlerinde yakılacak cehennem
ateşinin içinde kızdırılacak, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları
bunlarla dağlanacak. "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıklarınız.
Artık istiflediğiniz şeyleri tadın."
"Yerler":
Cenab-ı Hak, bir malı ele geçirmeyi, bir benzetmeyle yemek deyimiyle
anlatıyor. Çünkü mal toplamaktan en büyük amaç, yemektir.
[106]
"Haham":
Bu şekilde çevirdiğimiz "ahbâr" kelimesi, Yahudi alimleri anlamına
gelir.
"Rahib":
Bu şekilde çevirdiğimiz "Ruhban" kelimesi, Hristiyan abidler
ma-nasmdadır.
"İstiflediğiniz
şeyleri tadın": Acısını çekin.
[107]
Vahidî'ye
göre: "Ey iman edenler! Şüphesiz hahamlardan ve rahiblerden bir
çoğu..." ayeti, Kitap Ehli içinden halktan rüşvet alan din bilginleri ve
rahipler hakkında nazil olmuştur.[108]
"Altın
ve gümüşü yığarak biriktirip de, onları Allah yolunda infak etmeyenler..." ayetinin nüzulüyle ilgili olarak Buharî, Zeyd
b. Vehb'den şu rivayeti yapar: Rebeze'ye (Medine'ye yakın bir yer) uğramıştım.
Birden Ebû Zerle karşılaştım. Ona, buralara nerden düştün diye sordum.
"Şam'daydım, "Altın ve gümüşü yığarak biriktirip de, onları Allah
yolunda infak etmeyenler" ayeti hakkında Muaviye ile ihtilafa düştüm.
Muaviye, Kitap Ehli hakkında nazil olduğunu söyledi. Ben, hem onlar, hem de
bizim hakkımızda nazil olduğunu söyledim. Aramızda, böyle bir tartışma oldu. O
beni, Osman (r.a.)'a şikâyet eden bir mektup yazdı. Osman (r.a.) da bana,
Medine'ye gel, diye haber gönderdi. Bunun üzerine ben, Medine'ye geldim.
İnsanlar beni hiç görmemişler gibi etrafımda toplandı. Bunu Osman'a söyledim.
İstersen buralarda bir yere yerleş, dedi. Arkasından da: İşte beni buralara
getiren sebep budur. Başıma bir Habeşî'yi de emir tayin etseler, söz dinler,
itaat ederim, dedi...
Müfessirler
de ihtilaf etmişlerdir: Bazılarına göre o, özellikle Kitap Ehli hakkındadır.
Süddî, kıble ehli hakkındadır, Dahhak, o Kitap Ehli ve müslü-manlar hakkında
geneldir, demişlerdir.
[109] En
sahih olan da Dahhak'ın görüşüdür.
[110]
Allahü
Teâlâ, yahudi ve Hristiyan liderlerinin, kendilerinin insanlara kanun koyma
hakları olduğu iddiasıyla kibirlenip büyüklendiklerini ve rablik iddiasında
bulunduklarını söyledikten sonra, bu ayette de, insanları hakir görerek
mallarını almaya karşı büyük bir hırs duyduklarını açıklamıştır. Gerçekten de
onlar, bâtıl yollarla insanların mallarını almaya can atıyorlardı. İslâmi-yete
de maddî menfaatlarmın kaybolacağı korkusuyla karşı çıkıyorlardı. Dini,
dünyalık kazanmak için bir basamak olarak kullanıyorlardı.
Yine
Allahü Teâlâ onları çok cimrilikle, sandıklarda mal biriktirme, malları
üzerine terettüp eden şeyleri vermekten sakınmakla vasıflandırıyor. Mal biriktirip
yığma, Allah yolunda sarfetmemeyle ilgili bu tehdit, sadece onları değil,
müslümanları da içine alır. Allahü Teâlâ onların bâtıl yollarla insanların
mallarını almaya can attıklarını ifade ettikten sonra, ardından malından gerekli
hakkı vermekten kaçınanları tehdit ediyor.
[111]
Bu
ayetler, yahudi alimlerinin ve Hristiyan rahiplerinin durumunu ve kötü hallerini
açıklamaktadır. Böylece Kitap Ehli'nin onların içyüzünü bilmeleri, onlara uymak
ve güvenmekteki hatalarını anlamaları istenmektedir. Müslümanlar da onların
inat ve küfür üzere kalmalarının sebebini bileceklerdi. O halde ayetlerden
maksat, onların sözlerine ve hallerine benzemekten korkutmaktır.
Ey
Allah'a ve Rasûlüne inananlar! Bilin ki, yahudi ve hristiyan din adamlarından
çoğu, serî bir hak olarak değil, bâtıl yollarla insanların mallarını alıyorlar.
Bu hüküm, hakikati ifade etmek ve az da olsalar, onlardan iyi olanlara insafdan
dolayı, hepsine değil, çoğuna nisbet olundu.
Onların
bâtıl yollarla mal almalarının örnekleri çoktur: Kazaî hükümlerde rüşvet kabul
etmeleri, kendilerine haram kılındığı halde faiz almaları, hediye, adak,
peygamber ve salih kimselerin kabirlerine tahsis olunan vakıfları almaları,
orta çağda, Ortodoks ve Katoliklerin günahkârları Allah'a affettirmek için dua
ve şefaat karşılığında para almaları, kralları, emirleri ve egemen kimseleri
memnun etmek maksadıyla para karşılığında haramı helâl, helâli haram kılan
fetvalar vermeleri gibi. Nitekim, yahudiler hakkında Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
Allah'ı, O'na lâyık olacak şekilde hakkıyla takdir edemediler. Çünkü: "Allah
insana hiçbir şey indirmedi" dediler. De ki: "İnsanlar için bir nur
ve hidâyet olarak Musa'ya gelen kitabı kim indirdi? Siz onu parça parça
kağıtlar haline koyup gösteriyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz. Ne sizin, ne de
babalarınızın bilmediğiniz şeylerin size öğretildiği kitabı kim indirdi"?
"Allah" de" (En'am, 6/91).
Onların
bâtıl yollarla mal almalarının örneklerinden biri de, yahudilerin kendilerine
düşman olan herkesin, hıyanet ve hırsızlıkla da olsa, mallarını almalarıdır:
"Kitap Ehli'nden öylesi vardır ki yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder.
Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına
dikilmeden onu sana ödemez. Bu onların: "Ümmiler hakkında bize bir sorumluluk
yoktur" demelerindendir. Onlar bildikleri halde, Allah'a karşı yalan söylüyorlar"
(Âl-i İmran, 3/75).
Sonra
Cenab-ı Hak, yahudi ve Hristiyan din büyüklerinin çirkin hallerinden bir başka
türü zikrediyor: İnsanları Allah yolundan alıkoymak. Yani onlar, haram yemekle
beraber, insanları ya İslâm dinini yalanlamak, ibadet, inanç ve muameleyle
ilgili hüküm ve prensiplerinde şüphe uyandırmakla, ya da Peygamber (s.a.)'e,
Kur'an-ı Kerim'e ta'n etmek suretiyle Hakka uymaktan alıkoyarlar.
Bundan
anlaşılıyor ki, insanların dünyada arzuladıkları şey -mal ve mevki- yahudi ve
Hristiyan din adamlarının kalbini çelmiş, bâtıl yollarla malları almışlar,
insanları sahih bir şekilde Allah'ı bilmekten, doğru bir şekilde ona ibadetten
alıkoymuşlar, dinî durumlarını ve maddî kazançlarını korumak için Muhammed
(s.a.)'e uymaktan men etmişlerdir.
Sonra
Allah, onları başka bir sıfatla -aşırı cimrilik ve mallarındaki Allah'ın
haklarını vermemekle- vasıflandırarak: "Altın ve gümüşü yığarak biriktirip
de onları Allah yolunda infak etmeyenler" buyurur. Yani, mal biriktirip
onu evlerinde toplayanlar, ondan zekât gibi şer'an vacip olan hakları çıkarmayanlar,
Allah yolunda harcamayanlar cehennem ateşinde çok acıklı azabı hak ederler. Bu
tehdit, yahudi ve Hristiyan din adamlarına yönelik olduğu gibi, müslümanlara da
yöneliktir. Harcamadan amaç, vacib olan harcamadır. Çünkü: "Onları acıklı
bir azabla müjdele" sözünden, bu kasdolunmakt»dır. Çünkü azabı, vacibi
terkeden için olur.
Kenz
(toplanıp saklanan mal), ancak zekâtı verilmediği zaman haram olur. İmam-ı
Malik, kenz hakkında İbni Ömer'den şunu rivayet eder: Kenz, zekâtı verilmeyen
maldır... Sevrî, Şafiî ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet ettiklerine,
zekâtı verilen şey, yedi kat yerin altında olsa da kenz değildir. Ancak zahirî
mallardan olup da, zekâtı verilmeyen mal, kenzdir. Bu, Ömer, İbni Ab-bas,
Cabir, Ebû Hureyre'den mevkuf ve merfu olarak rivayet edilir.
-
İbni Ebî Şeybe, Ebû Davud ve Hakim, İbni Abbas'tan şöyle tahric ederler:
"Altın ve gümüşü yığarak biriktirip de onları Allah yolunda infak
etmeyenler..." ayeti nazil olduğu zaman, bu müslümanlara ağır geldi. Hiç
birimiz, kendinden sonra çoluk çocuğuna mal bırakmamazlık edemez, dediler. Hz.
Ömer, bu sıkıntılı hali görünce: Sizi bu sıkıntıdan kurtaracağım, sizi
ferahlatacağım, dedi ve oradan ayrıldı. Kendisini Sevban takip etti. Peygamber
(s.a.)'e geldi. Ey Allah'ın Peygamberi! Şurası bir gerçek ki, bu ayet ashabına
ağır geldi, dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Allah zekâtı,
zekâttan geriye kalan mallarını güzelleştirmek için farz kıldı" buyurdu.
Bunun üzerine Ömer (r.a.) tekbir getirdi. Sonra Peygamber (s.a.) ona:
"Sana daha hayırlı hazineyi haber vereyim mi? O, hayırlı bir kadındır ki,
kocası ona baktığı zaman, onu mesrur eder, ona emrettiği zaman kendisine itaat
eder, ondan ayrı kaldığı zaman onu korur" buyurdu.
Altın
ve gümüşe tamah etmemeyi öven ve onları yığmayı yeren birçok hadisler vardır.
Onlardan birisi, Abdurrazzak'ın Ali (r.a.)dan: "Altın ve gümüş yığarak
biriktirip de Allah yolunda infak etmeyenler" ayeti hakkında rivayet ettiği
hadisdir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah, altın ve gümüşü helak
etsin..." Sahabe: "Peki ya Resulullah (s.a.)! Hangi malı
edinelim?" deyince: "Zikreden bir dil, şükreden bir kalb, dininde
kendisine yardım eden bir hanım" buyurdu.
Sonra
Allahü Teâlâ, hazine sahiplerine uygulanan azap çeşidinden haber vermektedir:
Toplayıp biriktirdikleri malların, cehennemde tutuşturulup alınlarının,
böğürlerinin ve sırtlarının yakılması. Özellikle bu organların zikredilmesi;
onların servet temin etmek için insanlara yüzleriyle yöneldikleri, fakirlere
bir şey vermemek için de asık surat gösterdikleri, aldıkları nimetlerden yanları
ve sırtları üzere yatarak yararlandıkları için, demir aletle yüzü dağlamak çok
meşhur ve çok kötü, sırtı ve böğrü dağlamak daha elem verici olduğu içindir.
Melekler tarafından onlara: "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıklarınız,
artık o istifçilik ettiğiniz şeylerin vebalini tadın" denir. Bu, bugünkü
müslü-manların afeti... Çünkü onlar, çok çok mal toplayıp onlardan bir kısmını
olsun, Allah yolunda, ümmet ve müslüman toplum yararına sarfetmiyorlar.
Müslim,
Sahih'inde Ebû Hureyre'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Malının zekâtını vermeyen kimse için, kıyamet gününde ateşten levhalar
hazırlanmıştır. Elli bin yıl o levhalar üzerinde böğrü, alnı ve sırtı dağlanır,
insanlar arasında hüküm verilince ona da yol görünür. Ya cennete gider ya da
cehenneme."
Buharî
ve Müslim, Ebû Hureyre'den rivayet ederler: Ebû Hureyre dedi ki: Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah kendisine mal verdiği halde o malın
zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen mal, sahibi için oldukça
yağlı erkek bir yılan suretine konulur. Bunun iki gözü üstünde (vahşet alameti
olarak) iki nokta vardır. Bu azgın yılan, kıyamet gününde mal sahibinin
boynuna gerdanlık yapılır. Sonra yılan (ağzı ile) sahibinin çenesini iki tarafından
yakalar. Sonra: Ben senin (dünyada çok sevdiğin) malınım, ben senin hazinenim
der. (Yine Ebû Hüreyre demiştir ki:) Bundan sonra Resulü Ekrem, şu mealdeki
ayeti okudu. "Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına bir halka
olacaktır" (Âl-i İmran, 3/180).
[112]
Ayetler
üç hükmü içine almaktadır:
1- Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek ve Allah yolundan, yani insanları,
her türlü hile ve aldatmacayla Peygamber (s.a.)'e, hayırlı alim ve insanlara
tabi olmaktan alıkoymak haramdır.
2- Allah yolunda harcamadan mal biriktirmek, hazine, yani zekâtı verilmeyen
mal sahibi olmak haramdır.
3- Mal biriktirip hazine sahibi olan bu gibi kimseler, ahirette cehennem
ateşinde şiddetli cezayı hak edecektir.
Birinci
hüküm, Yahudi ve Hristiyan din bilginleriyle, onların dışındaki kimseler için
geneldir. Bunlar, din sömürüsü yaparlar ve kendilerinin Allah'a yakın kimseler
olduklarını iddia ederler. Halbuki onlar, insanların mal toplamaya en
hırslıları ve en isteklileri, en cimrileridir. Hem mal, hem de makam sevgisi
tutkunlarıdırlar.
İkinci
hükme gelince: Sahih olan görüşe göre bununla, Kitap Ehli ve müslümanlar
kasdolunmaktadır. Çünkü sadece Kitap Ehli amaçlansaydı, başında
"ellezine" ism-i mevsulü olmaksızın "yeknizûne" denirdi.
Halbuki Yüce Allah "vellezine yeknizûne" demiştir. Ebû Zer ve daha
başkaları bu görüştedir. Bu görüşe göre ayette kâfirlerin, şeriatın füruuyla
muhatap olduklarına delil vardır.
Diğer
iki görüş zayıftır. Onlardan birincisi, Muaviye'den naklolunan ayetten Kitap
Ehli'nin kasdolunduğu görüşü, ikincisi Süddî'nin bununla zekât vermeyen
müslümanların kasdolunduğu görüşü...
İbni
Huveyzmendad şöyle der: Ayet, nakit paranın zekâtından bahsediyor. O da dört
şartla vacib olur: Hürriyet, İslâm, Havi (bir sene geçmiş olmak) ve borcunun
dışında nisab mikdarma sahip olmak. Nisab mikdarı, ikiyüz dirhem gümüş, yahut
yirmi dinar altındır.
[113]
Yahut biri diğerine tamamlanır. Bundan % 2,5, ondan % 2,5 verilir.[114]
Hürriyet şarttır. Çünkü köle, tam manasıyla mülk sahibi değildir. Müslümanlık
şarttır. Çünkü zekât, malı temizlemektir. Kâfir ise, temizlemeye ehil değildir.
Yıl geçmiş olması şarttır. Çünkü Peygamber (s.a.) Darekutnî'nin Enes b.
Malik'ten rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmuştur: "Üzerinden yıl
geçmeyen malda zekât yoktur." Nisab şarttır. Çünkü Peygamber (s.a.), Ebû
Davud'un Ali'den rivayet ettiği hadisinde: "200 dirhemden az malda zekât
yoktur. 20 dinardan az malda zekât yoktur" buyurmuşlardır. Nisab mikdarı,
yıl sonu itibariyledir. Çünkü ulemanın ittifakıyla kâr asıl hükmündedir, onda
da zekat vardır.
Sahih
olan görüş, adı geçen sahabe topluluğundan naklolunan görüştür. Zekâtı verilen
şey, kenz değildir. Ancak zekâtı verilmeyen şey kenzdir. Ali (r.a.)'dan
naklolunan: "Dört bin ve azı nafakadır, daha çoğu -zekâtı verilse
de-kenzdir" rivayeti, doğru olamaz. Çünkü bu garib bir haberdir.
Ebû
Zer'den naklolunan: "Kenz: İhtiyaçtan fazla olan şeydir" sözü, kendine
has bir görüştür. Bu, çok ihtiyaç bulunduğu, hazinede muhtaçlara yetecek ölçüde
para bulunmadığı zamanda olabilir. Zinet eşyasının zekâtına gelince, cumhur
bunu gerekli görmemiştir. Çünkü onda nema maksadı yoktur. Ama kenz maksadı
olmaması ve insanlar arasında bilinen miktarı -Şafiî'nin zikrettiği gibi bu
miktar 1 kg. kadar olan miktardır- aşmaması gibi şartları vardır. Ebû Hanife ve
arkadaşlarıyla Sevrî ve Evzaî ise, altın ve gümüşte zekâtın vacip olduğunu
ifade eden lâfızların geneliyle amel ederek -süs eşyası olup olmamasına
bakmadan- zekâtı vacip görürler. Razî: Bizce de en sahih olan ve ayetin
zahirine uygun düşen görüş de budur, der.
Üçüncü
hüküm, yani istifçinin acıklı bir azabla azab edilmesi ise Müslim'in rivayet
ettiği hadiste Peygamber(s.a) bunu: "İstifçileri, sırtlarına vurulacak ve
böğürlerinden çıkacak bir dağ (demir aletle cildi dağlama) ve enselerinden
girip alınlarından çıkacak bir dağ ile müjdele" buyurarak azabla açıklamıştır.
Sonra
ayet, istifçilik yapıp da Allah yolunda harcamama konusunda tehdit etmektedir.
Allah yolunda harcamamak, örfen çok olduğu için, tehdit özellikle ona yöneltilmiştir.
Fakat sahih olan, istifçilik niteliğinin çok olmasıdır. Anlaşıldığı gibi,
istifçilik sıfatı taşıyan mal, zekâtı verilmeyen maldır. Malının zekâtını
veren kimse, istifçi sayılmaz. Maliki mezhebinde istifçilik yapmayan, fakat
Allah yolunda vacib olan infakta bulunmayan kimse istifçi sayılır. Allah yolunda
harcamak için hazırlandığı takdirde, ihtiyaçtan fazlası istifçilik değildir.
"O
gün bunlar, üzerlerinde yakılacak cehennem ateşinin içinde kızdırılacak"
sözüyle, müslüman ve kâfir istifçinin, malın özelliğini, yani Allah yolunda
harcamayı yerine getirmemesi sebebiyle kötü cezaya maruz kalacağını haber
vermektedir. Eğer istifçilik yapan kâfir olursa, bu onun cezalarından birisi
olur. Eğer mümin olursa, affedilmediği takdirde -affedilmesi mümkündür- bu, ona
ceza olarak yeter.
Ayet
ve hadiste azab, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir. Bir halde mal, bir
yılan, bir halde ateşten levhalar, bir halde atılan taşlar şeklinde. Cisim bir
olduğu halde, sıfatları değişik. Malın benzetildiği çok zehirli yılan bir
cisim, mal başka bir cisim. Özellikle yılanın zikrolunması, insanların ikinci
düşmanı olmasındandır. Hadiste geçen Şüca' yılanı, yılan çeşitlerindendir ki,
kuyruğu üstüne dikilerek, binittekine ve yayaya atılıp sıçrayan, bazan
binittekine yetişen ve çöllerde olan erkek yılandır.
Dindar
kimse için evla olan -her ne kadar şeriatın zahirine göre men olunmasa da-
fazla mal toplamamasıdır. Çünkü bu, takvaya daha yakın olan yoldur. Zira mal
çoğaltmak, hırsa sebep olur. Hırs da, ruhu, nefsi ve kalbi yorar. Bunun kişiye
zararı da çoktur. Mal kazanmak, çok meşakkatlidir. Elde ettikten sonra onu
korumak ise, daha zordur. Çünkü mal çokluğu, mevki ve makam, azgınlık ve
taşkınlık doğurur. Nitekim Cenabı Hak, zekâtı malı noksanlaştırmak için farz
kıldı. Eğer onu çoğaltmak bir fazilet olsaydı, şeriat onu noksanlaştırmak
istemezdi. Sağ elin (veren elin) hayırlı olması da bu manayadır. Çünkü o, malı
noksanlaştınr.
[115]
36- Gerçekten ayların sayısı, Allah yanında, ta
gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre, on ikidir. Onlardan dördü
haram olanlardır. İşte en doğru din budur. O halde bu aylarda nefislerinize
zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa siz
de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, sakınanlarla beraberdir.
37-
Geciktirmek ancak küfürde bir artmadır. Kâfirler onunla saptırılır. Onlar
bunu, bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram saydığına
sayıca uysunlar da, Allah'ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar. Bu suretle
de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah
kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.
"Gerçekten
ayların sayısı" Yani yılı oluşturan ayların sayısı "...on
ikidir."
"Onlardan
dördü haram olanlardır." Bunlar da Zülka'de, Zülhicce, Muharrem ve
Receb'dir. Hurum kelimesi saygı göstermek manasmdaki hürmet kökünden haram
kelimesinin çoğuludur.
"İşte
en doğru din budur." En doğru ve üzerinde tartışma olmayan hesap budur.
"Bu
aylarda" bu haram aylarda... "nefislerinize zulmetmeyin." Bu
haram aylarda günahlar işleyerek nefislerinize zulmetmeyin. Çünkü o aylarda
işlenen günahlar, en büyük günahlardır.
"Geciktirmek"
Bir ayın haramlığım diğerine aktarmak. Nitekim Araplar cahiliyye döneminde
savaş halindelerken, Muharrem'in haramlığım Safer'e erteliyorlardı,
"ancak küfürde bir artmadır": Allah'ın hükmünü inkârda artmadır.
"Allah'ın
haram saydığına" Güya dörtten ne fazla, ne de eksik yapıyorlar.
Fakat
hangi ayı haram, hangi ayı helâl kıldıklarına bakmıyorlar "sayıca uysunlar
diye": Bir ayı helâl kılıp onun yerine bir ayı haram kılmakla...
[116]
İbni
Cerir et-Taberî'nin Ebû Malik'ten tahric ettiğine göre, Araplar yılı on üç aya
bölüyorlardı. Muharremi Safer yapıyor, onda haram olan şeyleri helâl
sayıyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Geciktirmek, ancak küfürde bir
artmadır" ayetini indirdi.
[117]
Ayetler,
müşriklerin çirkin işlerini Allah'ın hükümlerini değiştirme gayretlerini dile
getiriyor. Bu, Allah'ın hükümlerini değiştiren yahudi ve Hristi-yanların
işlerinin aynısıdır. Allah yahudi ve Hristiyanlarm hükmüne -onlarla savaş ve
muameleye- değindikten sonra, müşriklerin hükümlerine değiniyor. Dolayısıyla
müşriklerle yahudiler ve Hristiyanlar arasında, savaş sebepleri ve savaşın
gerekliliği konusunda benzerlik vardır.
[118]
Cenab-ı
Hak, yılın aylarından haber vererek, bunların Allahü Teâlâ'nm ilminde,
hükmünde, yazgısında, ayın dönme nizamında, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı
gündenberi, bugünkü bilinen tarzdaki gibi oniki olduğunu bildiriyor. Aylarla,
kamerî aylar kasdedilmektedir. Kamerî aylarla hesap kolaydır. Bunda, ayın
görülmesine itimad olunur.
"Yazısına
göre" sözünden murad, O'nun yazısında, nizamında, dünya düzenindeki ilâhî
kanunlara uygun hükmünde, demektir. "Levh-i Mahfuzda" demek olduğu
da söylenmiştir.
"Gökleri
ve yeri yarattığı gündeki" sözüyle murad, göklerin ve yerin yaratılışının
tamamlandığı vakit, yaratma ve vâr etme günlerinden altı gündür.
"Onlardan
dördü haram..." Üçü birbiri peşisıra: Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, biri
de tek: Receb. Bu aylar kendilerine hürmet edilip saygı gösterilecek, diğer
aylardan daha ayrıcalıklı aylardır. Bu aylarda işlenen masiyete daha şiddetli
ceza, itaata daha büyük sevab vardır. Dilediği bazı zamanları ve yerleri üstün
kılmak Allah'ın hakkıdır.
Belde-i
haramı diğer yerlerden, cuma, arefe ve zilhiccenin onuncu gününü diğer
günlerden, ramazan ayını ve hac aylarını diğer aylardan üstün kılmıştır.
Nitekim Allahü Teâlâ: "Her kim o aylarında haccı (kendine) farz ederse,
artık kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah işlemek, kavga etmek
yoktur" (Bakara, 2/197) buyurur. Yine Cenab-ı Hak, bazı geceleri -Kadir
gecesi gibi- ve bazı şahısları -peygamberlikle- mümtaz kılmıştır.
Bu
dört ayda savaş, Hz. İbrahim ve İsmail'in diliyle haram kılındı. Araplar da bu
anlayış üzere devam ettiler. Sonra bunların haramlığı kaldırıldı. Ata el-Horasanî'den
şöyle dediği naklolunmuştur: Haram aylarda savaş helâl kılındı:
"Allah'tan ve Rasûlü'nden bir ültimatomdur" (Tevbe, 9/1).
Sünnet,
haram ayların haramlığını ve doğru zamanlarını açıklamıştır. İmam Ahmed ve
Buharî, tefsir bölümünde Ebû Bekre'den naklederler: Peygamber (s.a.) Veda
Haccı'nda bir konuşma yaparak şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun! Zaman,
Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri sürüp geliyor. Yıl on iki aydır.
Dördü haram aylardır. Üçü birbiri peşi sıra olmak üzere: Zülkade, Zülhicce ve
Muharrem, biri de Şabanla Cumade'1-ahir arasındaki Receb'dir. Yani aylar aslı
üzeredir. Hac Zülhicce'de yapılır, cahiliyyede olduğu gibi tehir etmek yoktur.
Veda haccı Zülhicce'ye uygun düşmüştü. Ebû Bekir'in ondan önceki haccı ise
Zülkade'de olmuştu.[119]
Sonra
Resulullah (s.a.) konuşmasına devam ederek: "Bugün hangi gündür?"
buyurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedik. Sustu. Ona isminden
başka bir isim verecek zannettik. "Yevmü'n-Nahr değil mi?" buyurdu.
Evet, dedik. "Bu, hangi aydır?" diye sordu. "Allah ve Rasûlü
daha iyi bilir" dedik. Sustu. Ona başka bir isim verecek sandık.
"Zülhicce değil mi?" buyurdu. Evet dedik. "Bu belde hangi
beldedir?" diye sordu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedik.
Sustu, ona başka bir isim verecek zannettik. "Bu belde değil mi buyurdu.
Evet, dedik. "Şüphesiz sizin kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da, bu gününüzün,
bu ayınızın ve bu şehrinizin mukaddesliği gibi mukaddestir" buyurdu.
"Rabbinize
kavuşacak, o da amellerinizden soracak. Sizi uyarıyorum, bundan sonra
birbirlerinin boyunlarını vuran sapıklar haline gelmeyin. Tebliğ ettim mi?
Burada bulunan, burada bulunmayana tebliğ etsin. Kendisine tebliğ edilen,
duyduklarından bazısını tebliğ edenden daha iyi anlayabilir, kavrayabilir..."
buyurdu.
Sonra
Allahü Teâlâ: "İşte en doğru din budur" buyurdu. Yani dört ayın haram
kılınması, dosdoğru dindir. İbrahim ve İsmail'in dinidir, içinde eğrilik bulunmayan
hükümdür. Dolayısıyla meselâ Muharrem'in haramlığını Safer'e nakletmek caiz
değildir. Nitekim cahiliye döneminde bazı ayları öne, bazılarını geriye
alıyorlardı.
Araplar
bu haram aylan mukaddes bilip, o aylarda savaşmadılar. Hatta bir adam
babasının, ya da kardeşinin katiline rastlasa, ona bir şey yapmıyordu. Bu
aylarda savaş yapılmadığı için, onlara Receb dendi. Nihayet tehir ve değişiklik
yapılmaya başlandı. Cahiliyye arapları, bu aylara hürmeti ihlâl etti.
"O
halde bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin", yani haram aylarda, onların
haramlığını helâl kılmakla nefislerinize zulmetmeyin. Çünkü onları büyük kılan
Allah'tır. Nesi' (cahiliyyede Muharrem ayının hürmetini Safer ayına erteleme
işi) yapmaktan, haccı bir aydan başka bir aya nakletmekten, dolayısıyla
Allah'ın hükmünü değiştirmekten sakının.
Bu
aylarda yapılanlara daha büyük sevap ve ceza verilmesi sebebiyle, bütün
masiyetlerden nehiy murad olunmaktadır: "Hac, bilinen aylardır. İşte kim o
aylarda (kendine) haccı farz ederse, artık hacda kadına yaklaşmak, kötü söz
söylemek, günah işlemek, kavga etmek yoktur" (Bakara, 2/197).
Bu
işler, her ne kadar bu ayların dışında da haram olsa da, Allahu Teâlâ bu
aylarda yapılmamasını -ayların şerefini ziyadeleştirmek için- pekiştirerek
ifade etmiştir.
Sonra
Allahü Teâlâ, müşriklerle savaş hükmünü her zamanki genel şekliyle
açıklayarak: "Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca
savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın" buyurdu. Bundan anlaşılıyor
ki, bütün aylarda, hatta haram aylarda bile müşriklerle savaş mubahtır. Nitekim
Ata el-Horasa-nî'nin daha önce geçen sözü de bunu açıklayıcı mahiyettedir:
Haram aylarda savaş helâl kılındı: "Allah'tan ve Rasûlünden bir
ültimatomdur" (Tevbe, 9/1).
Bu
ayet, müminlere haram ayda -kendilerinden bir kötülük ve çirkinlik görüldüğü
zaman- müşriklerle savaşa izin veriyor. Nitekim şu ayetler de bunu destekler:
"Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır" (Bakara,
2/194); "Onlar Mescid-i Haram yanında, orada sizinle savaşıncaya kadar,
siz de orada kendileriyle savaşmayın. Eğer sizinle savaşırlarsa, siz de onlarla
savaşın" (Bakara, 2/191).
Peygamber
(s.a.), Şevval ayında, Taifi kuşattı ve bu haram ay Zülkade girdikten bir gün
sonrasına kadar devam etti.
Bakara
sûresinin, haram aylarda savaşı haram kılan 194 ve 217'nci ayet-leriyle, Mâide
sûresinin ikinci ayeti, Bakara sûresinden iki yıl sonra nazil olduğu için,
Tevbe sûresi ayetleriyle mensuhtur.
Haram
aylarda, savaşın mubah olduğu görüşü şer'an itimat olunan görüştür.
"Bununla
beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa" sözü, daha öncesiyle
ilgisi olmayan munkatı cümle olup, yeni bir hüküm bildiren cümledir.
Müşriklerle savaşa teşvik etmektedir. O zaman mana şöyle olur: Sizinle savaştıkları
zaman, savaş için onlar nasıl toplanıp bir araya geliyorlarsa, siz de onlarla
savaştığınız zaman toplanıp bir araya gelin. Onlarla, onların yaptığı gibi
savaşın...
Sonra
Allahü Teâlâ yardımıyla, müminleri rahatlatmak üzere: "Bilin ki Allah,
sakınanlarla beraberdir" buyuruyor. Allahü Teâlâ emrine muhalefet etmekten
sakınan velî, muttaki kullarının yardımcısı ve destekçisidir. Yaptıkları savaş
ve benzeri işlerde, yardımıyla onların yanındadır.
Sonra
Allahü Teâlâ müşriklerin, savaşı ve büyük eleştiriyi hak edişlerinin sebebini,
Allah'ın şeriatında kendi fasid görüşleriyle hareket etmeleri, kendi
arzularıyla Allah'ın hükümlerini değiştirmeleri, Allah'ın haram kıldığını
helâl, helâl kıldığını haram kılmaları şeklinde açıklıyor. Bu, zamanla
oynamaları, şemsî yıla denk olması için kamerî yıla gün eklemek yoluna
başvurmaları, haram aylarda tehir yapmalarıdır. Çünkü, onlara savaşı terketmek
ve üst üste üç ay saldırılar yapmak zor geliyordu.
Kamerî
yılı tamamlama: Bu, şemsî yıla denk olması için, kamerî yıldaki noksanlığı tamamlamaktır.
Bunun için her üç yılda bir ay ilâve ediyorlardı. Çünkü kamerî yıl, şemsî
yıldan yaklaşık 11 gün noksan olur. Zira kamerî yıl 354 366/1000 gündür. Arabî
aylar mevsimden mevsime değişir. O yüzden noksanlığı her üç yılda bir ay ilâve
etmekle tamamlıyorlardı. Bu suretle yılı kame-rî-şemsî ve hac vaktini kendi
menfaatlarma ve ticaretlerine uygun belirli bir zamanda yapmış oluyorlardı. Hac
için geldikleri zaman, ticaret için de gelmiş oluyorlardı. Bazan vakit,
ticaretlerine uygun düşmüyor, bu suretle ticaret düzenleri bozuluyordu. Çünkü,
hac bazan kışın, bazan da yazın oluyor, dolayısıyla bu, araplara zor
geliyordu. Böylece, hac için belirli bir vakit seçip belirlediler. Diğer
milletlerle ticarî ilişkileri muntazam yapabilmek için kamerî yılı, şemsî yıl
gibi tesbit ettiler. Fakat diğer muamelelerinde ve Hz. İbrahim'le İsmail'den
gelen ibadetlerinde kamerî yıla göre hareket ettiler.
Kebs'i
[120],
şemsî yılı kullanan yahudilerden ve Hristiyanlardan öğrendiler. Şemsi yıl 365
1/4 gündür. Her dört senede bir, bu küsurattan bir gün oluşarak yıl 366 gün
olur. Her 120 senede tam bir ay artış getirir ve yıl 13 ay olur. Buna kebise
denir. Bugün bu, dört yılda bir şubat ayının sonuna bir gün eklenerek
uygulanıyor.
Ayları
ertelemek, bir ayın mukaddesliğini, mukaddeslik bulunmayan başka bir aya
ertelemektir. Bu, kamerî yıla göre, ibadet ve ticaret yapmanın onlara zor
gelmesindendi. Şöyle ki: Hacları bir defasında kışın, bir defasında yazın
oluyor, yaz haclarında ticarî kazançları az oluyordu. Bir de ardarda üç ay savaşmamak,
baskın yapmamak onlara zor geliyordu. Kamerî yılı bırakıp şemsî yılı aldılar.
Şemsî yılın kamerî yıldan fazlalığı sebebiyle, açıklandığı gibi, kebs yoluna
gittiler. Allah'ın haram kıldığı haram ayların sayısının dört olması için
-tabii bu gerçekte değil, ismen böyle- Muharrem ayının haramlığını safer ayına
aldılar. Haccı bir aydan başka bir aya naklettiler. Bir savaşta oldukları ve meselâ
Recep ayı da girdiği zaman, ona Ramazan adını, Ramazana da Recep adını veririz
derlerdi.
Bu
şundan ileri geliyordu: Ayın, aylık devri 29 gün 12 saat 44 dakika 2,8 saniye
idi. Bu suretle ay yılı, güneş yılından daha az oluyordu.
Bu
erteleme işini ilk yapan, Naim b. Sa'lebe el-Kinanî'dir.
Ondan
sonra bu işi, Kalmes denilen Kinaneli bir ihtiyar yapıyordu: O, Mi-na
günlerinde Hacıların toplandığı yerde: "Ben problemlerinizi çözerim"
dedi. "Doğrusun, o halde bizim için Muharrem'in kudsiyetini erteleyip,
Safer'i mukaddes kıl" dediler. O da, onlara Muharrem'i helâl, Safer'i
haram kıldı. Ertesi yıl o, aynı sözünü söyledi: "Biz, Safer'i haram
kıldık, Muharrem'i erteledik." Sonra, Muharrem ayından başkasını tehir
ediyorlardı. Bu suretle, bütün ayların hakikatlan değişiyordu. Nihayet,
bilinen haram ayların haramlığa tahsisini reddettiler. Sadece sayı ile
yetinerek, yılın dört ayını haram kıldılar.
Onun
için Allahü Teâlâ, onların kamerî aylardaki bu tasarrufunu ve oynamalarını
kötüleyerek: "Geciktirmek, ancak küfürde bir artmadır..." buyurdu.
Yani, bir ayın haramlığını diğerine tehir etmek, haram ve helâlin konumunu
değiştirmek onların şirk ve putperestlik temeli üzerine dayalı küfürlerini
artırma, İbrahim'in dinini kötü yorumlama suretiyle değiştirmedir. Çünkü her
ma-siyet işleyişinde kâfirin küfrü artar.
"Kâfirler,
onunla saptırılır." Yani, bu erteleme, kâfirleri, eskisinden daha fazla
sapıklığa düşürür. Ayetteki "saptırılır" anlamına gelen
"yudallu" kelimesi, dad harfinin kesriyle malum kalıpta okunursa,
mana şöyle olur: Allah onları sapıklığa düşürür de, onlar tehir olunan ayı bir
yıl helâl, bir yıl haram kılarlar.
"Allah'ın
haram kıldığına sayıca uysunlar..." Sayı itibariyle, dört haram aya
uysunlar diye.
"Allah'ın
haram kıldığını helâl kılmış olsunlar." Yani, bu uygunlukla, bu haram ayı
geciktirmek suretiyle, Allah'ın haram kıldığı savaşı helâl kılarlar.
"Bu
suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi."
Yani, şeytan onlara kötü amellerini güzel gösterdiği için onlar, kötü olanı
güzel ve bâtıl şüphelerini doğru zannettiler.
"Allah,
kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez." Yani, kötülükleri seçen sapık
kavmi hikmete, hayra, doğruya, şer"î hükümlerden hikmeti anlamaya muvaffak
buyurmaz. Onları rüsvay eder. Merhametli davranmaz. Çünkü dünya ve ahirette
saadeti sağlayan hidayet, iman ve salih amelin eserlerindendir. Nitekim Cenabı
Hak da şöyle buyurur: "İman edip de salih amel işleyenleri ise, Rableri
imanları sebebiyle hidayete erdirir" (Yunus, 10/9).
[121]
Bu
iki ayet şu hükümlere işaret etmektedir:
1- Allahü Teâlâ'nm ilminde, hükmünde, levh-i mahfuzda kamerî aylarında
sayısı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri 12'dir. Çünkü Allahü Teâlâ,
gökleri ve yeri ilahî konumuna ve üstün nizamına uygun olarak yarattığı zaman,
bu ayları da yarattı ve tertip ettiği sıra üzere isim verdi. Bunu, kitaplarıyla
peygamberlerine bildirdi. Hükmü, olduğu hal üzere bakidir. Müşriklerin, onların
isimlerini değiştirmesi, onun sırasını değiştirmez.
Bundan
amaç, Allahü Teâlâ'nm emrine uymak, cahiliyye insanlarının ayların isimlerini
sona veya öne almak ve hükümleri bu yaptıkları düzenlemeye göre yapmak
şeklindeki davranışlarını reddetmektir.
2-
Şeriatımız, oruç, hac gibi
ibadetlerde, şemsî, İbranî, Kıptî takvimlere göre değil, araplarm da bildiği
kamerî yıla göre -on iki aya ilâve yapılmaksızın-hareket edilmesini gerekli
görmektedir. Bunun delili, içinde dört tanesinin -Zülkade, Zülhicce, Muharrem,
Receb- haram olduğunu bildiren ayetidir. Çünkü haram aylar, kamerî aylardandır.
Resulullah
(s.a.), Receb'den bahsederken de: "O, Cemaziyelahir ile Şaban arasında
olan aydır" buyurmuştur. Şeriatımızın, kamerî yıl kullanılmasını va-cib
kıldığının bir delili de şu ayettir: "Güneşi ışık, ay'ı nur yapan,
yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller tayin eden
O'dur" (Yunus, 10/5). Ayetten de anlaşılacağı gibi Cenab-ı Hak, ayları ve
hesabı bilmek için aya menziller takdir etti. Bu da ancak, ayın dönüşünü esas
almakla olur.
Bir
başka delil de şu ayettir: "Sana yeni doğan ayları soruyorlar: De ki:
Onlar, insanlar için vakit ölçüleridir" (Bakara, 2/189). Bu, oruç, zekât,
hac, bayramlar, muameleler ve hükümlerde kamerî yıla itibar olunmasına işaret
eder.
3- İslâm, hak, doğru ve düzgün dindir. Çünkü Cenab-ı Hak: "İşte en
doğru din budur" buyuruyor. Ayette geçen "din-i kayyim" in doğru
hesap, tam sayı, kaza, hak manalarına geldiği de söylenmiştir.
4- Bütün yıl günah ve masiyet işlemekle nefse zulmün haram oluşu: İbni
Abbas'a göre: "O halde bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin" ayetindeki "bu aylarda" sözüyle,
yılın bütün ayları kasdolunmaktadır. Alimlerin çoğunluğuna göreyse, özellikle
haram aylar kasdolunmaktadır. Çünkü "Bu aylarda" ifadesi, böyle bir
anlama daha yakındır. Şu ayet de, bu aylardan maksadın, haram aylar olduğuna
işaret eder: "Artık hacda, kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah
işlemek, kavga etmek yoktur" (Bakara, 2/197). Bu, onun kudsiyetini yüceltmek,
üstünlüğünü pekiştirmektir. Şüphesiz bu günlerin dışında zulüm caiz değildir.
Bütün günlerde, bütün aylarda ve bütün yıllarda zulüm haramdır. Yüce Allah'ın
bir şeye dikkat çekmesi, saygınlığını artırmak içindir. Bu yüzden, o zaman
yapılan kötü davranışa ceza katlanarak verildiği gibi, iyi davranışa da sevabı
katlanarak verilir.
Denilmiştir
ki: Zulümden amaç, o aylarda savaşı mubah kılmaktır. Bu da Katâde, Ata
el-Horasanî, Zühri, Süfyanü's-Sevrî'nin dediği gibi, bütün aylarda, savaşın
mubah kılınmasıyla nesholunmuştur. Doğru ve güvenilir görüş de budur. Çünkü
Peygamber (s.a.), Hevazin'le Huneyn'de, Sakifle de Taifde savaşmış onları
Şevvalde ve Zülkade'nin başlarında kuşatma altına almıştır. Haram ayın
kudsiyetinin büyüklüğünden dolayı Şafiî, bir şahsı hata sonucu öldüren kimse
hakkında, diyetini ağır öder demiştir: Haram ayda, beled-i haramda zi-rahme
karşı işlenen insan öldürme ve yaralama suçlarında diyet ağır ödetilir. Evzaî
ise şöyle demiştir: Haram ayda öldürme fiilinin diyet -bize ulaştığına göre-
cezası sert verilir, haremde ise 1: 1/3 diyet ödettirilir.
Mâlik,
Ebû Hanife ve arkadaşları, İbni Ebî Leyla ise şöyle demişlerdir: Hıll
[122] de,
Harem de, haram ayda, haram olmayan ayda da aynıdır.
Kurtubî,
sahih olan da budur, der. Çünkü Peygamber (s.a.) diyetleri açıklamış, onlarda
haremde, haram ayda işlenen suçların diyetinin farklı olduğu konusunda bir şey
söylememiştir. Haram ve haram olmayan ayda, hata sonucu adam öldüren kimsenin
keffaretinin aynı olduğu hususunda icma vardır. Kıyas da, diyetin böyle
olmasıdır.
5- Haram ayların kudsiyetine tazim: Cenab-ı Hak dört ayı özellikle belirtmiş
ve şerefinden dolayı -her ne kadar her zaman yasaksa da- o aylarda zulümden
nehyederek: "Artık hacda kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah işlemek,
kavga etmek yoktur" (Bakara,
2/197) buyurmuştur. Bu, müfessirlerin pek çoğunun görüşüdür. Yani dört ayda,
nefislerinize zulmetmeyin. İbn Ab-bas'm ise şöyle dediği rivayet olunmuştur:
"Bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin" ayeti, "oniki ayda"
anlamına gelir.
6- Bütün müşriklerle savaş emri: İbnü'l-Arabî şöyle der: Onları her yönden
ve her durumda kuşatarak savaşın, demektir. Bu, savaşta gevşekliği, yumuşaklığı
yasaklamaktadır.[123] Bu,
onlarla savaşa aynısıyla muameleye, saf ve söz birliğine teşvik etmektir.
Bazı
bilginler ise şöyle der: Bu ayet, savaşın, farz-ı ayın olduğunu ifade eder. Bu,
daha sonra nesholundu ve savaş farz-ı kifâye kılındı.
Bu
görüş, hakikatten uzaktır. Çünkü Peygamber (s.a.) ümmetin hepsinin savaşa
gitmesini şart görmedi. Savaş kısa bir süre, farz-ı ayn olduktan sonra, farz-ı
kifaye olarak karar kıldı. Bu ayet, Kurtubî'nin dediği gibi, onlarla savaşa,
onlara karşı bir araya gelmeye, söz birliği etmeye teşviktir. Sonra Cenabı Hak,
ayeti şu sözle kayıtladı: "Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa,
siz de onlarla topluca savaşın." Öyleyse bize onlarla topluca savaşmak
farz kılınmıştır.
[124]
Bu
ayet, müşriklere karşı kapsamlı savaşa değil, müminlerin birleşmesini ve
müşriklerle savaşırken aynı cephede olunması gerektiğine işaret etmektedir.
Bu, müslümanları karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmaya, birbirlerinden ilgiyi
kesmemeye -nitekim müşrikler müslümanlarla savaşırlarken tek bir cephe olup
birbirleriyle yardımlaşma içindedirler- teşviktir.
7- Ertelemenin haram oluşu: Bir ayın mukaddesliğini ve vaktini başka bir
aya ertelemenin haram olması. Bu, gerçeklere terstir ve ilahî kanunlarla oynamak
demektir. İbadet vakitlerini değiştirir. Aynı zamanda o, müşriklerin küfrünü
artırmadır. Müşrikler öyle kimselerdir ki, yaratıcının varlığını inkâr ederek:
"Rahman neymiş?" (Furkan, 25/60) derler. Tekrar dirilmeyi inkâr
ederek: "Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek!" (Yâ-Sîn, 36/78) derler. Peygamberleri inkâr
ederek: "Bizden bir insana, ona mı tabi olacağız!" (Kamer, 54/24)
derler. Helâl ve haram kılmanın kendilerine ait olduğunu zanneder de kendi
istek ve arzularına uyarak, Allah'ın haram kıldıklarını helâl, helâl
kıldıklarını da haram kılarlar. Kâfirleri sapıklığa düşürürler, haram kılmada
sadece sayıyı korurlar. "Allah'ın haram kıldığına sayıca
uysunlar..." Bir ayı, yalnızca
haram aylar dört olsun diye helâl veya haram kabul ederler. Bütün bunları,
şeytanın kendilerine güzel göstermesi sonucu yaparlar.
Bu
ertelemeden amaç, iki dünyevî yarara yönelikti: Birincisi hac vaktini ticarî
kazançlarına elverişli bir zamana denk getirmekti. Hac vakti, bazan yaza,
bazan kışa geldiğinde ticarî kazançları aksıyordu. İkincisi de, kendi istek ve
arzularına, çıkarlarına uygun olarak savaşlar düzenlemekti.
Ertelemede
şemsî yıla rağbet ediyorlardı. Çünkü onlar kamerî yılı, kebise yoluyla şemsî
yıla uydurdular. Bu da bazı yıllan 13 ay yapmaya ve haccı kendine tahsis
edilen kamerî ayların dışına nakletmeye sebep oldu.
[125]
38-
Ey iman edenler! Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik savaşa
çıkın" dendiği zaman, yere çakılıp kaldınız? Ahirete karşılık dünya
hayatına mı razı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası, ahirete göre pek
azdır.
39-
Eğer siz elbirlik çıkmazsanız, Allah sizi çok acıklı bir azabla azablandırır.
Yerinize başka bir kavmi getirir. Siz ona hiçbir şeyle zarar veremezsiniz.
Allah, her şeye kadirdir.
40-
Eğer, siz yardım etmezseniz, Allah ona kafirler onu çıkardıkları zaman yardım
etmişti. O vakit o, ikinin ikincisi olan onlar mağaradayken-arkadaşı-na:
"Tasalanma! Allah, hiç şüphesiz, bizimle beraberdir" diyordu. Allah
onun üzerine sekinetini indirmiş, onu görmediğiniz ordularla desteklemiş,
kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan, ancak Allah'ın sözüdür. Allah,
mutlak galipdir, yegane hüküm sahibidir.
"Size
ne oldu ki.." Bu ayette geçen "mâ" edatı yadırgama, kınama, ya
da azarlama içindir.
"Ahirete
karşılık dünya hayatına mı razı oldunuz?" Burada "hazf yoluyla icaz
vardır. Ahiret saadetine karşılık, dünya saadetine mi razı oldunuz? demektir.
"Fakat
dünya hayatının faydası, ahirete göre pek azdır": "Dünya"
kelimesi yerine zamir de kullanılabilirdi. Ancak "dünya" kelimesinin
kullanılması, ahirete nisbetle dünyanın daha aşağı olduğunu göstermek içindir.
[126]
"Size
ne oldu ki: Elbirlik" çabuk ve gayretle "savaşa çıkın
dendiğinde" olduğunuz "yere çakılıp kaldınız." ağır davranıp
cihaddan yan çizdiniz, üşendiniz.
"Eğer
siz "ona peygamber(s.a)'e" yardım etmezseniz Allah ona, kâfirler onu
çıkardıkları zaman" onu çıkmaya zorladıkları, öldürmek, hapsetmek, nefyetmek
istedikleri zaman "yardım etmişti. O vakit ikinin ikincisinden
ibaretti." Diğeri de Ebû Bekir'di. Mana şöyle olur: Allah ona, o halde
yardım etti. Diğer hallerde de onu rezil rüsvay etmeyecek.
"O
zaman onlar mağarada": Sevr Dağı mağarasında "iken arkadaşına şöyle
diyordu": Hz. Peygamber, müşriklerin ayaklarmı görünce: "Onlardan
biri ayaklarının altına baksa, mutlaka bizi görür" diyen arkadaşına (Hz.
Ebu Bekir'e), şöyle diyordu... "Tasalanma!" Burada, hüzünlenmekten
sakındırmak, nefs mü-cahedesi ve onu teslim olmamaya alıştırmak amacı
güdülmektedir. "Allah bizimle beraberdir." Şüphesiz Allah yardım ve
desteğiyle bizim yanımızdadır.
"Allah
onun üzerine" Hz. Peygamber (s.a.)'e. "O" zamirinin Hz. Ebu Bekir'e
işaret ettiği de söylenmiştir, "sekinetini" kalbi tatmin edip huzurlu
kılacak şeyi "indirmiş görmediğiniz ordularla" mağarada ve savaş
yerlerinde "onu desteklemiş, kâfirlerin sözünü" şirk ve küfür
iddialarını "alçaltmıştı." yenik düşürmüştü.
"Yüce
olan" üstün ve galip olan "Allah'ın sözüdür." Allah'ın birliğini
gösteren tevhid kelimesidir.
[127]
İbni
Cerir, Mücahid'den tahric etmiştir: Mekke'nin fethi ve Huneyn gazasından sonra
meyvelerin olgunlaşıp güzelleştiği, gölgelerin arandığı bir zamanda Tebük
Gazvesine çıkılması emrolununca, bu, ashaba zor geldi. Bunun üzerine Cenab-ı
Hak: "Ey iman edenler! Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik savaşa
çıkın"denildiği zaman..." ayetini indirdi.
39.
ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak, İbni Ebî Hatim, Necde b. Nefi'den
rivayet ediyor. İbni Abbas'tan: "Eğer siz elbirlik çıkmazsanız..."
ayetini sordum. Şu cevabı verdi: Resulullah (s.a.) arap kabilelerini Tebük
gazasına çağırdı. Gevşek davranmaları üzerine, Allah bu ayeti indirdi. Onlara
yağmur yağdırmadı. Bu, onlar için azab oldu.
Özet
olarak söylersek, bu ayetlerin, Mekke'nin fethinden bir yıl sonra, hicrî
9'uncu yılda meydana gelen Tebük gazvesine peygamber tarafından yapılan çağrıya
gevşek davrananları azarlama mahiyetinde indiği hususunda herhangi bir ihtilaf
yoktur.
Araştırmacılar,
halkın Rumlarla cihad için düzenlenen Tebük gazvesine çıkmakta gevşek
davranmalarını şu sebeblere bağlarlar:
1- Kıtlık,
2- Mesafenin uzaklığı ve diğer gazalarda olduğu gibi, uzun bir hazırlık
yapılmasına duyulan ihtiyaç.
3- O dönemde, Medine'de mahsullerin olgunlaşmış olması.
4- Aşırı sıcaklar.
5- Rum ordusundan korku.[128]
Allahü
Teâlâ, müşrik, yahudi ve Hristiyan kâfirlerle savaş sebeplerini ve onlarla
savaşmanın faydalarını: "Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları
azablandırsın, onları rüsvay etsin. Size onlara karşı galibiyet versin"
(Tevbe, 9/14) şeklinde açıkladıktan sonra, burada da Şam Araplarından Hristiyan
Rumlar ve onlara uyanlarla Tebük'te savaşmayı gerektiren şeyleri zikrediyor.
Medine ile Şam arasındaki yolun ortasında bulunan Tebük, Medine'den 690 ve
Şam'dan 692 km. uzaklıktadır. Bu gaza, Hz. Peygamber (s.a.)'in Hu-neyn ve Taif
gazvelerinden dönüşünden sonra hicri 9. yılın Receb ayında meydana geldi.
Bu
ayetler, Hz. Peygamber (s.a.)'in Tebük gazvesine çağrıda bulunduğu, -ki kıtlık
ve yokluk vardı, hava çok sıcaktı, hurmaların toplanma zamanıydı-bunun halka
zor geldiği bir zamanda nazil oldu. Allahü Teâlâ, dünya saadeti ve güzelliği
için ahiret saadetini ve çok hayrı terketmenin -ki bu cahillik ve aptallıktır-
doğru olmayacağını açıkladı.
Buradan
sûrenin sonuna kadarki ayetler -son iki ayet müstesna- Tebük gazvesi ve onunla
ilgili olarak münafıklar ve imanı zayıf kimselerin durumunu açıklama,
müminlerin kalblerini ayrılık doğuran şeylerden temizleme hakkındadır. Ancak,
Kur'an'ın metodu gereği, arada birtakım hükümler ve hikmetler de
zikredilmiştir.
Gazanın
sebebi; Rum, Lahm ve Cüzam gibi Hristiyanlaşmış arap kabilelerinin 40.000
kişilik, büyük bir orduyla, Kubaz komutasında Medine'ye saldırmaya
hazırlanmasıydı.
Peygamber
(s.a.) müslümanları onlarla savaşa çağırdı; Hz. Osman, Şam'a bir ticaret
kafilesi hazırlamıştı. Resulullah (s.a.)'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! İşte
çu-luyla, semeriyle iki yüz deve ve ikiyüz okka gümüş" dedi. Resulullah
(s.a.) bunun üzerine: "Bu günden sonra kaybetmedi..." buyurdu.
Resulullah
(s.a.) savaşacak kimse bulamayınca, Medine'ye geri döndü. Çünkü Rumlar, savaş
düşüncesinden vazgeçip geri çekilmiş, sının terketmiş-ti. Fakat bu gazanın
araplar ve Rumlar nazarında, sanki Mekke'nin fethi gibi büyük bir manevî etkisi
oldu. Zamanın en etkili olaylarından biriydi ve düşmana oldukça tesir etti.
Araplar, Rumlarla savaş etme korkusundan kurtuldu.
İşte
Allahü Teâlâ Hz. Ebû Bekir ve Ömer zamanlarında müslümanlarm Şam'a gaza
düzenlemeleri için arapların ruhlarında derin bir iz bırakan bu gaza ile
hazırlık yaptırdı.
[129]
Ey
Allah'a ve peygamberine inananlar! Size ne oldu da, güvenilir peygamber:
"Sizinle savaşmak ve size hücum etmek için hazırlanan Rumlarla savaşmak,
Allah yolunda cihad etmek için çıkın" dediği zaman, cihada karşı gevşek
davrandınız? Sizi bundan alıkoyan sebep nedir? Ayette geçen: "Size ne
oldu?" sorusu yadırgama ve uyarma içindir.
"Allah
yolunda... çıkın" sözü, Allah yolunda cihada ve O'nun dinini yüceltmeye
çağırıldığınız zaman, buna uyun demektir. "Yere çakılıp kaldınız",
ağır davrandınız, tembellik ettiniz, rahata, meyvelerin güzelliğine ve
gölgeliklerde oturmaya eğilim duydunuz. Bu ise, Allah yolunda ve Rasûlüne itaat
uğrunda, mal ve can vermeye çağıran imanın şanından değildir: "Müminler,
ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir..." (Hucurat, 49/15).
Ahiret
saadeti ve nimeti yerine dünya hayatının lezzetlerine mi razı oldunuz? Eğer
siz böyle yaparsanız, az bir şey uğruna çok hayrı terketmiş sayılırsınız.
Dünyada üzüntü ve kederle tattığınız nimet, sürekli ahiret nimetiyle karşılaştırıldığı
zaman, önemsiz bir şeydir.
İmam
Ahmed, Müslim, Tirmizî, Benû Fihr'in erkek kardeşi Müstevrid'den şöyle rivayet
ederler: Resulullah (s.a.): "Ahirete göre dünya, sizden birinizin şu
parmağını denize koyması gibi bir şeydir. Onun ne kadar suyla geri döndüğüne
bir baksın" buyurdu ve şehadet parmağını gösterdi.
İbni
Ebi Hatim, Ebû Hureyre'den rivayet eder: Resulullah (s.a.)'in şöyle dediğini
duydum: "Şüphesiz Allah iyiliği iki bin iyilikle mükafatlandırır."
Daha sonra Resulullah (s.a.) şu ayeti okudu: "Dünya hayatının faydası,
ahirete göre pek azdır."
Ayet
ve hadis, dünyadan yüz çevirmeyi, ahirete yönelmeyi ifade ediyor.
Sonra
Allahü Teâlâ cihadı terkedenleri tehdit ederek: "Eğer siz elbirlik
çık-mazsanız..." buyuruyor. Yani, eğer sizi çağırdığı şeye, Peygamber
(s.a.) ile birlikte çıkmazsanız, sizi helak , kıtlık ve düşmana yenilgi gibi
şeylerle dünyada acıklı bir azabla azablandırır, sizin yerinize, peygamberine
yardım edecek, dinini ayakta tutacak bir kavim getirir. "Eğer yüz
çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir. Sonra da onlar sizin
gibi olmazlar" (Muhammed, 47/38). Yani Allah onları helak eder, onların
yerine onlardan daha hayırlı ve daha itaatli başka bir kavmi getirir. O, dinine
yardım konusunda, onlara muhtaç değildir, onların ağır davranmaları, bunda
hiçbir şekilde etkili olamaz. İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) bir
arap kabilesini savaşa davet etti. Onlar üşenip gevşek davrandılar. Bunun
üzerine Allah onlara yağmur yağdırmadı. Bu, onlar için azab oldu.
Cihaddan
yüz çevirmek, gevşek davranmakla, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz;
Çünkü O, kullarının üstünde kuvvet sahibidir. "O" zamirinin
peygambere gittiği de söylenmiştir. O zaman mana: "Peygambere zarar veremezsiniz"
olur. Çünkü Allah ona, insanların şerrinden koruyacağı ve yardım edeceği sözünü
vermiştir. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçekleşir: "Şüphesiz sen, vaadinden
dönmezsin" (Âl-i İmran, 3/194). "Allah vaadinden asla dönmez"
(Hac, 22/47). "Allah, her şeye kadirdir": Yani, siz olmadan da
düşmanlardan intikam almaya gücü yeter.
Sonra
Allahü Teâlâ, ikinci defa cihada ve peygamberine yardıma teşvik ederek:
"Eğer siz ona yardım etmezseniz..." buyuruyor. Yani eğer peygamberine
yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder, destekler. O, ona kâfidir. Onu korur.
Nitekim müşrikler, onu öldürmek, hapsetmek, yahut bulunduğu şehirden çıkarmak
istedikleri zaman, hicret yılında ona yardımı üstlendi. "Hani bir zaman o
kâfirler seni tutup bağlamaları, seni öldürmeleri, yahut seni çıkarmaları için
tuzak kuruyorlardı" (Enfal, 8/30).
O,
beraberinde samimi dostu ve arkadaşı Hz. Ebu Bekir(r.a) bulunduğu halde
onlardan korkarak çıktı. Peşinden kendilerini aramaya çıkanların geri dönmesi,
sonra da Medine'ye ulaşmak için üç gün Sevr mağarasına sığındılar. Ebû Bekir
(r.a.) müşrikleri görünce, Peygamber (s.a.)'e bir kötülük yapmalarından
korktu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) arkadaşına: "Korkma, hüzünlenme!
Şüphesiz Allah, bizimle beraberdir. Bizi yardımıyla destekler, bizi korur"
buyurdu.
Ahmed
ve Şeyhayn, Enes'den rivayet ederler: Bana Ebû Bekir anlatarak dedi ki:
Mağarada, Peygamber (s.a.)'le beraberdim. Müşriklerin izlerini gördüm. Ey
Allah'ın Rasûlü! Eğer onlardan biri ayağını kaldırsa, bizi görür dedim.
"Ey Ebû Bekir! Sen bizi iki mi zannediyorsun? Üçüncümüz Allah'tır"
buyurdu. Ahmed'in rivayetinde: "Onlardan biri aşağıya baksa, ayaklarının
altında bizi görür" şeklindedir.
"Allah
onun üzerine sekinetini indirmiştir." Yani ona -iki görüşten en meşhuruna
göre Peygamber (s.a.)'e- kalp huzurunu, destek ve yardımını indirdi. Diğer bir
görüşe göre, Hz. Ebu Bekir'e... İbni Abbas ve daha başkaları bu görüştedir.
Onlara göre, Resulullah (s.a.)'in sekineti zaten kaybolmadı. Ancak bu, o anki
duruma has bir sekinetin yeniden meydana çıkmasına ters değildir. Sekinet:
Kalbe verilen emniyettir. İbnü'l-Arabî, zamirin Ebû Bekir'e gitmesinin daha kuvvetli
olduğunu, çünkü Hz. Peygamber'e bir kötülük gelmesinden korkanın o olduğunu ve
Allah'ın, peygamberinin emniyette olduğunu bildirerek onu teskin ettiğini,
böylece korkusunun dağıldığını, kalbinin sakinleştiğini, emniyet bulduğunu
söyler. Razî de bu görüşü tercih eder. Çünkü zamirin zikrolunanlarm en yakınma
gitmesi gerekir. Bu ayetle, zamire en yakın zikrolunan da Ebû Bekir'dir. Çünkü
korku ve hüzün, Ebû Bekir için söz konusuydu. Peygamber için böyle bir şey
yoktu. Peygamber korksaydı: "Korkma, Allah bizimle beraber" demezdi.
"Göremediğiniz
ordularla desteklemiştir": Küfür ve şirkin tümünü mağlup, Allah'ın
kelimesini -lâ ilahe illallah, yahut İslamî daveti- galip kılmıştır.
Allah,
intikama muktedirdir. Kendisine sığınanla yarışılmaz. Sözlerinde ve işlerinde
hikmet sahibidir. Her şeyi yerli yerine koyar. Nitekim peygamberine yardım
etti, devleti yükseldi. Müşrikler hezimete uğradı, şirk devleti zelil oldu ve
Allah dinini bütün dinlere üstün kıldı. "O, peygamberini hidayet ve hak
din ile gönderendir. Çünkü onu bütün dinlere üstün kılacaktır. Müşrikler hoş
gör-mese bile" (Saff, 61/9).
İbni
Abbas şöyle demiştir: Ayette geçen "kâfirlerin sözü" ifadesi şirk,
"Allah'ın sözü" ifadesi de, lâ ilahe illallah demektir. Sahihayn'da
Ebû Musa el-Eş'arî'den şöyle rivayet olunur: Resulullah (s.a.)'e, birincisi
kahramanlık gösterisi için, ikincisi izzet-i nefsten dolayı ve üçüncüsü de
gösteriş için savaşan üç kimseden hangisi Allah yolunda savaşmış olur diye
sorulduğunda: "Allah'ın sözünün en yüksek olması için savaşan, Allah
yolunda savaşıyor" buyurdu.
[130]
Ayetler,
Mekke'nin fethinden bir yıl sonra, hicrî 9. yılda yapılan Tebük Gazvesine,
Resulullah (s.a.)'le birlikte katılmaktan geri duran insanları uyarmayı
içeriyor.
Birinci
ayet olan: "Allah yolunda elbirlik savaşa çıkın" ayeti, her halde
cihadın vacip olduğuna işaret eder. Bu, sadece işin yapılmasını gerektiren emir
değil, cezayı gerektiren, gevşek davranmayı kabul etmeyen bir emirdir. Çünkü
Allahü Teâlâ onların cihada karşı gevşek davranmalarını, hoş görülmeyen bir
şey kabul etmiştir. Eğer cihad vacip olmasaydı, bu gevşeklik hoş karşılanmayan
bir şey olarak görülmezdi. Ondan sonra gelen: "Eğer siz elbirlik çıkmazsanız..."
ayetinde, ağır bir tehdit, cihadı terkedene acıklı bir azapla korkutma var.
Bilindiği üzere azap veya ceza, vacibi terkeden için uygulanır. Dolayısıyla iki
ayet, Allah'ın sözünü yükseltmek için cihada, savaşmak için kâfirlere karşı
çıkmayı vacip kılıyor. Fakat, bu ikinci ayette ihtiyaç anında ve kâfirlerin
kuvvetlerinin arttığı bir zamanda cihada çıkmanın vacip olduğu murad
olunmaktadır, diyenler de olmuştur.
"Size
ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik savaşa çıkın" denildiği zaman
yere çakılıp kaldınız" sözü, her ne kadar bütün müminlere hitap ediyorsa
da, asıl olarak hitap onların bir kısınmadır. Ancak bütüne hitap edilip bir
kısmının kasdedilmesi, Kur'an'da ve Kur"an dışında meşhur bir mecaz
türüdür.
Sonra
bu ayetten anlaşılan, cihadın herkese farz olduğu keyfiyeti, cihadın farz-ı
kifaye olduğuna işaret eden şeylerle nesholunmuştur. Ebû Davud, İbni Abbas'tan
rivayet eder: "Eğer siz elbirlik çıkmazsanız, Allah sizi çok acıklı bir
azabla azablandırır" ayetiyle, Tevbe sûresinin 120-121'nci ayetlerini,
122. ayeti neshetmiştir. Dahhak, Hasan el-Basrî ve İkrime'nin görüşü de
böyledir.
Muhakkikler
ise, bu ayetin Resulullah (s.a.)'in cihad davetine katılmak istemeyenler
hakkında genel olduğunu ve bu takdirde nesh bulunmadığını söylemişlerdir.
"Eğer
siz elbirlik çıkmazsanız..." ayeti, yine Allah'ın müminlere, Peygamber
(s.a.) Tebük'ten döndükten sonraki uyarışıdır. Çünkü onun manası bildiğimiz
gibi, ona yardımı terkederseniz, Allah ona kefildir. Çünkü Allah ona uyanların
az olduğu yerlerde yardım etmiş ve düşmanına karşı galibiyetle ve izzetle üstün
kılmıştır, demektir.
"O
zaman arkadaşına: "Tasalanma! Allah hiç şüphesiz bizimle beraberdir"
diyordu" ayeti, en kötü şartta ve korkulu anda, Peygamber (s.a.)'e
arkadaşlık etmesi ve ölümle karşı karşıya olması, sadık müminlerden olduğunu
bildiği için Hz. Peygamber'in onu seçmesi -ki bu seçimin Allah'ın emriyle
olduğu anlaşılıyor-ve ona ikinin ikincisi denmesi, Allah'ın da Hz. Ebûbekir'i
Hz. Peygamber'in arkadaşı olarak vasıflandırması gibi sebeplerle, Hz. Ebu
Bekir'in faziletini açıklıyor.
Leys
b. Sa'd, diğer peygamberlere, Ebûbekir es-Sıddık gibisi arkadaşlık etmemiştir,
demiştir.
Süfyan
b. Uyeyne, bu ayetle Hz. Ebûbekir: "Eğer siz ona yardım etmezseniz"
ayetindeki itab'dan kurtuldu, demiştir.
"O
vakit ikinin ikincisi..." sözünde, Peygamber (s.a.)'den sonra Hz.
Ebûbe-kir"in halife olacağına işaret vardır. Çünkü halife ancak ikinci
olan olur. Hz. Peygamberden sonra Hz. Ebûbekir'in halife olacağına zahiren
işaret eden birçok sahih hadis vardır. İcma da bu yöndedir.
Buharî,
İbni Ömer'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.) zamanında insanlar
arasında tercih yapardık. Sırasıyla Ebûbekir'i, sonra Ömer'i, sonra Osman'ı
tercih ederdik.
Selef
imamlarının büyük çoğunluğu, Osman (r.a.)'ı Ali (r.a.)'a üstün tutardı.
"Eğer
siz ona yardım etmezseniz..." ayeti, aynı zamanda iki mucizeyi içine alır:
Birincisi, Allah'ın peygamberini meleklerden bir ordu ile
desteklemesi: "Ona görmediğiniz ordularla kuvvet vermiş..."
İkincisi, Allah'ın peygamberini mağaradayken müşriklerin
eziyetinden koruması: "O ikisi mağaradayken Allah ona yardım etti."
Hicret
kıssası ve mağara mucizesi kısaca şöyledir: Kureyş, müslümanların Medine'ye
gittiklerini görünce, bunun son derece tehlikeli bir şey olduğunu söylediler ve
Resulullah (s.a.)'i öldürmeye karar verdiler. Bütün gece, çıkınca öldürmek için
Hz. Peygamber'in evinin kapısı önünde gecelediler. Resulullah (s.a.) de Ali b.
Ebî Talib'e, yatağına yatıp uyumasını emretmiş
[131] ve
Kureyş'in kendisini görememeleri için Allah'a dua etmişti. Nitekim Allah
onların gözlerini perdeledi. Resulullah evinden çıktığı zaman, onları uyku
kaplamıştı. Başlarına toprak attı ve gitti. Sabah olduğunda, karşılarına Hz.
Ali çıktı. Onlara, evde kimsenin olmadığını söyledi. Resulullah (s.a.)'in
kendilerinden kaçıp kurtulduğunu anladılar.
Resulullah
(s.a.) Ebû Bekir es-Sıddık ile, hicret için buluştular. Abdullah b. Erkat'ı
-İbn Üraykıt da denir- kılavuz olarak aldılar. Kafir bir kimseydi, fakat
kendisine güveniyorlardı. Yol kılavuzuydu, Medine'ye giderken kılavuzluk
yapması için, onu kiraladılar.
Resulullah
(s.a.) Hz. Ebû Bekir'in Cumahoğullan'ndaki evinin arka kapısından çıktı, Sevr
dağındaki mağaraya doğru gittiler.
Ebû
Bekir, oğlu Abdullah'tan halkın kendileri için ne söylediklerini dinlemesini
ve kölesi Amir b. Füheyre'den de koyununu otlatmasını, ihtiyaçları olan şeyi
almasını ve gece kendilerine getirmesini emretti. Sonra gittiler, mağaraya
girdiler.
Ebû
Bekir'in kızı Esma onlara yemek ve Abdullah da haberler getiriyor, sonra Amir
b. Füheyre koyun sürüsünü getiriyor, onların izini kaybettiriyordu. Kureyş
peygamberi kaybedince, meşhur bir iz sürücü buldu. Bu adam iz sürerek mağaraya
kadar geldi ve izlerin burada kesildiğini söyledi. Fakat mağaranın ağzına
baktıklarında örümcek ağıyla kapanmış olduğunu gördüler
[132] Bu
manzara Peygamber (s.a.)'i öldürmelerine engel oldu. Nitekim onlar, örümcek
ağını görünce, mağarada hiç kimsenin bulunmadığına kesin olarak inanarak geri
döndüler. Peygamberi bulup geri getirene 100 deve ödül koydular. Haber ve
Süraka b. Malik b. Cu'şum'un bu husustaki kıssası da meşhurdur.
Ebu'd-Derda
ve Sevban (r.a.)'m hadisinden rivayet olunmuştur: Allahü Te-âlâ, bir güvercine
emretti, o da örümceğin kurduğu ağ üzerine yumurtladı ve yumurtası üzerinde
uyumaya başladı, kâfirler onu görünce mağaradan geri döndüler.
Buharî,
Hz. Aişe'den rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) ve Ebû Bekir ed-Deyl
oğullarından, usta bir kılavuz tuttular. Bu adam Kureyş kâfirlerinin dini üzereydi.
Binitlerini ona verdiler, onunla üç gece sonra Sevr mağarasında buluşmak üzere
sözleştiler. O, üç gece sonra, sabahleyin onlara binitlerini getirdi.
Ayrıldılar, onlarla beraber Amir b. Füheyre ve ed-Deyl'li kılavuz da ayrıldı.
Kılavuz o ikisini alıp sahil yolundan götürdü.
Mühelleb
der ki: Burada, fıkhî bir mesele var: Eğer vefa ve mürüvveti biliniyorsa,
müşriklere sır ve mal emanet olunabilir. Nitekim Peygamber (s.a.) Mekke'den
çıkarken sırrını ve iki deveyi bu müşriğe emanet etti. İbni Münzir: Buradan,
müslümanlann, kâfirleri ücretle yol kılavuzu tutmalarının caiz olduğu anlaşılıyor,
demiştir.
"Kâfirlerin
sözünü alçaltmıştı" sözünde, Allahü Teâlâ'nm Bedir Günü şirki mağlup,
rezil ve hakir kıldığına açıkça bir işaret vardır. "Allah'ın sözü",
"La ilahe illallah" sözüdür.
Ayet,
"Allah (mutlak) galibdir, yegane hüküm sahibidir" şeklinde bitiyor.
