TEVBE SÛRESİ 2

Sûrenin Tanıtımı 2

Allah Ve Rasulü'nden Müşriklere Ültimatom.. 4

Büyük Hacc Günü'nde Allah Ve Rasulü'nün İnsanlara Duyurusu. 4

Müşriklerle Savaşmanın Şartları 7

Müşriklerin Güvence Dilemeleri 10

Müşrikler Ve Karakterleri 11

Yeminlerini Tutmayanlarla Savaşmak. 12

Müşrikler Allah'ın Mescitlerini Onaramazlar. 14

Kimler Dost Edinilmez. 15

Huneyn Savaşı Ve Allah'ın Sekineti 17

Müşrikler Mescidi Haram'a Yaklaşamazlar. 19

Ehli Kitab, Zınımiler Ve Cizye Meselesi 21

Sermaye Birikimi Ve Ebu Zer'in Tavrı 29

Ayların Sayısı Ve Haram Aylar. 32

Tebük Savaşı, Hicret Ve Hicretin İslami Davet Üzerindeki Etkisi 35

Samimi Olanlarla Olmayanlar. 38

Ayetlerde şu hususlar belirtilmiştir: 40

Münafıkların Cihada Mali Destek Vermeleri 41

Zekat Kimlere Verilir?. 42

Hz. Peygamberi İncitmek. 50

Münafıkların Mü'minleri Razı Etmeye Çalışmaları 51

Münafıklar Birbirlerindendir. 52

Kadının İslam Toplumundaki Yeri 53

Münafıkların Değişmez Tutumları 54

Münafıklar Sözlerinde Durmazlar. 55

Mü'minlere Dil Uzatanlar. 56

Münafıklar İçin Af Dilemek Boşunadır. 57

Cihada Çıkmayıp Oturanlar. 58

Özür Beyan Edenler. 60

Sorumlu Olanlar Ve Olmayanlar. 61

Bedevi Araplardan Samimi Olanlar. 62

İlk Muhacirler Ve Ensar. 63

Bedevi Ve Medeni Münafıklar. 64

Günahlarını İtiraf Edenlerin İnfakta Bulunmaları 65

Durumları Allah'a Havale Edilenler. 65

Mescid-İ Dirar. 66

Allah Mii'minlerin Nefis Ve Mallarını Satın Almıştır. 68

Müşriklere Mağfiret Dilemek. 69

Sâdıklarla Beraber Olmak. 74

Zorunluluk Sebebiyle Bir Grubun Savaştan Geri Durması 75

Kafirlere Sert Davranmak. 77

Hz. Peygamber'in Mü'minlere Düşkün Olması 79


TEVBE SÛRESİ

 

Kur'an'daki Sırası       : 9

Nüzul Sırası                : 113

Ayet Sayısı                 : 129

İndiği Dönem             : Medine

 

Sûrenin Tanıtımı

 

" Bu sürede çeşitli ve değişik konular vardır. Ancak hepsinin ortak özelliği cihadı teşvik etmek, münafıklara, kafirlere ve müşriklere karşı koymak, samimi mü'minleri övgüyle an­maktır.

Sürede işlenen konular şöyledir

1- Anlaşmayı bozan müşriklerden uzaklaşmak, ahde vefa gösterenleri kollamakla be­raber bu anlaşmayı bozan müşrikler tevbe edinceye, namaz kılıncaya ve zekat verinceye kadar onlarla savaşmayı teşvik etmektedir.

2- Müşriklerin necis olduğu, onların artık İslam'ın havzasına giren Beytu'l-Haram böl­gesine girmelerinin caiz olmadığı, herhangi bir mescide yönelip orayı imar edemeyecek­leri veya Mescid-i Haram'ı İmar etmek suretiyle bir hak ve üstünlük iddia edemeyecekleri, dolayısıyla oraya yaklaştırıl mama lan vurgulanmaktadır.

3- Kafir akraba ve ebeveyni dost edinmemek, onlarla anlaşmamak, onlara yardım et­memek, onlara karşı Allah yolunda cihad etmek, Allah ve Rasulü'nü onlara yeğlemenin gereğini yerine getirmek ve buna aykırı olduğu sürece dünyanın tüm isteklerinden vaz­geçmek.

4- Allah'a ve Rasulü'ne iman etmeyen, onların haram kıldığını haram saymayan, hak dine tabi olmayan kitap ehliyle, onların kendilerini kurtaracak cizyeyi verinceye ve İslam'ın otoritesine boyun eğinceye kadar savaşmaya teşvik etmektedir.

5-  Dört haram ayın saygınlığının pekiştirilmesi, bazısını öne alıp, bazısını arkaya bıra­karak, bazısını haram olmaktan çıkarıp onun yerine başka aylan getirerek onların sayısı ve vakti üzerinde oynamanın haram olduğu belirtilmiştir.

6- Tüm rivayetlerin Tebük olduğu üzerinde ittifak edilen savaşa katılım teşvik edilmekte, katılmakta gevşeklik gösteren ve ondan geri kalanlar ikaz edilerek onlar nifakla vasıflandı­rmaktadır.

7-  Münafıkların tavırları, sözleri, düzenbazlıkları, alay etmeleri, engel oluşturmaları, sözlerinde durmadıkları ortaya serilmekte, yalan yeminleri ve mazeretleri eleştirilmekte, onlara keskin ikazlar yapılmakta ve onlara karşı kesin ve kararlı bir tavır koyma emredil-mektedir.

8- Arapların huy ve davranışları, kafirlerin küfrünün şiddeti ve onlardan münafık olan-lann nifakı, sebepleriyle binlikte açıklanarak, müslüman olanların iman ve amellerinde sa­mimi olanları övülmektedir.

9- İslam'a intisap edenleri, ilk samimi müslümanlar ve bunlara en güzel bir şekilde ta­bi olanlar,- iyi amelle kötü amelleri birbirine karıştıranları, gizlenmiş münafıklar, gerçek du­rumları bilinmeyip Allah'a havale edilmiş insanlar, zarar ve fesadını açıkça ortaya koyan münafıklar şeklinde bir tasnife tabi tutmuştur.

10- Müşriklere istiğfar etmek ve cenazeleri üzerinde namaz kılmak yasaklanmıştır.

11- Bazı fakir müslümanlann cihada davet edildiği esnada sergiledikleri samimi tavırla­rı, savaştan geri kalan bazı samimi kimselerin aşırı pişmanlıkları ve Allah'ın bunların tev-belerini kabul etmesi belirtilmiştir.

12- Kur'an'ın nüzulü esnasında münafıkların takındığı tavırlar sergilenmiştir.

13- Cihad esnasında nöbetleşmeyle ilgili hükümler nazil olmuştur.

14- Sonuç olarak Rasulullah (s)'ın ahlakı, müslümanlara karşı aşırı düşkünlüğü, yumu-şaklığ,ı rahmeti belirtilmektedir.

Sûrenin büyük bir kısmi; Tebük savaşı, şartları ve cereyan eden olaylar üzerinde dur­maktadır. Bu sûrenin tek bir defada nazil olduğunu söyleyen garip bir rivayet vardır.[1] Oysa bütün bölümleri içerik olarak göstermektedir ki, bu sûrenin bir kısmı Tebük savaşından bir müddet önce, bir kısmı bu savaş esnasında, bir kısmı da bu savaştan döndükten sonra nazil olmuştur. Öyle ki, sözkonusu rivayet makul ve doğru değildir denilebilir. Sûrenin bö­lümleri, sûre tamamlandıktan sonra tertip edilmiştir. Esas aldığımız mushafa göre, son iki ayeti Mekke'de nazil olmuştur. Bunu belirten rivayet Menar Tefsirinde ve Suyuti'nin Itkan İsimli eserinde[2] Ibn Feres'den rivayet edilerek aktarılmıştır. Tefsiru'l-Menar müellifi, bu riva­yeti aldıktan sonra şöyle demektedir: "İki ayetin anlamı ancak, Rasulullah (s)'ın Mekke'de bi'setin ilk yıllarında İslam'a davet etmesiyle açıklık kazanmaktadır. İbn Kesifin aktardığı bir rivayete cjöre ise. bu iki ayet unutturulmuştu. Sonra irticali olarak sûrenin sonuna eklen­miştir.' Bu rivayet, Menar müellifinin yorumunu güçlendirmektedir. Ancak bu iki ayetin nü­zul sırası bakımından Kur'an'ın son inen ayetleri olduğunu belirten rivayetler de vardır. Bi­zim tercihimiz odur ki, bu iki ayet, anlamlarından anlaşılacağı üzere kendinden önceki ayetlerin peşisıra nazil olmuştur. Ayetleri yorumlarken bu konuya daha fazla açıklık ka­zandıracağız.

Kesinlik ifade eden, tevatürle gelen ve tüm mushafların aslı sayılan Osman mushafı, Enfal süresiyle bu sûrenin arasını, diğer sûrelerdeki gibi besmeleyle ayırmamıştır.

Tirmizi'nin[3] İbn Mesud'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir. "Osman'a de­dim ki: Sizi, ayet sayısj*yüzü bulmayan Enfal süresini, ayet sayısı yüzden fazla olan Tevbe süresiyle birlikte yazmaya, aralarını ayırıp, aralarına besmeleyi yazmamaya ve onu yedi uzun sûrelere dahil etmenize sevkeden husus nedir? Osman dedi ki. Öyle zaman olurdu ki, Rasulullah'a birkaç bölümden oluşan sûreler nazil olurdu. Böyle bir şey geldiğinde va­hiy katiplerini çağırır ve onlara "bu ayetleri, falan falan şeylerin zikredildigi süreye yerleşti­rin" derdi. Enfal sûresi, Medine'de nazil olan İlk sûrelerdendir. Tevbe süresi ise Kur'an'ın son inen sûrelerindendir. Onda anlatılanlar diğerlerinde anlatılanlara benziyordu.[4] Ben de bu sûrenin o sûreden olduğunu zannettim. Rasulullah |s) da bu sûrenin ondan olduğunu bize açıklamadan vefat etti. Dolayısıyla ben de her iki sûreyi birbirinden ayırdım aralarına "bismillahirrahmanirrahim" yazmayıp onu yedi uzun süre içine dahil ettim." Bu konuda daha başka rivayetler de vardır. Ali b. Ebi Talib'den zikredilen ve Ali b. Ebi Talib'in oğlu Mu-hammed'in bu konudaki bir sorusunu "bu süre kılıcı emretmiş, besmelede ise eman-gü-ven vardır" şeklinde cevapladığı rivayeti bunlardan bir tanesidir. Übeyy b. Kab'dan gelen bir rivayet de şöyledir: "Rasulullah Is) her sûrede "bismillahirrahmanirrahim" yazılmasını emrederdi. Ancak bu sürede yazılmasını emretmedi. Kur'an'ın en son nazil olan sûrelerin­dendir. Enfal sûresine benzerliğinden dolayı ona eklendi.' "Denildi ki, meçhul sigasıyla ge­len bir rivayet ise şöyledir: "Sahabe Enfal ve Tevbe sürelerinin bir tek süre mi, yoksa iki ayrı sûre mi olduğu konusunda ihtilafa düştü. İki görüşten biri, diğerine baskın gelmeyince bu iki sûrenin farklı iki sûre olduğunu savunanların görüşüne dikkat çekmek için iki sûrenin arasında bir boşluk bıraktılar ve her iki sûrenin tek süre olduğunu söyleyenlerin bu görü­şüne de dikkat çekmek için Tevbe sûresinin başına besmele yazmadılar.[5]

Kanaatimize göre, sürenin başına besmelenin konulmayışının sebebi olarak, sûrenin savaş hakkında olduğunu belirten rivayet öyle kolay anlaşılır cinsten değildir. Çünkü sava­şı emretmeyi ihtiva eden başka süreler de vardır. Geriye diğer rivayetler kalıyor ki, bunlar da ihtimal dahilindedir. Bu durumda ayet sayısı yüzü bulmayan Enfal sûresinin uzun sûreler arasına alınması sorunu çözülmüş olur. Çünkü Kur"an sûrelerinin tertibi uzun sûreler­den başlanılarak yapılmıştır. Rasulullah (s)'dan bu iki sûrenin arasına besmelenin yazılma­sını emrettiğini 'gösteren bir rivayet gelmemiştir. Her iki sûrenin ayetleri bu sürelerin uzun sûreler arasına alınmasını gerekli kılmıştır.

Tirrnizi'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği hadisle birlikte bu rivayetler, Kur'an sûrelerinin ve ayetlerinin tertip edilmesi, mushafın oluşturulması hakkında bize iki konuyu açıklamakta­dır. Birincisi, Rasulullah İsi, her bir sûrenin yazıldığı yazı malzemelerinde, daha sonra ekle­me yapmak için boşluk bırakılmasını emretmiş ve ayetlerin sûrelere yerleştirilmesi onun emriyle gerçekleştirilmiştir. İkincisi mushafta geldiği gibi sûrelerin birbiri ardınca tertip edil­mesi onun emriyle gerçekleşmiştir. Tercihimize göre birinci konu. Medenî sûrelere ilişkin özel bir durum arzetmekte^ir. MekkT sûrelerin tertibi ise ya Mekke'de veya hicretten kısa bir süre sonra tamamlanmıştır. Herşeye rağmen konu bütünlüğü açısından Müzzemmil ve Şuara sûrelerinin son ayetleri, Araf sûresinin 163-170. ayetleri gibi bazı Medenî ayetler bu IMekkî) sürelere eklenmiştir. Büyük bir ihtimalle bu ayetler hicretin İlk yıllarında nazil olmuş­tur. Allah daha iyisini bilir.

Esas aldığımız mushaf, tertip açısından bu sûreyi Medine'de en son nazil olan Nasr süresinden önce aktarmaktadır. Tertip konusundaki bazı rivayetler ise, bu süreyi Nasr sû­resinden sonra zikretmektedirler. Bazı rivayetler de bu sûreyi, nüzul bakımından Medenî sûreferin on ikincisi, bazıları on altıncısı diğer bazıları ise altıncısı şeklinde[6] göstermektedir­ler.

Bu ayetlerin içeriğinden, bu son üç rivayetin doğru olmasının mümkün olmadığı anla­şılmaktadır. Esas aidimiz mushafın rivayetini kabul ediyoruz. Çünkü Nasr sûresinin özü ve ruhu, -bu sürenin nüzul bakımından Medine'de nazil olan en son sûre olmasının yanında-bu mushafın rivayetinin doğruluğunu göstermektedir. Kaldı ki yeri geldiğinde vereceğimiz ve bu dediğimizi teyid eden bazı hadisler de vardır.

Sürenin birçok değişik ismi vardır: En meşhurları "Tevbe" ve "Berae'dir. Bu iki isim, bir­çok sûrede de olduğu gibi sûre içerisinde geçen lafızlardan alınmıştır. Diğer isimler, içeri­ğindeki bazı işaretler sebebiyle verilmiştir. Bu isimler şunlardır: el-Fadiha; çünkü münafık­ları açığa vurmuştur, el-Müba'sire; çünkü münafıkların sırrını ifşa etmiştir, el-mükaşkişe; çünkü müslümanlan küfür ve nifaktan soyutlayıp beri kılmıştır, el-Mudamdime; yani helak eden, el-Hafire; çünkü o, münafıkların kalplerini kazımış ve gizlediklerini açığa çıkarmıştır, el-Musire; çünkü onların rezaletini ortaya dökmüştür, el-Azab, çünkü sûre kafirlere azabla nazil olmuştur. Sayısı onu bulan bu isimler, Rasulullah (sl'ın ashabına ve onların tabiine dayandırılmıştır.[7] [8]

 

1- Allah ve elçisinden, anlaşma yaptığınız  müşriklere İh­tardır:

2- Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz, Allah'ı a-ciz bırakamazsınız ve Allah kafirleri rezil edecektir.

 

Allah Ve Rasulü'nden Müşriklere Ültimatom

 

Ayetlerin lafızları açıktır. Birinci ayette hitap müslümanlaradır. Müslümanlara, Al­lah ve Rasulü'nün kendileriyle anlaşma yaptıkları müşriklerden beraatlerini açıkladığını ve anlaşmadan çekildiklerini, haber vermektedir. İkinci ayetle de müşriklere seslenerek onlara yeryüzünde dört ay daha emniyet içerisinde gezip dolaşabileceklerine izin veril­diğini belirterek onların Allah'ı aciz bırakmaya güç yetiremeyeceklerini ve Allah'tan kurtulamayacaklarını, Allah'ın kafirleri her halükarda rezil edeceğini bildirmektedir.

Birinci ayette hitabın müslümanlara yönelik olması ilk etapta şaşırtıcı gelebilir. Çün­kü gayri müslimlerle anlaşma yapan Rasulullah'ın kendisiydi. Görünen odur ki, hikmeti ilahi beraatin ilanında ve anlaşmadan çekildiğinin belirtilmesinde, Rasulullah'ı Allah'la birlikte zikretmeyi gerekli bulmuştur. Çünkü anlaşmalar her ne kadar Rasulullahı yapı­yorsa da, aynı zamanda müslümanlarla müşrikler arasındadır.

Taberi, müfessirlerin -İbn Abbas, Dehhak, Katade, Süddi, Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'nin isimlerini zikretmiştir- Allah ve Rasulü'nün kimlere uyan verdiği konusun­da ihtilaf etttiklerini ve bazıları bunların iki kesim olduğunu söylemiştir demektedir. Bi­rincisi, anlaşma müddeti dört aydan az olanlar. Bunlara dört ay mühlet verilmiştir. Çün­kü ayetler, ardından Ziikaadc, Zilhicce ve Muharrem aylarının geldiği Şevval ayında nazil olmuştur. İkincisi, anlaşma müddetleri dört aydan daha fazla olanlar. Bu müddeti dört aya indirdi ki, kendilerine çeki düzen versinler ve müslüman olmadıkları takdirde kendileriyle savaşılacağını bilsinler. Bazıları da, ayetler genel olarak tüm müşriklerle yapılan anlaşmalardan beri olunduğunun göstergesidir, çünkü Allah, onların tüm sırları­nı biliyordu ve onlar da düşmanlık ve anlaşmayı çiğneme arzularım açığa vurmayıp giz­liyorlardı demiştir.

Bu görüşler birazdan gelecek olan iki ayette belirtilen iki hususla çelişmektedir. Bi­rincisi, müslümanlann kendileriyle anlaşma yaptıkları ve anlaşmalarına vefa gösteren­ler. Müslümanlar anlaşmayı süresine kadar tamamlamakla emrolunmuşlardır. Tercih edilen görüşe göre bunun süresi de dört aydan daha fazlaydı. Çünkü emrin hikmeti an­cak buradadır. İkincisi, müslümanların kendileriyle Mescid-i Haram'ın yanında anlaşma yaptıkları ve anlaşmalarına sadık kalanlar. Müslümanlara, onlar doğru oldukları sürece onlara karşı doğru olmaları emredilmiştir.

Bunun da ötesinde bu rivayetler, Mekkî ve Medenî birçok sûrede anlaşmalara ve sözlere vefa göstermesini emreden birçok ayetle de tenakuz arzetmektedir.

Taberi bu hususu görmüş ve rivayet ettiği görüşlerin sonunda şöyle demiştir: En çok doğru olan görüş şudur. Allah'ın anlaşma yapan müşrikler için verdiği süre, anlaşma ya­panlardan Rasulullah'a açıkça tavır koyan, süresi tamamlanmadan anlaşmalarını çiğne­yen kimseler içindir. Anlaşmayı çiğnemeyenler bunun dışındadır. Çünkü Allah, anlaş­manın tamamlamasını ve bu anlaşma karşısında doğru olanlara doğru davranmasını em-retmektedir.                     

Beğavi Tefsiri'nde bunu açık bir şekilde teyid eden açıklamalar vardır. Beğavi diyor ki: "Müfessirler -bununla sahabe ve Tabundan olan müfessirleri kasdetmektedir- şöyle diyorlar: Rasulullah (s) Tebük savaşma çıktığı zaman münafıklar paniğe kapılıp ürperdi-ler ve müşrikler anlaşmalarını çiğnemeye başladılar. Bunun üzerine Allah, bunlar hak­kında bu ayetleri indirdi ve bununla birlikte onlara şayet anlaşma dört aydan azsa, onla­ra dört ay mühlet verdi ve süre dört aydan daha fazlaysa bu süreyi dört aya indirdi."

Bu ve diğer yorumla görüldüğü gibi çelişki ve tenakuz giderilmiş oluyor.

Diğer tefsir kitaplarında bu iki ayet hakkında başka önemli bir şey yoktur. Taberi ve Beğavi'nin söylediklerini burada aktarmakla yetindik. Özellikle de bu ikisi, kitapları bi­ze kadar ulaşan en eski müfessirlerdendir. Onlardan sonra gelen müfessirlerin büyük bir kısmı onlardan nakil yapmışlardır. [9]

 

3- Büyük hacc günü, Allah ve elçisinden insanlara duyuru­dur: Allah ve elçisi müşriklerden tamamen uzaktır. Şayet tevbe ederseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. (Yok) eğer yüz çevirip dönerseniz bilin ki, siz Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed) Kafirleri acı bir azap ile müj­dele.

 

Büyük Hacc Günü'nde Allah Ve Rasulü'nün İnsanlara Duyurusu

 

Ayetler Haccı Ekber gününde Allah ve Rasulü'nün müşriklerden uzak olduğu, müş­riklerin uyarılması ve tevbe etmelerinin kendileri için hayırlı olduğunun belirtilmesi emrediknektedir. Şayet müşrikler yüz çevirip dönerlerse bilsinler ki onlar Allah'ı kesin­likle aciz bırakacak değiller. Ve tüm kafirlerin Allah'ın çetin azabıyla müjdelenmeleri emredilmektedir.

Ayet, önceki iki ayete atıfta bulunmuştur. Hatta denilebilir ki, bu ayette sözü edilen müşriki* ilk iki ayette zikredilenlerdir. "Allah'ı aciz bırakacak değiller" cümlesinin tekrar edilmesi bunun delilidir.

Ayette aynı zamanda bunun fetihten sonra nazil olduğunu gösteren kesin delil var­dır. Bu da Beğavi'nin "Hz. Peygamber (s) fetihten uzun sayılmayan bir süre sonra Te-bük savaşına çıktı' şeklindeki görüşünü desteklemektedir.

"Şayet tevbe ederseniz" cümlesinden anlaşılmaktadır ki anlaşmayı çiğneyen müş­riklere dört ay müddet tanınması ve bu süre içinde yeryüzünde güvenle dolaşıp gezme­leri, onların düşünmeleri ve küfürlerinden, şirklerinden tevbe etme fırsatını elde etmek içindir. Bunda da sürekli geçerli olan ve süren talimatlar vardır.

Bu ayetin ve önceki ayetlerin ve sonraki ayetlerin veya Büyük Hacc gününe ait hü­kümleri ilan edilmesi konusunda çeşitli rivayetler aktarılmıştır.[10]

Bu rivayetlerden bazısına göre tebliğ ve ilan edilen ayetler sürenin ilk on ayeti, bazı­sına göre otuz ayeti, bazısına göre de kırk ayetiydi. Bazı rivayetlere göre de sûrenin on veya otuz veya kırk ayeti nazil olunca Hz. Peygamber insanlara şu dört hususu duyur­ması için birini gönderdi: Çıplak bir kimsenin Kabe'yi tavaf etmemesi, müşriklerin hac­cetmemesi, mü'minlerden başka kimsenin cennete giremeyeceği ve her anlaşmanın be­lirtilen süreye kadar geçerli olduğu. Bir rivayete göre bu süre dört aydır.

İlk otuz veya kırk ayette müşriklerin 'durumu ve müşriklere ilan edilmesi gereken hususların dışında değişik konular vardır. Ayrıca ilk on ayette de Mescidi Haram'ı müş­riklere yasaklayan emir de yoktur. Bu emir, sûrenin 28. ayetiyle sabit olmuştur: "Ey i-man edenler! müşrikler ancak birer pisliktir. Bu yıllarından sonra[11] Mescidi Haram'a yaklaşmasınlar". Bu ayetten sonra gelen ayetlerde Ehli Kitab'la savaş, haram aylardan birini öne ve arkaya alarak vaktinde ve yerinde değişiklik yapmak ve bunun haram ol­duğu, Tebük savaşına katılmayanlar konusundadır. Şayet ayet Peygamber'in duyurusu esnasında nazil olmuş olsaydı, en azından haram ayların yerinde ve zamanında değişik­lik yapmanın haram olduğu da ilan edilirdi. Böyle bir şey gerçekleşmemiştir. Bütün bu hususlar, Hz. Peygamber'in ilk otuz veya kırk ayeti tebliğ için gönderdiği olayı üzerin­de durup düşünmemizi gerektirmektedir. Ancak olması imkan dahilinde olan şey, Hz.

Pcygamber'in Mescidi Haram'ı müşriklere yasaklayan kısımdan sonra gelen ayetlerdeki hususları tebliğ için gönderdiğidir. Allah en iyisini bilendir.

