Allah Ve Rasulü'nden Müşriklere Ültimatom
Büyük Hacc Günü'nde Allah Ve Rasulü'nün İnsanlara Duyurusu
Müşriklerle Savaşmanın Şartları
Müşriklerin Güvence Dilemeleri
Yeminlerini Tutmayanlarla Savaşmak
Müşrikler Allah'ın Mescitlerini Onaramazlar
Huneyn Savaşı Ve Allah'ın Sekineti
Müşrikler Mescidi Haram'a Yaklaşamazlar
Ehli Kitab, Zınımiler Ve Cizye Meselesi
Sermaye Birikimi Ve Ebu Zer'in Tavrı
Tebük Savaşı, Hicret Ve Hicretin İslami Davet Üzerindeki Etkisi
Ayetlerde şu hususlar belirtilmiştir:
Münafıkların Cihada Mali Destek Vermeleri
Münafıkların Mü'minleri Razı Etmeye Çalışmaları
Kadının İslam Toplumundaki Yeri
Münafıkların Değişmez Tutumları
Münafıklar Sözlerinde Durmazlar
Münafıklar İçin Af Dilemek Boşunadır
Bedevi Araplardan Samimi Olanlar
Günahlarını İtiraf Edenlerin İnfakta Bulunmaları
Durumları Allah'a Havale Edilenler
Allah Mii'minlerin Nefis Ve Mallarını Satın Almıştır
Zorunluluk Sebebiyle Bir Grubun Savaştan Geri Durması
Hz. Peygamber'in Mü'minlere Düşkün Olması
Kur'an'daki
Sırası : 9
Nüzul Sırası : 113
Ayet Sayısı : 129
İndiği Dönem : Medine
" Bu sürede
çeşitli ve değişik konular vardır. Ancak hepsinin ortak özelliği cihadı teşvik
etmek, münafıklara, kafirlere ve müşriklere karşı koymak, samimi mü'minleri
övgüyle anmaktır.
Sürede işlenen konular
şöyledir
1- Anlaşmayı
bozan müşriklerden uzaklaşmak, ahde vefa gösterenleri kollamakla beraber bu
anlaşmayı bozan müşrikler tevbe edinceye, namaz kılıncaya ve zekat verinceye
kadar onlarla savaşmayı teşvik etmektedir.
2-
Müşriklerin necis olduğu, onların artık İslam'ın havzasına giren Beytu'l-Haram
bölgesine girmelerinin caiz olmadığı, herhangi bir mescide yönelip orayı imar
edemeyecekleri veya Mescid-i Haram'ı İmar etmek suretiyle bir hak ve üstünlük
iddia edemeyecekleri, dolayısıyla oraya yaklaştırıl mama lan vurgulanmaktadır.
3- Kafir
akraba ve ebeveyni dost edinmemek, onlarla anlaşmamak, onlara yardım etmemek,
onlara karşı Allah yolunda cihad etmek, Allah ve Rasulü'nü onlara yeğlemenin
gereğini yerine getirmek ve buna aykırı olduğu sürece dünyanın tüm
isteklerinden vazgeçmek.
4- Allah'a
ve Rasulü'ne iman etmeyen, onların haram kıldığını haram saymayan, hak dine
tabi olmayan kitap ehliyle, onların kendilerini kurtaracak cizyeyi verinceye ve
İslam'ın otoritesine boyun eğinceye kadar savaşmaya teşvik etmektedir.
5- Dört haram ayın saygınlığının pekiştirilmesi,
bazısını öne alıp, bazısını arkaya bırakarak, bazısını haram olmaktan çıkarıp
onun yerine başka aylan getirerek onların sayısı ve vakti üzerinde oynamanın
haram olduğu belirtilmiştir.
6- Tüm
rivayetlerin Tebük olduğu üzerinde ittifak edilen savaşa katılım teşvik
edilmekte, katılmakta gevşeklik gösteren ve ondan geri kalanlar ikaz edilerek
onlar nifakla vasıflandırmaktadır.
7- Münafıkların tavırları, sözleri,
düzenbazlıkları, alay etmeleri, engel oluşturmaları, sözlerinde durmadıkları
ortaya serilmekte, yalan yeminleri ve mazeretleri eleştirilmekte, onlara keskin
ikazlar yapılmakta ve onlara karşı kesin ve kararlı bir tavır koyma
emredil-mektedir.
8- Arapların
huy ve davranışları, kafirlerin küfrünün şiddeti ve onlardan münafık olan-lann
nifakı, sebepleriyle binlikte açıklanarak, müslüman olanların iman ve
amellerinde samimi olanları övülmektedir.
9- İslam'a
intisap edenleri, ilk samimi müslümanlar ve bunlara en güzel bir şekilde tabi
olanlar,- iyi amelle kötü amelleri birbirine karıştıranları, gizlenmiş
münafıklar, gerçek durumları bilinmeyip Allah'a havale edilmiş insanlar, zarar
ve fesadını açıkça ortaya koyan münafıklar şeklinde bir tasnife tabi tutmuştur.
10- Müşriklere
istiğfar etmek ve cenazeleri üzerinde namaz kılmak yasaklanmıştır.
11- Bazı
fakir müslümanlann cihada davet edildiği esnada sergiledikleri samimi tavırları,
savaştan geri kalan bazı samimi kimselerin aşırı pişmanlıkları ve Allah'ın
bunların tev-belerini kabul etmesi belirtilmiştir.
12- Kur'an'ın
nüzulü esnasında münafıkların takındığı tavırlar sergilenmiştir.
13- Cihad
esnasında nöbetleşmeyle ilgili hükümler nazil olmuştur.
14- Sonuç
olarak Rasulullah (s)'ın ahlakı, müslümanlara karşı aşırı düşkünlüğü,
yumu-şaklığ,ı rahmeti belirtilmektedir.
Sûrenin büyük bir
kısmi; Tebük savaşı, şartları ve cereyan eden olaylar üzerinde durmaktadır. Bu
sûrenin tek bir defada nazil olduğunu söyleyen garip bir rivayet vardır.[1] Oysa
bütün bölümleri içerik olarak göstermektedir ki, bu sûrenin bir kısmı Tebük
savaşından bir müddet önce, bir kısmı bu savaş esnasında, bir kısmı da bu
savaştan döndükten sonra nazil olmuştur. Öyle ki, sözkonusu rivayet makul ve
doğru değildir denilebilir. Sûrenin bölümleri, sûre tamamlandıktan sonra
tertip edilmiştir. Esas aldığımız mushafa göre, son iki ayeti Mekke'de nazil
olmuştur. Bunu belirten rivayet Menar Tefsirinde ve Suyuti'nin Itkan İsimli
eserinde[2] Ibn
Feres'den rivayet edilerek aktarılmıştır. Tefsiru'l-Menar müellifi, bu rivayeti
aldıktan sonra şöyle demektedir: "İki ayetin anlamı ancak, Rasulullah
(s)'ın Mekke'de bi'setin ilk yıllarında İslam'a davet etmesiyle açıklık
kazanmaktadır. İbn Kesifin aktardığı bir rivayete cjöre ise. bu iki ayet
unutturulmuştu. Sonra irticali olarak sûrenin sonuna eklenmiştir.' Bu rivayet,
Menar müellifinin yorumunu güçlendirmektedir. Ancak bu iki ayetin nüzul sırası
bakımından Kur'an'ın son inen ayetleri olduğunu belirten rivayetler de vardır.
Bizim tercihimiz odur ki, bu iki ayet, anlamlarından anlaşılacağı üzere
kendinden önceki ayetlerin peşisıra nazil olmuştur. Ayetleri yorumlarken bu
konuya daha fazla açıklık kazandıracağız.
Kesinlik ifade eden,
tevatürle gelen ve tüm mushafların aslı sayılan Osman mushafı, Enfal süresiyle
bu sûrenin arasını, diğer sûrelerdeki gibi besmeleyle ayırmamıştır.
Tirmizi'nin[3] İbn
Mesud'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir. "Osman'a dedim
ki: Sizi, ayet sayısj*yüzü bulmayan Enfal süresini, ayet sayısı yüzden fazla
olan Tevbe süresiyle birlikte yazmaya, aralarını ayırıp, aralarına besmeleyi
yazmamaya ve onu yedi uzun sûrelere dahil etmenize sevkeden husus nedir? Osman
dedi ki. Öyle zaman olurdu ki, Rasulullah'a birkaç bölümden oluşan sûreler
nazil olurdu. Böyle bir şey geldiğinde vahiy katiplerini çağırır ve onlara
"bu ayetleri, falan falan şeylerin zikredildigi süreye yerleştirin"
derdi. Enfal sûresi, Medine'de nazil olan İlk sûrelerdendir. Tevbe süresi ise
Kur'an'ın son inen sûrelerindendir. Onda anlatılanlar diğerlerinde
anlatılanlara benziyordu.[4] Ben
de bu sûrenin o sûreden olduğunu zannettim. Rasulullah |s) da bu sûrenin ondan
olduğunu bize açıklamadan vefat etti. Dolayısıyla ben de her iki sûreyi
birbirinden ayırdım aralarına "bismillahirrahmanirrahim" yazmayıp onu
yedi uzun süre içine dahil ettim." Bu konuda daha başka rivayetler de
vardır. Ali b. Ebi Talib'den zikredilen ve Ali b. Ebi Talib'in oğlu
Mu-hammed'in bu konudaki bir sorusunu "bu süre kılıcı emretmiş, besmelede
ise eman-gü-ven vardır" şeklinde cevapladığı rivayeti bunlardan bir
tanesidir. Übeyy b. Kab'dan gelen bir rivayet de şöyledir: "Rasulullah Is)
her sûrede "bismillahirrahmanirrahim" yazılmasını emrederdi. Ancak bu
sürede yazılmasını emretmedi. Kur'an'ın en son nazil olan sûrelerindendir.
Enfal sûresine benzerliğinden dolayı ona eklendi.' "Denildi ki, meçhul
sigasıyla gelen bir rivayet ise şöyledir: "Sahabe Enfal ve Tevbe
sürelerinin bir tek süre mi, yoksa iki ayrı sûre mi olduğu konusunda ihtilafa
düştü. İki görüşten biri, diğerine baskın gelmeyince bu iki sûrenin farklı iki
sûre olduğunu savunanların görüşüne dikkat çekmek için iki sûrenin arasında bir
boşluk bıraktılar ve her iki sûrenin tek süre olduğunu söyleyenlerin bu görüşüne
de dikkat çekmek için Tevbe sûresinin başına besmele yazmadılar.[5]
Kanaatimize göre,
sürenin başına besmelenin konulmayışının sebebi olarak, sûrenin savaş hakkında
olduğunu belirten rivayet öyle kolay anlaşılır cinsten değildir. Çünkü savaşı
emretmeyi ihtiva eden başka süreler de vardır. Geriye diğer rivayetler kalıyor
ki, bunlar da ihtimal dahilindedir. Bu durumda ayet sayısı yüzü bulmayan Enfal
sûresinin uzun sûreler arasına alınması sorunu çözülmüş olur. Çünkü Kur"an
sûrelerinin tertibi uzun sûrelerden başlanılarak yapılmıştır. Rasulullah
(s)'dan bu iki sûrenin arasına besmelenin yazılmasını emrettiğini 'gösteren
bir rivayet gelmemiştir. Her iki sûrenin ayetleri bu sürelerin uzun sûreler
arasına alınmasını gerekli kılmıştır.
Tirrnizi'nin İbn
Abbas'tan rivayet ettiği hadisle birlikte bu rivayetler, Kur'an sûrelerinin ve
ayetlerinin tertip edilmesi, mushafın oluşturulması hakkında bize iki konuyu
açıklamaktadır. Birincisi, Rasulullah İsi, her bir sûrenin yazıldığı yazı
malzemelerinde, daha sonra ekleme yapmak için boşluk bırakılmasını emretmiş ve
ayetlerin sûrelere yerleştirilmesi onun emriyle gerçekleştirilmiştir. İkincisi
mushafta geldiği gibi sûrelerin birbiri ardınca tertip edilmesi onun emriyle
gerçekleşmiştir. Tercihimize göre birinci konu. Medenî sûrelere ilişkin özel
bir durum arzetmekte^ir. MekkT sûrelerin tertibi ise ya Mekke'de veya hicretten
kısa bir süre sonra tamamlanmıştır. Herşeye rağmen konu bütünlüğü açısından
Müzzemmil ve Şuara sûrelerinin son ayetleri, Araf sûresinin 163-170. ayetleri
gibi bazı Medenî ayetler bu IMekkî) sürelere eklenmiştir. Büyük bir ihtimalle
bu ayetler hicretin İlk yıllarında nazil olmuştur. Allah daha iyisini bilir.
Esas aldığımız mushaf,
tertip açısından bu sûreyi Medine'de en son nazil olan Nasr süresinden önce
aktarmaktadır. Tertip konusundaki bazı rivayetler ise, bu süreyi Nasr sûresinden
sonra zikretmektedirler. Bazı rivayetler de bu sûreyi, nüzul bakımından Medenî
sûreferin on ikincisi, bazıları on altıncısı diğer bazıları ise altıncısı
şeklinde[6]
göstermektedirler.
Bu ayetlerin
içeriğinden, bu son üç rivayetin doğru olmasının mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.
Esas aidimiz mushafın rivayetini kabul ediyoruz. Çünkü Nasr sûresinin özü ve
ruhu, -bu sürenin nüzul bakımından Medine'de nazil olan en son sûre olmasının
yanında-bu mushafın rivayetinin doğruluğunu göstermektedir. Kaldı ki yeri
geldiğinde vereceğimiz ve bu dediğimizi teyid eden bazı hadisler de vardır.
Sürenin
birçok değişik ismi vardır: En meşhurları "Tevbe" ve "Berae'dir.
Bu iki isim, birçok sûrede de olduğu gibi sûre içerisinde geçen lafızlardan
alınmıştır. Diğer isimler, içeriğindeki bazı işaretler sebebiyle verilmiştir.
Bu isimler şunlardır: el-Fadiha; çünkü münafıkları açığa vurmuştur,
el-Müba'sire; çünkü münafıkların sırrını ifşa etmiştir, el-mükaşkişe; çünkü
müslümanlan küfür ve nifaktan soyutlayıp beri kılmıştır, el-Mudamdime; yani
helak eden, el-Hafire; çünkü o, münafıkların kalplerini kazımış ve
gizlediklerini açığa çıkarmıştır, el-Musire; çünkü onların rezaletini ortaya
dökmüştür, el-Azab, çünkü sûre kafirlere azabla nazil olmuştur. Sayısı onu
bulan bu isimler, Rasulullah (sl'ın ashabına ve onların tabiine
dayandırılmıştır.[7] [8]
1- Allah ve
elçisinden, anlaşma yaptığınız
müşriklere İhtardır:
2- Dört ay
daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz, Allah'ı a-ciz bırakamazsınız ve Allah
kafirleri rezil edecektir.
Ayetlerin lafızları
açıktır. Birinci ayette hitap müslümanlaradır. Müslümanlara, Allah ve
Rasulü'nün kendileriyle anlaşma yaptıkları müşriklerden beraatlerini açıkladığını
ve anlaşmadan çekildiklerini, haber vermektedir. İkinci ayetle de müşriklere
seslenerek onlara yeryüzünde dört ay daha emniyet içerisinde gezip
dolaşabileceklerine izin verildiğini belirterek onların Allah'ı aciz bırakmaya
güç yetiremeyeceklerini ve Allah'tan kurtulamayacaklarını, Allah'ın kafirleri
her halükarda rezil edeceğini bildirmektedir.
Birinci ayette hitabın
müslümanlara yönelik olması ilk etapta şaşırtıcı gelebilir. Çünkü gayri
müslimlerle anlaşma yapan Rasulullah'ın kendisiydi. Görünen odur ki, hikmeti
ilahi beraatin ilanında ve anlaşmadan çekildiğinin belirtilmesinde,
Rasulullah'ı Allah'la birlikte zikretmeyi gerekli bulmuştur. Çünkü anlaşmalar
her ne kadar Rasulullahı yapıyorsa da, aynı zamanda müslümanlarla müşrikler
arasındadır.
Taberi, müfessirlerin
-İbn Abbas, Dehhak, Katade, Süddi, Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'nin isimlerini
zikretmiştir- Allah ve Rasulü'nün kimlere uyan verdiği konusunda ihtilaf
etttiklerini ve bazıları bunların iki kesim olduğunu söylemiştir demektedir. Birincisi,
anlaşma müddeti dört aydan az olanlar. Bunlara dört ay mühlet verilmiştir. Çünkü
ayetler, ardından Ziikaadc, Zilhicce ve Muharrem aylarının geldiği Şevval
ayında nazil olmuştur. İkincisi, anlaşma müddetleri dört aydan daha fazla
olanlar. Bu müddeti dört aya indirdi ki, kendilerine çeki düzen versinler ve
müslüman olmadıkları takdirde kendileriyle savaşılacağını bilsinler. Bazıları
da, ayetler genel olarak tüm müşriklerle yapılan anlaşmalardan beri olunduğunun
göstergesidir, çünkü Allah, onların tüm sırlarını biliyordu ve onlar da
düşmanlık ve anlaşmayı çiğneme arzularım açığa vurmayıp gizliyorlardı
demiştir.
Bu görüşler birazdan
gelecek olan iki ayette belirtilen iki hususla çelişmektedir. Birincisi,
müslümanlann kendileriyle anlaşma yaptıkları ve anlaşmalarına vefa gösterenler.
Müslümanlar anlaşmayı süresine kadar tamamlamakla emrolunmuşlardır. Tercih edilen
görüşe göre bunun süresi de dört aydan daha fazlaydı. Çünkü emrin hikmeti ancak
buradadır. İkincisi, müslümanların kendileriyle Mescid-i Haram'ın yanında
anlaşma yaptıkları ve anlaşmalarına sadık kalanlar. Müslümanlara, onlar doğru
oldukları sürece onlara karşı doğru olmaları emredilmiştir.
Bunun da ötesinde bu
rivayetler, Mekkî ve Medenî birçok sûrede anlaşmalara ve sözlere vefa
göstermesini emreden birçok ayetle de tenakuz arzetmektedir.
Taberi bu hususu
görmüş ve rivayet ettiği görüşlerin sonunda şöyle demiştir: En çok doğru olan
görüş şudur. Allah'ın anlaşma yapan müşrikler için verdiği süre, anlaşma yapanlardan
Rasulullah'a açıkça tavır koyan, süresi tamamlanmadan anlaşmalarını çiğneyen
kimseler içindir. Anlaşmayı çiğnemeyenler bunun dışındadır. Çünkü Allah, anlaşmanın
tamamlamasını ve bu anlaşma karşısında doğru olanlara doğru davranmasını
em-retmektedir.
Beğavi Tefsiri'nde
bunu açık bir şekilde teyid eden açıklamalar vardır. Beğavi diyor ki:
"Müfessirler -bununla sahabe ve Tabundan olan müfessirleri kasdetmektedir-
şöyle diyorlar: Rasulullah (s) Tebük savaşma çıktığı zaman münafıklar paniğe
kapılıp ürperdi-ler ve müşrikler anlaşmalarını çiğnemeye başladılar. Bunun
üzerine Allah, bunlar hakkında bu ayetleri indirdi ve bununla birlikte onlara
şayet anlaşma dört aydan azsa, onlara dört ay mühlet verdi ve süre dört aydan
daha fazlaysa bu süreyi dört aya indirdi."
Bu ve diğer yorumla
görüldüğü gibi çelişki ve tenakuz giderilmiş oluyor.
Diğer
tefsir kitaplarında bu iki ayet hakkında başka önemli bir şey yoktur. Taberi ve
Beğavi'nin söylediklerini burada aktarmakla yetindik. Özellikle de bu ikisi,
kitapları bize kadar ulaşan en eski müfessirlerdendir. Onlardan sonra gelen
müfessirlerin büyük bir kısmı onlardan nakil yapmışlardır. [9]
3- Büyük
hacc günü, Allah ve elçisinden insanlara duyurudur: Allah ve elçisi
müşriklerden tamamen uzaktır. Şayet tevbe ederseniz bu, sizin için daha
hayırlıdır. (Yok) eğer yüz çevirip dönerseniz bilin ki, siz Allah'ı aciz
bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed) Kafirleri acı bir azap ile müjdele.
Ayetler Haccı Ekber
gününde Allah ve Rasulü'nün müşriklerden uzak olduğu, müşriklerin uyarılması
ve tevbe etmelerinin kendileri için hayırlı olduğunun belirtilmesi
emrediknektedir. Şayet müşrikler yüz çevirip dönerlerse bilsinler ki onlar
Allah'ı kesinlikle aciz bırakacak değiller. Ve tüm kafirlerin Allah'ın çetin
azabıyla müjdelenmeleri emredilmektedir.
Ayet, önceki iki ayete
atıfta bulunmuştur. Hatta denilebilir ki, bu ayette sözü edilen müşriki* ilk
iki ayette zikredilenlerdir. "Allah'ı aciz bırakacak değiller"
cümlesinin tekrar edilmesi bunun delilidir.
Ayette aynı zamanda
bunun fetihten sonra nazil olduğunu gösteren kesin delil vardır. Bu da
Beğavi'nin "Hz. Peygamber (s) fetihten uzun sayılmayan bir süre sonra
Te-bük savaşına çıktı' şeklindeki görüşünü desteklemektedir.
"Şayet tevbe
ederseniz" cümlesinden anlaşılmaktadır ki anlaşmayı çiğneyen müşriklere
dört ay müddet tanınması ve bu süre içinde yeryüzünde güvenle dolaşıp gezmeleri,
onların düşünmeleri ve küfürlerinden, şirklerinden tevbe etme fırsatını elde
etmek içindir. Bunda da sürekli geçerli olan ve süren talimatlar vardır.
Bu ayetin ve önceki
ayetlerin ve sonraki ayetlerin veya Büyük Hacc gününe ait hükümleri ilan
edilmesi konusunda çeşitli rivayetler aktarılmıştır.[10]
Bu rivayetlerden
bazısına göre tebliğ ve ilan edilen ayetler sürenin ilk on ayeti, bazısına
göre otuz ayeti, bazısına göre de kırk ayetiydi. Bazı rivayetlere göre de
sûrenin on veya otuz veya kırk ayeti nazil olunca Hz. Peygamber insanlara şu
dört hususu duyurması için birini gönderdi: Çıplak bir kimsenin Kabe'yi tavaf etmemesi,
müşriklerin haccetmemesi, mü'minlerden başka kimsenin cennete giremeyeceği ve
her anlaşmanın belirtilen süreye kadar geçerli olduğu. Bir rivayete göre bu
süre dört aydır.
İlk otuz veya kırk
ayette müşriklerin 'durumu ve müşriklere ilan edilmesi gereken hususların
dışında değişik konular vardır. Ayrıca ilk on ayette de Mescidi Haram'ı müşriklere
yasaklayan emir de yoktur. Bu emir, sûrenin 28. ayetiyle sabit olmuştur:
"Ey i-man edenler! müşrikler ancak birer pisliktir. Bu yıllarından sonra[11]
Mescidi Haram'a yaklaşmasınlar". Bu ayetten sonra gelen ayetlerde Ehli
Kitab'la savaş, haram aylardan birini öne ve arkaya alarak vaktinde ve yerinde
değişiklik yapmak ve bunun haram olduğu, Tebük savaşına katılmayanlar
konusundadır. Şayet ayet Peygamber'in duyurusu esnasında nazil olmuş olsaydı,
en azından haram ayların yerinde ve zamanında değişiklik yapmanın haram olduğu
da ilan edilirdi. Böyle bir şey gerçekleşmemiştir. Bütün bu hususlar, Hz.
Peygamber'in ilk otuz veya kırk ayeti tebliğ için gönderdiği olayı üzerinde
durup düşünmemizi gerektirmektedir. Ancak olması imkan dahilinde olan şey, Hz.
Pcygamber'in Mescidi
Haram'ı müşriklere yasaklayan kısımdan sonra gelen ayetlerdeki hususları tebliğ
için gönderdiğidir. Allah en iyisini bilendir.
Bu konuda'gelen rivayetler,
Rabbani ve nebevi tebligatla ilgili olup çeşit çeşit ve değişik değişiktir.
Taberi'nin bunlardan aktardığı rivayete göre Hz. Peygamber Mekke'nin fethinden
sonraki, yani hicri 9. yılda haccetmek istememişti. Çünkü müşrikler Kabe'ye
gelip çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Hz. Ebubekir'i hacc emiri olarak
gönderdi. O, yola çıktıktan sonra "beraat" (müşriklerden beri olma)
ayeti nazil olunca bu ilanı Hz. Ali'yle birlikte gönderdi ve O'na insanlara
dört hususu ilan etmesini emretti. Bir rivayet de şöyledir: "EbubeJtir,
Hz. Ali'yi, Hz. Peygamberin emrini tebüği İçin geldiğini görünce, Hz.
Peygamber'e döndü ve "Benim hakkımda bir şey mi nazil oldu" dedi. Hz.
Peygamber de "Hayır, ancak onu, benim ve Ehli Beytimden birinin tebliğ
etmesini istedim" dedi. Başka bir rivayette şöyle denilmiştir: "Bu
ayetler, nazil olduğu zaman Hz. Peygamber'e "Keşke bunları Hz. Ebubckir'le
birlikte tebliğ etmesi için göndersen" denildiğinde Hz. Peygamber
"Ehli Beytimden başkası bunu tebliğ edemez" buyurdu. Aynca bu konuda
şöyle bir rivayet de vardır: "Hz. Ali gelince, Hz. Ebubekir O'na 'emir
olarak mı yoksa memur olarak mı geldin" diye sordu. Hz. Ali de "memur
olarak" dedi. Hz. Ebubekir kalktı ve insanlara haccettirdi. Hz. Ali de
insanlara sözkonusu dört hususu duyurdu. Başka bir rivayet de şöyledir:
"Hz. Peygamber bu duyuruyu insanlara hacc emiri olarak tayin ettiği Hz.
Ebubekir'le birlikte ilan etmesi için gönderdi. Sonra ardından Hz. Ali'yi
gönderdi. Hz. Ali duyuruyu yolda ondan aldı. O da Hz. Peygambere dönüp "Anam
babam sana feda olsun ya Rasulullah, benim hakkımda birşey mi nazil oldu"
dedi. Hz. Peygamber "Hayır, ancak onu benden olan biri benim adıma tebliğ
edebilir" dedi. Başka bir rivayete göre "ancak onu ben ve Ali tebliğ
edebiliriz" buyurdu. Sonra Hz. Peygamber, "Sevinmiyor musun ki ey
Ebubekir? Sen mağarada benimle birlikteydin ve benim cennette
arkadaşımsın" diye sordu. Hz. Ebubekir "Tabii ki sevinirim ya
Rasulullah" diye cevap verdi". Bir rivayete göre, Ebubekir, Arcfe
gününü geçirip insanlara hutbe verdikten sonra Hz. Ali'ye kalk ve
Rasulullah'ın emrini.duyur" demiştir. Ebu Hureyre, Rasulullah (s), Hz.
Ali'yi insanlara ilanı duyurmak için gönderdiğinde kendisinin de onunla
birlikte olduğunu ve Hz. Ali'nin sesi kısıldığını ve kendisinin duyuruda
bulunduğunu söylemiştir. Buhari'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bu hadiste
Ebu Hureyre şöyle demektedir. "Ebubekir, Rasulullah'ın kendisini Veda
Haccı'ndan Önceki hac için emir la-yin ettiği hac esnasında insanlara "Bu
yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecek ve Kabe çıplak bir halde tavaf
edilmeyecek" şeklinde ilanda bulunmak için Mina'ya gönderdiği gruba beni
de kattı. Sonra Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi beraati insanlara bildirmek için
peşimizden gönderdi. O'da Kurban günü Mina halkına bu duyuruyu yaptı.[12]
Tirmi-zi, Ebu Hureyre'den şu hadisi rivayet etti. "Hz. Peygamber, Hz.
Ebubekir'i gönderip bu hususları ilan etmesini emretti. Sonra peşinden Hz.
Ali'yi gönderdi. Ebubekir, yolda giderken Rasullullah (s)'ın Kusvâ isimli
devesinin sesini işitti. Korkuyla çıkıp baktı Rasu-lullah'ın geldiğini
zannetti. Bir de ne görsün gelen Ali idi. Hz. Ali, Rasulullah'm mektubunu
kendisine verdi. Hz. Peygamber bu mektubun içeriğini, Hz. Ali'nin ilan etmesini
emretmişti. İkisi birlikte yola devam ettiler ve haccettiler. Hz. Ali teşrik günlerinde
kalktı ve bunu ilan ederek şöyle dedi: "Allah ve Rasulü'nün himayesi
(zimmeti) her müşrikten uzaktır. Yalnızca dört ay serbestçe gezin-dolaşın. Bu
yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecektir. Çıplak olarak da hiç kimse Kabe'yi
tavaf edemeyecektir. Cennete de ancak mü'min olan kimse girecektir". Hz.
Ali bunları ilan ediyordu. Yorulduğu zaman Hz. Ebubekir kalkıp ilan etmeye
devam etti.[13] İbn Sad, Buhari'nin
rivayet etmiş olduğu hadisi "Sonra Hz. Peygamber peşinden Hz. Ali'yi
gönderdi..." kısmı dışında olduğu gibi rivayet etmiştir.[14]
îbn Kesir, İmam
Ahmed'in Hz. Ali'den rivayet ettiği şu hadisi nakleden Tevbe Süresinin ilk on
ayeti Hz. Peygamber'e nazil olunca Hz. Ebubekİr'i çağırdı ve bu ayetleri Mekke
halkına okuması için onunla birlikte gönderdi. Sonra beni çağırarak şöyle dedi.
"Ebubekir'in peşinden git. Ona kavuştuğun zaman o ayetleri ondan al ve
Mekke halkına giderek onlara oku." Cuhfe'de Ebubekir'e yetiştim ve
ayetleri ondan aldım. Ebubekir Hz. Peygamber'e döndü ve "Ya Rasulallah
benim hakkımda bir şey mi nazil oldu" dedi. Hz. Peygamber de "Hayır
ancak bana Cebrail geldi ve senden, ancak sen veya Ehli Beytten olan biri
tebliğ edebilir dedi "diye cevap verdi. Ayrıca Hz. Ali'den şu hadisi de
rivayet etmiştir: "Rasulullah (s) beraati tebliğ için gönderdiğinde,
"Ey Allah'ın Nebisi ben konuşkan ve hatip biri değilim" dedim. O da
bana 'ya sen, ya da ben götürüp tebliğ etmeliyiz' dedi. Ben de şayet durum
böyleyse o halde ben giderim dedim. O da "git Allah dilini sabttleştir ve
kalbini ferahlatır" diyerek elini ağzımın üstüne koydu."
Biz öyle inanıyoruz ki
Şiilik taassubu ve duygusu, bu ve benzeri rivayetler üzerinde elkili olmuş ve
önemli bir rol oynamıştır. Özellikle de 'Ancak ben veya ehli beytimden biri ya
da ancak ben veya Ali, veyahut ancak ben veya benden bir adam bunu tebliği ya
da ancak ben veya Ali, veyahut ancak ben veya benden bir adam bunu tebliğ
edebilir.' şeklindeki rivayetler ile "Cebrail geldi..." şeklindeki
rivayet ile "Hazreti peygamber ayetleri Ebubekir'e verip, O'nu görevlendirdikten
sonra peşinden Hazreti Ali'yi gönderdi ve yoldan mektubu ondan aldı."
rivayeti bu tür rivayetlerdendir. Öyle ki fiiller bu tür rivayetlere büyük bir
önem vermekte ve bu rivayetlerden Hz.Peygamber'in, Hz. Ali'yi nübüvvete ait
olan vasıflarla vasıflandırdığım söylemişler ve bu rivayetleri "Hz. AH ve
Peygamber tek bir şeyden ve Hazreti Ali bu vasıflarda O'nun mirasçısıdır"
şeklindeki söylentilerine delil olarak almışlardır.[15]
Ehli Sünnet'in, Hz.
Ebubekir'in hacc emiri olarak tayin edilmesi olayını, Onun Hz. Peygamber'den
sonra halife oluşuna delil olarak gördüklerinden dolayı, Şiiler bu delili
zayıflatmak veya topyekün geçersiz kılmak istemiş olabilirler. Ehli Sünnet'ten
bazıları da buna karşılık*"Hz. Ali'nin Hz. Ebubekir'e emir olarak değil,
memur olarak geldiğini" söylediğini rivayet üzerinde roJ oynamış
olabilir.
Hz. Peygamber'in
ayetleri Hz. Ebubekir ile birlikte gönderdikten veya O'nu sözko-nusu hususları
ilanla sorumlu kılmasından sonra, ondan bunu tekrar alması için Hz. Ali'yi
peşinden göndermesi kesinlikle akıl kân değildir. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in
ailevi meselelerle ilgili olmayan böyle bir konuda, benden ancak benden olan
veya ehli beytimden olan Biri tebliğ edebilir demesi kesinlikle düşünülemez.
Çünkü bu konu ailevi bir konu olmayıp, Allah'ın kendisini özel hususlarla
vasıflandırdığı büyük bir vazifeyle ilgilidir. Allah bu vasıflan "Allah
elçilik görevini kime vereceğini daha iyi bilir" (En'am, 125) ve
"muhakkaleki sen büyük bir ahlak sahihisin" (Kalem, 5) ayetleriyle belirtilmektedir.
Şayet Hz. Peygamber (haşa) bu tür şeyleri düşünmüş olsaydı Hz. Ebube-kir'in
yerine Hz. Ali'yi hacc emin olarak göndermesi daha makul olurdu.
Bu konuda gelen
rivayetler ve en sahih hadis olarak kabul edilen Buhari'nin Hz. Ebubekir'den
rivayet ettiği hadis göstermektedir ki, Hz Peygamber, ayetlerde belirtilen bazı
hususlan bildirmek için Hz. Ebubekir'i görevlendirmiş sonra da ilan edilmesi
gereğini duyduğu başka meseleleri de bildirmek için peşinden Hz. Ali'yi
göndermiştir. Yapılan duyuru tamamen Hz. Ebubekir'in gözetiminde ve emrinde
gerçekleşmiş, Hz. Ali de bu konu da O'na iştirak etmiş veya yardımda
bulunmuştur. Diğer rivayetlerde belirtilen fazlalık ve haşiyelerden öte olması
makul olan husus budur. En iyisini Allah bilir.
Evet, Haccı Ekber günü
hakkında, müfessirlerin, Rasulullah (s)'m arkadaşlanndan, tabiinden rivayet
ettikleri görüşler çeşitlidir. Bu görüşlerden bazısına göre Haccı Ekber günü
Arefe günü, bazısına göre de Kurban günüdür.[16]
İbn Kesir'in mürsel
olarak Hz. Peygamberden rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygam-ber'i Arefe günü
insanlara hutbe verdi ve bugün Haccı Ekber günüdür dedi "den ilmektedir.
Ömer'den rivayet ettiği bir hadis şöyledir: "Arefe günü Haccı Ekber
günüdür. Hiç kimse bu günde oruç tutmasın." Haccı Ekber gününün, Kurban
günü olduğunu söyleyenler ise Ebu Hureyre, İbn Abbas, îkrime, Katade ve
Mücahid'tir. Bu görüşlerden birinin diğerine tercih edildiğine rastlamadık.
Ancak sünen sahiplerinin (Ebu Davud, Tir-mizi, Nesei) Abdurrahman b. Ya'mer'den
rivayet ettikleri bir hadis şöyledir: "Rasulullah (s) Arafat'tayken O'nun
yanına vardım. Necid halkından bir grup geldi ve bir adama emrettiler, o adam
da Rasulullah'a seslenerek "Ya Rasulullah hacc nasıl yapılır?" dedi.
Rasulullah bir adama emretti o da insanlara seslenerek, "Hacc Arefe günüdür.
Kim Müzdelife'de kalınan (akşamla yatsının cem edildiği) gecenin sabah
namazından önce gelirse, haccı tamam olur. Mina'da üç gün kalınır. Acele edip
de iki gün kalana günah yoktur. Fazla kalana da günah yoktur" dedi.
Bu
hadis ve Nebi'den mürsel olarak rivayet ediien hadis ile Ömer'in hadisi Haccı
Ekber gününün Arefe günü olduğunu söylemeyi gerekli kılmaktadır. En iyisini
Allah bilir. [17]
4- Ancak
müşriklerden kendileriyle anlaşma imzaladıklarınızdan (anlaşma şartlarından)
hiçbir şeyi eksi İtmeyen ler ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanların
anlaşmalarının kendilerine tanıdığınız süreye kadar tamamlayın. Çünkü Allah,
muttaki olanları sever.
5- Haram
ayları çıkınca[18]' müşrikleri her nerede
bulursanız öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve tüm geçit yerlerini kesip
tutun. Eğer tevbe edip, namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını
açıverin. Muhakkak ki, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
Bu ayetler de
anlaşılır bir şekilde açıktır. Birincisinde istisna bir durum vardır ki, o da
müslümanlara seslenerek onların, kendileriyle anlaşma yapıp bu anlaşmalarına
vefa gösteren, anlaşmayı çiğnemeyen, herhangi bir şartını eksiltmeden yerine
getiren, müslümanlara karşı başkasıyla güç birliği yapıp onlara arka
çıkmayanların anlaşmalarını üzerinde anlaştıkları sürenin sonuna kadar
tamamlamalarını emretmesidir. İkinci ayette ise müslümanlara hitap edilerek
onların, haram aylan çıktıktan sonra müşriklerle nerede bulurlarsa
savaşmalarını, onları sürgün etmelerini ve onları tüm geçit yerlerinde gözetlemelerini
fakat tevbe ederek namaz kıldıkları ve zekat verdikleri taktirde onlara
ilişmemelerini emretmektedir. Çünkü Allah tevbe eden kullan için çokça
bağışlayandır ve esirgeyendir.
Görüldüğü gibi bu iki
ayet kendisinden Önceki ayetlerin bir devamı ve tamamlayıcısı konumundadır.
Taberi'nin Katade'den rivayet ettiğine göre bu ayetlerde istisna edilenler
Rasulullah'm Hudeybiye'de kendileriyle anlaşma yaptığı Kureyş müşrikleridir. Bu
tuhaftır. Çünkü Hudeybiye anlaşması H. 8.yılda çiğnenmişti ve çiğnendiğinden
dolayı da Hz. Peygamber Mekke'ye yürümüş ve Mekke'yi fethetmiş ve Kureyş
Allah'ın dinine girmiştir. Kaldı ki bu ayetler, üçüncü ayetin de açıkça
gösterdiği gibi Mekke'nin fethinden sonra nazil olmuştur.
Beğavi'nin rivayet
ettiğine göre bunlar, Kenane'den kendilerine Beni Demre denilen bir mahalleydi.
Ahidlerini bozmamışlardı ve anlaşmalarının tamamlanmasına dokuz ay kalmıştı.
Hz. Peygamber'in £enane'den Beni Demreyle iyi ilişkilerde bulunduğu haberini
İbn Sa'd da zikretmiş ve bunun süreye bağlı olduğunu belirtmemiştir.[19]
Durum ne olursa olsun birinci ayetten sözkonusu edilen istisnanın müslümanlarla
süresi belirli bir anlaşma yapanlar hakkında olduğu anlaşılmaktadır ve
bunlardan da herhangi bîr çiğneme olayı sözkonusu olmamıştır. Gerçekten de
fiilen böyle olanlar olabilir. Görüldüğü gibi istisna konusunda sürekli geçerli
olan bir hüküm vardır.
Birinci ayet, daha
önce zikrettiğimiz büyük hacc gününde yapılan İlanla ilgili rivayeti
desteklemektedir. Ebubekir bu ilanı yapmıştı. Anlaşma süresi dört aydan daha az
olanlar için dört ay mühlet tanınmış "ve kimin anlaşması varsa o,
süresinin bitimine kadardır" ifadesiyle bu belirtilmişti. "Kimin
anlaşma müddeti dört aydan az İse ona dört ay mühlet vardır, kiminki de bundan
fazlaysa dört aya indirilir" şeklindeki rivayetler, belirtilen bu teyidin
kapsamı dışındadır.
Ayrıca bu ayetin ruhu,
Beğavi'nin rivayet ettiği ve Taberi'nin de belirttiği "sûrenin birinci
ayetinde belirtilen Allah ve Rasulü'nün kendilerinden beri olduklarını ilan
ettiği anlaşmalarım çiğneyen, anlaşmalı müşriklerdir" şeklindeki sözü
teyid etmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, tefsirini yaptığımız bu iki ayetten
ikincisinde müslümanlann, dört ay olan haram aylarının sona ermesiyle -çünkü
ayetler belirttiğimiz gibi Şevval ayında nazil oldu- kendileriyle
savaşılmasımn emredildiği kimseler, anlaşmalarını çiğneyen bu kimselerdir.
Çünkü sözkonusu edilenler bunlardır.
Bu iki ayetle birlikte
önceki ayetler de Medine döneminin sonlarına ilişkin Peygamber'in süetinden
tablolar sergilemektedir. Bunlardan anlaşılıyor ki müslümanlarla müşrikler
arasında Mekke'nin fethinden sonra hatta daha Öncesine dayanan barış anlaşması
vardır. Müşriklerden bazıları anlaşmalara uymuş, bazıları da anlaşmalarını
çiğnemiş veya kendilerinde anlaşmayı çiğneme ve delme belirtileri görülmüştür.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi müfessirler, tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayetlerden
ikincisini kılıç ayeti olarak isimlendirmiş ve bunun müşriklere karşı yumuşak
ve müsamahalı davranmayı, onlara mühlet vermeyi, onlara aldırmamayı, onlardan
yüz çevirmeyi ve onları bağışlamayı emreden tüm ayetleri neshettiğini ve
mutlak olarak onlarla savaşmayı gerektirdiğini söylemişlerdir. Bazıları
anlaşması bulunanları anlaşmanın bitimine*kadar bundan istisna ederken,
bazıları da bu istisnayı da yapmayarak bu ayetin nazilinden sonra onlardan
artık müslüman olmaları dışında hiçbir şeyin kabul edilmeyeceğini
belirtmiştir. Bunda bir aşırılığın olduğunu ve bunun, düşmanlar dışındaki
kimselerle savaşılmayacağım, barış ve iyi ilişkiler içerisinde olanlara
ilişilmeyeceğim, onlara iyilikte bulunup adil davranılacağım belirten muhkem
ayetleri içeren Kur'ani İlkelerle tenakuz içerisinde olduğuna dikkatleri
çekmiştik. Müfessirler, bu ayetlerin yorumu ile ilgili eski müfessirlerden
rivayet ettikleri bu rivayet ve görüşleri tekrarlamışlardır. İbni Kesir, İbp*
Abbas'tan "Bu ayet Hz. Peygamber'e kılıcım kendileriyle anlaşma
yapanlardan İslam'a girince çekmesine ve onlarla yapmış olduğu anlaşma ve sözleşmeleri
çiğnemesini emrettiğini "rivayet etmiştir.
Aynı müfessir (İbn
Kesir) Süfyan b. Uyeyne'den tuhaf bir söz aktarmış, bu ayeti, sûredeki diğer
bazı ayetler ve müşriklerle savaş hakkında olmayan başka ayetlerle birleştirerek
kılıç ayetleri olarak isimlendirmiş, Hz. Peygamber'in Hz. Ali b. Talib'i Haccı
Ekber gününde ilan için görevlendirdiğinde bu ayetle gönderildiğini
söylemiştir. Bu ayeti Araplardan müşrik olanlar da ve Ehli Kitapla savaşmak
için kılıç ayeti olarak isimlendirmiştir. Bu ayet de Tevbc sûresinin şu
ayetidir: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve Ahiret gününe
inanmayan, Allah'ın ve elçisinin haram kıldığını haram saymayan ve gerçek dini
din edinmeyen kimselerle küçülüp (beyan ederek) elleriyle cizye verinceye kadar
savaşın" (Tevbe, 29). Tevbe süresindeki şu ayeti de münafıklarla savaş
için kılıç ayeti olarak isimlendirmiştir. "Ey Nebi, kafirlerle ve
münafıklarla cihad et, onlara sert davran, onların varacağı yer cehennemdir.
Orası ne kötü gidiş yeridir." (Tevbe, 73). Hucurat süresindeki şu ayeti de
bağüerle savaş için bir kılıç olarak isimlendirmiştir. "Şayet
mü'minlerden iki grup birbiriyle savaşırlarsa aralarına düzeltin. Eğer biri
diğerine (bağüİk yapıp) saldırırsa, saldıran grup Allah'ın emrine dönünceye
kadar onlarla savaşın." (Hucurat, 9).
Gariptir ki Taberi, bu
ayetin anlaşması olan ve olmayan herkesi ayırım yapmaksızın kapsadığını
söylemektedir. Bununla birlikte Mümtehinc sûresi: "Allah, din konusunda
sizinle savaşmayan, sizleri yurtlarınızdan sürüp çıkarmayan kimselere iyilik
yapmanızdan ve ölçülü davranmanızdan sizi alıkoymaz. Muhakkak ki Allah
adaletli olanları sever." (Mümtehine, 8) ayetini yorumlarken; bu ayetin
muhkem olduğunu, Allah'ın müs-lümanlan kendilerine karşı barış ve iyilik
tavırları içerisinde bulunan, hiç kimseye bağlı bulunmayan, hangi dinden
olursa olsunlar onlara iyilik yapmaktan ve ölçülü davranmaktan menetmediğini
söylemektedir. Hatta bunlar kendileriyle anlaşma yapılmayanlar da olabilir.
Bütün bunlardan sonra
özünden ve anlamından da anlaşıldığı gibi ayet, kendileriyle anlaşma yapılan ve
bu anlaşmalarını çiğneyen müşriklerle savaş hakkındadır. Bu ayetin kılıç ayeti
sayılarak mutlak olarak tüm müşrikleri kapsadığını söylemek, ayeti, ruhunun ve
bağlamının kabul etmediği bir anlama taşımaktır. Ayrıca bu ayetin Kur'an'ın
çeşitli ayetlerinde belü-tilen dinde zorlamanın olmadığı, Allah yoluna hikmet
ve güzel öğütle davet edilmesi, en güzel bir şekilde mücadele edilmesi,
müslümanlarla savaşmayan ve onları yurtlarından sürüp-çıkarmayan kimselere
iyilik yapmaya ve Ölçülü davranmaya teşvik edilmesi gibi genel ve kesin
prensipleri içeren ilkeleri neshettiğini söylemek de yanlış olur. Birazdan ele
alacağımız ayet; açıkça müslümanların, kendileriyle Mescidi Haram'da anlaşma
yaptıkları müşrikler, dosdoğru oldukları sürece, onlarla yaptıkları anlaşmalarında
dosdoğru davranmalarını emretmektedir. Bu, ayetlerle ilgili söylediklerimizin
doğru olduğuna daîr/bir kanıttır inşaallah.[20]
Bu ayetlerde hüküm
açısından iki mesele önümüze çıkmaktadır. Birincisi acaba birinci ayette
belirtilen istisna, anlaşmanın tazelenmesiyle birlikte kendileriyle anlaşma
yapılan müşrikler anlaşmanın süresi bitince Allah ve Rasulü'nün beraatı
kapsamına girerler mi? Ve onlarla savaşmak gerekir mi? Müfessirlerin sözleri
bu soruya 'savaşmak gerekir' anlamında olumlu cevap niteliği taşımaktadır. Bu
konuda Hz. Peygamber'den gelen güvenilir bir rivayete rastlamadık. Eğer
müfessirlerin sözlerinden "kesinlik" mu-rad ediliyorsa bunda durup
düşünmek gerekiyor. Ve burada meselenin açıklığa kavuşturulması lazımdır:
Kendileriyle anlaşma yapılanlar, bu anlaşmadan önce müslümanlara düşmandılar.
Dolayısıyla aralarında savaş oldu. Sonra da müslümanlar onlarla anlaşma
yaptılar ki Kureyş'İn durumu buydu ve Rasulullah (s) Hudeybtye'de onlarla
anlaşma yaptı. Veya müslümanlarla hiç savaşa girmemiş, barış içinde yaşamış ve
müslümanla-nn müttefiki de olmayarak tarafsız kalmışlardır. Nisa Sûresinin 90.
ayetinde belirtilenler bunlardır: "Ancak sizinle kendileri arasında
anlaşma bulunan bir topluma sığınanlar veya ne sizinle ne de kendi toplumları
ile savaşmak (istemediklerin) den yürekleri sıkılarak size gelenler hariç.
Allah dileseydi başınıza onları musallat ederdi, sizinle savaşırlardı. O halde
onlar sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve sizinle barış İçinde yaşamak
isterlerse, Allah size, onlara saldırmak için bir yol vermemiştir."
Kanaatimize göre buradaki gibi fiili bir durum vardı. Siret hakkındaki bazı
rivayetlerde bunun bazı Örnekleri vardır: İbn Sad şöyle rivayet ediyor;
"Rasulullah Kenüne'den Beni Sahi ile onlarla savaşmamak, onların kendisiyle
savaşmaması, kendisine karşı bir düşmanla işbirliği yapmamaları hususunda sulh
yaptı ve bunu aralarında anlaşma metni niteliği taşıyan bir yazılı metin haline
getirdiler."[21] Ne
bu ayette ne de diğerlerinde gerek bunlarla, gerekse anlaşma yapıp bu anlaşmayı
çiğneme veya delme niyeti taşımayanlarla anlaşmayı yenilemeye veya süresini
uzatmaya engel teşkil edecek bir husus bulunmamaktadır. Müslümanlann da bunu
reddetmeye haklan yoktur. Çünkü onlar yalnızca kendileriyle savaşan veya
herhangi 6ir şekilde kendilerine saldıran kimselerle savaşmakla
emrolunmuşlardır. Birazdan gelecek olan ve müşrikler anlaşmalarına bağlı
kaldıkları müddetçe müslümanların da anlaşmaya bağlı kalmalarını açıkça
emreden ayet, bu söylemlerimizi pekiştirmektedir.
İkinci mesele ise şudur:
İkinci ayetin son bölümünde müşrikler tevbe ettiklerinde, namazı kıldıklarında
ve zekatı verdiklerinde onlarla savaşılmayacağım ve onlara ilişil-meyeceği
belirtilmektedir.
Bu mesele çerçevesinde
kanaatimize göre müşrikler, anlaşmalarını bozup müslü-manlarla savaştıklarında
ikinci bir defa anlaşma haklarını kaybetmiş olurlar. Artık müs-lümanlar güven
ve banşı "sağlayacak olan şartlarla onlan sorumlu tutabilirler. Bu şartlar
da onların şirkten tevbe ederek İslam'a girmeleri, kulluk ve mali görevlerini yerine
getirmeleridir. Bu da dinde zorlama anlamına gelmiyor. Çünkü şirk; temelde
insanlığın Çöküşünü, akla, mantığa, hakka aykın olan saçma-sapan düşünce ve
fikirlere saplanmaktır. Ayrıca şirk; zorba kuralları, kötü adetleri ve zararlı
fraksiyonları temsil eder. Oysa ki İslam, onların dine girmeleri sonucunda tüm
bunlardan kurtuluşunu, akıl, ahlak, ibadet, akide ve amel itibariyle insanlığın
kemal noktasına ulaşmalarını sağlamaktadır. Buna rağmen biz, bu ayetlerde
müslümanlan maslahatları gereğince anlaşmalarım çiğneyenlerle savaştıktan
sonra, onlarla tekrar ikinci bir anlaşma yapmalarını engelleyen bir husus
göremiyoruz. Olabilir ki müslümanlar, savaşı sürdürmeye güç yetiremezler veya
onları egemenlikleri altına alamazlar. Allah en iyisini bilendir.
"Şayet tevbe
edip, namaz kılarak zekat verirlerse" cümlesi, islam'ı kabul etmek ile
İslam'ın rükünlerini yerine getirmek arasında bir bağın bulunduğunu
göstermektedir. Bu rükünlerin en önemlileri de, Ankebut sûresinin 45. ayetinde
belirtildiği gibi fuhşi-yattan ve münkerden alıkoymak, namazı kılmak ve
müslümamn malını ve nefsini arındırdığı, ihtiyaç sahibi kardeşlerine yardım
ettiği, Allah yoluna daveti güçlendirip yaydığı, Allah yolundan alıkoyanlarla
cihad ettiği ve Allah yoluna başkoyanlara saldıranlara engel olduğu zekatı
vermektir. Bu husus birçok Mekki ve Medeni sûrelerde değişik üsluplarla o
kadar fazla tekrar edilmektedir ki, hatta onlan yerine getirmeyen kişinin
müs-lümanlığı tartışılmalıdır denilmelidir.
Belki de bazı
alimlerin namazı bilerek terk edeni mürted saymaları ve ceza olarak da
öldürülmesini söylemeleri sonucuna bundan ve bazı hadislerden yola çıkarak
varmışlardır, öyle ki; Müslim, Tirmizi, Nesei, Cabir'den Hz. Peygamber'in
"Kişiyle, şirk ve küfür arasında namazı terk etmek vardır" dediğini
rivayet etmişlerdir.[22]
Tirmizi, Bürey-de'den Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmiştir;
"Bizimle onlar arasındaki ahit, namazdır. Kim namazı terk ederse kafir
olur."[23] Taberi de Enes'ten
"Kim namazı bilerek terk ederse kafir olmuş olur. " hadisini rivayet
etmiştir. Bu hadis Menar tefsirinde ilgili ayetin tefsiri esnasında
aktarılmıştır. Tirmizi, Abdullah b. Şakik'ten şu sözü nakleder: "Muharnmed
(s)'in arkadaşları namaz dışında hiçbir amelin terk edilmesini küfür
saymazlardı."[24] Beş
sahih hadis kitabında Abdullah'tan şu hadis rivayet edilmiştir: "Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim de
Allah rasülü olduğuma şehadet eden müslüman'ın kanı ancak üç şeyle helal olur:
Bir kimseyi öldürmek, evli olduğu halde zina etmek ve dini terk edip İslam
cemaatinden ayrılmak."[25]
Dinini terkeden kişi mürteddir. Müfessirler bundan hareketle Hz. Ebubekir'in
zekatı beytül-malç vermeyi reddeden kimselerle savaşmasının yerinde ve doğru
bir husus olduğunu söylemişlerdir. Ki bunların irtidadı yalnızca zekatı
vermemekle sınırlıydı.
Bu bağlamda Hz.
Ömer'in, Hz. Ebubekir'e şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Nasıl olur da
bunlarla savaşırsın. Rjfsulullah şöyle buyurmuyor mu? 'İnsanlar,
"Allah'tan başka ilah yoktur" deyinceye kadar onlarla savaşmakla
emrolundum. Kim bunu söylerse canım ve malını benden korumuş olur. İslam'ın
hakkı müstesna. Onun hesabı da Allah'a kalmıştır."[26]
Bunun üzerine Hz. Ebubekir, şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki namazla
zekatı birbirinden ayrı tutanlarla savaşacağım. Çünkü zekat malın hakkıdır;
vallahi şayet onlar Rasulullah'a verdikleri bir oğlağı bana vermezlerse bundan
dolayı onlarla savaşırım." Hz. Ömer, "Ben onun hak üzere olduğuna
kanaat getirinceye kadar 'Allah Ebubekir'in kalbini savaşa açmış' diye düşünüyordum"
dedi.[27]
Hemen
şunu belirtelim ki, gerek metinlerde gerekse dipnotlarda zikrettiğimiz bu hadisler
tefsirini yapmakta olduğumuz ayetlerle ilgili bir sorunu önümüze çıkarmaktadır.
Öyle ki Rasulullah (s), "insanlar Allah'tan başka ilah olmadığını
söyleyinceye kadar on-larİa savaşmakla emrolundum" buyuruyor. Bu
hadislerin mutlak ve zahiri anlamlarından hareket edildiği zaman, dinde
zorlamanın olmadığı Allah'ın müslümanian din konusunda kendileriyle
savaşmayanlarla iyi ilişkide bulunmaktan, onlara iyilik yapmaktan
neh-yetmediğini, ancak müslümanların kendileriyle savaşanlarla savaşmakla
emrolunduğu-nu belirten Kur'an'ın çeşitli ayetleriyle çelişmektedir. Biz burada
diyoruz ki, Rasulullah (s)'in muhkem olan Kur'anî ilkelerle çelişmesi mümkün
değildir. Gerek siren" gerekse,halifelerinin sireti hakkında bize ulaşan
mütevatir rivayetler, onların İslam'a düşmanlık yapan, müsliimanlara, başından
beri veya anlaşmaları çiğnedikten sonra saldıran kimselerin dışında hiç
kimseyle savaşmadığını belirtmektedir. O halde bu iki hadisin ayetlerde sözü
edjlen durumlarla ilgili olarak söylendiği düşünülmelidir. Allah daha İyisini
bilir. [28]
6. Eğer
müşriklerden biri senden güvence isterse ona güvence ver, ki Allah'ın sözünü
işitsin ve sonra onu güvenlik içinde olacağı bir yere'[29] ulaştır[30]'. Bu
onların bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.
Âyette, Hz.
Peygamber'e seslenilerek müşriklerden biri kendisine gelip himaye ve güvence
istediği zaman, onun Allah'ın sözünü dinleme fırsatı bulması için bu isteğinin
yerine getirilmesi ve sonra da hayatı konusunda güven içinde bulunduğu yere
ulaşması için kolaylık sağlanmasını emretmektedir. Çünkü müşrikler cahil
kimselerdir ve Pey-gamber'in onlara; bilgilenme, Allah'ın sözünü dinleme ve
anlama fırsatı tanıması gerekir.
Zemahşeri, Said b.
Cübeyr'den şunu rivayet etmektedir: "Hz. Ali Haccı Ekber gününde
insanlara duyuruda bulunduğu zaman bir adam geldi ve 'şayet bizden biri anlaşma
süresinin bitiminden sonra Allah'ın selamını dinlemek veya başka bir ihtiyacını
gidermek için Muhammed'e gelirse öldürülür mü?" diye sordu. Hz. Ali de
"Hayır, çünkü Allah 'Şayet müşriklerden biri gelirse...' buyuruyor
dedi." Bu rivayet, bu şekli ile bu ayetin nüzul sebebi olamaz. Çünkü ayet
kendisinden öncekine atıfta bulunmuştur ve o bağlamın bir parçasıdır.
Kanaatimizce, ayet olası bir durum için istisnada bulunmaktadır. Tabiki burada
ayetin gerçekleşen bir olay ve sorulan bir soru üzerine nazil olduğu ve sonra
da uyum için bu bağlamda ele alındığı ihtimaline engel teşkil etmemektedir. En
iyisini Allah bilir.
Bu ayetin mensuh mu
yoksa muhkem mi olduğu konusunda tabiinden değişik görüş ve rivayetler
gelmiştir. Dehhak ve Suddi'den gelen bir rivayete göre bu ayet bir önceki
ayette bulunan "Müşrikleri her nerede bulursanız öldürün..." cümlesi
ile neshedilmiştir. îbn Zeyd'ten gelen bir rivayete göre de bu ayet muhkemdir,
neshedilmemiştir. Ayetin, sözkonusu cümlenin içinde yer aldığı ayetten sonra
gelmesi ikinci görüşün doğru olduğuna güçlü bir bağdır.
Özellikle de bu ayet,
Rasulullah (s)'ın hidayete erdirici tebliğiyle tamamen uyuşmaktadır. Bu,
ayetin gerekli olan sebebe binaen nazil oluşu ve doğru bir uyumun sağlanması
için ilgili yere konması ihtimalini değiştirmez.
Aynca
ayette daha önce açıkladığımız hususun doğruluğunu gösteren başka bir bağ da
vardır. Bundan Önceki ayet, mutlak olarak savaş ve her müşrikle şirki bırakıp
namaz kılıncaya ve zekat verinceye, kadar savaşmak hakkında değildir. Yeri
geldikçe tekrarladığımız gibi İslam'a karşı savaş halinde olmayan ve düşman
olmayan herhangi bir müş-riğin zorlanmayacağı hususu sözkonusudur. Bu ayette
müslümanlar ve müslümanların yöneticileri İçin prensipler vardır. Müslüman
yöneticiler, kendilerine karşı savaşan düşmanlar bile olsa insanlara Allah'ın
kelamını dinleme fırsatı vermeleri, İslam'ın ilke ve hedefleri konusunda
onlarla tartışmaları, başkalarının kendilerine yaptıkları ilticayı kabul
etmeleri, onların amacı bu ülke ve hedefleri tanımak olmasa bile onları himaye
etmeyi kabul etmeleri gerekir. [31]
7-
Müşriklerin Allah ve Rasulü katında nasıl olurda anlaşması olabilir? Ancak
Mescidi Haram'da kendileriyle anlaşma yaptıklarınız hariç. Onlar size dürüstçe
davrandığı müddetçe siz de onlara dürüstçe davranın. Çünkü
Allah"sakınanları sever.
8- Nasıl
olabilir ki, eğer onlar size galip gelselerdi,'[32]'
size karşı ne ağlaşma'[33], ne
de sözleşme gözetmezlerdi'[34]'.
Ağızlarıyla'sizi hoşnut ederler fakat kalpleri (bundan) razı değildir. Çokları
da fasık olanlardır.
9- Allah'ın
ayetlerini az bir paha[35]'
karşılığında sattılar ve onun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları ne de
kötüdür.
10- Bİr
mü'mine karşı ne bir yemin ne de bir anlaşma gözetmezler. İşte onlar
saldırganların kendileridir.
11- Şayet
onlar tevbe ederler, namaz kılarlar ve zekat verirlerse dinde sizin
kardeşlerinizde. Bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklarız.
12- Eğer
onlar anlaşma yaptıktan sonra anlaşmalarını bozar ve dininize dil uzatırlarsa,
o küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan kimselerdir. Umulur
ki cayarlar.
Ayetler şu hususları
kapsamaktadır:
1 -
"Müşriklerin Allah ve Rasul'ü katında saygın bir anlaşmaya sahip olmaları
mümkün müdür?" şeklindeki bir sorunun cevabının olumsuz olduğu ortaya
çıkmaktadır.
2- Müslümanlar'a
seslenerek kendileriyle Mescidi Haram'da anlaşma yapanları istisna ederek
onlar anlaşmalarına sadık kaldıkları sürece müslümanların da sadık kalmalarını
emretmektedir. Bunda Allah için sakınma vardır. Allah da sakınanları sever.
3- Daha
sonra cevabı yine olumsuz olan bir soruyu müslümanlara yönelterek müşriklerin
karakterini ortaya koymakta ve onların anlaşmalarının saygıyı hakketmediğini
belirtmektedir. Orflar müslümanlara galip gelip zafer elde ettiklerinde,
herhangi bîr^ye-min veya anlaşmayı dinlemeden onlara azılı düşman muamelesi
yaparlar. Onların kalpleri samimi ve doğru olmadjğı halde sözleriyle razı
etmeye çalışırlar.
Onların çoğu fasıktır
ve Allah'a karşı azgın ve isyankardırlar. Onlar herhangi bir mü'mine karşı ne
yemin ne de anlaşma gözetmezler. Onlar bütün tavır ve konumlarında Hakk'ı
çiğner ve saldırganlık yaparlar.
4- Ayetler, ayrıca mü'minlere hitabederek onların olası konumlarını dile
getirmektedir Şayet onlar şirkten tevbe eder, müslüman olurlarsa, namazı kılıp
zekab verirlerse, artık din konusunda müslümanların kardeşleri sayılırlar. Bu
açıklamaların da değerini ancak anlayan ve idrak edenler bilebilirler. Tüm
bundan sonra onlar, müslümanlara verdikleri sözlerinden döner ve anlaşmalarını
çiğnerlerse ve müslümanların dinine dil uzatırlarsa, müslümanların,
yeminlerine hiçbir değer vermeyen bu küfür önderleriyle savaşmaları gerekir.
Ola ki bu savaş, onları bu saldırgan tavırlarından vazgeçmek zorunda bırakır. [36]
Müfessirler
araştırabildiğiniz kadarıyla bu ayetlerin sebebi nüzulüyle ilgili herhangi bir
rivayette bulunmamıştır. Ancak bu ayetlerle neyin kastedildiği konusunda bazı
rivayetlerde bulunmuşlardır.[37]
Yedinci ayette istisna edilenlerin Beni Bekir b. Kenane'den Benu Huzeyme veya
Beni Müdlec ya da Benu ed-Deyl olduklarını söylemişlerdir. Bunlar, Kureyş'le
birlikte Hudeybiye anlaşmasında bulunmuşlar ancak Beni Bekr'in diğer mensupları
anlaşmayı çiğnerken, bunlar çiğnememişlerdi. Kureyş onlara saldırdı ve bu
saldırı da Mekke'nin fethiyle sonuçlanan hamlenin sebebi oldu. Bazı rivayetlere
göre bu istisna edilenlerden kasıt, Hudeybiye'de Rasulullah (s)'Ia anlaşma
yapan Kureyş'tir. Bazı rivayetlere göre de bunlar Mescidi Haram bölgesinin
yanında yaşayan ve Mescid-i Haram bölgesine girmemek ve de müslümanlara cizye
ödememek üzere Rasulullah'la anlaşması bulunan bir kavimdir. Tüm bunlarla
birlikte burada kastedilen, sûrenin ilk ayetlerinde sözü edilenlerdir. Yani
kendisiyle anlaşma yapılan ve anlaşmaları çiğneyen kimselerdir.
Taberi,
"Ayetlerde istisna edilerek sözü edilenler Kureyş'tir" şeklindeki
rivayetlere değinmiş ve "Bu ayetler, Mekke'nin fethinden sonra ve Kureyş
İslam'a girdikten sonra nazil olmuştur" demiştir. Bu doğrudur. Ayrıca
Taberi rivayetler arasında bu rivayeti tercih etmiştir: "Bu ayetlerde
sözü edilenler, diğer kabilelerinin Kureyş'le birlikte anlaşmayı çiğnediği Bekiroğullan'na
mensup ve onlarla birlikte olmayarak anlaşmayı çiğnemeyen diğer kabiledir.
Müslümanlara bunlara dürüstçe davrandıkları sürece İyi davranmaları
emredilmiştir." Bu da gayet doğru ve güzel bir tercihtir. Ancak bu, Mescidi
Haram mıntıkasına komşu olan ve Mekke'nin fethinden sonra Rasulullah'ın kendileriyle
anlaşma yaptığı*insanlann bulunabileceğine mani değildir. Bunlar anlaşmalarına
sadık kalmış ve Allah da bunları kasdetmiş olabilir. En iyisini Allah bilir.
Yedinci rivayetin son bölümü ve 8-12. ayetleriyle kastedilenler kendileriyle
anlaşma yapılan ve bu anlaşmalarını çiğneyen müşrikler olduğunu belirten diğer
rivayetler de ayetlerin ruhuna ve özüne tamamen uygundur. Birinci ayette Allah
ve Rasulü'nün onlardan tamamen beri olduğu bildirilmiş, beşinci ayette de
belirtildiği üzere onlar tevbe etmeyerek namazı kılmayıp zekatı vermedikleri
taktirde her nerede bulunurlarsa öldürülmeleri vurgulanmıştır. On birinci
ayette benzer bir ifadeyle bu husus pekiştirilmiştir.
Ayetlerde belirtilen
uyanlar keskindir. Bu da Allah ve Rasulü'nün kendilerinden beri olduklarım
bildirdiği, kendilerinden anlaşmayı delme ve çiğneme belirtilerinin zuhur
ettiği müşrikler, müslümanlara karşı şiddetli bir kin beslediklerini
gösteriyor. Onlar kin, nefret ve hile içinde olduklarından dolayı anlaşmaya
gerçek bir şekilde saygı göstermeleri beklenemezdi. Bundan dolayı onlar
şirkten tamamen tevbe edip müslüman olmadıkları sürece onların sürgün
edilmeleri, savaşılmaları ve Öldürülmeleri gerekli kılınmıştır.
Müşriklerden anlaşmaya
sadık kalanlara dürüstçe davranılmasının emredİlmesi daha önce de belirttiğimiz
gibi Allah ve Rasulü'nün kendilerinden beri olduklarını ilan ettikleri ve
kendileriyle sav aşılmasının emredildiği müşriklerin anlaşmalarını çiğneyen ve
delen olduğuna delalet etmektedir.
"...Dinde
kardeşleriniz sayılırlar" cümlesiyle müşriklerden tevbe eden, namaz kılan
ve zekat verilenler kastedilmektedir. Bu ayetin özünden müşriklerin eski konum
ve tavırlarından kurtuldukları anlamı çıkmaktadır. Burada İslam dairesine
insanlann girmesi için açık kapı bırakılması, müsamaha gösterilmesi ve geçmişin
affedilmesi, kolaylık sağlanması konularından bir teşvik vardır. Bundan
anlaşıldığına göre, İslam davetinin üzerinde tesis olduğu ulvi ve yüce
değerlere, prensiplere sahip bir İs lam i toplum oluşturmak, geçmişteki durumu
ne olursa olsun herkesin bu topluma girmesini kolaylaştırmaktır. Bu, Kur'an'ın
birçok ilkesiyle bağdaşmaktadır. Özellikle de ilgili yerde açıkladığımız gibi
birçok tevbe ayetlerinde öngörülen ilke ve hedeflerle örtüşmektedir.
"Kar-deşlerinizdir" kelimesi, İslam sancağının altına girenlere sevgi
ve yakınlık gösterilmesi "Ancak mü'minier. kardeştir"(Hucurat, W)
cümlesiyle ifade edilen dini kardeşliğin pekiştirilmesi anlamına gelmektedir
ki bu kardeşlik bağı insanın en derin ve en güçlü psikolojik bağıdır. Çünkü o
akide bağı diğer tüm bağlara üstün gelen bir prensibin bağıdır.
12. ayette geçen
"Eğer anlaşmadan sonra yeminlerini bozarlarsa" cümlesi öyle anlaşılıyor
ki ayetlerin nüzulü esnasında yeminlerini bozmayan anlaşmalılar hakkındadır.
Ancak ayetlerin ruhundan ve bağlamından güçlükle anlaşılacağı gibi bu cümle
daha önce kendileriyle anlaşma yapılanlardan sözkonusu edilenler hakkındadır.
Çünkü ayetin yapısı bunu gösteriyor. Öyle ki daha öncesine atıfta bulunan ve
kullanılan zamir de daha önceden sözü edilenler hakkındadır. "Dininize dil
uzatılırsa" cümlesi, İslam dinine dil uzatmayı müslümanlann müşriklerle ve
kafirlerle savaşmasının bir sebebi ve haklı bir gerekçesi kılmaktadır. Bu şüphe
götürmez bir gerçektir. Çünkü dil uzatmak ondan yüz çevirmek ve engellemektir.