Burada Allah'ın üstün kudretine ve yüksek hikmetine işaret eden bir açıklama
vardır. Allah üstün ve galiptir, ancak doğru olanı yapar.
[133]
41"
Sizler ağırlıklı ve ağırlıksız olarak
elbirlik çıkın ve Allah yolunda mallam- nızla, canlarınızla cihad edin.
Eğer bi- lırsenız bu, sızın için çok hayırlıdır.
"Sizler
ağırlıklı ve ağırlıksız olarak" Kuvvetli zayıf, genç yaşlı, zorluk bolluk
halinde, zengin fakir... Sonra bu emir, Tevbe sûresinin 91'nci ayetiyle
zayıflar için hafifletildi: "Allah'a ve Rasulüne karşı samimi olmak
şartıyla, zayıflara, hastalara, harcayacak bir şey bulamayanlara bir günah
yoktur..." "çıkın": "Nefr", gerekli bir iş için bir
yere çıkmak manasınadır. Burada cihada teşvik ve davet amaçlanmaktadır.
Nesaî'nin Safvan b. Ümeyye'den rivayet ettiği hadisteki, Resulullah (s.a.)'in
sözü de bu kökten gelmektedir: "Size, cihad çağrısı yapıldığı zaman cihada
çıkın". Cihada çıkan topluluğa "nefir" denir.
[134]
İbni
Cerir, Hadramî'den rivayet ediyor: Bazı insanlar, hasta ya da yaşlı olduğunu,
onun için "günahkârım" demekle beraber, cihada gidemeyeceğini söylediği
zaman Allahü Teâlâ: "Sizler ağırlıklı ve ağırlıksız olarak cihada
çıkın..." ayetini indirdi.
İbni
Cerir, Ebû Talha'dan rivayet etmiştir: (Hıfâfen ve Sikâlen)in manası, genç ve
yaşlı, Allah hiç kimsenin özrünü dinlemez demektir. Sonra O (Ebû Talha), Şam'a
gitti, savaştı ve öldürüldü.
Mücahid'den
şöyle rivayet olunmuştur: Bazı insanlar, içimizde ağır hasta olan, muhtaç, mal
sahibi, iş sahibi olan var dediler. Bunun üzerine Cenabı Hak, bu ayeti indirdi.
Hiç kimseden -cihada gitme dışında- özür kabul etmedi: "Sizler cihada
çıkın" buyurdu.
Kısacası,
malı mülkü, işi olduğu için mazeret ileri süren kimseler hakkında indi. Allah
ne olursa olsun, onlardan cihada gitmelerinden başka bir şey kabul etmedi.
[135]
Allahü
Teâlâ, Tebük Gazvesi yılında Allah düşmanı Kitap Ehli'nden kâfir rumlarla savaş
için, genel cihadı emretti ve müminlere her halde -isteseler de istemeseler de,
zorda da bollukta da- onunla beraber çıkmalarını vacip kıldı. Yani
bolluk-darlık, sıhhat-hastalık, zenginlik-fakirlik, meşguliyet-boş hal,
yaş-hlık-gençlik, gayretlilik-gayretsizlik her ne hal olursa olsun cihada
çıkın, buyurdu.
"Mallarınızla,
canlarınızla cihad edin": Sizinle savaşan düşmanlarınızla savaşın. Bununla
mümkün olursa mal ve canla, ya da bunlardan herhangi biriyle cihada icabet
edilmesi isteniyor.
Kim
hem malı, hem de canıyla cihada muktedir olursa, bu ona vacip olur. Kimin de
sadece can, ya da sadece malla cihada gücü yeterse, ona bu vacip olur.
Size
emrolunan bu cihad, düşmana karşı çıkma, dünya ve ahirette sizin için daha
hayırlıdır. Nitekim Şeyhayn ve Nesai'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri
hadiste, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, kendi yolunda cihad
edene, eğer şehit olursa, onu cennete koymayı, yahut mücahidin sevabla veya
ganimetle beraber salimen geri dönmesini üzerine aldı."
"Eğer
bilirseniz", cihada çıkın ve gevşek davranmayın.
[136]
Ayet,
Tebük gazvesinde, genel seferberliğin ve cihadın vacip olduğuna işaret eder.
Fakat İbni Abbas ve diğerleri bu ayetin Tevbe sûresinin 91. ayetiyle nesh
olunduğu rivayet ederler.
Kurtubî
şöyle der: Sahih olan, onun mensuh olmamasıdır. Düşman herhangi bir İslâm
ülkesine üstün geldiği zaman, cihad farz-ı ayn olur. O zaman o yöre halkından
herkese; hafife ağıra, gence ihtiyara -kudreti nisbetinde- cihada çıkmak
vaciptir. Oğul, babasından izin almadan çıkar. Çıkmaya gücü yeten hiç kimse
geri duramaz. Düşmanı kovmaktan, o ülke halkı aciz kalırsa, istenen amacı
gerçekleştirmek için cihad, o ülke halkının komşularına, yakınlarına vacip
olur. Çünkü müslümanlar başkalarına karşı tek bir el gibidirler. Bunlar düşmanı
kovduklarında, diğerlerinden farz düşer.
Düşman
İslâm ülkesine yaklaşsa fakat girmese, yine müslümanların ona karşı çıkması
gerekir. Ta ki Allah'ın dini yükselsin, ülke korunsun, düşman rezil rüsvay
olsun.
Yine
her yıl bir kere müslüman olmaları ya da cizye vermeleri için düşmanlara karşı
gaza düzenlemek, devlet başkanının üzerine farzdır.[137]
Sahabe,
bu kesin ve genel ilâhî emri gerçekleştirmek için acele etti. Ebû Eyyub
el-Ensarî -biri müstesna bütün savaşlara katılmıştır- şöyle demiştir: Allahü
Teâlâ: "Sizler ağırlıklı ve ağırlıksız olarak elbirlik çıkın.."
buyurdu, ben de kendimi ağırlıklı, ya da ağırlıksız buluyorum.. Yani mutlaka
cihada çıkmam gerekir.
İbni
Cerir et-Taberî, Ebû Raşid el-Harranî'den rivayet eder: Birden, Hu-mus'da
sarrafların sandıklarından biri üzerine oturmuş vaziyette, Resulullah (s.a.)'in
süvarisi Mikdad b. Esved'e rastladım. Savaş etmek arzusuyla o sandığın
tahtalarını ayırmıştı. "Allah seni mazur kıldı" dedim. Bize Büûs
(yani Tev-be) sûresi geldi: "Sizler ağırlıklı ağırlıksız çıkın..."
dedi.
Yine
İbni Cerir, Safvan b. Amr'dan rivayet eder: Humus'ta valiydim. Kaşları düşmüş,
Dımeşkli bir ihtiyara rastladım. Hayvanı üzerinde savaşa gitmek istiyordu. Ey
amca, sen Allah nazarında özürlüsün, dedim. Kaşlarını kaldırdı ve:
"Yeğenim, Allah bizden herhalde savaşa çıkmamızı istedi. Bilesin ki, Allah
dilediği kimseyi buna mübtela kılar," dedi.
Güç
yettiğinde hem mal, hem de canla, yahut durum ve ihtiyaca göre birisiyle cihad
vaciptir. Müslümanlar mallarından hem kendileri için cihad hazırlığı -silah
hazırlamak gibi- yapıyorlar, hem de Hz. Osman (r.a.)'ın Tebük Gazvesinde
orduyu teçhiz etmesi gibi başkalarının cihada hazırlanmalarına yardımcı
oluyorlardı. İşte şu "cihada çıkın" ayeti gücü yeten herkesi
içermektedir. Çünkü gücü yetmemek, geri kalmak için bir özür sayılır.
Hazinenin
imkânı varsa, idareciler orduyu hazineden teçhiz ederler. Şu anda uygulanan
sistem de budur: Her yıl, savaş ve savunma harcamaları için bütçeden ödenekler
ayrılıyor, ihtiyaç duyulduğunda bütçeye ilâve yapılıyor.
Cihadın
büyük yararı vardır. O, iki güzel şeyden birini gerçekleştiriyor: Zafer ve
Allah yolunda şehitlik. Bunda da tarif edilemeyecek büyük hayır var. Gerek
dünyada Allah'ın dinini üstün, müslümanları aziz kılmak, gerekse ahi-rette
ebediyen cennette nimetlerinden yararlanmak şeklinde olsun. Bunu ancak
imanında samimi, kıyametin ve kıyamette sevap ve ıkabın hak ve doğru olduğuna
inanan mümin takdir eder.
Cihadla
ele geçen ahiret nimeti, cihada gitmeyenin sağlayacağı rahat ve nimetlerden
daha büyük ve daha hayırlıdır. Bunlar ancak düşünmekle anlaşılır. Onları
yalnızca ahirete inanan bilir. Onun için Allahü Teâlâ "eğer bilirseniz.."
buyuruyor.
[138]
42- Eğer yakın bir menfaat, orta bir yolculuk
olsaydı, elbette sana uyarlardı. Fakat meşakkat onlara uzak geldi. Onlar (siz
geri döndüğünüzde): "Eğer gücümüz yetseydi, herhalde biz de sizinle
beraber çıkardık" diye Allah'a yemin edeceklerdir. Bunlar kendilerini
helake sürüklerler. Şüphesiz Allah, onların yalancılar olduklarını biliyor.
43-
Allah seni affetsin, şu sadık olanlar sana belli oluncaya ve yalancıları
bi-linceye kadar, niçin onlara izin verdin?
44- Allah'a ve ahiret gününe iman edenler,
mallarıyla, canlarıyla cihad etme konusunda senden izin istemezler. Allah takva
sahiplerini hakkıyla bilendir.
45-
Ancak Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, kalbleri şüpheye düşüp de o
şüphelerinin içinde bocalayıp duran kimseler senden izin isterler.
"Fakat
meşakkat onlara uzak geldi": Meşakkat kelimesi uzun ve uzak mesafe için
istiare olmuştur.
"Allah
seni affetsin...": Hz. Peygamberin izin vermekteki hatasından kinayedir.
Çünkü affetmek, hatadan sonra olur.
"Niçin
onlara izin verdin?" Afla kinaye olunan şey için açıklamadır. Anlam şöyle
olur: Savaştan geri kalma konusunda, senden izin istedikleri zaman, onlara
niçin izin verdin? İzinde yavaş davransaydın ya.
[139]
"Eğer"
Cihada çıkmak için onları davet ettiğin şey "yakın bir menfaat" alması
kolay dünya malı, yahut dünya menfaatlarının arz olunduğu şey, ganimet "orta
bir yolculuk" zahmetsiz, meşakkatsiz, kolay bir yolculuk "olsaydı
elbette sana uyarlardı" seni takip ederlerdi.
[140]
İbni
Cerir et-Taberî, Amr b. Meymun el-Ezdî'den tahric etmiştir: Resulullah (s.a.)
yaptığı iki şeyde, herhangi bir şeyle emrolunmadı: Münafıklara izin vermesi ve
esirlerden fidye alması. Allahü Teâlâ Hz. Peygamberin münafıklara izin vermesi
üzerine şu ayeti indirdi: "Allah seni affetsin." Şu sadık olanlar
sana belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar niçin onlara izin
verdin?" Bu, aynı zamanda Katade'den de rivayet olunmuştur.
Bazı
alimler, Hz. Peygamber(s.a)'in evla olanı terkettiğini, Allahü Te-âlâ'nın da
affı uyarı şeklinde bir hitapla belirttiğini ve buna "nazikçe azarlama"
dendiğini söylemişlerdir. Resulullah (s.a.) onlara vahiy nazil olmadan izin
vermişti.
[141]
Allahü
Teâlâ, müminleri ısrarla Allah yolunda cihada teşvik ettikten ve ci-hadda ağır
davrananları: "Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik savaşa
çıkın" denildiği zaman, yere çakılıp kaldınız..." ayetiyle
azarladıktan sonra, onların ağır kalan kimseler olduklarını pekiştiriyor.
Bazılarının, bunca ceza ve cihad teşviğine rağmen, Tebük gazvesinden geri
kaldıklarını, fakat büyük çoğunluğun sürat ve gayretle cihad çağrısına evet
dediğini, çünkü onların şehitlik veya zafer gibi iki güzel şeyden birini
beklediklerini açıklıyor.
Bu
ayetler, Tebük Gazvesinden geri kalan münafıklar hakkında nazil oldu. Bunlar,
savaş konusunda müminlerle münafıklar arasındaki fark hakkında nazil olan ilk
ayetlerdir. Onun için daha önce de açıklandığı gibi, Tevbe sûresine Fadıha
-çünkü bu sûre, münafıkların hallerini açıklamaktadır- da denmiştir. İbni
Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) Tevbe sûresi nazil oluncaya kadar,
münafıkların işlerini ayrıntılı olarak bilmiyordu. Tebük Gazasından dönünce,
Cenab-ı Hak bir kısım insanların münafıklığını açıkladı.
[142]
Allahü
Teâlâ bu ayetlerde, mazeretleri olduğunu söyleyerek izin isteyip Tebük Gazasına
katılmayanları azarlayarak: "Eğer yakın bir menfaat ve orta yollu bir
yolculuk olsaydı, elbette sana uyarlardı..." buyurmuştur. Yani, kendilerini
davet ettiğin şey bir ganimet, yahut elde edilmesi kolay bir menfaat veya
kolay, yakın, zahmetsiz bir yolculuk olsaydı, mutlaka sana başvurur, gitmekte
acele ederlerdi. Fakat onlar, yolculuğun Şam gibi uzak bir mesafeye zorluklarla
dolu bir yolculuk ve savaşın da dönemin en kuvvetli gücü olan Rumlara karşı
olduğunu görünce rahatı, selameti, yazın o bunaltıcı sıcağında gölgelerde
gölge-lenmeyi tercih ettiler. Bu da gösteriyor ki, onlar faydacı, maddeci,
dünyaperest bir toplumdur. Nitekim Ebû Hureyre'den rivayet olunan müttefekun
aleyh bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Sizden biri
etli, yağlı bir kemik, yahut iki koyun tırnağı bulacağını bilse, gece
karanlığında bile olsa gelirdi." Yani bir kimse ufak maddî bir şey
verileceğini bilse, onun için secdeye kapanırdı.
Sonra
Allahü Teâlâ onların yapacakları bir şeyden haber vermektedir: "Allah'a
yemin edeceklerdir." Yani sen Tebük gazvesinden dönünce, yalan yere yemin
edeceklerdir. Nitekim şu ayetlerde de aynı şey dile getiriliyor: "Onlar
yanına döndüğünüzde size özür beyan edeceklerdir" (Tevbe, 9/94);
"Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin edecekler." (Tevbe,
9/96). Yani, bizim mazeretimiz olmasaydı, sizinle beraber elbette çıkardık,
diyecekler.
Kendilerini
yalancı yeminle, yahut yalan ve nifakla helak ediyorlar. Nitekim Peygamber
(s.a.), Hayseme b. Süleyman'ın rivayet ettiği hadisinde şöyle buyurmuşlardır:
"Yalan yere yapılan yemin, ülkeleri yokluk içinde bırakır."
Allah,
onların mazeretlerinde ve Allah'a yeminlerinde, "Gitmeye gücümüz yetseydi
elbette sizinle beraber giderdik" sözlerinde yalancı olduklarını, mazeretleri
olmadığını, bedenen kuvvetli, zengin kimseler olduklarını elbette biliyordu.
Katâde şöyle demiştir: Savaşa çıkabilirlerdi, fakat tembellik yapıp ci-haddan
yüz çevirdiler.
Sonra
Allahü Teâlâ, bu münafıklardan cihaddan geri kalan bir gruba izin verdiği için,
Peygamber (s.a.)'i ikaz ederek "Allah seni affetsin" buyuruyor. İzin
verdiğin için, Allah seni affetsin. Onlara niçin geri kalma izni verdin? İzin
verme hususunda yavaş davransan, hakikat sence anlaşılıncaya, doğru söyleyenler,
mazeret ileri sürüp yalan söyleyenler ortaya çıkıncaya kadar dursaydın ya.
Senden izin istediklerinde onlardan doğru söyleyenle yalan söyleyeni bilmen
için, onları bıraksaydm ya. Sen onlara, bu hususta izin vermesen de, onlar ısrarlıydılar.
Her ne kadar Allah onların gitmesini istemese, onların gitmesinde müslümanlar
için tehlike ve zarar bulunsa da.
Mücahid:
"Bu ayet, Resulullah (s.a.)'dan izin isteyin, size izin verse de, vermese
de oturun, diyen insanlar hakkında nazil oldu" demiştir.
Bunun
için Allahü Teâlâ, Allah'a ve peygamberine inanan hiç kimsenin savaştan geri
kalmak için peygamberden izin istemeyeceğini haber veriyor: "Allah'a ve
ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad etme konusunda senden
izin istemezler." Aksine, izin istemeden cihada koşarlar. Çünkü onlar
cihadın, cennete bir yol ve bir yaklaşma olduğuna inanırlar. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyurur: "Müminler, ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra
da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden
kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir" (Hu-curat;
49/15).
Cihad
konusunda, senden izin istemek, müminlerin âdeti değildir. Muhacir ve ensarın
ileri gelenleri şöyle diyordu: Cihad konusunda Peygamber (s.a.)'den izin
istemeyiz. Çünkü Rabbimiz bizi ona tekrar tekrar çağırdı. O halde izin
istemenin mânâsı ne?"
Allah
müttakileri bilir. Kendisinden korkup kızdığı şeylerden sakınan, razı
olduklarını yapanlardan haberdardır.
Müslim
ve İbni Mace'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri hadiste de Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur. "Kişinin amellerinin en hayırlısı, atını Allah yoluna
hazırlaması, bir savaş, ya da cihad çağrısı duyduğunda, şehit olmayı
arzulayarak, şehit olunacak yerlere gitmesidir..."
İman
ehli, cihaddan geri kalmak için senden izin istemez. Mazeretsiz cihada
katılmama hususunda senden izin isteyenler, ancak Allah'a ve ahirete inanmayan,
ahirette amellerine sevap ummayan, senin getirdiklerinin doğruluğundan şüphe
eden ve o şüpheleri içinde şaşkın halde olan sebatsız kimselerdir.
Rivayete
göre, bunların sayısı 39 erkekti.
[143]
Ayetler
şu hususlara işaret eder:
1- Yalancı iman, helaki getirir. Nitekim Peygamber (s.a.j Hayseme b. Süleyman'dan
nakledilen ve daha önce geçen hadiste: "Yalan yere yapılan yemin,
beldelere felâket getirir" buyurmuştur.
2- Cihad, nefsin isteklerine ve maddî menfaatlara meyletmesine, onları
baki, daimi ve sürekli olana tercih etmesine galip gelmek için, fedakârlık ve
iman ister.
3- Kur'an birçok bakımlardan mucizedir. Onlardan biri de, onun gaybten
haber vermesidir. Nitekim Cenabı Hak burada, onların yakında yemin edeceklerini
haber vermiştir. Bir şey haber verildiği gibi çıktığında, bu, gaybdan haber
verme ve mucize olur.
4- Yüce Allah'ın, Peygamberini Tebük gazvesinden geri kalan münafıklara
izin verdiği için azarlayıp kınayacağına affetmesi, ona büyük bir lütuf ve
değer vermesindendir. Bu af, Bedir esirlerinden fidye almayı kabul etmesinden
dolayı maruz kaldığı itabtan daha hafiftir: "Hiçbir peygambere,
yeryüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması yakışmaz"
(Enfal, 8/67).
Bazılarının,
bu ayeti delil göstererek Peygamberden iki şekilde günah sudur ettiğini
söylemeleri iddiasına gelince, onlar bunu şu şekilde açıklıyorlar: Birincisi,
aftan söz edilmesi. Af geçmiş bir günahdan dolayı olur. İkincisi Ce-nab-ı
Hakkın: "Niçin onlara izin verdin?" sözündeki sorunun, yadırgama sorusu
olması... Onların bu iddialarından birincisine şu şekilde cevap verilir: Biz,
"Allah seni affetti" sözünün geçmiş bir günahtan dolayı söylenmiş
olduğunu kabul etmiyoruz. Bu, Allahü Teâlâ'nın, Peygamberi'nin değerini çok
yüceltip büyüttüğüne delildir. İkincisine ise şu cevap verilir: Af olduktan
sonra yadırganması gereksizdir. "Niçin onlara izin verdin?" sözü,
daha iyi ve daha mükemmel olanı niçin terkettin, demektir. Özellikle bu olay
savaş ve dünya işleriyle ilgilidir. Bu gibi konularda peygamberin içtihadda
bulunması ittifakla caizdir. Onun bu hükmü de ictihad gereği olmuştur.
5- "Şu sadık olanlar sana belli oluncaya ve sen yalancıları
bilinceye kadar niçin onlara izin verdin?" sözü aceleden sakınmanın, ağır
ve yavaş davranmanın, olayların dış görünüşlerine aldırmayı bırakıp çok iyi
araştırma ve soruşturmanın gerekliliğine işaret eder.
6- Katâde: "Bu ayetten de dinlediğimiz gibi, Allah Hz. Peygamberi
itab etmiş, sonra ona Nur sûresinde ruhsat vermiştir: "Şüphesiz senden
izin isteyen kimseler Allah'a ve Rasûlüne iman edenlerdir" (Nur, 24/62).
7- Vaciplerden ve güzel adetlerden -misafire ikram, yardım edilmesi gerekene
yardım, iyilik etmek gibi- bir şeyi yapmak için izin istemek gerekmez. Al-lahü Teâlâ
şöyle buyurur: "Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak
bir sadaka vermeyi veya bir iyilik yapmayı, yahut insanların arasını düzeltmeyi
emredenler müstesna" (Nisa, 4/14).
8- Münafıklar, Allah'a, Peygamberine ve ahiret gününe inanmazlar. Onların
imansızlıkları sadece şek ve şüphe sebebiyledir. Bu da, imanında şek ve şüphe
olan kimselerin Allahü Teâlâ'ya inanmadıklarına işaret eder.
9- "Mallarıyla, canlarıyla cihad etme konusunda..." sözü, iki tür cihadın bulunduğuna işaret
ediyor: Malla cihad ve canla cihad. Malla cihad iki şekilde olur: Malı, savaş
için gerekli silahlanmaya ve maddî hazırlığa harcamak; malı mücahidlere, onlara
erzak ve malzemeyle yardıma harcamak. Canla cihadın da çeşitleri vardır: Bizzat
savaşmak, ki en üstünü de budur. Savaşa teşvik etmek: Düşmanın gizli yönlerini
ve zaaf noktalarını söylemek, savaş hileleri hakkında aydınlatmak. Savaşlarda,
müslümanları, en iyi ve en yararlısı konusunda uyandırmak. Nitekim Hubab b.
Münzir, Resulullah (s.a.) Bedir'e indiğinde ona sordu: "Ya Resulullah! Bu
sizin kendi görüşünüz mü, yoksa vahiy mi?" Resulullah (s.a.): "Kendi
görüşüm" buyurdu. Hubab: "Bence bir su başına in, düşman tarafındaki
kuyuları tahrip et" dedi. Resulullah (s.a.) de bunu uyguladı. Canla cihad
çeşitlerinden biri de, Allahü Teâlâ'nm cihadı farz kıldığını, cihad edenlere
çok sevap, cihaddan geri duranlara da ceza vereceğini açıklamaktır.
Canla
ve malla cihad mı, yoksa ilimle cihad mı daha faziletlidir? Hakikat şu ki,
ilimle cihad asıldır, canla yapılan cihad ise ikinci derecededir. Onun için
faziletli olma bakımından asıl, ikinci derecede olandan daha üstündür.
Genel
seferberlik çağrısı olduğunda, cihad herkesin üzerine farz olur. Böyle bir
durumda cihad, ilim öğrenmekten daha faziletlidir. Çünkü düşmanın zararı
müslü-manlara dokunduğunda bunun telafisi mümkün olmaz. İlmin telafisi ise
diğer hallerde de mümkündür. Çünkü ilim öğrenmek farz-ı ayın değil, farz-ı
kifayedir.
1-
Cassas, Âhkâmu'l-Kur'an, III/119.
Genel
seferberlik olmazsa, ilim öğrenmek gibi, cihad da farz-ı kifayedir. Ancak bu
halde, ilimle meşgul olmak, ilmin derecesi cihad derecesinden yüksek olduğu
için, cihaddan daha yüksek ve daha faziletlidir. Çünkü cihadda sebat etmek,
ilimde sebat etmekle mümkündür ve cihad, ilmin ikinci derecede bir bölümüdür ve
onun üzerine kurulur"
[144]
Ordu
komutanı fâsık, askerler de fâsık olsa, cihad caizdir. Nitekim Peygamber
(s.a.)'in ashabı, dört halifeden sonra fâsık emirlerin emrinde gaza yapıyorlardı.
Ebû Eyyub el-Ensarî, Yezid b. Ebî Süfyan'm emrinde gaza yaptı. Fâ-sıklar cihad
ettiği zaman, bu hususta onlara uyulur. Sonra cihad, emr-i bi'l-ma'ruf ve
nehy-i ani'l-münkerin bir çeşididir. Fâsık da olsa, bir kimse emr-i bil -ma'ruf
ve nehy-i ani'l-münker yapıyorsa, ona yardım etmek görevimizdir. Cihad da
böyledir.
[145]
46-
Eğer onlar çıkmak isteselerdi, elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat
Allah, onların bu sefere çıkmalarını çirkin gördü ve onları alıkoydu. Onlara:
"Oturun, oturanlarla beraber" denildi.
47-
Eğer içinizde onlar da çıksalardı, sizde şer ve fesat arttırmaktan başka bir
şey yapmazlar, aranıza muhakkak fitne sokmak isteyerek koşarlardı. İçinizde
onlara kulak verecekler de vardır. Allah o zalimleri çok iyi bilendir.
48-
Andolsun ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlar, sana karşı birtakım
işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi, onlar istemedikleri halde Allah'ın
emri açığa çıkıp üstün geldi.
"Eğer
onlar..." münafıklar seninle cihada çıkmak isteselerdi "elbette bunun
için bir hazırlık yaparlardı." Bunun için silah ve azık hazırlığı
yaparlardı.
"Fakat
Allah onların bu sefere çıkmalarını çirkin gördü" sözü "Eğer onlar
çıkmak isteselerdi" sözünün mefhumundan istidraktlr. Sanki şöyle denmek istenmiştir:
Çıkmadüar, ağır davrandılar. Çünkü Allah, çabuk davranmalarını istemedi
"ve onları alıkoydu." Onları tuttu, korkaklık ve tembellik içinde alıkoydu.
"Onlara oturun oturanlarla beraber, dedi." Bu, ya Allah'ın onların
kalb-lerine çıkma isteği vermemesini, ya şeytanın gitmemeyi emirle vesvese
vermesini göstermekte, ya birbirleriyle konuşmalarını anlatmakta, ya da
Peygamberin onlara iznini dile getirmektedir. "Oturanlar"
kelimesinin, mazereti olanları da olmayanları da göstermesi mümkündür. Her iki
durumda da yerme manası taşır.
"Fitne":
Dinde şüpheye düşürmek, düşmandan korkutmak..
"İçinizde,
onlara kulak verecekler de vardır." İçinizde münafıkların sözüne kulak
verip onları dinleyecek, yahut içinizde sizin sözlerinizi dinleyip onlara
nakledecek zayıf kimseler de var.
"Andolsun
ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlardı." Medine'ye geldiği ilk
zamanlarda da, yani Uhud'da da onlar senin işini ve arkadaşlarını dağıtmak
istemişlerdi. Nitekim Münafık Abdullah b. Übeyy ve yandaşları, Te-bük'ten geri
kaldıkları gibi, Resulullah (s.a.) ile birlikte Seniyyetü'l-Veda'nın
aşağısındaki Zûcidde'ye kadar çıktıktan sonra Uhud günü geri dönmüşlerdi.
"Senin
hakkında bir takım işler çevirmişlerdi." Senin için hileler, tuzaklar düşünmüşler,
dinini ve şe'nini boşa çıkarmak istemişlerdi.
"Nihayet
hak geldi." Gerçek yardım ve ilahî destek geldi.
"Allah'ın
emri açığa çıkıp üstün geldi." Allah'ın dini açığa çıktı, Şeriatı üstün
geldi.
[146]
Allahü
Teâlâ, münafıkların Tebük Gazasından geri kalmak için izin istemelerinin
herhangi bir mazerete dayanmadığını, onların zaten gitmeye niyetleri
olmadığını, nifaklarını gizlemek için izin istediklerini açıkladıktan sonra, burada
bunun delilini ortaya koyuyor. Onların, Resulullah (s.a.)'le çıkmalarının
yararlı olmayacağını, aksine bozgunculuk ve kötülük, koğuculukla müminlerin
birliğini dağıtmak, bazı imanı zayıf kimselerin, onların konuşmalarını dinleyip
sözlerini kabul etmeleri gibi üç ayrı fesada sebep olacağını açıklıyor.
İlk
ayet, onların mazeretlerini ve nifaklarını yüzlerine vuruyor. Diğer iki ayet,
Peygamberi ve müminleri, onların geri kalmaları üzerine maruz kalabilecekleri
üzüntüden teselli etmekte, Allah'ın onları niçin geri bıraktığını ve niçin
gitmelerini istemediğini açıklamakta, perdelerini, sırlarını açmakta, mazeretlerinin
geçersizliğini ortaya koymaktadır.
Kısacası
ayetler, münafıkların çirkinliklerini, tehlikelerini açıklamakta, müminleri
onların tuzaklarından sakındırmaktadır.
[147]
Seninle
beraber, savaşa çıkmak isteselerdi, elbette onun için silah, azık, binek gibi
şeylerle hazırlık yaparlardı. Buna boyun eğmek isteseler bile, Allah zararlı
olacağı için onların müminlerle birlikte gitmelerini istemedi. Kalblerin-de
korku, nefislerinde tembellik ve gevşeklik meydana getirerek onları alıkoydu.
Hz. Peygamber (s.a.) tarafından onlara: İşleri evlerde oturmak olan ihtiyarlar,
hastalar, çocuklar ve kadınlar gibi oturanlarla oturun, denildi. Onlar da
oturdular. Nitekim Cenab-ı Hak da bir başka ayetinde şöyle buyurur: "Onlar
geri duranlarla birlikte olmaya razı oldular" (Tevbe, 9/87).
Sonra
Allahü Teâlâ müminlerin kalblerine güven vermiş, onların çıkma-yışlarının
ordunun yararına olduğunu açıklamıştır. Çünkü bu münafıklar çıksaydı, sizin
kuvvetinizi hiçbir şekilde artırmazdı, aksine sizin düşüncenizi karıştırır,
hareket ve düzeninizi fesada uğratırlardı. Koğuculuk ve buğzla aranıza
girerler, birliğinizi dağıtırlar, ayrılık ve ihtilaf tohumlarını ekerler,
düşman korkusunu yayarlar, himmet ve gayretinizi kırarlardı.
Cenab-ı
Hak, içinizde aklı, imanı ve azmi zayıf, onların sözünü dinleyip tasdik
edecek, onlara itaat ederek, cihad işinde gevşek davranacak -her ne kadar onlar
bu hallerini ve müminlerle aralarında bir şer, büyük bir fesad olacağını
bil-meseler de- kimseler olduğunu bildiği için, onların cihada çıkmalarını
istemedi.
Allah,
iç ve dış hallerini tam manasıyla bilicidir. O, olmuşu, şimdi olanı ve daha
olmamış olanı bilir. Onları bütün amellerine göre cezalandırır.
Bunda,
onların çıkışlarının kötülük olup hayır olmadığına, zaaf olup kuvvet
olmadığına açık bir işaret vardır.
Sonra
Allahü Teâlâ onların geçmişteki rezil durumlarını zikretmiş ve Pey-gamberi'ni
(s.a.), onları terketmeye teşvik etmiştir. Allahü Teâlâ, münafıkların
tuzağından ve içlerindeki pisliklerinden bir başka çeşidini zikrederek:
"Andolsun ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlar, senin hakkında da
birtakım işler çevirmişlerdi" buyurmuştur. Yani, bundan önce de
müslümanlar arasında, Uhud Gazasında fitne çıkarmak istemişlerdi. Münafıkların
lideri durumundaki Abdullah b. Übeyy, ordunun üçte biriyle, Medine ile Uhud
arasında Şavt denilen yerde ayrıldığı zaman halka, Peygamber çocuklara ve ileri
görüş sahibi olmayan kimselere uydu, niye boşuna kendimizi öldürelim, demişti.
Nerdeyse, Selemeoğullan ve Hâriseoğulları da ona uyacaktı. Fakat, Allah onları
hakir ve zelil olmaktan korudu: "O zaman içinizden iki grup cesaretsizlik
göstermişti. Halbuki Allah, onların yardımcılarıydı. Müminler ancak Allah'a
güvenip dayanmalıdırlar" (Al-i İmran, 3/122). Onların müminlerle çıkması,
onlar için tehlikeli ve kötüydü.
Yine
onlar, peygambere hile ve tuzak kurmak istediler. Onun davasını boşa
çıkartmayı düşündüler. Fakat yardım ve destek geldi, Allah'ın dini üstün çıktı,
şeriatı yüceldi. Yahudiler sürüldü, Mekke'nin fethiyle şirk boşa çıktı ve onlar
istemese de İslâm yayıldı.
İbni
Kesir şöyle der: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiği zaman, araplar hep birden
ona hücum ettiler. Medine yahudileri ve münafıklar onunla savaş etti. Allah
Peygamberine, Bedir'de yardım edip dinini üstün kılınca, Abdullah b. Übeyy ve
arkadaşları görünüşte İslâm'a girdiler, sonra Allah'ın İslâm'ı ve müslümanları
her aziz kılışı, onları öfkelendirdi. Onun için Allahü Teâlâ: "Ni-hayet
istemedikleri halde hak geldi ve onlar istemedikleri halde, Allah'ın emri açığa
çıkıp üstün geldi" buyurdu.
[148]
Ayetler
aşağıdaki hükümlere işaret eder:
1- Münafıkların savaş hazırlığını terketmeleri -peygamber onların izin
verse de, vermese de- hazırlık yapmaya güçleri olduğu halde, cihada çıkmak istemediklerinin
açık bir delilidir.
2- Savaşa hazırlığı terkettikleri için, ayıplanmaları, vaktinden önce
savaşa hazırlık yapılması gerektiğine işaret eder. Bu, Cenab-ı Hakk'm:
"Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen
atlar hazırlayın" (Enfal, 8/60) ayeti gibidir.
3- Münafıkların müminlerle birlikte Tebük ve diğer gazvelere katılmaları
ve savaşa çıkmaları, hayırlı ve yararlı olmadı. Kötülük getirdi. Bozguncu oldular.
Hak, bu bozgunculuklarını üç noktada açıkladı: Düzen ve gayreti bozmak,
koğuculukla müslümanlarm birliğini dağıtmak, imanı, aklı, basireti zayıf bir
grup insanın onlara aldanıp sözlerini dinlemesi.
Sonra
Cenab-ı Hak, bunu başka ayetlerle pekiştirdi. "Eğer, Allah seni onlardan
bir grubun yanına döndürür de çıkmak için senden izin isterlerse de ki:
"Siz ebediyen benimle beraber çıkamazsınız ve benimle beraber hiçbir
düşmanla savaşmazsınız" (Tevbe, 9/83); "Geri bırakılanlar, ganimetler
almak için gittiğinizde diyecekler ki: "Bırakın bizi de, peşinizden
gelelim." Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. Sen de ki: "Sizler
bizim peşimizden gelemezsiniz" (Fetih, 48/15).
4- Onların gitmesini istememek; Allah'ın onların çıkmalarını istememesi.[149]
Çünkü onların gitmesi, fesada, müslümanları düşmandan korkutup savaşı
terketmeye teşvik, ihtilâfları ve anlaşmazlıkları körüklemek olurdu. Bu şekilde
çıkmak ise, masiyet ve küfürdür. Bu yüzden yüce Allah, onların çıkmasını
istemedi. Allah fesadı sevmez.
[150]
5- "Oturun oturanlarla beraber", sözünden maksat, onların
kötülenmesine ve onları, işleri evlerde oturmak olan kadınlar, çocuklar ve
acizler grubuna katma konusunda uyarı vardır.
6- Münafıkların, yahudilerin, müşriklerin ve daha başkalarının tuzakları
asla başarıya ulaşamayacak, Allah'ın dinini üstün kılma, şeriatını galip çıkarma
ve peygamberine yardım etmeyi isteyen üstün iradesi önünde hiçbir dünyevî
kuvvet duramayacaktır.
[151]
49- Onlardan bazıları da: "Bana izin ver,
beni fitneye düşürme" derler. İyi bilin ki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdi.
Muhakkak ki cehennem, o kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
50-
Eğer sana bir iyilik isabet ederse, bu onları fenalaştırır. Sana bir musibet
erişirse: "Biz daha önce tedbirimizi almışızdır" derler ve onlar
sevinçle dönüp giderler.
51-
De ki: "Allah'ın bizim için yazdığından başkası asla bize isabet etmez.
O, bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a güvenip dayanmalıdır.
52-
De ki: "Siz hakkımızda (zafer veya şehadet gibi) iki güzel şeyin birinden
başkasını mı gözetiyorsunuz? Halbuki biz, Allah'ın size ya kendi katından, yahut
bizim elimizde bir azab getireceğini bekliyoruz. Haydi siz gözetleyedu-run,
biz de sizinle beraber gözetenleriz.
"Allah'ın
bizim için yazdığından başkası, asla bize isabet etmez." Allahü Teâlâ'nın
müsbet ve olumlu olarak bize ait kıldığı şey, yani size karşı zafer, yahut
şehid olmak gibi şeylerden başkası bize isabet etmez. "Siz hakkımızda iki
güzel şeyin birinden başkasını mı gözetiyorsunuz?" Soru, azarlama içindir.
"Haydi
siz gözetleyedurun": Tehdit ve korkutmayı içeren bir emirdir.
[152]
"Onlardan
bazıları": savaşa gitmeyip oturmak için. "Bana izin ver beni fitneye
düşürme, derler." İzin vermemekle, beni fitneye, günaha düşürme. Ben,
senin iznin olmadan savaşa gitmekten geri durursam günahkâr olurum. Bunun:
"Beni helake atma. Eğer seninle birlikte çıkarsâm, malım, çoluk çocuğum
helak olur" manasına olduğu da söylenmiştir. "Bilin ki onlar zaten
fitneye düşmüşlerdir." Savaştan geri kalma fitnesine., "cehennem o
kâfirleri çepeçevre ku-şatacaktır." Yahut şimdi onları kuşatıyor. Sanki
onlar cehennemin ortasında-dırlar. Onlar içirpcehennemden kesinlikle kurtuluş
yoktur.
"Eğer
sana bir iyilik isabet ederse" sana bazı gazvelerde -yardım ve ganimet
gibi- bir iyilik dokunursa "bu onların fenasına gider. Sana bir musibet
erişirse" bir belâ ulaşırsa. "Biz daha önce tedbirimizi almışızdır,
derler" Bu musibet gelmeden önce, biz savaştan geri kalmakla ihtiyatlı
davranıp tedbirimizi aldık, derler.
"Allah'ın
bizim için yazdığından" Allah'ın bize isabet etmesini takdir ettiği
şeyden "başkası asla bize erişmez. O bizim mevlâmızdır". Yardımcımız
ve işlerimizi idare edendir...
[153]
Taberanî
ve Ebû Nuaym, İbni Abbas'dan rivayet etmişlerdir. Peygamber (s.a.) Tebük
Gazvesine çıkmak istediği zaman, Ced b. Kays'a: "Ey Ced, Bizanslılarla
mücahede hakkında ne dersin?" dedi. O: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben kadınlara
düşkün bir kimseyim. Bizans kadınlarını görünce dayanamam. Bana izin ver, beni
fitneye düşürme" dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Onlardan bazıları
da: "Bana izin ver, beni fitneye sokma" derler..." ayetini
indirdi.
İbni
Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, Cabir b. Abdillah'tan aynısını tahric etmişlerdir.
İbare şöyledir: Resulullah (s.a.), Ced b. Kays'a: "Ey Ced! Bizanslılarla
mücahedeye ne dersin?" buyurdu. Münafıkların önde gelenlerinden olan Ced:
"Bana izin verir misin, ya Resulullah! Ben kadınları seven bir adamım.
Eğer Bizans kadınlarını görürsem, fitneye düşeceğimden korkuyorum" dedi.
Resulullah (s.a.) de ondan yüz çevirerek: "Sana izin verdim" buyurdu.
Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Bu
ayet nazil olunca Peygamber (s.a.), Seleme oğullarına -Ced b. Kays onlardandır-:
"Ey Seleme oğullan! Efendiniz kim?" diye sordu. "Ced b.
Kays'tır, yalnız o cimri ve korkaktır" dediler. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.): "Cimrilikten, daha çirkin hangi kusur vardır? Bundan sonra
Efendiniz, genç Bişr b. Be-râ' b. Ma'rûr'dur" buyurdu.
İbni
Ebî Hatim, Cabir b. Abdillah'tan rivayet etmiştir: Cihada gitmeyip de Medine'de
kalan münafıklar, Peygamber (s.a.)'den kötü haberler veriyorlar: "Muhammed
ve arkadaşları, yolculuklarında yoruldular, helak oldular" diyorlardı.
Fakat onlara, bunların yalan söyledikleri, Peygamber ve ashabının afiyette
olduğu haberi ulaşınca, bu onları üzdü. Allah, bunun üzerine: "Eğer sana
bir iyilik isabet ederse, bu onların fenasına gider" ayetini indirdi.
[154]
Bundan
önceki ayetlerde olduğu gibi bu ayetlerde de, münafıkların çirkinlikleri
sayılmakta, onların tuzakları ve batınî pislikleri, müminlerin başına bir
musibet geldiği zaman sevinip bir iyiliğe kavuştukları zaman üzüldükleri açıklanmaktadır.
[155]
Münafıklardan
bazıları sana: Ey Muhammedi Savaştan geri kalıp oturmak hususunda bana izin
ver, seninle beraber çıkmakla beni günah ve helake sürükleme. Rum kadınlarına
tutulurum, derler. Onlar bu sözleri fazilete tutu-nuyormuş gibi ileri sürerler.
Bunlar boş ve ası/sız mazeret/er. Allah, onların bu davalarının yalan olduğunu
belirtiyor ve gerçeği açıklıyor: "Bilin ki onlar, zaten fitneye
düşmüşlerdi..." Onlar, bu sözleriyle gerçek dışı mazeretler uydurup
ci-haddan geri kaldıkları zaman, bizzat fitneye düştüler. Bu söz, günah ve
masi-yete düştüklerini belirtmektedir.
Şüphesiz,
cehennem ateşi onları kuşatır, ondan asla kurtulamazlar. Bu, hatalarının
çokluğundan dolayı, cehennemlik olmaları sebebiyle, onları şiddetli bir
tehdittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Hayır, kim kötülük işler ve
günahı dört yanını kuşatırsa, onlar cehennemliktirler. Orada ebedî
kalıcıdırlar" (Bakara, 2/81).
Sonra
Allahü Teâlâ, münafıkların tuzaklarından ve içlerinin pisliğinden bir başka
çeşidini zikrediyor, peygamberine onların düşmanlıklarını bildiriyor:
"Sana bir iyilik isabet ederse...", yani sana bazı gazvelerde -mesela
Bedir Günü gibi- fetih, yardım ve ganimet gibi bir iyilik gelirse, bu onları
üzer; ama sana bir felâket, kötülük ve bir savaşta mağlubiyet, geri çekilme
-Uhud savaşında olduğu gibi- durumu gelirse, biz gerekli uyanıklığı gösterdik,
ihtiyatlı davrandık, bundan önce ona uymaktan sakındık, savaştan geri kaldık,
helake maruz kalmadık. Çünkü biz bu yenilgiyi bekliyorduk, derler. Bu konuşma
yerinden, görüşleriyle iftihar ederek ve sonuçtan memnun kalarak ailelerine
dönerler. Allahü Teâlâ Peygamberine, onların bu tutumlarına karşı verdiği
cevabı bildiriyor: "Onlara şöyle de: Bize ancak, bizim için levh-i
mahfuzda yazılıp çizilen şeyler isabet eder. Biz O'nun dilemesi ve takdiri
altındayız. O, bizim yardımcımızdır, işlerimizi idare edendir. Biz O'nu
mevlâmız biliyoruz. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Bunun sebebi
şudur ki: Allah, iman edenlerin velisidir. Kâfirlerin velisi ise yoktur"
(Muhammed, 47/11).
Müminler
ancak Allah'a tevekkül ederler. Biz O'na tevekkül ediyoruz. O, bize yeter. O,
ne güzel vekildir. Müminlerin Allah'tan başkasına tevekkül etmemesi gerekir. O
halde gerekeni yapsınlar. Yine onlara düşen, zafer için gerekli maddî ve manevî
sebeblere sarılıp lüzumlu hazırlığı yapmak, başarısızlığa ve birliğin
dağılmasına neden olan her türlü çekişmeden sakınmak, ondan sonra işi Allah'a
havale etmektir.
Sonra
Allahü Teâlâ, müminlerin uğradığı belâlara münafıkların sevinmesi dolayısıyla
verilecek ikinci cevabı gösteriyor: "De ki: "Siz hakkımızda iki güzel
şeyin birinden başkasını mı gözetir durursunuz?..." Ey Muhammed onlara şöyle
de: Siz bize iki güzel akibetten başkasının gelmesini mi bekliyorsunuz: Zafer,
şehidlik ve büyük sevab. Biz yaşarsak, aziz şerefli müminler olarak yaşarız.
Ölürsek mükafatlandırılmış şehitler olarak yaşarız.
Bize
gelince, biz de sizin hakkınızda iki kötü akıbet bekliyoruz. Allah'ın, katından
size azab eriştirmesi gökten bir felaket (Ad ve Semud'a indiği gibi); yahut da
bizim ellerimizle, size azab etmesi (esirlik, küfür üzere öldürülmek, bize
sizinle savaş izni verilmesi). O halde bizim, hakkımızda zikrettiğimiz akıbetlerimizi
bekleyin. Biz, sizinle beraber akıbetimizi bekliyoruz. Elbette hepimiz
beklediğimizi göreceğiz. Bizim Rabbimizden delilimiz var, ama sizin yok. Siz,
ancak bizi sevindiren şeyleri göreceksiniz. Biz de ancak sizi üzen şeyleri
göreceğiz. Siz şeytanın vaadlerini, biz Allah'ın vaadlerini bekliyoruz.
[156]
Ayetler
aşağıdaki noktaları açıklığa kavuşturuyor:
1- Yalancı mazeretler, gaybları bilen, kalblerde gizli olan şeylerden
haberdar olan Allah'a gizli değildir. Hiç kimse, aklı ve zekâsıyla
hakikatlerin üzerini örttüğünü zannetmesin. Çünkü Allah, her şeyi ortaya
çıkarır. Fakat münafıklar, bu hakikati bilmeyen cahil, aldanmış kimselerdir.
2- Resulullah (s.a.)'le beraber Tebük Gazvesine gitmeyip geri kalan münafıklar,
günah ve masiyete düşmüşlerdir. Maani alimlerine göre: "Bilin ki onlar,
zaten fitneye düşmüşlerdi" sözü, Allah'ın herhangi bir maksatla
Allah"a isyan eden kimsenin maksadını geri çevirip, onun başına
getireceğine işaret eder. Nitekim Allah fitneye düşmemek için oturmayı tercih
edenlerin bizzat fitneye daldıklarını açıklamıştır.
3- Münafıklar cehennem odunudurlar. Oraya gelecekler. O, onları tam kuşatacak.
Kıyamet gününde onlardan hiçbiri onun ateşinden kurtulamayacak. Bunu Cenab-ı
Hak: "Muhakkak ki, cehennem, o kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır"
şeklinde ifade ediyor. Bu ifade onların, İslâm Devletinin kuvvetlenip yükselmesi
ve genişlemesi sebebiyle canlarından, mallarından ve çoluk çocuklarından çok
korktuklarını ifade ediyor. Aşırı cahillikle beraber aşırı korku, Razî'nin dediği
gibi
[157], ruhanî cezaların en
büyüğüdür.
4- Münafıkların kötü hallerinden bir başkası daha var: Müminlere bazı savaşlarda
-zafer yahut ganimet gibi- bir iyilik gelirse, buna üzülmeleri, müminlere bir
musibet, kötülük, istenmeyen bir şey geldiğinde sevinmeleri, sonra da meşhur,
biz tedbirimizi almıştık, uyanıktık, ihtiyatlıydık, demeleri, daha sonra da bu
konuşma yerlerinden evlerine sevinçle geri dönmeleri.
5- Bütün bunlara ilk kesin cevap şu oldu: İnsana bir hayır, şer, korku,
ümit, darlık ve bolluk, ancak Allah'ın takdiriyle gelir. Bunlar, Allah
tarafından bilinmektedir, Allah'ın kazasıyladır.
Ehl-i
Sünnet nazarında bu, Allah'ın kazasının bütün sonradan olanları içine
aldığına, Allah'ın kazasında değişikliğin imkânsız olduğuna delildir.
Ayetin
içeriği, peygamberimizin şu sözünü destekler: "Bir kimse Allah'ın kader
sırrını bilse, ona musibetler hafif gelir..."
6- Allah'a tevekkül; imanın aslından olan sebeplere tutunduktan sonra,
geri kalanını, O'na havale etmektir.
7- Münafıkların, müminlerin başına gelen musibetlere sevinmesine ikinci
cevap: Müminler iki güzel şeyden birini beklerler: Zafer ya da şehitlik. Münafıklar
ise iki kötü şeyden birini beklerler. Ya Âd ve Semud gibi geçmiş ümmetlerin azap
olunduğu şekilde dünyada umûmî bir helak tarzında ilahî azab ya da müminlerin
elleriyle katlolunmak vb. şeylerle azab...
[158]
53-
De ki: "İster isteyerek, ister istemeyerek harcayın, sizden kabul olunmayacaktır.
Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz.
54- Harcamalarının kabul edilmesine engel olan,
sadece onların Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmeleri, namaza üşe-ne üşene
gelmeleri ve harcamalarını istemeye istemeye yapmalarıdır.
55-
Onların ne malları, ne de çocukları seni imrendirsin. Allah bunlar yüzünden,
ancak kendilerini dünya hayatında azaba uğratmayı ve canlarının, onlar kafir
iken, güçlükle çıkmasını ister.
"Fısk",
azgınlık, kibirlenip haddi aşmak demektir.
[159]
İbni
Cerir et-Taberî, İbni Abbas'tan tahric etmiştir: Ced b. Kays: "Ben kadınları
gördüğüm zaman sabredemem, fitneye düşerim. Fakat sana malımla yardım
ederim" dedi. Bunun üzerine, onun hakkında: "İster isteyerek, ister
istemeyerek harcayın, sizden kabul olunmayacaktır" ayeti nazil oldu. Bu
ayet, Te-bük gazvesinden geri kalmak için Resulullah (s.a.)'e: "İşte
malım, sana yardım edeyim. Beni bırak" diyen Ced b. Kays hakkında nazil
oldu.
[160]
Allahü
Teâlâ münafıkların dünya ve ahirette azaba uğrayacaklarını açıkladıktan sonra,
onlar cihad yolunda mal harcamak gibi iyi şeylerden birini yapsalar bile, bunu
riya ve nifaklarını örtmek için yaptıklarından, ahirette ondan
yararlanamayacaklarını açıklamakla devam ettiriyor.
Onların
dünya ve ahirette azaba uğramalarına, hayat ve hayırdan uzak kalmalarına sebep
olan şey, mallarının çokluğudur. Çok mal, dünya ve ahirette onlar için azaptır.
43'den
59. ayete kadar bütün ayetler münafıklar hakkındadır. Sonra, zekâtın
verileceği yerleri açıklayan ayet gelir.
[161]
Ey
Peygamber! Münafıklara de ki: Allah yolunda ve daha başka hayır yollarında
isteyerek veya istemeyerek yaptığınız harcamalarınız asla kabul olunmayacaktır.
Çünkü siz Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ettiniz. Rasûlün getirdiği din ve ahirette
amellerinize ceza verileceği konularında hep şüphe içinde oldunuz. Siz imandan
çıkmış, isyankâr, fâsık kimselersiniz. Ameller imanla sahih olur ve:
"Allah ancak müttakilerden kabul eder" (Mâide, 5/27). Allahü Teâlâ'nın:
"Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz" sözü, onların harcamalarının
reddolun-masmın dünya ve ahirette kabul olunmasının sebebini
bildiriyor."İster isteyerek, ister istemeyerek" sözünün manası,
Allah'tan ve Rasûlünden gelen bir emirle olsun veya olmasın, ya da başınızdakilerin
baskısı olmaksızın itaatkâr olarak demektir. Münafıkların başındakiler, yarar
gördükleri için nifaka teşvik ediyorlardı.
Kabul
edilmeme, genel anlamda fısk olmasından dolayı değil, aksine fışkın küfür
mahiyeti taşımasından dolayıdır. Onun için Cenabı Hak: "Harcamalarının
kabul edilmesine engel olan..." ayetinde bunu açıklıyor. Yani infakları
kendilerinde şu üç sıfat toplandığı için kabul edilmez: Allah'ı ve Rasûlünü inkâr,
namazı üşene üşene kılmaları ve harcamalarını istemeye istemeye yapmaları.
Onlar Allah'ı, Rasûlünü ve onun Allah'tan getirdiğini inkâr ettiler. Halbuki
ameller ancak imanla sahih olur. Üşene üşene namaz kılıyorlar, çünkü onlar
namazlarıyla herhangi bir sevap umuyorlar. Nitekim Yüce Allah: "Gerçi bu
Allah'tan korkanlardan başkasına elbette zor gelir" (Bakara, 2/45)
buyuruyor.
Allah
yolunda cihad, ya da başka konularda onlar istemeye istemeye harcamada
bulunurlar. Çünkü onlar, itaat maksadıyla değil, görünüşü kurtarmak ve
nifaklarını örtmek için harcamada bulunurlar. İnfakı bir zarar sayarlar.
Halbuki Peygamber (s.a.) şöyle haber vermiştir: "Siz usanmadıkça Allah
usanmaz. Allah güzeldir, güzeli kabul eder. Onun için Allah bu münafıklardan
infak ve amel kabul etmez. O, müttakilerden kabul eder. Çünkü münafıkların
itaati, zoraki ve istemeyerektir."
Ey
peygamber ve ey bu sözlerimi duyan kişi! Onların malları, çoluk çocukları ve
Allah'ın verdiği diğer nimetleri seni imrendirmesin. Çünkü bunlar, kendileri
için meşakkat ve afet sebebidir.
Onların
dünya malları, onlar için bir işkence sebebidir. Onları toplamak için
yoruldukları gibi, korunması gibi şeyler için de çeşitli huzursuzluk ve tedirginliklere
katlanırlar. Sonra onları istemeyerek, cihad ve zekât olarak, Allah yolunda ve
müslümanları kuvvetlendirmek için harcarlar. Yine, çoluk çocukları, belki
savaşlarda ölür. Onlar buna çok üzülürler. Ahirette ise, salih ameli boşa
çıkaran küfürle öldükleri için, şiddetli bir şekilde azaplandırılırlar. Böylece
mal, çoluk çocuk, onlar için istidraç kabilinden olur. Sonuçta dünya ve ahireti
kaybederler. Bu, açıkça bir hüsrandır. Nimetlerle istidraç: Kişi masiyet üzere
kaldığı halde ona mallarla mühlet vermektir: "Onlara mühlet vermemiz,
ancak günahlarını arttırmaları içindir" (Âl-i İmran, 3/178).
Onlar,
aslında dünya menfaatlarmın kendileri için azap ve bela olduğunu bilmiyorlar.
Buradan anlaşılıyor ki nifak, dînî ve dünyevî bütün afetleri içine alan, dînî
ve dünyevî bütün iyilikleri yok eden tehlikeli bir hastalıktır.
Şu
ayetler de aynı konuyu açıklamaktadır: "Onlardan bir kısmına verdiğimiz
dünya malına iki gözünü dikme! Biz onları imtihan etmek için verdik. Rab-binin
verdiği rızık ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Tâ-Hâ, 20/131).
"Onlar kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla bizim hayırlarına acele
ettiğimizi mi sanıyorlar?" (Müminûn, 23/56).
[162]
Bu
iki ayette aşağıdaki şeylere işaret vardır:
1- Şüphesiz kâfir bir kimsenin, akrabayı gözetmek, muhtaca yardım etmek
gibi hayırlı işleri, ona, bir zararı yahut bir kötülüğü uzaklaştırmak şeklinde
fayda verir. Fakat, ahirette onların faydasını görmez, sevabını almaz. Nitekim
Müslim'in Aişe (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadis de, buna işaret eder:
"Ya Resulullah! İbn Ced'an, cahiliyye döneminde akrabayı görüp gözetir,
fakir fukarayı doyururdu. Bu ona fayda verecek mi?" dedim. "Hayır
fayda vermeyecek. Çünkü o bir gün bile, "Ya Rabbi kıyamet gününde hatamı
bağışla' demedi" buyurdu.
Ahmed
ve Müslim'in Enes'den rivayet ettiği hadiste, Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Allah, mümine hiçbir iyiliğinde haksızlık etmez. Onun karşılığı,
ona dünyada verilir. Ahirette de bundan dolayı mükâfatlandırılır. Kâfir ise,
dünyada Allah için yaptığı iyilikler sebebiyle yedirilir, ahirete vardığı zaman
ise mükafatlandırılacağı bir iyiliği olmaz."
Sahih
olan görüşe göre onun dünyada iyiliklerinden fayda görmesi de: "Biz de
burada dilediğimize, dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz" (İsra, 17/18)
ayetinde zikrolunan Allah'ın dilemesiyle kayıtlıdır.
Özet
olarak, Allah'ı inkâr halinde, iyi amellerden hiç biri, Allah katında makbul
değildir. "Kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyorsa onu görecektir"
(Zelzele, 99/7) ayetinden anlaşılıyor ki, kâfirin yaptığı hayır, cezasının
hafifletilmesinde tesirli olacaktır.
2- Münafıkların yaptığı görünüşte hayırlı ameller, iman ve gönül hoşlu-ğuyla
yapılmış değildir. Gerçekte, nifaklarını örtmek için ruhî bir zorlamayla
yapılmışlardır. Onlar namazı tembel olarak istemeye istemeye kılarlar. Allah
yolunda zekât ve cihad gibi bir harcamada bulundukları zaman, bunu Allah'ın
emrine itaat maksadıyla yapmazlar. Zahiri bir menfaat için yaparlar. Çünkü
onlar infakı zarar, infak etmemeyi kâr sayarlar. İş böyle olunca, bu şekilde
in-fak elbette makbul değildir. Buna sevap da verilmez.
3- Sahip olunan çoluk çocuk, ile kazanılan mal bazen münafıklar için bir
azabtır. Zira bunların kazanılması büyük yorgunluk ister. Korunması korku,
dolayısıyla ruhî bir sıkıntı, rahatsızlık, kaybetme ve zarar tehdidi getirir.
Kalb katılığına ve taşkınlığına, azgınlığa götürür. Nitekim Cenabı Hak şöyle
buyurur: "Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan müstağni gördü diye,
gerçekten azar..." (Alak, 96/6-7). Münafığın infakı, isteyerek değil,
istemeyerek olur. Dolayısıyla sarfettiklerinden dolayı rahatsız olurlar.
Çocuklar, bazan savaşlarda ölürler. Onların ölümü, onlara bazan gam ve
pişmanlık getirir. Bazan da çocuklar mümin olurlar. Münafık babalar, onlara
kinle yanar tutuşurlar. Hanzala b. Ebî Amir -ki kendisini melekler yıkamıştır-
Abdullah b. Abdillah b. Ubeyy -ki Bedir savaşına katılmış ve yüksek bir
dereceye ulaşmıştır-. Malları haramdan kazanırlarsa, ahirette azap görürler.
Çocuklar iman edip babalarının nifakından uzak kalırlarsa azabtan kurtulurlar.
[163]
56-
Onlar muhakkak, sizden (müminlerden) olduklarına dair Allah'a yemin ederler.
Halbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar korkan toplulukturlar.
57-
Eğer sığınacak bir yer, yahut mağaralar veya bir delik bulsalardı, yüzlerini
hızla o tarafa çevirirlerdi.
58- İçlerinden bazıları, sadakalar hususunda
seni ayıplarlar. Çünkü eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar.
Kendilerine pay verilmezse hemen kızarlar.
59-
Onlar, Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine verdiğine razı olup: "Bize Allah
yeter. Yakında bize kereminden Allah da verir, Rasûlü de. Biz ancak Allah'tan
umarız" deselerdi.
"Onlar
korkan toplulukturlar": Onlara da müşriklere yaptıklarınızı yapacağınızdan
korkarlar. Bu korkuyla da yemin ederler.
"Seni
ayıplarlar": "Hemz", gıyabında ayıplamak; "lemz";
yüzüne karşı ayıplamaktır. Aslında "lemz"; kaş, gözle işaret
etmektir. Zeccac ve Cevheri, "hemz" ve "lemz" aynı vezinde
ve aynı manadadırlar, aralarında hiçbir fark yoktur, demişlerdir.
[164]
Buharı
ve Nesaî, Ebû Said el-Hudrî (r.a.)'dan şöyle rivayet ederler: "Resulullah
(s.a.) sadakaları taksim ederken, Zu'1-Huvaysıra et-Temimî geldi ve: "Adil
ol, ya Resulullah!" dedi. Resulullah (s.a.) de "Yazık sana! Ben adil
olmazsam, kim adil olur?" buyurdu. Ömer b. Hattab da: "İzin ver onun
boynunu vurayım" dedi. Resulullah (s.a.): "Bırak onu. Çünkü onun öyle
arkadaşları var ki, sizden biri onların namazı yanında kendi namazını, onların
orucu yanında kendi orucunu hakir görür. Onlar öyle kimselerdir ki, ok hedefini
delip öbür tarafına geçtiği gibi, dinden öyle çıkarlar, hükümlerine
uymazlar" buyurdu. Bunun üzerine onlar hakkında: "Bazıları sadakalar
hususunda seni ayıplarlar...." ayeti nazil oldu.
İbni
Ebî Hatim de, Cabir'den aynısını tahric eder. İbni Cerir Davud b. Ebî Asım'ın
şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.)'e bir miktar sadaka getirildi. O
da şu şuraya, şu şuraya diye taksim etti, sadaka bitti. Bunu, ensardan bir adam
gördü ve: Bu taksim adaletli değil, dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Rivayetlerin
hepsi de, eleştirilerin münafık için olduğuna işaret eder.
[165]
Allahü
Teâlâ, münafıkların dünya ve ahiretlerinin zarar olduğunu -yalan yere izin
istemeleri bunlardandır- açıkladıktan sonra, burada da koşarak yalan yeminlere
yöneldiklerini, peygamberi eleştirmek için -onu sadakaları zenginlerden alıyor
diye eleştiriyor, sadaka verirken akrabasından ve sevdiklerinden dilediklerini
tercih ediyor, adaleti gözetmiyor diyorlardı- fırsat kolladıklarını açıklıyor.
[166]
Allahü
Teâlâ, münafıkların korku ve telaşlarından dolayı, Allah'a yemin ettiklerini,
biz de sizdeniz dediklerini, oysa aslında öyle olmadıklarını, şek ve nifak
içinde olduklarını, korktukları için yemin ettiklerini haber veriyor. Onlar
öldürülme korkusuyla yeminler ettiler, nifaklarını gizleyip mümin olduklarını
açıkladılar. Şu ayet de aynı manadadır: "Onlar müminlerle karşılaştıkları
zaman: "iman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla yalnız kaldıklarında:
"Muhakkak biz sizinle beraberiz. Ancak alay edicileriz" (Bakara,
2/14).
Onlar
korkularından sizden kaçmak ve uzak yaşamak istiyorlar. Sığınıp kendilerini
emniyette hissedebilecekleri bir sığınak bulsalar, oraya kaçarlar ve sizden
ayrılırlar.
Dağlarda
bir mağara, yahut yer altında kuyu, kanal gibi girilecek bir yer bulsalar,
bunlar kötü yerler de olsa, çok hızlı bir şekilde oralara giderler. Çünkü
onlar, sizinle, sevgi içinde isteyerek yaşamazlar. Onun için hep gam, keder ve
hüzün içindedirler. Çünkü İslâm ve müslümanlar ilerlemede, yücelmede, izzet ve
zaferde. Bütün bunlar, onları üzer.
Ey
Muhammedi Münafıklardan bazıları sadakalar -ganimetler-, yahut zenginlerden
sadaka alma -farz olan zekât malları- hususunda seni eleştirirler.
Eleştirenlerin, Peygamber (s.a.)'in İslâm'a ısındırmak için sadaka verdiği
mü-ellefe-i kulub olduğu söylendiği gibi, Haricîlerin lideri İbn Zi'1-Huvaysıra
olduğu da söylenmiştir. Nitekim o, Resulullah (s.a.)'in Huneyn ganimetlerini
taksim ettiği bir sırada gelmiş: "Adaletli ol ya Resulullah!"
demişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) da ona: "Yazıklar olsun sana. Ben
adil olmazsam, kim olur?!" demişti. Peygambere ta'n edenin münafıklardan
Ebû'l-Cevvad olduğu da söylenmiştir. Nitekim o, şöyle demişti:
"Arkadaşınızı görmüyor musunuz? Size vereceği sadakaları, adil olduğunu
zannederek, koyun çobanlarına dağıtıyor." Bunun üzerine Resulullah
(s.a.): "Hey be adam! Musa çoban değil miydi, Davud çoban değil
miydi?" dedi. Ebu'l-Cevvat gidince, Resulullah (s.a.): "Bu adamdan ve
arkadaşlarından sakının, çünkü onlar münafık" buyurdu.
Sonra
Allahü Teâlâ, onların hoşnutluklarının ve kızgınlıklarının din için değil,
kendileri için olduğunu belirtiyor. Çünkü Resulullah (s.a.), o günkü
Mek-kelilere çok ganimet vererek, kalplerini kazanmak istemiş, münafıklar da
bundan rahatsız olmuşlardı. Nitekim Cenab-ı Hak: "Eğer kendilerine
onlardan verilirse hoşnut olurlar. Kendilerine pay verilmezse hemen
kızarlar" buyuruyor. Yani onlara zekâttan, yahut ganimetlerden haksız da
olsa verilse, memnun olurlar. Kendilerine verilmezse, verilmeyi hak etmeseler
bile, sana kızgınlıkla gelirler. Onlar genelin yararına değil, kendileri ve
kendi menfaatları için kızarlar. Onların eleştirisi masumane değil, özel bir
amaç içindir.
Onlar
Hz. Peygamber(s.a.)'in kendilerine verdiği ganimetlerden hoşnut olsalar ve
nasiplerini alıp az da olsa memnun kalsalar, "Allah'ın fazlı ve lütfü bize
yeter, elimize geçen bize kafi, Allah bizi başka ganimetlerle rızıklandırır,
Resulullah (s.a.) bize bugün verdiğinden daha çoğunu verir, biz başkasından
değil, Allah'ın fazlından isteriz" deselerdi daha iyi olurdu.
Bu
ayet, büyük bir edebi de içine almaktadır. Şöyle ki: O, Allah ve Rasülü-nün
verdiğine razı olmayı, sadece Allah'a tevekkül etmeyi öğretiyor: "Biz
ancak Allah'tan umarız, deselerdi..."
Maksat,
Allah'ın nimetine, Peygamberin taksimine razı olmalarını öğretmektir. Çünkü
peygamber, adaletli davranır. İslâm'ın ve müslümanların yararına olanı yapar.
Mümine düşen Allah'ın kendisine taksim ettiğine razı olmak, ondan fazlasına
tame etmemektir.
[167]
Ayetlerden
aşağıdaki hükümler çıkarılır:
1- Münafıklar, yalan yere mümin oldukları konusunda yemin ederler:
"Münafıklar sana geldiklerinde dediler ki: "Biz şehadet ederiz ki,
muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün" (Münafikûn, 63/1).
2- Münafıklar, gerçekte müminlerle birlikte yaşamak istemeyen, huzursuz,
rahatsız ve şaşkın kimselerdir. Çünkü durumlarının açığa çıkıp öldürülmelerinden
korkarlar. Onun için kendilerini kurtarmak, en kötü yerlere bile -dağlardaki
mağaralar, yer altındaki gizli sığmaklar gibi- sığınmak isterler.
3- Münafıkların en kötü, en çirkin huylarından biri de, zenginlerden farz
olan zekâtı aldığı için Resulullah'ı tenkit etmeleri ve o istediği akrabasını
ve sevdiği kimseleri tercih ediyor demeleri; düşmanlardan alınan savaş ganimetleri
-Huneyn ganimetleri gibi ki, Resulullah(s.a) onlardan Mekke'n' Müellefe-i
Kuluba vererek, kalblerini ısındırmak istemişti. Münafıklar o yüzden, adaleti
gözetmiyor diye itham etmişlerdi- sebebiyle peygamberi eleştiriyorlardı.
4- Ayet şuna da işaret ediyor: Sadece dünyayı isteyenin işi nifaka döner.
Kim Allah'ın izin verdiği ölçüde dünyayı ister ve dünyayı dine vesile kılarsa,
onun tuttuğu bu yol, gerçek yoldur. Maddî işlerde aslolan sebeblere sarıldıktan
sonra, Allah'ın kaza ve kaderine razı olmaktır. Onun için Cenab-ı Hak şöyle
buyurur: "Onlar Allah'ın ve Rasulünün kendilerine verdiğine razı olup:
"Bize Allah yeter. Yakında bize kereminden Allah da verir, Rasûlü de. Biz
ancak Allah'tan umarız" deselerdi."
5- "Eğer onlar, Allah'ın ve rasulünün kendilerine verdiğine ya razı
olup..." ayeti, dört dereceyi içine alır:
Birincisi: Allah'ın ve Rasulünün kendilerine verdiğine rıza
göstermek. Çünkü Allahü Teâlâ hikmet sahibidir, abes şeylerden ve hatadan
münezzehtir. Dolayısıyla O'nun hükmü, hak ve sevaptır.
İkincisi: Razı olma eserlerinin dilde gösterilmesi. O da:
"Hasbünallah = Allah bize kafidir" sözüdür. Yani hükmüne ve kazasına
razı olmak.
Üçüncüsü: İnsan: "Hasbünallah" demezse, "yakında
bize kereminden Allah da verir, Rasûlü de" demesi.
Dördüncüsü: "Biz ancak Allah'tan umarız" demesi. Yani
imanı, dünya malı ve makamını kazanmak için istemeyiz, ancak ahiret saadetini
elde etmek için isteriz, demesi.
[168]
60-
Sadakalar Allah’tan bir farz oIarfk ancak fakirlere, yoksullara, onu toplamak
için tayin edilen memurlara, kalpleri aııştmımak istenenlere, kölelere, borçlulara,
Allah yolunda ve yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, Atam hüküm ve hikmet sahibidir.
"Allah
hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." "Alim ve
hakim" kelimeleri, mübalâğa ifade eden fail sigasındadırlar. İlmi geniş,
hikmeti yüksek, eşyayı yerli yerince koyan, demektir.
[169]
"Sadakalar"
-Farz olan zekâtlar- ancak şu sekiz sınıfa verilir. Ayetin zahiri mânâsı,
zekâtın bu sekiz sınıfın hakkı olduğuna, her sınıf ve her kesime verilmesi
gerektiğine, hakka ortak olmaları sebebiyle, aralarında eşitliğin gözetilmesi
gerektiğine işaret ediyor. Bu, Şafiî'nin görüşüdür. Hz. Ömer, Huzeyfe, İbni
Abbas ve diğer bazı sahabe ve tabiînin tek bir sınıfa verilmesini caiz
gördükleri rivayet olunmuştur. Üç imam da bu görüştedirler. Mânâ şöyle olur:
Zekât, başkalarına değil, bu sayılan kimselere verilir. Bundan anlaşılıyor ki,
geçen ayetteki ayıplama, zekâtların taksimi konusunda olup ganimetlerin
taksiminden dolayı bir ayıplama değildir.
"Fakirlere"
Fakir, ihtiyacını görecek, malı ve kazancı olmayan kimse demektir,
"yoksullara" [Yoksul kelimesiyle türkçeleştirdiğimiz]
"miskin" kelimesi, malı kazancı olan, fakat kendisine kâfi gelmeyen
kimse demektir. "Sükûn" yani oturmak kökünden türemiştir ve acizliğin,
hareketten alakoyduğu kimseyi ifade eder. Allahu Teâlâ'nın şu ayetinde de bu
manayadır: "O gemi, denizde çalışıp geçimlerini onunla sağlayan
yoksullarındı" (Kehf, 18/79). Resulullah (s.a.) de, meskenet (zaruret
hali) ister, fakirlikten Allah'a sığınırdı... Şöyle de denmiştir: Miskin, malı
olmayan, yoksul demektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Veya toprak
içinde kalmış bir yoksula yemek yedirmek..." (Beled, 90/16).
Mesele,
Şafiîlerle Hanefîler arasında ihtilaflıdır. Fakr ve meskenet, her zaman ve her
yerde, geçinmek için gerekli en alt sınırın aşağısındaki durumu ifade eder.
"...onu
toplamak için tayin edilen memurlara" Zekâtın toplanması için çalışan
vergi memurlarına, "kalpleri alıştırılmak istenenlere" Yeni müslüman
olmuş, İslâm'a karşı tutumları zayıf, onun için kalbleri alıştırılmak istenen,
yahut onlara vermekle veya onları gözetlemekle benzerlerinin müslüman olmaları
umulan birtakım ileri gelen kimselere. Nitekim Resulullah (s.a.), bunun için
Uyeyne b. Hısn, Ekra b. Haris ve Abbas b. Mirdâs'a vermiştir. Bunların müslüman
olmalarına sıcak bakılan, dostlukları istenen eşraf olduğunu söyleyenler de
olmuştur. Çünkü Resulullah onlara da verirdi. Sahih olan görüşe göre, bunlara,
özellikle ganimet mallarının beşte birinden verirdi.
Müellefe-i
Kulûb da, kâfirlerle ve zekât vermeyenlerle savaşa teşvik edilmek için, zekât
verilecek kimseler arasında sayıldı. Onlar da birkaç kısımdır: Ya müslüman
olmaları, ya kendilerini İslâm'da sabit kılmak, ya benzerlerinin müslüman
olması, ya da müslümanları savunmaları için zekât verilir. Şafiî'ye göre, bugün
İslâm kuvvetlenip aziz olduğu için, bu müellefe-i kulub kısımlarından birinci
ve sonuncu gruptakilere zekât verilmez. Diğer imamlara göre ise, bu iki
gruptakilere de verilir.