Bu konuda'gelen rivayetler, Rabbani ve nebevi tebligatla ilgili olup çeşit çeşit ve de­ğişik değişiktir. Taberi'nin bunlardan aktardığı rivayete göre Hz. Peygamber Mekke'nin fethinden sonraki, yani hicri 9. yılda haccetmek istememişti. Çünkü müşrikler Kabe'ye gelip çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Hz. Ebubekir'i hacc emiri olarak gönderdi. O, yola çıktıktan sonra "beraat" (müşriklerden beri olma) ayeti nazil olunca bu ilanı Hz. Ali'yle birlikte gönderdi ve O'na insanlara dört hususu ilan etmesini emretti. Bir rivayet de şöy­ledir: "EbubeJtir, Hz. Ali'yi, Hz. Peygamberin emrini tebüği İçin geldiğini görünce, Hz. Peygamber'e döndü ve "Benim hakkımda bir şey mi nazil oldu" dedi. Hz. Peygamber de "Hayır, ancak onu, benim ve Ehli Beytimden birinin tebliğ etmesini istedim" dedi. Başka bir rivayette şöyle denilmiştir: "Bu ayetler, nazil olduğu zaman Hz. Peygamber'e "Keşke bunları Hz. Ebubckir'le birlikte tebliğ etmesi için göndersen" denildiğinde Hz. Peygamber "Ehli Beytimden başkası bunu tebliğ edemez" buyurdu. Aynca bu konuda şöyle bir rivayet de vardır: "Hz. Ali gelince, Hz. Ebubekir O'na 'emir olarak mı yoksa memur olarak mı geldin" diye sordu. Hz. Ali de "memur olarak" dedi. Hz. Ebubekir kalktı ve insanlara haccettirdi. Hz. Ali de insanlara sözkonusu dört hususu duyurdu. Başka bir rivayet de şöyledir: "Hz. Peygamber bu duyuruyu insanlara hacc emiri olarak tayin ettiği Hz. Ebubekir'le birlikte ilan etmesi için gönderdi. Sonra ardından Hz. Ali'yi gönderdi. Hz. Ali duyuruyu yolda ondan aldı. O da Hz. Peygambere dönüp "Anam ba­bam sana feda olsun ya Rasulullah, benim hakkımda birşey mi nazil oldu" dedi. Hz. Peygamber "Hayır, ancak onu benden olan biri benim adıma tebliğ edebilir" dedi. Başka bir rivayete göre "ancak onu ben ve Ali tebliğ edebiliriz" buyurdu. Sonra Hz. Peygam­ber, "Sevinmiyor musun ki ey Ebubekir? Sen mağarada benimle birlikteydin ve benim cennette arkadaşımsın" diye sordu. Hz. Ebubekir "Tabii ki sevinirim ya Rasulullah" di­ye cevap verdi". Bir rivayete göre, Ebubekir, Arcfe gününü geçirip insanlara hutbe ver­dikten sonra Hz. Ali'ye kalk ve Rasulullah'ın emrini.duyur" demiştir. Ebu Hureyre, Ra­sulullah (s), Hz. Ali'yi insanlara ilanı duyurmak için gönderdiğinde kendisinin de onun­la birlikte olduğunu ve Hz. Ali'nin sesi kısıldığını ve kendisinin duyuruda bulunduğunu söylemiştir. Buhari'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bu hadiste Ebu Hureyre şöyle de­mektedir. "Ebubekir, Rasulullah'ın kendisini Veda Haccı'ndan Önceki hac için emir la-yin ettiği hac esnasında insanlara "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecek ve Ka­be çıplak bir halde tavaf edilmeyecek" şeklinde ilanda bulunmak için Mina'ya gönder­diği gruba beni de kattı. Sonra Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi beraati insanlara bildirmek için peşimizden gönderdi. O'da Kurban günü Mina halkına bu duyuruyu yaptı.[12] Tirmi-zi, Ebu Hureyre'den şu hadisi rivayet etti. "Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir'i gönderip bu hususları ilan etmesini emretti. Sonra peşinden Hz. Ali'yi gönderdi. Ebubekir, yolda giderken Rasullullah (s)'ın Kusvâ isimli devesinin sesini işitti. Korkuyla çıkıp baktı Rasu-lullah'ın geldiğini zannetti. Bir de ne görsün gelen Ali idi. Hz. Ali, Rasulullah'm mek­tubunu kendisine verdi. Hz. Peygamber bu mektubun içeriğini, Hz. Ali'nin ilan etmesi­ni emretmişti. İkisi birlikte yola devam ettiler ve haccettiler. Hz. Ali teşrik günlerinde kalktı ve bunu ilan ederek şöyle dedi: "Allah ve Rasulü'nün himayesi (zimmeti) her müşrikten uzaktır. Yalnızca dört ay serbestçe gezin-dolaşın. Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecektir. Çıplak olarak da hiç kimse Kabe'yi tavaf edemeyecektir. Cennete de ancak mü'min olan kimse girecektir". Hz. Ali bunları ilan ediyordu. Yorul­duğu zaman Hz. Ebubekir kalkıp ilan etmeye devam etti.[13] İbn Sad, Buhari'nin rivayet etmiş olduğu hadisi "Sonra Hz. Peygamber peşinden Hz. Ali'yi gönderdi..." kısmı dı­şında olduğu gibi rivayet etmiştir.[14]

îbn Kesir, İmam Ahmed'in Hz. Ali'den rivayet ettiği şu hadisi nakleden Tevbe Sü­resinin ilk on ayeti Hz. Peygamber'e nazil olunca Hz. Ebubekİr'i çağırdı ve bu ayetleri Mekke halkına okuması için onunla birlikte gönderdi. Sonra beni çağırarak şöyle dedi. "Ebubekir'in peşinden git. Ona kavuştuğun zaman o ayetleri ondan al ve Mekke halkına giderek onlara oku." Cuhfe'de Ebubekir'e yetiştim ve ayetleri ondan aldım. Ebubekir Hz. Peygamber'e döndü ve "Ya Rasulallah benim hakkımda bir şey mi nazil oldu" dedi. Hz. Peygamber de "Hayır ancak bana Cebrail geldi ve senden, ancak sen veya Ehli Beytten olan biri tebliğ edebilir dedi "diye cevap verdi. Ayrıca Hz. Ali'den şu hadisi de rivayet etmiştir: "Rasulullah (s) beraati tebliğ için gönderdiğinde, "Ey Allah'ın Nebisi ben konuşkan ve hatip biri değilim" dedim. O da bana 'ya sen, ya da ben götürüp tebliğ etmeliyiz' dedi. Ben de şayet durum böyleyse o halde ben giderim dedim. O da "git Al­lah dilini sabttleştir ve kalbini ferahlatır" diyerek elini ağzımın üstüne koydu."

Biz öyle inanıyoruz ki Şiilik taassubu ve duygusu, bu ve benzeri rivayetler üzerinde elkili olmuş ve önemli bir rol oynamıştır. Özellikle de 'Ancak ben veya ehli beytimden biri ya da ancak ben veya Ali, veyahut ancak ben veya benden bir adam bunu tebliği ya da ancak ben veya Ali, veyahut ancak ben veya benden bir adam bunu tebliğ edebilir.' şeklindeki rivayetler ile "Cebrail geldi..." şeklindeki rivayet ile "Hazreti peygamber ayetleri Ebubekir'e verip, O'nu görevlendirdikten sonra peşinden Hazreti Ali'yi gönder­di ve yoldan mektubu ondan aldı." rivayeti bu tür rivayetlerdendir. Öyle ki fiiller bu tür rivayetlere büyük bir önem vermekte ve bu rivayetlerden Hz.Peygamber'in, Hz. Ali'yi nübüvvete ait olan vasıflarla vasıflandırdığım söylemişler ve bu rivayetleri "Hz. AH ve Peygamber tek bir şeyden ve Hazreti Ali bu vasıflarda O'nun mirasçısıdır" şeklindeki söylentilerine delil olarak almışlardır.[15]

Ehli Sünnet'in, Hz. Ebubekir'in hacc emiri olarak tayin edilmesi olayını, Onun Hz. Peygamber'den sonra halife oluşuna delil olarak gördüklerinden dolayı, Şiiler bu delili zayıflatmak veya topyekün geçersiz kılmak istemiş olabilirler. Ehli Sünnet'ten bazıları da buna karşılık*"Hz. Ali'nin Hz. Ebubekir'e emir olarak değil, memur olarak geldiği­ni" söylediğini rivayet üzerinde roJ oynamış olabilir.

Hz. Peygamber'in ayetleri Hz. Ebubekir ile birlikte gönderdikten veya O'nu sözko-nusu hususları ilanla sorumlu kılmasından sonra, ondan bunu tekrar alması için Hz. Al­i'yi peşinden göndermesi kesinlikle akıl kân değildir. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in ailevi meselelerle ilgili olmayan böyle bir konuda, benden ancak benden olan veya ehli beytimden olan Biri tebliğ edebilir demesi kesinlikle düşünülemez. Çünkü bu konu aile­vi bir konu olmayıp, Allah'ın kendisini özel hususlarla vasıflandırdığı büyük bir vazi­feyle ilgilidir. Allah bu vasıflan "Allah elçilik görevini kime vereceğini daha iyi bilir" (En'am, 125) ve "muhakkaleki sen büyük bir ahlak sahihisin" (Kalem, 5) ayetleriyle be­lirtilmektedir. Şayet Hz. Peygamber (haşa) bu tür şeyleri düşünmüş olsaydı Hz. Ebube-kir'in yerine Hz. Ali'yi hacc emin olarak göndermesi daha makul olurdu.

Bu konuda gelen rivayetler ve en sahih hadis olarak kabul edilen Buhari'nin Hz. Ebubekir'den rivayet ettiği hadis göstermektedir ki, Hz Peygamber, ayetlerde belirtilen bazı hususlan bildirmek için Hz. Ebubekir'i görevlendirmiş sonra da ilan edilmesi gere­ğini duyduğu başka meseleleri de bildirmek için peşinden Hz. Ali'yi göndermiştir. Ya­pılan duyuru tamamen Hz. Ebubekir'in gözetiminde ve emrinde gerçekleşmiş, Hz. Ali de bu konu da O'na iştirak etmiş veya yardımda bulunmuştur. Diğer rivayetlerde belirti­len fazlalık ve haşiyelerden öte olması makul olan husus budur. En iyisini Allah bilir.

Evet, Haccı Ekber günü hakkında, müfessirlerin, Rasulullah (s)'m arkadaşlanndan, tabiinden rivayet ettikleri görüşler çeşitlidir. Bu görüşlerden bazısına göre Haccı Ekber günü Arefe günü, bazısına göre de Kurban günüdür.[16]

İbn Kesir'in mürsel olarak Hz. Peygamberden rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygam-ber'i Arefe günü insanlara hutbe verdi ve bugün Haccı Ekber günüdür dedi "den ilmekte­dir. Ömer'den rivayet ettiği bir hadis şöyledir: "Arefe günü Haccı Ekber günüdür. Hiç kimse bu günde oruç tutmasın." Haccı Ekber gününün, Kurban günü olduğunu söyle­yenler ise Ebu Hureyre, İbn Abbas, îkrime, Katade ve Mücahid'tir. Bu görüşlerden biri­nin diğerine tercih edildiğine rastlamadık. Ancak sünen sahiplerinin (Ebu Davud, Tir-mizi, Nesei) Abdurrahman b. Ya'mer'den rivayet ettikleri bir hadis şöyledir: "Rasulul­lah (s) Arafat'tayken O'nun yanına vardım. Necid halkından bir grup geldi ve bir adama emrettiler, o adam da Rasulullah'a seslenerek "Ya Rasulullah hacc nasıl yapılır?" dedi. Rasulullah bir adama emretti o da insanlara seslenerek, "Hacc Arefe günüdür. Kim Müzdelife'de kalınan (akşamla yatsının cem edildiği) gecenin sabah namazından önce gelirse, haccı tamam olur. Mina'da üç gün kalınır. Acele edip de iki gün kalana günah yoktur. Fazla kalana da günah yoktur" dedi.

Bu hadis ve Nebi'den mürsel olarak rivayet ediien hadis ile Ömer'in hadisi Haccı Ekber gününün Arefe günü olduğunu söylemeyi gerekli kılmaktadır. En iyisini Allah bilir. [17]

 

4- Ancak müşriklerden kendileriyle anlaşma imzaladıkları­nızdan (anlaşma şartlarından) hiçbir şeyi eksi İtmeyen ler ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanların anlaşmalarının kendilerine tanıdığınız süreye kadar tamamlayın. Çünkü Allah, muttaki olanları sever.

5- Haram ayları çıkınca[18]' müşrikleri her nerede bulursa­nız öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve tüm geçit yerleri­ni kesip tutun. Eğer tevbe edip, namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını açıverin. Muhakkak ki, Allah, bağışla­yandır, esirgeyendir.

 

Müşriklerle Savaşmanın Şartları

 

Bu ayetler de anlaşılır bir şekilde açıktır. Birincisinde istisna bir durum vardır ki, o da müslümanlara seslenerek onların, kendileriyle anlaşma yapıp bu anlaşmalarına vefa gösteren, anlaşmayı çiğnemeyen, herhangi bir şartını eksiltmeden yerine getiren, müs­lümanlara karşı başkasıyla güç birliği yapıp onlara arka çıkmayanların anlaşmalarını üzerinde anlaştıkları sürenin sonuna kadar tamamlamalarını emretmesidir. İkinci ayette ise müslümanlara hitap edilerek onların, haram aylan çıktıktan sonra müşriklerle nerede bulurlarsa savaşmalarını, onları sürgün etmelerini ve onları tüm geçit yerlerinde gözet­lemelerini fakat tevbe ederek namaz kıldıkları ve zekat verdikleri taktirde onlara ilişmemelerini emretmektedir. Çünkü Allah tevbe eden kullan için çokça bağışlayandır ve esirgeyendir.

Görüldüğü gibi bu iki ayet kendisinden Önceki ayetlerin bir devamı ve tamamlayıcısı konumundadır. Taberi'nin Katade'den rivayet ettiğine göre bu ayetlerde istisna edilenler Rasulullah'm Hudeybiye'de kendileriyle anlaşma yaptığı Kureyş müşrikleridir. Bu tu­haftır. Çünkü Hudeybiye anlaşması H. 8.yılda çiğnenmişti ve çiğnendiğinden dolayı da Hz. Peygamber Mekke'ye yürümüş ve Mekke'yi fethetmiş ve Kureyş Allah'ın dinine girmiştir. Kaldı ki bu ayetler, üçüncü ayetin de açıkça gösterdiği gibi Mekke'nin fethin­den sonra nazil olmuştur.

Beğavi'nin rivayet ettiğine göre bunlar, Kenane'den kendilerine Beni Demre denilen bir mahalleydi. Ahidlerini bozmamışlardı ve anlaşmalarının tamamlanmasına dokuz ay kalmıştı. Hz. Peygamber'in £enane'den Beni Demreyle iyi ilişkilerde bulunduğu habe­rini İbn Sa'd da zikretmiş ve bunun süreye bağlı olduğunu belirtmemiştir.[19] Durum ne olursa olsun birinci ayetten sözkonusu edilen istisnanın müslümanlarla süresi belirli bir anlaşma yapanlar hakkında olduğu anlaşılmaktadır ve bunlardan da herhangi bîr çiğne­me olayı sözkonusu olmamıştır. Gerçekten de fiilen böyle olanlar olabilir. Görüldüğü gibi istisna konusunda sürekli geçerli olan bir hüküm vardır.

Birinci ayet, daha önce zikrettiğimiz büyük hacc gününde yapılan İlanla ilgili rivaye­ti desteklemektedir. Ebubekir bu ilanı yapmıştı. Anlaşma süresi dört aydan daha az olanlar için dört ay mühlet tanınmış "ve kimin anlaşması varsa o, süresinin bitimine ka­dardır" ifadesiyle bu belirtilmişti. "Kimin anlaşma müddeti dört aydan az İse ona dört ay mühlet vardır, kiminki de bundan fazlaysa dört aya indirilir" şeklindeki rivayetler, belir­tilen bu teyidin kapsamı dışındadır.

Ayrıca bu ayetin ruhu, Beğavi'nin rivayet ettiği ve Taberi'nin de belirttiği "sûrenin birinci ayetinde belirtilen Allah ve Rasulü'nün kendilerinden beri olduklarını ilan ettiği anlaşmalarım çiğneyen, anlaşmalı müşriklerdir" şeklindeki sözü teyid etmektedir. Bura­dan anlaşılıyor ki, tefsirini yaptığımız bu iki ayetten ikincisinde müslümanlann, dört ay olan haram aylarının sona ermesiyle -çünkü ayetler belirttiğimiz gibi Şevval ayında na­zil oldu- kendileriyle savaşılmasımn emredildiği kimseler, anlaşmalarını çiğneyen bu kimselerdir. Çünkü sözkonusu edilenler bunlardır.

Bu iki ayetle birlikte önceki ayetler de Medine döneminin sonlarına ilişkin Peygam­ber'in süetinden tablolar sergilemektedir. Bunlardan anlaşılıyor ki müslümanlarla müş­rikler arasında Mekke'nin fethinden sonra hatta daha Öncesine dayanan barış anlaşması vardır. Müşriklerden bazıları anlaşmalara uymuş, bazıları da anlaşmalarını çiğnemiş ve­ya kendilerinde anlaşmayı çiğneme ve delme belirtileri görülmüştür.

Daha önce de belirttiğimiz gibi müfessirler, tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayetlerden ikincisini kılıç ayeti olarak isimlendirmiş ve bunun müşriklere karşı yumuşak ve müsamahalı davranmayı, onlara mühlet vermeyi, onlara aldırmamayı, onlardan yüz çe­virmeyi ve onları bağışlamayı emreden tüm ayetleri neshettiğini ve mutlak olarak onlar­la savaşmayı gerektirdiğini söylemişlerdir. Bazıları anlaşması bulunanları anlaşmanın bitimine*kadar bundan istisna ederken, bazıları da bu istisnayı da yapmayarak bu aye­tin nazilinden sonra onlardan artık müslüman olmaları dışında hiçbir şeyin kabul edil­meyeceğini belirtmiştir. Bunda bir aşırılığın olduğunu ve bunun, düşmanlar dışındaki kimselerle savaşılmayacağım, barış ve iyi ilişkiler içerisinde olanlara ilişilmeyeceğim, onlara iyilikte bulunup adil davranılacağım belirten muhkem ayetleri içeren Kur'ani İl­kelerle tenakuz içerisinde olduğuna dikkatleri çekmiştik. Müfessirler, bu ayetlerin yo­rumu ile ilgili eski müfessirlerden rivayet ettikleri bu rivayet ve görüşleri tekrarlamış­lardır. İbni Kesir, İbp* Abbas'tan "Bu ayet Hz. Peygamber'e kılıcım kendileriyle anlaş­ma yapanlardan İslam'a girince çekmesine ve onlarla yapmış olduğu anlaşma ve söz­leşmeleri çiğnemesini emrettiğini "rivayet etmiştir.

Aynı müfessir (İbn Kesir) Süfyan b. Uyeyne'den tuhaf bir söz aktarmış, bu ayeti, sûredeki diğer bazı ayetler ve müşriklerle savaş hakkında olmayan başka ayetlerle bir­leştirerek kılıç ayetleri olarak isimlendirmiş, Hz. Peygamber'in Hz. Ali b. Talib'i Haccı Ekber gününde ilan için görevlendirdiğinde bu ayetle gönderildiğini söylemiştir. Bu ayeti Araplardan müşrik olanlar da ve Ehli Kitapla savaşmak için kılıç ayeti olarak isimlendirmiştir. Bu ayet de Tevbc sûresinin şu ayetidir: "Kendilerine kitap verilenler­den Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve elçisinin haram kıldığını haram saymayan ve gerçek dini din edinmeyen kimselerle küçülüp (beyan ederek) elleriyle cizye verinceye kadar savaşın" (Tevbe, 29). Tevbe süresindeki şu ayeti de münafıklarla savaş için kılıç ayeti olarak isimlendirmiştir. "Ey Nebi, kafirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran, onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü gidiş yeridir." (Tevbe, 73). Hucurat süresindeki şu ayeti de bağüerle savaş için bir kılıç olarak isim­lendirmiştir. "Şayet mü'minlerden iki grup birbiriyle savaşırlarsa aralarına düzeltin. Eğer biri diğerine (bağüİk yapıp) saldırırsa, saldıran grup Allah'ın emrine dönünceye kadar onlarla savaşın." (Hucurat, 9).

Gariptir ki Taberi, bu ayetin anlaşması olan ve olmayan herkesi ayırım yapmaksızın kapsadığını söylemektedir. Bununla birlikte Mümtehinc sûresi: "Allah, din konusunda sizinle savaşmayan, sizleri yurtlarınızdan sürüp çıkarmayan kimselere iyilik yapmanız­dan ve ölçülü davranmanızdan sizi alıkoymaz. Muhakkak ki Allah adaletli olanları se­ver." (Mümtehine, 8) ayetini yorumlarken; bu ayetin muhkem olduğunu, Allah'ın müs-lümanlan kendilerine karşı barış ve iyilik tavırları içerisinde bulunan, hiç kimseye bağ­lı bulunmayan, hangi dinden olursa olsunlar onlara iyilik yapmaktan ve ölçülü davran­maktan menetmediğini söylemektedir. Hatta bunlar kendileriyle anlaşma yapılmayanlar da olabilir.

Bütün bunlardan sonra özünden ve anlamından da anlaşıldığı gibi ayet, kendileriyle anlaşma yapılan ve bu anlaşmalarını çiğneyen müşriklerle savaş hakkındadır. Bu ayetin kılıç ayeti sayılarak mutlak olarak tüm müşrikleri kapsadığını söylemek, ayeti, ruhunun ve bağlamının kabul etmediği bir anlama taşımaktır. Ayrıca bu ayetin Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde belü-tilen dinde zorlamanın olmadığı, Allah yoluna hikmet ve güzel öğütle davet edilmesi, en güzel bir şekilde mücadele edilmesi, müslümanlarla savaşmayan ve onları yurtlarından sürüp-çıkarmayan kimselere iyilik yapmaya ve Ölçülü davranmaya teşvik edilmesi gibi genel ve kesin prensipleri içeren ilkeleri neshettiğini söylemek de yanlış olur. Birazdan ele alacağımız ayet; açıkça müslümanların, kendileriyle Mescidi Haram'da anlaşma yaptıkları müşrikler, dosdoğru oldukları sürece, onlarla yaptıkları anlaşmalarında dosdoğru davranmalarını emretmektedir. Bu, ayetlerle ilgili söyledikle­rimizin doğru olduğuna daîr/bir kanıttır inşaallah.[20]

Bu ayetlerde hüküm açısından iki mesele önümüze çıkmaktadır. Birincisi acaba bi­rinci ayette belirtilen istisna, anlaşmanın tazelenmesiyle birlikte kendileriyle anlaşma yapılan müşrikler anlaşmanın süresi bitince Allah ve Rasulü'nün beraatı kapsamına gi­rerler mi? Ve onlarla savaşmak gerekir mi? Müfessirlerin sözleri bu soruya 'savaşmak gerekir' anlamında olumlu cevap niteliği taşımaktadır. Bu konuda Hz. Peygamber'den gelen güvenilir bir rivayete rastlamadık. Eğer müfessirlerin sözlerinden "kesinlik" mu-rad ediliyorsa bunda durup düşünmek gerekiyor. Ve burada meselenin açıklığa kavuştu­rulması lazımdır: Kendileriyle anlaşma yapılanlar, bu anlaşmadan önce müslümanlara düşmandılar. Dolayısıyla aralarında savaş oldu. Sonra da müslümanlar onlarla anlaşma yaptılar ki Kureyş'İn durumu buydu ve Rasulullah (s) Hudeybtye'de onlarla anlaşma yaptı. Veya müslümanlarla hiç savaşa girmemiş, barış içinde yaşamış ve müslümanla-nn müttefiki de olmayarak tarafsız kalmışlardır. Nisa Sûresinin 90. ayetinde belirtilenler bunlardır: "Ancak sizinle kendileri arasında anlaşma bulunan bir topluma sığınanlar ve­ya ne sizinle ne de kendi toplumları ile savaşmak (istemediklerin) den yürekleri sıkıla­rak size gelenler hariç. Allah dileseydi başınıza onları musallat ederdi, sizinle savaşırlar­dı. O halde onlar sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve sizinle barış İçinde yaşa­mak isterlerse, Allah size, onlara saldırmak için bir yol vermemiştir." Kanaatimize göre buradaki gibi fiili bir durum vardı. Siret hakkındaki bazı rivayetlerde bunun bazı Örnek­leri vardır: İbn Sad şöyle rivayet ediyor; "Rasulullah Kenüne'den Beni Sahi ile onlarla savaşmamak, onların kendisiyle savaşmaması, kendisine karşı bir düşmanla işbirliği yapmamaları hususunda sulh yaptı ve bunu aralarında anlaşma metni niteliği taşıyan bir yazılı metin haline getirdiler."[21] Ne bu ayette ne de diğerlerinde gerek bunlarla, gerekse anlaşma yapıp bu anlaşmayı çiğneme veya delme niyeti taşımayanlarla anlaşmayı yeni­lemeye veya süresini uzatmaya engel teşkil edecek bir husus bulunmamaktadır. Müslümanlann da bunu reddetmeye haklan yoktur. Çünkü onlar yalnızca kendileriyle savaşan veya herhangi 6ir şekilde kendilerine saldıran kimselerle savaşmakla emrolunmuşlardır. Birazdan gelecek olan ve müşrikler anlaşmalarına bağlı kaldıkları müddetçe müslüman­ların da anlaşmaya bağlı kalmalarını açıkça emreden ayet, bu söylemlerimizi pekiştir­mektedir.

İkinci mesele ise şudur: İkinci ayetin son bölümünde müşrikler tevbe ettiklerinde, namazı kıldıklarında ve zekatı verdiklerinde onlarla savaşılmayacağım ve onlara ilişil-meyeceği belirtilmektedir.

Bu mesele çerçevesinde kanaatimize göre müşrikler, anlaşmalarını bozup müslü-manlarla savaştıklarında ikinci bir defa anlaşma haklarını kaybetmiş olurlar. Artık müs-lümanlar güven ve banşı "sağlayacak olan şartlarla onlan sorumlu tutabilirler. Bu şartlar da onların şirkten tevbe ederek İslam'a girmeleri, kulluk ve mali görevlerini yerine ge­tirmeleridir. Bu da dinde zorlama anlamına gelmiyor. Çünkü şirk; temelde insanlığın Çöküşünü, akla, mantığa, hakka aykın olan saçma-sapan düşünce ve fikirlere saplan­maktır. Ayrıca şirk; zorba kuralları, kötü adetleri ve zararlı fraksiyonları temsil eder. Oysa ki İslam, onların dine girmeleri sonucunda tüm bunlardan kurtuluşunu, akıl, ahlak, ibadet, akide ve amel itibariyle insanlığın kemal noktasına ulaşmalarını sağlamaktadır. Buna rağmen biz, bu ayetlerde müslümanlan maslahatları gereğince anlaşmalarım çiğ­neyenlerle savaştıktan sonra, onlarla tekrar ikinci bir anlaşma yapmalarını engelleyen bir husus göremiyoruz. Olabilir ki müslümanlar, savaşı sürdürmeye güç yetiremezler veya onları egemenlikleri altına alamazlar. Allah en iyisini bilendir.

"Şayet tevbe edip, namaz kılarak zekat verirlerse" cümlesi, islam'ı kabul etmek ile İslam'ın rükünlerini yerine getirmek arasında bir bağın bulunduğunu göstermektedir. Bu rükünlerin en önemlileri de, Ankebut sûresinin 45. ayetinde belirtildiği gibi fuhşi-yattan ve münkerden alıkoymak, namazı kılmak ve müslümamn malını ve nefsini arın­dırdığı, ihtiyaç sahibi kardeşlerine yardım ettiği, Allah yoluna daveti güçlendirip yaydı­ğı, Allah yolundan alıkoyanlarla cihad ettiği ve Allah yoluna başkoyanlara saldıranlara engel olduğu zekatı vermektir. Bu husus birçok Mekki ve Medeni sûrelerde değişik üs­luplarla o kadar fazla tekrar edilmektedir ki, hatta onlan yerine getirmeyen kişinin müs-lümanlığı tartışılmalıdır denilmelidir.