Daha da ötesi dil uzatmak, dine, müsl umanlara ve davet özgürlüğüne yapılan
bir düşmanlıktır.
"Küfür
önderleriyle savasın" cümlesi hem küfür önderleri olmaları dolayısıyla tüm
müşrikler hakkında hem de işkence ve düşmanlıkla bezenmiş baş azılılarla
savaşmaya teşvik hakkında olabilir. Ayetlerin genel bağlamı birinci anlamı
tercih etmeyi daha fazla gerekli kılmaktadır. Ancak ikinci mana da doğru
değildir denilemez. Çünkü Önderleri ve baş azılıları cezalandırmak onlara tabi
olan ve onlardan etkilenen diğer kimseleri onların peşinden gitmekten
caydırır. Küfrün önde gelenlerine hamle yapmak bu sebepledir ki Kur'an'da
birçok kez tekrar edilmiştir. Ancak bu onlarla sınırlı olmayıp, ileri gelenlere
fazla yüklenmekle birlikte bütün kafirleri kapsamaktadır. Ayetin sözü edilen bu
cümlesiyle burada kastedilenler bu türdendir demek doğru olur. En iyisini Allah
bilir. [38]
13-
Andlarını bozan, Peygamber'i Mekke'den çıkarmaya yeltenen ve önce kendileri
sizinle (savaşa) başlayan bir kavimle savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan
korkuyor musunuz? Eğer gerçekten inanıyorsanız kendisinden korkmanıza en layık
olan Allah'tır.
14- Onlarla
savaşın ki, Allah onları sizin ellerinizle azap-landtrsın, onları
rezil-aşağıltk kılsın, sizi onlara üstün yapsın ve raü'minlerin göğüslerine
şifatferahlık) versin.
15- Ve
kalplerindekt Öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tev-besini kabul eder. Allah
bilendir. Hüküm ve hikmet sahibidir.
16- Yoksa siz İçinizden cihad eden, Allah'tan ve
elçisinden ve mü'mtnlerden başkasını kendisine sırdaş[39]
edin-meyenleri bilip (bildirmeden) bırakılacağınızı mı sandınız? Allah
yaptıklarınızdan haberdardır,
Ayetlerde şu hususlara
dikkat çekilmektedir:
1- Soru cümlesi ile müslümanlara hitap ederek,
daha önceleri, Peygamber'e tuzak kuran, anlaşmasından sonra yeminlerini bozan,
Hz. Peygamber'i yurdundan çıkarmak için her türlü desiseye başvuran, düşmanlığa
ve isyana ilk Önce kendileri başlayan kavime karşı müslümanlann savaşmakta
tereddüt etmelerin doğru olmayacağı, eğer ortada kendisinden korkulacak biri
varsa ve gerçekten de iman ediyorlarsa Allah'ın bu korkuya daha layık olduğu
ve Allah'tan çekinip korkmaları gerektiği belirtilmiştir.
2- Onlarla
savaşmak noktasında müslümanlar teşvik edilmektedir. Allah müslümanlann eliyle
onlara azap edecek, onları rezil rüsva edecek ve müslümanlann onlara karşı
zafer elde etmelerini sağlayacaktır. Bununla da onlardan kalpleri kinle dolu
olanların kalplerini ferahlatacaktır. Bu savaşta Allah'ın hidayetini istediklerinin
hidayetine ve tevbelerini kabulüne vesile olacaktır. Allah, insanın kalbinde
bulunan gizliliklerden haberdardır. Bütün emir ve uygulamalarında hikmetli ve
doğru olan hakimdir.
3- Müslümanlara yine bir soru cümlesi ile hitap ederek onlan
uyarmaktadır. Her ne kadar müslümanlar Allah'ın rızasına nail olduklarını ve
O'nun kendilerine vadettiğini gerçekleştirdiklerini ve artık şimdiye kadar vuku
bulan sıkıntıların sona erdiğini düşünüyorlarsa da Allah, kendisinden,
Peygamberi'nden ve müslumanlardan başkasını kendisine dost edinmeyen, bunların
dışında hiç kimseye bel bağlamayan ve kalplerinde gizli tuttuklarına sırdaş
yapmayan samimi mücahitlerin belirlenip bilinmesi için onları denemeye tabi
tutmaya devam etmektedir. [40]
Müfessirler bu
ayetlerin sebebi nüzulü ile ilgili Özel bir rivayet zikretmemişlerdir. Ancak
Taberi'nin Suddi Mücahit gibi tabiin alimlerinden aktardığı rivayetler
çeşitlidir. Bazı rivayetlere göre bu ayetler, Hudeybiye anlaşmasında
anlaşmasını bozan müşriklerle savaşa teşvik içindir, bazısına göre de
anlaşmayı deldikleri ve çiğnedikleri için kendilerinden beraatın ilan edildiği
ve kendilerine dört ay mühlet tanınan insanlarla savaşmayı teşvik etmek
hakkındadır. Bu ayetlerin kendilerinden önceki ayetlerle olan ilişkisi o kadar
güçlüdür ki sanki onların bir parçası ve devamı mahiyetindedir. Bu da ayetler,
Kureyş müşrikleri hakkındadır dememizi gerektiriyor. Çünkü ayetler, Mekke'nin
fethinden sonra nazil olmuştur. Kureyş veya çoğunluğu bundan sonra İslam'a
girmiş, şirk ve düşmanlık konumlarım terketmişlerdir. İkinci görüşün daha doğru
olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak birinci ayette gösterilen vasıf şaşkınlık
oluşturmaktadır. Çünkü " Rasu-lü (yurdundan) sürmeye yeltendiler ve ilk
kez kendileri sizinle (savaşa) başladı" vasfı ilk etapla Kureyş için
ortaya konmuştur. Kureyş ile birlikte Hudeybiye anlaşmasına Be-kiroğullan'na
mensup kabileler de katılmıştı. Çünkü bunlar Kureyş'in müttefikleriydi. Diğer
taraftan Bekiroğullan'yla aralannda düşmanlık bulanan Havza Kabilesi de
Ra-sulllah'ın ve müslümanlann yanında yer alarak anlaşmaya katılmışlardı.
Bekiroğulla-n'ndan bazıları Kureyş'ten bir grubun kışkırtmasıyla anlaşmayı
bozarken bazıları da anlaşmaya sadık kalmışlardı. Rasulullah'ın Mekke'ye
yürümesinin sebebi buydu. Belki de bazılarında Mekke'nin fethinden sonra
anlaşmayı çiğneme ve delme eğilimleri baş göstermişti ve bundan dolayı da
kendilerinden beri olunanların kapsamına girmişlerdi. Daha önceleri Kureyş'in
müttefikleri olduklarından dolayı ayet bunları sözkonusu vasıfla tanımlamıştır.
Belki de "iman edenlerin kalplerine şifa versin. Onların kalplerinin Öfkesini
gidersin" cümlesiyle kastedelilenler bu yorum çerçevesinde Hudeybiye
anlaşmasında müslümanlann yanında yer alan Havzaoğullan'dır. Kanaatimize göre
bunlar, Mekke'nin fethinden önce İslam'ı kabul etmişler ve peygamber'in
ordusuna katılmışlardır. Böylelikle sözkonusu cümlenin belirttiği husus,
müslümanlar, Bekiroğulları'ndan anlaşmayı çiğneyenleri mağlup ettiklerinde
onlar için gerçekleşmiş olur.
Beğavi'nin Mücahit ve
Süddi'den rivayet ettiğine göre "İman edenlerin kalplerine şifa
versin" cümlesiyle Rasulullah'ın müttefikleri olan Huzaalılar
kastedilmiştir, öyleki Kureyş onlara karşı BekiroğuUan'na yardım etti ve
anlaşmayı bozdular. Dolayısıyla miislümanlann Kureyş'e karşı zafer elde edip
Mekke'yi fethetmeleri onların gönüllerini ferahlatmıştı. Çünkü
Kureyş'in#yenilgisi aynı zamanda Bekiroğullan'nın da yenilgisi demektir. Şayet
bu rivayet onlara karşı Bekiroğullan'nı kışkırtan ve anlaşmaya bozmaya vesile
olan Kureyş hakkındaysa biraz önce belirttiğimiz hususa tamamen uygundur. En
iyisini Allah bilir.
Birinci ayet,
özellikle de önceki ayetlerle ilgili yaptığımız yorumların doğruluğunu
desteklemektedir. Yani ayette belirtilen husus, ilk önce kendileri müslümanlara
saldı-ran, dinlerine dil uzatan dolayısıyla da anlaşmayı çiğneyenlere karşı
savaşı emretmektedir.
Müfessirler, üçüncü
ayetin son kısmı, Allah'ın Mekke halkının İslam'a gireceği hakkındaki ilmine
işaret etmektedir demişlerdir. Şayet bu ayetler Mekke'nin fethinden önce nazil
olmuş olsaydı bu yorum doğru olurdu. Her halükarda ayetin bu son bölümünde bir
yandan müslümanlara müjde verilip onların anlaşmayı bozanlarla savaşmaları
teşvik edilirken diğer yandan da tevbe etme ve İslam'a girme kapısı müşriklerin
ve anlaşmayı bozanların önünde açık bırakılmaktadır. Bu Kur'an'ın, daha önceki
birçok yerlerde ortaya koyduğu bir metottur. Burada da, Kur'an'ın tüm bu tavır
ve konumlann-daki asıl gayesi insanlann İslam ve Muhammed'in risalet nuruyla
hidayete ermelerini sağlamak olduğu anlaşılmaktadır.
Tabresi, Huzeyfe b.
Yeman'ın "bu ayetlerde sözü edilenler daha gelmedi" dediğini rivayet
etmektedir. Tabresi ikinci bir rivayet'de Ali b. Ebi Talib'ten şöyle aktarmaktadır:
"Hz. Ali bu ayetleri Basra'da okumuş ve şöyle demiştir: "Allah'a
yemin olsun ki Rasulullah (s) benimle ahitleşti ve "Ey Ali, sen anlaşması
bazen bir grupla, asi bir grupla ve dinden çıkan bir grupla savaşacaksın"
dedi."
Birinci
rivayet tuhaftır, ve ayetlerin genel anlamıyla bağdaşmam aktadır. Çünkü
ayetler, Rasulullah (s) zamanında vuku bulan olaylardan bahsetmektedir. İkinci
rivayete gelince, bunda da Şiilerin rolü bariz bir şekilde görülmektedir. Bu
rivayet, Şİİ ravi ve müfessirlerinin Kur'an ayetlerine kendi arzulan
doğrultusunda yaptıkları yorumlan desteklemek için rivayet ettikleri birçok
rivayetten bir tanesidir[41]
.
17- Müşrikler, kendilerinin küfrünü göre göre
Allah'ın mescitlerini onaramazlar (imar edemezler)[42].
Onların amelleri boşa çıkmıştır ve ateşte daimi kalacaklardır.
18- Allah'ın
mescitlerini ancak ve ancak Allah'a ve ahiret gününe İman eden, namazı kılan,
zekatı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar imar ederler. İşte hidayete
ermeleri umulanlar bunlardır.
19- Hacılara su dağıtmayı'[43],
Mescidi Haram'ı onarmayı, Allah'a Ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda
cihad edenle bir mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olmazlar. Allah zalimler
topluluğunu hidayete erdirmez.
20- İman eden, hicret eden ve Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah katında dereceleri daha büyüktür.
İşte kurtuluşa erenler bunlardır.
21- Rab I eri, onlara katından bir rahmeti,
rızayı ve içinde daimi kalacakları nimeti bol cennetleri müjdeler.
22- Orada sürekli olarak kalacaklardır.
Şüphesiz büyük mükafat Allah
kalındadır.
Ayetlerde şu hususlar
üzerinde durulmuştur:
1-
Müşriklerin, Allah'ın mescitlerini onarmaları ve işlerini görmeleri doğru
olmaz. Kaldı ki onlar bu konuda kafirler gibi de yapmıyor, Allah için hizmet
telakki ederek çalışıyorlar Fakat her ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar
boşunadır. Onların varacakları yer ebedi kalacakları ateştir.
2- Allah'ın
mescitlerini onarmaya layık olanlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namaz
kılan, zekat vftren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlardır. Allah'tan bir
hidayet üzere olmaları ve O'nun rızasını hakketmeleri mümkün olanlar bunlardır.
3- Muhataplara büyük bir ihtimalle de ayetlerin ruhundan da anlaşıldığı
gibi müslü-manlara bir soru cümlesiyle hitap ederek onların; hacılara su verme,
Mescidi Haramı onarma görevini üstüne alan müşriklerle, Allah'a, ahiret gününe
inanan, ve Allah yolunda cihad edenleri konum ve fazilet açısından bir
tutmamalarını söylemektedir. Sonra cevap niteliği taşıyan bir cümleyle de bu
iki grubun Allah katında bir olmalarının mümkün olmadığı belirtmektedir. İman
edenler, hicret edenler ve cihad edenler O'nun rızasıyla, rahmetiyle, içinde
ebedi kalacaktan cennetiyle müjdelenenler bu kurtuluşa erenlerdir. [44]
Ayetlerin ele aldığı
konular yeni bir bölümü oluşturmaktadır, öyle görünüyor ki ilk iki ayet, sonra
ki dört ayet için bir önsöz ve hazırlık niteliği taşımaktadır.
Bu ayetlerin nüzulüyle
ilgili olarak çeşitli ve değişik rivayetler zikredilmiştir. Tabc-ri'nin
zikrettiği bir rivayete göre Kureyş, Mescidi Haramı onarmak ve hacılara su
dağıtmakla övünmüş ve "hiç kimse bizden üstün değildir" demişlerdir.
Allah bu ayetleri onlara bir reddiye olarak göndermiştir. Taberi, Nu'man b.
Beşir'den şu rivayeti zikretmiştir, "Bir cuma günü Rasulullah'ın minberi
yanında Rasulullah'la beraber bulunan arkadaşları arasındaydım. Onlardan biri,
müslüman olduktan sonra hacılara su vermek hariç hiçbir amele aldırış
etmem" dedi. Bir başkası "hayır, Mescidi Haram'ı onarmak daha
efdaldir" dedi. Diğer biri de aksine Allah yolunda cihad etmek bu
söylediklerinizden daha hayırlıdır" dedi. Ömer, "Rasulullah (s)'in
minberin yanında seslerinizi yükseltmeyin" diyerek onları azarladı.
Namazı kıldıktan sonra Rasulullah'ın yanma vardım ve arkadaşlarının üzerinde
ihtilaf ettikleri hususun cevabını sordum. Bunun üzerine bu ayet nazil
oldu." Taberi'nin zikrettiği diğer bir rivayete göre "müslümanlar
Bedir Savaşından sonra esirleri dolaştılar. Esirler arasında bulunan
Peygamber'in amcası Abbas 'Her ne kadar siz müslüman olmak, hicret etmek ve
cihat yapmakla bizleri geçtîyseniz biz de Mescid-i Haram'ı onanyorduk, hacılara
su dağıtıyorduk, ve esirleri serbest bırakıyorduk' dedi. Bunun'üzerine Allah
'Hacılara su dağıtmayı......' ayetini indirdi. Bu ayetin
Abbas, Ali ve Talha B.
Şeybe hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir. Bu üçü bir araya gelip Abbas,
"Ben sizden daha faziletliyim. Çünkü ben Allah'ın evini ziyarete gelen
hacılara su veriyordum" dedi. Talha, "Ben de Allah'ın mescidini imar
ediyordum" dedi. Hz. Ali ise 'Ben de Rasulullah'la beraber hicret ettim,
O'nunla birlikte Allah yolunda cihad ediyorum' dedi. Bunun üzerine Allah,
"İman edip hicret edenler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad
edenler derece bakımından daha üstündürler" ayetini indirdi. Tabresi'nin
zikrettiği bir rivayete göre "Hz. Ali, amcası Abbas'a '"hicret edip
Allah'ın Rasulü'ne katılmayacak mısın?" dedi. O da "Ben hicret
etmekten daha fazilet-lisiyle uğraşmıyor muyum? Mescidi Haram'ı onarıyor,
Allah'ın evine gelen hacılara su dağıtıyorum" dedi. Bunun üzerine Allah,
'Hacılara su dağıtmayı.....' ayetini indirdi.
Kendisinden sonraki
ayetler için bir hazırlık ve önsöz olduğunu söylediğimiz birinci ve İkinci
ayetler Mescid-i Haram'ı onarmanın müşriklerin hak ve görevi olmadığını, bu hak
ve görevin Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'tan
başkasından korkmayanlara ait olduğunu bildirmektedir. Bu da karşılıklı üstünlük
ve faziletin mü'minler arasında olmadığını ve müşriklerin Mescid-i Haram'ı onarmalarının
hiçbir değerinin bulunmadığını gösteriyor. Çünkü birinci ayet bu müşriklere bir
reddiye konumunda olmuş, ikinci ayet de mü'minlerin sözü edilenleri yapmaya
daha layık olduklarını belirtmiştir. Bu husus iki ayetten sonra gelen diğer
dört ayetin içeriğinde de görülmektedir. Ayetler, hacılara su vermeyi ve
Mescİd-i Haram'ı onarmayı Allah'a iman etmekle, O'nun yolunda cihad etmekle
eşdeğerde tutmayı kınamaktadır. Bundan da bu sözleri mü'minlerin söylemediği ve
fazilet konusunda üstünlük taslamanın bu işleri yapan mü'minler için sözkonusu
olmadığı anlaşılmaktadır. Bu ancak söz-konusu işleri yapan müşrikler içindir.
Çünkü, şayet bunu yapanlar mü'min olsalardı, bu işleri yapmayı bir üstünlük
vesilesi kılmazlardı. Öyleyse bu işlerin üstünlük ve Övünme meselesi
yapıldığının mü'minler arasında olduğunu söyleyen rivayetler, ayetlerin anlamına
tamamen uymamaktadır. Aynı şekilde Abbas'ın Bedir'deki sözlerini veya Ali b.
Ebi Talib'in sözlerini aktaran rivayetler de ayetlerin içeriğine uygun
değildir. Çünkü ayetlerde bu hususun mü'minlere nisbet edildiğine dair hiçbir
şey yoktur. Kaldı ki bu rivayetler ve bazıları ayetlerin Mekke'nin fethinden
önce nazil olduğunu söylemekte. Oysa ayetlerin genel bağlamı bu ayetlerin
Mekke'nin fethinden sonra nazil olduğunu göstermektedir.
Ayetlerle bağdaşan
durum şu olabilir. Bazı mü'minler, şirk dönemlerinde hacılara su vermek ve
Mescid-i Haram'ı onarmak gibi yaptıkları işleri Allah katında, mü'min olarak
Allah'ın evine ve hacılarına hizmet yapanlannki gibi bir sevap ve konuma mazhar
olur mu olmaz mı hususunda birbirleriyle tartışmışlar, bu hususu Hz.
Peygamber'e iletmiş ve cevap istemişlerdir. Bunun üzerine Allah onlara bir red
ve açıklama mahiyetindeki ayetleri indirmiştir. Belki de bu durum, iman
ettikten sonra da sözkonusu işleri yapanlar içindir. Veya onlar bunu İddia
etmişlerdir.
Ancak ayetlerin kendi
konumu içerisinde değerlendirdiğimizde öyle görünüyor ki, bu husus daha önceki
ayetlerde sözkonusu edilen müşriklerle ilgilidir. En iyisini Allah bilir.
Ayetler ibare
açısından mutlaktır, ortaya koyduğu değer ve ilke açısından geneldir. Muhtevası
Kur'an'm birçok yerinde tekrar edilen ilkelerle tamamen bağdaşmaktadır. Öyle
ki, Allah'a ve ahiret gününe iman etmek, O'nun yolunda malla, canla cihad gibi
Allah'a yaklaştırın salih arnel işlemek, Allah'ın rızasını kazandırır ve bunlar
Allah için samimi olmanın göstergelidir. Allah'a şirk koşulurken yapılan her iş
ve hizmet Allah katında boştur, değersizdir. Gelenek ve zihinlerdeki yeri ne
kadar büyük olursa olsun bunların Allah'a iman etmekle, O'nun yolunda cihad
etmekle kıyaslanması veya eşdeğerde tutulması kesinlikle yanlıştır. Açıkça
görülüyor ki, değişik yöntemlerle sürekli olarak tekrar edilen bu ilkeler,
Allah yolunda daveti yalnızca ve yalnızca O'nun için samimi olmayı
pekiştirmeyi amaçlamaktadır. Bu işleri yalnızca Allah için yapan, yaptıklarında
samimi olan ve O'nun yolunda cihad edenin, Allah katında büyük ecirlere sahip
olduğu belirtilmektedir.
Evet ayetlerde
görüldüğü gibi yalnızca "su vermek" ve "onarmak" genel
anlamda kullanılmamış, özele indirgemiş ve Mescid-i Haram'a ve hacılara
hizmetin özellikle belirtilmesi İslam önceki Mekke'de bazı makam ve mevkilerin
bulunduğu, bunların İslam fethine kadar devam ettiğini söyleyen rivayetleri[45]
güçlendirmekte ve pekiştirmektedir.
Bu makam ve mevkileri
de Kureyş'in aristokrat aile reisleri elinde bulunduruyordu. Hacılara su verme
görevi, Rasulullah (s) zamanında amcası Abbas b. Abdulmuttalib'te, Kabe'nin
anahtarı da Talha b. Osman b. Şeybe'de bulunuyordu. O dönemin görev, makam ve
mevkilerini rivayetlerin belirttiğine göre "rifade",
"liva", "kıyade", "sefare", "diyetler",
"Daru'n-Nedve Başkanlığı", ''el konulan mallar" ve "at
binİcileri"'nden oluşuyordu. "Sikaye" hacıların su ihtiyacını
karşılamak, "rifade", "hacılara ikramda bulunmak ve onlardan
ihtiyaç sahibi olanları doyurmaktır. "Diyetler" geleneksel hukuğa
göre kan davaları gibi olaylara karışan Kureyş'in fertlerinden alınan
diyetlerden oluşuyordu. "Liva" savaş sancağını çıkarıp savaşı komuta
edecek olana teslim etmektir. "Kıyade" savaş ve gazalara komuta
etmektir. "Sefaret" Kureyş ile diğer kabileler arasında elçilik
yapıp, vuku bulan sorunları halletmekle görevli idi. "El konulan
mallar" Kabe ve putlara ait olduğuna inanılan mallardan oluşuyordu ve
bunlar denetim altında idi. Tüm bu görev ve makamlarda bulunanlardan sözü
geçerli ve nüfuz sahibi bir meclis teşekkül etmişti. Bu meclis, Mekke'nin
genel yönetimine, siyasetine ve menfaatlerine bakmakla
sorumlu idi. Meclis
Kabe'nin yakınında bulunan ve adına Daru'n-Nedve denilen mekanda toplanıyordu.
Rivayetler, bütün bu
statüleri oluşturanın Hz. Peygamberin ve Hz. Peygamber'le nesep olarak
birleşen diğer Kureyş ailelerinin atalarından biri olan Kusay b. Kenane olduğunu
haber vermektedir. Bu statünün İslam'dan önce yaklaşık 150 yıl önce oluşturulduğu
tahmin edilmektedir. Öyle ki bu zaman içerisinde gelişmiş ve tüm Mekke'ye hakim
olma konumuna gelmiştir.
Peygamber'den gelen
rivayete göre O, Mekke'yi fethettikten sonra verdiği hutbede şöyle demiştir;
'Dikkat edin! Güdülen her kan ve mal davası, her türlü cahilliye adeti
-hacılara su dağıtmak ve Kabe'ye hizmet hariç- bu iki ayağımın
altındadır." Kabe'nin anahtarını yine Osman b. Talha'ya teslim etmiş ve
"Bunu al ey Talhaoğlu, onu senden ancak zalim biri alabilir'1 demiştir ve
anahtarı kendisinden isteyen amcası Abbas'ın isteğini reddetmiş ve Kabe'ye
hizmet İle hacılara su verme görevlerinin beraberce Abdul-muttaliboğullan'nda
olmasını kabul etmemiştir. Onlara sadece su dağıtma görevini vermiştir.[46]
Ayette
bu her iki görevin özelikle zikredilmesinin sebebi bu olsa gerek. Belki de bu
durum müşrik olduğu halde bu görevleri ifa edenin Allah katındaki konumunu ve
sevabı konusundaki tartışmaya vesile olmuştur. En iyisini Allah bilir. [47]
23- Ey iman
edenler, imana karşı küfrü sevip-tercih eden babalarınızı ve kardeşlerinizi
dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse onlar zalimlerin ta
kendileridir.
24- De ki:
"Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabalarınız,
kazandığınız'[48] mallarınız, iflas
etmesinden korktuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza giden evler; size Allah'tan
onun Rasulü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimÜyse, artık
Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar topluluğunu hidayete
erdirmez."
Ayetler gayet açık
olup şu husustan kapsamakladır:
1- Müslümanlar,
küfrü imana tercih eden baba ve kardeşlerini dost ve yardımcı edinmekten
alıkonmakta, bunu yapanlar zulümle, Allah'a karşı gelmek ve hak yoldan sapmakla
nitelenmekte, kendi nefislerine zulmettiği belirtilmektedir. Çünkü böyle yapmakla
kendilerini tehlikeye atmış olmaktalar.
2- Kendisi için babası, kardeşi, oğlu, hanımı, hısım-akrabası, mah-mülkü,
ticareti, yurdu-barkı Allah ve Rasulü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha
sevimli olan bütün herkesi uyarmaktadır. Böyle bir durumda olanın Allah'ın
emrini beklemesi gerekir. Bu durum fasıklıktır ve Allah'ın fasık olanları
mutlu edip onlardan razı olması mümkün değildir. [49]
Taberi'nin, tabiinden
olan müfessirlerden aktardığı rivayetlere göre bu ayetler, hicret etmeleri kendilerine
emredildiği ve "Biz burada kalıp İşimize bakacağız" diyen Ab-bas ve
Talha b. Şeybe hakkında nazil olmuştur. Taberi bu rivayeti verdikten hemen sonra
"bu fetihten önceydi" demektedir. Mücahit'ten de "Allah'ın emri
gelinceye kadar bekleyin" cümlesiyle Mekke'nin fethi kastedilmektedir
rivayetini zikretmiştir. Beğa-vi'nin zikrettiği başka bir rivayete göre bu
ayetler, müslümanlardan irtidad edip Mekke'ye dönen dokuz kişinin dost
edinmesinin yasaklanması hakkındadır. Hasan'dan aktardığı bir rivayete göre
biraz önce zikredilen cümle er veya geç kesin olarak gelecek olan bir cezayı
haber vermektedir. Taberi'nin bu rivayetine göre de Hz. Peygamber'in Mekke'ye
savaşa hazırlandığı haberini Mekke halkına gönderen Hatıb b. Beltea hakkında
nazil olmuştur. Bu rivayetler ayetlerin ruhu ve anlamıyla bağdaşmamaktadır.
Sonraki ayetler de, bu ayetlerin rivayetlerin belirttiği ve gerektirdiği gibi
Mekke'nin fethinden önce değil, Mekke'nin fethinden sonra indiğine dair kesin
delil vardır. Çünkü ayetler, mü'mintere uğradıkları hezimetten sonra Allah'ın
Huneyn gününde onlara yaptığı yardımı ve verdiği zaferi hatırlatmaktadır.
Huneyn günü.ise
Mekke'nin fethinden sonra gerçekleşmiştir. Tuhaftır ki, râviler ve müfessirler
buna dikkat etmemişlerdir. Ayetlerden alınması mümkün olan mesajlar şunlardır:
Mekke'nin fethinden sonra bazı mü'minlerin hala şirk üzere olan yakınları
vardı. MiTminler, bunlarla ilişkilerini sürdürüyor ve onları akraba
sayıyorlardı. Bazı mü'minlerin hicret edip fethettikleri yerlerde mal ve
arazileri vardı ve bunlara tekrar kavuşmak için girişimlerde bulunuyorlardı.
Bunların Mekke halkından veya Mekke'ye komşu olan kabilelerden ya da Medine'nin
müslüman olmayan kabilelerinden olması muhtemeldir. Ve şartlar Rasulullah'ın
buralara bazı seriyyeler göndermesini gerekli kılmış, bunların mü'mİn
akrabaları da buna karşı çıkmış veya bağımlılıklarını onlardan yana ortaya koymuş
olabilirler. Bunun üzerine hikmeti ilahi bu ayetleri şiddetli bir üslupla
onları kınamak ve azarlamak, dini bağın ve îslami mensubiyetin her türlü bağ,
nesep ve faydadan üstün olduğunu ortaya koymak için indirmiştir.
Ayetler, belirli
"konu" ve "zaman"a özgü olmasının yanı sıra hedef, ilke ve
uyarılar açısından geneldir. Bir mü'minin imanının nasıl olacağını belirtmiş.
Allah, RasuJullah ve Allah yolunda cihadın, mü'min için kişisel maslahatı ne
kadar büyük olursa olsun her türlü dünyevi arzu ve akrabalık bağından daha
üstün olduğunu ortaya kovmuştur. Böylece ayetler, müslümanın imanı ve ihdası
için bir kriter belirtmiştir. Bu çok dakik bir kıstas ve müslümanlann her zaman
ve zeminde akide ve prensiplerine samimice i-man ettiklerinin bir ölçütüdür.
Cihad ayetlerini bu kıstasın rükünlerinden biri kılan, emir ve nehiyleri,
ilkeleri, dünyevi ve uhrevi hedefleri içeren İslam davetidir. Böylece de bu
kıstasın kapsamlı olduğu görülmektedir. Ayrıca ayetlerde îslami varlığın
güçlendirilmesi amaçlanmış, müslümanlann hiçbir itibarı göz önünde
bulundurmadan ve başka bir bağa aldırış etmeden birbirleriyle olan
dayanışmaları sağlanmıştır.
Hemen
belirtmek gerekir ki, Mekke'de nazil olan Kur'an ayetleri insana ve müslü-mana,
anne babasına itaat etmeden dünyada onlara güzelce muamele etmeyi tavsiye
edilmektedir. Bu husus, İsra sûresinin 23-24; Lokman sûresinin 13-14; Ankebut
sûresinin 8. ayetlerinde belirtilmiş daha sonra da mücadele sûresinin 22.
ayetiyle de; samimi müslümanlann babalan, çocukları, kardeşleri veya hısım
akrabaları dahi olsa Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelenlere yorumunu
yaptığımız ve müslümanlann kafir olduklan sürece babalarını, oğullanın ve diğer
akrabalannı dost ve yardımcı edinmeyeceklerini açıkça belirten ayetler nazil
olmuştur. Mücadele süresindeki "Allah'a ve Peygamberi'ne karşı
gelen..." ayetinde tedrici olarak belirtilen fark görülmektedir. Bu da
düşmanlık anlamına gelir. Oysa yorumunu yaptığımız bu ayetlerde belirtilen
özellik "şayet küfrü İslam'a tercih ederlerse" şeklinde
belirtilmektedir. Bu da daimi bir düşmanlık anlamına gelmez. Tedrici olarak
ortaya konulan bu durumun hikmeti, müslümanlann gelişmesi ve İslam'ın güçlenmesiyle
birlikte ortaya çıkmaktadır. Tüm bunlarda sireti nebeviyyenin özelliklerinden
bir özellik görülmektedir. Şu gerçeği de idrak etmek gerekir ki bu ayetlerde
geçen "evliya" (dostlar-veliler) kelimesi burada yardımlaşma ve
anlaşma -ittifak halinde olma- anlamlarında kullanılmıştır. Dolayısıyla
Mücadele sûresinin "Allah, din konusunda sizinle savaşmayan, sizleri
yurtlarınızdan sürmeyenlere iyilik yapmaktan, onlara ölçülü davranmaktan
sizleri menetmez. Allah adaletli-Ölçülü davrananları sever" ayetiyle belirtilen
hüküm sözkonusu bu ayetlerle iptal edilmiş olmuyor. Çünkü bu ayetlerde
başkaları şöyle dursun anaya-babaya ve yakınlara kafir olsalar bile barış ve
sevgiden yana pldukları, dillerini ve ellerini İslam'dan ve müslümanlardan
çektikleri sürece iyilik yapmayı, ölçülü davranmayı yasaklayan hiçbir şey
yoktur. [50]
25- Andolsun
ki, Allah birçok yerlerde ve Huneyn gününde yardım etti. Hani çokluğunuz sizi
böbürlendirmişti. A-ma size hiçbir fayda da sağlamamıştı. Tüm genişliğine rağmen
yeryüzü size dar gelmişti ve nihayet arkanızı dönüp gerisin geriye gitmiştiniz.
26- Sonra Allah, Rasulü ve mü'minlerin üzerine
sekineti (güven duygusu ve huzuru) indirdi, sizin görmediğiniz orduları da
İndirdi ve küfre sapmış olanları da azaplandırdı. İşte bu, küfre sapanların
cezasıdır.
27- Sonra bunun ardından Allah, dilediği kimsenin
tevbe-sinİ kabul eder. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
Birinci
ve ikinci ayette, müsltimanlara ilahi yardımı hatırlatmaktadır. Öyle ki Allah,
birçok yerde düşmanlarıyla karşılaştıklarında onlara yardım etmiştir. Özellikle
de sayı bakımından fazla oldukları, bu fazlalıktan ötürü böbürlendikleri, ancak
bunun da kendilerine hiçbir fayda sağlamadığı, düşmanlarının baskısı
kendilerini sıkıştırınca dünyanın tüm genişliğine rağmen kendilerine dar
geldiği ve hezimete uğramış bir şekilde gerisin geriye kaçıştıktan Huneyn
savaşında da'onlara yardımda bulunmuştur. Allah onlara rahmet nazarıyla
bakmış, Peygamberi'ne ve halis mü'minlere güven duygusu ve huzur vermiş, onlan
görmedikleri ordularla desteklemiş, bunlarla kafir düşmanlarını çembere kıstırmış
ve onlan hakkettikleri cezaya çarptırmıştır. Üçüncü ayetle ise genel bir
güvence verilmiş ve tüm bunlardan sonra Allah'ın hidayetine tabi olanlardan,
rahmetini, mağfiretini hakedcnlcrdejı dilediğinin tevbesini kabul edeceğini
belirtmiştir. Çünkü Allah bağışlayandır ve esirgeyendir. [51]
Ayetlerin nüzul
sebebine özgü herhangi bir rivayete rastlamadık. Kanaatimize göre bu ayetler,
kendisinden Önceki iki ayeti pekiştirmiş ve müslümanlara yardım edenin sürekli
olarak onlara zafer sağlayanın Allah olduğunu beyan etmeyi hedeflemiştir. Çünkü
bu, mü'minleri, küfrü imana tercih eden babalarını, çocuklarını ve akrabalarım
dost edinme ihtiyacım ortadan kaldırır. Onlarla beraber olup bir çoğunluk
oluşturmaları kendilerine hiçbir fayda sağlamaz. Ki bunun canlı bir örneğini
bizzat yaladılar. Huneyn gününde çok sayıda olmaları, onlan düşmanlarına karşı
kesin zafer elde etme zehabına kaptırdı. Ama hezimete uğradılar ki, bu da onlar
için bir ders ve ibret olsun. Ardından Allah, Peyğamberi'ne ve onlara
sekinetini indirdi. Kendi katından ordular gönderdi ve onlar da bundan dolayı
zafer elde ettiler.
Açıkça görülüyor ki,
ayetler bu yorumlarıyla daimi olarak sürecek ilkeleri içermekte ve müslüman
kişi bunlardan büyük bir psikolojik güç kazanmakta, yalnızca ve yalnızca
Allah'a güvenmek ve samimi olmak gereğini idrak etmekte, hiçbir kişisel
menfaatten etkilenmemekte, bu tür bir menfaatin kendisini saptıncı nitelik
taşıdığının bilincine ermekte, aralarındaki ilişki düzeyi her ne olursa olsun
samimi olanlar dışında hiç kimseyle dayanışma içerisine girmemektedir. Azlık ve
çokluğa bağlanmasından çok, kendisine zaferi sağlayacak ve ilahi bir güçle
kendisim destekleyecek olan yalnızca Allah'tır.
Bu husus daha önce de
çeşitli yerlerde değişik yöntemlerle belirtilmiştir.
Ayetlerde sözü edilen
Huneyn günü, Mekke'nin fethinden sonra müslümanlarla He-vazin kabileleri
arasında vuku bulan bir savaştır. Rivayetlerin[52]
belirttiğine göre bu savaş özetle şöyle olmuştur. Bu kabileler, Sakif
kabileleriyle birlikte Kureyş'in müttefikleriydi. Kureyş, Hz. Peygamber'in ve
müslümanlann Mekke'ye doğru yürüdüklerini haber alınca bu kabilelere haber
gönderip orduyu kuşatmalannı istedi. Onlar da yardım kuvvetleri oluşturup
harekete geçtiler. Ancak Rasulullah'ın ilerleyişi daha süratli ve erken
gerçekleşti ve Mekke kuşatıldı. Sakiften bir grup evlerine döndü ve bir grup da
He-vazin'le birlikte kalarak Taif yönünden Mekke'ye üç günlük bir mesafede
bulunan Hu-neyn vadisinde toplandı. Rasulullah durumlarını öğrenmek için birini
gönderdi. Durumu incelemek için giden elçi geri döndü ve onların savaş için
toplandıklarını ve onlara yardımın ulaştığını haber verdi. Bunun üzerine
Rasulullah, yaklaşık iki bini Mekke halkından, müslüman olanlardan oluşan on
iki bin kişilik bir orduyla birlikte yola koyuldu. Öyle kî rivayetlerin değişik
beyanlarına göre Hz. Peygamber veya Hz. Ebubekir ya da BekiroğullarVndan bir
adam "Biz bugün azlık sebebiyle mağlup olmayız" dedi. Karşı taraftaki
kabilelerin kumandanı Malik b. Avf idi. İki ordu karşı karşıya geldi. Malik'in
ordusu yaklaşık dört bin kişiden oluşuyordu. Fakat aralarında usta okçular
vardı. İki or-du karşı karşıya gelince müslümanlardan bazıları düşman tarafı
azlığından dolayı kü-çümsedi ve kendilerinin çokluğuyla da böbürlendi. Karşı
tarafın okçuları müslümanları zor duruma düşürdü, her zaman olduğu gibi Hz.
Peygamber, Ebubekir, Ömer, Abbas, Ali ve Rasulullah'ın samimi arkadaşlarından
başka diğerleri savaş meydanından kaçmaya başladılar. Hz. Peygamber insanlara
"Ey Allah'ın yardımcıları, ey Rasulullah'ın yardımcıları" diye
bağırdı. Derken müslümanlann korkulan yatıştı, panik sona erdi ve Allah
onların üzerine sekinetini indirdi. Tekrar "lebbeyk, lebbeyk" diyerek
meydana geri döndüler.[53]
Sonra müşriklere karşı hücuma geçtiler, öyle ki Hz. Peygamber "işte savaş
şimdi kızıştı" dedi ve devesinin üzerinde şu şiiri söyledi. "Yalan
yok, ben peygamberim Ben Abdulmuttalib'in oğluyum."
Allah, müslümanları
destekledi, müşriklerin kalbine korku yerleştirdi ve hezimete uğradılar.
Müslümanlar, aralarında 6 bin esir, 24 bin deve, 40 bin koyun ve 4 bin okka
gümüşün bulunduğu müşriklerin mallarını, hayvanlarını, çocuklarını ve
kadınlarını ele geçirdiler.
Rasulullah ve
beraberindekiler bundan sonra Şevval ayında Taife doğru harekete geçti. Çünkü
Taif in büyük bir kesimi Kureyş ve Hevazin'in müttefiki olan ve onların
yardımına koşan Sakiften oluşuyordu. Müslümanlar, Taif i yaklaşık 18 gün
kuşattılar ve mancınıkla saldırdılar. Çünkü Taif kaleyle kuşatılmıştı. Taif in
fethi kolay olmadı ve halkı da kalelerden dışarı çıkıp müslüm anlara karşı
koymadılar. İki taraf da birbirlerine ok fırlatıyordu. Müslümanlardan yaklaşık
12 kişi şehit oldu. Rasulullah onların bağlarının sökülmesini ve ateşe
verilmesini emretti. Müşrikler kalenin içinden bağırdılar ve ondan af
dilediler. Rasulullah buna icabet etti ve onian Allah'a bırakıyorum dedi. Bazı
ashabıyla istişarede bulundu. Ashabından bazıları "Onlar artık inine
sıkıştırılmış tilki
gibidir. Deliğin
üzerinde beklersen onu yakalarsın yok eğer kendi haline bırakıp terk edersen
sana bir zararı dokunmaz" dediler. Rasulullah (s) birini çağırarak geri
dönüş için emir buyurdu. İnsanların da "geri dönüyoruz, Rabbimize
hamdediyoruz, O'na tevbe ve ibadet ediyoruz" diye slogan atmalarını
emretti. Müslümanlar, Rasulullah'ın Sakif e beddua etmesini isteyince
Rasulullah da "Allah'ım Sakif'i hidayete erdir ve onları bize getir"
dedi.
Dönüşünde
"Cirane'de Hevazin'in esir ve ganimetlerini paylaştırmak için durdu.
Rasulullah (s) Mekke ve diğer kabile reislerine yeni müslüman oldukları için
kalplerini ısındırmak amaayla normal paylarından fazlasını vermeyi uygun gördü.
"Bazılarına yüz deve, bazılarına elli deve, bazılarına gümüş bazılarına da
koyun verdi. Sonra da beytul-mala ait olan humusu ayırdı ve kalan kısmı da
diğer müslümanlara pay etti. Esirleri de bu şekil üzere paylaştırdı.
Hevazin, Hz.
Peygamber'e bir heyet göndererek müslüman olduklarını ve mallarıyla esirleri
geri istediklerini beyan ettiler. Rasulullah onlara mallan ve esirleri
dağıttığını haber verdikten sonra kendilerine "sizin için çocuklarınız ve
kadınlarınız mallarınızdan daha mı hayırlıdır" diye sordu. Onlar da
"evet" dediler. Bunun üzerine Rasulullah, kendim ve
Abdulmuttaliboğullan İçin ayırdıklarım sizindir. Öğle namazım kıldırdıktan sonra
kalkın ve "biz Rasulullah'ı müslümanlara, müslümanlan da Rasulullah'a
aracı kılıyoruz" deyin. Onlarda böyle yaptılar. Rasulullah, benim ve
Abdulmuttaliboğullan'nın payına düşenler sizindir dedi. Rasulullah'ın
ashabından Ensar ve Muhacirler de "bizim payımıza düşenler de
Rasulullah'ındır" dediler. Selimoğullan da bunun aynısını söyledi. Fakat
bazı kabile reisleri paylarına düşenleri geri vermek istemedi. Bunun üzerine
Rasulullah, "kimin elinde bu esirlerden varsa gönül rızasıyla veriyorsa
ne âlâ, vermiyorsa bize borç olarak versin, elimize geçtiğinde iade
ederiz" dedi. Ellerindekini vermeyenler bunu kabul ettiler ve ellerinde
bulunan esirleri iade ettiler.
Rivayete göre,
Rasulullah Öldürülmüş bir kadının yanından geçti ve onu kimin Öldürdüğünü
sordu. Yanındakiler Halid b. Velid öldürdü dediler. Bunun üzerine arkadaşlarına
Halid'İ bulmalarını ve kendisine "Rasulullah'ın O'nu kadınları, çocukları
ve köleleri öldürmekten menettiğini" söylemelerini emretti.
Ganimetlerin paylaştırılması
hakkında şöyle bir rivayet zikredilmiştir: "Ensar kendi kendilerine
üzülmüşlerdi. Çünkü Rasulullah Mekke ve diğer kabile reislerine verdiği ganimet
kadar kendi reislerine vermemişti. Hatta onlardan biri "Rasulullah kendi
kavmini kayırıyor" dedi. Hazrec'in reisi Sad b. Ubade Rasulullah'ın
yanına geldi ve "Ya Rasulullah, Ensar'ın bu mahallesi almış olduğu fey
dolayısıyla kendi içlerinde sana karşı darıldılar. Ganimeti kavmine pay ettin,
büyük bölümünü Arap kabilelerine dağıttın ve Ensar'dan olan bu mahallenin bu
paydan nasibi olmadı" dedi. Rasulullah Ona "kavmim topla" dedi
ve O da kavmini topladı. Rasulullah onların yanına geldi, Allah'a hamdet-tikten
sonra onlara şöyle hitap etti:
"Ey Ensar
topluluğu! Söylediğiniz sözler ve kendi kendinize bana darüdığınız haberi bana
geldi. Sizler dalalet içindeyken ben sizlere gelmedim mi? Allah sizleri
hidayete erdirdi. Yoksuldunuz, Allah sizi zenginleştirdi. Birbirinize
düşmandınız, Allah kalplerinizi birbirinize ısındırdı." Onlar da
"Evet, ya Rasulullah, Allah ve Rasulu daha çok nimet ve fazilet
sahibidir" dediler. Sonra Rasulullah "Bana icabet etmeyecek misiniz
ey Ensar topluluğu?" dedi. Onlar da "Ya Rasulullah neyle icabet
edelim. Nimet ve fazilet Allah'a ve Rasulü'ne aittir." dediler. Rasulullah
bunun üzerine şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki şöyle derseniz doğru
söylemiş ve doğrulanmış olursunuz; "Sen yalanlamış olarak "bizlere
geldin, biz seni doğruladık. Terk edilmiş olarak geldin, biz sana yardımcı
olduk. Kovulmuştun, sürgün edilmiştin, biz seni bağrımıza bastık. Yoksul olarak
geldin, biz sana yardımda bulunduk." Ey Ensar topluluğu! Siz, başkalarının
müslüman obuasına ve size katılmasına vesile olacak olan bir dünyalıktan dolayı
mı danhyorsu-nuz? Sevinmiyor musunuz ki ey Ensar topluluğu, insanlar ellerinde
bir koyun ve deveyle geri yurtlarına dönerken sizler Rasulullah'la birlikte
yurtlarınıza dönüyorsunuz. Mu-hammed'in nefsi kudretinde bulunan Allah'a yemin
olsun ki, şayet hicret olmasaydı ben Ensar'dan biri olurdum. Şayet insanların
tümü bir vadiye, Ensar da başka bir vadiye doğru yönelse ben Ensar'ın yöneldiği
vadiye doğru yönelirim. Ey Allah'ım, Ensar'a, Ensar'ın çocuklarına ve çocuklarının
çocuklarına rahmet buyur"[54]bunun
üzerine Ensar topluluğu sakallan ıslanıncaya kadar ağladılar ve "biz Rasulullah'tan
gönülden razıyız" dediler. Sireti nebeviyyenin en güzel tablolarından
biriydi bu durum.
Bu tablolar gerek
Rasulullah'ın yüce ahlakı ve vefası gerek Ensar'ın kendi katındaki değeri ve
gerek Hz. Peygamber'in insanlara iman ve ihlaslan noktasında çok yönlü apaçık
beyanlar görülmektedir.
tbn Hişam'ın İbn
İshak'tan rivayet ettiğine göre; yanında fal okları bulunan Ebu Süfyan, ilk
etapta müslümanlar hezimete uğradıklarında "onların hezimeti ancak denizde
son bulur" demiş. Öte yandan Buhari ve Müslim'in. Abbas'tan [55]
rivayet ettikleri bir hadise göre "Ebu Süfyan Rasulullah'la birlikte
kalanlardandı ve o bineği üzerinde Onunla birlikte gidiyordu. Abbas da
Rasulullah'ın bindiği devenin dizgisini tutuyordu." Bu sahnede
Haşimoğlulan ile Ümeyyeoğulları arasında Hulefai Raşidin döneminden sonra vuku
bulacak siyasi çekişmelerin izleri görülmektedir. Özellikle bu husus, o dönemden
sonraki rivayetlerde Ebu Süfyan'ın isminin rivayette eşdeğer bîr şekilde
belir-tilmesiyle ön plana çıkmaktadır.
Yeri
gelmişken Taif'in fethiyle ilgili şu hususu da belirtelim: Taifin fethi, Mekke'nin
fethinden bir sene sonra gerçekleşmiştir. Sakif kabilesinin reislerinden biri
olan Urve b. Mesud, Rasulullah'a gelerek müslüman olmuş ve tekrar kavmine dönüp
onları İslam'a davet etmek için izin istemişti. Rasulullah ona bu izni verdi.
Kavmine dönünce onları İslam'ın selamı ile selamladı ve onlar da reddettiler.
Fecir vakti geldiğinde evinin damına çıkıp namaz için ezan okudu. İnsanlar
dışarı çıkıp onu engellemeye çalıştılar. Onlardan biri kendisine bir ok attı.
Kavmi buna karşılık vermek istedi. Neredeyse kargaşa her tarafa yayılıyordu. O
da "ben kendimi insanların arasını düzeltmek için feda ettim. Bu Allah'İh
bana bağışlamış olduğu bir vergi ve şehadettir" dedi. Daha sonra kendi
eceliyle vefat edince onun oğlu bir arkadaşıyla birlikte Hz. Peygambere gelip
müslü-man oldular. Sonra Hz. Peygamber Melik b. Avf'ı çağırttı ve onu Sakife
gitmekle görevlendirdi. Ona "ben sana müslüman olarak gelinceye kadar
onlar hakkında sana yeterliyim" dedi. Sorfra bu kararını değiştirdi ve
onları aciz bırakıncaya kadar onlarla savaştı. Derken onlar Hz. Peygamber'e
bir heyet gönderip teslim ve müslüman olduklarım bildirerek anlaşma yapmak için
aralarında anlaştılar. Heyet Rasulullah'a geldi ve Hz. Peygamber onların
gelişine «evindi. Onlar için mescitde bir bölme ayırdı. Bazı imtiyazlar
koparmaya çalıştılarsa da bunu başaramadılar. Kendi putlarını kendi elleriyle
parçalamayı talep ettiler. Böylece Taif, Hz. Peygamberi'in otoritesine dahil
oldu. Bu olay hicretin 9. senesinde Ramazan veya Şevval ayında gerçekleşti.[56] [57]
28- Ey iman
edenler, müşrikler ancak bir pisliktir. O halde bu yıllarından sonra artık
Mescidi Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluğa[58]'
(düşmekten) korkarsanız, Allah dilerse kendi lütfundan sizi zengin kılar.
Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir.
Ayetler açık bir
şekilde şu hususları içermektedir
1-
Müslümanlara hitap edilerek, müşriklerin necis (pislik) olduğu ve ayetin nazil
olduğu bu yıldan sonra Mescidi Haram'a yaklaşmamaları bildirilmektedir.
2- Şayet onlar bu yasaklamadan ötürü fakirliğe, yoksulluğa ve geçim
sıkıntısına düşmekten korkuyorlarsa, emin olsunlar ki Allah, onlan kendi
lütfundan zenginleştirmeye güç yetirendir. O işleri bilen, doğruluğu emreden
ilim ve hikmet sahibidir. [59]
Taberi'nin rivayet
ettiğine göre, Hz. Peygamber artık bu yıldan sonra hiçbir müşri-ğin
haccedemeyeceğini ilan edince müslümanlar: "Biz onların hacc mevsiminde
yapmış oldukları alış verişten faydalanıyorduk" dediler ve bunun üzerine
bu ayet nazil oldu. Zikrettiği başka rivayete £öre ve ayetin ilk yansı nazil
olunca müslümanlar zor duruma düştüler ve "Kim bizim yiyeceğimizi
getirecek, kim bize malları ile gelecek?" dedilerse ayetin ikinci kısmı
nazil oldu. Öte yandan Taberi sûrenin ilk ayetleri ile ilgili olarak rivayet
edilen bir rivayette "bu ayet kendisinden önceleri ile birlikte sûrenin
başlarında nazil oldu ve hüküm olarak Haccı Ekber gününde ilan edilenler
arasında yer alıyordu. O da bu yıldan sonra hiçbir müşriğin haccedemeyeceği
hükmüydü" demiştir.
Durum her ne olursa
olsun kanaatimize göre bu ayet, her halükarda tek başına ve parça parça nazil
olmamıştır. Kendisinden önceki ayetlerin bir parçası ve o ayetlerin sonuçlarından
bir sonuçtur. Önceki ayetler ahdini bozan müşriklerle savaş emretmekte,
müşriklerin hiçbirinin Mescidi Haram 'ı onarmaya yetkili olmadığını
bildirmekte, bu müşriklerin hasım-akraba olsalar dahi dost edinilmesini
yasaklamakta, mü'mirilere yalnızca Allah'ın kendilerine yardımcı olacağı hatırlatılmaktadır.
Hikmeti ilahi, bu bağlamın bu ayetle sonuçlanmasını ve onlar hakkında son bir
karar olmasını gerekli kılmıştır.
Eğer bu ayet ve
belirtilen hüküm, Mekke ve Taİfin fethinden, Mekke ve civar kabilelerin yanı
sıra Hicaz bölgesinin en büyük kabileleri olan Sakif ve Hevazin'in İslam'a
girmesinden sonra nazil olmuşsa bu demektir ki, ayet artık tüm bölgenin İslam
otoritesine girmesinden ve büyük çoğunluğunun müslürnan olmasından sonra nazil
olmuştur ve Araplardan hala şirk üzere olanların, Allah'ın dinine tamamen
aykırı olan ibadetlerini gerçekleştirmek için Mescidi Haram bölgesine
girmelerini engellemek imkan dahilinde olmuştur. Şüphesiz Allah, bu bölgede
yaşayan insanların geçimlerini dışarıdan gelen yiyecek ve ticaretle
sağladıklarını, dolayısıyla geçim sıkıntısı çekenlerin korkuya kapılacaklarını
biliyordu. Bunun içindir ki sözkonusu ayette bu konuda onlara bir güvence
vermiştir. Burada da İslam davetinin gelişim, yayılım ve güçlenme süreçleri görülmektedir.
Müşriklere haram
bölgenin sınırlandırılması ve haramın kapsamı hakkında müfes-sirlerin,
görüşlerini aktardıkları tabiin müfessirlerinden gelen görüş ve rivayetler değişik
ve çeşitlidir.
1-
Müşriklerin necîs oluşu hakkında bazıları onların necaseti (pis oluşları) köpek
ve
domuzun necis oluşu
gibi gerçek bir necasettir. Onlara dokunan veya onlarla tokalaşanların
ellerini yıkaması veya abdest alması gerekir demişlerdir. Bazıları da onların
necis oluşu hüküm açısıudan bir necasettir demiştir. Birçok fıkıh mezhebi bu
ikinci görüşü benimsemiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bu vasıf müşriklerin sahip
olduğu batıl inançlardan ötürü verilmiştir. Onların çok korkunç ve tuhaf
adetleri vardı. Mesela; çıplak olarak tavaf yapmak, ölü eti yemek, babalarının
hanımlanyla evlenmek, cenabetten dolayı temizlenmemek bunlardandır. Bunların
hepsi Mescidi Haram'in temizliği ve kudsiyetiyle bağdaşmayan manevi
pisliklerdir.
2- Haram bölgenin neresi olduğuna gelince bu
konuda, İbn Kesir'in zikrettiği, î-mam-ı Ahmet'in Cebir'den rivayet ettiği bir
hadiste şöyle deniliyor: "Rasulullah (s) şöyle buyurdu: Kendileriyle
anlaşma yapılan ve hizmetçileri dışında
bu yıldan sonra hiçkimse bizim mescidimize g/rmesin." Bu hadisten
anlaşıldığı üzere yasak sadece mescit içindir. Öte yandan Zemahşeri'nin
Tabiin'in büyüklerinden olan Ata'dan rivayet ettiği bir görüşe göre; mescitden
kasıt haremdir. Yani Harem bölgesidir. Ayrıca yine Zemahşeri'nin Malik'ten
aktardığı bir görüşe göre de buradaki yasak, müslümanlann tüm mescitlerini
kapsar.
Ayetin nassı kesin
olarak Mescidi Haram hakkındaysa. Mescidi Haram dışındaki yasağın tüm
mescitleri de kapsadığını söylemek herhangi geçerli nedeni olmayan bir
aşırılıktır. Mekke'ye gelenin Harem'in bilinen sınırlarına girmesi yasaklanır.
Kanaatimize göre yasak sadece harem bölgesini kapsamaktadır. Dolayısıyla
Ata'nın görüşü daha doğrudur ve çoğunluk da bu görüşü benimsemiştir. Aynca bu
görüşün doğruluğu durumunda Cabir'den rivayet edilen hadise aykırı değildir.
Çünkü Mescidi Haram'in sözkonusu edildiği Kur'an ayetlerinin özü ve ruhu bu
tabirden amacın Mescidi Haram bölgesi olduğudur.[60]
Özellikle de Ankebut sûresinin 67. ayetiyle; "Görmediler mi ki,
çevrelerindeki insanlar alınıp-yağma edilirken biz Haremi güvenilir
kıldık." Kasas sûresinin 57. ayeti; "Dediler ki; 'Eğer seninle
birlikte hidayete tabi olursak yerimizden çekilip kopartılırız.' Oysa ki biz
onları kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün toplandığı güvenli
bir hareme yerleştirmedik mi?....." bu söylediklerimizi her yönüyle
desteklemektedir.
3- Üçüncü
hususa gelince; Cabir'den rivayet edilen hadisten bu yasağın zımmileri[61]
değil, yalnızca müşrikleri kapsadığı anlaşılmaktadır. Taberi, birbiriyle zıt
olan iki farklı görüşü de Cabir'den rivayet etmektedir. Bunlardan biri yasağın
içine zımmilerin girdiğini söylerken diğeri de girmediğini söylemektedir. Yine
Taberi'nin rivayet ettiğine göre Ömer b. Abdülaziz bu ayetten hareketle yahudi
ve hristiyanlann Mescidi Haram'a gjr-mesini yasaklamıştır. Anlaşılıyor ki Cabir'in sözkonusu hadisi
onun yanında sabit olmamış yahudilerin "Üzeyir Allah'ın oğludur"
sözüyle hristiyanlann "Mesih, Allah'ın oğludur" sözlerinin bir çeşit
şirk olduğu doğrultusunda İçtihatta bulunmuş ve müşriklerle birlikte yahudi ve
hristiyanlara da bu yasağı uygulamıştır. İslam'ın başlangıcından günümüze kadar
mütevatiren yapılan uygulama da budur zaten.
Beğavi ve ona tabi
olan Hazm, İslam alimlerinin İslam coğrafyasını kafirlere göre üç kısma
ayırdıklarını söylemişlerdir
1- Mekke Haremi: Hiçbir kafirin gerek zımmi
olarak gerek eman istemek suretiyle oraya girmesi caiz değildir. Burada
dikkatleri çekelim ki kafir kelimesi, Hz. Muham-med'in elçiliğini ve Kur'an'ı
inkar eden herkes için kullanılır. Dolayısıyla bunun kapsamına Ehli Kitab ve
diğerleri de girer.
2- Hicaz:
Kafirin buraya geçici bir müddet ikamet etmek üzere izinle girmesi caizdir.
Çünkü Rasulullah (s) müşriklerin, yahudilerin ve hristiyanlann Arap yarımadasından
çıkarılmasını emretmiştir. Bunun anlamı onlara burada İkamet etmeyi yasaklamıştır.
3- Diğer
İslam memleketleri: Kafirlerin buralarda zimmet veya eman dilemek sûre-tîyle
ikamet etmeleri müslümanlardan izinsiz olarak mescitlerine girmemek koşuluyla
caizdir. Bu çok güzel bir ayrımdır. Ancak ikinci kısım için getirilen yasağın
yalnızca Hicaz bölgesiyle sınırlı tutulmayıp bunun daimi ikametin bütün Arap
yarımadasını kapsadığına dikkat çekmek gerekir. Hicaz'da uygulanan da budur.
Öyle ki oranın tüm halkı müslümandır.
Cidde'de ikamet eden gayri müslimler ise geçici bir süreyle ikamet etmektedirler.
Ancak bunu, mesela yahudilere daimi
ikamet için veren ve vermeye devam eden Yemen için söylemek mümkün değildir.
Ve belki de buna benzer bir duruma Arap yarımadasının güney, doğu ve batı
bölgelerinde de rastlanılmaktadır.
Rasulullah (s)'ın
sözkonusu emri çeşitli rivayetlerde geçmektedir. İbn Hişam, Taberi ve
Belazuri'nin rivayet ettikleri "Arap yarımadasında iki din
kalmayacaktır"[62]
rivaye-tiyle İmam Ebu Ubeyd b. Kasım'm Kitabul Emval'de zikrettiği
"Yahudileri Hicaz'dan, Ehli Necran'ı da Arap yarımadasından
çıkarınız"[63] rivayeti bu tür
rivayetlerdendir.
Hiç
kuşkusuz Hz. Peygamber bununla büyük bir amacı hedeflemiştir. O da Arap yarımadasının
çok dinliiikten temizlenmesidir. Aksine durum, ayrılıklara, parçalanmalara,
çekişmelere, çeşitli hile ve tuzaklara başvurmaya sebebiyet vereceğinden bu
bölgenin yalnızca İslam'a has kılınmasını istemiştir. Bu bölge, İslam bayrağını
taşıyan miislü-manlann bölgesidir, ilahi vahyin İslam Peygamberi'ne geldiği
yurttur. Bu hususta tamamen bir hikmet ve doğruluk sözkonusudur. [64]
29- Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve
Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve elçisininin haram kıldığını
haram saymayan, gerçek
dini din edinmeyen kimselerle küçülüp boyun eğerek kendi elleriyle cizye'[65]
verecekleri zamana kadar savaşın.
30-
Yahudiler "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyan-lar da
"Mesih Allah oğludur." dediler.
Bu onların ağızlarıyla geveleyip durduktan sözleridir. (Sözlerini) önceden
inkar etmiş{olan müşriklerin sözlerine benzetiyorlar[66]. Allah,
onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar.
31- Onlat, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve
rahiplerini ilahlar edindiler ve Meryem oğlu İsa'yı da... Oysa, tek olan bir
ilaha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O,
bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.
32- Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek
istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan
başkasını İstemez.
33- Müşrikler istemese de, dini(İslam'ı) bütün
dinlere gönderen O'dur.
34- Ey iman edenler, doğrusu hahamların ve
rahiplerin birçoğu İnsanların malını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan
alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip, Allah yolunda harcamayan I ara da
acıklı bir azabı müjdele.
35- O gün Cehennem ateşinde bunların üzeri
ısıtılır; bunlarla da onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. Ve İşte
bu kendiniz için yığıp sakladıklarınız, yığıp sakladıklarınızı tadın(denir).
Bu ayetlerde sözkonusu
vasıfları taşıyan Ehli Kitab boyun eğinceye ve zelil bir şekilde cizye
verinceye kadar müslümanların onlarla savaşması emredilmektedir. Bu emi-rin
çeşitli fonksiyonları vardır. Ayetlerin hepsi birbiriyle bağlantılı ve uyumlu
olmadığından dolayı çok ve çeşitli hükümler içermesine rağmen tek bir cümleyle
onların ana fikrini belirttik.
Beğavi'nin Kelbi den
rivayet ettiğine göre birinci ayet yahudilerden Beni Nadir hakkında nazil
olmuştur. Rasulullah (s) onlarla anlaşma yapmışür. Müslümanların elde ettikleri
ilk cizye ve Ehli Kitab'ın müslümanlar eliyle uğradıkları ilk zilletti bu. Bu
hususta ayetin Rasulullah (s)'ın Beni Nadir yahudilerini sürgün ettiği Haşr ve
Ahzab sûrelerinde de belirttiğimiz gibi Beni Kureyza'yı cezalandırdığı üçüncü
veya beşinci yılda nazil olduğunu gerekli kılmaktadır. Ancak ayetlerin siyakı,
bu ayetlerin Mekke'nin fethinden sonra Tebük gazvesinden hemen önce nazil
olduğunu gösteriyor. Kaldı ki Kelbi'nin rivayetine şu şekilde itiraz
sözkonusudur: O diyor ki Rasulullah (s) onlardan cizye almak suretiyle onlarla
anlaştı. Oysa ki, ortada ne cizye, ne de anlaşma var. Aksine Beni Nadir'i
sürgün etmiş, Beni Kureyza'yı da cezalandırmıştır.
Taberi, bu ayetten
Önceki ayeti tefsir[67]
ederken şöyle diyor: "Müslümanlar, "biz nereden yiyeceğimizi
karşılayacağız, kiminle ticaret yapacağız, müşriklerin Harem'e girmelerinin
yasaklanmasiyla birlikte biz fakirleşeceğiz." dediler. Bunun üzerine
Allah, 29. ayeti indirerek müslümanların yitirdiği bu şeylere karşı cizye almak
için Tebük gazvesini emretti." Sonra bu ayetin tefsirinde şunu ekliyor:
"Ayet, Rumlar'la savaşması için
Rasul'e indi.
Nüzulünden sonra Tebük savaşını yaptılar." Taberi bu görüşlerini Dehhak,
Katade, Süddi ve Mücahid gibi tabiinin müfessirlerine dayandırmıştır.
Bu görüşlerden de,
Allah'ın, Rumlar'la savaş sonucunda gelecek olan cizye İle, müşriklere
uygulanan yasak sonucu müslümanlann kaybettiklerini telafi ettiği, Rasulul-lah
(s)'ın bu ayetten önce Rumlar'la hiç savaşmadığı ve Ehli Kitab'tan da cizye
almadığı anlaşılmaktadır. Bu konuda birkaç hususa dikkat çekmek gerekiyor:
Birincisi, Tebük gazvesinde herhangi bir sıcak savaş olmamış ve sonucunda da
cizye alınmamıştır. Daha sonra da «açıklayacağımız gibi, Rasulullah'ın bu
bölgedeki bazı kimselerle yapmış olduğu anlaşmalar, barış ve karşılıklı
hoşgörü anlaşmalarından ibaretti. Onların vermeyi kabul ettikleri şeyler de
müslümanlann ekonomik hayatlarında önemli bir açığı kapatacak miktarda değildi.
Aljhan bu miktar ise beytülmâle irad edilip, müslümanlann genel ihtiyaçlarını
ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak için harcanıyordu. Diğer yandan
28. ayette sözkonusu edilen korku ise hacc mevsimlerini kendileri için bir
kazanç vesilesi kılan ve bununla ihtiyaçlarım gideren Mekke halkının öne
sürdüğü bir endişedir. Kaldı ki bunlar, müsiümanlar arasında azınlıktaydılar
ve cizye onlara ait değildir.
ikincisi; bu görüşler
Allah'ın cizyeyi savaş için müslümanlann bir hedefi kıldığı anlamına geliyor.
Oysa ki Kur'an, birçok yerde savaştaki amacın ganimetler olmadığını
açıklamaktadır. Daha Önce -özellikle Nisa sûresinin 94. ayetinin tefsirini
yaparken- birçok vesilelerle söylediğimiz gibi ganimetlerin hedef olması
kesinlikle caiz değildir.
Üçüncüsü; Al-i îmran
sûresinin 33-64. ayetlerinin tefsirinde belirttiğimiz gibi Rasu-lullah (s)
hicretin 6. senesinde yıllık belirli bir cizye üzere Necran hristiyanlanyla
anlaşmıştır. Hicretin 6. yılında Tebük bölgesinde bulunan hristiyan
kabilelerini hizaya getirmek ve İslam'a davet etmek için Devmet'ül-Cendele'ye
bir seriyye göndermiştir. Onlardan bazıları müslüman olurken bazıları da kendi
dinleri üzere kalmaya devam ederek cizye verdiler.[68]
Tebük Gazvesi'nden önce, bu bölgenin çeşitli yerlerine savunma ve karşı koymak
amacıyla çeşitli askeri harekatlar yapılmıştı. Rasulullah (s) Arap Yarımadasına
hükmeden kral ve yöneticelere hicretin 6. yılında kendi mesajını ileten bazı elçiler
göndermişti. Rumların Mute valisi, Hz. Peygamber'in Basra Kralına gönderdiği Haris
el-Ezdi[69]
isimli elçisini öldürmüş. Rumlar, valilerden biri olan Feve el-Cüzamiyi müslüman
olduğu için öldürmüşlerdi.[70]
Tebük bölgesinde yaşayan Beni Cüzzama mensup bir grup hristiyan, Rasulullah'ın
Bizans imparatoruna elçi olarak gönderdiği Dıhye-tü'l-Kelbi'yi katletmişlerdi.[71] Kelb
ve Cüzzam kabileleriyle diğer hristiyan gruplar, müslümanlann kafilelerine
saldınlar düzenliyor ve Medine'ye savaş açmak için sürekli bir araya
geliyorlardı.[72] Tüm bu olaylar, Hz.
Peygamber'i, bu ayetin nüzulünden dört yıl önce bunlara karşı koymak için
harekete geçirmişti. Öyle ki, Rasulullah (s) hicri 5. yılın başlarında
Medine'ye 15 veya 16 gün mesafede bulunan Dumetü'l-Cendel'e doğru harekete
geçmiş-ancak sıcak bir savaşa girişmeden geri dönmüştü. Çünkü orada yaşayan
kabileler dağılmış ve kaçmışlardı.[73]
Sonra Zeyd b. Harise komutasında bir orduyu Dıh-ye'yi öldüren Cüzzamileri yola
getirmek için göndermiş, müslümanların ordusu ganimet ve esirlerle geri
dönmüştü.[74] Ardından Abdurrahman b.
Avf komutasındaki bir orduyu ikinci bir defa Dumetü'l-Cendel'e göndermiş,
onlardan bazıları müslüman olmuş, bazıları da müslüman olmayarak cizye ödemek
zorunda kalmışlardı.[75]
Sonra Zeyd b. Harise komutasındaki güçlü bir orduyu Mekke'nin fethinden önce
hicretin 8. yılında, Hz. Peygamber'in elçisini Öldüren Mute valisinden intikam
almak için Mute üzerine gönderilmiştir. Ordu, Mute'ye ulaştı, Rumlar ve
hristiyan kabilelerle savaşa tutuştu. On-lan çembere aldı, müslüma'hlarm
komutasını üstlenen üç komutan birbiri ardınca şehit düştü. Daha sonra ordu
Halid b. Velid'İn komutasında da çekilmeyi başardı.[76]
Daha sonraları Amr b. As komutasındaki bir
orduyu Zatü's-Selasü'e gönderdi. Çünkü hristi-yanlann ileri gelenleri orada
toplanıyor ve Medine'ye yürümek için planlar kuruyorlardı. Bu bölge fethedildi
ve halkı kaçtı.[77]Tüm bunlarla birlikte
Rasulullah'ın müslümanların Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kureyza ve Hayber
yahudilerine savaş açmaları veya onları sürgün etmeleri göstermektedir ki,
Rasulullah ve müslümanlar tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayetin nüzulünden
Önce Ehli Kitab'la savaşmış ve onlardan cizye almışlardır. Taberi'nin aktardığı
görüşler, bir taraftan realiteye uymuyorken diğer yandan da bu olaylar, şartlan
ve sebepleri bakımından cihadın ancak ve ancak savunmak ve düşmana aynısıyla
karşı koymak olduğunu, cizye ve ganimetlerin cihadın amacı olmadıklarını
belirten Kur'ani ilkelere uymaktadır.