"...kölelere"
Azad olmak için sahibiyle belirli bir miktar para veya mal vermek üzere
anlaşma yapmış köleler. Bu, mükâteb (kendisiyle sözleşme yapılan) köleye
taksitlerini ödemek üzere, zekâttan ona vermek suretiyle olabileceği gibi,
köleler satın alıp onları azâd etmek -İmam Malik ve Ahmed bu görüştedir- ya da
esirlerin fidyesini vermek şeklinde de olabilir. Diğer bundan önceki
kelimelerde "li" harf-i cerri kullanılırken burada "fi"
harfi-i cerrinin kullanılması, sadece kölelerin değil, bu gruba dahil
olanların da zekâta hakkı olduğuna işaret eder.
"borçlulara"
Masiyet ve israf olmaksızın kendileri için borçlanmışlarsa ve borçlarını
ödeyememişlerse, ya da zengin de olsalar, başkalarının arasını düzeltmek için
borçlanmışlarsa.. Ebu Davud ve İbni Mace'nin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet
ettikleri hadiste Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sadaka beş kişiye
helâl olur: Allah yolunda savaşana, borçluya, malıyla zekât malını alabilecek
durumda olana, fakir olan komşusunun aldığı zekâttan kendisine hediye edilene,
zekât toplamakla görevlendirilene."
"Allah
yolunda olanlara" Zengin olsalar bile cihad yapanlara, yahut cihad
yararına -gönüllülere ve silah alımına harcama gibi- harcamak.
"veya
yolculara mahsustur." Yolculuğunda parasız kalmış olanlara.
"Allah'tan
bir farz olarak" Allahü Teâlâ, bunu farz kıldı, başka hiçbir kimsenin
görüş bildirme yetkisi yoktur.
[170]
Münafıkların,
Peygamber (s.a.)'i sadakalar konusunda eleştirmeleri üzerine, Allahu Teâlâ,
onlara, sadakaların bu sekiz sınıfa verileceğini açıklamıştır. Artık, hiç
kimsenin, sadakaları aldı diye Peygamber (s.a.)'i eleştirmeye hakkı yoktur.
Onlar itirazlarında hatalı, Peygamber ise yaptığında haklıdır.
Zekâtın
harcanması gereken yer konusunda hak ve âdil yolu açıklamak için ayetin gelmesi
zorunluydu. Ayet, zenginlere zulüm etmemektedir. Zenginlerin onu, bu hak
sahiplerinden başkasına verme yoluna gitmeleri doğru değildir. Nitekim ayet,
bu muhtaçlara verilmesini hatırlatmakta, bunca uyarıda bulunmakta; zenginleri
kendilerinden bir lütuf olarak değil, Allah'ın hakkı olarak mallarının zekâtını
vermeye teşvik etmekte, onların hırslarını ve mal sevgilerini kesmektedir.
Münafıklarla
ve tuzaklarıyla ilgili ayetler arasında bu ayetin zikrolunma-sı, onların zekâta
lâyık olmadıkları konusunda bir uyarıdır. Onların zekâttan pay istemelerini
engellemek ve bundan mahrum olduklarını bildirmek içindir.
[171]
Farz
olan zekât, ancak bu sekiz sınıfa verilir. Ayette geçen "ancak"
kelimesi, zekâtın başkalarına değil, sadece bu sekiz sınıfa verileceğini ifade
etmektedir.
"Sadakalar"
kelimesiyle, vacip olan zekâtların amaçlandığının delili, "Sadakat"
kelimesinin başındaki "el" takısının ahd-i zihni (zihnen bilinen)
için olması, zihnen bilinen şeyin de daha önceki: "Bazıları sadakalar
hususunda seni ayıplarlar" ayetinde işaret olunan vacip sadakalar
olmasıdır. Çünkü Allahu Teâlâ, bu sadakaların bu sınıfların hakkı olduğunu
ifade etmek için, mülkiyet ifade eden "li" harf-i cerrini
kullanmıştır. Onların hak sahibi olduğu şey de, ancak vacip olan zekâttır.
Nitekim Cenab-ı Hak, ayette vergi tahsildarlarına da verilebileceğini
zikretmektedir. Bunlar ise, mendup sadakaları değil, vacip olan sadakaları
toplamak için görevlendirilirler. Çünkü mendup sadakaların, bu sınıfların
dışındakilere verilmesi caizdir. Vacip zekât, para, altın, gümüş, deve, sığır,
koyun, ziraat ürünü ve ticaret mallarının zekâtıdır.
İmam
Şafiî: Fitre ve malların zekâtından vacip olan bütün sadakaların sekiz sınıfa
verilmesi vaciptir. Çünkü Allah ayette sadakaların hepsini, mülkiyet ifade eden
"için" anlamındaki "lâm" harfiyle onlara izafe etmiş ve bu
sekiz sınıfı, ortaklık ifade eden "ve" kelimesiyle birbirine
bağlamış, onların sadece bu sekiz sınıfa verileceğini ifade etmiştir. Çünkü
"ancak" kelimesi, sadece onlara verilmesini gerekli kılar. Şu halde,
ayet sadakaların hepsinin; ortaklaşa onların mülkü olduğuna işaret eder. Her
sınıftan üç şahıstan aşağısına verilmesi de caiz değildir. Çünkü çoğulun en
azı üçtür, der.
Diğer
üç imam ise, sadakaların tek bir sınıfa ve Ebu Hanife ile Malik'e göre her
sınıftan tek bir kişiye verilmesini caiz görürler. Çünkü ayet, sadece bu
sınıflar arasında muhayyerlik içindir. Delilleri, Allahu Teâlâ'nın şu sözüdür:
"Ve eğer onu gizler fakirlere verirseniz, işte bu sizin için daha
hayırlıdır" (Bakara, 2/271). Yine bir başka delilleri bir grup muhaddisin
Muaz b. Cebel'den rivayet ettiği şu hadistir: "Zenginlerinizden sadaka
alıp fakirlerinize vermekle em-rolündüm." Onlara göre ayet ve hadisle, tek
bir sınıf -fakirler- zikrolunmuştur.
Tek
bir şahsa verilebileceğinin caiz olduğuna delilleri ise ayetteki çoğul kelimelerin
başındaki "el" belirleme takısının cinsi ifade etmesidir. O zaman mânâ
şöyle olur: Sadaka cinsi, fakir cinsinedir. Fakir cinsi de, birle tahakkuk edeceğinden
bire verilebilir. Belirleme takısının bire yüklenmesi, hakikata yüklenmesi
mümkün olmadığı içindir. Çünkü hakikata hamlolunsa, bütün fakirleri ve sadakayı
her fakire vermeyi içine alır...
Altı
sınıfı -fakirler- yoksullar, vergi memurları, müellefe-i kulûb, borçlular,
yolcular zikrederken, mülkiyet ifade eden "li" harfi cerrinin
kullanılması, bu gruptakilerin mülk sahibi şahıslar olmasındandır. İki sınıfı
zikrederken -köleler ve Allah yolundakiler- "fi" harf-i cerrinin
kullanılmasına gelince, bunlarla şahısların amaçlanmasıdır. O kesim, yahut
vasıflar ve müslümalarm genel menfaatleri murad olunmaktadır. Daha önce
zikrolunanlardan daha köklü olarak kendilerine sadaka verilmesi hakkına sahip
olduklarını bildirmektedir...
Ayette
geçen sekiz sınıfı şu şekilde açıklayabiliriz:
1- Fakirler: Kendilerine
yetecek malı olmayan muhtaçlar, zengin olmayanlar.
2- Miskinler: Bir başka muhtaç
zümre.
Fakihler
bunlardan; fakirin mi, yoksa miskinin mi durumunun kötü olduğu konusunda
ihtilaf etmişlerdir. Şafiî ve Hanbelîlere göre fakirin durumu, miskinden daha
kötüdür. O, ihtiyacını giderecek hiç bir malı ve kazancı olmayan yoksuldur.
Miskin ise, ihtiyacından daha az mala sahip olan kimsedir. Ha-nefîlere ve
Malikîlere göre ise, miskin, fakirden daha kötü durumda olandır.
Zekât
konusunda böyle bir ihtilâfın faydası yoktur. İhtilâfın faydası; miskinlere
değil de fakirlere yahut fakirlere değil de miskinlere vasiyet konusunda ve bir
şeyi fakirlere, başka bir şeyi miskinlere vasiyet eden kimse hakkında görülür.
Şafiîler
ve Hanbelîler şu delilleri ileri sürerler: Allahu Teâlâ, diğerlerinden daha
muhtaç oldukları için önce fakirleri anmıştır. Allahu Teâlâ'nın: "O gemi,
denizde çalışan yoksullarındı" (Kehf, 18/79) ayeti, gemisi olmayanın
miskin olduğunu ifade ediyor. Resulullah (s.a.) fakirlikten Allah'a sığınırdı.
Hâkim'in, Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.):
"Allahım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür, miskinler
zümresinde hasret" diye dua ederdi. Resulullah'ın bir şeyden hem Allah'a
sığınması, hem de ondan daha kötü bir hali istemesi düşünelemez. O halde
miskin, bir şeye sahip olan kimsedir. İbnül-Enbârî gibi bir grup lütgatçiden
naklolunduğuna göre miskin, yiyeceği olan kimse; fakir ise hiçbir şeyi olmayan
kimsedir. Arapçada fakirin aşırı fakirliğinden dolayı omurga kemikleri çıkan
kimse manasına geldiği ve bundan kötü bir durumun düşünülemeyeceği de
söylenmiştir.
Buharî
ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayete ederler: "Miskin, şu insanları dolaşıp da, kendisine bir lokma,
iki lokma,- bir hurma iki hurma verilen kimse değildir..." buyurmuş:
"O halde miskin kimdir Ya Resulullah?" diye sorduklarında:
"Başkasına muhtaç olmayacak zenginlikte olmayan fakat fakir olduğu da
sezilemeyip kendisine tasaddukta bulunulamayan ve insanlardan da bir şey
istemeyen kimsedir" buyurdu.
Hanefîler
ve Malikîler ise, miskinin fakirden daha kötü olduğunu söylerler ve şu
görüşleri ileri sürerler: Allahu Teâlâ, miskini "toprak içinde kalmış bir
yoksula" (Beled, 9/16) diye nitelendiriyor. Yani, vücudunu gizlemek için,
derisini toprağa yapıştıran kişi. Bu, onun şiddetli ihtiyaç içinde olduğunu
gösteriyor.. Asmaî ve İbnü's-Sikkît gibi bazı lügatçılar, "miskin"in
hiçbir şeyi olmayan, "fa-kir"in de ihtiyacını giderecek kadar malı
bulunan kimse olduğunu, miskinin son derece ihtiyaç içinde olduğu için,
bulunduğu yerde yerleşip kalan kimse olduğunu söyler.
Lügatta
noklolunan mânâ birbirine zıddır. Onun için, iki fırka da görüşlerinde
mazurdur. Onlar, o ikisinin iki sınıf olduğunda ittifak halindedirler... Ebu
Yusuf ve Muhammed'den, o ikisinin tek bir sınıf olduğu rivayet olunmuştur. Bu
ihtilâfın faydası, malının üçte birini bir kimseye, fakirlere ve miskinlere
vasiyet eden kimsede görülür: O ikisinin bir sınıf olduğunu söyleyene göre
üçte birin yarısı o kimseye, yarısı da fakirlere ve miskinlere verilir. Onları
iki sınıf kabul edene göre ise, üçte bir, aralarında üçte birler şeklinde
bölüştürülür.
[172]
Alimler,
ihtiyacı olan zorunlu evi ve hizmetçisi bulunan kimsenin zekât alabileceğini,
zekât verme durumunda olanın da ona verebileceği hususunda birleşmişler, bu
durumun dışında ise ihtilâf etmişlerdir.
Ebu
Hanife şöyle der: Yirmi dinar altını, yahut ikiyüz dirhem gümüşü olan kimse
zekât alamaz. Bu, nisab ölçüsüdür. Çünkü bir grup muhaddisin Muaz vasıtasıyla
rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zekâtı
zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum.7"
Ahmed,
Sevrî, İshâk ve daha başkaları şöyle der: Elli dirhemi, yahut o miktar altını
olan kimse zekât alamaz. Zekât alan kimseye, borçlu da olsa, elli dirhemden
fazla da verilmez. Çünkü Darakutnî'nin Abdullah b. Mes'ud vasıtasıyla rivayet
ettiği hadiste Peygamber (s.a.): "Elli dirhemi olan kimseye zekât almak
helâl değildir" buyurmuştur. —Hadisin isnadında zayıflık vardır.—
İmam
Malik'den meşhur olan görüş: İbni Kasım'm rivayetine göre, İmam Malik'e:
"Kırk dirhemi olana zekât verilir mi?" diye sorulduğunda:
"Evet", cevabını verdi. Malikîlere göre fakir, yıllık ihtiyacından
daha az mala sahip olan kimsedir.
Şafiî
ve Ebu Sevr şöyle der: Çalışıp kazanmaya gücü olan, bedenen kuvvetli, aile ve
çocukları için kazancı iyi olduğundan insanlara muhtaç olmayan kimsenin zekât
alması haramdır. Ebu Davud, Tirmizî ve Darekutnî'nin Abdullah b. Ömer'den
tahric ettiklerine göre, Peygamber (s.a.): "Zengine ve gücü kuvveti
yerinde, uzuvları sağlam olana zekât helâl olmaz" buyurmuştur.
[173]
Ayetin
zahiri ve lafzın mutlak oluşu, zekâtın fakir ve miskin sıfatını taşıyana
verilmesini gerektiriyor. Bu hususta, Ehl-i Beytten olanlar veya olmayanlar,
akraba olanlar veya olmayanlarla müslümanlar kâfirler aynıdır. Fakat fu-kahaya
göre zekât müslümanlara verilir. Kâfire verilmesi caiz değildir. Nitekim,
Sahihayn'da İbni Abbas (r.a)'dan rivayet olunan hadis-i şeriflerinde, Peygamber
(s.a.), Muaz (r.a)'ı Yemen'e gönderirken şöyle demiştir: "Onlara, kendilerine
zekâtın farz olduğunu bildir. O, zenginlerinden alınıp fakirlerine
verilir."
Ebu
Hanife, hadisin zekâtla ilgili olduğunu söyleyerek, kâfirlere fitre verilmesini
mubah görmüştür.
Yine
fukahaya göre zekâtı, zekât verenin nafakasını karşılamakla yükümlü olduğu
kimselere -usûl, füru ve zevceler- vermek caiz değildir. Çünkü zekât, ihtiyacı
gidermektir. Onların nafakası karşılandığına göre, onların ihtiyacı kalmamış
demektir. Çünkü zekât veren, onlara zekât vermekle, kendine menfaat sağlamış
olur.
Alimler,
Haşimîlere zekât vermenin caiz olmadığı hususunda ittifak halindedirler. Çünkü
Müslim'in, Muttalib b, Rebia'dan rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz sadaka, insanların kirleridir. O, Muhammed'e ve
Muhammed ailesine helâl olmaz."
Şafiî
de, onun Muttalib sülâlesinden birine verilmesini caiz görmemiştir. Şafiî'nin
bu hususta dayandığı delil, Buharî'nin Cübeyr b. Mut'im (r.a.) yoluyla rivayet
ettiği şu hadistir. Peygamber (s.a.): "Şüphesiz, Haşim oğulları ve Muttalib
oğulları tek şeydir..." buyurdu ve parmaklarını birbirine geçirdi.
[174]
Alimler,
bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife, nisab miktarından fazla
verilmeyeceği görüşündedir. O, bir kimseye ikiyüz dirhem gümüş veya karşılığı
zekât verilmesini uygun görmez.
İmam
Malik işin içtihada bağlı olduğunu söylemiş, İmam Ahmed'le birlikte, bir
yıllık ihtiyacını karşılayacak zekât verilmesine cevaz vermiştir.
İmam
Şafiî'ye göre, fakir ve miskine ihtiyacını giderecek kadar zekât verilir.
Çünkü zekâttan maksat, ihtiyacı gidermektir.
[175]
Bu
hususta alimler iki görüşe sahiptirler: Alimlerin çoğu, zekâtı başka bir şehre
nakletmenin caiz olmadığı görüşündedir. Fakat Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler
89 km.lik mesafe içinde, bir başka beldeye nakledilmesine cevaz vermişlerdir.
Çünkü bu mesafe, zekât verilmesi gerekli olan mesafedir. Şafiîler, zekât vacip
olan şehirde, zekât verilecek sekiz sınıftan biri bulunmadığı zaman, zekât
vacip olan şehre en yakın beldeye nakledilmesini vacip görürler. Şafiîlere
göre, sekiz sınıfa verildikten sonra fazla kalandan bir miktarını nakletmek
caizdir.
İbni
Kasım ve Suhnûn, zekâtın bir zaruretten, yahut çok şiddetli bir ihtiyaçtan
dolayı başka bir beldeye nakledilmesini, mubah görmüştür. Çünkü, ihtiyaç
olmadığı zaman, onu muhtaç olmayana vermek vaciptir: "Müslüman, müslümanın
kardeşidir, onu zalime bırakmaz. Ona zulüm de etmez"
[176]
İbnü'l-Arabî, sahih olan da budur, der.
Hanefîler
şöyle der: Zekâtı, bir beldeden başka bir beldeye nakletmek ten-zihen
mekruhtur. Ancak şu hallerde nakletmek mekruh değildir: Muhtaç yakınlarının
ihtiyaçlarını karşılamak için, daha muhtaç yahut daha muttaki, ya da
müslümanlara daha faydalı bir topluluk için, Dâru'l-Harp'ten Dâru'1-İs-lâm'a,
yahut öğrenci ve zâhidler için nakil, ya da yıl tamam olmadan zekât verme
durumunda. Bu haller olmadan da, zekâtı nakletmek caizdir. Çünkü zekâtın sarf
yeri, mutlak olarak fakirlerdir. Buna delil, Muaz b. Cebel'in, Yemenlilere
söylediği şu sözdür: "Bana bir hamîs
[177] ya
da bir lebis
[178] getirin. Onu sizden
buğday, arpa sadakası yerine kabul edeyim. Bu hal, sizin için daha kolay, Medine'deki
muhacirler için de daha faydalı." Bu hadis iki şeye delâlet eder:
Birincisi,
zekâtın Yemen'den Medine'ye nakledilmesi. Taksimatını Peygamber (s.a.)'in
yapması. Bu hal: "Sadakalar., ancak fakirlere aittir" ayetini
destekliyor. Bir şehrin fakiri ile diğer şehrin fakiri arasında fark
gözetmiyor.
İkincisi,
zekât olarak değerinin alınması. Bu, Hanefilerm görüşüdür. Çünkü, zekâttan
maksat, fakirlerin ihtiyacını karşılamaktır. Hangi şey onların ihtiyacını
giderirse, o caizdir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Onların mallarından sadaka
al." (Tevbe, 9/103) buyurmuş, sadakayı herhangi bir şeyle tahsis etmemiştir.
Alimlerin
çoğunluğu ise, zekât olarak verilecek bir şey yerine kıymetinin verilmesine
cevaz vermezler: Çünkü hak, Allah'ındır. Onun başkasına taliki caiz değildir.
Bu, kurbanlık gibidir. Cenab-ı Hak, kurbanlığı enama 'deve, sığır, koyun, keçi)
talik ettiği için, ondan başkasına nakli caiz değildir.
Malın
zekâtı konusunda Hanefîler, Şafiîler ve Hanbelîlerce geçerli olan, malın
bulunduğu yer; sadaka-i fıtırda geçerli olan, oruç tutanın bulunduğu yerdir.
Bu
hususta Malikîlerin iki görüşü vardır: Bir görüş, yıl tamamlandığında malın
bulunduğu yeri dikkate alır. Sadaka orada dağıtılır. Diğer görüş, zekât verecek
kimsenin yerini dikkate alır. Çünkü zekât vermekle muhatab olan odur, mal ona
tabidir.
Bir
kimse, fakir bir müslüman diye birisine zekât verse, sonra da onun, köle veya
kâfir ya da zengin olduğunu anlasa, İmam Malik'e göre, bir daha zekât vermesi
gerekmez. Bunun delili, Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği hadistir. Bu
hadis, zina eden kadının, zenginin ve hırsızın zekât alması konusuyla
ilgilidir. Mesele, zekât verenin içtihadı meselesidir. O, ictihad edip zekât
alabilecek durumda olduğunu zannettiği bir kimseye zekât verirse; üzerine düşen
vacibi yerine getirmiş olur.
Bir
kimse yıl girince, zekât vermek için mal ayırsa ve o mal kendi kusuru
olmaksızın helak olsa, Malikîlere göre, onu ödemez. Çünkü o, fakirlerin vekilidir.
Zekât verecek kimse, yıl girdikten bir süre sonra, zekâtı ayırsa, o da helak
Devlet
başkanı, zekât toplama ve dağıtma işinde adaletli ise, zekât verecek kimsenin
altın, gümüş ya da diğer mallarda zekâtı bizzat kendisinin dağıtması caiz
değildir.
3- Zekât memurları: Devlet
başkanının, zekât tahsili için görevlendirip gönderdiği vergi memurları.
Buharı, Ebu Humeyd es-Saidî'den şu rivayeti yapar: Resulullah (s.a.), Esed
kabilesinden İbnü'l-Lûtbiyye denilen birisini Sü-leym oğullarının sadakalarının
tahsiline memur etti. İbnü'l-Lûtbiyye, döndüğünde Resulullah(s.a)'e hesap verdi.
Alimler,
zekât memurlarının alacakları miktar hususunda, farklı üç görüşe sahiptirler:
Birincisi: Mücahid ve Şafiî şöyle demiştir: Onların alacakları
miktar sekizde birdir. Eğer ücretleri paylarından fazla olursa, o fazlalık
Beytü'1-Mal (hazinemden karşılanır. Bunun diğer iki paydan karşalanacağı da
söylenmiştir. Ayetin zahirine uygun olan da bu görüştür.
İkincisi: Hanefîler ve Malikîler ise şöyle demiştir. Onlara
çalışmaları mik-tannca ücret verilir. Çünkü onlar, fakirler yararına kendi
işlerini bırakmışlardır. Dolayısıyla onların ve yardımcılarının geçimi,
fakirlerin malındadır. Onlara yetecek miktar, zekâtın hepsini kapsarsa,
Hanefîler yarıdan fazlasını vermezler.
Üçüncüsü: Onlara Beytü'l-Mal'dan verilir. Bu zayıf bir
görüştür. Çünkü Allahü Teâlâ, onların zekâttaki payını haber vermiştir, nasıl
olur da, onlara o verilmez.
Vergi
memuruna verilen şey, çalışmasına karşılık verilen ücret mesabesindedir.
Zengin bile olsa, bu ona verilir. Onun için, İmam Malik ve Şafiî'nin görüşüne
göre, Haşimî zekât tahsildarına zekât verilir. Çünkü Peygamber (s.a.), Ali b.
Ebu Talib'i, Yemen'e zekât memuru olarak gönderdi. Haşim Oğullarından bir
kısmını idareci tayin etti. Ondan sonra gelen halifeler de böyle idareciler
tayin ettiler. Vergi tahsildarı, mubah bir işte ücretle çalışandır. Dolayısıyla
diğer sanatlar gibi, onda da Haşimî olan ve olmayan aynıdır.
Ebu
Hanife şöyle der: "Çünkü onun payı, zekâttan bir parçadır. Müslim'in
Muttalib b. Rabia'dan rivayet ettiği hadisde, Peygamber (s.a.): "Şüphesiz,
zekât, Âli- Muhammed'e helâl olmaz. Çünkü zekât, insanların kiridir"
buyurmuştur.
Cenab-ı
Hakk'ın: "Zekât hususunda çalışanlar" sözü çok şümullü olup zekât
gerekenlerden zekât toplamaya çalışanı, yazanı, paylaştıranı, öşür alanı,
yöneticiyi, hesap edeni, muhafızı kapsar. Bu işleri yapanların ücret alması caizdir.
İmamlık da bu kapsam içine girer. Çünkü namaz, her ne kadar herkese farz-ı ayın
ise de, imamlık yapmak Kurtubî'nin dediği gibi, kifâye farzlardandır.
Bu
söz aynı zamanda, devlet başkanının zekât almak için, zekât toplama memurları
göndermesi gerektiğine işaret eder. Çünkü bazı zekât vermesi gerekenler,
kendisine vacip olanı bilmez, bazısı da cimrilik yapar. Sahihayn'da, Ebu
Hüreyre'den tahric olunduğuna göre, Resulullah (s.a.), Ömer b. Hattab'ı zekât
memuru olarak gönderdi. Ebu Davud, Resulullah (s.a.)'in kölesi Ebu Râfi'den
rivayet eder: Resulullah (s.a.), Mahzum Oğullarından bir adamı, zekât tahsildarı
olarak tayin etti.
Ayetteki
zekât tahsildarıyla ilgili metin, zekâtı almanın devlet başkanına düştüğüne,
zekâtı ona vermek gerektiğine, mal sahibinin onu hak sahiplerine vermesinin
kifayet etmeyeceğine işaret eder. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın şu sözü de bunu
destekler: "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 9/103).
Fakat
bu, Allahü Teâlâ'm şu sözüne ters düşer: "Mallarında, dilenen ve mahrum
(dilenmeyip zenginmiş gibi duran kimseler) için bilinen bir hak olanlar"
(Mearic, 70/24-25). Gerçekte, kendisine zekât vermek vacip olan kimsenin,
doğrudan doğruya, fakire ve mahruma vermesi caizdir. Alimler, konuyu genişleterek
şöyle derler:
a) Eğer zekât malı, para, altın ve gümüş gibi, gizli (batını) olursa,
zekât verecek durumda olan kimsenin bizzat ayırıp vermesi ya da devlet
başkanına bırakması icma ile caizdir.
b)
Zekât malı, koyun, keçi, deve
ve sığır gibi görünür mallardan olursa, Cumhurun görüşüne göre, onun zekâtını
devlet başkanına bırakması vaciptir. Çünkü onu isteme hakkı devlet
başkanınmdır. Dolayısıyla haraç ve cizye gibi ona verilir.
Şafiî
ise, Cedid'de şöyle der: Mal sahibinin, onu bizzat dağıtması caizdir. Çünkü o,
gizli malların zekâtı gibi bir zekâttır.
4- Müellefe-i kulûb: Bunlar,
İslâm'ın ilk döneminde, müslümanlıklarmı açıklayan, imanları zayıf olduğu için,
zekâttan bir pay ayrılarak, İslâm'a ısındırılmak istenen kimselerdir. Bunlar
iki çeşittir: Müslümanlar, kâfirler.
Küfür
hali üzerinde olan kâfirler ise, Hanbelî ve Maliki mezhebine göre, İslâm'a
teşvik etmek için zekât verilir. Çünkü Peygamber (s.a.), müslüman ve müşrik
müellefe-i kulûba verdi
[179]
Hanefî
ve Şafiî mezhebine göre ise, ne İslâm'a ısındırmak, ne de başka bir maksatla,
onlara zekât verilmez. Çünkü, İslâm'ın ilk döneminde onlara zekâttan
verilmesi, müslümanların sayısı az, düşmanların çok olmasındandı.. Artık Allah,
İslâm'ı ve müslümanları aziz kıldı, kâfirlerin kalblerini ısındırmaya ihtiyaç
kalmadı. Peygamber (s.a.)'den sonra Hulefa-i Raşidin de, onlara zekâttan
vermedi. Nitekim Ömer (r.a): "Biz, müslümanlık üzerine bir şey vermeyiz;
dileyen inansın, dileyen inanmasın" demiştir.
Müellefe-i
Kulûb'tan müslüman olanlara gelince: Onlar çeşit çeşittir. Onlara,
müslümanlıklarmı kuvvetlendirmek için verilir.
1- İslâm'da kararlılıkları zayıf olanlar. Bu gibilere, müslümanlıklan kuvvetlensin
diye zekâttan verilir.
2- Kavmi içinde müslüman önder durumundaki kimse ki, ona zekât vermekle,
benzerlerinin müslüman olması umulur... Nitekim Peygamber (s.a.), Ebu Süfyan b.
Harb'e ve başkalarına, Zeberkân b. Bedr ve Adiyy b. Hatim'e -kavimlerindeki
şereflerinden dolayı- zekât verdi.
3- Kâfirlere komşu müslüman ülke sınırında oturan kimse. Bunda bizi, komşu
kâfirlerin saldırısından koruma maksadı vardır.
4- Zekât vermeyi her ne kadar reddetmeseler de, kendilerine bir zekât
tahsildarı göndermek güç olan bir kavimden zekât toplayan kimse. Nitekim Hz.
Ebu Bekir, Adiyy b. Hâtim'e riddet yılında, kendisinin ve kavminin zekâtını
getirdiği zaman, zekâttan verdi.
[180]
Hanefi'ler
ve İmam Malik şöyle der: İslâm'ın yayılıp kuvvetlenmesiyle, müellefe-i külûb'un
payı düşmüştür. İslâm'ın ilk döneminden bu zamana kadar zekât verilecek
sınıfların sayısı sekiz değil, yedidir. Bu payın düşmesi, sebebin sona ermesi
üzerine hükmün sona ermesi kabilindendir. Tıpkı, oruç tutma, vaktinin, gündüzün
bitmesiyle bitmesi gibi.
Alimlerin
çoğunluğu -Malikîlerden allâme Halil bunlardandır- ise şöyle der: Müellefe-i
Külûb'un hükmü devam etmekte olup nesh olunmamıştır. İhtiyaç halinde, onlara
zekâttan verilir. Hz. Ömer, Osman ve Ali'nin hilafetleri döneminde onlara
vermemeleri, onların payının düşmüş olmasından değil ihtiyaçları olmadığı içindir.
Çünkü ayet, Kur'an'm en son nazil olan ayetlerinden-dir. Onlara vermekten
maksat, onları İslâm'a teşvik etmektir. Onların bize yardım etmesi olmadığı
için, İslâm'ın yayılmasıyla bu payın düşmüş olması düşünülemez.
Kısacası
bu pay, devlet başkanının hakkıdır. O, yararlı gördüğü şeyi yapar.
5- Köleler: Yani köleleri kölelikten kurtarma yolunda. Nitekim
îbni Abbas ve İbni Ömer bu görüştedirler. Alimlerin çoğuna göre, bundan amaç,
gücü kuvveti yerinde, çalışıp kazanma takatmda olmakla beraber, efendilerine,
borçlarını ödeme kudretinde olmayan müslüman mükâteblerdir
[181]
Çünkü, kölelikten kurtarılmak istenilen kimseye ancak mükâteb olduğu zaman
zekât verilir. Ce-nab-ı Hakk'm şu sözü de buna delâlet eder: "Ve onlara
(mükâteb, köle ve cariyelere) Allahü Teâlâ'nın size verdiği maldan verin"
(Nur, 24/33). Ancak Ebu Hani-fe ve arkadaşları şöyle der: Zekâttan, rakabe-i
kâmile (tam manasıyla köle) âzâd edilmez, fakat zekâttan, kölelikten kurtulması
için verilir, o hususta kendisine yardım olunur. Çünkü, Cenab-ı Hakk'm: "Kölelere..." sözü, zekât verenin, kölelikten âzâd etmeye
ortak olmasını gerektirir, müstakil olarak köle âzâd etmesini ifade etmez.
Malikîler
şöyle der: Kölelere ayrılan payla bir köle satın alınıp hürriyetine
kavuşturulur. Çünkü, her köle zikrolunan yerde, onu âzâd etmek kasdolunur. Azâd
etmek, hürriyete kavuşturmak ise, keffaretlerde olduğu gibi, ancak kmn (kendi
ve ebeveyni köle olan kimse) da olur. Onların idaresi, beytü'1-male aittir.
Zekât
malından hem köle âzâd etmek, hem de mükâteb (sözleşmeli köle)'e yardım etmek
için harcama yapmanın caiz olduğuna işaret eden bir hadis vardır. Ahmed,
Buharî ve Darekutnî, Berâ' b. Azib'ten rivayet ederler: Bir adam, Peygamber
(s.a.)'e gelerek: "Beni Cennete yaklaştıracak, cehennemden uzaklaştıracak
bir amel söyle" dedi. Resulullah: "Köle âzâd et, köle kurtar"
buyurdu. O adam: "ikisi bir şey değil mi?" dedi. Resulullah:
"Hayır, köleyi âzâd etmek, yalnız başına, kölelikten kurtarman; köleyi
kurtarman, onu kurtarmaya yardım etmendir" buyurdu.
Mükâtebe
zekât verilebilmesi için, müslüman ve muhtaç olması şarttır.
Bazı
alimler -Maliki İbn Habîb gibi- de, bu payla esirlerin fidyesi verilir,
demiştir. Dünyadaki köleliğe son vermek için, bugün bu söz dikkate alınmalıdır.
6- Borçlular: Bunlar, borçları çok olup ödeme güçleri olmayan
kimselerdir. Borçlu, Şafiîlere ve Hanbelîlere göre ister kendisi, ister başkası
için borçlansın veya ister itaat, isterse günah yolunda borçlansın farketmez.
Kendisi için borçlanırsa, ancak fakir olduğu zaman verilir. Eğer bir kişinin
öldürülmesi, ya da mal veya yağma sebebiyle meydana gelen ara bozukluğunu
-Ehl-i Zimmet arasında bile olsa- düzeltmek için borçlansa, zengin bile olsa
kendisine borçlular payından zekât verilir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur:
"Ancak şu beş durumda zengine zekât verilir: Allah yolunda gaza eden,
zekât tahsil eden, borçlu olan, malıyla zekât malını alabilecek durumda olan,
fakir olan komşusunun aldığı zekâttan kendisine hediye edilen"
[182]
Hanefîler
şöyle der: Borçlu, borcunun dışında fazla olarak nisaba sahip olmayan, yani
fakir durumda olan kimsedir.
Malikîler
ise şöyle der: Borçlu fakir olup, borcunu ödeyecek parası olmayan kimsedir.
Tabii borç, içki içmek, kumar oynamak gibi bir günah dışındaki sebeble
olmalıdır. Kendine yetecek miktarda malı olduğu halde borçlu görünüp zekât
almak için borçlanıp bol harcamada bulunan kimseye zekât verilmez. Çünkü onun
maksadı kötüdür. Zekât almaya niyetlenip zaruretten dolayı borçlanan bir
fakirin durumu ise, bundan farklıdır. Ona, iyi niyetinden dolayı, zekâttan
borcu kadar verilir. Fakat, bir masiyet için yahut kötü bir maksatla borçlanan
kimse tevbe ederse, ona zekâttan en güzel şekilde verilir.
Alimlerin
çoğunluğu şöyle demiştir: Zekâttan, ölünün borcu ödenir: Çünkü o,
borçlulardandır. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben, her mümine
kendinden daha yakınım: Kim bir mal bırakırsa, mal ailesinindir. Kim bir borç,
yahut fakir çoluk çocuk bırakırsa, onların bakımı bana aittir, benim
üzerime-dir"
[183]
7- Allah yolunda olanlar: Cumhurun görüşüne göre bunlar, askerî divanda
hakları olmayan mücahid gazilerdir. Zengin olsun, fakir olsunlar, kendilerine
gaza yolunda harcadıkları miktar kadar ödenir. Çünkü "yol" kelimesi
kullanıldığı zaman, Kur'an ve sünnette, gaza manası anlaşılır. Ama divanda,
takdir edilmiş bir maaşı olana verilmez. Çünkü onun yetecek bir maaşı vardır.
Bu sebeble muhtaç değildir. Hiç kimse malının zekâtıyla hac etmez, malının
zekâtıyla gaza etmez, o zekât malıyla onun adına haccedilmez, gaza edilmez. Bu
görüşe göre: Şimdiki orduya zekâttan verilmez. Çünkü askerler ve subaylara,
devrimizde sürekli aylık veriliyor. Ancak bugün, zaruret ya da genel ihtiyaç
durumunda, silah alımına, yahut cihad yolunda teberru verilebilir.
Ebu
Hanife, Allah yolundaki gaziye, ancak fakir olduğu zaman verilir, der.
Ahmed
ise, kendisinden gelen iki rivayetin en sahihinde şöyle demiştir: Hac,
"Allah yolu"ndandır. Dolayısıyla hac etmek isteyene zekâttan verilir.
Çünkü Ebu Davud, İbni Abbas'dan şöyle rivayet eder: Bir adam Allah yoluna bir
deve verdi, hanımı da haccetmek istedi, Resulullah (s.a.) ona: "Ona bin.
Çünkü hac, Allah yolundandır" buyurdu. Cumhur ulemâ bu görüşe şöyle cevap
vermiştir: Hac, Allah yoludur. Fakat ayet cihadla yorumlanır. İmam Malik,
Allah yolları çoktur, der. İbnü'l-Arabî, burada, "Allah yolu"ndan
amacın, gaza ve Allah yolu cümlesinden olduğu hususunda -Ahmed ve İshak
tarafından tercih edilen görüş müstesna. Onlara göre, hac murad olunmaktadır-
herhangi bir ihtilaf olduğunu bilmiyorum, der.
Bazı
Hanefîler, Allah yolunu ilim talebiyle Kâsânî ise, her türlü ibadet ve taatla
yorumlamıştır. O takdirde, ölülerin kefenlenmesi, köprü, kale ve mescid yapımı
gibi bütün hayır yolları bu kapsamın içine girer. Çünkü Cenab-ı Hakkın:
"Allah yolunda" sözü geneldir.
Özetle,
Allah yolundan amaç, mücahidlere -Şafiîlere göre zengin de olsalar, Hanefîlere
göre, fakir olmaları şartıyla; Ahmed, Hasan ve İshak'a göre hac Allah
yolundandır- vermektir.
Bazıları
müstesna, alimler zekâtın, mescid, köprü yapımı, yol ıslâhı, ölülerin
kefenlenmesi, borç ödenmesi, silâh satın alınması ve ayette zikrolunmayan diğer
ibadet çeşitleri gibi şahıs için mülkiyet söz konusu olmayan yerlere verilmesinin
caiz olmadığını savunmuşlardır.
8- Yolcuya: Beldesinden uzak bir yerde yolda kalan, yahut günah
için değil, ibadet için yolculuk yapmak isteyen, fakat maksadına yardımsız
ulaşmayan kimseye ibadet, hac, cihad ve mendup ziyaret gibi şeylerdir. Spor ve
seyahat gibi mubah bir yolculuk yapana bazı Şafiîlere göre -ihtiyacı söz
konusu ol-
madığından-
verilmez. Diğerlerine göre kendisine, -namazları kısaltması ve orucu yiyip
içmesi deliliyle- zekât verilir.
Yolcuya,
yolculuğundan muhtaç duruma düştüğü zaman -isterse vatanında zengin olsun-
maksadına ulaşacak kadar zekât verilir.
Geçen
vasıflardan birini iddia edip gelen kimseden, söylediğini ispat etmesi
istenir. Borçlu olduğunu ispat etmesi ona aittir. Diğer sıfatlarda ise, ikisi
de Maliki olan İbni Arabî ve Kurtubî'nin dediği gibi, görünen hal, şahit yerine
geçer, onunla yetinilir.
Şafiî
fakihi Rafiî, fakirlik, miskinlik gibi gizli nitelik durumunda, bunu iddia
edenden ispat etmesi istenmez. Herhangi bir delil olmaksızın verilir. Açık
nitelik durumunda ise, zekât tahsildarı, mükâteb köle ve borçludan ispat istenir,
müellefe-i kulub'dan, İslâm'da niyetinin zayıf olduğu iddiasını ispat etmesi
istenmez. Kavmi içinde önde gelen, kendisine itaat edilir kimse olduğunu söyleyen
kimseden delil istenir. Meşhur olması, kendisinden ispat istenen kimse hakkında
delil yerine geçer, der.
Nafakasını
karşılamakla yükümlü olduğu kimselere -ana-baba, çocuk ve zevce gibi- zekât
vermek caiz olmaz. Ama devlet başkanı, bir adamın zekâtını çocuğuna, ana
babasına ve zevcesine verse caizdir.
Zekâtı
muhtaç akrabaya vermek daha faziletlidir. İmam Malik: "En iyi verdiğin
zekât, nafakası sana ait olmayan akrabana verdiğin zekâttır. Bunun delili
Peygamber (s.a.)'in, Abdullah b. Mes'ud'un zevcesi Zeyneb'e söylediği sözdür.
Buharî ve Müslim rivayet ederler: "Senin için iki ecir vardır: Zekât ecri
ve sıla-i rahim ecri."
Verilecek
zekât konusu ihtilaflıdır: Borçluya borcu miktarmca verilir. Fakir ve miskine,
İmam Malik ve Ahmed'e göre, daha önce de geçtiği gibi, kendisine ve bakmakla
yükümlü olduğu kimselere bir yıl yetecek kadar, Şafiîlere göre ihtiyaç
miktarmca, Hanefîlere göre zekât nisabı miktarından fazla olmamak şartıyla
verilir.
Zekât
dağıtımında ayette anılan tertipteki önem zorunluluğu göz önüne alınır. Çünkü
tertip, istenen ve amaçlanan şeyi gösterir. Fakat "Allah yolu ve
yolcu" daha önce de açıklandığı gibi "fî" harf-i cerriyle tabir
olunduğu için "borçlu ve köle"den daha üstün iki sınıftır.
Allahü
Teâlâ, zekât almaya hakkı olanları andıktan sonra, "Allah'tan bir farz
olarak" buyurmuştur. Yani Allahü Teâlâ zekâtı, Allah'ın takdiri, farzı ve
taksimine göre takdir olunmuş bir hüküm olarak farz kıldı. Bu, zahiri anlayışa
aykırı davranmaktan uzaklaştıran bir şeydir.
"Allah
hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." Yani, işlerin dış ve iç
durumlarım, kulların yararını en iyi bilendir. Ancak, kulların hayrını ve yararına
olan şeyleri meşru kılar. Nitekim Hak Teâlâ zekâtı, nefsi kötülüklerden temizlemek,
malı korumak ve verdiği nimetlerden dolayı yaratıcıya şükür için emretti.
Nitekim Cenab-ı üak:"Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerine
temizlemiş, bununla onları bereketlendirmiş olasın" (Tevbe, 9/103)
buyurur.
[184]
Ayet,
zekât verileceklerin sekiz sınıf olduğunu açıklamaktadır. Fakat bugün zekâtı,
Vrötaiü zeTtgvntac &feği\, \*xl\ x«s\g«vV<Kî, takvcl&te. ve.
miskinlere ver-mektedİT. Borçlulara ve yolculara verilmesi ise nadirdir.
Kölelere, zekât tahsildarlarına, Allah yolunda olanlara ve Müellefe-i Kulûba
ise, zekâttan hiçbir şey verilmemektedir. Çünkü "köleler" payı,
dünyada köleliğin bitmesiyle artık sona ermiştir. Zekâtı toplamakla görevli
olanlar, zekât işinin terk olunması ve devlet başkanının toplatmaması sebebiyle
-bazı çağdaş İslâm ülkelerinde yapılan çalışmalar müstesna- ortadan kalktı.
"Allah yolunda olanlar"ın payına gelince, bugün düzenli orduların,
yiyecek, giyecek, silah ve aylıkları, devlet hazinesinden karşılanmaktadır.
Zekât verenlerin zekâtları beklenmektedir. Ancak zekât, silah alımına, ya da
cihad gönüllülerini desteklemeye sarfedilebilir. Müellefe-i Kulûb'a gelince,
onların payının hâlâ bulunduğuna inananlara göre bile, onların varlığı, onları
İslâm'a teşvik ve cesaretlendirmek çok sınırlı ve nadir olmuştur. Çünkü
devletlerin gayreti, kişilerin gayretini bastırmıştır ve çağımız devletleri de
çok kere, İslâm'ın yayılması meselesini düşünmemektedir. Kuvvet ve kudret ancak
Allah'ın yardımıyladır.
Ayette
yedi hüküm vardır:
1- Sadakaların sarf yerleri sekiz sınıftır. Burada sadakalar sözünden
amaç, vacip olan zekâtlardır. Çünkü Allahü Teâlâ, bu sadakaların bu sekiz sınıfa
ait olduğunu ifade için, zekâtın harcanacağı yerlerin başına mülkiyet ifade
eden "lâm" harf-i cerrini getirmiştir. Sahip olunan sadaka ise, vacip
olan zekâttır. Bu sekiz şeyde hasrı ifade eden "ancak" kelimesiyle
anılan sadakaları, vacip zekâtlar olarak yorumlamak doğrudur. Sadakalar içine
mendubları da koyarsak bu hasr sahih olmaz. Çünkü mendub sadakaların, mescid,
tekke, okul yapımına, ölülerin kefenlenip teçhizine ve diğer hayır işlerine
harcanması caizdir. Sonra Cenab-ı Hakk'm: "Sadakalar ancak..." sözü daha önce açıklaması geçtiği gibi, vacip
olan sadakaları kapsamaktadır.
2- Ayetin işaretine göre, zekâtı devlet başkanı veya onun tayin ettiği
şahıs alıp, dağıtır. Bunun delili, vergi tahsildarlarına pay ayrılmasıdır.
Böylece zekât işinin yerine getirilmesinde mutlaka bir görevli gerektiği ortaya
çıkıyor. Ayette geçen "âmil" kelimesi, devlet başkanının zekât almak
için görevlendirdiği kişi ai&amYbta&YC. Bvı &&.,
x«&&& %&&&<& davAst başksovsun. alacağım,
şpsteriyor. Şu ayet de bunu destekler: "Onların mallarından sadaka
al" (Tevbe, 9/103). Zekât verecek kimsenin, batmî mallarının zekâtını
bizzat kendinin verebileceği: "Mallarında dilenen ve mahrum için bilinen
bir hak olanlar" (Mearic, 70/24-25) ayetinden anlaşılıyor.. Yani bu
kimselere haklarını, devlet başkanını vasıta kılmadan vermek caizdir.
3- Zekât malında çoğunluğun görüşüne göre zengin bile olsa, zekât tahsildarının
hakkı vardır.
4- Ayetin zahiri, zekâtın sekiz sınıfın hepsine verilmesinin gerekli
olduğuna işaret ediyor. Onlardan üçüne yahut birine verilmesinin caiz olduğuna
dair alimlerin görüşlerini ve delillerini daha önce belirtmiştik.
5- Zamanımızda vergi tahsildarı, Müellefe-i Kulûb ve köleler yok.
"Allah yolunda" sözü mücahidler içindir. Onların zekâta ihtiyacı
kalmamıştır. Çünkü, sürekli maaş almaktadırlar. Ancak, gönüllülere verilir.
Zaruret halinde, ya da çok zorunlu hallerde silah satın almak için harcanır.
6- "Fakirler ve miskinler" sözü, kâfir ve müslüman herkesi
içine almaktadır. Ancak bunu, zekâtın sadece müslüman olurlarsa fakirlere ve
miskinlere verilebileceğine işaret eden sünnet-i nebeviyye tahsis etmiştir.
7- "Allah'tan bir farz olarak" sözünden amaç, ayetin görünen
anlamına aykırı davranmaktan men ve zekâtı, bu sınıfların dışına vermeyi haram
kılmaktır. Ebu Davud'un Ziyad b Haris b. Sıdai'den rivayet ettiği hadiste
-hadis zayıftır- Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ,
hiçbir peygamberin veya bir başkasının sadakalar hakkındaki hükmüne razı
olmamış, onlar hakkında kendisi hüküm vermiştir. Nitekim bu yüzden sadakaları
sekiz parçaya ayırmıştır."
[185]
Râzi,
Tefsirinde
[186] zekâtın vacip kılınış
hikmetini açıklamış, zekât veren için oniki, alan için de sekiz yarar
zikretmiştir. Onları kısaltarak aşağıya alıyorum:
Zekâtın
veren için yararları şunlardır:
1- Zekât aşırı dünya tutkusunu kalbden gidermek, mala karşı aşırı düşkünlüğü
kırmak, nefsin bütünüyle ona yönelmesini engellemek için yararlı bir ilaçtır.
Cenab-ı Hakk'm: "Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini
temizlemiş ve onları bereketlendirmiş olasın." (Tevbe, 9/103' ayetinde de
bu gerçek belirtilmektedir.
2- Dünya lezzetlerine sınır koymak, Allah rızasını kazanmak için
sarfet-mekle, Allah'a kulluk dünyasına ve Allah rızasını kazanmaya yöneltmek..
3- Mal azgınlığının ve kalb katılığının önünde durmak. Nitekim Cenab-ı
Hak: "Çünkü insan kendisini müstağni gördü diye gerçekten azar."
(Alak, 96/6-7) buyuruyor. O halde zekât, azgınlığı azaltır, kalbi Rahman'm
rızasını kazanmaya çevirir.
4- Başkalarının üzüntülerini hissetme, insanlara iyilik etme, onlara
hayır ulaştırmaya çalışma, onlardan afetleri giderme yoluyla nefsi terbiye
etmek. Bu, Allah'ın sıfatlarmdandır. Nitekim, Peygamber (s.a.): "Allah'ın
ahlakıyla ahlâklanın" buyurur.
5- Fakirlerin zenginlere sevgisini çoğaltmak. Çünkü onlara vermek sevgilerini
kazandırır. İbni Adiyy, Ebu Nuaym ve Beyhakî'nin, İbni Mes'ud'dan rivayet edip
sahih dediği hadiste Peygamber (s.a.): "Kalbler, iyilik edene sevgi, kötülük
edene de buğz duygusu üzere yaratılmıştır" buyurur. Onu sevdikleri zaman
da, ona hayır dua ederler. Bu hayır dua da, insanın nimet içinde kalmasına sebep
olur. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince,
işte bu yeryüzünde kalır" (Ra'd, 13/17). Peygamber Efendimiz de, Taberânî,
Ebu Nuaym ve Hattâbî'nin İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği hadisinde -hadis zayıftır-
"Mallarınızı zekâtla koruyunuz" buyurmuştur.
6- Zekât, insanı bir şeyle zengin olduğunu zannetme derecesinden daha
yüksek dereceye -her şeyden müstağni olma- yükseltir. Birincisi mahlûkatın,
ikincisi hakkın sıfatıdır.
7- İyilik, hayır ve genelin yararına mal sarfetmek, dünyada sürekli övgü
ve ahirette sürekli sevabı gerektirir. Bu, yok olmaya maruz -çünkü mal, yok
olup gidicidir- iken, malı kabre ve kıyamete nakletmeye sebep olur.
8- Şüphesiz mal harcamak, meleklere ve peygamberlere; harcamamak ise
kınanmış cimrilere benzemektir. O halde harcamak daha iyidir.
9- Hayır ve rahmet dağıtmak, Hak Teâlâ'nm sıfatlarındandır. Hayır yollarından
birinde harcamada bulunmak, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmaya sevke-der.
10- İman ruhî, namaz bedenî mutluluğu gerçekleştirdiği gibi, maldan harcamada
bulunmak da, toplum saadetini gerçekleştirir.
11- Zekât, nimete şükürdür. Nimet verene şükür ise vaciptir. Nimete şükür:
Nimeti verenin rızasını kazanmaya sarfetmektir.
12- Şüphesiz zekâtın vacip oluşu, müslümanlar arasında sevgi meydana
gelmesini, onlardan kinin gitmesini sağlar.
Zekâtın,
alan kimseye sağladığı faydalar şunlardır:
1- Bir ihtiyacını ve bir gediğini gidermek.
2- Aslî ihtiyacından fazla olanı âtıl bırakmamak. Çünkü Allahü Teâlâ malı,
istiflemek, biriktirmek ve tutmak için değil, ihtiyaçları gidermek için bir
araç olarak yaratmıştır.
3- Mal, Allah'ın malı, zenginler onun hazinedarları, fakirler de Allah'ın
aile fertleridir. Bu iki grubun, birbiriyle dayanışma içinde olmaları,
birbirlerine acıyıp şefkat göstermeleri, birbirleriyle yardımlaşmaları ve
Allah'ın kullarından muhtaçlara, Allah'ın aile fertlerine vermekle, kâinatın
hakiki sahibi Allah'ın emrini uygulamak gerekir.
4- Hikmet ve rahmet, zenginin bir kısım malını, muhtaç, çalışmaktan aciz
fakire sarfetmesini gerektirir. Bu, İslâm'da sosyal dayanışmayı gerçekleştirir.
5- Zekât, fakirin noksanlığını giderir. Zekât veren de, zekât vererek meydana
gelen noksanlığı alış veriş yaparak giderir.
6- Suç işleme ve düşmanlığı önler. Eğer, zenginler fakirlerin
ihtiyaçlarını karşılamasa, fakirler hırsızlık gibi hoş olmayan hareketlere
cesaret ederler, ya da İslâm düşmanlarına katılırlar.
7- Zekât, bütün mükelleflerin hem sabır, hem de şükür sıfatıyla vasıflanmalarına
yardım eder. Peygamber (s.a.), Beyhakî'nin Enes'den rivayet ettiği hadisde
-hadis zayıftır-: "İman, iki yarımdır: Bir yarısı sabır, bir yarısı şükürdür"
buyurur. Zengin, zekâtı verdiği zaman, nimete şükretmiş, maldan bir parçanın
noksanlaşmasma sabretmiş olur; zekât fakire verildiği zaman, fakir de, sabreden
kimse iken, aynı zamanda şükreden kimse olur.
8- Fakir, zekât almakla, zenginin dünyada kınanma ve ayıplanmadan,
ahirette, cehennem azabından kurtulmasına yardım etmiş olur. Onun için fakir,
zenginin cehennem ateşinden kurtulmasına yardım eden kimse oluyor.
[187]
61-
İçlerinde öyle kimseler vardır ki,
Peygambere eziyet ederler ve: "O bir kulaktır" derler. De ki: "O, sizin
için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır,
mü- minlere inanır. O içinizden iman eden- ler *Çİn de bir rahmettir. Allah'ın
Rasulünü incitenler! İşte en acıklı azab onlarındır-
"O,
bir kulaktır." Yani, o kendisine her söyleneni işiten kulak gibidir. Sanki
işiten, duyan bir kulaktır. Bu, Arapların gözcüye ayn (göz) demelerine benzer.
"Peygambere
eziyet ederler" Allahü Teâlâ, "rasul" kelimesi yerine zamir
kullanmayıp onun şanını yüceltmek, nübüvvetle risalet rütbelerini bir arada
ifade etmek için "rasul" kelimesini kullanmıştır. Ayrıca şerefini
daha da artırmak için, "Allah" kelimesine muzaf kılmıştır.
[188]
"O
bir kulaktır": Herkesin dediğini dinler, her duyduğunu tasdik eder, herkesin
sözünü kabul eder. Bu, insanın, bir parçasıyla -yani kulağıyla-
isimlendi-rilmesidir ve mübalağa ifade eder. Sanki cümle, o dinleyen bir
kulaktan ibarettir" anlamındadır. Nitekim casusa, göz denir.
"De
ki: O sizin için bir hayır kulağıdır": Bu: "O, doğru bir adam, âdil
bir şahiddir" sözü gibidir ki, bununla iyi ve salih bir kimse olduğu
kasdolunur. Sanki: "O, ne güzel bir kulaktır" denilmektedir.
"Allah'a
inanır" Delilleri olduğu için Allah'ı tasdik eder "müminlere inanır."
onların dediklerini kabul eder. Onları imanları sebebiyle tasdik eder. "O
içinizden iman edenler için de bir rahmettir." Ey münafıklar! Sizin
imanınızı açıkladığınızı duyduğumda bu zahiri imanınızı kabul ediyor,
sırlarınızı açıklamıyor, müşriklere yaptığını size yapmıyor. O dediğiniz gibi
bir kulaktır. Ancak sizin için hayırlı bir kulaktır. Kötü bir kulak değildir. Hayrı
dinler, şerri dinlemez.
[189]
İbni
Ebu Hatim, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Nebtel b. Haris
[190],
Resulullah'a gelip yanına oturur, onu dinler ve konuştuklarını münafıklara
aktarırdı. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "İçlerinde öyle kimseler vardır ki,
Peygamberce eziyet ederler..." ayetini indirdi.
Kurtubî:
Ayet Hz. Muhammed (s.a.)'in ancak bir kulak olduğunu, kendisine söylenen her
şeyi kabul ettiğini söyleyen Attâb b. Kuşeyr hakkında nazil oldu, der.
İbni
Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Bir grup münafık Peygamber (s.a.) hakkında,
yakışıksız sözler söylediler. Bunun üzerine birisi şöyle dedi: Yapmayın!
Korkarız ki, söylediklerimiz ona ulaşır. Cülâs b. Süveyd b. Sâmit:
"istediğimizi söyler, sonra ona gider, demedik diye yemin ederiz, o da
sözümüzü kabul eder, Muhammed, sadece dinleyen bir kulak," dedi. Bunun
üzerine, ayet nazil oldu.
Onlar,
bu sözleriyle Peygamberimizin zekâsının olmadığını, işlen derin düşünmediğini,
saf kalbli, her duyduğuna çabucak aldanıveren bir kimse olduğunu
kasdediyorlardı. Onun için, ona -casusa göz dendiği gibi- kulak demişlerdi.
[191]
Bu,
münafıkların cahilliklerinin bir başka türüdür.Onlar. Resulullah ıs.a.)
hakkında, onu eleştiri mahiyetinde, onun bir kulak olduğunu, kendisine her yemin
edeni tasdik ettiğini söylüyorlardı. Cenab-ı Hak geçen ayetlerde de,
Resulullah'ı işlerinden dolayı eleştirdiklerini ve zekât taksiminden dolayı suçladıklarını
belirtmişti.
[192]
Münafıklardan
bir grup, Resulullah (s.a.) için söz söylemekle ona eza ederler, onu
ayıplarlar. "O, bir kulaktır, kendine her söyleneni dinler, onu tasdik
eder, ona kim bir şey söylese kabul eder, ona kim konuşsa, inanır. Ona varıp
yemin etsek, bizi tasdik eder" derler. Bu sözleriyle onun, saf, her
duyduğuna -onun hakkında düşünmeden ve işlerin arasını ayırt etmeden- çabuk
aldanan kimse olduğunu kasdediyorlardı. Bu, Peygamber Efendimizin, onlara
görünüşlerine göre muamele etmesinden ve sırlarını açıklamamasından ileri
geliyordu.
Allahü
Teâlâ, onun zararlı bir kulak değil, hayırlı bir kulak, yani kötülüğü değil,
hayrı dinleyen bir kimse olduğunu söyleyerek, onların iddiasını reddetmiştir.
O, doğruyu ve yalancıyı bilir. Fakat o, münafıklara şeriat hükümlerine ve
edeblerine göre davranır, onlardan hiçbirini utandırmaz. O, kâmil ahlâk sahibidir,
örnek insandır.
O,
Allah'ı tasdik eder, -başkalarını değil- samimi muhacir ve ensar müminlere
inanır. Ey münafıklar! O, içinizdeki inananlara bir rahmettir. Yani imanı
açıklamıştır. Zahir olan imanınızı kabul eder, sırlarınızı açıklayıp sizi rezil
etmez. Müşriklere yaptığını size yapmaz. O, hayır ve rahmet kulağıdır. Bu
ikisinden başkasını dinlemez ve kabul etmez. Müminlerin kendisine haber verdiklerini
tasdik eder, münafıkların haberine inanmaz. O, insanları dünya ve ahiret saadetine
hidayet buyurması bakımından bir rahmettir.
Hz.
Peygamberce sözle, ya da fiille -sihirbazlık, yalancılık, zeki olmamak gibi
şeylerle vasıflandırmak, adaletinde kusur bulmak gibi- eziyet edenler, eza
vermeleri sebebiyle ahirette acıklı şiddetli bir azaba maruz kalacaklardır.
[193]
Ayet,
Peygamber (s.a.)'in, tam bir ahlâk, derin ve kapsamlı görüş, harikulade zekâ
sahibi olduğuna işaret eder. Onun münafıklara karşı sessiz kalması, aptallık ve
saflığından dolayı değil, bir hikmetten dolayı idi. Münafıklara, çirkinliklerinden,
kendilerinden vazgeçme fırsatı vermek, müşriklere, münafıkların halini sömürme
fırsatı vermemek ve bu peygamber kendine inananları öldürüyor dedirtmemek
içindi.
Yine
ayet, bu peygamberin, şer kulağı değil, hayır kulağı olduğuna, hayırlı ve
yararlı şeyleri dinlediğine, kötülük ve fesadı dinlemekten yüz çevirdiğine,
dünya ve ahiret saadetlerine hidayet buyurduğu için müminlere bir rahmet olduğuna
işaret eder.
Ayet
Peygamberin, münafıkların haberlerine tam bir teslimiyetle inanmadığını,
söylediklerini -her ne kadar sözlerini yeminlerle pekiştirseler de, tasdik
etmediğini gösteriyor. Çünkü, Peygamber (s.a.)'in edebi, sevmedikleri şeylerle
insanlara karşı çıkmaktan alıkoyar. O, münafıklara karşı zahire göre davranır,
iç yüzlerini araştırmada ileri gitmez.
Allahü
Teâlâ onun üç özelliğini zikretmiştir: Allah'a inanması, müslüman-ların
sözlerine inanması, inananlara rahmet olması. Bu üç özellik, onun "hayır
kulağı" olmasını gerektirir.
Yine,
ayetten şu hüküm çıkarılır: Peygamber (s.a.)'e peygamberliği ile ilgili
konularda eziyet etmek küfürdür. Şiddetli azabı gerektirir. Ama şahsına, beşerî
işlerine ve dünyevî âdetlerine ait hafif eziyet, ehl-i beytine eza, küfür
değil, haramdır. Mesela, yanında çok kalarak ona eziyet etmek gibi. Nitekim
Cenab-ı Hak: "Çünkü bu, peygambere eza vermekte, o sizden
utanmaktadır" (Ahzab, 33/53) buyurur. Onunla konuşurken sesini yükseltmek
ve ismiyle çağırmak, ona eziyet etmektir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Ey iman edenler!
Sesinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize çağırarak
söylediğiniz gibi, ona da bağırmayın. Sizin haberiniz olmadan amelleriniz boşa
gidiverir" (Hucurat, 49/2) buyurmaktadır.
[194]
62-
Size, gönlünüzü hoş etmek için, Allah'a yemin ederler. Eğer mümin iseler,
Allah'ı ve Rasulünü hoşnut etmeleri daha doğrudur.
63-
Hâlâ bilmezler mi ki. kim Allah'a ve Rasulüne karşı muhalefet ederse, ona
içinde ebedî kalıcı olarak cehennem ateşi vardır. Bu ise, büyük bir
rüsvay-lıktır.
64-
Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bir sûrenin
tepelerine indirilmesinden endişe ederler. De ki: "Siz alay edip durun.
Şüphe yok ki Allah, endişe ettiğiniz şeyi açığa çıkarandır."
65-
Eğer onlara soracak olsan, elbette: "Biz sadece dalar ve
sakalaşırdık" derler. De ki: "Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Rasulü
ile mi eğleniyorsunuz?
66-
Özür dilemeye kalkmayın Sîz iman
ettikten sonra kâfir oldunuz. İçinizden bir zümreyi affetsek bile, bir taifeyi
günahkâr kimseler oldukları için azab-landırâcağız.
"Bu
ise, büyük bir rüsvaylıktır": Yakındaki şeyi gösteren "bu"
işaret zamirinin uzak için kullanılması, son derece korku ve rüsvaylıkta
olduklarına göstermek içindir.
[195]
"Size"
gelirler "gönlünüzü etmek için, Allah'a yemin ederler": Buradaki hitap
müminler içindir. Onlardan razı olmanız için yemin ederler.
"Eğer
mümin iseler" gerçekten inanıyorlarsa "Allah'ı ve Rasulünü hoşnut
etmeleri daha doğrudur". İtaatla ve muhalefet etmemekle, razı edilmeye
daha lâyık olan Allah ve Rasulüdür.
"Siz
alay edip durun": Korkutma ifade eden bir emir.
"Şüphe
yok ki, Allah, endişe ettiğiniz şeyi açığa çıkarandır." Şüphesiz Allah,
saklanan, gizli şeyi, açığa çıkarır. Göğüslerde gizlenen şeyi açığa çıkarmayı
içerdiği gibi, yerden tohumu çıkarmayı ve vatandan sürüp çıkarmayı da içerir.
"Eğer
onlara soracak olsan" seninle beraber Tebük'e giderken, onların seninle
ve Kur"an'la alaylarını sorsan "Biz sadece dalar ve
şakalaşırdık." Herhangi bir kasdımız yoktu. "Havd", aslında
suya veya çamura dalmaktır. Daha sonra bâtıl şey için kullanılması
yaygınlaştı. Murad, faydasız işi çok yapmaktır.
"Siz
iman ettikten sonra kâfir oldunuz." İmanınızı açıkladıktan sonra küfrünüz
ortaya çıktı. "Eğer içinizden bir zümreyi affetsek bile" ihlasları
sebebiyle, Mihaşş b. Hamir gibi... "diğer bir taifeyi
azaplandıracağız." Taife, insanlardan bir grup; bir şeyden bir parça,
demektir.
[196]
İbni
Münzir, Katade'den şöyle rivayet eder: Bize anlatıldığına göre ki, münafıklardan
bir adam, Tebük Gazvesinden geri kalan ve haklarında ayet nazil olan kimseler
hakkında: "Bunlar, bizim en hayırlılarımız ve en şereflilerimiz.
Muhammed'in dedikleri gerçek ise, onlar eşeklerden daha kötüdür
[197]
dedi. Bunu, müslümanlardan bir adam duydu ve: "Vallahi, Muhammed'in söyledikleri
şüphesiz haktır. Sen elbette eşekten daha kötüsün" dedi ve bunu Resulullah
(s.a.)'e gidip haber verdi. Resulullah, o münafığa haber gönderip çağırttı ve:
"Seni o söylediklerini söylemeye sevkeden nedir?" diye sordu. Adam bu
sözü söylemediğine yemin etti. O müslüman da: "Allahım, doğru söyleyeni
doğrula, yalan söyleyeni yalanla" dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
"Gönlünüzü etmek için, Allah'a yemin ederler..." ayetini indirdi. Bu,
Süddî'den de rivayet olunmuştur.
İbni
Ebi Hatim, İbni Ömer'den rivayet eder: O, şöyle demiştir: Münafıklardan bir
adam Tebük Gazvesinde, bir toplantıda bir gün: "Şu güzel okuyanlarımız
gibilerini, midelerine düşkün, dilleri çokça yalan söyleyen ve savaşta çok
korkak şu kimseler gibilerini görmedik" dedi. Birisi ona: Yalan söyledin
sen münafıksın, seni peygambere mutlaka haber vereceğim, dedi. Resulullaha haber
verdi, bu ayet nazil oldu.
Bir
rivayette, adamın ismi Abdullah b. Übeyy olarak geçer.
İbni
Ebi Hatim, Ka'b b. Mâlik'ten de rivayet eder: Mihaşş b. Hımyer şöyle dedi:
Sizden her biriniz bizden yüz kişiyi vursun da, Kur'an'da bizim hakkımızda
ayet inmesin. Bu şart üzere anlaşma yapmak isterdim." Bu, Rasullulah'a
ulaştı. O, onları çağırıp sorunca özür dilemek için geldiler. Bunun üzerine Cenab-ı
Hak: "Özür dilemeye kalkmayın" ayetini indirdi. Mihaşş b. Hımyer affedildi,
Abdurrahman ismini aldı. Allah'tan şehid olarak öldürülmesini ve öldürüldüğü
yerin bilinmemesini istedi. Yemame savaşında öldürüldü, öldürenlerden başka
hiç kimse de, öldürüldüğü yeri bilemedi.
Süddî
şöyle demiştir: Münafıklardan biri şöyle dedi: Vallahi, keşke götürülüp bana
yüz değnek vurulsa da, hakkımızda bizi rezil rüsvay edecek bir ayet inmese..
Bunun üzerine ayet nazil oldu.
İbni
Cerir et-Taberî, İbni Münzir ve Ebu'ş-Şeyh Ibni Hayvan el-Ensârî, Katâde'den
rivayet ederler: Münafıklardan bir grup insan Tebük Gazvesinde şöyle dedi:
"Bu adam, Şam saraylarını ve kalelerini fethetmek istiyor. Ne yazık!"
Allah, Peygamberini bundan haberdar etti. Peygamber onlara geldi ve:
"Şöyle şöyle dediniz" buyurdu. "Biz, şakalaşıyor, laf
ediyorduk" dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
[198]
İşte,
münafıkların çirkin hallerinden bir başka örnek. Yalan yemine yönelmeleri,
Allah ve Rasulüne düşmanlıkları, kendilerini rezil rusvay eden Kuran ayeti
inmesinden çekinmeleri ve Allah'ın ayetleriyle eğlenmeleri... Ve işte. Tebük
Gazvesinden geri kalan münafıkların hallerini açıklayan bir dizi ayet.
Ebu'ş-Şeyh
İbni Hayyân, Katâde'den şöyle dediğini tahne eder: Bu sûreye, Fâdıha,
Fâdıhate'l-münafikîn (münafıkların kusurlarını açıklayan sûre . Mün-bie
(Münafıkların ayıplarını, kusurlarını haber veren sûre 'de denir.
[199]
Allahü
Teâlâ, müminlere hitap ederek şu açıklamayı yapıyor: Münafıklar, sizi hoşnut etmek
için yalan yeminlere yöneliyorlar. Oysa Allah müminlerin, onların yalan
nifaklarının ortaya çıkacağını, işlerinin ortaya serileceğini bildiklerine
işaret ediyor.
Söyledikleri
söz ya da işten dolayı özür dilemek üzere sizi memnun etmek için, size yemin
ederler. Halbuki, asıl hoşnut edilmesi gerekenler Allah ve Ra-sulüdür. Bu da,
itaatla, muhalefet etmemekle, samimi iman ve salih amelle olur.
Burada,
zamirin tekil olarak getirilmesi, Peygamberi razı etmenin Allah'ı razı etmek
olduğunu bildirmek içindir. Nitekim Allahü Teâlâ başka bir ayette: "Kim
Peygambere itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisa, 4/80)
buyurmuştur. Çünkü Peygamberlik kaynağı bir, emirler ve nehiyler de birdir.
Kim,
gerçekten mümin olmuşsa, Allah ve Rasulünü razı etmiş olur, aksi takdirde
yalancı olur.
Sonra
Allahü Teâlâ onları, yöneldikleri, başvurdukları şeyin tehlikesini açıklayarak
azarlamıştır. Bunda meseleyi büyütme ve korkutma vardır: "Hâlâ bilmezler
mi ki..." Yani, münafıklar Allah'a ve Rasulüne düşmanlık eden ve sınırı
aşarak muhalefet eden, yahut işlerinde -meselâ zekât taksimi gibi- peygamberini
eleştiren, ahlâkında -onun kendisine her söyleneni işiten bir kulak olduğunu
söylemeleri gibi- onu tenkit eden kimsenin bir tarafta, Allah ve Ra-sulünün de
bir tarafta olduğunu, Allah'ın cezasının horlama ve azaba sebep olarak -büyük
rüsvaylık, zelillik ve horlanma şeklinde- ebediyyen cehennemde kalmak olduğunu
bilmezler mi?
Gerçek
şu ki, münafıklar işlerinin hakikatim bilirler. Onlar Allah'a ve Ra-sule
inanmazlar. Vahiy hususunda şek ve şüphe içindedirler. Huzursuz ve rahatsızdırlar.
Şek ve huzursuzluk, onları korku ve endişeye sevkeder. Onun için, Allahü Teâlâ
onları: "Münafıklar kalblerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek
bir sûrenin tepelerine indirilmesinden endişe ederler..." diye
sınıflandırır. Yani, münafıklar müminlere, kendilerinin durumlarını haber
veren, sırlarını ortaya koyan, nifaklarını açıklayan bir sûre -Kâşife, Fâdıha,
Münbie denilen bu sure gibi- indirilmesinden korkarlar.
"Münafıklar
endişe ederler." sözü, emir değil bir haberdir. Kendinden sonra gelen
kısım buna delildir. "Şüphe yok ki Allah endişe ettiğiniz şeyi açığa çıkarandır"
sözü, şüphesiz Allah, korkmuş olduğunuz nifakınızı açığa çıkarandır, demektir.
Bununla
beraber onlar, daima Kur'an'la, peygamberlik ve müminlerle alay
ediyorlardı:"Anca& alay edicileriz" (Bakara, 2/14). Allah onları:
"De ki: "Siz hâlâ alay edin durun" sözüyle tehdit etmiştir.
Yani, ey Muhammedi Onlara söyle: Allah'ın ayetleriyle istediğiniz gibi alay
edin... Bu, tehdit amacı taşıyan bir emirdir. Şüphesiz Allah, meydana
gelmesinden korktuğunuz şeyi ortaya çıkaracak, sizi rezil rüsvay eden, işinizi
açıklayan şeyi peygamberine indirecek: "Yoksa kalblerinde hastalık
bulunanlar kinlerini Allah'ın meydana çıkarmayacağını mı sandılar? Eğer biz
dilesek, onları sana elbette gösteririz. Sen de onları muhakkak simalarından
tanırsın. Sen onları söyleyişlerinden de bilirsin. Allah, amellerinizi
bilir" (Muhammed, 47/29-30).
Sonra
Allah, yeminle ifade ediyor: Ey peygamber! Eğer sen onların bu sözleri ve
hezeyanları hakkında sorsan, sözlerinde ciddi olmadıklarını, şaka yapıp
eğlendiklerini söylerler. Allah, o gibileri azarlayıp yaptıklarından hoşlanmadığını
ifade için: "Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Resulü ile mi
eğleniyordunuz?" buyurmuştur. Yani, bu, bir eğlence konusu değildir. Başka
alay edecek bir şey bulamadınız mı? Çünkü Allah'la, ayetleriyle ve
peygamberleriyle alay etmek, küfürdür. Allah'la istihzadan amaç, Allah'ın zikri
ve sıfatlarıyla, teklifleriyle alay etmektir. Allah'ın ayetleriyle alay
etmekten amaç, Kur"an ve diğer din hükümleriyle alay etmektir.
Peygamberle alay etmek ise, onun peygamberliğine, ahlâkına ve işlerine dil
uzatmaktır.