Belki de bazı alimlerin namazı bilerek terk edeni mürted saymaları ve ceza olarak da öldürülmesini söylemeleri sonucuna bundan ve bazı hadislerden yola çıkarak varmışlar­dır, öyle ki; Müslim, Tirmizi, Nesei, Cabir'den Hz. Peygamber'in "Kişiyle, şirk ve kü­für arasında namazı terk etmek vardır" dediğini rivayet etmişlerdir.[22] Tirmizi, Bürey-de'den Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmiştir; "Bizimle onlar arasındaki ahit, namazdır. Kim namazı terk ederse kafir olur."[23] Taberi de Enes'ten "Kim namazı bilerek terk ederse kafir olmuş olur. " hadisini rivayet etmiştir. Bu hadis Menar tefsirin­de ilgili ayetin tefsiri esnasında aktarılmıştır. Tirmizi, Abdullah b. Şakik'ten şu sözü nakleder: "Muharnmed (s)'in arkadaşları namaz dışında hiçbir amelin terk edilmesini küfür saymazlardı."[24] Beş sahih hadis kitabında Abdullah'tan şu hadis rivayet edilmiş­tir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim de Allah rasülü olduğuma şehadet eden müslüman'ın kanı ancak üç şeyle helal olur: Bir kimseyi öldürmek, evli olduğu halde zina etmek ve dini terk edip İslam cemaatinden ayrıl­mak."[25] Dinini terkeden kişi mürteddir. Müfessirler bundan hareketle Hz. Ebubekir'in zekatı beytül-malç vermeyi reddeden kimselerle savaşmasının yerinde ve doğru bir hu­sus olduğunu söylemişlerdir. Ki bunların irtidadı yalnızca zekatı vermemekle sınırlıydı.

Bu bağlamda Hz. Ömer'in, Hz. Ebubekir'e şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Nasıl olur da bunlarla savaşırsın. Rjfsulullah şöyle buyurmuyor mu? 'İnsanlar, "Allah'tan baş­ka ilah yoktur" deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim bunu söylerse canım ve malını benden korumuş olur. İslam'ın hakkı müstesna. Onun hesabı da Al­lah'a kalmıştır."[26] Bunun üzerine Hz. Ebubekir, şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki namazla zekatı birbirinden ayrı tutanlarla savaşacağım. Çünkü zekat malın hakkıdır; vallahi şayet onlar Rasulullah'a verdikleri bir oğlağı bana vermezlerse bundan dolayı onlarla savaşırım." Hz. Ömer, "Ben onun hak üzere olduğuna kanaat getirinceye kadar 'Allah Ebubekir'in kalbini savaşa açmış' diye düşünüyordum" dedi.[27]

Hemen şunu belirtelim ki, gerek metinlerde gerekse dipnotlarda zikrettiğimiz bu ha­disler tefsirini yapmakta olduğumuz ayetlerle ilgili bir sorunu önümüze çıkarmaktadır. Öyle ki Rasulullah (s), "insanlar Allah'tan başka ilah olmadığını söyleyinceye kadar on-larİa savaşmakla emrolundum" buyuruyor. Bu hadislerin mutlak ve zahiri anlamlarından hareket edildiği zaman, dinde zorlamanın olmadığı Allah'ın müslümanian din konusun­da kendileriyle savaşmayanlarla iyi ilişkide bulunmaktan, onlara iyilik yapmaktan neh-yetmediğini, ancak müslümanların kendileriyle savaşanlarla savaşmakla emrolunduğu-nu belirten Kur'an'ın çeşitli ayetleriyle çelişmektedir. Biz burada diyoruz ki, Rasulullah (s)'in muhkem olan Kur'anî ilkelerle çelişmesi mümkün değildir. Gerek siren" gerekse,halifelerinin sireti hakkında bize ulaşan mütevatir rivayetler, onların İslam'a düşmanlık yapan, müsliimanlara, başından beri veya anlaşmaları çiğnedikten sonra saldıran kimse­lerin dışında hiç kimseyle savaşmadığını belirtmektedir. O halde bu iki hadisin ayetler­de sözü edjlen durumlarla ilgili olarak söylendiği düşünülmelidir. Allah daha İyisini bi­lir. [28]

 

6. Eğer müşriklerden biri senden güvence isterse ona gü­vence ver, ki Allah'ın sözünü işitsin ve sonra onu güvenlik içinde olacağı bir yere'[29] ulaştır[30]'. Bu onların bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.

 

Müşriklerin Güvence Dilemeleri

 

Âyette, Hz. Peygamber'e seslenilerek müşriklerden biri kendisine gelip himaye ve güvence istediği zaman, onun Allah'ın sözünü dinleme fırsatı bulması için bu isteğinin yerine getirilmesi ve sonra da hayatı konusunda güven içinde bulunduğu yere ulaşması için kolaylık sağlanmasını emretmektedir. Çünkü müşrikler cahil kimselerdir ve Pey-gamber'in onlara; bilgilenme, Allah'ın sözünü dinleme ve anlama fırsatı tanıması gere­kir.

Zemahşeri, Said b. Cübeyr'den şunu rivayet etmektedir: "Hz. Ali Haccı Ekber gü­nünde insanlara duyuruda bulunduğu zaman bir adam geldi ve 'şayet bizden biri anlaş­ma süresinin bitiminden sonra Allah'ın selamını dinlemek veya başka bir ihtiyacını gi­dermek için Muhammed'e gelirse öldürülür mü?" diye sordu. Hz. Ali de "Hayır, çünkü Allah 'Şayet müşriklerden biri gelirse...' buyuruyor dedi." Bu rivayet, bu şekli ile bu ayetin nüzul sebebi olamaz. Çünkü ayet kendisinden öncekine atıfta bulunmuştur ve o bağlamın bir parçasıdır. Kanaatimizce, ayet olası bir durum için istisnada bulunmakta­dır. Tabiki burada ayetin gerçekleşen bir olay ve sorulan bir soru üzerine nazil olduğu ve sonra da uyum için bu bağlamda ele alındığı ihtimaline engel teşkil etmemektedir. En iyisini Allah bilir.

Bu ayetin mensuh mu yoksa muhkem mi olduğu konusunda tabiinden değişik görüş ve rivayetler gelmiştir. Dehhak ve Suddi'den gelen bir rivayete göre bu ayet bir önceki ayette bulunan "Müşrikleri her nerede bulursanız öldürün..." cümlesi ile neshedilmiştir. îbn Zeyd'ten gelen bir rivayete göre de bu ayet muhkemdir, neshedilmemiştir. Ayetin, sözkonusu cümlenin içinde yer aldığı ayetten sonra gelmesi ikinci görüşün doğru oldu­ğuna güçlü bir bağdır.

Özellikle de bu ayet, Rasulullah (s)'ın hidayete erdirici tebliğiyle tamamen uyuş­maktadır. Bu, ayetin gerekli olan sebebe binaen nazil oluşu ve doğru bir uyumun sağ­lanması için ilgili yere konması ihtimalini değiştirmez.

Aynca ayette daha önce açıkladığımız hususun doğruluğunu gösteren başka bir bağ da vardır. Bundan Önceki ayet, mutlak olarak savaş ve her müşrikle şirki bırakıp namaz kılıncaya ve zekat verinceye, kadar savaşmak hakkında değildir. Yeri geldikçe tekrarla­dığımız gibi İslam'a karşı savaş halinde olmayan ve düşman olmayan herhangi bir müş-riğin zorlanmayacağı hususu sözkonusudur. Bu ayette müslümanlar ve müslümanların yöneticileri İçin prensipler vardır. Müslüman yöneticiler, kendilerine karşı savaşan düş­manlar bile olsa insanlara Allah'ın kelamını dinleme fırsatı vermeleri, İslam'ın ilke ve hedefleri konusunda onlarla tartışmaları, başkalarının kendilerine yaptıkları ilticayı ka­bul etmeleri, onların amacı bu ülke ve hedefleri tanımak olmasa bile onları himaye et­meyi kabul etmeleri gerekir. [31]

 

7- Müşriklerin Allah ve Rasulü katında nasıl olurda anlaş­ması olabilir? Ancak Mescidi Haram'da kendileriyle anlaş­ma yaptıklarınız hariç. Onlar size dürüstçe davrandığı müddetçe siz de onlara dürüstçe davranın. Çünkü Allah"sakınanları sever.

8- Nasıl olabilir ki, eğer onlar size galip gelselerdi,'[32]' size karşı ne ağlaşma'[33], ne de sözleşme gözetmezlerdi'[34]'. Ağızlarıyla'sizi hoşnut ederler fakat kalpleri (bundan) razı değildir. Çokları da fasık olanlardır.

9- Allah'ın ayetlerini az bir paha[35]' karşılığında sattılar ve onun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları ne de kötü­dür.

10- Bİr mü'mine karşı ne bir yemin ne de bir anlaşma gö­zetmezler. İşte onlar saldırganların kendileridir.

11- Şayet onlar tevbe ederler, namaz kılarlar ve zekat ve­rirlerse dinde sizin kardeşlerinizde. Bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklarız.

12- Eğer onlar anlaşma yaptıktan sonra anlaşmalarını bo­zar ve dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan kimselerdir. Umulur ki cayarlar.

 

Ayetler şu hususları kapsamaktadır:

1 - "Müşriklerin Allah ve Rasul'ü katında saygın bir anlaşmaya sahip olmaları mümkün müdür?" şeklindeki bir sorunun cevabının olumsuz olduğu ortaya çıkmaktadır.

2- Müslümanlar'a seslenerek kendileriyle Mescidi Haram'da anlaşma yapanları is­tisna ederek onlar anlaşmalarına sadık kaldıkları sürece müslümanların da sadık kalma­larını emretmektedir. Bunda Allah için sakınma vardır. Allah da sakınanları sever.

3- Daha sonra cevabı yine olumsuz olan bir soruyu müslümanlara yönelterek müş­riklerin karakterini ortaya koymakta ve onların anlaşmalarının saygıyı hakketmediğini belirtmektedir. Orflar müslümanlara galip gelip zafer elde ettiklerinde, herhangi bîr^ye-min veya anlaşmayı dinlemeden onlara azılı düşman muamelesi yaparlar. Onların kalp­leri samimi ve doğru olmadjğı halde sözleriyle razı etmeye çalışırlar.

Onların çoğu fasıktır ve Allah'a karşı azgın ve isyankardırlar. Onlar herhangi bir mü'mine karşı ne yemin ne de anlaşma gözetmezler. Onlar bütün tavır ve konumlarında Hakk'ı çiğner ve saldırganlık yaparlar.

4- Ayetler, ayrıca mü'minlere hitabederek onların olası konumlarını dile getirmekte­dir Şayet onlar şirkten tevbe eder, müslüman olurlarsa, namazı kılıp zekab verirlerse, artık din konusunda müslümanların kardeşleri sayılırlar. Bu açıklamaların da değerini ancak anlayan ve idrak edenler bilebilirler. Tüm bundan sonra onlar, müslümanlara ver­dikleri sözlerinden döner ve anlaşmalarını çiğnerlerse ve müslümanların dinine dil uza­tırlarsa, müslümanların, yeminlerine hiçbir değer vermeyen bu küfür önderleriyle savaş­maları gerekir. Ola ki bu savaş, onları bu saldırgan tavırlarından vazgeçmek zorunda bı­rakır. [36]

 

Müşrikler Ve Karakterleri

 

Müfessirler araştırabildiğiniz kadarıyla bu ayetlerin sebebi nüzulüyle ilgili herhangi bir rivayette bulunmamıştır. Ancak bu ayetlerle neyin kastedildiği konusunda bazı riva­yetlerde bulunmuşlardır.[37] Yedinci ayette istisna edilenlerin Beni Bekir b. Kenane'den Benu Huzeyme veya Beni Müdlec ya da Benu ed-Deyl olduklarını söylemişlerdir. Bun­lar, Kureyş'le birlikte Hudeybiye anlaşmasında bulunmuşlar ancak Beni Bekr'in diğer mensupları anlaşmayı çiğnerken, bunlar çiğnememişlerdi. Kureyş onlara saldırdı ve bu saldırı da Mekke'nin fethiyle sonuçlanan hamlenin sebebi oldu. Bazı rivayetlere göre bu istisna edilenlerden kasıt, Hudeybiye'de Rasulullah (s)'Ia anlaşma yapan Kureyş'tir. Ba­zı rivayetlere göre de bunlar Mescidi Haram bölgesinin yanında yaşayan ve Mescid-i Haram bölgesine girmemek ve de müslümanlara cizye ödememek üzere Rasulullah'la anlaşması bulunan bir kavimdir. Tüm bunlarla birlikte burada kastedilen, sûrenin ilk ayetlerinde sözü edilenlerdir. Yani kendisiyle anlaşma yapılan ve anlaşmaları çiğneyen kimselerdir.

Taberi, "Ayetlerde istisna edilerek sözü edilenler Kureyş'tir" şeklindeki rivayetle­re değinmiş ve "Bu ayetler, Mekke'nin fethinden sonra ve Kureyş İslam'a girdikten sonra nazil olmuştur" demiştir. Bu doğrudur. Ayrıca Taberi rivayetler arasında bu ri­vayeti tercih etmiştir: "Bu ayetlerde sözü edilenler, diğer kabilelerinin Kureyş'le birlik­te anlaşmayı çiğnediği Bekiroğullan'na mensup ve onlarla birlikte olmayarak anlaşma­yı çiğnemeyen diğer kabiledir. Müslümanlara bunlara dürüstçe davrandıkları sürece İyi davranmaları emredilmiştir." Bu da gayet doğru ve güzel bir tercihtir. Ancak bu, Mesci­di Haram mıntıkasına komşu olan ve Mekke'nin fethinden sonra Rasulullah'ın kendile­riyle anlaşma yaptığı*insanlann bulunabileceğine mani değildir. Bunlar anlaşmalarına sadık kalmış ve Allah da bunları kasdetmiş olabilir. En iyisini Allah bilir. Yedinci riva­yetin son bölümü ve 8-12. ayetleriyle kastedilenler kendileriyle anlaşma yapılan ve bu anlaşmalarını çiğneyen müşrikler olduğunu belirten diğer rivayetler de ayetlerin ruhuna ve özüne tamamen uygundur. Birinci ayette Allah ve Rasulü'nün onlardan tamamen be­ri olduğu bildirilmiş, beşinci ayette de belirtildiği üzere onlar tevbe etmeyerek namazı kılmayıp zekatı vermedikleri taktirde her nerede bulunurlarsa öldürülmeleri vurgulan­mıştır. On birinci ayette benzer bir ifadeyle bu husus pekiştirilmiştir.

Ayetlerde belirtilen uyanlar keskindir. Bu da Allah ve Rasulü'nün kendilerinden beri olduklarım bildirdiği, kendilerinden anlaşmayı delme ve çiğneme belirtilerinin zu­hur ettiği müşrikler, müslümanlara karşı şiddetli bir kin beslediklerini gösteriyor. Onlar kin, nefret ve hile içinde olduklarından dolayı anlaşmaya gerçek bir şekilde saygı gös­termeleri beklenemezdi. Bundan dolayı onlar şirkten tamamen tevbe edip müslüman ol­madıkları sürece onların sürgün edilmeleri, savaşılmaları ve Öldürülmeleri gerekli kılın­mıştır.

Müşriklerden anlaşmaya sadık kalanlara dürüstçe davranılmasının emredİlmesi daha önce de belirttiğimiz gibi Allah ve Rasulü'nün kendilerinden beri olduklarını ilan ettik­leri ve kendileriyle sav aşılmasının emredildiği müşriklerin anlaşmalarını çiğneyen ve delen olduğuna delalet etmektedir.

"...Dinde kardeşleriniz sayılırlar" cümlesiyle müşriklerden tevbe eden, namaz kılan ve zekat verilenler kastedilmektedir. Bu ayetin özünden müşriklerin eski konum ve ta­vırlarından kurtuldukları anlamı çıkmaktadır. Burada İslam dairesine insanlann girmesi için açık kapı bırakılması, müsamaha gösterilmesi ve geçmişin affedilmesi, kolaylık sağlanması konularından bir teşvik vardır. Bundan anlaşıldığına göre, İslam davetinin üzerinde tesis olduğu ulvi ve yüce değerlere, prensiplere sahip bir İs lam i toplum oluş­turmak, geçmişteki durumu ne olursa olsun herkesin bu topluma girmesini kolaylaştır­maktır. Bu, Kur'an'ın birçok ilkesiyle bağdaşmaktadır. Özellikle de ilgili yerde açıkladığımız gibi birçok tevbe ayetlerinde öngörülen ilke ve hedeflerle örtüşmektedir. "Kar-deşlerinizdir" kelimesi, İslam sancağının altına girenlere sevgi ve yakınlık gösterilmesi "Ancak mü'minier. kardeştir"(Hucurat, W) cümlesiyle ifade edilen dini kardeşliğin pe­kiştirilmesi anlamına gelmektedir ki bu kardeşlik bağı insanın en derin ve en güçlü psi­kolojik bağıdır. Çünkü o akide bağı diğer tüm bağlara üstün gelen bir prensibin bağıdır.

12. ayette geçen "Eğer anlaşmadan sonra yeminlerini bozarlarsa" cümlesi öyle an­laşılıyor ki ayetlerin nüzulü esnasında yeminlerini bozmayan anlaşmalılar hakkındadır. Ancak ayetlerin ruhundan ve bağlamından güçlükle anlaşılacağı gibi bu cümle daha ön­ce kendileriyle anlaşma yapılanlardan sözkonusu edilenler hakkındadır. Çünkü ayetin yapısı bunu gösteriyor. Öyle ki daha öncesine atıfta bulunan ve kullanılan zamir de daha önceden sözü edilenler hakkındadır. "Dininize dil uzatılırsa" cümlesi, İslam dinine dil uzatmayı müslümanlann müşriklerle ve kafirlerle savaşmasının bir sebebi ve haklı bir gerekçesi kılmaktadır. Bu şüphe götürmez bir gerçektir. Çünkü dil uzatmak ondan yüz çevirmek ve engellemektir. Daha da ötesi dil uzatmak, dine, müsl umanlara ve davet öz­gürlüğüne yapılan bir düşmanlıktır.

"Küfür önderleriyle savasın" cümlesi hem küfür önderleri olmaları dolayısıyla tüm müşrikler hakkında hem de işkence ve düşmanlıkla bezenmiş baş azılılarla savaşmaya teşvik hakkında olabilir. Ayetlerin genel bağlamı birinci anlamı tercih etmeyi daha faz­la gerekli kılmaktadır. Ancak ikinci mana da doğru değildir denilemez. Çünkü Önderleri ve baş azılıları cezalandırmak onlara tabi olan ve onlardan etkilenen diğer kimseleri on­ların peşinden gitmekten caydırır. Küfrün önde gelenlerine hamle yapmak bu sebepledir ki Kur'an'da birçok kez tekrar edilmiştir. Ancak bu onlarla sınırlı olmayıp, ileri gelen­lere fazla yüklenmekle birlikte bütün kafirleri kapsamaktadır. Ayetin sözü edilen bu cümlesiyle burada kastedilenler bu türdendir demek doğru olur. En iyisini Allah bilir. [38]

 

13- Andlarını bozan, Peygamber'i Mekke'den çıkarmaya yeltenen ve önce kendileri sizinle (savaşa) başlayan bir ka­vimle savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten inanıyorsanız kendisinden kork­manıza en layık olan Allah'tır.

14- Onlarla savaşın ki, Allah onları sizin ellerinizle azap-landtrsın, onları rezil-aşağıltk kılsın, sizi onlara üstün yap­sın ve raü'minlerin göğüslerine şifatferahlık) versin.

15- Ve kalplerindekt Öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tev-besini kabul eder. Allah bilendir. Hüküm ve hikmet sahi­bidir.

16-  Yoksa siz İçinizden cihad eden, Allah'tan ve elçisin­den ve mü'mtnlerden başkasını kendisine sırdaş[39] edin-meyenleri bilip (bildirmeden) bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır,

 

Ayetlerde şu hususlara dikkat çekilmektedir:

1-  Soru cümlesi ile müslümanlara hitap ederek, daha önceleri, Peygamber'e tuzak kuran, anlaşmasından sonra yeminlerini bozan, Hz. Peygamber'i yurdundan çıkarmak için her türlü desiseye başvuran, düşmanlığa ve isyana ilk Önce kendileri başlayan kavi­me karşı müslümanlann savaşmakta tereddüt etmelerin doğru olmayacağı, eğer ortada kendisinden korkulacak biri varsa ve gerçekten de iman ediyorlarsa Allah'ın bu korku­ya daha layık olduğu ve Allah'tan çekinip korkmaları gerektiği belirtilmiştir.

2- Onlarla savaşmak noktasında müslümanlar teşvik edilmektedir. Allah müslüman­lann eliyle onlara azap edecek, onları rezil rüsva edecek ve müslümanlann onlara karşı zafer elde etmelerini sağlayacaktır. Bununla da onlardan kalpleri kinle dolu olanların kalplerini ferahlatacaktır. Bu savaşta Allah'ın hidayetini istediklerinin hidayetine ve tevbelerini kabulüne vesile olacaktır. Allah, insanın kalbinde bulunan gizliliklerden ha­berdardır. Bütün emir ve uygulamalarında hikmetli ve doğru olan hakimdir.

3- Müslümanlara yine bir soru cümlesi ile hitap ederek onlan uyarmaktadır. Her ne kadar müslümanlar Allah'ın rızasına nail olduklarını ve O'nun kendilerine vadettiğini gerçekleştirdiklerini ve artık şimdiye kadar vuku bulan sıkıntıların sona erdiğini düşünü­yorlarsa da Allah, kendisinden, Peygamberi'nden ve müslumanlardan başkasını kendisi­ne dost edinmeyen, bunların dışında hiç kimseye bel bağlamayan ve kalplerinde gizli tuttuklarına sırdaş yapmayan samimi mücahitlerin belirlenip bilinmesi için onları dene­meye tabi tutmaya devam etmektedir. [40]

 

Yeminlerini Tutmayanlarla Savaşmak

 

Müfessirler bu ayetlerin sebebi nüzulü ile ilgili Özel bir rivayet zikretmemişlerdir. Ancak Taberi'nin Suddi Mücahit gibi tabiin alimlerinden aktardığı rivayetler çeşitlidir. Bazı rivayetlere göre bu ayetler, Hudeybiye anlaşmasında anlaşmasını bozan müşrikler­le savaşa teşvik içindir, bazısına göre de anlaşmayı deldikleri ve çiğnedikleri için kendi­lerinden beraatın ilan edildiği ve kendilerine dört ay mühlet tanınan insanlarla savaşma­yı teşvik etmek hakkındadır. Bu ayetlerin kendilerinden önceki ayetlerle olan ilişkisi o kadar güçlüdür ki sanki onların bir parçası ve devamı mahiyetindedir. Bu da ayetler, Kureyş müşrikleri hakkındadır dememizi gerektiriyor. Çünkü ayetler, Mekke'nin fethin­den sonra nazil olmuştur. Kureyş veya çoğunluğu bundan sonra İslam'a girmiş, şirk ve düşmanlık konumlarım terketmişlerdir. İkinci görüşün daha doğru olduğu ortaya çık­maktadır. Ancak birinci ayette gösterilen vasıf şaşkınlık oluşturmaktadır. Çünkü " Rasu-lü (yurdundan) sürmeye yeltendiler ve ilk kez kendileri sizinle (savaşa) başladı" vasfı ilk etapla Kureyş için ortaya konmuştur. Kureyş ile birlikte Hudeybiye anlaşmasına Be-kiroğullan'na mensup kabileler de katılmıştı. Çünkü bunlar Kureyş'in müttefikleriydi. Diğer taraftan Bekiroğullan'yla aralannda düşmanlık bulanan Havza Kabilesi de Ra-sulllah'ın ve müslümanlann yanında yer alarak anlaşmaya katılmışlardı. Bekiroğulla-n'ndan bazıları Kureyş'ten bir grubun kışkırtmasıyla anlaşmayı bozarken bazıları da an­laşmaya sadık kalmışlardı. Rasulullah'ın Mekke'ye yürümesinin sebebi buydu. Belki de bazılarında Mekke'nin fethinden sonra anlaşmayı çiğneme ve delme eğilimleri baş gös­termişti ve bundan dolayı da kendilerinden beri olunanların kapsamına girmişlerdi. Da­ha önceleri Kureyş'in müttefikleri olduklarından dolayı ayet bunları sözkonusu vasıfla tanımlamıştır. Belki de "iman edenlerin kalplerine şifa versin. Onların kalplerinin Öfke­sini gidersin" cümlesiyle kastedelilenler bu yorum çerçevesinde Hudeybiye anlaşmasın­da müslümanlann yanında yer alan Havzaoğullan'dır. Kanaatimize göre bunlar, Mek­ke'nin fethinden önce İslam'ı kabul etmişler ve peygamber'in ordusuna katılmışlardır. Böylelikle sözkonusu cümlenin belirttiği husus, müslümanlar, Bekiroğulları'ndan anlaş­mayı çiğneyenleri mağlup ettiklerinde onlar için gerçekleşmiş olur.

Beğavi'nin Mücahit ve Süddi'den rivayet ettiğine göre "İman edenlerin kalplerine şifa versin" cümlesiyle Rasulullah'ın müttefikleri olan Huzaalılar kastedilmiştir, öyleki Kureyş onlara karşı BekiroğuUan'na yardım etti ve anlaşmayı bozdular. Dolayısıyla miislümanlann Kureyş'e karşı zafer elde edip Mekke'yi fethetmeleri onların gönülleri­ni ferahlatmıştı. Çünkü Kureyş'in#yenilgisi aynı zamanda Bekiroğullan'nın da yenilgisi demektir. Şayet bu rivayet onlara karşı Bekiroğullan'nı kışkırtan ve anlaşmaya bozma­ya vesile olan Kureyş hakkındaysa biraz önce belirttiğimiz hususa tamamen uygundur. En iyisini Allah bilir.

Birinci ayet, özellikle de önceki ayetlerle ilgili yaptığımız yorumların doğruluğunu desteklemektedir. Yani ayette belirtilen husus, ilk önce kendileri müslümanlara saldı-ran, dinlerine dil uzatan dolayısıyla da anlaşmayı çiğneyenlere karşı savaşı emretmekte­dir.

Müfessirler, üçüncü ayetin son kısmı, Allah'ın Mekke halkının İslam'a gireceği hakkındaki ilmine işaret etmektedir demişlerdir. Şayet bu ayetler Mekke'nin fethinden önce nazil olmuş olsaydı bu yorum doğru olurdu. Her halükarda ayetin bu son bölü­münde bir yandan müslümanlara müjde verilip onların anlaşmayı bozanlarla savaşmala­rı teşvik edilirken diğer yandan da tevbe etme ve İslam'a girme kapısı müşriklerin ve anlaşmayı bozanların önünde açık bırakılmaktadır. Bu Kur'an'ın, daha önceki birçok yerlerde ortaya koyduğu bir metottur. Burada da, Kur'an'ın tüm bu tavır ve konumlann-daki asıl gayesi insanlann İslam ve Muhammed'in risalet nuruyla hidayete ermelerini sağlamak olduğu anlaşılmaktadır.