Hz. Peygamber bu
ayetten sonra, tüm klasik tefsir ve tarih kaynaklarının belirttiği ve sûrenin
ayetlerinden anlaşıldığı gibi Tebük savaşı için müslümanlan hazırlamış ve büyük
bir ordunun başında oraya doğru ilerlemiş ve Tebük'ten Şam kapılarına dayanan
bölgenin büyük bir çoğunluğu hristiyanlardan oluşuyor ve bunlar da Ehli
Kitabtan olan Bizans İmparatorluğu'nun otoritesinde yaşıyorsa büyük bir
olasılıkla denilebilir ki, söz-konusu ayetler, bu savaştan önce müslümanlan
teşvik, azimlendirmek ve hakhlıklannı belirtmek için nazil olmuştur.
Rivayetlerin belirttiğine göre; Rumlar'in Medine'ye savaş açmak için bir araya
geldiklerinde ve Lahm, Cüzzam kabileleriyle hristiyanlann tamamı bunlara
katılıp öncü birliklerini Şam kapılarına gönderdiklerinde[78] Hz.
Peygamber orduyu donatmıştır.
Tüm bu sebeblerin yanı
sıra daha başka sebebler de Rasulullah'ın bu karan almasına vesile olrriüştur.
Bu sebeblerle ilk seriyyelerin gönderilmesini gerekli kılan olaylar, Kur'an-i
Kerim'in İslam cihadının meşruluğu ve hedefleri için ortaya koyduğu sebeblerle
tamamen bağdaşmaktadır.
Rivayetlerin belirttiğine
göre; Hz. Peygamber Tebük'ten döndükten sonra elçisini öldüren Mute valisinden
intikam almak için gönderdiği Zeyd b. Haris'e komutasındaki ordunun da
intikamını almak için Üsame b. Zeyd komutasında ikinci bir ordu göndermeyi
düşünmüştür. Bu da gösteriyor ki, Hz. Peygamber kendisiyle Rumlar ve Şam bölgelerindeki
hristiyan Araplar arasında savaşın hala sürmekte olduğunu kabul ediyor. Ancak
bu ordu yola koyulmadan Hz. Peygamber vefat etti. Sonra bu orduyu Rasulullah'ın
ilk halifesi olan Hz. Ebubekir gönderdi. Ebubekir baş gösteren şiddet
olaylarını bastırınca Şam bölgesini nazarı dikkatten çıkarmadı. Rasulullah
(s)'ın arzusunu gerçekleştirmek için oralara sürekli olarak çeşitli ordular
gönderdi.
Açıkça görülüyor ki
Şam'a yapılan fetih seferleri, Hz. Peygamber ve müslümanlarla Bizans ve
yardımcıları arasındaki savaşın sürdüğünü göstermektedir. Bu savaşın sebeb-leri
de Kur'an'ın ilkeleriyle tamamen bağdaştığı gibi savaşlar fetih ve ganimet
amacıyla yapılan hücumlar da değildir.
Dikkat edilirse ayetler,
Ehli Kitab, yahudi ve hristiyanlan bir arada zikretmektedir. Biz burada
söylediklerimize aykırı bir şey görmüyoruz. Hicretin 6. yıiında yahudilerin
Medine'den topyekün sürüldüğü, Hayber, Şam yolu üzerindeki köylerde yaşayan
yahudilerin de güçlerinin yok edildiği, Hicaz bölgesiyle Şam güzergahında
kendisiyle savaşmaya değer hiçbir yahudinin kalmadığı, bunların herhangi bir
devlet veya başka bir varlığa sahip olmadığı göz önünde bulundurulduğu zaman
realiteden hareketle Kur'an'ın bu konudaki emrinin, Bizans ve hristiyan
kabilelerle savaşmak için Tebük savaşına gidilmesini teşvik etmeyle ilgili
olduğu görülür. Birinci ayette "Ehli Kitab" lafzının kullanılması,
ondan sonra gelen ayette de yahudilerin hristiyanlaria birlikte anılması,
ayetin hakkında nazil olduğu koşulların dışında yahudi ve hristiyanlann diğer
konumlarını da kapsamak için genel bir hukuku amaçlamışiır. Ayetler bunu
destekler mahiyette olan kesin bir yasama yöntemiyle nazil olmuştur.
Taberi ve diğer
müfessirler[79] "Allah ve Rasulü'nün
haram kıldığını haram saymayan" cümlesiyle "gerçek dini din
edinmeyen" cümlesinin tefsiri hakkında tabiin mü-fessirlerinden çeşitli
görüşler rivayet etmişlerdir. Bazıları birinci cümlenin anlamı "bizim
peygamberimizin haram kıldığım haram saymayanlar" derken bazıları da
"kendi kitaplarının ve peygamberlerinin haram kıldığını haram
saymayanlar" şeklindedir demişlerdir. Ve yine bazı rivayetlere göre
ikinci cümlenin anlamı "Allah'a gereği gibi itaat etmeyenler veya hak
ehlinin itaati gibi itaat etmeyenler " şeklindedir derken bazıları da
"İslam dinini din edinmeyenler" şeklindedir demişlerdir.
Bu rivayetlerden
bazılarına göre müslümanlar, birinci ayette, Allah'ın ve elçisi Mu-hammed'in
haram kıldığını haram saymayan ve İslam dinini din edinmeyenlerle cizye verinceye
kadar savaşmakla emredilmişlerdir. Bizim kanaatimize göre bu, daha önceleri
ycri^cldikyc açıkladığımız gibi Nisa 90-91 ve özellikle de Mümtehine; 8-9.
ayetle-riyle belirtilen genel prensibe aykırıdır. Çünkü müslümanlardan uzakta
yaşayan, müslü-manlarla hiçbir ilişkileri olmayan toplumlar vardır. Kaldı ki
Kur'an'in müslümaniara karşı İyi niyet taşıyan, iyi muamelede bulunan ve
barıştan yana olan kimselerle savaşmayı emretmesi mümkün değildir. Zaten
Rasulullah (s) ile Hulefa-i Raşidin'in uygulamaları hakkındaki rivayetler,
onların kadın, çocuk, ihtiyar ve rahipler gibi muharip olmayanlarla savaşmayı,
onları öldürmeyi yasakladıklarını göstermektedir.[80]
Sonra ayette kullanılan "min" harfi çeri "onlardan bazısı, bir
kısmı" anlamına gelmektedir. Ayetin ruhu ve ayette zikredilen vasıfların
yanı sıra diğer ayetlerin ruhu da diğer görüşleri almayı (kabul etmeyi)
gerekli kılmaktadır. Yani onların Ehli Kitab peygamberlerine nazil olan semavi
kitaplardaki Allah ve elçisinin haram kıldığını haram saymamaları, Allah'a
gereği gibi itaat etmemeleri, kafirlere hücum edip, insanları öldürmek ve
mallarını gasp etmek süreliyle başkalarının kanlarına, mallarına ve haklarına
saygı göstermemeleridir. Bazıları hâlâ Allah'a ve ahiret gününe iman ettiği
Ehli Kitabın tamamını kapsadığını söylemenin doğru olmadığı "Allah'a ve
ahiret gününe iman etmeyen..." cümlesi de bu söylenenlere bir delil teşkil
etmektedir. Onların ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istemeleri, dolasıyla
Allah'ın dinine daveti bir tarafa bıraktıkları ve engelledikleri gerçeğini
dile getiren ayetler de bir delil mahiyeti taşımaktadır. Ayette zikredilen bu
vasıflar, İnsanların mallarını haksızlıkla yiyen hristiyanların ruhbanlarına
ve yahudilerin de hahamlarına açıkça nispet edilmiştir. İşte tüm bunların hepsi
daha önce ilgili yerlerde belirttiğimiz gibi İslam cihadının meşruluğunu teşkil
eden gerekçe ve sebeblerdir. Çeşitli şekillerde ortaya koydukları
düşmanlıklanndan ötürü belirttiğimiz bazı savaş harekatlarının yapıldığı,
sonra halifelerin ordular gönderdiği Bizans ve Şam dolaylarındaki insanlarla
müslümanlar arasında hicretin 5. yılından beri zikredilen sebeblerden dolayı
i-lan edilen savaş durumu da belirtilen gerekçelere ilave edilebilir.
"Kendi elleriyle küçülerek, hoyun eğerek" tabiri hakkında Taberi ve
diğerleri çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bazı rivayetlere göre "an
yedin" (elden) tabirinin anlamı; onların bizzat kendi elleriyle, yüz yüze,
peşin olarak bu cizyeyi vermeleridir. Bunun içindir ki Araplar "kendi
ellerimle verdim ve yüz yüze konuştum" deyimlerini kullanırlar. Bazıları
da bunun anlamı "zorunlu olarak vermek, zorunlu bırakmaktır"
demişlerdir. Çünkü Araplar, kendisini bir şeyi vermek zorunda bırakana
isteyerek veya istemeyerek bir şeyi vermeyi "kendi elleriyle vermek,
elden vermek" şeklinde kullanmaktadırlar." "Sağirun"
(küçülerek, boyun eğerek) kelimesi hakkında da; bu kelime, verenin içinde
bulunduğu küçülmeyi boyun eğmeyi bildirir ve "vermek" küçülmek, boyun
eğmek anlamındadır demişlerdir. Bazıları da cizye vermenin bizatihi
kendisinde, zillet ve boyun eğmenin olduğunu söylemişlerdir. Yanı onlar cizye
verirken ayakta, cizye alan da oturmuş bir vaziyettedir, cizye verirken^de
itilir, hakaret edilir, küçük düşürülürler demektirler. Ancak müfessir
Kası-mi'nin belirttiğine göre İmam Nevevi, Ehli Kİtab'ın cizye verirken küçük
düşürülmesini, itilmesini ve onlara hakaret edilmesini şiddetle reddetmiş ve
bu çok kötü ve batıl bir davranıştır demiştir.
Kanaatimize göre,
cümlenin anlamı, boyun eğmeleri, müslümanlara teslim olmaları ve müslümanlann
kendi üzerlerindeki otoritesine razı olmalarıdır. Onların küçülmeleri ve boyun
eğmeleri böylece gerçekleşmiş olur. Rivayete göre İyad b. Ganem cizye yüzünden
işkence edilen bir l&vmi görünce tahsildara şöyle demiştin "Ben, Hz.
Peygam-ber'in 'Yüce Allah dünyada insanlara işkence edenlere kıyamet gününde
azap eder' buyurduğunu işittim."[81] Hz.
Ömer, kendisine birçok cizye malıyla gelenlere "öyle zannediyorum ki, siz
insanları helak ettiniz" dedi. Onlar da "Allah'a yemin olsun ki, biz
bu malları yumuşaklıkla ve zor kullanmadan aldık" dediler. Hz. Ömer,
"Yani kamçı veya baskıya olmak suretiyle almadınız öyle mi?"
dediğinde "evet" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer "Bu zor ve
baskıyı benim ellerimle ve otoritemde gerçekleştirmeyen Allah'a
hamd.olsun" dedi.[82]
Yine, Hz. Ömer Şam'dan
dönerken güneşin altına dizdirilen ve üzerlerine yağ dökülen bir gruba
rastlar. "Bunların suçu nedir?" diye sordu. "Bunlar cizye
vermekle mükellef olan kimselerdir, onlara cizyeyi verinceye kadar işkence
yapılacaktır." dediler, Ömer, "Peki ne diyorlar, vermeyişlerinin
sebebi nedir? diye sordu- Onlar da "vereceğimiz bir şey bulamıyoruz"
diyorlar, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi. "Onlan
serbest bırakın ve güç yetiremeyecekleri ile sorumlu tutmayın, ben Hz. Pey-gamber'in
"insanlara işkence yapmayınız. Muhakkak ki Allah dünyada insanlara işkence
yapanları kıyamet gününde azaplandınr" dediğini duydum." Sonra onlara
işkence yapanlara onların serbest bırakılmasını emretti. Onlan serbest
bıraktılar.[83] Ebu Yusuf, haraç ve
ekonomi meseleleri ile ilgili olarak yazdığı ve Harun Reşid'e sunduğu
"el-Ha-raç" isimli kitabında şöyle diyor: "Cizye alma hususunda
onların dövülmesi ve herhangi bir suretle bedenlerine zor kullanılması caiz
değildir."[84] Küçük düşürmek, alay
etmek, hakaret etmek bir tür işkencedir. Nasıl ki Hz. Ömer ve İyad b. Ganem
cizyeyi vermeyi geciktiren zımmiye işkence yapılmasını Rasulullah'ın insanlara
işkence yapmayı yasaklayan emrinin kapsamında ele alıp bunu engelleyip,
reddetmişlerse, Ebu Yusuf da bundan hareketle zımminin dövülmesi veya cizye
vermesini talep ederken herhangi bir sû-retlc onun bedenine karşı zor
kullanılmasını da caiz görmemiş,
"zımminin dövülmesi ve ödeyeceği halde ona işkence edilmesi de
yasaktır ve caiz değildir" demiştir. Daha da Öte şiddetle karşı çıkılması
gereken bir konudur. Bu da İmam Nevevi'nin görüşünü desteklemekte ve İslam'ın
yüceliğini göstermektedir. Yine Ebu Yusuf'un Hz. Peygamberden rivayet ettiği
şu hadis bu yüceliğin'güzel bir örneğidir: "Kim bir anlaşmalıya zulmeder
veya onu gücünden fazlasıyla sorumlu tutarsa bilsin ki ben onun hasmıyım."
Ömer b. Hattab ölüm döşeğindeyken şöyle demişti: "Benden sonraki halifeye,
Rasuluilah'ın zimmetinde olan kimselerin anlaşmalarına riayet etmesini
(şartlarını yerine getirmesini), bunların dışındaki lerlc savaşmasını ve
onları güçlerinin yetmedikleriyle mükellef tutmamasını vagiyet ediyorum." [85]
Rasulullah (s)'m arkadaşlarının bu yüce değerlere sımsıkı sarıldığını gösteren
çok önemli şu olay cereyan etmişti. İmam Ebu Yusuf'un rivayet ettiğine göre;
zimmet ehli müslümanların kendilerine karşı güzel davrandıkları ve vefalı
olduklarını görünce, naüslümanlann düşmanlarına karşı sert davranmışlar ve bunlara
karşı müslümanlara yafdım etmişlerdir. Müslümanlardan önce kendi adamlarını Bizans
topraklarına -onların durumlarını görüşmek için- göndermişler ve bunlar,
Rumların eşi görülmemiş bir hazırlık yaptıkları haberleriyle geri dönmüşler ve
şehrin ileri gelenleri, Ebu Ubeyde'nin kendilerine atadığı Emir' e gelerek -bu
olay Şam bölgelerinde vuku bulmuştur- durumu bildirmişlerdir. Her şehrin valisi
kendilerine gelen bu haberleri Ebu Ubeyde'ye yazıp göndermişlerdir. Her yerden
Ebu Ubeyde'ye gelen bu haberler onu ve müslümanlan zor durumda bırakmış, bunun
üzerine Ebu Ubeyde bir yazı yazarak onların bulundukları şehir halkından cizye
adına topladıkları verginin ve haracın onlara tekrar iade edilmesini ve onlara
"Biz size mallarınızı geri iade ediyoruz, çünkü bizim aleyhimizde
orduların toplandığı haberi bize ulaştı ve siz de 'sizleri koruyacağımıza dair
bize şart koşmuştunuz', oysa ki biz şimdi sizleri koruyamayacağımız için
mallarınızı size iade ediyoruz. Ama eğer Allah bize zafer verirse biz kendi
aramızda yazdığımız şartlara uyacağız" demelerini emretmişti. Müslümanlar
bu şartlarını yerlerine getirdiklerinde onlar, Allah sizi bize geri döndürdü ve
onlara karşı size zafer verdi, şayet onlar (sizin yerinizde) olsalardı bize
hiçbir şey iade etmeyecekleri gibi bize hiçbir şey bırakmayacak şekilde
elimizde var olanların hepsini de alırlardı" dediler.[86] Bu
rivayetlerin doğruluğundan genel olarak şüphe etmemek gerekir. Çünkü savunmaya
gerek olmadığı bir dönemde müslümanlan savunmak için söylenmiş şeyler
değildir. İmam Ebu Yusuf, sözko-nusu bu kitabını, H. 2. asrın sonlarında
yazmıştır ve bu kitap bize ulaşan en eski kitaplardan biridir.
İbn Kesir "Kendi
elleriyle ve onlar küçülmüş olarak...." cümlesini şu sözleriyle tevil
etmiştir: "Yani; zeliller, hakirler ve hor görülenlerdir."
Mü'minlerin emiri Ömer b. Hattab bundan hareketle onların küçük düşürülmeleri,
hor görülmeleri, hafife alınmaları hakkında bilinen şu şartları ileri
sürmüştür: "Onun rivayet etliğine göre Abdurrahinan b.
Ganem el Eşari şöyle
demiştir: "Ömer b. Haltab'ın Şam halkından olan hristiyanlarla yaptığı
anlaşmayı ben yazdım (anlaşma metni şöyleydi): Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla. Bu şu şehirdeki hristiyanlardan mü'minlerin emiri, Allah'ın kulu Ömer'e
(gönderilmiş anlaşma) metnidir: Siz, bizx geldiğinizde canlarımız, neslimiz,
mallarımız ve dindaşlarımız için sizden güvence istemiştik. Ve şehrimizde veya
civarında herhangi bir kilise, manastır, kale, rahip için uzlet yeri
yapmayacağımıza bunlardan yıkılanları yeniden inşa etmeyeceğimize, onlardan
müslümanların mahallelerinde bulunanları onarmayacağımıza, kiliselerimizi gece
veya gündüz gelen müslümanlara kapatmayacağımıza, kapılarına her uğrayana ve
yolcuya açacağımıza, gelen müslümanları üç gün boyunca yedirip
ağırlayacağımıza, kilise ve evlerimizde hiçbir casus barındırmayacağımıza,
müslümanlara kar§* yapılan hiçbir hileyi gizlemeyeceğimize, çocuklarımıza
Ku-r'an öğretmeyeceğimize, hiçbir şirki alenen işlemeyeceğimize ve kimseyi buna
davet etmeyeceğimize, istedikleri taktirde akrabalarımızdan hiçbirinin İslam'a
girmesine mani olmayacağımıza, müslümanlara saygılı olacağımıza ve
meclislerimize katılmak istediklerinde onlara yer vereceğimize, giyim-kuşam,
sarık, ayakkabı ve saçlarımızı ortadan ikiye ayırma hususlarında onlara
benzemeyeceğimize, onların konuşmalarıyla konuşmayacağımıza, onların
lakaplarını kendimize lakap olarak kullanmayacağımıza, eğerlere binip kılıç
kuşanmayacağımıza, hiçbir silah edinip yanımızda taşımayacağımıza, yüzüklerimizin
taşlarını Arapça harflerle nakşetmeyeceğimize, içki satmayacağımıza, saçlarımızın
ön taralını kestireceğimize, her nerede olursak olalım kıyafeilerimizi giymeye
riayet edeceğimize, zünnarlanmızı (kemerlerimizi) kuşanacağımıza, haç işaretini
kiliselerimizde belirgin olarak göstermeyeceğimize, sembollerimizi
müslümanlann çarşılarında ve mahallelerinde açıkça belirtmeyeceğimizi, ki
liselerim izdeki çanlarımızı çok hafif çalacağımıza, müslümanlann yanında
kiliselerimizde ayinlerimiz esnasında seslerimizi yükseltmeyeceğimize, onların
mahalle ve çarşılarında işaretlerimizi belirtmeyeceğimize, ölülerimizi onların
ölülerinin yanlarına gömmeyeceğimize, müslümanlann elinden geçmiş köleleri
almayacağımıza, müslümanlara karşı olgun davranacağımız ve onların evlerini
gözetmeyeceğimize dair sizlere söz veriyoruz." Abdurrahman b. Ganem diyor
ki: "Bunları yazıp Ömer'e getirdiğimde, Ömer şunları da ilave etti:
'Müslümanlardan hiç kimseyi dövmeyeceğiz. Tüm bunları yapacağımıza kendimiz ve
dindaşlarımız adına size söz veriyoruz Buna karşılık da güvenceyi kabul
ediyoruz. Bu söylediğimiz şartlardan birine aykırı davrandığımızda ve kabul
ettiğimiz görevlerden birini yerine getirmediğimizde bizim için zimmet yoktur.
Asilik yapıp inat edenlere uygulanan her şeyi bize uygulamak size meşrudur. İbn
Kesir'in sözkonusu cümle için yaptığı yorum rivayet edilen hadislerin ruhundan
tamamen uzaktır. Aynı şekilde, hafız imamların rivayet ettiğini söylediği ve
sadece ... şu şehrin hristiyanları deyip bu şehrin ismini ne tuhaftır kî ne
başında ne sonunda belirtmediği bu rivayet de asıl itibariyle rivayet edilen
hadislerin ruhundan çok uzaktır. Eğer Hz. Ömer'le aralarında daha Önce yapılmış
bir anlaşma varsa hristiyan bir şehrin tekrar kalkıp bu metni yazmasının
düşünülebilecek hiçbir sebebi yoktur. Aynca tarih, Beyt-ül Makdis dışında Hz.
Ömer'in fethine ve teslim oluşuna şahit olduğu herhangi bir şehirden bahsetmemektedir.
O şehrin halkına yazdığı söylenen bu anlaşma metninin lalız ve İçeriği
göreceğiniz gibi aşağıdaki metnin lafız ve içeriğine açıkça terstir ve
aykırıdır: " Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bu, müzminlerin emin,
Allah'ın kulu Ömer'in İlya (Kudüs) halkına verdiği bir güvencedir. Onların
canlarına, mallarına, kiliselerine, çocuklarına, hastalarına ve hasta
olmayanlarına ve diğer tüm dindaşlarına (dokunulmamak üzere) onlara güvence
vermiştir. Onların kiliseleri iskan edilmeyecek, yıkılmayacak, kiliselerinden
herhangi bir bölüm veya çevrelerinden bir kısım eksiltilmeyecektir. Onların
mallarına ve çocuklarına dokunulmayacak, dinlerini terketmeye zorlanılmayacak
ve onlardan herhangi biri zarar görmeyecektir. İlya'da, onlarla birlikte
hiçbir yahudi iskan etmeyecektir. Diğer şehir halkı gibi İlya halkı da cizye
verecektir. İlya'dan Rumları ve hırsızlan çıkarmaları gerekir. Onlardan kim
çıkarsa emin olacağı yere ulaşıncaya kadar canı ve malı konusunda emniyettedir.
Kim de çıkmayıp kalırsa o da emniyettedir ve İlya halkı gibi cizye vermek
zorundadır. İlya halkından kim canıyla-malıyla Rumlarla birlikte gitmek isterse
emniyette olacakları yere varıncaya kadar, malları, çocuklan ve canları
emniyettedir. Kimin de İlya'da toprağı varsa isteyen bunun başında kalır ve
İlya halkı gibi cizye öder. İsteyen de Rumlarla birlikte gider. İsteyen tekrar
ehline dönebilir. Onlar ekinlerini biçinceye kadar kendilerinden hiç bir şey
alınmayacaktır. Bu metinde bulunanlara vermeleri gereken cizyeyi verdikleri
gürece ve onlara Allah'ın ahdi, Rasulullah'm ve mü'minlerin zimmeti vardır.
Buna Halid b. Velid, Amr b. As, Abdurrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebi Süfyan
şahit olmuşlardır. H. 15. yılda yazılmış ve gönderilmiştir." [87]
"Müslümanlara ait mahalle ve sokaklar, müslümanlann çarşı ve evleri"
ibareleri bir önceki metni çürütmektedir. Çünkü müslümanlann fetihten önce
oralarda ne çarşıları, ne evleri, ne de mahalleleri vardı. Bunların daha Önce
olması mümkün değildir, çünkü fetih hareketleri daha sona ermemiştir.
Müslümanlann fethin bitimine kadar o yerde kalıp yerleşmeleri de bilinen bir husus
değildir. Büyük bir olasılıkla İslam'ın hakimiyeti altında bulunan yerlerden
birinde müslümanlar bir takım dolaplar çevirmişler veya bir macera peşinde
koşmuşlar, onların bu durumu müslümanlann ve yöneticilerinin zoruna gitmiş,
müslümanlar da onlara karşı sert davranmışlar ve onları metinde yazılanları
yerine getirmeye mecbur bırakmışlar. Belki de bu sebeplerden dolayı böyle bir
şey yapmışlardır. İslam ve Hristiyanlık tarihinin eski kaynaklannın[88]
belirttiğine göre; Maruniler ve Rumlar'la aynı mezheb üzere olanlar fetih
orduları geldiklerinde Rumlara yardım etmişler daha sonraları da hicri ilk üç
asırda Haşimilerle-Emeviler arasında başgösteren çekişmeler esnasında
müslümanlann birbiriyle uğraşmasını fırsat bilerek Rumların isteklerine cevap
vermişler, ardından hicri 6.,7, ve 8. asırlarda gerçekleşen Haçlı hareketlerini
destekleyip yardımcı olmuşlardır. BeLki de müslümanlan öfkelendiren onların bu
tavırları oldu ve metinde yazılı bulunanlara onların harfiyen uymasını «zorunlu
hale gelirdiler.
Taberi ve diğer
müfesstrler [89] cizye hakkında değişik
görüşler aktarmışlardır. Bazılarından anlaşıldığına göre ayet, cizyenin
yalnızca Ehli Kitapb'lan alınmasını, diğerlerinden alınmayarak, onlarla tevbe
edip, namaz kılıp ve zekat verinceye kadar savaşılma-sını belirtmektedir.
Bazıları cizyenin kitabi olan Araplardan da alınmayacağını belirterek bunları
kendilerinden İslam dışında başka hiçbir şeyin kabul edilmediği kimselere dahil
etmişlerdir. Cizyeyi yalnızca kitabi olan acemlerle sınırlı tutmuşlardır.
Bazıları da cizyenin Arap, acem tüm kitabilerden alınacağını söylemenin yanı
sıra acem olan müşrik ve putperestlerden de alınmasının caiz olduğunu
söylemişlerdir. Bazıları da Arap ol-sun, acem olsun, ister müşrik, ister
putperest, ister kitabî tüm kafirlerden alınacağın söylemiştir. Cizyeyi
yalnızca kitabilerle sınırlandıranlar aynı zamanda haklarında bazı nebevi
haberleri bulunduğundan dolayı, mecusilerden de alınabileceğini söylemiştir. Rivayet
edildiğine göre Ömer b. Hattab: "Mecusilerc ne yapacağız? (Nasıl davranacağız?)"
demiş, Abdurrahman b. Avf da "Şehadet ederim ki ben Rasulullah'ın şöyle
dediğini işittim: "Onlara Ehli Kitab'a uygulanan hukuku uygulayın."
Ayrıca Abdurrahman b.
Avf, Hz. Pcygamber'in Hacer mecusilerden cizye aldığına şahit olduğunu
belirtmiş ve daha başkaları da yine Hz. Peygamber'in Bahreyn mecusi-lerinden cizye
aldığını söylemişlerdir.[90] Ali
b. Ebi Talİb'ten gelen bir rivayetten de me-cusilerin Ehli Kitab oldukları
anlaşılmaktadır. Bu rivayetin metninin Maide sûresinin 5. ayetini tefsir
ederken aktarmıştık. Al-i İmran sûresinin tefsirinden belirttiğimiz gibi,
Ra-sulullah (s)'ın Necran hristİyanlanndan cizye aldığını gösteren ve sahih
senetlerle rivayet edilen hadis, cizyenin kitabi oian Araplardan
alınmayacağını söyleyen görüşü çürütmektedir. Kanaatimize göre cizye verinceye
kadar sözkonusu Ehli Kitab'la savaşmak hakkındaki emir, bu emri onlarla sınırlı
tutmak anlamına gelmeyip, müslümanları onlarla savaşmaya sevk etmek hakkındadır.
Arap olsun, Acem olsun, kitabi, müşrik ve putperest olan tüm kafirlerden cizye
alınmasının caiz olduğunu söyleyen görüş İmam Ma-Hk'in görüşüdür ve doğru olan
da budur. Rivayete göre Rasullullah (s). Yemen bölgesinde yaşayan Harb b. Abd
Kelal, Nuaym b. Abd Kelal, Şurayh b. Abd Kelai ve Heme-dan'a İslam'a
girmelerini aksi takdirde cizye vermeleri gerektiğini yazmıştır.[91]
Bunun aynısını Bahreyn halkından Amman'a da yazmıştır.[92]
Bunlar Ehli Kitab değillerdi. Hz. Peygamber'in Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiğinde
bulûğ çağına ermiş herkesten bir dinar kıymetinde bir Yemen elbisesini veya
mukabilinden bir dinar almasını emretmiştir. [93] Bu
da cizye anlamına gelir. Cizyenin hangi kişilerden ne kadar alınacağı konusunda
değişik rivayet ve görüşler vardıf. Bu konuda açık ve kesin bir hüküm ortaya koyan
herhangi nebevi bir nass bulunmamaktadır. Ancak Rasulullah'ın bu konudaki uygulamasını
gösteren bazı rivayetler vardır. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber Yemen halkından
her buluğ çağına ermiş olanın bir dinar değerindeki bir Yemen elbisesini veya
mukabilinde bjr dinar, [94]
Necran hristiyanlannın yılda iki bin takım elbise [95]
Cerba ve Erzah halkının yılda 200 dinar,[96]
Mukna halkının meyvelerinin dörtte birini [97]
cizye olarak vermelerini emretmiştir.
İmam Ebu Ubeyd, Ömer
b. Hattab'ın cizye olarak altını olanların dört dinar, gümüşü olanların kırk
dirhem vermelerini, ayrıca müslümanları üç gün süreyle ağırlayıp, erzakını
karşılamalarını istemiştir. Yine rivayet edildiğine göre Ömer b. Hattab, Ammar
b. Yasir'i* Abdullah b. Mesud'u ve Osman b. Hanif i Küfe halkına göndermiş,
onlar da cizye olarak her kişinin 25 dirhem vermelerini hükmetmişler ve Ömer de
bunu caiz görmüştür. Başka bir rivayete göre Hz. Ömer Osman b. Hanif i
göndermiş, o da onlara cizye olarak 48 dirhem veya 25 dirhem ya da 12 dirhem
vermelerini söylemiştir. İmam E-bu Ubeyd'in rivayet ettiğine göre; İbn Nuceyh,
Mücahid'e "Neden Hz. Ömer, Şam halkına, Hz. Peygamber'in, Yemen halkına
koyduğu cizyenin fazlasını koymuştur?" diye sormuş. O da, "Şam halkı
daha varlıklı olduğundan dolayı böyle yapmıştır" dedi.[98] Tüm
bunlardan öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler cizyeyi, bunu
verecek olan insanların durumlarına ve güçlerine göre takdir ediyorlardı. İmam
Ebu Ubeyd, müslümanların halifeleri Ömer b. Hattab'ın takdir ettiğinden fazla
cizye almıyorlardı. Hatta bunu bile vermeyeceklerini gördüklerinde bu miktarı
azaltıyorlardı demiştir. Kaldı ki, kadınları, çocukları ve mallan olmayan
körleri, yatalak hastalan, iş göremez durumda olanları ve rahipleri bundan
muaf tutuyorlardı. Ebu Yusuf ve Ebu Ubeyd'in belirttiğine göre halifeler,
kendilerinden cizye alınan kimselere yumuşak dav-ranılmasmı, cizyeyi altın ve
gümüş olarak almakta ısrar etmemeleri, buna karşılık toprak ürünlerinden,
hayvanlardan ve el sanatlarından alınmasını emrediyorlardı.[99] Daha
da öte cizyeyi veremeyenleri muaf tutuyorlar ve bunlara yaşlanınca da
bcytü'l-malden onlara aylık bağlıyorlardı. İmam Ebu Yusuf, bu -konuda Hz,
Ömer'in uygulamasına dair çok güzel bir haber aktarmaktadır: Hz. Ömer bir
sokaktan geçerken kapı kapı dilenen yaşlı ve âmâ bir adam gördü. Arkasından
kendisine dokunarak "Sen hangi Ehli Kitabtansın?" dedi. O da
"y^drymT dedi, "Peki seni gördüğüm bu duruma iten nedir?" diye
sorunca "Cizye, ihtiyaçlarım ve yaşlılığım" dedi. Hz. Ömer onun
kolundan tutarak evine götürdü ve evde bulunanlarla onun ihtiyacını gidermeye
çalıştı. Sonra Onu bey-tülmalin sorumlusuna (haznedarına) gönderip "Bu ve
bunun gibilerini koru, gözetle. Allah'a yemin olsun ki onun gençliğini yiyip,
yaşlanınca da kendi haline terk etmemiz insafa sığmaz. Şüphesiz sadaka
fakirler ve miskinler (yoksullar) içindir. Bu da yoksul biridir" dedi.
Ondan ve onun gibilerinden cizyeyi kaldırdı.[100]
Yine İmam Ebu Ubeyd'in belirttiğine göre Ömer b. Abdulaziz Basra valisine bir
ferman gönderip, "Cizyeyi yal-mzca gücü yetenlerden almasını, zimmet
ehlinden yaşlılara, güçsüzlere ve hiç bir kazanç elde edemeyenlere
beytü'l-malden yardım etmesini" emretmiştir. Çünkü, mü'min-lerin emin Ömer
b. Hattatın böyle yaptığı haberi kendisine ulaşmıştı.[101]
İşte bunların hepsi İslam'ın yüceliğini, adaletini ve hoşgöriilüğünü
göstermektedir. Cizye verenin, zor durumda bırakılmasını ve cizyenin altın ve
gümüş olarak verilmesinin şart koşulmasını yasaklayan, cizyeye tekabül eden
miktarın tarım veya el ürünlerinden alınmasını öngören aydınlatıcı uygulamalar
rivayet edilmiştir.[102] Ve
bu uygulamalar sözkonusu adalet ve hoşgörünün eseridir.
Dikkat edilirse,
Kur'an, cizyenin harcandığı yerleri zikretmem iştir. Bunun da hikmeti ayetin;
ganimetler, fey ve zekatta olduğu gibi cizyeyi gerçekleştirilmesi gereken bir
yasa mahiyetinde ele almadığı olabilir. Cizye, müslümanlann beytül malına
aittir. Ganimetlerden ve feyden beytü'l-mal'e ait olan payların nerelerde
harcanacağı Enfal, 41. ayet ve Haşr, 7. ayetinde belirtilin iştir. Bu paylar,
genel maslahat giderlerinde ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarında harcanır.
Zekatın harcanacağı yerler de bu sûrenin 60. ayetinde açıklayacağımız üzere
bunun gibidir. Buna kıyasla cizye gelirleri, sözünü ettiğimiz iki gruba
harcanır denilebilir. En iyisini Allah bilir. İmam Ebu Ubeyd, cizyeyi de feyden
saymıştır.[103] Bu da söylediklerimizi
desteklemektedir.
Kanaatimize göre kafir
muhariplerle cizye üzerine anlaşma ilkesinin belirtilmesi, İslam cihadının
gayesini ortaya koymaktadır. O da muhariplere (kendisiyle savaşılanlara) boyun
eğdirmek, müslümanların güvenliğini bozmamak, menfaat ve hürriyetlerini çiğnememek,
İslam'a daveti engellememek için onların gücünü kırmaktır. Birinci ayetin
metninden İslam otoritesinin, kendileriyle savaşılan taraf yenilgiye uğrayıp,
boyun eğer, teslim olur, anlaşma yapmak isterse ve cizye ödemeye hazır olduğunu
bildirirse, cizye vermeleri şartıyla onlarla anlaşma yapmak zorunda olduğu
anlaşılıyor. Bu da Kur'an'ın genel ilkeleriyle bağdaşmaktadır. Savaş, bir
taraftan düşmanı savuşturmak ve karşılık vermek için meşru kılınırken diğer
taraftan da davet hürriyetini, müslümanın güvenliğini, menfaatlerini,
saygınlığını ve İslam dinine saygıyı sağlamak amacıyla meşru kılınmıştır.
Kendisiyle savaşılan karşı taraf İslam otoritesine boyun eğdiğini ilan
ettiğinde ve müslümanlar, hürriyetleri, menfaatleri, dinlerine davet etme
serbestliği, dinlerine saygılı olma konularında, herhangi bir tökezleme ve
tenakuz olmadan güvence duyuyorlarsa maksat hasıl olmuş, demektir. Enfal
süresinin "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sende ona eğilim göster ve
Allah'a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir, Onlar, seni yardımıyla ve
mü'minlerle destekler." 61-62. ayetleri ilgili yerlerde açıkladığımız gibi
bu konu da apaçıktır. İmam Kasım b. Selam, Hz. Peygamber'den şu hadisi rivayet
etmektedir. "Belki bir kavimle savaşırsınız da onlar, canlan ve evlatları
için sizden anlaşma talep ederler. Sîz bunun dışında onlardan hiç bir şey
almayın. Çünkü o sizin için helal değildir.[104] Bu
hadiste müslümanlar onların mallarına göz dikmekten men edilmekte, üzerinde
anlaştıkları miktarın fazlasından kaçınmaları gerekliği belirtilmekle birlikte,
kendisiyle savaşılan taraf eğer cizye vermek şartıyla anlaşma talebinde
bulunursa müslü-manlarm bu talebe uymalarının vacip olduğu bildirilmektedir. O
halde eğer düşman, kendisiyle savaşmaksızın boyun eğmek ve cizye vermek
şartıyla barışa yanaşırsa aynı şekilde banş için ona yanaşmak gerekir demek
hayli hayli doğru olur. Siyakından da anlaşılacağı gibi Enfal sûresinin
sözkonusu ayetlerinin bu hususta nazil olmuş olması muhtemeldir.
Tebük gazvesi
esnasında Eyle emiri Yuhanna b. Ru'bc ve halkı ile Cerbe ve Ezrah halkı
savaşmaksızın cizye vermek şartıyla Hz. Peygamber (s)'le anlaşma talebinde bulundular.
Hz. Peygamber onlarla anlaşma yaptı ve ahit yazdı. Aynı şekilde bundan Önce de
Necran brisliy ani arıyla savaşmadan cizye üzerine anlaştı ve onlarla ahit
İmzaladı.[105]
Burada miislümanların
yöneticisi kendileriyle barış yapılmayan ve kitabi olmayan kimselerle cizye
almamak üzere barış yapabilir mi sorusu sorulabilir? Buna şu şekilde cevap
verebiliriz: Rasuhıllah (s), muharip düşmanlarla cizye almadan barış yapmıştır.
Bu da Kureyş'lc yapılan Hudeybiye anlaşmasıdır. Enfal Sûresinin 61 ve 62.
ayetlerinde düşman barışa yanaştığı zaman onlarla barışa yanaşılmasının caiz
olduğu belirtilmektedir. Bunun cizyeyle ilgili olduğunu gösteren herhangi bir
belirti yoktur. Yorumunu yapmakta olduğumuz 29. ayet bundan sonra nazil
olmuştur, demek doğrudur. Burada son gelen, öncekini nesh etmiştir demek makul
olsa da, kanaatimize göre Enfal süresindeki ayetlerin ruhundan ve Özünden öyle
anlaşılıyor ki bunlar, hayatın şartlarıyla ve olayların tabiatıyla uyumlu
olmalarından dolayı sürekli olarak geçerli olan bir hukuktur.
Şartlar her zaman
müslümanlann boyun eğip cizye verinceye kadar düşmanlarla savaşmasına müsait
olmayabilir. Bu durumda müslümanların yöneticisi bu ayetlerden hareketle bu
gibi durumlarda cizyesiz de olsa düşmanın banş isteğine aynı şekilde mukabele
edebilir. En iyisini Allah bilir.
Yahudilerin, Üzeyr'in
peygamberliğine inanmaları yaygın olmamakla beraber 30.ayet, yahudüerin veya
bazılarının Hz. Peygamber döneminde bunu söylediklerine kesin bîr delil teşkjl
etmektedir. Taberi, bu konuda iki rivayet zikretmektedir. Birinci rivayete
göre, ismi Fenhas olan bir yahudi,'bunu Hz. Peygamber'in meclisinde
söylemiştir. İkinci rivayete, göre de; yahudilerden bir grup Hz. Peygamber'e
"Nasıl olurda sana tabi olmamızı istersin? Sen ki kıblemizi terk ettin ve
Ezra'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanmıyorsun?" dediler. Sonra Taberi,
İbni Abbas'tan şu rivayeti zikreder; "Yahudiler Allah'ın emirlerini ve ve
kanunlarını uygulamayıp ihmal ettiklerinde, Tevrat onların gönüllerinden
neshedjldi ve Tevrat aralarından ref olundu(alındi). Ezra, onların içinde salih
bir kimseydi. Allah'a yalvardı, yakardı ve niyazda bulundu da duası kabul
olundu ve Tevrat'ın hıfzı kendisine bahşedildi ve O da bununla kavmini
müjdeledi ve Tevrat'ı onlara yazdırdı. Ardından Allah Tevratı onlara iade etti.
Bunun üzerine onlar; "Bu başka türlü olmaz, olsa olsa bu Alfah'ın
oğludur." Dediler. Taberi İbni Abbas'm rivayetiyle öz olarak aym ama
ayrıntı olarak farklı olan başka bir rivayeti de Süddi'den aktarmıştır. Bugünkü
Tevrat nüshalarında Ezra isminde bir kitap vardır. Ancak burada böyle bir şey
yoktur. Orada Ezra'nın Musa'nın şeriatında mahir bir yazıcı (katip) olduğu ve
kendisini tamamen Rabb'in şeriatına adadığı belirtilmektedir. İsrailoğulları
arasında hükümleri Öğretip onunla amel ediyordu. Herhalükarda bu ayet, şu
hususu gözler önüne sermektedir. Yahudi ve hristiyanların geneli Rasulullah
(s) döneminde kendilerinden öncekilerin yolunu devam ettirmişlerdir. Haham ve
rahiplerinin tesirinde ve otoritesinde öyle kalmışlardır ki sanki onlar haham
ve rahiplerini Allah dışında Rabbler edinmişler, onların haram dedikleri haram,
helal dediklerini helal kabul etmişlerdir. Kitaplarında yazılı bulunanlara ve
peygamberlerinin tebliğ ettiklerine aykın bile olsa onların her emrettiklerini
yerine getirmişlerdir.
Her ne kadar ayet,
yahudi ve hristiyanlann. Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istemeleri
suretiyle Hz. Muhammed'in peygamberliğine topyekün takınmış oldukları tavrı
ortaya koymaktaysa da "Ey iman edenler, ahbar(rahip) ve ruhbanların
birçoğu insanların malını haksız yere yiyorlar ve Allah'ın yolundan
alıkoyuyorlardı."(33) ayeti onların bu tavırlarının, tüm dindaşlarını
etkileyen haham ve rahiplerin tesirinden kaynaklandığını göstermektedir. Bu
da, bunların etkisinden kurtulup,Allah'ın hidayetine tabi olarak Rasulü'nün
davetine icabet edenlerin dışında kalan diğer yahudi ve hristiyanlann topyekün
hahamlarını ve rahiplerini Allah dışında Rabler edindiklerini gözler Önüne
seriyor.
"İnsanların
mallarını haksız yere yiyorlar" cümlesi, haham ve rahiplerin İslam davetine
karşı olan ve tüm yahudi ve hristiyanların İslam'a girmesine engel olan konumlarını
açıklamaktadır. Öyle ki dindaşlarından meşru olmayan batıl yollarla
kotardıkları birçok mallan kontrollerinde bulunduruyorlardı. Bu malları da ya
bir helali haram, bir haramı da helal kıldıkları için rüşvet yoluyla veya
kilise ve havralara bağışlanan adaklar yoluyla elde ediyorlardı. Aradan bir
süre geçmeden bu mallan kendileri için helal sayıp zimmetlerine geçiliyorlardı.
Çünkü onlar, sahip oldukları büyük nüfuz ve itibarlarının yanı sıra bu
gelirlerinin de kaybolmasından korkuyorlardı.
İbn Hişam[106] bu
söylediklerimizi anlam itibariyle pekiştiren şu rivayeti İbn îshak'tan
aktarmakladır. Necran hristiyanlarının heyeti Rasulullah (s)'ın yanma gelip onu
dinlediklerinde heyetin başı olan Ebu Harise kardeşine şöyle dedi:
"Allah'a yemin olsun ki O, beklemekte olduğumuz peygamberdir."
Kardeşi de ; "O halde ne duruyorsun seni ondan alıkoyan nedir?"
dedi. Ardından Ebu Harise; "Bu insanlar bize ikram ettiler, bizi şereflendirdiler,
bizi madden desteklediler, bunların aksini yapmaktan çekindiler. Şayet
(bizimkiler) bunu yapsalardı bu gördüğün herşeyi bizden koparıp
alırlardı."
Hristiyanlık
Şam bilginlerinde, Irak'ta ve Mısır'da yaygındı. Hristiyanların geneli İslam'a
girdi. Hatta büyük bir çoğunluğu bunu benimsedi. Bazdan da dinlerinde kalmayı
tercih etti. Ancak bunlar gijçlü İslam otoritesinin gölgesinde yaşayan yoğun
İslami kitlenin arasında dağılmış vaziyette bulunan tek tuk ailelerden
oluşuyordu. Kanaatimize göre bunlar da hepsi olmazsa bile çoğunluğu kilise ve
havraların mülkünü ve gelirlerini yiyen rahip ve hahamlardı. Bu husus, onların
büyük çoğunluktan ayn kalmalarını sağlamıştı. "İnsanların mallarını haksız
yere yiyorlar ve islam'dan alıkoyuyorlar" cümlesi geçmiş sûrelerde tekrar
edilen İslam prensiplerinden bir prensip olan yasağı tekid etmektedir. Bu da
insanların birbirlerinin mallarını haksız yollarla yemesi, Allah'ın yolundan
insanları alıkoyması, şeriatı uygulamaması ve İslam risaletine karşı
çıkmasıdır. Aynı zamanda burada uyarma, ikaz etme ve kınamayı içeren bu
Kur'anî ilkelerin sürekliliği belirtilmektedir. Bu durumun haham ve rahiplere
izafe edilmesi de, bu hususun özellikle de toplumda takva ve salah için önder
olmaları gereken din adamları ve halkın yöneticilerinden sadır olmasındandır.
Çünkü bunlar Allah katında suç ve günah bakımından daha fazla sorumludur. 32.
33. Ayetler, yahudilcrin Hz. İsa ve Hz. Musa'yı üzen eziyet edici ve alaycı
tavırlarını belirten Saf süresindeki ayetlerdeki üsluba yakın bir üslupla
gelmiştir. Ancak, tercih edilen görüşe göre oradaki uyarı ve kınama Araplar
içinken bu ilmi ayet, direkt olarak Kitabiler hakkındadır. Açıkça görülüyor ki,
hikmeti ilahi Kitabilerin kötü tavırlarını, niyetlerini ve amaçlarım açıklamak
için ikinci bir defa daha tekrar edilmesini gerekli kılmıştır. Onların
kınanması ve reddedilmesiyle belirtiliyor ki Allah, onların tuzaklarını boşa
çıkarandır ve onlar istemese de nurunu tamamlamaktan başkasına razı olmayandır.
Tabiatıyla bu ayet, aynı zamanda Saf sûresinin tefsirinde dikkat çektiğimiz
gibi İslam dininin genel oluşuna ve bununla da müslümanların psikolojilerine
tam bir güven verdiğine, Allah'ın kendileri için razı olduğu dinin diğer bütün
dinlerden daha zahir olacağına İşaret etmiştir. Bu da hiç kimsenin söndürmeye
güç yetiremediği ve güç yetireceğini zannettiği halde yine de buna muktedir
olamayacağı Allah'ın nurudur. Ve bu din müşrikler ve kafirler istemese de
Allah'ın bütün dinlere üstün kılacağını vaad ettiği gerçek dindir. [107]
"Altın ve gümüşü
yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azapla
müjdele" cümlesi üslup açısından geneldir. Ancak bu ayetin başında haham
ve rahiplerin insanların mallarını haksız yere yemileri ve Allah yolundan
alıkoymaları vasıflarıyla zikredilmeleri, ayetin bu ikinci kısmıyla birinci
derecede onların kastedildiğini göstermektedir. İnsanların mallarını batıl
yollarla yemeleri onlan, altın ve gümüş yemeye sevketmiştir. Allah'ın yolundan
alıkoymaları ise onların bu servetleri ellerinde tutmak istemelerinden
kaynaklanmaktadır. Böylelikle de ayet, kınama ve bağlayıcı olma açısından
muhkem olmaktadır. Dolayısıyla sözkonusu ayet ve sonraki ayette zikredilen
şiddetli uyan, birinci derecede onlara (haham ve rahiplere) yöneliktir.
Ayet, üslup açısından
genel olması itibariyle ihtiva ettiği uyarma ve yönlendirme ile aynı zamanda
altın ve gümüş biriktirip, Allah yolunda harcamayan herkese dikkat çekmiştir.
Taberi'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre ayetle kastedilenler Ehli
Kitap'tır. Ancak aynı' zamanda ayet hem genel umumi ve hususi unsurlar
içermektedir. Bu da biraz önce belirttiğimiz hususlara uygun düşmektedir.
Müfessirler [108]"Altın
ve gümüş yığıp Allak yolunda harcamayanlar,,." ayetinin manasını açıklamak
amacıyla mal biriktirmenin mübahlığı ve mal biriktirmenin yerilmesi hakkında
Rasulullah'tan ve sahabeden çeşitli hadisler rivayet etmişlerdir. Ebu Davud,
Hakim ve Malik Ümmü Seleme'den Rasulullah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Zekat verilecek miktara ulaşıp zekatı verilen mal kenz(yığılmi§)
sayılmaz." Başka bir rivayette "Zekatı, verilen mal kenz değildir[109]
Tirmizi ve Hakim bu konuda Ebu Hurey-re'den merfu olarak şu hadisi rivayet
etmişlerdir: "Malın zekatını ödediğin taktirde üzerinde olan borcu ödemiş
sayılırsın"[110] İbn
Ömer'den "Kenz ( biriktirilmiş mal), az da olsa ve yerin altında
saklanmamış bile olsa zekatı verilmeyen maldır. Yerin altında gizlenmiş ve çok
dahi olsa zekatı verilmiş mal kenz değildir." Bunun benzeri İbn Ab-bas'tan
da rivayet edilmiştir. Ayrıca İbn Ömer'in "Uhud dağı kadar ve miktarını
bildiğim malım olsa hiç aldırış etmem. Onun zekatını verir ve onunla Allah'a
itaat ederim" dediği rivayet edilmiştir. Rasulullah (s)'ın "Salih bir
kulun sahip olduğu mal ne güzeldir, ne mutlu ona" dediği rivayet
edilmiştir. Ayet nazil olunca, bu, Rasulullah'ın ashabının gücüne gitti ve
hiçbirimiz kendi çocuğuna hiçbirşey bırakmayacak" dediler. Hz. Ömer bu
durumu Hz. Peygamber'e ileterek; "Ya Rasulullah bu ayet arkadaşlarının gücüne
gitti (onlan zor durumda bıraktı) deyince şöyle buyurdu: 'Muhakkak ki Allah zekatı
farz kılmıştır ki bununla mallarınızdan arta kalanı güzelleştirsin. Mirası da
sizden sonra geriye kalan mallarınız için farz kılmıştır.' Hz. Ömer tekbir
getirdi. Bunun üzerine Rasullullah şöyle dedi; "Kişinin mal
biriktirmesinden daha hayırlı olan bir şeyi sana haber vereyim mi? Kocasının
kendisine baktığında mutlu olduğu salına kadındır. Ona emrettiğinde kendisine
itaat eden ve yanından ayrıldığında da kendisini koruyan kadındır." Bu
hadislerden öyle anlaşılmaktadır ki, ne kadar çok olursa olsun zekatı verildiği
takdirde mal biriktirmek sakıncalı değildir. Yapılan uyan ise mallarının
zekatını vermeyenler hakkındadır. Onu "Allak yolunda harcamayanlar"
cümlesinin anlamı Allah yolunda infak olarak değerlendirilen zekatı
vermeyenlerdir. Müfessirler, bu ayet hakkında mallarının zekatını vermeyenlere
şiddetli uyanlarda bulunan nebevi hadisler rivayet etmişlerdir. Ebu Hureyre şu
hadisi rivayet etmektedir; "Rasullullah (s) şöyle buyurdu; "Kim,
Allah kendisine mal vermişken, zekatını vermemişse; zekatı verilmemiş malı, kıyamet
gününde iki gözünde simsiyah iki nokta bulunan zehirli bir yılana dönüşür. Bu
yılan mal sahibinin boynuna^anlıp onun çenesini iki yanından sararak "ben
senin malınım, ben senin hazinenim" der."[111]
Yine Ebu Hureyre şu hadisi de rivayet etmektedir; "Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Zekatım vermediği, altın ve gümüşe sahip olan hiçkimse
yoktur ki, bu altın ve gümüşler, tabakalar halinde cehennem ateşi üzerinde kızdırılıp
mal sahibinin alnı, böğrü ve sırtı dağlanmasın. Bunlar soğudukça yeniden
kızdırılıp ve uzunluğu elli bin seneye eşit olan bir günde bu dağlanma tekrar
edilir. Bu tekrarlanma işlemi, Allah'ın kullan arasında hükmedip cennet veya
cehenneme götüren yol kendilerine gösterilinceye kadar devam eder. (Bunun
üzerine) sahabe; "Ya Rasullullah! Deve sahiplerinin durumu da böyle
midir?" dediler. Rasullullah; "Devenin hakkını vermeyen deve
sahiplerinin de durumu böyledir. Devenin haklarından birisi de su içmeye
götürüldüğü zaman sağılmasıdır." Hakkı (zekatı) verilmeyen devenin sahibi
kıyamet gününde geniş bir alanda develerinin önünde yüzüstü bırakılır ve
onlardan hiçbir şey kaybolmadan ucu bucağı olmayan bu alanda ayaklan ile onu
çiğner. Ağızlan ile ısırırlar. Bu durum elli bin seneye eşit olan bir günde
devam eder. Allah'ın kulları arasındaki hükmü verilip bunlara cennet veya
cehennemin yolu gösterilinceye kadar, bu durum devam eder. Sahabe; "Ya
Rasullullah koyun ve sığınn hükmü de böyle midir?" diye sordular.
Rasullullah şöyle buyurdu: "Hakkını (zekatını) ödememiş hiçbir koyun veya
sığır sahibi yoktur ki kıyamet gününde onlardan hiçbir şey kaybolmadan geniş
bir sahada on-lann önüne koyulmasın. Onlann içinde hiç eğri boynuzlu, boynuzsuz
veya boynuzu kı-nk olan yoktur. "Bu koyunlar boynuzianyla sahibini toslar
ve süresi elli bin yıla eşit olan bir günde ayaklanyla onu çiğneyip geçerler.
Ve bu durum, Allanın, kullar arasındaki hükmü belli olup,gideceği yolun cennet
veya cehennem olduğu kendilerine gösterilinceye kadar devam eder."[112] Bu
hadislerde, Rasulullah (s)'ın, zekatı konu edinen, o-nun verilmesini sürekli
olarak tekrarlayan, zekatı vereni öven ve zekat vermenin mü'minin imanının
doğruluğunu gösterdiğini ortaya koyan, Kur'an'a uygun olarak zekat vermeye atfettiği
büyük önem görülmektedir. Daha önceleri yeri geldikçe belirttiğimiz gibi zekat
hem sosyal dayanışmanın hem de îslami otoritenin bir göstergesidir. Kenz'in manası
ve zekatı verildiği taktirde ma! yığmanın mubah oluşunu belirten hadislerin
yanısı-ra müessirler, yığılan malın miktarı, bunun son sınırının ne olduğu ve
bu sının aşanların uyarıldığı, mal, altın ve gümüşü yığmanın yenildiği
hadisler de rivayet etmişlerdir. Ali b. Ebi Talib'in; "ister zekatı
verilsin, ister verilmesin dört bin dirhemden fazla olan kenz (yığma)'dir.
Bunun altında olan nafakadır. Elde bulundurulmasında bir sakınca yoktur"
dediği rivayet edilmiştir. İbn Ca'd'in rivayet ettiğine göre bu ayet nazil
olduğu zaman Hz. Peygamber üç defa "altın ve gümüş mahvolsun (kahrolsun)"
demiştir. Bu Rasulullah'ın arkadaşlarının gücüne gitmiş ve "nasıl bir
servet edinelim" demişlerdi. Hz. Ömer "Ben bunu, sizyi için
öğreneceğim" dedi ve bu durumu Hz. Peygamber'e bildirdi. Hz. Peygamber de
"Allah'ı zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve size dininizde yardımcı
olacak bir eş" buyurdu.[113]
Hadisten Öyle
anlaşılıyor ki, Rasulullah'ın arkadaşları yerilenin altın-gümüş gibi malın
çeşidi olduğunu, malın bizzat kendisi olmadığını zannetmişler. Rasulullah da yerilenin
bizzat malın kendisi olduğuna dikkat çekmiştir. Biraz önce zikrettiğimiz hadis,
bu hususa daha fazla açıklık getirmektedir. Çünkü altını, gümüşü, deveyi, ineği
ve koyunları kapsamıştır. Taberi bu hadisi çeşitli senetlerle birbirine yakın
ifadelerle rivayet etmiştir. Sevban'dan şu hadisi rivayet etmiştir:
"Rasulullah (s) şöyle buyurdu: Kim ardından bir kenz (yığılmış mal)
bırakırsa bu mal kıyamet gününde simsiyah iki gözlü bir yılana dönüşerek mal
sahibinin karşısına dikilir. Mal sahibi 'ne oluyor, sen de nesin?' der. O da
'ben senin geride bıraktığın kenzinim' der. Sonra elinden başlayarak tüm vücudunu
ağızına alıp kemirir."[114] Ebu
Saİd'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Rasulullah şöyle buyurdu:
"Allah'la fakir olarak buluş, zengin olarak buluşma." Ebu Said
"bunu nasıl yapacağım Ya Rasulallah" dedi. O da: "Senden bir şey
istenildiğinde vermemezlik yapma ve sana verilen bir rızkı da gizleme"
dedi. "Bunu nasıl yapacağım Ya Rasulallah" dedi. Rasulallah da
"İşte böyle, aksi taktirde cehennem vardır" dedi". Katade'den Şu
hadis rivayet edilmiştir: "Suffa ehlinden biri öldü ve elbisesinin içinde
bir dinar çıktı. Rasulullah 'bir dağlama' dedi. Sonra başka biri vefat etti.
Onun üzerinde de iki dinar çıktı. Rasulullah 'İki dağlama' dedi." Taberi,
Ebu Zerr'den Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yanımda
Uhud dağı kadar altın olması, üzerinden üç günün geçmesi beni sevindirmez.
Yalnızca kendisiyle borç ödemek için hariç".
Yine Ebu Zerr'den şu
hadis rivayet edilmiştir: "Rasulullah (s)'a vardım. Kabe'nin gölgesinde
oturuyordu. Beni görünce şöyle dedi: "Kabe'nin Rabbine andolsun ki onlar hüsrandadır".
Yanına gittim ve oturdum. Biraz kaldıktan sonra kalktım ve "Anam babam
sana feda olsun Ya Rasulullah, kimdir onlar?7 dedim. O da dedi ki: "Çokça
mal sahibi olanlardır. Ancak şöyle şöyle diyenler hariç(diye birkaç şart
koydu), onlar da azdır"
Ebu Zerr'in 'kim bir
beyaz (gümüş) veya sarıyı (altını) arkasında bırakırsa kıyamet gününde onunla
dağlanır' dediği rivayet edilir. Zeyd b. Vehb'in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Medine'nin köylerinden biri olan Rebeze'de Ebu Zerr'e
uğradım. Kendisine 'buraya yerleşmene sebep nedir' diye sordum. O da şöyle
dedi: "Biz Şam'daydık ve ben "Altın ve gümüşü yığıp onları Allah
yolunda harcamayanları çetin bir azapla müjdele" ayetini okudum". Muaviye:
"Bu bizim hakkımızda değildir. Olsa olsa bu Ehli Kitap hakkındadır"
dedi. Ben de "bu ayet hem bizim hakkımızda, hem de onlar hakkındadır"
dedim. Bu hususta benimle onun arasında tartışma oldu. Osman'a haber
göndererek beni şikayet etti. Osman kendisine gitmemi bana bildirdi. Ben de ona
gittim. Medine'ye geldiğimde insanlar sanki daha önce beni görmemişçesine
başıma üşüştüler. Bu durumu Osman'a şikayet ettim. Osman, bana 'yakında bu
durumdan vazgeçersin' dedi. Ben de "Allah'a andolsun ki daha önce
söylediklerimi asla terketmeyeceğim" dedim."[115]
Taberi, tarihinde[116] Ebu
Zerr'in buna benzer bazı tavırlarım zikreder. Taberi der ki: "Fakirler,
Ebu Zerr'in bu sözünü çok beğendiler ve kıpırdanmaya başladılar. Gidip zenginlere
bunu aktarıp gereğince amel etmelerini söylediler. Zenginler de insanlardan gördükleri
bu muameleden dolayı şikayette bulundular. Osman'ı, Ebu Zerr'i yumuşaklıkla
çağırmaya sevk eden husus bu olmuştur. Yine rivayete göre Osman, Ebu Zerr'e
"Şam halkına ne oluyor da senden şikayetçiler" diye sordu. O da
"zenginlerin mal birikrirmemeleri gerekir" dedi. Osman şöyle dedi:
"Ben, bana yapmam gerekeni yaparım ve halkın vermesi gerekeni ahnm.
Onları zühde mecbur kılamam ve onlan çalışmaya ve orta yola çağıramam."
îbn Kesir, Ebu Zerr'İn
hadisine şu şekilde yorum getirmiştir. Ebu Zerr'in meşrebi, ailerön
nafakasından fazlasmı biriktirmeyi haram sayıyordu. O, bununla fetva verir ve
insanları buna teşvik ederek onlara Öyle davranmalarını emrederdi. Buna aykırı
davranmayı çok ağır bir şekilde karşılardı. Muaviye onu bundan menetmişse de,
bundan vazgeçmemişti. Bu hususlarda onun insanlara zarar vereceğinden korkan
Muaviye, mü'minlerin emirine haber gönderip onu şikayet etti ve onu yanma
çağırmasını istedi. Hz. Osman onu yanına çağırdı ve Rebeze'de mecburi ikamete
tabi tuttu.
Muaviye onu, Medine'ye
gitmeden evvel imtihan etmek istedi ve ona bin dinar gön-derdi, Ebu Zerr bu
dinarları aynı gün dağıttı. Ardından o dinarları kendisine getiren adamı
tekrar göndererek "Muaviye onları bir başkasına göndermişti. Ancak ben
yanlışlıkla sana getirmiştim" demesini tembihlemişti. O da Ebu Zerr'e
gelip durumu arz edip altınları istediğinde Ebu Zerr ona şöyle dedi:
"Yazıklar olsun sana! Onlar elimden çıkalı çok oldu. Ama bana ait olan
malım gelirse ondan sana payım veririm."
Taberi de bu görüş ve
rivayetlerden sonra şu değerlendirmeyi yapmıştır: "Bu görüşlerin en doğru
olanı; 'zekatı verilen her mal ne kadar fazla olsa da sahibinin biriktirmesinde
sakınca bulunmayan bir kenzdir. Ve biriktirilmesi haram değildir' şeklinde olan
görüştür. Ve zekatı verilmeyen her malın sahibi, ne kadar azda olsa -şayet
zekat verilecek kadarsa cezalandırılacaktır."
Beğavi de,
"birinci görüş daha doğrudur, çünkü ayet zekatın verilmemesi hakkındadır,
helal olan malı biriktirmemek hakkında değildir" demiştir.
Nisaburi, Zemahşcri,
Hazin, Nesefı ve Taberi de bunlara benzer görüşler serdetmiş-lerdir.
Gerçekten de bu,
insanın ve eşyanın tabiatına daha uygundur. Çünkü her insandan mal
biriktirmemesini veya tüm malını infak etmesini ya da büyük bir kısmını
vermesini İsteyemeyiz. Onlardan ancak Allah'ın bir hak olarak onlara farz
kıldığını zekat vermeleri istenebilir. Biz bununla -Ali b. Talib'ten rivayet
edilen sınırlama dışında- Hz. Pey-gamber'den rivayet edilen tüm hadisler şayet
tamamı doğruysa bir çelişki görmüyoruz. Nebevi irşad oradan da anlaşılacağı
gibi iki hususa dikkat çekmiştir. İnsan ile eşyanın tabiatı arasındaki dengeyi
sağlamak. Aynı zamanda da dünyevileşmekten, durmadan mal biriktirmekten ve bu
çoklukla övünmekten nefret ettirmek, bununla üstünlük sağlamayı engellemek,
malı hapsedip Allah yolunda harcamamayı ve ihtiyaç sahiplerine hayır yerlerine
dağılmamayı engellemektir. Bu irşad da hem ruh hem de anlam olarak ayetlerde
vardır. Tüm bunların hepsinde İslam şeriatının evrensel ve daimi sürecek olan temel
ilkeleri bulunmaktadır.
Ayet
ve hadisler genel olarak müslümanlara yönelik uyanlar dışında
dünyevileşme-melerini meşru yollarla da olsa ve zekatlarını da verseler dahi
fazla mal yığmamalarını, Allah yolunda, hayırlı yerlere harcamalarını,
muhtaçlara yardım etmelerini söylemektedir. Bundan dolayı da denilebilir ki,
fnüslümanlann yöneticileri; bir taraftan serveti diğer taraftan da yoksulları
gözetmek, çeşitli yollarla, metotlarla aralarındaki farkı dengelemek, adaletli
bir şekilde bu dengeyi sağlamak, Allah yolunda harcamak, ihtiyaç sahiplerine
ve hayır yerlerine infakta bulunmak zorundadır. Belki de Ömer Faruk "şayet
yeniden bir işe başlamış olsaydım zenginlerin fazla mallarını alır fakirlere
dağıtırdım"[117]
şeklindeki meşhur sözünü bu Kur'ani ve nebevi telkinden hareketle söylemiştir. [118]
36- Şüphesiz Allah katında ayların sayısı yerleri
ve gökleri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü
haram(ayları)dır. İşte dosdoğru din budur. O haram aylarda kendinize
zulmetmeyiniz ve nasıl ki müşrikler sizinle topyekün savaşıyorlarsa sizde
onlarla topye-kün savaşın. Bilin ki Allah müttakilerle (korunanlar) beraberdir.
37- {Haram aylan) ertelemek[119],
ancak küfürde bir artıştır. Kafirler bununla saptırılır. O(haram ayı)u bir yıl
helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar ki Allah'ın haram kıldığının
sayısını denkleştirip Allah'ın haram kıldığını helal yapsınlar. Yaptıklarının
kötülüğü kendilerine süslü gösterildi. _ Muhakkak ki Allah kafirler topluluğunu
hidayete erdirmez.
Ayetlerin ruhundan ve
anlamından haram ayların sayılarıyla birlikte bizzat kendilerine de dikkat
çekildiği anlaşılmaktadır. Bu ayların saygınlığını çiğneyen kınanarak ay-lann
sayılarıyla birlikte bizzat kendilerinde var olan saygınlığının da korunması
belirtilmiştir. Ayetlerin metodu belirleyici olup şu hususları ortaya
koymaktadır:
Allah, yerleri ve
gökleri yarattığı günden beri zaman için her yıl yenileneceği bir devir
kılmıştır. Her yıl içinde ay şeklinde ortaya çıkan ve ikinci bir yenileyici
devir olan on iki ay var etmiştir. Bu aylardan dört tanesi haram aylardır. İşte
doğru olan yasa, gerçek budur. Müslümanların onu gözetmesi gerekir. O aylarda,
o ayların saygınlığım çiğneyen herhangi bir fiili işlemek veya Arapların
cahiliyye döneminde o ayların saygınlığını yit'iren "erteleme"
işlemine başvurdukları "nesi" geleneğini sürdürmek suretiyle kendi
nefislerine zulmetmemeliler. Kafirlerin bu gelenek üzere gitmeleri ancak
onların küfrünü artırır. Çünkü her ne kadar onlar sayıyı gözetiyorlarsa da
Allah'ın bizzat haram kıldığını helal sayıyorlar ve helal kıldığı aylan da
haram aylar haline getiriyorlar. Oysa yapılması gereken o ayların sayılarına
olan saygınlık gibi bizzat o aylann kendilerine de saygınlığın gösterilmesidir.
Bu, nesi (erteleme) batıl bir gelenektir, müslümanlann buna uymaması gerekir.
Ayetin son bölümünde
müslümanlann müşriklerle, ordann kendileriyle savaştığı gibi topluca ve
kenetlenerek savaşmaları teşvik edilmekte, Allah'ın; haram aylann saygınlığını
çiğnemekten sakınanlarla birlikte olduğu, onlan desteklediği ve zafere erdirdiği
güvencesi verilmektedir.
Araştırabildiğİmiz
kadanyla müfessirler zahirlerinden anlaşıldığı gibi ne kendinden sonraki ne de
kendilerinden önceki ayetlerle herhangi bir ilişkisi bulunmayan bu ayetlerin
sebebi nüzülüyle ilgili herhangi bir rivayette bulunmamışlardır. Taberi'nin bu
ayetlerle ilgili söylediği şudur: "Bu ayetler, müslümanlann müşriklere
karşı onların yaptığı gibi topluca birbirine kenetli bir vaziyette bir bütün
olarak savaşmalarını teşvik etmektedir. Ayların sayısının, haram aylann ve
nesi'in zikredilmesi hakkında herhangi bir yorum getirmemektedir."