Sizin
sözünüz kabul edilecek bir özür değildir. Bu büyük suçtan kurtulmak için, şöyle
veya böyle asla özür dilemeyin. Çünkü siz küfrettiniz. İmanınızı ortaya
koyduğunuz gibi, küfrünüz de ortaya çıktı. İşiniz herkes tarafından anlaşıldı.
"Özür dilemeyin" sözü, azarlama şeklindedir. Adeta, faydası olmayan
şeyleri yapmayın denmek isteniyor.
Mihaşş
b. Hımyer gibi, samimi tevbe ettikleri için bazınızı affetsek bile, bazınızı
-nifak üzere kaldıkları, büyük günahlar işledikleri, kendilerine ve başkalarına
karşı suç işledikleri için- azaplandıracağız. Sizin azaplandırılmanız, suç
işlemeniz sebebiyledir.
[200]
Ayetler
aşağıdaki hususlara işaret ederler:
1- Münafıkların çirkin hallerini saymak: Yalan yeminlere başvurmak, Allah
ve Rasulüne düşmanlık, Kur'an, Peygamber ve müminlerle alay etmek, durumlarını
açığa vuracak, özürlerinin saçma ve oyun olduğunu açıklayacak Kur'an'dan bir
sûre indirilmesinden korkmak.
2- Dinde ve dinî hükümlerde, şaka kabul edilmez. Allah'ın kitabı, peygamberi
ve sıfatları hakkında ileri, geri konuşmak küfür sayılır. Küfür ile şaka yapmanın
küfür olduğu hususunda ümmet arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Çünkü, hezl
(şaka, saçmalama), İbnül-Arabî'nin de dediği gibi. bâtılın ve cahilliğin
kardeşidir.
3- "İman ettikten sonra kâfir oldunuz" sözü dört hükme işaret
eder.
a) Dinle alay etmek, imanın gereğine -Allahü Teâlâ'yı büyük bilmek- ters
düştüğü için, Allahü Teâlâ'yı inkâr etmektir.
b) Küfür, sadece kalble ilgili değildir. Aynı zamanda küfür ifade eden
söz ve işleri de içine alır.
c) Onlar her ne kadar münafık iseler de, söyledikleri söz, gerçek
küfürdür.
Kısacası
Allahü Teâlâ, onların küfrüne, nifaktan tevbe etmedikleri müddetçe, günahtan
özür dilemelerinin kabul edilmeyeceğine hükmetmiştir.
4- Münafıklıktan veya küfürden tevbe makbuldür. Kim tevbe ederse affolunur.
Kim küfürde yahut münafıklıkta ısrar ederse, cehennemde cezalandırılır.
Bu,
temel inanç konularındadır. Akidlerde, alış-veriş, evlenme gibi- fesihlerde
-boşama gibi- hezlin hükmüne gelince, alimler bu konuda üç görüşe sahiptirler:
Hükmü
bağlayıcı olmayan, bağlayıcı olan (alış verişle diğerleri arasında fark vardır)
evlenme ve boşanmada bağlayıcı olan, alışverişte bağlayıcı olmayan.. Üçüncü
görüş, mezheplerde meşhurdur. Ebu Davud, Tirmizî ve Darekut-nî, Ebu Hüreyre'nin
şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Üç şey
vardır ki, ciddisi ciddi, şakası da ciddidir: Nikâh, Talak, Ric'a..."
Mâlik'in Muvatta'mda, Said b. Müseyyeb'den şöyle rivayet olunur: Üç şey vardır
ki, onlarda şaka yoktur: Nikah, talak, ıtk (köle azad etmek."
İbnü'l-Müseyyeb, Ömer'den nakleder: Dört şey vardır ki, her şahsa caizdir: Itk
(köle azâd etmek), Talak, nikah ve nezirler.
5- "Size yemin ederler" ayeti, yemin edenin yemininin kabul
edileceği hususunu içine alır. Yemin, (iddia eden) için bir haktır. Yine bu
ayet, yeminin Allah'a olması hükmünü de içine alır. Nitekim Peygamber (s.a.),
İbni Ömer'den rivayet olunan müttefakun aleyh hadisinde: "Kim yemin
ederse, Allah'a yemin etsin, yahut sussun. Kime de yemin edilirse, tasdik
etsin" buyurmuştur.
[201]
67-
Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler. Onlar münke-ri
emreder, marufu nehyederler. Ellerini de sıkı tutarlar. Onlar Allah'ı
unuttular. O da, onları unuttu. Şüphesiz münafıklar, fâsıkların ta kendileridir.
68-
Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de, orada ebediyen
kalıcılar olmak üzere cehennem ateşini vaad etti. Bu, onlara kâfidir. Allah,
onları rahmetinden kovdu. Onlar için bitip tükenmeyen bir azab vardır.
69- Kendinizden evvelkiler gibisiniz. Onlar
kuvvetçe sizden daha ileriydi. Malları ve evlatları da daha çoktu. Nasipleri
kadar faydalanmak istediler. Sizden evvelkiler nasiplerince faydalanmak
istedikleri gibi, siz de faydalanmak istediniz ve onların daldıkları gibi
daldınız. Onların dünyada da, ahi-rette de yaptıkları boşa gitti. İşte bunlar,
zarara uğrayanların da ta kendileridir.
70-
Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd, Semûd kavminin, İbrahim kavminin,
Medyen Ashabının, Lût'un darmadağın olan kasabalarının haberi de gelmedi mi?
Onlara peygamberleri apaçık mucizelerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmediyor
değildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
"Onlar
Allah'ı unuttular, O da onları unuttu." Onlar Allah'a itaati bıraktılar,
Allah da onları rahmetinden mahrum etti.
"Nasipleri
kadar faydalanmak istediler": Ahiret mutluluğunu ve akıbetlerini
düşünmeyip geçici şeylerle meşgul oldukları için, zem ve azarlama kasdolunmaktadır...
[202]
"Münafık
erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendir." Münafıklık sıfatında ve
imandan uzaklıkta aynı şeyin parçaları gibi birbirlerine benzerler. Nitekim:
"Sen bendensin, ben de sendenim" denir ki, işimiz aynı, herhangi bir
aykırılık yok, demektir. Zemahşerî: "Bundan maksat, müminlerden
olduklarını reddetmek ve "kendilerinin sizden olduklarına" dair
Allah'a ettikleri yeminlerinde onları yalanlamak, Allah'ın: "Halbuki
onlar sizden değildir." (Tevbe, 9/56) sözünü pekiştirmektir. Sonra gelen
kısım, sanki bunun delili gibidir. Çünkü o, onların durumunun müminlerin
durumuna zıt olduğuna işaret eder. Bunlar: "Onlar münkeri
emrederler." Yani küfrü ve masiyetleri. Münker ya şeriatın çirkin gördüğü
ve yasakladığı şey olarak ya sert, ya da aklîdir. Yani ahlâka ve genelin
yararına ters olduğu için salim aklın ve temiz fıtratın iyi görmediği şeydir.
Onun zıddı, maruftur: "ma'rufdan nehyederler." Yani iman ve
taattan... Maruf, şeriatın emrettiği her şey, yahut aklın ve sahih örfün güzel
gördüğü, şeriata ve ahlaka ters düşmeyen şeydir. "Ellerini de sıkı
tutarlar." Bununla Allah'ın razı olduğu şeylere harcamaktan geri durmak
kasdolunuyor. Bunun zıddı: Eli açmaktır... 'Onlar Allah'ı unuttular".
Allah'a itaati ve emirlerini terket-tiler. Adeta, unutulmuş gibi oldu. "O
da onları unuttu." Allah da onları, fazlından, lütfundan ve rahmetinden
uzaklaştırdı. Allah'ın zikrini unutmalarından ve gaflet etmelerinden dolayı,
onları cezalandırdı.
"Şüphesiz
münafıklar fasıklar" itaattan çıkanlar, imanın temellerinden
so-yutlananlar, tam azgın olanlar, hayra sırt çevirenler "m ta kendileridir."
"Allah...
vaad etü~: Vaad, hayır ve şer vermede, vaid de özellikle şer vermede
kullanılır.
"Allah
onları rahmetinden kovdu." Onları rahmetinden uzaklaştırdı, azapla onları
küçümsedi. Onları, kınanmış ve lanetlenmiş şeytanlara kattı. Cennet ehlini de
yüceltti ve şerefli melekler arasına kattı. La'n: Rahmetten uzaklaştırmak,
hakir görüp zelil etmek demektir.
"Onlar
için bitip tükenmeyen bir azap vardır." Bundan, onlar için, ateşte
yanmalarından başka bir çeşit azap olduğu yahut dünyada münafıklıktan dolayı
sürekli bir işkenceyle karşı karşıya kalacakları anlaşılmaktadır.
"Kendinizden
evvelkiler gibisiniz": Ey münafıklar! Siz, kendinizden öncekilerin
yaptığı gibi yaptınız. Sizden öncekilerin dünyadan faydalanmak istedikleri ve
bâtıl arzularına daldığı gibi, siz de dünyadan faydalanmak istediniz ve bâtıl
arzularınıza daldınız ve Peygamber (s.a.)'de kusur arama yoluna girdiniz...
"Onlara
kendilerinden evvelkilerin; Nuh kavminin" Tufanla boğulmasının. "Ad
kavminin" şiddetli rüzgarla helak edilmelerinin, "Semûd
kavminin" zelzele ile helak olmalarının, "İbrahim kavminin"
Nemrûd'un sinekle helak edilmesinin, "Medyen ashabının" Medyen, Şuayb
(a.s.)'ın kavmi olup, bir buluttan üzerlerine yağan ateş yağmurlarıyla helak
olmuşlardır. "Lût'un darmadağın olan kasabalarının" üzerlerine
taşlaşmış çamur yağdırılmış, kasabaların altı üstüne getirilmişti, "haberi
de gelmedi mi?"
"Onları
peygamberleri apaçık mucizelerle gelmişti." Onlar da onları yalanlamışlar,
bu sebeple helak edilmişlerdi.[203]
Ayetler,
münafıkların kötü ve çirkin durumlarını açıklamaya devam ediyor. Bu, onlarla
müminler arasındaki farkın kendilerinden önceki münafıklarla kâfirlere
benzemelerinin açıklandığı, durumlarının kendilerinden öncekilerin durumuna
benzediğinin beyan edildiği, onlarla geçmiş ümmetler arasında bir kıyasın
yapıldığı, o kötü işlerde erkekleriyle dişilerinin aynı olduğununu açıklandığı
bir başka çeşit beyandır.
[204]
Bu
ve bundan sonraki ayetler, müminlerin sıfatlarıyla münafıkların sıfatları arasındaki
açık farkları ortaya koyuyor. Müminler iyiliği emredip kötülüğü nehyederken,
münafıkların bunun aksini yaptıklarını açıklıyor.
Münafık
erkeklerle münafık kadınlar, münafıklık sıfatında, imandan uzaklıkta, ahlâk ve
amelde birbirlerine benzerler. "Onlar münkeri emrederler." Münker,
şeriatın hoş karşılamadığı ve nehyettiği, selim yaratılışın ve sahih aklın
kabul etmediği -yalan söylemek, hainlik etmek, sözünde durmamak ve ahdini
bozmak gibi- şeydir. Buhari, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu Hüreyre'den
tahric ettiği sahih hadisde Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Münafığın
alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz.
Kendisine bir şey emanet edildiğinde, ona hainlik eder." "Maruftan
nehyederler." Maruf: Şeriatın emrettiği, akim ve yaratılışın kabul ettiği
-cihad ve Allah yolunda vermek gibi- şeydir. Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında
şöyle buyurur: "Resulullahın yanındakilere infak etmeyin, ta ki dağılıp
gitsinler diyenler onlardır" (Münafikûn, 63/7).
Onlar,
Allah'ın zikrini unuttular, Allah'ın emrini, yasaklarını içine alan şer1!
sorumluluklardan uzaklaştılar. O da, onları unuttu. Onları, fiillerinin benzeriyle
cezalandırdı. Onlara, kendilerini unuttuğu kimseler gibi muamele etti. Dünyada
lütfundan, rahmetinden, fazlından ve yardımından, ahirette de sevabından
mahrum bıraktı. "Bugün biz, sizi unuturuz" (Casiye, 45/34). Çünkü onlar
Allah'a itaati terkettiler.
Şüphesiz
münafıklar fasıktırlar; hak ve doğru yolun dışmdadırlar, dalalet yolundadırlar.
Her türlü hayırdan uzaktırlar, küfürde azgınlık üzeredirler.
Sonra
Allahü Teâlâ, onların cezalarını açıklamak üzere: "Allah, erkek münafıklara
da, kadın münafıklara da, kâfirlere de, orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere
Cehennem ateşini vadetti" buyurmuştur.
Allahü
Teâlâ, onları cezalandıracağı ve kâfirlerin içine katacağı şeklindeki vaadini
pekiştirmiş; onların hepsini de, içine girecekleri ve sonsuza kadar kalacakları
cehennem azabıyla -azap ve amellerinin cezası olarak o yeter- korkutmuş,
onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için cehennem azabından başka,
sürekli bir azap ya da dünyada nifak hastalığından dolayı karşılaştıkları
sürekli bir işkence, iç yüzlerini ve çeşitli kepazeliklerini, Peygamber ve
müslü-manların bilmesi korkusu, endişesi vardır.
Erkeklerle
beraber kadınların da anılması, hastalığın köklü ve genel olduğuna delildir.
Kâfirlerin münafıklardan sonra anılması, münafıkların kâfirlerden daha kötü
olduğunu gösterir.
Sonra
Allahü Teâlâ, bu münafıklara dünya ve ahirette ulaşacak azabı açıklamıştır. O
azap, geçmiş peygamberler dönemindeki münafıklar ve kâfirlerin azabıyla
benzerlik gösterir. Siz de, onlar gibi dünyaya ve dünyanın geçici mallarına
aldanıyorsunuz. Onlar sizden daha kuvvetli, mal ve evlatça daha güçlüydüler.
Onların dünya malına aldanıp gereksiz sözlere daldıkları gibi, siz de dünya
malına aldanıp gereksiz sözlere daldınız. Onlar gibi, mal ve çocuktan dünya
lezzetleri ve nazlarından yararlanmaya koyuldunuz, Allah'ın ve Resulullah
(s.a.)'in yolunda gitmeyi terkettiniz. İşlerin sonunu düşünüp ahirette
kurtuluşu istemek için çalışmadınız. Sizde hayır, onlarda şer sebepleri çok
olduğu halde, haliniz onlardan daha kötü oldu. Onlardan daha çok cezayı hak
ettiniz. "Onlar, nasipleri kadar faydalanmak istediler."
Kendilerinden öncekilerin yaptığı gibi, onlar dünya ya da dinden nasiplerini
almak istediler.
Onların
bâtıl şeylere daldığı gibi. siz de bâtıl şeylere daldınız.
İlk
olarak öncekilerin, sonra münafıkların, daha sonra bir daha öncekilerin dünya
nimetlerinden nasiplerini aldıklarını söylemekten amaç, dünya nimetlerine
daldıklarından dolayı öncekileri kötülemek, ahiret saadetinden mahrum
olduklarını ifade etmektir. Sonra Allah, mübalağayı ve benzeme şeklinin
çirkinliğini artırmak için, İslâm dönemi münafıklarını onlara benzetti. Nitekim,
bir kimsenin zalimlik ve kötülüğüne işarette bulunmak isteyen kimse, ona:
"Sen Firavun gibisin. O, suçsuz yere öldürüyor, sebepsiz işkence ediyordu.
Sen de, onun yaptığının aynısını yapıyorsun" der. Kısacası buradaki
tekrar, pekiştirme içindir.
Allahü
Teâlâ, dünyayı istemede ve ahiretten yüz çevirmede, bu münafık ların, o eski
kâfirlere benzemediklerini açıkladıktan sonra, bu iki fırka arasındaki başka
bir benzerliği açıklıyor: Peygamberleri yalanlamak, hile yapıp aldatmak, ahdi
bozup hiyanet etmek. "Onların daldıkları gibi, daldınız." Onların
yalana ve bâtıla daldığı gibi, siz de daldınız.
Sonra
Allahü Teâlâ, evvelki ve sonraki bütün münafıkların, kâfirlerin amellerinin
sonucunu açıkladı: "Dünyada da, ahirette de yaptıkları boşa gitti."
Çünkü onların yaptıkları riya ve gösterişle yapılmıştı. Onlar, Allah rızasını
düşünmediler. Çünkü amellere sevap verilmesi, iman şartına bağlıdır. Onlar ise
gerçekten inanmamışlardı. İmanı açıklamışlar, küfrü içlerinde gizlemişlerdi. Bu
yüzden, münafık olmuşlardı. İşte onlar, kâr edecekleri yerde zarar edenlerin ta
kendileridir. Çünkü onlar, sevap kazanmaya çalışmadılar, kendilerini
peygamberleri reddetmek için yoruldular. Dünya ve ahirette, iyiliklerin boşa
gittiğini gördüler, dünya ve ahirette ceza buldular.
Bu,
Cenab-ı Hakk'm şu sözü gibidir: " De ki: "Amelleri açısından en çok
ziyana uğrayanları size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki, dünya hayatında
yaptıkları boşa gitmiştir, üstelik iyi yaptıklarını sanırlar." (Kehf,
18/103-104). Allahü Teâlâ'nm: "Onların amelleri boşa gitmiştir" sözü,
Allahü Teâlâ'nm şu sözünde işaret olunan salihlerin işinin zıddıdır: "Ve
ona dünyada ecrini verdik. Ahirette de o, salihlerdendir" (Ankebut,
29/27).
Allahü
Teâlâ, İslâm dönemi münafıklarının halini, geçmiş dönemlerjn kâfirlerinin haline
benzettikten sonra, o kâfirlerin bu münafıklardan daha kuvvetli, daha çok mal,
çoluk çocuk sahibi iken amellerinin boşa gittiğini, rezil rüs-vay olduklarını,
dolayısıyla bu münafıkların da, dünya ve ahiret iyiliklerinden mahrum
kaldıklarını açıklamıştır.[205]
Sonra
Allahü Teâlâ, bu peygamberleri yalanlayan münafıklara öğüt verip: "Onlara
kendilerinden öncekilerin haberleri gelmedi mi?" sözüyle korkutuyor. Yani,
peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin haberi size söylenmedi mi? Sonra
Cenab-ı Hak, altı kavmi anıyor. Bunlar, Nuh (a.s.)'a iman edenler hariç,
yeryüzündeki bütün insanları kaplayan tufanla, suda boğulan Nuh kavmi, Hûd
(a.s.)'ı yalanladıkları zaman, kısırlaştırıcı bir rüzgârla helak edilen Hûd'un
kavmi Ad, Salih (a.s.)'m kavmi Semûd, kendilerinden nimetin alındığı ve bir
sinek musallat kılınarak helak edilen İbrahim (a.s.)'m kavmi, şiddetli bir yer
sarsıntısı ve gölgelik gününün azabı gelen Şuayb (a.s.)'ın kavmi Ashab-ı
Medyen; Meadin'de oturan, Allah tarafından yere geçirilen, yerleri altına üstüne
getirilen, üzerlerine taş yağdırılan Lût (a.s.)'m kavmi Mü'tefikât'tır.
[206] Cenab-ı
Hak başka bir ayette de: "Şehirlerini O kaldırıp yere attı" (Necm,
53/53) buyuruyor. Yaşadıkları yerlerin ve baş şehirleri Sodom'un -Allah'ın
peygamberi Lût (a.s.)'ı yalanlamaları ve dünyada daha önce hiç kimsenin
yapmadığı o çirkin işi (livata) yaptıklarından dolayı- altını üstüne getirdi.
Allahü
Teâlâ'nm bu altı kavmi anmasının sebebi, bu kavimlerle ilgili bazı haberleri
duymaları, bazan de onlarla ilgili kalıntıları görmeleri sebebiyledir. Nitekim
yaşadıkları belde, yani Şam, Arap beldelerine yakındı.
Allahü
Teâlâ'nm: "Onlara kendilerinden öncekilerin haberleri gelmedi mi?"
sözü, pekiştirme ve azarlama sorusudur. Onlara, bu kavimlerin haberi geldi,
fakat ibret almadılar demektir.
Bunlar,
peygamlerlerinin kendilerine açık delillerle ve mucizelerle geldiği kimselerdi.
Burada takdirî olarak, onların hakk'ı yalanladığı, Allah'ın da onları çabucak
gelen bir helakle yok ettiği anlamı vardır.
"Allah
onlara zulmediyor değildi." Çünkü O, onlara peygamberler göndermekle açık
delillerini gösterdi: "Fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlardı."
Çünkü çirkin işler işliyor, peygamberleri yalanlıyor, hakka muhalefet
ediyorlardı. Zulüm, Allah'tan değil, kendilerinden geldi. O azabı hak ettiler.
Bu
kavimleri hatırlatmaktan amaç, münafıkların ve kâfirlerin şunu bil-mesidir:
Allah'ın kulları hakkındaki kanunu birdir, değişmez. Küfürlerinde ısrar
ettikleri müddetçe onlara azap inecektir. Çünkü geçmişte uygulanan benzer şey,
bugünkü benzerine uygulanır: "Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mıdır?
Yoksa sizin kitaplarda bir beraatiniz mi var?' Kamer. 54/43).
[207]
Ayetler,
aşağıdaki hususlara işaret eder.
1- Nifak insanoğlunun, müzmin ve kök salmış hastalığıdır Bu hastalığa yakalananlar her devir ve
zamanda, münkeri emredip marufu nehyetmekte, ellerinin sıkılığında ve cihad
için Allah yolunda sarfetmemekte. üzerlerine gerekli şeyleri yapmamakta
birbirlerine benzerler.
2- Münafıklar için iki azap vardır: Cehennem ateşinde bir azap ile cehennem
ateşinden başka sonsuz bir azap.
3- İşlenilen amel emsinden verilen ceza: Allahü Teâla'nır. 'Onla'- Allah'ı unuttular. O da onları
unuttu" sözünün manası: Onlar. O'r.ur. emrini ve O'na itaati sanki unutulmuş
derecesinde terkettiler. O da onları rahmetinden uzaklaştırdı. Çünkü onların
fiilinin karşılığı budur. Ceza. ceza karşılığıdır: "Bir kötülüğün cezası,
onun gibi bir kötülüktür." (Şûra, 42 4û
4- Kâfirlerin ve münafıkların azap sebebi, her donemde aynıdır. Bu da,
dünyayı ahirete tercih etmektir. Allah kendilerinden öncekiler gibi kötülüğü
emredip, iyiliği nehyettikleri için, öncekilere olduğu zıtı sonraki kâfirlere
de cehennem azabını vaadetmiştir. Sahih-i Buharî'de Ebu Hureyre'den rivayet
olunan hadiste, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden öncekilerin
yollarına, karışı karışına, arşını arşınına tabi olacaksınız: Bir keler
deliğine girseler, siz de girmeye çalışacaksınız." Ashab: "Ya
Resulullah, onlar Yahudiler ve Hristiyanlar mıdır?" diye sorunca,
Peygamber s a : "Ya kim olacak?" buyurdu.
İbni
Abbas ve daha başkaları, İbni Mesudun şöyle dediğini nakletmişler-dir: Bu gece,
dünkü geceye ne kadar benziyorsa. biz de şu İsmailoğulları'na o kadar
benzetildik.
5- "Sizden öncekiler gibi" ayeti, kıyasın meşruiyetine,
benzerlerin birbirlerine katılmasına işaret eder. Nitekim şu ayet de bunu
destekler: "Ey basiret sahipleri! Artık ibret alın" (Haşr, 59/2).
6- Kâfirlerin amellerine ahirette sevap yoktur. 'Yaptıkları boşa
gitti" Onlar, kaybedenler, sevap alamayanlardır.
7- Şüphesiz, peygamberlerini inkâr edip yalanlamaları sebebiyle, geçmiş
ümmet ve kavimlerin helak edilmesinde, ibret alan akıl sahipleri için ibret ve
öğüt vardır.
8- Ceza ancak suçun olduğu yerde vardır. "Allah, onlara zulmediyor
değildi." Onlara peygamber göndermedikçe ve onlardan, azabı hak
edecekleri şeyler meydana gelmedikçe... "Fakat onlar, kendi kendilerine
zulmediyorlardı..." Kendilerine delil getirildikten sonra, onlar
kendilerine zulmettiler.
[208]
71-
Mümin erkeklerle mümin kadınlar da, birbirinin velileridir. Bunlar iyiliği
emreder, münkerden vazgeçirmeye çalışırlar. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı
verirler. Allah'a ve Resulüne de itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine
rahmet edecekleri bunlardır. Şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.
72-
Allah, mümin erkeklere de, mümin kadınlara da, içlerinde ebediyen kalmak
üzere, altından ırmaklar akan cennetler vaadetti. Bir de Adn cennetlerinde hoş
meskenler. Allah'ın rızası ise, hepsinden büyüktür. İşte bu, en büyük saadetin
tâ kendisidir.
Bu
ayetlerde, müminlerin sıfatlarıyla münafıkların sıfatları ve cehennem cezasıyla
cennet mükâfatı arasında mukabele vardır.
[209]
"Müminler
birbirinin velileridir." Birbirlerinin yardımcısı, dostudurlar.
Birbirlerine destek olurlar. "Evliya" kelimesi, felâket zamanında
yardım etmek, kardeşlik ve sevmek kökünden gelmektedir, düşmanlığı zıddıdır.
"Şüphesiz
Allah, azizdir." Ceza ve mükâfatını gerçekleştirmekten O'nu hiçbir şey
aciz bırakamaz. Kendisine itaat edeni aziz eder. Şüphesiz izzet Allah'ın,
peygamberinin ve müminlerindir.
"Cennetler":
Çevresindeki yerleri, birbirine girmiş dallarıyla örten çok ağaçlı bahçeler.
"Adn
cennetleri": Adn, cennette, Firdevs gibi özel bir yer ismidir. Delili,
Ce-nab-ı Hakk'ın: "O Adn cennetlerini Rahman kullarına gıyaben
vaadetmiştir" (Meryem, 19/61). Ebu'd-Derdâ'nın, Resulullah (s.a.)'den
rivayet ettiği hadis de buna işaret eder: "Adn, hiçbir gözün görmediği ve
hiçbir insanın kalbine gelmeyen güzellikte Allah evidir. Orada üç sınıf insan
oturur: Peygamberler, sıddîk-lar, şehidler. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Ne
mutlu sana girenlere..."
"Allah'ın
rızası ise hepsinden büyüktür." Çünkü rıza, her türlü kurtuluş ve saadetin
sebebidir. Onlar, O'nun rızasına, ta'zim ve kerametine nail olurlar. Keramet,
sevap çeşitlerinin en büyüğüdür.
"İşte
bu" Allah'ın vaadettiği şeye, yahut rıdvan "en büyük saadetin tâ kendisidir.
" Bu, insanların kurtuluş saydığı şeyin dışında tek mutluluktur.
[210]
Allahü
Teâlâ, münafıkların kötü sıfatlarını ve onlar için hazırladığı azabı
belirttikten sonra müminlerin güzel sıfatlarını ve onlar için hazırladığı
sürekli sevab ve ebedî nimeti belirtiyor.
İşte
Kur'an'm üslûbu böyledir: İbret ve öğüt olması için birbirine zıd şeyleri
anar. İnsanın yararlı olanı seçmesi için farkları açıklar... İşte burada da, münafıkların
kötü işleri ve onların karşılığı azapla, müminlerin güzel işleri ve onların
karşılığı azap arasındaki açık fark ortaya çıkıyor ki, münafıklar gerçekte
kendilerinin mümin olmadıklarını gösterdikleri nifak ve aldatmanın çabucak
ortaya çıkacağını ve onlara kesinlikle fayda vermeyeceğini bilsinler.
"Münafık
erkeklerle münafık kadınlar da birbirlerindendir." ayetinde
"den" manasına gelen "min" harf-i çerin, "Mümin
erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir." ayetinde ise
"den" yerine "veliler" kelimesinin kullanılmasının
sebebine gelince: Birinci ayet, münafıklarla ilgili olup, münafıkların nifak
üzere toplanmasının, ancak taklit, meyil ve âdet sebebiyle olduğunu ifade etmek
içindir. İkinci ayet müminlerle ilgili olup, müminlerin iman üzere
toplanmalarının kanaat, istidlal, tevfik ve hidayette ortaklıkları
sebebiyledir.
[211]
Şüphesiz,
erkek ve kadın bütün iman ehli birbirleriyle yardımlaşırlar, birbirlerine
destek olurlar. Nitekim Peygamber(s.a.) Efendimiz: "Müminin mümine
bağlılığı, taşları birbirine kenetli bir duvar gibidir" buyurmuşlar ve
parmaklarını birbirlerine geçirmişlerdir. Yine, başka bir sahih hadiste:
"Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, müminler, -bir organı
rahatsız olduğu zaman, diğer organlarını da, uykusuzluk ve ateş saran- bir
vücud gibidir..." buyurmuşlardır.
Müslüman
erkeklerle müslüman kadınlar arasında, savaş meydanlarında ve her türlü zor
durumda -meselâ hicret ve cihad gibi- erkeklerin iffetlerini ve gözlerini
korumaları, kadınların büyük bir edep, haya ve iffetle hareket etmeleri,
gözlerini korumaları, konuşma, giyim ve işlerinde güzel ve övünülecek davranış
içinde olmaları şartıyla, karşılıklı yardımlaşma oldu. Hicretin başarıyla
gerçekleşmesinde kadının -zâtü'n-Nıtâkayn Esma gibi- açık bir rolü olmuştur.
Düşmanlarla savaşlarda, çatışmalarda kadınlar su dağıtıyor, yemek hazırlıyor ve
savaşa teşvik edip yenilip geri çekilen erkekleri geri döndürüyorlar, yaralan
sarıyor, hastaları tedavi ediyorlardı.
Cenab-ı
Hakk'ın, müminler hakkındaki: "Onlar birbirinin velileridir" sözü,
münafıklar hakkındaki, "onlar birbirlerindendir" sözünün
karşılığıdır. Çünkü müminler, kardeştir. Onları, muhabbet, sevgi birbiriyle
yardımlaşmaları, birbirlerini sevmeleri efendi eder. Münafıkları birbirlerine
bağlayan hiçbir inanç ve kuvvet bağı yoktur. Onlar ancak şüphede, korkaklıkta,
cimrilikte, yenilgide ve tereddütte birbirlerinin uydusudurlar. Çünkü onların
kalbleri farklıdır.
Allahü
Teâlâ burada, birbirlerinin velileri olma özelliğinden başka, müminin
münafıktan farklı olduğu beş özellik daha zikretmektedir: "Onlar, iyiliği
emrederler, kötülükten nehyederler, namazı güzelce kılarlar, zekâtı verirler,
Allah'a veRasulüne itaat ederler.."
Müminler
iyiliği, münafıklar ise kötülüğü emreder. Müminler kötülükten, münafıklar ise
iyilikten nehyederler. Müminler, en güzel şekilde ve Allah'a huşu içinde namaz
kılarlar, münafıklar ise, namaza tembel tembel ve insanlara gösteriş için
kalkarlar.
Müminler,
nafile sadakaları vermekle beraber, üzerlerine farz olan zekâtı da verirler.
Münafıklar ise. cimrilik ederler, Allah yolunda harcamaktan ellerini tutarlar.
Müminler,
emrettikleri şeyleri yapmak, nehyettiklerini terketmek suretiyle Allah'a ve
Peygamberine itaat ederler. Münafıklar ise, Allah'a itaatin dışına çıkmış,
fasık azgın kimselerdir. Müminler, sahip oldukları bu sıfatlar sebebiyle,
rahmeti hak ettiler: "İşte bunlar: Allah onlara rahmet edecektir."
Yani Allah, bu sıfatlarla vasıflananlara rahmet edecek, dünya ve ahirette
onları rahmetiyle gözetecektir. Bunun mukabili, Allah'ın münafıkları
rahmetinden uzaklaştırma-sıdır: "Onlar, Allah'ı unuttular. O da. onları
unuttu." Allah münafıklara cehennem azabını vaadettiği gibi, müminlere de
gelecek rahmeti -ahiret sevabı- va-adetti.
Şüphesiz
Allah, azizdir, mükâfat ve cezasını gerçekleştirmekten, hiçbir şey O'nu
engelleyemez. Hakimdir, hiçbir şeyi yerinin dışına koymaz. O'nunla kulları
arasına hiçbir engel giremez. Onun rahmetini, ya da cezasını engelleyemez. O,
kullarının işini adalet, hikmet ve sevaba uygun olarak düzenleyen hikmet
sahibidir. Müminlere cenneti ve ndvanı verir, münafıkları ise cehenneme atar,
azap ve gazap eder.
Sonra
Allahü Teâlâ, müminlere vaadettiği rahmetinin birçok hayırlara ve ağaçları
altından nehirler akan ve altlarını örten ağaçlar içinde ebedî kalman
cennetlere ve o cennetlerdeki yapısı güzel, oturması hoş evlere şamil olduğunu
açıklamıştır. Sahihayn'da Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet olunan bir hadiste Hz.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki cennet vardır ki, kap kaçakları
ve eşyaları altındandır. Yine iki cennet daha vardır ki, onların da kap
kaçakları ve eşyaları gümüştendir. Adn cennetindeki insanlar Rablerini, yüzünde
kibriya ri-dâsı olduğu halde görürler..." Sonra Resulullah (s.a.):
"Şüphesiz, müminin cennette içi boş, tek bir inciden bir çadırı
olacaktır. Onun uzunluğu, altmış millik bir mesafedir. Müminin orada ehli olur,
o onları dolaşır, onlar birbirlerini görmezler."
Yine
Buhari ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet olunan hadiste, Hz. Peygamber
(s.a.): "Şüphesiz cennette yüz derece vardır. Allah onları, yolunda cihad
edenlere hazırlamıştır. İki derece arasında gökle yer arası kadar mesafe
vardır. Allah'tan istediğiniz zaman, Firdevsi isteyin. Çünkü o, cennetin en
yüce ve en üstün olanıdır. Cennetin ırmakları oradan fışkırır. Onun üstünde
Rah-man'ın arşı vardır" buyurmuştur.
Adn
Cennetleri: Firdevs gibi, cennet derecelerinden bir derecenin ve bir yerin
ismidir. Nitekim: "O Adn cennetlerine ki, onları Rahman kullarına gıyaben
vaad etmiştir" (Meryem, 19/61) ayetiyle "Kelime ve İbareler"
bölümünde geçen Ebu'd-Derdâ hadisi buna işaret eder. Adn'm oturmak, karar
kılmak mânâsına olduğu da söylenmiştir. Bu mânâya göre Adn cennetleri,
yerleşme ve ebedî kalma cennetleridir. Şu ayetlerde de bu mânâyadır:
"Cennet-i huld (ebedilik cenneti)" (Furkan, 25/15)
"Cennetü'l-Me'vâ" (Necm, 53/15). O halde, cennetlerin hepsi de, Adn
cennetleridir.
Yine
müminler için, cennetlerden daha büyük daha yüce olan Allah'ın rızası vardır.
Bu, manevî mutluluğun bedenî saadetten daha mükemmel, daha şerefli olduğuna
kesin delildir. İmam Malik ile Buhari ve Müslim'in Ebu Said el-Hudrî
vasıtasıyla rivayet ettiği şu hadisi de bunu destekler: Allahü Teâlâ, cennet
halkına seslenir: "Ey cennet halkı!". Cennet halkı: "Buyur
Rabbimiz, buyur! Hayır sendendir" der. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Razı oldunuz mu?" Cennet halkı sorar: "Niye razı olmayalım, ey
Rabbimiz! Mahlûkatmdan hiç kimseye vermediğini bize verdin..." Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "Size, bundan daha üstününü vereyim mi?" Cennet halkı
sorar: "Bundan daha üstün ne var, ya Rabbi?" Allahü Teâlâ şöyle
buyurur: "Size rızamı indiriyorum. Ondan sonra size, asla
kızmayacağım"
Şöyle
de denilmiştir: Rıza, kıyamet gününde Allah'ı görmektir. Nitekim, Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "İhsanda bulunanlara daha güzel ve bir de fazlası
vardır" (Yunus, 20/26).
Cenab-ı
Hak, bu üç şeyi (cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler, Allah'ın en büyük
rızası) zikrettikten sonra: "İşte bu, en büyük saadetin tâ kendisidir"
buyurdu. Yani, Allah'ın bu vaadi, yahut rızası veya her ikisi (bedenî ve ruhî
saadet) yegane büyük kurtuluştur. Aksine insanların kurtuluş zannettiği ve
münafıklarla kâfirlerin daima ihtirasla istediği fani dünya nimetleri değildir.
[212]
Ayetlerin
konusu, müminleri münafıklardan ayıran vasıflar, Rablerinin kendilerine
vaadettiği şeyler hakkındadır. Müminlerin sıfatları altı, müminlere vaad edilen
şeyler ise üç tanedir. Müminlerin altı niteliği şunlardır:
1- İman ehli, erkeği ve kadınıyla, birbirine bağlı, birbiriyle
yardımlaşan, sevgide ve merhamette kalbleri bir, tek ümmettir. Münafıklar ise,
birbirlerin-
dendir.
Çünkü onların kalbleri farklıdır, nifak özelliklerinden başka, onları bağlayan
bir bağ ve hükümde bazılarını bazılarına katmaktan başka bir şey yoktur.
2- İman ehli iyiliği, yani Allah'a ibadeti ve O'nun birliğini ve şeriat
emirlerini, güzelliklerini, edeplerini emreder. Münafıklar ise, kötülüğü
emrederler.
3- İman ehli münkerden, putlara tapmaktan, şeriatın yasakladığı şeylerden
nehyeder. Münafıklar ise, iyilikten nehyederler.
4- İman ehli, farz olan beş vakit namazı kılarlar. Münafıklar ise, namaza
kalktıkları zaman, tembelce ve insanlara gösteriş için kalkarlar.
5- İman ehli, üzerlerine farz olan zekâtı verirler. Münafıklar ise Allah
rızası için değil, korkudan, ya da riya için zekât verirler. Allah yolunda
harcamaktan ellerini tutarlar.
6- İman ehli, farzlarda Allah'a, sünnetlerde de peygamberine itaat
ederler. Münafıklar itaattan hoşlanmazlar.
Allahü
Teâlâ'nm müminlere vaadi ise, onlara daha önceki ayette geçen rahmeti açıklamak
üzere, üç şeyi içine alır:
1- Ağaçlarının ve odalarının altında, kader-i ilâhî ile düzgün bir
şekilde nehirlerin aktığı cennetler.
2- Adn cennetlerinde -ki kokulan, beş yüz yıllık mesafeden duyulur-
zeber-ced (yeşil zümrüd), inci ve kırmızı yakuttan köşkler... Adn cennetleri,
cennette belirli bir yer ismi, ya da ikamet olunacak ev, konak demektir.
Mukâtil ve Kel-bî'ye göre Adn, cennette bir derece olup içinde "tesnim"
pınarı vardır. Bahçeler de, onun çevresini kuşatmıştır. Allah'ın yarattığı
günden, içine peygamberlerin, sıddîklerin, şehidlerin, salihlerin ve Allah'ın
dilediği kimselerin gireceği güne kadar, o vaziyette örtülüdür.
3- Bütün bu zikrolunanlardan daha büyük ve daha yücesi, Allah'ın
rızası-dır. Bundan anlaşılıyor ki ruhî saadet, bedenî saadetten daha üstündür.
[213]
73-
Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ol.
Onların yerleri cehennemdir. O, ne çirkin bir dönüş yeridir.
74- Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler.
Şüphesiz o küfür kelimesini söylemişlerdir. Onlar, müslüman-lıklarını ilan
ettikten sonra kâfir oldular ve ulaşamadıkları bir şeye yeltendiler. Halbuki
intikam almaya kalkışmaları için, Allah ve peygamberinin, keremiyle onları
zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep de yoktu. Eğer tevbe ederlerse,
onlar için hayırlı olur. Eğer (imandan) yüz çevirirlerse, Allah onları, dünyada
da (öldürülmekte) ahi-rette de pek acıklı bir azapla azaplan-dırır. Onlar için
yeryüzünde bir veli ve bir yardımcı yoktur.
"Kâfirlerle
ve münafıklarla cihad et" düşmana karşı gayret ve güç sarfet "ve
onlara karşı sert ol." azarlama ve buğz etmek suretiyle. "Gılzet",
yumuşak davranmanın zıddı olup katı ve sert davranmak demektir.
"Söylemediklerine"
küfredip eleştirdikleri şeyler konusunda sana ulaşan haberleri söylemediklerine
"dair Allah'a yemin ederler". "Onlar müslümanlık-larını ilân
ettikten sonra kâfir oldular" Müslümanlıklarını açıkladıktan sonra
küfürlerini açıkladılar "ve ulaşamadıkları bir şeye yeltendiler." On
küsur kişilik bir grup erkek, Tebuk'ten dönüşü sırasında, Akabe gecesinde
Peygamber (s.a.)'e tuzak hazırlayıp öldürmek istedi. Resulullah'a, ansızın
çıkıp geldikleri zaman, Ammar b. Yâsir, develerin yüzlerine vurdu, bunun
üzerine geri dönüp gittiler.
[214]
"Allah'a
yemin ederler" ayetinin (74.ayet) nüzulü konusunda Dahhâk şöyle demiştir.
Münafıklar, Resulullah (s.a.)'le beraber Tebük'e çıktılar. Birbirleriyle başbaşa
kaldıkları zaman, Resulullah'a ve ashabına küfrettiler. Dine ta'n ettiler.
Huzeyfe (r.a.) onların söylediklerini, Resulullah (s.a.)'e nakletti. Resulullah
(s.a.): "Ey münafıklar! Sizden bana ulaşanlar nedir?" diye sordu. Bir
şey söylemedikleri konusunda yemin ettiler. Bunun üzerine, onları yalanlamak
için Cenab-ı Hak, bu ayeti indirdiri.
[215]
İbni
Cerir'in tahric ettiği rivayette, Katâde şöyle demiştir: Bize naklondu-ğuna
göre biri Cüheyneli. diğeri Ğıfârlı iki adam kavga etti. Gıfarlı, Cüheyneliye
üstün geldi. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy: "Ey Evs oğulları, kardeşinize
yardım edin. Muhammed'le bizim misalimiz, şu sözün ifade ettiği mânâdan başka
bir şey değildir.: "Besle onu yesin seni." Vallahi, eğer Medine'ye
geri dönersek, bizden daha azız olan, daha zelil olanı çıkaracak" dedi.
Bunu, müslü-manlardan bir erkek duydu. Resulullah (s.a.)'e gelip haber verdi.
Resulullah, Abdullah b. Übeyye haber gönderip getirtti. Abdullah, söylenenlerin
aslı olmadığı konusunda yemin etti. Bunun üzerine yüce Allah bu ayeti indirdi.
[216]
İbni
Ebî Hatim'in İbnı Abbas'dan tahric ettiğine göre, Tebük Gazvesinden geri
kalanlardan biri olan Culâs b. Süveyd şöyle dedi: Eğer bu adam (Muham-med
(s.a.)'i kasdediyor). efendilerimiz ve en hayırlılarımız hakkında doğru söylüyorsa,
biz eşeklerden daha kötüyüz. (Tebük Gazvesinden geri kalanlar hakkında inen
ayetleri kasdediyor *. Umeyr b. Sa'id, bunu Resulullah (s.a.)'e iletti.
Resulullah onu çağırtıp sorduğunda: "Ben söylemedim" diye Allah'a
yemin etti. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: 'Söylemediklerine dair Allah'a yemin
ederler" ayetini indirdi. Derler ki, o şahıs, bu halinden çok güzel bir
şekilde tevbe etti.
Bu
ayetin iniş sebebi hakkında söylenenlerin herhalde en sahihi, İbni Cerir,
Taberânî, Ebu's-Şeyh İbni Havyan ve İbni Merdûveyh'in İbni Abbas'tan rivayet
ettiği şu hadistir: "Resulullah < s.a. > bir ağacın gölgesi altında
oturuyordu. Şöyle buyurdu: "Size, şeytan gözüyle bakan bir insan gelecek.
O geldiği zaman, konuşmayın." Çok geçmeden, mavi gözlü bir adam çıkageldi.
Resulullah (s.a.) onu çağırarak "Sen ve arkadaşların, bana niçin
sövüyorsunuz?" buyurdu. Adam gitti. Arkadaşlarını getirdi.
Söylemediklerine dair Allah'a yemin ettiler. O da onları affetti. Bunun üzerine
Allahü Teâlâ: "Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler" ayetini
indirdi.
Kısacası,
Peygamber Efendimiz Tebük Gazvesinde iki ay kaldı. Kendisine, Tebük Gazvesine
gitmeyenleri eleştiren Kur'ân ayeti nazil oldu. Bazı münafıklar,
Kur"ân'da zikrolunmayan ve râvilerin lafzında ihtilâf ettiği bazı küfür
sözler sarfettiler. Nüzul sebeplerinin birkaç tane olmasına herhangi bir mani
yoktur.
"Ve
ulaşamadıkları bir şeye yeltendiler" ayetinin inişi konusunda Dahhâk şöyle
demiştir: Akabe gecesi, münafıklar Resulullah (s.a.)'i öldürmek üzere anlaşmışlardı.
Akabe'de yakalayıp ansızın öldürmek istediler. Bazısı ilerledi, bazısı geri
kaldı. Gece vaktiydi. Şöyle dediler: Akabe'deyken onu devesinde aşağı iteriz. O
gece Resulullah'ın devesini, Ammâr b. Yâsir önden çekiyor, Huzeyfe de ardından
sürüyordu. Huzeyfe, devenin ayaklarının tırnak taraflarının yaralanma sesini
duydu. Döndü baktı, siyah peçelere bürünmüş bazı insanlar gördü. "Defolun
ey Allah düşmanları, tutun şunları" dedi. Resulullah yürüdü, konaklamak
istediği yerde konakladı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Ulaşamadıkları bir
şeye yeltendiler" ayetini indirdi.[217]
Allahü
Teâlâ müminlerin sıfatlarını, münafıkların sıfatlarıyla karşılaştırıp her iki
grubun ceza ve mükâfatı arasında bir mukayese yaptıktan sonra, tekrar kâfirleri
ve münafıkları tehditle ve cihadla korkutuyor. Bunun, küfrü açıklama, yalan
yeminler etmeleri, bozuk sözler söylemeleri gibi sebeblerini açıklıyor. Sonra,
onlara bir umut ve tevbe kapısı açıyor ve eğer küfürde ısrar ederlerse, acıklı
bir azâbla tehdit ediyor.
[218]
Cihad
üç çeşittir: Açık düşmanla cihad, şeytanla cihad, nefis ve hevâ, hevesle
cihad. "Ve Allah (yolun)da hakkıyla cihad edin" (Hac, 22/78); 'Ve
Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin" (Tevbe, 9/41)
ayetleriyle Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Hibbân ve Hakim'in Enes b.
Mâlik'ten rivayet ettiği: "Müşriklerle, mallarınızla, canlarınızla ve
dillerinizle cihad edin" hadisi, üç cihâd şeklini de içine alır. Dille
cihad: Delil ve burhan ileri sürmektir.
İbni
Kesir, Emiru'l-Müminin Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder:
"Resulullah (s.a.) dört kılıçla gönderildi:
1- Müşriklerle ilgili kılıç: "O haram olan aylar çıktığı zaman,
artık o müşrikleri nerede bulursanız, öldürün" (Tevbe, 9/5).
2- Kâfirlerle ilgili kılıç: "Kendilerine kitap verilenlerden
Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını
haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle hakir ve
zelil, kendi elleriyle cizyelerini verinceye dek savaşın" (Tevbe, 9/29).
3- Münafıklarla ilgili kılıç: "Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla
cihad et" (Tevbe, 9/73).
4- Bağilerle (isyankârlarla) ilgili kılıç: "O tecâvüz edenle
Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın." (Hucurat, 49/9).
Bu,
münafıklık gösterdikleri zaman onlarla kılıçla cihad edileceği gereğini ifade
eder. Nitekim İbni Cerir et-Taberî de bu görüşü benimser. Nifaklarını
gös-termezlerse onlara, imamların ittifakıyla müslümanlara yapılan muamele yapılır.
Ancak, dinden dönerlerse, yahut müslüman cemaata karşı kuvvet kullanarak
taşkınlık yaparlarsa veya İslâm'ın şiarı ve erkânını yerine getirmekten
çekinirlerse durum değişir. İbni Abbas (r.a.): "Kâfirlerle cihad kılıçla,
münafıklarla cihad dille, yani hüccet ve bürhân ileri sürmekle olur"
demiştir.
Kâfir:
İslâm'a inanmayan, yahut şehâdeteyni söylemeyen her kimsedir. Küfr: Allahü
Teâlâ'nın nimetini örtmek ve İslâm'ı inkâr etmektir. Münafık: küfrünü örten ve
onu diliyle inkâr eden kimsedir.
Ayetin
mânâsı: Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et. Onlara karşı sert ve
katı davran. Onlara muhabbet gösterme ve yumuşak davranma. Bil ki, onların
gideceği yer yoktur. Onların dönüp varacağı yer ne kötü bir yerdir:
"Gerçekten o, ne kötü bir karar ve ikâmet yeridir" (Furkan;, 25/66).
Yani, onlar için iki azâb vardır: Cihadla dünya azabı, cehennemde de âhiret
azabı.
Cihâd,
gayret sarfetmekten ibarettir. Ayette, cihâdın kılıçla yahut dille, ya da başka
bir yolla olacağına işaret eden bir şey yoktur. Ayet, iki fırkayla da cihâdın
gerekli olduğuna delâlet eder. Mücahedenin nasıl olacağı keyfiyetine gelince,
ayetin lafzı buna işaret etmez. Bu husus başka bir delilden bilinir. Bu,
Razî'nin tercih ettiği sahih görüştür.
Ayetin
dışındaki diğer deliller, kâfirlerle cihadın kılıçla, münafıklarla cihadın
bazan delil ve burhan ileri sürmekle, bazan yumuşak davranmayı terkle, bazan da
azarlamakla olacağına işaret etmektedir. İbni Mes'ûd, Cenâb-ı Hakk'ın:
"Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" sözü hakkında, bunun bazan elle
(savaş silahıyla), bazan dille olacağını, bunlara gücü yetmezse, ona karşı dişlerini
gıcırdatmak, ona da gücü yetmezse, kalbiyle buğzedilmesi gerektiğini
söylemiştir.
Şüphesiz
Allah'ın emriyle ve peygamberin hükmüyle hüküm veren, münafıklara zahiren
müslümanlara muamele ettiği gibi muamele eden İslâmî siyâset, onların çoğunun
tevbe etmesine ve binlercesinin müslüman olmasına neden olmuştur.
Sonra
Allahü Teâlâ kâfirlerle ve münafıklarla cihad sebeblerini -sözle küfürlerini
açıklamak, Resulullah (s.a.)'e suikast teşebbüsünde bulunmak, Allah'ın
ayetleriyle, peygamberle ve müminlerle eğlenmek gibi- anarak şöyle buyurdu:
"Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler." Kur'ân münafıkların,
kendilerinden rivayet olunan küfür kelimesini söylemediklerine dair Allah'a
açıkça yalan yere yemin ettiklerini bildirir. Kur'ân, o küfür kelimesini, onu
zikretmekten münezzeh olduğu için ve müslümanların Kur"ân'ı okurken okumamaları
için anmamıştır.
Münafıklar
-15 kişiydi- Hz. Peygamber (s.a.) Tebük'ten geri dönerken, ona suikast
hazırlamak ve devesinden itip düşürmek üzere bir araya geldiler. Peygamberliğine
ta'n ettiler, ona yalan nisbet ettiler, yapmacık peygamberlik iddiasında
bulunmakla itham ettiler. İşte, Zeccâc ve Razî'nin tercihine göre, küfür söz
söylemek budur.
Müslüman
olduktan sonra kâfir oldular demek, müslüman olduklarını açıkladıktan sonra
küfürlerini açıkladılar, demektir.
Ulaşamadıkları
bir şeye yeltenmemeleri ise, Hz. Peygamber'e Tebük'ten geri dönüşünde, Akabe'de
sûikasd düzenlemektir. Sahih olan görüşe göre, onların sayısı -Müslim'in
rivayetinde de belirtildiği gibi- on ikidir.
Bu
münafıklar İslâm'ı, dini ve Hz. Peygamber'in peygamberliğini Medine'de diğer
ensar gibi fakir iken Allah ve Resulü savaş ganimetleriyle zengin kıldığı için
inkâr ettiler, ayıpladılar. Nitekim, Peygamber (s.a.) ensâra şöyle demiştir:
"Sizler fakirdiniz, Allah benimle sizi zengin kıldı." Medinelilerin
çoğu ihtiyaç ve geçim sıkıntısı içindeydi. Resulullah(s.a.) Medine'ye gelince,
ganimetlerle onları zengin etti.
Rivayete
göre, Celâs b. Süveyd (Tebük'ten geri kalanlardan biri)'in kölesi öldürüldü.
Resulullah (s.a.), diyetini 12 bin olarak belirledi ve böylece o, zengin oldu.
Ortada,
onların zenginliğine sebep olan İslâm'dan başka ayıplayacakları hiçbir şey
yoktu. Bu, zemme benzeyen bir övgüdür.
Nifaklarından
ve kötü sözlerinden, kötü işlerinden tevbe ederlerse, bu onlar için daha
hayırlı ve daha uygun olur, hayra nail olurlar, Allah tevbelerini kabul eder.
Bunda, onları tevbeye teşvik, ümit ve emel kapısını açmak vardır.
Eğer
nifakta ısrar edip tevbeden yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette
elem verici bir azâbla azâblandırır. Dünyadaki azâbları öldürülmeleri, çoluk
çocuklarının, kadınlarının esir edilmesi, mallarının ganimet alınması, korku,
üzüntü ve huzursuzluk içinde yaşamalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, onlar hakkında
şöyle buyurur: "Eğer sığınacak bir yer, yahut mağaralar veya bir delik
bulsalardı, yüzlerini sür'atle o tarafa çevirirlerdi" Tevbe, 9/57);
"Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar" (Münafıkûn, 63/4). Ahiretteki
azâblarına gelince, cehennemin en altına atılmaktır.
Dünyada
onların işlerini üstlenecek, onları savunacak hiçbir dostları, onlara yardım
edip azabtan kurtaracak hiçbir yardımcıları yoktur. Çünkü müminler,
birbirlerinin dostlarıdır. Münafıkların ise, birbirlerine dostluğu ve yardımı
yoktur. Onlar için bir hayır sağlayacak ya da onlardan bir kötülüğü uzaklaştıracak
hiç kimse yoktur.
[219]
Ayetlerin
konusu, kâfirlerle ve münafıklarla cihad etmek ve bunun sebepleridir. Ayetler,
şu hususlara işaret eder:
1- Kâfirlerle ve münafıklarla mücâhedenin vacip oluşu. Hitap, Peygamber
(s.a.)'e ve ondan sonra da ümmetinedir.
Kâfirlerle
cihâd, kılıçla ve diğer savaş silahlarıyla; münafıklarla cihâd dille, bazan
delil ve burhan göstermekle, bazan da asık suratla ve azarlamakla olur.
2- Onlarla cihad sebepleri: Küfrü açıklamaları, Peygamber (s.a.)'e küfretmeleri,
İslâm'a ta'n etmeleri, Peygamber (s.a.)'e suikast girişiminde bulunmaları,
Allah'ın ayetleriyle, peygamberle ve müminlerle alay etmeleridir,
3- Yalan yeminler etmeleri... Sahih olan, bu kötü sözlerin ve işlerin,
münafıklar arasında genel olarak görülen bir şey olduğudur. Sözün genel olması,
bunu ifâde ediyor. Bu mânâ, Abdullah b. Übeyy ve Cülâs b. Süveyd, Vedia b.
Sabit ve daha başkalarında gerçekleşiyor. Peygamber hakkındaki inançlarının
temeli, onun bir peygamber olmadığı şeklindedir.
4- Küfür kelimesi hakkında şunlar söylenmiştir: O, onların, Allah'ın
va-adettiği fethi yalanlamaları, yahut Cülâs'm: "Eğer, Muhammed'in
getirdikleri hak ise, biz eşeklerden daha kötüyüz." sözü, ya da Abdullah
b. Übeyy'in: "Eğer Medine'ye dönersek, elbette, daha kuvvetli olanımız
daha zelil olanımızı Medine'den çıkaracak" (Münafikûn, 63/8) sözü veya Peygamber
(s.a.)'e küfretmek ve İslâm'a eleştiri yöneltmektir. Zahirî mânâ da, son mânâdır.
5- "Onlar müslümanlıklannı ilân ettikten sonra kâfir
oldular" sözü, münafıkların kâfir
olduğuna işaret eder. Şu ayet de kesin olarak bunu gösterir: "Bu onların
iman etmeleri, sonra küfr etmeleri sebebiyledir" (Münafikûn, 63/3).
Bu
söz, Allah'ı, peygamberi, Allah'ın marifetini inkâr eden her şeyin küfür
olduğuna işaret etmektedir. Her ne kadar iman, lâ ilahe illallah kelimesini söylemekle
ve namazla olursa da... Bir kimsenin namazını vaktinde ve çok çok kıldığı
görülse bile...
6- Allâhü Teâlâ'nın: "\e ulaşamadıkları bir şeye
yeltendiler" sözü, münafıkların
toplu bir şekilde -en sahih görüşe göre bunlar 12 münafıktı- Tebük gazvesinde
Akabe gecesinde, peygamber (s.a.)'i öldürmek için, Kureyş kâfirlerinin hicret
gecesindeki müşaverelerine benzer şekilde müşavere ettiklerine işaret eder.
7- Münafıklar, insanların en kötülerindendir. Çünkü onlar, Allahü Teâlâ'nın:
"Halbuki intikam almaya kalkışmaları için Allah ve peygamberinin onları
zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep de yoktu." buyurduğu gibi, sözünde
durmayan ganimetlerle zengin oldukları halde, bu iyiliğe kötülükle karşılık
veren kimselerdi, Peygamber (s.a.)'i öldürmeye teşebbüs eden kimselerdi. Onun
için şu meşhur darb-ı mesel onlara tam uygun düşer: "Kendisine iyilik ettiğin
kimsenin şerrinden sakın."
8- "Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur" sözü bunun,
küfrü gizleyip imanı ilân eden kâfirin -ki böylesi kimseye fukahâ zındık der-
tevbe edebileceğine işaret eder. Alimler, zındığın tevbesi hakkında ihtilâf
etmişlerdir. Şafiî ve âlimlerin çoğu, tevbesinin kabul olunacağı, çünkü onun
imanını açıkladığı, küfrünü gizlediğini, onun imanının ancak kendi sözüyle
bilindiğini söylemişlerdir. Sıkıştırıldığında, "ben tevbe ettim"
derse, bu sözü kabul olunmaz, kendisine baskı yapılmadan kendiliğinden tevbe
ederek bize gelirse tevbesi kabul olu-nur,ayetten kasdolunan da budur, der.
9- Münafıklar, dünya ve âhireti kaybetmişlerdir. Münafıklıkta ısrar ederlerse,
Allah onları iki azâbla azaplandırır: Dünyada öldürülmek ve âhirette ateş.
Dünyada, onları bundan kurtaracak hiçbir dost ve yardım edecek hiçbir yardımcı
yoktur.
[220]
75-
İçlerinden kimi de Allah'a şöyle ahdetmişti: "Eğer bize kereminden verirse,
andolsun ki sadaka vereceğiz ve muhakkak salihlerinden olacağız."
76-
Allah kendilerine kereminden verince de cimrilik edip yüz çevirdiler. Onlar
öyle dönektirler.
77-
Nihayet Allah'a vaad ettiklerini tutmadıkları, yalan söyleyegeldikleri için, O
da akibetini kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar bir nifak
yaptı.
78-
Bilmezler mi ki Allah, şüphesiz onların sırlarını da, fısıltılarını da biliyor
ve muhakkak Allah, gaybları çok iyi bilendir.
"Onların
sırlarını biliyor" sözüyle "(Allah) gaybları çok iyi bilendir"
sözü arasında iştikak cinası vardır.
[221]
"Muhakkak
ki salihlerden olacağız": İbni Abbas (r.a.), bununla haccetmeyi
kasdettiklerini söylüyor.
"Allah...
kereminden verince de..." Allah'a itaatten "yüz çevirdiler."
"Kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar" yani kıyamet gününe kadar
"kalplerinde bir nifak yaptı." Allah onları rezil etti, münafık
oldular. Nifak kalplerine yerleşti. Allah'a, sadaka verecekleri ve iyi
olacakları konusundaki sözlerden dönmeleri sebebiyle, ölünceye kadar o halden
ayrılmayacaklar.
[222]
İnsanlar
arasında, bu ayetlerin iniş sebebi olarak anılan, tefsir kitaplarının
tekrarladığı, fakat muhaddislerce sahih görülmeyen meşhur bir kıssa vardır.
Taberanî, İbni Merdûveyh, İbni Ebî Hatim ve Beyhâkî'nin Delâil'&e zayıf
senedle Ebû Ümâme'den rivayet ettiği bu kıssa şöyledir: Sa'lebe b. Hâtıb: Yâ Resulullah!
Allah'a dua et de, bana çok mal versin" dedi. Resulullah: "Yazıklar
olsun sana, ey Sa'lebe! Şükrünü edâ edebildiğin az mal, şükründen âciz kaldığın
çok maldan daha hayırlıdır" buyurdu. Sa'lebe: "Eğer Allah bana mal
verirse, her hak sahibine hakkını mutlaka vereceğim" dedi. Bunun üzerine
Resulullah, onun için Allah'a dua etti. Sa'lebe sürü edindi. Sürüleri Medine sokakları
dar gelecek şekilde çoğaldı. Onları şehir dışına çıkardı. Namazını kılıyor
sonra onların yanma çıkıyordu. Sürü daha da çoğaldı, Medine meraları almaz
oldu. Sürüyü daha ötelere götürdü. Ancak Cuma namazlarına katılabili-yordu.
Sürü daha da çoğaldı. O da sürüyü daha uzaklara götürdü. Fakat, Cumayı ve
cemâati terketti. Allah, Peygamberine:"OraZann mallarından, zekât al ki,
mallarını temizleyesin" ayetini indirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.), zekâtları toplamak üzere iki adam görevlendirdi. Kendilerine bir mektup
verdi. O iki vergi memuru Sa'lebe'ye gelerek Resulullah(s.a)'ın mektubunu ona
okudular. O: "İnsanlara gidin, işinizi bitirdiğiniz zaman bana
uğrayın" dedi. Öyle yaptılar, bu defa: "Bu, cizyenin benzerinden
başka bir şey değil, gidin" dedi. Bunun üzerine Allah: "İçlerinden
kimi de Allah'a ahdetmişti..." ayetlerini indirdi.
İbni
Cerir ve İbni Merdûveyh de, İbni Abbas'dan benzerini tahric ederler.
Sa'lebe,
daha sonra zekâtını getirdi. Peygamber (s.a.)'e vermek istedi. Peygamber
(s.a.): "Allah bana, senden zekât kabul etmememi emretti" buyurdu.
Sa'lebe, başına toprak saçmaya başladı. Resulullah (s.a.): "Bu, senin
amelinin karşılığıdır. Ben sana emrettim, fakat emrime itaat etmedin"
buyurdu. Peygamber vefat etti. Sa'lebe bu sefer, zekâtı Ebû Bekir (r.a.)'a
getirdi, o da kabul etmedi. Sonra hilâfeti döneminde, Ömer'e getirdi, o da
kabul etmedi. Hz. Osman zamanında da Öldü.
Sa'lebe
hakkında rivayet olunan bu kıssa, muhaddisler nazarında sahih değildir.
Sa'lebe, Ensâr'dan olup Bedir gazvesinde bulunmuştur. Allah ve Resulünün
imanına şehadet ettiği kimselerdendir. İbni Abdi'1-Berr şöyle demiştir:
"Sa'lebe'nin, zekâtı vermeyen ve hakkında ayet nazil olan kimse olduğunu
söyleyen kimsenin sözü sahih değildir."
Dehhâk
şöyle dedi: Ayet, münafıklardan Nebtel b. Haris, Ced b. Kays, Mu'atteb b.
Kuşeyr hakkında nazil oldu. Kurtubî: Bu, ayetin onlar hakkında nazil olduğu
konusundaki rivayetlerin doğruya en yakın olanıdır. Ancak: "O da akıbetini
kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar bir nifak yaptı"
sözü, Allahü Teâlâ'yla ahid yapan kimsenin, daha önceden münafık olmadığına
delâlet eder, der.[223]
Ayetin
iniş sebebi hakkında, İbni Abbas'tan şu rivayet nakledilmiştir; Sa'lebe b.
Hâtıb'm, Şam'dan malının gelmesi gecikti. Ensârm bir meclisinde: "Eğer mal
salimen gelirse, ondan zekât vereceğim, sıla-i rahimde bulunacağım" dedi.
Mal, salimen gelince de, cimrilik yaptı, bunun üzerine ayet nazil oldu. Bu
rivayet de, sahih değildir.
[224]
Ayetler,
münafıklardan bahsetmeye, iç yüzlerini ifşa ederek utandırmaya, durumlarını
insanlara açıklamaya devam ediyor. Onların sınıflarını açıklamak üzere Cenâb-ı
Hak: "Bazıları Peygamber'e eziyet ederler." (Tevbe, 9/61);
"Bazıları sadakalar hususunda seni ayıplarlar." (Tevbe, 9/58);
"Bazıları da: "Bana izin ver, beni fitneye sokma" derler."
(Tevbe, 9/49); "Kimi de, Allah'a şöyle ahdetmişti: "Eğer bize
kereminden verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve muhakkak ki salihlerden
olacağız" buyurmuştur.
[225]
Münafıklardan
bazıları, eğer Allah kendilerini fazlından zengin ederse, zekât verip sıla-i
rahim ve cihad gibi Allah rızası yolunda mallarını harcayan salihlerden
olacakları konusunda Allah'a ve Peygamberine söz vermişlerdi. "Elbette
sadaka vereceğiz" sözü, vacip olan zekâtın verilmesine, "Elbette
salihlerden olacağız" sözü de, mutlak mânâda verilmesi gerekli her türlü
malı vermeye işarettir.
Allah
onları rızıklandırıp istediklerini fazlından verdiği zaman, söylediklerini
yerine getirmediler. Mallarında cimrilik gösterdiler. Zekât olarak hiçbir şey
vermediler, ümmetin yararına hiçbir harcamada bulunmadılar. Aksine, kendilerine
verilen her türlü kudretle sözlerini yerine getirmekten ve Allah'a tâatten geri
durdular, münafıklığın ruhlarına kök salması sebebiyle, infaktan ve İslâm'dan
kesinlikle yüz çevirdiler.
Zekât
verme ve hayır yolunda sarfetme hususunda cimrilik gösterdiler, İslâm'dan yüz
çevirdiler. Bu, Allahü Teâlâ'nm onları üç vasıfla vasıflandırdığına işaret
eder: Birincisi; cimriliktir ki, bu hakkı vermemekten ibarettir. İkincisi,
verdiği sözden yüz çevirmektir. Üçüncüsü ise Allah'ın tekliflerinden ve emirlerinden
yüz çevirmektir.
Allahü
Teâlâ, onların işlerinin âkibetini kalblerinde nifak haline getirdi.
Nifaklarını artırdı. Denilmiştir ki, o cimrilik onlara münafıklık getirmiştir.
Bunun için: "O hususta cimrilik gösterdiler" buyurulmuştur. Fakat
birinci görüş, daha sahihtir. Çünkü cimrilik, normal halde insanı münafıklığa
götürmez. Fakat birçok fâsıkta cimrilik vardır. Çünkü "O'na
kavuşacaklar" cümlesindeki zamir, Allahü Teâlâ'ya gider.
Bu
nifak, onların kalblerinde, âhiretteki hesap gününe kadar sabit olarak kaldı.
Bu, onların münafık olarak öldüklerinin delilidir.
Bu,
ayetin Bedir Savaşı'na katılan Salebe veya Hâtıb hakkında inmediğinin bir
başka delilidir. Çünkü Peygamber (s.a.), Hz. Ömer'e: "Ne biliyorsun, Allah
Ehl-i Bedrin haline elbette muttali. Onun için istediğinizi yapın, size bağışladım,
buyurdu" demiştir. Sa'lebe ve Hâtıb da, Bedir Savaşına katılanlardandır.
Sonra
Allahü Teâlâ, nifak üzere ölmenin iki sebebi olan sözünden dönmek ve yalan
söylemeyi zikrederek: "Allah'a vaad ettiklerini tutmadıkları, yalan
söy-leyegeldikleri için" buyurdu. Yani, onlardan nifakın ayrılmaması,
Allah'a verdikleri, zekât verme ve iyi yolda harcama sözünden dönmeleri ve
yalancı olmaları: Ahidlerini bozmaları, taahhüd ettikleri şeye vefa göstermeyi
terketmeleridir.
Allahü
Teâlâ, vaadlerinden caymaları ve yalan söylemeleri sebebiyle, ölünceye kadar
onların kalblerinden nifakı ayırmadı. Sözünden caymak ve yalan söylemek ise,
münafıkların en önemli sıfatlarmdandır. Nitekim, Sahihayn'da, Resulullah
(s.a.)'in şöyle buyurduğu nakledilir: "Münafıklığın alâmeti üçtür: Konuştuğu
zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine bir şey emanet
edildiği zaman hıyanet eder." Buhârî, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
tahric eder: "Dört haslet vardır ki, kimde bulunursa, onu bırakıncaya
kadar, onda nifaktan bir haslet bulunmuş olur: Kendisine bir şey emanet
edildiği zaman hıyanet eder, konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman
sözünde durmaz, biriyle münazaa ve mücadele ettiği zaman haktan vazgeçip yan
çizer."
Sonra
Allahü Teâlâ münafıkları, kusurlarını, ayıplarını dile getirip azarlayarak:
"Bilmezler mi ki Allah, şüphesiz onların sırlarını da, fısıltılarını da
biliyor" buyuruyor. Yani bu münafıklar, Allah'ın gizliyi, gizlinin
gizlisini, gizledikleri sözlerini, fısıldaştıklannı. yahut aralarında
konuştukları dine ta'n edişlerini bildiğini, kalblerini çok iyi tanıdığını,
onlar mallarından zekat vereceklerini söyleyeseler bile, Allah'ın onlan
kendilerinden daha iyi bildiğini, O'nun gayble-ri bilen olduğunu, görünen
görünmeyen, gizli açık her şeyi bildiğini, hain gözleri ve kalblerin
gizlediğini, gizledikleri nifakı, vaadlerinden cayma kararlarını îiildiğini
bilmiyorlar mı? O halde ahidlerinde Allah'a ve O'nun ismiyle O'na yaptıkları
yeminlerde insanlara karşı nasıl yalan söylüyorlar.
[226]
Ayetler
aşağıdaki hükümlere işaret eder:
1- Allah'la yapılan anlaşma, ona vefa göstermeyi gerektirir. Dille söylemek,
anlaşmanın şartlarından mıdır, yoksa şart olmayıp kalble niyet yeterli midir?
Bu konuda âlimler arasında ihtilaf vardır. Mâlikîlere göre talak (boşama) ve
sadece kişiyi ilgilendiren ve başkasına ihtiyaç göstermeyen her hükümde, kişi
onu diliyle söylemese de, ondan amaçlanan şey o şahıs için bağlayıcıdır. İmam
Malik'e: "Bir adam kalbiyle boşamaya niyet etse, fakat diliyle söylemese
ne olur?" diye sorulduğunda, "Boşama gerçekleşir. Nitekim kişi,
kalbiyle imanla mümin; kalbiyle inkârla kâfir olur" demiştir. İleride
geleceği gibi ondan, başka rivayetler de naklolunmuştur.
İmam
Şafiî ve Ebû Hanife'ye göre ise, kişi için bir hüküm ancak, onu diliyle
söyledikten sonra bağlayıcı olur. Bu, nezirleri, yeminleri, boşamayı vs.yi
içine alır. Delilleri, Müslim ve Tirmizî'nin Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği hadistir:
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahü Teâlâ, kendisiyle amel etmedikçe
yahut konuşmadıkça, ümmetinin gönüllerinden geçirdikleri şeyleri affetti."
İb-ni Abdi'1-Berr, İmam Malik'ten gelen en meşhur görüşün bu olduğunu söyler.
Kurtubî'ye göre de, rivayet ve dirayet yolunda en sahih olan görüş budur. Çünkü
Resulullah (s.a.), Kûtüb-ü Sitte sahiplerinin, Ebû Hüreyre'den rivayet olunan
hadisinde: "Şüphesiz Allah konuşmadıkça, yahut amel etmedikçe, ümmetimin
gönüllerinden geçirdiği şeyleri affetti." buyurmuştur. Dolayısıyla söz
verilen şey nezir ise, nezre vefa göstermek, ihtilafsız vaciptir. Terketmek
ma'siyet-tir. Eğer yemin ise, yemine vefa göstermek, ittifakla vacip değildir.
2- Allahü Teâlâ'nm: "Eğer bize kereminden verirse, andolsun ki, sadaka vereceğiz"
ayeti, bir kimse: "Eğer şu mala sahip olursam, o sadaka olsun" derse
bunun onu bağlayacağına işaret eder. Ebû Hanife bu görüştedir. İmam Şafiî'ye
göre ise bağlamaz. Boşama ve köle azâd etmede de ihtilâf vardır. Ahmed b.
Hanbel, boşamada bağlayıcı, azad etmede bağlayıcı değildir der. Çünkü azad etme
bir ibadettir, ibadeti ise nezirle, zimmetle sabit olur: Talak bunun
hilâfı-nadır ve mahalline döndürülür.
İmam
Şafiî; Ebû Davud, Tirmizî ve daha başkalarının Abdullah b. Amr b. Âs'dan
rivayet ettiği şu hadisi delil gösterir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Mâlik olmadığı şeyde, insan oğlu için nezir, köle azâd etmek ve boşamak
yoktur." Bu, sahabenin, tabiîn'in ve daha sonraki nesillerin çoğunluğunun
görüşüdür.
3- Münafıkların ahdi bozmaları, üç sıfat içinde görünmektedir: a) Zekât
vermek, hayır işlerine mal vermede ve kefil olduğu, üstlendiği şeye vefa göstermede
cimri davranmak, b) Verdiği sözden ve Allah'a itâattan yüz çevirmek, c)
Allah'ın tekliflerinden ve emirlerinden yüz çevirdiğini açıklamak.