Tabresi, Huzeyfe b. Yeman'ın "bu ayetlerde sözü edilenler daha gelmedi" dediğini rivayet etmektedir. Tabresi ikinci bir rivayet'de Ali b. Ebi Talib'ten şöyle aktarmakta­dır: "Hz. Ali bu ayetleri Basra'da okumuş ve şöyle demiştir: "Allah'a yemin olsun ki Rasulullah (s) benimle ahitleşti ve "Ey Ali, sen anlaşması bazen bir grupla, asi bir grup­la ve dinden çıkan bir grupla savaşacaksın" dedi."

Birinci rivayet tuhaftır, ve ayetlerin genel anlamıyla bağdaşmam aktadır. Çünkü ayetler, Rasulullah (s) zamanında vuku bulan olaylardan bahsetmektedir. İkinci rivayete gelince, bunda da Şiilerin rolü bariz bir şekilde görülmektedir. Bu rivayet, Şİİ ravi ve müfessirlerinin Kur'an ayetlerine kendi arzulan doğrultusunda yaptıkları yorumlan des­teklemek için rivayet ettikleri birçok rivayetten bir tanesidir[41]

.

17-  Müşrikler, kendilerinin küfrünü göre göre Allah'ın mescitlerini onaramazlar (imar edemezler)[42]. Onların amelleri boşa çıkmıştır ve ateşte daimi kalacaklardır.

18- Allah'ın mescitlerini ancak ve ancak Allah'a ve ahiret gününe İman eden, namazı kılan, zekatı veren ve Al­lah'tan başka kimseden korkmayanlar imar ederler. İşte hi­dayete ermeleri umulanlar bunlardır.

19-  Hacılara su dağıtmayı'[43], Mescidi Haram'ı onarmayı, Allah'a Ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olmazlar. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

20-  İman eden, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah katında dereceleri daha bü­yüktür. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.

21-  Rab I eri, onlara katından bir rahmeti, rızayı ve içinde daimi kalacakları nimeti bol cennetleri müjdeler.

22-  Orada sürekli olarak kalacaklardır. Şüphesiz   büyük mükafat Allah kalındadır.

 

Ayetlerde şu hususlar üzerinde durulmuştur:

1- Müşriklerin, Allah'ın mescitlerini onarmaları ve işlerini görmeleri doğru olmaz. Kaldı ki onlar bu konuda kafirler gibi de yapmıyor, Allah için hizmet telakki ederek ça­lışıyorlar Fakat her ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar boşunadır. Onların varacakları yer ebedi kalacakları ateştir.

2- Allah'ın mescitlerini onarmaya layık olanlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namaz kılan, zekat vftren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlardır. Allah'tan bir hidayet üzere olmaları ve O'nun rızasını hakketmeleri mümkün olanlar bunlardır.

3- Muhataplara büyük bir ihtimalle de ayetlerin ruhundan da anlaşıldığı gibi müslü-manlara bir soru cümlesiyle hitap ederek onların; hacılara su verme, Mescidi Haramı onarma görevini üstüne alan müşriklerle, Allah'a, ahiret gününe inanan, ve Allah yolun­da cihad edenleri konum ve fazilet açısından bir tutmamalarını söylemektedir. Sonra ce­vap niteliği taşıyan bir cümleyle de bu iki grubun Allah katında bir olmalarının müm­kün olmadığı belirtmektedir. İman edenler, hicret edenler ve cihad edenler O'nun rıza­sıyla, rahmetiyle, içinde ebedi kalacaktan cennetiyle müjdelenenler bu kurtuluşa eren­lerdir. [44]

 

 

Müşrikler Allah'ın Mescitlerini Onaramazlar

 

Ayetlerin ele aldığı konular yeni bir bölümü oluşturmaktadır, öyle görünüyor ki ilk iki ayet, sonra ki dört ayet için bir önsöz ve hazırlık niteliği taşımaktadır.

Bu ayetlerin nüzulüyle ilgili olarak çeşitli ve değişik rivayetler zikredilmiştir. Tabc-ri'nin zikrettiği bir rivayete göre Kureyş, Mescidi Haramı onarmak ve hacılara su dağıt­makla övünmüş ve "hiç kimse bizden üstün değildir" demişlerdir. Allah bu ayetleri on­lara bir reddiye olarak göndermiştir. Taberi, Nu'man b. Beşir'den şu rivayeti zikretmiş­tir, "Bir cuma günü Rasulullah'ın minberi yanında Rasulullah'la beraber bulunan arka­daşları arasındaydım. Onlardan biri, müslüman olduktan sonra hacılara su vermek hariç hiçbir amele aldırış etmem" dedi. Bir başkası "hayır, Mescidi Haram'ı onarmak daha efdaldir" dedi. Diğer biri de aksine Allah yolunda cihad etmek bu söylediklerinizden daha hayırlıdır" dedi. Ömer, "Rasulullah (s)'in minberin yanında seslerinizi yükseltme­yin" diyerek onları azarladı. Namazı kıldıktan sonra Rasulullah'ın yanma vardım ve ar­kadaşlarının üzerinde ihtilaf ettikleri hususun cevabını sordum. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu." Taberi'nin zikrettiği diğer bir rivayete göre "müslümanlar Bedir Savaşın­dan sonra esirleri dolaştılar. Esirler arasında bulunan Peygamber'in amcası Abbas 'Her ne kadar siz müslüman olmak, hicret etmek ve cihat yapmakla bizleri geçtîyseniz biz de Mescid-i Haram'ı onanyorduk, hacılara su dağıtıyorduk, ve esirleri serbest bırakıyor­duk' dedi. Bunun'üzerine Allah 'Hacılara su dağıtmayı......' ayetini indirdi. Bu ayetin

Abbas, Ali ve Talha B. Şeybe hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir. Bu üçü bir ara­ya gelip Abbas, "Ben sizden daha faziletliyim. Çünkü ben Allah'ın evini ziyarete gelen hacılara su veriyordum" dedi. Talha, "Ben de Allah'ın mescidini imar ediyordum" de­di. Hz. Ali ise 'Ben de Rasulullah'la beraber hicret ettim, O'nunla birlikte Allah yolun­da cihad ediyorum' dedi. Bunun üzerine Allah, "İman edip hicret edenler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler derece bakımından daha üstündürler" ayetini indirdi. Tabresi'nin zikrettiği bir rivayete göre "Hz. Ali, amcası Abbas'a '"hicret edip Allah'ın Rasulü'ne katılmayacak mısın?" dedi. O da "Ben hicret etmekten daha fazilet-lisiyle uğraşmıyor muyum? Mescidi Haram'ı onarıyor, Allah'ın evine gelen hacılara su dağıtıyorum" dedi. Bunun üzerine Allah, 'Hacılara su dağıtmayı.....' ayetini indirdi.

Kendisinden sonraki ayetler için bir hazırlık ve önsöz olduğunu söylediğimiz birinci ve İkinci ayetler Mescid-i Haram'ı onarmanın müşriklerin hak ve görevi olmadığını, bu hak ve görevin Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı kılan, zekatı veren ve Al­lah'tan başkasından korkmayanlara ait olduğunu bildirmektedir. Bu da karşılıklı üstün­lük ve faziletin mü'minler arasında olmadığını ve müşriklerin Mescid-i Haram'ı onar­malarının hiçbir değerinin bulunmadığını gösteriyor. Çünkü birinci ayet bu müşriklere bir reddiye konumunda olmuş, ikinci ayet de mü'minlerin sözü edilenleri yapmaya daha layık olduklarını belirtmiştir. Bu husus iki ayetten sonra gelen diğer dört ayetin içeriğin­de de görülmektedir. Ayetler, hacılara su vermeyi ve Mescİd-i Haram'ı onarmayı Al­lah'a iman etmekle, O'nun yolunda cihad etmekle eşdeğerde tutmayı kınamaktadır. Bundan da bu sözleri mü'minlerin söylemediği ve fazilet konusunda üstünlük taslama­nın bu işleri yapan mü'minler için sözkonusu olmadığı anlaşılmaktadır. Bu ancak söz-konusu işleri yapan müşrikler içindir. Çünkü, şayet bunu yapanlar mü'min olsalardı, bu işleri yapmayı bir üstünlük vesilesi kılmazlardı. Öyleyse bu işlerin üstünlük ve Övünme meselesi yapıldığının mü'minler arasında olduğunu söyleyen rivayetler, ayetlerin anla­mına tamamen uymamaktadır. Aynı şekilde Abbas'ın Bedir'deki sözlerini veya Ali b. Ebi Talib'in sözlerini aktaran rivayetler de ayetlerin içeriğine uygun değildir. Çünkü ayetlerde bu hususun mü'minlere nisbet edildiğine dair hiçbir şey yoktur. Kaldı ki bu ri­vayetler ve bazıları ayetlerin Mekke'nin fethinden önce nazil olduğunu söylemekte. Oy­sa ayetlerin genel bağlamı bu ayetlerin Mekke'nin fethinden sonra nazil olduğunu gös­termektedir.

Ayetlerle bağdaşan durum şu olabilir. Bazı mü'minler, şirk dönemlerinde hacılara su vermek ve Mescid-i Haram'ı onarmak gibi yaptıkları işleri Allah katında, mü'min ola­rak Allah'ın evine ve hacılarına hizmet yapanlannki gibi bir sevap ve konuma mazhar olur mu olmaz mı hususunda birbirleriyle tartışmışlar, bu hususu Hz. Peygamber'e iletmiş ve cevap istemişlerdir. Bunun üzerine Allah onlara bir red ve açıklama mahiyetin­deki ayetleri indirmiştir. Belki de bu durum, iman ettikten sonra da sözkonusu işleri ya­panlar içindir. Veya onlar bunu İddia etmişlerdir.

Ancak ayetlerin kendi konumu içerisinde değerlendirdiğimizde öyle görünüyor ki, bu husus daha önceki ayetlerde sözkonusu edilen müşriklerle ilgilidir. En iyisini Allah bilir.

Ayetler ibare açısından mutlaktır, ortaya koyduğu değer ve ilke açısından geneldir. Muhtevası Kur'an'm birçok yerinde tekrar edilen ilkelerle tamamen bağdaşmaktadır. Öyle ki, Allah'a ve ahiret gününe iman etmek, O'nun yolunda malla, canla cihad gibi Allah'a yaklaştırın salih arnel işlemek, Allah'ın rızasını kazandırır ve bunlar Allah için samimi olmanın göstergelidir. Allah'a şirk koşulurken yapılan her iş ve hizmet Allah katında boştur, değersizdir. Gelenek ve zihinlerdeki yeri ne kadar büyük olursa olsun bunların Allah'a iman etmekle, O'nun yolunda cihad etmekle kıyaslanması veya eşde­ğerde tutulması kesinlikle yanlıştır. Açıkça görülüyor ki, değişik yöntemlerle sürekli olarak tekrar edilen bu ilkeler, Allah yolunda daveti yalnızca ve yalnızca O'nun için sa­mimi olmayı pekiştirmeyi amaçlamaktadır. Bu işleri yalnızca Allah için yapan, yaptık­larında samimi olan ve O'nun yolunda cihad edenin, Allah katında büyük ecirlere sahip olduğu belirtilmektedir.

Evet ayetlerde görüldüğü gibi yalnızca "su vermek" ve "onarmak" genel anlamda kullanılmamış, özele indirgemiş ve Mescid-i Haram'a ve hacılara hizmetin özellikle be­lirtilmesi İslam önceki Mekke'de bazı makam ve mevkilerin bulunduğu, bunların İslam fethine kadar devam ettiğini söyleyen rivayetleri[45] güçlendirmekte ve pekiştirmektedir.

Bu makam ve mevkileri de Kureyş'in aristokrat aile reisleri elinde bulunduruyordu. Hacılara su verme görevi, Rasulullah (s) zamanında amcası Abbas b. Abdulmuttalib'te, Kabe'nin anahtarı da Talha b. Osman b. Şeybe'de bulunuyordu. O dönemin görev, ma­kam ve mevkilerini rivayetlerin belirttiğine göre "rifade", "liva", "kıyade", "sefare", "diyetler", "Daru'n-Nedve Başkanlığı", ''el konulan mallar" ve "at binİcileri"'nden olu­şuyordu. "Sikaye" hacıların su ihtiyacını karşılamak, "rifade", "hacılara ikramda bulun­mak ve onlardan ihtiyaç sahibi olanları doyurmaktır. "Diyetler" geleneksel hukuğa göre kan davaları gibi olaylara karışan Kureyş'in fertlerinden alınan diyetlerden oluşuyordu. "Liva" savaş sancağını çıkarıp savaşı komuta edecek olana teslim etmektir. "Kıyade" savaş ve gazalara komuta etmektir. "Sefaret" Kureyş ile diğer kabileler arasında elçilik yapıp, vuku bulan sorunları halletmekle görevli idi. "El konulan mallar" Kabe ve putla­ra ait olduğuna inanılan mallardan oluşuyordu ve bunlar denetim altında idi. Tüm bu görev ve makamlarda bulunanlardan sözü geçerli ve nüfuz sahibi bir meclis teşekkül et­mişti. Bu meclis, Mekke'nin genel yönetimine, siyasetine ve menfaatlerine bakmakla

sorumlu idi. Meclis Kabe'nin yakınında bulunan ve adına Daru'n-Nedve denilen me­kanda toplanıyordu.

Rivayetler, bütün bu statüleri oluşturanın Hz. Peygamberin ve Hz. Peygamber'le ne­sep olarak birleşen diğer Kureyş ailelerinin atalarından biri olan Kusay b. Kenane oldu­ğunu haber vermektedir. Bu statünün İslam'dan önce yaklaşık 150 yıl önce oluşturuldu­ğu tahmin edilmektedir. Öyle ki bu zaman içerisinde gelişmiş ve tüm Mekke'ye hakim olma konumuna gelmiştir.

Peygamber'den gelen rivayete göre O, Mekke'yi fethettikten sonra verdiği hutbede şöyle demiştir; 'Dikkat edin! Güdülen her kan ve mal davası, her türlü cahilliye adeti -hacılara su dağıtmak ve Kabe'ye hizmet hariç- bu iki ayağımın altındadır." Kabe'nin anahtarını yine Osman b. Talha'ya teslim etmiş ve "Bunu al ey Talhaoğlu, onu senden ancak zalim biri alabilir'1 demiştir ve anahtarı kendisinden isteyen amcası Abbas'ın iste­ğini reddetmiş ve Kabe'ye hizmet İle hacılara su verme görevlerinin beraberce Abdul-muttaliboğullan'nda olmasını kabul etmemiştir. Onlara sadece su dağıtma görevini ver­miştir.[46]

Ayette bu her iki görevin özelikle zikredilmesinin sebebi bu olsa gerek. Belki de bu durum müşrik olduğu halde bu görevleri ifa edenin Allah katındaki konumunu ve sevabı konusundaki tartışmaya vesile olmuştur. En iyisini Allah bilir. [47]

 

23- Ey iman edenler, imana karşı küfrü sevip-tercih eden babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse onlar zalimlerin ta kendileridir.

24- De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabalarınız, kazandığınız'[48] mallarınız, iflas etmesinden korktuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza gi­den evler; size Allah'tan onun Rasulü'nden ve O'nun yo­lunda cihad etmekten daha sevimÜyse, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez."

 

Ayetler gayet açık olup şu husustan kapsamakladır:

1- Müslümanlar, küfrü imana tercih eden baba ve kardeşlerini dost ve yardımcı edinmekten alıkonmakta, bunu yapanlar zulümle, Allah'a karşı gelmek ve hak yoldan sapmakla nitelenmekte, kendi nefislerine zulmettiği belirtilmektedir. Çünkü böyle yap­makla kendilerini tehlikeye atmış olmaktalar.

2- Kendisi için babası, kardeşi, oğlu, hanımı, hısım-akrabası, mah-mülkü, ticareti, yurdu-barkı Allah ve Rasulü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli olan bütün herkesi uyarmaktadır. Böyle bir durumda olanın Allah'ın emrini beklemesi gere­kir. Bu durum fasıklıktır ve Allah'ın fasık olanları mutlu edip onlardan razı olması mümkün değildir. [49]

 

Kimler Dost Edinilmez

 

Taberi'nin, tabiinden olan müfessirlerden aktardığı rivayetlere göre bu ayetler, hic­ret etmeleri kendilerine emredildiği ve "Biz burada kalıp İşimize bakacağız" diyen Ab-bas ve Talha b. Şeybe hakkında nazil olmuştur. Taberi bu rivayeti verdikten hemen son­ra "bu fetihten önceydi" demektedir. Mücahit'ten de "Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin" cümlesiyle Mekke'nin fethi kastedilmektedir rivayetini zikretmiştir. Beğa-vi'nin zikrettiği başka bir rivayete göre bu ayetler, müslümanlardan irtidad edip Mek­ke'ye dönen dokuz kişinin dost edinmesinin yasaklanması hakkındadır. Hasan'dan ak­tardığı bir rivayete göre biraz önce zikredilen cümle er veya geç kesin olarak gelecek olan bir cezayı haber vermektedir. Taberi'nin bu rivayetine göre de Hz. Peygamber'in Mekke'ye savaşa hazırlandığı haberini Mekke halkına gönderen Hatıb b. Beltea hak­kında nazil olmuştur. Bu rivayetler ayetlerin ruhu ve anlamıyla bağdaşmamaktadır. Sonraki ayetler de, bu ayetlerin rivayetlerin belirttiği ve gerektirdiği gibi Mekke'nin fet­hinden önce değil, Mekke'nin fethinden sonra indiğine dair kesin delil vardır. Çünkü ayetler, mü'mintere uğradıkları hezimetten sonra Allah'ın Huneyn gününde onlara yap­tığı yardımı ve verdiği zaferi hatırlatmaktadır.

Huneyn günü.ise Mekke'nin fethinden sonra gerçekleşmiştir. Tuhaftır ki, râviler ve müfessirler buna dikkat etmemişlerdir. Ayetlerden alınması mümkün olan mesajlar şun­lardır: Mekke'nin fethinden sonra bazı mü'minlerin hala şirk üzere olan yakınları vardı. MiTminler, bunlarla ilişkilerini sürdürüyor ve onları akraba sayıyorlardı. Bazı mü'min­lerin hicret edip fethettikleri yerlerde mal ve arazileri vardı ve bunlara tekrar kavuşmak için girişimlerde bulunuyorlardı. Bunların Mekke halkından veya Mekke'ye komşu olan kabilelerden ya da Medine'nin müslüman olmayan kabilelerinden olması muhtemeldir. Ve şartlar Rasulullah'ın buralara bazı seriyyeler göndermesini gerekli kılmış, bunların mü'mİn akrabaları da buna karşı çıkmış veya bağımlılıklarını onlardan yana ortaya koy­muş olabilirler. Bunun üzerine hikmeti ilahi bu ayetleri şiddetli bir üslupla onları kına­mak ve azarlamak, dini bağın ve îslami mensubiyetin her türlü bağ, nesep ve faydadan üstün olduğunu ortaya koymak için indirmiştir.

Ayetler, belirli "konu" ve "zaman"a özgü olmasının yanı sıra hedef, ilke ve uyarılar açısından geneldir. Bir mü'minin imanının nasıl olacağını belirtmiş. Allah, RasuJullah ve Allah yolunda cihadın, mü'min için kişisel maslahatı ne kadar büyük olursa olsun her türlü dünyevi arzu ve akrabalık bağından daha üstün olduğunu ortaya kovmuştur. Böylece ayetler, müslümanın imanı ve ihdası için bir kriter belirtmiştir. Bu çok dakik bir kıstas ve müslümanlann her zaman ve zeminde akide ve prensiplerine samimice i-man ettiklerinin bir ölçütüdür. Cihad ayetlerini bu kıstasın rükünlerinden biri kılan, emir ve nehiyleri, ilkeleri, dünyevi ve uhrevi hedefleri içeren İslam davetidir. Böylece de bu kıstasın kapsamlı olduğu görülmektedir. Ayrıca ayetlerde îslami varlığın güçlendirilme­si amaçlanmış, müslümanlann hiçbir itibarı göz önünde bulundurmadan ve başka bir ba­ğa aldırış etmeden birbirleriyle olan dayanışmaları sağlanmıştır.

Hemen belirtmek gerekir ki, Mekke'de nazil olan Kur'an ayetleri insana ve müslü-mana, anne babasına itaat etmeden dünyada onlara güzelce muamele etmeyi tavsiye edilmektedir. Bu husus, İsra sûresinin 23-24; Lokman sûresinin 13-14; Ankebut sûresi­nin 8. ayetlerinde belirtilmiş daha sonra da mücadele sûresinin 22. ayetiyle de; samimi müslümanlann babalan, çocukları, kardeşleri veya hısım akrabaları dahi olsa Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelenlere yorumunu yaptığımız ve müslümanlann kafir olduklan sürece babalarını, oğullanın ve diğer akrabalannı dost ve yardımcı edinmeyeceklerini açıkça belirten ayetler nazil olmuştur. Mücadele süresindeki "Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelen..." ayetinde tedrici olarak belirtilen fark görülmektedir. Bu da düşmanlık an­lamına gelir. Oysa yorumunu yaptığımız bu ayetlerde belirtilen özellik "şayet küfrü İs­lam'a tercih ederlerse" şeklinde belirtilmektedir. Bu da daimi bir düşmanlık anlamına gelmez. Tedrici olarak ortaya konulan bu durumun hikmeti, müslümanlann gelişmesi ve İslam'ın güçlenmesiyle birlikte ortaya çıkmaktadır. Tüm bunlarda sireti nebeviyyenin özelliklerinden bir özellik görülmektedir. Şu gerçeği de idrak etmek gerekir ki bu ayet­lerde geçen "evliya" (dostlar-veliler) kelimesi burada yardımlaşma ve anlaşma -ittifak halinde olma- anlamlarında kullanılmıştır. Dolayısıyla Mücadele sûresinin "Allah, din konusunda sizinle savaşmayan, sizleri yurtlarınızdan sürmeyenlere iyilik yapmaktan, onlara ölçülü davranmaktan sizleri menetmez. Allah adaletli-Ölçülü davrananları se­ver" ayetiyle belirtilen hüküm sözkonusu bu ayetlerle iptal edilmiş olmuyor. Çünkü bu ayetlerde başkaları şöyle dursun anaya-babaya ve yakınlara kafir olsalar bile barış ve sevgiden yana pldukları, dillerini ve ellerini İslam'dan ve müslümanlardan çektikleri sürece iyilik yapmayı, ölçülü davranmayı yasaklayan hiçbir şey yoktur. [50]

25- Andolsun ki, Allah birçok yerlerde ve Huneyn günün­de yardım etti. Hani çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. A-ma size hiçbir fayda da sağlamamıştı. Tüm genişliğine rağ­men yeryüzü size dar gelmişti ve nihayet arkanızı dönüp gerisin geriye gitmiştiniz.

26-  Sonra Allah, Rasulü ve mü'minlerin üzerine sekineti (güven duygusu ve huzuru) indirdi, sizin görmediğiniz or­duları da İndirdi ve küfre sapmış olanları da azaplandırdı. İşte bu, küfre sapanların cezasıdır.

27-  Sonra bunun ardından Allah, dilediği kimsenin tevbe-sinİ kabul eder. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

 

Birinci ve ikinci ayette, müsltimanlara ilahi yardımı hatırlatmaktadır. Öyle ki Allah, birçok yerde düşmanlarıyla karşılaştıklarında onlara yardım etmiştir. Özellikle de sayı bakımından fazla oldukları, bu fazlalıktan ötürü böbürlendikleri, ancak bunun da kendi­lerine hiçbir fayda sağlamadığı, düşmanlarının baskısı kendilerini sıkıştırınca dünyanın tüm genişliğine rağmen kendilerine dar geldiği ve hezimete uğramış bir şekilde gerisin geriye kaçıştıktan Huneyn savaşında da'onlara yardımda bulunmuştur. Allah onlara rah­met nazarıyla bakmış, Peygamberi'ne ve halis mü'minlere güven duygusu ve huzur ver­miş, onlan görmedikleri ordularla desteklemiş, bunlarla kafir düşmanlarını çembere kıs­tırmış ve onlan hakkettikleri cezaya çarptırmıştır. Üçüncü ayetle ise genel bir güvence verilmiş ve tüm bunlardan sonra Allah'ın hidayetine tabi olanlardan, rahmetini, mağfire­tini hakedcnlcrdejı dilediğinin tevbesini kabul edeceğini belirtmiştir. Çünkü Allah ba­ğışlayandır ve esirgeyendir. [51]

 

Huneyn Savaşı Ve Allah'ın Sekineti

 

Ayetlerin nüzul sebebine özgü herhangi bir rivayete rastlamadık. Kanaatimize göre bu ayetler, kendisinden Önceki iki ayeti pekiştirmiş ve müslümanlara yardım edenin sü­rekli olarak onlara zafer sağlayanın Allah olduğunu beyan etmeyi hedeflemiştir. Çünkü bu, mü'minleri, küfrü imana tercih eden babalarını, çocuklarını ve akrabalarım dost edinme ihtiyacım ortadan kaldırır. Onlarla beraber olup bir çoğunluk oluşturmaları ken­dilerine hiçbir fayda sağlamaz. Ki bunun canlı bir örneğini bizzat yaladılar. Huneyn gü­nünde çok sayıda olmaları, onlan düşmanlarına karşı kesin zafer elde etme zehabına kaptırdı. Ama hezimete uğradılar ki, bu da onlar için bir ders ve ibret olsun. Ardından Allah, Peyğamberi'ne ve onlara sekinetini indirdi. Kendi katından ordular gönderdi ve onlar da bundan dolayı zafer elde ettiler.

Açıkça görülüyor ki, ayetler bu yorumlarıyla daimi olarak sürecek ilkeleri içermekte ve müslüman kişi bunlardan büyük bir psikolojik güç kazanmakta, yalnızca ve yalnızca Allah'a güvenmek ve samimi olmak gereğini idrak etmekte, hiçbir kişisel menfaatten et­kilenmemekte, bu tür bir menfaatin kendisini saptıncı nitelik taşıdığının bilincine er­mekte, aralarındaki ilişki düzeyi her ne olursa olsun samimi olanlar dışında hiç kimseyle dayanışma içerisine girmemektedir. Azlık ve çokluğa bağlanmasından çok, kendisine zaferi sağlayacak ve ilahi bir güçle kendisim destekleyecek olan yalnızca Allah'tır.

Bu husus daha önce de çeşitli yerlerde değişik yöntemlerle belirtilmiştir.