Beğavi ve İbn Kesir
şöyle demişlerdir "Müşriklerle topyekün savaşın" cümlesi
Ra-sulullah'ın ve müsllimanların Şevval ayında başlattıkları Taif kuşatmasına
haram aylardan olan Zilkade.1 de devam etmelerinin doğruluğu, haklılığı
sadedindedir. Taif kuşatması daha önce zikrettiğimiz gibi Mekke'nin fethinden
ve Huneyn gününden az sonra yani H. 8, yılda gerçekleşmiştir. Bu ayetlerde yaklaşık
olarak bir yıl sonra gerçekleşen Tebük savaşından hemen önce nazil olan
ayetlerle birlikte nazil olmuştur. Bunu da bu ayetler bağlamında ele almakta
herhangi bir hikmet görülmemektedir. Her iki müfessir-de "nesi" ve
ayların sayısının zikredilmesiyle ilgili herhangi bir hikmet ve sebebi nüzul
zikretmemişlcrdy;. Ayrıca elimizde bulunan diğer tefsir kitaplarında da bu
konuyla ilgili önemli bir husus belirtilmemektedir.
Rivayetler, Tebük
savaşının H. 9. yılın Recep ayında gerçekleştiğini belirtmektedir.[120]
Aynı şekilde Hz. Ebubekir'in Rasulullah'm emriyle O'mın yerine gerçekleştirdiği
haccın da Zilhicce ayının yerine Zilkade ayında olduğunu zikreder.[121] Bu
hacc, Önceki yıl ilan edilen "erteleme" üzerine gerçekleşmişti. Bu
ilanlar Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarının yerine ardarda gelen Şevval,
Zilkade ve Zilhicce aylan üç haram ay olmuş oldu. Vakfe olayı Zilkade ayında
gerçekleşti ve Muharrem hela! ay oldu. Bunun neticesinde Recep ayı, Hicaz da
yapılan dini merasimden dolayı haram ayların dördüncüsü olan doğru konumundan
değiştirilmiş oldu. Daha öncede Bakara süresi'nin tefsirinde belirttiğimiz
gibi Recep ayı mudar olarak isimlendirildi. Görünen o ki, Hz. Peygamber
insanları Recep ayında Tebük savaşına çağırınca bazıları haram aylarından kabul
ettikleri bu ayda savaşa çıkmaya itiraz etmişler ve ayetler şu hususları
belirtmek için nazil olmuştur: Birincisi: Bu Recep ayı, asıl haram ayı olan
Recep değildir. Asıl haram olan Recep ayı Cemadissani'dir. Çünkü Recep,
Muharrem ayından altı ay sonra gelir. Bu yılda Zilhicce ayı Muharrem'in yerine
geçmiş ve bu yılın Recep ayı da asıl haram olan Recep ayı olmamış oluyor.
Dolayısıyla asıl haram olan Recep ayı Cemadülahir'dir. Bu yılın Recep ayında
Tebük savaşına çıkmak haram ayın saygınlığını çiğnemek değildir. Çünkü bu
yılın Recep ayı asıl haram olan ay değildir. İkincisi: "Nesi"
geleneğini haram ayların sayısına uymak amacıyla da olsa taklit etmek
batıldır, küfürdür ve sapıklıktır. Çünkü saygınlık yalnızca ayların sayısına
değildir aynı zamanda da bizzat ayların kendisinedir. Şayet bu doğruysa, -ki
doğru olmasını temenni ediyoruz, her halükarda da yorum bunun doğruluğunu ve
tercih edilmesini güçlendirmektedir- her iki ayet, önceki ve sonraki ayetlerin
bağlamında nazil olmuştur. Ve siyak birbiriyle bağlantılı ve peşi sıra
gelmiştir.
Hz. Peygamber,
Ebubekir'in haccından bir yıl sonra yani H. 10. yılında haccetti ve haram
ayların tertibi asli şekline döndü. O, veda hutbesinde şöyle diyordu:
"Zaman döndü, dolaştı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı andaki durumunu
aldı. Sene on iki aydır ve dört ayı haram ayıdır. Bunlardan üçü ardarda gelir,
Zilkade, Zilhicce ve Muharrem. Recep ise tektir ve Cemadi ile Şaban'm
arasındadır.[122] Böylece haram ayların
sayısını, tertibini ve bizzat kendisini olduğu-gibi muhafaza etmenin vacip
olduğu emri kesinleşmiş oldu.
"Allah'a ortak
koşanlar nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topye-kün
savasın" cümlesinin konuyla bir ilgisi olmadığı sanılabilir. Ancak 31.
ayet üzerinde iyice düşünüldüğünde bu ayetin konuyla güçlü bir şekilde
bağlantılı olduğu anlaşılır. Çünkü o ayet, yahudilerin Üzeyir'e hristiyanlann
da Mesih'e Allah'ın oğludur demelerinden, hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan
başka rabler edindiklerinden bahsetmektedir. Oysa ki onlar, tek olan ilah'lan
başkasına ibadet etmekle emrolunmamışlardı. Allah onların ortak koştuklarından
münezzehtir. Onlar böylelikle müşrikler zümresine dahil oldular. İşte söz
böylece tamamlanmış oluyor, yerli yerine oturuyor, siyakta bir bütünlük
oluşturuyor.
Müfessirler bu ayeti
de bu sûrenin beşinci ayeti gibi kılıç ayeti olarak kabul etmişler ve bunun
daha öncede çeşitli vesilelerle belirttiğimiz gibi Kur'an'da müşriklere karşı
yumuşak davranmak, onlardan el çekmek, İslam'dan başkasını da onlardan kabul etmekle
ilgili her ne varsa hepsini nesnelliğini söylemişlerdir. 31. ayet hristiyan ve
yahu-dileri, müşrikler zümresine dahil etmiş ve müslümanlara boyun eğip cizye
vermeleri durumunda onlardan el çekmeye izin vermiştir. İşte bu, sözkonusu
ayetin diğer ayetleri neshelmediğİne Kur'ani bir delildir. Zaten biraz önce
açıkladığımıza göre de böyledir, kendi maksadını bizzat kendisi açıklamaktadır.
Müşrik olan düşmanlar -kİ Ehli Ki-tab'dan sapanlar da bunlardandır-
müslümanlarla topyekün, beraberce ve var güçleriyle savaşmaktadırlar. O halde
müslümanların da onlara karşı savaşı böyle olmalıdır. Dolayısıyla bu cümle
nasih olmayıp işaret ettiğimiz Kur'an'in genel ilkelerini teyid etmektedir.
Taberi ve diğer
müfessirler[123] "o aylarda
nefislerinize zulmetmeyiniz" cümlesi hakkında değişik görüşler rivayet
etmişlerdir. Bazıları bunu tüm aylar için geçerli saymışlardır. Bazıları da
sadece haram aylarla sınırlı tutmuştur. Bir kısım görüşlerde de zulüm, genci
anlamda günah ve münker olarak yorumlanmıştır. Haram aylarla sınırlayanlar ve
zulmü günah ve münker olarak yorumlayanlar şöyle demişlerdir: "Buradaki
yasak, bu aylardaki zulmün diğer aylara nazaran daha fazla günah sayılmasından
dolayıdır. Bazıları da burada geçen zulmü, haram ayların saygınlığını çiğnemek
veya bizzat o ayların kendisini değiştirip helallerini haram, haramlarını da
helal saymak olarak açıklamışlardır. Taberi, 'bu yasak, haram ayların
saygınlığının korunması ve haramın helal kılın-maması hakkındadır' diyen görüşü
tercih etmiştir. Cümlenin konumundan ve ruhundan anlaşılan doğru olanın bu
olduğudur. En iyisini Allah bilir.
Nesi" haram
ayların saygınlığıyla ilgili olan cahili bir gelenektir. Ayetin anlamından ve
ruhundan bunun sonraları uydurulan bir bid'at olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda
gelen rivayetlere[124]
göre; "nesi"i ilan etme işini Arap kabilelerinden belirli birinin lideri
üstlenir, hacc-i ekber günü, ihtiyaç duyduğunda ve insanlar ertelemeyi
kendisinden istediğinde bunu ilan ederdi. Mesela gelecek Şevval ayının haram
ayı olmasını ilan eder. Muharrem ayı da helal olmuş olur, haccın zamanı değişir
ve vakfe Zilhicce ayında olması gerekirken Zilkade ayında gerçekleşmiş olurdu.
Zilhicce, Muharrem ayının yerine geçerdi. Sonra ertesi yıl Muharrem ayının
tekrar haram ayı olmasını ilan eder ve haram aylar tekrar eski tertibine dönmüş
olurdu. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber zamanında "nesi"i ilan
etme işini Ebu Sümamc tbn Avf b. Ümeyye el-Kinani yapmıştır. Hac mevsimine
katılır ve haccı ekber günü şöyle bağırırdı: "Dikkat ediniz! Ebu Sümame günah
işlemez ve ayıplanmaz." Kendisine "evet" dîye cevap verilirdi. O
da haram ayları bir ay ya ileri alır veya ertelerdi. Ebu Sümame'nin bu görevi
babası Ümeyyc'den devraldığı rivayet edilmiştir. O da babası Kala'dan, O da
babası Abbad'dan, O da "nesi" i-lan etme görevini babası Huzeyfe'den
devralmıştır. Rivayet edildiğine göre Araplar, "nesi" görevini
devralandan bu erteleme işini ilan etmesini istiyorlardı ki, haram ayların
girmesiyle birlikte son bulan bir savaşı fazla zaman beklemeksizin
sürdürebiİsinlcr. Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre bu gelenek, mevsim
dengeleri için başlatılmıştır. Çünkü senenin aylan ay hesabına göre değişiyor
ve hac zamanı da buna bağlı olarak tüm mevsimleri dolanıyordu. Haram ayları
erteleme, geleneğiyle haccın tek bir mevsimde veya tek bir ayda yapılması istenmiştir.
Bizler "nesi" hakkındaki rivayetlerden sonuncusunu tercih ediyoruz.
Çünkü bu rivayet hem eşyanın tabiatına uygundur, hem de ayların isimleri
bizzat bu rivayeti tercih etmemizi sağlamaktadır.
Kullanılan Arap
aylarının isimleriyle mevsimlere ve hac mevsimine işaretler vardır. Zilhicce,
Rebİulevvel, Rebİussani ve Ramazan gibi, Şimdi kullanılan ay isimleri önceki
isimlerden değiştirilerek alınmıştır. Önceki isimler şu şekildeydi: Muharrem
yerine Mu'temer sonra Nacir, Hevat, Mcsan, Hantem, Rebau, Esam, Azil, Nafik,
Gal, Heva ve Berek. Bu isimlerin yerine başka isimlerin kullanıldığı rivayetler
de vardır. Ramazan'in isimlendirilmesi şiddetli sıcağa işaret etmektedir. Çünkü
tüm filologların ittifak ettiğine göre Ramazan ismi kavurucu sıcaklıktan yanmış
toprak anlamına gelen er-Ramdae kelimesinden gelmektedir. Ardından Şevval
gelir ki o haram aylardan değildir. Sonra üç haram ay gelir. Onlar da Zilkade,
Zilhicce ve Muharremedir. Bunlar hac mevsimleridir. Muhtemelen Araplar Haram
aylar geleneğine göre hareket ettiklerinde veya Arapların Arap yarımadasının
her tarafından geldikleri hac mevsiminin bulunduğu yılda Ramazan ayı, yaz
aylarının sonuncusuydu yani, Ağustos ayına denk düşüyordu. Diğer üç haram aylar
Eylül ayına denk düşen Şevvalden sonra geliyordu. Böylece bu üç ay Ekim Kasım
ve Aralık aylarına denk getiriliyordu ve bu aylar da hava koşullan açısından
normal aylardı. Arap Yarımadası'nın her tarafında bu aylarda sefere kolaylıkla
çıkılabilinirdi. Mevsimler değişmeye başlayınca Araplar, hacc aylarının
şiddetli soğuk veya şiddetli sıcağın olduğu mevsimlere denk gelmesini
sağladılar. Birkaç yılda bir, hacc aylarının normal mevsime denk gelmesi için
haram ayların vaktini ya bir ay Öncesine alıyor, veya bir a'y erteliyorlardı.
Fasih Arap dili
nübüvvetten 150 yıl önce bu şekilde kullanıldığına ve de Arapça ay isimleri
fasih Arap dilinden sayıldığına göre bu bidat 150 yıldan beri yapilagclmiştir
denilebilir. Şayet bu erteleme işini ilk yapanın Huzeyfe el- Kinani olduğunu
belirten rivayet doğruysa yukardaki hesap yerindedir. Çünkü ondan Hz
Peygamber'in zamanına kadar dört nesil geçmiştir.
İkinci görüşü
iercir^etmekle birinci görüşün yanlış olduğunu söylemek istemiyoruz. Büyük bir
ihtimalle mevsimleri dengelemek için başlangıçta ortaya konulan
"erteleme" daha sonraları kötüye kullanılmış ve insanlar bunu savaş
ve öc alma gibi sebeplerden dolayı kullanmaya başlamıştır. Belki de
saygınlıkları çiğnemek ve bunlarla oynamak cüretinde bulunmanın kapısını
kapamak gibi bir hikmetin yanısıra bunun ani bir şekilde yasaklanmasının
sebeblerinden biri de bu suistimal olabilir.Açıkça görüldüğü gibi dört haram ay
geleneği Araplara ait özel bir gelenektir.
Müfcssirlcr "İşte
doğru din budur" cümlesinin tefsiri hakkında değişik görüşler belirtmişlerdir.
Bazıları; "nesi, erteleme suretiyle değiştirme ve oynama yapmaksızın doğru
ve-hak olan gerçek hesaptır" demişlerdir. Bazıları da bunun manası,
"İbrahim ve İsmail'in üzerinde bulunduğu asıldır" demiştir. İkinci
görüş, daha önce de belirtildiği gibi Arapların haecın aslının İbrahim ve
İsmail'e dayandırılması hususundaki teamülleriyle bağlantılıdır. Her halükarda
bu cümlede, bu geleneğin aslı itibarıyla Allah'ın vahyedil-miş dini
geleneklerinden olduğuna dikkat çekilmiştir. "Allah'ın haram kıldığının
sayısını denk getirip. Allah'ın haranı kıldığım helal yapsınlar..."
cümlesi bu dediklerimizi tc-yid etmektedir. Aynı şekilde burada daha önce de
söylediğimiz gibi Arapların cahiliyye döneminde haccla ilgili geleneklerin
Allah tarafından vahyedİlmiş dini gelenekler olduğuna inanıyorlardı. Bunun
için kınanmışlardır.
Üç
haram ay, hacc aylandır. Öyle görünüyor ki bunlar herhangi bir Arap'ın herhangi
bir mekandan veya bölgeden hacca gelip ve tekrar yerine dönmesi için yeterli
bir süreden dolayı belirtilmiştir. Recep ayına gelince, rivayetlerden öyle
anlaşılıyor ki Hicaz'da, bu ayda dini bir merasim düzenleniyordu ve bunun hacc
mevsimiyle bir ilgisi bulunmamaktaydı. Belki de Umre diye bilinen Kabe'yi
ziyaret mevsimidir. Müslümanların yapageldikleri "Recep ziyareti"
adındaki ıstılah veya gelenek belki de bununla ilgilidir. Rivayetlerden ve
müddetinin kısa oluşundan Öyle anlaşılıyor ki bu mevsim, Hicaz ehlinden
başkasının iştirak etmediği yalnızca Hicaz'a mahsus bir mevsimdir.[125] En
doğrusunu Allah bilir. [126]
38- Ey iman
edenler! Size ne oldu ki Allah yolunda topluca savaşa çıkın dendiği zaman yere
çakılıp kaldınız[127]'
Ahiretten (kayıp) dünya hayatına mr
razı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi ahiretin yanında pek azdır.
39- Eğer topluca savaşa çıkmazsanız O, sizi pek
acıklı bir azabla azablandınr ve yerinize başka bir topluluk getirir. Siz O'na
hiçbirşeyle zarar veremezsiniz, Allah herşeye güç yeti rendir.
40- Eğer siz O'na yardım etmezseniz bilin ki
Allah O'na yardım etmişti. Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkar
edenler kendisini (Mekke'den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken
arkadaşına "üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu . Böylece
Allah, O'na sekinetini İndirmişti.
O'nu görmediğiniz
ordularla desteklemiş, küfre sapanların sözünü alçaltmıştır. Oysa Allah'ın kelimesi
en yüce olandır.
41- Hafif ve
ağır[128]
savaşa kuşanıp çıkın, mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer
bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Bu ayetlerde şu
hususlara dikkat çekilmiştir.
1- Allah
yolunda topluca cihada çağrıldıktan zaman ağırdan hareket eden, gönülsüz
davranan müslümanlar kınanmaktadır.
2- Nasıl
olur da onlar ahiret hayatını terkedip dünya hayatını ister ve buna rıza gösterirler.
Bundan ötürü ayıplanmaktadırlar. Oysa ki ahirete nazaran dünya hayatının
müddeti, nimetleri geçicidir ve çok azdır.
3- Onları uyarmaktadır, eğer onlar topluca
cihada çıkmazlarsa kendi nefislerini Allah'ın çetin azabına atmış olurlar. Bu
durumda Allah, onlara olan öfkesinden dolayı onların yerine başkalarını
getirir. O herşeye güç yetirendİr. Ve onlar da O'na hiçbir şeyle zarar
veremezler.
4- Kınama ve tehdit içeren ifadelerle onlara
şunlar hatırlatılmaktadır: Şayet onlar Peygamber'e yardım edip ona icabet
etmezlerse bilsinler ki O'nun yardımcısı Allah'tır ve yardımcı olarak da O'na
yeter. Kafirler O'nu çıkmaya zorladıktan zaman O'na yardım eden O'dur. O'nu
çıkmaya zorladıklarında yanında arkadaşından başkası yoktu ve o ikisi yalnız
başlarına mağaraya sığındılar. Arkadaşının korku ve hüzne kapıldığını görünce
ona seslenerek "Üzülme, Allah bizimledir" dedi. Allah da O'na
sekinetini indirdi ve hiçkimsenin görmediği askerlerle O'nu destekledi. Sonra
Allah'ın izniyle ve emriyle tüm düşmanlara karşı galip kıldı. Öyle ki Allah'ın
sözü (kelimesi) en yüce söz oldu. En alçak olan da kafirlerin söz oldu.
5- Tüm, bunlardan sonra müslumanlara; herhalükarda, her imkanda, şekilde
ve şartta herhangi hır özür beyan etmeden ağır ve hafif olarak Allah yolunda
canlarıyla, mallarıyla cihad yapmaları emrcdilmcktedir. Çünkü bu, şayet
bilirlerse onlar için daha hayırlıdır. [129]
Müfessirler, [130]bu
ve sonraki ayetlerin müslümanlann Tebük savaşına çağrılmaları, savaşta olan ve
karşılaşılan bazı olaylar, bu esnada tnüslümanların ve münafıkların bazı tavırları
hakkında olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Sonraki ayetlerde de buna bazı
işaretler vardır.
Daha önce Tebük
bölgesinin ve civarının hristiyan kabilelerle meskun olduğunu ve Rumların
etkisinin buralara uzandığını söylemiştik. 39. ve sonraki ayetler Tebük savaşı
hakkındadır. Ayetler bu şekilde gelen bağlamın devamı mahiyetindedir.
Ayetlerdeki kınama ve
uyarılar genel olarak müslümanlara yöneltilmiştir. Ancak sonraki ayetlerde
belirtilen apaçık İşaretlerden Tebük gazvesinden dolayı ayetlerde belirtilen
tavırları takınanların yeni müslüman olmuş kimseler, münafıklar, kalpleri hastalıklı
olanlar ve bazı Arap grupları olduğu anlaşılmaktadır.
Bu tür uyarı ve
kınamalar, Kur'an'ın değişik yerlerinde değişik sûrelerde belirtilmiştir.
Bunların içerdikleri gizli, açık birçok delilden kmananların yine sözü edilen
bu gruplar olduğu anlaşılmaktadır. Tebük savaşı Hz. Pcygamber'in son savaşı
olduğuna göre ikaz ve kınamayı gerektiren tavırlar gösleren bu gruplar Medine
döneminin sonlarına kadar aynı tavır içinde bulunmuşlardır. Bundan dolayı da
onlar kınama ve ayıplamaya muhatap olmuşlar halta, Saf sûresinde belirtilen
ilahi gazaba duçar olmuşlardır. "Ey i-man edenler, niçin yapmayacağınız
şeyleri söyliiyorsmız? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında bir gazab
(alması} bakımından büvökfiir, şüphesiz Allah, kendi yolunda bir binanın
tuğlaları gibi birbirine bağlanmış, saf bağlayarak çarpışanları sever",
(Saf 2-4) Ama Muhacir ve Ensardan ilkler ve öne geçenler ve de onlara en güzel
bir şekilde tabi olanlar, fedakarlık ve cihad için yapılan her çağrıya icabet
etmeye çeşitli vakitlerde Hz. Peygamber1 in emirlerini gerçekleştirmeye
koşuyorlardı. Sonuna kadar da böyle olmaya devam ettiler. Bu sûrede ve başka
sûrelerdeki birçok ayet onları bu tavırlarından dolayı övmektedir.
Ayetlerde belirtilen
ikaz, uyarı, kınama ve ceza öyle bir keskin üslupla gelmiştir ki bu işi
hafiften alanların, yere çakılıp kalanların, münafıkların ve hasta kalpli
olanların tavırlarının çok büyük bir etki ve iz bıraktığını göstermektedir. Sûredeki
diğer ayetlerde bu hususlara dikkat çekmeye devam edilmekte onların önceki ve
sonraki tavırları sergilenmektedir.
Bu sûrenin büyük bir
kısmının hakkında nazil olduğu Tebük savaşı, dediğimiz gibi Rasulullah'ın
yaptığı en son, katılım bakımından en büyük ve en zor savaştır. Hicretin 9.
senesinde yani Mekke'nin fethinden yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşmiştir.
Sûrenin ayetleri, olayları atlatmamaktadır. Ancak uyarmak, eğitmek, dikkat
çekmek ve Kur'an'ın üslubuna uygun olarak aradaki bazı konumlan, tavırları ve
çeşitli şekilleri belirtmekle yetinmektedir.
Müfessirler,
siyerciler ve tarihçiler bu savaş hakkında birçok açıklamaları içeren çe-Şİtli
rivayetler zikretmişlerdir. Bunların özeti şudur: Rumlar1 in Şam'da büyük bir
ordu topladığı, hristiyan Araplardan Lahm, Cüzzam, Amile ve Gassan'ın da buna
iştirak ettikleri, öncü birliklerini yola çıkarıp Hicaz'a savaş ilan etmek
istedikleri -belki onlar bununla H. 8. yılında müslümanların Mute'ye
çıkmalarına misilleme yapmak istiyorlardi-yolundaki haberleri Hz. Peygamber'e
ulaştığında Hz. Peygamber, müslumanlardan mümkün olduğu kadar büyük bir ordu
donatmalarını ve bu ordu ile düşmanı korkutmak amacıyla Şam sınırlarına
dayanmalarını istedi. Şehirli, köylü tüm insanlar bu orduda yer aldı ve
ekonomik olarak destek verdi. Her yönü ile büyük bir katılımın olduğu bu ordu,
öyle büyük bir ordu haline dönüştü ki rivayetlerin belirttiğine göre sayısı 10
bini atlı 30 bin kadardı. Vaktin yakıcı bir yaz olması, müslümanlann ekonomik
olarak zayıf olmaları, yolculuğun uzak ve meşakkatli olmasından dolayı bu
ordu, "zorluk ordusu" olarak isimlendirilmiştir. Rasulullah, bu savaş
dışındaki diğer savaştan genci olarak gizliyordu. Ve kimseye savaşın nereye
olduğuna dair bilgi vermiyordu. Ancak bu savaşı daha Önce bildirdi. Ve amacım
açıkladı ki insanlar temkinli ve hazırlıklı davransınlar. Osman b. Affan gibi
zengin sahabİler bu savaş için, ihtiyacı büyük Ölçüde giderecek şekilde yüklü
meblağlarla yardımlarda bulundular. Fakir sahabiler de güçleri nisbetince
yardımda bulundular ve orduya katıldılar. Bu savaşa imkansızlıklardan,
fakirliklerinden dolayı katılamayan ve çok islemelerine rağmen yardımda
bulunamayanlar, üzüntülerinden gözyaşı döküyorlardı.[131] Hz.
Peygamber, bu büyük ordu ile Recep ayında yola çıklı. 20 gün sonra Tebük'e ulaştı
orada karargâhını kurdu fakat oraya saldırmadı. Kendisine ulaşan haberin aksine
orada büyük bir ordu ile karşılaşmadı. Hz. Peygamber'in yola koyulduğu haberi
onlara ulaşınca hepsi dağılmıştı. Herhangi bir savaşa girişilmedi. Orada bir ay
ikamet ettikten sonra geriye döndü. Fakat bu gazve; ekonomik, siyasal ve manevi
bazı faydalar sağladı.
Hz. Peygamber seriyye
ve elçilerini bölgenin çeşitli yerlerine gönderdi. Bunun neticesinde Yuhanna
b. Ru'be, Cerba, Ezrah halkı Tebük'e gelip cizye üzerine anlaşma yaptılar.
Onların emniyette olduklarına dair kendilerine yazılı bir metin verildi. Bunu
duyan Mukna, Beni Cübne, Benu Arid ve Beni Adiye yahudileri koşup geldiler.
Ancak Hz. Peygamber'in" Medine'ye hareket ettiklerini gördüler. Peşinden
gidip ona yetiştiler, cizye vermek üzere anlaştılar ve aynı şekilde yazılı bir
sözleşme metni aldılar. Gönderilen seriyyelerden biri de Halid b. Velid
komutasında Dımyetu'l-Ccndel kralı Ukeydir'e gönderilmişti. Halid b. Velid» onu
yenerek esir aldı ve 2.000 at, 800 köle, 400 zırh ve 400 ok üzere anlaşma
sağladılar. Halid, onu beraberinde Medine'ye götürdü. Ukeydir, Hz. Peygamber'in
önünde müslüman oldu ve kendisi ile anlaşma metni yazıldı. Bu savaş,
Rasulallah'ın ve müslümanların bu coğrafya üzerindeki etkisini ve otoritesini
güçlendirdi. Rasulullah'a ve onun davetine kulak verildi, onun davetinin
burada ve diğer coğrafyalarda duyurulmasını sağladı ve Hz. Peygamber'in
takipçileri olacak olan Raşid halifelere yol gösterici tarihi öneme haiz
adımlar atılmasına vesile oldu. Hicretin 9. ve 10. yularında bu coğrafyadan
birçok heyet Medine'ye akın akın geldi ve müslüman olup Hz. Peygamber'e biat
ettiler.
Rivayetlerden
anlaşıldığına göre münafıklardan bazıları bu savaşa katılırken bazıları da özür
beyan edip katılmadılar. Diğer bedevi Arapların durumu da böyleydi. Samimi
olanlara gelince üç kişi dışında özürsüz olarak güç yetirdiği halde
katümamazlık yapan olmadı. Bu ve bir önceki hususu bu sûrenin sonraki
ayetlerinden de anlıyoruz. Bu da savaşa büyük bir kitlenin katıldığını söyleyen
rivayetlerin doğruluğunu gösterir. İbn Hişam'ın rivayetine göre münafıkların
lideri Abdullah b. Ubey, kendisine bireysel olarak katılanlarla birlikte
askerini kuşattı ve iddia ettiklerine göre -tabir İbni Hişam'ın kendisinden
rivayette bulunduğu İbn İshak'a aittir- asker bakımından az değillerdi. Sonra
özür beyan etti ve birçok arkadaşıyla birlikte savaşa katılmadı. Bazı
rivayetlerin belirttiğine göre münafıklardan, hastalıklı kalp taşıyanlardan
savaşa katılmayarak yalan özürlerini beyan edip, Rasulullah'm kendilerine izin
verdiği kişilerin sayısı 80 civarındaydı.[132] İbn
İshak'ın hakkında şüphe taşıdığı önceki rivayetin sahih olması mümkün değildir.
Çünkü yahudilere verilen cezadan, gözdağından sonra nazil olan bu sûrenin bazı
ayetleri ve ondan önceki ayetler, münafıkların içinde bulunduğu korkuyu,
endişeyi ve samimi olduklarına dair ettikleri ağır yeminleri belirtmektedir.
Onların bu güçte olduklarını varsaysak bile, bunun onlardan olduğu
düşünülemez. Daha önceleri kendi kendilerine aşırılık yapıyorlar hatta öyle bir
duruma geldiler ki "Medine'ye döndüğümüz takdirde güçlü olanımız güçsüz
olanımızı çıkaracaktır." dediler.
Münafıklardan savaşa
katılmayanların 80 civarında olduğunu belirten rivayet, dediklerimizi tey#id
etmektedir. İlgili ayetlerden de anlaşıldığı gibi bunlar münafıkların çoğunluğunu
teşkil ediyordu. Bu rivayet makûldür, çünkü ayetlerden öyle anlaşılıyor ki,
izin isteyip savaşa katılmayanlar zengin kimselerdi. Bunlar da daima sınırlı
sayıdadırlar.
Diğer tavır .ve
olayları sözkonusu savaşa işaretlerde bulunan diğer ayetleri açıklarken
belirtmek üzere burada bu Özetle yetiniyoruz.Üçüncü ayet, Hz. Peygamber'in
muhacir olarak Mekke'den çıkıp Medine'ye gittiğine işarette bulunmaktadır/
İslam daveti üzerinde büyük bir etkisi olan bu olaya açıkça İşarette bulunan
tek Kur'ani işaret budur. Müfessirler, eski tarihçiler ve siyasiler bu olay
hakkında değişik senet ve metinlerle birçok rivayet zikretmişlerdir. Bunlar,
genel olarak bu ve Enfal sûresinin 30. ayetiyle uyum arzetmektedir: "Hani
o küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla
tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlarken Allah da bir düzen kuruyordu.
Allak, düzen kurucuların hayırlısıdır."
Bu iki ayetten ve
rivayetlerden öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber,.kavimler ve bölgedeki
Araplar üzerinde büyük etkileri olan Kureyş ileri gelenlerinin davete icabet etmelerinden
ümidini kesmişti.[133]
Hz. Peygamber'in
destekçisi amcası Ebu Talib ve en sıcak dostu, arkadaşı, teselli edicisi ve
teşvikçisi olan hanımı Hatice vefat etmişlerdi. Elçiliğinin 10. yılında bu yakınlarını
kaybetmişti. Kendisine bir icabet eden ve yardım eden birisini bulur ümidiyle
Taife gitti ama onlar O'nu reddetti. Ardından Hacc mevsiminde davetini
kabilelerin ileri gelenlerine arzetti. Evs ve Hazrec liderlerinden bazılarıyla
görüştü. Onlara davetini sundu. Onlar da gönüllerini O'na açtılar ve sonraki
hacc mevsiminde kavimlerinin durumunu iletmek için kendisiyle tekrar görüşmeyi
vaadettiler. Ertesi yıl onlardan büyük bir heyet geldi. İslam'a girdiklerine
dair ona biat ettiler Arkadaşlarıyla birlikte hicret edip kendilerine gelmesini
bildirdiler. Musab b. Umeyr'i elçi, imam, eğitmen ve davetçi olarak onlarla
birlikte gönderdi. İslam onların arasında yayılmaya başladı. Diğer taraftan da
Hz. Peygamber, arkadaşlarını hicret etmeye teşvik ediyordu. Onlar da durumlarına
göre fert olarak, cemaat olarak açık ve gizli hicret etmeye başladılar. Allah
yolunda mallarını ve ailelerini terkedip, Evs ve Hazreç'tcn müslüman olanların
sıcak ilgi ve ala-kalarıyla Medine'ye yerleştiler. Haşr Sûresi'nin 8. ve 9.
ayetleri buna işaret etmektedir. "(Bu mallar) Hicret eden fakirleredir ki
onlar, Allah'tan bir fazl arayıp Allah'a ve Oı-nun Rasulü'ne yardım ederlerken
yurtlarından ve mallarından sürülüp çıkarılmışlardır.
İşle sadık olanlar
bunlardır. Kendilerinden Önce o yurdu hazırlayıp imanı yerleştirenler ise
hicret edenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı da içlerinden bir kaygı
duymazlar. Kendileri/ıin bir ihtiyacı olsa bile(onları) nefislerine tercih
ederler. Herkim nefsinin hırsından korunursa işte onlar felah
bulanlardır."
Hz. Ppygarrrber'in
kendisi sahabenin hicretine tanıklık yapmak için onlardan sonra hicret etti.
Kureyş'in ileri gelenleri durumun farkına vardılar. Hz. Peygamber'in hicret
etmesinden, Medine'ye yerleşmesinden, İslam'ın Evs ve Hazrec arasında
yayılmasından doğacak olan tehlikeyi sezdiler. Çünkü Medine onların ticaret
kervanlarının güzergahıydı. Evs ve Hazrec, zorluk, savaş ve yardım günlerinin
adamları olduğu için, onların da büyük menfaatleri ve çıkarları vardı.
Peygamber'e ne yapacakları konusunda tuzaklar üretmeye başladılar. Onu
hapsetmeye veya gözetim altında tutacakları bir yere sürgün etme veya Öldürme
konularında birbirlerine danıştılar. Sonra onu öldürmeye karar verdiler. Bunun
için de olayın bir tarafa mal edilmemesi ve Beni Haşim'in onun kanını almaya
güç yetirememesi için değişik kabilelere mensup olan bir tim oluşturdular. Bu
tim, onu öldürmek için gözetlemeye başladı. Hz. Peygamber durumu anladı ve
küçüklüğünden beri yanında olan Hz. Ali'ye, vaziyeti çaktırmamak İçin
yatağında yatmasını emretti. Ardından böylesi bir gün için hazırlıklı olan Hz.
Ebubckir'in evine gitti. Ku-reyş'ten bir grubun kendilerini takip etme
ihtimalini gözönünde bulundurarak arkadaşı ile birlikte Sevr dağındaki Hira
mağarasına sığındılar. Orada üç gün boyunca kaldılar. Ortalık yatışınca
mağaradan çıktılar. Yola koyuldular, kendilerinden önce yoldan kimsenin
geçmediğini gördüler ve sağ salim bir şekilde Medine'ye ulaştılar. Ensar onları
sevgi ve coşku ile karşıladı. Rivayetlerin belirttiğine göre Kureyş'in ileri
gelenleri, O'nu Mekke civarındaki yollarda yakalamak ümidiyle peşinden bir grup
gönderdiler. Hatta bunlardan biri mağaranın önünden geçmiş başını uzatıp bakmış
ve Hz. Ebubekir büyük bir korku hissetmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber
kendisine ayette belirtildiği gibi "Üzülme Allah bizimledir" demişti.[134]
Mağaraya kadar gelen izci döndü ve arkadaşlarına "Mağarada birinin olması
mümkün değildir. Çünkü bir Örümceğin oraya ağ ördüğünü ve güvercine ait iki
yumurtanın bulunduğunu gördüm" dedi. Kureyş'in önderleri Mu-hammed'i
yakalayıp getirene yüz deve ödül vereceklerini söylediler, ismi Sürak b. Malik
olan biri bu Ödülü almak istedi ve atıyla yola koyuldu. Atı yolda tökezlemeye
başlayınca Allah'ın, elçisini koruduğunu anladı. Sonra Hz. Peygamber'İ ve
arkadaşını gördü, onlara bir kötülük yapmayacağını bildirdi ve günü geldiğinde
kullanmak üzere onlardan bir ahit aldı. Ardından bu adam kavmiyle birlikte
müslüman oldu. Ayette ve dipnotta verdiğimiz hadiste Hz. Peygamber'in Allah'a
olan sonsuz güveni ve arkadaşının da kendisine olan aşırı samimiyeti
görülmektedir.
Ayet, Hz. Ebubekir'in
ismini açıkça belirtmemektedir. Ancak onun Hz. Peygamberle mağara arkadaşı
olması ve onunla birlikte hicret etmesi bunun o olduğunu göstermektedir. Bu
husus yakin derecesine varan bir tevatür ile sabittir. Hatta bazıları bunun
inkar edenin kafir olacağına hükmetmişlerdir.[135]
Tirmizi'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadise göre Ebubekir'e, Hz.
Peygamber "Sen benim havuz basımdaki arkadaşım ve mağara
arkadaşımsın" demiştir.[136] Bu
hadis sözkonusu olayın açıklayıcı bir delilidir. Ayetteki hatırlatma kesin ve
güçlüdür. Özellikle Allah'ın Peygamberi'ne olan yardımına dikkat çekilmiştir.
Öyle ki Hz. Peygamber kovulmuş ve korkmuş, ikiden biri olarak çıkmış, Allah gnu
desteklemiş yardım etmiş, düşmanlarının burnunu yere sürtmüş, küfür ve
kafirlerin sözünü alçaltmış, Allah'ın sözünü yüceltmiştir. Burada da Hz.
Pey-gamber'in davetinin ve hayatının ve sonuçlarının mükemmel ve güzel şekli
gözler önüne serilmiştir.
•
Tabresİ'nin Süddi'den
rivayet etliğine göre son ayet Tevbe sûresinin 91 ayetini: "Allah'a ve
Rasulü'ne karşı samimiyetle hayra çağıran oldukları sürece güçsüz-zayıflara,
hastalara ve infak edecek hiçbir şeyi bulunmayanlara bir sorumluluk
yoktur" ayetini nesh etmiştir. Öyle ki Allah bu özürleri taşıyanların
savaşa katılmaktan aciz kaldıklarım bildirmiştir. İbn Kesir'in, İbn Abbas ve
İkrime'den rivayet ettiği görüşe göre de bu son ayet, Tevbc sûresi 122. ayetini:
"Mü''mirilerin tümünün Öne atılıp(savaşa)çtkma-ları gerekmez...."
neshelmiştir.
Ayet,
ağırdan davrananları azarlama ve savaşa teşvik eteme konumunda olmakla birlikte
sözkonusu edilen her iki ayette de bu ayetin hükmünün bütünsel olarak anlaşıldığı
görülmektedir. [137]
42- Yakın bir dünya menfaati[138] ve
normal bir sefer'[139] olsaydı,
mutlaka sana tabi olurlardı. Ancak o meşakkatli mesafe kendilerine uzak geldi[140]'.
Bununla beraber "eğer gücümüz olsa,
elbette çıkardık" diye yakında yemin edecekler ve nefislerini
helake sürükleyecekler. Allah onların yalancı olduklarını biliyor.
43- Allah
seni affetsin, sana doğru söyleyenler açıkça belli oluncaya ve yalancıları
öğreninceye kadar niye onlara izin verdin.
44- Allah'a ve ahiret gününe iman edenler;
mallarıyla, canlarıyla cihat etmekten geri kalmak İçin senden izin istemezler.
Şüphesiz Allah korunanları bilir.
45- Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan,
kalpleri kuşkuya düşmüş, şüpheleri içinde bocalayanlar (geri kalmak için)
senden izin İsterler.
46- Eğer cihada çıkmayı isteselerdi, elbet onun
için hazırlık yaparlardı. Lakin cihada çıkmalarını[141]
Allah istemedi de onları alıkoydu ve "oturun oturanlarla beraber"
denildi.
47- Eğer sizinle birlikte çıksalardı, bozgunculuk[142]
etmekten başka bir faydaları olmaz ve sizi fitneye uğratmak amacıyla aranıza
sokulurlardı[143] içinizde de onlara kufak
verecekler vardı. Allah o zalimleri bilir.
48- (Onlar)
daha önce de fitne çıkarmak istediler ve sana türlü İşler çevirdiler[144],
nihayet onlar hoşlanmasalar da hakyerine geldi ve Allah'ın emri galebe çaldı.
Bu ayetler, Hz.
Peygamber'in Allah yolunda cihad etme çağrısına icabet etmekte
ağırdan.davranıp, yere çakılıp kalanları, izin isteyip buna katılmayanları
kınamaktadır. Bir taraftan onların durumlarını gözler önüne serip, Hz.
Peygamber'i ve müslümanlan onurlandırırken diğer taraftan da şu noktalara
dikkat çekmektedir:
1- Şayet
onların çağnldıklaı şey kolay elde edilebilir bir ganimet veya yakın mesafeli
ve meşakkatsiz bir yolculuk olsaydı dünyevi menfaati elde etmek arzusuyla Hz.
Peygamberin peşine takılırlardı. Ancak mesafenin uzun ve yolculuğun da zor
olduğunu görünce, ağırdan davranıp yere çakılıp kaldılar.
2- Onlar
Özür beyan etme girişiminde bulunacaklar ve şayet güç yetirselerdi muhakkak
Hz. Peygamber'le birlikte kalacaklarına dair yemin edeceklerdi. Oysa ki Allah,
on-lann yalancı olduklarını bilmektedir. Onların ettiği yeminler, günahlarının
daha da artmasından ve helak olup azap görmeleri İçin yeni bir vesile olmaktan
başka hiç bir şeye yaramayacaktır.
3- Onların
cihada katılmamak için Rasulullah'tan izin istemeleri ve O'nun da izin vermesi
bir hataydı. Allah O'nu affetmiştir. Onların iç yüzleri açığa çıkıp kimin doğru
kimin yalan söylediği belli oluncaya kadar izin vermemesi daha iyi olurdu.
Allah'a ve Ahîrel gününe samimiyetle İman eden bir kimsenin malıyla-canıyla
cihattan geri kalmak için, aslı olmayan mazeretler ileri sürüp yemin etmesi
mümkün değildir. Allah, cihattan geri kalmayan samimi ve muttaki kimseleri
bilir. Allah'a ve Ahiret gününe gerçek bir iman ile iman etmeyen, şüphe ve
kuşkulan içinde bocalayıp durandan başkası cihattan geri kalmaz ve katılmamak
için Hz. Peygamber'den izin istemez.
4- Eğer onlar.gerçekten cihada çıkmak
isteselerdi ve cihada katılmamak için ileri sürdükleri mazeretleri, dedikleri
gibi sonradan olmuş bir şey olsaydı onlar cihad için daha önceden hazırlık
yaparlardı. Onlar böyle bir şeyi yapmadılar . Bu da gösteriyor ki; onlar daha
işin başından beri cihada katılmamayı kafaya koymuşlardır. O halde onlara
"çocuk, kadın, yaşlı, hasta, kör ve yatalak gibi cihada katılmaktan aciz
kalanlarla birlikte siz de oturun" demek doğru olur.
5- Buna
rağmen Allah, müslümanlann haynnı istemiştir. Çünkü O, onların niyetlerini
bilmektedir. Ve biliyordu ki, eğer onlar müslümanlarla beraber cihada çıkmış
olsalardı müslümanlann arasına fitne-fesat sokmaktan, laf götürüp getirmekten,
oyunbozanlık yapmaktan başka birşey yanmayacaklardı. Özellikle de müslümanlar
arasında, onlarla ilişkisi olan, onların sözlerine kulak verecek ve onlardan
etkilenecek kimseler vardı.[145]
Bundan dolayı da Allah, onların çıkmalarını murad etmedi, onların azmini kırdı
ve onlara oturma-cihada katılmama düşüncesini yerleştirdi.
6- Başlangıçtan itibaren bunlar vardı. Çeşitli yerlerde, çeşitli şekil ve
yöntemlerle fitne ve fesadı körüklemeye, hile ve tuzaklara başvurmaya
girişmişlerdir. Eğer onlar bu aşamadan sonra bir yumuşaklık gösteriyorlarsa
artık bunun zamanı geride kalmıştır. Çünkü hak güçlenmiş ve onların
hoşnutsuzluklanna rağmen Allah'ın emri açığa çıkmıştır. Artık onlar, daha
önceleri yaptıkları gibi dalkavukluk yapmaktan ve yalan yere iyi niyet
gösterisinde bulunmaktan başka çareleri yoktur. [146]
Müfessİrler, bu
ayetlerle ilgili olarak herhangi bir isim ve olay zikretmemişlerdir. Bu ayet,
anlaşıldığı gibi önceki ayetlerin bir devamıdır. Aralarındaki bağ güçlüdür.
Birinci ayet de, müfessirlerin, bu ayetlerin uzun ve yorucu mesafeye sahip,
herhangi bir ganimetin umulmadığı, kolaylık ve sağlık şöyle dursun daha büyük
tehlikelerin beklenildiği Tebük savaşı hakkında olduğu konusundaki
ittifaklarını doğrular bîr mahiyettedir.
"Yemin
edecekler" ibaresiyle "Allah seni affetsin, neden onlara izin
verdin", "Şayet sizinle yola çıksalardı" cümleleri, bu ayetlerin
yolculuk esnasında nazi! olduğunu gösteriyor.
Ayetler öyle
gösteriyor ki, cihada katılmayanlann bu tavırlan müslümanlann dikkatini çekmiş
ve yolculuklan esnasında bunu konuşmuşlardır. Hikmeti ilâhi, cİhaddan geri
kalanları kınamayı ve müslümanlan da teselli edip mora! vermeyi gerekli
görmüştür.
Savaştan geri
kalanlann vasfedildikleri özellikler, ayetlerde açıkça belirtilmese de
.Onlann münafıklardan
ve hastalıklı kalp taşıyanlardan olduklarını göstermektedir. Yine ayetlerin
kapsamından Hz. Peygamber'in konumu değişip güçlenince, davet yayılıp fetihler
gelince münafıklar güruhunun kuvvetlerinin yok olduğu ve çokça güçsüzleştikleri
anlaşılmaktadır. Bu güruh daha önceleri dilediğini yapıyor, dilediğini
söylüyordu. Nifakından ötürü bozgunculuk yapıyor, laf taşıyor, fıtne-fesat
tohumu ekiyor, özürler beyan ediyor ve de iyi niyet ve itaat gösterisinde
bulunuyordu. Ancak onlann bu durumu fazla gizli kalmayıp, kötü niyetin ve
şüphelerle boğuşan kalbin etkisi kendisini sözlerle, fiillerle ortaya
sergileyiverdi.
Her ne kadar 44. ayet
samimi bir mü'minin özelliklerini ortaya koyup, onun bir münafığın yapacağı
şeyleri yapmasının mümkün olmadığı karşılaştırmasını yapıyorsa da; kanaatimize
göre samimi oAan insanların, Hz. Peygamber'in davetine tereddüt etmeksizin
icabet etmelerine dikkat çekmiş, onlann samimiyetlerini, güçlü imanlarını,
Allah ve Rasulü'ne itaat etmede kendilerini feda etmelerini, mallarıyla
canlanyla Allah yolunda cihad etmelerini övgüyle anlatmaktadır. Bu husus bir
açıdan ordunun sayı bakımından 30 bine ulaştığını belirten rivayetleri desteklerken
diğer açıdan da geniş bir şekilde yayıldığını, .samimi insanlardan katılımlann
fazla olduğunu göstermektedir. Beğavi ve ibn Kesir'in bazı tefsircilerden
rivayet ettiğine göre "Allah seni affetsin" cümlesi, Bedir esirleri
hakkında varid olan ilahi azara benzer bir durum arzetmektedir. Bununla
birlikte Beğâvİ şöyle diyor: "Allah söze dua ile başlamakla O'nun şanını
yüceltmiş ve O'na önem verdiğini göstermiştir. Bu, aynen bir adamın kendi
katında iyi bir yere sahip olan birine "Allah seni affetsin .ihtiyacımı
gidermiyor musun" demesi gibidir." Biz bu yorumun, daha doğru ve
ayetin konumuna daha uygun olduğu kanaatindeyiz.
Tabresi ve Zemahşeri
bir taraftan cihattan geri kalanlan kınama, diğer taraftan onların geri
kalmalannın Allah tarafından bir ilhamla gerçekleştiği durumu arasındaki çelişkiyi
gidermeye çalışmışlardır. Tabresi bu konuda, "Allah cihada çıkmayı
emrettikten sonra onlann cihada çıkmalarını kerih gördü demek doğru olmaz.
Ancak cihad niyetiyle ve dini savunmak amacıyla onlara cihadı emretti, onların
kötü ve fesat niyetleranden ötürü cihada çıkmalannı kerih gördü veya onlara
cihada çıkmayı emretti ancak onların verecekleri zararlan bildiği için yere
çakılıp kalmalarını sağladı" diyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu
ayetler, moral ve teselli için nazil olmuştur, sorun olarak görmüyoruz ve bu
konuda zorlanmaya girmeye gerek yoktur.
Beğavi'nin İbn
Abbas'tan rivayet ettiğine göre: "Hz. Peygamber o güne kadar münafıkların
kimler olduğunu bilmiyordu. Bunun için her izin isteyene ileri sürdüğü maza-retinin
doğru olacağı düşüncesiyle izin vermiştir. Bununla beraber bu surenin 101. ayeti,
Hz. Peygamber'in bilmediği bazı münafıklann Medine'de ve çevresindeki bedevi
Araplardan olduğunu göstermektedir. Ancak, değişik surelerde münafıklan
vasfeden, onlann sözlerini ve fiillerini zikreden bazı ayetlerin bulunması, bu
münafıklann birçok -lannın isimleriyle ve şahıslarıyla Hz. Peygamber ve
arkadaştan tarafından bilinmekte olduğuna kesin bir şekilde delalat etmektedir.
Muhtemelen Hz. Peygamber, savaşın zorluklarının isteksiz olan kimselerde
doğuracağı maddi ve manevi zararları bildiği için yolculuk konusunda kaü
davranmış ve gerek nifaklanyla tanınanlar olsun gerek tanınmayanlar olsun
kendisinden izin isleyen herkese izin vermiştir. 45-47. ayetlerde buna delalet
eden güçlü ipuçlar vardır.
Ayetler,
konu ve zaman açısından özel olmalarına rağmen içerdikleri konumların, her
zaman ve mekanda , yiğitlik gerektiren olaylarda, tehlikeli ve riskli alanlarda
kendini tekrar göstermesi mümkündür. Bunun için de, sözü edilen tavırları
sergileyen kimselere karşı dikkatli davranılmalı, onlara fırsat verilmemeli,
samimi insanların arasına katılıp onların çalışmaları ve fedakarlıkları
yoluyla kendilerine özel bir çıkar temin etmemeleri için onlara engel
olunmalıdır. [147]
49-
İçlerinden öylesi var ki, "bana izin ver, beni fitneye düşürme" der.
İyi bilinki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem de kafirleri
kuşatacaktır.
Bu ayette şu hususlar
belirtilmiştir:
1- Tebük
savaşı için yapılan çağrı karşısında bazı münafıkların takındıkları tavırlar
sergilenmektedir. Öyleki bazıları, Hz. Peygamber'e gelerek izin istemiş ve
O'nun kendilerini fitneye ve günaha sürüklememesini rica etmişlerdir.
2- Onlara
hemen karşılık verilerek zaten onların ve benzerlerinin takındıktan tavırlardan
ötürü, fiilen fitne ve günah içinde oldukları belirtilmiştir. Sanki onlara
şöyle denilmek istenmektedir: "Onların fitneden korkmaları şaşılacak bir
şeydir. Çünkü onlar zaten bu tavırlarıyla fitneye düşmüşlerdir."
3- Ve
cehennemin, bütün kafirleri her halükarda kuşattığı onlara bildirilmektedir.
Taberi bu ayetle
ilgili olarak çeşitli rivayetler zikretmiştir: Hz. Peygamber insanları cihada
çağırırken onlara "hazırlanın, Rumların kızlarını ganimet olarak
alırsınız" demiştir. Diğer bir rivayete göre de O, bunu kadınlara çok
düşkün olan Cedd isimli münafığa söylemiştir. Hz. Peygamber ona Rumlar'ın
sansın kızlarını almaya ne dersin demiş, O'-da "burada kalmam için bana
izin ver, beni fitneye maruz bırakma, ben sana canımla değil de malımla
yardımda bulunayım" demiştir.
Cedd ile ilgili bu
rivayet sahih olabilir. Hz. Peygamber'in her insanla onun bildiği arzularını
dile getirmek suretiyle konuşması mümkün olabilir. Bununla birlikte özür beyan
etmenin bizce başka bir nedeni var. Özür beyan eden kimse şehvetine aşın bir şekilde
düşkün olabilir ve bu nedenle uzun süre sabretmeye güç yetiremeyebilir. Çünkü
e-sir elde etmek fitne ve günah değildir ki, münafık ona karşı kendinden
korksun.
DuruYn ne olursa
olsun, ayet yalnız başına inmemiştir. Kendinden öncekine atıfta bulunması,
siyakıyla sibakıyla bir uyum arzetmesi zaten bunu göstermektedir. Münafıkların
özürlerini beyan edip onları kınamak için ortaya konulan kapsamın bir
parçasıdır.
Ayetle,
daha.önce belirttiğimiz münafıkların veya onlardan birçoklarının isimleriyle
bilindikleri hususunu leyid edici mahiyette deliller vardır. [148]
50- Sana bir
güzellik [149](zafer) nasip olsa,
zorlarına gider ve eğer bir musibet'[150]
dokunursa 'biz tedbirimizi önceden almıştık''[151]
derler ve sevine sevine dönüp giderler.
51- De ki: "Hiçbir zaman bize, Allah'ın
bizim için yazdığından başkası İsabet etmez. Bizim mevlamız O'dur. İman
edenler Allah'a dayansınlar."
52- De
ki:"Sİz bize yalnızca İki iyilikten birini gözetleyebilirsiniz'[152].
Oysa biz, Allah'ın, size ya kendi tarafından veya bizim ellerimizle bir azap
ulaştırmasını gözetliyoruz. Haydi gözetin, biz de sizle beraber
gözetenleriz."
1- Münafıkların, Hz. Peygamber'e ve samimi
mü'mİnlere karşı besledikleri niyetleri, duygulan ve bu savaş hakkında
takınmaları beklenilen tavırları belirtilmektedir. Öyle ki, mü'mİnlere bir
hayır ve zafer nasib edildiğinde onlar bundan hoşlanmazlar ve kin beslerler.
Şayet onlara bir rrAisibet ve hezimet dokunduğu zaman da kendi başlarının çaresine
baktıkları, ve savaşa katılmadıkları için kendilerini övüp sevinirler.
2- Hz. Peygamber'in lisanı hal ile onlara şöyle
seslenmesi emredilmektedir "Bilin ki bize Allah'ın takdir ettiğinden
başkası isabet etmez. Muhakkakla bizim mevlamız O'-dur. Tevekkül edecek
olanların yalnızca ona tevekkül etmeleri gerekmektedir. Siz de bİ-zi gözetleyip
bu yolculuğun sonuçlarını beklerseniz bilin ki, bundan ötürü bize iki güzelliğin
birinden başkası isabet etmeyecektir. Ölürsek, şehid olur sevap alırız, şayet
zafer elde edersek kurtulur, ganimet kazanırız. Oysa ki siz kurtulması mümkün
olmayan bir azaba duçar olacaksınız. Ya direk olarak Allah katından bir cezaya
çarptırılacaksınız veya cezanız bizim etimizle olacaktır. Hep beraber
bekleyelim, bakalım günler ne gösterecek.
Münafıkların
bahsedilen niyetleri onlann lisan-ı halleridir. Bunun için Rasulullah'ın
karşılık olarak onlara lisan-ı hal ile seslenmekle emredildiğini söyledik.
Allah'tan bunun doğru olmasını dileriz.
Müfessirler bu
ayetlerle ilgili olarak Özel bir rivayette bulunmamışlardır. Görünen o ki,
bunlar da kendinden öncekinin bir devamı ve o bütünün bir parçasıdır.
Birinci
ayetin, zaman ve konu itibariyle özel bir konumda olmasına rağmen ortaya
koyduğu davranış biçimi, her zaman için bazı insanlann diğerlerine karşı
gösterdikleri tavırlardır. Bu tür tavırlan sergileyenlerden kaçınmak gerektiği
vurgulanmıştır. İkinci ve üçüncü ayetler, samimi müslümanlara güç vermekte,
onlan daima desteklemekte ve huzur ve güven duygusu vermektedir. Onları
yalnızca Allah'a dayanmaları hususunda yönlendirmektedir. Büyük şeylerin üstüne
gitmeye, Allah yolunda ve müslümanlann umumi maslahatları uğrunda coşkuyla,
sükûnetle, güvenle, sabır ve metanetle fedakarlık yapmaya sevketmektedir.
Onlara kesin bir güvence verilerek her halükarda kazançlı, kârlı çıkanlann ve
kurtuluşa erenlerin onlar olduğu belirtilmektedir. Bu, dünyevi bir zafer
olmazsa bile Allah'ın sevabına, rahmetine ve rızasına nail olmak olacaktır. [153]
53- De ki: "İster gönüllü, ister gönülsüz
sadaka verin, sizden kabul edilmeyecektir. Çünkü siz fasık olan bir kavim
siniz!"
54- Sadakalarının kabul edilmesine enget olan
sadece şuodur: Onlar, Allah'a ve Rasulü'ne karşı nankörlük yaparlar; namaza
üşene üşene gelirler ve istemeye istemeye sadaka verirler.
55- Onların
ne mallan, ne de evlatları seni İmrendirmesin. Allah, bunlarla onlara dünya
hayatında azabetmeyi ve kafir olarak canlarının çıkmasını İstiyor.
Bu ayetlerde hitap,
Hz. Peygamber'e yöneltilmiştir:
1-
Münafıklara, Allah'ın onların gerek gönüllü olarak gerekse bazı şartların zorlamasıyla
istememelerine, gönülsüz olmalarına rağmen yapmak zorunda kaldıkları intakı
onlardan kabul etmeyeceğim bildirmesini emretmektedir. Çünkü onlar fasık bir
kavimdir. Allah'a ve Rasulullah' a nankörlük yaptılar. Namaza da ancak üşene
üşene gelmekle, arzuyla kalkmamaktalar ve infak etmek istedikleri şeyleri de
İstemeye istemeye gönülsüz olarak vermcktelcr.
2- Hz. Peygamber teselli edilmekte, ona moral verilmektedir: Onların
mallarının ve çocuklarının çokluğuna imrenmemesi vurgulanmaktadır. Çünkü bunlar,
onların dünyada azaba duçar olmalarına bir sebep ve kafir olarak ölmeleri için
de onları iman ve ih-lastan alıkoyan bir uğraştır. [154]
Taberi ve diğer
müfessüierin[155] naklettikleri
rivayetlere göre birinci ayet, Hz. Pey-gamber'den cihada çıkmamak için izin
isteyen, buna mukabil mali olarak destek verme vaadinde bulunan münafık Cedd
hakkında nazil olmuştur. Görüldüğü gibi ayetteki emir, yapılmasj istenen ilanın
münafıklardan birden çok kimseye yapılmasıyla ilgilidir. Bu da gösteriyor ki
münafıklardan birden çok kimse cihaddan geri kalmak için izin istemişler ve
Rasulullah'a orduya mali yardımda bulunacaklarını söyleyerek şirin gözükmeye
çalışmışlardır. Durum her ne olursa olsun, kanaatimize göre ayetler bağımsız olarak
nazil olmamıştır ve kendinden önceki ayetlerin bir devamı ve bütünün bir
parçasıdır.
Ayetler, göründüğü
kadarıyla münafıklara seslenmeyi emretmekle birlikte kanaatimize göre ikinci
ve üçüncü ayetlerin manasından ve ruhundan anlaşılacağı gibi bu hitap şeklî bir
farzdır ve belli bir«metodladır. Çünkü ayetler Önce münafıkları, içinde bulunduktan
nankörlük, tembellik, ağırdan hareket etme ve hoşnutsuzluktan dolayı kınamakta,
azarlamakta, onların durumları belirtilmekte, ardından onların sahip olduğu mal
ve evlat çokluğunu küçümsemektedir.
Ayetlerden öyle
anlaşılıyor ki, münafıklar güruhu veya birçokları iyi bir konuma sahiplerdi.
Belki de onların nifak içinde olmaları ve türlü türlü entrikalar çevirmelerinin
sebebi buydu. Birçok Mekkî surenin ilgili yerlerinde açıkladığımız gibi Hz.
Peygambe-r'tn Mekke'de karşılaştığı direnmenin, çekişmenin sebeplerinden biri
de buydu.
Buradaki hitap Hz.
Peygamber'e olmakla birlikte bir taraftan müslümanlara, diğer taraftan da
münafıklara yöneliktir. Müslümanlara moral verip onları teselli ederken, eğitirken
ve uyarıda bulunurken münafıkları da eleştirmekte ve kınamaktadır. Bu açıklamadan
sonra 55. ayette görülebilecek sorun da kendiliğinden ortadan kalkmış
oluyor.Allah onlara mal ve evlat vermekle onlara dünyada azabetmek ve onların
kafir olarak ölmelerini istemiştir.
54. ayet bunun çok
güzel bir yorumunu ve sebebini ortaya koymuştur. Şunu belirtmek gerekiyor ki,
mal ve evlat kendi başlarına kötülenmiş ve Allah'ın azabını gerektirmiş
değildir. Ancak bunu gerektiren mal ve çocuk çoğaltan kişinin yaptığı kötü
fiiller veya bunlara dayanarak yaptığı riya, kendinden sadır olan küfür ve
inattır. Bu surenin 24. ayetini açıklarken bu konuya delil teşkil edecek şu
hadisi zikretmiştik: "Salih bir kulun salîh malı olması ne iyidir."
Daha
önceki ayetlerde olduğu gibi bu ayetlerde de sürekli olan ilkeler ve etkiler
vardır. Hastalıklı kalp taşıyanların mallarının ve görünümlerinin onlara karşı
takınılması gereken tavır üzerinde hiçbir etkiye sahip olmaması gerekir.
Onların, toplumsal şartların baskısıyla bazen vermiş oldukları yardımların,
onlardan sadır olacak olan zararlı ve fitneci, düzenbaza tavırlarına göz
yummaya sebep olmaması gerekir. [156]
56- Sizden
olduklarına Allah'a yemin ediyorlar. Oysa onlar sizden değiller ve onlar
korkak[157]' bir topluluktur.
57- Şayet sığınacak bir yer yahut mağaralar veya
sokulacak bir delik[158]'
bulsalardı, hemen oraya doğru koşarlar
dı.[159]
Her iki ayette de
hitap, Hz. Peygamber'e yöneltilmiş ve şu hususlara dikkat çekilmiştir:
1- Münafıklar onlardan olduklarına ve onların
dini üzere bulunduklarına dair Allah'a yemin ederler. Oysa onlar gerçekte
böyle değildirler.
2- Onları
buna sürükleyen korku ve endişeleridir. Şayet onlar sığınacak bir sığınak veya
içinde gizlenecek bir mağara ya da delik bulsalardı kendilerine ağır gelen
konumdan ve kendilerini tehdid eden, münafıklığa, ikiyüzlülüğe sürükleyen
tehlikeden kaçıp kurtulmak için oraya koşarlardı.
Müfessirler bu
ayetlere özgü herhangi bîr rivayette bulunmamışlardır. Görünen o ki, bu iki
ayet önceki ayetlerin ve konunun bir devamıdır. Bu ayetler, daha önce de
belirttiğimiz gibi münafıkların konum olarak değiştiklerini, güçlerinin yok
olduğunu, sayılarının azaldığını, dalkavukluğa başvurmak zorunda kaldıklarını,
Öncesine nazaran daha samimi olduklarını tekid etmeye çalıştıklarını ortaya
koymaktadır. Ayrıca onların gerçek yüzlerini, iyi görünmeye çalıştıkları halde
değişmediklerini göstermekte, onları İfşa etmekte ve onlardan kaçınılması
gerektiğini belirtmektedir.
Her
iki ayetin ortaya koyduğu manzara gerçekten harikadır. Bu manzaralar ve konumlar,
özellikle de samimi insanların kahramanlık gerektiren koşullarda öne
atıldıkları zamanlarda kendini gösterir. Bu güruha karşı uyanık olmanın
gerekliliği, açığa vurdukları yumuşaklık, dalkavukluk ve riyadan dolayı onlara
boyun eğilmemesİ vurgulanmaktadır. [160]
58- Onlardan kimi de sadakaların bölüştürülmesi
hususunda) da sana dil uzatır[161].
Eğer o sadakalardan kendilerine pay verilirse hoşlanırlar, onlardan
kendilerine pay verilmezse hemen kızarlar.
59- Ne olurdu bunlar kendilerine Allah ve Rasulü
ne ver-, diyse razı olsaydılar ve
"Bize Allah yeter, Allah bize fazlından yine verir, Rasulü de. Bizim tüm
rağbetimiz Allah'adır" deselerdi.
60- Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak
fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışanlara[162]',
kalpleri ısındırılacak olanlara[163]',
kölelik altında bulunanlara'[164],
borçlulara[165], Allah yoluna ve yolcuya
aittir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu ayetlerde şu
hususlar belirtilmiştir:
1-
Münafıkların diğer tavır ve konumlarına işaret edilmiştir. Onlardan bazıları
sadakaların dağıtımı konusunda Hz, Peygamber'! tarafgirlikle suçlamış ve
bundan dolayı onu ayıplamışlardir. Bu da onların özel menfaatlerinden ve
kişisel çıkarlarından kaynaklanıyordu. Hz. Peygamber sadakalardan onlara
biişey vermediğinde onlar kızıyorlardı ve kendilerine birşey verildiğinde de
seviniyorlardı.
2- Onlar kınanmaktadır. Ve onların Hz. Peygamber
ve Allah'ın kendilerine birşey verdiklerinde razı olup bağlılıklarını ilan
etmeleri, Allah ve Rasulü'nün fazlıyla yetinmeleri ve Allah'ın katında olanı
arzulamaları gerekirdi.
3- Ayetler, sadakaların (zekatın) verileceği sınıfları; fakirler,
yoksullar, zekat toplamakla memur kimseler, kalpleri İslam'a ısındırılmak
İstenenler, kölelik altında bulunanlar, borçlular, Allah yolunda olanlar ve
yolcular olarak belirlemiştir. Bu, uyulması gereken Allah'ın bir farzıdır.
İşleri en iyi bilen ve hikmetten başkasını emretmeyen hüküm ve hikmet sahibi
O'dur. [166]
Buharı, Kitabu't-Tefsir'de
ilgili ayeti ele aldığı babda, Ebu Said'den şu hadisi rivayet eder; "Hz.
Peygamber, kendisine gönderilen bir şeyi dört kişi arasında bölüştürdü ve
"bunları İslam'a ısındırmak için veriyorum" dedi. Bunun üzerine
adamın biri "adaletsizlik ettin" dedi. Hz. Peygamber de "bu
adamın neslinden, okun yayından çıktığı gibi dinden çıkanlar gelecektir"
dedi.[167] Taberi, bu hadisi büyük
bir fazlalıkla Ebu Said'den rivayet etmiştir. "Rasulullah (s) ganimetleri
paylaştırırken Zu'1-Huveysira isimli bir Te-mimli gelerek "Adil ol ya
Rasulallah!" dedi. Hz. Peygamber dedi ki: "Yazıklar olsun sana, ben
adil olmayacağım da kim adil olacak." O sırada orada bulunan Hz. Ömer
"Bana izin ver de onun boynunu vurayım" dedi. Hz. Peygamber şöyle
dedi: "Onu bırak, ka-nşma. Onun öyle arkadaşları vardır ki, sizden biriniz
onların namazlarına göre kendi namazını, oruçlarına göre kendi orucunu küçük
görür. Onlar okun yaydan fırlayıp çıktığı gibi dinden çıkarlar...
Ebu Said dedi ki:
"Ben, Rasulullah'ın böyle dediğine ve Hz. Ali'nin onlarla savaştığında,
Rasulullah'ın saydığı bu özelliklere aynen uyan bir adamın getirildiğine şahid
oldum."
Taberi ayrıca şunu da
rivayet etmektedir: "Hz. Peygamber altın ve gümüş bölüştürürken yeni
müslüman olmuş bir köylü çıkageldi ve "Ey Muhammed, Allah\yemin olsun ki
Allah sana adaletli olmanı emrediyorsa da sen adil oimadın" dedi. Hz.
Peygamber "Yazıklar olsun sana, o halde kim adaletli olacak?"
diyerek çevresindekilere "Bu ve benzerlerinden sakının. Benim ümmetimden
buna benzerler olacaktır. Kur'an'ı okurlar ama boğazlarından (köprücük
kemiklerinden) aşağı gitmez. Onlar çıkınca Öldürün, onlar çıkınca öldürün,
onlar çıkınca öldürün" uyarısında bulundu. Hz. Peygamber şöyle diyordu:
"Nefsim kudretinde bulunan Allah'a andoisun ki, ben size ne birşey veririm
ne de sizden onu menederim. Ben#ancak bir veznedarım."
Yine Taberi 'nin bir
rivayeti şöyledir: "RasvîuHah bir sadakayı getirip sağa sola bölüştürerek
bitirdi. Ensar'dan biri onu gördü ve "bu yaptığın adalet değildir"
dedi. Ardından ayet nazil oldu." Hemen belirtelim ki Taberi, ayetin
sadece bu son rivayete binaen nazil olduğunu söylememektedir. Ayrıca Buhari de,
hadisi kapsayan rivayetinde, sözko-nusu hadisin bu ayetin sebebi nüzulü
olduğunu belirtmiyor.
Zulhuveysira, Harkus
b. Zübeyr'dir. O, Basra'dan ayaklanıp Medine'ye gelen grubun başın da
bulunuyordu. Hz. Osman'ın öldürülmesiyle sonuçlanan fitneye iştirak etti. Hz
Ali'ye biat etti. Kavmiylc birlikle O'nun ordusuna katıldı. Hz. Ali ile
birlikte Cemel vakıasına katıldı. Bu olay, Hz Ali'yle, Aişe, Zübeyr, Talha
etrafında biriken grup arasında Hz. Osman'ın kanını talep ve onun
katillerinden öç almak amacıyla gerçekleşmişti. Sonra Hz. Ali ile Muaviye
arasında vuku bulan Sıiiİn savaşına katıldı. Ardından tahkim olayını kabul
elliği için Hz Ali'ye karşı ayaklananlarla birlikte oldu. Hz. Ali ile Hariciler
arasında vuku bulan Nehrevan savaşında öldürüldü. (İ) Taberi'nin belirttiğine
göre Hz. Ali Nehrevan savaşı bittikten sonra arkadaşlarına şöyle dedi:
"Ben Haz Peygam-ber'İn şöyle dediğini duydum. (Gün gelecek ) bir kavim
okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Onların belirtisi de eli kesik bir
adamdır.[168] Yanındakilere onu Ölüler
arasında aramalarını şayet bulurlarsa kolunu kesip getirmelerini emretti. Onlar
da aradıklarında ölüler arasında gerçekten sakat elli birini buldular ve elini
keserek Hz Ali'ye getirdiler. O'da "Yalan söylemedin ve
yalanlanmadın" dedi.[169]
Hariciler, müslümanlar
arasında namaz, oruç, Kur'an okuma ve hayatın zevklerinden uzak yaşamak gibi
konularda en fazla ileri giden kimselerdir. Onların bu durumları Taberi'nin ve
Buhari'nin rivayet ettikleri hadislere tamamen uymaktadır. Şayet bu rivayetler
doğruysa bu, Hz. Peygamber'in Ölümünden sonra olacak bir gaybı bildiren bir
mucızesidir. Şayet değilse bu hadisler, Hz. Ali'nin, Haricilere karşı aldığı
tavrı destelemek ve meşrulaştırmak için olaylardan esinlenmek sureliyle
uydurulmuştur.