4- Bu ayetin zahiri manâsı şuna işaret eder: Ahdi bozmak, verdiği sözden
caymak nifak getirir. Dolayısıyla, müslüman bir kişinin bundan son derece sakınması,
Allah'a bir konu hakkında söz verirse, onu yerine getirmeye çalışması gerekir.
5- Cenâb-ı Hakk'm: "Kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar"
sözü, o söz veren şahsın münafık olarak öldüğüne işaret eder. Bu da Kur'ân'm
i'caz ve-cihlerinden biri olan gaybdan haber vermektir. '
6- Cenâb-ı Hakk'm: "Kalblerinde nifak yaptı" sözü gösteriyor ki, nifak kalbte olduğu
zaman küfürdür, amellerde olduğu zaman masiyettir. Bu duruma göre, hainlik,
yalan söyleme, ahdi bozma, münazaa ve münakaşa halinde haktan sapma -ki bunlar
hadisde, münafığın alameti olarak ifade olunur- masiyet kabul edilir. Bunları
işleyenler, tekfir olunmazlar. İbnü'l-Arabî şöyle der: Şurası açıkça sabittir
ki, bu hasletleri kasden işleyen kimse kâfir olmaz, ancak Allah'ı sıfatlarını
bilmeme yahut O'nu yalanlama şeklindeki bir inançla kâfir olur. Bence, bir
kimseye ma'siyetler galip gelse bile, inanca tesir etmedikçe, onlarla kâfir
olmaz.[227]
Bir
grup hadisci, bunun Resulullah (s.a.) zamanındaki münafaklara has olduğunu
söylemiştir.
7- Allahü Teâlâ, "Gaybleri bilen" olmakla vasıflanıyor. Yani
O'nun zâtı, bütün şeyleri bilmeyi gerektirir. Dolayısıyla her şeyi bilir. O,
kalblerindeki sırları bilir. Allah'ın allâmelikle vasıflandınlması caiz
değildir. Çünkü bu, ilimde bir zorluk çeşidini bildirir. Allahü Teâlâ hakkında
tekellüf (zorlanma) ise, caiz değildir.
[228]
79- Müminlerden bağışlarda bulunanlarla,
güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayanlarla eğlenirler. Allah onları
maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.
80-
Onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş defa
istiğfar etsen de, yine Allah onları katiyyen mağfiret edecek değildir. Bunun
sebebi, Allah'ı ve Resulünü (inkâr ile) kâfir olmalarıdır. Allah ise, fâsıklar
topluluğuna hidayet vermez.
"Onlar
için ister istiğfar et, ister istiğfar etme." İkisi arasında, tıbâk-ı selb
isimli sanat vardır. Emirle, eşitlik kasdolunmaktadır.
"Yetmiş
defa": Mübalâğa ifade eder. Bu, belirli sayı ifadesi değildir. Nitekim,
7, 70, 700 gibi sayıların çokluk ifâdesi için kullanılması yaygındır.
[229]
"Allah
da onlarla eğlenir." Alaylarından dolayı onları cezalandırır. Bu tıpkı
"Allah onlarla alay eder." (Bakara, 2/15) ayeti gibidir. Bu, bir dua
cümlesi değil, haber cümlesidir.
[230]
Buharî
ve Müslim Ebû Mes'ûd el-Bedrî'den şöyle rivayet etmiştir: Sadaka ayeti nazil
olunca, biz sırtlarımızda yük taşıyorduk.[231] Bir
adam (ismi Habbâb olan Ebû Akîl), çok mal getirdi, "mûrâî" dediler.
Bir sâ' tasadduk etti, "Allah, bunun sadakasına muhtaç değildir"
dediler. Bunun üzerine: "Müminlerden bağışlarda bulunanlarla, güçlerinin
yetebildiğinden başkasını bulamayanlarla eğlenirler" ayeti indi.
[232]
İşte,
münafıkların kötü amellerinden bir başka çeşidi: İsteyerek ve gönüllü olarak
sadaka verenleri ayıplamak..
İbni
Cerir'in rivayetine göre İbni Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)
bir gün, ashabına konuşma yaparak, onları sadaka vermeye teşvik etti.
Abdurrahman b. Avf dört bin dirhem getirerek; "Sekiz bin dirhemim vardı.
Dört bin dirhemini kendime ve çoluk çocuğuma ayırdım, şu dört bin dirhemi de
Rabbime borç verdim" dedi. Hz. Peygamber de: "Verdiğinde de,
vermediğinde de, Allah sana bereket versin" buyurdu. Denilmiştir ki:
Allah, Peygamber (s.a.)'in bu duasını kabul buyurdu. Hanımı Nâdir,
Abdurrahman'm ölümünden sonra, kalan malın dörtte biri olarak seksen bin
üzerine sulh yaptı.
Aynı
şekilde Ömer ve Asım b. Adiyy el-Ensârî 70 vesak hurmayı sadaka getirdi. Osman
b. Affan çok miktarda sadaka verdi, Ebû Akil, bir sa' hurma getirdi. Ebû Akil
demiştir ki: "Geçen gece, bir adamın hurmalığına su almak için ücretle
çalıştım, iki sa' hurma aldım. Birini ailem için alıkoydum, diğerini de Rabbine
ödünç verdim." Resulullah (s.a.) onun sadakalar içine konmasını emretti.
Münafıklar,
ta'n ederek: "Sadakalarını riya ve şöhret için getirdiler. Ebû Akil de,
diğer büyüklerle anılmak için bir sa' getirdi. Allah, onun sâ'ından müstağnidir,"
dediler. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, bu ayeti indirdi.[233]
Her
ümmet içindeki münafıkların durumu tuhaftır. Onların işi, gayretleri öldürmek,
değerleri yıkmaktır. Yapılan iş, sırf hayır da olsa, onların eleştirisinden
hiç kimse kurtulamaz. Nafile olarak sadaka verenleri ayıplarlar. Sadaka
verenler Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Affan gibi ister zengin olup çok sadaka
versinler, isterse fakir olup az versinler, alay ederler. Bunlar, her ne kadar
nafile sadaka verenlere dahil ise de, onların bunlarla alay etmesi daha çok ve
daha kuvvetli olduğu için zikrolundu.
Fakat
Allahü Teâlâ da onlarla alay etti: Alaylarına karşılık onları, günahları kadar
cezalandırdı. Cehenneme gittiler. Cenâb-ı Hakk'm: "Allah da, onlarla alay
etti." sözü, onların kötü amellerine ve müminlerle alay etmelerine karşılık
kabilindendir: Çünkü ceza, yapılan iş cinsindendir. Onlara, müminlerin dünyada
intikamlarını almak için, alay ettikleri kimselerin muamelesini yaptı.
Münafıklara
âhirette de acıklı, şiddetli bir azap hazırladı. Çünkü ceza, yapılan iş
cinsindendir.
Sonra
Allahü Teâlâ, onların kâfirler gibi, istiğfara lâyık olmadıklarını, onlara dua
etmenin fayda vermeyeceğini, onlar için Peygamber(s.a) bile istiğfar etse,
günahlarını affedip örtmeyeceğini, rezil rüsvaylıklannı açıklamayı
terket-meyeceğini açıklamıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinin benzeridir: "Onlar için mağfiret dilesen
de, dilemesen de haklarında birdir. Allah onlara asla mağfiret etmez"
(Münafıkûn, 63/6).
Burada
701e, muayyen bir sayı kasdolunmamaktadır. Daha fazla da olabilir. Arap
üslûbuna göre, burada mübalağa söz konusudur.
Peygamber
(s.a.), ümmetine merhametini açıklamak ve onların kendisinden mağfiret
talebleri üzerine Allah'dan onların hidayetini ve bağışlanmasını istiyordu.
Nitekim kendisine eziyetlerinin her artışında, müşrikler için de duâ ediyor,
İbni Mâce'nin rivayet ettiği gibi: "Allah'ım kavmime mağfiret buyur, çünkü
onlar bilmiyorlar" diyordu. Fakat Allahü Teâlâ, onu bu şekilde duadan men
etti.
Peygamber
(s.a.)'in, istiğfar etmesindeki özrü: Onların dalâlet üzere yaratılmış
olduklarını bilmediği için, imanlarından ümit kesmemiş olmasıdır. Yasaklanan
istiğfar, bildiği halde istiğfar etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak da şöyle
buyurur; "Müşriklerin çılgın ateşin ashabından oldukları açıkça ortaya
çıktıktan sonra, akraba dahi olsalar, onlar için peygamberin de, müminlerin de
mağfiret dilemeleri doğru değildir" (Tevbe, 9/113).
Allahü
Teâlâ burada, onlar için istiğfar ve dua etmenin kabul edilmeme sebebini şu
sözüyle açıklamaktadır: "Bunun sebebi, Allah'ı ve Resulünü (inkâr ile)
kâfir olmalarıdır. " Yani, onlar Allah'ı ve Resulünü inkâr ettiler,
Allah'ın varlığını kabul etmediler. Peygamber (s.a.)'in peygamberliğine
inanmadılar, inkâr ve redde ısrar ettiler. Kalbleri hayır ve nuru kabule hazır
hale gelmedi. Allah'ın sünneti de, küfürde ısrar eden, Allah'a itâattan dışarı
çıkan, iman ve tevbeyi kabul istidadını kaybeden kimseleri hayra muvaffak
buyurmamaktır. Onların mağfiretinden ümidi kesmek ve onlara istiğfarın kabul
edilmemesi, Allah'ın cimriliğinden ve Peygamberdeki kusurdan dolayı değil,
onların mağfirete engel olan küfürleri sebebiyle, buna kabiliyetsizliklerinden
dolayıdır.
[234]
Ayetler
aşağıdaki hususlara işaret eder:
1- Münafıklar, kalbleri hasta, işlerin hakikatini anlamayan sapık kimselerdir.
Nifak içine gizlenerek, kendilerini rezilliklerinin açıklanmasından korumak
için ve eleştiriye eğilim duymalarından dolayı müminleri ayıplarlar. Kur'ân da,
onların gizli sırlarını ortaya dökmüş, kötü davranışlarını açıklamıştır.
2- Onların, Allah yolunda infâk ile tasaddukta bulunan müminleri ayıplamalarının
cezası, cehennem ve orada acıklı bir azap olmuştur. Çünkü, açıklandığı gibi
ceza, amelin cinsindendir.
3- Onlar, nifakta ısrar eden kâfirler oldukları müddetçe, onlara peygamberin
istiğfarı da fayda vermeyecektir. Şa'bî şöyle demiştir: Abdullah b. Abdullah b.
Übeyy -iyi, salih bir kimseydi- Resulullah (s.a.)'den, babasının hastalığı sırasında
ona istiğfar etmesini istedi. Resulullah da, onun bu isteğini yerine getirdi.
Bunun üzerine ayet nazil oldu. Yani Peygamber (s.a.)'in münafıklardan bazılarına
istiğfarı, onların isteğiyleydi. Fakat Râzi, Peygamber (s.a.)'in, onlara
istiğfar etmediği görüşünü benimseyerek şöyle der: Çünkü Peygamber, münafığın
kâfir olduğunu biliyordu. Kâfir için mağfiret talebinde bulunmak, onun şeriatında
caiz değildir. Bazıları kendisinden mağfiret talebinde bulundukları zaman,
Allah onu bundan men etti.[235]
81-Allah'ın
Resulüne muhalefet için (cihada
gitmeyerek) geri kalıp oturan- lar sevindiler. Allah yolunda mallarıy- la>
canlarıyla cihad etmeyi çirkin gör- düler ve: "Bu sıcakta savaşa
çıkmayın" dediler. De ki:
"Cehennem ateşi daha
sıcaktır". İyice bilmiş olsalardı.
82"
Artık onlar kazanmakta oldukları- nın cezası olarak (dünyada) az gülüp (ahirette) çok ağlasınlar.
İbni
Cerir, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.),
insanlara, kendisiyle beraber, Tebük'e gelmelerini emretti. Yaz vaktiydi. Bazıları:
"Yâ Resulullah! Sıcak şiddetli, çıkamayız, sıcakta gidemeyiz" dedi.
Bunun üzerine, Allahü Teâlâ: "De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır."
ayetini indirdi.
Yine
İbni Cerir, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediğini tahric etmiştir:
Resulullah (s.a.) şiddetli bir sıcakta, Tebük'e gazaya çıktı. Seleme oğullarından
bir adam, sıcakta çıkmayın dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ: "De ki:
"Cehennem ateşi daha sıcaktır" ayetini indirdi.
[236]
Allahü
Teâlâ, münafıkların Tebük'te savaşa çıkmak için mazeret ileri sürmeleri ve
sadakaların taksimini ayıplamaları gibi bazı kötü huylarını belirttikten
sonra, Resulullah (s.a.) ile birlikte, Tebük Gazvesine çıkmaktan geri kalan o
kimselerin halini açıklamaya başlıyor. Bu, onların çirkin hallerinden bir başka
çeşididir: Evlerinde oturmakla sevinmeleri ve cihadı kötü görmeleri.
Kendilerine
"muhallefûn" (geriye bırakılanlar) dendi, "mütehallifûn"
(cihaddan geri kalanlar) denmedi. Çünkü "mütehallifûn" demek,
Peygamber (s.a.) cihada çıktıktan sonra geri kalanlar, onunla beraber
gitmeyenler demektir. "Muhallefûn" ise Resulullah'm, fesadlık ve
karışıklık çıkaracaklarını bildiği için çıkmalarını men ettiği kimselerdir ki,
şu ayette de Allahü Teâlâ onların peygamberle beraber çıkmalarını men etmiştir:
"De ki: "Siz, ebediyyen benimle beraber çıkamazsınız." Bu
sebeble onlar "muhallefûn" olmuşlardır.
[237]
Bu
ayetler, Tebük Gazvesinde savaşa katılmaktan geri kalan münafıkları açıkça
zemmetmekte ve onların âhiretteki kötü akibetlerini haber vermektedir. Tebük
seferi sırasında nazil olmuşlardır.
Mânâ
şöyledir: Resulullah (s.a.) Tebük Gazvesine çıkarken kendilerini bırakınca,
evlerinde kaldıkları için, o Medine'de bırakılan münafıklar sevindiler. Onların
sevinmelerinin sebebi, cihadda hayır olduğuna inanmamaları, malları ve
canlarıyla Allah yolunda, Peygamber (s.a.)'le birlikte cihad etmek istememeleridir.
Oturmakla sevinmek, gitmek istememeye işaret eder. Ancak Allahü Teâlâ,
pekiştirmek için, onu tekrarladı.
Kısacası
onlar, geri kalma sebebiyle sevindiler, cihada gitmek istemediler.
Mesele,
sadece kendilerinin sevinmesiyle kalmadı. Başkalarını da gitmemeye teşvik
ettiler ve birbirlerine cihada çıkmayın, dediler. Çünkü, Tebük Gazvesi çok
sıcak bir zamanda, meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin arandığı bir zamanda
olmuştu.
Allahü
Teâlâ onlara: "De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır" sözüyle
cevap verdi. Yani, asiler için hazırlanan ve sizin de muhalefetiniz sebebiyle
gideceğiniz Cehennem ateşi, kaçtığınız sıcaktan daha sıcaktır. Bunu
düşünebilseler, bundan ibret alabilseler, elbette muhalefet etmezler ve oturup
kalmaz, buna sevinmezlerdi. Nitekim İmam Mâlik ve Şeyhayn'ın Ebû Hüreyre'den
rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Siz
insan oğullarının yaktığı ateş, cehennem ateşinin 70 parçasından bir
parçadır."
Sonra
Allahü Teâlâ, onların işlerinin sonucunu haber vererek: "Onlar, az gülüp
çok ağlasınlar" buyurmuştur. Yani, onlar için evla olan, az gülüp az sevinmeleri
ve çok ağlamalarıdır. Bu, emir şeklinde gelmemekle beraber, onların halinden
haber vermektedir. Tehdit ve işledikleri günahlarla nifakın cezasını
beklemeleri kasdolunmaktadır. Buharî ve Müslim'de Nu'mân b. Beşir'den rivayet
edilen hadiste, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde,
cehennem ehlinden en hafif azab gören kimsenin cehennem ateşinden iki pabucu
ve iki pabuç kayışı olur ki, bunların tesiriyle onun beyni bakır tencere gibi
kaynar. O cehennemlikler içinde, kendinden şiddetli azap gören yok sanır. Halbuki
kendisi en hafif azap görendir..."
[238]
Ayetler,
insan görüşünün kısalığına işaret eder. O, çoğunlukla hale ve içinde bulunduğu
olaya bakar. Geleceğe ve ondan çıkacak hadiselere bakmaz. İşte şu münafıklar
da, cihadın faydasına inanmadıkları için Medine'de kalmakla sevindiler, cihad
etmek istemediler. Çünkü o, onları gölgelerle gölgelenme ve meyveler toplayıp
yeme nimetinden mahrum bırakacaktı.
Fakat
Kur'ân, onları kınıyor ve uyarıyor. Çünkü düşmanla cihaddan, İslâm'a yardımdan
geri durmaları sebebiyle gidecekleri cehennem ateşindeki şiddetli sıcaklık,
dünyadaki yaz sıcaklığından çok fazladır.
Sonra
Allahü Teâlâ onları, kendilerinin kazandığı ve ellerinin yaptığı şeyler
sebebiyle tehdit etmekte, dünyada az bir zaman için sevineceklerini ve cehennemde
çok ağlayacaklarını, yahut az gülüp, çok ağlayacaklarını belirtmiştir.
Bu
tehdit, sadece münafıklara ait değildir. Allahü Teâlâ'dan korkan salih kullan
da kapsar. Nitekim Tırmizî'nin tahric ettiği hadis-i şerifte Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur: tallahi benim bildiklerimi siz bilseydiniz, az güler, çok
ağlardınız. Allahü Teâîâ'ya, seslerinizi yükselterek yalvarmak üzere'tepelere
çıkardınız. Ben de, yaprağım yayan bir ağaç gibi (herkese faydası dokunan) olmak
isterdim."
Bu,
hafif şekilde gülmeyi yasaklama mânâsına değildir. Çünkü Allahü Teâlâ,
güldürmüş ve ağlatmıştır. Fakat, çok ve devamlı gülme -sahibine galip gelecek
şekilde olan- kınanmıştır. O, ahmak ve aptalların işidir. Haberde "Çok
gülmek, kalbi öldürür' denmiştir.
Kısacası,
münafıklardan üç önemli muhalefet meydana gelmiştir: Tebük Gazasına gitmeyip
cihad etmemeye teşvik. Bu sebeble münafıklar, cehennem ateşini hak ettiler.
Onlar, bütün ömürlerinde sevinip gülseler yine azdır. Çünkü dünya metâı azdır.
O, dünyadaki nifakları sebebiyle, kesintiye uğramayan, dâimi bir cezadır.
[239]
83-
Eğer Allah seni onlardan bir zümrenin (münafıkların) yanına döndürür de çıkmak
için senden izin isterlerse
de
ki: "Siz, ebediyen benimle beraber asla çıkamazsınız ve benimle beraber
hiçbir düşmanla savaşmazsınız. Çünkü siz ilk defa oturmaya razı oldunuz. Artık
siz geri kalanlar(kadın ve çocuklarla beraber oturun."
84-
Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını kılma. Kabrinin başında da durma. Çünkü
onlar Allah ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular ve onlar fâ-sıklar (kâfirler)
olarak öldüler.
85-
Onların ne malları, ne çocukları seni imrendirmesin. Allah, onları dünyada
bunlarla azaba çarptırmayı ve canlarının kâfir oldukları halde, güçlükle
çıkmasını ister.
Buharî
ve Müslim, İbni Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Abdullah b. Übey
öldüğü zaman, oğlu, Resulullah (s.a.)'e gelerek babasına kefen yapmak için,
kendisine gömleğini vermesini istedi. Resulullah namazını kıldırmak üzere
kalktı. Ömer b. Hattab da ayağa kalktı ve Resulullah'ın elbisesinden tutarak:
"Yâ Resulullah! Rabbin sana, münafıkların namazını kıldırmayı nehyetti-ği
halde, sen onun namazını kıldıracak mısın?" dedi. Resulullah: "Allah
beni muhayyer bıraktı: "Onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme.
Eğer onlar için yetmiş defa istiğfar etsen de yine Allah onları katiyyen
mağfiret edecek değildir" (Tevbe, 9/80) buyurdu. Bunun üzerine, Allahü
Teâlâ: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını kılma. Kabrinin başında da
durma." ayetini indirdi. Bundan sonra Resulullah, onların cenaze namazını
kılmayı terketti. Hz. Ömer, bunu: "Onlar için ister istiğfar et, ister
istiğfar etme" sözündeki açık nehiyden, yahut da Mekke'de nazil olan:
"Müşriklerin o çılgın ateşin ashabından oldukları açıkça ortaya çıktıktan
sonra akraba dahi olsalar, onlar için peygamberin de, müminlerin de mağfiret
dilemeleri doğru değildir" (Tevbe, 9/113) ayetinden anlamıştı.
Bu,
Ömer, Enes, Cabir ve daha başkalarından da rivayet olunmuştur.
İbni
Abbas'dan gelen bir rivayet şöyledir: Ömer (r.a.) şöyle dedi: "Gömleğini
pis, necis adama niçin veriyorsun?"[240].
Peygamber Efendimiz: "Gömleğim onu, Allah'tan gelecek herhangi bir şeyden
koruyamaz. Umulur ki Allah, onunla binlerce kimsenin İslâm'a girmesini
sağlar" dedi. Münafıklar, Abdullah'ın sözünden ayrılmıyorlardı. Onun,
fayda vereceğini umarak bu gömleği istediğini gördüklerinde, o gün onlardan bin
kişi müslüman oldu.
Resulullah
(s.a. »'in: "Allah beni muhayyer kıldı" sözüne gelince; Hz.
Pey-gamber'in muhayyer kılındığı istiğfar, fayda vermeyen dille yapılan
istiğfardır. Ondan gaye, kendisi için istiğfar istenen şahsın, yaşayan
yakınlarından bazılarının kalblerini hoşnut etmektir.
Resulullah
ts.a. >. onun kâfir olduğunu, küfür üzere öldüğünü bildiği halde, namazını
kıldı. O. oğlu kendisinden, babasını defnetmek için gömleğini göndermesini isteyince,
onun iman ettiğini sanmıştı. Çünkü vakit, fâcirin tevbe edebileceği, kâfirin
iman edebileceği bir vakitti. Yahut o, onun müslümanlığını ilânı üzerine,
namazını kıldı. Ebû Ya'lâ ve daha başkalarının Enes'ten tahric ettiklerine
göre, Resulullah is.a.), Abdullah b. Übeyy'in namazını kılmak isteyince, Cibril
hemen elbisesinden tutarak: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını
kılma" dedi. Bu rivayet gösteriyor ki, Peygamber (s.a.), Abdullah b.
Übeyy'in namazını kılmadı.
Rivâyetlerdeki
bu çelişki karşısında, âlimlerden bazıları Buhârî'nin rivayetini tercih etmiş,
bazıları da iki rivayet arasını birleştirerek Ömer ve oğlunun rivâyetindeki
namazdan murad, duâ yahut onun namazını kılmaya karar vermesi, sonra da, Cibril
(a.s.) tarafından men olunmasıdır, demişlerdir.
[241]
Ayetler,
münafıkların rezilliklerinden ve kötü hallerinden bahsetmeye devam ediyor.
Cenâb-ı
Hak, onların çirkin hallerini açıkladıktan sonra, Hz. Peygam-ber'in Tebûk
Gazvesinden dönüşünü müteakip, onlara karşı takınılacak tavırlardan bazılarını
açıklıyor: Allahü Teâlâ, onlara diğer gazvelerde peygamberle birlikte çıkmayı
yasakladı: Çünkü onların çıkmaları fesada sebep olacaktı.
Peygamber
(s.a.)'i onların ölülerine namaz kılmaktan men etti. Çünkü ölü için namaz, onun
için bir dua, istiğfar ve şefeât dilemektir. Kâfir ise, buna lâyık değildir.
Allah, Peygamberini, onların mallarına, çoluk çocuklarına aldanmaktan,
kendilerindeki şeyleri güzel görmekten men etti. Çünkü onlar, onların hayırlarına
değildir, dünyada onlarla azaplarına bir yol, ahirette de mahrumiyettir.
[242]
Allahü
Teâlâ Peygamberine, eğer Allah seni bu Tebük Gazvesi seferinden, sefere
çıkmayıp geri kalan münafıklar zümresine -Katâde'nin söylediğine göre bunlar 12
erkekti- geri döndürür de, seninle beraber bir başka gazveye çıkmak için senden
izin isterlerse, onlara bir ceza ve azarlama olarak: Hiçbir şekilde benimle
çıkmayacaksınız ve ne şekilde olursa olsun benimle asla bir düşmanla
savaşmayacaksınız, de buyuruyor.
Cenâb-ı
Hak: "Çünkü siz ilk defa oturmaya razı oldunuz" sözüyle, bu yasaklamanın
sebebini açıklıyor. Yani siz, ilk seferinde benden geri durmayı tercih
ettiniz. Mazeretsiz geri kaldınız, yalan yere yeminler ettiniz, evlerinizde
oturmakla sevindiniz. Hatta cihada gitmeyip geri kalmayı teşvik ettiniz. Artık,
İbni Abbas'ın dediği gibi, cihada gitmeyip geri kalan münafık erkeklerle birlikte,
yahut Hasan el-Basrî'nin dediği gibi kadın, çocuk ve ihtiyarlarla birlikte
ebediyen oturun. İbni Cerir'e göre, Hasan el-Basrî'nin görüşü doğru olamaz; kadınlarla
ilgili kelimenin çoğulu (ayette el-Hâlifîn diye geçer), "ye" ve
"nün" ile olmaz. Eğer kadınlar murad olunsaydı, "Havâlif"
yahut "Hâlifât" denirdi. Denilmiştir ki, mânâ "fâsidlerle
birlikte oturur" şeklindedir. Bu da, savaşı ter-ketmeyi teşvik eden
kimsenin gazalara katılmasının caiz olmadığına işaret eder. Cenâb-ı Hakk'm
"ilk defa" sözü Tebük Gazvesine ilk çıkışı ifade eder.
Her
halükârda, ayet onları Peygamber (s.a.)'le asla arkadaşlık yapmamaları
şeklinde cezalandırmayı emrediyor. Bu, Fetih sûresinde şu ayette de ifâdesini
bulur: "Sen de ki: "Sizler bizim peşimizden gelemezsiniz"
(Fetih, 48/15).
Sonra
Allahü Teâlâ, Peygamberine (s.a.), münafıklardan uzaklaşmasını, onlardan biri
öldüğü zaman namazını kılmamasını, ona dua ve istiğfar etmek için, kabrinin
başında durmamasını -çünkü onlar, Allah'ı ve peygamberini inkâr etmişler ve bu
hal üzere ölmüşlerdir- emretti. Bu, kâfirlerin namazını kılmanın yasak
olduğunu ifâde eden bir nastır. Bu, her ne kadar ayetin iniş sebebi
münafıkların başı Abdullah b. Übeyy İbni Selûl olsa da, münafıklığı bilinen her
kişi hakkında geneldir. Ayetin mânâsı şöyle olur: Ey Peygamber! Münafıklardan
gelecekte ölecek hiç kimsenin namazını kılma. Defnolunurken, yahut ziyaret
için ona duâ etmek ve istiğfarda bulunmak maksadıyla kabrinde bulunma.
"Kabir"le onu defnetmek de kasdolunabilir. O zaman mânâ: Onu defnetmeyi
üstüne alma, demek olur.
Sonra
Allahü Teâlâ, münafığın namazını kılmama ve dua için kabrinde bulunmama
sebebini açıklıyor: "Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ile kâfir
oldular." Yani onlar, Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr ettikleri
gibi, Peygamberini de inkâr ettiler. Çünkü ölü için namaz kılmak onun için
şefaat istemek, kabrinde bulunmak, ölüye hürmet göstermek ve ikramda
bulunmaktır. Halbuki kâfir, hürmet ve ikrama lâyık değildir.
"Fâsıklar
olarak öldüler": Onlar, İslâm dininden çıkmış, hükümlerine isyan etmiş,
hadlerini, emirlerini ve nehiylerini tecavüz etmiş kimseler olarak öldüler.
Sonra
Allahü Teâlâ Rasûlünü, münafıkların bazı zahirî hallerini beğenmekten
nehyetti: "Onların ne malları, ne çocukları seni imrendirmesin." Onlara
verdiğimiz mal, çoluk çocuk nimetlerine imrenme. Allah, onlara hayır mu-râd
etmiyor. Dünyada, birtakım musibetlerle onlara işkence etmek ve işlerinin
akibetini düşünemeden küfür üzere ruhlarının çıkmasını murad ediyor.
Bu
ayetin benzeri, bu sûrede bazı lafız değişiklikleriyle geçti.[243]
Tekrardaki amaç pekiştirmek ve mallarla çoluk çocukla meşgul olup kalmaktan
sakın-dırmaktır. Çünkü nefisler genellikle onlarla meşgul olur ve daha iyi olan
âhi-retle meşgul olmaktan geri kalır. Bu, mallara ve çoluk çocuğa aldanmaktan
açıkça nehyi ve korkutmayı ifade etmektedir.
[244]
Ayetler,
münafıklara uzun bir süre verildikten ve zahiren müslümanlara yapılan muamele
yapıldıktan sonra, bazı kesin tavırlar alınmasını içine alıyor. Bunlar üç
tavırdır: Onları nıüslümanlarla birlikte cihada çıkmaktan men etmek, ölülerine
namaz kılmamak, onların öğündükleri mallarına, çoluk çocuklarına aldanmamak.
Bunlar, onların Allah'ı ve Peygamberini inkâr eden kâfirler olduğuna işaret
eder.
Birinci
tavır: Münafıklardan bir grupla ilgilidir. Çünkü Medine'de kalanların hepsi
münafık değildi. Onların içinde, özür sahipleri de vardı, olmayan da. Sonra,
Allah onları affetti ve tevbelerini kabul buyurdu: Geri bırakılan üç kişi gibi.
İkinci
tavır: İtibarlarını düşürmektir. Çünkü ölü için namaz kılmak, dua için kabrinde
bulunmak, ona ikram ve saygı göstermektir. Kâfir ise, saygıya lâyık değildir.
Aksine iman ehli hürmete lâyıktır. Nitekim, Peygamber (s.a.) müminlerin
namazını kılma hususunda acele davranıyordu. Onun namazı, onlar için bir
şefeat, bir rahatlama ve bir kalb huzuru demekti. Müminlerden de, ikram ve
ta'zim için, dua ve istiğfar istiyordu. Ebû Davud, Hâkim ve Bezzâr, Osman
(r.a.)'m şöyle dediğini rivayet ederler: "Peygamber (s.a.) ölüyü defn
işini bitirdiği zaman, orada durur: "Kardeşiniz için istiğfar edin. Onun
(sorulan sorular karşısında) sebat etmesini isteyin, çünkü o, şu anda sorguya
çekiliyor." derdi.
Bu
ayet, kâfirlerin namazını kılmayı ve defnolunurlarken kabirlerinde durmayı,
definlerini üstlenmeyi yasaklayan bir delildir. Bunda, müminlerin namazını
kılmaya delil yoktur. Müslüman ölünün namazını kılmanın vacip olduğu sahih
hadislerden anlaşılıyor. Nitekim, Müslim'in Câbir b. Abdullah'tan rivayet
ettiği hadiste, o şöyle dedi: "Resulullah (s.a.): Bir kardeşiniz öldü. Kalkın
namazını kılın' buyurdu. Kalktık, iki saf olduk." (Resulullah, Necâşî'yi
kas-dediyordu).
Ebû
Hureyre'den şöyle rivayet olunmuştur. Resulullah (s.a.) Necâşî'nin öldüğü gün,
bunu insanlara haber verdi. Onlarla beraber musallaya çıktı ve dört tekbirle
namazını kıldırdı.
Müslümanların
cenazelerine namaz kılmayı terketmenin caiz olmadığı hususunda, müslümanlar
ittifak halindedirler. Çünkü bu, kavlen ve amelen peygamberlerinden gelmiştir.
Bazı
âlimler buna, müslümanlarm cenazelerini teşyi etmeyi de ilâve etmişlerdir.
Ayetten, defnoluncaya kadar müslümanın kabri üzerinde durmanın meşru olduğu
anlaşılıyor. Peygamber (s.a.) de öyle yapardı. Nitekim ölü defnoluncaya kadar
bir kabirde ayakta durmuş, sorulara kolaylıkla cevap verebilmesi için dua
etmiştir. İbnü'z-Zübeyr de bir ölüsü olduğunda, defnoluncaya kadar kabri
başında ayakta dururdu. Müslim'in Sahih'inde gelen bir rivayette, Amr b. As
(r.a.), ölürken şöyle dedi: Beni defnettiğiniz zaman, üstüme güzelce toprak
koyun, sonra bir deve kesilip etleri taksim olununcaya kadar, kabrimin
çevresinde durun ki, sizden kuvvet alıp Rabbimin elçilerine ne cevap vereceğimi
bileyim.
Alimlerin
çoğu, cenazelere ait tekbirlerin dört olduğu kanaatindedir. Dârekutnî'nin, Übey
b. Ka'b'dan rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz, melekler, Adem (a.s.)'ın cenaze namazını dört tekbirle kıldılar
ve 'ey Adem oğulları, bu sizin sünnetinizdir" dediler."
'
İmam Mâlik'in meşhur olan görüşüne ve Ebû Hanife ve Sevrî'ye göre, bu namazda
kıraat yoktur. Delilleri, Ebû Davud'un Ebû Hureyre'den rivayet ettiği şu
hadis-i şeriftir: "Ölüye namaz kıldığınız zaman, onun için, samimi olarak
dua ediniz."
Şafiî,
Ahmed, Davud ve bir cemaat, fatiha okunacağı görüşündedirler: Delileri, bir
grubun Ubâde b. Sâmit'tan rivayet ettikleri: "Kitâb'm fatihasını okumayan
kimsenin namazı caiz değildir" hadisidir. Onlar, bunu bütünü üzerine
yorarlar. Yine onlar Buharî'nin İbni Abbas'dan tahric ettiği: "Resulullah
bir cenazeye namaz kıldı ve kitabın fatihasını okudu" hadisini delil
gösterirler ve onun bir sünnet olduğunu bilesiniz diye böyle yaptı, derler.
İmama
sünnet olan, erkeğin ve ihtiyar kadımn başı yanında durmasıdır. Bu, Şafiî'nin
görüşüdür. Delili, Ebû Davud'un Enes'ten rivayet ettiği şu hadisdir. Enes, bir
cenazenin namazını kıldı. Âlâ b. Ziyad kendisine: "Ey Ebû Hamza!
Resulullah (s.a.) de, senin kıldığın gibi, cenazelere dört rekatla namaz kılıp
erkeğin ve ihtiyar kadının başı ucunda dikilir miydi" dedi. O da
"Evet" cevabım verdi.
Bunu
Müslim, Semura b. Cündûb'ten rivayet eder. Semura şöyle dedi: Peygamber
(s.a.)'in arkasında namaz kıldım. O da, lohusa iken ölen Ümmü KaTj'ın namazını
kılıyordu. Resulullah (s.a.), onun namazını kılmak için ortasına durdu.
Münafıklarla
ilgili üçüncü tavır: Onların mallarına ve çoluk çocuklarına imrenmekten nehiy,
bir daha bir daha ondan sakındırmak... Çünkü, nefisler bunlara çok
tutkundurlar. Bundan bir başka maksat da, mümin insanı ebedî ve bakî olan şeyle
meşgul olmaya ve Allah'tan mağfiret istemeye teşviktir. Tekrarla da,
pekiştirme ve çok korkutma gayesi güdülmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Nisa
sûresinin 48 ve 116. ayetlerinde: "Şüphesiz ki Allah kendisine ortak
koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dilediği kimseler için bağışlar"
sözlerini tekrar etmiştir.
[245]
Kadı
Ebû Bekir Bâkıllânî, İmâmu'l-Harameyn Cüveynî ve Gazalî gibi bir grup âlim,
münafıkların liderine namaz kılınması hadisini ayetin zahirine şu bakımlardan
ters düştüğü için zayıf görmüştür:
1- Ayet, Peygamber (s.a.)'in, Tebük Gazvesinden dönüşü esnasında nazil
olmuştur. Halbuki İbn Übeyy, o yıldan sonra ölmüştür.
2- Hz. Ömer'in itiraz edip, Hz. Peygamber (s.a.)'e, "Rabbin seni,
onun namazını kılmaktan nehyettiği halde mi, onun namazını kılacaksın?"
demesi, nehyin İbn Übeyy"in ölümünden önce olduğuna işaret eder.. Bu ise:
Resulullah onun namazını kıldı, bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Onlardan
hiçbirinin namazını kılma" ayetini indirdi sözüne ters düşer. Ayetin,
onun namazından sonra nazil olduğu açıktır.
3- Hz. Peygamber (s.a.)'in: "Allah beni muhayyer bıraktı." sözü, ayetin açıklığına ters düşer. Çünkü
Allah küfürleri sebebiyle onlara, asla mağfiret etmez. O halde ayetteki
"yahut" kelimesi muhayyeriyyet (serbestlik) için değil, tesviye
(eşitlik) içindir.
Ayetle
hadis arasını bulmaya çalışmak ise, ikna edicilikten uzaktır, zorlama olur.
[246]
86- "Allah'a iman edin, Resulü ile birlikte
cihad edin" diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden servet sahibi
olanlar (cihada kudreti yetenler) senden izin istediler ve: "Bizi bırak
da oturanlarla (cihaddan geri kalanlarla) birlikte olalım" dediler.
87- Onlar, geri duranlarla birlikte olmaya razı
oldular. Kalblerine de mühür vuruldu. Onlar iyice anlamazlar.
88- Fakat o peygamber ve onunla birlikte olan
müminler mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar için hayırlar
vardır. Onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.
89- Allah onlar için, altından nehirler akan
cennetler hazırlamıştır. Orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte en büyük kurtuluş
budur.
Allahü
Teâlâ, münafıkların Resulullah (s.a.)'den geri kalma ve cihada gitmeme
hususunda hileye başvurduklarını açıkladıktan sonra, ne zaman imanla ve cihadla
ilgili bir ayet nazil olsa, onlardan servet ve kudret sahipleri, cihaddan geri
kalmak için izin istediklerini ve Resulullah (s.a.)'e: "Bizi bırak, savaştan
âciz ve zayıflarla birlikte olalım" dediklerini açıklıyor.
[247]
Allahü
Teâlâ bu ayetlerde, bir grubu kınıyor, başka bir grubu da övüyor. Kudretleri,
servet ve zenginlikleri olduğu halde, cihaddan geri kalan ve gitmemek için Hz.
Peygamberden izin isteyenleri kınıyor. Ne zaman, içinde imanı emreden ve
Resulullah (s.a.)'la birlikte cihada davette bulunan bir sûre -sûreden amaç,
ya tamamı veya bir kısmıdır. Nitekim, Kur"ân ve kitap kelimeleri de hepsi
veya bir kısmı için kullanılır- indirilse mal ve canla cihada gücü yetenler,
servet sahibi ve zengin olanlar cihada gitmemek için: "Bizi evlerinde oturan,
kadınlarla, çocuklarla, ihtiyar ve zayıflarla birlikte bırak" diyerek
senden izin isterler. Allahü Teâlâ'nın: "İman edin..." sözü,
müminlerden imanlarını devam ettirmelerini, münafıklardan yeniden iman
etmelerini isteyen bir emirdir. Şu ayet de bunun benzeridir: "îman edenler
der ki: "Bir sûre indirilmeli değil miydi1?" Muhkem bir sûre
indirilip içinde kıtal zikrolununca, kalblerinde hastalık bulunanların,
üzerlerine ölüm öaygınZığı gelmiş gibi sana baktıklarını görürsün. O, onlara
yakın ola!" (Muhammed, 47/20).
Bu,
münafıkların korkutma, zillet ve rüsvaylıklarma bir delildir. Özellikle
"servet sahipleri" diye zikredilmesinde iki fayda vardır: Birincisi,
sefere ve cihada güçleri yettiği halde çıkmadıkları için, onlar daha çok
kınanmaya lâyıktır. İkincisi, sefer için malı ve kudreti olmayan kimsenin izin
almasına gerek yoktur. Çünkü o. özür sahibidir.
Bunlar
kendilerinin, cihada çıkmayıp geriye kalan kadınlarla birlikte olmalarına razı
oldular Bunda, onların erkeklerine yönelik bir kınama ve küçümseme vardır ve
onları kadınlara benzetmektir.
Bunun
sebebi, cıhaddan ve Peygamberle birlikte Allah yolunda çıkmaktan geri
kalmaları. ılım ve hidayet nurunu kabul etmemeleri, bu yüzden Allah'ın
kalblerini mühurlemesıdır. Yararlarına olanı anlayıp da yapmadılar, zararlarına
olandan da kaçınmadılar, Allah'ın cihad emrindeki hikmetinin sırlarını kavramadılar.
Sonra
Allahü Teâlâ, onların durumlarını müminlerin durumlarıyla karşılaştırdı.
Onlara övgüsünü ve âhiretteki durumlarını açıkladı: "Fakat o peygamber ve
onunla birlikte olan müminler mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte
onlar için hayırla- vardır Onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."
Münafıkların aksine onlar. :rir_v3 ve âhiret saadetine nail olacaklardır.
Cenâb-ı
Haki :r_ 'Or'.z'- için cennetler hazırladı" sözü, ya ayette geçen
"hayrat" (hayıriar ve "fe.ir/ kurtuluş) kelimelerini tefsirdir,
ya da hayrat ve felah; izzet, kerime*, zafer ve servet gibi dünya
menfaatlarıdır. "Cennetler" de. âhiret sevabı ve yuks-ek derecedir.
[248]
Ayetler,
malla ve cani a cihada güçleri yeten münafıkların önde gelenlerinin, Peygamber
s.a. 1e cıhaddan geri durduklarına, cihada çıkmaktan âciz olanlarla birlikte
oturmakla, kendilerinin zilletine ve horluğuna, bunun da. kalblerinin
mühürlenmesine, dolayısıyla hayırla şerri, yararlı ile zararlıyı ayırt
edemediklerine, yani geri kalmalarının, kendileri için hayırlı olmadığına
işaret etmektedir.
Hasan
el-Basrî, ayette geçen "et-tab"' kelimesinin kalbin küfre meyilde,
sanki iman konusunda ölmüş derecesine varmasından ibaret olduğunu söyler
Mutezile'ye göre ise, kalbde meydana gelen bir alametten ibarettir.
Yine
ayetler, müminlerin haline ve sonuna işaret etmektedir: Onlar, Allah'ın
rızasını kazanmak ve O'na itaat için, mallarını, canlarını sarfetmişlerdir.
Bunun sonucu, dünya ve ahiret hayırlarını kazanacaklar, cennete nail olacaklar,
ceza ve azabtan kurtulacaklardır. İşte bu, en büyük kurtuluş ve en büyük
derecedir.
[249]
®^~ Bedevilerden özür beyan edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. İçlerinden kâfir olanlara pek acıklı bir azab çarpacaktır.
"Özür
beyan edenler" Bu kelimenin açıklamasında iki görüş vardır. Birincisi
özür beyan edenin haklı olması. Çünkü onun özrü vardır. İkincisi, haklı olmaması.
Özrü olmadığı halde özür beyan eden demektir. Sözün gelişi, onların özürleri
olmadığına işaret ediyor. Çünkü onlar, kendilerine izin verilmesi için
geldiler. Eğer zayıf, hasta, infak edecek şey bulamayan kimseler olsalardı,
izin isteme ihtiyacını duymazlardı. Onlar, boş sebeplerle özür beyan
ediyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü de bunu ifade eder: "Onlara
döndüğünüz vakit size özür beyan edeceklerdir" (Tevbe, 9/94).
"Bedeviler"
Bunlar Esed ve Ğatafanlılardır. İşleri olduğunu ve çoluk çocuklarının
çokluğunu ileri sürerek cihada gitmeyip geri kalmak için izin istediler.
"Allah'a
ve Resulüne yalan söylediler." Onlara imanlarını yalancıktan açıkladılar,
yahut inandıklarını iddia ettiler.
[250]
Dahhâk
şöyle demiştir: Onlar, Amir b. Tufayl'in arkadaşlarıdır. Resulullah (s.a.)'e
gelerek: "Ya Resulullah! Biz seninle gazaya çıkarsak Tayy kabilesi bedevileri
çoluk çocuğumuza ve hayvanlarımıza baskın düzenlerler" dediler. Resulullah
(s.a.) de: "Allah beni size muhtaç etmeyecek" buyurdu.
Mücahid'den
şöyle rivayet olunmuştur: Onlar, Gıfar'dan yahut Ğata-fan'dan bir grup
insandır. Özür beyan ettiler, fakat Allah onların özrünü kabul etmedi.
Katâde'den: "Yalancılar özür beyan etti" dediği rivayet edilmiştir.
[251]
Allahü
Teâlâ, Medine münafıklarının hallerini açıkladıktan sonra, ayetlerini bedevi
Arap münafıklarının hallerini açıklamakla sürdürüyor.
[252]
Bedeviler,
Tebük Gazvesine gitmemek için Peygamber (s.a.)'den izin istemek üzere
geldiler. Resulullah (s.a.) onlara: "Allah bana, sizin durumunuzu haber verdi.
Allah beni size muhtaç etmeyecek" buyurdu.
İman
iddiasında, Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler, cihaddan geri kaldı. Onlar,
gelen ve özür beyan etmeyen bedevi münafıklardır. Bununla, onların yalan
söyledikleri ortaya çıktı.
Sonra
Allah, onları azabla tehdit etti ve şöyle dedi: Onlardan kâfir olanlara,
dünyada öldürülmek suretiyle, ahirette de ateşle, elem verici bir azap gelecek.
Çünkü birinciler, haksız yere özür dilediler, diğerleri de Allah ve Resulüne
yalan söyleyerek savaştan ve özür dilemekten geri durdular. Ayet, iki bölümüyle
de bâtıl yolla özür dileyen, dilemeyen ve cihaddan geri kalan, kendilerine
dünyada öldürülme, ahirette ateşle ceza verilecek bedevi münafıklar hakkındadır.
"Onlardan"
sözü, ba'ziyet için olup bir kısmına delâlet eder; çünkü Allahü Teâlâ, onlardan
bir kısmının, iman edip bu cezadan kurtulacağını biliyordu.
Müfessirlerden
bazılarına göre birinci kısım, gerçekten mazereti olan kimseler olup bunlar
Medine çevresindeki küçük arap kabileleri yahut Resulullah(s.a.)'a gelip
zayıflıklarını ve güçsüzlüklerini ileri sürerek özür dileyen Esed ve
Gatafanlılardır. Delilleri şudur: Cenâb-ı Hak onları zikrettikten sonra:
"Allah ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar" buyurdu, böylece
onları, yalan söyleyenlerden ayırdı. Bu onların yalan söylemediklerine işaret
etmektedir. İbni Kesir, bu görüşü benimsemiştir. Razî ve Zemahşerî ise, sözün
gelişine bakarak birinci görüşü benimsemişlerdir. Çünkü onlar, kendilerine
izin verilmesi için geldiler. Eğer gerçekten özürlü olsalardı, izin istemeye ihtiyaç
duymazlardı.
[253]
Ayet,
inandıkları iddiasıyla Allah'a ve Resulüne yalan söyleyen münafıklarla, yalan
olarak özür beyan edenlerin akibetinin -imansızlıkları ve yalan söylemeleri
sebebiyle- cehennem ateşinde ceza olduğuna, küfür yahut zahiren iman iddiasında
bulunanın ve yalan söyleyenin büyük bir azaba uğrayacağına işaret etmektedir.
Haklı
olarak özür beyan edenin, özrü kabul edilir. Onlar, cihadı terketme hususunda
özürleri olan, kendilerini Allah'ın affettiği kimselerdir.
[254]
91-
Allah'a ve Resulüne karşı samimi olmak şartıyla zayıflara, hastalara, harcayacak
bir şey bulamayanlara bir
günah
yoktur. İyilik edenlere karşı bir yol yoktur. Allah gafurdur, rahimdir.
92-
Bir de sana, kendilerine binecek temin etmen için gelenlere: "Size bir binek
bulamıyorum" dediğin kimselere de yoktur.Onlar harcayacak bir şey
bulamadıklarından gözleri yaş döke döke döndüler.
"Bir
de sana kendilerini bindirmen için gelenlere" Bu, "zayıflar",
yahut "iyilik edenler" kelimesi üzerine matuftur. Bu, özelin genel
üzerine atfıdır. Onların durumuna verilen önemi gösterir.
"İyilik
edenlere bir yol yoktur" Geri kalmakla, azarlanmayan iyilik edenlerden
olduklarına işaret etmesi için, zahir isim, zamir yerine kullanılmıştır.
[255]
"Zayıflar*:
Ku%r\-etli olmayanlar. İhtiyarlar, düşkünler, hastalar, kötürüm-ler, körler bu
manaya dahildir.
"Allah'a
ve Resulüne karşı samimi olmak şartıyla": Kendileri oturmakla beraber,
başkalarını alıkoymaya kışkırtmamak şartıyla "...bir günah yoktur."
"Allah
Gafurdur." Onları bağışlayıcıdır. "Rahimdir." Onlara rızıklaruıı
genişletip bollaştırmaktadır.
[256]
İbni
Ebî Hâtim'in, Zeyd b. Sâbit'ten tahric ettiğine göre, o şöyle demiştir:
Tevbe'yi yazıyordum, kalemi kulağıma koydum. Birden savaşla emrolunduğu-muzu
gördüm. Resulullah (s.a.), kendisine nazil olana kulak verip dinliyordu. Aniden
bir a'mâ geldi ve: A'mâyım, nasıl yapacağım, dedi. Bunun üzerine "Allah'a
ve Resulüne karşı samimi olmak şartıyla, zayıflara, hastalara, harcayacak bir
şey bulamayanlara bir günah yoktur" ayeti nazil oldu...
"Bir
de sana, kendilerini bindirmen için gelenlere" ayetinin nüzul sebebi
hakkında üç rivayet vardır:
1- Yine İbni Ebî Hâtim'in, İbni Abbas'tan tahric ettiğine göre, o şöyle
demiştir: Resûlüllah (s.a.): İnsanlara kendisiyle birlikte savaşmak emrini
verdi. İçlerinden Abdullah b. Muğaffal el-Müzenî'nin de bulunduğu bir grup
ashab gelerek: "Yâ Resulullah! Bize, gazaya katılmak için, binit ve nafaka
temin et" dediler. Resulullah da: "Vallahi buna imkân bulamam"
dedi. Onlar da, geri kaldıkları, yiyecek ve binit bulamadıkları için,
ağlayarak geri döndüler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: "Bir de sana
kendilerini bindirmen için gelenlere" ayetini indirdi. Bunlara ağlayanlar
manasında "bükâiyyûn" denir.
İkincisi: Mücahid şöyle demiştir. Onlar üç kişidir. MaTcü,
Süveyd, Nu'man b. Mukarnn. Peygamber (s.a.)'den develeri ve yiyecek temin
etmesini istediler. O da: "Bunu temin edemem" dedi... Âlimlerin
çoğunun görüşü de budur.
Üçüncüsü: Hasan el-Basrî şöyle demiştir. Ebû Musa el-Eş'arî ve
arkadaşları hakkında nazil oldu. O, Resulullah (s.a.)'e gelerek kendisinden
gazaya gidebilmeleri için, binit ve yiyecek temin etmesini istediler. Bu, Hz.
Peygamber'in gazab haline rastlamıştı ve: "Sizi, ne binitlendirip yiyecek
bulurum, ne de bulabilirim" dedi.
[257]
Bu
ayetlerle daha önceki ayetler arasında açık bağlantı olduğu meydanda. Cenâb-ı
Hak, özrü olmadığı halde özür uyduranlara cezasını zikrettikten sonra, gerçek
özürlüleri zikrediyor ve onlardan cihad farizasını düşürdüğünü açıklıyor.
[258]
Allahü
Teâlâ, savaşa gitmemeyi makul gösterecek özürleri açıklamış, özürleri kabule
şayan görülenlerden üç sınıfı belirtmiştir: Zayıflar, hastalar, fakirler.
Zayıflar,
hastalara ve cihada harcayacak malı olmayan âciz fakirlere, Allah'a
samimiyetle inandıkları, gizlide ve açıkta Hz. Peygamber(s.a)'e itaat ettikleri,
hakkı tanıdıkları, dostlarını sevip düşmanlarına buğz ettikleri zaman cihada
çıkmamakta herhangi bir günah, suç ve azar yoktur. Ümmete düşen görev, ümmetin
sırrını saklamak, iyiliğe teşvik etmek, insanları savaşa gitmekten
alıkoymamak, maksatlı yalan propagandaları önlemektir. Müslim, Temim
ed-Dârî'den, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder. "Din
nasihattir" Bunun üzerine Resulullah'a sordular: "Kimin için
nasihattir ya Resulullah?" Resulullah: "Allah için, kitabı için,
peygamberi için, müslümanla-rın imamları için, bütün müslümanlar için..."
buyurdu.
Allah
ve Resulü için nasihat: İhlâsla, onlara inanmak ve itaat etmek, onlar için
sevmek, onlar için buğzetmek. Allah'ın kitabı için nasihat: Onu korumak,
manalarını düşünmek, hükümleriyle amel etmek. Müslümanların imamlan için
nasihat: Onlara destek olmak, onlara karşı çıkmamak, hata ederlerse onları
aydınlatmak. Müslüman halka nasihat: Onlara doğru yolu göstermek, onları
kuvvetlendirmeye çalışmak.
Zayıflar:
Savaşmaya gücü olmayan herkes. İhtiyarlar, âcizler, kadınlar, çocuklar gibi.
Hastalar:
Kendilerine kronik yahut geçici bir hastalık arız olduğu için cihad yapamaz
durumda olanlar: Kötürümler, körler, topallar, hummalılar gibi.
Fakirler:
Cihad esnasında kendilerine ve çoluk çocuklarına harcayacak nafaka
bulamayanlar.
"İyilik
edenlere bir yol yoktur." Yani, cihaddan geri kalmaları sebebiyle, onlar
için hesaba çekme, günah ve azarlama yoktur.
Bu,
iyilik işleyen herkesi içine alan genel bir nastır. Şeriatta geçerli bir asıldır.
Aslolan. gibi beraat (suçtan uzak olmak)tır. Nefis hakkında aslolan öldürmenin
haranı olması, malda aslolan, sabit bir delil olmadan malı almanın haram
olması; aslolamn. istenen her teklifin müstakil bir delille sabit olmasıdır.
Bu
özür dileyenler, serî özürleri devam ettikçe Allah ve Resulü için davranışları
sürdükçe, amellerini ihlâsla yaptıkları müddetçe onlara azarlama, serzeniş
yoktur.
Allah
çok bağışlayıcıdır. Onları ve benzerlerini bağışlar. Onlara merhamet edicidir.
Güç yetiremeyecekleri şeyleri onlara yüklemez. Asi ve münafıklara gelince,
Allah onları, tevbe edip isyandan ve günaha düşmelerine sebep olan nifaktan
vazgeçerlerse bağışlar.
Yine,
kendini savaşa hazırlayan, fakat fakirliği sebebiyle cihadda kendine ve çoluk
çocuğuna harcayacak nafaka yahut bir binek bulamayan kimselere de -özellikle
onlar, ensardan ağlayıcılar denen kimseler, yahut Peygamber (s.a.)'e gelip
kendilerine binit temin etmesini, yahut kendilerine savaşmak için yiyecek, su,
para verirse çıkacaklarını söyleyen, fakat Hz. Peygamber onlara binek temin
edemeyeceğini söyleyince oradan, cihada katılmak şerefini kaçırdıkları için
ağlayarak ayrılanlardır - herhangi bir günah yoktur.
"Onları
seıketmen için..." sözü, eski ve yeni nakil, savaş vasıtalarının hepsini
içine alır. İbni Abbas: "Ondan, kendilerini, hayvanlar üzerinde
sevketmesi-ni istediler" demiştir.
Muhammed
b. İshâk, Tebûk Gazvesinden bahsederken şöyle der: Sonra, yedi müslüman erkek,
Resulullah (s.a.)'e ağlayarak geldiler. Onlar ensardan ve Amr b. Avf
oğullarından yedi kişiydi: Salim b. Umeyr, Harise Oğullarının kar-" deşi
Ali b. Zeyd, Mazin b. Neccâr Oğullarının kardeşi Ebû Leyla Abdurrahman b. KaT),
Seleme Oğullarının kardeşi Amr b. Hammâm b. Cemûh, Abdullah b. Muğaffal
el-Müzeni... Bazıları onların, Abdullah b. Amr el-Müzenî, Vâkıf Oğullarının
kardeşi Harmî b. Abdullah b. İyâd b. Sâriye el-Fezârî olduğunu söylemiştir.
Bunlar, ihtiyaç sahibi oldukları için, Resulullah'dan kendilerine binit temin
etmesini istediler. O da: "Size binit temin edemem" dedi. Bunun
üzerine ihtiyaçlarına, isteklerine sarfedecek şeyi bulamadıklarından üzülerek,
gözleri yaşla dolu bir halde geri döndüler.
İbni
Ebî Hatim, el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: Medine'de, geriye bazı kimseler bıraktınız. Sizler harcamada
bulundunuz, vadiler geçtiniz, düşmandan intikam aldınız. Onlar da, size ecirde ortak
oldular..." Sonra şu ayeti okudu: "Allah'a ve Resulüne karşı samimi,
müminlere karşı gizli ve açık iyiliksever olmak şartıyla harcayacak bir şey
bulamayanlara bir günah yoktur"
Hadisin
aslı Buharî ve Müslim'dedir. Enes'den rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Medine'de birtakım kimseler vardır. Vadiler aşıp yol
aldığınızda, onlar da sizinle beraberdir." Ashâb sordu: Onlar Medine'deyken
mi? Resulullah: "Evet, onları özürleri alıkoydu" buyurdu. Ah-med'in
rivayetinde: "Onları hastalık alıkoydu" şeklindedir.
[259]
Ayetler,
özürleri sebebiyle üç sınıf-zayıflar, hastalar, fakirler-özürlüden ci-had
farziyyetinin düştüğünü, cihada gitmeme sebebiyle bunlara herhangi bir günah
terettüp etmeyeceğini açıklamaktadır.
Alimlerin
çoğunluğu, gazada sarfedecek şey bulamayan kimseye cihad vacip olmayacağı
görüşündedirler. Maliküer ise eğer âdeti istemek ise, hac gibi, ona lazım
gelir, onu âdeti üzerine çıkartır; çünkü onun hali, değişmediği zaman, gazada
sarfedilecek şeyi bulabilen zengine farz olduğu gibi, ona da farz teveccüh
eder, derler.
Ayetler,
şeriatın asıllarından iki büyük esasa işaret eder: Birinci esas: Âciz olandan
sorumluluğun düşmesi. Cenâb-ı Hakk'ın: "Zayıflara, hastalara, harcayacak
bir şey bulamayanlara bir günah yoktur" sözü buna işaret eder. O halde bir
kimse, bir şeyden aciz ise, o şey ondan düşer. Bu bazan fiilî, bazan da mâlî
olur. Bedenî, yahut malî acizlik arasında herhangi bir fark yoktur. Şu ayet de
bunun benzeridir: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını
yüklemez." (Bakara, 2/286). "Amaya darlık yoktur, topala darlık
yoktur, hastaya darlık yoktur." (Nur, 24/61).
İkinci
esas: İnsan hakkında aslolan suçsuz olması, yahut suçlulukla itham olunan
şahsın, suçluluğu sabit oluncaya kadar suçsuz kabul edilmesidir. Aslolan,
suçsuzluktur. (Berâet-i zimmet) "İyilik edenlere bir yol yoktur"
ayeti buna işaret eder. Kişi hakkında aslolan, öldürmenin haram olması; mal
hakkında aslolan da bir delil olmadan almanın haram olmasıdır.
Bunlarla,
Cenâb-ı Hakk'ın daha önce geçen: "Harcayacak bir şey bulamayanlara da bir
günah yoktur" ayeti arasında tekrar yoktur. Çünkü harcayacak bir şey
bulamayanlar, kendilerinde harcayacak bir şey olmayan fakirlerdir. Son
ayettekiler ise, harcayacak miktara sahip olan, ancak binit bulamayanlardır.
[260]
93-
Ancak, zengin oldukları halde (cihada katılmamak için) senden izin isteyenlerin
kınanması imkânı vardır.
Bunlar
(cihaddan) geri kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da onların
kalplerini mühürlemiştir. Artık onlar bilmezler.
"Ancak,
zengin oldukları halde" yani cihad için hazırlık yapabilecek durumları
olduğu halde, cihaddan geri kalmak hususunda "senden izin isteyenlerin
kınanması imkânı vardır."
"Bunlar
geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular." Bu ifade onların özürsüz
olarak izin istemelerinin sebebini açıklamak içindir. Bunun sebebi de bu çeşit
kimselerin cihaddan geri kalan kadın, çocuk ve acizlerle aynı durumda ve
düşüklüğe razı olmalarıdır.
"Allah
da onların kalplerini mühürlemiştir." Allah onların bu büyük kusurları
sebebiyle kalplerini mühürlemiş, nihayet onlar da başlarına gelecek kötü
akıbetten gafil olmuşlardır.
"Artık
onlar bilmezler." Amellerinin acı neticesini idrak etmezler.
[261]
Cenab-ı
Hak bir önceki ayette "iyilikte bulunanları kınamaya yer yoktur."
buyurmuş, bu ayet-i kerimede de ancak zengin oldukları halde cihada katılmamak
için izin isteyenlerin kınandıklarını beyan etmiştir. Yani kınama, ancak
münafıkların hatırına cihaddan geri kalmaları sebebiyledir.
[262]
Yüce
Allah, gerçekten özür sahiplerinin kınanmasına imkân olmadığını beyan ettikten
sonra kınanabilecek kimseleri zikretti. Yani iyilikte bulunanların ayıplanmasına
ve kınanmasına yer yoktur. Ancak cihaddan geri kalmak için izin isteyenler
kınanabilir. Bunlar da cihad yolunda yiyecek, binek, silah ve benzeri malzemeyi
hazırlamaya gücü yeten zenginlerdir. Elbette bunların geçerli bir mazereti
olamazdı. Bunların kınanmaya lâyık olmalarının sebebi ise kendilerinin
kadınlar, çocuklar, acizler, hastalar ve sakatlarla birlikte kalmaya razı
olmalarıdır. Böylece düşüklüğü, basitliği ve savaştan geri kalanlar arasında
olmayı kabul etmişlerdi. Bu ise Arapların ve diğer milletlerin geleneklerinde
rezaletin ve sefaletin en çirkin şekillerinden birisiydi. Onların bu
vasıflarını iyice belirlemek ve bu kötü davranışlarından mutlaka
uzaklaşmalarını temin etmek için daha önce 87. ayet-i kerimede de aynı ifade
kullanılmıştı.
İşledikleri
bu büyük kusur sebebiyle Yüce Allah her iki ayette buyurduğu gibi "onların
kalplerini mühürlemiştir." Bu nedenle onların kalplerine hayır ulaşmaz,
nur girmez. Artık onlar doğru yolu bulamazlar. Kendilerini kuşatan büyük
hataları ve günahları sebebiyle cihaddaki dinî ve dünyevî faydaları bilemezler.
Artık onlar gerçek durumlarını ve kötü akıbetlerini idrak edemez olmuşlardı.
[263]
İslâm
rahmet, hak ve adalet dini olduğu gibi, aynı zamanda akıl ve mantık dinidir, gerçekçidir.
Bunun içindir ki Allah iyilikte bulunanların kınanmasına izin vermedi, yani
özür sahibi müminlerden bu konuda günah ve cezayı kaldırdı. Ancak mallarıyla
ve canlarıyla cihad etme kudretine sahip oldukları halde zenginlerden cihada
katılmamak için izin isteyen münafıklara günah ve cezayı vacip kıldı. Cenab-ı
Hak onların bu kötü davranışlarından sakınmalarını temin için bu ifadeyi iki
defa tekrar etmektedir.
Elbette
böylelerinin cihaddan geri kalma hususunda mazereti olamazdı. Onların izin istemelerinin
sebebi sadece düşüklüğe ve basitliğe, Allah Tealâ'nın kendilerini rezil
etmesine razı olmalarıdır. Bu kötü amelleri sebebiyle de Allah onların
kalplerini mühürlemiştir.
Ne
acı bir kayıp! Hayırla şerri, fayda ile zararı ayırd etme kabiliyeti veya melekeleri
böyle kimselerde dumura uğramıştır. Onlar dünyayı da ahireti de kaybettiler,
dünyada toplumun dışına atılmış kimseler haline geldiler. Ahirette ise
kendilerini acıklı bir azap beklemektedir.
[264]
94-
Savaştan dönüp geldiğinizde size özür beyan ederler. De ki: "Hiç özür dilemeyin.
Size kesinlikle inanmıyoruz. Çünkü Allah bize haberlerinizi bildirdi. (Bundan
sonraki) amelinizi Allah da Rasulü de görecektir. Sonra gizliyi de açıgıda
bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. O size yaptıklarınızı haber
verecektir."
95- Onlara geldiğinizde kendilerini bımanız için
Allah'a yemin edecekler Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar
murdardır.
İşledikleri günahların cezası olarak varıp kalacakları yer de cehennemdir.
96-
Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Siz onlardan razı olsanız
bile, şüphesiz Allah fasıklar topluluğundan razı olmaz.
"Gizliyi
de açığı da bilen" tabirinde tezat sanatı vardır.
"Sonra
gizliyi de açığı da bilene döndürüleceksiniz." Yani O'na... Burada O'nun
gizli ve açık her şeye muttali olduğuna ve onların amellerinden ve niyetlerinden
hiçbir şeyin O'ndan uzak olamayacağına delâlet etmek üzere zamir yerine sıfat
kullanılmıştır. "O'na döndürüleceksiniz." ifadesi yerine
"Gizliyi de açığı da bilene döndürüleceksiniz." ifadesi
kullanılmıştır.
"Şüphesiz
Allah fasıklar topluluğundan razı olmaz". Burada da yine daha şiddetli
ayıplama ve daha çok tahkir etmek için zamir yerine açık ifade kullanılmıştır.
Cümlenin aslı, "onlardan razı olmaz." şeklinde iken "fasıklar
topluluğundan razı olmaz" ifadesi kullanılmıştır.
[265]
"Savaştan"
cihaddan veya bu seferden "dönüp geldiğinizde" savaştan, geri kalma
hususunda "size özür beyan ederler. De ki: "yalan mazeretlerle
"Hiç özür dilemeyin." Çünkü "Size kesinlikle inanmıyoruz."
Sizi tasdik etmiyoruz. "Çünkü Allah bize sizin haberlerinizi
bildirdi." Yani durumunuzu bize haber verdi. Peygamberine vahyetmek
suretiyle bazı haberlerinizi bize bildirdi. Bu da gönüllerinizdeki şer ve
fesatlıktır.
Bundan
sonraki "Amelnizi Allah da Rasulü de görecektir." Bakalım, küfürden
dönüp tevbe mi edeceksiniz, yoksa küfür üzerinde mi kalacaksınız? Bu ifade ile
sanki tevbe etmeleri için yeni bir fırsat verilmektedir. "Sonra"
öldükten sonraki dirilme ile "gizliyi de açığı da bilene " yani
Allah'a "döndürüleceksiniz." Gayb, bilinmeyen gizli her şey, şehadet
ise bu maddî alemde duyu organlarıyla fark edilen açık her şeydir. "O size
yaptıklarınızı haber verecektir." Yaptıklarınıza karşılık ceza veya ihtar
şeklinde haber verecektir.
"Onlara
geldiğinizde..." onlara döndüğünüzde, Tebuk'ten geldiğinizde.
"kendilerini bırakmanız için" onları azarlamayıp affetmeniz için.
"Allah'a yemin edeceklerdir. Onlardan yüz çevirin." Onları
ayıplamayın. "Çünkü onlar murdardır." İçlerinin pisliği sebebiyle
pistirler. O halde onlardan yüz çevirmek gereklidir. Nasihat onlara fayda
vermez.
"İşledikleri
günahların cezası olarak varıp kalacakları yer de cehennemdir." Bu ifade
sebebi tamamlamaktadır. Yani ceza olarak onlara ancak cehennem yeterli gelir.
Siz ayrıca onları cezalandırmak için kendinizi yormayın.
"Siz
onlardan razı olsanız bile..." ifadesiyle Yüce Allah, onlardan yüz çevirmeyi
emrettikten sonra onlardan razı olmayı ve onların mazeretlerine kanıp •
aldanmayı yasaklamaktadır. Çünkü Allah'ın gazabı ve kesin azabı yanında sizin
razı olmanızın onlara hiç faydası olmayacaktır.
[266]
İbni
Abbas (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre, bu ayetler el-Cedd b. Kays, Muattalib
b. Kuşeyr ve münafık arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Bu münafıkların
sayıları 80 kadardı. Peygamberimiz (s.a.) müminlere Medine'ye döndüklerinde
bunlarla oturup konuşmamalarını emretmişti.
Katade
ve Mukatil ise "Bu ayetler Abdullah b. Übeyy hakkında nazil oldu"
demektedir. Çünkü İbni Übeyy savaştan geri kalmayacağına dair yemin etmiş ve
Efendimiz (s.a.)'in kendisinden razı olmasını istemiş, ancak Efendimiz (s.a.)
bu teklifi kabul etmemişti.
[267]
Allah
Tealâ Tebuk Gazvesi'nden geri kalmak için çeşitli bahaneler uydurup mazaret
beyan eden münafıkları kınayıp gerçek özür sahiplerinin özürlerini kabul
ettikten ve güçsüzler, hastalar ve yoksulların sorumluluğunu kaldırdığını
beyan ettikten sonra, müminlere Tebuk Seferine katılmayıp Medine ve civarında
kalan münafıkların sefer sonrasında takınacakları tavrı haber veriyordu. Bu,
Peygamberimiz (s.a.) 'e gelen vahyin gereği ve gelecekte meydana gelecek gaybî
haberlerin bildirilmesi idi.
[268]
Bu
ayetler Tebuk dönüşünde müminlere münafıkların durumunu haber verme amacını
taşıyan bir ara cümlesi niteliğindedir.
Ey
müminler! Onlar, hatalı davranışları ve özürsüz olarak savaştan geri kalmaları
sebebiyle Tebuk Gazvesi'nden dönüp geldiğiniz zaman size bir takım özürler
beyan edecekler.
Ey
Peygamber! Onlara de ki: Yalan mazeretlerle özür beyan etmeyin. Çünkü biz
kesinlikle sizi tasdik etmeyeceğiz.
Sizi
tasdik etmememizin sebebi ise Allah Tealâ'nın Peygamberine gönderdiği vahiy
ile sizin bazı haberlerinizi ve davranışlarınızı bize bildirmiş olmasıdır. Bu
da gönüllerinizdeki şerre, fesatlık ve gerçeklere karşı çıkmaktır. Allah da
Rasulü de bundan sonraki amellerinizi görecektir. Siz gelecekte münafıklık
üzerinde ısrar mı edeceksiniz, yoksa tevbe mi edeceksiniz? Allah bunu gayet iyi
bilir. Şayet tevbe ederseniz şüphesiz Allah tevbelerinizi kabul edecek, günahlarınızı
affedecektir. Eğer içinde bulunduğunuz nifak üzerinde kalırsanız, Rasu-lullah
size lâyık olduğunuz şekilde davranacaktır.
Bu
ifadelerde onları tevbeye teşvik etme, tevbe etmeleri ve durumlarını ıslah
etmeleri için mühlet verme amacı vardr.
Sonra
dönüşünüz, görünen ve görünmeyen âlemi bilen Allah'adır. O sizin
gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da gayet iyi bilir. Size
amellerinizin hayırlısını da şerlisini de bildirir, bu amellerinizin
karşılığını verir. Ancak şunu iyi bilmelisiniz ki sizin azabınız kâfirlerden
daha şiddetli olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak "Şüphesiz münafıklar
cehennemin en alt tabakasındadırlar. (Nisa, 4/145) buyurmaktadır.
"Size
haber veriyor ki..." ifadesi açıkça azarlama ve amellerinin cezasını beyan
etme anlamını taşımaktadır.
Bu
ayetler ayrıca yalan mazeretlerden kaçınma ve sonunda özür beyan etmeye sebep
olacak günahlardan uzaklaşmanın zorunluluğunu da ifade etmektedir. Nitekim
Efendimiz (s.a.) Ziyaeddin el-Mekdisî'nin Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği
hadis-i şeriflerinde, "Sonunda özür dileyeceğin işi başında yapmaktan sakın!"
buyurmaktadır.
Cenab-ı
Hak bundan sonra münafıkların bu mazeretlerini yalan yere yeminle ispata
yelteneceklerini haber vermektedir. "Onlar Allah'a yemin edeceklerdir
ki." Yani onlar kendilerini serbest bırakmanız için size Allah adını kullanarak
mazur olduklarına dair yemin edeceklerdir. Bu durumda onları azarlamayın,
kadınlar ve diğer özürlülerle beraber olup savaştan geri kalmaları sebebiyle
onları tenkit etmeyin.
Sadece
"onlardan yüz çevirin," onları hiçe sayarcasına azarlamaya bile gerek
duymayın. "Çünkü onlar murdardır," yani manen pistirler, gönülleri ve
inançları kokuşmuşturlar. Temiz olmayı kabul etmezler. Onlardan yüz çevirmenin
ve onları azarlamamanın sebebi de budur.
Dünyadaki
işledikleri günah ve hatalarına karşılık olarak ahirette varıp kalacakları yer
de cehennemdir. Bu ifade onların bu davranışlarının sebebini beyan etmede son
cümledir. Sanki şöyle buyurmaktadır: Onlar cehennemlik pisliklerdir. Onlara
dünya ve ahirette ihtar ve kınamalar fayda vermez.
Yüce
Allah bundan sonra bize "Onların ettikleri yalancı yeminler kendileriyle
olan muamelelerde onlara Ehl-i İslâm gibi davranmaya devam etmeniz için sadece
sizin rızanızı almak içindir" diye bildirdi.