Ayetlerde sözü edilen Huneyn günü, Mekke'nin fethinden sonra müslümanlarla He-vazin kabileleri arasında vuku bulan bir savaştır. Rivayetlerin[52] belirttiğine göre bu sa­vaş özetle şöyle olmuştur. Bu kabileler, Sakif kabileleriyle birlikte Kureyş'in müttefik­leriydi. Kureyş, Hz. Peygamber'in ve müslümanlann Mekke'ye doğru yürüdüklerini ha­ber alınca bu kabilelere haber gönderip orduyu kuşatmalannı istedi. Onlar da yardım kuvvetleri oluşturup harekete geçtiler. Ancak Rasulullah'ın ilerleyişi daha süratli ve erken gerçekleşti ve Mekke kuşatıldı. Sakiften bir grup evlerine döndü ve bir grup da He-vazin'le birlikte kalarak Taif yönünden Mekke'ye üç günlük bir mesafede bulunan Hu-neyn vadisinde toplandı. Rasulullah durumlarını öğrenmek için birini gönderdi. Duru­mu incelemek için giden elçi geri döndü ve onların savaş için toplandıklarını ve onlara yardımın ulaştığını haber verdi. Bunun üzerine Rasulullah, yaklaşık iki bini Mekke hal­kından, müslüman olanlardan oluşan on iki bin kişilik bir orduyla birlikte yola koyuldu. Öyle kî rivayetlerin değişik beyanlarına göre Hz. Peygamber veya Hz. Ebubekir ya da BekiroğullarVndan bir adam "Biz bugün azlık sebebiyle mağlup olmayız" dedi. Karşı taraftaki kabilelerin kumandanı Malik b. Avf idi. İki ordu karşı karşıya geldi. Malik'in ordusu yaklaşık dört bin kişiden oluşuyordu. Fakat aralarında usta okçular vardı. İki or-du karşı karşıya gelince müslümanlardan bazıları düşman tarafı azlığından dolayı kü-çümsedi ve kendilerinin çokluğuyla da böbürlendi. Karşı tarafın okçuları müslümanları zor duruma düşürdü, her zaman olduğu gibi Hz. Peygamber, Ebubekir, Ömer, Abbas, Ali ve Rasulullah'ın samimi arkadaşlarından başka diğerleri savaş meydanından kaçma­ya başladılar. Hz. Peygamber insanlara "Ey Allah'ın yardımcıları, ey Rasulullah'ın yar­dımcıları" diye bağırdı. Derken müslümanlann korkulan yatıştı, panik sona erdi ve Al­lah onların üzerine sekinetini indirdi. Tekrar "lebbeyk, lebbeyk" diyerek meydana geri döndüler.[53] Sonra müşriklere karşı hücuma geçtiler, öyle ki Hz. Peygamber "işte savaş şimdi kızıştı" dedi ve devesinin üzerinde şu şiiri söyledi. "Yalan yok, ben peygamberim Ben Abdulmuttalib'in oğluyum."

Allah, müslümanları destekledi, müşriklerin kalbine korku yerleştirdi ve hezimete uğradılar. Müslümanlar, aralarında 6 bin esir, 24 bin deve, 40 bin koyun ve 4 bin okka gümüşün bulunduğu müşriklerin mallarını, hayvanlarını, çocuklarını ve kadınlarını ele geçirdiler.

Rasulullah ve beraberindekiler bundan sonra Şevval ayında Taife doğru harekete geçti. Çünkü Taif in büyük bir kesimi Kureyş ve Hevazin'in müttefiki olan ve onların yardımına koşan Sakiften oluşuyordu. Müslümanlar, Taif i yaklaşık 18 gün kuşattılar ve mancınıkla saldırdılar. Çünkü Taif kaleyle kuşatılmıştı. Taif in fethi kolay olmadı ve halkı da kalelerden dışarı çıkıp müslüm anlara karşı koymadılar. İki taraf da birbirlerine ok fırlatıyordu. Müslümanlardan yaklaşık 12 kişi şehit oldu. Rasulullah onların bağları­nın sökülmesini ve ateşe verilmesini emretti. Müşrikler kalenin içinden bağırdılar ve ondan af dilediler. Rasulullah buna icabet etti ve onian Allah'a bırakıyorum dedi. Bazı ashabıyla istişarede bulundu. Ashabından bazıları "Onlar artık inine sıkıştırılmış tilki

gibidir. Deliğin üzerinde beklersen onu yakalarsın yok eğer kendi haline bırakıp terk edersen sana bir zararı dokunmaz" dediler. Rasulullah (s) birini çağırarak geri dönüş için emir buyurdu. İnsanların da "geri dönüyoruz, Rabbimize hamdediyoruz, O'na tevbe ve ibadet ediyoruz" diye slogan atmalarını emretti. Müslümanlar, Rasulullah'ın Sakif e beddua etmesini isteyince Rasulullah da "Allah'ım Sakif'i hidayete erdir ve onları bize getir" dedi.

Dönüşünde "Cirane'de Hevazin'in esir ve ganimetlerini paylaştırmak için durdu. Rasulullah (s) Mekke ve diğer kabile reislerine yeni müslüman oldukları için kalplerini ısındırmak amaayla normal paylarından fazlasını vermeyi uygun gördü. "Bazılarına yüz deve, bazılarına elli deve, bazılarına gümüş bazılarına da koyun verdi. Sonra da beytul-mala ait olan humusu ayırdı ve kalan kısmı da diğer müslümanlara pay etti. Esirleri de bu şekil üzere paylaştırdı.  

Hevazin, Hz. Peygamber'e bir heyet göndererek müslüman olduklarını ve mallarıyla esirleri geri istediklerini beyan ettiler. Rasulullah onlara mallan ve esirleri dağıttığını haber verdikten sonra kendilerine "sizin için çocuklarınız ve kadınlarınız mallarınızdan daha mı hayırlıdır" diye sordu. Onlar da "evet" dediler. Bunun üzerine Rasulullah, ken­dim ve Abdulmuttaliboğullan İçin ayırdıklarım sizindir. Öğle namazım kıldırdıktan son­ra kalkın ve "biz Rasulullah'ı müslümanlara, müslümanlan da Rasulullah'a aracı kılıyo­ruz" deyin. Onlarda böyle yaptılar. Rasulullah, benim ve Abdulmuttaliboğullan'nın pa­yına düşenler sizindir dedi. Rasulullah'ın ashabından Ensar ve Muhacirler de "bizim pa­yımıza düşenler de Rasulullah'ındır" dediler. Selimoğullan da bunun aynısını söyledi. Fakat bazı kabile reisleri paylarına düşenleri geri vermek istemedi. Bunun üzerine Rasu­lullah, "kimin elinde bu esirlerden varsa gönül rızasıyla veriyorsa ne âlâ, vermiyorsa bi­ze borç olarak versin, elimize geçtiğinde iade ederiz" dedi. Ellerindekini vermeyenler bunu kabul ettiler ve ellerinde bulunan esirleri iade ettiler.

Rivayete göre, Rasulullah Öldürülmüş bir kadının yanından geçti ve onu kimin Öl­dürdüğünü sordu. Yanındakiler Halid b. Velid öldürdü dediler. Bunun üzerine arkadaş­larına Halid'İ bulmalarını ve kendisine "Rasulullah'ın O'nu kadınları, çocukları ve köle­leri öldürmekten menettiğini" söylemelerini emretti.

Ganimetlerin paylaştırılması hakkında şöyle bir rivayet zikredilmiştir: "Ensar kendi kendilerine üzülmüşlerdi. Çünkü Rasulullah Mekke ve diğer kabile reislerine verdiği ganimet kadar kendi reislerine vermemişti. Hatta onlardan biri "Rasulullah kendi kav­mini kayırıyor" dedi. Hazrec'in reisi Sad b. Ubade Rasulullah'ın yanına geldi ve "Ya Rasulullah, Ensar'ın bu mahallesi almış olduğu fey dolayısıyla kendi içlerinde sana kar­şı darıldılar. Ganimeti kavmine pay ettin, büyük bölümünü Arap kabilelerine dağıttın ve Ensar'dan olan bu mahallenin bu paydan nasibi olmadı" dedi. Rasulullah Ona "kavmim topla" dedi ve O da kavmini topladı. Rasulullah onların yanına geldi, Allah'a hamdet-tikten sonra onlara şöyle hitap etti:

"Ey Ensar topluluğu! Söylediğiniz sözler ve kendi kendinize bana darüdığınız habe­ri bana geldi. Sizler dalalet içindeyken ben sizlere gelmedim mi? Allah sizleri hidayete erdirdi. Yoksuldunuz, Allah sizi zenginleştirdi. Birbirinize düşmandınız, Allah kalpleri­nizi birbirinize ısındırdı." Onlar da "Evet, ya Rasulullah, Allah ve Rasulu daha çok ni­met ve fazilet sahibidir" dediler. Sonra Rasulullah "Bana icabet etmeyecek misiniz ey Ensar topluluğu?" dedi. Onlar da "Ya Rasulullah neyle icabet edelim. Nimet ve fazilet Allah'a ve Rasulü'ne aittir." dediler. Rasulullah bunun üzerine şöyle dedi: "Allah'a ye­min ederim ki şöyle derseniz doğru söylemiş ve doğrulanmış olursunuz; "Sen yalanla­mış olarak "bizlere geldin, biz seni doğruladık. Terk edilmiş olarak geldin, biz sana yar­dımcı olduk. Kovulmuştun, sürgün edilmiştin, biz seni bağrımıza bastık. Yoksul olarak geldin, biz sana yardımda bulunduk." Ey Ensar topluluğu! Siz, başkalarının müslüman obuasına ve size katılmasına vesile olacak olan bir dünyalıktan dolayı mı danhyorsu-nuz? Sevinmiyor musunuz ki ey Ensar topluluğu, insanlar ellerinde bir koyun ve devey­le geri yurtlarına dönerken sizler Rasulullah'la birlikte yurtlarınıza dönüyorsunuz. Mu-hammed'in nefsi kudretinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, şayet hicret olmasaydı ben Ensar'dan biri olurdum. Şayet insanların tümü bir vadiye, Ensar da başka bir vadiye doğru yönelse ben Ensar'ın yöneldiği vadiye doğru yönelirim. Ey Allah'ım, Ensar'a, Ensar'ın çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına rahmet buyur"[54]bunun üzerine Ensar topluluğu sakallan ıslanıncaya kadar ağladılar ve "biz Rasulullah'tan gönülden razıyız" dediler. Sireti nebeviyyenin en güzel tablolarından biriydi bu durum.

Bu tablolar gerek Rasulullah'ın yüce ahlakı ve vefası gerek Ensar'ın kendi katındaki değeri ve gerek Hz. Peygamber'in insanlara iman ve ihlaslan noktasında çok yönlü apa­çık beyanlar görülmektedir.

tbn Hişam'ın İbn İshak'tan rivayet ettiğine göre; yanında fal okları bulunan Ebu Süfyan, ilk etapta müslümanlar hezimete uğradıklarında "onların hezimeti ancak deniz­de son bulur" demiş. Öte yandan Buhari ve Müslim'in. Abbas'tan [55] rivayet ettikleri bir hadise göre "Ebu Süfyan Rasulullah'la birlikte kalanlardandı ve o bineği üzerinde Onunla birlikte gidiyordu. Abbas da Rasulullah'ın bindiği devenin dizgisini tutuyordu." Bu sahnede Haşimoğlulan ile Ümeyyeoğulları arasında Hulefai Raşidin döneminden sonra vuku bulacak siyasi çekişmelerin izleri görülmektedir. Özellikle bu husus, o dö­nemden sonraki rivayetlerde Ebu Süfyan'ın isminin rivayette eşdeğer bîr şekilde belir-tilmesiyle ön plana çıkmaktadır.

Yeri gelmişken Taif'in fethiyle ilgili şu hususu da belirtelim: Taifin fethi, Mek­ke'nin fethinden bir sene sonra gerçekleşmiştir. Sakif kabilesinin reislerinden biri olan Urve b. Mesud, Rasulullah'a gelerek müslüman olmuş ve tekrar kavmine dönüp onları İslam'a davet etmek için izin istemişti. Rasulullah ona bu izni verdi. Kavmine dönünce onları İslam'ın selamı ile selamladı ve onlar da reddettiler. Fecir vakti geldiğinde evinin damına çıkıp namaz için ezan okudu. İnsanlar dışarı çıkıp onu engellemeye çalıştılar. Onlardan biri kendisine bir ok attı. Kavmi buna karşılık vermek istedi. Neredeyse karga­şa her tarafa yayılıyordu. O da "ben kendimi insanların arasını düzeltmek için feda et­tim. Bu Allah'İh bana bağışlamış olduğu bir vergi ve şehadettir" dedi. Daha sonra kendi eceliyle vefat edince onun oğlu bir arkadaşıyla birlikte Hz. Peygambere gelip müslü-man oldular. Sonra Hz. Peygamber Melik b. Avf'ı çağırttı ve onu Sakife gitmekle gö­revlendirdi. Ona "ben sana müslüman olarak gelinceye kadar onlar hakkında sana yeter­liyim" dedi. Sorfra bu kararını değiştirdi ve onları aciz bırakıncaya kadar onlarla savaş­tı. Derken onlar Hz. Peygamber'e bir heyet gönderip teslim ve müslüman olduklarım bildirerek anlaşma yapmak için aralarında anlaştılar. Heyet Rasulullah'a geldi ve Hz. Peygamber onların gelişine «evindi. Onlar için mescitde bir bölme ayırdı. Bazı imtiyaz­lar koparmaya çalıştılarsa da bunu başaramadılar. Kendi putlarını kendi elleriyle parça­lamayı talep ettiler. Böylece Taif, Hz. Peygamberi'in otoritesine dahil oldu. Bu olay hic­retin 9. senesinde Ramazan veya Şevval ayında gerçekleşti.[56] [57]

 

28- Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktir. O halde bu yıllarından sonra artık Mescidi Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluğa[58]' (düşmekten) korkarsanız, Allah dilerse kendi lütfundan sizi zengin kılar. Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir.

 

Ayetler açık bir şekilde şu hususları içermektedir

1- Müslümanlara hitap edilerek, müşriklerin necis (pislik) olduğu ve ayetin nazil olduğu bu yıldan sonra Mescidi Haram'a yaklaşmamaları bildirilmektedir.

2- Şayet onlar bu yasaklamadan ötürü fakirliğe, yoksulluğa ve geçim sıkıntısına düş­mekten korkuyorlarsa, emin olsunlar ki Allah, onlan kendi lütfundan zenginleştirmeye güç yetirendir. O işleri bilen, doğruluğu emreden ilim ve hikmet sahibidir. [59]

 

Müşrikler Mescidi Haram'a Yaklaşamazlar

 

Taberi'nin rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber artık bu yıldan sonra hiçbir müşri-ğin haccedemeyeceğini ilan edince müslümanlar: "Biz onların hacc mevsiminde yapmış oldukları alış verişten faydalanıyorduk" dediler ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Zikrettiği başka rivayete £öre ve ayetin ilk yansı nazil olunca müslümanlar zor duruma düştüler ve "Kim bizim yiyeceğimizi getirecek, kim bize malları ile gelecek?" dedilerse ayetin ikinci kısmı nazil oldu. Öte yandan Taberi sûrenin ilk ayetleri ile ilgili olarak ri­vayet edilen bir rivayette "bu ayet kendisinden önceleri ile birlikte sûrenin başlarında nazil oldu ve hüküm olarak Haccı Ekber gününde ilan edilenler arasında yer alıyordu. O da bu yıldan sonra hiçbir müşriğin haccedemeyeceği hükmüydü" demiştir.

Durum her ne olursa olsun kanaatimize göre bu ayet, her halükarda tek başına ve parça parça nazil olmamıştır. Kendisinden önceki ayetlerin bir parçası ve o ayetlerin so­nuçlarından bir sonuçtur. Önceki ayetler ahdini bozan müşriklerle savaş emretmekte, müşriklerin hiçbirinin Mescidi Haram 'ı onarmaya yetkili olmadığını bildirmekte, bu müşriklerin hasım-akraba olsalar dahi dost edinilmesini yasaklamakta, mü'mirilere yal­nızca Allah'ın kendilerine yardımcı olacağı hatırlatılmaktadır. Hikmeti ilahi, bu bağla­mın bu ayetle sonuçlanmasını ve onlar hakkında son bir karar olmasını gerekli kılmıştır.

Eğer bu ayet ve belirtilen hüküm, Mekke ve Taİfin fethinden, Mekke ve civar kabi­lelerin yanı sıra Hicaz bölgesinin en büyük kabileleri olan Sakif ve Hevazin'in İslam'a girmesinden sonra nazil olmuşsa bu demektir ki, ayet artık tüm bölgenin İslam otoritesi­ne girmesinden ve büyük çoğunluğunun müslürnan olmasından sonra nazil olmuştur ve Araplardan hala şirk üzere olanların, Allah'ın dinine tamamen aykırı olan ibadetleri­ni gerçekleştirmek için Mescidi Haram bölgesine girmelerini engellemek imkan dahi­linde olmuştur. Şüphesiz Allah, bu bölgede yaşayan insanların geçimlerini dışarıdan gelen yiyecek ve ticaretle sağladıklarını, dolayısıyla geçim sıkıntısı çekenlerin korkuya kapılacaklarını biliyordu. Bunun içindir ki sözkonusu ayette bu konuda onlara bir gü­vence vermiştir. Burada da İslam davetinin gelişim, yayılım ve güçlenme süreçleri gö­rülmektedir.

Müşriklere haram bölgenin sınırlandırılması ve haramın kapsamı hakkında müfes-sirlerin, görüşlerini aktardıkları tabiin müfessirlerinden gelen görüş ve rivayetler deği­şik ve çeşitlidir.

1- Müşriklerin necîs oluşu hakkında bazıları onların necaseti (pis oluşları) köpek ve

domuzun necis oluşu gibi gerçek bir necasettir. Onlara dokunan veya onlarla tokalaşan­ların ellerini yıkaması veya abdest alması gerekir demişlerdir. Bazıları da onların necis oluşu hüküm açısıudan bir necasettir demiştir. Birçok fıkıh mezhebi bu ikinci görüşü benimsemiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bu vasıf müşriklerin sahip olduğu batıl inançlardan ötürü verilmiştir. Onların çok korkunç ve tuhaf adetleri vardı. Mesela; çıp­lak olarak tavaf yapmak, ölü eti yemek, babalarının hanımlanyla evlenmek, cenabetten dolayı temizlenmemek bunlardandır. Bunların hepsi Mescidi Haram'in temizliği ve kudsiyetiyle bağdaşmayan manevi pisliklerdir.

2-  Haram bölgenin neresi olduğuna gelince bu konuda, İbn Kesir'in zikrettiği, î-mam-ı Ahmet'in Cebir'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle deniliyor: "Rasulullah (s) şöyle buyurdu: Kendileriyle anlaşma yapılan ve hizmetçileri   dışında bu yıldan sonra hiçkimse bizim mescidimize g/rmesin." Bu hadisten anlaşıldığı üzere yasak sadece mes­cit içindir. Öte yandan Zemahşeri'nin Tabiin'in büyüklerinden olan Ata'dan rivayet et­tiği bir görüşe göre; mescitden kasıt haremdir. Yani Harem bölgesidir. Ayrıca yine Ze­mahşeri'nin Malik'ten aktardığı bir görüşe göre de buradaki yasak, müslümanlann tüm mescitlerini kapsar.

Ayetin nassı kesin olarak Mescidi Haram hakkındaysa. Mescidi Haram dışındaki yasağın tüm mescitleri de kapsadığını söylemek herhangi geçerli nedeni olmayan bir aşırılıktır. Mekke'ye gelenin Harem'in bilinen sınırlarına girmesi yasaklanır. Kana­atimize göre yasak sadece harem bölgesini kapsamaktadır. Dolayısıyla Ata'nın görü­şü daha doğrudur ve çoğunluk da bu görüşü benimsemiştir. Aynca bu görüşün doğru­luğu durumunda Cabir'den rivayet edilen hadise aykırı değildir. Çünkü Mescidi Ha­ram'in sözkonusu edildiği Kur'an ayetlerinin özü ve ruhu bu tabirden amacın Mescidi Haram bölgesi olduğudur.[60] Özellikle de Ankebut sûresinin 67. ayetiyle; "Görmediler mi ki, çevrelerindeki insanlar alınıp-yağma edilirken biz Haremi güvenilir kıldık." Kasas sûresinin 57. ayeti; "Dediler ki; 'Eğer seninle birlikte hidayete tabi olursak ye­rimizden çekilip kopartılırız.' Oysa ki biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün toplandığı güvenli bir hareme yerleştirmedik mi?....." bu söyledikle­rimizi her yönüyle desteklemektedir.

3- Üçüncü hususa gelince; Cabir'den rivayet edilen hadisten bu yasağın zımmileri[61] değil, yalnızca müşrikleri kapsadığı anlaşılmaktadır. Taberi, birbiriyle zıt olan iki farklı görüşü de Cabir'den rivayet etmektedir. Bunlardan biri yasağın içine zımmilerin girdiği­ni söylerken diğeri de girmediğini söylemektedir. Yine Taberi'nin rivayet ettiğine göre Ömer b. Abdülaziz bu ayetten hareketle yahudi ve hristiyanlann Mescidi Haram'a gjr-mesini yasaklamıştır.   Anlaşılıyor ki Cabir'in sözkonusu hadisi onun yanında sabit olmamış yahudilerin "Üzeyir Allah'ın oğludur" sözüyle hristiyanlann "Mesih, Allah'ın oğludur" sözlerinin bir çeşit şirk olduğu doğrultusunda İçtihatta bulunmuş ve müşrikler­le birlikte yahudi ve hristiyanlara da bu yasağı uygulamıştır. İslam'ın başlangıcından günümüze kadar mütevatiren yapılan uygulama da budur zaten.

Beğavi ve ona tabi olan Hazm, İslam alimlerinin İslam coğrafyasını kafirlere göre üç kısma ayırdıklarını söylemişlerdir

1-  Mekke Haremi: Hiçbir kafirin gerek zımmi olarak gerek eman istemek suretiyle oraya girmesi caiz değildir. Burada dikkatleri çekelim ki kafir kelimesi, Hz. Muham-med'in elçiliğini ve Kur'an'ı inkar eden herkes için kullanılır. Dolayısıyla bunun kapsa­mına Ehli Kitab ve diğerleri de girer.

2- Hicaz: Kafirin buraya geçici bir müddet ikamet etmek üzere izinle girmesi caiz­dir. Çünkü Rasulullah (s) müşriklerin, yahudilerin ve hristiyanlann Arap yarımadasın­dan çıkarılmasını emretmiştir. Bunun anlamı onlara burada İkamet etmeyi yasaklamış­tır.

3- Diğer İslam memleketleri: Kafirlerin buralarda zimmet veya eman dilemek sûre-tîyle ikamet etmeleri müslümanlardan izinsiz olarak mescitlerine girmemek koşuluyla caizdir. Bu çok güzel bir ayrımdır. Ancak ikinci kısım için getirilen yasağın yalnızca Hicaz bölgesiyle sınırlı tutulmayıp bunun daimi ikametin bütün Arap yarımadasını kap­sadığına dikkat çekmek gerekir. Hicaz'da uygulanan da budur. Öyle ki oranın tüm halkı müslümandır.  Cidde'de ikamet eden gayri müslimler ise geçici bir süreyle ikamet et­mektedirler. Ancak bunu, mesela  yahudilere daimi ikamet için veren ve vermeye de­vam eden Yemen için söylemek mümkün değildir. Ve belki de buna benzer bir duruma Arap yarımadasının güney, doğu ve batı bölgelerinde de rastlanılmaktadır.

Rasulullah (s)'ın sözkonusu emri çeşitli rivayetlerde geçmektedir. İbn Hişam, Taberi ve Belazuri'nin rivayet ettikleri "Arap yarımadasında iki din kalmayacaktır"[62] rivaye-tiyle İmam Ebu Ubeyd b. Kasım'm Kitabul Emval'de zikrettiği "Yahudileri Hicaz'dan, Ehli Necran'ı da Arap yarımadasından çıkarınız"[63] rivayeti bu tür rivayetlerdendir.

Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber bununla büyük bir amacı hedeflemiştir. O da Arap ya­rımadasının çok dinliiikten temizlenmesidir. Aksine durum, ayrılıklara, parçalanmalara, çekişmelere, çeşitli hile ve tuzaklara başvurmaya sebebiyet vereceğinden bu bölgenin yalnızca İslam'a has kılınmasını istemiştir. Bu bölge, İslam bayrağını taşıyan miislü-manlann bölgesidir, ilahi vahyin İslam Peygamberi'ne geldiği yurttur. Bu hususta ta­mamen bir hikmet ve doğruluk sözkonusudur. [64]

 

 

29-  Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve elçisininin haram kıldığını

haram saymayan, gerçek dini din edinmeyen kimselerle küçülüp boyun eğerek kendi elleriyle cizye'[65] verecekleri zamana kadar savaşın.

30- Yahudiler "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyan-lar da "Mesih Allah oğludur." dediler.   Bu onların ağızla­rıyla geveleyip durduktan sözleridir. (Sözlerini) önceden inkar etmiş{olan müşriklerin sözlerine benzetiyorlar[66]. Al­lah, onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar.

31-  Onlat, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini ilah­lar edindiler ve Meryem oğlu İsa'yı da... Oysa, tek olan bir ilaha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.

32-  Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyor­lar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamam­lamaktan başkasını İstemez.

33-  Müşrikler istemese de, dini(İslam'ı) bütün dinlere gön­deren O'dur.

34-  Ey iman edenler, doğrusu hahamların ve rahiplerin birçoğu İnsanların malını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yo­lundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip, Allah yo­lunda harcamayan I ara da acıklı bir azabı müjdele.

35-  O gün Cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılır; bun­larla da onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. Ve İşte bu kendiniz için yığıp sakladıklarınız, yığıp sakladıklarını­zı tadın(denir).

 

Ehli Kitab, Zınımiler Ve Cizye Meselesi

 

Bu ayetlerde sözkonusu vasıfları taşıyan Ehli Kitab boyun eğinceye ve zelil bir şe­kilde cizye verinceye kadar müslümanların onlarla savaşması emredilmektedir. Bu emi-rin çeşitli fonksiyonları vardır. Ayetlerin hepsi birbiriyle bağlantılı ve uyumlu olmadı­ğından dolayı çok ve çeşitli hükümler içermesine rağmen tek bir cümleyle onların ana fikrini belirttik.

Beğavi'nin Kelbi den rivayet ettiğine göre birinci ayet yahudilerden Beni Nadir hak­kında nazil olmuştur. Rasulullah (s) onlarla anlaşma yapmışür. Müslümanların elde et­tikleri ilk cizye ve Ehli Kitab'ın müslümanlar eliyle uğradıkları ilk zilletti bu. Bu husus­ta ayetin Rasulullah (s)'ın Beni Nadir yahudilerini sürgün ettiği Haşr ve Ahzab sûrele­rinde de belirttiğimiz gibi Beni Kureyza'yı cezalandırdığı üçüncü veya beşinci yılda na­zil olduğunu gerekli kılmaktadır. Ancak ayetlerin siyakı, bu ayetlerin Mekke'nin fethin­den sonra Tebük gazvesinden hemen önce nazil olduğunu gösteriyor. Kaldı ki Kelbi'nin rivayetine şu şekilde itiraz sözkonusudur: O diyor ki Rasulullah (s) onlardan cizye al­mak suretiyle onlarla anlaştı. Oysa ki, ortada ne cizye, ne de anlaşma var. Aksine Beni Nadir'i sürgün etmiş, Beni Kureyza'yı da cezalandırmıştır.