Şuna dikkat çekelim ki
birbirine benzer nakiller birden fazladır bu da, ayetin münafıklarla ilgili
indiğini söyleyen görüşü doğrular mahiyettedir. Hadislerden de anlaşılacağı
gibi kendilerinden bahsedilen şahıslar değişik değişiktir. Bununla birlikte
ikinci ayetin ruhu öyle gösteriyor ki, kendisinden bu sözün sadır olduğu kişi
-veya kişiler- Medine'nin münafiklanndandır. Bu da son rivayete uymaktadır. En
iyisini Allah bilir.
Kanaatimize göre,
ayetin kendisinden öncekine atıfta bulunması, Önceki ayetlerde söz konustı
edilen gruba atfedilen çoğul gaib zamiri olan "hum" ayetlerin, yalnızca
riva-yetkrde belirtilen sebepten dolayı nazil olmadığını ve genel bağlamdan
kopuk olmadığını göstermektektedir.
Hadisler, münafüalann
söz ve tavırlarını hatırlatmakta, onları Tebük savaşına katılmamalarından
dolayı eleştirmekte ve münafıklardan sadır olan diğer tavırlara göndermede
bulunmaktadır.
Birinci ayetin
belirttiği konum, münafıkların, Rasulullah'ın adaletine dil uzattıklarını,
özel çıkarları uğruna huzursuzluk yaptıklarım göstermektedir. Aynca onların Allah'a
ve Peygamber'e olan güvenlerinin azlığına, imanlarının boşluğuna, kötü ve
hile-kar tavırlarına ve Hz. Peygamberin bu güruhtan çektiklerine işaret
etmektedir. Bizim tercihimiz, münafıklar bu ve benzeri tavırları daha güçlü,
Hz. Peygamber ve müslüman-ların ise daha güçsüz oldukları zamanlarda
sergilediği yönündedir.
Bahsedilen konum
sadece birinci ayettedir. Diğer iki ayet tamamlama açısından gelmiştir. Öyle
ki ikinci ayet, münafıkları eleştirip, onlara gerçekten samimi olmalarının
kendileri için daha iyi olacağı uyarısında bulunmaktadır. Üçüncü ayet de
sadakaların verileceği yerleri belitmektedir.
Üçüncü ayet, tamamlama
açısından ikinci ayetin nazil olmasıyla birlikte, sadakayı hak edenleri topluca
belirten Kur'an'daki tek ayettir ve bu konunun fıkhi dayanağını
oluşturmaktadır.
Üzerinde ittifak
edilen görüşe göre ayette belirtilen sadakalardan kasıt Özellikle farz olan
zekattır. Herhalde "Allah'tan bir farz olarak" cümlesi buna bir
karine olmuştur. Bununla birlikte bu cümle aynı zamanda zekatın belirtilen
yerlere harcanması gerektiğini yeniden vurgulamak için de olabilir.
Üçüncü ayette farz
kılınan, zekat olmayıp zekatın verileceği yerlerdir. Çünkü zekat, Mckki
ayetlerden anladığımız gibi Mekke döneminin ortalarında veya daha önce farz
kılınmıştır. Çünkü zekat, isteyen ve yoksul İçin bilinen bir haktır vasfıyla
nitelenmiştir. A'la, Mearic ve Zariyat sûrelerinde bu belirtilmektedir. İşte
bundan hareketle öyle inanıyoruz ki, bu ayetin zekatı farz kıldığını söylemek,
ayete ruhunun taşımadığı bir anlam yüklemektir. Bu, zekatın verilmesini farz
kılan, namazla birlikte o-nun İslam davasının geçerliliği için vazgeçilmez iki
ana rûkun olduğunu belirten
Kur'an'ın Mekki ve
Medeni bir çok ayetiyle bağdaşmamaktadır.
Bazıları bu ayetin
Kur'an'daki sadakayla ilgili gelen emirleri neshettiğini, zekat farizasının
onun yerine ikame edildiğini söylemişlerdir. Bu söz, ayeti zekatın farziyesini
bildiren ayet olarak ele almanın bir sonucudur. Bununla ilgili açıklamalarımızı
belirtmiştik. Kaldı ki Mekki ve Medeni surelerdeki bir çok ayet güçlü bir
şekilde belirtmekledir ki, sadaka daha geniş kapsamlı olup farz kılınan zekat
gibi sınırlı bir ölçüye tabi tutulamaz. Çünkü Allah yolunda iyi yerlerde
muhtaçlara yardım konusunda infakta bulunmak geniş anlamda bu sınırlı ölçüye
sığmayacak kadar geniştir. Buradaki hikmet, nafile olarak verilen sadakalar
için sürekli bir konumdadır. Bu surenin, bu ayetinden sonra nazil olan 103.
ayetinde buna güçlü deliller vardır. Öyle ki Hz. Peygamber, salih amellerine
bazı kötü ameller karıştıran kimselerin mallarından, onları temizleyip
arındırmak amacıyla sadaka alınmasını emretmektedir. Dolayısıyla, bu sadaka
farz kılınan zekatın dışında bir şeydir.
Zekatın, nebevi
sünnette belirten nisap miktarına ulaşan bütün mallarda verilmesi gereklidir.
Bu, ağaçtan tohuma, toprak mahsûllerini, hayvanları, altın, gümüş ve paraları,
ticaret mallarını kapsar. Kur'an burada yalnızca verileceği yerleri
açıklamaktadır. Hangisinden ne kadar verileceğini de nebevi sünnet
açıklamaktadır.
Üçüncü ayetin
tamamlama ve ayıplayanlara karşı koyma amacıyla nazil olduğunu düşündüğümüzde
zekat olarak verilecek olan Ölçülerin zikredilmeyİşinin hikmetini görürüz. Hz.
Peygamber'e Allah'tan bir ilham olarak şartların, maslahatın ve imkanların
gerektirdiği'gibi tasarrufta bulunma yetkisinin verildiğini söylemek doğru
olur.
Ayette sözü edilen
sekiz sınıf, ister İslam'ın ve müslümanların genel maslahatları olsun, ister
yoksul kitleler olsun infak edilecek tüm yerleri biraraya toplamıştır. Ayrıca
bu yerler, Eni al, 41 ve Haşr, 7. ayetlerin tefsirlerinde açıkladığımız gibi
ganimetleri ve fey'in verileceği yerleri de içine almıştır. Dolayısıyla
aralarında çok güzel bir bağlantı bulunmaktadır.
Dikkat edilirse ayette
zikredilen sekiz sınıftan üçü, fey ve ganimetlerin verildiği sınıflar arasında
zikredilmem iştir. Bunlar da borçlular, kölelik altında bulunanlar ve kalpleri
İslam'a ısındırılmak istenen kimselerdir. Hikmeti ilahi müslümanların durumunun
ve İslami otoritenin değişmesiyle birlikte nass olarak zikretmeyi gerekli
kılmıştır. Çünkü bu sınıflar, kendilerine fey ve ganimet verilenler
arasındadır. Onlarda genel menfaatler ve yoksul tabakalardır.
Yine dikkat edilirse
Rasulullah'ın isminin sadakaların verileceği sınıflar arasında zUcredilmediği
görülür. Oysa ki bu İsim, fey ve ganimetlerin verileceği sınıflar arasında
zikredilmişıi. Hz. Peygamber zekatı insanların kiri olarak nitelemiş ve bunun
Muham-med'e ve Muhammcd'in ailesine helal olmayacağına dikkat çekmiştir. Müslim
ve Ne-sai'nin Abdullah b. Haris el-Haşimi'den rivayet ettikleri şu hadis bu
doğrultudadır: "Bu sadakalar insanların kirleridir. Onlar ne Muhammed'e ne
de Muhammed'in ailesine helal değildir". [170]Tirmizi
ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadise göre, RasuluUah kendisine getirilen
bir yiyeceğin ne olduğunu sorar, eğer hediye denildiyse ondan yer, sadaka
denilirse de ondan yemezdi.[171]
Hatta Hz. Peygamber, sadakayı (zekatı) azadi köleleri için de helal
kılmamıştır. Çünkü Ebu Davud ve Tirmizi'nİ rivayet ettikleri bir hadise göre
"bir kavmin köleleri onlardan biridir" denilmektedir. Ebu Davud ve
Tirmizi Hz. Peygamber'in azadlı kölesi Ebu Raİı'nİn şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir. "Peygamber Beni Mahzun kabilesinin zekatını taksim etmek için
bir adam göndermişti. Bu adam E-bu Rafı'ye "bana arkadaşlık et, sen de bir
miktar alırsın" dedi. Ebu Rafı, "gidip, Peygambere sorayım"
cevabını verdi. Gelip sorunca Hz. Peygamber kendisine "Bir kavmin azadlısı
onlardan sayılır, btee zekat helal değildir" buyurdu.[172]
Buraya kadar söylediklerimizde bir hikmeti daha görüyoruz. O'da Hz.
Peygamber'in isminin zikredilmcmesi başkaları için bir meydan okuma ve karşı
koyma konumundadır. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Muhakkak ki
Rasulullah'ın kendisi için sadakalardan bir pay yoktur. Durum bu olunca onun
konumu her türlü şüpheden, zandan ve ayıplamadan soyutlanmıştır. O'nun genele
ait olan özellikle de müslümanlardan alınan kamuya ait mallardan pay istemesi
söylentilere zemin hazırlayan hassas bir konudur." İşte Hz. Peygamber'in,
düşmanlarından alınan ve zengin-fakir ayırdedilmeksizin onu hakedenlere
dağıtılan mallardan oluşan feyîn ganimetin aksine sadaka(zekat)lardan tenzih
edilmesinin bizce bir hikmeti budur. Burada da Hz. Peygamber'in mertebesinin
ve şanının her türlü mertebe ve şandan yüce olduğunun belirtilmesiyle birlikte
müslümanlann yönetiminin, maslahatların ve kamuya ait malların denetiminde
bulunduranlara güzel ilkeler-uyanlar vardır.
Müfessirler,
hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekatı ile para ve ticaret mallarının
zekatı arasında fark olduğunu söylemişlerdir. Bazıları beyt'ül malın yetkisini,
hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekatını, gönüllü veya gönülsüz olarak
sahiplerinden toplamakla sınırlı tutmuşlardır. Bunun dışındaki para ve ticaret
mallarının zekatlarını, sahibi gücü yettiği takdirde bizzat kendisi dağıtır.
Beyt'ül-malın bunların zekatını zorla toplaması, yetkisi dahilinde değildir.[173]
v Ayet mutlak olup bu
farka değinmemektedir. "el-Amiline aleyha"(onu toplamakla görevliler)
ibaresi zekatın her türlüsünün müslümanlann yöneticilerinin memurları vasıtasıyla
toplamaya yetkili oldukları anlamına gelmektedir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir:
"Hz. Peygamber yalnızca hayvanların ve toprak ürünlerinin zekatını toplamak
için tahsildarlarını gönderiyordu. Ancak Hz. Peygamber'in zenginlerden
mallarının nakdi zekatlarını talep ettiğini gösteren rivayetler de vardır.
Raşid halifeler de bu uygulamayı aynen sürdürmüşlerdir. Öyle ki "Hz.
Ebubekir, Hz, Ömer ve Hz. Osman, Rasu-lullah'ın ashabından zekat vermekle
yükümlü olanların mallarının senelik zekatlarını aldıkları rivayet edilmiştir.[174]
Eğer Hz. Peygamber'in tahsildarları yalnızca hayvanların ve toprak ürünlerinin
zekatlarını almakla görevlendirilmişlerse bu, Hz. Peygamber dönemindeki yaygın
servetin hayvanlar ve toprak ürünleri olduğunu göstermektedir.
Kitabu'l-EmvaTde bu
konuda geniş bir bölüme yer verilmiş[175] ve
bu konu hakkında Hz. Peygamber'in ashabından ve tabiinden birçok görüşler
serdedilmiştir. İbn Sirin'den aktarılan bir görüşe göre sadaka (zekat) Hz.
Peygamber'e veya bu konuyla ilgili olarak görevlendirdiği kimseye, Ebubekir'e,
Ömer'e ve Osman'a ya da bunların görevlendirdikleri kişilere verilirdi. Hz.
Osman Öldürülünce bu hususta ihtilafa düşüldü. Bazıları bunu halifelere
veriyordu. İbn Ömer, zekatı halifelere verenlerdendi. Bazıları da zekatlarını
bizzat kendileri dağıtıyordu. Ebu Ubeyd, ashabın ve tabiinin bu konudaki bazı
görüşlerini aktarmaya devam eder. Onlardan bazıları bütün malların zekatının
Beytü'1-ma-la verilmesinin vacip olduğunu söylerken bazıları da caiz olduğunu
söylemişlerdi. Bazıları da kişinin nakid para ve ticaret mallarının zekatının
beyt'ül-mal'a verilmesinin caiz olmadığını, bizzat kendisinin dağıtmak zorunda
olduğunu söylemişlerdir. Bu son görüşü savunanlar şunu da eklemişlerdir: Şayet
beyt'ü-mal ısırıcı meliklerin elinde olursa, zekatın oraya verilmesi doğru değildir.
Şia'nın alimleri tüm zekat çeşitlerinin Haşimi İmama veya kendilerinin şer'i
imam olarak kabul ettikleri gizli İmama verilmesinin vacip olduğunu
söylemişlerdir.
Dediğimiz gibi bu
konudaki tüm tartışmalar nakid paralar ve ticaret mallarının zekatları
etrafında yoğunlaşmaktadır. Tüm fakihler, hayvanların ve toprak mahsûllerinin
zekatlarının Beyt'ü-mal tarafından alınmasını kabul etmişlerdir. Nakid paralar
ve ticaret mallarının zekatlarının zalim yöneticilerin elinde bulunan
beyt'ül-mal'a verilemeyeceğini söyleyenler, hayvanların ve ürünlerin
zekatlarının buraya verilmesinin zorunlu olduğu görüşündedirler. Çünkü bu tür
zekatların menedümesi, fesada ve fitneye sürükleyen kuvvet kullanılması dışında
mümkün değildir. Oysa ki, nakid para ve ticaret mallarının zekatları böyle
değildir. Çünkü bunlar gizlenebilir türdendir. Nakid para ve ticaret mallarının
zekatlarının beyt'ül-mala verilmesinin vacip veya caiz olduğu görüşünde olanlar
bu son manaya binaen zor kullanmamayı ve kişinin bu tür zekatını kendiliğinden
vermesini de söylemişlerdir.
Tüm bunlardan
anlaşılan şudur: Başlangıçta tüm zekat çeşitlerinin toplama ve dağıtma
yetkisinin mü'minlerin yöneticisine ait olduğunda ihtilaf yoktur. Ayetten ve
ruhundan anlaşılan da budur. Ancak İslam'ın başlangıcında gerçekten de çok
eski olan ve yaklaşık olarak 1300 küsur yıldan beri bu minval üzere devam eden
gurupçu ihtilafların doğurduğu fitnenin bir sonucu olarak bu görüş ayrılıkları
doğmuştur. Emeviler, kendi [176]dönemlerinde
fitneye sebebiyet vermemek için insanları bu konuda zorlamamış ve yumuşak bir
tutum izlemiştir. Onların gelir kaynaklan çoğalmış ve insanların gönül
rızala-nyla getirdikleri miktarla yetinmişlerdir. Zaten toprak mahsûlleri ve
hayvanların zekatları-gözlenemez, bunlar da görünen türden oldukları için
zekatım vermekten kaçmak da mümkün değildir. Aksi takdirde bu, cezayı mucib bir
isyan halini alır. Hz. Ebubekir'in zekatı vermeyenlere karşı tutumu daha ilk
yıllarda vukubulmuştu. Hz. Peygamber'in tüm arkadaşları bu konuda O'nunla
dayanışma içinde olmuşlardır. Belki de Arapların o dönemdeki* servetlerinin
çoğunluğunu hayvanlar ve toprak mahsûlleri oluşturduğundan dolayı, böyle bir
yapı içinde ortaya çıkan Emevi devleti, ilk yıllarında az olan nakid paraların
zekalına fazla önem vermemiştir, tşte bu ve diğer hususlar, müslüm anların
yapa-geldiklerinc dayanak teşkil etmiştir. Aynca Hz. Peygamber'den rivayet
edilen bazı hadislerde, bazı müslümanlara mallarının zekatlarını yakınlarına
ve yoksullara direk olarak vermelerine izin verilmesi de bu uygulamaya bir
dayanak mahiyetindedir. Selman ed-Dabi'den gelen bir hadis şöyledir: "Hz.
Peygamber şöyle buyurdu. Yoksula sadaka vermek bir sadakadır. Yakınlara vermek
iki sadakadır. Biri sadaka ikincisi de sıla-İ rahimdir."[177]
Hz. Peygamber,
sadakasını (zekatını) kocasına ve çocuğuna vermek için izin isteyen kadına
şöyle demiştir: "Kocan ve oğlu, kendisine tasaddukta bulunduğun
kimselerden daha fazla hak sahibidirler."[178] Hz.
Ömer kendisine malının zekalıyla gelen bir adama "Onu götür ve
paylaştır" demiştir.[179]Hz.
Osman'dan rivayet edilen "kimin yanında verilmesi gereken bir zekat varsa
ondan istenmez. Gönüllü olarak kendisi getirip verir"[180]
sözü insanların bu konuda serbest bırakılmalarının dayanağını teşkil
etmektedir.
Hz. Ömer zamanında
Daru'l-Harp tacirleri müslümanların memleketlerinde ticaret yapmak için İzin
istemişler, Hz. Ömer de getirdikleri malların değerinden öşür vergisi almak
şartıyla onlara izin vermiştir. Ayrıca müslüman tacirlerin de Daru'I-Harp'ten
mal ithal etmelerine izin vermiş ve getirdikleri malların onda birinin iki
buçuğunu yani zekat miktarınca alınmasını emretmiş ve bunu onların vereceği
zekat yerine saymıştır.[181]Bu
da gösteriyor ki, beytü'1-mal bu kolay vesileyle müslümanlardan ticaret
mallarının zekatını toplamış oluyor.
Durum ne olursa olsun,
beytü'l malin hayvanların, toprak ürünlerinin, nakid paralarının ve ticaret
mallarının farz olan zekatlarını toplamasını ve fey İle ganimetlerde olduğu
gibi hakeden sınıflara dağıtmasını yasaklayan ne bir ayet ne de bir hadis
vardır, Çağdaş sosyal hayatın gelişimiyle birlikte bu isi Kur'an'ın gayesini
gerçekleştirmeyi sağlayacak bir şekilde düzenlemek gerekir. Özellikle de
Kur'an genel hatlarıyla ilke ve kuallan belirtmektedir ki, müslümanlar zamanın
gerektirdiği şekilde bu hedefi en iyi bir şekilde gerçekleştirsinler.
Zenginlerin sayısı fazladır ve onlardan birçoğu zekat farizasını yerine
getirme'yi ihmal etmektedirler.
Zekat farizası
Kur'an'in en önemli sosyal güvenlik kurumudur. îslam toplumunda bu güvence
oluşturulduğu zaman toplum içerisinde dayanışma ve yardımlaşmanın en güzel
şekli, refah, kuvvet, güven, barış ve mutluluk sağlanır. Yoksul kesimlerin,
varlıklı kesimlere karşı olan kötü duygulan hafifletilir veya giderilmiş olur
ve İslam binasına yönelik olan tehlikeli ve yıkıcı faaliyetleri, akımları engeller.
Tefsir ve hadis kitapları[182] ıs
üçüncü ayette sözü edilen sekiz sınıf hakkında çeşitli açıklamalar ihtiva
etmektedir. Biz bunlardan bazılarını şu şekilde özetleyeceğiz:
1- Üzerinde
ittifak edilen görüşlere göre fakir ve miskin iki sınıftır. Birçoklarına göre
fakir, iffetli davranıp insanlardan birşey dilenmeyen ihtiyaç sahibidir. Miskin
ise dilenen ihtiyaç sahibidir. Bu iki sınıfın birbirinden farklı olduğunu
belirten bazı görüşlere göre de fakir, müslüman olan ihtiyaç sahibi, miskin ise
zımmi olan ihtiyaç sahibidir. Ta-beri birinci görüşü tercih etmiştir. Ayet
mutlak olup çeşitli dinlere mensubiyet açısından bir ayrım yapmamaktadır.
Kimlerin insanlardan
dilenmelerinin helal olduğu ve kimlere sadakayı vermenin caiz olduğunu gösteren
hadisler rivayet edilmiştir. Sünen sahipleri Abdullah b. Amr'dan şu hadisi
rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber "Sadaka (zekat) zengine ve
çalışabilecek güçte olana helal değildir" buyurdu."[183]
Enes'ten şu hadis
rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Dilenmek şu üç
kişiden başkasına yakışmaz. Açlıktan Ölecek durumda olan fakire, borca boğulmuş
kişiye ve diyet vermek zorunda olan kimseye."[184]
Abdullah'tan şu hadis
rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Kendisini
dilenmekten müstağni kılacak kadar varlığa sahip olduğu halde, dilenen kimse
kıyamet gününde dilenciliğinin derecesine göre yüzünde izler taşıyarak
gelir." "Ya Rasulallah müstağni kılan miktar nedir?" diye
sordular. Hz. Peygamber de 'elli dirhem veya aynı değerde altın' buyurdular."[185]
Ebu Davud ve İbn
Hibban, Sehl b. Hanzaliyye'den şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Yetecek miktarda geçimi olduğu halde dilenen
kimse azabını çoğaltmaktan başka birşey yapmamıştır. Bir rivayette de
"cehennem ateşini çoğaltmaktan" şeklinde gelmiştir. Oradakiler
"Ya Rasulallah, yetecek miktar nedir" diye sordular. Hz. Peygamber
"Yiyip içmesine kafi olan miktardır." dedi. Bir rivayette de
"yirmidört saat karnını doyurabilecek miktardır" buyurdu."[186]
Ebu Davud, Hakim ve
Ahmed Ata b, Yesar'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Zenginlerden yalnızca beş kişiye sadaka helaldir. Allah yolunda
cihad edene, zengin olduğu halde borçlu olana, sadakanın (zekatın) toplanmasında
görev atana, zekatı mal karşılığında fakirden satın almış olana ve zekat almış
bir fakirin, bunu hediye olarak kendisine verdiği zengin."[187]
Behz b. HakinVin, babasından O'nun da dedesinden rivayet ettiği bir hadisi İmam
Ebu Ubeyd şu şekilde zikretmektedir: "Dedim ki: Ya Rasulallah biz,
mallarımızı dilenen bir kavimiz. O da "Bir adam, felakete duçar olduğu
zaman veya insanlar arasında bir ihtiyacı gidermek için dilenir. Bu durumlar
ortadan kalkınca artık iffetli davranır."[188]
Adıy b. Hıyar'dan da şu hadisi rivayet etmektedir: "İki kişi kendisine
şöyle dedi: "Biz Veda Haccında Hz. Peygamberin yanına gittiğimizde
insanlar ondan sadaka dileniyorlardı. Kalabalığı yanp onun yanına ulaştık ve
ondan sadaka dilendik. Bİ2e şöyle bir göz gezdirdi ve bizim güçlü ve sağlam
olduğumuzu gördü. "Eğer istiyorsanız vereyim ama zengine, kazanabilecek
durumda olan sağlam kişiye ondan fayda yoktur" dedi."[189] İbn
Kesir'in Ömer b. Hattab'tan rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir:
"Fakir, malı olmayan kimse değildir, kazancı bereketsiz olandır."
Müslim, Ebu Davut ve
Ncsai, Kabisa b. Mahrik el-Hilali'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Dilenmek ancak şu üç kimseye caizdir: Kefil olan
kimse, bu kişi kefalet görevini yerine getirinceye kadar dilenebilir, sonra vazgeçer.
Başına bir felaket gelip malı helak olan kimse. Buna da maişetini temin edecek
miktarı elde edinceye kadar dilenmek helaldir. Zengin olupta fakir düşen bir
kimse. O-nun kavminden üç bilir kişinin "evet bu adam fakru zarurete
uğradı" diye şahitlik yaptıkları takdirde bu adam, maişetine yetecek
miktarı elde edinceye kadar dilenebilir. Ey Kabisa! Bu üc kimsenin
dışındakilerin dilenmesi haramdır. Dilenen, dilendiğini haram olarak yer."[190] Bu
hadisler, müslümanı terbiye ediyor, onun ahlaki seviyesini
yücelti-yor,dilenmenin zilletinden alıkoyuyor ve kazanmaya teşvik ediyor.
Şüphesiz bu hadisler kendi konumları içinde çok güzeldir. İşte bunlara binaen
bazıları kazanabilecek güçte olana -muhtaç bile olsa- vermeyi kerih
görmüşlerdir. Bazıları acil ihtiyacı bulunmayan, halihazırdaki açlığını
gidererek bir şeye sahip olana da vermeyi hoş karşılamam ıslardır. Bir rivayete
göre bunun en azı elli dirhem veya mukabilinde altın, diğer bir rivayete göre
de kendisini ve ailesini bir gün doyuracak yiyeceğe sahip olmaktır. İmam Ebu
Ubeyd, bu hadislere şu şekilde yorumlamaktadır.[191] Bu
hadisler, dilenmeyi iyice ağır şartlar altına sokmak içindir. Veren ise
dilenciye verdiğinden dolayı sevabı alır. İnsanların genel teamülü ve
alimlerin fetvası böyledir. Buna şunu da ilave etmek daha doğru olur. Veren
kişi fakir olduğunu bildiği bir kimseye, o dikmese bile vermesinde bir sa-kınea
yoktur. En iyisini Allah bilir.
Bazıları da
fakirlerden ve miskinlerden herhangi birine elli dirhemden fazlasını vermeyi
kerih saymışlardır. Bir görüşe göre de bu miktar yüz dirhemdir. Bundan
fazlasını tek bir kişiye vermeyi caiz görenler de vardır. Bunun caiz oluşu
hakkında Ömer b. Hat-tab'tan "Verdiğiniz zaman zenginleşirin." [192] ve
"Onlardan herbirine yüz deve düşse bile onlara sadaka vermeye devam
edeceğim."[193]
sözleri rivayet edilmiştir. Burada çok büyük bir hikmet vardır. Çok güzel ve
büyük bir hedef ortaya konulmaktadır. Çünkü fakir bir kimse bu'sayedc
fakirlikten kurtulur, sadakaya muhtaç olmaktan çıkar.
Mükellefin, sadakasını
(zekatını), bakmakla yükümlü olmadığı fakir ve miskin akrabalarına vermesinin
caiz olduğu konusunda görüşbirliği vardır. Bu konuda Selman b. Amir'den şu
hadis rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Miskine sadaka
vermek bir sadaka yerine geçer. Akrabaya vermek iki sadaka yerine geçer. Sadaka
ve ziyaret."[194]
Ayrıca Hz. Peygamber'den kadının fakir kocasına ve oğluna zekatını vereceğini
anlatan hadis rivayet edilmiştir. Çünkü o kadın şer'an onlara bakmakla yükümlü
değildir. Rivayet edildiğine göre tbn Mesud, hanımının kendisine sadakasını
vermesi konusunda fetva vermiş, o da gidip Hz. Peygamber'e soruncaya kadar bunu
reddetmiş, Hz. Peygamber'e sorunca Peygamberimiz şöyle demiş: "İbn Mesud
doğru söylemiş. Kocan ve oğlu vereceğin sadakaya diğerlerinden daha fazla
layıktırlar."[195]"
Bazıları da ayetin
mutlak oluşundan hareketle sadakadan Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve diğer dinlere
mensup kişilerden fakir ve miskin olanlara verileceğini caiz görmüşken,
bazıları da bunun caiz olmadığını söylemişlerdir. Bazıları da fakir ve miskin
bir müslü-man olmadığı takdirde bunun caiz olacağını söylemişlerdir. Bu surenin
29. ayetinin tefsirinde cizye bahsinde Ömer b. Hattab'ın sadaka ve diğer
hayırların toplandığı beytü'l-malden yahudi olan bir düşkün ve yoksula maaş
bağladığını rivayet etmiştik. Bu uygulama birinci görüşü destekler
mahiyettedir. Bakara suresinin 272. ayetinde de bunu destekleyen işaretler
bulunmaktadır. Ancak üçüncü görüş de doğru ve güzeldir.
2-
"Üzerinde görevli olanlar"m zekatı toplamakla memur kimseler olduğu
hususunda görüş birliği vardır. Bazıları 'bunlara topladıklarının sekizde biri
verilir' derken bazıları da 'onlara zengin bile olsalar çalıştıklarnın
karşılığı verilir' görüşündedirler. Cumhurun da görüşü olan bu görüş daha
doğrudur.
3-
"el-Müellefeti kulubuhum" (kalbleri İslam'a ısındırılmak istenen
kimseler): Bunlar İslam'a ısındırılıp onlara ve yakınlarına iyilikle bulunarak
zengin dahi olsalar onlara zekattan vererek, onların hizmetlerinden istifade
edilecek kimselerdir. Hz. Peygamber, zengin kabile reislerine bu amaçla zekat
vermiştir. Allah'ın İslam'ı izzetli, güçlü kılmasından sonra bu sınılın ortadan
kalktığını söyleyen değişik rivayetler vardır. Ömer b. Hatlab'dan rivayet
edildiğine göre Uyeyne b. Bedr, bu amaçla kendisine gelindiğinde şöyle dedi:
"Hak, Rabbimizdendir, dileyen iman etsin, dileyen de küfretsin"
ayetini okumuş ve 'artık bugün müellefe yoktur' demiştir.
Ebu Taberi şöyle
demiştir: Bana göre doğru olan, Allah'ın sadakayı iki hususa şamil kıldığıdır:
Birincisi müslümanların ihtiyacını gidermek, ikincisi de tslam'a yardım etmek
ve güçlendirmek. İslam'a yardım etmek ve güçlendirmek amacıyla her zaman sadaka
verilir. Hz. Peygamber, Allah kendisine fetihler verip İslam'ı aziz ve güçlü
kıldığı zamanlarda bile kalplerini İslam'a ısındırmak istediği kimselere
sadaka vermiştir. İmam Ebu Ubeyd "bu sınıfın hükmü muhkemdir, ne kitapta
ne de sünnette neshedici bir hüküm yoktur" demiştir.[196]
Burada açıkça bir güzellik ve doğruluk vardır. Bunun anlamı şudur:
Müslümanların yöneticisi, sadakalardan, İslam'a ve müslümanlara faydasını göreceği
kişilere muhtaç olmasalar dahi her zaman ve mekanda verebilir. Liderlerden imanı
zayıf olup, kalpleri ısındırılmak İstenen kişiler ile İslam'a ve müslümantara
faydalı olan işler yapanlar da buna dahildir.
Bazıları, şerlerinden
korkulan kafirlerin şerrini bertaraf etmek veya İslam'a kazandırılmak istenen
kafirleri de bu gruba dahil etmiştir.[197] Bu
güzel olabilir. Bazıları da düşman memleketlerine akın yapmak isteyen
müslümanlan destekleyenleri buna dahil etmişlerdir.[198] Bu
da güzel bir görüş olmakla birlikte bu 'müellefe' sınıfından daha çok 'Allah
yolundakiler' sınıfına girmektedir.
4-
"Fİ'r-Rikab"; efendilerine taksitlerle ödeyecekleri miktar
karşılığında hürriyetlerini satın alacak olan anlaşmalı kölelerdir.
Rivayetlerde aktarıldığı gibi direkt olarak bir köleyi azad eden kişi azad
ettiği köle üzerinde söz ve yetki sahibi olur. Böylelikle köle azad eden kişi[199]daimi
bir menfaat elde etmiş olur. Oysa ki zekatta Taberi'nin de bu görüşü
doğrularken açıkladığı gibi böyle bir durum sözkonusu değildir. Bazıları da bu
kelimenin bir kölenin kölelik bağını çözmek anlamında olduğunu söylemiştir. İbn
Ab-bas'ın zekat ile köle azad edilmesini caiz gördüğü rivayet edilmiştir.
"Köle azad etmek" kelimesine bu anlamı vermek daha doğrudur. Çünkü
hem mukateb hem de mukateb olmayan köleleri kapsamaktadır.Şanı yüce olan Allah
kesin olarak köle azad etmeyi teşvik etmiş ve bunun için bazı yasalar
koymuştur. Burada bu güzel insanlık vazifesine bir yönlendirme vardır.
5-
"el-Garimİne" (Borçlular): Bazıları, 'bunlar, borç ettiklerini
ödemekten aciz kalmış borçlu kimselerdir' demiştir. Bazıları da 'bunlar, bir
diyeti üstlenmiş veya bir borç üstlenmiş ve bunu yerine getirmekten aciz kalmış
veya malı helak olmuş kimselerdir*demişlerdir. Kanaatimize göre ikinci kısım,
birinci kısmın bir alt şubesi gibidir. Kelimenin, kendilerine sadakadan
verilmesinin mubah olduğu bu iki kesimi de kapsadığını bazı hadisler
göstermektedir. Tirmizi, Ebu Saİd'den şunu rivayet etmektedir: "Hz. Peygamber
zamanında bir adamın satın almış'olduğu meyvelerine bir afet gelmiş ve borcu çoğalmıştı.
Hz. Reygamber: *ıO'na sadaka veriniz" buyurdu ve insanlar ona sadaka verdiler.
Ancak bu, borcunu karşılayabilecek seviyeye ulaşamadı. Hz. Peygamber onun alacaklarına
"bulduğunuzu alın, size bundan başkası yoktur" buyurdu. Daha önce
zikrettiğimiz Kabise bin Meharik'ten rivayet edilen ve Rasulullah'ın bir yük
bir yükleyen kimseye zekat vermeyi vaadettiğini gösteren hadis de
bunlardandır. Bazı tabiiler, borç veren kişinin alacağını, darda kalmış
borçluya vereceği zekat yerine saymasını caiz görmüşlerdir.[200]
Gördüğümüz kadarıyla bu da güzel bir yoldur.
6- Birçok
görüşe göre "Tktlah yolunda olanlar" cihad anlamındadır. Bazıları da
'kamuya faydalı olan ve İslam'a güç kazandıran her şey bu tabirin kapsamına
girer' demiştir. Ölülerin ketenlenmesi, kale ve köprülerin yapılması,
mescidlerin bina edilmesi bu kapsama girer. Tabii ki cihad da bundandır.
Görüldüğü gibi bu, daha doğru bir yaklaşımdır. Daha Önce de çeşitli
vesilelerle söylediğimiz gibi "Allah yolunda" tabiri onun yollarından
sadece biri olan savaştan daha kapsamlıdır. Bazıları 'bir müslümana hacca
gitmesi için yardımda bulunmak da bu sınıfa dahildir' demişlerdir. Bu görüşü
delillendi-recek güçlü bir delil yoktur. Kaldı ki hac bizzat gücü yeten kimseye
farzdır. Gücü yetmeyen kimseye hac gerekmez.
7- "İbnü's-Sebil" (Yolcu): Bir yerden
diğer bir yere giden, elinde olanı tükenen, kendi memleketinde zengin bir kişi
olsa bile diğer memleketlerde yardıma muhtaç olmuş bir kişidir. Bazıları bunun
misafir olduğunu söylemişlerse de ayetin genel ruhu birinci görüşü tercih
etmeyi gerektiriyor. Zaten ikinci görüş de birinci görüşten uzak değildir.
Şayet, misafir yabancı ve muhtaç biriyse aynı kapsama girmektedir. Yolcuya zekattan
verilecek olan miktar, onun memleketine ulaşmasına yetecek kadar olmalıdır.
8- Sadakaların ayette belirtilen bu sekiz
sınıfın tamamına mı yoksa bir kısmına mı verileceği hususunda değişik görüşler
vardır. Bazıları bir kısmına vermenin caiz olduğunu söylerken, bazıları da
sadakanın bölüştürülmesi ve tüm sınıfların herbirine ayrı ayrı dağıtılması
gerektiğini söylemişlerdir. Müfessirler bu konu hakkında Ebu Davut'tan şu
hadisi zikretmişlerdir: "Adamın biri Hz. Peygamber'c gelip, kendisine
zekattan bir miktar verilmesini istedi. Hz. Peygamber şöyle dedi: "Allah
zekatların paylaştırılması konusunda ne Peygamber'in, ne de başka birinin
hükmüne razı olmuş, hükmünü kendisi vermiştir. Zekatın verileceği yerleri
sekiz olarak belirlemiştir. Eğer bu sekiz sınıftan birine giriyorsan sana düşen
payını veririm".[201] Taberi
şöyle demiştir: "En doğru söz şudur. Allah malların zekatını sekiz sınıf
arasında sekiz ayrı pay olarak bölüştürmemiştir. İnsanlara zekatların ancak bu
sekiz sınıfa verileceğini bildirmiştir." Görüldüğü gibi güzel olan da
budur. Ne hadisle ne de ayetin metninde ikinci görüşü doğrulayan, destekleyen
bir şey yoktur. Çoğunluk birinci görüşü benimsemiştir. Hemen burada şunu
söylemek doğru olur. Sadakayı tüm sınıflara vermenin vacib olduğunu söylemek,
gerçekleştirilmesi çok zordur. Zekat vermekle mükellef olan kişi zekatını
vermek için bir veya İki sınıftan fazlasını bulamayabilir. Kİ çoğunlukla durum
böyledir. Ama eğer zekatı dağıtacak olan beytü'1-mal olursa her sınıfa ayrı
ayrı verebilir. Çünkü zekatlar her çeşitten ve her yerden gelip orada toplanır.
Durum bu olunca her sınıftan intak edilmesi gerekenlere infak etmek gerekir.
9- Bazıları
bir sınıfa düşen payı onlardan en az üç kişiye vermek gerektiğini söylemişlerdir.
Bu görüş hakkında ne Hz. Peygamber'den ne de sahabeden herhangi bir rivayet
gelmemiştir. Biz de bunun tuhaf olduğunu düşünüyoruz. Çünkü zekat verileceği zaman
tek sınıfa mensup birkaç kişi bulunamayabilir. Zekatım kendisi dağıtan
mükellef, bir kişiden daha fazlasını bulamayabilir.
10- Bazıları
da bir memlekete ait zekatı o memlekette zekatı, hakedenler bulunduğu sürece
başka bir memleketin halkına vermeyi mekruh görmüşlerdir. Bu görüşe delil olarak
Hz. Peygamber'in Yemen'e gönderdiği Muaz'a yaptığı tavsiyeleri içeren hadisi getirmişlerdir.
"Onlara vardığın zaman onları Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz.
Mu-hammed'in O'nun elçisi olduğuna şehadette bulunmaya çağır. Onlar bu konuda
sana itaat ettiklerinde, Allah'ın kendilerine günde beş vakit namazı farz
kıldığını onlara haber ver. Şayet onlar, bu konuda da sana itaat ederlerse, Allah'ın
kendilerine zenginlerden alınıp fakirlere dağıtılan sadakayı farz kıldığını
söyle. Bunu da kabul ettikleri takdirde, kıymetli mallarını zekat olarak
almaktan sakın ve mazlumun bedduasından kork. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah
arasında engel yoktur.[202]
Hadiste gördüğümüz kadarıyla sözkonusu görüşü kesin olarak teyid eden bir delil
yoktur. Bu hadis, İslam'ın prensiplerini ve zekatın bir şerhini kapsamıştır.
Kaldı ki Allah, zekatın verileceği yerleri yalnızca fakirlerle sınırlı tutmamış
çeşitli sınıflara verileceğini söylemiştir. Belki de Hz.Peygamber, Muaz'ı
zekatın verileceği yerleri belirten ayet nazil olmadan önce göndermiştir. Her
bölgeden sadakalar, müslümanlann beytü'l-malİndc toplanır ve her bölgeden
bunun verileceği yerlere verilir. Her bölgenin zekatını o bölgenin halkına
tahsis etmekte herhangi bir hikmet yoktur. Bu görüş, zekatını kendisi dağıtmak
isteyen mükellef için güzel olabilir. Bu kişi zekatını kendisinin dağıtma
işini önceliği akrabalara ve yakınlara tanıyan hadislere uyarak yapmış olur. Bu
hadislerden bazılarını biraz önce zikretmiştik.
Hikmeti ilahi, namazda
olduğu gibi zekatın ölçülerini (nereden ne kadar verileceğim) Kur'an'da
belirtmemeyi gerekli görmüş ve bunu Hz. Peygamber'in sünnetine bırakmıştır.
Konuyu tamamİamak amacıyla ana prensipleri burada zikretmeyi faydalı buluyoruz.
1- Üretim
için elde bulundurulan develerin sayısı beşe ulaşınca zekat gerekir. Bu sayının
altına düşenlerde zekat yoktur. Beş devede bir koyun verilir. Bu sayı develerin
sayısının artmasıyla birlikte artar.[203]
EkinVe sulama için kullanılanlar bundan istisna edilmiştir. Onların zekatı,
ürettikleri mahsûllerin zekatları içindedir.[204]
Aynı şekilde ticaret için beslenen develer de bunun dışındadır. Çünkü bunların
zekatı da ticaret mallarını nki gibi değerine göre verilir.[205]
2-
Sığırlarda nisab miktarı otuzdur. Bunun altına düşen sığırlarda zekat verilmez.
O-tuz sığırda bir-iki»yasına girmiş bir dana zekal olarak verilir. Bu sayı
sığırların artmasıyla birlikte artar. Develer hakkındaki iki istisna sığırlar
İçin de geçerlidir. Cam ısların zekatı da sığırların zekatı gibidir.[206]
3- Koyun ve keçilerin njsabı da kırktır. Kırka
ulaşamayan koyunların zekatı verilmez. Kırk koyundan yüz yirmi koyuna kadar,
bir koyun zekat olarak verilir. Bu sayı yine koyunların sayısının artmasıyla
birlikte artış gösterir. Ticaret için bulundurulan koyunlar bundan istisna
edilmiştir. Onların zekatı değerlerine göre verilir.[207]
4- Altının
nisab miktarı yirmi dinardır. Gümüşünki ise ikiyüz dirhemdir. Bunun altında
olanda zekat yoktur.[208] Nisab
miktarının üstüne çıktığında her yüzde ikibuçuk verilir. Zekatın verilmesi
için üzerinden bir tam yılın geçmesi gerekir. Bundan da, sözko-nusu nisabın
nafakadan artan kısım olduğu anlaşılmaktadır. Bu görüşe göre altının zekatı
altın, gümüşün zekatı da gümüş olarak verilmelidir. Öyle ki bunların birine
sahip olan kişi diğerirîe sahip olmadığından elinde bulunanın zekatını ondan
verir. Diğer bir görüşe göre de allın ya da gümüşün nisabına ulaşınca, altın ya
da gümüşün nisab miktarının altına düşmesine bakılmaksızın zekatın verilmesi
gerekir. Görüldüğü gibi doğru olan da budur. Çünkü nakit para, malın kendisi
olmayıp, onun pahasıdır. Değeri de kullanıldığı faydayla takdir edilir.
Üzerinden bir yılın geçtiği nisab miktarının, sahibinin üzerinde olması muhlcmc!
borcundan fazla olması gerektiği konusunda görüş birliği vardır.
5- Ticaret
mallarının ve eşyanın değeri de iki nisabtan biri esas alınarak hesaplanır ve
bu nisaba ulaşınca aynı şekilde zekatın verilmesi vacib olur. Ticaret için elde
bulundurulan köleler de buna dahildir. Aynı zamanda süs için değil de ticaret
için bulundurulan çeşitli cevherler ve kıymetli taşlar da bu kısma girer. Süs
için kullanlanlara gelince, bu konuda iki görüş vardır. Bazıları bunlara da
zekat vaciptir derken, bazıları da bunların temel İhtiyaçlar olduğunu
söyleyerek zekatın verilmesi gerekmediğini söylemiştir.[209]
Kanaatimize göre bu
görüş daha doğrudur.
6- Borç
mallar için değişik görüşler vardır. Bazılarına göre borcun kesin olarak zekatının
verilmesi gerekir. Bazısına göre bunun sahibine zekat gerekmez, ancak borçluya
gerekir-Bazılarına göre de, borç malı elde edinceye kadar zekat gerekmez. Bazı
görüşlere göre de, alınması umulan malların zekatını sahibi verir. Şayet
alınması umuluyorsa alındığı zamana kadar tecil edilir. Belki de bu görüşlerin
en doğru olanı kanaatimize göre; alınması umulan malın zekatının verilmesi,
diğerinin de alınacağı zamana kadar tecil edilmesidir.[210]
7- Kullanmak
amacıyla elde bulundurulan at, kalır ve eşekler için zekat vermek gerekmez.
Ticarel İçin olduğu zaman, bunlar da ticaret için elde bulundurulan deve, sığır
ve koyunlar gibidir.[211]
8- Buğday,
arpa, hurma, kuru üzüm nisabı beş 'usuk'tur. (Bir vesak 60 saya eşittir). Bunun
altına düştüğünde zekat gerekmez. Bir vesak 15 müd, bir müd abdest suyuna kafi
gelecek bir kap su veya 2 rıtl ağırlığında yani yaklaşık olarak 400 gramdır.[212] Bu
nisabın üstüne çıkan ve kar-yağmur sularıyla sulananlarda öşür, kuyu suyu,
sucu veya hayvanla su taşınmak suretiyle sulananlarda ise yarım öşür verilir.[213]
9- Üzüm, yaş
hurma ve pamuk, zekatlarının verilip verilmeyeceği konusunda ihitlaf edilen nohut, mercimek, bal, zeytin ve
sebzeler gibidir. Buradaki ihtilaf, hadislerin ihtilafından kaynaklanmaktadır.
Öyleki bu ürünler bazı hadislerde zikredilmiş bazılarında zikredilmem iştir.
Bazıları bu ürünler satıldığı zaman ticaret malı hükmüne girer ve altın ya da
gümüşün nisab miktarına ulaştığında zekatının verilmesi gerekir demişlerdir.
Buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm bunun aksine zekata tabidir. Sadece yemek
amacıyla da olsa sahibi, nisap miktarına ulaşan bu malların zekatını vermek
zorundadır.[214]
10- Sahibi
borçlu olan toprak mahsûllerinin zekalı konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları
zekatın verilmesi gerektiğini söylerken bazıları da zekatın gerekmediğini söylemiştir.
Bazıları da bu ikisinin ortasını bulmaya çalışmış ve borç miktarı bunların değerinden
düşürüldüğünde ve şayet nisap miktarı duruyorsa zekatın verilmesi gerekir demiştir.[215]! Bu
daha doğrudur. En iyisini Allah bilir.
Kendilerine zekat farz
olanlara karşı yumuşak davranılması, tahsildarların onlara gittiklerinde onları
sıkıştırmamaları, onlara en sevimli olan mallarını almamaları konusunda
Kitabu'l Emval'de bir çok hadis ve rivayet vardır. Bunlar Kur'an'm genci prensiplerine
ve Hz. Pcygamber'in tavsiyelerine uygundur. Bu sûrenin 34. ayetinin tefsirini yaparken
zekatın verilmesi gerektiği ve onu vermiyenlerin uyarılmaları hakkında rivayet
edilen hadisleri zikrettik. Bu hadislerle zekat konusu arasındaki ilişkiyi
kurmak için bununla yetiniyoruz.
Sonuç
olarak diyoruz ki ayetlerin anlamı hukuki dayanak olması hasebiyle, güç
yeti-renlerin zekat vermeleri, muhtaçlara yardım etmeleri, Allah yolunda,
hayırlı işlerde ve kanun yararına olacak konularda harcamada bulunmaları
hakkındaki Kur'an'ın genel prensipleriyle uyum içerisindedir. Bir taraftan
bunlar ortaya konulurken diğer taraftan da burada anlatılanların gönüllü olması
gereği vurgulanmaktadır. Bu görev, İslami otoritenin görevleri asasında
sayılmış ve tsiam devletinin ekonomik ve sosyal siyasetinin bir parçası kabul
edilmiştir. Enfal süresindeki ganimetlerle ilgili, Haşr süresindeki fey ile ilgili
ayetlerin tefsirinde açıkladığımız gibi bu ayetlerde de Kur'anî yasamaya ait
özelliklerin güzelliği görülmektedir? [216]
61-
İçlerinden bazıları da Peygamber'i incitirler. 'O, (her söyleneni dinleyen) bir
kulaktır'[217] derler. De ki: '(O)
sîzin için hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere inanır (güvenir). Sizden
inananlar içinde o bir rahmettir. Allah'ın elçisini incitenlere acı bir azab
vardır.
Bu ayette şu hususlar
belirtilmektedir.
1-
Münafıkların diğer bir tavrına dikkat çekilmiştir. Öyle ki onlar sözleriyle Hz.
Peygamber'i incitirler. Ve onu kendisine söylenen herşeyi dinleyip tasdik
etmekle nitelerler.
2- Hz. Pcygamber'e, onlara karşılık verip onları
uyarması emredilmektedir. Şayet Hz. Peygamber onlann dediği gibi bir
"kulak" ise O, samimi müslümanlar için bir hayır kulağıdır, şer
kulağı değildir. O, Allah'a iman etmiş ve yalnızca O'na güvenmektedir.
O,
aynı zamanda samimi müslümanlara inanmakta, onlara destek olmakta ve onlar hakkında
hüsnü zan beslemektedir. O, yaratıklar içinde samimi müslümanlara bir
rahmettir. Hz. Peygamber'e gerek sözle gerek fiille açık ya da gizli her ne
şekilde olursa olsun eziyet edenler Allah'ın acı azabına duçar olurlar. [218]
Tabcri ve diğer
müfessirler149 şunu rivayet etmişlerdir: "Bazı münafıklar Özel meclislerinde
Hz. Peygamber'i kötülüyorlardi. Bu özel meclisin haberinin O'na ulaşacağı
hususunda birbirlerini uyarırlarken şöyle diyorlardı. Onun kolay ikna edilebilen
bir kulağı vardır. Burada yaptığımızı inkar eder ve yemin ederiz. O da bizi
doğrular ve ikna olur." Bu rivayet genel olarak* ayetle uyuşmaktadır.
Bizim kanaatimize göre bu ayet şu anlama gelmektedir. Münafıklar, hemen duyduğu
ve kendisine aktarılan herşeyi doğruladığı İçin Hz. Peygamber'i
ayıplamıslardır. Aslında gerçekte onlar, bununla Hz. Pey-gamber'i kötülemek ve
onu incitmek istiyorlardı.
Bizim tercihimize göre
ayet, yalnız başına ve rivayette anlatılan olaydan dolayı nazil olmamıştır. Bu
ayet, kendinden önceki ayetlerin bir devamı ve parçasıdır. Kendinden öncekine
atıfta bulunması, önceki ayetlerde sözkonusu edilenlere dönen çoğul zamirini
(onlar) kullanması bunun işaretidir. Durum bu olunca şu söylenebilir: Bu
tavırlar, münafıkların bilinen eski davranışlarıdır. Ancak, Tcbük savaşı
esnasında onların ağırdan davranıp bu savaştan geri kalmalarını eleştirmek
amacıyla onlann ahlakları, tutum ve davranışları hakkında hatırlatmada
bulunmaktadır.
Ayette,
onlann söylentileri reddedilerek Hz. Peygamber'in yüce ahlakı Allah tarafından
övülmekte ve onun sahip olduğu güzel ve yüce sıfatlar anlatılmaktadır. Bunun
için burada onların sözlerine güçlü ve kesin bir şekilde karşılık verilmiştir.
Hz. Peygamber mü'mirilerin hayırlı kulağıdır. Samimi müslümanlar hakkında kötü
zan sahibi değildir. Onlara güvenmekte ve onlan doğrulamaktadır. Özellikle de
o, Allah'a inanıyor, O'na dayanıyor ve O'ndan ötesine aldırış etmiyor. Bu
insan, ayetin dediği gibi gerçekten büyük bir rahmettir. Çünkü gereksiz yere,
özellikle de samimi olanlar hakkında kötü zan beslemek ve şüpheleri çoğaltmak
nefsin arzulandır ve işleri altüst eder. Allah, mü'minleri Hucurat suresinde
bundan nehyetmişti. Şüphesiz bu sıfat, sözkonusu açıklamaya göre ümmetin
yönetimini elinde bulunduranlar için güçlü bir ilham kaynağıdır. [219]
62-
Gönlünüzü hoş etmek için gelip size Allah'a yemin ederler. Halbuki İnanmış
olsalardı Allah'ı ve elçisini razı etmeleri daha uygun olurdu.
63- Onlar
bilmediler mi ki, kim Allah'a ve elçisine karşı koymaya kalkışırsa onun için
sürekli kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte büyük rezillik budur.
Her
iki ayetin de ibareleri'gayet anlaşılır bir şekildedir. Münafıkların,
mü'minleri razı etmek için yemin etmelerini konu edinmekte ve onlara karşı
koyarak, "şayet onlar gerçekten doğru kimseler olsalardı onların Allah'ı
ve Peygamberi razı etmeleri gerekirdi" diyerek Allah'a ve Peygamberi'ne
karşı koymaya çalışanları daimi bir azap ve büyük bir rezillikle uyarmaktadır.
[220]
Müfessirlerin rivayet
ettiklerine göre[221],
samimi müslümanlardan bir genç, münafıkların bir giztfi oturumlarına şahit
olmuştu. Münafıklar orada Hz. Peygamber'i çekiştiriyorlardı. Genç onların bu
durumlarını Hz. Peygamber'e bildirdi. Hz. Peygamber onları kınayınca
münafıklar, yemin ederek bunu inkar ettiler. Hz. Peygamber onları doğrulamaya
yanaştı. Ama genç iddiasında ısrar etti ve Allah'ın doğru söyleyenle yalan
söyleyeni açığa çıkarması için dua etti. Bunun üzerine bu iki ayet nazil oldu.
Rivayet asıl itibariyle
gerçekleşmiş olabilir. Ancak kanaatimize göre bu iki ayet önceki ayetin
kapsamıyla ve münafıkların, mü'minlerin içinde bulundukları bazı tavırları
sergilemesiyle bağlantılıdır. Münafıkların, Hz. Peygamber'i özel
toplantılarında çekiştirmeleri, ayıplamaları gibi tavırlarını eleştirmekte ve
reddetmektedir. Münafıklar kınandıkları şeyden dolayı Hz. Peygamber'i ve
samimi mü'minleri razı etmek için kendilerini temize çıkarmak istemişlerdir.
Bu dediğimizle
birlikte tercihimiz odur ki, bu iki ayet yeni bir olaya binaen nazil olmamıştır
ve kendinden önceki ayetlerden bağımsız değildir. Ayetlerin içerdiği tavırlar,
münafıkların eskiden beri takındıkları tavırlardır. Münafıkların tutum ve
davranışlarını, ahlaklarını ortaya koymak, hatırlatmak için onları yeniden
zikretmiştir. Ayetlerin kendinden öncekine atıfta bulunması ve çoğul gaib
zamirinin kullanılması bu söylediklerimizi delillendirmektedir.
Ortaya
konulan manzarada münafıkların diğer bir tutumları görülmektedir. Münafıklar
korku!arın'dan riyaya başvurarak Hz. Peygamber'in ve samimi mü'minlerin rızasını
kazanmaya çalışmaktadırlar. Bu manzara, hak taraftarlarının ve mücahitlerin
güçlendiği tüm ortamlarda tekrar eder. Burada da samimiyetlerini
ispatlayamayan münafıklara aldanmamak ve önemli koşullarda onların iddialarını
doğrulamamak konusunda uyarılarda bulunmaktadır. [222]
64- Münafıklar, kendileri hakkında, kalplerinde
bulunanı kendilerine haber verecek bir sûrenin indirileceğinden çekiniyorlar.
De ki: Siz alay edin, Allah çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır.
65- Eğer onlara sorsan "Biz sadece lafa
dalmış, şakalaşıyorduk." derler. De kî: "Allah İle, O'nun
ayetleriyle ve el-çisiyle mi alay ediyorsunuz?"
66- Özür
dilemeyin, siz inandıktan sonra inkar ettiniz. Sizden bir kısmını affetsek
bile suçlu oldukları için bir ktsmı-na da azabedeceğiz.
Bu ayetlerde şu
hususlara işaret edilmiştir:
1-
Münafıkların, gerçek yüzlerini ve gizli oturumlarını açığa çıkaracak bir ayetin
nazil olmasından çekindikleri belirtiliyor.
2- Hz.
Peygamber'e, onlara Allah'ın çekindikleri ve umdukları şeyi onların alaylı tavır
ve sözlerine, hafife almalarına rağmen gerçekleştireceğini bildirmesi
emredilmekte-dir.
3- Onlar,
toplantılarında olan şeylerden dolayı kınandıkları zaman özür düemelerine, 'biz
lakırdı yapıp şakalaşıyorduk' demelerine işaret edilmekledir.
4- Bir soru cümlesiyle onların tutumları
eleştirilerek samimi bir mü'minin lakırdı yapması, oyuna dalıp gitmesi, şaka
yapması, Allah ile, ayetleriyle ve elçisiyle alay etmesinin doğru olup
olmadığı belirtilmektedir.
5- Uyarmak
amacıyla onlara özür dilemelerinin kendilerine bir fayda sağlamayacağı
bildirilmektedir. Çünkü onlar iman ettikten sonra küfrettiler. Şayet Allah
onlardan bazısını levbe etmeleri ihtimaliyle affetse bile bazısını da
kesinlikle cezalandıracaktır. Çünkü onlar suçludurlar ve bu konuda
ısrarlıdırlar.
Münafıkların
Durumlarının Açığa Çıkmasından Korkmaları
Müfessirler bu
ayetlerin sebebi nüzulü hakkında çeşitli rivayetler zikretmiştir[223].
Bİr rivayete göre münafıklardan bir grup, Hz. Peygamber'in Tebük'ten
dönüşüsırasmda gizlendi ve onu bineğinden yere düşürmek istedi. Bunun üzerine
bu ayetler nazil oldu. Hz. Peygamber onların bu durumlarını öğrenip onları
eleştirince onlar da bunu inkar edip Özür dilediler. Bazı rivayetlere göre de
bazı münafıklar Tebük'e yolculuk esnasında Hz. Peygamberi eleştiriyor, Allah'ın
kendisini Rumlar'a karşı muzaffer kılacağını vaadet-mesine alay ediyorlardı.
Hz. Peygamber, onların bu durumlarını Öğrenince orduyu durdurdu ve onları
eleştirdi. Onlar da bunu inkar edip özür dilediler. Onlardan bazıları tev-be
edip iyi bir mü'min oldu. Bazı rivayetlere göre de münafıklardan bir adam,
yolculuk esnasında Hz. Peygamber'in arkadaşlarından hafız olanları
çekiştiriyordu ve "onlar bizim içimizde en obur, en yalancı ve düşmanla
karşılaştığı zaman da en korkak olanlardır" diyordu. Samimi olanlardan
biri onu yalanlayıp durumunu kendisine iletmek için Hz. Peygamber'e gitti.
Ancak Kur'an'ın kendisinden önce olayı haber verdiğini gördü.
Yine müessirlerin
rivayet ettiğine göre münafıklar, Hz. Peygamber'i ve samimi olanları
çekiştirmek için bir araya toplandıklarında "belki de Allah bizim
sırrımızı açığa vurmaz" diyorlardı. Beğavi birinci rivayetle ilgili olarak
şunları söyler: Hz. Peygamber'in bazı arkadaşları bu komplocu grubun
öldürülmesi fikrini beyan edince o da şöyle dedi: "Arapların 'Muhammed ve
arkadaşları muzaffer olunca, dönüp onları Öldürdüler' demesinden
hoşlanmam." Müfessir bu adamın ismini zikredip onun tevbe ettiğini ve Allah'ın
affına mazhar olduğunu söylemekledir. İsmi Mahşi b. Humeyr el-Eşcai olan bu
kişi rivayet edildiğine göre şöyle diyordu: "Ey Allah'ım, muhakkak ki ben
hâlâ benim kastedildiğim, tüyleri ürperten ve kalpleri titreten bir ayet
işitiyorum. Ey Allah'ım, Ölümüm senin yolunda olsun. Hiç kimse "ben
cenazesini yıkadım, ben kefenledim, ben defnettim" demesin." Bu kişi
Yemame günü öldürüldü.
Kanaatimize göre
bunlardan üç rivayet ayetlere tam bir uyum arzetmektedir. Ayetin kapsamı,
anlamı ve ruhu bunun, münafıkların Hz. Peygamber'! ve arkadaşlarını
çekişlirdikleri, alaylı bir tavırla endişelerini dile getirdikleri
toplantılarından biri hakkında olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber onların
bu durumunu öğrenip onları kınayınca onlar da Özür dilediler. Onlardan bazısı
tevbe edip iyi bir müslüman oldu, bazısı da küfür ve nifak içinde bocalamaya
devam etti. Bu toplantı Tebük savaşı esnasında olabilir ve ayetler hemen bir
önceki ayetlerle bir uyum ve bütünlük içerisinde nazil olmuş olabilir. Ancak
bizim tercihimize göre bu ayetler bağımsız olarak nazil olmayıp önceki ayetlerin
bir devamı mahiyetindedir. Münafıkların toplantıları da daha önceydi. Ayetler,
savaştan geri kalan münafıkların tutum ve davranışlarını eleştiren,
ahlaklarına göndermede bulunan diğer ayetler gibi yine onların ahlaklarını
hatırlatmakta ve onları eleştirip kınamaktadır. Durum bu olunca bu ayetler
Tebük savaşı esnasında nazil olmuştur. En iyisini Allah bilir.
Ayetlerin anlattığı
tavır ve davranışların, hastalıklı kalp taşıyanlardan her koşulda -Özellikle de
zor şartlarda- ortaya çıkması mümkündür. Ayetler ilgili kişilere, münafıkların
Özür ve tevbeleri doğrulanıp gerçekleşmediği sürece onların bu tutum ve
davranışlara karşı uyanık olmalarını, ileri sürdükleri yalan özürlere
aldanmamalarını Öğütlemektedir.
Beğavi'nin,
Hz.Peygamber'in kendisine komplocu grubun Öldürülmesi teklif edilince verdiği
cevabı içeren rivayeti üzerinde durduğumuzda şunu görürüz: Bu cevabın bir
benzeri, Hz. Peygamber tarafından Medine münafıklarının başı Abdullah b.Übey b.
Se-lul hakkında verilmişti. Bu hususu "Münafikun" suresinin
tefsirinde açıkladık. Burada da Hz. Peygamber'in münafıklara karşı tavrı ve
onları yakalayıp cezalandırmadığı görülmektedir. [224]
67- Münafık erkekler ve münafık kadınlar
birbirlerinden-dir. Kötülüğü emreder, İyilikten meneder ve ellerini sıkı tutarlar.
Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu. İşte münafıklar, fâsıkların ta
kendileridir.
68- Allah,
münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kafirlere İçinde sürekli kalacakları
cehennem ateşini vaadetmiş-tir. Bu, onlara yeter. Allah, onları lanetlemiştir.
Onlar için sürekli bir azab vardır.
69- Sizden evvelkiler gibi ki kuvvetçe sizden
daha çetin, mal ve evlatça sizden daha çok idiler de dünya hayatından
kısmetleriyle[225] zevk sürmeye
bakmışlardı. Sizden önceki-ler kısmetleriyle nasıl zevk sürmek istedilerse siz
de öyle
kısmetinizle zevk
sürmeye baktınız. Siz de o batağa dalanlar gibi daldınız'[226].
İşte bunların dünya ve Ahİrette bütün amelleri heder oldu. İşte bunlar hep o
hüsran içinde kalanlardır.
70- Onlara
kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen
halkının ve üstü altına gelmiş şehirlerin haberi gelmedi mi? Elçileri, onlara
apaçık deliller getirmişti. Allah onlara zulmedecek değildi. Ama onlar, kendi
kendilerine zulmediyorlardı.
Ayetlerin ibareleri
açık olup, müfessirler bunlarla ilgili herhangi bir rivayette bulunmamışlardır.
Bunlar da önceki ayetlerin devamıdır. Münafıkların tutumlarını, davranışlarını,
ahlaklarım, niyetlerini, kötü ahlaklarını ve tuzaklarım anlatan önceki ayetlerden
sonra gelerek onların münkeri emredip, iyiliği menettikleri, ellerinde
bulunanlara karşı Çok cimri oldukları, Allah'ı ve hesabını unuttukları
konusunda kadınıyla erkeğiyle birbirine destek veren bir topluluk olduklarını
belirtiyor. Onların bu durumlarını küçümseyerek, ne mal ne de evlat çokluğu,
dünya nimetleri ve onlara sıkı sıkıya yapışma, ortaya sergiledikleri yalan,
külür, tuzak, kötülük, hile ve kurnazlık açısından toplumlar içinde onların ilk
olmadıkları vurgulanmakladır. Onlardan daha güçlü kuvvetli olan, daha çok mal
ve evlad sahibi olan öncekiler, Allah'ın gazabına uğradılar. Onlar Allah'ı aciz
bırakacak değillerdi ya.
Onların amelleri boşa
gitti, dünya ve Ahirette hüsrana uğradılar. Kafirlerle birlikte onlar için
ebedi bir ateş vardır. Lanet de onların üzerine olsun.
37. ayetten beri olan
tüm bu ayetler, Tebük gazvesine çağrıldıklarında ağırdan davranan ve savaştan
kaçan, onların tutumlarını, ahlaklarını, tuzaklarım hatırlatıp eleştiren
üslubuyla bir bütünlük ve kesinlik arzetmektedir. Münafık kadınların da
zikredilmesi belki de dediğimizi desteklemektedir. Çünkü büyük bir ihtimalle
münafık kadınlar, münafık erkeklerle birlikte Tebük savaşına katılmadılar.
Burada zikredilmelerinin sebebi münafık erkeklerle birlikte Medine'de çirkin
fiillere karışmalarıdır. Münafık kadınların, münafık erkeklerle birlikte
zikredilmesi birkaç yerde daha vardır. Bu da, daha önce söylediğimiz Arap
kadınının, Hz. Peygamber toplumundaki kişiliğinin, en azından bazı bariz kadın
şahsiyetinin varolduğu şeklindeki düşüncemizi desteklemektedir. Aynı zamanda
bu hususlar birçok yerde zikredilen samimi mü'min kadınlar için de geçerlidir.
70.
ayet münasebetiyle Kur'an'ın eşsiz üsluplarından birine işaret edelim. Önceki
toplumların ve elçilerin haberleri Mekki surelerde ayrıntılarıyla birlikte
anlatılmaktaydı. En azından onlar hakkında kısa da olsa bilgiler içeriyordu.
Ama bu sûredeki bu ayette ve Hadid, Teğabun gibi diğer Medeni sûrelerde detaya
girmeksizin hızlı bir şekilde hatırlatmada bulunmaktadır. [227]
71- Mü'min
erkekler İle mü'min kadınlar birbirlerinin veli-sidirler. İyiliği emrederler,
kötülükten menederler, namazı kılarlar, zekatı verirler, Allah'a ve Rasulü'ne
itaat ederler. İste onlara, Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm
ve hikmet sahibidir.
72- Allah, İnanan erkeklere ve inanan kadınlara,
altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler ve Adn
cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'ın rızası ise hepsinden
büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.
Müfessirler, bu
ayetler hakkında herhangi özel bir rivayet zikretmemişlerdir. Kanaatimize göre
bu iki ayet, münafıkların eleştirilip uyarılmalarına karşılık samimi
mü'min-leri müjdelemek ve onları övmek için gelmiştir. Samimi mü'minler, kadın
ve erkek, içerisinde hak ve hayır bulunan herşeyde birbirine yardımcı olur ve
destek verir. İyiliği emrederler, kötülüğü menederler, namazı ikame ederler,
zekatı verirler, Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederler. Bundan dolayı da güçlü ve
hikmet sahibi olan Allah'ın rahmelinc mazhar olacaklardır. Allah, onlardan razı
olmasının yanı sıra onların içinde daimi olarak kalacakları Adn cennetlerinde
güzel meskenler vaadetmiştir. Buna göre ayetler öncekilerden ayrı değildir.
Daha önce de çeşitli örneklerini gördüğümüz Kur'an'ın bu tür karşılık veren
üslubu sık sık kullanılan bir metoddur. Bu iki ayetin bu üslupla gelmesi,
ayetler arasında bir bağın ve bütünlüğün olduğu, dolayısıyla bunun bir parçası
olduğu şeklindeki görüşümüzü desteklemektedir. Mü'min kadınların burada
zikredilmesi daha önce dediğimiz gibi Hz. Peygamber'in toplumumla Arap kadmın
aktif olduğunu ve İslam davetinde birbiriyle zıt iki farklı konumlarda rol
aldıklarını göstermektedir.
Mü'min kadınların,
mü'min erkeklerle birlikte zikredilmesinin çeşitli vesilelerle belirttiğimiz
gibi başka bir sebebi daha vardır. Bu İki ayet bunu güçlendirmek ve desteklemek
için gelmiştir. O da Kur'an'ın, kadının şahsiyetini, erkeğin şahsiyeti yanında
İslam toplumunda kökleşmesini sağlamasıdır. Kadının islami sorumlulukları
yerine getirmede aile, siyaset ve sosyal alanlarda erkekle eşit olduğuna,
Özellikle de iyiliği emretme, köliilüklen alıkoyma, topluma faydalı olan her
alanda ve konuda erkekle bir dayanışma ve yardımlaşma içinde olduğuna işaret
edilmektedir. Kur'an'm ve İslam hukukunun evrensellik ve süreklilik açısından
farklı ve seçkin oldukları büyük bir gayedir bu.
Müfessirlcr, bu iki
ayet hakkında içinde cennetin, güzel evlerin, Allah'ın rızasının vasfedildiği
ve bazılarında da salih amelin teşvik edildiği birçok hadis zikretmişlerdir.
Bunlardan biri İbn Mace'nin Üsame b. Zeyd'den rivayet ettiği şu hadistir.
"Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Cennete koşan yok mu? Şüphesiz cennetin bir
benzeri yoktur. Kabe'nin Rabbi'ne andolsun ki, o parlayan bir nur, sallanan bîr
reyhan, çok değerli bir köşk, devamlı akan bir nehir, olgun bir meyve, güzel
bir eş, pekçok süsler, selamet yurdunda ebedi kalış, meyveler, yeşillikler,
bol geçim, yüce ve güzel bir yerde nimettir, Onlar "evet, ya Rasulullah
biz oraya koşanlarız" deyince Hz. Peygamber "inşallah (Allah
dilerse) deyiniz" dedi. Bunun üzerine onlar da "Allah dilerse"
dediler."[228]
Tirmizi, Hz. Ali'den
şunu rivayet etmiştir:"Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Cennette öyle odalar
var ki dışları içlerinden, içleri de dışlarından görülür."Bir bedevi
kalkıp "Ey Allah'ın elçisi bunlar kimin içindir?" diye sordu. Bunun
üzerine Allah Rasülü "Hoş sözlü, yemek yediren, oruca devam eden ve
insanlar uykudayken geceleyin namaz kılanlar içindir" dedi.[229]
Buhari,
Müslim ve Tirmizi, Ebu Said'ten şu hadisi rivayet etmişlerdir. "Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: Allah cennet halkına, "ey cennet halkı" diye seslenir.
Onlar: "Buyur Rabbimiz, mutluluk ve hayır senin elindedir" derler.
Allah "hoşnud oldunuz mu?" diye sorar. Onlar, "Ey Rabbimiz,
niçin razı olmayacağız ki, yarattıklarından hiçbirine vermediğini bize
verdin1' derler. "Bundan daha fazlasını size vereyim mi?" diye sorar.
Ûniar da: "Ey Rabbimiz bundan daha üstün olan hangi şeydir" derler.
Allah, "hoşnutluğum size helal olsun, bundan sonra size asla gazab
etmeyeceğim" buyurur. Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin Abdullah bin Kays'lan
rivayet ettikleri hadis de şöyledir: "Rasulullah (s) şöyle buyurdu:
Kaplan ve içindekileri altından olan iki cennet vardır. Adn cennetinde bulunan
topluluk ile Rablerine bakmaları arasında sadece Kibriya örtüsü vardır."[230]
İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Ey Allah'ın
elçisi bize cennetten bahset. Onun binaları nasıldır?" dedik. Hz.
Peygamber "kerpiçleri allın ve gümüş, sıvası misk, çakılları inci ve yakut,
toprağı za'ferandir. Kim oraya girerse ihtiyaçh ve kötü dununda olmaz, nimete
kavuşur. Ebedi olur ve ölmez. Elbiseleri eskimez ve gençliği sona ermez"
buyurdu."[231] [232]
73- Ey
Peygamber, kafirler ve münafıklar ile cihad et ve onlara karşı sert ol. Onların
varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.
Ayetin ibareleri
açıktır. Müfessirler bu ayetle ilgili özel bir rivayet zikrelmemişler-dir.
Anlaşılan odur ki bu ayet, kendisinden önceki iki ayeti mevzu ve bütünlük
açısından birbirine bağlamak içindir. Ayetin ilk amacı, Hz. Peygamber'in
tuzakları, ahlakları ve tutumları ortaya sergilenen münafıklara karşı alması
gereken tavrı ortaya koymaktadır. Kafirlerin de burada zikredilmesi genelleme
içindir. 67. ayet, zaten her iki kesimin de (kafİr-münafik) Ahiretteki dönüş
yerlerini anlatmaktadır. Bu ayetin nassj aynı zamanda Tahrim 9. ayette de
zikredilmiştir.
Taberi, ayet hakkında
birbiriyle çelişen iki rivayet aktarmaktadır. Biri İbn Me-sud'dan rivayet
edilip, ayetin, Hz. Peygamber'e müşrikler ve kafirlerle cihad ettiği gibi
münafıklarla da cihad etmesini emrettiğini belirtirken diğeri de İbn Abbas,
Dehhak ve Hasan'dan rivayet edilip, bu gruplara karşı olan muamelenin
farklılığını belirtmekte kafirlerle cihadın savaş ve kılıçla olduğunu,
münafıklarla cihadın ise söz ve tavır olarak onlara karşı sert davranmak
olduğunu açıklamaktadır. Bu meseleyle ilgili yorumumuzu Tahrim süresindeki
ayetin geçtiği yerde, Hz. Peygamber'in münafıklar karşısındaki tavrını da
Bakara ve Ahzab sûrelerinde açıkladık. Tekrarlamaya gerek duymuyoruz. Ancak
şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber, hayatının sonuna kadar münafıkları harbi
düşman i-lan etmemiş, onlarla savaşmadığı gibi onların öldürülmelerini de
emretmemiştir. Bu da Hz. Peygamber'in, bu ayetleri izin amaçlı olduğu, emir
olmadığı şeklinde anladığını göstermekledir. O, bu konumunda İslam ve
müslümanlar için maslahat ve hayır görüyordu.
Bu
ayet de benzerleri gibi, Hz. Peygamber'in uygulamasıyla birlikte, münafıkların
ve hasta kalpli insanların hak yoldan sapmış dini, toplumsal ve milli
faaliyetlerine İslam'ın ve müslümanların maslahatını korumak için şiddetle
karşı koymak gereğini açıklamakladır. [233]
74- Onlar
söylemediklerine, Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü söylediler,
İslam olduktan sonra inkar ettiler, başaramadıkları birşeye kalkıştılar. Sadece
Allah ve elçisi, Allah'ın lütfuyla kendilerini zengin etti diye öc almaya
kalktılar. Eğer tevbe ederlerse kendileri için daha hayırlı olur. Yok eğer
dönerlerse Allah onlara dünyada da Ahİrette de acı bir biçimde azap edecektir.
Yeryüzünde onların ne velisi ne de yardımcısı vardır.
Bu ayette şu hususlara
dikkat çekilmiştir:
1-
Münafıkların, kendilerine nisbet edilen ve küfürlerine, samimiyetsizliklerine
delalet eden çirkin sözleri söylemediklerine dair Allah'a yemin etmelerini
konu ediniyor.
2- Allah
onları yalanlamakta ve onların bu çirkin sözü söylediğini, imanlarından sonra
küfrettiklerini, küfürlerini arttırdıklarını, düşmanca girişimlerde
bulunduklarını ancak, Allah'ın onları boşa çıkardığını ve amaçlarına
ulaşamadıklarını belirtmekledir.
3- Onların
iyiliğe karşı nankörlük yapan huylarından ve hasede boğulmuş nefislerinden
kaynaklanan çirkin ve kötü konumları sergilenmekledir. Oysa onların nankörlük
ve kin beslemelerinin hiçbir sebebi yoktur. Nankörlük ve inkar yerine şükür
gerektirecek Allah'tan ve elçisinden onlara lütuf, fayda ve hayırdan başka bir
şey dokunmamıştır.
4- Onlar yeniden uyanlip, kendilerine yeni bir çağrı yapılmakladır: Tevbe
kapısı onlar için açıktır. Tevbe etmeleri kendileri için hayırlı olur. Şayet
tevbe etmez ve yüz çevirerek tavırlarını sürdürürlerse hem dünyada hem de
Ahiretle Allah'ın azabına duçar olacaklar. Bu azabı kendilerinden savabilecek
ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler. [234]
Taberi, bu ayetin
sebebi nüzulü hakkında çeşitli rivayetler zikretmiştir. Bunlardan biri
şöyledir: İsmi, Cülas olan bir kişi "Eğer Muhammed'in dedikleri doğruysa
biz eşekten daha kötüyüz" dedi. Biri bunu Hz.Peygamber'c ulaştırdı. O'da
onu kınadı. Cülas bunu söylemediğine dair yemin etti. Ardından ayet. onu
yalanlayarak nazil oldu. Bir rivayete göre bunu Hz. Peygambcr'e ulaştıran,
Cülas'ın bir arkadaşıydı ve Hz. Peygamber'e şöyle demişti: "Bunu
gizlediğim taktirde başıma bir musibetin gelmesinden veya hakımda bir ayetin
nazil olmasından korktum." Cülas, ayetin nüzulünden sonra tevbe etmiş ve
iyi bir müslüman olmuştur. Bir rivayete göre de bu sözü söyleyen Cülas
değildir: Mü'min bir kişi ona kızmış ve ona eğer dediği doğruysa, "sen
eşekten daha kötüsün" demiş. Bu münafık bazı arkadaşlarıyla birlikte o
mü'minİ öldürmek istemiş. Hz. Peygamber onları ayıplayıp kınayınca onlar da
söylemediklerine ve yapmadıklarına dair yemin ettiler. Bunu söyleyen adam
fakirdi ve Allah onu zengin kıldı. Öyle ki kölesi öldürülmüş, Hz. Peygamber de
onun diyetini kendisine vermişti. Bir rivayete göre de bu ayet münafıkların
büyüğü Abdullah b. Selul hakkında nazil olmuştur. O şöyle demiştir: "Bizimle
Muhammed'in durumu "Köpeğini semirt, seni yesin" diyenin sözü
gibidir. Medine'ye dönersek aziz olan oradan zelil olanı çıkaracaktır."
Bu olay Hz. Peygamber'in savaşlarının birinde vuku bulmuştu. Bazı rivayetlere
göre de ayet, Tebük savaşı esnasında Hz. Peygamber'i çekiştirip onu öldürmeyi
planlayanlar hakkında nazil olmuştur.
Bu rivayetlerden
bazıları, bu sûrede ve Münafikun sûresinde çeşitli sebeplerle rivayet
edilmiştir. Bu ayette münafıkların tavırlarından, sözlerinden ve bir taraftan
yakayı kurtarmaya çalışırlarken, diğer taraftan da yemin etmelerine dair bir
tablo sergilenmektedir. Onları kınamayı, durumlarını açığa vurup uyarmayı,
onların tavırlarına karşı sert davranmayı öğütlemeyi hedeflemiştir. Bu da
gösteriyor ki ayet, öncesinden ve sonrasından ayrı değildir. Münafıkların
ahlaklarını, tutum ve davranışlarını kınamak amacıyla onları hatırlatmaktadır.
Rivayetlerde anlatılan olayın Tebük savaşı esnasında cereyan etmiş olması
muhtemeldir ve hemen bu olaya işaret edilmiştir. Aynca bu olay daha önce olmuş
olabilir ve burada hatırlatılmaktadır.
Benzer tavırların
onlardan sürekli olarak sadır olduğu tekrar edilmekte ve ayette anlatılan
cezaya müstehak oldukları belirtilmektedir. Ayetin son bölümünden öyle anlaşılıyor
ki münafıklar azalmaya başlamışlar, İslam toplumundan ayrılmışlar ve
kendilerine yardımcı olacak, dostluk yapacak birini bulamaz olmuşlar. Bu
gelişme, onların durumlarında ve Allah ile Rasulü'nün kelimesinin
yücelmesinde, güçlenmesinde açıkça görülmektedir. Böylesi bir durumda bile
onların tevbeye çağrılmaları, kendilerine öğütte bulunulması, birçok yerde hem
kafirler hem de münafıklar için yapılan Kur'ani çağrı ve nasihatlerle uygunluk
arzetmektedir. Bu da gösteriyor ki, Kur'an'ın nüzulünün ve İslam hukukunun asıl
amacı insanları ıslah etmek, onları sapıklıktan, fesaddan ve kötü ahlaktan
kurtarmaktır.
"Sırf
Allah ve Elçisi kendilerini lütfuyla zengin etti ama onlar öc almaya
kalktılar" cümlesinin içerdiği anlam, münafıkların psikolojik durumlarını,
güzeliiğe kötülükle karşılık vermelerini, nimete karşı nankörlük yapmalarını
ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber'in Medine dönemi, manevi bereketinin
yanısıra insanlar için bir servet ve zenginlik kaynağı da olduğu anlaşılıyor.
Bu, rivayetlerle bağdaşmaktadır. Özellikle de İslam otoritesi güçlenmiş,
daveti hızla yayılmakta, başkent Medine'ye her vadiden çeşitli amaçlarla insanlar
akın akın gelmektedir. Ayet, aynı zamanda kötülerin tabiatını, kötü huyluların
bîr özelliğini de ele vermektedir. O da nimet içinde bulunanlara hasette
bulunmak, lütufta bulunulan kişiye tuzak kurmak, hayır ve nimete karşı
nankörlük yapmaktır. Bu sıfatlar kötülenmiş, bunlardan kaçınılması gereği dile
getirilerek, bunların münafıklara ve hasta kalpli insanlara ait sıfatlardan
olduğu belirtilmiştir. [235]
75- Onlardan
kimi de: "Eğer Allah lütfundan bize verirse, elbette sadaka vereceğiz ve
yararlı insanlardan olacağız" diye and İçti.
76- Ne zaman
ki Allah, lütfundan onlara verdi, cimrilik ettiler ve yüz çevirerek
(sözlerinden) döndüler.
77-
Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı
Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine ikiyüzlülük
sokmuştur.
78-
Bilmediler mi ki Allah, onların sırlarını ve gizli konuşmalarını bilir ve
Allah gizlileri bilendir?
Bu ayetlerde şu
hususlar belirtilmiştir:
1-
Münafıklardan bazısı Allah'a söz verip kendi kendine şayet Allah lütfundan kendisine
verirse ve dünyasını zenginleştirirse sadaka vereceğini ve samimi olacağını söyler.
Allah onun isteğini yerine getirdiğinde cimrilik yapar ve sözünden cayar.
2-
Münafıkların bu tavırlarının onları nifak içinde boğduğu ve Allah'la
karşılaşacakları güne kadar bu hal içinde kalacakları belirtilmektedir. Çünkü
onlar verdikleri sözden geri döndüler ve Allah'a karşı yalan söylediler.
3- Münafıkların bu lutumlan bir soru cümlesiyle kınanmıştır. Onlar, bu
yalan tulum ve davranışlarda bulunurlarken bilmiyorlar mı ki, Allah onların
gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. O, gaybı bilendir. Olan herşey
onun ilminin dışında değildir ve hiçbirşey ondan kurtulmaz. [236]
Müiessirlerin[237]
rivayet ettiğine göre, ismi Sa'lebe b. Hatip olan bir kişi, Hz. Peygamber'den
kendisi için Allah'ın bol rızık vermesi için dua etmesini isledi. Hz. Peygamber
şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana ey Sa'lebe! Şükrünü eda edeceğin az mal,
güç yetiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." Sa'lebe "Seni hak
ile gönderene yemin ederim ki, sen Allah'a dua eder ve oda bana mal verirse
muhakkak ki her hak sahibine hakkını vereceğim" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber "Allah'ım Sa'Iebc'ye ma! ver" diye dua elti. Sa'lebe bir
koyun aldı ve bu koyun kurtçuğun ürediği gibi üreyip çoğaldı. Derken Medine
kendisine dar geldi ve Medine'den ayrılarak Medine vadilerinden birine
yerleşti. Namazlarını kılmada gevşeklik gösterdi. Koyunlar üreyip çoğaldıkça
çoğaldı. Hz. Peygamber onun bu durumundan haberdar oldu ve bir memur göndererek
malının zekalını almasını istedi. Sa'lebe zekat vermeyi kabul elmedİ ve
"bu, cizyeden başka bir-şey değildir" dedi. Allah bunun üzerine onun
hakkında bu ayeti indirdi. Buna benzer rivayetler de rivayet edilmiştir. Bazı
rivayetlere göre Sa'lebe insanların huzurunda söz verdi. Ardından çok mal
sahibi olunca verdiği sözleri tınmadı. Bazı rivayetlere göre bu sözleri
Avfoğull arından bir grup vermişti, Allah da onlara lütfundan verince, cimrilik
yaptılar. Bazı rivayetlere göre de ayetler, Hatib b. Belta hakkında nazil
olmuştur. Ha-tıb'ın Şam'da malları vardı, onları tekrar elde etmek için çok
uğraştı ve Allah kendisine o malları tekrar verdiği takdirde o malları tasadduk
edeceğine söz verdi. Allah ona mallarını geri verdi ama o verdiği sözü
tutmadı.
Mümlehine sûresinin
tefsirini yaparken Halıp b. Belta'nın hikayesini anlatmıştık. O rivayet, Hatip
b. Belta'nın imanında samimi olduğunu gösteriyordu ve o, Bedir savaşına
katılanlar arasında yer alıyordu. Bunun için onun hakkındaki rivayetin
doğruluğuna ihtimal vermiyoruz. Ayetlerden öyle anlaşılıyor ki, Allah'a söz
verip yemin edenler bir kişiden fazlaydı ve onlar münafıklardandı.
Durum ne olursa olsun
ayet, münafıklara ait bir tabloyu gözler önüne sermektedir. Kanaatimize göre onlar
bu tavırları Tebük savaşından önce sergilemişlerdir. Önceki ayetlerde olduğu
gibi burada da onların ahlakları hatırlatılmaktadır. Durum bu olunca bu ayetler
de konunun bir parçasıdır ve yalnız başına nazil olmamıştır. En iyisini Allah
bilir. Açıkça görüldüğü gibi bu ayetler de, önceki ayetler gibi münafıkların
bu ahlakını kötülemekledir,
Müfessirler
bu konu hakkında, Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi'nin rivayet etlikleri şu
hadisi akümrlar:"Peygamber şöyle buyurmuştur: Münafığın üç alameti vardır.
Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünden döner, kendisine bir şey
emanet edildiğinde hıyanet eder."[238] [239]
79- Sadakalar
konusunda, gönülden veren[240]' mü
mınlerı çok çekiştiren ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlarla alay
edenler var ya, işte Allah, onları maskaraya çevirir. Onlar için acı bir azab
vardır.
Bu ayette şu hususlara
dikkat çekilmiştir:
1-
Münafıkların diğer kötü bir tavırları ortaya sergilenmiştir. Öyle ki
Mü'minlerden sadaka verenleri ayıplıyor, onlarla alay ediyorlardı. Özellikle de
güçleri nisbetince az da olsa tasaddukta bulunanlarla alay ediyorlardı.
2- Onlar kınanarak kendilerine cevab verilmektedir. Alay edilmeye onlar
daha layıktır. Allah onlarla alay edecek ve O'nun katında onlar için çetin bir
azab olacaktır. [241]
Taberi ve diğer müfessirler[242] bu
ayetin sebebi nüzulüyle ilgili olarak çeşitli rivayetler zikretmişlerdir.Bu
rivayetlere göre Hz.Peygamber müslümanları lasadduk yapmaya çağırmış, onlar da
zengin fakir herkes kendi gücü kadar intakla bulunmuştur. Zenginlerden
Abdurrahman b. Avf kalkıp malının yarısı olan dört bin dinar (veya dirhem)
verdi. Asım b. Adiyy de kalkıp yüz vesak hurmayı sadaka olarak verdi.
Fakirlerden biri olan Ebu Akil, Hz.Peygamber'c gelip"Ey Allah'ın elçisi
çalıştım ve iki sa hurma kazandım. Birini ailem için aldım diğerini de sana
getirdim" dedi.
Münafıklar,
zenginlerin riya için infakta bulunduklarını söyleyerek Ebu Akü'in verdiği
sadakayı da alaya aldılar ve "Allah ve Rasülü O'nun getirdiğinden
müstağnidir. O bir sa hurmayı insanlar arasında sözü edilsin diye getirdi"
dediler.
Bu rivayetler ayetin
nassı ve ruhuyla bağdaşmaktadır. Kanatimize göre rivayetlerde anlatılanlar,
Tebük savaşma çıkılmadan Önce gerçekleşmiştir. Ayet, o olayların gerçekleştiği
anda nazil olmamış daha önceki ayetler gibi münafıkların ahlaklarının ortaya konulduğu
konuyla ilgili ayetlerin bir parçası olarak inmiştir.
Burada
anlatılanlar hasta kalpli insanların çeşitli zamanlarda ortaya koydukları
alışılmış kötü davranışlarıdır. Allah'ın kendilerine verdiklerinde cimrilik
yaparlar, sonra da kendi cimirliklerini örtbas etmek için cömert insanların
yaptıklarını çekiştirirler. Bu da münafıkların kötülenen tavır ve
davranışlarından biridir. [243]
80- Onlar
için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş defa af dilesen yine de
Allah onları affetmez. Bu, Allah'ı ve Peygamberini inkar etmelerindendir.
Allah, fasıklar gürü-hunu hidayete erdirmez.
Bu ayette Hz.
Peygamber'c hitap edilmiştir. Ayette kullanılan çoğul zamiri (onlar) önceki
ayetlerde de sözkonusu edilen münafıklar içindir. Ayet, onların küfrünü ve
fasık-lıklarını belirtip, Hz. Peygamber onlar için af dilese de dilemese de
hatta yetmiş defa bile af dilese onlar, Allah'ın mağfiretinin kapsamına giremeyeceklerini
bildirmiştir. Allah'ın, emirlerini dinlemeyen fasıkları hidayete erdirmesi ve
başarıya ulaştırması mümkün değildir.
Müfessirlerin
rivayetine göre[244],
münafıklar, kendi konumlarını açığa vurup eleştiren ayetler nazil olunca gelip
Hz. Peygambere sığındılar, özür dilediler ve kendileri için af dilemesini
istediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Onlara af dileyip dilememe hususunda
Allah beni serbest kılmıştır. Büyük bir ihtimalle Münafikun sûresinin bir
ayetinde de varid olduğu üzere Hz. Peygamber onlar için af dilemiş veya buna
yeltenmiş, ardından ayet nazil olmuştur. Hz. Peygamber bundan sonra şöyle
buyurmuştur: Muhakkak ki onlar için yetmiş defadan fazla af dileyeceğim."
Birinci rivayetin
doğruluğu İhtimal dahilindedir. Onların özür dilemeleri ve Hz. Peygamberin
kendileri için af dilemesini istemeleri yine onların nifaklarının bir uzantısıdır.
Ayet, Hz. Peygamber'in
onlar için af dilemesinin faydasız olduğunu bildirmektedir. Çünkü onlar
gerçekten samimi ve doğru olsalardı böyle birşeye yeltenmezlerdi. Daha önce
kendileri defalarca tevbeye çağrılmışlar ve tevbe etmelerinin kendileri için
daha hayırlı olacağı bildirilmiştir. Hz. Peygamber'in "onlar için
yetmişten daha fazla af dileyeceğim veya onlar için yetmiş defa mağfiret
dileyeceğim" dediğini söyleyen rivayetlerden şüphe edilir. Çünkü Hz.
Peygamber'in, ayetin ibaresini sayısal bir anlayışla anlaması mümkün değildir.
O, ayeti en iyi bir şekilde anlamıştır. Ayetler, münafıklar hakkındaki
sertliği ortaya koymaktadır. Bu kesin ifadeden sonra münafıklar için af dilenmesi
düşünülemez. Hemen dikkat çekelim ki bu hadisler, sahih hadis kitaplarında geçmemektedir.
Ayette, Allah'ın
münafıkları affetmeyeceğini te'kidli olarak anlatmasına dikkat çekelim.
Ebedilik ve kesinlik bildiren nefy harfinin kullanıldığı başka ayetler de
vardır. Buna rağmen onlara tevbe kapısının açık olduğu belirtilmektedir. Nisa
sûresinin şu ayetleri bunlardandır:
"Gerçekten
münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadıriar. Onlara bir yarydımcı da
bulamazsın. Ancak tevbe edenler, düzelenler, Allah'a sımsıkı bağlananlar ve
dinlerini yalnızca Allah'a has kılanlar başka; İşte onlar mü'minlerle
beraberdir. Allah, mü'minle-rc büyük bir ecir verecektir." ( Nisa 145-146)
"Gerçek şu ki, iman edip sonra küfre sapanlar, sonra da küfürleri artanlar...
Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğru yola da iletecek
değildir." (Nisa 138) Allah onları bağışlamayacağını belirtmiştir. Çünkü
O, onların küfür, nifak ve çirkin tavırlarında da ısrarlı olduklarını bildi.
Onlardan gerçekten samimi olarak tevbe edenin tevbesinin kabul edilmesini
engelleyecek hiçbirşey yoktur.
Hz.
Peygamber'den rivayet edilen "Yetmiş defadan fazla af dileyeceğim, veya
onlar için yetmiş defa af dileyeceğim" sözünün doğru olduğunu farzetsek
bile bu, onların tev-belerinin gerçek ve samimi bir levbe olduğu görüşünde
olanlar içindir. Allah en iyisini bilir. [245]
81- Arkada
kalanlar'[246], Allah'ın elçisinin
arkasında[247] otur-makla sevindiler,
canlarıyla ve mallarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar. 'Sıcakta sefere
çıkmayın' dediler. De ki: 'Cehennemin ateşi daha sıcaktır.' Keşke anlasalardı.
82- Artık
kazandıkları günahın cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.
83- Eğer
Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür de, çıkmak İçin senden izin
isterlerse "Asla benimle çıkamayacaksınız, benimle birlikte düşmanla
savaşamaya-caksınız. Siz ilk önce oturmaya razı olmuştunuz, Öyleyse geri
kalanlarla birlikte'[248]'
oturun" de.
84- Ve
onlardan ölen birinin üzerine namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü
onlar, Allah'ı ve Peygam-beri'ni tanımadılar. Ve fasıklar olarak öldüler.
85- Onların
malları ve evlatları seni imrendirmesin: Allah onlara dünyada, bunlarla azab
etmeyi ve kafir olarak canlarının çıkmasını İstiyor.
Ayetlerin ibareleri
gayet anlaşılır olup şu hususları içermektedir:
1- Tebük
savaşma katılmadıkları için sevinenlerin Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla
cihad etmeyi kerih gördükleri için cihada katılmayarak özür beyan etmeleri ve
bunda kendilerini başarılı hissedip böbürlenmeleri kınanmıştır. Başkalarının da
şiddetli sıcak iddiasıyla yere çakılıp kalmalarım sağlamışlardır.
2- Onların bu durumları şiddetle kınanıp kendilerine hemen cevap
verilmiştir. Hz. Peygamber'in bunlara, davranış ve tutumlarından dolayı
hakettikleri cehennem ateşinin, şayet bilselerdi daha sıcak olduğu şeklinde
cevap vermesi gerekir. Onlar her ne kadar şimdi sevinip gülüyorlarsa da
kazandıkları günahlardan dolayı peşinden gelecek olan çok ağlamaya ve pişman
olmaya az kaldı. Hz. Peygamber sağ-salim Medine'ye dönüp de bu geride kalanlar
onunla birlikte başka bir savaşa çıkmak için izin isterlerse onlara müsade
etmemesi, artık onlar için böyle bir şeyin mümkün olamayacağı ve kendisiyle
birlikte asla düşmanla savaşamayacaklarını söylemesi gerekir, Çünkü onlar ilk
önce oturmaya razı oldular ve bununla sevindiler. O halde onlar geride
kalanlarla birlikte değerli insanlardan uzak bir şekilde otursunlar. Hz.
Peygamber'in artık bundan sonra onlardan Ölen birinin üzerine asla namaz
kılmaması ve onun kabrinin başında ona dua ederek durmaması gerekir. Onlar Allah'ı
ve Peygamberi'ni inkar ettiler, küfür ve nifakları üzere de öldüler. Bundan
sonra onlara ümit bağlamaya, onlara acımaya onlar için af dileyip dua yapmaya
yer yoktur. Ayrıca Hz. Peygamber'in, ne kadar fazla olursa olsun onların ne
mallarına ne de evlatlarına imrenmemesi gerekir. Onlar sadece bir imtihandır.
Ve onların dünyada azab görmeleri, taşıdıkları kötü niyet, içinde bulundukları
tutum ve davranışlardan dolayı dünyadan kafir olarak çıkmalarının sebebi
olacaktır. [249]
Bu ayetler de, Tebük
savaşına katılmayan münafıkları konu edinen diğer ayetlerin bir parçası ve
lamamlayıcısıdırlar.
Taberİ'nin rivayet
ettiğine göre Selemeoğulları'ndan bir adam, Hz. Peygamber şiddelli bir sıcakla
Tebük'e hareket edince "sıcakta savaşa çıkmayın" dedi. Bunun üzerine
"De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır" ayeti nazil oldu. Bu cümJe,
ayetin bir parçasıdır. O ayet de birbiriyle bütünlük arzeden ayetlerin bir
parçasıdır. Burada ayelin Tebük savaşında nazil olduğuna açıkça İşaretler
vardır. Bu cümlede münafıkların söylemiş oldukları sözlere karşılık verilmekte
ve savaşa katılmadıkları için de eleştirilmeye devanı edilmektedirler.
Yine Taberi'nin
rivayet etliğine göre "Onlardan ölen birinin üzerine asla namaz kılma"
ayeti, Hz. Peygamber münafıkların büyüğü Abdullah b. Übeyy'in cenaze namazını
kılınca nazil olmuştur. Hz. Peygamber'e samimiyetle bağlı olan oğlu Abdullah
gelerek ricada bulundu ve Hz. Pcygamber'in, öldüğü zaman babasının cenaze
namazını kılmasını, kefenlemek için gömleğini vermesi ve onun için af
dilemesini istedi. Hz. Peygamber de bunu yaptı. Ömer b. Hattab itiraz etti ve
'Allah seni münafıkların üzerine namaz kılmaktan menetmedi mi?' dedi. Hz.
Peygamberde 'bilakis beni serbest bıraktı ister af dile ister dileme buyurdu'
dedi. Allah bunun üzerine bu ayeti indirdi. Bir rivayete göre de İbn Übeyy'in
kendisi ölüm döşeğindeyken Hz. Peygamber'i çağırtmış ve sözkonusu isteklerde
bulunmuştur. Hz. Ömer buna iüraz etti ve onun yaptıklarını teker teker saymaya
başladı. Ancak Hz. Peygamber onu dinlemedi ve şöyle dedi: "Benim gömleğim
ve namazım Allah katında ona hiçbir fayda sağlamayacaktır. Ancak ben O'nun
kavminden binlerce insanın bununla müslüman olmasını diliyorum." Beğavi bu
rivayeti zikrettikten sonra şunu eklemiştir: Bundan sonra onun kavminden bin
kişi müslüman oldu. Buhari, Müslim ve Tirmizi İbn Ömer'den şu hadisi rivayet
etmişlerdir: "Abdullah b. Übeyy b. Selül öldüğü zaman oğlu Abdullah, Hz.
Peygamber'e gelip babasına keien olarak kullanmak için onun gömleğini İstedi.
Hz. Peygamber de verdi. Sonra namazını kıldırmasını istedi. Hz. Peygamber
namazını kıldırmak üzere kalktı. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in elbisesinden tutup;
'Ya Rasulullah, nasıl onun namazını kıldırırsın, Allah sana bunu yasaklamıştır!'
dedi. Hz. Peygamber de 'Allah beni bu konuda serbest bıraktı. Ve ister onlara
af dile ister dileme, eğer yetmiş defa onlara af dilesen de Allah onları
affetmeyecektir' buyurdu. 'Ben ise yetmiş defadan fazla af dileyeceğim dedi.
Hz. Ömer "O münafıktır" dedi. Hz. Peygamber sonunda İbn. Selül'ün
cenazesini kıldırdı. Bunun üzerine ''onlardan Ölen hiçbirinin cenazesini
kıldırma ve kabri haşındada durma" ayeti nazil oldu.[250]
Biz bu rivayetler,
özellikle de bu hadis hususunda hayrete düşüyoruz. Ayetler birbiriyle uyum
İçerisindedir. Ve dediğimiz gibi ayetin birinde açıkça onun Tcbük savaşı esnasında
nazil olduğu anlaşılmaktadır. Rivayetlerin, Hz. Peygamber'in Abdullah b.
Übeyy'in cenazesini kıldırması hakkında nazil olduğunu söyledikleri ayet,
Önceki ayetlerin bir devamı ve tamamlayıcısıdır. Hem hadiste, hem de rivayette
Hz. Ömer'in, Hz. Peygamber'e "Nasıl onun namazını kılarsın ki Allah seni
bundan menetmiştir" dediğini
zikretmektedir. Oysa
ki, aynı zamanda bu hadis, ayetin, Hz. Peygamber'in onun namazını kılmasından
sonra nazil olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber'in, Ömer'e
"Allah onlara af dileyip dilemem konusunda beni serbest bıraktı. Ben
yetmiş defadan fazla af dileyeceğim" dediği de görülmektedir. Her ne kadar
af dilemek (istiğfar) namaz anlamına geliyorsa da istiğfar ile namaz
arasındaki fark açıktır. Hz. Peygamber'in istiğfardan nehyedilmeyi bu anlamda
anlamış ve bundan sonra da ona başkalarına af dilemiş olması yada kesin ayet
nazil olduktan sonra kalkıp münafığın cenaze namazını kıldırması mümkün
değildir. Rivayetlerin belirttiğine göre, Hz. Peygamber Te-biik'c yönelince
Abdullah b. Ubeyy sağdı ve o da askerlerini biraraya getirmiş sonra bu sûrede
daha önce de zikrettiğimiz gibi savaştan geri kaldı. Bu da onun, Hz. Peygamber
Medine'ye döndükten sonra Öldüğünü gösteriyor[251].
Ayet, bu savaş esnasında nazil olan ayetlerin bir parçasıdır. Ve onlarla
tamamen uyum içerisindedir. Tüm bunlarla, rivayetlerin özellikle de Buhari,
Müslim ve Tirmizi'nin rivayet ettikleri hadis arasında uyum sağlamak çok
zordur. Ancak şu olabilir. Hz. Peygamber Abdullah b. Ubeyy'in samimi bir mümin
olan oğlu Abdullah'ın ricasını kırmamış, onun gönlünü hoş etmek ve onun
kavmindeki tereddütlü insanların kalplerini ısındırmak için Tbn Ubeyy'i kefenlemek
üzere gömleğini vermiştir. Tabresi, Hz. Peygamber'in onun üzerine namaz kıldırmadığını
rivayet etmektedir. Müfessirin, bu rivayetini belirli bir senetle rivayet
etmemesine rağmen biz bunu tercihten yanayız.
Rivayetlerde başka bir
husus vardır: Hz. Peygamber'in İbn Ubeyy'e karşı tutumundan dolayı O'nun
kavminden bin kişinin müslüman olduğunun rivayet edilmesidir. Bu sûredeki
çeşitli ayetler münafıkların Tebük savaşından Önce sayı ve durum bakımından
zayıflıklarını göstermekledir. Bu da görüldüğü gibi rivayeti çürütmektedir.
Medine'de bin sayısı çok büyük bir sayıdır. Kanaatimize göre bu rivayetin
sahih olması düşünülemez.
"Allah
seni döndürdüğü zaman,.." ibaresi, bu ve önceki ayetlerin Tebük savaşı esnasında
nazil olduğunu, münafıkları, geri kalanları, özür beyan edenleri sözkonusu edip
kınamayı, onların ahlaklarını açığa vurmayı, onların tutum ve davranışlarını
hatırlatmayı, savaşa iştirak eden samimi mü'minleri övmeyi ve teyid etmeyi
amaçlamaktadır. "Sıcakta savaşa çıkmayın" ibaresi, bu savaşın yaz
mevsiminde olduğunu belirten rivayetleri doğrulamaktadır. "Onun kabrinin
başında durma" ibaresinden cenazelerinin yıkanıp \xÜen\encukien ve
gömüldükten sonra kabirlerinin başında durup dua edildiği, kabirlerin başında
oturulduğu anlaşılmakladır. Görüldüğü kadarıyla bu, Arapların, İslam öncesi
uygulamalarından biriydi. Ayetler, Hz. Peygamber'in ve müzminlerin münafıklara
karşı takınmaları gereken tavırları açıkça ortaya koymaktadır. Hatla bu konu
hakkında diğer ayetlerde olmayan bir husus ortaya konulmaktadır. O da
münafıkların, müslüman-ların sallarının dışına itilmesi, savaşa katılmaları
için çağrılmamaları, onlardan biri öldüğünde cenazesinin kılınmaması ve
kabrinin başında duru İmam asıdır. Çünkü onlar güçsüzlerle, kadınlarla ve
çocuklarla oturmayı lercih etliler. Kendilerini yerleştirdikleri çerçeve
içerisinde kalmaları gerekir. Ve onlardan biri de içinde bulunduğu bu durumda
ölürse kafir olarak ölmüş olur. Bu husus, İslam daveti ve müslümanların genel
menfaat-leriyte güçlü bir bağ oluşturmakla beraber onların münafıkça tavırları,
mallarıyla canlarıyla savaştan geri kalmaları ve bu uğurda uğraşmalanyla da
tamamen uyum arzelmek-tedir. Tüm bunlarda samimi insanların bu tür insanlara,
özellikle de insanlarla dayanışmaktan, şiddetli ve zorluk günlerinde
görevlerini yerine gelinnekten kaçanlara karsı takınmaları gereken tavırlar ve
almaları gereken konumlar ortaya konulmaktadır. Onların genel özellikleri de;
riyakarlık, hile, tuzak, cimrilik, yere çakılıp kalmak, insanların Allah
yolunda gördükleri bela ve musibetlere sevinmeleridir. [252]
86- 'Allah'a
iman edin ve Elçisiyle beraber cihad edin' diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden
güç, kudret sahibi'[253]
olanlar, senden izin istediler. 'Bizi bırak, oturanlarla beraber oturalım'
dediler.
87- Geride
kalanlarla[254] beraber olmaya razı
oldular, kalpleri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.
Müfessirler,
bu iki ayetin sebebi nüzulü hakkında herhangi bir rivayette bulunmamışlardır.
Kanaatimize göre ayetler, daha önce geride kalan münafıkları konu edinen
ayetlerin devamıdır. Allah ne zaman kendisine iman etmeye ve yolunda cihada
çağıran bir ayet indirse, münafıklardan güç ve kudret sahibi insanlar Hz.
Peygamber'e gelip, savaştan geri kalanlarla beraber oturmaya izin vermesini
isterler. Aciz kalanlarla oturmaya alçakça razı olurlar. Bu da onların
kalplerinin ve anlayışlarının kendi konumlarının idrakine varmaya engel teşkil
edecek şekilde mühürlenip kapandığının bir göstergesidir. [255]
88- Ama
Peygamber ve onunla birlikle İmarı edenler, mallarıyla canlarıyla cihad
ettiler, işte tüm hayırlar onlar içindir ve kurtuluşa erenler onlardır.
89- Allah,
onlar için altlarından ırmaklar akan, içlerinde sürekli kalacakları cennetler
hazırlamıştır. İşte büyük başa-rı budur.
Hz.
Peygamber'in davetine icabet edip, Allah'ın emirlerini yerine getiren,
mallarıyla canlarıyla Hz. Peygamberle birlikte cihad etmeye koşan samimi
müslümanların konumlarına işaret eden bu ayetler, kendinden önceki ayetlerle
bağlantılıdır. Bunlar müj-delenmiştir. Kur'an'ın üslubu gereği önceki ayetlerde
münafıkların tutum ve davranışları eleştirilip kınanırken, bu ayetlerde samimi
mü'minlerden Allah'ın razı olduğu, onlar için mutluluk ve kurtuluşun varolduğu
belirtilmektedir. [256]
90- Özür
beyan eden bedevi Araplar, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve
Peygamberine yalan söyleyenler oturdular. Onlardan inkar edenlere acı bir azab
erişecektir.
Müfessîrlerden[257] bu
ayetlerin yorumu hakkında gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre, bu ayet
bedevi Araplardan iki gruba işaret etmekledir. Bir gurup Tebiik savaşına
katılmamak için gelip özür beyan ederek izin istemişti. Bunların ileri
sürdükleri özürler yalandı, doğru değildi. Bİr gurup da savaşa katılmayarak
özür beyan etmeden olurdu. Bu ayetle, savaşa katılmayarak özür beyan eden, izin
isteyen, Allah yolunda cihad elme-mek için yere çakılıp oturan, ileri
sürdükleri özürlerinde ve yere çakılıp kalmalarında yalancı olan, İslam ve
Allah yolunda cihad konusunda Allah ve Peygamberi'ne verdiği sözü tutmayan
bedevi Araplardan sadece bir gurup da kasdedilmiş olabilir. "Onlardan kafir
olanlara acı bir azab erişecektir" kısmının bir gurup veya her iki gurup
hakkında olduğunu söylemişlerdir. Bu cümle onların beyan etmelerini ve
oturmalarını küfür olarak nitelemiştir. Bazıları da bunu bir veya her iki
guruptan küfür üzere ısrar edenlere yorumlamışlardır.
Özür beyan edenler
hakkında üç rivayet zikredilmiştir. Bir rivayete göre bunlar Beni Gıfar'dan
bir gurup, birine göre Esed ve Gatafan'dan bir grup, diğerine göre de bu özür
beyan edenler Amir b. Tufeyl'in ekibidir. Bu ayetin iki grup hakkında olduğunu
söyleyenler özürsüz ve izinsiz olarak oturan gurubun ismini zikrelmemişlerdir.
Ancak bunlar, bedevi Araplardan münafık olanlardır. Ayetin manası ve ruhu, bu
ayetin her iki grubu da kapsadığını göstermekledir. Ancak sözkonusu edilen kısım
onlardan küfür üzere ısrar edenleri kasdetnıektedir. En doğru olan budur. En
iyisini Allah bilir.
Herhâlükârda ayetle
müslümanlara iltihak eden bazı bedevilerin Tebük savaşı esnasındaki tavrı
görülmektedir. Bu tavır; nifakı, yalanı, sözünde durmamayı içermektedir. Dolayısıyla
bu tavır sahipleri sonraki ayetin kapsadığı eleştiri ve kınamayı
haketmişlerdir.
Ayet,
açıkça göstermektedir ki, Hz. Peygamber,bedevi kabilelerden müslüman olduklarını
ilan edenleri Tebük savaşına katılmaya çağırmıştır. Ayet bunlardan bir grubun
özür beyan edip savaşa katılmadıklarını gösteriyor. Ancak bu, onların tamamının
savaşa katılmadıkları anlamına gelmez. Rivayetler, bedevilerden büyük bir
çoğunluğun savaşa katıldıklarını zikreder. Savaşa katılanların otuzbine
ulaşması bunu doğrulamaktadır. [258]
91- Allah'a
ve Rasulü'ne karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece,
güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir günah
yoktur. iyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah bağrşla-yandır,
esirgeyendir.
92- Bİr de
kendilerini bindirmen için sana her gelişlerinde onlara "sizi bindirecek
birşey bulamıyorum" dediğin ve infak edecek birşey bulamayıp
üzüntülerinden dolayı gözlerinden yaş aka aka geri dönenler üzerinde de
(sorumluluk) yoktur.
93- Ancak şu
kimselerin kınanmasına yol vardır ki, zengin oldukları halde senden izin
isterler. Geride kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Allah da onların
kalplerini mühürledİ. Artık onlar bilmezler.
94- Geri
dönüp geldiğinizde sizden özür dilerler. De ki: 'Hiç özür düemeyin, size
İnanmayız. Allah bize durumunuzu haber vermiştir. Yaptıklarınızı Alîah
görecektir. O'-nun Peygamberi de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bilenin
huzuruna döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı haber verecek.'
95- Onlara
geri döndüğünüzde kendilerinden vazgeçesiniz (karışmayasınız) diye Allah'a
yemin edecekler. Onlardan vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları
işlerin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir.
96- Size
yemin ediyorlar ki kendilerinden razı olasınız. Siz onlardan razı olsanız bile
Allah, (asıklar topluluğundan razı olmaz.
Bu ayetlerde şu
hususlara işaret edilmiştir:
1- Allah, zayıf-güçsüzleri, hastaları, infak
edecek birşey bulamayıp acziyetlerinden dolayı fiili olarak cihada İştirak
edemeyenleri samimi ve iyi niyetli oldukları, Allah ve Elçisi için nasihatta
bulunmaya çalışanları, savaşa katılmak için Hz. Peygamber'e gelip vasıta
isfeyen ancak Hz. Peygamberin bu isteklerini yerine getirememesi dolayısıyla fakirliklerine,
cihad sevabından mahrum kalmalarına üzülerek ağlayanları kınamamıştır.
Çünkü vazifesini en
güzel bir şekilde yerine getirmeye çalışan, güç yetirebildiği kadar bütün
samiraiyetiyle yapmak isteyip de yapmaya imkan bulamayanlara bir sorumluluk
günah yoktur. Ancak tüm bu günah ve kınama, zengin olup güç yetirebildikleri
halde geride kalanlarla beraber oturma zilletine düşmelerine rağmen savaşa
katılmamak amacıyla izin isteyenler içindir.
2- Bunlar katı kalpli, kalpleri mühürlenmiş
olduklarından, içinde bulundukları konumun vehametini ve günahını
anlayamazlar.
3- Hz.
Peygamber'in ve müslümanların savaştan dönüşünde özür beyan eden bedevilerin
takınacakları tavra dikkat çekilmektedir. Öyle ki özür beyan etmek için
birbiriyle yansırlar, özürlerini pekiştirmek için Allah'a yemin ederler,
kendilerine göz yumulup kınanmamalarını, eleştiriimcmelerini ve kendilerinden
hoşnut olunmasını isterler.
4- Ancak
onlara şu şekilde karşılıkta bulunulması emredilmektedir: Hz. Peygamberin ve
samimi mü'minierin onlara yanaşmayacaklarım ve bundan böyle kendilerini doğrul
anlayacaklarını ilan etmeleri, Allah'ın onların gerçek yüzlerinin ve haberlerinin
yalan olduğunu bildirdiğini, Allah'ın ve Peygamberi'nin onların takipçileri olduklarını,
Allah'ın onları hesaba çekeceğini, hakettikleri cezaya çarptıracağını, O'nun
görünen, görünmeyen herşeyi bildiğini onlara belirtmeleri.
Hz.
Peygamber'in ve samimi mü'minlerin onlardan yüz çevirip. İlişkiyi kesmeleri
gerekir. Çünkü onlar pisliktir ve varacakları yer ateştir. Herhangi bir
mü'minin onlardan razı olması caiz değildir. Şayet bunu yaparlarsa bilsinler ki
Allah'ın rızasına muhalif hareket etmiş olurlar. Allah'ın fasıklar
topluluğundan razı olması mümkün değildir. [259]
Müfessirlerin büyük
bir kısmı[260], 93-96. ayetlerin
Medine'de savaştan geri kalanlar hakkında olduğunu söylemiştir. Bu konuda
onların sayısının seksen küsur olduğunu rivayet etmişlerdir. Bazıları[261]da
bu ayetlerin, genel olarak bedevilerden ve Medine halkından yalan özürler
beyan edip savaşa katılmayanlar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Bundan sonra
gelen ayetlerin bazısında yine bedevilerden sözedilmektedir. Öyle anlaşılıyor
ki bu bölüm (90. ayetten 99. ayete kadar) özellikle de bedevilerden özür beyan
edip savaşa katılmayanlar hakkındadır. 93-96. ayetler de ilave olarak onlar
hakkındadır.
Bu ayetlerde öyle bir
kesinlik vardır ki bu, ayetlerin gerek yalan özür beyan edenlerin, gerek
geçerli bir özür beyan etmeksizin savaşa katılmayanların tamamını kapsadığını
gösteriyor. Ayetler, Önceki ayetlerle bir bütünlük içerisinde olup topluca
savaşa katılmayanlar ve oturanlar hakkındadır.
"Onlara geri
döndüğünüzde" ve "onlara geldiğinizde" tabirleri, bu ayetlerin
Tcbük savaşı esnasında nazil olduğunu açıkça göstermektedir. Bu açıklık aynı
zamanda önceki ayetlerden 83. ayette de içeriğini bulmakladır. Öyle ki, bu
ayetlerin topluca veya ardar-da savaş esnasında nazil olduğu görülmektedir.
Üçüncü ayet, samimi
insanların samimiyetlerini ve Allah yolunda cihad etme arzularını güzel bir
şekilde ortaya koymaktadır. Savaşın zorluğu, yerinin uzaklığı, ganimet elde
etme ümidinin neredeyse olmadığı, tehlikenin açıkça göze alındığı ve sıcağın
şiddeti gibi sebepler üzerinde düşünüldüğü zaman onların sergiledikleri bu
tablonun ne kadar önemli olduğu görülür. Taberi bu tabloyu sergileyenler
hakkında çeşitli rivayetler zikretmiştir. Bazılarına göre bunlar Müzeyne
kabilesinden bir gruptu. Bazısına göre de bunlar değişik kabilelere mensup yedi
kişiydiler. Bir rivayete göre de Ensar ve bedevi karışımı bir gruptu. Bunların
isimleri zikredilmiştir ve İslam tarihinde "el-Bckkauır' (çokça ağlayanlar)
olarak anılmışlardır.[262]
Konu bedeviler olduğuna göre, büyük bir ihtimalle bunlar bedevilerdendi. Durum
bu olunca sergiledikleri tablonun şiddeti de ortadadır.
Evet,
başka ayetlerde de burada ortaya konulan hüküm ve kurallar vardır. Güçsüz,
hasta ve fakir olanlar fiili olarak cihad edemedikleri zaman kınanmazlar. Çünkü
onlar ya bünyeleri gereği veya gerekli ihtiyaçtan yoksundurlar. Ancak onun
müslüman oluşu ve buna olan samimiyeti ona, cihada katılanlara faydası
dokunacak şeyleri güç yetirebil-diği kadarıyla yapma sorumluluğu yüklemektedir.
Şayet bunu yapmazsa sorumluluğunu yerine getirmemiş olur. Güç yetirdiği halde
cihada katılmayıp ihmalkar davrananlar, kınanacak ve azarlanacak
konumdadırlar. Bunlara göz yummak, rıza göstermek, hoşnut olmak caiz değildir.
Kınanmaları ve küçük düşürülmeleri gerekir. Zorluk ve fedakarlık isteyen
şartlarda ve ortamlarda samimi olanlarla olmayanlar ortaya çıkar. Bu gibi durumlarda
entrikalar çevirmek en tehlikeli ve en zararlı tavırlardandır. Bundan dolayı da
onlar eleştirinin, kınamanın ve hor görülmenin en şiddetlisini haketmişlerdir. [263]
97- Bedevi
Araplar, küfür ve nifak bakımından daha aşırı ve Allah'ın Peygamberine
indirdiği şeylerin sınırlarını tanımamaya daha müsaittirler. Allah bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir.
Ayetin lafızları
anlaşılır olup, Önceki ayetlerde olduğu gibi özür beyan edip oturan bedevi
Arapları kınamaktadır. Bedevi Arapların huy ve davranışlarını ortaya koyup onların
katılıklarını belirtmektedir. Onların kafirleri küfründe, münafıkları da
nifakında aşın gider. Onlar, Allah'ın koyduğu hududu anlayıp idrak etmekten çok
uzaktırlar.
Bu durum, insan
topluluklarının farklı farklı olduklarının bir belirtisidir. Bedevi Arap
(A'rabi) şehirli olana göre daha katı huylu, kaba davranışlı, kuralsız, ilkesiz
ve bunları anlamaktan uzaktır. İnsan medeniyet merdivenini tırmandıkça huyu
yumuşar, ahlakı düzelir, kalbi incelik kazanır, ilmi, tecrübesi ve ufku
genişler. İnsanlarla olan ilişkilerini karşılıklı hukuk ve vazifelere göre
düzenler.
İbn Haldun
"Arab" kelimesini kendi döneminde yaygın olan bir kullanımla hatalı
bir şekilde "el-A'rab" kelimesinin yerine kullandığından dolayı;
bedeviler, onların hayatları, tabiatları ve yaşamları hakkında yanlış kanaat
ve görüşler beyan etmiştir. Oysa ki o-nun belirttiği Arapların medeniyetten
hoşlanmamaları ve medeniyetin izlerini yıktıkları düşüncesi Araplara değil,
"el-A'rabi"ye (bedevi Araplara) uygun düşmektedir. Bu anlayışın
içine yalnızca araplann bedevileri değil tüm dünyanın bedevileri girmektedir.
Bu yanlış anlayış ve
bu anlayışın Arapların huylan ve ahlakları hakkında sürdürülmesi tuhaftır.
Oysa ki durumun böyle ofmadiğı hatta İbn Haldun'un bu sözünden bedevilerin
kastedildiği açık bir şekilde anlaşılabilir.
İbn
Kesir bu ayetle ilgili olarak Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai'nin İbn Abbas'tan rivayet
ettikleri şu hadisi aktan n ak t ad ir: "Kim çölde ikamet ederse
katılaşır." Bu hadiste, aj-elin kastettiği anlam bulunmakladır. En iyisini
Allah bilir. [264]
98- Bedevi
Araplardan kimi var ki, verdiğini angarya'[265]sayar,
sizin başınıza belalar gelmesini gözetler[266]'.
Kötü bela onların başına gelsin. Allah İşiîenciir, bilendir.
99- Bedevi
Araplardan kimi de var 1<İ Allah' a ve Ahiret gününe inanır, verdiğini
Allah'a yakın dereceler kazanmaya ve Peygaınber'İn duasını almaya vesile
sayar. Gerçeklen o, kendileri için yakın derecelerdir. Ailah, onları rahmetinin
kapsamına alacaktır. Muhakkak ki Allah., bağışlayandır, esirgeyendir.
Ayetlerde mtislüman
olduklarını ilan eden bedevi Arapların iki kısma ayrıldığını görüyoruz.
Bunlardan bir grup Allah yolunda harcadıklarını veya Hz. Peygamber'e verdiklerini,
Allah katında sevabı olan dini bu" vecibe olarak verilmesi gereken
sadakalardan saymıyor, bunu kaçınılması mümkün olmayan bir vergi veya hasar
kabul edip, gösteriş için ya da korkudan yükleniyordu. Ardından müslümanlann
üzerine bir darlığın, musibetin gelmesini bekleyip dururlar ki, bundan
kurtulsunlar ya da onları devirsinler. İkinci gurup için de müjdeler vardır.
Onlar Allah'a ve Ahiret gününe samimi olarak i-man ediyor, Allah yolunda infak
ettiklerini veya Hz. Peygamber'e verdiklerini Allah'a yakınlaşmak, Peygamber'in
rızasını ve duasını kazanmak için sadaka sayıyorlar.
Her
iki ayet, her iki grubun sıfatlarını ve durumlarım uygun bir şekilde
belirtmiştir. Birinci grup ki, onların başında musibetler dönüp dolaşır.
Şüphesiz Allah onların dediklerini işiten, niyetlerinin kötülüğünü bilendir.
Onları hakettikleri cezayla cezalandıracaktır. Peygamberine yakınlaşmak için
bir vesile saymaları doğrudur, gerçekten de o, onlar için bir yakınlık
vesilesidir. Allah, rahmetiyle onlan kuşatacaktır. O esirgeyendir ve bağışlayandır.
[267]
Müfessirler bu iki
ayetin sebebi nüzulü hakkında herhangi bir rivayet zikretmemiş-Ierdir. Ancak
Taberi, birinci ayetin bedevi Araplardan münafık olanlar, ikinci ayetin de 92.
ayette sözü edilen Müzeyne kabilesinden Mukarrinoğullan hakkında olduğunu söylemiştir.
Beğavi de, birinci
ayetin Esed, Gatafan ve Temim bedevileri hakkında, ikinci ayetin Müzeyne
kabilesinden Mukarrinoğulları hakkında, diğer bir rivayette de Eşlem, Gitar ve
Cüheyne kabileleri hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Kendi senediyle Ebu
Hu-reyre'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber, 'Eşlem, Gıfar,
Müzeyne ve Cü-heyne'den bazıları Kıyamet günü Allah katında Temim, Esed b.
Huzeyme, Hevazin ve Gatafan'dan daha hayırlıdır1 buyurmuştur."
Ayetler, müslümanlara
iltihak eden bedevi Arapların durumlarını ve onlardan Tebük savaşma katılmayıp
özür beyan edenleri belirtmekte, genel olarak bedevi arapların karakterlerini
ortaya koymaktadır. Durum bu olunca bu iki ayet kendinden önceki ayetlerle bir
bütündür.
İkinci
ayette bedevi Araplardan; bazı müsteşriklerin ileri sürdüklerinin aksine iman
eden, imanında, Hz. Peygamber'i desteklemede, malıyla, canıyla cihad etmesinde
samimi olanların bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu kabilelerden azım
sanmayacak bir kesimin, Hz. Pcygamber'den sonra İslam'ın ve Hz. Peygamber'in
halifesinin yanında yer alarak Ridde savaşlarına katıldıkları bilinen bir
gerçektir.[268] Dolayısıyla ikinci
ayette zikredilenlerin onlardan veya onların bu zikredilenlerden olması
gerekir. Ayrıca ikinci ayet, bedevi Arapların müslümanbklannda gelişim
gösterdiklerini gösteriyor. Onların veya birçoklarının müslüman oluşları
başlangıçta yüzeysel olabilir. Koşulların etkisinde kalarak veya korkudan ya da
birşeyi elde etme arzusundan hareket etmiş olabilirler. Hucurat suresinin 14.
ayeti[269] onların bu durumlarını
ve Allah'ın bunu, Allah ve Peygam-beri'nin onlara farz kıldığı dini ve maddi
görevlerini yerine getirdikleri taktirde onlardan kabul edeceğini
belirtmektedir. Sonra onlardan bir grubun rnüslümanhğı derinlik ve kuvvet
kazandı, samimi bir İmana kavuştular. [270]
100-
Muhacirlerden ve Ensar'dan (İslam'a girmekte) öne geçenler ile bunlara güzel
bir şekilde tabi olanlar (var ya) işte Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da
O'ndan razı olmuşlardır. Onlara, altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli
kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.
Müfessirler bu ayetin
sebebi nüzulü hakkında herhangi bir rivayet zikretmem işlerdir. Ancak bu
ayetin ve sonraki ayetlerin kapsam ve anlamlarından öyle anlaşılıyor ki bedevi
Arapların çeşitleri zikredildikten sonra burada da genel olarak müslamanların
sınıflan zikredilmek istenmiştir. Durum bu olunca ayet, öncekilerin bir
devamıdır, onlarla bir bütünlük arzeder. Ayette zikredilen her üç sınıfa övgü
ve müjdeler vardır. Allah'ın kendilerinden razı, onların da Allah'tan razı olduğu
bu sınıflar, imanlarında samimi olmuşlar, görevlerini yerine getirmede, Hz.
Peygamber'e itaat edip İslam'ın, Allah'tan ve O'nun Peygamberi'nden sonra,
vücut bulmasına zemin hazırlamak için fedakârlık yapmışlardır. Bu hususa gerek
Mekki gerek Medeni ayetlerde işaret edilmiştir. Burada tekrar zikredilmesi
konuya daha fazla açıklık getirmek içindir.
Taberi, "Muhacir
ve Ensardan öne geçen ilkler" tabiri hakkında bazı rivayetler
zikretmiştir. Bir rivayete göre bunlar, Muhacirler ve Hudeybiye gününde Rıdvan
Biati'nda bulunan Ensardır. Bir rivayete göre de Hz. Peygamber'le birlikte her
iki kıbleye yönelerek namaz kılanlardır. "Onlara en güzel şekilde tâbi
olanlar" tabiriyle, O'nun rivayet ettiğine göre öncekilerin İslam'ı gibi
Allah'a teslim olanlar, hicret, yardım ve hayırlı işler konusunda onların
yollarım lakib edenler kastedilmiştir.
Ayet, mü'minlerden ilk
samimi nesli ikiye ayırmakladır. Birincisi muhacirlerden ilkler ve öne
geçenlerdir: Onlar, Mekke'de iman ettiler, direndiler, işkencelere katlandılar,
Allah'ı ve Peygamber'i mallarına, ailelerine, yurtlarına ve rahatlarına tercih
ederek Mekke'den hicret eltiler. İkinciler de Ensardan ilkler ve öne
geçenlerdir. Onlar da Medine halkından Hz. Peygamber'e iman eden, O'na yardım
edeceğine söz veren, O'nun arkadaşlarıyla birlikte kendilerine hicret etmesini
gönülden arzulayan, hicret edenleri destekleyen, şiddet ve sıkıntı
zamanlarında onlara fiili yardımlarda bulunanlardır. Ayet bunlara bir üçüncü
sınıfı ilave etmekledir ki bunlar, Taberi'nin belirttiği gibi her iki grubun
yoluna en güzel bir şekilde tâbi olanlar, yani öncekiler gibi müslüman olup,
hicret etme, yardımda bulunma ve hayırlı işler yapmada onların melodlarına tabi
olanlardır.
Bu ve diğer ayetlerden
öyle anlaşılıyor ki, bu üç gruba mensup olanların sayısı az değildi. Onlar
Allah'a ve Peygamberine samimiyetle bağlıydılar. İçinde bulundukları konumlan
bazı müsteşriklerin ileri sürdükleri gibi, herhangi bir menfaatten dolayı
değil, sadece imanlarından kaynaklanıyordu. Kanaatimize göre Hz. Peygamberdin
ashabının fazileti, onlara saygı göstermenin gereği hakkındaki hadislerde
sözkonusu edilenler bunlardır. Özellikle de ilk iki gruptur, Bu hadislerin bir
kısmını daha önce zikretmiştik. Hz.Pcygamber bu hadislerde kendisini
dinleyenlere şöyle sesleniyordu: "Ashabıma sövmeyin, sizden biriniz Uhud
Dağı kadar altın infak etse bu onlardan birinin infak etliği bir müd'e, hatta
yarısına dahi ulaşmaz. Ashabım hakkında Allah'tan korkun. Onları benden sonra
atış hedefi edinmeyin. Kim onları severse bana olan sevgisiyle sevmiştir ve kim
de onlara buğzedersc bana olan buğzu dolayısıyla buğzetmiştir. Kim onlara eziyet
ederse bilsin ki bana eziyet etmiştir. Kİm de bana eziyet ederse Allah'a eziyet
etmiş olur. Kim de Allah'a eziyet ederse Allah, onu hemen yakalar. Ashabım
yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.'1 Hz Peygamber'in bu
hadislerde kendisini gören ve İslam üzere biat eden herkesi kastetmiş olması
düşünülemez. Çünkü, o zaman bu uyan ve ikazda bulunmasının bir anlamı kalmazdı,
buna gerek yoktu.
Aynı zamanda bu anlam,
birazdan gelen ve mü'minlere sadıklarla beraber olmalarını emreden ayette de
vardır. Bu da gösteriyor ki buradaki emir, bütün müslümanlara yönelik olup
onların Hz. Peygamber'in seçkin arkadaşlarıyla beraber olmaları içindir.
Hiç şüphesiz bu seçkin
kesim her türlü saygıya, hürmete, övgüye, tâbi olunmaya layıktır. Bu ilahi ve
nebevi övgünün sebebi onların derin imanları, aşın samimiyetleri, Allah'ın ve
Peygambcri'nin dinine hizmet etmede kendilerini feda etmeleri, iyilik etmeleri,
ağırbaşlı ve olgun olmalarından dolayıdır. Gerek Mekki ve Medeni sûrelerin
birçok ayetinde, gerek sirel hadisesindeki rivayetlerde, insanda saygı ve
hürmet uyandıran birçok tablo ortaya konulmuştur.
Hazin, "Onlara en
güzel şekilde tabi olanlar" cümlesinin yorumunda bunun, ilk öncüler hariç
Hz. Peygamber dönemindeki tüm m üs lüm ani arı kapsadığını söylemiştir. Tabresi
de bu tabirin, kıyamet gününe kadar Hz Peygamberin arkadaşlarının yolunda giden
tüm müslümanları kapsadığını belirtmiştir.
Birinci
görüş hakkındaki düşüncemiz şudur: Bu ayetlerden sonraki ayetlerde bununla
bağdaşmayan hususlar vardır. Çünkü orada Hz. Peygamber dönemindeki
müslüman-ların, bilinmeyen münafıklar bir tarafa, şalin amel işleyen, kötü amel
işleyenlerden ve durumu Allah'a kalmışlardan oluştuğu belirtilmektedir. İkinci
görüşe gelince, şayet şöyle anlaşılması imkan dahilindeyse bu tabirin ayetin
nazil olduğu esnada fiilen mevcut olan insanlar hakkında olduğunu gösteriyor.
Aynı şekilde "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı
olmuşlardır" tabiri de onları kapsamaktadır. Ayette rnuslümanların her
zaman ve mekanda Muhacir ve Ensar'dan öncülerin, Allah ve Pey-gamberi'nden
sonra önder ve örnek edinmeleri gerektiği belirtilmekte, bunu yapanların
Allah'ın rızasına mazhar olduklarını açıklamaktadır. Sanki bu ifade sonradan
gelenlerin, öncülere karşı olan hukukun bir şartı veya onların da Allah'ın
nzası ve müjdesi kapsamına girmelerinin bir şartı sayılmaktadır. [271]
101-
Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından iki yüzlülüğe iyice alışmış[272]'
münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, biz onları biliriz. Onlara iki
kere-azap edeceğiz, sonra da onlar, büyük azaba itileceklerdir.
Ayette halihazırdaki
duruma dikkat çekilmiştir. Hz. Pcygamber'in, münafıkhklarıy-la bildiklerinin
dışında, Medine halkından ve bedevi Araplardan da Hz. Peygamber'in tanımadığı,
bilmediği münafıkların varolduğuna dikkat çekilmiştir. Hz. Peygamber bu
münafıkları bilmiyordu, çünkü onlar nifaka öyle dalmışlardı ki rollerini çok
iyi yapıyorlar ve gerçek yüzlerini gizleyebiliyorlardı. Şüphesiz Allah O'nları
bilmektedir. Kıyamet gününden Önce onlara iki defa azab edecektir. Ardından
onları kötülüklerinden ve tuzaklarından dolayı bu günde büyük bir azaba
uğratacaktır.
Müfessirler, bu ayetin
sebebi nüzulüyle ilgili herhangi bir rivayet zikretmemiştir. Üslubu ve
kendinden önceki ayete atıfta bulunması, İslam toplumuna mensup bir sınıfı
sözkonusu edinen bu ayetin önceki ayetlerin bir devamı olduğunu göstermektedir.
Münafık olduklarını Hz. Peygamber'den ve müslümanlardan gizlemeyi başaran bir
grubun tablosunu içermektedir. Ayet, bir taraftan onları uyarıp ikaz ederken,
bir taraftan da onları açığa çıkarmakla tehdit ederek onların durumunu gözler
önüne sermekte ve onların kat kat azaba uğratılacaklarını, bunu hakettiklerini
belirtmektedir.
Ayet, kahramanlık
durumlarında münafıkların değişik şartlarda başvurdukları komplo ve nifakın
bir çeşidini içermektedir. Aynı zamanda bilinen münafıkların zarar ve tehlikelerinden
daha çok bu tip insanların tehlike ve zararlarına karşı dikkatli ve uyanık olmayı
öngören öğütleri belirtmektedir.
Taberi "onlara
iki defa azap edeceğiz" cümlesinin tefsiri hakkında sahabeden ve tabiinden
değişik rivayetler zikretmiştir. Bir rivayete göre onların, müslümanların ve İslam'ın
zaferinden dolayı duydukları üzüntü ve kin birinci azap, Kıyamet gününün büyük
azabından önce, kabirde azap çekmeleri de ikinci azaptır. Bir rivayete göre de;
onların ifşa edilmeleri birinci azap, kabir azabı da ikinci azaptır. İbn
Abbas'tan bu ayet hakkında şunu rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber bir cuma
günü hutbe verdi ve "ey falanca dışarı çık sen bir münafıksın, sen de çık
ey falanca sen de münafıksın" dedi. Mescitten bazılarını dışarı
çıkartarak onları açığa vurdu. İşte bu onların birinci azabıdır. Durum ne
olursa olsun bu tabir, onların tehlikelerinin büyüklüğüyle, faktörlerinin
önemiyle münasib olan bir azaba kat kat uğratılacaklarını belirtmek içindir.
İbn Kesir, bu ayetin
tefsiriyle ilgili olarak Ebu Derda'dan şunu rivayet eder: Harme-le adında
birisi Hz. Peygamber'e gelmiş ve dilini göstererek "iman burada"
eliyle kalbini işaret ederek "münafıklık da şurada, o Allah'ı çok az
zikreder" demiştir. Hz. Peygamber: "Ey Allah'ım ona zikreden bir
dil, şükreden bir kalp ver. Ona benim sevgimi ve beni sevenlerin sevgisini
bahşet. İşini hayra ulaştır" buyurdu. Kim bize gelirse onun için mağfiret
dileriz. Kim de (durumunda) ısrar ederse, onun durumu Allah'a kalmıştır. Sen
kesinlikle kimsenin (nifakını Örten) örtüyü yırtma parçalama."
Belki
de bu adam ayet nazil olduktan sonra pişman olarak kendisi ve arkadaşları için
af dilemek amacıyla Hz. Peygamber'e gelmiştir. Şayet bu hadis doğruysa bu 80.
ayetin tefsirinde söylediklerimizi desteklemektedir. Öyle ki, Hz. Peygamber,
tevbesinde doğru olarak gördüğü kimseler için af dilemiştir. İlahi rahmetten
yoksun olanlar ise nifakları ve kötü niyetlerinde ısrar edenlerdir. Hadiste
belirtilen "nifaklarını açığa vurmayanların durumlarının Allah'a havele
edilmesi, tehlike ve zararlarından korkulmadığı sürece onların nifak Örtüsünün
yırtılmaması" hususu da gayet güzel bir ilkedir. [273]
102- Başka
bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, İyi kötü işi birbirine
karıştırmışlardı. Belki Allah, onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah
bağışlayandır, esirgeyendir.
103- Onların mallarından kendilerini
temizleyeceğin, yücelteceğin bir sadaka al ve onlara dua et; çünkü senin duan
onlara huzur verir. Allah, işitendir, bilendir.
104- Bilmedİler mi ki, kullarından tevbeyi kabul
eden, sadakalarını alan Allah'tır. Ve Allah, tevbeyi çokça kabul e-den, çok
esirgeyendir.
105- De ki:
"Yapıp edin. Allah sizin yapıp ettiklerinizi görecektir, O'nun Peygamberi
ve mü'mİnler de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bilene döndürüleceksiniz. O,
size yaptıklarınızı haber verecek."
Ayetlerde şu hususlara
işaret edilmiştir:
1- Günah
işleyip bu günahlarını itiraf eden başka bir grup vardı. Bunların, günahlarının
yanısıra salih amelleri de vardı.
2- Onların yapması gerekenler belirtilmiştir. Tevbe ettikleri taktirde
Allah'ın onların tevbesini kabul etmesi mümkündür. Çünkü O, bağışlayandır,
esirgeyendir. Hz. Peygam-ber'in onların malından işledikleri günahlara kefaret
olacak ve onları arındıracak (temize çıkaracak) sadaka alması, onlara dua
etmesi gerekir. O'nun dua etmesi, onların kalplerine güven verir. Allah, her
söylenileni işitendir, tüm niyetleri bilendir. Onların mutmain olmaları
gerekir ve bilsinler ki Allah, kulundan tevbeyi kabul eder, samimi ve iyi
niyetli oldukları müddetçe sadakalarını kabul eder. Hz. Peygambcr'in
samimiyetlerinin, doğru niyetlerinin ve tevbelerinin kabulü için onları salih
amel işleme konusunda cesaretlendirerek onlara: "Çalışın salih amel
İşleyin muhakkak ki Allah, O'nun Peygamberi ve mü'minler işlediğiniz amelleri
görecektir. Açığı, gizliyi, görüleni, görülmeyeni bilen Allah'a
döndürüleceksiniz ve O sizin işlediklerinizi size bildirecek, hakeltiğiniz
karşılığı verecektir" demesi gerekir. [274]
Taberi ve diğer
müfessirler bu aycllerin nüzulüyle ilgili olarak değişik rivayetler zikretmişlerdir.