Onlar
fasıklıkları -yani Allah'a ve Rasulüne itaatten uzak kalmaları- sebebiyle
Allah'ın gazabına lâyık ve azabına müstahak oldukları takdirde siz onlardan
razı olsanız da bu rızanızın onlara bir faydası olmaz. O halde onların bütün
gayretleri sizi değil Allah ve Rasulünü razı etmek olmalıdır. Nitekim Ce-nab-ı
Hak şöyle buyurmaktadır: 'Yaptıkları günahları insanlardan gizlerler de
Allah'tan gizlemezler. Halbuki Allah... onlarla beraberdir." (Nisa,
4/108).
Yine
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: " (Ey müminler!) Onların yüreklerine
oturan korkunuz Allah 'tan korkularından daha şiddetlidir. Bu da onların hakkı
anlamayan bir kavim olmalarındandır." (Haşr, 59/13).
Bu
ayetler aynı zamanda müminleri onlardan razı olmamaya, onların yalancı
yeminlerine kanmamaya teşvik etmektedir. Şahit olarak Allah yeter! Müminlere
istikamet ve doğru yolu, ihtiyatlı ve isabetli yolu öğretici olarak, her şeyi
en iyi şekilde bilen Allah yeter!
Bu
manaların önemine binaen burada bir defa daha tekrarlanmaktadır. Böylece bu
ifadeler isterse daha önce geçen şehirlilerden, isterse burada anlatılmak
istenen bedevilerden olsun bütün münafıkların kullandıkları metodu tam
manasıyla içine almış olmaktadır.
[269]
Bu
ayet-i kerimeler şu hükümlere işaret etmektedirler:
1- Allah'ın münafıkların gerçek durumunu ve haberlerini bildirmesinden
sonra münafıkların beyan ettikleri özürlerinin tasdik edilmesi.
2- Gelecek günler, münafıkların yalancılığını ortaya çıkarmak için en güzel
şahit ve kefildir.
3- Allah gizli ve açık olan herşeyi bilir; münafıkların kalplerindeki
pislikten, hile ve nifaklardan, yalan ve dolanlardan haberdardır. Bu ifadede
onları şiddetli bir şekilde korkutma ve büyük bir tehdit yer almaktadır.
4- Amellere verilecek cezalar sabittir ve bu her fasık, isyankâr ve
zalimi korkutur.
5- Münafıklar necasettir, murdardır, manen pistirler. Görünen maddî pislikten
sakınmak gerekli olduğu gibi, münafıkların amellerinin tesiri altında kalmak ve
tabiatlarına meyletmek korkusu sebebiyle onlardan da sakınmak gerekir.
Münafıkların
manen pis olmalarına ek olarak onlar cehennemin odunudurlar. Dünyada
işledikleri nifak ve çirkin işlerin, kötü ahlâkın cezası olarak onlar
cehennem'e gireceklerdir.
6-
Sonunda özür dilemeye sebep
olacak her çeşit günah ve hatalardan uzak kalmak gerekir.
7- Allah'ın gazabının olduğu yerde insanların rızasının faydası olamaz.
Çünkü akıl sahipleri ve gerçek iman ehlinin tek arzusu Yüce Allah'ın rızasını
kazanmaktır.
8- Allah'ın münafıklara ve benzerlerine gazap etmesinin sebebi, fasık olmaları
ve vacip olan Allah'a ve Rasulüne itaat dairesinden çıkmalarıdır.
[270]
97-
Bedeviler inkâr ve ikiyüzlülük bakımından daha kötüdürler ve Allah'ın
Peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha müsaittirler.
Allah her şeyi en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
98-
Bedevilerin bazıları vardır ki, Allah yolunda harcadığını bir ziyan sayar ve
sizin başınıza belâlar gelmesini bekler. O belâlar kendi başlarına olsun! Allah
her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
99-
Bedevilerden bir kısmı da Allah ve ahiret gününe iman eder. Harcadığını Allah
katında yakın dereceler elde etmeye ve Peygamberin dualarını almaya vesile
sayar. İyi biliniz ki, bu gerçekten onlar için Allah'a bir yakınlık vesilesidir.
Allah onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok
merhamet edendir.
"Allah
onları rahmetine koyacaktır." Bu ifade mecaz-i mürseldir. Yani "cennetine
koyacaktır" şeklinde hail ifade edilmiş ancak mahal murad edilmiştir. Asıl
manası "rahmetinin yerine koyacaktır" şeklindedir.
[271]
"Bedeviler..."
Arap, Bedevi olsun, şehirli olsun Arap dilini konuşan kimsedir. Bu soya Arap
denilmesinin sebebi, bunların İsmailoğulları'nın Tihame kabilesinden olan
"Arabe" neslinden gelmiş olmalarıdır. "İnkâr ve ikiyüzlülük bakımından
daha kötüdür." Bedeviler katılıkları, sert tabiatlı oluşları ve Kur'an
d\Tı\eTCifekterı va,ak oVaşl^n sfefc»«bi^\e şekYcftlerderı daha kabare
göTg\x&\i2Aİra\eT. "Allah'ın Peygamberine indirdiği hükümlerin"
yani hüküm ve kanunların "sınırlarını tanımamaya daha müsaittirler".
"Allah yarattıklarını en iyi bilendir." Onlarla ilgili emrinde tam
bir hüküm ve hikmet sahibidir.
"Bedevilerden
bazıları Allah yolunda harcadığını, bir ziyan sayar" Ayette geçen Mağram
kelimesi, ziyan, kayıp, angarya... demektir. Çünkü bu harcadığından sevap
beklememekte, bunu sadece korktuğu için vermektedir. Burada zikredilenler Esed
ve Gatafan kabileleridir, "ve sizin başınıza belâlar gelmesini
bekler." Yani gözetler. Kötü ve zararlı musibetlerini üzerinize gelmesini,
dolayısıyla mallarını Allah yolunda harcamaktan kurtulmayı beklerler. "O
belâlar kendi başlarına olsun!" Bu ara cümlesi, münafıklara bekledikleri
şeyle bedduadır, yahut bekledikleri belâların müslümanlara değil kendilerinin
üzerine geleceğinin bildirilmesidir. Yani azap ve helak siz müminlerin üzerine
değil, münafıkların üzerine vaki olacaktır. "Allah" insanların sözlerini
ve özellikle mallarını harcarken söylediklerini "çok iyi işiten"
yaptıklarını ve gizlediklerini, niyetlerini "çok iyi bilendir."
"Bedevilerden
bir kısmı da" Cüheyne ve Müzeyne kabileleri gibi "Allah'a ve ahiret
gününe iman eder."
"Kurubât:
yakın dereceler." Kurbet, Allah'a yaklaşmaya vesile olacak ibadet, taat,
dua, zikir vb. fiillerdir. Burada anlatılmak istenen ise Allah nezdinde bir
yer, bir derece, bir değer elde etmektir.
"Salavati'r-Rasul".
Salavat, salat kelimesinin çoğuludur. Burada manası Rasulullah'ın duası ve
istiğfarıdır. Allah'ın salâtı ve rahmeti, hayrı ve bereketi demektir. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Size salât eden o ve melekleridir."
(Ahzab, 33/43). Meleklerin salâtı da dualarıdır. Peygamberimizin salâtı da bu
anlamdadır. Nitekim ayet-i kerimede: "Onlara salât et (dua et). Senin
salâ-tın (dua etmen) onlara huzur ve sükûnet verir." (Tevbe, 9/103)
buyurulmakta-dır.
"Elâ!:
Dikkat edin!" Bu tenbih edatı ile yeni bir cümle başlangıcıdır. Cümleye
"İyi biliniz ki" "Haberiniz olsun ki!", "Dikkat edin
ki" şeklinde anlam katar, "bu" yani onların harcadıkları mallar
"gerçekten onlar için Allah 'a bir yakınlık vesilesidir." Onları
Allah'ın rahmetine yaklaştırır. "Allah onları rahmetine " cennetine
"koyacaktır. Şüphesiz ki Allah" kendisine itaat edenleri "çok bağışlayan
ve" onlara "çok merhamet edendir."
[272]
97.
ayetin nüzulü ile ilgili olarak Vahidî der ki: Bu ayet Esed ve Gatafan
kabilesinden bedevi Araplar ile Medine'ye yerleşmiş bedevî Araplar hakkında
nazil olmuştur.
99.
ayet olan "Bedevilerden bir kısmı da... iman eder." buyruğu İbni
Cerîr et-Taberî'nin Mücahid'den rivayet ettiğine göre kendileri hakkında
"Cihada çıkmak maksadıyla kendilerine binek vermen için sana
geldiklerinde..." (Tevbe, 9/92) ayetinin nazil olduğu Mukarrinoğullan
hakkında nazil olmuştur.
Yine
Taberî Abdurrahman b. Ma'kıl el-Müzenî'den şu sözü rivayet eder: Biz
Mukarrinoğullan on kişi idik. Bu ayet bizim hakkımızda nazil oldu.
[273]
Allah
Tealâ mümin olsun kâfir olsun Medine'deki Arapların durumunu anlattıktan sonra
Medine dışında çölde oturan bedevî Arapların durumlarını nakletmektedir.
Bedevilerin de içlerinde kâfirleri, münafıkları ve müminleri olduğunu beyan
etmektedir.
Razî
bu ayetlerin de bundan öncekiler gibi çöllerde ve kırsal bölgelerde yaşayan
bedevî Arapların münafıklarına doğrudan hitap ettiği görüşünü ileri sürer.
Diğer müfessirler ise geçen ayetlerin Medine münafıkları hakkında, bu ayetlerin
ise bedevî Arapların münafıkları hakkında olduğu görüşündedirler.
[274]
Çölde
oturan bedevî Arapların küfür ve ikiyüzlülükleri diğerlerinden daha kötü ve
daha şiddetlidir. Onlar bu durumlarıyla Allah'ın Rasulüne indirdiği şer'i
hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha ısrarlıdırlar. Çünkü başkalarından daha
sert tabiatlı ve daha katı kalplidirler.
İmam
Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesai'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurur: "Kim çölde oturursa
kaba olur. Kim av peşinden koşarsa gafil olur. Kim sultana (idareciye) giderse
fitneye düşer."
Ebu
Davud ve Beyhaki de aynı hadis-i şerifi Ebu Hureyre'den şu ilâve ile rivayet
etmektedirler: "Bir kimse sultana (idareciye) ne derece yakın olursa Allah'tan
o derece uzak kalır."
Çünkü
idareciler genellikle nasihattan ve açık sözlülükten hoşlanmazlar, dolayısıyla
da onlara umumiyetle gösterişçi ve dalkavuk kimseler yakın olur.
Allah
bedevî olsun, şehirli olsun yarattığı insanın durumunu geniş ilmiyle gayet iyi
bilendir; onlara koyduğu şeriatında, iyilere mükâfat günahkârlara ceza verme
hususunda tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu
ayetler bedevî Araplar hakkında bir kınama değildir. Sadece durumlarını tavsif
etmekte, bu duruma razı oldukları müddetçe zemme lâyık olduklarını beyan
etmektedir.
Çölde
konaklayan herkes bedevidir. Köy ve kasabalara yerleşenler ise
"Arap"tır. Muhacir ve Ensar için bedevî denmez; çünkü onlar
"Arap"tırlar. Peygamberimiz (s.a.) "Arapları sevmek
imandandır" buyurmuştur.[275]
Bedevî
Arapların bir kısmı mallarını gösteriş ve onları yanıltmak için müslümanlara
yakınlık temin yolunda harcarlar ve bu şekildeki harcamalarını bir ziyan ve
kayıp kabul ederler. Çünkü bu sebeple Allah nezdinde bir sevap beklemezler.
Başınıza belâ ve musibet gelmesini beklerlerki böylece mallarını harcamaktan
kurtulacaklardır. Onlar müşriklerin müminlere karşı galip olmasını
beklemektedirler. Bundan ümitlerini kesince Peygamberimiz (s.a.) ölünce İslâm
sona erer zannıyla onun ölmesini beklemeye başladılar.
Rivayet
edildiğine göre Esed ve Gatafan kabileleri bu şekilde hareket ediyorlardı.
Allah da onlara hitaben
"O
belâlar kendi başlarınadır!". Yani bu arzulan onların başına çevrilecektir,
kötü belâlar onlara dönecektir, buyurmuştur. Yahut bu ifade onların
müslü-manlar hakkında beklediklerinin kendi başlarına gelmesi şeklinde
bedduadır. Bu beddua gerçekleşmiş, kötü belâlar, felâketler onlara çevrilmişti.
Mağlup, perişan, hor ve zelil olmuşlardı. Allah mallarını harcarken
söylediklerini, kullarının onlar hakkındaki beddualarını çok iyi işitendir.
İçlerinde gizledikleri niyeti ve kimin zafere kimin de zillete daha lâyık
olduğunu en iyi bilendir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Siz bizim için iki güzelliğin
birinden başka neyi bekleyebilirsiniz? Biz ise sizin için Allah'ın kendi
nez-dinden veya bizim elimizle sizi azaba uğratmasını bekliyoruz." (Tevbe,
9/52).
Bedevi
Araplar içerisinde kâfirler ve münafıklar bulunduğu gibi "Bedevilerden
bir kısmı... iman eder" ayet-i kerimesinin ifadesiyle, müminler de bulunmaktadır.
Yani bedevî Arapların diğer bir kısmı -Cüheyne, Müzeyne kabileleri, Eşlem ve
Gıfaroğullan gibi kabileler- sahih bir şekilde iman etmişlerdi.
Mücahid
diyor ki: Bunlar Müzeyne kabilesinden olan Mukarrinoğullarıdır. Bu kabile
haklarında "Cihada çıkmak maksadıyla kendilerine binek vermen için sana
geldiklerinde..." (Tevbe, 9/92) ayeti nazil olan kabiledir. Bunlar Allah
yolunda harcadıklarını Allah nezdinde yakın dereceler elde etme vesilesi sayan
ve bu şekilde Rasulullah'ın kendileri için dua etmesini arzu edenlerdir.
İyi
bilinmelidir ki bu onların elde ettiği Allah'a yakınlık derecesidir. Bu
ifadeler onların inancının doğruluğuna Allah tarafından yapılan bir
şahitliktir; onların arzu ve temennilerinin tasdik edilmesidir.
Allah
onları rahmetine -yani cennetine ve rızasına- nail kılacaktır. Bu onları
rahmetiyle kuşatacağına dair verilen bir vaaddir. Şüphesiz Allah gerçekten çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. Amellerinde ihlâsh olanlar için mağfiret
ve rahmeti geniştir, işledikleri günah ve kusurları örter. Onları son nefeste
imanla gitmelerine sebep olacak salih ameller işlemeye muvaffak kılarak onlara
rahmet eyler.
Bu
ayetteki "rahmetle kuşatma" ifadesi şu ayet-i kerimedeki
"rahmet" ifadesinden daha beliğdir: "Rableri onları nezdinden
bir rahmet, rıza ve cennetlerle müjdeler." (Tevbe, 9/21).
[276]
Bu
ayetler bedevî Araplar içinde de kâfir, münafik ve müminlerin bulunduğunu
belirtmektedir.
Bedevî
Araplar içindeki kâfir ve münafıklar inkâr ve ikiyüzlülük yönünden
diğerlerinden daha kötüdürler. İçlerinde yaşadıkları çevrenin kabalığı, toplumun
ilim, bilgi ve kültür seviyesinin düşüklüğü sebebiyle onlar sert tabiatlı, katı
kalpli ve kaba olmuşlar, bilgisizlik, nefsî arzular, siyaset ve terbiye eksikliğinin
sonucu meydana gelen kötü ortamda yetişmişlerdi.
Onlar
bu halleriyle gayet tabiî olarak şeriatın sınırlarını, kulluk görevlerinin ve
ilâhî hükümlerin derecelerini, Allah'ın Rasulüne gerçek vahiyle indirdiği
esasları tanımayacaklardı.
Bundan
da şu üç hüküm çıkarılır.[277]
1- Onların fey' ve ganimette hakları yoktur. Sahih-i Müslim'deki Büreyde
hadisinde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Sonra
onları bulundukları yurtlarından ayrılıp Muhacirlerin yurtlarına yerleşmeye
davet et. Onlara, eğer bu şekilde hareket ederlerse kendilerinin muhacirlere
verilen hak ve sorumluluklara sahip olacaklarını bildir. Bulundukları
yurtlarından ayrılmayı kabul etmezlerse, onlara, müslüman bedeviler gibi olacaklarını,
müminlere uygulanan Allah'ın hükümlerinin onlar içinde aynen geçerli olacağını
müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten hiçbir şeyi alma
hakları olmayacağını bildir."
2- Bedevilerin şehirlilere şahitlik yapmalarının kaldırılması; çünkü bu
hususta töhmet gerçekleşmektedir.
İmam
Ebu Hanife buna cevaz vermiş, her çeşit töhmeti dikkate almadığını, kendi içtihadına
göre bütün müslümanların adalet vasfı üzerine olduğunu ifade etmiştir.
İmam
Şafiî de -Bedevî adil ve kendisinden razı olunan biri ise- bu şahitliğe cevaz
vermiş, Kurtubî de, "Doğru olan budur" demiştir.
3-
Bedevî Arapların şehirlilere
imameti- Sünneti bilmemeleri ve Cumayı terk etmeleri sebebiyle men edilmiştir.
Ancak İmam Şafiî ve Hanefiler, "Bedevî Arabm arkasında kılman namaz
caizdir" demişlerdir.
Bedevî
Arapların bir kısmı Allah yolunda harcadıkları malı ziyan sayarlar,
müslümanların başlarına belâ, musibet ve felâket gelmesini ve dolaylı mallarını
harcamaktan kurtulmayı beklerler.
"Sizin
başınıza belâlar gelmesini beklerler." Yani ölmenizi veya öldürülmenizi,
Rasulullah (s.a.)'ın ölümünü ve sonra da müşriklerin galip gelmesini beklerler.
Ama durum beklediklerinin tersi olacak, azap ve belâ çemberi sadece onların
üzerine gelecektir.
Bedevî
Araplardan diğer bir kısmı ise mümindirler, Allah onları şu iki vasıfla tarif
etmiştir.
a) Allah'a ve ahiret gününe iman etmişlerdir. Bu vasıflandırma aynı zamanda
bütün ibadet ve taatlerde hatta cihadda önce iman olmasının gereğine delâlet
eder.
b) Mallarını Allah'a yaklaşmak için, Rasulullah'in salâtma -istiğfar ve
duasına- ulaşmak için harcamışlardır. Çünkü Rasulullah (s.a.) mallarını
tasad-duk edenlere hayır ve bereketle dua eder, istiğfarda bulunurdu.
"Allah'ım! Ebu Evfâ ailesine rahmet eyle!" duası gibi. Cenab-ı Hak
"Onlara salât eyle" diye emretmişti.
Allah
Tealâ, "İyi biliniz ki, bu durum gerçekten onlar için Allah'a bir yakınlık
vesilesidir" ayetiyle sadaka veren kişinin harcadığı malın Allah'a yakınlık
ve Rasulullah'm duasını almaya vesile olacağı şeklindeki inancının doğruluğuna
şehadet etmektedir. Yani onların Allah yolunda harcadıkları mallar onları
Allah'ın rahmetine yaklaştırır. Bu onlar için mutlaka meydana gelecektir. Çünkü
bu Allah'ın bir vaadidir. Allah ise vaadinden dönmez.
[278]
100-
İmanda ilk dereceyi alan Muhacirler ve Ensar ile bunlara güzelce tabi
olanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlar
için altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu en büyük
kazançtır.
101-
Çevrenizdeki bedeviler içinde münafıklar olduğu gibi bizzat Medine halkından
da birtakım münafıklar vardır. Bunlar ikiyüzlülüğe iyice alışmış kimselerdir.
Onları sen bilmezsin, biz biliriz. Yakında onlara iki defa azap edeceğiz.
Sonra da daha büyük bir azaba uğratılacaklardır.
102- Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını
itiraf ettiler. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırdılar. Umulur
ki, Allah onların tevbeleri-ni kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok
merhamet edendir.
"Salih
amelle kötü amel..." Bu ikisi arasında tezat sanatı vardır.
[279]
"İmanda
ilk dereceyi alan Muhacirler ve Ensar ile..." Bunlar Bedir Sava-şı'nda
bulunanlar, veya her iki kıbleye doğru namaz kılmaya erişenler, yahut Hicretten
önce İslâm'ı kabul edenler ile ilk Akabe biatmda bulunan yedi kişi, sayıları 70
kişi civarında olan ikinci Akabe biati ashabı, Mus'ab b. Umeyr Medine'ye
geldiğinde iman edenler veyahut bütün sahabe-i kiramdır. "bunlara güzelce
tabi olanlardan..." Her iki gruptan (Muhacirler ve Ensar'dan) daha sonra
müslüman olanlar yahut kıyamete kadar onlara iman ve itaatte uyacak kimselerden
"Allah razı olmuştur." Yani ibadet ve taatlerini kabul etmiş,
amellerinden hoşnut olmuştur. "Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır."
Yani Allah'ın verdiği dinî ve dünyevî nimetlere nail olmaları sebebiyle, yahut
din ve dünyada onlara sayısız nimetleri ihsan etmesi sebebiyle.
"Çevrenizdeki"
yani yaşadığınız Medine şehri çevresindeki "bedeviler içinde münafıklar
olduğu gibi." Bunlar Medine çevresinde oturan Cüheyne, Mü-zeyne, Eşlem,
Eşca' ve Gıfar Kabileleridir. "Medine halkından da bir takım münafıklar vardır.
... Onları sen bilmezsin." Ey Peygamber! Sen onları tek tek, isim isim
bilmezsin. "Yakında onlara iki defa azap edeceğiz". Dünyada
rezil-rüsvay etmek ve öldürmek suretiyle, ayrıca kabir azabı ile yahut hem
zekâtlarını almak hem de bedenlerini ortadan kaldırmak suretiyle. "Sonra
da" ahiret-te "daha büyük bir azaba" cehenneme
"uğratılacaklardır."
"Bunları
salih amelle kötü ameli birbirine karıştırdılar." Salih amel, bundan önce
yaptıkları cihad veya tevbe edip pişmanlık duymalarıdır. Kötü amel ise, Tebuk
seferine katılmamalarıdır. Bunlar Ebu Lübabe ile bir grup arkadaşıdır.
Cihaddan geri kalanlar hakkında nazil olan ayetleri duyunca kendilerini
Mescid-i Nebevî'nin direklerine bağlamışlar, Peygamberimiz (s.a.)'den başka
kimsenin çözemeyeceğine dair yemin etmişlerdi. "Umulur ki, Allah onların
tev-belerini kabul eder" ayeti nazil olunca Rasulullah (s.a.) onları
bağlandıkları direklerden çözmüştür.
"Çünkü
Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir." Tevbe edenin günahlarını
siler, ona lütfuyla muamele eder.
[280]
"İlk
dereceyi alanlar..." Razî'ye göre sahih olan görüş, bunlar hicrette ve
ensarlık vazifesinde ilk sırayı alanlar olduklarıdır.
"Çevrenizdeki..."
Bunlarla ilgili olarak Begavî ve Vahidî, Kelbi'den naklen şöyle demektedirler:
Bu ayet Medine civarındaki Cüheyne, Müzeyne, Eşca', Eşlem ve Gıfar kabileleri
hakkında yani Abdullah b. Übeyy, Cedd b. Kays, Muat-tib b. Kuşeyr, el-Cülas b.
Süveyd Ebî Amir er-Rahib hakkında nazil olmuştur.
"Onlardan
diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler." İbni Merdûveyh ve İbni Ebi
Hatim'in İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, Rasulullah (s.a.) gazaya
çıkmış, Ebu Lübabe ve beş arkadaşı bu gazveye katılmamışlardır. Ancak Ebu
Lübabe ile iki arkadaşı düşünceye dalmış, pişman olmuşlardı. Sonra da,
"Biz kendimizi Mescidin direklerine sıkıca bağlayacağız, vallahi
Rasulullah (s.a.) bizi çözüp serbest bırakmadıkça bağlı kalacağız"
dediler. Bunlar bu şekilde hareket ederken diğer üç arkadaşları kendilerini
direklere bağlamadılar. Rasulullah (s.a.) gazveden dönünce "Direklerde
bağlı olanlar kimler?" diye sordu. Sahabeden biri "Ebu Lübabe ve
arkadaşlarıdır. Gazveden geri kalınca sen kendilerini çözüp serbest
bırakmadıkça direklere bağlı kalacaklarına dair Allah'a ahit verdi" dedi.
Rasulullah (s.a.) Onları serbest bırakma emri gelmedikçe serbest
bırakamam" dedi. Bunun üzerine "Onlardan diğer bir kısmı günahlarını
itiraf ettiler." (Tevbe, 9/102) ayeti nazil oldu. Bu ayet-i kerime nazil
olunca onları serbest bıraktı ve özürlerini kabul etti.
Kendilerini
direğe bağlamayan üç kişi hakkında hiç bir şey söylenmedi. Bunlar Allah'ın
kendileri için "Diğerleri de Allah'ın hükmüne bırakılmıştır." (Tevbe,
9/106) buyurduğu kimselerdir. Bazı kimseler bu üç kişinin mazeretlerinin kabulü
hakkında ayet gelmezse helak olurlar, diyordu. Başkaları da, "Umulur ki
Allah tevbelerini kabul eder" diyordu. Nihayet, "Savaştan geri kalan
üç kişinin tevbelerini de Allah kabul etmiştir." (Tevbe, 9/118) ayeti
nazil oldu.
[281]
Allah
Tealâ mallarını Allah'a yakınlık ve Rasulullah'ın duasını almak için harcayan
bir kısım bedevilerin faziletlerini anlattıktan sonra onlardan daha yüksek
derecede bulunan kimselerin faziletlerini beyan etti. Bu da ilk müminlerin
dereceleri idi. Bunun arkasından Medine ve civarında yaşayan isimleri tek tek
bilinmeyen münafıklardan bir grubun durumunu, sonra da salih amellerle kötü
amelleri birbirine karıştıran ve tevbelerinin kabul edilmesi ümit edilen bir
başka topluluğun durumunu açıkladı. Bunun peşinden tevbelerinin kabulü ümit
edilen bir başka grubun durumunu açıkladı: "Savaştan geri kalan diğer bir
kısım insanların durumu ise Allah'ın hükmüne bırakılmıştır." (Tevbe,
9/106).
[282]
Allah,
müslümanlar arasında en yüksek derecede bulunanlardan razı olduğunu ve
bunların diğerlerinden daha üstün olduğunu bildirmektedir. Bunlar ilk
müminlerdir ve üç ayrı tabakadırlar:
1- Medine'ye Hudeybiye Barışı'ndan önce hicret eden ilk muhacirler. Bunlar
hicret ve Rasulullah'a destek olma hususunda ilk sırayı alanlardır. Bunlar
arasında en faziletli olanlar "Dört Raşid Halife"dir. Ardından
cennetle müjdelenmiş on kişiden geriye kalanlar gelir. İlk muhacirlerin
öncüsü, Ebubekir Sıd-dîk (r.a.)'tır. Çünkü iman, hicret, cihad, Allah yolunda
infak ve Rasulullah (s.a.)'a destek olma hususunda o daima en öndedir.
2- Ensar'dan ilk iman edenler. Bunlar Mina'da Peygamberliğin 11. yılında
İlk Akabe Biatı'nda bulunan 7 kişidir. Bunların ardından 70 erkek, 2 kadın, 72
kişilik ikinci Akabe Biati ashabı gelir.
3- İlk müslümanlara kıyamete kadar iman ve itaatta güzellikle tabi olanlar.
İtaatlerini
kabul etmek, amellerinden hoşnut olmak suretiyle Allah bunların hepsinden razı
olmuştur. Allah'ın kendilerine dinî ve dünyevî nimetleri ihsan etmesi, onları
şirk ve dalâletten kurtarması, hayra muvaffak kılması, hak yola hidayeti nasip
etmesi, kendilerini aziz ve diğer insanlardan müstağni kılması, kendilerinin
eliyle İslâm'a izzet vermesi, onlar için altlarından ırmaklar akan içinde
ebediyyen kalacakları cennetler hazırlaması gibi sebeplerle müminler de
Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu büyük bir kazançtır. Bundan başka da
kazanç yoktur. Nasıl cennet nimetleri hem ruha, hem bedene ait kâmil nimetler
ise bu da kâmil bir kazançtır.
Dikkat
edilecek bir nokta da ayette istenen, ilk müminlere tabi olmanın güzellikle
olması şartıdır. Yani ameller ve niyetlerde, iç ve dıştaki güzellikle. Ama
sadece İslâm'ın zahiri ile yetinmek "güzellikle tabi olma" şartını
gerçek-leştirmez.
Şu
ayetlerde belirtilen topluluk bu şekildeki bir topluluktur: "Siz insanlar
için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Âl-i İmran, 3/110); "Sizi
orta yolu tutan bir ümmet kıldık." (Bakara, 3/143).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak Medine'de ve civarındaki münafık grubunu haber verdi.
"Çevrenizdeki" yani Medine ve çevresinde ikiyüzlülüğe alışmış ve bunu
gayet iyi beceren, nifakta sebatkâr olup devam eden, tevbe etmeyen azılı
münafıklar vardır. Bunlar Medine civarına yerleşen Müzeyne, Cüheyne, Eşca,
Eşlem ve Gıfar kabileleridir.
Yine
münafıklardan bir grup da Medine'de Evs ve Hazrec kabilesi içinde idi.
Onları
sen bilmezsin ve tek tek tanımazsın Ey Peygamber! Onların son durumlarının ne
olacağını da bilemezsin. Onları sadece biz biliriz.
Nitekim
Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle demektedir: "Yoksa kalplerinde hastalık
olanlar Allah'ın kalplerindeki kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar1?!
Ey Muhammedi Eğer dileseydik o münafıkları sana gösterirdik. Sen de onları
simalarından tanırdın. Şüphesiz sen onları sözlerinin edasından tanırsın.
Allah amellerinizi gayet iyi bilir." (Muhammed, 47/29-30).
Ayetteki
"çevrenizdeki bazı kimseler" ifadesi onların bir kısmına işaret etmektedir.
Ama geri kalanlar mümindirler.
Zira
Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor:
"Kureyş,
Ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eşca ve Gıfar Allah'ın velâ himayesin-dedirler.
Onların Allah'tan başka mevlâları yoktur."
Yine
Peygamberimiz (s.a) bu kabilelerden bazıları için şöyle dua ediyordu:
"Eslem'i Allah selâmete erdirsin. Gıfar'ı Allah bağışlasın. Bunu ben
söylemiyorum. Bunu söyleyen Allah 'tır."
Bu
münafıklara dünyada iki defa azap edeceğiz: Önce, rezil-rüsvay ederek, mal ve
evlatlarına musibetler vererek, sonra da ölüm acılan ve kabir azabı ile...
Yahut hem mallarını hem de canlarını alarak. İbni Abbas ise şöyle diyor:
Dünyada hastalıklarla, ahirette de azapla... Çünkü müminin hastalığı günahlarına
kefarettir, kâfirin hastalığı ise cezadır.
Sonra
da onlara Cehennem azabı vardır, cehennem azabı azapların en şid-detlisidir.
Ayetten
maksat başlarına gelecek azabın kat kat olacağının beyan edilmesidir.
Medine'de
ve çevresinde bulunan bir başka topluluk "günahlarını itiraf edenler"
idi. Bunlar isyankârlıklarını ikrar etmişler, Rablerine karşı itirafta
bulunmuşlardı. Bu kimselerin işledikleri salih ameller de vardı. Salih amelleri
kötü amellerle karıştırmışlardı. Bunlar Allah'ın af ve mağfireti altına girmişlerdir.
Şüphesiz Allah tevbe edenleri bağışlayıcıdır, güzel ameller işleyip kendisine
yönelen kişilere merhamet edicidir: "Çünkü Allah'ın rahmeti muhsin (iyiliksever)
kullarına yakındır." (A'raf, 7/56).
Her
ne kadar bu ayet belirli bazı kişiler hakkında nazil olmuş ise de bütün hatalı,
kusurlu, kirlenmiş günahkâr kullar için de geçerlidir.
Mücahid
diyor ki: Bu ayetler -Peygamberimiz (s.a.)'in Kureyzaoğulları hakkında vereceği
kararı kendilerine duyuran- Kureyzaoğullanna eliyle boğazını göstererek,
"Sizi öldürecek" diyen Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur.
İbni
Abbas ve başkaları ise, "Tebuk Gazvesine Rasulullah (s.a.) ile birlikte
katılmayıp geri kalan Ebu Lübabe ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur"
demektedirler. Bazıları da "Ebu Lübabe ve beş arkadaşı hakkında nazil
olmuştur. Ebu Lübabe ve yedi arkadaşı denildiği gibi, onunla birlikte dokuz
arkadaş vs. gibi nüzul sebebinde zikredilen rivayetler de vardır.
[283]
Bu
ayet-i kerimeler şu noktalara işaret etmektedirler.
1- Muhacirler ve Ensar'dan ilk iman edenlerin üstünlüğü. Bunlar
Hudey-biye Barışı'ndan önce Medine'ye hicret edenlerle Birinci ve İkinci Akabe
Bi-atında Rasulullah'a destek sözü verenlerdir. Bir rivayete göre ise burada
zikredilenler her iki kıbleye doğru namaz kılma şerefine erenler veya Rıdvan
Bi-atında -yani Hudeybiye Biatında- bulunanlardır, yahut Bedir Ehlinin tamamıdır.
Bunların
en üstünleri Dört Halifedir. Bundan sonra Aşere-i Mübeşşe-re'den geriye kalan
altı zat, sonra da sırasıyla Bedir'liler, Uhud ashabı, Hudey-biye'deki Rıdvan
Biati ehli gelir. Hz. Ebubekir Sıddîk (r.a.)'m ilk iman eden muhacirlerin ilki
olduğunda ihtilâf yoktur.
İbnü'l-Arabî
der ki: Öncelik veya öncülük üç şeyde olur: Vasıfta, zamanda, yerde.
Vasıf:
İman konusunda ilk iman edenler olmaları. Zaman: Başkalarına göre daha önce
iman etmiş olmaları.
Yer:
Ensar yurdunu memleket edinip hicret yerine Rasulullah (s.a.)'a yardımcı ve
destek olma durumları.
Bu
üç özellik arasında en üstün olanı vasıfta ilk dereceyi almaktadır. Bunun
delili Efendimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifidir: "Biz (zaman olacak)
sonuncu, (şeref olarak) birinci ümmetiz, sadece onlara bizden önce kitap
verildi, bize de onlardan sonra verildi. Üzerinde ihtilâf ettikleri bugünü
(Cumayı) Allah bize nasip eyledi. Yahudilere yarın (Cumartesi), Hristiyanlara
(Pazar) verildi."
Bu
hadis-i şeriflerinde Efendimiz (s.a.), iman, Allah'ın emrine tam anlamıyla
bağlılık, Allah'ın emrine boyun eğme, tam olarak teslim olma, yüklediği
mesuliyetlere razı olma, itiraz etmeden, tercih yapmadan, Ehl-i Kitab'm yaptığı
gibi şeriatını kendi görüşleriyle değiştirmeden verilen vazifeleri derhal yerine
getirme hususlarında zaman bakımından bizden önce gelen ümmetleri geçtiğimizi
haber vermişti. Biz Allah'ın muvaffak kılmasıyla ve razı olduğu ümmete
kolaylık göstermesiyle bu dereceye nail olduk. Allah bize bidayeti ihsan etmeseydi
biz hidayet yolunu bulamazdık.[284]
Hadis
ilminde "sahabi" Rasulullah (s.a.)'ı gören her müslümandır,
"tabiî" ise sahabinin sohbetinde bulunan kişidir.
Ahmed
b. Hanbel diyor ki: Tabiînin en üstünü Said b. Müseyyeb'dir. Ona, "Ya
Alkame ve Esved'e ne dersin?" dediler. O da "(Tabiînin en üstünleri
sırasıyla) Said b. Müseyyeb, Alkame, Esved'dir" dedi.
Tabiîn
arasında bir de "muhadramun" denilen bir tabaka vardır. Bunlar hem
cahiliye devrinde hem de Rasulullah (s.a.)'ın hayatına eriştikleri halde sahabi
olamayanlardır. Müslim'in zikrettiğine göre bunların sayıları 20 kişidir. Ebu
Amr eş-Şeybanî, Süveyd b. Gafele el-Kindî, Amr b. Meymûn el-Evdî bunlardandır.
Müslim'in zikretmediği Ebu Müslim el-Havlanî, Abdullah b. Sûveb ve Ahnef b.
Kays da bu tabaka içinde yer alır.
Fakat
Razî'nin tercihine göre, öncelik imanı kabul zamanında değildir. Çünkü
"sabık(ilk)" kelimesi mutlak veya mücmel bir kelime olup diğer hususlar
için de kullanılabilir. Ancak onların "Muhacirler" ve
"Ensar" olarak anılmaları sebebiyle bu lafzın onları muhacir ve
ensar kılan vasfa ait olması gerekli olmuştur. Bu vasıflar ise
"hicret" ve "nusret(destek olma)" vasıflarıdır. Dolayısıyla
bundan maksat, "Hicret ve Ensarlıkta ilk sırayı alanlar" olmaktadır.[285]
2- Kendilerinden daimi şekilde razı olunması. Çünkü "Allah onlardan
razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır." ayet-i kerimesi bütün
durumları ve zamanlan ihtiva etmektedir. Çünkü bu derece hicrette öncelik
sebebiyle verilmiştir. "İlk muhacirlerden olma" vasfı onlar var
oldukları müddetçe daimi bir vasıftır. Ayrıca kendileri için cennetler
hazırlanmış olması bu cennetleri kazanmalarına vesile olan bu vasıflarının
değişmemesini gerektirmektedir.
Bazı
alimler ise bu medh ü senanın bütün sahabilere ait olduğunu ifade etmişlerdir.
Çünkü ayetteki (min) harf-i çeri bazısı manasında olan teb'iz için değil tebyin
(açıklama) içindir. Yani ayetin manası, "Muhacirler ve Ensar'dan ilk
dereceyi alanlar" değil, "ilk dereceyi alan Muhacirler ve
Ensarlar'dır. Böylece Allah cennetini ve rızasını Peygamberimiz (s.a.)'ın
bütün sahabilerine vacip kılmış olmaktadır.
Ayet-i
kerimede "tabiîn (onlara tabi olanlar)" için bir şart
getirilmektedir. Bu da onlara amel konusunda güzelce tabi olmaları, yani
onların güzel amellerinde onlara uymaları, diğer amellerinde ise
uymamalarıdır.
3- Onlara uyanlardan razı olunması ve sevabın kıyamete kadar devam etmesi
sahabeye -hem söz hem de amelde- güzellikle tabi olmaya bağlıdır. Kim
Muhacirler ve Ensar hakkında güzel ifade kullanmazsa Allah'ın rızasına hak kazanamaz;
bu sebeple de sevaba lâyık olamaz.
4- Ayrıca ikiyüzlülüğe iyice alışmış, nifakta sebat eden ve bu yolda
devam edip tevbeye yanaşmayan azılı münafıklar da vardır. Bunlar Medine
civarındaki bedevi Araplardan yani Müzeyne, Cüheyne, Eşlem, Gıfar ve Eşca'
kabilesinden bir grup kimse ile Medine içindeki bazı kimselerdir. Bunlara da
dünyada hastalık ve musibetler, ahirette ise cehenneme atılmak suretiyle kat
kat azap vardır. Bir rivayete göre, dünyada rezil-rüsvay olacaklar, sonra da
kabir azabına uğratılacaklardır. Bundan başka rivayetler de vardır.
Razî'nin
görüşüne göre evlâ olan, "Onlara iki defa azap edeceğiz" ayetinin
bütün şekilleriyle dünyadaki azabı ve kabir azabını ihtiva ettiği şeklindeki
açıklamadır. "Sonra da daha büyük bir azaba uğratılacaklardır"
ayetiyle kıyamet günündeki azap murad edilmektedir.
5- Medine ve civarında yaşayan bir topluluk da günahlarını ikrar ettiler,
diğer bir grup ise Allah'ın kendileri hakkında vereceği hükmü beklemektedirler.
Birinci
sınıf, münafık olup da nifakta ısrar etmeyip tevbe edenler veya Te-buk Seferine
- küfür veya nifak sebebiyle değil, sadece tembellik sebebiyle - katılamayan,
sonra da yaptıklarına tevbe edip pişman olan müslümanlardır.
Sadece
günahı itiraf etmiş olmak tevbe sayılmaz. Bu ancak tevbenin başlangıcıdır. Bu
itirafa, geçmişte olanlara pişmanlık ve gelecekte de bu hataları terk etme
hususunda kesin azim varsa tevbe denir.
Evet,
"Umulur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" ayetine göre bunlar
tevbe ettiler. Müfessirlere göre "umulur ki" manasmdaki bu kelime
Allah tarafından kullanılsa vücup ifade eder, yani muhakkak manasmdadır.
İbni
Abbas "Bu ayetler Tebuk Gazvesi'ne katılmayan on kişi hakkında nazil
olmuştur. Bunlardan yedisi pişman olmuş, kendilerini Mescid-i Nebevî'nin
direklerine bağlamışlardır" demektedir. Katade de benzer bir ifade
kullanmakta ve "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 103), ayeti
de onlar hakkında nazil olmuştur, demektedir.
[286]
103- (Ey Peygamber!) Onların mallarından bir
miktar sadaka al ki, bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve
derecelerini yüceltmiş olasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için huzur
kaynağıdır. Allah her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.
104-
Bunlar kullarının tevbesini ancak Allah'ın kabul ettiğini, sadakaları ancak
Allah'ın alacağını; Allah'ın tevbele-ri çok kabul eden, çok merhametli olanın
da sadece Allah olduğunu bilmiyorlar mı?
105- De ki: "Dilediğinizi yapın. Çünkü
yaptıklarınızı Allah da, Peygamberi de müminler de görecektir. Sonra da gizliyi
de açık olanı da bilenin huzuruna çıkarılacaksınız. O da size yaptıklarınızı
bir bir haber verecektir."
"Senin
duan onlar için huzur kaynağıdır." Bu ifade de teşbih-i beliğ vardır.
Benzetme edatı ve benzetme yönü belirtilmemiştir.
"Bilmiyorlar
mı?" Buradaki soru manayı kalbe iyice yerleştirmek içindir. Bununla onları
tevbe ve sadakaya teşvik etme gayesi güdülmektedir.
"Sadakaları
Allah alacak." Sadakaları kabul edecek anlamında mecazdır.
[287]
Ey
Peygamber "bir miktar sadaka" müminin Allah'a yaklaşmak için harcadığı
mal. "al ki, ... onları temizlemiş ... olasın." Hasenatlarını
bereketlendirmiş ve onların ihlâslı müminler derecesine yükseltilmelerine
vesile olmuş olursun. Onların mallarının üçte birini al ve sadaka olarak dağıt.
"Onlara dua et." İstiğfarda bulun. "Çünkü senin duan onlar için
Seken (huzur) kaynağıdır." Yani gönülleri bununla sükûnet bulur, kalpleri
bununla mutmain olur. Seken'in asıl manası, gönle hoş gelen ev, aile, mal dua
ve övgülerdir.
"Allah"
onların itiraflarını "çok iyi işiten", pişmanlıklarını "çok iyi
bilendin "
"Sadakaları
ancak Allah'ın alacağını" yani kabul edeceğini "Tevvab" mübalağa
sigasıdır. Yani kullarının tevbesini çok çok kabul edendir, anlamındadır.
"ve Rahim olanın" Bu kelime de mübalağa sigası olup çok merhamet eden
anlamındadır "ancak Allah olduğunu bilmiyorlar mı?"
"Sonra
da gizli ve açık olanı da bilenin" yani Allah'ın "huzuruna çıkarılacaksınız.
" Yani öldükten sonra diriltileceksiniz. "O da size yaptıklarınızı
bir bir haber verecek" yani amelinizin karşılığını verecektir.
[288]
"Onların
mallarından bir miktar sadaka al." 103. ayetin nüzul sebebi hakkında İbni
Cerîr'in İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre şöyledir: Ebu Lüba-be ve
arkadaşları günahlarını itiraf edip de Allah tevbelerini kabul edince Peygamberimiz
(s.a.) Mescidin direklerine bağlı olan bu sahabileri çözüp serbest bırakmıştı.
Onlar da mallarını getirip, "Ya Rasulallah! Bunlar bizim cihaddan geri
kalmamıza sebep olan mallarımızdır. Bizim yerimize sen onları tasadduk et,
bizim için de istiğfarda bulun" dediler. Efendimiz (s.a.) de, "Ben
sizin mallarınızdan bir şey almakla emrolunmadım." dedi. Bunun üzerine,
"Onların mallarından bir miktar sadaka al" mealindeki ayet indi.
Rasulullah (s.a.) bunun üzerine onların mallarının üçte birini aldı.
Hasen
el-Basrî der ki: Bu sadaka onların işlediği günaha kefaret oldu. Fa-kihlerden
bir grup ise, "Bu ayetten murad farz olan zekâttır" demişlerdir. Buna
göre "Onların mallarından bir miktar sadaka al" ayet-i kerimesi bütün
mallar ve bütün insanlar için umumi bir ifadedir. Bu genel ifade içine mallardan
hususi şartları taşıyanlar girmektedir. Zira ülkeler ve elbiseler gibi zekâta
tabi olmayan mallar bu ifadenin dışında kalmaktadır.[289]
Her
ne kadar bu ayet Rasulullah (s.a.)'a has ve hususi bir sebep için inmiş olsa
da, Rasulullah (s.a.)'ın bütün halifelerine ve onlardan sonraki bütün müslüman
idarecilere de hitap eden umumi bir ifadedir.
Bunun
içindir ki Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.) ve diğer sahabiler Arap kabilelerinden
zekât vermeyenlere karşı savaş açtılar. Nihayet bunlar, Rasulullah (s.a.)'a
verdikleri gibi onun halifesine de zekâtlarını vermeyi kabul ettiler.
Sıddık
(r.a.) hazretleri şöyle diyordu: "Vallahi, Rasulullah (s.a.)'a zekât olarak
verdikleri bir ipi -bir oğlağı- zekât olarak bana vermezlerse onlarla mutlaka
savaşırım."
[290]
Eğer
bu ayetteki "sadaka" kelimesinden maksat, daha önce de geçtiği gibi
Hasan-ı Basrî'nin dediği şekliyle Tebuk Gazvesinden geri kalanların işlediği bu
günahın kefareti ise bu ayet ile bundan önceki ayetler arasında ilişki gayet
açıktır. Çünkü emredilen husus bir grup insanın hatalarının giderilmesidir. Bu
durumda bu ayet onlara hastır. Ancak ayetin manasını genelleştirip şu şekilde
de anlayabiliriz: Siz üzerinize farz olmayan sadakayı vermeye razı olduğunuza
göre üzerinize farz olan zekâtı vermeye gayet tabii razı olursunuz.
Ama
bu ayetten maksat farz olan zekât veya zenginlerden zekât alınmasının
farziyeti ise -ki bu görüş fakihlerin çoğunluğunun görüşüdür ve sahih olan
görüş de budur- bu durumda ayetin daha önceki ayetlerle münasebeti şöyle
açıklanabilir:
Tebuk
Gazvesinden geri kalmalarından dolayı tevbe edip pişmanlık duyduklarında ve bu
geri kalmanın sebebinin de mal sevgisi ve mallarını harcamada cimrilikleri
olduğunu ikrar ettiklerinde sanki onlara şöyle deniyordu: Sizin bu tevbe ve
pişmanlık iddiasında sarf ettiğiniz sözlerinizin doğruluğu farz olan zekâtı
verip vermeyeceğiniz noktasında açıkça belli olur. Çünkü bütün iddialar mana
ile kesinleşir. Bir kişinin değerli veya değersiz oluşu imtihan esnasında belli
olur. Şayet onlar bu zekâtları gönülden verirlerse tevbelerine sadık oldukları
anlaşılır, aksi takdirde bu iddialarında yalancıdırlar.
Bu
ayetteki "sadaka "dan maksadın farz olan zekât olduğunun delillerinden
birisi de şu ayettir: "Bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve
derecelerini yükseltmiş olasın." Yani bu sadakaları almakla onları
günahlardan temizlemiş olursun...
Cassas
diyor ki: Sahih olan görüşe göre buradaki "sadaka" farz olan zekâttır.
Zira Allah'ın diğer müslümanlardan ayrı olarak sadece bu cemaata sadaka
vermelerini vacip kıldığı şeklinde bir rivayet sabit değildir. Bu hususta bir
haber olmayınca bu kişilerle diğer müslümanlar ahkâm ve ibadette eşittirler,
sırf bu kişilere ait bir sadaka da yoktur. Çünkü İslâmî hükümlerde kendisi
hakkında hususi bir delil olmadıkça bütün insanların eşit olması sebebiyle bu
ayetin gereği olarak sadaka onlara gerekli ise, bütün insanların üzerine de
farz olur. Bir topluluğa ait olup diğerinden ayrı olmaz. Bu da sabit olunca bu
ayetteki sadaka farz olan zekât olmaktadır. Zira insanların mallarından farz
zekâttan başka hak yoktur.
"Bununla
onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve onların derecelerini yükseltmiş
olasın" ayetinde bu sadakanın farz zekât dışında günahlara kefaret olan
bir sadaka olduğuna dair bir delil yoktur. Çünkü farz olan zekât da manevî
kirlerden temizler ve verenin derecesini yükseltir. Bütün mükellef olanlar
mallarını manevî kirlerden temizleyecek, derecelerini yükseltecek ibadetleri işlemeye
muhtaçtırlar.[291]
Ey
Peygamber ve ondan sonra gelen müslüman idareci! Şu tevbe edenlerden ve
başkalarından belirli bir miktar takdir ederek "sadaka al ki," bu
sadaka sebebiyle "onları" cimrilik ve tamahkarlık hastalığından
arındırmış olasın, nefislerini manevî kirlerden "temizlemiş"
hasenatlarını berketlendirmiş ve onları ihlâslı müminlerin derecelerine
yükseltmiş "olasın."
Tezkiye;
ziyadesiyle temizleme manasında mübalağa ismidir veya mala bereket verme,
nemalandırma manasmdadır. Yahut Allah Tealâ'nm, zekat miktarını, verme sebebiyle
mallarda meydana gelecek noksanlığı bereketlendirme sebebi saymasıdır.
İmam
Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i
şerifte "Sadaka malı eksiltmez" buyurulmaktadır.
"Onlara
salât eyle." Yani onlar için dua et, istiğfarda bulun, rahmet dile; çünkü
senin dua edip istiğfarda bulunman onlar için sükûnete vesile olacak, Allah'ın
tevbelerini kabul ettiği hususunda kalplerini tatmin edecek bir huzur
kaynağıdır. Allah'ın kullarına salât eylemesi, Allah'ın rahmetidir. Meleklerin
salâtı ise istiğfarda bulunmalarıdır. Peygamberimiz ve müminlerin salâtı da
dualarıdır.
"Allah
en iyi işitendir." Onların günahlarını itiraf ettiklerini ve dualarını
işitir; senin duanı da kabul ederek ve ona icabet ederek işitir. Gönüllerinden
geçeni, tevbelerinde ve sadakalarındaki ihlâslarmı ve onlar için hayırlı,
faydalı olanı "en iyi bilendir."
Sadaka
gönlü temizler, Rabbin rızasına vesile olur, malı kirlerden korur.
O
tevbe edenler ve diğer müminler bilmiyorlar mı ki, kullarının tevbesini ancak Allah
kabul eder, günahlarını ancak O siler, sadakaları ancak o kabul edip sevap
verir, onlara kat kat ecir ihsan eder.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer siz Allah için güzel bir ödünç takdiminde
bulunursanız Allah onun karşılığını size kat kat verir ve sizi bağışlar."
(Tegabûn, 64/17).
Buharî
ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği sahih hadis-i şerifte de,
"Allah sizden birinin tayını yetiştirdiği, geliştirdiği gibi sadakası verilen
malı da nemalandırır" buyurulmaktadır. Burada beliğ bir benzetmeyle ecrin
fazlalağına işaret edilmiştir.
Bu
ayette tevbeye ve farz olsun nafile olsun sadaka vermeye teşvik vardır.
Bu
ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet de vardır: Cihaddan geri
kaldıkları halde tevbe etmeyenler cihada katılmayıp da tevbe edenler hakkında
"Onlar da dün bizimle birlikte idiler. Kimse onlarla konuşmuyor, kimse
onlarla oturmuyor, bunlar ne yaptılar ki? Onların bu özelliği nedendir?"
diyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. "Bilmiyorlar mı?"
cümlesindeki zamir cihaddan geri kaldıkları halde tevbe etmeyenlere racidir.
Tevbeleri
çokça kabul eden, tevbe edenlerin tevbelerini kabul etmesi, onlara lütuf ve
ihsanda bulunması rububiyetinin şanından olan, tevbe eden kullarına çokça
merhamet eden, salih amellerine karşılık ecir ve sevap veren sadece yüce
Allah'tır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Tevbe eden, iman edip salih amel işleyen
ve hidayet yolunda devam edenleri ben çokça bağışlarım." (Tâ-Hâ, 20/82).
Yine
bir başka ayet-i kerimede, "Onlar bir hayasızlık yaptıkları veya nefislerine
zulmettikleri zaman Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını
isterler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar yaptıkları
kötülükte bile bile ısrar etmezler." (Âl-i İmran, 3/135).
Tevbe,
nefsin gayretini ve verdiği ahdi yenilemesi, günahların silinmesi için gayet
faydalıdır.
Ey
Rasulüm! O tevbe edenlere ve diğerlerine de ki: Güzel amel işleyin. Çünkü sizin
amelleriniz hayırlı olsun şerli olsun Allah'a ve kullarına gizli kalmaz. Amel
saadetin temelidir. Yaptığımız amelleri Allah da, -Allah'ın bildirmesi ile-
Rasulü de, müminler de görecektir.
Bu
onlara verilen bir vaad, günahlarda ısrar etmenin ve tevbeden uzak durmanın acı
sonucunu ihtardır. Allah'ın emirlerine aykırı davranan herkese; amellerinin
Allah'a, Rasulü'ne ve müminlere arz edileceğini bildiren bir uyarıdır. Bu
kıyamet günü mutlak olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak "O gün hepiniz (hesap
vermek üzere) huzura çağrılırsınız. Hiçbir şeyiniz gizli kalmaz" buyurmaktadır.
(Hakka, 69/18).
İmam
Ahmed ve Beyhakî'nin Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettiğine göre
Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Sizden biriniz kapısı, penceresi olmayan
sağır bir kayanın içinde amel işlese Allah onun amelini ne olursa olsun insanlara
gösterir."
Ebu
Davud et-Tayalisî'nin naklettiği gibi bir rivayette "Dirilerin işledikleri
ameller kabir aleminde yaşayan yakınlara ve akrabaya arz olunur"
buyurul-muştur.
Cabir
b. Abdillah (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurdular: "Amelleriniz yakınlarınıza ve diğer akrabanıza kabirlerinde
arz olunur. Amelleriniz hayırlı ise memnun olurlar, hayırlı değilse,
"Allah'ım, sana itaat ederek amel işlemelerini onlara ilham eyle"
diye dua ederler."
Kıyamet
günü sizin gizli olan amellerinizi de açıktan işlediklerinizi de gayet iyi
bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. O gaib olanı da, şu anda aranızda
bulunanı da, içinizi de, dışınızı da gayet iyi bilir. Size amellerinizi bir bir
bildirecek, hayırlı ise hayırla, şerli ise şerle size karşılık verecektir.
Bu
ayette teşvik ve korkutma aynı anda yapılmıştır.
[292]
Bu
ayet-i kerimelerden aşağıdaki üç hüküm çıkarılmaktadır:
1- Nefislerin manevî kirlerden temizlenmesi, derecelerinin yükselmesi,
malların nemalandırılması ve bereketlendirilmesi için farz olan zekâtın alınması.
Rasulullah (s.a.)'m duasının şefaat ve huzur kaynağı oluşu.
2- Hakkıyla, sahih bir tevbe ile tevbe eden kullarının tevbesini ve halis
niyetlerle verilen sadakaları Allah'ın kabul edeceği ve bunlara sevap
vereceği. Allah Tealâ tevbeyi kabul etmesini kendisine vacip kılan bir ilâh
olduğunu belirtmek için "Allah" ismini bizzat zikretti ve
"Onlar kullarının tevbesini ancak Allah'ın kabul ettiğini... bilmiyorlar
mı?" buyurdu. Burada sadece Allah'ın zikredilmesi, tevbelerin kabulü veya
reddinin sadece Allah'a ait olduğunu, Rasu-lullah'a ait olmadığını
göstermektedir.
3- Her insan amelinin karşılığını görecektir. Ameli hayırlı ise hayır,
şerli ise şer bulacaktır. Amel Allah'ın, Rasulünün ve müminlerin nezdinde görülmektedir.
Bu ifadede "Allah tarafından, Allah'ın emirlerine muhalif olanlara karşı
amelleri berzah aleminde Cenab-ı Hakk'a, Rasulullah (s.a.)'a ve müminlere arz
edilecektir" şeklinde bir vaad ve ihtar vardır. "O gün hepiniz (hesap
vermek üzere) huzuruna çağırılırsınız. Hiçbir şeyiniz gizli kalmaz"
(Hakka, 69/18) buyurulmaktadır.
Ancak
"Onların mallarından bir miktar sadaka al" ayeti bütün mal çeşitlerini
içine almakta, zekât alınacak malın cinsini ve alınacak miktarı
açıkla-mamaktadır. İfadesinin zahirine göre her sınıf maldan biraz alınması
gerekir. Çünkü "mallarından bir miktar" ifadesi "teb'iz"
yapılmasını yani bir parça alınmasını gerektirir.
Bu
ayet delâlet etmektedir ki, zekât olarak alınacak miktar bu malların tamamı
değil bir kısmıdır. Ancak ayetteki lafızlarda bu "bir miktar" tabiri
açıkça yer almamaktadır.
Sünnet
ve icma, alınacak zekât miktarı ve sadaka alınacak malları, nisap miktarlarını
ve farz olduğu vakti beyan etmektedir. Cassas'ın dediği gibi, bütün bu
hususlarda "zekât" lafzı mücmel olup zikredilen hususlarda beyana ihtiyaç
vardır.
Kur'an
altın ve gümüşün zekatını şu ayet-i kerime ile açıkça belirtmiştir: "Altın
ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azapla
müjdele." (Tevbe, 9/34).
Meyve
ve ziraat mallarının zekâtı da şu ayetle belirtilmiştir: "Çardaklı ve
çardaksız bağları, hurma ağaçlarını, çeşitli meyveleri olan bitkileri, zeytin
ve narları birbirine benzeyen ve benzemeyen özelliklerde yaratan O'dur.
Bunların her biri mahsul verdiği zaman mahsullerinden yiyin. Hasat zamanı da
hakkını verin." (En'am, 6/141).
Sünnet-i
seniyye'de zekât farz olan ticaret mallarını, otlak hayvanlarının (deve, sığır
ve koyunların) zekâtını, zekât verilecek miktarları ve nisap miktarlarını
beyan etmiştir.
Hadis
imamlarının Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte
Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Beş vesak'tan[293] az
hurmada sadaka yoktur. Beş ukıyye'den[294] az
gümüşte zekât yoktur. Beş zûd[295]
deveden az devede zekât yoktur."
Alimler
bir ukıyye'nin 40 dirhem olduğunda ittifak etmişlerdir. Yani hür bir müslüman
200 dirhem (yani 5 ukıyye) gümüşe sahip olur da üzerinden tam bir yıl geçerse
zekâtını vermesi farz olur. Bunun zekatı ise kırkta bir, yani 5 dirhemdir.
Bir
yıl geçmesinin şart olması Tirmizî'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerife
dayanmaktadır: "Üzerinden bir yıl geçmedikçe hiçbir malda zekât
yoktur."
200
dirhem gümüşten fazlasında kırkta biri verilir.
"Altının
zekatı"na gelince: Alimlerin ekseriyetine göre altın (200 dirhem veya daha
fazla değerinde) 20 dinar olunca Tirmizî'nin naklettiği Hz. Ali (r.a.)
hadisiyle amel edilerek zekât verilmesi farzdır.
"Koyunların
zekâtı" ise: Hz. Ebubekir (r.a.)'in Enes (r.a.)'i Bahreyn'e gönderirken
yazdığı (Buharî, Ebu Davud, Nesaî, İbni Mace ve Darakutnî'nin rivayet ettiği)
mektupta belirtildiği şekliyle her 40 koyundan bir koyun zekât verilecektir.[296]
"Sığırların
zekatı" ise: Tirmizî ve Darakutnî'nin Muaz b. Cebel (r.a.)'den rivayet
ettiği, Peygamberimiz (s.a.)'in Muaz'ı Yemen'e gönderirken beyan ettiği
şekliyle, her 30 sığırda bir sığır (tebîa) ve her 40 sığırda bir sığır
(müsinne) zekât olarak verilecektir.
Cumhur'a
göre otlakta otlayan hayvanlar dışındaki diğer hayvanlara zekât yoktur. Bunun
delili şudur. Darakutnî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Tarlada çift sürmede çalıştırılan sığırlarda
zekât yoktur."
İmam
Ahmed ve dört Sünen müellifinin Muaz (r.a.)'dan rivayet ettiklerine göre
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Sığırlarda her 30 sığırda bir
tebîa, her 40 sığırda bir müsinne zekât verilecektir."
Ebu
Davud ve Darakutnî Hz. Ali (r.a.)'den "çalıştırılan sığırlara hiçbir şey
yoktur" rivayetini nakletmektedirler.
Buharî'nin
Enes (r.a.)'ten rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz. Ebubekir (r.a.)'e
zekât hakkında bir yazı yazmıştı. Bu yazıda, "Koyunların zekatı otlayan
koyunlardan ise kırk koyunda bir koyundur." ifadesi yer almıştı. Bununla
otlakta otlamayan hayvanlardan zekât kaldırılmış oluyordu.
İmam
Malik ve Leys b. Sa'd, Enes (r.a.) ifadesinin umumi oluşu sebebiyle
"çalıştırılan sığırlarda da zekât vardır." demektedirler. Bunun
cevabı ise, bu durumun az önce geçen hadis-i şeriflerde tahsis edilmiş
olmasıdır. Bu ayetin umumundan anlaşılan, borçlunun malında, kefaletli
(garantili) malda zekatın farz olmasıdır.
"Bununla
onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve derecelerini yüceltmiş olasın"
mealindeki ayete gelince: Zeccac der ki: En güzeli hitabın Peygamberimiz
(s.a.)'e ait olmasıdır. Yani önceki cümleden ayrı, başlıbaşma bir cümle halinde
"Sen bununla onları manevî kirlerden temizlersin ve derecelerini yüceltmiş
olursun." ayetinin cevabı olarak yani "onların mallarından sadaka al
ki, bununla... derecelerini yüceltmiş olasın" şeklinde ma ıa verilmesi
caizdir.
Ayetten
ilk bakışta anlaşılan şudur: Zekât günün kirlerinden temizlenmek için farz
kılınmıştır. Günahların sadece buluğa eren mükellef hakkında geçerli olması
sebebiyle İmam Ebu Hanife'nin dediği gibi küçük çocuk hakkında zekât farz
değildir. Cumhur ise küçük çocuk ve delinin malında da zekâtı farz kabul
etmektedir. Çünkü -Cumhur'a göre- ayet, mallarından zekâtın alınmasını emretmektedir,
dolayısıyla malları manevî kirlerden temizlenmektedir.
"Onlara
salât eyle" ifadesinin zahirinden şu anlaşılıyor: Devlet reisi veya
vekilinin zekât aldığı zaman veren kişiye malının bereketli olması için dua etmesi
farzdır. Bu görüş Zahiri mezhebinin görüşüdür. Diğer imamlar ise bu emri
mendup ve müstehap manasına almışlardır. Çünkü Buharî ve Müslim'in İb-ni
Abbas'tan rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) Muaz
{r.&.)'a."Zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekâtın
üzerlerine farz olduğunu onlara bildir" demiş, zekât verenlere dua
etmesini emretmemişti. Ayrıca fakirlerin de zekât aldıklarında dua etmeleri
mecburiyeti yoktur.
Bununla
birlikte Müslim Abdullah b. Ebi Evfa (r.a.)'dan naklediyor ki: Ra-sulullah
(s.a.) bir cemaat zekâtlarını getirdiği zaman şöyle derdi: "Allahım! Onlara
salât eyle (rahmet eyle)!" İbni Ebi Evfa da zekâtını getirince şöyle dedi:
"Allahım! Ebu Evfa ailesine de salât eyle." Buradaki salât rahmet
manasmda-dır.
Bundan
dolayı Hanbelîler ve Zahirîler dua şeklini beyan ederken söyle derler: Zekât
alanın "Allahım! Falanın ailesine salât eyle!" demesine hiçbir mani
yoktur. Diğer imamlara göre ise bu söz caiz değildir. "Salat"
peygamberlere hastır. Ancak peygamberlerden başkasının duada ilâve olarak
zikredilmesinde ihtilâf yoktur. Yani Allahım! Muhammed (s.a.)'e, ehl-i beytine,
ashabına, hanımlarına zürriyetine ve ona tabi olanlara salât eyle, denebilir.
Çünkü selef bunu kullanmıştır. Namazda teşehhütte böyle dua etmekle
emrolunmuşuz.
"Selâm"
da "salât" hükmündedir. Çünkü Allah her ikisini birlikte zikretmiştir.
Peygamberlerden başkasına tek başına kullanılmaz. Ancak dirilere hitap ederken
ve ölüleri ziyaret ederken selâm vermenin müstehap olduğu sünnetle sabittir.
İmam
Şafii zekat alanın zekat verene, "Allah verdiğin bu mal sebebiyle sana
ecir versin, senin için manevî kirlerden temizlenmeye vesile kılsın, geride
kalan mallara da bereket ihsan eylesin" demesini uygun görmüştür.
"Yaptıklarını
Allah... görecektir" ayet-i kerimesi Allah'ın görünen şeyleri gördüğüne
delildir. Ehl-i sünnetin "her varlığın görünmesi sahihtir" görüşüne
bu ayet delildir. Çünkü tek mefulle kullanılan "ru'yet" kelimesinin
manası "görmek"tir. " "Görülen amel" ifadesi arzular,
nefretler ve düşünceler gibi kalbî amelleri, hareketler ve sükûnetler gibi
azalara ait amelleri içine almaktadır.
"Sadakaları
Allah alacaktır" ayeti sadakaları sadece Allah'ın alacağına, sevabı O'nun
vereceğine ve bunun Allah'ın hakkı olduğuna, Peygamber (s.a.)'in ise sadece
vasıta olduğuna dair açık bir ifadedir. Eğer Rasulullah (s.a.) vefat ederse
onun halifesi ondan sonra vasıtadır. Allah ise Hayydır, ölmez.
Bundan
anlaşılıyor ki "Onların mallarından sadaka al" ayeti sadece Peygamberimiz
(s.a.)'e ait bir emir değildir, ondan sonraki, idarecilere de şamildir.
Tirmizî'nin
Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz Allah sadakayı kabul eder, onu alır, sizden birinin tayını
büyütüp geliştirdiği gibi sadakayı nemalandırır. Hatta bir lokma, Uhud dağı
gibi olur."
Bu
hadis-i şerifi Kur'an'da tasdik eden ayet şudur: "Kullarının tevbelerini
kabul eden, sadakaları alan O'dur. Allah faizi mahveder, sadakaları bereketlendirir.
"
Sahih-i
Müslim'de şöyle buyrulmaktadır: "Bir kimse helâl kazancından bir hurmayı
sadaka olarak verirse Allah o hurmayı alır, Rahmanın elinde o bereketlenir,
hatta bir dağdan büyük olur."
Bu
ifade sadakanın kabulünden ve ona verilecek mükâfattan kinayedir. Nitekim Cenab-ı
Hak hastaya olan şefkati sebebiyle hasta yerine kendi nefsini kinaye olarak
kullanmış ve hadis-i kudside şöyle buyurmuştur:
"Ey
Adem oğlu! Hastalandım, beni ziyaret etmedin."
Hadis-i
şerifte geçen yemin(sağ el) ve kefiftavuç) kelimelerinde, bir şeyi kabul eden
sağ eliyle ve avucuyla alır, yahut sevilen sağ eline konur anlamı vardır.
İnsanlara anladıkları şekilde hitap edilmiştir. Yoksa Allah azadan münezzehtir.
[297]
106-
Savaştan geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hükmüne
bırakılmıştır. (Allah) Onlara ya azap eder, ya da tevbelerini kabul eder. Allah
her şeyi çok ıyı bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
"Savaştan
geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hükmüne
bırakılmıştır." Cezalan geciktirilmiş, durumları Allah'ın hükmüne bağlanmıştır.
"Onlara ya azap eder" yani onları tevbe etmelerine fırsat vermeden
öldürür "ya da tevbelerini kabul eder. Allah" yarattığı mahlûkatını
"çok iyi bilen", bütün işlerinde "tam bir hüküm ve hikmet
sahibidir."
[298]
İbni
Abbas, Mücahid, İkrinıe, Dehhak ve diğer müfessirlerin beyanlarına göre
tevbeleri geciken bu üç kişi, Vakıfoğulları'ndan Hilâl b. Ümeyye, Ka'b b.
Malık, ve MüTare b. RabV idi. Bunlar, şüphecilikleri veya ikiyüzlülükleri sebebiyle
değil, tembellikleri, çoluk çocuklarına ve mallarına düşkünlükleri, meyvelerin
verimliliği ve gölgelerin rahatlığı sebebiyle Tebuk Gazvesinden geri kalanlar
arasında yer almışlardı.
Tebuk
Gazvesine katılmayanlar üç grup idiler:
a) İkiyüzlü davranmayı alışkanlık edinmiş olan münafıklar.
b) Günahlarını itiraf edip Allah'ın tevbelerini kabul ettiği tevbekâr müminler.
Bu müminler kendilerini Mescid-i Nebevi direklerine bağlayan Ebu Lü-babe ve
arkadaşları idi. Tevbelerinin kabulüne dair ayet nazil olmuştu.
c) Mütereddit müminler, ne yapacakları konusunda kararsızlığa düşen,
savaştan geri kalmaları hususunda Peygamberimiz (s.a.)'e beyan edecek özür
bulamayan, tevbe etmekte de geciken ve kendilerini Mescid-i Nebevî'nin direklerine
bağlamayan kimselerdi. Allah da bunlar hakkındaki hükmünü bildirmeyi
geciktirdi. 50 gün durumları askıda kaldı. İnsanlar kendilerini terk ettiler.
Nihayet tevbelerinin kabulüne dair ayet indi. Bunlar yukarıda ismi geçen üç
kişiydi. "Allah savaştan geri kalan üç kişinin tevbesini de kabul etti.
Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar geldi." (Tevbe, 9/118).
[299]
Savaştan
geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hükmüne
bırakılmıştır. İnsanlar onlar hakkınde ne olacağını bilemiyorlardı. Allah
tevbelerini kabul edecek miydi, etmeyecek miydi? Rasulullah (s.a.) da onlarla
oturmayı yasaklamış, hanımlarına kendilerinden ayrı kalmalarını ve babalarının
evinde oturmalarını emretmişti. Nihayet ayet nazil oldu: "Allah Peyamberin,
Muhacirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti... ve savaştan geri kalan o üç
kişinin tevbesini de kabul etti." (Tevbe, 9/118).
Bu
ayette söz konusu edilen bu üç kişinin durumu askıda bırakılmıştı. Ya azap ya
da tevbelerinin kabulü. Durumları açıklanmamıştı. Bu durumlar, Allah'tan
şüpheleri için değildi. Zaten Allah bundan münezzehtir. Sadece korku ile ümit
arasında oldukları için, kalplerine gam ve üzüntü verip tevbeye yönelmedikleri
ve insanlar onlar hakkında ümitli oldukları içindi. Bazı kimseler, Allah
onların mazur olduğuna dair bir ayet indirmezse helak oıurlar' diyordu.
Başkaları da "Umarız ki Allah onları bağışlar" diye temennide
bulunuyorlardı.
Şüphesiz
bu üç kişi savaştan geri kalmaları sebebiyle pişman olmuşlardı, ama Allah
onların hakkında tevbe edenler diye hüküm vermedi. Çünkü sadece pişmanlık
tevbenin sahih olması için yeterli değildi. Sonra bunun günah ve isyan
olduğunu kabul edip pişman oldular; o zaman tevbeleri sahih oldu.
Allah
kimin cezaya, kimin affa lâyık olduğunu ve kullarına faydalı olup onları
terbiye edecek şeyleri en iyi bilendir. Bütün sözlerinde ve fiillerinde, kulları
için huzuru temin edecek hükümleri koymakta tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğini açıklamayı geciktirmesi de hikmetindendir.
[300]
İlâhî
hikmetin gereği bazı kullarının durumu hakkında hemen kesin hüküm verilmesi
gerekli kılınırken, bazı kullarının durumu korku ile ümit arasında olmaları
için geciktirilebilir.
Bu
hikmet, tevbelerinin kabulü geciken bu kişilerin daha fazla endişe, sarsıntı,
korku ve dehşet içinde kalmalarına sebep oldu. Neredeyse mazeretlerinin kabul
edilmesinden ümitsizliğe düşeceklerdi. Nihayet Allah onlar hakkında
tevbelerinin kabulünü bildiren ayeti indirdi. "... Ve savaştan geri kalan
üç kişinin tevbesini de Allah kabul etti." (Tevbe, 9/118).
"(Allah)
onlara ya azap eder, ya da tevbelerini kabul eder" ayeti bu iki hükümden
başka hüküm olmadığını ifade etmektedir. Ya azap, ya da tevbesinin kabulü...
Kulun tevbesi olmadan günahın affedilmesi mümkün olmamaktadır.
[301]
107-
Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını açmak için ve daha önce Allah'a
ve Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak için bir mescit
yapanlar "İyilikten başka bir niyetimiz yoktu" diye yemin ederler.
Allah şahittir ki onlar yalancıdırlar.
108- Orada asla namaza durma. Şüphesiz ki, ilk
gününden itibaren takva üzerine kurulan mescitte namaza durman daha uygundur.
O, mescitte (maddî-ma-nevî kirlerden) temizlenmeyi sevenler vardır. Allah da
temizlenenleri sever.
109- Binasının temelini Allah korkusu ve O'nun
rızasını kazanma esası üzerine kuran mı, yoksa binasını bir uçurumun kenarına
kurup da onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi daha hayırlıdır?
Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
110- Yürekleri paramparça oluncaya (ölünceye)
kadar, yaptıkları o bina daima kalplerinde bir şüphe kaynağı olarak
kalacaktır. Allah her şeyi çok iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
"Yoksa
binasını bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme
yuvarlanan..." ifadesinde nakıs cinas vardır.
"Binasının
temelini Allah korkusu ve O'nun rızasını kazanma esası üzerine kuran..."
Bu ifadede gizli istiare vardır. Allah korkusu ve rızası üzerine bina kurulacak
sert bir araziye benzetilmiş, sonra kendisine benzetilen kaldırılmış, sadece
gereklerinden biri yani "bina kurma"zikredilmiştir. Sonu ise takrir
ve tasdik etmek içindir.
"Bünyanühüm"
kelimesi "bina yapmaları" manasında mastar olup, burada zahirî manası
değil, ism-i mef ul manası (binaları) murad edilmiştir.
[302]
"Zarar
vermek... " Ayette geçen"Dıraran" Küba Mescidi'nde bulunanlara
zarar vermek için, demektir. "Dırar" Ancak bu kişinin kendisine
faydası olmadığı halde sırf başkasına zarar vermektir. "Darar" ise
kişinin kendisine menfaati olan bir şeyde başkasına zarar vermesi demektir.
İmam Ahmed ve İbni Ma-ce'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiği "Ne zarar vermek,
ne de zarara uğramak vardır" hadis-i şerifine göre her ikisi de
yasaklanmıştır.
"inkâr
etmek ..." Çünkü münafıklar bu mescidi Ebu Âmir er-Rahib'in emriyle, ona
bir merkez olsun diye yapmışlardı. Onun yanından gelenler burada kalırdı. Ebu
Amir Peygamberimiz (s.a.)'le savaşmak için Rum Kayserinin ordusundan askerler
almaya gitmişti, "müminlerin arasını açmak için" yani Küba
Mescidi'nde namaz kılmak için cemaat olan müslümanların bir kısmının kendi
mescitlerinde namaz kılmalarını temin etmek için. "daha önce Allah ve
Peygamberine savaşanlara..." yani bu mescit yapılmadan önce. Ebu Amir
er-Rahib bunlardan biridir, "gözetleme yeri hazırlamak için" yani
müslümanları düşmanlık gayesiyle kontrol altında tutmak için. "bir mescit
yapanlar:" Bunlar, Dırar mescidini yapan münafıklardan bir gruptur.
Sayılan 12 kişidir. "İyilikten başka niyetimiz yoktu" Bu binayı
yapmaktaki gayemiz, sadece fakirler yağmur altında ve sıcakta kalmasınlar ve
müslümanlara da şefkatimizden genişlik olsun diye idi; iyi niyetten başka gayemiz
yoktu, "diye yemin ederler."
"Allah
şahittir ki onlar yalancıdırlar." Bu yeminlerinde yalancıdırlar.
"Orada
asla namaza durma!" Orada namaz kılma. Peygamberimiz (s.a.)'den bu
mescitte namaz kılmasını istemişlerdi. Bunun üzerine "orada namaza
durma" ayeti nazil oldu. Rasulullah (s.a.) bir grup mücahit gönderdi, mücahitler
o binayı yıktılar, yaktılar, yerini de ölü hayvan etlerinin atıldığı çöplük
haline getirdiler.
"Şüphesiz
ki ilk gününden itibaren" Yapıldığı ilk günden itibaren. Bugün
Peygamberimiz (s.a.)'in hicret yurduna ilk ayak bastığı gündür. Buharî de bu
şekilde bildirilmiştr. Takva, Allah'ı razı kılacak, gazabından koruyacak davranışlardır.
"Allah korkusu üzerine kurulan mescitte..." Bu mescit Küba
Mesci-di'dir. Bu mescidi hicret esnasında Rasulullah (s.a.) kurmuş, Küba'da
kaldığı günler (Pazartesi'den Cuma'ya kadar) bu mescitte namaz kılmıştı,
"namaza durman daha uygundur."
"Orada
maddî ve manevî kirlerden temizlenmeyi seven kişiler vardır." Bunlar ise
Ensar'dır.
"Allah
da çok temizlenenleri sever." Yani onları mükâfatlandırır.
[303]
Müfessirler
diyorlar ki: Evs kabilesi'nden olan Amr b. Avf oğulları namazlan Küba
Mescidi'nde kılıyorlardı.[304]
Rasulullah
(s.a)'a haber gönderip davet ettiler. Rasulullah (s.a.) gelip orada namaz kıldı.
Hazree kabilesinden olan komşuları Gunm b. Avf oğulları bunlara haset ettiler
ve "Biz de bir mescit yapalım, Rasulullah (s.a.)'ı da davet edelim,
kardeşlerimizin mescidinde kıldığı gibi bizim de mescidimizde namaz kılsın;
ayrıca Ebu Amir er-Rahib de Şam'dan gelince burada namaz kılsın" dediler.
Bunlar,
Peygamberimiz (s.a.) Tebuk Gazvesi için hazırlık yaparken geldiler. "Ya
Rasulallah! İhtiyaç sahipleri, hastalar ve yağmurlu gecelerde korunmak için
bir mescit inşa ettik. Bizim mescidimize gelip namaz kılmanı ve bereketle dua
etmeni arzu ediyoruz" dediler.
Peygamberimiz
(s.a.) de, "Ben şu anda sefer hazırlığı içindeyim, meşgulüm. Dönünce size
gelir ve mescidinizde namaz kılarız" dedi.
Efendimiz
(s.a.) Tebuk'ten dönünce Gunm b. Avf oğulları mescidin inşasını bitirmişler,
Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri burada namaz da kılmışlardı. Peygamberimiz
(s.a.) oraya gitmek için gömleğini değiştirmek istedi. O sırada bu "Dırar
Mescidi" hakkında ayetler indi.
Bu
ekip süratle hareket etti. Malik b. Duhşum evinden bir çıra almıştı Mescidi
derhal yakıp yıktılar. Mescidi inşa eden münafıklar 12 kişiydiler.
Ebu
Amir er-Rahib ise Hazree kabilesinden olup Hristiyanlığı kabul etmişti. Ehl-i
kitap arasında önemli bir yeri vardı. Peygamberimiz (s.a.) Medine'ye hicret edince,
müslümanlar onun etrafında toplandılar. İslâm'ın adı yükselince Mekke'ye
kaçtı. Uhud Savaşı'nda müşrikleri müslümanlara karşı kışkırttı. Savaş bitince
Rum İmparatoru Herakl'den yardım istedi. O da bu yardımı vaad edip onu kabul
etti.
Ebu
Amir arkadaşlarından bir grup münafığa mektup yazarak Muham-med'i mağlup edecek
bir ordu ile onunla savaşmaya geleceğini bildirdi. Arkadaşlarına, getireceği
kimselerin barınacağı bir merkez ve Medine'ye geldiği zaman kullanacağı bir
gözetleme yeri yapmalarını emretmişti.
Özetle:
Bu mescidi münafıklardan 12 kişi Ebu Âmir er-Rahib'le danışarak inşa ettiler.
Amr b. Avf oğullarının amcaoğulları da, Amr b. Avf oğullarının Küba Mescidi'ni
kurmalarına haset ettiklerinden ve onlara nispet olsun diye, aynı zamanda Ebu
Amir er-Rahib gelince kullanacağı bir merkez olması ve orada namaz kıldırması
için, bu mescidi bina etmek arzusunu hemen gerçekleştirdiler.
"O
mescitte (Küba Mescidi'nde) maddl-manevî kirlerden temizlenmeyi seven kişiler
vardır." (Tevbe, 9/108) ayetinin nüzul sebebi ile ilgili Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den
naklettiğine göre bu ayet, Küba halkı hakkında su ile istinca yaptıkları için
nazil olmuştu.
İbni
Cerîr'in Atâ'dan naklettiğine göre Küba halkından bir grup su ile istinca
yapmayı icat ettiler. Bunun üzerine onlar hakkında "O mescitte
(maddî-manevî kirlerden) temizlenmeyi seven kişiler vardır" ayeti nazil
oldu.
İbni
Abbas der ki: "O mescitte (maddl-manevî kirlerden) temizlenmeyi seven
kişiler vardır" ayeti inince Rasulullah (s.a.) Uveym b. Sâide'ye haber göndererek
"Allah'ın sizi bu şekilde övmesinin sebebi olan temizlik nedir?" diye
sordu. Onlar da, "Ya Rasulallah! Kadın ve erkek hiçbirimiz su ile taharet
yapmadan heladan çıkmayız" dediler. Efendimiz (s.a.), "O halde bu
ayetin sebebi budur" dedi.
Bir
rivayette denildi ki: Bu ayet inince Rasulullah (s.a.) ile beraber Muhacirler
yürüyerek Küba Mescidi'ne geldiler. Küba'da Ensar'ı otururken buldular.
Efendimiz (s.a.) onlara:
"Siz
mümin misiniz?" diye sordu. Onlar sustular. Tekrar sorunca Hz. Ömer (r.a.)
atıldı:
"Gerçekten
mümindirler, ben de onlarla beraberim" dedi.
Peygamberimiz
(s.a.) "Siz kaza ve kadere razı olur musunuz?" diye sordu.
"Evet"
dediler. Efendimiz (s.a.):
"Başınıza
gelen belâlara sabreder misiniz?" dedi.
"Evet"
dediler. Efendimiz (s.a.):
"Rahat
ve refah zamanınızda şükreder misiniz?" dedi.
"Evet"
dediler. Efendimiz (s.a.):
"Kabe'nin
Rabbine yemin olsun ki, siz müminsiniz" dedi ve aralarına oturdu. Sonra
şöyle hitap etti:
"Ey
Ensar topluluğu! Allah (c.c.) size senada bulundu. Abdest alırken ve abdest
bozarken ne şekilde hareket ediyorsunuz?" Onlar şöyle karşılık verdiler:
"Ya
Rasulallah! Büyük abdestten sonra temizlenmek için üç taş kullanır, sonra da su
kullarınız." Bunun üzerine "Orada (maddî-manevî kirlerden) temizlenmeyi
seven kişiler vardır" mealindeki ayeti okudu.
[305]
Allah
Tealâ münafıkların özelliklerini ve nifakta kullandıkları çeşitli metod-ları
zikrettikten sonra şöyle buyurdu: "Zarar vermek... için mescit
yapanlar..."
[306]
Münafıklardan
bir kısmı da Küba Mescidi civarında Dırar Mescidi inşa ettiler. Bunlar Evs ve
Hazrec Kabilesi'nden 12 kişiydiler. Bu mescidi yapmalarının dört sebebi vardı:
1- Peygamberimiz (s.a.)'in Medine'ye varır varmaz bina ettiği Küba
Mesci-di'nde müslümanlara zarar vermek.
2- Peygamberimiz (s.a.)'i ve getirdiği Kitabı inkâr etmek, O'na ve
İslâm'a dil uzatmak. Bu mescidi müslümanlar aleyhine hile ve desise için
karargâh olarak kullanmak.
Bu
Dırar Mescidi fitne merkezi, nifak ocağı, münafıkların namazı cemaatle eda
etmekten kaçıp sığındıkları yuvaları olmuştu. Bu ise küfürdü. Çünkü imana
aykırı inanç ve amele küfür ismi veriliyordu.
3- Tek mescitte Rasulullah (s.a.)'ın arkasında namaz kılan müminlerin
arasını açmak. Çünkü müminlerin bir kısmı orada namazı kılınca tefrika çıkacak,
ülfet bozulacak, birlik dağılacaktı. Bunun için asıl olan müslümanların tek
mescitte namaz kılmaları idi. Mescitlerin ihtiyaç olmaksızın çoğaltılması dinin
hedef ve gayelerine aykırı idi.
4- Burasının gözetim ve kontrol merkezi olarak kullanılması, Allah ve
Ra-sulüyle savaşan kişilerin oraya gelmelerini ve karargâh haline getirmelerini
beklemeleri; burayı inşa eden münafıkların savaşa hazırlandıkları ve
müslümanlan gözetmek için kullandıkları bir yer olması.
Allah
ve Rasulü'ne savaş açan kimseden maksat, -Nüzul Sebebi'nde belirtildiği gibi-
Hazrec Kabilesinden Ebu Amir er-Rahib idi. Bu Meleklerin yıkadığı Hanzala'nın
babası idi. Rasulullah (s.a.) ona "fasık" ismini vermişti.
Cahili-yette Hristiyan olmuş, rahiplik yapmış, ilim tahsil etmişti. Rasulullah
(s.a.) ortaya çıkınca O'na düşman olmuştu. Çünkü reislik elinden gitmişti,
Uhud günü Peygamberimiz (s.a.)'e "Seninle çarpışcak bir kavim bulsam, ben
de onlarla birlikte seninle çarpışırım" demişti.
Huneyn
Savaşı'na kadar Peygamberimiz (s.a.)'le hep karşı tarafta çarpıştı. Hevazin'le
birlikte yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı. Kayser'den Rasulullah (s.a.) ile
savaşacak askerler isteyip getirecekti. Suriye'nin kuzeyinde Kınnes-rîn'de
yalnız başına öldü. Bir rivayete göre ise Hendek Savaşı'nda düşman ordularını
toparlıyordu. Düşman yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı.
Bu
rivayetlere göre Ebu Âmir'in Herakl'e gidişi ya Uhud, ya Huneyn, veya Hendek
Savaşı'ndan sonra olmuştur.
O
münafıklar yemin edecekler ve diyecekler ki: Biz bu mescidi yapmakla sadece
iyilik yapmak istedik. Niyetimiz müslünıanlara şefkatle yaklaşmak, güçsüz ve
zayıfların rahatlarını sağlamak, hatta yağmurlu günlerde cemaatle namazda
bulunmalarını temin etmekti. Diğer müslümanlara kanarak Rasulullah (s.a.)
onları tasdik edecek ve o mescitte namaz kılacaktır, ama Allah Tealâ gayet iyi
biliyor ki onlar bu yeminlerinde ve iddialarında yalancıdırlar, amellerinde
ikiyüzlüdürler.
Allah,
Rasulüne bu durumu bildirdi. "Allah şahittir ki..." ayetinin manası,
Allah onların kalplerindeki fesatlığı ve yemin ettikleri konuda yalancı olduklarını
da gayet iyi bilir, demektir.
Onların
bu mescidi zarar vermek ve kötülük etmek için inşa etmeleri sebebiyle Allah,
Cebrail'e vahyedip Rasulü'nün orada namaz kılmasını yasakladı. Ümmet de bu
konuda ona tabidir. "Orada namaza durma!" Yani orada namaz kılma.
Bazan namaz "kıyam" kelimesiyle ifade edilebilir. Meselâ, "Falan
geceyi kıyamla geçiriyor" denir. Buharî'deki sahih hadis böyledir:
"Kim Ramazan'da inanarak ve sevabını yalnız Allah'tan umarak kıyamla
geçirirse geçmiş günahları bağışlanır."
Gelecek
zamanın tamamını içine almak üzere "ebediyyen" manasında kullanılan
"ebedî" kelimesinin nehiy cümlesinde yer alınca genellik ifade ederek
"sakın, kesinlikle, asla" manasında kullanıldığı görülmektedir.
Cenab-ı
Hak bundan sonra iki sebeple Rasulünü Küba Mescidi'nde namaz kılmaya teşvik
etmiştir:
Birincisi:
Bu mescit takva üzerine bina edilmiştir. Binası, ilk gününden itibaren takva
yani Allah'a ve Rasulü'ne itaat esası üzerine, müminlerin birliğini temin ve
müslümanlara bir merkez ve karargâh olması için kurulmuştu.
"Takva
esası üzerine kurulmuş mescit..." yani Allah korkusu, ihlâsla ibadet
etmek, müminleri Allah Rasulünün sevgisi üzerine toplamak ve İslâm birliği
uğruna çalışmak için bir merkez olmak üzere kurulmuş mescit, içinde namaz
kılmak için, diğer yerlerden daha uygun ve daha evlâdır ey Rasulüm!
Burada
zikredilen mescit -Sahih-i Buharı'de belirtildiği, ayetlerin ve bu konudaki
olayların gösterdiği gibi- Küba Mescidi'dir. Bunun içindir ki sahih bir hadis-i
şerifte Rasulullah (s.a.), "Küba Mescidi'ndeki namaz bir umre
gibidir" buyurmuşlardır.
Ancak
İmam Ahmed, Müslim ve Nesai'nin rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.)'e bu
ayette geçen mescidin hangi mescit olduğu sorulmuş o da "Medine'deki
mescit" şeklinde cevap vermiştir. Ayette her iki mescidin de murad edilmiş
olmasına hiçbir engel yoktur. Çünkü her iki mescit de inşasına başlanıldığı ilk
günden itibaren hayırlara mekân olmuştur.
İkincisi:
Bu mescitte hem (günah ve masiyetlerden arınma anlamında) manevî temizliği hem
de (elbise temizliği, abdest ve gusülle beden temizliği, is-tincada taş
kullanıldıktan sonra su ile taharet alınması manasında) maddî temizliği seven
kişiler vardır. Bu ikinci çeşit temizlik müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.
Evlâ olan her iki çeşit temizliğin murad edilmiş olmasıdır.
Allah
çok temizlenenleri yani ruhî, manevî, cesedî ve bedenî temizliğe çok önem
verenleri sever. Bunlar insanlar arasındaki kâmil şahsiyetlerdir.
Beyzavî
der ki: Orada Allah rızasını kazanmak için günahlardan ve kötü hasletlerden
temizlenmeyi isteyenler vardır. Allah çok temizlenenleri sever, yani onlardan
razı olur. Aşığın sevgilisine yakınlık duyması gibi onları kendisine
yaklaştırır.
Keşşafta
Zemahşeri şöyle demektedir: Onların çok temizlenmeyi sevmelerinin işareti,
temizliğe önem vermeleri ve buna bir şeyi çokça sevenin gösterdiği riayeti
göstermeleridir. Allah Tealâ'nın onları sevmesi ise onlardan razı olması,
onlara aşığın sevgilisine gösterdiği gibi lütuf ve ihsanda bulunmasıdır.[307]
"Allah'ın
kullarını sevmesi"nin manası ise Onun razı olması, müminleri kabul
eylemesi ve kendisine yakın kılmasıdır. Çünkü Allah sıfatlarımıza benzemekten
münezzehtir. O'nun sevmesi bizim sevmemizden başkadır. Bu Onun kemaline lâyık
bir vasıftır.
Nitekim
Buharî'nin rivayet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Kulum
bana nafilelerle yaklaşır. Nihayet onu severim. Onu sevdiğim zamanda onun
işiten kulağı, gören gözü olurum."
Bu
ayette geçen "Allah'ın sevgisi" Allah'ın Peygamberin ehl-i beytini
tertemiz kılma hususundaki sevgisine benzemektedir: "Ey Peygamber
ailesi!. Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak
ister." (Ah-zab, 33/33).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak her iki mescidin inşa edilmesinin hedeflerini karşılaştırdı:
Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine -yani dünya ve ahirette faydalı sağlam
bir temel üzerine- bina edenle, zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını
açmak ve daha önce Allah ve Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri
hazırlamak için mescit bina eden birbirine eşit olamaz. Çünkü böyleleri
binalarını çökecek bir uçurum kenarına, yani bir vadiye düşmeye hazır, zayıf
ve yıkılmaya yüz tutmuş bir yere yapmaktadırlar. Eğer çökerse Ce-hennem'in
dibine yuvarlanacaktır. Allah fesatçıların yaptıkları işleri düzeltmeyen
zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Onları hak, adalet, istikamet ve
doğruluğa; kendilerinin menfaati ve kurtuluşu olan hususlara muvaffak kılmaz.
Razî
der ki: "Dünyada münafıkların durumuna bu misalden daha uygun bir misal
bulamayız."
Sözün
özü şöyledir: İki binadan birini yapanlar bu binayı yaparken Allah korkusu ve
rızasını, ikinci binayı yapanlar ise masiyet ve küfrü gözettiler. Birinci bina
şerefli ve ayakta kalması gerekli bir bina, ikinci bina ise değersiz, yıkılması
gerekli bir bina oldu.
"...
Onunla birlikte Cehennem ateşine yuvarlandı" ayeti bir rivayette "Bu
gerçektir. Burası Cehennem'den bir yerdir" denildi. Diğer bir rivayette
ise, "Bu mecazdır, ayetin manası, "Bina Cehennem'e girdi, sanki
yıkılıp Cehennem'in içine düştü" demektir.
Bundan
sonra da Cenab-ı Hak münafıkların Dırar Mescidine yerleşmekle meydana gelen
tarih boyunca kalacak kötü manaları beyan etmektedir:
Onların
bu binaları ve yıkımı dinde şüphe etmelerine, iki yüzlülüklerinin artmasına
sebep olacaktır. Çünkü bu bina nifak ve küfrün tesirlerini müşahhas kılıyordu.
Bu durum onların kalplerinde nifakı yerleştirdi. Tıpkı buzağıya tapanlara onun
sevgisinin verildiği gibi. Bu şekilde devam edecek; yürekleri paramparça
oluncaya, idrak kabiliyeti tamamen kayboluncaya, yani ölünceye kadar öyle devam
edecek.
İnşa
etmeleriyle sevindikleri bu bina dindeki şüphelerinin kaynağı, gönüllerine
yerleşen küfür ve nifakın müşahhas bir ifadesidir. Peygamberimiz (s.a.) bu
binanın yıkılmasını emrettiği zaman bu onlara çok ağır gelmiş, kızgınlıkları artmış,
onun peygamberliği hakkındaki şüpheleri çoğalmıştı. Korkuları bir kat daha
büyümüş, kendi durumları hakkında tereddüde düşmüşlerdi: Acaba öldürülecekler
miydi, yoksa serbest mi bırakılacaklardı? Bu binanın kendisi bizzat şüphe idi,
şüphelere de sebep oldu. Şüpheye sebep oluşu binanın tahrip edilmesi ve
yıkılmasıyla ortaya çıktı.
Allah
yarattıklarının amellerini gayet iyi bilendir, hayır veya şer onlara karşılık
vermekte tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Münafıkların halini açıklamak,
gerçeklerin bilinmesi için Onun hikmetindendir.
[308]
Bu
ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir.
1- Münafıklardan bir grup şu dört sebeple Küba Mescid'i civarında Dırar
Mescidini yaptılar: Amaçları müslümanlara zarar vermek, Peygamberimiz (s.a.)'i
ve getirdiği Kitabı inkâr etmek, müminlerin arasını açmak, Allah ve Ra-sulüne
düşmanlık edenlere karargâh hazırlamak.
Dırar
Mescidi tabirindeki menfilik bizzat kendisinde değil, mescidi yapanların
gayesindedir.
2- İyi niyetli ve gayelerinin halis olduğuna dair yaptıkları yeminler
yalandır.
3- Malikîler demişlerdir ki: Zarar vermek veya gösteriş niyetiyle kurulan
her mescit Dırar Mescidi hükmündedir; öyle bir yerde namaz kılmak caiz değildir.
Böyle bir mescidin yanıbaşına başka bir mescit yapılmışsa yıkılması vaciptir.
Çünkü bu durumda birinci mescidin halkı ayrılır, mescit boş kalır. Ancak şehir
büyük, halkı çok ise ve bir mescit yeterli değilse bu durumda ikinci bir mescit
bina edilebilir. Bir beldede iki veya üç mescit bina edilmesi uygun değilse bu
durumda ikinci bir mescit bina edilebilir. Bir beldede iki veya üç mescit bina
edilmesi uygun değildir. İkinci mescit men edilmelidir. Kim böyle bir yerde
Cuma namazı kılarsa o cuma geçerli değildir.[309]
4- Alimler diyorlar ki: Zalimin birinin tayin ettiği imamın arkasında, mazeretini
ortaya koymadıkça veya tevbe etmedikçe namaz kılınmaz.
Çünkü
Hz. Ömer (r.a.) hilâfeti esnasında Mücemmi' b. Cariye'nin Küba Mescidi'nde imam
olarak namaz kıldırmasına izin vermemişti. Çünkü Dırar Mescidi'nin imamı idi.
Sonra da münafıkların ondan gizledikleri şeylerden bilgisi olmadığı ortaya
çıkınca onun imamlığına izin verdi.
5- İbadet için bina edilen mescit başkalarının zararına sebep oluyorsa zarara
sebep olan her bina gibi bu da yıkılır. Tıpkı başkasına zararı dokunan fırının
yıkılması, değirmen yapanın, kuyu kazan kimsenin engellenmesi gibi... Buradaki
ölçü, kardeşine veya komşusuna zarar veren kimsenin engellenebileceğidir. Buna
günümüzde hukukçular, "Hakkı kullanmada aşın gitme nazariyesi" adını
vermektedirler. Maliki fakihleri ve başkalarının bu nazariyeyi kabul ettikleri
hususu daha önce geçmişti.
6- "Ameli küfür." İbnü'l- Arabî şöyle der: Bunlar, Küba Mescidi
veya Peygamberimiz (s.a.)'in Mescidi'nin hürmeti olmadığına inanmaları
sebebiyle kâfir oldular.
7- "Müminlerin arasını açmak" ifadesi işaret etmektedir ki
cemaatin varlığının en yüce maksadı kalpleri birbirine ısındırmak, onları
itaat noktasında birleştirmektir. Böylece insanlar birbirleriyle kaynaşır,
kalpleri kinlerden arınır.
İmam
Malik -diğer alimlere muhalif olarak bu ayetten şu hükmü çıkartmaktadır: Bir
mescitte iki ayrı imam arkasında iki cemaat namaz kılınmaz.
8- "Onlar, iyilikten başka bir niyetimiz yoktu, diye yemin
ederler." ayeti işaret ediyor ki fiiller amaç ve maksadın değişmesiyle
değişikliğe uğrarlar.
9- "Orada asla namaza durma!" mealindeki ayete göre Dırar
Mescidi'nde namaz kılmanın haram oluşu.
10- Takva Mescidi'nin namaz kılmak için diğerinden daha lâyık olduğu.
Takva, imamın cezadan kurtulmasına vesile olarak güzel hasletlerdir.
11- İslâm'ın manevî temizliğe (kinlerden uzak kalmaya, gönül temizliğine
sahih imana) ve maddî temizliğe (abdeste, gusüle, elbiseye, bedenden ve namaz
kılınacak yerlerden pisliğin kaldırılmasına) teşvik etmesi... Çünkü Allah bu
ayette temizliği seven ve önem veren kişilere senada bulundu.
Necasetin
kaldırılması hususunda alimlerin üç görüşü vardır.
Birinci
görüşe göre farzdır. Bilerek veya bilmeyerek pis bir elbise ile namaz kılan
kimsenin namazı caiz olmaz. Bu imam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. İmam
Malik'ten de bu şekilde bir rivayet vardır.
İkinci
görüşe göre ise necaset dirhem miktarı (3,2 gr.) ise namaz iade edilir. Dirhem
miktarı dübürün halkasına kıyas edilerek belirtilmiştir. Bu görüş İmam Ebu
Hanife ve İmam Ebu Yusuf un görüşüdür.
Üçüncü
görüşe göre ise elbise ve bedendeki necasetin temizlenmesi sünnettir, farz
değildir. Bu İmam Malik'in diğer görüşüdür.
Kurtubî
der ki: Birinci görüş inşallah daha sahihtir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.)
Buharî ve Müslim'in rivayetine göre, yanyana iki kabrin yanından geçerken şöyle
dedi: "Bu iki kabirde yatan da azap görüyor. Ama büyük bir şey sebebiyle
azap görmüyorlar. Biri, laf taşıyıcılık yapması, diğeri ise küçük ab-destten
sonra tam manasıyla istibra yapmaması sebebiyle azap görüyor." İnsan ise
ancak farzı terk etmesi sebebiyle azaba uğrar.
Ebubekir
b. Ebî Şeybe, Ahmed b. Hanbel, İbni Mace ve Hakim Ebu Hurey-re'den şöyle
rivayet etmektedirler: Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Kabir azabının
çoğu idrar sebebiyledir."
Diğerleri
ise Cebrail (a.s.)'in Peygamberimiz (s.a.)'e gelip namazda ayakla-nndaki
nalinlerinde pislik olduğunu bildirmesi üzerine Rasulullah (s.a.)'m na- ünlerini
çıkarmasını delil olarak zikretmişlerdir.[310]
Kıldığı
namazı iade etmemesinden de necaseti izale etmenin sünnet olduğu ancak
namazının sahih olduğu anlaşılmaktadır. Vaktin içinde olduğu müddetçe kâmil
bir namaz kılmak için namazını iade edebilir.
12- 109. ayet delâlet etmektedir ki, Allah korkusu ve O'nun rızasını kazanma
niyetiyle başlanan her şey bakidir, sahibine mutluluk verir ve onu Allah'a
yükseltir:
"...
Geride kalan salih amellerine ise sevap olarak da, ümit kaynağı olarak da
Rabbinin nezninde sizin için daha hayırlıdır. (Kehf, 18/46).
13- Dırar Mescidi münafıkların şek ve şüpheye düşmelerinin sebebi idi. Bu
mescidi bina ettiklerinde son derece sevinmişlerdi. Rasulullah (s.a.) yıkılmasını
emredince de bu onlara çok ağır geldi, kızgınlıkları arttı ve Rasulul-lah'ın
hakkındaki tereddütleri çoğaldı. Kalplerindeki bu şek ve şüphe ölünceye kadar
devam etmiştir.
[311]
111-
"Allah yolunda çarpışan, düşmanları öldüren ve ölen müminlerin canlarını
ve mallarını Allah kendilerine cenneti vermek karşılığında satın almıştır. Bu,
Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da olan gerçek vaadidir. Allah'tan daha
çok ahdini yerine getiren kim olabilir. O'nunla yaptığınız bu alışverişten dolayı
sevinin. Gerçekten bu büyük bir kazançtır.
112-
Bunlar, günahlarından tevbe edenler, Allah'a ibadet edenler, O'na hamdedenler,
O'nun yolunda seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip
kötülüğü yasaklayanlar ve Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlardır. O
müminleri müjdele.
"Allah
satın almıştır." Burada istiare-i tebeiyye sanatı vardır. Onların canlarını,
mallarını feda etmeleri ve buna karşılık cennetle mükâfatlandırılmalan
alışverişe benzetilmiştir. Gerçekte Allah'ın bir şeyi satın alması mümkün değildir.
Çünkü Allah her şeyin gerçek sahibidir. Bunun için Hasan el-Basrî "Yarattığı
canlan, onlara nzık olarak verdiği mallan satın almıştır" demiştir.
"...
öldüren ve ölen ..." Bu iki kelime arasında şekildeki farklılık sebebiyle
nakıs cinas vardır.
"O
halde... sevinin." Bu ifadeden önce gaibe hitap edilirken bu ifade ile
muhataba hitap etmeye geçilmiştir.
"Rükû
edenler, secde edenler" yani namaz kılanlar. Bu ifadede "cüz"
kullanılıp "küll" kastedilerek mecaz-i mürsel yapılmıştır. "O
müminleri müjdele." Zamir kullanılacak yerde sıfat kullanılmış, yani
(onlan müjdele) yerine "o müminleri müjdele" denmiştir. Bunun sebebi
müminlere değer vermek, onlara itina göstermek, onlan bu dereceye ulaştıran
şeyin imanlan olduğuna ve kâmil müminin bütün bu vasıflan taşıması gerektiğine
işaret etmektedir.
[312]
"...
müminlerin ... satın almıştır." Yani mallannı, canlannı cihad ederek Allah'a
itaat yolunda feda etmeleri suretiyle satın almıştır. Bu temsil şu ayet-i
kerimedeki temsil gibidir: "Onlar hidayeti bırakıp dalâleti satın alan
kimselerdir." (Bakara, 2/16, 175)
"Allah'tan
daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir1?" Yani ondan daha vefakâr
daha çok ahdini yerine getiren hiç kimse olamaz.
"Gerçekten
bu" satın alman cennet "en büyük kazançtır." Yani istenen gayeyi
gerçekleştiren en büyük saadettir.
"Bunlar
...ibadet edenler" ibadeti sadece Allah için yapanlar, Allah'a ibadette
ihlaslı olanlar, "Hamdedenler..." Allah'a her hal üzerine
hamdedenler. "O'nun yolunda es-Saihûn: seyahat edenler," bir anlamı
da "oruç tutanlar"dır; "rükû edenler, secde edenler" namaz
kılanlar, "Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlardır. " Ahkâmıyla
amel ederek hadleri koruyanlardır.
"O
müminleri" Cennet ile "müjdele!"
[313]
Bu
ayet 70 kişilik Ensar topluluğu ikinci biatta (büyük Akabe Biatında) Rasulullah
(s.a.)'a biat ettiği zaman nazil oldu. Aralarında yaşça en küçükleri Ukbe b.
Amr idi.
Taberî
şöyle rivayet ediyor ki: Abdullah b. Ravâha o gün Rasulullah (s.a.)'a:
"Rabbin ve kendin için dilediğin şeyleri şart koşabilirsin" dedi.
Rasulullah (s.a.) da "Rabbim için, O'na kulluk etmenizi, hiçbir şeyi O'na
ortak koşmamanızı, nefsim için ise canlarınız ve mallarınızı koruduğunuz
düşmanlardan beni de korumanızı şart koşuyorum" dedi. Ensar: "Bunu
kabul edersek ne elde edeceğiz" dediler. Efendimiz (s.a.)
"Cennet" dedi. Ensar "Ne kazançlı ticaret, ne geri veririz, ne de
bizden geri istenir." dediler. Bunun üzerine,"Şüphesiz Allah
müminlerin canlarını... satın almıştır" mealindeki ayet nazil oldu.
[314]
Allah
Tealâ münafıkların Tebuk Gazvesi'ne katılmamaları sebebiyle yaptıkları rezil
ve çirkin davranışlarını açıkladıktan ve müminlerden de ihmalkâr olanları beyan
ettikten sonra imanlarında sadık olan ve Allah yolunda cihad eden müminlerin
vasıflarını belirtti.
[315]
Bu
ayet cihada teşvik amacıyla verilen bir misaldir. Bununla Cenab-ı Hak müminlerin
canlarını ve mallarını feda etmelerinden dolayı kereminden, lüt-fundan ve
ihsanından dolayı onların cennetle mükâfatlandırmasını "satın alma"
diye ifade etmiştir. Çünkü Allah kendisine itaat eden kullarına lütufta bulunarak
sahibi olduğu şeylerin kendisine bedel olarak verilmesini kabul etmiştir.
Hasan-ı Basrî ve Katade der ki: Vallahi Allah onlarla alışveriş etmiş malın
fiatını da yüksek tutmuştur.
Ayetin
manası şudur: Şüphesiz Allah müminlerin canlarını ve mallarını "cenneti
verme" gibi bir karşılıkla satın aldı. Yani Allah kendi yolunda canlarını
ve mallarım feda etmelerine karşılık onlara cenneti mükâfat olarak vermesini
bir ticaret malına benzetti.
Sonra
niçin bu alışverişin yapıldığını, canlarını ve mallarını cennet karşılığında
nasıl satacaklarını şöyle açıkladı: Onlar Allah yolunda çarpışırlar, düşmanları
öldürürler, Allah yolunda şehit olurlar. İster öldürüp öldürülsünler, isterse
ikisi birden meydana gelsin, onlara cennet vacip olmuştur.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak bu vaadi ve haberini şu ayetle tekit etti: "Bu, Allah'ın
gerçek vaadidir." Yani onlara verdiği bu vaatle kendine bunu vacip kıldı.
Bu vaadi Hz. Musa'ya indirilen Tevrat, Hz. İsa'ya indirilen İncil ve Hz.
Mu-hammed (s.a.)'e indirilen Kur'an'da kesin olarak bildirdiği sabit bir hak
kıldı. Tevrat ve İncil'in zayi olması veya tahrife uğraması bunun meydana
geldiğini ortadan kaldırmaz. Allah bu kitapları tasdik eden ve bu kitapları
nesheden Kur'an'da bu durumu ispat etmiştir.
"Allah'tan
daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir?" Yani ahdine daha çok bağlı,
vaadini infaz etmekte Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren hiç kimse
yoktur. Çünkü o vaadinden dönmez. Yine Cenab-ı Hak buyuruyor: "Allah'tan
daha doğru sözlü kim olabilir?" (Nisa, 4/ 87, 122).
Bu
söz, vaadi yerine getirme hususunda kesin bir ifade, ve bu vaadin gerçek
olduğunu bir defa daha tespittir.
Sözde
durma bu şekilde kesinleşince, canlarınızı ve mallarınızı feda etmeniz üzerine
Allah'ın bir sevabı, lütuf ve ihsanı olarak kazandığınız cennet sebebiyle son
derece mutlu olup sevinin. Bu kazanç büyük bir kazanç, ebedî bir nimettir.
Bundan daha büyük bir kazanç yoktur."
Burada
zikredilen Allah yolunda canlarını ve mallarını feda eden müminler gerçekten
inkarcı olmaktan tevbe eden Allah'ın rızasını aykırı şeyleri terk etmek
suretiyle Allah'a dönen müminlerdir.
Tevbe
masiyetin çeşidine göre farklılık arz eder. Küfür yolundan tevbe etmek ondan
dönmekle, münafığın tevbesi nifakı terk etmekle olur. İsyankâr kimsenin tevbesi
işlediği günaha pişmanlık duymakla ve onu gelecekte bir daha işlememeye kesin
kararlı olmakla gerçek tevbe olur. Herhangi bir hususta ihmalkâr davranan
kişinin tevbesi bu kusurunu telâfi etmekle, Rabbinden gafil olan kişinin
tevbesi Allah'ı çokça zikredip O'na şükretmek suretiyle olur.
O
müminler Allah'a O'nun dininde ihlâslı olarak "ibadet eden," bollukta
ve darlıkta Ondan gelene ve O'nun nimetlerine "şükreden kimselerdir."
Hz. Aişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.)'e sevindirici bir haber geldiği
zaman "Allah'a hamdolsun ki O'nun verdiği nimetlerle salih ameller
tamamlanıyor" derdi. Efendimiz (s.a.)'in hoşuna gitmediği bir haber
gelince de "Allah'a her durumda hamdolsun" derdi.
O
müminler cihad etmek, ilim tahsili veya helâl rızık talebiyle yeryüzünde
"seyahata çıkan" kimselerdir. Bit rivayette buna oruç tutanlar manası
verilmiştir. Hakimin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte,
"Saihun, oruç tutanlardır" buyurulmuştur. Çünkü oruç şehvetlere ve
lezzetlere engel olmaktadır. Seyahatta da genellikle böyledir. Oruç ayrıca
Mülk ve Melekût alemin gizliliklerini öğrenmeye vesile olan, nefsi terbiye
eden bir ibadettir.
O
müminler "rükû ve secde eden" farz namazları kılan kimselerdi. Burada
rükû ve secdenin şerefli (yani diğer rükünlere göre daha anlamlı) olması, Allah'a
boyun eğme, O'nun huzurunda eğilme manası taşıması sebebiyledir. O yüzden
burada namazın sadece bu iki önemli rüknü zikredilmiştir.
Onlar
"iyiliği emreden" iman ve taate davet edenler, "ve
kötülüğü" yani şirk ve diğer masiyetleri "yasaklayan
kimselerdir." Buradaki "ve" edatı "iyiliği emretme ve
kötülüğü yasaklama"nın tek bir özellik olduğunu ifade eden bir atıf
edatıdır. Sanki "bu iki vasfı bir arada toplayan kimseler" denilmiş
oluyor.
Onlar
"Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlar" yani Allah'ın farzlarına, şeriatına,
hükümlerine riayet eden kimselerdir. Bu ifade bütün faziletli amelleri içine
almaktadır; bundan önceki hususlar bunun tafsilatı şeklindedir. Bütün bu
vasıfları taşıyanlar Allah'ın koyduğu sınırlan koruyan kimselerdir.
Bu
kişilerin mükâfatları ise şu şekilde ifade edilmektedir: Ey Rasulüm! Bu
faziletli sıfatlan taşıyan müminleri dünya ve ahiretin hayırlanyla müjdele.
Ayette müjdelenen şeyin zikredilmemiş olması bunun büyüklüğüne işarettir. Sanki
şöyle demektedir. Onlan kelimelerin ifade edemiyeceği, akıllann alamayacağı
nimetlerle müjdele.[316]
Bu
ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- Allah yolunda malla veya canla yahut her ikisiyle yapılacak cihadın sevabı
ve mükâfatı cennet'tir. Allah Tealâ bu manaya mecaz yoluyla yani feda edilen
can ve mallar ile bunlara karşılığı verilecek cenneti bir alış veriş muamelesine
benzetmek suretiyle ifade etmiştir. Kulun canını ve malını teslim etmesi
Allah'ında sevap ve mükâfat vermesi şeklinde açıklanmıştır.
Allah
Tealâ bu sevabı ve cenneti lütfetmesini aşağıdaki 10 ayn tekit ile
kesinleştirmiştir:
a) Satın alanın Allah oluşu
b) Karşılıklı alış-verişle sevabın hasıl olması
c) "Vaad" kelimesi;
d) Allah'ın vaadi ise haktır
e) Tevrat, İncil, Kur'an-ı Kerim gibi büyük kitaplarda bu vaadin yer alması..
f) Aynı zamanda bütün bu kitaplar, peygamberleri ve rasulleri bu
ahş-veri-şe şahit kılma manasını da ihtiva etmektedir.
g) "Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir?"
ayeti bu konuda son derece kesin bir tekittir.
h) "O halde O'nurda yaptığına bu alış-verişten dolayı sevinin"
ayeti bir kat daha tekittir.
i) "Bu bir kazançtır" ifadesi
k) "el-Azîm" ifadesi bu durumu tekit etmektedir.
2- Alimler diyor ki: Allah akil-baliğ müminlerden canlarını ve mallarını
satın aldığı gibi çocuklardan da satın almıştır. Büyüklerin ibret almaları ve
ilâhî maslahat icabı çocuklara âlem ve hastalık vermektedir. Çünkü büyükler çocukların
hastalık durumlarında daha maneviyat ehli ve fesatlardan daha uzak
olmaktadırlar. Allah bu çocuklara hastalıktan sonra iyilik ve güzellik vermektedir.
3- Sadece Allah yolunda ve O'nun rızası uğrunda savaşmak kişiyi
"Cennet" dediğimiz mükâfata lâyık kılmaktadır.
4- Cihadın meşru kılınması ve düşmanlarla savaşmak Hz. Musa (a.s) zamanı
kadar eskidir.
5- Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren hiç bir kimse yoktur. O hem
vaadini, hem de vaidini (tehdidini) yerine getirir. Vaadi herkes için ama vaidi
sadece günahkârlar veya bazı günahlar yahut bazı durumlara mahsustur.
6- Hasan el-Basrî "... bu alış verişten dolayı sevinin" ayeti hakkında,
"Yeryüzünde bu alış verişe dahil olmayan hiç bir mümin yoktur"
demiştir.
7- "tevbe edenler, ibadet edenler..." ayeti "cihad
edenler" vasfından sonra dokuz vasıf saymıştır. Böylece kâmil müminlerin
vasıfları 10 tane olmaktadır. Çünkü bu iki ayet müstakil iki ayet değil,
birbiriyle irtibat halinde iki ayettir.
İbni
Abbas diyor ki: "Allah müminlerden... satın almıştır" ayeti nazil
olunca bir kişi, "Ya Rasulallah!. Zina etse, hırsızlık yapsa, içki içse
de bu dereceye ulaşır mı?" diye sordu. Bunun üzerine "tevbe edenler,
ibadet edenler..." ayeti nazil oldu.[317]
Bu
dokuz vasıf şunlardır:
Tevbe
edenler: Allah'a isyan içinde bulundukları kötü durumdan O'na itaat yolunda
takdir edilen duruma dönenler.
İbadet
edenler: Sadece Allah için ibadet edip, O'na itaat eden, O'nun kaza ve kaderine
razı olanlar, verdiği nimetleri Allah'a itaat yolunda sarfedenler.
Şükredenler:
Her halde Allah'a hamdederler.
Oruç
tutanlar: Burada oruç tutana "seyahata çıkan" ismi verildi. Çünkü
oruçlu yeme, içme ve şehvetini tatmin gibi bütün lezzetleri bırakmaktadır. Atâ
diyor ki: "Seyahata çıkanlar" cihad yoluna çıkan kimselerdir.
Rüku
edenler; Secde edenler: Yani farz ve nafile namazlarını eda edenler.
İyiliği
emredenler: İmanla veya sünnet-i seniyyeye uyarak iyiliği emredenler.
Kötülüğü
yasaklayanlar: Küfür, bid'at ve masiyeti yasaklayanlar.
Allah'ın
koyduğu sınırları koruyanlar: Yani Allah'ın emirlerini yerine getirip,
yasakladığı haram ve günahlardan uzak duranlar. Bu vasıflar kâmil müminlerin
vasıflandır. Allah bunları, müminler kendi aralarında bu vasıfları elde etme
hususunda yarışsınlar diye zikretmiştir.
8- "Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlar..." Bu ifade ister
ibadetlerle isterse muamelelerle ilgili olsun bütün şer'î vazifeleri içine
almaktadır. Ama bu son vasıftan önce diğer vasıflar, umumiyetle mükellef olan
bir şahsa gerekli olması sebebiyle bir bir sayılmıştır.
9- "O müminleri müjdele" ifadesi zikredilen bu müjdenin sadece
bu belirtilen vasıflan taşıyan müminlere mahsus olduğunu bildirmek içindir.
[318]
113-
Müşriklerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra artık onlar için ne
peygamberin ne de müminlerin Allah'tan af dilemeleri doğru değildir.
114- İbrahim'in babası için af dilemesi de sadece
ona verdiği sözü yerine getirmesi içindir. Fakat babasının Allah'ın düşmanı
olduğu ortaya çıkınca İbrahim ondan uzaklaştı. İbrahim gerçekten çok niyaz eden
ve yumuşak huylu bir kişi idi.
115-
Allah bir kavmi hidayete ilettikten sonra, sakınmaları gereken şeyleri
açıklamadıkça onları saptırmaz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir.
116- Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü yalnız
Allah'ındır. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir
dost ne de bir yardımcı vardır.
"...
Bir kavmi hidayete ilettikten sonra... onları saptırmaz." Hidayete iletmek
ve saptırmak kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
Yine
"O hem diriltir, hem de öldürür" kelimeleri arasında da tezat sanatı
vardır.
"Ona
(söz) verdiği" ile "sözü yerine getirmesi içindir" ifadeleri
arasında ci-nas-ı iştikak sanatı vardır.
[319]
"Cehennemlik,
oldukları belli olduktan sonra" yani küfür üzerine ölmeleri sebebiyle
cehennemliktirler, "ne peygamberin ne de müminlerin istiğfar etmeleri"
Allah'tan af dilemeleri "doğru değildir."
"İbrahim
'in babası için af dilemesi ona verdiği sözü yerine getirmesi içindir".
Çünkü Hz. İbrahim (a.s.) babasının müslüman olmasını ümid ederek, "Senin
için Rabbimden af dileyeceğim" demişti. (Meryem, 19/47).
"Babasının
Allah düşmanı olduğu ortaya çıkınca..." Bu da küfür üzerine ölmesi
sebebiyledir. "İbrahim ondan uzaklaştı" O'nun için istiğfar etmeyi
bıraktı.
"İbrahim
... çok niyaz eden" çok yalvaran, çok içli ve çok dua eden.
"Halim" yumuşak huylu, eza ve cefaya sabreden, kızmayan, "birisi
idi." Bu cümle babasının Hz. İbrahim'e olan düşmanlığına rağmen Hz.
İbrahim (a.s.)'ı babası için istiğfar etmeye sevkeden sebebi açıklamak için
zikredilmiştir.
"Allah
bir kavmi hidayete" yani İslâm'a "ilettikten sonra..."
"sakınacakları şeyleri açıklamadıkça" yani sakınmaları gerekli
amellerin tehlikelerini açıklamadıkça... Eğer bunlardan sakınmazsa delâlete
düşmeye lâyık olurlar, "onları saptırmaz" yani onların delâlette
olduklarını söylemez veya onları muaheze etmez.
"Allah
her şeyi bilendir." Bu ifadenin içinde hidayete ve sapıklığa müste-hak
olanları bilmek de vardır.
[320]
İmam
Ahmed, Buharî, Müslim, İbni Ebî Şeybe, İbni Cerîr ve diğer imamlar Said b.
Müseyyeb'den, o da babasından naklediyor ki: Ebu Talib'in son hastalığında
Peygamberimiz (s.a.) yanına girdi. O sırada Ebu Talib'in yanında Ebu Cehil ve
Abdullah b. Ebî Ümeyye vardı.
Peygamberimiz
(s.a.): "Amca! Lâ ilahe illallah" de. Bu sözle sana Allah katında
hüccet getireyim" dedi. Ebu Cehil ve Abdullah "Ey Ebu Talib! Baban
Ab-dulmuttalib'in dininden dönmek ister misin?" dediler. O'nunla konuşmaya
devam ettiler. Nihayet Ebu Talib'in son sözü "Abdulmuttalib'in dini
üzerine" cümlesi oldu. Peygamberimiz (s.a.) de: "Bunun hakkında
herhangi bir yasak gelmedikçe vallahi, senin için Allah'tan mağfiret
dileyeceğim" dedi. Bunun üzerine, "Müşrikler için... ne peygamberin,
ne de müminlerin Allah'tan af dilemeleri doğru değildir". (Tevbe, 9/113)
ayeti indi. Yine Ebu Talib hakkında "Sen sevdiğini hidayete
kavuşturamazsın" (Kasas, 68/52) ayeti indi.
Bu
rivayetten anlaşıldığına göre bu ayet Mekke'de inmiştir. Çünkü Ebu Talib
hicretten yaklaşık üç sene önce Mekke'de vefat etmişti. Bu surenin "Medenî"
olmasını dikkate alarak bazı alimler bu ayetin Ebu Talib hakkında inmiş
olmasını uzak bir ihtimal olarak görmüşlerdir.
Tirmizî'nin
Hz. Ali (r.a.)'den naklettiği ve Hakim'in de "Hasen hadis" diye
hükmettiği hadis-i şerifte Hz. Ali diyor ki: "Ana-babası için -müşrik
oldukları halde- Allah'tan af dileyen birini gördüm. Ona: "Anan-baban müşrik
oldukları halde onlar için Allah'tan af mı diliyorsun?" dedim. Bana
"Hz. İbrahim (a.s.) de müşrik olduğu halde babası için af diledi"
dedi. Ben de bunu Rasulullah (s.a.)'a anlattım. Bunun üzerine "Müşrikler
için., ne peygamberin, ne de müminlerin Allah'tan af dilemeleri doğru
değildir" ayeti nazil oldu.
Hakim,
Beyhakî Delâil kitabında ve başkaları İbni Mes'ud'dan rivayet etmektedirler
ki: Rasulullah (s.a.) bir gün mezarlığa gitti. Bir kabrin yanında oturdu. Uzun
müddet Allah'a yalvardı. Sonra ağladı. Onunla ben de ağladım. Dedi ki:
"Yanında oturduğum kabir annemin kabridir. Ben Rabbimden ona dua etmek
için izin istedim. İzin vermedi. Bunun üzerine "Müşrikler için... ne Peygamberin,
ne de müminlerin Allah'tan af dilemeleri doğru değildir" mealindeki ayet
nazil oldu.
İmam
Ahmed, İbni Merdûveyh -hadisin lafzı da ona aittir- ve Büreyde' de
nakletmektedirler ki: Peygamberimiz (s.a.) ile beraberdim. Usfan'da durdu.
Annesinin kabrini görmüştü. Abdest alıp namaz kıldı ve ağladı. Sonra şöyle
buyurdu: "Rabbimden onun için istiğfar etmek hususunda izin istedim."
Bunun üzerine "Müşrikler için ne Peygamberin, ne de müminlerin Allah'tan
af dilemeleri doğru değildir" ayeti indi.
İmam
Ahmed, Müslim ve Ebu Davud'un Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre,
Rasulullah (s.a.) annesinin kabrine gitti, ağladı etrafindakileri de ağlattı.
Sonra şöyle buyurdu: "Rabbimden onun için istiğfar etmek hususunda izin
istedim, bana izin vermedi. Annemin kabrini ziyaret etmek için izin istedim,
bana izin verdi. Kabirleri ziyaret edin. Çünkü kabirler size ölümü hatırlatır."
Bu
rivayetler gösteriyor ki, bu ayetin nüzul sebebi ya Ebu Talib, ya Peygamberimiz
(s.a.)'in annesi, yahut ana-babası için istiğfar eden müslüman bir şahıstır.
Hafız
İbni Hacer diyor ki: Bu ayetin nüzulü için birkaç sebep olabilir: Ya ayetten
önce Ebu Talib'in durumu, ya ayetin nüzulünden sonra Amine'nin durumu, ya da
Hz. Ali (r.a.) kıssası olabilir. Başkaları ise, bu ayeti birkaç defa nazil
olmuş olabilir, diyerek rivayetlerin arasını bulmuşlar, tercih yapmamışlardır.
[321]
Tevbe
suresi'nin konusu başından buraya kadar "Müslümanların kâfir ve
münafıklardan her durumda uzak olduğunun ilânı" idi. Bundan sonra kâfir ve
münafıkların dirilerinden uzak olmak gerektiği gibi, anne ve baba gibi insana en
yakın kişiler bile olsalar onların ölülerinden de uzak durmanın gerekli olduğu
beyan edildi. Bundan maksat onlarla her durumda ilişkiyi kesmenin şart olduğunu
beyan etmektir.
[322]
Müşrikler
için ne Peygamberin ne de müminlerin Allah'a dua edip af dilemeleri doğru
değildir, bu onların şanına da yakışmaz. Yahut nehiy manasında onların bunu
yapmaya haklan yoktur.
Çünkü
Peygamberlik ve İman müşrikler için istiğfar etmeye manidir. Onlar için
istiğfarda bulunmayınız. Her iki manada birbirine yakındır.
Buna
engel olan husus "Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra" (Tevbe,
113) ayeti ile "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun
dışındaki günahları dilediği kimse için affedilir." (Nisa, 4/116)
ayetidir.
1-
Meâni ilmi alimleri şöyle demektedirler: Kur'an'daki "mâ-kâne"
kelimesi iki manaya gelir: a) Nefy (olamaz) manasındadır. "... Sizin bir
tek ağacı bile bitiremeyeceğiniz..." (Nemi, 27/60) ayetinde olduğu gibi.b)
Nehy (hakkınız değildir, yapmayın) manasındadır. "Allah'ın Rasulüne
eziyet etmeniz hakkınız değildir, eziyet etmeyin." (Ahzab, 33/53) ve bu
ayette (Tevbe, 9/113) olduğu gibi.
Münafık
ve kâfirler itaat edilmesi, sıla-i rahim yapılması ve şefkatle dav-ranılması
gereken en yakın akrabalardan bile olsalar buna izin verilmemiştir.
Onların
cehennemlik oldukları delille belli olduktan sonra yani küfür üzerine ölmeleri
sebebiyle onlar için yapılacak bir şey kalmamıştır. Yani bu istiğfara engel
olan sebep onların cehennemlik olduklarının kesin olarak belli olmasıdır. Bu
sebep yakın ve uzak akraba arasında hiçbir ayırım gözetmemektedir.
Beyzavî
diyor ki: Burada münafık ve kâfirlerin diri olanları için istiğfarın caiz
olduğuna delil vardır. Çünkü onların imana ermelerini istemişti. Böylece Hz.
İbrahim (a.s.)'in zahirde kâfir babası için istiğfar etmesi çelişkisi de ortadan
kalkmaktadır.
Hz.
İbrahim (a.s.)'in babası Azer için "Babamı affet. Şüphesiz o delâlete
düşenlerdendir." (Şuara, 26/86) yani O'nun imanı kabul etmesini nasip eyle
sözüyle af dilemesi, bu yasaktan önce verdiği söz sebebiyledir. Çünkü Hz. İbrahim
(a.s.) "Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Çünkü O bana çok
lütufkâr-dır." (Meryem, 19/47) yani senin için ancak dua edebilirim,
demişti. Hz. İbrahim (s.a.)'in güzel ahlakından biri vefakar olması, verdiği
sözde durmasıdır. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "... ve verdiği sözde
duran İbrahim..." (Necm, 53/37).
Hz.
İbrahim (a.s.) babasının küfür üzerine ölmesiyle veya onun hakkında kendisine
asla iman etmeyeceği şeklinde vahiy gelmesiyle, babasının Allah düşmanı olduğunu
kesin olarak anlayınca ondan uzaklaştı, babası için istiğfardan vazgeçti.
Çünkü İbrahim (a.s.) çok içli, çok duygulu idi; çokça dua ve niyaz ediyordu.
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Evvah, huşu sahibi, tazarru ve
niyazda bulunan demektir." Bu ifade Hz. İbrahim (a.s.)'in aşırı merhametli
oluşu ve ince kalpliliğinden kinayedir. Halimdir, eziyetlere karşı çok sabırlıdır."
114.
ayetin bu son cümlesi, babasının Hz. İbrahim (a.s.)'e olan düşmanlığına ve ona
kötü muamele etmesine rağmen Hz. İbrahim (a.s.)'i babası için istiğfar etmeye
sevk eden sebebi açıklamak içindir. Babasının Hz. İbrahim (a.s.)'e düşmanlığına
delil şu ayettir: "Babası: "Ey İbrahim! İlâhlarıma karşı çıkıp yüz mü
çeviriyorsun. Eğer bundan vazgeçmezsen yemin olsun ki seni taşa tutarım. Haydi,
uzun müddet benden uzak ol" dedi. (Meryem, 19/46).
Sonra
Cenab-ı Hak bu yasaklama ayetinden önce müşrikler için istiğfar edenleri
sorgulamayacağını açıkladı. Onlara sakınmaları ve kaçınmaları gerektiğini
beyan etmeden herhangi bir amel yüzünden sorgulamayacağını bildirdi.
Allah'ın,
bir kavme İslâm yoluna hidayeti nasip ettikten sonra onlara söz ve
davranışlardan sakınmaları gerekli hususları açıklamadıkça o kavmi delâlet
içinde diye tavsif etmesi veya onları sapıkları muaheze etmesi, Onun
mah-lûkatmdaki sünneti olmadığı gibi rahmet ve hikmetine de uygun değildir. Bu
ayet Allah Tealâ'nın herhangi bir şeyi beyan edip ileri sürülebilecek mazeretleri
ortadan kaldırmadan hiç kimseye azap etmeyeceğine işaret etmektedir.
Şüphesiz
ki Allah her şeyi, insanların durumunu ve onların bu konuda açıklamaya olan
ihtiyacım bilendir. Sanki bu ifade ile Rasulullah (s.a.)'ın amcasına veya bu
yasaktan önce istiğfar dilediği kimse için söylediklerinin mazereti beyan
edilmektedir. Yine burada bir peygamberin mesajı kendisine ulaşmayan gafil
kimsenin bu mesajla mükellef olmayacağına delil vardır.
Dolayısıyla
bu ayetin nüzul sebebinin Peygamberimiz (s.a.)'in annesi için istiğfar etmek
istemesi olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü Amine Hz. Muham-med'in peygamberliğinden
önce, Hz. İsa (a.s.)'dan sonra cahiliye zamanında fetret devrinde ölmüştü. O
zaman durumların karışıklığı sebebiyle hak dini tanıma imkânı yoktu.
Allah
Tealâ kâfirlerden uzak kalmayı emrettikten sonra zafer ve yardımın ancak kendi
nezdinden verildiğini, çünkü yer ve göklerin mülkünün sadece kendisine ait
olduğunu beyan etti.
Size
yardım eden Yüce Allah olduğuna göre başkası size zarar veremez. "Şüphesiz
göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır." Yani bütün varlığın sahibi,
işlerinin idarecisi, her şeye galip ve hakim olan sadece Allah Tealâ'dır.
Olan-biten her şey O'nun elindedir. O hem diriltir, hem öldürür. O'nun çizdiği
kaza ve kaderi geri çevirecek, Onun hükmünü ortadan kaldıracak hiç bir güç
yoktur. O izin vermeden onların ne hakimiyet ne de zafer elde etmeleri mümkün
değildir. O'ndan başkasından uzak olsunlar. Nihayet yaptıkları ve yapmadıkları
her şeyde O'ndan başka gayeleri olmasın. Size normal olarak dost ve yardımcı
olanların yakınlıkları ve akrabalıkları sizi endişelendirmesin. Sizin Allah'tan
başka dost ve yardımcınız yoktur.
[323]
Bu
ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkarılmaktadır:
1- Kâfir olarak ölen kimseye bazı cahillerin yaptıkları gibi, rahmet ve
mağfiretle dua etmek veya "merhum falan" gibi ifade ile onları anmak
haramdır.
2- Ölü veya diri kâfirlerle dostluk kesilmelidir. Çünkü Allah müminlerin
müşrikler için istiğfar etmelerine müsade etmedi. O halde müşrik için mağfiret
dilemek caiz olmayan hususlardandır.
Ancak
Peygamberimiz (s.a.)'in Uhud Günü mübarek yüzünü yaralayıp dişlerini
kırdıkları zaman müşrikler için "Allahım! Şu kavme mağfiret eyle.. Çünkü
onlar bilmiyorlar" demesi Buharî ve Müslim'de belirtildiği gibi kendinden
önceki peygamberlerin duasının kıssa halinde anlatılması şeklinde idi. Veya bu
dua Kur'an'dan inen en son sure olan Tevbe suresinin nazil olmasından önce idi.
Müslim
hadisi İbni Mes'ud'dan rivayet etmektedir: "Sanki ben şu anda Rasulullah
(s.a.)'a bakar gibiyim. O peygamberlerden bir peygamberi anlatıyordu. Kavmi o
peygamberi dövmüştü. O da yüzündeki kanları hem siliyor hem de "Ya Rabbi!
Kavmime mağfiret eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar" diyordu.
3- Müminler için, İbrahim Halil (a.s.)'in babasına istiğfar etmesinde bir
delil yoktur. Çünkü bu sadece ona verdiği sözü yerine getirmek için yapılmış
bir istiğfardı.
Vaadde
bulunan, bir görüşe göre Hz. İbrahim (a.s.)'in babası idi. Çünkü iman edeceğine
dair oğluna söz vermişti. İbni Abbas diyor ki: Hz. İbrahim (a.s.)'in babası
İbrahim Halil (a.s.)'e Allah'a iman edeceğine, putları kaldıracağına dair söz
vermişti. Küfür üzerine ölünce Hz. İbrahim (a.s.) onun Allah'ın düşmanı
olduğunu iyice anladı, onun için dua etmeyi de bıraktı. Ayetteki zamir Hz.
İbrahim (a.s.)'e racidir. Vaadde bulunan babasıdır.
Diğer
bir görüşe göre vaadde bulunan Hz. İbrahim (a.s.)'dir. Yani Hz. İbrahim (a.s.)
babasına müslüman olur ümidiyle Allah'tan af dileyeceğine dair söz verdi.
Babası müşrik olarak ölünce ondan tamamen uzaklaştı. "Senin için
Rab-bimden af dileyeceğim." (Meryem, 19/47) ayeti buna delildir. Yani Hz.
İbrahim (a.s.) babasının kesinlikle kâfir olduğunu anlamadan önce, İslâm'a
girer ümidiyle, babası için istiğfarda bulunmak üzere söz verdi. Kâfir olduğu
kesinleşin-ce de babasından uzaklaştı.
4- Bir kişiye ölüm anındaki zahirî durumuna göre hükmedilir. İman üzere
ölmüşse onunla, küfür üzerine ölmüşse de onunla hükmedilir. Rabbin onun iç
durumunu en iyi bilendir.
5- "Allah bir kavmi hidayete ilettikten sonra sakınmaları gereken
şeyleri açıklamadıkça onları saptırmaz." (Tevbe, 9/115) ayetinin delaletiyle,
ilâhî ve Nebevî nas olmadan ceza yoktur. Açıkça beyan olmadan da muaheze
yoktur.
6- Yine bu ayet (Tevbe, 9/115) günahların sapıklığına ve helake, hidayet
ve doğru yolu terk etmeye sebep olduğuna işaret etmektedir.
7- Allah mülkün asıl malikidir. Yer ve göklerin anahtarları sadece O'nun
elindedir. Yardım sadece O'ndan beklenir.
[324]
117-
Yemin olsun ki, Allah Peygamberin ve o güçlük zamanında ona uyan Muhacirler ve
Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri
nerdeyse eğrilmek üzere idi. Yine de onların tevbesini kabul etti. Çünkü O,
onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.
118- Savaştan geri kalan üç kişinin de tevbelerini
kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, canları son
derece sıkılmıştı. Nihayet Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare
olmadığını anladılar. Sonra Allah eski hallerine dönsünler diye tevbelerini
kabul etti. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametlidir.
119-
Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.
"Yeryüzü
bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi." cümlesinde tezat sanatı
vardır.
"Tevbeleri
çok kabul edici ve çok merhametlidir." Bunlar mübalağa sigala-rıdır.
[325]
"Allah,
peygamberin tevbesini kabul etti." Yani Hz. Muhammed'in tevbesini devamlı
surette kabul etmektedir.
"ve
o güçlük saatinde" yani o zorluk anında, Tebûk Gazvesi'ndeki halleri beyle
idi. Binek ve azık sıkıntıları vardı. Hatta bir rivayete göre iki kişi bir
hurmayı bölüşüyorlardı, on kişi bir deveye nöbetleşe biniyordu. Şiddetli sıcaklar
olmuş, hatta işkembedeki yem artıklarını yemişlerdi, "ona uyanlar... m tevbelerini
kabul etti."
"İçlerinden
bir kısmının kalpleri nerdeyse eğrilmek üzereydi." İçinde bulundukları
sıkıntı sebebiyle Peygamber'e tabi olmaktan vazgeçip geri dönmeye meyledecekler
idi.
"Yine
de onların tevbesini kabul etti." Sebat etmeleri sebebiyle onların tev-besini
kabul etti. Sıkıntıya katlanıp sebat etmeleri sebebiyle tevbelerini kabul
ettiğini bildirmek ve bunu tekit için tevbelerin kabul edildiği tekrar
edilmiştir.
"Çünkü
O, Raufdur" çok şefkatli demektir. Re'fet, güçsüz kimseye acımak, şefkat
duymaktır. "Rahimdir" ise çok merhametlidir. Rahmet acıdığı kimseye
yardım için gayretli olmaktır.
"Geri
kalan" yani savaştan geri kalanlar, durumlarının değerlendirilmesi bir
müddet geri bırakılanlar. Çünkü onlar Allah'ın vereceği hükme bırakılmışlar,
Allah da bilahere onların tevbesini kabul etmişti, "üç kişinin de
tevbelerini kabul etti." Bunlar Ka'b b. Malik, Hilal b. Ümeyye ve Murare
b. Rabi'dir.
"Yeryüzü
bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş" huzur bulucakları yer
bulamıyorlardı. Bütün insanlar onlardan tamemen yüz çevirmişlerdi. Bunların
son derece şaşkınlık içinde kaldıklarına bu şekilde temsil getirilmiştir.
"canları son derece sıkılmıştı." Aşırı yalnızlık ve tevbelerinin
kabulünün gecikmesi onları üzmüş, canlarını iyice sıkmıştı.
"Allah'tan"
Allah'ın gazabından "yine Allah'a sığınmaktan başka çare" sığınak
"olmadığını iyice anladılar."
"Sonra
Allah eski hallerine dönsünler diye tevbelerini kabul etti." Onları tevbe
etmeye muvaffak kıldı.
"Allah'tan
korkun ve sadıklarla birlikte olun." Doğruluğa sarılmak suretiyle imanda
ve verilen sözleri yerine getirmekte doğrularla birlikte olun.
[326]
Buharî
ve başka alimler Ka'b b. Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Bedir
hariç, Peygamberimiz (s.a.)'in katıldığı hiçbir gazveden geri kalmadım. Nihayet
Tebuk Gazvesi yapıldı. Bu son gazve idi. İnsanlara hareket emrini verdi...
Allah bizim tevbemizin kabulü hakkındaki ayetleri indirdi: 'Yemin olsun ki,
Allah Peygamberin ve o güçlük zamanında O'na uyan Muhacirler ve Ensar'ın
tevbelerini kabul etti." (Tevbe, 9/117) Yine bizim hakkımızda "Ey
iman edenler!. Allah'tan korkun ve doğru sözlülerle beraber olun." (Tevbe,
9/119) buyurmuştur.[327]
Allah
Tealâ Tebuk Gazvesi'nin durumunu ve bu gazveye katılmayanların durumunu iyice
açıkladıktan sonra bu ayette de geri kalan ahkamı açıklamaya başladı. Bu üslûp,
Kur'an-ı Kerim'in gönüllere tesir etmesi, hatırayı tazelemesi ve okurken
bıkkınlık ve ümitsizlik vermemesi için aynı konudaki ayetlerin ayrı ayrı
yerlere dağıtılması şeklindeki üslûp tarzıdır.
Bu
ayetler müşrikler için istiğfar edilmemesi hakkındaki önceki ayetlerle tam bir
uyum içindedir. Bu durum Peygamberimiz (s.a.) için evlâ olmadığı gibi bazı
sahabiler için de hatalı bir hareket idi. Cenab-ı Hak onlara lütufta bulunup
bu hataları için yaptıkları tevbeleri kabul ettiğini bildirdi.
[328]
Allah
lütufta bulunarak Peygamberinden razı oldu; güçlüklerle dolu ve sıkıntılı bir
zamanda yapılan Tebuk Gazvesi'nde Ona arkadaşlık edip tabi olan mümin ashabının
da tevbelerini kabul etti. Bu gazveye "Gazvetül-üsra (Güçlük Savaşı), Hz.
Osman (r.a.) ve diğer sahabilerin teçhizatını temin ettikleri bu orduya da
"Ceyşü'1-üsra: Güçlük Ordusu" ismi verilmişti. Binek vasıtaları, yiyecek
ve su konusunda son derece eksiklik vardı. Hatta on kişi bir deveye nöbetleşe
biniyorlar, bir hurmayı iki kişi bölüşüp yiyorlardı. Bu savaşa tesadüf eden
şiddetli sıcaklar bir yana, develeri kesip işkembelerindeki yem kalıntılarını
sıkarak dillerini ıslatıyorlardı.
Cabir
b. Abdillah (r.a.), "Saatü'1-üsra: Güçlük Vakti" hem binek, hem yiyecek,
hem de su sıkıntısı idi, demiştir.
Yüce
Allah Peygamberin tevbesini kabul etti. Çünkü Rasulullah (s.a) Efendimizden
kendisi için evla ve efdal olmayacak bazı hareketler sadır olmuştu. Allah'ın
ikrar etmediği ve şahsî içtihadına dayanarak savaştan geri kalan münafıklara
izin vermesi gibi... Çünkü başka bir hareket tarzı bundan daha hayırlı idi.
İbni
Abbas Peygamberin ve müminlerin tevbesinin kabulünü şu sözüyle açıkladı:
Peygamberin tevbesinin kabulü münafıklara savaşa katılmama hususunda verdiği
izin sebebiyle yaptığı tevbenin kabulü idi. Bunun delili ise "Allah seni
affetsin. Niçin onlara izin verdin" (Tevbe, 9/43) ayetidir. Müminlerin
tevbe-si ise bazılarının, gönüllerinin savaştan geri kalmaz temayülünde olduğu
hatası için yaptıkları tevbedir.
Muhacir
ve Ensar sahabilerin tevbesinin kabulü ise bazılarının savaşa çıkarken ağır
davranmaları veya münafıkların çıkarttıkları fitneye kulak vermeleri hatası
için yaptıkları tevbenin kabulüdür.
Buradaki
tevbe iki manadadır: Peygamberimizin (s.a.)'in tevbesinin kabulü, Allah'ın
razı olması ve rahmetle muamele etmesidir, sahabe için ise Allah'ın kendilerini
tevbe etmeye muvaffak kılması ve tevbelerini kabul etmesidir.
Müminlerin
bu tevbelerinin kabulü içlerinden bazılarının neredeyse kalpleri eğrilecek,
haktan ve imandan yüz çevirecek bir duruma geldikten sonra oldu. Bunlar
münafıklıktan ayrı, başka sebeplerle savaştan geri kalan kimselerdi. Bunlar
salih amelle kötü ameli birbirine karıştırırlar, günahlarını da itiraf etmişlerdi.
Allah da yolculuk ve savaş anında karşılaştıkları sıkıntı ve zorluk sebebiyle
bazıları şüpheye düştükten sonra onların tevbelerini kabul etti.
Bundan
sonra Allah bir defa daha tevbelerini kabul ettiğini tekrarladı. Yani onlara
Rablerine yönelmelerini ve Allah'ın dininde sebatkâr olmalarını ihsan etti.
Zira Rableri onlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. Allah yolunda cihada
tahammül ettikten sonra Rableri onları bırakmaz. Ancak zararı kaldırıp onlara
fayda verir. "Rauf' ve "Rahim" olmanın manası budur.
Tevbenin
kabulünün bir defa daha tekit edilmesinin faydası onların şanlarını yüceltmek,
gönüllerindeki şüpheleri gidermek, sıkıntılı zamanda kalplerine gelen
vesveseleri yok etmektir.
Allah
ayrıca geri bırakılan -yani münafıklık sebebiyle olmayıp sadece tembellik
dolayısıyla, rahatı tercih etmeleri sebebiyle savaştan geri kalan- üç kişinin
de tevbesini kabul etti. Onlar savaşa gidenlerin arkasından Medine'de kalmışlar,
durumları münafıklardan sonraya kalmış, Rasulullah (s.a.) onlar hakkında hiçbir
hüküm vermemişti. Bunlar Allah'ın vereceği hükme bırakılmışlardı. Bu üç kişi
şair Ka'b b. Malik, hakkında "Li'an" ayeti nazil olan Hilal b. Ümeyye
el-Vakıfî ve Mürara b. Rabi' el-Amiri olup hepsi Ensar'dan idiler.
Allah
bu üç kişiyi üç sıfatla zikretti.
1- 'Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmişti." Yani
tevbede gecikmişler, cezadan korktukları için Peygamberimiz (s.a.)'in
kendilerinden yüz çevirmesi, müminlerin kendileriyle konuşmalarının
yasaklanması ve eşlerine de onlardan ayrı durmalarının emredilmesi sebebiyle
telâşa düştükleri için bütün mahlûkatı içine alacak genişliğine rağmen yeryüzü
onlara dar gelmişti. Bu üç kişi elli gün veya daha fazla bu durumda
kalmışlardı.