Taberi, bu ayetten Önceki ayeti tefsir[67] ederken şöyle diyor: "Müslümanlar, "biz nere­den yiyeceğimizi karşılayacağız, kiminle ticaret yapacağız, müşriklerin Harem'e girme­lerinin yasaklanmasiyla birlikte biz fakirleşeceğiz." dediler. Bunun üzerine Allah, 29. ayeti indirerek müslümanların yitirdiği bu şeylere karşı cizye almak için Tebük gazvesi­ni emretti." Sonra bu ayetin tefsirinde şunu ekliyor: "Ayet, Rumlar'la savaşması için

Rasul'e indi. Nüzulünden sonra Tebük savaşını yaptılar." Taberi bu görüşlerini Dehhak, Katade, Süddi ve Mücahid gibi tabiinin müfessirlerine dayandırmıştır.

Bu görüşlerden de, Allah'ın, Rumlar'la savaş sonucunda gelecek olan cizye İle, müşriklere uygulanan yasak sonucu müslümanlann kaybettiklerini telafi ettiği, Rasulul-lah (s)'ın bu ayetten önce Rumlar'la hiç savaşmadığı ve Ehli Kitab'tan da cizye almadı­ğı anlaşılmaktadır. Bu konuda birkaç hususa dikkat çekmek gerekiyor: Birincisi, Tebük gazvesinde herhangi bir sıcak savaş olmamış ve sonucunda da cizye alınmamıştır. Daha sonra da «açıklayacağımız gibi, Rasulullah'ın bu bölgedeki bazı kimselerle yapmış oldu­ğu anlaşmalar, barış ve karşılıklı hoşgörü anlaşmalarından ibaretti. Onların vermeyi ka­bul ettikleri şeyler de müslümanlann ekonomik hayatlarında önemli bir açığı kapatacak miktarda değildi. Aljhan bu miktar ise beytülmâle irad edilip, müslümanlann genel ihti­yaçlarını ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak için harcanıyordu. Diğer yan­dan 28. ayette sözkonusu edilen korku ise hacc mevsimlerini kendileri için bir kazanç vesilesi kılan ve bununla ihtiyaçlarım gideren Mekke halkının öne sürdüğü bir endişe­dir. Kaldı ki bunlar, müsiümanlar arasında azınlıktaydılar ve cizye onlara ait değildir.

ikincisi; bu görüşler Allah'ın cizyeyi savaş için müslümanlann bir hedefi kıldığı an­lamına geliyor. Oysa ki Kur'an, birçok yerde savaştaki amacın ganimetler olmadığını açıklamaktadır. Daha Önce -özellikle Nisa sûresinin 94. ayetinin tefsirini yaparken- bir­çok vesilelerle söylediğimiz gibi ganimetlerin hedef olması kesinlikle caiz değildir.

Üçüncüsü; Al-i îmran sûresinin 33-64. ayetlerinin tefsirinde belirttiğimiz gibi Rasu-lullah (s) hicretin 6. senesinde yıllık belirli bir cizye üzere Necran hristiyanlanyla anlaş­mıştır. Hicretin 6. yılında Tebük bölgesinde bulunan hristiyan kabilelerini hizaya getir­mek ve İslam'a davet etmek için Devmet'ül-Cendele'ye bir seriyye göndermiştir. On­lardan bazıları müslüman olurken bazıları da kendi dinleri üzere kalmaya devam ederek cizye verdiler.[68] Tebük Gazvesi'nden önce, bu bölgenin çeşitli yerlerine savunma ve karşı koymak amacıyla çeşitli askeri harekatlar yapılmıştı. Rasulullah (s) Arap Yarıma­dasına hükmeden kral ve yöneticelere hicretin 6. yılında kendi mesajını ileten bazı elçi­ler göndermişti. Rumların Mute valisi, Hz. Peygamber'in Basra Kralına gönderdiği Ha­ris el-Ezdi[69] isimli elçisini öldürmüş. Rumlar, valilerden biri olan Feve el-Cüzamiyi müslüman olduğu için öldürmüşlerdi.[70] Tebük bölgesinde yaşayan Beni Cüzzama men­sup bir grup hristiyan, Rasulullah'ın Bizans imparatoruna elçi olarak gönderdiği Dıhye-tü'l-Kelbi'yi katletmişlerdi.[71] Kelb ve Cüzzam kabileleriyle diğer hristiyan gruplar, müslümanlann kafilelerine saldınlar düzenliyor ve Medine'ye savaş açmak için sürekli bir araya geliyorlardı.[72] Tüm bu olaylar, Hz. Peygamber'i, bu ayetin nüzulünden dört yıl önce bunlara karşı koymak için harekete geçirmişti. Öyle ki, Rasulullah (s) hicri 5. yılın başlarında Medine'ye 15 veya 16 gün mesafede bulunan Dumetü'l-Cendel'e doğru harekete geçmiş-ancak sıcak bir savaşa girişmeden geri dönmüştü. Çünkü orada yaşayan kabileler dağılmış ve kaçmışlardı.[73] Sonra Zeyd b. Harise komutasında bir orduyu Dıh-ye'yi öldüren Cüzzamileri yola getirmek için göndermiş, müslümanların ordusu gani­met ve esirlerle geri dönmüştü.[74] Ardından Abdurrahman b. Avf komutasındaki bir or­duyu ikinci bir defa Dumetü'l-Cendel'e göndermiş, onlardan bazıları müslüman olmuş, bazıları da müslüman olmayarak cizye ödemek zorunda kalmışlardı.[75] Sonra Zeyd b. Harise komutasındaki güçlü bir orduyu Mekke'nin fethinden önce hicretin 8. yılında, Hz. Peygamber'in elçisini Öldüren Mute valisinden intikam almak için Mute üzerine gönderilmiştir. Ordu, Mute'ye ulaştı, Rumlar ve hristiyan kabilelerle savaşa tutuştu. On-lan çembere aldı, müslüma'hlarm komutasını üstlenen üç komutan birbiri ardınca şehit düştü. Daha sonra ordu Halid b. Velid'İn komutasında da çekilmeyi başardı.[76]

 Daha sonraları Amr b. As komutasındaki bir orduyu Zatü's-Selasü'e gönderdi. Çünkü hristi-yanlann ileri gelenleri orada toplanıyor ve Medine'ye yürümek için planlar kuruyorlar­dı. Bu bölge fethedildi ve halkı kaçtı.[77]Tüm bunlarla birlikte Rasulullah'ın müslüman­ların Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kureyza ve Hayber yahudilerine savaş açmaları veya onları sürgün etmeleri göstermektedir ki, Rasulullah ve müslümanlar tefsirini yap­makta olduğumuz bu ayetin nüzulünden Önce Ehli Kitab'la savaşmış ve onlardan cizye almışlardır. Taberi'nin aktardığı görüşler, bir taraftan realiteye uymuyorken diğer yan­dan da bu olaylar, şartlan ve sebepleri bakımından cihadın ancak ve ancak savunmak ve düşmana aynısıyla karşı koymak olduğunu, cizye ve ganimetlerin cihadın amacı olma­dıklarını belirten Kur'ani ilkelere uymaktadır.

Hz. Peygamber bu ayetten sonra, tüm klasik tefsir ve tarih kaynaklarının belirttiği ve sûrenin ayetlerinden anlaşıldığı gibi Tebük savaşı için müslümanlan hazırlamış ve bü­yük bir ordunun başında oraya doğru ilerlemiş ve Tebük'ten Şam kapılarına dayanan bölgenin büyük bir çoğunluğu hristiyanlardan oluşuyor ve bunlar da Ehli Kitabtan olan Bizans İmparatorluğu'nun otoritesinde yaşıyorsa büyük bir olasılıkla denilebilir ki, söz-konusu ayetler, bu savaştan önce müslümanlan teşvik, azimlendirmek ve hakhlıklannı belirtmek için nazil olmuştur. Rivayetlerin belirttiğine göre; Rumlar'in Medine'ye savaş açmak için bir araya geldiklerinde ve Lahm, Cüzzam kabileleriyle hristiyanlann tamamı bunlara katılıp öncü birliklerini Şam kapılarına gönderdiklerinde[78] Hz. Peygamber or­duyu donatmıştır.

Tüm bu sebeblerin yanı sıra daha başka sebebler de Rasulullah'ın bu karan alması­na vesile olrriüştur. Bu sebeblerle ilk seriyyelerin gönderilmesini gerekli kılan olaylar, Kur'an-i Kerim'in İslam cihadının meşruluğu ve hedefleri için ortaya koyduğu sebeb­lerle tamamen bağdaşmaktadır.

Rivayetlerin belirttiğine göre; Hz. Peygamber Tebük'ten döndükten sonra elçisini öldüren Mute valisinden intikam almak için gönderdiği Zeyd b. Haris'e komutasındaki ordunun da intikamını almak için Üsame b. Zeyd komutasında ikinci bir ordu gönder­meyi düşünmüştür. Bu da gösteriyor ki, Hz. Peygamber kendisiyle Rumlar ve Şam böl­gelerindeki hristiyan Araplar arasında savaşın hala sürmekte olduğunu kabul ediyor. Ancak bu ordu yola koyulmadan Hz. Peygamber vefat etti. Sonra bu orduyu Rasulul­lah'ın ilk halifesi olan Hz. Ebubekir gönderdi. Ebubekir baş gösteren şiddet olaylarını bastırınca Şam bölgesini nazarı dikkatten çıkarmadı. Rasulullah (s)'ın arzusunu gerçek­leştirmek için oralara sürekli olarak çeşitli ordular gönderdi.

Açıkça görülüyor ki Şam'a yapılan fetih seferleri, Hz. Peygamber ve müslümanlarla Bizans ve yardımcıları arasındaki savaşın sürdüğünü göstermektedir. Bu savaşın sebeb-leri de Kur'an'ın ilkeleriyle tamamen bağdaştığı gibi savaşlar fetih ve ganimet amacıy­la yapılan hücumlar da değildir.

Dikkat edilirse ayetler, Ehli Kitab, yahudi ve hristiyanlan bir arada zikretmektedir. Biz burada söylediklerimize aykırı bir şey görmüyoruz. Hicretin 6. yıiında yahudilerin Medine'den topyekün sürüldüğü, Hayber, Şam yolu üzerindeki köylerde yaşayan yahu­dilerin de güçlerinin yok edildiği, Hicaz bölgesiyle Şam güzergahında kendisiyle sa­vaşmaya değer hiçbir yahudinin kalmadığı, bunların herhangi bir devlet veya başka bir varlığa sahip olmadığı göz önünde bulundurulduğu zaman realiteden hareketle Kur'an'ın bu konudaki emrinin, Bizans ve hristiyan kabilelerle savaşmak için Tebük sa­vaşına gidilmesini teşvik etmeyle ilgili olduğu görülür. Birinci ayette "Ehli Kitab" laf­zının kullanılması, ondan sonra gelen ayette de yahudilerin hristiyanlaria birlikte anıl­ması, ayetin hakkında nazil olduğu koşulların dışında yahudi ve hristiyanlann diğer ko­numlarını da kapsamak için genel bir hukuku amaçlamışiır. Ayetler bunu destekler mahiyette olan kesin bir yasama yöntemiyle nazil olmuştur.

Taberi ve diğer müfessirler[79] "Allah ve Rasulü'nün haram kıldığını haram sayma­yan" cümlesiyle "gerçek dini din edinmeyen" cümlesinin tefsiri hakkında tabiin mü-fessirlerinden çeşitli görüşler rivayet etmişlerdir. Bazıları birinci cümlenin anlamı "bi­zim peygamberimizin haram kıldığım haram saymayanlar" derken bazıları da "kendi kitaplarının ve peygamberlerinin haram kıldığını haram saymayanlar" şeklindedir de­mişlerdir. Ve yine bazı rivayetlere göre ikinci cümlenin anlamı "Allah'a gereği gibi itaat etmeyenler veya hak ehlinin itaati gibi itaat etmeyenler " şeklindedir derken bazıları da "İslam dinini din edinmeyenler" şeklindedir demişlerdir.

Bu rivayetlerden bazılarına göre müslümanlar, birinci ayette, Allah'ın ve elçisi Mu-hammed'in haram kıldığını haram saymayan ve İslam dinini din edinmeyenlerle cizye verinceye kadar savaşmakla emredilmişlerdir. Bizim kanaatimize göre bu, daha önce­leri ycri^cldikyc açıkladığımız gibi Nisa 90-91 ve özellikle de Mümtehine; 8-9. ayetle-riyle belirtilen genel prensibe aykırıdır. Çünkü müslümanlardan uzakta yaşayan, müslü-manlarla hiçbir ilişkileri olmayan toplumlar vardır. Kaldı ki Kur'an'in müslümaniara karşı İyi niyet taşıyan, iyi muamelede bulunan ve barıştan yana olan kimselerle savaş­mayı emretmesi mümkün değildir. Zaten Rasulullah (s) ile Hulefa-i Raşidin'in uygula­maları hakkındaki rivayetler, onların kadın, çocuk, ihtiyar ve rahipler gibi muharip ol­mayanlarla savaşmayı, onları öldürmeyi yasakladıklarını göstermektedir.[80] Sonra ayette kullanılan "min" harfi çeri "onlardan bazısı, bir kısmı" anlamına gelmektedir. Ayetin ruhu ve ayette zikredilen vasıfların yanı sıra diğer ayetlerin ruhu da diğer görüşleri al­mayı (kabul etmeyi) gerekli kılmaktadır. Yani onların Ehli Kitab peygamberlerine nazil olan semavi kitaplardaki Allah ve elçisinin haram kıldığını haram saymamaları, Allah'a gereği gibi itaat etmemeleri, kafirlere hücum edip, insanları öldürmek ve mallarını gasp etmek süreliyle başkalarının kanlarına, mallarına ve haklarına saygı göstermemeleridir. Bazıları hâlâ Allah'a ve ahiret gününe iman ettiği Ehli Kitabın tamamını kapsadığını söylemenin doğru olmadığı "Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen..." cümlesi de bu söylenenlere bir delil teşkil etmektedir. Onların ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istemeleri, dolasıyla Allah'ın dinine daveti bir tarafa bıraktıkları ve engelledikleri ger­çeğini dile getiren ayetler de bir delil mahiyeti taşımaktadır. Ayette zikredilen bu vasıf­lar, İnsanların mallarını haksızlıkla yiyen hristiyanların ruhbanlarına ve yahudilerin de hahamlarına açıkça nispet edilmiştir. İşte tüm bunların hepsi daha önce ilgili yerlerde belirttiğimiz gibi İslam cihadının meşruluğunu teşkil eden gerekçe ve sebeblerdir. Çeşit­li şekillerde ortaya koydukları düşmanlıklanndan ötürü belirttiğimiz bazı savaş harekat­larının yapıldığı, sonra halifelerin ordular gönderdiği Bizans ve Şam dolaylarındaki in­sanlarla müslümanlar arasında hicretin 5. yılından beri zikredilen sebeblerden dolayı i-lan edilen savaş durumu da belirtilen gerekçelere ilave edilebilir. "Kendi elleriyle küçü­lerek, hoyun eğerek" tabiri hakkında Taberi ve diğerleri çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bazı rivayetlere göre "an yedin" (elden) tabirinin anlamı; onların bizzat kendi elleriyle, yüz yüze, peşin olarak bu cizyeyi vermeleridir. Bunun içindir ki Araplar "kendi ellerim­le verdim ve yüz yüze konuştum" deyimlerini kullanırlar. Bazıları da bunun anlamı "zo­runlu olarak vermek, zorunlu bırakmaktır" demişlerdir. Çünkü Araplar, kendisini bir şe­yi vermek zorunda bırakana isteyerek veya istemeyerek bir şeyi vermeyi "kendi elle­riyle vermek, elden vermek" şeklinde kullanmaktadırlar." "Sağirun" (küçülerek, boyun eğerek) kelimesi hakkında da; bu kelime, verenin içinde bulunduğu küçülmeyi boyun eğmeyi bildirir ve "vermek" küçülmek, boyun eğmek anlamındadır demişlerdir. Bazıla­rı da cizye vermenin bizatihi kendisinde, zillet ve boyun eğmenin olduğunu söylemiş­lerdir. Yanı onlar cizye verirken ayakta, cizye alan da oturmuş bir vaziyettedir, cizye verirken^de itilir, hakaret edilir, küçük düşürülürler demektirler. Ancak müfessir Kası-mi'nin belirttiğine göre İmam Nevevi, Ehli Kİtab'ın cizye verirken küçük düşürülmesi­ni, itilmesini ve onlara hakaret edilmesini şiddetle reddetmiş ve bu çok kötü ve batıl bir davranıştır demiştir.

Kanaatimize göre, cümlenin anlamı, boyun eğmeleri, müslümanlara teslim olmaları ve müslümanlann kendi üzerlerindeki otoritesine razı olmalarıdır. Onların küçülmeleri ve boyun eğmeleri böylece gerçekleşmiş olur. Rivayete göre İyad b. Ganem cizye yü­zünden işkence edilen bir l&vmi görünce tahsildara şöyle demiştin "Ben, Hz. Peygam-ber'in 'Yüce Allah dünyada insanlara işkence edenlere kıyamet gününde azap eder' bu­yurduğunu işittim."[81] Hz. Ömer, kendisine birçok cizye malıyla gelenlere "öyle zanne­diyorum ki, siz insanları helak ettiniz" dedi. Onlar da "Allah'a yemin olsun ki, biz bu malları yumuşaklıkla ve zor kullanmadan aldık" dediler. Hz. Ömer, "Yani kamçı veya baskıya olmak suretiyle almadınız öyle mi?" dediğinde "evet" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer "Bu zor ve baskıyı benim ellerimle ve otoritemde gerçekleştirmeyen Allah'a hamd.olsun" dedi.[82]

Yine, Hz. Ömer Şam'dan dönerken güneşin altına dizdirilen ve üzerlerine yağ dökü­len bir gruba rastlar. "Bunların suçu nedir?" diye sordu. "Bunlar cizye vermekle mükel­lef olan kimselerdir, onlara cizyeyi verinceye kadar işkence yapılacaktır." dediler, Ömer, "Peki ne diyorlar, vermeyişlerinin sebebi nedir? diye sordu- Onlar da "vereceği­miz bir şey bulamıyoruz" diyorlar, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle de­di. "Onlan serbest bırakın ve güç yetiremeyecekleri ile sorumlu tutmayın, ben Hz. Pey-gamber'in "insanlara işkence yapmayınız. Muhakkak ki Allah dünyada insanlara işken­ce yapanları kıyamet gününde azaplandınr" dediğini duydum." Sonra onlara işkence yapanlara onların serbest bırakılmasını emretti. Onlan serbest bıraktılar.[83] Ebu Yusuf, haraç ve ekonomi meseleleri ile ilgili olarak yazdığı ve Harun Reşid'e sunduğu "el-Ha-raç" isimli kitabında şöyle diyor: "Cizye alma hususunda onların dövülmesi ve herhangi bir suretle bedenlerine zor kullanılması caiz değildir."[84] Küçük düşürmek, alay etmek, hakaret etmek bir tür işkencedir. Nasıl ki Hz. Ömer ve İyad b. Ganem cizyeyi vermeyi geciktiren zımmiye işkence yapılmasını Rasulullah'ın insanlara işkence yapmayı yasak­layan emrinin kapsamında ele alıp bunu engelleyip, reddetmişlerse, Ebu Yusuf da bun­dan hareketle zımminin dövülmesi veya cizye vermesini talep ederken herhangi bir sû-retlc onun bedenine karşı zor kullanılmasını da caiz görmemiş,  "zımminin dövülmesi ve ödeyeceği halde ona işkence edilmesi de yasaktır ve caiz değildir" demiştir. Daha da Öte şiddetle karşı çıkılması gereken bir konudur. Bu da İmam Nevevi'nin görüşünü des­teklemekte ve İslam'ın yüceliğini göstermektedir. Yine Ebu Yusuf'un Hz. Peygamber­den rivayet ettiği şu hadis bu yüceliğin'güzel bir örneğidir: "Kim bir anlaşmalıya zulme­der veya onu gücünden fazlasıyla sorumlu tutarsa bilsin ki ben onun hasmıyım." Ömer b. Hattab ölüm döşeğindeyken şöyle demişti: "Benden sonraki halifeye, Rasuluilah'ın zimmetinde olan kimselerin anlaşmalarına riayet etmesini (şartlarını yerine getirmesi­ni), bunların dışındaki lerlc savaşmasını ve onları güçlerinin yetmedikleriyle mükellef tutmamasını vagiyet ediyorum." [85] Rasulullah (s)'m arkadaşlarının bu yüce değerlere sımsıkı sarıldığını gösteren çok önemli şu olay cereyan etmişti. İmam Ebu Yusuf'un ri­vayet ettiğine göre; zimmet ehli müslümanların kendilerine karşı güzel davrandıkları ve vefalı olduklarını görünce, naüslümanlann düşmanlarına karşı sert davranmışlar ve bun­lara karşı müslümanlara yafdım etmişlerdir. Müslümanlardan önce kendi adamlarını Bi­zans topraklarına -onların durumlarını görüşmek için- göndermişler ve bunlar, Rumların eşi görülmemiş bir hazırlık yaptıkları haberleriyle geri dönmüşler ve şehrin ileri gelenle­ri, Ebu Ubeyde'nin kendilerine atadığı Emir' e gelerek -bu olay Şam bölgelerinde vuku bulmuştur- durumu bildirmişlerdir. Her şehrin valisi kendilerine gelen bu haberleri Ebu Ubeyde'ye yazıp göndermişlerdir. Her yerden Ebu Ubeyde'ye gelen bu haberler onu ve müslümanlan zor durumda bırakmış, bunun üzerine Ebu Ubeyde bir yazı yazarak onla­rın bulundukları şehir halkından cizye adına topladıkları verginin ve haracın onlara tek­rar iade edilmesini ve onlara "Biz size mallarınızı geri iade ediyoruz, çünkü bizim aley­himizde orduların toplandığı haberi bize ulaştı ve siz de 'sizleri koruyacağımıza dair bi­ze şart koşmuştunuz', oysa ki biz şimdi sizleri koruyamayacağımız için mallarınızı size iade ediyoruz. Ama eğer Allah bize zafer verirse biz kendi aramızda yazdığımız şartlara uyacağız" demelerini emretmişti. Müslümanlar bu şartlarını yerlerine getirdiklerinde onlar, Allah sizi bize geri döndürdü ve onlara karşı size zafer verdi, şayet onlar (sizin yerinizde) olsalardı bize hiçbir şey iade etmeyecekleri gibi bize hiçbir şey bırakmayacak şekilde elimizde var olanların hepsini de alırlardı" dediler.[86] Bu rivayetlerin doğrulu­ğundan genel olarak şüphe etmemek gerekir. Çünkü savunmaya gerek olmadığı bir dö­nemde müslümanlan savunmak için söylenmiş şeyler değildir. İmam Ebu Yusuf, sözko-nusu bu kitabını, H. 2. asrın sonlarında yazmıştır ve bu kitap bize ulaşan en eski kitap­lardan biridir.

İbn Kesir "Kendi elleriyle ve onlar küçülmüş olarak...." cümlesini şu sözleriyle tevil etmiştir: "Yani; zeliller, hakirler ve hor görülenlerdir." Mü'minlerin emiri Ömer b. Hat­tab bundan hareketle onların küçük düşürülmeleri, hor görülmeleri, hafife alınmaları hakkında bilinen şu şartları ileri sürmüştür: "Onun rivayet etliğine göre Abdurrahinan b.