Bir rivayete göre bu ayetler, geçerli bir özürleri olmaksızın Tebük savaşına
katılmayan, sonra da pişman olan ve Allah tevbelerini kabul edinceye kadar
kendilerini mescidin sütunlarına bağlayan bir grup samîmi müslüman hakkında
nazil olmuştur. Sayılarının bir ila on arasında olduğu hakkında ihtilaf
edilmiştir. Bir rivayete göre ayetler, Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur. Hz.
Peygamber, Beni Kureyza yahudİlerinden kendi hükmüne gelmelerini isteyince
onlar, Ebu Lübabe'yle istişare etmişler, Ebu Lübabe de "sonlarının
kesilmek" olacağı anlamına gelen bir işaretle onlara işarette bulunmuştu.
Sonra Allah'a ve elçisine ihanet ettiğini anladı, Allah ve Rasulü tevbesini
kabul edinceye kadar kendini mescidin sütununa bağladı. Bir rivayete göre de
ayetler, nifaklarından tevbe eden, Bedevi veya Medineli müslümanlar
hakkındadır. Birinci rivayet üzerinde düşünüldüğünde birazdan gelecek olan ve
özellikle samimi müslümanlardan savaşa katılmayanların tevbelerinin kabul
edildiğini gösteren bir rivayetin varlığı görülür ki, bu hususun ayetlerle bir
ilgisinin olmadığı açıktır. Aynı zamanda Ebu Lübabe hakkındaki rivayetin de bu
ayetlerin nazil olduğu ortamla yakın bir ilişkisi yoktur. Üçüncü rivayete
gelince bundan, ayetlerde belirtilen vasfın bu ayetlerin münafıklar değil de
müslümanlar hakkında olduğu anlaşılmaktadır.
Kanaatimize göre,
ayetlerin önceki ayetlere atıfta bulunması onların bir devamı olduğu ve Hz.
Peygamber dönemindeki insanlara ait bir kesil sunduğudur. Ayetlerde süreklilik
arzeden ilkeler vardır. Ortaya konulan tablo, değişik şartlarda ortaya
çıkabilecek tablolardandır.
Bazı
görevlerini ihmal edenler ve günahkarlar, samimi bir şekilde hatalarını anladıklarında
ve kendilerini düzeltmeye çalıştıklarında onların samimiyetlerine güvenilir.
Böyle insanların desteklenmesi, kalplerine huzur verilmesi ve müslümanların
saflarına katılmalarının sağlanması gerekir. Onların, kendilerini Allah'a
yaklaştıracak ve geçmişteki günahlarına kefaret olacak sadakalarını Allah
yolunda ve hayırlı işlerde infak etmeleri gerekir. [275]
106- Başka
bir kısmı vardır ki (onların durumları) Allah'ın emrine havele edilmiştir.[276] O,
bunları ya azablandıracak ya da tevbelerini kabul edecektir. Allah bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu
ayeltte durumları Allah'ın takdirine ve emrine bırakılmış başka müslümanlara
işaret edilmiştir. O, herşeyi bilendir, takdir ettiği her işte hikmet
sahibidir. Onlara ilminin ve hükmünün gereğince muamele eder. Ya onların azaba
uğratılın alarma hükmedecek ve onlara azabedecek veya onların rahmet ve
mağfirete layık olduklarına hükmedecek ve onlara rahmet edip tevbelerini kabul
edecektir. [277]
Taberi ve diğer
müfessirlerin rivayet etliğine göre bu ayetin, savaşa katılmayan ve diğer
grubun yaptığı gibi günahlarım itirafa yellenmeyen, pişmanlıklarını ve
tevbelerini beyan etmeyen müslümanlar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Sonra
birazdan gelecek olan ayetin dediği gibi Allah onları bağışlamıştır.
SozÜ edilen ayet bu
surenin 118. ayetidir. Bu ayetten anlaşıldığı gibi sözkonusu savaşa
katılmayanlara dünya dar gelmiş, Allah'a yalvarmışlar, tevbe etmişler ve Allah
on-Iann tevbelerini kabul etmiştir. Öyle ki, tefsirini yapmakla olduğumuz bu
ayetin, bu kimseler hakkında nazil olduğunu bildiren bu rivayetle bîr ilgisinin
olmadığı anlaşılıyor. Şayet doğru olsaydı onların durumlarının, herhangi bir
kapalılığa meydan bırakmayacak şekilde açık olması gerekirdi.
Ayetin
ruhundan ve kendinden öncekine aüfta bulunmasından Öyle anlıyoruz ki, bu ayet,
önceki ayetlerin bir devamı olup, müsl um anların sınıflarından bir sınıfa yani
nifak veya samimiyet konusunda durumları netlik kazanmayan bir kesime işaret
etmekledir. Toplumda buna sıkça rastlamak mümkündür. Bu gibi insanlar hakkında,
onlar herhangi bir günah açığa vurmadıkları ve zararlı ya da kolu bir tavır
içinde bulunmadıkları sürece, durumları tamamen açık olmasa bile aceleci
olmamak gerekir. Ayet bu hususa güzel ve hikmetli bir şekilde işaretle
bulunmaktadır. [278]
107- Zarar vermek[279], küfrü
(yerleştirmek), mü'minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah'a ve Rasulü'ne
karşı savaşanı gözlemek[280]
için mescid edinenler ve "biz İyilikten başka birşey istemedik" diye
yemin edenler (var ya) Allah onların yalancı olduklarına şahitlik etmektedir.
108- Orada
asia namaza durma. Ta ilk günden takva üzere kurulan mescid, elbette içinde
namaza durmana daha uygundur. Onda temizlenmeyi seven erkekler vardır. Şüphesiz
Allah temizlenenleri sever.
109-
Binasının temelini Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır?
Yoksa binasının temelini göçecek[281] bir
bıçığın'[282]' kenarına'51 kurup
onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah,
zulme sapan bir topluluğa hidayet vermez.
110-
Yaptıkları bina, kalpleri parçalayıncaya dek, yüreklerinde bir kuşku olarak
kalacaktır. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu ayetlerde şu
hususlar vurgulanmaktadır:
1- Kendilerine
Özel bir mescid bina eden gruba işaret edilmiştir.
2- Bu mescid
yapımının arkaplanını ortaya koymaktadır. Onlar için iyi niyetli ve samimi
değillerdi. Onların amacı zarar vermek, oyalamak ve mü'minlerin arasını ayırmaktır.
Bu da küfür ve nifakın bir görüntüsüdür. Onlar mescidi inşa etmeden önce oturup
Allah'la ve peygamberlerle savaşan insanları gözetlemişler, buna rağmen iyi
niyetli olduklarına ve hayrı istediklerine dair yeminler etmişlerdir. Allah,
onların yalancı olduklarına şahittir.
3- Hz.
Peygamber'in orada namaza ve kıyama durmaması emredilmiştir. Bina edildiği ilk
günden itibaren ihlas ve takva üzere kurulan mescidin buna daha layık olduğuna
dikkat çekilmiştir. Çünkü o mescidi inşa edenler samimi, temizlenmeyi
sevenlerdi ve Allah da temizlenenleri sever.
4- Soru
cümlesiyle, yeni mescid ve bunu inşa edenler kınanmıştır. İlk mescit ve inşa
edenlere dikkat çekilmiş ve bunlardan hangisinin hayırlı olduğu belirtilmiştir.
"Allah'a yaklaşmak amacıyla inşa edilen mescid ve onu inşa edenler mi
yoksa batıl amaçlarla ve kötü niyetlerle yapılmış mescid mi hayırlıdır"
şeklinde bir kıyas yapılmıştır.
5- Önceki soru cümlesine cevap niteliğinde bir cümle getirilmiştir. Bu
inşa edilen son mescid, yıkılmaya meyilli, neredeyse çökecek bir temel üzerine
inşa edilen bina gibidir. Orası, kendisini yapanlariyla birlikte cehennem
ateşine sürüklenerek çökmüştür de. Onlar zalimdir. Allah'ın zalimleri başarıya
ulaştırması ve hidayete ulaştırması mümkün değildir. Onların kalpleri ölümle
yok oluncaya dek inşa ettikleri o bina kalplerinde yer eden nifak ve şüphe
olmaya devam edecektir. Allah, açık ve gizli herşeyi bilendir. Hikmet ve
doğruluk ihtiva eden tüm işlerinde hüküm sahibidir. [283]
Taberi ve diğer
müfessirler[284], bu ayetler hakkında İbn
Abbas'tan ve tabii müfessir-lerden birçok rivayet zikretmişlerdir. Bu
rivayetler genel olarak şu olayı anlatır:
Hz. Peygamber
Medine'ye gelirken Küba denilen mahallede iki veya Üç gün geçirmişti. Buranın
halkı, Hz. Peygamber'İn namaz kıldığı yerde normal vakit namazlarını, özellikle
gece ya da sıcak ve soğuğun şiddetli olduğu zamanlarda namazlarını kılmak için
Hz. Peygamber'İn izniyle mescid inşa ettiler. Bu mahallede bir grup münafık da
yaşıyordu. Bazı rivayetlere göre bunların sayısı 12 kişiydi ve bunların
Ganemoğullanndan olduklarını belirtmektedir. Hz. Peygamber'e ve İslam'a kiniyle
ve müslümanlara karşı savaşmasıyla bilinen Medineli Ebu Amir isimli bir şahıs
da bunlara gelip gidiyordu. Bu adam, önce şirki lerketti, tevhidi benimsedi;
sonra hristiyan olup, ruhban oldu ve cübbe giyerek rahip diye meşhur oldu. Aynı
zaman da fasık olarak da şöhret bulmuştur. Hz. Peygamber Medine'ye gelince bu
şahıs Hz. Peygamber'e "Buraya ne ile geldin" dedi. Hz. Peygamber
"Ibrahimin dini olan Haniflikle geldim" dedi. O da "Ben o din
üzereyim" deyince Hz. Peygamber "Hayır sen o din üzere
değilsin" dedi. O adam "Bilakis ben o din üzereyim. Ancak sen o
dinden olmayan şeyleri o dine soktun" dedi. Hz. Peygamber "Ben onu
lemiz, arı ve duru bir şekilde getirdim" dedi. Ebu Amir "Allah bizden
yalan söyleyeni tardedilmiş, kovulmuş ve yalnız bırakılmış bir şekilde
kahretsin" deyince de Hz. Peygamber "amin" dedi. Ebu Amir
"Seninle savaşan bir grup gördüğüm zaman onlarla beraber seninle
savaşacağım" dedi. Aradan pek bir zaman geçmedi ki Hu-neyn günü Hz.
Peygamber'e karşı savaştı. Hevazin hezimete uğrayınca umudunu kaybetti ve
Şam'a kaçtı. Kuba'daki münafıklara haber gönderip "Gücünüz yettiğince
hazırlık yapın, sizin bir araya geleceğiniz bir mescid inşa edin ve beni
bekleyin. Muhammed ve arkadaşlarını Medine'den sürmek için Rum Kayser'ine gidip
bir ordu getireceğim" dedi. Onlar da bir mescid bina ettiler. Hz.
Peygamber, onlara bunun mahiyetini sorunca onlar da ilk mescidin kendilerine
uzak olduğunu yaşlı ve hastaların oraya gidemediklerini söyleyerek iyi niyetli
olduklarını belirtip Hz. Peygamber'İn orayı bereketlendirmek amacıyla gelip
orada namaz kılmasını talep eltiler. Hz. Peygamber onların doğru söylediklerine
inandı ve "Biz şimdi yola çıkıyoruz. Tebük'ten dönünce gelip namaz kılacağım"
dedi. Hz. Peygamber'İn Medine'ye döneceği zaman yaklaşınca onlardan bazıları
gelip Hz. Peygamber'e sözünü hatırlattılar. Bunun üzerine Allah bu ayetleri
indirdi ve onların gerçek yüzlerini ortaya koydu. Hz. Peygamber birkaç adam
gönderdi. Onlar orayı yıkıp yaktılar.
Ayetlerin tamamı bu
özetle verilen olaya uygun düşmektedir ve münafıkların en kötü, en çirkin, en
tehlikeli konum ve tavırlarından birini konu edinmekledir. Özellikle de onların
Allah'ın mescidini bu emelleri için araç ve zırh edinmelerini ortaya sergilemekledir.
Münafık ve hasta kalpli insanların Hz. Peygamber'e, O'nun daveline ve otoritesine
karşı başvurdukları hile ve tuzakları belirtmektedir. Kur'an'ın buradaki
üslubu, onların kötü niyetlerine ve çirkinliklerine uygun olarak sert bir
şekilde gelmiştir.
Ayetler bazı belirli
tavırların anlatıldığı özel bir konuyu ihtiva etmesinin yamsıra kendinden
önceki ayetlere atıfta bulunması ve metodu bunların bir Önceki bağlamdan kopuk
olmadığını, o bütünün bir parçası olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda burada
müslümanlardan da bir grup belirtilmiştir. Bu ayetlerin Hz. Peygamber'in
Medine'ye dönüş yolunda olduğunu belirten rivayet doğrudur. Çünkü aynı bağlam
içindir ki bazı ayetler bunu göstermektedir.
Hz. Peygamber'in
Tcbük'tcn Medine'ye dönüşü sırasında nazil olan bu ayetlerde ortaya konulan
konu, Hz. Peygamber döneminde müslümanların allı sınıf olduklarını içermektedir.
Bunlar; öncü Muhacirler, öncü Ensar, bedevi ve şehirli Araplardan bunlara en
güzel bir şekilde tâbi olup, ihlas, takva yardım ve destek konusunda onların
yolundan gidenler, münafıklıkları herkes taralından bilinmeyen Medineli ve
çevresindeki bazı bedevi münafıklar, salih amel ile kötü işleri birbirine
karıştıran ve münafık olmayan grup, durumları belirgin olmayıp Allah'ın emrine
ve ilmine havale edilmiş kimseler, aşırı küfür ve çirkinlikler ortaya koyan
münafıklar grubu.
Genci olarak insan
toplulukları bu sınıflardan oluşur. İslam toplumu da bu kapsamın dışında
değildir. Ancak kesin olan bir husus vardır ki, Allah'ın dini ve Peygamber'in
yolu uğruna en güzel örnekleri ortaya koyan, Allah'ın rızasını ve fazlını
kazanmak için kendilerini hizmete adayan, Allah'ın kendilerinden, onların da
Allah'tan razı olduğu ve Hz. Peygamber'den sonra İslam davetinin dayanağı olan
ilk üç sınıfın, bu güçlü toplumun temelini oluşturduğudur.
Ayetlerde övgüyle sözü
edilen mescid hakkında Taberi değişik rivayetler zikretmiştir. İbn Abbas,
Hasan ve İbn Zeyd "Bunun Avfoğullari'nın bina ettiği ilk Küba mescidi
olduğunu rivayet etmiştir. Değişik senetlerle zikrettiği rivayete göre;
Avfoğulları'ndan biri Ebu Said el-Hudri ile bu mescid hakkında tartışmışlar.
Avfoğulları'ndan olan kişi bu mescidin Küba mescidi olduğunu söylerken arkadaşı
da bunun Peygamber mescidi olduğunu söylemiştir. İkisi de Hz. Peygamber'e gelip
O'na sordular. O da "O, benim bu nıescidimdir, orada daha çok hayır
vardır" buyurdu.
Tirmizi ve Müslim de
buna yakın bir hadisi şu şekilde rivayet etmişlerdir: "Ebu Said el-Hudri
şöyle dedi: 'İki kişi takva üzere bina edilen mescid hakkında tartıştı. Biri
orası Mescidi Küba'dır derken, diğeri Rasulullah'ın mescidi olduğunu
söylüyordu. Hz. Peygamber de 'O benim mescidimdir' buyurdu."[285] O
Öyle görüyor ki İbn Abbas ve diğer müessirlere göre bu hadis sabit olmamıştır.
Yoksa orasının Küba mescidi olduğunu söylemezlerdi. "Orada temizlenmek
isteyen adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever" cümlesi, kıyasın
oradaki iki mescid hakkında olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla ayette
övgüyle kendisinden bahsedilen mescid Küba mescididir. En iyisini Allah bilir.
Taberi, az Önce
sözkonusu edilen cümle hakkında Hz. Peygamber'in bu mescid halkına veya
Ensar'a şöyle dediğini rivayet eder; "Allah temizlik konusunda sizi
övmekte dir. Siz ne yapıyorsunuz (nedir bu temizlik). Onlar da 'Biz büyük ve
küçük abdesiin izlerini yakarız (yok ederiz)' dediler". Başka bir
rivayete göre de onlar şöyle dediler: "Bizim yahudilerden komşularımız
vardı. Onlar böyle yaparlardı ve bunun Tevrat'ta yazılı olduğunu
söylüyorlardı." Bir rivayete göre "Biz cahiliyye döneminde su ile
islinca yapardık, müslüman olduktan sonra da bunu bırakmadık" dediler.
Hz. Peygamber de onlara 'Onu lerketmeyin' dedi. Tirmizi ve Bezzar Ebu
Hureyre'den şunu rivayet etmişlerdir: "Bu ayet, su ile islinca yapan Küba
halkı hakkında nazil olmuştur".[286]
Bu iki rivayetle de
ayetlerde belirtilen mescidin Küba mescidi olduğunu gösteren işaretler vardır.
Bu rivayetlerde ve Kur'an ayetlerinde her müslümanın tüm koşullarda, her konuda
temizliğe, özellikle de bedensel temizliğe riayet etmesi gerektiği hususunda
hem Kur'ani hem de nebevi yönlendirme vardır. Daha önceleri de belirttiğimiz
gibi burada abdest ve yıkanmanın hedefi bir daha pekiştirilmiş oluyor.
Ayetler,
hasla kalpli insanların ortaya koyduğu kötü davranışlara, düzenbazlıklara ve
komplolara karşı uyanık olmayı, dikkatli davranıp onlara kesin ve şiddetli bir
şekilde tavır almayı, onların görüntülerine ve yalan yeminlerine aldanmamayı,
güzel niyetli ve iyi görünümlü insanlara ikramda bulunmayı; Allah'ın
gözetilmesi, O'ndan sakınılması, iyi ve hayırlı amellerde onun rızasının
kazanılması hussunda her zaman için bir mesaj niteliği taşıyan uyarıları ve
ilkeleri içermekledir. Özellikle de 109. ayet bu uyarı ve ilkeler hakkında olup
her türlü fiil ve konumu kapsamaküdır. [287]
111- Allah,
mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet karşılğında satın almıştır. Allah
yolunda savaşırlar, öldürürler ve Öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrat'ta,
İncil'de ve Kur'an'da üstlendiği gerçek bir sözdür. Kim Allah'tan daha çok
sözünde durabilir? O halde onunla yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin,
işte büyük kurtuluş budur.
112- Tevbe
edenler, ibadet edenler, hamdedenler, seyahat edenler[288],
rüku edenler, secde edenler, iyiliği emredip kö-tülükten menedenler ve Allah'ın
sınırlarını koruyanlar. İşte bu mu m inlen müjdeler.
Her
iki ayet, açık ve anlaşılır olup mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad
eden mü'minlere ilahi bir müjde vaadetmekte ve onları bu konularda teşvik
etmeyi amaçlamaktadır. Samimi mii'minlerin sıfatları sayılmakta. Onların
Allah'ın dinine sıkı sıkıya bağlanıp görevlerini yerine getirdiklerinden
övgüyle bahsetmekledir. [289]
Taberi, birinci ayetin
Büyük Akabe Biati esnasında nazil olduğunu rivayet etmiştir. Evs ve Hazreç
heyetleri, Hz. Peygamber'e, Medine'ye hicretten önce biat etmişlerdi. Bu biatta
Abdullah b. Revana Hz. Peygamber'e şöyle demiştir:
"Rabbin ve kendin
için dilediğini şart koş. Allah Rasulü, 'Rabbim için O'na ibadet etmenizi ve
O'na hiçbir şeyle ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de canlarınız
ve mallarınızı nelerden koruyorsanız, beni de ondan korumanızı şart koşuyorum'.
'Bunu yaptığınız taktirde bize ne var?' diye sorduklarında, Hz. Peygamber 'cennet'
buyurdu. Onlar 'Kazançlı bir alışveriş, bunu bozmayız ve bozulmasını istemeyiz'
dediler. Bunun üzerine Allah, ayeti indirdi".
Akabe biati esnasında
geçen bu diyoloğun doğru olma ihtimaliyle birlikte ayetin üslup ve içeriği bu
ayetin Akabe biatinin gerçekleştiği bir ortamda nazil olduğunu belirten
rivayetin doğruluğunda
şüphe uyandırmakladır. Daha da ötesi, rivayetin bizzat kendisi bu şüpheyi
uyandırın akladır. Çünkü Hz. Pcygamber'in heyetten islediği sadece koruma ve
himaye edilmektir. Oysa ki ayci cihad hakkında geniş bir çerçeve çizmekledir.
Enfal sûresinin tefsirinde Bedir savaşını açıklarken Hz. Peygamber'in Ensar'dan
kendisi için sadece savunma ve himaye istediğini söylemiştik. Bunun için Hz.
Peygamber onlarla istişare etmeden ve onlar savaşa hazırlıklı olduklarını
belirtmeden Kureyş'lc herhangi bir çatışmaya girmeyi düşünmemiştir. Taberi ve
diğer müfessirler, birinci ve ikinci ayeti birbirine bağlayarak şöyle
demişlerdir: "Allah ikinci ayette kendilerinden nefislerini satın aldığı
mü"minlerin sıfatlarını açıklamıştır. Bu da iki ayetin beraber nazil
olduklarını göstermektedir. Rivayetler, bunu zikretmemektedir. İki ayet
arasındaki bütünlük bunu teyid etmektedir. Kaldı ki, ikinci ayetle bazı
sıfatlar vardır ki, bunlar daha Akabe Bi-alı'nda bulunanlarda
gerçekleşmemiştir.
Buna ilave olarak biz,
iki ayetle önceki ayetler arasında bir uyumun olduğu, o ayetlerle beraber veya
hemen ardından nazil olduğu, Tebük savaşı esnasında nazil olduğunu söylediğimiz
o ayetlerle ortaya konulan bir silsilenin son halkasını oluşturduğu kanaatindeyiz.
O ayetler, önce mallarıyla, canlarıyla cihattan geri kalanları eleştirmekte,
sonra komplo kuran münafıklara dikkat çekmekte, ardından da canlarıyla ve mallarıyla
Allah yolunda cihad eden samimi mü'minleri Övmektedir.
Her iki ayet de
açıklayıcı ve güçlü bir üslupla gelmiştir. Özellikle de ikinci ayet, samimi
müslümanların tüm sıfatlarını bir arada vermiştir. Hz. Peygamber'in son, sayı
ve hazırlık bakımından en büyük, en uzak mesafeli, en tehlikeli, en riskli
savaşı olan Tebük savaşı ve bu bağlamda ortaya konulan bütünün çok güzel bir
sonucu mahiyetindedir. Aynı zamanda bu ayetlerin ruhu, ayetlerin Hz.
Peygambcr'le birlikte Tebük savaşına iştirak eden arkadaşlarına övgü
mahiyetindedir.
Buna rağmen her iki
ayet, her koşul ve mekandaki her müslümana seslenerek, malları, canlarıyla
cihada koşmalarını, Allah yolunda ne kadar büyük olursa olsun fedakarlıkta
bulunmalarını açıklamaktadır. Ayrıca bu iki ayetle kendisiyle Allah'ın
rızasanın kazanıldığı samimiyetin ölçüsü verilmekte, iyi sıfatlar
belirtilmekle, dünya ve ahirtte kurtuluşa ermenin, başarıya ulaşmanın
sebepleri sıralanmakladır.
Birinci ayetle
belirtilen hususa dikkal çekmek gerekir. Öyle ki, samimi bir müslü-man sırf
İslam'ı kabul etmekle malıyla, canıyla Allah yolunda cihad etmek için nefsini
Allah'a satmış olmakladır. Allah bunu cennet karşılığında satın aimışlır.
Burada cihad teşvik edilmekle ve ona cihada çağrı yapılmaktadır. Cihad, İslami
rükünlerin en büyüğü olarak nitelenmektedir. Tabii ki bu cihad, Kur'an'ın
belirttiği prensipler çerçevesinde belirtilmektedir.
Rivayetlerin[290]
belirttiğine göre; Hz. Peygamber, bazı savaşlardan dönünce kendisini başarıya
ulaştıran ve bunu kolaylaştıran Allah'a şükrünü ilan etmek için ikinci ayetin içerdiği
bazı lafızlarla sesleniyordu. Sonra, savaşın sonunda Kur'an'm ayetleri bu üslupla
nazil oldu ki, Allah'a olan şükrün, özel ve tüzel görevlerini yerine getiren
Allah yolundaki mücahitlere övgünün ilanı olsun, onlara uyulup yollarından
gidilsin.
"Bu, Allah'ın
Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da üstlendiği gerçek bir sözdür" cümlesi
hakkında şunu belirtmek gerekir. Kur'an, Allah yolunda canla, malla cihad
etmeye çağıran, bunu teşvik eden, mücahitlere cennet ve zaferi vaadeden çeşitli
ayetler içermektedir. Bu surenin 88-89. ayetleri bu tür ayetlerin
sonuncularındandır. Bugün ellerde bulunan Tevrat ve İncil'de bu konuyla ilgili
açık bir ifadenin bulunmayışı, Kur'an'ın bu ayetinin eksik olduğu anlamına
gelmez. Bugünkü İnciller, Hz. İsa'nın hayatının bir tercümesidir, Allah'tan
insanlara tebliğ ettiği herşey yoktur.
Allah'ın
Hz. Musa'ya olan tebligatlarım içeren Tevrat'ın bugünkü kullanılan bölümleri
Hz. Musa'dan uzun bir müddet sonra tedvin edilmiştir. İçerisinde tahrifatın
yapıldığını gösteren birçok çelişki vardır. Kaldı ki, Tevrattakilerin,
Allah'ın Hz. Musa'ya tebliğ ettiklerinin veya Hz. Musa'nın İsrailoğullan'na
tebliğ ettiklerinin tamamını kapsadığına dair hiçbir delil yoktur. Allah
Kur'an'ı, Allah'a ve Peygamberi'ne nisbel edilen eski kitapları doğrulayıcı
kılmıştır. Tabii ki bu da İslami akide açısındandır. Maide sûresinin 48.
ayetinin tefsirinde belirttiğimiz gibi bugünkü mukaddes kitaplarda bulunmayan,
ancak Kur'an'ın ortaya koyduğu tüm ilke ve kurallar haktır. [291]
113- Akraba
bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra Allah'a ortak
koşanlara mağfiret dilemek ne Peygamberin, ne de inananların yapacağı bir
şeydir.
114-
İbarhim'İn babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden dolayıydı.
Fakat onun, bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzak durdu.
Gerçekten İbrahim çok içli[292] ve
yumuşak huylu idi.
115- Allah,
bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınmaları gereken şeyleri kendilerine
açıklamadıkça onları saptıracak değildir. Allah herşeyi bilendir.
lah'tan korkan
anlamındadır' denilmiştir.
Birinci ve ikinci
ayel, Hz. Peygamber'in ve müslümanların, şirkleri üzere ölen ve Ahirette de
kesin olarak varacakları yer cehennem olan müşrikler için mağfiret dilemelerinin
uygun olmadığını belirtmektedir. Hz, İbrahim'in babası için mağfiret
dilemesinin aklayıcı bir örnek olamayacağı vurgulanmıştır. Çünkü O, bunu,
verdiği bir sözden ve babasının Allah'a olan düşmanlığı açığa çıkmadan Önce yapmıştı.
Kendisine durum açıklandığı zaman, hemen bu davranışından vazgeçmiştir. O,
Allah'tan korkar ve uygun olmayacak bir şeyi yapmaz. Üçüncü ayet, hidayete
erdirdiği insanların, bu tür bir davranıştan sakınıp uzak durmalarını
belirterek, onların apaçık bir delil üzere olmaları için onları başıboşluğa,
saplantıya ve karanlığa terkeImemiştir. O, herşeyin gereğini en iyi bilendir.
Taberi bu ayetin nüzul
sebebiyle ilgili çeşitli rivayetler zikretmiştir. Bir rivayete göre Hz.
Peygamber, atalarının dininde ısrar eden ölüm döşeğindeki amcasına mağfiret dileyeceğini
vaadetmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah onu bundan nehyeimişür. Bir
rivayete göre bir Mekke yolculuğu esnasında annesinin kabrini ziyaret etmiş ve
ona mağfiret dilemek istemiş, Allah da onu bundan nehyetmiştir. Bir rivayete
göre de ashabından bazıları kendisine "Ey Allah'ın Peygamberi, muhakkak
ki bizim babalarımızdan komşuluğu güzel olan, akrabalığa Önem veren, esirleri
kurtaran ve zimmetlerine vefa gösterenleri vardır. Onlar için mağfiret
dilemeyelim mi" diye sonnuslardır.
Hz. Peygamber,
"Evet, Allah'a yemin olsun ki, ben de İbrahim'in babası için mağfiret
dilediği gibi babama mağfiret diliyorum" buyurdu. Bunun üzerine Allah,
birinci ve ikinci ayeti indirdi. Başka bir rivayete göre; bir kişi, başka
birinin müşrik olan anne ve babası için mağfiret dilediğini duymuş ve
"kişi, müşrik olan ebeveyni için mağfiret dileyebilir mi?" diye
sorunca o kişi "İbrahim, babası için mağfiret dilemedi mi?" diye
cevap verdi. O adam Hz. Peygamber'e gelip ona bu durumu bildirince iki ayet
nazil oldu. Ayrıca, babalan için mağfiret dileyenler, bu iki ayelin nüzulünden
sonra günah işlediklerini düşündüler, Allah da üçüncü ayeli indirdi diye
rivayet edilmiştir. Beğavi üçüncü ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak şu
rivayeti zikrelnıiştir: Bir grup, Hz. Peygamber'e gelerek müslüman oldu. Onlar
müslüman olduklarında daha İçki yasaklanmamıştı ve kıble de Kabe'ye doğru
değişmemişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra bu grup tekrar Hz. Peygamber'e
geldiklerinde içkinin haram kılındığını ve kıblenin değiştiğini gördüler. Bunun
Üzerine "Ey Allah'ın Peygamberi, sen bir din üzeresin, biz başka bir din
üzereyiz, bizler dalalet içerisindeyiz" dediler. Bunun üzerine Allah, 115.
ayeli indirdi.
Üçüncü rivayetin, iki
ayetin nüzulüyle ilgili olduğu daha çok muhtemeldir, Çünkü birinci ve ikinci
rivayetler, Hz. Peygamberin annesi veya amcası için mağfiret dilediğini
belirtirken birinci ayet, müslümanlan da kapsamakladır. Mağfiret dileyenlerin
günahkar olduklarını sanmalarıyla ilgili rivayetin, üçüncü ayetin nüzul sebebi
olması daha doğrudur. Çünkü ayetlerin içeriğiyle rivayet arasında bir uyum
vardır.
Dediğimiz gibi ayetler
yeni bir konudan bahsediyor gibi görünüyor. Bu bölümün Tebük savaşı hakkında
nazil olan ayetlerden sonra gelmesi, sözkonusu nehyin bu savaştan döndükten
sonra geldiğini göstermektedir.
Hz. İbrahim'in içli ve
yumuşak huylu, çokça niyazda bulunan biri olarak sıfatlandı» nlmasıyla O'nun,
Allah'ın razı olmayacağı bir şeyi yapmasının imkansız olacağına dikkat çekmek
amaçlanmıştır. Çünkü O, Allah'tan çokça korkandır. Onun babasına mağfiret
dilemeyi vaadetmesi, babasının Allah düşmanı olduğu yakinen kendisine
belirtilmeden Önceydi. Yumuşaklığından, merhametli oluşundan dolayı böyle bir
şeye yeltenmişti. Ancak kendisine durumun gerçek yüzü aşikar olunca bundan
hemen vazgeçti. Burada da görüldüğü gibi ayetle çok açık ve süreklilik arzeden
güzel ilkeler vardır.
Üçüncü ayet, imani bir
esas ve hukuki bir ilkeyi içermektedir. O da; Allah'ın hiçbir müslümanı,
kendisinden nehyetmediği herhangi bir hususta sorumlu tutmayacağıdır.
Müslümanların açık bir Kur'ani nassla veya nebevi bir hadisle kendisinden
nehyedilme-dikleri birşey, herhangi bir miinkeri, günahı ve açık bir fuhşu
içermediği sürece mubahtır. Bu, Kur'an'ın değişik yerlerde çeşitli vesilelerle
ortaya koyduğu ilkelerle bağdaşmakladır.
"Peygambere
yaraşmaz" cümlesi, Hz. Peygamber'in herhangi bir konuda iclihadda
bulunduğuna, ancak Allah kalında onun tercihinin değil de başkasının daha evla
olduğuna, Kur'an ayetinin nazil olup onu uyardığına delalet eder. Bu husus,
iman edilmesi gereken onun ismet sıfatıyla çelişmez. Bu ismet, daha önce de
açıkladığımız gibi onun Allah'tan kendisine vahyedilen herşeyi tebliğ etmesi,
ona muhalefet etmemesi, herhangi bir masiyet veya günah işlememesi hakkındadır.
[293]
116-
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, öldürür ve diriltir. Sizin için Allah'tan
başka bir dost ve yardımcı da yoktur.
Bu
ayeli yalnız başına ele alışımızın sebebi onun diğer ayetlerden sonra
gelmesinin muhtemel olmasındandır. Bunun anlamı şudur: Müslümanların müşrik
olan akrabalarına bağlanıp, bunun neticesinde onlara mağfiret dilememeleri
gereği dile getirilmektedir. Çünkü onların Allah'tan başka hiçbir dost ve
yardımcısı yoktur. Ayrıca bu ayet, bundan sonra gelen ve Allah'ın, Hz.
Peygamber ve müslümanlann tevbesini kabul ettiğini belirten ayetler için bir
giriş ve hazırlık konumunda da olabilir. Bu durumda yalnızca Allah'ın onların
yardımcısı ve dostu olduğu, yalnızca ona güvenip bağlanmaları gerektiği anlamı
ortaya çıkar. [294]
117-
Andolsun ki Allah, Peygamber'in ve güçlük anında O'na uyan Muhacir ve Ensarın
tevbelerini kabul etti. İçlerinden bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken
yine de onların tevbesini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli ve
çok merhametlidir.
118- Geri
bırakılan üç kişiye de yeryüzü tüm genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri
de kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir şey
olmadığını anla-mışlardı[295]
Allah onların tevbesini kabul buyurdu ki tevbe etsinler. Muhakkak ki Allah,
tevbeyi çok kabul eden ve çok esirgeyendir.
Çünkü zan kelimesi
bazen birbirine zil iki anlamı içerebilir, hem şek, hem de kesin bilgi
anlamlarına gelebilir.
Ayetlerde şu hususlar
belirtilmiştir:
1- Ayetle
Allah'ın, Hz. Peygamber'in ve zor şartlarda, hatla bazılarının Allah'ın razı
olmadığı bir duruma düşebileceği koşullarda O'na tâbi olan Muhacir ve Ensardan
razı olduğu, onların tevbesini kabul ettiği belirtilerek, bu kimseler teskin
edilmiş ve levbele-rinin kabul edildiği, çünkü Allah'ın onlar için çok şefkatli
ve merhametli olduğu bildirilmiştir.
2- Ayetler,
Allah'ın tevbeyi kabul etmesinin ve rahmetinin kapsamına Rasulul-lah'tan geri
kalan, hatalarının farkına varan, tüm genişliğine rağmen dünya kendilerine dar
gelen, canları sıkıldıkça sıkılan, affedilmeleri için Allah'a sığınan üç
kişinin de girdiğini ilahi bir müjde olarak belirtilmiştir. Çünkü onlar,
Allah'tan başka hiçbir sığınaklarının olmadığım, ondan kaçmanın, kurtulmanın
İmkansız olduğunu anladılar. Allah onların tevbesini kabul etli. O tevbeleri
kabul eden ve çokça bağışlayandır.
Ayetler, Tebük
savaşıyla ilgili olmakla birlikle yeni bir bölüm gibi görünmektedir. Her iki
ayetin de, Hz. Peygamber ve müslümanların Tebük'ten döndükten sonra nazil
oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar hakkında zikredilen rivayetler de bunu ortaya
koymakladır. Bu iki ayet, kanaatimize göre, Tebük dönüşünde nazil olduğunu
söylediğimiz önceki bölümden sonra nazil olmuştur.
Müfessirler, birinci
ayetin nüzulü hakkında belirli bir olay zikretmem işlerdir. Ancak Tebük
savaşının gerçekleştiği şartlan belirterek zorluktan ötürü neredeyse Hz. Peygamber'in
arkadaşlarından bazılarının kalplerinin kayacağını anlatmışlardır. Kanaatimize
göre hu ayette belirtilen Allah'ın tevbeyi kabul ettiğini ilan etmesi bununla
ilgilidir.[296] Kur'an'ın bu savaşı
zorluk günü olarak nitelemesi bunu leyid etmektedir. Sıcak, azık ve binek
azlığı açısından zorluk çekiliyordu. Öyle ki üç kişi, dön kişi hatta on kişi
bir tek bineğe nöbetleşe biniyorlardı. Susuzluk öyle bir dereceye ulaşmıştı ki,
deveyi kesip işkembesini sıkarak suyunu içiyorlardı. Açlık öyle bir safhaya
ulaşmıştı ki, bazen bir günde birkaç hurmayla yetiniyorlar, hatla bir tek
meyveyi nöbetleşe çiğniyorlardı. Bazıları öyle yoruluyorlardı ki, ordudan geri
kalıyorlardı. Durumları Hz. Peygamber'e iletildiğinde "Onlara ilişmeyin,
şayet kendilerinde bir hayır varsa Allah, onları size tekrar kavuşturacaktır.
Yok eğer böyle değillerse Allah sizi onlardan yana rahatlatmış olur" diyordu.
Ebu Zcrr, önce geri kalıp sonra tekrar gelip yetişenlerdendi. Samimi olanlardan
birkaç kişi geri kalmıştı. Bunlardan biri İbn Hişam'ın[297]
rivayet ettiği bir haberde belirtildiği gibi Ebu Hayseme el-Ensari'ydi. Ordu
hareket ettikten sonra pişman olmuş sonra lekrar gelip yetişmişti. O, sıcak bir
günde ailesine gelmişti. İki hanımından her bîri evin bahçesinde çardağını
kurmuş, onun için soğuk su ve yemek hazırlamışlardı. Eve gelip çardakların
kapısında durarak hanımlarına ve kendisi için hazırladıklarına baktı ve şöyle
dedi: "Hz. Peygamber şimdi güneşin altında kavrulurken, Ebu Hayseme de
serin bir gölgelikte, hazırlanmış yemeklerin başında ve hanımlarının yanında
oturmakla. Bu akıl kârı iş değil. Allah'a andolsun ki ben hiçbirinizin
çardağına girmeyeceğim, gidip Hz. Pey-gamber'e yetişeceğim, benim için azık
hazırlayın." Onlar da azığını hazırladı. Bineğine allayıp, Hz. Peygamber'i
aramaya başladı ve Tcbük'tc ona yetişti. Yolda kendisi gibi Hz. Pcygamber'e
iltihak etmek isleyen Umcyr b. Vchb'le karşılaştı. Yol arkadaşı oldular,
Tcbük'e yaklaştıklarında Ebu Hayseme, Umeyr'e dedi ki: "Benim günahım var,
ben suçluyum benden biraz geride dur ki ben senden önce Hz. Peygamber'e
kavuşayım." O da öyle yaptı. Ebu Hayseme Hz. Peygamber'e yaklaşınca onu
görenler, "Şu yoldaki yolcu buraya doğru yöneldi" dediler. Hz. Peygamber
de "İnşallah Ebu Hayseme'dir" dedi. Yanındakiler "Evet, ya
Rasulullah, vallahi o Ebu Hayseme'dir" dediler. Ebu Hayseme bineğini
çöktürüp indi. Rasulullah'a yöneldi ve selam vererek ona durumunu arzettİ. Hz,
Peygamber de onun için dua elli. İbn Hişam, ona nisbet edilen şu beyitleri
aktarmıştır:
"İnsanların dinde
ikiyüzlülük yaptığını görünce / En çok affeden ve ikram edene geldim. / Sağ
elimle Muhammed'e bial etlim. / Hiçbir günah ve haram işlemedim. / Yeşillikleri
ve filizleri çardakta lerkettim. / Bir münafık şüpheye düştüğü zaman / Ben
gelip dine boyun eğdim."
İkinci ayel, Medine'de
samimi mü'minlerden tembellik yapıp özürsüz olarak savaştan geri duran üç kişi
hakkındadır. Müfessirler, onların durumlarını aktarmışlardır. Bu-hari, Müslim
ve Tirmizi bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak bu üç kişiden biri olan Ka'b b.
Maük'ten uzun bir hadisi rivayet etmişlerdir. Hz. Peygamber'in ashabının
ahlakına dair güzel ve faydalı tablolar sunan bu hadisi burada zikretmeyi
faydalı görüyoruz.[298]
Ka'b b. Malik şöyle dedi:
"Peygamber'in
yaptığı savaşlardan, Tebük savaşı hariç hiçbirine iştirak etmekten geri
kalmamıştım. Gerçi Bedir savaşına da katılmamıştım ama Peygamber, Bedir
savaşına katılmayanlardan hiç kimseyi azarlamamıştı. Bedir savaşında, Hz.
Peygamber ve müs-lümanlar, Kureyş'in ticaret kervanına karşı koymak için
çıkmışlardı. Allah, belirtilmemiş bir anda m ti s Ilımanlarla düşmanların:
karşı karşıya getirdi.
Akabe gecesinde İslam
üzere Hz. Peygamber'e biat ettiğimizde onunla beraberdim. Bedir'in, insanlar arasında
Akabe'den daha fazla bir üne sahip olduğu gibi ben de Akabe'de bulunmayı,
Bedir'de bulunmaya tercih etmem. Tebük savaşına katılmaktan geri kaldığımda her
zamankinden daha kuvvetli ve daha varlıklı olduğumu biliyordum. Vallahi, bu
savaştan önce asla iki bineğim bir arada olmamıştı. Bu savaşta tam techizatlı
iki binek sahibiydim.
Hz. Peygamber, bu
savaşa sıcakların şiddetli olduğu bir zamanda çıkmıştı. Uzun ve tehlikeli
yollan katetmek zorunda kaldı. Sayısı çok olan bir düşmanla karşılaştı. Başka savaşların
aksine hedefini gizlemedi. Tüm hazırlıklarını yapmaları için müslümanlara
meseleyi açıkça anlattı. Peygamber'le birlikle bu savaşa katılan müslümanların
sayısı o kadar çoklu ki İsimleri bir kitaba zor sığar. Bir vahiy nazil olmadığı
sürece anlaşılmayacağını sanarak gizlenmek isteyenler azdı. Bu savaş,
meyvelerin tam olgunlaştığı bir zamana denk gelmişti. Geride kalıp meyveleri
toplamayı daha çok istiyordum.
Peygamber, hazırlığını
tamamladı. Müslümanlar da hazırlıklarını tamamladılar. Ben de onlarla birlikle
hazırlanmak için sabah evden çıkıyordum. Fakat birşey yapmadan geri dönüyordum.
Kendi kendime istersem bu işi yapabilirim diyordum. Ben böyle düşünüp
dururken, insanlar ciddiyetle işlerine sarılıyorlardı. Kuşluk vakti
Peygamber'le birlikte müslümanlar da hazırlıklarını tamamladılar. Ben hala bir
hazırlık yapmamıştım. Böylece, durum sürüp gitti. Nihayet onlar savaş yerine
doğru hareket eltiler ve savaş başladı. Bunu görünce ben de bineğime atlayıp
onlara yetişmek istedim. Keşke de yapsaydım. Fakat bunu yapmak mukadder
olmadı. Peygamber savaşa gittikten sonra insanlar arasına çıkınca üzüntü
duymaya başladım. Çünkü, münafıklıkla ilham edilenlerden ve zayıflardan
Allah'ın mazur gördüğü kimseden başka bana Örnek olacak hiç kimse yoktu.
Tebük'e varıncaya kadar, Peygamber beni anmamış. Tebük'c gelip insanlarla beraber
oturunca "Ka'b b. Malik ne yaptı?" diye sormuş. Selemeoğullan'ndan
biri "Ya Rasulallah, onun kendisine ve elbiselerine karşı olan gururu, onu
bize katılmaktan alıkoydu" demiş. Fakat Muaz b. Cebel "Bu adama ne
kötü konuşuyorsun. Vallahi ey Allah'ın Rasulü, biz onun hakkında hayırdan
başka birşey bilmiyoruz" diyerek karşılık vermiş. Bunun üzerine Peygamber
susup birşey söylememiş. Derken Hz. Peygamber, uzaktan Önündeki serabı hareket
ettiren bir adamın geldiğini görmüş ve "Herhalde bu gelen Ebu
Hayseme'dir" buyurmuş. Baktıklarında, gerçekten de gelenin sadaka olarak
bir sa' hurma verdiğinden dolayı münafıkların kendisiyle alay ettiği Ebu
Hayscme el-Ensari olduğunu gördüler.
Peygamber'in Tebük'ten
dönmek üzere hareket ettiğini haber aldığımda içime bir üzüntü çöktü. Bir yalan
uydurmayı düşünüyor ve "yarın onun gazabından nasıl kurtulurum"
diyordum. Bu konuda tüm aile ferilerine danışıyordum. Fakat Rasulullah'm iyice
yaklaştığım duyunca bu yalan kuruntularından kurtuldum. Nihayet hiçbir yalanla
yakayı kurtaramayacağıma kanaat getirdim ve doğruyu söylemeye karar verdim.
Rasulullah sabahleyin
geldi. Bir seferden döndüğü zaman önce mescide giderdi. Yine böyle yapıp
mescide gitti. Orada iki rekat namaz kıldıktan sonra halkla görüşmek için
oturdu. Savaşa katılmayanlar geldi, herbiri özrünü yemin billah arzetmeye
başladı. Bunlar seksen küsur kişiydi. Hz. Peygamber onların zahiren beyan
ettikleri mazeretleri kabul edip, onlar için istiğfarda bulundu. İşin gerçek
yüzünü Allah'a havale etti. Sonra ben geldim. Selam verdiğimde Peygamber kızgın
bir adamın gülümsemesi gibi gülümsedi ve bana "gel" dedi. Gittim,
önüne oturunca bana "Savaşa katılmaktan seni alıkoyan neydi, hayvanlarını
cihad için satın almamış miydin?" diye sordu. Ben de "Ya Rasuial-Iah,
eğer dünyada senden başka biriyle oturup konuşsam bir özür beyan ederek kendimi
onun öfkesinden kurtarırım. Çünkü ben de karşı tarafı ikna kabiliyeti vardır.
Fakat, şunu kesin olarak biliyorum ki, bugün sana mazeret diye seni kandıracak
bir yalan uydursam, korkarım ki yakında Allah, gerçeği sana bildirir, yine
öfkeni üzerime çekmiş olurum. Seni bana karşı kızdıracak işin doğrusunu
söylersem, yine bu hususla Allah'ın bana hayır veya avf ile mukabele edeceğini
ümit ediyorum. Doğruyu söylüyorum. Allah'a yemin olsun ki Tebük savaşına
katılmayışımın bir mazereti yoktur. Aksine bu sırada her zamankinden daha
varlıklı ve kuvvetliydim" dedim.
Bunun üzerine
Rasulullah "Buna gelince, işte bu doğruyu konuştu" dedi ve bana
"Kalk git, Allah hükmünü verinceye kadar bekle" dedi. Hemen kalktım,
arkamdan Sele-meoğullan'ndan bazıları beni takip etti ve "Vallahi, bundan
önce bir günah işlediğini bilmiyoruz, fakat savaşa iştirak etmeyen diğerlerinin
yaptığı gibi bir özür beyan etmeyi beceremedin. Halbuki Peygamber'in senin için
olan İstiğfarı bu günahının affedilmesine yeterli olurdu" dediler. Bu
sözlerinde o kadar ısrar etliler ki, nerdeyse dönüp Pey gam -ber'e yalandan bir
mazeret arz edecektim. Fakal onlara dönüp "Benden başka davrandığım gibi
davranan oldu mu?" diye sordum. "Evet, iki kişi aynen senin gibi
konuştu, Rasulullah, sana söylediğinin aynısını onlara da söyledi"
dediler. "O iki kişi kimdir?" diye sorduğumda " Mürare b. Rebia
el-Amiri ile Hilal b. Ümeyye el-Vakifi" dediler. Böylece, bana Örnek olan
ve Bedir savaşına katılan iki iyi kişiyi zikrettiler. Bu iki kişinin isimlerini
bana söyleyince yürüyüp gittim. Hz. Peygamber, insanların, Tebük savaşına
katılmayanlar arasında yalnızca biz üçümüzle konuşmasını yasakladı. Bundan
dolayı insanlar, bizimle konuşmaktan kaçınmaya ve bize karşı davranışlarını
değiştirmeye başladılar. Öyle ki memleket bana yabancı bir memleket oldu ve o
tanıdığını memleket olmaktan çıktı. Tam elli gece bu vaziyette sürüp gitti. Bu
iki arkadaşım bir eve kapanıp ağlayıp duruyorlardı. Ben, İçlerinde en atak ve
hareketli olanıydım. Bundan dolayı evden çıkar namaza katılırdım. Kimse benimle
konuşmadığı halde sokaklarda dolaşırdım. Peygambcr'e gelir, o namazdan sonra
insanlarla sohbet ederken selam verirdim ve kendi kendime "acaba
dudaklarını kımıldatıp selamımı aldı mı?" derdim. Ona yakın bir yerde
namaz kılardım ve gözlerimi ondan ayırmazdım. Namaz kılarken bana bakardı,
fakat ben namazı bitirince yüzünü benden çevirirdi. Müslümanların bana karşı
olan bu boykotları uzayıp gitti. Bir defasında Ebu Katade'ye ait bir bahçenin
duvarından atladım. Ebu Katade, amcamın oğlu ve çok sevdiğim biriydi. Selam
verdim. Vallahi selamımı almadı. Kendisine "Ey Ebu Katade, Allah için
söyle! Sen benim Allah ve Rasu-lü'nü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?"
diye sordum. Cevap vermedi. Tekrar Allah'a yemin ederek sordum, yine sustu.
Yine yemin ederek aynı soruyu tekrar sordum. Bu sefer, "Allah ve Rasulü
daha iyi bilir" dedi. Bunun üzerine gözlerim yaşardı, döndüm ve duvarı
atlayarak çıktım.
Birgün Medine
çarşısında dolaşırken, Şam halkından satmak için Medine'ye yiyecek getirmiş
olan bir çiftçi "Bana Ka'b b. Malik'i kim gösterebilir" diye
konuşuyordu. Halk beni kendisine gösterdi. O da yanıma gelip, Gassan Kralı'ndan
getirdiği bir mektubu bana verdi. Ben okur-yazardım. Mektubu okumaya başladım.
Şöyle yazıyordu: "Arkadaşının seni yalnız bıraktığı haberini aldık. Onun
yanında zillet ve ihanet altında yaşamak sana yakışmaz. Hemen bize gel. Bolluk
ve rahatlık içinde hayatını sürdürürsün."
Mektubu bitirdikten
sonra, "bu da ayrı bir bela ve imtihan" dedim. Derhal ateşin bulunduğu
bir yere gittim ve mektubu ateşe attım.
Bu hal üzere
geçirdiğimiz elli günün kırkıncı günü tamamlandığında ve herhangi bir vahiy
gelmeyince, Hz. Peygamber tarafından gönderilen biri geldi ve "Peygamber
hanımından uzak durmanı emrediyor" dedi. Ben de "Hanımımı boşayayım
mı, yani ne yapayım" diye sordum. Adam "Hayır boşama, ancak ondan
ayrı yaşa ve onunla ilişkiye geçme" dedi. Peygamber diğer iki suç
arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Bunun üzerine hanımıma "Ailenin
yanına git ve bu konuda Allah'ın hükmü belli oluncaya kadar onların yanında
kal" dedim.
Bu arada Hilal b.
Ümeyye'nin hanımı Hz. Peygamber'e gelip "Ey Allah'ın Resulü, Hilal yaşlı bir
adamdır, hizmetçisi de yoktur, ona hizmet etmeme izin vermez misin?" dedi.
Hz. Peygamber "Ona hizmet edebilirsin ama seninle cinsi ilişkide
bulunmasın" buyurdu. Hilal'in hanımı "Vallahi o hiçbir hareket
yapacak güçte değildir. Başına bu iş geldiği günden bu yana ağlayıp
durmaktadır" dedi. Aile halkımdan bazıları "Hanımının sana hizmet
etmesi için Rasulullah'lan izin istesen, çünkü Rasulullah Hilal'in hanımına ona
hizmet etmesi için İzin verdi" dediler. Ben ise "Hayır! Böyle bir izin
isteyemcm, ben genç bir adamım, kim bilir Rasulullah sonra bana ne der?"
dedim.
On gece daha böyle
kaldım. Bizimle konuşma yasağının başladığından bu yana elligün tamamlandı. Bu
ellinci gecenin sabahında evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım.
İşle böyle, Allah'ın tasvir ettiği gibi, vicdanımın beni sıkıştırdığı, tüm
genişlik ve rahatlığına rağmen yeryüzünün bana dar geldiği bir halde
oluruyorken Sel Dağı'na çıkmış birinin sesini duydum. Alabildiğine yüksek sesle
"Müjde ey Ka'b b. Malik" diye bağırıyordu. Bu sesi işitince yere
kapanıp secde ettim. Bunun bir kurtuluş haberi olduğunu anladım. Peygamber,
sabah namazından sonra halka, Allah'ın bizim levbemizi kabul ettiğini haber
vermişti. İnsanlar da bizi müjdelemeye gelmişlerdi. İki suç arkadaşıma da
müjdeciler gitmişti. Biri de atına atlayıp bana geldi. Selem kabilesinden biri
koşarak Sel Dağı'na çıktı. Bunun sesi, alına atlayıp gelenin atından daha erken
geldi. Sesini işittiğim bu adam müjdelemek üzere yanıma gelince, müjdesinin
karşılığı olarak üzerimdeki elbiseleri çıkarıp kendisine verdim. Vallahi o gün
üzerimdeki elbisemden başka elbisem yoktu. Birinden Ödünç bir elbise aldım,
Rasulullah'ı aramaya başladım. İnsanlar grup grup beni karşılıyor ve tevbemin
kabulünü tebrik ediyor, "Allah'ın seni affetmesi mübarek olsun"
diyorlardı. Nihayet mescide girdim. Peygamber mescitte oturuyordu, etrafında da
insanlar vardı. Ben girince Talha b. Ubeydullah hemen kalktı, koşarak gelip
elimi sıktı ve beni tebrik elti. Ondan başka kimse yerinden kımıldamadı. Onun
bana karşı olan bu sıcak davranışını hiçbir zaman unutmadım. Pey-gamber'e selam
verdiğimde sevinçten yüzü parlıyordu. Bana: "Müjdeler olsun, ananın
doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin en hayırhsıdır bugün" dedi. Ben:
"Ya Rasu-lallah bu lütuf senden mi yoksa Allah'tan mı?" diye sordum.
Rasulullah "Allah taralından" buyurdu. Peygamber sevindiği zaman
yüzü ay parçası gibi parıl parıl parlardı. Biz bunun farkına varırdık.
Peygamberin huzurunda
oturunca "Ey Allah'ın Rasulü, tevbemin kabulü vesilesiyle Allah ve Resulü uğrunda
sadaka olmak üzere malımın tamamını dağılmak istiyorum" dedim. Rasulullah
"Malının tamamını dağıtma, bir kısmını kendine ayır, bu senin için daha
hayırlıdır" buyurdu. Ben de "Hayber'deki hissemi kendime ayırıyorum,
ya Rasu-lallah, Allah beni doğruluğum yüzünden kullardı, ben de bundan sonra
hayatta olduğum sürece hep doğruyu söylemeye söz verdim" dedim. Ve Allah'a
yemin olsun ki, bu sözümü Hz. Peygamber'e aktardığım günden beri
müslümanlardan, doğru söyleme konusunda Allah'ın beni imtihan ettiği gibi
güzel imtihan olan birini bilmiyorum. Ve yine yemin ederim ki, bu ahdimi
Rasulullah'a söylediğim andan bugüne kadar asla bilerek yalan söylemeye
teşebbüs etmedim. Allah'ın beni hayalımın kalan kısmında da yalan söylemekten
korumasını dilerim."
Ka'b der ki, işle bu
hadise üzerine yüce Allah, "Andolsun ki, Allah, Peygamber'le birlikte bir
kısmının kalpleri kısmen sarsıldıktan sonra kendisine güçlük zamanında tabi
olan muhacirlerle ensarı tevbeye muvaffak kıldı, sonra da tevbclerini kabul
buyurdu. Çünkü o, çok esirgeyen ve çok bağışlayandır. Savaştan geri bırakılan
üç kişinin tevbclerini de kabul etli. Yeryüzü tüm genişliğine rağmen onlara
dar gelmiş, vicdanlarını sıkıştırmışu ve onlar Allah'tan başka sığınacak bir
yer olmadığını anladılar. Bundan sonra eski hallerine dönsünler diye Allah,
onların tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz Allah tcvbeyi en çok kabul eden ve
gerçekten esirgeyendir. Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru olanlarla
beraber olun." (Tevbe, 117-119) ayetlerini indirdi.
Ka'b, "Allah'a
yemin ederim ki, Allah bana, hidayeti nasib ettikten sonra, Rasulul-lah'a yalan
söylememekle, öteki helak olanlar gibi helak olmaktan kurtulmak nimetinden
daha büyük bir nimet ihsan etmedi. Zira Allah, o helak olanlarla ilgili kimseyi
tanımlamadığı kötü bir tarzda vahiy gönderdi ve "Kendilerine
döndüğünüzde, onlardan vazgeçmeniz için Allah'a yemin edecekler. Yaptıklarının
cezası olmak üzere varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olmanız
için size yeminde bulunacaklar. Fakat siz, onlardan razı olsanız bile Allah,
fasıklar topluluğundan razı olmayacaktır" buyurdu" demiştir.
Dikkat çeken bir
husus, birinci ayette Muhacirler ve Ensar özellikle zikredilirken, rivayetler
bazı bedevi kabilelerin de onların yanında savaşa katıldıklarını belirtmektedir.
Bu da 90. ayette zikredilen bazı bedevilerin özür beyan etme olayını teyid
etmektedir. Kanaatimize göre ayetteki sözkonusu Özellik, bu tabakanın davetin
temel ve gerçek direği olması, kalben ve bedenen her koşulda Hz. Peygamber'e
icabet edip onu desteklemeye koşmasından dolayıdır. Onlar tüm hususlarda bunu
yapıyorlar ve insanlar da onlara tabi oluyordu. Onların, kalpleri kayanlara
işaret edilmeden önce zikredilmeleri, olayın büyüklüğünü, bu tabakaya mensup
herhangi birinden böylesi bir şeyin sadır olmasına dikkat çekmek içindir.
Bazı müfessirler[299],
Hz. Peygamber'in de bu ayette tevbe kapsamına alınması hakkında şöyle
demişlerdir. Bunun sebebi, onun geri kalmak için izin isteyenlere karşı takındığı
yumuşak tutum ve onlara izin vermesidir. Bundan dolayı 43. ayette yumuşak bir
şekilde ikaz edilmiştir. Veya bunun sebebi Ensar ve Muhacirlerin şeref ve
mertebelerini yüceltmektir. Onların tüm zor koşullarda Hz. Peygamber'in
davetine icabet etmeleri, ona itaat etmelerinden dolayı onların Allah katındaki
konumlan Hz. Peygamber'le birlikte anılarak övülmüştür. Her iki görüş de
güzeldir, her ne kadar ikinci görüşü tercih ediyorsak da.
Çünkü sözkonusu ayet,
kınamadan çok, bir sevgi ve iltifat ifadesi içermektedir. Şayet kınama ifadesi
olsa bile Allah'ın affını da içermektedir. Dolayısıyla başka bir tevbe-ye gerek
kalmamıştır. En iyisini Allah bilir.
İkinci ayetten öyle
anlaşılıyor ki samimi olanlardan özürsüz olarak geri kalanların sayısı üç
kişidir. Bu da samimi olanlardan tüm güç yetirenlerin savaşa katıldıklarına delalet
etmekledir. Rivayetlerin belirttiğine göre bu savaşa kadınlar ve bedevi
kabilelerden samimi olanlar da katılmıştır. Biraz Önce zikrettiğimiz Ka'b b.
Malik'ten rivayet edilen uzun sahih hadiste belirtildiği gibi Medine'de bu
savaşa katılmayan münafıkların sayısı 80 civarındaydı. Bedevi Araplardan özür
beyan edenleri kınayan 90-92. ayetlerin üslubu da onların sayısının az olduğunu
göstermektedir. Bunda da savaşın tehlikeli boyutları ve katılanların sayıca
fazla olduğunu söyleyen rivayetlerin doğruluğuna dair deliller vardır.
Özellikle de Mekke'nin fethinden sonra her civardan ve bölgeden insanların akın
akın Medine'ye yöneldikleri düşünüldüğünde bu husus daha açık bir şekilde
görülmektedir.
İkinci
ayetin geri kalan üç kişi hakkında ortaya koyduğu tablo, Hz. Peygamber'in ve
müslümanlann takındıkları tavrın onlar üzerinde nasıl etki bıraktığını
göstermektedir. Ka'b'dan rivayet edilen hadis de bunu iyice açıklamaktadır.
Bunun hikmeti de ortadadır. Görevi ihmal etmek, özellikle de samimi insanın böyle
bir tavır sergilemesi sonuç açısından tehlikelidir; samimi olmayanlara cesaret
verir. Burada da toplumdan ayrılan ve görevlerini ihmal edenlere karşı
müslümanlann yapması gerekenler belirtilmektedir. Özellikle de cihad ve
fedakarlık isteyen görevlerde bu insanlara, iman ve samimiyetlerinde şüphe
edilmese bile takımlması gereken tavırlara ilişkin uyarılar vardır. [300]
119- Ey iman
edenler, Allah'tan sakinin ve doğru olanlarla beraber olun.
Ayetlerin ibareleri
açıktır. Bunun sebebi nüzulüyle ilgili özel bir rivayet zikredilmc-miştir.
Taberi'nin, Nafi, Dehhak, Said b. Cübeyr gibi müfessirlerden rivayet ettiğine
göre ayetteki "sadıklar" (doğru olanlar) Hz. Muhammed ve
arkadaşları, veya Ebubekir ya da Ömer ve arkadaşlarıdır. Bu ayetin
muhtevasından anlaşılabilmektedir. Ayette mü'-minlere hitap edilerek Allah'tan
sakınmaya, Allah'a ve Rasulullah'a itaatte, cihatta, sözde ve eylemde sadık
olan Hz. Peygamber'in arkadaşlarından ilk öncülerle beraber olmaya teşvik
edilmektedirler. Bu da göstermekledir ki ayet, bazı samimi insanların savaştan
geri kalmalarına, Tebük savaşının zorlu şartlarından dolayı neredeyse bazı
Muhacir ve Ensarın kalplerinin kayacağına işarette bulunan önceki iki ayetten
hemen sonra nazil olarak, tüm mü'minleri Allah'tan sakınmaya, Hz. Peygamber'in
öncü, sadık arkadaşlarını örnek almaya ve onların yolunda gitmeye
çağırmaktadır. Ayrıca Rasulullah'ın arkadaşlarından önde gelen kesimin
"İçlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken..."
cümlesiyle kasdedilenlerden olmadığını söylemek gerekir.
Ayet;
iman, amel, söz, doğruluk, fedakarlık ve cihatta samimi olan kişileri her zaman
ve mekanda önder, imam ve örnek edinmenin gereğini dile getirmektedir. Taberi
ve Beğavi'nin rivayet etliğine göre İbn Mesud "sadıklarla beraber
olun" ayetini okuyup şöyle derdi: '"Ciddi de olsa, şaka da olsa
sizden birinizin sevdiğine bir söz verip yerine getirememesi de olsa hiçbir
surette yalan doğru değildir. Dilerseniz ayeti şöyle anlayın; "Ey iman
edenler, Allah'tan sakının ve sadıklardan olun." Burada güzel hususlara
işaret edilmesine rağmen çoğunluk ayetin "sadıklarla beraber olun"
şeklinde olduğu ve buradaki sadıkların da Hz. Peygamber'in ilk öncü arkadaşları
olduğu görüşündedir. [301]
120- Gerek
Medineliler, gerek onların çevresinde bulunan Bedevi Araplar için; Allah'ın
Peygamberi'nden geri kalmak, kendilerini ona tercih etmek yakışmaz. Çünkü
Allah yolunda susuzluk, yorgunluk, açlık, kafirleri kızdıracak bir yere ayak
basmak (zabtetme) ve düşmana karşı başarı kazanmak karşılığında; onlara
mutlaka bir salih amel yazılır. Muhakkak ki Allah İyi davrananların ecrini zayi
etmez.
121- Onlar,
küçük veya büyük ne infak ederlerse, ne kadar yol giderler ve vadi geçerlerse;
mutlaka onların lehine yazılır ki Allah, yaptıklarının en güzeli ile
mükafatlandırsın.
Ayetlerde şu hususlara
dikkat çekilmiştir;
1-
Medinelilerden ve çevresindeki bedevilerden hiç birinin Hz. Peygamber cihada
çıktığı zaman ondan geri durmaları doğru olmaz ve kendilerine yaraşmaz.
Kendilerini ondan üstün tutmaları, karşılaş tıkları bir sıkıntı ve tehlike
anında kendilerini geri bırakıp ona tercih etmeleri de doğru değildir.
2- Allah
yolunda cihada katılanlara, konumları ne olursa olsun büyük bir ecrin olduğu
müjdesi verilmiştir. Onlar bu uğurda karşılaştıkları her türlü susuzluk, açlık,
yorgunluk, veya savaş çıkmasa bile kafirleri kızdıracak bir tavır almaları,
düşmanlarından karşılaştıkları herhangi bir husus, infak ettikleri küçük-büyük
her türlü şey. katettikleri her türlü mesafe veya geçtikleri her vadi karşılığında
Allah onlara salih amel yazar ve en güzel şekilde onları mükafatlandırır.
İyilik yapanların ecri Allah katında asla zayi olmaz.
Ayetlerin nüzul
sebebiyle ilgili herhangi bir rivayete rastlamadık. Görünen o ki, bunlar da
Öncekilerin bir devamı olup, Medine halkından ve bedevi Araplardan özür beyan
edip savaşa katılmayanların haberini içeren Önceki ayetlerle ilgili olarak
teşvik, Övgü ve uyarma bağlamında gelmiştir. Durum bu olunca bu iki ayet
öncekilerle bağlantılıdır. Büyük ihtimalle önceki ayetlerden sonra nazil olmuş
zaman ve konu uygunluğundan dolayı onların hemen arkasına konulmuştur.
Birinci ayetin ilk
bölümünün açıklamasında 'Medine halkından ve çevresindeki bedevi Araplardan
hiçbirine yaraşmaz...' demiştik. Çünkü ayetin bu kısmı anlaşılacağı üzere bunu
amaçlamıştır. Ve yakin bildiren olaylardan da Medine halkının tamamının ve
bedevi Arapların büyük çoğunluğunun Hz. Peygamber'den geri durmadığı anlaşılmaktadır.
Medine halkının ve
çevresindeki Arapların zikredilmeleri, bunların geri kalmamaları konusundaki
görevlerinin daha önemli olduğunu gösterir. Çünkü Hz. Peygamber, onların
arasında yaşamaktadır. Uzaktakilerin ayrılıp uzak kalmalarının herhangi bir
sebebi olsa bile bu, Hz. Peygamber'e yakın olan ve onunla yakın ilişkide
bulunanlar için geçerli değildir, özellikle de davet, onlara kolaylıkla
ulaşmaktadır. Onların olaylarla ve şartlarla alakadar olmaları zorunludur. Hz.
Peygamber davetin direğidir. Ona yakın olanların diğer insanlardan daha fazla
onun çevresinde bulunmaları gerekir. Bu özellik, diğer uzaktaki müslümanlann
görevlerini hafifletme anlamına gelmez.
Ayetler, zaman
açısından bir özelliğe sahip olmanın yanısıra, Hz. Peygamber'in zikredilmesi
hariç genel bir yönlendirme ve bildirme açısından da muhkemdir.
Müslümanların tamamı,
gerekli olan her ortamda, Allah yolunda cihatta, samimi da-vetçilerle ve işin
ehliyle dayanışmaya çağrılmıştır. Yakın olanların cihad şartlarında tembellik
yapmaları ve ağırdan almaları doğru değildir.
Müslümanların
bu görevi yerine getirmede üstlendikleri sorumluluk ister mali, ister bedeni,
isler hazırlık, ister fiili katılım olsun bu genel görevin kapsamına
girmektedir ve Allah'ın vaadedilen ecrine layıktır. [302]
122-
Mü'minlerin hepsi seferber olacak değildir. Her topluluktan bir taifenin'[303]
dîni iyi öğrenmek ve döndüklerinde kavmlerini uyarmak üzere geri kalmaları
gerekmez mi?'[304]' Olur ki sakınırlar.
Ayette,
tüm mü'minlerin cihada çıkmak zorunda olmadıklarına, onlardan her topluluktan
bir kesimin savaşa çıkmasının yeterli olacağına dikkat çekilmiştir. Bunun sebebinin
de savaşa çıkanlara, kavimlerine geri döndüklerinde dini öğretmek, kaçınılması
gerekenden sakınmaları için onları uyarmak olduğu belirtilmiştir. [305]
Taberi ve diğer
müfessirler[306] bu ayetin nüzul
sebebiyle ilgili olarak çeşitli rivayetler zikretmişlerdir.