2- "Canlan son derece sıkılmıştı." Endişe, üzüntü, dostlardan
ayrılık ve insanların kendilerine küçümsemeli bakışları sebebiyle gönülleri
daralmıştı.
3- "Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını
anladılar." Kesinlikle bildiler ve inandılar ki Allah'ın gazabından yine
O'nun rahmetini ümid ederek tevbe ve istiğfar etmekten başka sığınılacak yer
yoktur.
"Sonra
tevbelerini kabul etti." Yani tevbelerinin kabulünü bildiren ayetleri
indirdi.
"Tevbe
etmeleri için..." Bu yüz çevirdikten sonra tekrar O'na dönsünler diyedir.
Bütün
bu belirtilen vasıfları tevbelerine, pişman oldukları hususundaki doğru
sözlülüklerine delil idi. Şüphesiz Allah tevbe edenlerin tevbesini çok kabul
edici, iyiliksever olanlar için de rahmeti pek geniştir.
Bu
üç kişinin tevbelerinin kabulü kıssasında aşağıdaki hususlar göze çarpmaktadır:
Müfessirlerin
çoğu, bu üç kişinin Rasulullah (s.a.)'ın arkasında savaşa çıkmadıklarını
söylemektedirler.
Ka'b
b. Malik anlatıyor: Rasulullah (s.a.) benimle sohbet etmeyi severdi. Savaşa
çıkmakta geciktiğimde, "Ka'b'ı engelleyen sebep ne olabilir ki?" diye
sormuş. Medine'ye geldiğinde münafıklar mazeret beyan ettiler, Peygamberimiz
(s.a.) onların mazeretlerini kabul etti. Sıra bana geldi. Ben de "Bineğim
ve yol azığım hazırdı. Günahım (ihmalim) sebebiyle savaşa katılmadım. Benim
için Allah'tan af dile." dedim. Rasulullah (s.a.) bunu kabul etmedi.
Bundan
sonra Peygamberimiz (s.a.) Ashabına bu üç kişiyle oturmalarını yasakladı.
Onlardan ayrı durmalarını emretti. Hatta hanımlarına da onlardan uzak
durmalarını söyledi. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye
başladı. Hilâl b. Ümeyye'nin hanımı Rasulullah (s.a.)'a geldi ve "Ya
Rasulal-lah! Hilâl ağlıyor, ağlamaktan gözlerinin kör olmasından
korkuyorum" dedi. Nihayet elli gün geçince Cenab-ı Hak "Yemin olsun
ki Allah, Peygamberin... Muhacirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti..."
(Tevbe, 9/117) ve "Savaştangeri kalan üç kişinin tevbelerini de kabul
etti." (Tevbe, 9/118) ayetlerini indirdi.
Bu
ayetler nazil olunca Rasulullah (s.a.) odasına çekildi. O sırada Ümmü
Seleme'nin yanında idi. Ona, "Allahu Ekber! Allah arkadaşlarımızın
mazeretini kabul eden ayetleri indirdi" dedi. Sabah namazı kılınca
ashabına bunu anlattı. Allah'ın tevblerini kabul ettiği müjdesini verdi. Bu üç
kişi de hemen Rasulullah (s.a.)'ın huzuruna geldiler. Rasulullah (s.a.) onlara
haklarında inen ayetleri okudu.
Ka'b
b. Malik, "Allah'a yaptığım tevbe gereği malımın tamamını sadaka olarak
veriyorum" dedi. Peygamberimiz (s.a.) "Hayır, olmaz." dedi.
Ka'b, "O halde yarısını" deyince, Peygamberimiz (s.a.) "Hayır,
olmaz" dedi. Ka'b yine "Peki, ya üçte birine ne dersin?" dedi.
Efendimiz (s.a.) o zaman "Evet" diyerek kabul etti.[329]
Allah
Tealâ bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğine dair ayetleri indirince işlenen
bu -Cihad'da Rasulullah (s.a.)'ı bırakıp geride kalmak, cihada katılmamak
-hatasının tekrarlanmasını şiddetle yasakladı ve şöyle buyurdu.
"Ey
İman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." Yani Rasulullah
(s.a.)'a muhalefet etme vb. Allah'ın razı olmayacağı şeylerden sakının ve
kaçının. Gazvelerde Rasulullah (s.a.) ve ashabı ile beraber olun. Münafıklarla
birlikte evlerinizde oturarak savaştan geri kalmayın. Dünyada iman ve ahdinde
durma hususunda sadık olan, Allah'ın dininde niyeti, sözü ve davranışları ile
sadık olan kimselerle beraber olun ki, cennette de yine sadıklarla beraber
olasınız.
"Sıdk"
Allah'ın dininde ve şeriatında, Allah'ın emirlerini yerine getirmede ve
Allah'ın Rasulüne itaatte sebatkâr olmaktır. Bu üç kişinin işledikleri hatadan
dolayı pişman olmaları konusundaki sadakatleri Allah'ın tevbelerini kabul etmesine
sebep oldu. Bu durum birtakım kritik durumlarda sadakatin başarı ve kurtuluşa
vesile olduğunu göstermektedir.
Beyhakî'nin
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Sadakat takvaya, takva da cennete götürür. Yalancılık günaha, günah da
cehenneme götürür." Sadık kimseye "Doğru söyledi ve takva yolunu tuttu"
yalancıya da "yalan söyledi ve günaha girdi" denir. Kişi sadakatte,
doğru sözlülükte devam ederse nihayet ismi Allah nezdinde sıddîk (son derece
sadakat sahibi) diye yazılır.
Başka
biri de yalancılığa devam eder ve ismi Allah katında "yalancı" diye
yazılır.
Yalancılığın
terk edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'in tavsiye ettiği gibi içki, zina, hırsızlık
vb. bütün günahları bırakmaya vesile olur.
Yalana
sadece üç yerde izin verilmiştir. Savaşta, insanların arasını düzeltmede ve
kişinin hanımının gönlünü alması için konuşmasında ona, "Sen en güzelsin,
en çok sevdiğim sensin" gibi sözler söylemekte yalana izin verilmiştir.
Yoksa diğer ev işleri ve nafaka gibi konularda da izin yoktur.
İbni
Ebi Şeybe, İmam Ahmed, Esma binti Yezdî'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu nakletmektedirler: "Bütün yalan sözler Adem oğlunun aleyhine
günahına olarak yazılır. Ancak kişinin harp hilesi olarak, iki kişinin arasını
düzeltmek için ve hanımının gönlünü almak için söylediği yalan söz
yazılmaz."
İbni
Adiyy ve Beyhakî'nin İmran b. Husayn'dan rivayet ettikleri -zayıf-hadis-i
şerifte, "Ta'rizli sözlerde yalandan kurtulma vardır" buyurulmuştur.
[330]
Bu
ayetlerin konusu genel olarak tevbe ve sadakattir.
Tevbenin
kabulü bu zorlu savaşa veya asıl ismiyle Tebuk Gazvesine katılan herkese şamil
oldu. Bu, savaşın bütün safhalarında çektikleri sıkıntılardan sonra Allah'ın
onlara bir lütuf ve rahmeti idi.
Cabir
(r.a.) diyor ki: Bu savaşta üç sıkıntı yani binek sıkıntısı, yiyecek sıkıntısı,
su sıkıntısı birlikte yaşanmıştı.
"Allah
Peygamberin... Muhacirler ve Ensarın tevbelerini kabul etti." (Tevbe,
9/117) ayeti hakkında Zamahşeri şöyle diyor: Bu ayet, "... Allah senin geçmiş
ve gelecek günahlarını bağışlasın." (Fetih, 48/2), "Günahın (kusurun)
için istiğfar et." (Gafir, 40/55) ayetleri gibi müminleri tevbeye teşvik
içindir. Hiçbir mümin yoktur ki tevbe ve istiğfara muhtaç olmasın. Hatta
Peygamber, Muhacirler ve Ensar bile... Ayrıca Allah katında tevbenin fazilet
ve derecesi, "tevbe edenler" vasfının peygamberlerin vasfı olduğu
beyan edilmektedir.[331]
Bu
tevbenin kabulü bu gazveden geri kalan, münafıklardan geriye bırakılıp
haklarında hüküm verilmeyen üç kişiyi içine almıştır. Münafıkların tevbele-ri
kabul edilmemiş, içlerinden bir kısmı özür beyan etmiş ve özürleri de kabul
edilmişti. Peygamberimiz (s.a.) bu üç kişiyi geriye bırakmış, nihayet onlar hakkında
ayet nazil olmuştu.
Buharî
ve Müslim'in rivayetlerine göre doğru olan da budur. Müslim'in rivayetinde
Ka'b şöyle diyor: Biz üç kişi, Rasulullah (s.a.)'ın mazeretlerini kabul ettiği
yemin eden o kişilerden geri bırakıldık. Rasulullah (s.a.) onlar için istiğfar
ettiği halde bizim durumumuzu geciktirdi. Nihayet Allah bu husustaki hükmünü
bildirdi. Bu sebeple Cenab-ı Hak "Geri bırakılan üç kişi" ifadesini
kullandı. Allah'ın zikrettiği, bizim savaştan geri kalmamız değil, Rasulullah'm
bizim durumumuzu değerlendirmeyi tehir etmesi, yemin edip özür beyan ettiğimiz
halde bizi özürlerini kabul ettiği o kişilerden geri bırakmasıdır.
Kur'an'ın
tavsif ettiği üç vasıf onların tevbelerinde sadık olduğuna delildir. Bunun
içindir ki Allah Tealâ bu vasıflardan sonra sadık olmayı emretti. Bu Allah'ın
bütün müminlere hitabıdır ve burada sadıkların metoduna ve yoluna tabi olmayı
emretmektedir.
Bu
ayet sadakati farz kılmaktadır. Kendilerini münafıkların derecelerinden uzak
kılan sadakatin faydasını bizzat gören üç kişinin kıssasından sonra bu emir
güzel bir tebliğdir. Bu ayet sadakatin üstünlüğünü ve derecesinin yüceliğini
göstermektedir.
Şüphesiz
şartlarına uygun olarak yapılan tevbe sadakatin hususi bir halidir. Akıllı ve
güvenen bir kişi için doğru sözlülük, amellerde ihlâs, davranışlarda saflık
esaslarına sarılmaktan başka yol yoktu. Kim bu vasıfları taşırsa Allah'ın
"ebrar" (gerçek manada Allah'tan korkan) kullarıyla beraber olur,
çokça mağfiret eden Rabbimizin rızasına lâyık olur.
Savaştan
geri kalan üç kişiyle mukayese etmek için iki sadakat ve iman tablosu arz edelim:
Ebu
Zer el-Gıfarî (r.a.)'den rivayet edilmektedir ki: (Tebuk Seferi için yola
çıktığında) devesi çok ağır gidiyordu. Eşyasını kendisi sırtladı ve yaya olarak
Rasulullah (s.a.)'m izini takip etti. Peygamberimiz (s.a.) uzaktan onun karaltısını
görünce, "Ebu Zer olasın!" buyurdu. Yaklaşınca da Ashab, "İşte
kendisi!." dediler. Peygamberimiz (s.a.) "Allah, Ebu Zerr'e rahmet
eylesin, yalnız yürür, yalnız ölür ve yalnız haşrolur" buyurdu.
Ebu
Hayseme el-Ensarî bahçesine gitmişti. Güzel bir hanımı vardı. Hurma gölgesine
yaygıyı sermiş, hasın üzerine yaymış, taze hurma ve soğuk su da getirmişti.
Ebu
Hayseme bu manzaraya baktı ve şöyle dedi: "Gayet güzel bir gölge, taze
hurma, soğuk su ve güzel bir hanım! Ama Rasulullah (s.a.) sıcak ve rüzgarlı
bir havada cihad yolundadır. Bu hayırlı bir şey değil." Kalkıp devesine
bindi, kılıcını ve mızrağını aldı. Rüzgar gibi hareket etti. Peygamberimiz
(s.a.) gözünü yola çevirmişti. Uzaklardan bir yolcu geliyordu. Efendimiz (s.a.)
"Ebu Hayseme olasın" buyurdu. Gerçekten gelen o idi. Rasulullah
(s.a.) sevinmiş ve O'nun için Allah'tan mağfiret dilemişti.[332]
120-
Medine halkına ve civarında bulunan bedevilere, Allah'ın Rasulü ile birlikte
savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından çok sevmeleri
yakışmazdı. Çünkü Allah yolunda başlarına gelecek bir susuzluk yorgunluk,
açlık, kâfirleri öfkelendirecek bir yeri çiğnemeleri ve düşmana karşı bir
başarı kazanmaları karşılığında mutlaka onlar için salih bir amel yazılır.
Şüphesiz ki Allah iyi hareket edenlerin ecrini zayi etmez.
121-
Allah yolunda yaptıkları küçük veya büyük bir mal sarfetmeleri, veya bir
vadiyi geçmeleri mutlaka onlar için yazılacaktır ki, Allah onları yaptıklarından
daha güzeliyle mükâfatlandırsın.
"Medine
halkınaRasulullah'tan geri kalmaları" yani savaştığı zaman Ra-sulullah ile
birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları "kendi canlarını onun canından
çok sevmeleri yakışmazdı." Rasulullah'ın nefsi için razı olduğu meşakketlerden
kendi nefislerini korumaları yakışmazdı. Bu ifade haber kelimesiyle gelen bir
nebiydin
"ve
düşmana karşı bir başarı kazanmaları" yani düşmanı esir etmeleri öldürmeleri
veya düşmanın malını ganimet olarak almaları "karşılığında onlar için
salih bir amel yazılır." Bu sebeple sevap ve mükâfata hak kazanırlar.
"Allah
iyi hareket edenlerin ecrini zayi etmez." Onların iyi amellerine karşılık
vereceği ecri zayi etmez. Bilakis onlara ziyadesiyle sevap verir. Burada cihadın
"ihsan, iyi amel" olduğu belirtilmektedir.
Kâfirler
açısından cihad, mümkün olan en son hızla kâfirlerin İslâm'a kazanılması için
gayret etmektir, hastanın acı ilacı içmesi gibi. Müminler açısından cihad ise
kâfirlerin saldırı ve istilasından korunma vesilesidir.
"Allah
yolunda küçük veya büyük bir mal sarf etmeleri" Bir hurma kadar küçük bir
mal veya Tebuk ordusunun (Ceyşü'l-usra'nın) teçhizatını veren Hz.
Osman
(r.a.) gibi büyük bir malı cihad için sarfetmeleri "mutlaka onlar için
yazılacaktır."
[333]
Cenab-ı
Hak "Siz sadıklarla beraber olun" ayetinde Rasulullah (s.a.)'a bütün
gazvelerinde sadakatle tabi olmayı emredip bunu kesin ifadelerle tekrar
ettikten sonra savaştan geri kalmayı yasakladı ve cihada en güzel mükâfatın
verileceğini açıkladı.
[334]
Allah
Tealâ Medine'liler ve Medine civarında bedevilerden Tebuk Gazve-si'nde
Rasulullah (s.a.) ile birlikte savaşa çıkmayıp geride kalanları ve Rasulullah
(s.a.)'ın karşılaştığı zorluklarda O'na ortak olmayıp sadece kendi canlarına
önem verenleri kınayarak şöyle buyuruyor:
Mümin
Medine halkı ile Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Gıfar ve Eşlem kabileleri gibi Medine
civarındaki bedevilerin Tebuk Gazvesi'nde Rasulullah (s.a.)'tan geri kalmaları
uygun olmayıp, Rasulullah'la birlikte olmaları gerekirdi. Çünkü hareket emri
bunlara verilmişti. Yakınlıkları ve komşu olmaları sebebiyle, ayrıca
başkalarından daha lâyık olmaları nedeniyle özellikle bunlar kınanmıştır.
Yahut buradaki ifadeden anlatılmak istenen savaştan geri kalmamaları için
azarlandıklarıdır. Çünkü savaşa katılmayıp geride kalan kimse kendi canını
Rasulullah (s.a.)'ın nefsine tercih etmektedir. Halbuki Rasulullah (s.a.)'ı
kendi nefsimizden daha çok sevip tercih etmek mecburiyetindeyiz.
Bu
ifadeden ilk bakışta bütün bu kabilelere cihadın farz olduğu anlaşılmaktadır.
Gayet tabii "Allah hiçbir nefse taşıyacağı yükten fazlasını
yüklemez." (Bakara, 2/286) ayeti ve "Âmâ olanlara hiçbir mahzur
yoktur..." (Nur, 24/61) ayeti ve makul delillerle özür sahipleri bundan
müstesnadır.
Bununla
cihadın herkese tek tek "farz-ı ayn" olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü
cihadın "farz-ı kifaye" olduğunda icma vardır. Dolayısıyla muhataplar
bu umumi ifadede bizzat bildirilen kimselerdir.
Onların
kendi nefislerini Rasulullah (s.a.)'m nefsine tercih etmeleri doğru olamaz. Dolayısıyla
Rasulullah (s.a.) sıkıntı içindeyken onların kendi nefisleri için keyif ve
rahatı tercih etmeleri de uygun değildir.
Onların
savaştan geri kalmaya hakları yoktur. Bilakis Rasulullah (s.a.)'a uymaları ve
cihad etmeleri farzdır. Çünkü onların cihad ederken uğradıkları susuzluk,
yorgunluk, açlık ve Allah yolunda acı çekme gibi çektikleri meşakkat ve
sıkıntılar, küfür diyarında kâfirleri öfkelendirecek bir yeri ele geçirmeleri,
düşmanları esir etmek, öldürmek, mağlup etmek veya ganimet kazanmak gibi elde
ettikleri başarılar, bu yaptıklarına karşılık olarak hatta ziyadesiyle bol sevap
kazanmalarına sebep olur. Bu da onların cihada katılmalarını gerektiren hususlardandır.
Şüphesiz Allah iyi hareket edenlerin ecrini zayi etmez; yani kulunun iyiliğine
sevap verme hususunda hiç bir şeyi esirgemeden onun karşılığını verir. Yine
Cenab,ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz güzel amel işleyen kimsenin ecrini
zayi etmeyiz." (Kehf, 18/30).
Yine
savaşa katılan bu mücahitlerin Allah yolunda küçük veya büyük, yani az veya
çok bir mal sarf etmeleri, düşmana doğru yürürken bir vadiyi geçmeleri mutlak
onlar için bol mükâfat yazılacak, Allah onları bu amellerine karşılık daha
güzel ecirle mükâfatlandıracaktır. Çünkü Allah yolunda cihadın gayesi güzel
İslâm'ın adını yüceltmek, imanı korumak, vatanı müdafa etmektir. Cihadı terk
eden kavimler zillete ve esarete düşmüşlerdir.
[335]
Bu
ayetler aşağıdaki hükümlere işaret etmektedir:
1- Cihadın farz oluşu ve Medine'nin İslâm merkezi olması, Medine halkına
ve komşu kabilelere, Medine'de oturmaları ve Rasulullah (s.a.)'ın komşuları olmaları,
Rasulullah (s.a.)'ın elde ettiği şeref, hayır ve zafere doğrudan hissedar
olmaları sebebiyle cihadın gerekli oluşu
2- Hiçbir müminin kendi nefsini Rasulullah (s.a.)'ın nefsine tercih
etmesi doğru değildir. Çünkü kâmil bir iman ancak Rasulullah (s.a.)'ı kendi
nefsinden daha çok sevmekle elde edilir.
3- Mücahidin cihad için çıktığı yolculukta çektiği yorgunluk ve
sıkıntılara bol sevap verilecektir.
4- Gerek kâfirler açısından onların küfür dairesinden İslâm dairesine
girebilmeleri için, gerekse müslümanlar açısından din, iman, vatan, mal ve
namus gibi mukaddes değerleri korumak, aynı zamanda izzet, şan ve şeref
kazanmak için cihadda güzellik vardır.
5- İmam Şafiî'nin dediği gibi düşman beldesi istila edilir edilmez
ganimet alma hakkı kazanılır. Çünkü Allah Tealâ kâfirlerin diyarına ayak
basmayı mallarını elde etme olarak, kâfirleri öfkelendiren ve onları zillete
düşüren yurtlarından kovulmalarını da ganimet, öldürme veya esir etme olarak
saymıştır.
6- Bu ayet bundan sonraki "Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları
gerekmez.." (Tevbe, 9/122) ayetiyle neshedilmiştir. Bu ayetin hükmü
müslümanların azlığı zamanında geçerli idi. Müslümanlar çoğalınca neshedildi.
Allah da müs-lüman idarecilerle birlikte cihada çıkmamayı dilediği bazı
kimselere mubah kıldı.
Katâde
diyor ki: "Bu emir Rasulullah (s.a.)'a ait hususi bir emir idi. Rasulullah
(s.a.) bizzat savaşa çıktığı zaman hiçbir kimsenin özürsüz savaştan geri kalma
hakkı yoktu. Diğer müslüman idareciler ve devlet reisleri ise müslümanlardan
bir kısmım savaşa katılmaları için ihtiyaç ve zaruret yoksa geride
bırakabilirler."
Kurtubî
de, "Katadenin görüşü güzeldir, isabetlidir. Tebuk Gazvesi buna
delildir." demektedir.
Medine'de
geri kalan diğer özürlüler için de savaşa çıkan mücahitlerin ecri gibi ecir
verilecektir.
Ebu
Davud'un Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.)
-Tebuk Gazvesi'ne katılan mücahitlere hitaben- şöyle buyurdu: "Medine'de
geride bıraktığınız bazı kişiler vardır ki yürüdüğünüz her yerde, Allah yolunda
yaptığınız her harcamada, geçtiğiniz her vadide onlar sizinle beraber idiler."
Ashab-ı
kiram, "Ya Rasulallah! Onlar Medine'de oldukları halde nasıl bizimle
beraber oluyorlar?" dediler. Efendimiz (s.a.) "Onların gelmelerine
mazeretleri engel oldu." buyurdu.
Müslim'in
rivayetinde Cabir diyor ki: Biz bir gazvede Rasulullah (s.a.) ile beraberdik.
Peygamberimiz (s.a.) dedi ki: "Medine'de bazı kişiler vardır ki yürüdüğünüz
her yerde, geçtiğiniz her vadide onlar sizinle beraberdirler. Onlara
hastalıkları engel oldu."
Bundan
dolayı Rasulullah (s.a.) özürlülere savaşa bilfiil katılanlar gibi ecir
(ganimet) verdi. Bu uygulama samimi niyetin amellerin aslı, özü olduğunu bir
kat daha kesinlikle belirtmektedir. Bir taati işlemek hususunda samimi bir
niyet olup da, bu niyetin sahibi herhangi bir meşru engel sebebiyle bu taati işlemeyi
başaramazsa (Beyhakî'nin Enes'ten rivayet ettiği "Müminin niyeti amelinden
daha hayırlıdır" şeklindeki zayıf bir hadis-i şerife göre) aynı amelin sevabını
alır.
[336]
122-
Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir grubun dini
iyice öğrenmeleri ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları uyarmaları
için geri kalması doğru olmaz mı? Umulur ki, böylece (Allah'ın yasaklarından)
sakınırlar.
"Levlâ"
kelimesi "Olmaz mıydı?" manasında teşvik içindir ve burada geçmiş
zamana dahildir. Geçmişte yapılmayan bir şeyi kınamak ve azarlamak, gelecekte
de yapılmasını emretmek manası ifade eder.
[337]
"Her
topluluktan bir grubun" "Fırka" kabile veya büyük bir topluluk
"Taife" ise az bir cemaat, bir grup veya en az iki kişilik bir ekip
hatta tek kişi de olabilir.
"Li-yetefakkahâ"
"dini iyice öğrenmeleri" Geri kalan bu grup fıkhı ve şer'î hükümleri
iyice öğrensin diye ki "Tefakkuh" öğrenmek ve anlamak için zorlanmak,
ilim tahsilinin meşakkatlerine katlanmaktır. "... kavimleri" cihaddan
"döndüklerinde" öğrendikleri hükümleri onlara öğretmeleri
"onları uyarmaları için geri kalması doğru olmaz mıydı?"
"Umulur
ki böylece" Allah'ın emir ve nehiylerine uyarak O'nun azabından
"sakınırlar."
[338]
İbni
Ebî Hatim'in rivayetine göre İkrime diyor ki: "Savaşa çıkmazsanız Allah
size acıklı bir azap verecektir" ayeti indiği zaman bedeviler arasında
bazıları kavmine dinini öğretmek için savaşa katılamadılar.
Münafıklar
dediler ki: Bazı kişiler savaşa katılmayıp badiyede kaldılar. Badiyede kalanlar
helak oldular. Bunun üzerine "müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları
gerekmez." (Tevbe, 9/122) ayeti nazil oldu.
Yine
İbni Ebî Hatim'in rivayetine göre Abdullah b. Ubeydillah b. Umeyr diyor ki:
Müminler, cihada olan aşkları sebebiyle Rasulullah (s.a.) bir seriyye 'askeri
birlik) gönderdiği zaman hemen cihada çıkıyor, Peygamberimiz (s.a)'i Medine'de
az bir cemaatle başbaşa bırakıyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
İbni
Abbas diyor ki: Allah savaştan geri kalanlar hakkında şiddetli ifade kullanınca
Ashab-ı kiram, "Bizden hiç kimse artık hiçbir ordudan veya seriyye-den
geri kalmaz" dediler. Bu şekilde de hareket ettiler. Rasulullah (s.a.)
Medine'de yalnız kaldı. Bunun üzerine bu ayet (Tevbe, 9/122) nazil oldu.
Yine
İbni Abbas şöyle demektedir: Bu ayet (Tevbe, 9/122) seriyyelere mahsustur.
Bundan önceki ayetler Peygamberimiz (s.a.) cihada çıktığı zaman herhangi bir
kimsenin savaştan geri kalmasını yasaklamak içindir.
[339]
Bu
ayet cihad hükümlerinin sonuncusudur. Bu ayete göre Peygamberimiz (s.a.) cihada
çıkmazda seriyye gönderirse bütün müminlere cihada çıkmak vacip değildir. Bu
durumda müminlere ilim tahsili ve dinlerini iyice öğrenmek vacip olur. Çünkü
cihad ilme dayanır. Çünkü İslâm'ı yaymak aslında hüccet ve burhanla hakkı
açıklamakla mümkündür.
[340]
Bu
ayet bütün kabilelerin Allah yolunda olması gerektiğini beyan etmektedir.
Onlardan bir grup dini öğrenmek için, diğer bir grup ise cihad etmek için
ayrılacak. Çünkü ilim tahsilinin farz-ı kifaye olması gibi cihad da farz-ı
kifaye-dir.
Müminlerin
hep birlikte topyekün cihada çıkıp Rasulullah (s.a.)'ı yalnız bırakmaları
uygun olmaz. Çünkü cihad farz-ı kifayedir. Bir kısım müslüman bunu yerine
getirince diğerlerinden sorumluluk sakıt olur. Cihad her akıl-baliğ müslümana
farz-ı ayn değildir. Ancak Rasulullah (s.a.) cihada çıkıp, bütün müslümanlar da
onunla birlikte cihada çıkınca farz-ı ayn olmuştu.
Her
kabileden veya her beldeden bir grup çıksa da dini iyice öğrense, şeriatın
hükümlerini ve esrarını anlamaya çalışsa, mücahitler savaştan dönünce de onları
düşmanlara karşı uyarsalar, mücahitleri Allah'ın gazabından sakındırıp onlara
dinin hükümlerini öğretseler, böylece onlar da Allah'tan korkup O'na isyan
etmenin, O'nun emrine aykırı davranmanın kötü sonucundan sa-kınsalar olmaz mı?
"Dini
iyice öğrensinler" ve "Onları uyarsınlar" cümlelerindeki muhatap
zamiri Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte Medine'de oturanlara aittir.
"Kendilerine döndüklerinde" ibaresindeki dönenler cihaddan Medine'ye
dönen mücahitlerdir.
[341]
Bu
ayet şu hükümlere işaret etmektedir:
1- Cihad farz-ı kifayedir, farz-ı ayn değildir. Zira herkes cihada çıksa
ümmetin işleri durur, aileler ve çocuklar bu durumdan zarar görürler. O halde
müslümanlardan bir grup cihada çıksın, diğer grup da dini iyi öğrenmek, ırz ve namusu
korumak ve kasabaların menfaatlerini gözetmek için geride kalsın.
Nihayet
cihada çıkanlar yurtlarına dönünce, geride kalanlar onlara öğrendikleri şeriat
hükümlerini öğretsinler.
Bu
ayet "cihada çıkmazlarsa..." ayetiyle ondan önceki "Cihada
çıkın..." ayetini açıklamaktadır. Mücahid ve İbni Zeyd ise "Bu ayet
belirtilen ayetleri neshetmektedir" demişlerdir. Sahih olan görüş bu
ayetin neshedici değil, beyan edici olduğudur.
Ayette
geçen "min" harf-i çerinin "bir kısım" manasında oluşu, topluluk
manasında "fırka" kelimesinin, küçük bir grup manasında
"taife" kelimesinin kullanılmış olması cihad ve ilim tahsili
görevlerinin bir kısım müslümanlara tevcih edilmiş olduğunu ifade etmektedir.
2- İlim tahsilinin, Kur'an ve Sünneti iyice öğrenmenin farz oluşu. İlim
tahsili "Bilmiyorsanız ilim ehline sorun." (Nahl, 16/43) ayeti ile
"dini iyice öğrenmeleri için..." (Tevbe, 9/122) ayetinin delâleti
ile farz-ı ayn değil, farz-ı kifaye-dir.
Her
ne kadar bu ayetler farziyet ve mecburiyeti değil, sadece ilim tahsiline teşvik
ve tavsiye manasına gelse de bu konuda İbni Adiyy ve Beyhakî'nin Enes'ten
rivayet ettikleri "ilim tahsil etmek her müslümana farzdır" hadis-i
şerifi gibi diğer bir takım delillerle ilim tahsil etme mecburiyeti konmuştur.
"Taife"
kelimesi lügatte bir veya iki kişi için kullanılsa da burada, "dini iyice
öğrenmeleri ve kavimleri savaştan döndüklerinde onları uyarmaları için"
(Tevbe, 9/122) ayetinin işaret ettiği gibi "cemaat, grup"
manasındadır. Çünkü bu ayette "cemi" zamiri kullanılmıştır. Ayrıca
ilim genellikle bir kişiden elde edilmez.
3- İlim öğrenmek ve dinde fakih olmaktan maksat halkı hakka davet etmek
ve onları hak dine, doğru yola irşad etmek olmalıdır. Çünkü bu ayet onları hak
dinle uyarmayı, onların da bilgisizlik ve isyandan sakınmalarını ve dini kabul
etmeye istekli olmalarını emretmiştir. O halde ilim öğreten kişinin maksadı
irşad etmek ve uyarmak, ilim öğrenen kişinin maksadı da Allah korkusunu
kuvvetlendirmektir.
Ayrıca
ilim tahsili iki kısımdır:
a) Namaz, zekât ve oruç gibi farz-ı ayın olan ilim.
b) Haklar, şer'i hadlerin uygulanması, davalılar arasında hüküm verme gibi
(muamelâta dair) farz-ı kifaye olan ilim.
İlim
tahsil etmek büyük bir fazilettir. Bu yolla ulaşılan yer de başka bir amelle
mukayese edilemeyecek kadar şerefli bir mertebedir. Nitekim Müslim'in rivayet
ettiği hadis-i şerifte "Allah kime hayır murad ederse O'nu dinde fakih
(ilim sahibi) kılar." buyurulmaktadır.
Tirmizî'nin
Ebud-Derda'dan rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Kim ilim elde etmek için bir yola girerse Allah ona
cennete giden yolu kolaylaştırır. Şüphesiz melekler ilim talebesinden razı
olduklan için ona rahmet kanatlarını açarlar. Alim için gökyüzünde ve
yeryüzünde bulunan bütün varlıklar hatta suyun dibindeki balıklar bile istiğfar
ederler. Bir alimin sadece ibadetle meşgul olan kişiye üstünlüğü on dördüncü
gecede ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin
varisleridirler. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmışlardır. Onlar
sadece ilmi miras olarak bırakmışlardır. Kim bunu alırsa büyük bir nasibi almış
olur."
4- Haber-i Vahid hüccettir. Çünkü bu ilim grubu insanları uyarmak ve onlara
gerçekleri haber vermekle emrolunmuşlardır. Bu da emrolunan şeylerin
yapılmasını gerektirir. Ayrıca Cenab-ı Hak uyarılan kavmi hakka isyandan sakınmalarını
emretmiştir.
[342]
123-Ey
iman edenler! Size yakın olan kâfîrlerle savaşın. Sizde bir şiddet bulsunlar. İyi
bilin ki Allah muhakkak takva sahıpleriyle beraberdir.
"Size
yakın olan" size çok yakın komşu olanlar sonra daha uzak olan
"kafirlerle savaşın." Kafirler "Sizde bir şiddet" katılık
ve sertlik "bulsunlar." yani onlara sert davranın. "İyi bilin ki
Allah" yardım etmek ve zafere eriştirmek hususunda "takva
sahipleriyle beraberdir."
[343]
Cenab-ı
Hak müşriklerin müminlere karşı topyekün savaştıkları gibi müminlerin de bütün
müşriklerle savaşmasını emredince, bu ayette en doğru ve en emin yolu gösterdi.
Bu yolda önce yakın olanlardan başlanılması, sonra sırasıyla daha uzağa, sonra
da daha uzağa geçilmesidir.
Peygamberimiz
(s.a.) ve O'nun sahabileri bu planı uyguladılar. Önce Mekke'de bulunan kendi
kabilesi ile savaştı, sonra diğer Arap kabileleri ile savaştı. Sonra Şam diyarındaki
Rumlarla savaşa girişti. Daha sonra sahabileri Irak'a girdiler.
Böylece
bu sıra ile İslam davet hattı genişledi. Cenab-ı Hak "Yakın akrabalarını
korkut." (Şuara, 26/212) buyurdu. Daha sonra bu davetin çerçevesi genişledi.
Cenab-ı Hak bu durumda "Ümmül-kura (bütün kasabaların merkezi) Mekke ve
çevresindekileri uyarman için..." (Enam, 6/92) buyurmuştu. Yine Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyordu:
'Yakında
güçlü kuvvetli bir kavimle savaşa çağır alacaksınız. Onlarla ya savaşacaksınız
ya da İslamı kabul edecekler." (Fetih, 48/16).
Bundan
sonra da İslam daveti Arap yarımadası dışındaki Ehl-i kitap arasında yayıldı.
Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenlerle
savaşın..." (Tevbe, 9/29) ve bir başka ayette "Sizi kendisiyle uyarıp
kortutmam için bu Kur'an bana vahyedildi." (Enam, 6/19) yani Arapları
Kur'an'ın her zaman ve her yerde ulaştığı herkesi uyarmam için vahyedildi.
İslâm
stratejisi, barışta önce en yakına sonra daha uzaklara davet metoduyla, savaş
sebepleri de gerçekleşince yine önce en yakın kâfirlerle sonra daha
uzaktakilerle savaşma metoduyla yürüyordu.
[344]
Ey
Müminler! Onlardan, önce size en yakın olanlarla, daha sonra İslâm diyarına en
yakın olanlarla savaşın. Çünkü en yakın olan şefkat ve ıslaha daha lâyıktır. Ve
yine İslâm davetiyle müminlere tabi olanların komşulardan meydana gelmesi daha
faydalı, daha koruyucu ve daha önemlidir. Bu konuda İslâm diyarının ve
vatanının himayesi hususu gözetilmektedir. Ayrıca bu sırayı takip etmekle
masraflar azalmakta, savaş aletlerinin taşınmasında iktisatlı davra-nılmakta,
mücahitlerin arkadan vurulmadan güvenlik içinde ilerlemeleri gerçekleşmektedir.
Savaşta
izlenilecek bu sıra gayet tabii olarak önce Medine civarındaki Ku-reyza, Nadir,
Hayber Yahudilerini, sonra Arap yarımadasındaki müşrikleri, sonra da Ehl-i
kitabı yani Medine'nin kuzeyinde Şam diyarmdaki Rumları içine almaktadır.
Savaş
siyaseti olarak müşrikler savaşan müminlerde şiddet, katılık ve sertliği,
kuvvet ve hırsı, savaşa karşı tahammülü, çatışmalara girmekte cür'et-liliği,
ansızın öldürmek, esir almak gibi özellikleri görmelidirler. Bu durum savaşın
normal hali, çarpışmanın gereğidir. Bu ayetin benzeri bir ayet şu şekildedir:
"Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et. Onlara sert
davran." (Tevbe, 9/73).
"İyi
bilin ki Allah zafer ihsan etmek, gözetmek ve yardım etmek suretiyle takva
sahipleriyle beraberdir." Takva sahipleri "müttakiler" Allah'ın
emirlerine uyup, yasaklarından kaçınan kimselerdir.
Bu
beraberlik takvaya bağlıdır. Allah'ın şeriatının hükümlerine -ki en önemlileri
farz ve sünnetleri yerine getirmek, sebatkâr, sabırlı, itaatkâr ve disiplinli
olmaktır. Sanlırsanız, Allah'ın koyduğu sınırları aşmaktan uzaklaşırsa-nız,
Cenab-ı Hak ayetinde "Onlar için gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın.
" (Enfal, 8/60) buyurduğu gibi her asır, her zaman ve mekâna uygun savaş
hazırlığını yapmakta ihmalkâr davranmazsanız Allah sizinle beraberdir.
Eğer
takva sahipleri ifadesiyle muhataplar kastedilmişse burada iman ve cihadın
takva babından olduğuna ve bunların "takva sahipleri" zümresinden
olduğuna işaret edilmektedir. Eğer takva sahipleri ifadesiyle bütün takva sahipleri
kastedilmişse muhatap olan müminler yine ilk sebebini beyan etmekte hem de daha
önceki ifadeleri tekit etmektedir. Yani kâfirlerle savaşın, onlara sert
davranın, onlardan korkmayın. Çünkü Allah sizinle beraberdir. Çünkü siz takva
sahiplerisiniz.
[345]
Bu
ayet aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Cihadın ne şekilde olacağının tarif edilmesi, cihad etmeye en yakın
düşmandan başlanması.
Bunun
için Peygamberimiz (s.a.) önce Araplara tebliğe başladı. Sonra Şam'daki Rumlara
yöneldi.
Hasan
Basrî'den rivayet edildiğine göre bu ayet "Müşrikleri nerede bulursanız
öldürün." (Tevbe, 915) ayetiyle neshedilmiştir.
Sahih
olan görüşe göre ayet mensuh değildir. Çünkü bu ayet irşad için, kâfirlerle
savaşırken savaş planını çizmek içindir. Katade diyor ki: Bu ayet önce en yakın
olanla, sonra daha uzak olanla savaşma konusunda umumi bir ifade taşır.[346]
2- Müminlere kâfirlere karşı sert davranmaları, kâfirlerin de müminlerin
bu sertlik vasfını görmeleri emredilmiştir.
Şüphesiz
bu durum savaş esnasında olacaktır. Ama çarpışma başlamadan önce müminlerin
davranışı yumuşaklık, müsamahakâr olmak, hikmetle ve güzel öğütlerle Allah'a
davet etmektir. Şayet düşmanlar da azgınlık ve asık suratla karşılaşırlarsa
uygun olan şiddet ve sertlikle muamele ederler.
Bu
gibi yerlerde şiddetli olmanın faydası tehdit, yasaklama, şer'î ve çirkin
davranışları engellemekten daha tesirli olmasındandır. Gerekirse yumuşaklık ve
lütufla muameleye de ihtiyaç olabilir. Yani şiddetle emrolunmak daimi bir hal
değildir. Savaş esnasında bile olsa en uygun olan surette hareket edilmelidir.
3-
Şüphesiz Allah savaşta ve
barışta takva sahiplerinin yardımcısıdır. O halde savaştaki gaye mal ve şeref
sahibi olmak değil, takva sahibi olmaktır.
[347]
124- (Kur'an'dan) bir sure indiği vakit içlerinden
bazıları birbirlerine şöyle derler: "Bu sure hanginizin imanını artırdı?"
Doğrusu inen sure iman edenlerin imanlarını artırmıştır, onlar bunu
birbirlerine müjdelerler.
125- Kalplerinde hastalık olanlara gelince: Bu
sure onların murdarlıklarına murdarlık katmıştır ve onlar kâfir olarak
ölmüşlerdir.
126- Onlar hiç görmüyorlar mı? Her yıl bir veya
iki defa imtihan oluyorlar, yine de tevbe etmiyor, ibret almıyorlar.
127-
Bir sure indirildiği zaman "Sizi birisi görüyor mu?" diye
birbirlerine göz edip sonra da oradan uzaklaşırlar Gerçekten onlar anlamayan
bir topluluk oldukları için Allah onların kalblerini uzaklaştırmıştır.
"Onların
murdarlıklarına murdarlık katmıştır." Yani küfürlerine küfür katmıştır.
Münafıklar bu sure indiği zaman daha çok kör olmuşlardı. Bu durum da istiare
yoluyla bu sureye ilâve edildi.
"Görmüyorlar
mı?" Buradaki soru elif atıf vav 'ıyle birlikte kullanılmıştır. Bu ifade
uyarı şeklinde bir hitaptır.
[348]
Kur'an'dan
"Bir sure indiği vakit içlerinden bazıları birbirlerine," münafıklardan
bazıları arkadaşlarına alaylı olarak "şöyle derler: "Bu sure
hanginizin imanını" tasdikini "artırdı". "Doğrusu inen sure
iman edenlerin imanlarını artırmıştır. Onlar bunu" yani bu surenin
inişini "birbirlerine müjdelerler." Bununla sevinirler.
"Kalplerinde hastalık" şek, inanç zayıflığı, küfür veya münafıklık
hastalığı "olanlara gelince: Bu sure onların murdarlıklarına
murdarlık" küfürlerine küfür ve nifak "katmıştır" ve bu durum
onlarda iyice yerleşmiş "ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir."
Ey
Müminler!"Onlar" münafıklar "hiç görmüyorlar mı? Her yıl bir
veya iki defa imtihan oluyorlar." Çeşitli belâlara tutuluyorlar veya
Rasulullah ile birlikte cihad ediyor, ortaya çıkan mucizeleri görüyorlar.
Dünyada iki defa azaba uğratılıyorlar. Mukatil diyor ki: Her sene bir veya iki
defa nifakları ortaya çıkarılarak rezil oluyorlar.
"Yine
de" nifaklarında "tevbe etmiyorlar, ibret almıyorlar" öğüt
almıyorlar.
İçinde
kendi durumları bildirilen "Bir sure indirildiği zaman" Peygamberimiz
(s.a.)'de o sureyi okuduğu zaman "birbirlerine göz ettiler." Gözleri
inkâr edip alay edercesine veya ayıpları zikredildiği için kinle birbirlerine
göz ederler.
"Sizi
birisi görüyor mu? diye" Yani onlar kaçmak istiyorlar ve diyorlar ki:
Rasulullah (s.a.)'ın huzurundan ayrıldığınız zaman sizi hiç kimse gördü mü? Hiç
kimse görmediyse kalkarlar. Birisi gördüğü zaman oturup sabırla beklerler,
"göz edip sonra da" küfür üzerine "oradan" hak'tan
"uzaklaşırlar." "Onlar" anlayışsızlıkları ve ince
düşünmemeleri sebebiyle hakkı "anlamayan bir topluluk oldukları için
Allah onların kalplerini" hidayet ve imandan
"uzaklaştırmış-tır." Bu son cümle haber olduğu gibi, beddua manası da
taşıyor olabilir.
[349]
Cenab-ı
Hak münafıkların Tebuk Gazvesi'ne katılmayıp Medine'de kalmaları, yalan yere
yeminlerle bir takım bahaneler uydurmaları gibi çeşitli rezaletlerini ve
çirkin davranışlarını zikrettikten sonra, burada da bu geçen davranışlarından
daha tehlikeli olan, Kur'an'la alay etmek ve Kur'an'ı duyduğunda derhal
uzaklaşmak gibi tavırlarını zikretti. Çünkü onların rezaletlerini ve ayıplarını
açıklayan bir sure indiği zaman bu sureyi dinlemekten rahatsız olmaktaydılar.
Yine kendileri hakkında hiçbir şey bulunmayan bir sure indiği zaman da, bununla
alay edip küçümsemekte, kaş-göz işaretiyle ve alaylı bir şekilde gülümseyerek
hafife almaktaydılar.
[350]
Kur'an
surelerinden biri inip münafıkların bundan haberi olunca içlerinden bir kısmı
birbirlerine "Bu sure hanginizin imanını artırdı? Kur'an'ın Allah katından
olduğunu ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinde sadık olduğunu tasdik etmenizi
mi artırdı?" dediler.
Bilindiği
gibi sahih olan iman, nefsin kabulüne bağlı kesin bir tasdiktir. Bu iman
Kur'an'ın nüzulü ile artar, Kur'an'ın düşünerek ve inceleyerek dinlen-mesiyle
kat kat ziyadeleşir, bu duruma inen hükümlerin yaşanmasına sebep olur. Burada
-cumhurun mezhebine göre- imanın artıp eksildiğini açıkça gösteren delil
vardır.
Allah
Tealâ da onlara Kur'an'ın insan üzerindeki gerçek tesirini bildirerek cevap
verdi.
Müminlere
gelince: Kur'an'ın nazil oluşu onların imanlarını, tasdiklerini artırır, onları
Kur'anla amel etmeye teşvik eden bir güç olur. Aynı anda müminler bu surenin
inişine sevinirler, çünkü bu sure onların nefislerini tezkiye eder, onlara
dünya ve ahirette saadet yolunu gösterir.
Zemahşerî
"Onların imanlarını artırır." (Tevbe, 9/124) ayeti hakkında diyor
ki: "Bu sure, imanlarını ve sebatkâr oluşlarını daha da artırır, gönle
serinlik verir. Yahut amellerini artırır, demektir. Çünkü amelin artması,
imanın artmasına sebeptir. Zira hem inanç, hem de amele iman
denilebilir."
Gönüllerinde
şüphe, küfür ve nifak olanların ise, küfürlerine küfür, nifaklarına nifak
katar ve bu durum onlarda iyice kökleşir, nihayet Kur'an'a ve Peygamberimiz
(s.a.)'i inkâr ettikleri halde kâfir olarak ölürler. Bu da bu surenin nazil
olma hedefine terstir. Çünkü bu sure gerçekte hidayet ve nur, gönüllere şifa ve
kalplere ciladır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz Kur'an'ı iman edenler için bir şifa ve
rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an zalimlerin ise ancak zararını artırır."
(İsra, 17/82) Bir başka ayette, "De ki: Bu Kur'an, iman edenlere bir hidayet
rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır.
Onların gözleri Kur'an'a karşı kördür. Onlar tıpkı uzak bir yerden çağrılıp da
duymayan kimseler gibidirler." (Fussilet, 41/44).
Kalplere
hakkı gösteren kitabın onların dalâlete düşmesine ve helak olmalarına sebep
olması, onların bedbaht oluşlarmdandır. Tıpkı rahatsız olan kimseye gıdanın
fayda vermemesi gibi...
Cenab-ı
Hak münafıkların kâfir olarak öleceklerini beyan ettikten sonra, onların her
yıl bir veya iki defa dünya azabına da uğrayacaklarını açıklayarak adeta şöyle
hitap etmektedir:
O
münafıklar görmüyorlar mı ki, her yıl bir veya iki defa cihad, kıtlık, hastalık
gibi çeşitli imtihanlar geçiriyorlar! Bu çeşit imtihanlar insana Allah'ı
hatırlatır ve onu imana, küfrü terk etmeye ve hakla batılı ayırt etmeye meyyal
hale getirir.
Sonra
onlar bütün bu peşpeşe yapılan imtihanlara rağmen geçmiş günahlarından tevbe
etmiyorlar, geçen olaylardan ibret almıyorlar, hatta imanı kabul etmeye
hazırlıklı bile değiller.
Onlar
Hz. Peygamber (s.a.)'in yanında otururken ona bir sure inince yüzlerini
çevirirler, kaş-göz işareti yaparlar, kalplerinin fesatlığı sebebiyle alay
ederler, kaçmaya teşebbüs ederler ve derler ki: Siz oradan kaçarken Rasulullah
(s.a.) ve müminler sizi gördüler mi?
Sonra
da hep birlikte Rasulullah (s.a.)'ın meclisinden ayrılırlar; yani haktan yüz
çevirirler. Dünyadaki halleri budur. Hakta sebat etmez, hakkı kabul etmez ve
anlamazlar. Tıpkı şu ayette bildirildiği gibi: "O halde bunlara ne oluyor
ki, öğütten yüz çeviriyorlar! " (Müddessir, 74/49-51) Bir başka ayette ise
şöyle buyurmaktadır: "Ne oluyor bu kâfirlere ki, sağdan ve soldan
cemaatler halinde sana doğru koşuyorlar?" (Mearic, 70/49-51) Yani bu
topluluğa ne oluyor ki haktan kaçıp batıla giderek koşuyorlar.
Allah
onların kalplerini hak ve imandan, hayır ve nurdan uzaklaştırmış-tır. Bu ifade
ya onlar hakkında bir beddua yahut durumlarını haber veren bir ifadedir.
Bu
yüz çevirmeleri onların, dinledikleri ayetleri anlamayan, anlamak istemeyen,
anlamak için derin düşünmeyen bir topluluk olmaları sebebiyledir. Bilakis
onlar anlamak için kulak vermeyecek kadar meşguliyet içindedir ve anlaşmaktan
kaçmaktadırlar. Nitekim Cenab-ı Hak "Onlar haktan sapınca Allah da onların
kalplerini saptırdı." (Saf, 61/5) buyurmaktadır.
[351]
Bu
ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- İman artar ve eksilir. Selef ve halef ulemasının çoğunluğunun görüşü
budur. Yeni inen ayetlerle müminlerin imanları artar, nefislerini manevî kirlerden
arındırmaya ve saadetlerine vesile olduğu için bu ayetlerin inmesine sevinirler.
2- Küfür üstüste birikir, birbiri üzerine eklenir. Çünkü Allah'ın yeni
indirdiği vahiyle küfür ve nifakları yenilendikçe onların küfürleri artar ve
kökleşir, cezaları da kat kat olur.
3- Kur'an'la alay eden münafıklar tevbe etmezlerse küfürleri üzerinde
ölürler, bu da onların küfürde devam ettiklerinin delilidir.
4- Münafıkların iman ve hakla uyarılma vasıtaları çok ve çeşitlidir.
Hastalıklar, dertler, meşakketler, açlık, Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte
cihad etme gibi yılda bir veya iki defa çeşitli imtihanlar peşpeşe geliyor ve
müminler Allah'ın kendilerine zafer ihsan etmesi, destek olması gibi vaad
ettiği hususları görüyorlar.
5- Münafıkların imana gelmesine sebep olacak vesilelerden biri de onların
gizli sırlarını açığa vuran, gizli durumlarını bildiren ayetlerin nazil
olmasıdır.
Bununla
birlikte doğru düşünmeye ve hidayeti bulmaya vesile olacak bu durumdan
kaçıyorlar ve ayetleri derin düşünerek, akıllarım kullanarak, iyice inceleyerek
dinlemiyorlar.
"Şüphesiz
Allah nezdinde yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü akıllarını kullanmayan
(hakkı duymayan) sağır ve dilsizlerdir." (Enfal, 8/22).
"Onlar
Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?"
Muhammed, 47/24).
Münafıkların
"Bu sure hanginizin imanını artırdı?" sözleri alaylı bir ifade
tarzıdır. Yine "birbirlerine bakıp göz ettiler" ifadesi de hafife
alma ve kaçma arzusunu ifade etmek üzere birbirlerine gözetmekle yetindiler
anlamındadır.
6- Ehl-i Sünnet'in görüşüne göre, onların gönülleri haktan uzaklaşınca
'Allah da onların kalplerini uzaklaştırdı" ayetinin delâleti ile Allah
onları imandan uzaklaştırdı ve onların iman etmelerini engelledi.
Bu
ifade ya bedduadır; yani onlara böyle (Allah kalplerinizi haktan
uzak-laştırsın) deyin ifadesi taşır, yahut yaptıklarına karşılık olarak
Allah'ın onların kalplerini hayır, hak yol ve hidayetten uzaklaştırdığını
bildiren haber cümlesidir.
Bu
ayet, "Mahlûkatm kalpleri kendi ellerindedir. Azalarına kendileri hükmeder,
diledikleri şekilde tasarruf sahibidirler, kendi iradeleri ve tercihleriyle
hükmederler" inancını taşıyan Kaderiyye'ye reddiyedir.
[352]
128-
Şüphesiz ki size sizin içinizden bir peygamber gelmiştir. Sizin sıkıntıya
düşmeniz O'na çok ağır gelir. O, size son derece düşkündür. Müminlere çok
şefkatli ve çok merhametlidir.
129- (Ey Peygamber!) Senden yüz çevi- rirlerse de
ki: "Allah bana yeter. O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvendim. O yüce Arşın Rabbidir."
"Şüphesiz
ki size sizin içinizden" yani sizden ve sizin cinsinizden "bir peygamber"
O da Muhammed (s.a.) "gelmiştir. Sizin sıkıntıya düşmeniz" sizin meşakkat
ve zorluklarla karşılaşmanız "O'na çok ağır" çok zor, çok güç, çok
şiddetli "gelir. O, size son derece düşkündür." Hidayette olmanız
için çok gayret sarfetmektedir. "Müminlere çok şefkatli..." Re'fet,
rahmetten daha hususi bir mana taşır ve zayıflara karşı acımak ve hassas
olmaktır, "ve çok merhametlidir." Sizin için daima hayır murad eder.
Rahmet, zayıflara veya başkalarına karşı umumen merhamet duymaktır.
"O"
Allah "yüce Arşın" Kürsi'nin "Rabbidir." Burada özellikle
Arş'ı zikretti. Çünkü Arş bütün varlıkların en büyüğüdür.
[353]
Cenab-ı
Hak bu surede -Allah'ın hususi tevfikine mazhar olan kimselerden başkasının
tahammül etmesinin çok zor olduğu- bir takım şiddetli, meşakkatli ve zor
vazifeleri Rasulüne (s.a.) tebliğ ettikten sonra müminlerin vazifeleri
kolaylıkla yerine getirebileceklerini gösteren bazı hususları beyan ederek sureyi
bitirdi. Bunlardan biri, Peygamber (s.a.)'in sizden oluşudur. Dolayısıyla Onun
elde ettiği bütün izzet ve şeref size ait olacaktır. O sizin zarar görmenizden
rahatsızlık duyacak bir haldedir. O dünya ve ahiretin hayrının size ulaşmasında
büyük bir istek ve arzu sahibidir. O zorlu bir tedaviye yöneldiği zaman sadece
muhatabının hayrını isteyen ehil bir doktor gibidir. O'nun vereceği bu
vazifeleri kabul edin ki bütün hayırları kazanabilesiniz...
Yine
bu sureye Allah'ın ve Rasulü'nün müşriklerden beri olduğu hususu üe başlayıp
münafıkların durumunu bir bir açıkladıktan sonra Araplara hitap etti:
Kendilerine verilen nimetleri saymak ve onlara ikramda bulunduğunu beyan etmek
sadedinde onlara kendi cinslerinden veya kendi neseplerinden Arap ve Kureyş'li
bir Peygamber geldiğini bildirdi. Allah tarafından tebligatta bulunması,
uhrevi azaba düşmek gibi ümmetinin sıkıntılara düşmelerinden son derece
rahatsızlık duyması ve hak yolda olmaları hususunda son derece gayretli
olması, müminlere karşı çok şefkatli ve çok merhametli olması gibi güzel
vasıfları taşıyan bir Peygamber geldiğini beyan etti.[354]
Hakim'in
el-Müstedrek adlı kitabında rivayet ettiğine göre, Übeyy b. Ka'b şöyle der: Son
inen ayet, "size sizin içinizden bir peygamber gelmiştir..." ile başlayan,
Tevbe suresinin son iki ayetidir.
Buharî
ve Müslim'in rivayetlerinde Bera b. Azib diyor ki: Son inen ayet, "Senden
fetva isterler. De ki: Allah "ketale" hakkında şu fetvayı
verir..." (Nisa, 4/176) ayetidir. Son inen sure ise "Berae"
süresidir.
İbni
Abbas'tan rivayet edildiğine göre, son inen ayet, "Allah'a döndürüleceğiniz
günden korkun." (Bakara, 2/281) ayetidir. Bu ayetin nüzulü ile Rasulullah
(s.a.)'ın vefatı arasında 80 gün vardır. Bu görüş aynı zamanda Said b. Cübeyr'in
de görüşüdür.
[355]
Allah
müminlere kendi içlerinden yani kendi cinslerinden ve kendi dillerinde konuşan
bir Peygamber göndermek suretiyle büyük bir lütufta bulunmuştur.
Ey
Araplar! Size kendi cinsinizden ve kendi dilinizden bir peygamber geldi.
Nitekim
bir ayet-i kerimede, "Okuma yazma bilmeyenlere kendilerinden bir peygamber
gönderen Odur." (Cum'a, 62/2) buyurulmaktadır. Bir başka ayet-i kerimede
ise, "Allah müminlere kendilerinden... bir peygamber göndermekle büyük
bir lütufta bulundu." (Al-i İmran, 3/164) buyurulmaktadır.
Allah
bu peygamberi şu beş sıfatla tavsif etmiştir.
1- "Sizin içinizden" yani Araplardan olması. Bu ifadeden maksat
Arapları O'nu desteklemeye teşvik etmektir.
İbni
Abbas diyor ki: Araplardan hiçbir kabile yoktur ki, Peygamberimiz (s.a.)'in
doğumu onlarla ilgili olmasın. Mudar, Rabia, Yemenli kabilelerden tamamı
onunla ilgilidir. Yani onun nesebi bütün Arap kabilelerine dağılmıştır.
2- "Sizin sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir." Sizin dünya ve
ahirette meşakkat çekmeniz ve zorluklarla karşılaşmanız ona çok ağır gelir.
Çünkü o sizdendir, sizin acı duymanızdan acı duyar, sizin sevincinizle
sevinir.
3- "O, size son derece düşkündür." Sizin hidayeti bulmanıza ve
hidayete devam etmeniz hususunda, dünya ve ahirette size hayırların
ulaşmasında son derece gayretlidir.
4- "Müminlere çok şefkatli ve çok merhametlidir." İbni Abbas
(r.a.) diyor ki: Allah O'nu kendi isimlerinden iki isimle -"Rauf ve
"Rahim" isimleriyle- adlandırdı.
Eğer
-müşrikler ve münafıklar- senden, senin peygamberliğine iman etmekten, senin
şeriatınla doğru yolu bulmaktan yüz çevirirlerse onlara de ki: -Düşmanlara
karşı yardım etmek hususunda- "Bana Allah yeter."
"O'ndan
başka hiçbir ilâh yoktur." Kendisine yalvarıp yakaracağım, boyun eğeceğim,
O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir varlık yoktur. Sadece Ona güvendim. İşimi
sadece O'na havale ettim. O'ndan başkasına itimat etmiyorum.
"O
yüce Arş'ın Rabbidir." Arş yeryüzü, gökyüzü ve ikisi arasındaki bütün
varlıkların tavanıdır. Burada özellikle Arş'ı zikretti. Çünkü O mahlûkatm en
büyüğüdür. O zikredilince Onun altındaki bütün varlıklar buna dahil olur. Bütün
mahlûkatın işlerinin idaresi sadece Allah'a aittir. "O, Arş'a istiva
eyledi. Her şeyi O tedvir eder." (Yunus, 10/3).
Ebu
Davud, Ebu'd-Derda'dan şöyle rivayet etmektedir: "Kim sabah ve akşam
Hasbiyallahu... duasını (Tevbe suresinin son ayetindeki duayı) yedi defa okursa
bunu okurken sadık da olsa yalancı da olsa onu endişeye düşüren işlerinde
Allah O'na yeter."
Nakkaş'ın
rivayetinde Übeyy b. Ka'b diyor ki: Kur'an'ın, kulu Allah'a en yakın kılan
ayetleri, Tevbe suresinin son iki ayetidir.
Sahabe-i
kiram Kur'an bir mushaf içerisinde toplandığı zaman bu iki ayeti
"Berae" suresi'nin sonuna koyma hususunda ittifak etmişlerdir.
İmam
Ahmed, Buharî, Tirmizî ve diğer bazı alimler Hz. Ebubekir (r.a.) zamanında
Kur'an'ın toplanması ve yazılması konusunda Zeyd b. Sabitin şu sözünü rivayet
etmişlerdir. Tevbe suresinden iki ayeti Huzeyme el-Ensarî'nin yanında buldum.
Bu iki ayeti "Lekad caekum.." başka birinin yanında bulamadım. Yani
İbni Hacer'in belirttiği gibi, her ne kadar bu iki ayet onun ve başkalarının
ezberinde olsa bile yazılı olarak sadece onun yanında buldum.
İbni
Cerîr ve İbnü'l-Münzir'in rivayetine göre, Ensar'dan bir zat bu iki ayeti Hz.
Ömer (r.a.)'e getirdi. Hz. Ömer, "Buna kesinlikle senden şahit istemeyeceğim.
Rasulullah (s.a.) bu ayetleri aynen bu şekilde okuyordu" dedi.
[356]
Bu
ayetler şu iki hususa işaret etmektedir:
1- Peygamberlik mesuliyetini birlikte taşımalarını ve onun emrettiği vazifeleri
yerine getirmelerini teşvik edecek ve bunu sağlayacak beş önemli sıfatla
Peygamberimizin tavsif edilmesi. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.) onlardan ve onların
içinden biri idi. Onların sıkıntıya düşmesinden çok rahatsız oluyordu. Onlara
çok düşkündü, çok şefkatli ve merhametli idi.
2- İnsanlar onun davetinden yüz çevirirlerse kendisine yardım eden ve ona
yeterli olan Allah'tan yardım diler; dua, ibadet ve yardım isteme, boyun eğme,
huzurunda eğilme hususlarında sadece O'na iltica etmekle yetinir. Çünkü Allah
yüce Arş'm Rabbidir. Bütün insanlar Allah Tealâ'nın kudretiyle Arş'ın altında
olmaya mahkûmdurlar. O'nun ilmi herşeyi kuşatır. O'nun tayin ettiği kader her
şeye nüfuz eder. O her şeye vekildir.
[357]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/309.
[2] Razî, XV/216.
[3] Kurtubi, VIII/62-63.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/309.
[5] Kurtubî, VIII/63.
[6] İbnü'l Arabi, Ahkamul Kur'an, 11/881.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/309-310.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/310.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/310-311.
[9] İbn Kesir, 11/331 v.d.; Zemahşeri, 11/26; Kurtubî,
VII/64-68.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/311-312.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/313-314.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/314.
[13] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, M/77.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/314-317.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/318.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/318.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/318.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/319.
[19] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/81-82.
[20] Kurtubî, VIII/74.
[21] İbnü'l Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/889.
[22] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/81.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/319-321.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/322.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/322.
[26] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/791.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/322-324.
[28] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/84.
[29] İbn Kesir, III/337.
[30] Cassas, a.e., a.y.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/324-325.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/326-327.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/327.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/327-328.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/328-329.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/330.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/330.
[38] İbni Kesir, 11/339.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/330-331.
[39] İbnü'l -Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/893.
[40] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/85.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/331-333.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/334.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/334.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/334-335.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/335.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/335-337.
[47] Razî, XVT/4.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/337.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/338.
[50] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/87.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/338-339.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/339.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/340.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/340-341.
[55] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 139; Zemahşeri, 11/31.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/341.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/341.
[58] Zemahşeri'nin tefsirinde bu şekilde andığı hadisin çok
tanınmış halde söylenişi şöyledir: "Mescidde mubah olan söz, ateşin odunu
yemesi gibi, iyilikleri yer" (Keşfu'l-Hafa, 1/354).
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/341-343.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/343-344.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/345.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/345-346.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/346.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/347
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/347-348.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/348.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/349.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/349.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/349-350.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/350.
[70] Zemahşeri, 11/33.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/350-352.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/353.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/354.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/354-355.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/355.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/355.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/355-356.
[78] Bu, daha önce Resulullah (s.a.)'m duyulmamış
sözlerindendir.
[79] Urefa: Başkan, lider, bilgin, uzman.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/356-358.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/358-360.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/361.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/361-362.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/362.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/362.
[86] Bu, Zeydiye imamlarından Hadi ve Zahiriye imamlarından
bazılarının görüşüdür. İbni Cerir, Hasan'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Bir müşrikle musafaha yapanın abdest alması gerekir."
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/362-364.
[88] Zerkeşi, İ'lâmu's-Sâcidi bi-Ahkâmi'l-Mesâcid, s. 173
vd.
[89] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 2/901; Kurtubî,
VIII/104 vd.
[90] Razi, XVT/26.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/364365.
[92] Zerkeşî, I'lâmu's-Sâcidi bi-Ahkâmi'l-Mesâcid, s. 318.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/365-366.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/367.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/367.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/368.
[96] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/889.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/368-371.
[98] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/90.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/371-372.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/373.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/373.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/374.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/374-376.
[104] Razî, XVT/38-39.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/377-378.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/379.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/379.
[108] Vahidî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 140.
[109] a.e., a.y.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/379-380.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/380.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/380-383.
[113] Arap dirhemi, 2,975 gramdır. Dinar ise miskaldir ve
4,457 gramdır.
[114] Kurtubî, VIII/124.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/383-385.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/386-387.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/387.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/387.
[119] Zemahşeri, 11/38.
[120] Kebs, 365 günlük yıla, dört yılda bir tam gün
ekleyerek 366 gün yapmak.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/387-391.
[122] Harem bölgesi dışında kalan yerler.
[123] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/928.
[124] Kurtubî, VIII/137; Razî, XVI/547.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/391-394.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/395.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/396.
[128] Razî, XVT/59.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/396-397.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/397-398.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/398-400.
[131] Böylesine tehlikeli bir şeyi kabul etmesi, Hz. Ali'nin
büyüklüğünü göstermektedir.
[132] Bu olay hadis kitaplarmca tespit edilmese bile, güvenilir siyer kitaplarında yer almaktadır.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/400-402.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/403.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/403.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/404.
[137] Kurtubî, VIII/150-152.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/404-405.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/406.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/406-407.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/407.
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/407.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/407-409.
[144] Cassas, Ahkamu’l-Kur’an, III/119.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/409-411.
[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/412-413.
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/413.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/413-414.
[149] Razî, XVI/79.
[150] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/120.
[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/414-415.
[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/416.
[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/416-417.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/417.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/418.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/418-419.
[157] Razî, XVI/84.
[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/419-420.
[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/421.
[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/421.
[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/421-422.
[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/422-423.
[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/423-424.
[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/425.
[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/425-426.
[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/426.
[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/426-427.
[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/427-428.
[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/429.
[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/429-430.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/430-431.
[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/431-433.
[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/433.
[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/433-434.
[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/434.
[176] Hadisi Ebu Davud, Süveyd b. Hanzala'dan rivayet
etmiştir.
[177] Müşterek bir lafızdır. Burada, uzunluğu beş zira, olan
elbise kasdolunmaktadır. Bununla ilk amel eden, Yemen krallarından Hınıs'tır.
[178] Çok giyilmekten eskimiş elbise. olsa, onu öder. Çünkü
onun zamanını ertelemiş, onun zimmetine geçmiştir. Onun için öder.
[179] Neylü'l-Evtâr, IV/166.
[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/434-438.
[181] Mükâteb: Efendisiyle, belirli taksitler üzerine
yazışma yapan, o taksitleri ödediği zaman hür olacak olan köle. Köleleri
hürriyete kavuşturmak için, yazışmak menduptur: "Sahip olduğunuz (köle ve
cariyeler) arasından sizden mükâtebe isteyenlerle eğer onlarda bir hayır bilirseniz-
mükâtebe yapınız." (Nur, 24/33) ayeti bunu ifade eder.
[182] Ebu Davud ve İbni Mace, Ebu Said (r.a.)'den rivayet
etmişlerdir.
[183] Ahmed, Buhari, Müslim, Nesâi, Tirmizî ve İbni Mace,
Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet etmişlerdir, sahihdir.
[184] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/438-441.
[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/442-443.
[186] Razi, XVI/100-104
[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/443-445.
[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/446.
[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/446.
[190] Baş ve sakal kılı kalkık, gözleri kırmızı, esmer,
yanakları kırmızıya çalan, siyah, kötü huylu şişman bir adamdı. Peygamberimiz
onun hakkında: "Şeytana bakmak isteyen Nebtel b. Haris'e baksın"
buyurmuştur.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/447.
[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/447.
[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/447-448.
[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/448.
[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/449.
[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/449-450.
[197] Süddî: "Biz eşeklerden daha kötüyüz"
şeklinde rivayet eder.
[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/450-451.
[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/451.
[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/451-453.
[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/453.
[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/454-455.
[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/455-456.
[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/456.
[205] Razî, XVI/129.
[206] Vahidî şöyle der: Mü'tefîkât, mü'tefike kelimesinin
çoğuludur. Bu kelimenin maştan olan i'tifak; altı üstüne gelmek demektir. Şuayb
(a.s.)'ın kavminin köyleri, halkıyla birlikte altı üstüne geldi.
[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/456-459.
[208] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/459460.
[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/461.
[210] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/461-462.
[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/462.
[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/462-464.
[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/464-465.
[214] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/466.
[215] Vahidi, Esbâbü'n-Nüzûl, s. 144.
[216] a.e., a.y. Razı, XVI/36; İbni Kesîr, 11/371.
[217] Esbabü'n-Nüzûl, s. 145; Râzi, a.y.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/466-468.
[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/468.
[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/468-470.
[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/470-471.
[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/472.
[222] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/472.
[223] Kurtubî, VIII/210.
[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/472-473.
[225] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/474.
[226] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/474-475.
[227] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'ûn, 11/974 v.d.
[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/475-476.
[229] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/477.
[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/477.
[231] Yani sırtlanınızda ücretle yük taşıyor, o ücretten bir
kısmını yahut hepsini tasadduk ediyorduk.
[232] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/477.
[233] Razî, XVT/144-145.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/478.
[234] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/478-479.
[235] Râzî, XVI/147.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/479-480.
[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/481.
[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/481-482.
[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/482.
[239] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/482-483.
[240] Bu, Hz. Ömer'in büyüklüğüne işaret eder. Çünkü birçok
ayet, onun görüşüne uygun olarak nazil oldu. Bedir esirlerinden fidye alınmasıyla
ilgili ayet, içkiyi haram kılan ayet, kıblenin değiştirilmesiyle, kadınların
örtünmesiyle ilgili ayet ve bu ayet gibi. Bunun için Peygamber efendimiz:
"Eğer ben peygamber gönderilmeseydim, sen peygamber gönderilirdin ey
Ömer!" buyurmuştur.
[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/484-485.
[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/485-486.
[243] 55. ayete bkz.
[244] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/486-487.
[245] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/487-489.
[246] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/489.
[247] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/490.
[248] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/490-491.
[249] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/491-492.
[250] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/493.
[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/493.
[252] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/494.
[253] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/494.
[254] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/494.
[255] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/495.
[256] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/495.
[257] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/495-496.
[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/496.
[259] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/496-498.
[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/498.
[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/7.
[262] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/7.
[263] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/7-8.
[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/8.
[265] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/9.
[266] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/9-10.
[267] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/10.
[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/10-11.
[269] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/11-12.
[270] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/12-13.
[271] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/14.
[272] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/14-15.
[273] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/15.
[274] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/16.
[275] Hadis zayıftır. Bu hadisi Taberani el-Evsat'ta Enes b.
Malik'ten rivayet etmiştir.
[276] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/16-17.
[277] Kurtubî, VIII/232.
[278] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/17-19.
[279] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/20.
[280] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/20-21.
[281] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/21-22.
[282] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/22.
[283] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/22-24.
[284] İbnu'l-Arabî, Ahkamü'l-Kur'an, 11/990, 993.
[285] Razî, XVI/168-169.
[286] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/24-26.
[287] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/27.
[288] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/27-28.
[289] el-Bahru'l-Muhit, V/95.
[290] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/28.
[291] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/148.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/2829.
[292] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/30-31.
[293] Beş vesak 653 kg.'dır.
[294] 5 Ukıyye: 200 dirhem= 640 gr
[295] Zûd: üç ile 10 arası demektir.
[296] Tafsilat için fıkıh kitaplarına bakınız. (Çeviren).
[297] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/32-35.
[298] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/36.
[299] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/36.
[300] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/37.
[301] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/37.
[302] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/38.
[303] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/39.
[304] Peygamberimiz Medine'ye hicret edince önce Küba'da Evs
Kabilesi'nden Amr b. Avf oğul-ları'nın reisi Külsüm b. Hedm'e misafir oldu.
Küba, Medine'ye 2 mil uzaklıkta güney tarafında bir köy idi. Rasulullah (s.a.)
Pazartesi gününden Cuma gününe kadar orada kaldı. Küba Mescidi'ni inşa etti.
[305] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/39-41.
[306] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/41.
[307] Zemahşerî, 11/58.
[308] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/41-45.
[309] Kurtubî, VIII/254.
[310] Ebu Davud ve diğerleri bu hadis-i şerifi Ebu Said
el-Hudrî'den rivayet etmişlerdir.
[311] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/45-47.
[312] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/48.
[313] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/48-49.
[314] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/49.
[315] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/49.
[316] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/49-51.
[317] el-Bahru'l-Muhit, V/103.
[318] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/51-53.
[319] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/54.
[320] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/54-55.
[321] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/55-56.
[322] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/56.
[323] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/56-58.
[324] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/58-59.
[325] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/60.
[326] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/60-61.
[327] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/61.
[328] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/61-62.
[329] Razî, XVT/218.
[330] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/62-65.
[331] Zemahşerî, 11/61.
[332] Zemahşerî, 11/61-62.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/65-66.
[333] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/67-68.
[334] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/68.
[335] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/68-69.
[336] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/69-70.
[337] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/71.
[338] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/71.
[339] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/71-72.
[340] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/72.
[341] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/72.
[342] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/72-74.
[343] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/75.
[344] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/75.
[345] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/76.
[346] Kurtubî: VIII/297, Razî: XVI/288.
[347] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/76-77.
[348] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/78.
[349] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/78-79.
[350] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/79.
[351] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/79-81.
[352] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/81-82.
[353] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/83.
[354] el-Bahru'l-Muhit, V/17.
[355] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/83-84.
[356] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/84-85.
[357] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/85-86.