Ganem el Eşari şöyle demiştir: "Ömer b. Haltab'ın Şam halkından olan hristiyanlarla yaptığı anlaşmayı ben yazdım (anlaşma metni şöyleydi): Rahman ve Rahim olan Al­lah'ın adıyla. Bu şu şehirdeki hristiyanlardan mü'minlerin emiri, Allah'ın kulu Ömer'e (gönderilmiş anlaşma) metnidir: Siz, bizx geldiğinizde canlarımız, neslimiz, mallarımız ve dindaşlarımız için sizden güvence istemiştik. Ve şehrimizde veya civarında herhangi bir kilise, manastır, kale, rahip için uzlet yeri yapmayacağımıza bunlardan yıkılanları yeniden inşa etmeyeceğimize, onlardan müslümanların mahallelerinde bulunanları onarmayacağımıza, kiliselerimizi gece veya gündüz gelen müslümanlara kapatmayaca­ğımıza, kapılarına her uğrayana ve yolcuya açacağımıza, gelen müslümanları üç gün boyunca yedirip ağırlayacağımıza, kilise ve evlerimizde hiçbir casus barındırmayacağı­mıza, müslümanlara kar§* yapılan hiçbir hileyi gizlemeyeceğimize, çocuklarımıza Ku-r'an öğretmeyeceğimize, hiçbir şirki alenen işlemeyeceğimize ve kimseyi buna davet etmeyeceğimize, istedikleri taktirde akrabalarımızdan hiçbirinin İslam'a girmesine mani olmayacağımıza, müslümanlara saygılı olacağımıza ve meclislerimize katılmak istedik­lerinde onlara yer vereceğimize, giyim-kuşam, sarık, ayakkabı ve saçlarımızı ortadan ikiye ayırma hususlarında onlara benzemeyeceğimize, onların konuşmalarıyla konuş­mayacağımıza, onların lakaplarını kendimize lakap olarak kullanmayacağımıza, eğerle­re binip kılıç kuşanmayacağımıza, hiçbir silah edinip yanımızda taşımayacağımıza, yü­züklerimizin taşlarını Arapça harflerle nakşetmeyeceğimize, içki satmayacağımıza, saç­larımızın ön taralını kestireceğimize, her nerede olursak olalım kıyafeilerimizi giymeye riayet edeceğimize, zünnarlanmızı (kemerlerimizi) kuşanacağımıza, haç işaretini kilise­lerimizde belirgin olarak göstermeyeceğimize, sembollerimizi müslümanlann çarşıla­rında ve mahallelerinde açıkça belirtmeyeceğimizi, ki liselerim izdeki çanlarımızı çok hafif çalacağımıza, müslümanlann yanında kiliselerimizde ayinlerimiz esnasında sesle­rimizi yükseltmeyeceğimize, onların mahalle ve çarşılarında işaretlerimizi belirtmeye­ceğimize, ölülerimizi onların ölülerinin yanlarına gömmeyeceğimize, müslümanlann elinden geçmiş köleleri almayacağımıza, müslümanlara karşı olgun davranacağımız ve onların evlerini gözetmeyeceğimize dair sizlere söz veriyoruz." Abdurrahman b. Ganem diyor ki: "Bunları yazıp Ömer'e getirdiğimde, Ömer şunları da ilave etti: 'Müslüman­lardan hiç kimseyi dövmeyeceğiz. Tüm bunları yapacağımıza kendimiz ve dindaşları­mız adına size söz veriyoruz Buna karşılık da güvenceyi kabul ediyoruz. Bu söylediği­miz şartlardan birine aykırı davrandığımızda ve kabul ettiğimiz görevlerden birini yeri­ne getirmediğimizde bizim için zimmet yoktur. Asilik yapıp inat edenlere uygulanan her şeyi bize uygulamak size meşrudur. İbn Kesir'in sözkonusu cümle için yaptığı yo­rum rivayet edilen hadislerin ruhundan tamamen uzaktır. Aynı şekilde, hafız imamların rivayet ettiğini söylediği ve sadece ... şu şehrin hristiyanları deyip bu şehrin ismini ne tuhaftır kî ne başında ne sonunda belirtmediği bu rivayet de asıl itibariyle rivayet edilen hadislerin ruhundan çok uzaktır. Eğer Hz. Ömer'le aralarında daha Önce yapılmış bir anlaşma varsa hristiyan bir şehrin tekrar kalkıp bu metni yazmasının düşünülebilecek hiçbir sebebi yoktur. Aynca tarih, Beyt-ül Makdis dışında Hz. Ömer'in fethine ve teslim oluşuna şahit olduğu herhangi bir şehirden bahsetmemektedir. O şehrin halkına yazdığı söylenen bu anlaşma metninin lalız ve İçeriği göreceğiniz gibi aşağıdaki metnin lafız ve içeriğine açıkça terstir ve aykırıdır: " Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bu, müzminlerin emin, Allah'ın kulu Ömer'in İlya (Kudüs) halkına verdiği bir güvencedir. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, çocuklarına, hastalarına ve hasta olmayanları­na ve diğer tüm dindaşlarına (dokunulmamak üzere) onlara güvence vermiştir. Onların kiliseleri iskan edilmeyecek, yıkılmayacak, kiliselerinden herhangi bir bölüm veya çev­relerinden bir kısım eksiltilmeyecektir. Onların mallarına ve çocuklarına dokunulmaya­cak, dinlerini terketmeye zorlanılmayacak ve onlardan herhangi biri zarar görmeyecek­tir. İlya'da, onlarla birlikte hiçbir yahudi iskan etmeyecektir. Diğer şehir halkı gibi İlya halkı da cizye verecektir. İlya'dan Rumları ve hırsızlan çıkarmaları gerekir. Onlardan kim çıkarsa emin olacağı yere ulaşıncaya kadar canı ve malı konusunda emniyettedir. Kim de çıkmayıp kalırsa o da emniyettedir ve İlya halkı gibi cizye vermek zorundadır. İlya halkından kim canıyla-malıyla Rumlarla birlikte gitmek isterse emniyette olacakları yere varıncaya kadar, malları, çocuklan ve canları emniyettedir. Kimin de İlya'da top­rağı varsa isteyen bunun başında kalır ve İlya halkı gibi cizye öder. İsteyen de Rumlarla birlikte gider. İsteyen tekrar ehline dönebilir. Onlar ekinlerini biçinceye kadar kendile­rinden hiç bir şey alınmayacaktır. Bu metinde bulunanlara vermeleri gereken cizyeyi verdikleri gürece ve onlara Allah'ın ahdi, Rasulullah'm ve mü'minlerin zimmeti vardır. Buna Halid b. Velid, Amr b. As, Abdurrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebi Süfyan şahit olmuşlardır. H. 15. yılda yazılmış ve gönderilmiştir." [87] "Müslümanlara ait mahalle ve sokaklar, müslümanlann çarşı ve evleri" ibareleri bir önceki metni çürütmektedir. Çün­kü müslümanlann fetihten önce oralarda ne çarşıları, ne evleri, ne de mahalleleri vardı. Bunların daha Önce olması mümkün değildir, çünkü fetih hareketleri daha sona erme­miştir. Müslümanlann fethin bitimine kadar o yerde kalıp yerleşmeleri de bilinen bir hu­sus değildir. Büyük bir olasılıkla İslam'ın hakimiyeti altında bulunan yerlerden birinde müslümanlar bir takım dolaplar çevirmişler veya bir macera peşinde koşmuşlar, onların bu durumu müslümanlann ve yöneticilerinin zoruna gitmiş, müslümanlar da onlara kar­şı sert davranmışlar ve onları metinde yazılanları yerine getirmeye mecbur bırakmışlar. Belki de bu sebeplerden dolayı böyle bir şey yapmışlardır. İslam ve Hristiyanlık tarihi­nin eski kaynaklannın[88] belirttiğine göre; Maruniler ve Rumlar'la aynı mezheb üzere olanlar fetih orduları geldiklerinde Rumlara yardım etmişler daha sonraları da hicri ilk üç asırda Haşimilerle-Emeviler arasında başgösteren çekişmeler esnasında müslümanla­nn birbiriyle uğraşmasını fırsat bilerek Rumların isteklerine cevap vermişler, ardından hicri 6.,7, ve 8. asırlarda gerçekleşen Haçlı hareketlerini destekleyip yardımcı olmuş­lardır. BeLki de müslümanlan öfkelendiren onların bu tavırları oldu ve metinde yazılı bulunanlara onların harfiyen uymasını «zorunlu hale gelirdiler.

Taberi ve diğer müfesstrler [89] cizye hakkında değişik görüşler aktarmışlardır. Bazı­larından anlaşıldığına göre ayet, cizyenin yalnızca Ehli Kitapb'lan alınmasını, diğerle­rinden alınmayarak, onlarla tevbe edip, namaz kılıp ve zekat verinceye kadar savaşılma-sını belirtmektedir. Bazıları cizyenin kitabi olan Araplardan da alınmayacağını belirte­rek bunları kendilerinden İslam dışında başka hiçbir şeyin kabul edilmediği kimselere dahil etmişlerdir. Cizyeyi yalnızca kitabi olan acemlerle sınırlı tutmuşlardır. Bazıları da cizyenin Arap, acem tüm kitabilerden alınacağını söylemenin yanı sıra acem olan müş­rik ve putperestlerden de alınmasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da Arap ol-sun, acem olsun, ister müşrik, ister putperest, ister kitabî tüm kafirlerden alınacağın söylemiştir. Cizyeyi yalnızca kitabilerle sınırlandıranlar aynı zamanda haklarında bazı nebevi haberleri bulunduğundan dolayı, mecusilerden de alınabileceğini söylemiştir. Ri­vayet edildiğine göre Ömer b. Hattab: "Mecusilerc ne yapacağız? (Nasıl davranaca­ğız?)" demiş, Abdurrahman b. Avf da "Şehadet ederim ki ben Rasulullah'ın şöyle dedi­ğini işittim: "Onlara Ehli Kitab'a uygulanan hukuku uygulayın."

Ayrıca Abdurrahman b. Avf, Hz. Pcygamber'in Hacer mecusilerden cizye aldığına şahit olduğunu belirtmiş ve daha başkaları da yine Hz. Peygamber'in Bahreyn mecusi-lerinden cizye aldığını söylemişlerdir.[90] Ali b. Ebi Talİb'ten gelen bir rivayetten de me-cusilerin Ehli Kitab oldukları anlaşılmaktadır. Bu rivayetin metninin Maide sûresinin 5. ayetini tefsir ederken aktarmıştık. Al-i İmran sûresinin tefsirinden belirttiğimiz gibi, Ra-sulullah (s)'ın Necran hristİyanlanndan cizye aldığını gösteren ve sahih senetlerle riva­yet edilen hadis, cizyenin kitabi oian Araplardan alınmayacağını söyleyen görüşü çürüt­mektedir. Kanaatimize göre cizye verinceye kadar sözkonusu Ehli Kitab'la savaşmak hakkındaki emir, bu emri onlarla sınırlı tutmak anlamına gelmeyip, müslümanları onlar­la savaşmaya sevk etmek hakkındadır. Arap olsun, Acem olsun, kitabi, müşrik ve put­perest olan tüm kafirlerden cizye alınmasının caiz olduğunu söyleyen görüş İmam Ma-Hk'in görüşüdür ve doğru olan da budur. Rivayete göre Rasullullah (s). Yemen bölge­sinde yaşayan Harb b. Abd Kelal, Nuaym b. Abd Kelal, Şurayh b. Abd Kelai ve Heme-dan'a İslam'a girmelerini aksi takdirde cizye vermeleri gerektiğini yazmıştır.[91] Bunun aynısını Bahreyn halkından Amman'a da yazmıştır.[92] Bunlar Ehli Kitab değillerdi. Hz. Peygamber'in Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiğinde bulûğ çağına ermiş herkesten bir dinar kıymetinde bir Yemen elbisesini veya mukabilinden bir dinar almasını emret­miştir. [93] Bu da cizye anlamına gelir. Cizyenin hangi kişilerden ne kadar alınacağı konu­sunda değişik rivayet ve görüşler vardıf. Bu konuda açık ve kesin bir hüküm ortaya ko­yan herhangi nebevi bir nass bulunmamaktadır. Ancak Rasulullah'ın bu konudaki uygu­lamasını gösteren bazı rivayetler vardır. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber Yemen hal­kından her buluğ çağına ermiş olanın bir dinar değerindeki bir Yemen elbisesini veya mukabilinde bjr dinar, [94] Necran hristiyanlannın yılda iki bin takım elbise [95] Cerba ve Erzah halkının yılda 200 dinar,[96] Mukna halkının meyvelerinin dörtte birini [97] cizye olarak vermelerini emretmiştir.

İmam Ebu Ubeyd, Ömer b. Hattab'ın cizye olarak altını olanların dört dinar, gümü­şü olanların kırk dirhem vermelerini, ayrıca müslümanları üç gün süreyle ağırlayıp, er­zakını karşılamalarını istemiştir. Yine rivayet edildiğine göre Ömer b. Hattab, Ammar b. Yasir'i* Abdullah b. Mesud'u ve Osman b. Hanif i Küfe halkına göndermiş, onlar da cizye olarak her kişinin 25 dirhem vermelerini hükmetmişler ve Ömer de bunu caiz gör­müştür. Başka bir rivayete göre Hz. Ömer Osman b. Hanif i göndermiş, o da onlara ciz­ye olarak 48 dirhem veya 25 dirhem ya da 12 dirhem vermelerini söylemiştir. İmam E-bu Ubeyd'in rivayet ettiğine göre; İbn Nuceyh, Mücahid'e "Neden Hz. Ömer, Şam halkına, Hz. Peygamber'in, Yemen halkına koyduğu cizyenin fazlasını koymuştur?" di­ye sormuş. O da, "Şam halkı daha varlıklı olduğundan dolayı böyle yapmıştır" dedi.[98] Tüm bunlardan öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler cizyeyi, bunu ve­recek olan insanların durumlarına ve güçlerine göre takdir ediyorlardı. İmam Ebu Ubeyd, müslümanların halifeleri Ömer b. Hattab'ın takdir ettiğinden fazla cizye almı­yorlardı. Hatta bunu bile vermeyeceklerini gördüklerinde bu miktarı azaltıyorlardı de­miştir. Kaldı ki, kadınları, çocukları ve mallan olmayan körleri, yatalak hastalan, iş gö­remez durumda olanları ve rahipleri bundan muaf tutuyorlardı. Ebu Yusuf ve Ebu Ubeyd'in belirttiğine göre halifeler, kendilerinden cizye alınan kimselere yumuşak dav-ranılmasmı, cizyeyi altın ve gümüş olarak almakta ısrar etmemeleri, buna karşılık top­rak ürünlerinden, hayvanlardan ve el sanatlarından alınmasını emrediyorlardı.[99] Daha da öte cizyeyi veremeyenleri muaf tutuyorlar ve bunlara yaşlanınca da bcytü'l-malden on­lara aylık bağlıyorlardı. İmam Ebu Yusuf, bu -konuda Hz, Ömer'in uygulamasına dair çok güzel bir haber aktarmaktadır: Hz. Ömer bir sokaktan geçerken kapı kapı dilenen yaşlı ve âmâ bir adam gördü. Arkasından kendisine dokunarak "Sen hangi Ehli Kitabtansın?" dedi. O da "y^drymT dedi, "Peki seni gördüğüm bu duruma iten nedir?" di­ye sorunca "Cizye, ihtiyaçlarım ve yaşlılığım" dedi. Hz. Ömer onun kolundan tutarak evine götürdü ve evde bulunanlarla onun ihtiyacını gidermeye çalıştı. Sonra Onu bey-tülmalin sorumlusuna (haznedarına) gönderip "Bu ve bunun gibilerini koru, gözetle. Al­lah'a yemin olsun ki onun gençliğini yiyip, yaşlanınca da kendi haline terk etmemiz in­safa sığmaz. Şüphesiz sadaka fakirler ve miskinler (yoksullar) içindir. Bu da yoksul bi­ridir" dedi. Ondan ve onun gibilerinden cizyeyi kaldırdı.[100] Yine İmam Ebu Ubeyd'in belirttiğine göre Ömer b. Abdulaziz Basra valisine bir ferman gönderip, "Cizyeyi yal-mzca gücü yetenlerden almasını, zimmet ehlinden yaşlılara, güçsüzlere ve hiç bir ka­zanç elde edemeyenlere beytü'l-malden yardım etmesini" emretmiştir. Çünkü, mü'min-lerin emin Ömer b. Hattatın böyle yaptığı haberi kendisine ulaşmıştı.[101] İşte bunların hepsi İslam'ın yüceliğini, adaletini ve hoşgöriilüğünü göstermektedir. Cizye verenin, zor durumda bırakılmasını ve cizyenin altın ve gümüş olarak verilmesinin şart koşulma­sını yasaklayan, cizyeye tekabül eden miktarın tarım veya el ürünlerinden alınmasını öngören aydınlatıcı uygulamalar rivayet edilmiştir.[102] Ve bu uygulamalar sözkonusu adalet ve hoşgörünün eseridir.

Dikkat edilirse, Kur'an, cizyenin harcandığı yerleri zikretmem iştir. Bunun da hik­meti ayetin; ganimetler, fey ve zekatta olduğu gibi cizyeyi gerçekleştirilmesi gereken bir yasa mahiyetinde ele almadığı olabilir. Cizye, müslümanlann beytül malına aittir. Ganimetlerden ve feyden beytü'l-mal'e ait olan payların nerelerde harcanacağı Enfal, 41. ayet ve Haşr, 7. ayetinde belirtilin iştir. Bu paylar, genel maslahat giderlerinde ve ih­tiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarında harcanır. Zekatın harcanacağı yerler de bu sûrenin 60. ayetinde açıklayacağımız üzere bunun gibidir. Buna kıyasla cizye gelirleri, sözünü etti­ğimiz iki gruba harcanır denilebilir. En iyisini Allah bilir. İmam Ebu Ubeyd, cizyeyi de feyden saymıştır.[103] Bu da söylediklerimizi desteklemektedir.

Kanaatimize göre kafir muhariplerle cizye üzerine anlaşma ilkesinin belirtilmesi, İs­lam cihadının gayesini ortaya koymaktadır. O da muhariplere (kendisiyle savaşılanlara) boyun eğdirmek, müslümanların güvenliğini bozmamak, menfaat ve hürriyetlerini çiğ­nememek, İslam'a daveti engellememek için onların gücünü kırmaktır. Birinci ayetin metninden İslam otoritesinin, kendileriyle savaşılan taraf yenilgiye uğrayıp, boyun eğer, teslim olur, anlaşma yapmak isterse ve cizye ödemeye hazır olduğunu bildirirse, cizye vermeleri şartıyla onlarla anlaşma yapmak zorunda olduğu anlaşılıyor. Bu da Kur'an'ın genel ilkeleriyle bağdaşmaktadır. Savaş, bir taraftan düşmanı savuşturmak ve karşılık vermek için meşru kılınırken diğer taraftan da davet hürriyetini, müslümanın güvenliği­ni, menfaatlerini, saygınlığını ve İslam dinine saygıyı sağlamak amacıyla meşru kılınmıştır. Kendisiyle savaşılan karşı taraf İslam otoritesine boyun eğdiğini ilan ettiğinde ve müslümanlar, hürriyetleri, menfaatleri, dinlerine davet etme serbestliği, dinlerine saygılı olma konularında, herhangi bir tökezleme ve tenakuz olmadan güvence duyuyorlarsa maksat hasıl olmuş, demektir. Enfal süresinin "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sende ona eğilim göster ve Allah'a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir, Onlar, seni yardı­mıyla ve mü'minlerle destekler." 61-62. ayetleri ilgili yerlerde açıkladığımız gibi bu konu da apaçıktır. İmam Kasım b. Selam, Hz. Peygamber'den şu hadisi rivayet etmekte­dir. "Belki bir kavimle savaşırsınız da onlar, canlan ve evlatları için sizden anlaşma ta­lep ederler. Sîz bunun dışında onlardan hiç bir şey almayın. Çünkü o sizin için helal de­ğildir.[104] Bu hadiste müslümanlar onların mallarına göz dikmekten men edilmekte, üze­rinde anlaştıkları miktarın fazlasından kaçınmaları gerekliği belirtilmekle birlikte, ken­disiyle savaşılan taraf eğer cizye vermek şartıyla anlaşma talebinde bulunursa müslü-manlarm bu talebe uymalarının vacip olduğu bildirilmektedir. O halde eğer düşman, kendisiyle savaşmaksızın boyun eğmek ve cizye vermek şartıyla barışa yanaşırsa aynı şekilde banş için ona yanaşmak gerekir demek hayli hayli doğru olur. Siyakından da an­laşılacağı gibi Enfal sûresinin sözkonusu ayetlerinin bu hususta nazil olmuş olması muhtemeldir.

Tebük gazvesi esnasında Eyle emiri Yuhanna b. Ru'bc ve halkı ile Cerbe ve Ezrah halkı savaşmaksızın cizye vermek şartıyla Hz. Peygamber (s)'le anlaşma talebinde bu­lundular. Hz. Peygamber onlarla anlaşma yaptı ve ahit yazdı. Aynı şekilde bundan Önce de Necran brisliy ani arıyla savaşmadan cizye üzerine anlaştı ve onlarla ahit İmzaladı.[105]

Burada miislümanların yöneticisi kendileriyle barış yapılmayan ve kitabi olmayan kimselerle cizye almamak üzere barış yapabilir mi sorusu sorulabilir? Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Rasuhıllah (s), muharip düşmanlarla cizye almadan barış yapmıştır. Bu da Kureyş'lc yapılan Hudeybiye anlaşmasıdır. Enfal Sûresinin 61 ve 62. ayetlerinde düşman barışa yanaştığı zaman onlarla barışa yanaşılmasının caiz olduğu belirtilmekte­dir. Bunun cizyeyle ilgili olduğunu gösteren herhangi bir belirti yoktur. Yorumunu yap­makta olduğumuz 29. ayet bundan sonra nazil olmuştur, demek doğrudur. Burada son gelen, öncekini nesh etmiştir demek makul olsa da, kanaatimize göre Enfal süresindeki ayetlerin ruhundan ve Özünden öyle anlaşılıyor ki bunlar, hayatın şartlarıyla ve olayların tabiatıyla uyumlu olmalarından dolayı sürekli olarak geçerli olan bir hukuktur.

Şartlar her zaman müslümanlann boyun eğip cizye verinceye kadar düşmanlarla sa­vaşmasına müsait olmayabilir. Bu durumda müslümanların yöneticisi bu ayetlerden ha­reketle bu gibi durumlarda cizyesiz de olsa düşmanın banş isteğine aynı şekilde muka­bele edebilir. En iyisini Allah bilir.

Yahudilerin, Üzeyr'in peygamberliğine inanmaları yaygın olmamakla beraber 30.ayet, yahudüerin veya bazılarının Hz. Peygamber döneminde bunu söylediklerine kesin bîr delil teşkjl etmektedir. Taberi, bu konuda iki rivayet zikretmektedir. Birinci rivayete göre, ismi Fenhas olan bir yahudi,'bunu Hz. Peygamber'in meclisinde söylemiştir. İkin­ci rivayete, göre de; yahudilerden bir grup Hz. Peygamber'e "Nasıl olurda sana tabi ol­mamızı istersin? Sen ki kıblemizi terk ettin ve Ezra'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanmı­yorsun?" dediler. Sonra Taberi, İbni Abbas'tan şu rivayeti zikreder; "Yahudiler Allah'ın emirlerini ve ve kanunlarını uygulamayıp ihmal ettiklerinde, Tevrat onların gönüllerin­den neshedjldi ve Tevrat aralarından ref olundu(alındi). Ezra, onların içinde salih bir kimseydi. Allah'a yalvardı, yakardı ve niyazda bulundu da duası kabul olundu ve Tev­rat'ın hıfzı kendisine bahşedildi ve O da bununla kavmini müjdeledi ve Tevrat'ı onlara yazdırdı. Ardından Allah Tevratı onlara iade etti. Bunun üzerine onlar; "Bu başka türlü olmaz, olsa olsa bu Alfah'ın oğludur." Dediler. Taberi İbni Abbas'm rivayetiyle öz ola­rak aym ama ayrıntı olarak farklı olan başka bir rivayeti de Süddi'den aktarmıştır. Bu­günkü Tevrat nüshalarında Ezra isminde bir kitap vardır. Ancak burada böyle bir şey yoktur. Orada Ezra'nın Musa'nın şeriatında mahir bir yazıcı (katip) olduğu ve kendisi­ni tamamen Rabb'in şeriatına adadığı belirtilmektedir. İsrailoğulları arasında hükümleri Öğretip onunla amel ediyordu. Herhalükarda bu ayet, şu hususu gözler önüne sermekte­dir. Yahudi ve hristiyanların geneli Rasulullah (s) döneminde kendilerinden öncekilerin yolunu devam ettirmişlerdir. Haham ve rahiplerinin tesirinde ve otoritesinde öyle kal­mışlardır ki sanki onlar haham ve rahiplerini Allah dışında Rabbler edinmişler, onların haram dedikleri haram, helal dediklerini helal kabul etmişlerdir. Kitaplarında yazılı bu­lunanlara ve peygamberlerinin tebliğ ettiklerine aykın bile olsa onların her emrettikleri­ni yerine getirmişlerdir.

Her ne kadar ayet, yahudi ve hristiyanlann. Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istemeleri suretiyle Hz. Muhammed'in peygamberliğine topyekün takınmış oldukları tavrı ortaya koymaktaysa da "Ey iman edenler, ahbar(rahip) ve ruhbanların birçoğu insanların malını haksız yere yiyorlar ve Allah'ın yolundan alıkoyuyorlardı."(33) ayeti onların bu tavırlarının, tüm dindaşlarını etkileyen haham ve rahiplerin tesirinden kay­naklandığını göstermektedir. Bu da, bunların etkisinden kurtulup,Allah'ın hidayetine ta­bi olarak Rasulü'nün davetine icabet edenlerin dışında kalan diğer yahudi ve hristiyan­lann topyekün hahamlarını ve rahiplerini Allah dışında Rabler edindiklerini gözler Önüne seriyor.

"İnsanların mallarını haksız yere yiyorlar" cümlesi, haham ve rahiplerin İslam da­vetine karşı olan ve tüm yahudi ve hristiyanların İslam'a girmesine engel olan konumla­rını açıklamaktadır. Öyle ki dindaşlarından meşru olmayan batıl yollarla kotardıkları birçok mallan kontrollerinde bulunduruyorlardı. Bu malları da ya bir helali haram, bir haramı da helal kıldıkları için rüşvet yoluyla veya kilise ve havralara bağışlanan adaklar yoluyla elde ediyorlardı. Aradan bir süre geçmeden bu mallan kendileri için helal sayıp zimmetlerine geçiliyorlardı. Çünkü onlar, sahip oldukları büyük nüfuz ve itibarlarının yanı sıra bu gelirlerinin de kaybolmasından korkuyorlardı.

İbn Hişam[106] bu söylediklerimizi anlam itibariyle pekiştiren şu rivayeti İbn îshak'tan aktarmakladır. Necran hristiyanlarının heyeti Rasulullah (s)'ın yanma gelip onu dinle­diklerinde heyetin başı olan Ebu Harise kardeşine şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki O, beklemekte olduğumuz peygamberdir." Kardeşi de ; "O halde ne duruyorsun seni on­dan alıkoyan nedir?" dedi. Ardından Ebu Harise; "Bu insanlar bize ikram ettiler, bizi şe­reflendirdiler, bizi madden desteklediler, bunların aksini yapmaktan çekindiler. Şayet (bizimkiler) bunu yapsalardı bu gördüğün herşeyi bizden koparıp alırlardı."

Hristiyanlık Şam bilginlerinde, Irak'ta ve Mısır'da yaygındı. Hristiyanların geneli İs­lam'a girdi. Hatta büyük bir çoğunluğu bunu benimsedi. Bazdan da dinlerinde kalmayı tercih etti. Ancak bunlar gijçlü İslam otoritesinin gölgesinde yaşayan yoğun İslami kitle­nin arasında dağılmış vaziyette bulunan tek tuk ailelerden oluşuyordu. Kanaatimize göre bunlar da hepsi olmazsa bile çoğunluğu kilise ve havraların mülkünü ve gelirlerini yiyen rahip ve hahamlardı. Bu husus, onların büyük çoğunluktan ayn kalmalarını sağlamıştı. "İnsanların mallarını haksız yere yiyorlar ve islam'dan alıkoyuyorlar" cümlesi geçmiş sûrelerde tekrar edilen İslam prensiplerinden bir prensip olan yasağı tekid etmektedir. Bu da insanların birbirlerinin mallarını haksız yollarla yemesi, Allah'ın yolundan insan­ları alıkoyması, şeriatı uygulamaması ve İslam risaletine karşı çıkmasıdır. Aynı zaman­da burada uyarma, ikaz etme ve kınamayı içeren bu Kur'anî ilkelerin sürekliliği belirtil­mektedir. Bu durumun haham ve rahiplere izafe edilmesi de, bu hususun özellikle de toplumda takva ve salah için önder olmaları gereken din adamları ve halkın yöneticile­rinden sadır olmasındandır. Çünkü bunlar Allah katında suç ve günah bakımından daha fazla sorumludur. 32. 33. Ayetler, yahudilcrin Hz. İsa ve Hz. Musa'yı üzen eziyet edici ve alaycı tavırlarını belirten Saf süresindeki ayetlerdeki üsluba yakın bir üslupla gelmiş­tir. Ancak, tercih edilen görüşe göre oradaki uyarı ve kınama Araplar içinken bu ilmi ayet, direkt olarak Kitabiler hakkındadır. Açıkça görülüyor ki, hikmeti ilahi Kitabilerin kötü tavırlarını, niyetlerini ve amaçlarım açıklamak için ikinci bir defa daha tekrar edil­mesini gerekli kılmıştır. Onların kınanması ve reddedilmesiyle belirtiliyor ki Allah, on­ların tuzaklarını boşa çıkarandır ve onlar istemese de nurunu tamamlamaktan başkasına razı olmayandır. Tabiatıyla bu ayet, aynı zamanda Saf sûresinin tefsirinde dikkat çekti­ğimiz gibi İslam dininin genel oluşuna ve bununla da müslümanların psikolojilerine tam bir güven verdiğine, Allah'ın kendileri için razı olduğu dinin diğer bütün dinlerden daha zahir olacağına İşaret etmiştir. Bu da hiç kimsenin söndürmeye güç yetiremediği ve güç yetireceğini zannettiği halde yine de buna muktedir olamayacağı Allah'ın nurudur. Ve bu din müşrikler ve kafirler istemese de Allah'ın bütün dinlere üstün kılacağını vaad et­tiği gerçek dindir. [107]

 

 

Sermaye Birikimi Ve Ebu Zer'in Tavrı

 

"Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azapla müjdele" cümlesi üslup açısından geneldir. Ancak bu ayetin başında ha­ham ve rahiplerin insanların mallarını haksız yere yemileri ve Allah yolundan alıkoy­maları vasıflarıyla zikredilmeleri, ayetin bu ikinci kısmıyla birinci derecede onların kas­tedildiğini göstermektedir. İnsanların mallarını batıl yollarla yemeleri onlan, altın ve gümüş yemeye sevketmiştir. Allah'ın yolundan alıkoymaları ise onların bu servetleri el­lerinde tutmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Böylelikle de ayet, kınama ve bağla­yıcı olma açısından muhkem olmaktadır. Dolayısıyla sözkonusu ayet ve sonraki ayette zikredilen şiddetli uyan, birinci derecede onlara (haham ve rahiplere) yöneliktir.