Bir rivayete göre,
savaşa katılmayanların kınandığı Önceki ayetler nazil olunca müs-lümanlar
bundan böyle savaşa katılmayanlar helak oldu dediler ve Hz. Peygamber cihada
çağırdığı zaman Hz. Peygamber bu savaşa katılmasa ve aşırı bir İhtiyaç olmasa
bile tüm müslümanlar işini gücünü bırakıp savaşa katılmaya koştular. Bir
rivayete göre de; müslüman olan bedevi Araplar, cihad etme ve ona hazırlık
yapma, Hz. Peygamber'e arkadaşlık yapıp onun sohbetlerine katılıp, onu
dinlemek ve dinini öğrenmek iddiasıyla lopyekün gelip Medine'ye ve çevresine
yerleştiler. Bu da Medine halkını zor durumda bırakmıştı. Bir rivayete göre de
Hz. Peygamber'in arkadaşlarından bir grup çöllere dağılıp oralarda birçok hayır
elde ettiler ve orada ikamet eltiler. Sonra insanları İslam'a davet etmeye
başladılar. Onlar hakkında "onlar arkadaşlarını terketti" denildi.
Onlar da bu sözlerden dolayı danldılar ve topyekün oraları terkedip tekrar
döndüler. Ayet bunlar hakkında nazil oldu.Üçüncü rivayet ne ayetin anlamıyla ne
de ruhu ve siyakiyla bağdaşmaktadır. İkincirivayet ihtimal dışı değildir.
Medine, Mekke'nin fethinden sonra Arap kabilelerinin akın ettikleri bir yer
haline gelmişti. Allah'ın dinine insanlar akın akın giriyorlardı. Onlardan
bazılarının cihad ve cihada hazırlık, Rasulullah'a arkadaşlık yapmak, dini
öğrenmek amacıyla Medine'ye yerleşmek istemeleri ihtimal dışı değildir. Bu da
Medine halkına sıkıntı veriyordu.
Bazı düzeltmelerle
birinci rivayetin doğru olmaya daha yakın olması mümkündür. Hz. Peygamber'in
Tebük savaşından sonra bizzat kendisinin herhangi bir savaşa katıldığı rivayet
edilmemiştir. Aynı zamanda Ali b. Ebi Talib komutasında Yemen'e gönderdiği
Seriyyc ve Üsame b. Zeyd komutasında bir orduyu donatması olayları dışında Hz.
Peygamber'in seriyyeler gönderdiğine dair herhangi bir rivayet de yoktur.
Kanaatimize göre Medine dışındaki müslümanlar, önceki ayetlerin nazil
olmasından sonra paniğe kapılıp korktular ve cihada iştirak etmek, Hz.
Peygamber'e arkadaşlık yapıp, ona kulak vermek ve dini bilgilerini artırmak
için Medine'ye yöneldiler. Bu durum hem onlara hem de Medine halkına sıkıntı
veriyordu. Ayet, onları bu konuda bilgilendirmek, ikna etmek ve işi hafifletmek
amacıyla nazil olmuştur. Buna göre ayetin ondan sonra tek başına nazil
olduğunu tercihle beraber ayet, Önceki ayetlerle hem konu, hem de siyak açısından
bağlantılıdır. En iyisini Allah bilir.
Ayetin, tek başına
nüzulü ve ibaresinin kesinlik bildiriyor olması, tüm müslümanlar için her
koşulda eğitim ve uyarma bakımından geneldir. Ayette, cihada iştirak etme veya
dini öğrenmek için gayret sarfelme, işlerin gereğini yerine getirme gibi
konuların melodlanna dair öğretici uyarılar vardır. Öyle ki tüm fertlerin değil
de tüm grupların cihada iştirakini gerekli kılmıştır. Aynı zamanda her gruba
mensup fertler arasında bir nöbetleşmeyi öngörür, dolayısıyla da ne cihad ve
dini öğrenme çabalan ne de bununla birlikte insanların genci menfaatleri ihmal
edilmiş olur. Bazıları da ayeti; cihadın, bir grubun yerine getirmesiyle
başkasından sorumluluk düşer anlamına gelen farzı kifaye olduğuna delil
getirmişlerdir.[307]
Müslümanlardan bir grup bu görevi yerine getirip ihtiyacı karşıladığında bu söz
doğrudur. Ancak zaruret arzeden durumlarda bu farz, her güç yeti-renİn yerine
getirmesi gereken bir durum halini alır. Bakara 216. ayette olduğu gibi tüm
müslümanlara farz kılınmıştır. Yeri geldiğinde ihtiyacı karşılayacak kadar
iştirak edilmediği zaman herkes günahkar olur.
Beğavi, bu ayetin
tefsiriyle ilgili olarak dini öğrenmek hakkında olan bazı nebevi hadisler
zikretmiştir. Her müslüman için faydalı uyarı ve eğitici ilkeler içerdiğinden
dolayı bu hadisleri burada aktarmayı faydalı buluyoruz. İbn Abbas şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber "Allah kendisine hayır dilediği kişiyi
dinde bilgi sahibi kılar" buyurdu."[308]Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar madenler gibidir. Altın madeni, gümüş madeni. Onların cahiliye
dönemindeki en hayırlıları fıkıh sahibi olduklarından İslam'ın da en
hayırhsıdır." Beğavi bu hadise şu yorumu yapmıştır: "Fıkıh, din
hükümlerinin bilgisidir. İki kısma ayrılır. Farzı ayın ve farzı kifaye. Farzı
ayın, taharet, namaz ve oruç gibi her mükellefin bilmek zorunda olduğu hükümlerdir.
Aynı zamanda şeriatın farz kıldığı her ibadeti o ibadetle mükellef olanlar
bilmek zorundadır. Malı olanın zekat, gücü yetenin hacc hakkında bilgi sahibi
olması gibi. Farzı kifaye ise ictihad etme ve fetva verme derecesine
ulaşıncaya kadar öğrenilmesidir. Bir memleket halkı bunu öğrenmekten geri
kaldığı zaman onların tamamı günahkar olur. Her memleket halkından birinin
Öğrenmesi bu farzı diğerlerinden düşürür. Onların, karşılaştıkları olaylarda
onu taklid etmeleri gerekir."
Bununla
ilgili Hz. Peygamber'den şu hadis rivayet edilmiştir: "İlim öğrenmek her
müslümana farzdır," Ebu Ümame'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: Alimin âbide (ibadet edene) olan üstünlüğü, benim
sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm gibidir."[309] İbn
Abbas'tan rivayet edilen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir
fakih, şeytan için bin abiddcn daha tehlikelidir."[310] Bu
hususa İmam Şafi'nin şu sözüyle eklemede bulunalım: "İlim tahsil etmek
nafile namaz kılmaktan daha faziletlidir."[311] [312]
123- Ey İman
edenler, yakınınızda bulunan kafirlerle savaşın, onlar sizde bir sertlik
görsünler. Bilin ki Allah, korunanlarla beraberdir.
Bu
ayette müslümanlar, kafirlerden kendilerine yakın olanlarla savaşmak, onlara,
muamelede ve savaşta sert ve katı davranmak hususunda teşvik edilmiş, Allah'ın kendisinden
sakınanlarla ve kanunlarına bağlı kalanlarla beraber olduğu belirtilmiştir. [313]
Taberi, bu ayet
hakkında, "Allah, müslümanlara kendilerine uzak olanlarla değil de yakın
olan kafirlerle savaşmalarını emrettiğini" söyler. O gün için ayette
muhatab alınanlar Rumlar'di. Çünkü onlar Şam'da ikamet ediyorlardı. Şam ise
Medine'ye Irak'tan daha yakındır. Ancak fetihlerden sonra müslümanlar, her
bölgeden kendilerine yakın olan kafirlerle savaşmakla ve İslam coğrafyasının
diğer bölgelerindeki müslümanlara yardım etmekle emroUmmuşlardır. Bundan dolayı
da bu ayeti; 'her bölge halkı kendisine yakın olan düşmanla savaşmak
zorundadır' şeklinde tevil etmişlerdir. İbn Ömer'den onun, kendisine Deylem'le
savaş hakkında soran birine Rumlar'la savaşman gerekir dediği rivayet edilir.
Hasan'dan rivayet edildiğine göre Rumlar'la mı yoksa Deylem'le[314] mi
savaş konusunda sorulan soruya, Deylem diye cevap vermiştir.
İbn Zeyd bu ayetin
yorumunda şöyle demiştir: "Hz. Peygamber önce Arap kafirlerle savaştı.
Onların işini bitirince Ehli Kitapla savaşmayı emretti." Hazin -isim
vermeden-bazı alimlerden şunu aktarır: "Bu ayet, "Müşriklerle
topyekün savaşın" ayetinden önce nazil oldu. Bu son ayet nazil olunca
"Kafirlerden size yakın olanlarla savaşın" ayetini neshetti,"
Hazin şöyle devam eder: "Alimlerden tahkik ehli olanlar bunun nesh
edildiğini söylemişlerdir. Çünkü Allah, müslümanlara tüm müşriklerle
savaşmalarını emrederken onları en doğru ve en faydalı olan yola iletmektedir.
O da en uzak olana varıncaya kadar, en yakından başlamalarıdır. Tüm müşriklerle
savaşmanın amacı böylece gerçekleşmiş olur. Çünkü onlarla bir defada savaşmak
düşünülemez. Bunun için Hz. Peygamber, önce kavmiyle, ardından diğer
Araplarla, sonra Kureyza, Nadir, Hayber ve Fedck gibi daha yakın olan Ehli
Kitapla, bunun ardından Şam'daki Rumlar'la savaşmış, Şam'ın fethi sahabe
zamanında gerçekleşmiş, ardından Irak'a, sonra da diğer şehirlere gitmişlerdir.
Elimizde bulunan diğer
tefsir kitaplarında, aktarmaya değer ek bilgiler yoktur. Bize öyle geliyor ki
bu görüşlerin çoğunluğu içtihadı olup, Hz. Peygamber döneminde ve sonrasında
olan bazı olaylardan etkilenmiştir. Kaldı ki bu görüşlerde bazı yanlışlıklar da
vardır. Çünkü Hz. Peygamber diğer Arap kafirleriyle savaşı bitmesi şöyle dursun
daha kendi kavmiyle savaşı bitmeden Beni Kureyza ve Beni Nadir'le onlardan önce
Beni Kaynuka ardından Hayber ve çevresindekİlerlc savaşmıştır. Bizzat kendisi
Dumetu'l-Cendcl'e yürürken hicretin 5., 6. ve 7. senelerinde Arap
hristiyanlarıyla savaşmaları için Şam sınır boylarına çeşitli seriyeler
göndermiştir. Daha bunlardan ve ötekilerden kurtulmadan hicretin 8. yılında
Şam'ın en uzak bölgelerinde yaşayan Rumlarla savaşması için Zeyd b. Harise
komutasında bir ordu donattı.
Durum ne olursa olsun
ayetin siyakından ve konumundan anladığımız üzere ayet, Tebük savaşından sonra
nazil olmuştur. Dikkat edilirse, bu savaş olayları ve sonuçları bakımından
kesin değildi, müslümanlar Mute'deki kayıplarının ve şehidlerinin intikamını
almadılar, Hz. Peygamber Tebük'ten döndükten biraz sonra müslümanları Şam'da
Rumlarla savaşmaya çağırdı. Bu amaçla bir ordu donatmaya başladı. Ordunun komutanlığına
Üsame b. Zeyd b. Harise'yi atayarak, ashabının ileri gelenlerinden birçoğunu bu
orduya kattı. Arap yarımadasında yaşayanlar fiilen ve hükmen İslam'a boyun
eğmişler, her bölgeden kopup akın akın gelen elçileri, halkları adına Hz.
Peygambere biat etmişlerdi. Dolayısıyla ortada bir düşman yok ki, ayet,
Şam'daki Rumlarla savaşa ve Üsame 'nin ordusuna katılmaya teşvik hakkındadır
diyelim.
Bu ayetle Önceki ayet
arasındaki ilişki böylece kurulmuş olmaktadır. Müslümanların kendilerine yakın
olanlarla savaşmaları emredİlmektedir. Bu da, müslumanlarla aralarında
hicretin 6. yılından beri bir düşmanlık ve savaş halinin başladığı Şam'daki Rumlarla
savaşmak hakkındadır.
Bir taraftan ayetin
nüzul ortamı ve amacı, diğer taraftan Kur'an'ın muhkem olan ci-had öğretisi,
ayette kasdedilen kafirlerin yalnızca düşman olan kafirler olduğunu gösteriyor.
Bu yorum, Taberi'nin görüşüne uygundur. Bu ayeti yorumlayan herkes, her bölgenin
kendine yakın olan düşmanlarla savaşmasının farz olduğunu söylemiştir. Kafirlerle,
kafirlerden düşman olanlar arasındaki fark belirgindir.
Ayet,
ibare açısından mutlak olup yönlendirmeyi amaçlamıştır. Tüm müslümanlar için
hayatlarının her safhasında eğitim ve yasama karakteri taşımaktadır. Öğrettiği
hususlardan bir tanesi, bir savaş kuralı olarak, güçleri dağıtmadan tek bir
noktada toplamak ve düşmanlardan en yakın olanın üzerine doğru
yönlendirmektir. Tabi ki bu hususun, müslümanların liderinin kararlaştıracağı
gibi İslam'ın maslahatına uygun olması gerekir. Yani Taberi'nin dediği gibi
şayet îslam coğrafyasındaki diğer müslümanlar yardıma muhtaç değillerse bu
yapılır. Eğer onlar zor durumda kalmışlarsa onların yardımına koşmak, onlar
yakın bir yerde olmasalar bile onlara yardım etmek gerekir. En iyisini Allah
bilir. [315]
124- Ne zaman bir sure indirilse, onlardan kimi
"Bu hanginizin imanını artırdı?" derler. Bu, İnananların imanını artırır,
onlar müjdeleşirler.
125- Kalplerinde hastalık bulunanların İse,
pisliklerine pislik katar ve onlar kafir olarak ölürler.
126-
Kendilerinin her yıl bir veya iki defa sınandıklarını görmüyorlar mı? Yine de
tevbe etmiyor, öğüt almıyorlar.
Bu ayetlerde şu
hususlara dikkat çekilmiştir:
1-
Münafıkların bazı tavırlarına işaret edilerek Allah, Hz. Peygamber'c bir Kur1
an ayeti vahyelliği zaman onların, inkarcı ve alaycı bir soruyla 'kim bundan
istifade edip i-man, hidayet ve ilim bakımından artış gösterdi' dediklerini
belirtiyor.
2-
Münafıkların bu tavırları kınanarak samimi insanlar övülmektedir. Kur'an'ın
inen ayetleri, imanlarında samimi olanların yakinlerini artırır ve sevinçlerine
sevinç katar. Çünkü onlar bu ayeti kendileri için bir yol gösterici, eğitici
olarak görürler. Ama hasta kalpli münafıkların pisliklerine pislik katar, şek
ve şüpheleri artar, samimiyetsizlikleri ve tasdik etmeyişlerini kökleştirip
inkarcılar ve kafirler olarak Ölmelerine sebep olur.
3- Kınama üslubunu içeren bir soru cümlesiyle
onların pisliklerine pislik katılmasının yanısıra onların her sene bir veya
iki defa imtihan edilip belalara duçar olduklarını, söyledikleri sözlerden ve
takındıkları tavırlardan dolayı inkar ve küfürlerinin, nifaklarının
işaretlerinin açığa çıktığını, içyüzlerinin anlaşıldığını, bunun neticesi
olarak da hüsran ve rezilliğe düştüklerini görmüyorlar mı? Ardından onlar, bu
konumlarını gözden geçirip tevbe etmiyorlar, başlarına gelenleri
hatırlamıyarlar, ardarda tekrar eski hallerine dalıyorlar, rezilliğe,
yüzsüzlüğe, maruz kalıyorlar.
Ayetler yeni bir bölüm
olup, sebebi nüzulüyle ilgili herhangi bir rivayete rastlamadık. Münafıkların
eleştiri konusu edilen bu tavırları her sûre ve ayetin nüzulü esnasında sürekli
olarak sergiledikleri bir tavırdır. Önceki ayetten sonra nazil olması
muhtemeldir, konu uygunluğu açısından onların yerine konulmuştur. Belki de bazı
münafıklar önceki bazı ayetler nazil olunca inkarcı ve alaycı sorulan sordular
ve ayetler nazil olup onların içyüzünü ortaya sergileyip onları kınayarak
uyarmıştır. Belki de şiddetli bir üslupla inen ayetten sonra haafiflelici bir
üslubu içeren 122. ayet soru konusu olmuştur. Ayetlerin bunun akabinde nazil
olması bunu gösterin ektedir. Durum bu olunca ayetler konu açısından
öncekilerle bağlantılıdır. Durum ne olursa olsun ayetlerin keskin üslubu münafıkların
takındıkları tavrın çok kötü ve sonuç açısından vahim olduğunu gösteriyor.
Ayetler, imanın
prensiplerinden ve dini terbiyenin ilkelerinden bir kuralı içermektedir.
Samimi bir mü'minin Allah'tan ve Peygamberinden gelen ve gelecek olan herşeyi
sevinçle, imanla ve tasdikle karşılaması, idrakini anlamakta zorluk çekse veya
künhünü kavrayamazsa bile bunlarda bir hikmetin, bir hidayetin olduğunu kabul
etmesi, idrak etmediği ve anlamadığı hususlarda şüphe etmemesi, bunlarla Allah'a
ve Rasulü'ne olan yakin ve teslimiyetini artırması gerekir. Bu olumsuz
davranışlar, ne bir münafıkla veya bir kafirden başkasından sadır olmaz. Durum
bu olunca ayetler, Allah'ın Kitabı ve Ra-sulullah'tan sadır olan fiili ve kavli
sünnetin her zaman için tüm müslümanlar için uyarı olduğunu içermektedir.
Taberi,
münafıkların yılda bir veya iki defa sınandıklarının mahiyeti hakkıda
müfes-sirlerden değişik yorumlar aktarmıştır. Bazısına göre bu, açlık, kuraklık
ve kıtlıklardır. Bazısına göre cihad ve savaşlardır. Bazı yorumlara göre de bu,
münafıkların Hz.Pey-gamber hakkında uydurdukları yalanlar ve bu yalanlara
sevinmeleridir. Allah'tan dileğimiz, ayetlerin şerhinde açıkladığımız yorumun
doğru olmasıdır. [316]
127- Bir
sûre indirildiği zaman, "sizi kimse görmüyor mu?" diye birbirine
bakar, sonra sıvışırlar. Anlamaz bir topluluk oldukları için Allah onların
kalblerini döndürmüştür.
Ayetlerde münafıkların
diğer bir davranışlarına işaret edilmiştir. Öyle ki onlar, Hz. Peygamberin
kendisine yeni nazil olan bir ayetin okunduğunu duyduklarında alaycı bir
bakışla birbirlerine bakar sonra da kendilerini kimse görmeden O'nun
meclisinden gizlice sıvışıp gitmeyi planlarlar ve ayrılıp giderler. Ayet
onlara beddua ederek bitmiştir. Allah onların kalplerini şaşkınlık ve
sapkınlıkla doldurur. Onlar, Kur'an'ın ayetlerinin gerçeğini, özünü, hikmetini
ve hidayetini anlayamayan bir güruhtur.
Yine
bu ayetlerin nüzul sebebiyle ilgili herhangi bir rivayete rastlamadık. Kanaatimize
göre bir Kur'an ayeti indiği zaman münaliların takındığı tavırları anlatmakla
önceki ayetlerin bir devamıdır. Önceki ayetlerle konu, siyak ve uygunluk
açısından bağlantılıdır. Ayelin konu edindiği münafıkların konumu birincisi
gibi çirkindir. Bu ve önceki ayette bu grubun nifakının, küfrünün ve şüphesinin
elerin ve köklü oluşuna dair deliller vardır. Bu ayetlerin Tebük savaşından
sora nazil olma ihtimali kuvvetle anlaşıldığına göre münafıkların bu
tavırlarının da savaştan sonra olduğu ve bu fasık grubun nifak yayan, inkarcı,
şüpheci, alaycı, karıştırıcı tutumlarını Hz. Peygamberin hayatının sonlarına
kadar sürdürdükleri, Hz.Peygamber'in ve müslümanlann güçlü bir konuma ve
İslam'ın yayılıp kökleşme durumuna geldiği sırada her ne kadar münafıklar
çekindikleri için riyaya, gösterişe, yumuşaklığa başvurmuşlarsa bile asli
konumlarını değiştirmedikleri anlaşılmaktadır. [317]
128-
Andolsun, içinizden size öyle bir elçi geldi ki, sıkıntıya uğramanız[318]
O'na ağır gelir[319],
size düşkün, mü'mİnlere şefkatli ve merhametlidir.
129- Eğer
yüz çevirirlerse deki: 'Allah bana yeter! O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O'na
dayandım. O büyük arşın Rabbidir.
Birinci ayette
Araplara ve genel olarak tüm dinleyenlere seslenilmiş, kendilerinden biri olan
Hz. Peygamber'e onların düştüğü sıkıntıların, eziyetlerin zor geldiği ve onların
hayrı ve menfaatleri için bütün gücüyle çalıştığı belirtilmiştir. O, onlardan
samimi mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.
İkinci
ayette, Hz. Peygamber'e hitap edilerek ona güven verilmiştir. O, onlara şiddetle
merhametli olduğu, onların hayrına, menfaatlerine ve hidayetlerine düşkün
olduğu halde onlardan bazıları çağırıldıkları şeylerden yüz çevirdiklerinde
"Kendisinden başka hiçbir ilahın olmadığı Allah bana yeter, O beni korur
ve bana yeter, ben yalnızca O'na tevekkül ettim. O büyük arşın Rabbi, kainatın
yegane mutasarrıfıdır." desin.Ayetler, hitap ettikleri muhatapların farklı
olmasına rağmen bir bütündür. [320]
Bu ayetler hakkında
birçok rivayet ve görüşler vardır. Esas aldığımız mushafa göre bu ayetler
Mekki'dir. Menar Tefsirinde İbn Ebi'I-Feres'ten zikredilen rivayet hariç tefsir
kitaplarında bunu teyid eden birşey bulamadık. Menar'daki rivayet aynı zamanda
İt-kan'da İbnu'l-Gars'tan rivayet edilerek yer almışlır.[321]
Belki de bu iki isim aynı olup yanlış noktalama sonucu iki ayrı isim gibi
görünmektedir.
Reşid Rıza, bu iki
ayetin Mekki olduklarını tercih ederek şöyle demiştir: Bu ayetlerin üslubu,
Hz. Peygamber'in, nübüvvetinin ilk yıllarında Mekke'de İslam'a davet etme
üslubuyla benzeşmektedir. Objektiflik açısından bu doğrudur. Çünkü her iki
ayette de hitap genel olarak Araplaradır. "Eğer dönerlerse" sözü,
Tevbe suresinin nazil olduğu, insanların akın akın Allah'ın dinine girdiği
İslam'ın ve otoritesinin tüm Arap yarımadasını kapsadığı Medine döneminin
sonlarından daha çok Mekke döneminin koşullarında nazil olduğunu
göstermektedir. Ancak buna mukabil müfessirierin[322]
değişik senedlerle Ubey b. Ka'b'dan rivayet ettiklerine göre bu iki ayet
Kur'an'ın en son nazil olan ayetleridir. Hemen bu rivayetlerin sahih hadis
kitaplarında yer almadıklarını belirtelim.
îbn Kesir, Abdullah b.
İmam Ahmed'in Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ettiği şu hadisi zikreder: "Onlar,
Ebubekir'in hilafeti zamanında Kur'an'ı mushaflarda toplamışlardı. Bazı
kimseler yazıyor ve Ubeyy b. Ka'b onlara imla ettiriyordu. Berae suresinden
"Sonra dönüp giderler, Allah onların kalplerini döndürmüştür. Çünkü onlar
anlamaz bir güruhtur" ayetine geldiklerinde, Kur'an'dan son nazil olanın
bu olduğunu sandılar. Ubeyy b. Ka'b onlara "Bu ayetten sonra Allah Rasulü
bana iki ayet daha okuttu: "An-dolsun ki size kendinizden bîr peygamber
gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz kendisine ağır gelir. Size düşkündür, mü'minlere
merhametli ve şefkatlidir... Ve.O, büyük Arş'ın Rab-bidir." deyip şöyle
devam elti: Kur'an'dan son nazil olan ayet işte budur. Kur'an; kendisinden
başka hiçbir ilah olmayan Allah ile başladığı gibi, yine onunla bitmektedir.
Bu, Allah'ın "Senden Önce gönderdiğimiz her peygambere 'Benden başka ilah
yoktur, bana kulluk edin.' diye vahyetmişizdir." ayetidir."
İbn Kesir bu hadisi
"garib" olarak nitelemiştir. Bu hadis de sahih hadis kaynaklarında
rivayet edilmemiştir.
Taberi, Ubeyd b.
Umeyr'den şunu rivayet etmiştir: "Hz. Ömer, iki kişi şahidlik yapmadığı
sürece hiçbir ayeti mushafa kaydetmiyordu. Ensar'dan bir kişi iki ayetle
geldiğinde Ömer senden asla bu iki ayet hakkında delil istemeyeceğim.
Rasulullah da böyle yapardı demiştir." Buhari'nin rivayetine göre Zeyd b.
Sabit, Hz. Ebubekir ve Ömer'in kendisine Kur'an*ı derleyip yazmayı teklif
etliklerini anlattıktan sonra şöyle diyor: "Kur'an'ı araştırmaya, hurma
dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeye başladım.
Tevbe suresinin sonunu Ebu Huzeyme el-Ensari'nin yanında buldum, başka bir
kimsenin yanında da bulamadım." [323]
Her iki hadiste de
ayetlerin Mekki mi Medeni mi oldukları ve ne zaman nazil oldukları hakkında
her hangi bir açıklama yoktur.
İbn Kesir'in İbn
Zübeyr'den rivayet ettiği hadise göre, Hz Ömer şayet bu iki ayetle birlikte
üçüncü bir ayet bulsaydı bunları yalnız başına bir sure yapmayı düşünüyordu,
ancak sonra bu iki ayeti Tevbe suresinin sonuna eklediler. Zeyd b. Sabit'in
hadisinden çıkardığımız sonucu bu hadisten de çıkartabiliriz.
Sûrenin başında
bahsettiğimiz bazı rivayetler, Berae suresinin Kur'an'ın nüzul tertibinde son
sure olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu iki ayetin Berae suresinin sonuna
alınması muhtemeldir. Çünkü bu iki ayet için diğer surelerde bir yer yoktur.
Her iki ayettte Hz Pcygamber'e büyük övgülerin yer almasından dolayı bu iki
ayetin Kur'an'ın son ayetleri olmasını güzel görmüşlerdir.
Tüm bunlara göre
diyoruz ki; bu iki ayet Mekkidir, hangi surelerde olduğu bilinmemiş ve Tevbe
suresinin sonuna konulmuştur. Bu da daha önce belirttiğimiz gibi Menar
tefsirinin müfessirinin dikkat çektiği hususla uyum arzelmektedir. Veya bu iki
ayetin, Kur'an'ın nazil olan son ayetleri olup olmadığı hususu bir yana,
münafıkların takındığı tavrı konu edinen önceki ayetlerden hemen sonra gelmesi
de muhtemeldir. Çünkü bu, Tevbe suresinin Kur'an'ın son nazil olan suresi olmasının
sıhhati meselesiyle ilgilidir. O da kesinlik ifade etmeyen bir meseledir. Bu
durumda her iki ayetin anlamının siyakla bağlantılı olduğu açıkça
görülmektedir. Bu mananın ancak Mekke döneminde uyum ar-zetme gibi bir
zorunluluğu yoktur. Biz bunu tercih ediyoruz. Çünkü biz, Kur'an'ın çeşitli
delillerinden ve "el-Kur'anu'l- Mecid"[324]
isimli kitabımızda zikrettiğimiz ve açıkladığımız Kur'an'ın bu dellilleriyle
uyum arzeden rivayetlerden hareketle inanıyoruz ki, Kur'an ilk inen ayetlerden
başlanarak tedvin edilmişti ve ayetler, Hz Peygamberin emriyle ilgili surelere
yerleştiriliyordu. Kur'an'ın sureleri, mushaflaki şekliyle Hz Peygamber
döneminde tam bir tertip içerisindeydi. Hz. Peygamberin bazı arkadaşlarına ait
Kur'an'ın surelerini meşhur tertibiyle ihtiva eden mushaflar vardı. Bu
ayetlerin tedvin sırasında unutulmuş olduğuna irticali olarak Tevbe suresinin
sonuna yerleştirildiğine inanmıyoruz. Zeyd b. Sabil'ten gelen hadisin bununla
çelişkili olduğunu düşünmüyoruz. Hz. Peygamber'iri arkadaşları, tüm müslümanların
yanlarındaki mushailarda ve çeşitli malzemelerde bulunan Kur'an ayetlerini
getirmelerini tüm mushaffara kaynaklık teşkil etmesi için halifenin yanında
bulunacak mushafı daha iyi tetkik etmek, düzenlemek ve bunun için de bunları
birbiriyle karşılaştırmak amacıyla istemişlerdir.
Ebu Huzeyme el-Ensari,
tek başına iki ayetin bulunduğu malzemeyi getirmişti ve sözkonusu karışıklığın
da rivayette olduğu muhtemeldi. Belki de Zeyd'in, bu iki ayeti Tevbc suresinin
son ayetleri olarak nitelemesi, iki ayetin de fiilen Tevbe suresinin nüzul
açısından son ayetleri olduklarına delildir. İşte bu doğruysa, iki ayetin
medeni oluşları sahihtir. Şanı yüce olan Allah daha iyi bilir.
Mü'fessirler,[325]
"kendinizden" sözü hakkında İbn Abbas'tan "Hz. Peygamber doğduğunda
arap kabilelerinden onun nesebi bulunmayan hiçbir kabile yoktur." sözünü
rivayet etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber'den gelen şu hadisi de rivayet
etmişlerdir:[326] "Ben nikahlı
(aileden) doğdum, zinadan değil. Adem'den babamın ve annemin beni doğurmasına
kadar nikahlı aileden doğdum, zinadan doğmadım. Bana cahiliyye devrinin
ahlaksızlıklarından hiçbir şey dokunmam ıştır." Bu hadisler öyle
gösteriyor ki, müfessir-ler şunu düşünmüşlerdir[327]:
"Bu cümle; Arapların dalalete düşmesinin, Allah'ın öfkesine duçar olmalarının
Hz. Peygamber'e ağır gelmesinin, onlara, menfaatlerine ve kurtulmalarına
düşkün olmasının temel sebebinin o zamanlarda Arapların sosyal hayatlarında
yaygın ve etkin olan asabiyet düşüncesiyle bağlantılı olduğudur." Öyle ki
Hz. Peygamber, Arapların iki ana kollarından biri olan Adnaniler'e baba
tarafından, bu iki ana kolun diğeri olan Kahtaniler'e de ana tarafından
mensuptu. Nesebin temiz oluşuna gelince; müfessirler bunun, Hz. Peygamber'in
davetinin Araplara güçlü etki yapacağına vesile olacağını düşündüler. Bu
görüşlerin herbiri doğru olmaktan uzak değildir. Mekke ve Medine'de nazil olan
çeşitli ayetlerde bu tabirin tekrar edilmesi bunu teyid etmektedir. (Bkz.
Bakara 129-151; Ali İmran 164; Nahl 113)
Durum ne olursa olsun
birinci ayet, Hz. Peygamber'i Öven, onun güzel sıfatlarını, büyük ahlakını,
mü'minlere ve Araplara karşı rahmet, şefkat, acıma, yumuşaklık, hayır ve
iyilikle dolu olan kalbini anlatan ayetlerden biridir. Belki de bu açıdan ayet,
Hz. Peygamber'in mükemmel huyunu, sıfatlarını, gönlünün doluluğunu,
samimiyetinin derinliğini, Arapların hidayetini, iyiliğini ve kurtuluşunu
şiddetle arzu edişini anlatan en belirgin ve özlü ayettir. Şayet bu ayet
Kur'an'in son nazil olan ayetiyse veya ayetlerin dense bu, Allah'ın Hz.
Peygamber'e indirdiği yüce Kur'an için çok güzel, çok yönlü ve çok amaçlı bir
sonuç niteliğindedir.
Bu
mükemmel sıfatlar, Allah'ın büyük risaleti için ehil gördüğüne mahsus olmakla
beraber ayette, müslumanların yönetimini elinde bulunduranların bu görevlerde
bulundukları ve Hz. Peygamber'in makamında oldukları sürece bu sıfatlara,
ahlaka ve duyguya sahip olmaları gereği konusunda ilkeler vardır. Aynı zamanda
bunlar, müslümanların yöneticileri, davetçileri ve liderlerinin içinde
bulundukları samimiyetin, ahlakın ve liyakatin bir ölçüsü ve delilidir. [328]
[1] Bkz. Zemahşeri, Tabresı ve Menar Tefsirleri
[2] İtkan, Suyûti, sh. 16
[3] Tac, c. 4, sh. 112-113
[4] Yani, cihad ve anlaşmadan bahseden bölümler her iki
surede de vardır.
[5] Bkz. Beğavi, Zemahşeri, Tabersi, Hazin, Nesefi, İbn Kesir
ve Nişaburi tefsirlerine. Tuhaftır ki, Taberi. bu konuya ve bu konudaki
rivayetlere değinmemiştir.
[6] Bkz. Siretu'r-Rasul İsimli kitabımız, surelerin nüzul
tertibi hakkındaki rivayetler, c. 2, sh. 9.
[7] Bkz. a.g. tefsir kitapları. Tüm İsimleri toplayan Tabresi
Tefsiridir.
[8] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/
[9] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/271-272.
[10] Bkz. Taberi, Nesefi, Nisaburi, Beğavi, İbn Kesir,
Hazin ve Tabresi.
[11] Hicri dokuzuncu yıldan sonra, yani ilanın yapıldığı bu
yıldan sonra.
[12] Bkz. Tac;IV, 114-115
[13] Tac.tV, 114-115.
[14] İbn Sad, III, 222.
[15] Bkz. Menar Tefsiri, (sözkonusu ayetlerin tefsirine).
[16] Bkz. Taberi; Beğavi, Hazin. İbn Kesir ve Tabresi
[17] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/273-277.
[18] İnseleha Geçmek anlamındadır.
[19] Bkz. İbn Sa'd, c. 3, sh. 46.
[20] Menar tefsirinde bu söylediklerimizi destekleyen doğru
bir yorum vardır.
[21] c. 3,sh. 46.
[22] Tac, 1,124
[23] Tac, 1,124-125
[24] Tac, 1,124-125
[25] Tac, 3, 17
[26] Bu hadis 5 hadis kitabında rivayet edilmiştir. Bknz.
Tac, 4, 325-326. Ayrıca Sünen sahihleri Enes'ten, başka bir hadisi rivayet
etmişlerdir ve bu badisde önemli bazı fazlalıklar vardır. Hadisin metni
şöyledir: "Müşrikler Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın
kulu ve elçisi olduğuna iman edip, kıblemize yönelinceye ve kestiklerimizi
yiyinceye ve bizim gibi namaz kılıncaya kadar onlarla savaşmakla emrolundum.
Bunları yaptıkları takdirde onların kanlan da mallan da bizlere haramdır. Ancak
İslam'in hakkı olan (cezalar) müstesnadır. Müslümanlar'in lehine olan herşey
onların da lehinedir ve müslümanların da aleyhine olan herşey onların da
aleyhinedir.Tac, 4, 326.Ayrıca beş hadis kitabı sahipleri (Buharı, Müslim, Ebu
Davud, Tirmizi, Nesel) Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri bir hadisin benzerini
de önemli bir fazlalıkla birlikte Ibn Ömer'den rivayet etmişlerdir. Hadisin
metni şöyledir: "insanlara Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in
O'nun rasulü olduğuna iman edip, namaz kılıp, zekat verinceye kadar onlarla
savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa İslam'ın hakkı müstesna. Mallarını
ve kanlarını benden korumuş olurlar. Onun hesabını da Allah görür." Tac,
1, 29.
[27] Bu diyalog Beğaviden nakledilmiştir.
[28] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/277-283.
[29] Me'menehu Hayatının güvenli olduğu yer.
[30] Ebliğhu Onu ulaştır, onun ulaşmasını kolaylaştır.
[31] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/283-284.
[32] İ'i yezharu aleyküm Şayet size üstün gelip sizi
ye-nerlerse.
[33] UlanAntlaşma.
[34] La Yerkabu Gözetmezler.
[35] İşteru biayatillahi semenen kaİilen Az bir pahayı
tercih ettiler. Yani dünyanın süs ve nimetlerini Allah'ın ayetlerine ve dinine
yeğlediler.
[36] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/286.
[37] Taberi gibi müfessirlerin çoğu rivayetleri kusurlu bulmuşlardır.
[38] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/286-288.
[39] Velicetün Sır dostu, bir kimsenin sırlarını bilip,
onun sırdaşı olan kimse.
[40] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/289-290.
[41] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/290-291.
[42] Ye'merû, 'imaratün Burada himet etmek, korumak,
muhafaza etmek anlamındadır. Ayrıca mescitler İçin didinip uğraşma anlamındadır
denmiştir.
[43] Sikayetü'l-hacc Hacılara su dağıtma işi.
[44] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/293.
[45] Bkz: Mesudi murucuz- Zeheb, 1. 358; 2.164;3.366:
Tabakatu ibn Sad, 1, 46; Tarihti Taberi;2., 14; Ce-vad Ati, Tarihü'l Arap.
Kable-I İslam, 4,187.
[46] Bkz: ibn Hişam, 4.. 32; tbn Sad, 3., 232-233.
[47] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/293-296.
[48] İkteraftimuha Kazandığınız, biriktirdiğiniz.
[49] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/297.
[50] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/297-299.
[51] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/299-300.
[52] Bkz: İbn Sa'd, IH, 200-212, Ibn Hişam, IV.45-149,
Tarihu-Taberi II, 344-360.
[53] Buharı ve Müslimin İbn Abbas'tan şu hadisi rivayet
etmişlerdir. "Rasulullah(sav) Ey Abbas semure ashabını {semure, Hudeybiye
gününde ashabın, altında Rasulullah'a biat ettiği ağacın ismidir. Bu biat, Rıdvan
biati, olarak da isimlendirilmiştir.) çağır. O'da var sesiyle bağırdı. Onlarda
kendi yavrularına şefkat e-den ineğin şefkat duygusu gibi Rasulullah'a doğru
lebbeyk, lebbeyk" (emrindeyiz, buyur emrindeyiz) diyerek koştular. Bkz.
Tac. IV, 388.
[54] Bu rivayetin bir özetini Buhari ve Müslim
zikretmiştir. Bknz: Tac, 4, 389
[55] Tac, 4, 388
[56] Taif'ln fethi hakkında ayrıntılı bilgi için, bknz :
İbn Hişam. 4,194-200; Ibn Sad,2, 77-78.
[57] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/
[58] Aytetün Fakirlik, yoksulluk.
[59] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/304-305.
[60] Bkz: Fetih, 25; Hacc, 75, Enfal, 34.
[61] Yaygın kanaate göre zımmiler kelimesiyle Ehli
Kitab'tan kendileriyle anlaşma yapılan kimseJer kastedilmiştir.
[62] İbn Hişam, 4, 345; Tarihi Taberi,2, 534-535; Fütuhul
Buldan. 73.
[63] Kİtabü'l-Emval, İmam Ebu Ubeyd b. Kasım, sh. 99
[64] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/305-307.
[65] el-Cizyetü Bu kelime, mükafatlandırmak ve karşılığını
vermek anlamına gelen "ceza"dan türetilmiş denilmiştir. Başka bir
görüşe göre bu kelime, elini çekmek anlamındadır. Diğer bir görüşe göre de
gidermek anlamındadır. Buna göre cizye birinci görüşe göre "Ehli Kitab'a,
üzerinde bulunulan durumu ikrar ettikleri için karşılık vermek", ikinci
görüşe göre "onları İslam'a girmeye zorlamamak, serbest bırakmak",
üçüncü görüşe göre "üze-
rinde bulundukları şeyi
gidermek" anlamlarına gelir.
Her halükarda bu
kelime; yenilenin(mağlup olanın) kendisini yenene üzerinde bulunduğu durumu
ikrar etmek ve bu durumundan vazgeçmemek üzere verdiği vergi anlamında
kullanılan bir kavramdır. Tercihimize göre bu kelime •dilde İslam 'dan önce de
bu anlamda kullanılmıştır. Bazıları36 bu kelimenin Farsça olan
"gizyet" kelimesinden Arapçalaştınldığını söylemiştir. Farslar bu
kelimeyi sözü edilen anlamda kullanmışlardır. Bu doğru olabilir. Belki de kelimenin
kök itibariyle Arapça oluşu daha doğrudur. Bu kelimenin Arapçada kendisine
uygun bir kök olduğundan dolayı biz Arapça bir kelime olduğuna inanıyoruz.
Kelimenin Fars diline girmesi ve zamanla şekil olarak bozulduğu uzak bir
ihtimal değildir. Durum her ne olursa olsun Araplar bu kelimeyi îs-lam'dan önce
sözleonusu anlamıyla birlikte kullanıyorlardı.
[66] Yudahiune Benzetiyorlar ve eşdeğerde tutuyorlar.
[67] Bkz. Menar tefsiri.
[68] İbn SaU III, sf. 132.
[69] A.g.e., sf. 174
[70] İbnSa'd, İt, 46,117
[71] İbnSa'd, III, 131
[72] İbn Sa'd, III, 103-104; 177-188
[73] İbn Sa'd, II, 103-104
[74] İbn Sa'd, III, 131-132
[75] İbn Sa'd, III. 132
[76] İbn Sa'd, III, 174-177, İbn Hişam. III, 427-447
[77] İbn Sa'd III, 77, 78.
[78] İbn Sa'd, II, 218-221; İbn Hişam, IV, 169-121; Tarihu
Taberi; II, 361-367
[79] Bkz ; Beğavi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi Tefsirleri.
[80] İmam Ebu Ubeyd b. Kasım, Kitabul Emual, 37-39
[81] Kitabu'l Emval, s, 43
[82] Kitabu'l Emval, s, 43. Dipnotta "Nut"
kelimesinin bir işkence türü olduğu belirtilmiş.
[83] Ebu Yusuf, Kitabu'l Haraç, S9-72. 53-A.g.e. s. 69-72
[84] A.g.e.s,69-72
[85] Kitabu'l Emval, 71
[86] Kitabu'l Haraç. 80-81.
Bu konudaki olaylar bundan ibaret değildir. Müslüman komutanların
zımmileri koruyarak onları savunmayı kendileri için bir görev kabul ettiklerini
gösteren buna benzer birçok olay ve rivayetler vardır. Bkz. Menar Tefsiri, bu
ayetlerin tefsiri bölümü.
[87] Tarihu Taberi, 3, 105
[88] Bkz. Kitabü Tarihü'l-Marune, sh. 34, 186; Futuhatü'l-
Buldan, Belazûri. sh. 166.
[89] Bkz. Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi tefsirleri .
[90] İmam Ebu Yusuf, bunu Kitabu'l Haraç, sf.73-75'de İmam Ebu Ubeyd. Kıtabu'l Emual'da S- 31-32 de
zikretmişlerdir. Ayrıca bkz; Tac, 4. 347; Buhari'nin Abdurrahman b. Avf'dan
rivayet ettiği hadise göre Hz. Peygamber
Hacer mecusilerinden cizye almıştır. Tirmizi'nin rivayet ettiği hadise göre de
Rasulullah Bahreyn mecusilerinden de cizye almıştır. Hz. Ömer, Fars'tan. Hz.
Osman Fars veya Berberiler'den cizye almışlardır.
[91] Kitabu1! Emval, 27
[92] A, g.e, s 26
[93] A, g, e, s 26
[94] A. g, e, s 26
[95] İbn. Sad.2,120
[96] İbn Sad, 2, 55
[97] İbn Sad. 2,41
[98] Bkz. Bu hadisler için, Kitabü'l- Emval, 39-41: Tac. 4,
347.
Bkz. Bu hadisler için,
Kitabü'l- Emval, 39-41: Tac. 4, 347.
[99] Bkz Ebu Yusuf, Kitabü'l- Haraç, 70-72: Ebu Ubeyd,
Kitabü'l Emval, 36-47.
[100] Kitab'ul Emval, 72
[101] Kitabu'l Emval, 45-46
[102] Kitabu'l Emval, 43-44
[103] Kitabu'l Emval. sh. 18
[104] Kutabul Emval, 143
[105] lbnSa'd, II. 41,42.53, 56
[106] İbn Hişam, 2, 204-205
[107] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/310-324.
[108] Bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi ve
Zemahşeri tefsirleri. Rivayet ettiğimiz naslar Taberi, İbn Kesir ve Beğavi'den
alınmıştır.
[109] Tac, c. 2, s. 6
[110] Kasımı Tefsiri.
[111] Bu hadisi Buharı, Müslim, Tirmizi ve Nesai rivayet
etmiştir. Bknz; Tac, 2, 7.
[112] Bu hadisi Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesai rivayet
etmiştir. Bknz, Tac 2, 6-7.
[113] Buhari. bu hadisi şu şekilde rivayet etmektedir:
"Bu ayet nazil olunca Rasulullah'ın ashabı "altın ve gümüş hakkında
nazil olan oldu. Hangi sen/etin hayıriı olduğunu bilsek de onu edinsek"
dediler. Rasulullah "zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kişinin imanı
konusunda kendisine yardımcı olan mü'mine bir eş" buyurdu. Bknz. Tac, 4,
116
[114] Daha önce buna benzer bir hadisi Önemli bir farkla
zikretmiştik. O hadis zekatı vermeyenler hakkında iken bu
hadis de kendisinden
sonra mal terk edenler hakkındadır.
[115] Buharı, bu hadisin bir bölümünü şu şekilde rivayet
etmektedir: Zeyd b. Vehb şöyle demiştir: "Rebeze'de Ebu Zerr'in yanına
uğradım. Seni buraya getiren nedir diye sorduğumda o da şöyle dedi: Biz
Şam'daydık. Ben 'altın ve gümüşü yığıp....' ayetini okudum. Muaviye. bu ayet
bizim hakkımızda değil, Ehli Kitap hakkındadır dedi. Ben de bu ayet hem bizim
hakkımızda hem de onlar hakkındadır dedim. İbn Ömer bu ayet zekat farz
kılınmadan önceydi, zekat (arz kılınınca Allah zekatı mallar için bir temizlik
vesilesi kıldı demiştir. Bkz. Tac, 4, 16. Hemen şunu belirtelim ki ibn Ömer'in
sözü zekatın bu ayetten sonra (arz kılındığı izlenimini vermektedir. Bazıları da
zekat ayeti bu ayeti nesh etmiştir ve zekat H. 9. yılda farz kılınmıştır
demektedir. Bunu rivayet eden Kasımı, İbn Kesir'in bunu tarihinde kesin olarak
rivayet ettiğini söylemiştir. Bazıları sadaka ile ilgili ayetin bu sûrede ve
bu ayetten sonra olması sebebiyle bu görüşü kuvvetli görmüşlerdir. Zekat ve
sadaka ile ilgili ayet ise şu ayettir:
"Sadakalar Allah'tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, zekat
işinde görevli olanlar, kalpleri İsındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah
yolundakiler, yolcular içindir. Allah bilendir ve hüküm sahibidir."(60)
Bu söz birkaç açıdan gariptir Zekat Mekke'de ilk inen sûrelerde ve diğer Mekki
sûrelerde namazla birlikte zikredilmiş daha sonra Medeni sûrelerde Mekke'de
farz olduğunu ve verildiğini gösteren bir üslupla belirtilmiştir Ayrıca
müslümanların zekatı belirli ölçülerle verdiklerini gösteren güçlü Mekki
ayetler de vardır. Mesela Mearic sûresinin "Onların mallarında belirli bir
hak vardır. Yoksul ve yoksunlar için" (24-25) ayetleri iie Zariyat
sûresinin "Onların mallarında yoksun ve yoksul olanlar için bir hak
vardır.(19) ayeti bunlardandır. Söz konusu edilen sadaka veya zekat ayeti
zekatın farz kılınması hakkında olmayıp zekatın verileceği yerler hakkındadır.
Aynı şekilde bu ayetin üslubu zekatın verileceği yeni bir düzenleme İle tayin
edildiğine de delalet etmemektedir. Ayet sadece bunu bildirmekle yetiniyor ve
sanki bunun rivayet edilmesi gereken bilinen bir husus olduğunu belirtiyor.
Köleler, Bakara
sûresinin 177. ayetinde kendilerine infak edilmesi gerekenler arasında
sayılmaktadır. Ne Kur'an'da ne de sünnette zekatın Medine döneminin sonlan
şöyle dursun Medine döneminde farz kılındığını
gösteren hiçbir şey
yoktur. Biz İbn Ömer'in bunu bildirmesinin mümkün olmadığına inanıyoruz. Bundan
dolayıdır ki, ya ibn Ömer'in bu sözü çarpıtılarak rivayet edilmiştir. Ya da
onun bu sözünden amaç sözkonu-su ayetin zekat vermeyenler hakkında olup zekatın
mallar için bir temizlik olduğu hakkındadır. Daha önce rivayet edilen Nebevi
hadiste belirtilen husus da budur zaten. En iyisini Allah bilir.
[116] Taberi Tarihi, c. 3, sh. 355
[117] Taberi Tarihi, c. 3, sh. 291
[118] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/325-330.
[119] en-Nesiu'i "Unutmak" fiilinden olup
ertelemek anlamındadır.
Bu tabir, cahiüyyenin haram aylan öne alarak
veya erteleyerek yerlerini de- ğiştirmek şeklindeki geleneklerini anlatan bir
terimdir.
[120] Bk2. İbnSad, 111.218
[121] A.g.e. lll,238
[122] Tac,IV. 116-117; Taberi de bu hadis çeşitli senetlerle
rivayet etmiştir.
[123] Bkz: Beğavı, Hazin ve İbn Kesir
[124] Bunun için bkz, Taberi, Beğavi, ibn Kesir. Hazin ve
Tabresi Tefsirleri, Cevat Ali Tarihü'i-Arab Kable'l-İs-lam S. 234
[125] Bkz: Cevad Ali. Tarihu'l- Arab Kable'l-islam 5,
237-239
[126] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/331-335.
[127] es-Sakeltum ile'l-ardi Yere oturup ağırlaşıp kaldınız.
Cümle, Allah yolunda savaşmak için yapılan çağrıya icabet etmede gev-şek
davranma, çabuk olmama, onu ağırdan ve yavaştan karşılama anlamındadır. Bundan
kinaye olarak getirilmiştir.
[128] Hifafen ve sikalen Bu iki lafzın yorumunda, bunların
anlamı ağır ve hafif silah taşımaktır denilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir:
"Allah yolunda bineklİ ve bineksiz veya genç, ihtiyar; aileleriyle
birlikte veya onlar olmaksızn; zengin veya fakir olarak savaşa çıkmaktır."
Herhalükarda bu lafızların anlamı; her koşul, her mekan, her şekil ve her
şartta cihada katıl m aktır.
[129] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/337-338.
[130] Bkz : Taben, Boğavi, Nesefı, Nisabuıi, Hazin, Ibnİ
Kesir, Tabresı ve Zemahşeri tefsirleri.
[131] Tirmizi'nin Abdurrahmah b. Habbab'ın şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Peygamberi zorluk ordusunu donatmak için teşvik ederken
gördüm, Osman kalkıp dedi ki:" Ya Rasulallah, çul ve semerleri ile
birlikte yüz deve vermeyi Allah yolunda ben taahhüt ediyorum. Sonra peygamber
teşvik etmeye devam etti. Osman yine kalkıp "Ya Rasulallah, çul ve
semerleri ile birlikte ikiyüz deve vermeyi Allah yolunda ben taahhüt
ediyo-rum."dedi. Peygamber yine ordunun ordunun İçin teşvik etmeye devam
etti. Osman yine kalkıp: "çulları ve semerleri ile birlikte Allah yolunda
300 deve vermeyi ben taahhüt ediyorum." dedi. Abdurrahman dedi ki:
"işte bu sırada Hz. Peygamber şöyle dedi: "Bundan sonra Osman'ın
yaptıkları af ile karşılanır, kendisine bir zarar vermez" Abdurrahman b.
Semure şöyle dedi: "Osman elbisesinin altında bin altınla Peygamber'e geldi
ve altınları Peygamber'in odasına yaydı. Peygamber'! paraları alıp çevirirken
"Sundan sonra Osman ne yaparsa affedilir bir şey kendisine zarar
vermez." dediğini gördüm ve işittim. (Tac; 3.293)
[132] Buhari, Müslim ve Tirmizi bu uzun hadisi 118. ayetin
tefsirinde aktaracağımız gibi Ka'b b. Malık'ten rivayet etmişlerdir.
[133] Bk2. Siret-i İbn Hişam, c. 2, sh. 38-110; ibn Sa'd, c.
1, sh. 200-222; Beğavi, İbn Kesir. Hazin'in iki ayetin tefsiri bölümü.
[134] Buhari ve Tirmizi Enes'ten şunu rivayet etmişlerdir:
"Hz. Ebubekir kendisine şöyle dedi: "Hz. Peygamber'e, biz
mağaradayız, eğer onlardan biri eğilip ayaklarına bakacak olsa bizi görecek
dediğimde o da "Ey Ebubekir üçüncüleri Allah olan ikili hakkında ne dersin?"
dedi.Tac, 4,117
[135] Bkz; Beğavi tefsiri, ilgili ayetin tefsiri.
[136] Tac, 3, 286.
[137] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/338-343.
[138] Arazan kariben Yakın bir hedef ve elde edilmesi kolay
olan bir ganimet.
[139] Seferan Kasiden Kısa ve meşakkatsiz bir yolculuk.
[140] Be'udetaleyhimu'ş-şukkatu Yolculuğu uzak ve
me-şa&atli gördüler.
[141] İnbi'âsehum Çıkmalarım.
[142] Habâlen Bozgunculuk, fitne ve fesat.
[143] Veleevda' w hiktlekum Aranızda fesad, karalama ve laf
ta§ıma amacıyla dolaşırlar.
[144] Kaliabu leke l-umûre Sana tuzak kurmak için tüm
güçlerini saffettiler.
[145] Taberi'nin de içinde bulunduğu bazı müfessirler
"aranızda onlara kulak verecek olanlar vardır" cümlesini bizimkinden
başka bir şekilde de yorumlamışlardır. O da şudur: Aranızda münafık olmayan
ancak size ait haberleri onlara aktaran insanlar vardır. Bizim tercih ettiğimiz
yorum daha doğrudur. Çünkü münafık olmayan
birinin
onların gözü olması mümkün değildir. En iyisini Allah bilir
[146] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/345-346.
[147] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/346-348.
[148] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/348-349.
[149] Hasenetün Zafer anlamında kullanılmıştır.
[150] Musibettin Hezimet anlamında kullanılmıştır.
[151] Kad ehazna emrena min kabiü Onlann İçine düştüğü
duruma düşmemek için biz önceden tedbirimİ2İ almıştık.
[152] Terabbesûna Gözetliyorsunuz, bekliyorsunuz ve
umuyorsunuz.
[153] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/350.
[154] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/351.
[155] Bkz. Beğavi, Hazin, tbn Kesir, Tabresi.
[156] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/352.
[157] Yefrakûne Korkarlar.
[158] Müddehale Gizlenecek bir yer.
[159] Yecmehûne Acele ederler, koşarlar.
[160] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/353.
[161] Yülmizüke "Sana dil uzatır veya seni
ayıplar". Kelime burada "sana tarafgirlik yaptığını
yakıştırırlar" anlamındadır.
[162] el-Amiline aleyhâ Zekat toplama memurları.
[163] el-Müellefeti kulûbühüm Kalpleri İslam'a ısındırılmak
ve İslam'la, İslam'ın menfaatleriyle
bağları
güçlendirilmek istenen
kimseler.
el-Müellefeti
kulûbühüm Kalpleri İslam'a ısındırılmak ve
İslam'la, İslam'ın menfaatleriyle bağları
güçlendirilmek istenen
kimseler.
[164] Vefi'r-rikâbi Köle ve esirleri azad etmek, onları
kölelikten kurtarmak için.
[165] el-Ğârimîne Zor durumda kalmış borçlular veya borçlan
yüklenenler.
[166] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/355.
[167] Tac, IV, 118. Hadisi şerheden bu kişinin Harkus b.
Züheyr adındaki bir Temimi! olduğunu söylemiştir. Rasulullah'ın kalplerini
islam'a ısındırmak istediği dört kişi ise şunlardı: Akra' b. Habis, Uyeyne b.
Bedr, Zeyd et-Tai ve Alkame el-Amiri el-Kilabi. Bunlar Arap kabile liderlerinin
meşhurlarındandır.
[168] Bkz. Taberi Tarihi.III, 386: IV 52-65. Belirtelim ki
Taberi O'nun Harkur b. Züheyr es-Sadi isimlendirmektedir.
Dolaysıyla
bunun Temim'li mi yoksa başkası mı olduğunu bilmiyoruz.
[169] Ag.ec. 4, sh. 68-69
[170] Tac, c. 2, sh. 30
[171] Tac, c. 2, sh. 30
[172] Tac, II. 31. Son rivayette köleyi efendisiyle bir
tutmada çok güzel bir insani değer vardır.
[173] Bkz. Sadaka hakkında geniş bilgi için Ebu Ubeyd Kasım
b. Selam, Kitabu'l-Enval, s.
[174] Bkz. Ebu Ubeyd Kasım b. Selam, Kİtabuİ-Enval, sh. 349.
[175] Bkz. Ebu Ubeyd Kasım b. Selam. Kitabu'l-Envai, sh.
567.
[176] Bkz. Ebu Ubeyd Kasım b. Selam. Kitabu'l-Envai, sh.
567.
[177] Kitabu't-Emval, s. 353
[178] a.g.e. s. 586-587
[179] a.g.e. s. 571
[180] Kitabu'l-Emval, sh. 437 ve 531.
[181] Kitabu'l-Emval. sh. 532 ve 530.
[182] Bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi
Tefsirleri. Tac, II, 3-40; Ebu Ubeyd, Kitabu'l-Emval. 349-613; Ebu
Yusuf.Kitabul-Harac, s. 43-47.
[183] Tac, c. 2, sh. 28. Bu hadisi, Buhari, Müslim, Ebu
Davud ve Nesai rivayet etmiştir
[184] Tac, c. 2, sh. 28.
[185] Tac,C.2.sh.29.
[186] Tac, C. 2 sh. 29-30
[187] Tac, c. 2, sh. 30
[188] Kitabu'l-Emval. s. 548-549.
[189] KitabıTI-Emval. s.548-549
[190] Tac, c. 2, sh. 28.
[191] Kitabu'l-Emval,s. 552vd.
[192] Kİtabu'l-Emval.5. 565.
[193] Kitabu'l-Emval-S-565.
[194] Kitabu'l-Emval, 353.
[195] Kitabu'l-Emval, s.586-587. 8u hadis uzundur. Biz
sadece konuyla ilgili bölümünü almakla yetindik.
[196] Kitabu’l-Emval, s. 607.
[197] Menar Tefsiri.
[198] Menar Tefsiri.
[199] Tac.ll, 27-28.
[200] Kitabu"l-Emval,436
[201] Bu hadisi Ebu Davut, müsnedinde rivayet etmiştir.
Bkz.Tac 11,27.
[202] Bu hadisi, Buhari.Müslim.Ebu Davut, Tırmizi ve Nesei
rivayet etmişlerdir. Bkz. Tac,ll,3.
[203] Kitabu'l-Emval, 358.
[204] a.g.e. s.381.
[205] a.g.e. s.382.
[206] Kitabu'l-Emval, s.378.
[207] a.g.e. s. 386 vd. ;s. 382.
[208] a.g.e. s.407.
[209] Kıtabul-Emval, $.425
[210] a.g.e. s.425.
[211] a.g.e. s.463vd.
[212] Kitabu'l-Emval, s. 468.
[213] Kitabu'l-Emval, s. 468.
[214] a.g.es. 468 vd.
[215] a.g.es. 466 vd.
[216] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/355-370.
[217] ve özünün Rasulullah'm kendisine her söylenene kulak
verip dinlemesi ve doğrulaması anlamındadır.
[218] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/370-371.
[219] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/371.
[220] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/372.
[221] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir.
[222] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/372-373.
[223] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir
[224] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/373-374.
[225] Bihâlakihim Kısmetkriyie, paylarıyla, nasibîcriyk.
[226] Ve hudtüm kellezi hâdû "Onların batıl ve fesada
koşmakla, dalmakla yaptıklarını siz de yaptınız" anlamındadır.
[227] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/374-375.
[228] İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri.
[229] İbn Kesir, İlgili ayetin tefsiri.
[230] İbn Kesir; Tac, I, 383.
[231] İbn Kesir; daha başka hadisler de vardır. Biz bu
kadarıyla yetindik. Bkz. Taberİ Tefsiri; Tac, IV, 364 vd.
[232] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/
[233] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/380.
[234] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/381.
[235] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/381-383.
[236] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/383-384.
[237] Bkz. Taberi, Beğavi, Tabresi
[238] Tac, c. 4, sn. 41. Buhari, Müslim, Ebu Davud ve
Tirmİzi Abdullah b. Amr'dan şu hadisi de rivayet et-mişlerdir:"Şu dört şey
kimde bulunursa o, katıksız münafıktır. Kimde bu dört hasletten biri bulunursa
onu terk edinceye kadar onda bir nifak hasledi vardır. Konuştuğu zaman yalan
söyler, sözleştiği zaman, sözleşmesine İhanet eder, söz verdiğinde sözünde
durmaz, biriyle çekiştiği zaman ona kötülük eder."
[239] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/
[240] el-Mutavviîne Ayetin genel anlamından bunun gönüllü olarak
sadaka verenler anlamına geldiği anlaşılmaktadır.
[241] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/385.
[242] Bkz. Begavİ, Tabresi, İbn Kesir.
[243] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/385-386.
[244] Bkz. Hazin, Taberi, İbn kesir, Beğavi Tefsirleri.
[245] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/386-387.
[246] el-Muhallefûne Arkada kalanlar, muhalefet edenler
anlamındadır.
[247] Hilâfe RasuluUahi Geride kalan, ondan sonraya kalan,
arkada kalan veya Allah'ın elçisine muhalefet eden anlamındadır.
[248] Meal-hâUfîne Muhalifler anlamındadır denilmiştir ve
bazıları bu ayeti bu şekilde okumuşlardır. Ayrıca, kadın, çocuk, müzmin, hasta
ve kor gibi, durumları savaşa katılmaya elverişli olmayanlar anlamındadır denilmiştir.
Görüldüğü gibi bu son görüş daha doğrudur.
[249] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/389.
[250] Tac, c. 4, s.118.
[251] lbnHişam, c. 4, sh. 174.
[252] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/389-392.
[253] Ülü't-tavli Güç, kudret ve servet sahibi.
[254] el-Havalifi Tabiatları gereği savaştan geri kalıp
evlerinde olu-ran kadınlar kastedilmiş olabilir. Ayrıca genel olarak yaşlı,
çocuk, hasta ve kadınlardan geride kalanlar anlamına da gelebilir. Önceki
ayette bunlar "el-hâlifîne" kelimesiyle ifade edilmişlerdi. Kelime,
aşağılamak için kullanılmıştır. Çünkü geride kalanlarla birlikte ancak
kişiliksiz, şahsiyetsiz olanlar razı olabilir
[255] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/393.
[256] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/393.
[257] Bkz. Taberi, Beğavi, Zemahşeri, İbn Kesir, Hazin,
Tabersi.
[258] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/394.
[259] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/396-397.
[260] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.
[261] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.
[262] Taberi'nin rivayet ettiğine göre bunların isimleri
şöyleydi: Asırlar boyunca bunların hayır ile yad edilmesi gereğinden hareketle
onları buraya kaydediyoruz. Salim b. Umeyr, Herami b. Amr, Abdurrahman b. Ka'b,
Sefman b. Sahr, Abdurrahman b. Yezid, Amr b. Guneyme, Abdullah b. Amr
ef-Müzeni. (Allah onlardan razı olsun.)
[263] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/397-398.
[264] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/398-399.
[265] Mağramen Faydası olmayan, kayıp, hasar.
[266] Yeterabbcsu hikümü'd-devâire Size galip gelip
de-vinnek için başınıza kötü belaların, sıkıntıların gelmesini umarlar.
[267] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/399-400.
[268] Bkz. Taberi Tarihi, II, 463-550;
TarihıTI-Cinsu'l-Arabi isimli kitabımız, 7. cild, Ridde savaşları bölümü.
[269] Ayetin metni(meali) şudur: "Bedeviler dedi ki:
iman ettik. De ki: Siz iman etmediniz; ancak İslam(müs-lüman) olduk deyin. İman
henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederseniz,
o. sizin amellerinizden hiçbirşeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok
bağışlayandır, çok esirgeyendir,"
[270] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/400-401.
[271] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/401-403.
[272] Meradû Nifaka alıştılar, onu sürdürdüler, öyle ona alıştılar
ki ona dalmak artık onlar için normal birşey oldu.
[273] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/403-404.
[274] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/405-406.
[275] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/406.
[276] Mürcevne Havale edilmiştir yani geciktirilmiş ve
bırakılmıştır.
[277] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/407.
[278] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/407.
[279] Dırâran Zarar vermek amacıyla anlamında
[280] İrsâden Bekleme, gözetleme yeri
[281] Havin Çökmeye ve düşmeye meyletmiş
[282] Curufin Sellerin, dibini yalayıp oyduğu çamur veya
toprak çıkıntısı.
[283] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/409.
[284] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.
[285] Tac,c. 4, 118.
[286] Tac, c. 4, 118.
[287] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/409-412.
[288][288][288][288] es-Saihune 'Oruç tutanlar' anlamındadır denilmiştir.
Ayrıca Cihad için yeryüzünde seyahat edenlerdir anlamına gelir denilmiştir.
Birinci görüşü destekler mahiyette olan bir hadis Hz. Aişe'dcn rivayet edilmiştir:
"Bu ümmetin seyahati oruçtur. Taberi Tefsin.
Bir başka nebevi
hadiste "Seyahat edenler oruç tutanlardır" Taberi Tefsiri.
denilmiştir. İkinci görüşü destekleyen bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihad etmektir. Beğavi Tefsiri.
[289] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/413.
[290] Tabakat, ibn Sa'd, c. 3, sh. 122-123
[291] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/413-415.
[292] Evvahun 'Allah'a çokça bağlı, yalvaran ve içli, yanık
ve Al-lah'tan korkan anlamındadır' denilmiştir.
[293] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/416-417.
[294] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/418.
[295] Ve zannu Kelime burada, 'yakinen anladılar'
anlamındadır.
[296] Ayetin tefsiri için bkz. Taberi, Beğavi, ibn Kesir,
Hazin, Tabresi.
[297] İbn Hişam, IV, 174-176.
[298] et-Tac, c. 4,sh. 122-128.
[299] Bkz. Beğavi, Hazin.
[300] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/419-426.
[301] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/426-427.
[302] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/427-428.
[303] Taifetun Büyük cemaatin küçük bir grubu.
[304] Felevla Burada teşvik ve yönlendirme anlamındadır.
[305] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/429.
[306] Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi.
[307] Bkz. Kasımı Tefsiri.
[308] Bu hadisi aynı zamanda Buharı, Müslim, Ebu Davud ve
Tirmizi Muaviye'den rivayet etmişlerdir. Hadisin devamı şöyledir: "Ben
sizin için bir dağıtıcıyım, veren Allah'tır. Bu ümmet, hak din üzere bulunmakta
devam edip gidecektir. Karşı koyaniar kıyamete kadar kendisine zarar
veremeyecek." Tac, I, 53.
[309] Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. Şu fazlalık da
vardır: "Şüphesiz Allah, melekler, yer ve gökte bulunanlar, hatta
yuvasındaki karıncalar ve sudaki balıklar bile insanlara hayır öğreten kimseye
istiğfar ve dua ederler." Tac, I, 56.
[310] Bu hadisi de Tirmizi rivayet etmiştir. Bkz. a.g.e.
[311] Bu konuda Tirmizi ve Ebu Davud'un Ebu Derda'dan
rivayet ettikleri hadis şöyledir: "Hz. Peygamberin şöyle dediğini duydum.
Kim ilim tahsili için bir yola girerse, Allah ona cennet yolunu kolaylaştırır.
Melekler de ilim tahsil eden kişiye ikram için kanatlarını yayarlar. Yer ve
gökte bulunan herşey alime istiğfarda bulunur. Sudaki balıklar bile. Alimin,
ibadetle meşgul olana göre üstünlüğü ayın öteki yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.
Muhakkak ki alimler, Peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler ne bir dinar
ne de bir dirhem miras bırakmışlardır. Onların bıraktığı miras ilimdir. Kim
ilmi elde ederse, yüksek bir derece elde etmiş olur." Bkz. Tac, I, 54-55.
Tirmizi Ebu Hureyre'den Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Hikmet, mü'minin yitik malıdır, nerede bulursa onu almaya başkalarından
daha çok layıktır.", "İlim tahsil etmek, sahibinin geçmiş
günahlarına keffarettir." a.g.e., I, â5-56; Ebu Davud ve İbn Mace Ebu
Hureyre'den şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Bilgisiz
kimsenin fetvasına uyarak amel eden kişinin günahı, fetvayı verene aittir.
Bildiği haide, kendisiyle istişare eden mü'min kardeşine yanlış tavsiyede
bulunan kimse, ona ihanet etmiştir." a.g.e., I, 64; Müslim, Nesai, Ebu
Davud ve Tirmizi Ebu Hureyre'den şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: İnsan Öldüğü zaman şu üç husus dışında amelinin sevabı
kesilir: Devamlı olarak hizmet veren sadaka, insanların faydalandığı ilim,
kendisine dua eden salih bir evlat." a.g.e., c. 1, sn. 66.
[312] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/
[313] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/432.
[314] Deylem'den kasıt Fars memleketinde yaşayanlardır.
[315] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/432-433.
[316] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/434-435.
[317] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/435-436.
[318] Ma anittum Size zorluk veren, sizi sıkıntıya sokan.
Veya bazı müessirlere göre delalete düşmeniz.
[319] Azizun aleyhi O'na zor gelir, ağır gelir.
[320] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/436-437.
[321] Bkz. Suyutİ, el-İtkan, c. 1, sh. 16.
[322] Bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabersi.
[323] Bkz. Tac, c. 4, sh. 28-29.
[324] Bkz. el-Kur'anıTI-Mecid, s. 52-115. surenin girişinde
de buna değinmiştik.
[325] Bkz. Beğavi.
[326] Bkz. Beğavi, İbn Kesir.
[327] Bkz. Hazin.
[328] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/437-440.