Ayet, üslup açısından genel olması itibariyle ihtiva ettiği uyarma ve yönlendirme ile aynı zamanda altın ve gümüş biriktirip, Allah yolunda harcamayan herkese dikkat çek­miştir. Taberi'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre ayetle kastedilenler Ehli Kitap'tır. Ancak aynı' zamanda ayet hem genel umumi ve hususi unsurlar içermektedir. Bu da bi­raz önce belirttiğimiz hususlara uygun düşmektedir.

Müfessirler [108]"Altın ve gümüş yığıp Allak yolunda harcamayanlar,,." ayetinin ma­nasını açıklamak amacıyla mal biriktirmenin mübahlığı ve mal biriktirmenin yerilmesi hakkında Rasulullah'tan ve sahabeden çeşitli hadisler rivayet etmişlerdir. Ebu Davud, Hakim ve Malik Ümmü Seleme'den Rasulullah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ze­kat verilecek miktara ulaşıp zekatı verilen mal kenz(yığılmi§) sayılmaz." Başka bir riva­yette "Zekatı, verilen mal kenz değildir[109] Tirmizi ve Hakim bu konuda Ebu Hurey-re'den merfu olarak şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Malın zekatını ödediğin taktirde üze­rinde olan borcu ödemiş sayılırsın"[110] İbn Ömer'den "Kenz ( biriktirilmiş mal), az da ol­sa ve yerin altında saklanmamış bile olsa zekatı verilmeyen maldır. Yerin altında giz­lenmiş ve çok dahi olsa zekatı verilmiş mal kenz değildir." Bunun benzeri İbn Ab-bas'tan da rivayet edilmiştir. Ayrıca İbn Ömer'in "Uhud dağı kadar ve miktarını bildi­ğim malım olsa hiç aldırış etmem. Onun zekatını verir ve onunla Allah'a itaat ederim" dediği rivayet edilmiştir. Rasulullah (s)'ın "Salih bir kulun sahip olduğu mal ne güzel­dir, ne mutlu ona" dediği rivayet edilmiştir. Ayet nazil olunca, bu, Rasulullah'ın ashabı­nın gücüne gitti ve hiçbirimiz kendi çocuğuna hiçbirşey bırakmayacak" dediler. Hz. Ömer bu durumu Hz. Peygamber'e ileterek; "Ya Rasulullah bu ayet arkadaşlarının gü­cüne gitti (onlan zor durumda bıraktı) deyince şöyle buyurdu: 'Muhakkak ki Allah ze­katı farz kılmıştır ki bununla mallarınızdan arta kalanı güzelleştirsin. Mirası da sizden sonra geriye kalan mallarınız için farz kılmıştır.' Hz. Ömer tekbir getirdi. Bunun üzerine Rasullullah şöyle dedi; "Kişinin mal biriktirmesinden daha hayırlı olan bir şeyi sana haber vereyim mi? Kocasının kendisine baktığında mutlu olduğu salına kadındır. Ona emrettiğinde kendisine itaat eden ve yanından ayrıldığında da kendisini koruyan kadın­dır." Bu hadislerden öyle anlaşılmaktadır ki, ne kadar çok olursa olsun zekatı verildiği takdirde mal biriktirmek sakıncalı değildir. Yapılan uyan ise mallarının zekatını verme­yenler hakkındadır. Onu "Allak yolunda harcamayanlar" cümlesinin anlamı Allah yo­lunda infak olarak değerlendirilen zekatı vermeyenlerdir. Müfessirler, bu ayet hakkında mallarının zekatını vermeyenlere şiddetli uyanlarda bulunan nebevi hadisler rivayet et­mişlerdir. Ebu Hureyre şu hadisi rivayet etmektedir; "Rasullullah (s) şöyle buyurdu; "Kim, Allah kendisine mal vermişken, zekatını vermemişse; zekatı verilmemiş malı, kı­yamet gününde iki gözünde simsiyah iki nokta bulunan zehirli bir yılana dönüşür. Bu yılan mal sahibinin boynuna^anlıp onun çenesini iki yanından sararak "ben senin malı­nım, ben senin hazinenim" der."[111] Yine Ebu Hureyre şu hadisi de rivayet etmektedir; "Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Zekatım vermediği, altın ve gümüşe sahip olan hiçkimse yoktur ki, bu altın ve gümüşler, tabakalar halinde cehennem ateşi üzerinde kız­dırılıp mal sahibinin alnı, böğrü ve sırtı dağlanmasın. Bunlar soğudukça yeniden kızdırı­lıp ve uzunluğu elli bin seneye eşit olan bir günde bu dağlanma tekrar edilir. Bu tekrar­lanma işlemi, Allah'ın kullan arasında hükmedip cennet veya cehenneme götüren yol kendilerine gösterilinceye kadar devam eder. (Bunun üzerine) sahabe; "Ya Rasullullah! Deve sahiplerinin durumu da böyle midir?" dediler. Rasullullah; "Devenin hakkını ver­meyen deve sahiplerinin de durumu böyledir. Devenin haklarından birisi de su içmeye götürüldüğü zaman sağılmasıdır." Hakkı (zekatı) verilmeyen devenin sahibi kıyamet gü­nünde geniş bir alanda develerinin önünde yüzüstü bırakılır ve onlardan hiçbir şey kay­bolmadan ucu bucağı olmayan bu alanda ayaklan ile onu çiğner. Ağızlan ile ısırırlar. Bu durum elli bin seneye eşit olan bir günde devam eder. Allah'ın kulları arasındaki hükmü verilip bunlara cennet veya cehennemin yolu gösterilinceye kadar, bu durum de­vam eder. Sahabe; "Ya Rasullullah koyun ve sığınn hükmü de böyle midir?" diye sor­dular. Rasullullah şöyle buyurdu: "Hakkını (zekatını) ödememiş hiçbir koyun veya sığır sahibi yoktur ki kıyamet gününde onlardan hiçbir şey kaybolmadan geniş bir sahada on-lann önüne koyulmasın. Onlann içinde hiç eğri boynuzlu, boynuzsuz veya boynuzu kı-nk olan yoktur. "Bu koyunlar boynuzianyla sahibini toslar ve süresi elli bin yıla eşit olan bir günde ayaklanyla onu çiğneyip geçerler. Ve bu durum, Allanın, kullar arasın­daki hükmü belli olup,gideceği yolun cennet veya cehennem olduğu kendilerine göste­rilinceye kadar devam eder."[112] Bu hadislerde, Rasulullah (s)'ın, zekatı konu edinen, o-nun verilmesini sürekli olarak tekrarlayan, zekatı vereni öven ve zekat vermenin mü'mi­nin imanının doğruluğunu gösterdiğini ortaya koyan, Kur'an'a uygun olarak zekat vermeye atfettiği büyük önem görülmektedir. Daha önceleri yeri geldikçe belirttiğimiz gibi zekat hem sosyal dayanışmanın hem de îslami otoritenin bir göstergesidir. Kenz'in ma­nası ve zekatı verildiği taktirde ma! yığmanın mubah oluşunu belirten hadislerin yanısı-ra müessirler, yığılan malın miktarı, bunun son sınırının ne olduğu ve bu sının aşanla­rın uyarıldığı, mal, altın ve gümüşü yığmanın yenildiği hadisler de rivayet etmişlerdir. Ali b. Ebi Talib'in; "ister zekatı verilsin, ister verilmesin dört bin dirhemden fazla olan kenz (yığma)'dir. Bunun altında olan nafakadır. Elde bulundurulmasında bir sakınca yoktur" dediği rivayet edilmiştir. İbn Ca'd'in rivayet ettiğine göre bu ayet nazil olduğu zaman Hz. Peygamber üç defa "altın ve gümüş mahvolsun (kahrolsun)" demiştir. Bu Rasulullah'ın arkadaşlarının gücüne gitmiş ve "nasıl bir servet edinelim" demişlerdi. Hz. Ömer "Ben bunu, sizyi için öğreneceğim" dedi ve bu durumu Hz. Peygamber'e bil­dirdi. Hz. Peygamber de "Allah'ı zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve size dininizde yardımcı olacak bir eş" buyurdu.[113]

Hadisten Öyle anlaşılıyor ki, Rasulullah'ın arkadaşları yerilenin altın-gümüş gibi malın çeşidi olduğunu, malın bizzat kendisi olmadığını zannetmişler. Rasulullah da ye­rilenin bizzat malın kendisi olduğuna dikkat çekmiştir. Biraz önce zikrettiğimiz hadis, bu hususa daha fazla açıklık getirmektedir. Çünkü altını, gümüşü, deveyi, ineği ve ko­yunları kapsamıştır. Taberi bu hadisi çeşitli senetlerle birbirine yakın ifadelerle rivayet etmiştir. Sevban'dan şu hadisi rivayet etmiştir: "Rasulullah (s) şöyle buyurdu: Kim ar­dından bir kenz (yığılmış mal) bırakırsa bu mal kıyamet gününde simsiyah iki gözlü bir yılana dönüşerek mal sahibinin karşısına dikilir. Mal sahibi 'ne oluyor, sen de nesin?' der. O da 'ben senin geride bıraktığın kenzinim' der. Sonra elinden başlayarak tüm vü­cudunu ağızına alıp kemirir."[114] Ebu Saİd'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Rasulullah şöyle buyurdu: "Allah'la fakir olarak buluş, zengin olarak buluşma." Ebu Said "bunu nasıl yapacağım Ya Rasulallah" dedi. O da: "Senden bir şey istenildiğinde vermemezlik yapma ve sana verilen bir rızkı da gizleme" dedi. "Bunu nasıl yapacağım Ya Rasulal­lah" dedi. Rasulallah da "İşte böyle, aksi taktirde cehennem vardır" dedi". Katade'den Şu hadis rivayet edilmiştir: "Suffa ehlinden biri öldü ve elbisesinin içinde bir dinar çıktı. Rasulullah 'bir dağlama' dedi. Sonra başka biri vefat etti. Onun üzerinde de iki dinar çıktı. Rasulullah 'İki dağlama' dedi." Taberi, Ebu Zerr'den Hz. Peygamber'in şöyle de­diğini rivayet etmektedir: "Yanımda Uhud dağı kadar altın olması, üzerinden üç günün geçmesi beni sevindirmez. Yalnızca kendisiyle borç ödemek için hariç".

Yine Ebu Zerr'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Rasulullah (s)'a vardım. Kabe'nin gölgesinde oturuyordu. Beni görünce şöyle dedi: "Kabe'nin Rabbine andolsun ki onlar hüsrandadır". Yanına gittim ve oturdum. Biraz kaldıktan sonra kalktım ve "Anam ba­bam sana feda olsun Ya Rasulullah, kimdir onlar?7 dedim. O da dedi ki: "Çokça mal sa­hibi olanlardır. Ancak şöyle şöyle diyenler hariç(diye birkaç şart koydu), onlar da azdır"

Ebu Zerr'in 'kim bir beyaz (gümüş) veya sarıyı (altını) arkasında bırakırsa kıyamet gününde onunla dağlanır' dediği rivayet edilir. Zeyd b. Vehb'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Medine'nin köylerinden biri olan Rebeze'de Ebu Zerr'e uğradım. Kendisine 'buraya yerleşmene sebep nedir' diye sordum. O da şöyle dedi: "Biz Şam'daydık ve ben "Altın ve gümüşü yığıp onları Allah yolunda harcamayanları çetin bir azapla müjdele" ayetini okudum". Muaviye: "Bu bizim hakkımızda değildir. Olsa olsa bu Ehli Kitap hak­kındadır" dedi. Ben de "bu ayet hem bizim hakkımızda, hem de onlar hakkındadır" de­dim. Bu hususta benimle onun arasında tartışma oldu. Osman'a haber göndererek beni şikayet etti. Osman kendisine gitmemi bana bildirdi. Ben de ona gittim. Medine'ye gel­diğimde insanlar sanki daha önce beni görmemişçesine başıma üşüştüler. Bu durumu Osman'a şikayet ettim. Osman, bana 'yakında bu durumdan vazgeçersin' dedi. Ben de "Allah'a andolsun ki daha önce söylediklerimi asla terketmeyeceğim" dedim."[115]

Taberi, tarihinde[116] Ebu Zerr'in buna benzer bazı tavırlarım zikreder. Taberi der ki: "Fakirler, Ebu Zerr'in bu sözünü çok beğendiler ve kıpırdanmaya başladılar. Gidip zen­ginlere bunu aktarıp gereğince amel etmelerini söylediler. Zenginler de insanlardan gör­dükleri bu muameleden dolayı şikayette bulundular. Osman'ı, Ebu Zerr'i yumuşaklıkla çağırmaya sevk eden husus bu olmuştur. Yine rivayete göre Osman, Ebu Zerr'e "Şam halkına ne oluyor da senden şikayetçiler" diye sordu. O da "zenginlerin mal birikrirmemeleri gerekir" dedi. Osman şöyle dedi: "Ben, bana yapmam gerekeni yaparım ve hal­kın vermesi gerekeni ahnm. Onları zühde mecbur kılamam ve onlan çalışmaya ve orta yola çağıramam."

îbn Kesir, Ebu Zerr'İn hadisine şu şekilde yorum getirmiştir. Ebu Zerr'in meşrebi, ailerön nafakasından fazlasmı biriktirmeyi haram sayıyordu. O, bununla fetva verir ve insanları buna teşvik ederek onlara Öyle davranmalarını emrederdi. Buna aykırı davran­mayı çok ağır bir şekilde karşılardı. Muaviye onu bundan menetmişse de, bundan vaz­geçmemişti. Bu hususlarda onun insanlara zarar vereceğinden korkan Muaviye, mü'minlerin emirine haber gönderip onu şikayet etti ve onu yanma çağırmasını istedi. Hz. Osman onu yanına çağırdı ve Rebeze'de mecburi ikamete tabi tuttu.

Muaviye onu, Medine'ye gitmeden evvel imtihan etmek istedi ve ona bin dinar gön-derdi, Ebu Zerr bu dinarları aynı gün dağıttı. Ardından o dinarları kendisine getiren ada­mı tekrar göndererek "Muaviye onları bir başkasına göndermişti. Ancak ben yanlışlıkla sana getirmiştim" demesini tembihlemişti. O da Ebu Zerr'e gelip durumu arz edip altın­ları istediğinde Ebu Zerr ona şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana! Onlar elimden çıkalı çok oldu. Ama bana ait olan malım gelirse ondan sana payım veririm."

Taberi de bu görüş ve rivayetlerden sonra şu değerlendirmeyi yapmıştır: "Bu görüş­lerin en doğru olanı; 'zekatı verilen her mal ne kadar fazla olsa da sahibinin biriktirme­sinde sakınca bulunmayan bir kenzdir. Ve biriktirilmesi haram değildir' şeklinde olan görüştür. Ve zekatı verilmeyen her malın sahibi, ne kadar azda olsa -şayet zekat verile­cek kadarsa cezalandırılacaktır."

Beğavi de, "birinci görüş daha doğrudur, çünkü ayet zekatın verilmemesi hakkında­dır, helal olan malı biriktirmemek hakkında değildir" demiştir.

Nisaburi, Zemahşcri, Hazin, Nesefı ve Taberi de bunlara benzer görüşler serdetmiş-lerdir.

Gerçekten de bu, insanın ve eşyanın tabiatına daha uygundur. Çünkü her insandan mal biriktirmemesini veya tüm malını infak etmesini ya da büyük bir kısmını vermesini İsteyemeyiz. Onlardan ancak Allah'ın bir hak olarak onlara farz kıldığını zekat verme­leri istenebilir. Biz bununla -Ali b. Talib'ten rivayet edilen sınırlama dışında- Hz. Pey-gamber'den rivayet edilen tüm hadisler şayet tamamı doğruysa bir çelişki görmüyoruz. Nebevi irşad oradan da anlaşılacağı gibi iki hususa dikkat çekmiştir. İnsan ile eşyanın tabiatı arasındaki dengeyi sağlamak. Aynı zamanda da dünyevileşmekten, durmadan mal biriktirmekten ve bu çoklukla övünmekten nefret ettirmek, bununla üstünlük sağla­mayı engellemek, malı hapsedip Allah yolunda harcamamayı ve ihtiyaç sahiplerine ha­yır yerlerine dağılmamayı engellemektir. Bu irşad da hem ruh hem de anlam olarak ayetlerde vardır. Tüm bunların hepsinde İslam şeriatının evrensel ve daimi sürecek olan temel ilkeleri bulunmaktadır.

Ayet ve hadisler genel olarak müslümanlara yönelik uyanlar dışında dünyevileşme-melerini meşru yollarla da olsa ve zekatlarını da verseler dahi fazla mal yığmamalarını, Allah yolunda, hayırlı yerlere harcamalarını, muhtaçlara yardım etmelerini söylemekte­dir. Bundan dolayı da denilebilir ki, fnüslümanlann yöneticileri; bir taraftan serveti di­ğer taraftan da yoksulları gözetmek, çeşitli yollarla, metotlarla aralarındaki farkı den­gelemek, adaletli bir şekilde bu dengeyi sağlamak, Allah yolunda harcamak, ihtiyaç sa­hiplerine ve hayır yerlerine infakta bulunmak zorundadır. Belki de Ömer Faruk "şayet yeniden bir işe başlamış olsaydım zenginlerin fazla mallarını alır fakirlere dağıtırdım"[117] şeklindeki meşhur sözünü bu Kur'ani ve nebevi telkinden hareketle söylemiştir. [118]

 

36-  Şüphesiz Allah katında ayların sayısı yerleri ve gökleri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlar­dan dördü haram(ayları)dır. İşte dosdoğru din budur. O haram aylarda kendinize zulmetmeyiniz ve nasıl ki müş­rikler sizinle topyekün savaşıyorlarsa sizde onlarla topye-kün savaşın. Bilin ki Allah müttakilerle (korunanlar) bera­berdir.

37-  {Haram aylan) ertelemek[119], ancak küfürde bir artıştır. Kafirler bununla saptırılır. O(haram ayı)u bir yıl helal sa­yarlar, bir yıl da haram sayarlar ki Allah'ın haram kıldığı­nın sayısını denkleştirip Allah'ın haram kıldığını helal yapsınlar. Yaptıklarının kötülüğü kendilerine süslü gösterildi. _ Muhakkak ki Allah kafirler topluluğunu hidayete erdirmez.

 

Ayların Sayısı Ve Haram Aylar

 

Ayetlerin ruhundan ve anlamından haram ayların sayılarıyla birlikte bizzat kendile­rine de dikkat çekildiği anlaşılmaktadır. Bu ayların saygınlığını çiğneyen kınanarak ay-lann sayılarıyla birlikte bizzat kendilerinde var olan saygınlığının da korunması belir­tilmiştir. Ayetlerin metodu belirleyici olup şu hususları ortaya koymaktadır:

Allah, yerleri ve gökleri yarattığı günden beri zaman için her yıl yenileneceği bir de­vir kılmıştır. Her yıl içinde ay şeklinde ortaya çıkan ve ikinci bir yenileyici devir olan on iki ay var etmiştir. Bu aylardan dört tanesi haram aylardır. İşte doğru olan yasa, ger­çek budur. Müslümanların onu gözetmesi gerekir. O aylarda, o ayların saygınlığım çiğ­neyen herhangi bir fiili işlemek veya Arapların cahiliyye döneminde o ayların saygınlı­ğını yit'iren "erteleme" işlemine başvurdukları "nesi" geleneğini sürdürmek suretiyle kendi nefislerine zulmetmemeliler. Kafirlerin bu gelenek üzere gitmeleri ancak onların küfrünü artırır. Çünkü her ne kadar onlar sayıyı gözetiyorlarsa da Allah'ın bizzat haram kıldığını helal sayıyorlar ve helal kıldığı aylan da haram aylar haline getiriyorlar. Oysa yapılması gereken o ayların sayılarına olan saygınlık gibi bizzat o aylann kendilerine de saygınlığın gösterilmesidir. Bu, nesi (erteleme) batıl bir gelenektir, müslümanlann buna uymaması gerekir.

Ayetin son bölümünde müslümanlann müşriklerle, ordann kendileriyle savaştığı gi­bi topluca ve kenetlenerek savaşmaları teşvik edilmekte, Allah'ın; haram aylann say­gınlığını çiğnemekten sakınanlarla birlikte olduğu, onlan desteklediği ve zafere erdirdi­ği güvencesi verilmektedir.

Araştırabildiğİmiz kadanyla müfessirler zahirlerinden anlaşıldığı gibi ne kendinden sonraki ne de kendilerinden önceki ayetlerle herhangi bir ilişkisi bulunmayan bu ayetle­rin sebebi nüzülüyle ilgili herhangi bir rivayette bulunmamışlardır. Taberi'nin bu ayet­lerle ilgili söylediği şudur: "Bu ayetler, müslümanlann müşriklere karşı onların yaptığı gibi topluca birbirine kenetli bir vaziyette bir bütün olarak savaşmalarını teşvik etmek­tedir. Ayların sayısının, haram aylann ve nesi'in zikredilmesi hakkında herhangi bir yo­rum getirmemektedir."

Beğavi ve İbn Kesir şöyle demişlerdir "Müşriklerle topyekün savaşın" cümlesi Ra-sulullah'ın ve müsllimanların Şevval ayında başlattıkları Taif kuşatmasına haram aylar­dan olan Zilkade.1 de devam etmelerinin doğruluğu, haklılığı sadedindedir. Taif kuşat­ması daha önce zikrettiğimiz gibi Mekke'nin fethinden ve Huneyn gününden az sonra yani H. 8, yılda gerçekleşmiştir. Bu ayetlerde yaklaşık olarak bir yıl sonra gerçekleşen Tebük savaşından hemen önce nazil olan ayetlerle birlikte nazil olmuştur. Bunu da bu ayetler bağlamında ele almakta herhangi bir hikmet görülmemektedir. Her iki müfessir-de "nesi" ve ayların sayısının zikredilmesiyle ilgili herhangi bir hikmet ve sebebi nüzul zikretmemişlcrdy;. Ayrıca elimizde bulunan diğer tefsir kitaplarında da bu konuyla ilgili önemli bir husus belirtilmemektedir.

Rivayetler, Tebük savaşının H. 9. yılın Recep ayında gerçekleştiğini belirtmekte­dir.[120] Aynı şekilde Hz. Ebubekir'in Rasulullah'm emriyle O'mın yerine gerçekleştirdiği haccın da Zilhicce ayının yerine Zilkade ayında olduğunu zikreder.[121] Bu hacc, Önceki yıl ilan edilen "erteleme" üzerine gerçekleşmişti. Bu ilanlar Zilkade, Zilhicce ve Mu­harrem aylarının yerine ardarda gelen Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylan üç haram ay ol­muş oldu. Vakfe olayı Zilkade ayında gerçekleşti ve Muharrem hela! ay oldu. Bunun neticesinde Recep ayı, Hicaz da yapılan dini merasimden dolayı haram ayların dördün­cüsü olan doğru konumundan değiştirilmiş oldu. Daha öncede Bakara süresi'nin tefsi­rinde belirttiğimiz gibi Recep ayı mudar olarak isimlendirildi. Görünen o ki, Hz. Pey­gamber insanları Recep ayında Tebük savaşına çağırınca bazıları haram aylarından ka­bul ettikleri bu ayda savaşa çıkmaya itiraz etmişler ve ayetler şu hususları belirtmek için nazil olmuştur: Birincisi: Bu Recep ayı, asıl haram ayı olan Recep değildir. Asıl haram olan Recep ayı Cemadissani'dir. Çünkü Recep, Muharrem ayından altı ay sonra gelir. Bu yılda Zilhicce ayı Muharrem'in yerine geçmiş ve bu yılın Recep ayı da asıl haram olan Recep ayı olmamış oluyor. Dolayısıyla asıl haram olan Recep ayı Cemadülahir'dir. Bu yılın Recep ayında Tebük savaşına çıkmak haram ayın saygınlığını çiğnemek değil­dir. Çünkü bu yılın Recep ayı asıl haram olan ay değildir. İkincisi: "Nesi" geleneğini ha­ram ayların sayısına uymak amacıyla da olsa taklit etmek batıldır, küfürdür ve sapıklık­tır. Çünkü saygınlık yalnızca ayların sayısına değildir aynı zamanda da bizzat ayların kendisinedir. Şayet bu doğruysa, -ki doğru olmasını temenni ediyoruz, her halükarda da yorum bunun doğruluğunu ve tercih edilmesini güçlendirmektedir- her iki ayet, önceki ve sonraki ayetlerin bağlamında nazil olmuştur. Ve siyak birbiriyle bağlantılı ve peşi sı­ra gelmiştir.

Hz. Peygamber, Ebubekir'in haccından bir yıl sonra yani H. 10. yılında haccetti ve haram ayların tertibi asli şekline döndü. O, veda hutbesinde şöyle diyordu: "Zaman dön­dü, dolaştı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı andaki durumunu aldı. Sene on iki aydır ve dört ayı haram ayıdır. Bunlardan üçü ardarda gelir, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem. Re­cep ise tektir ve Cemadi ile Şaban'm arasındadır.[122] Böylece haram ayların sayısını, ter­tibini ve bizzat kendisini olduğu-gibi muhafaza etmenin vacip olduğu emri kesinleşmiş oldu.

"Allah'a ortak koşanlar nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topye-kün savasın" cümlesinin konuyla bir ilgisi olmadığı sanılabilir. Ancak 31. ayet üzerinde iyice düşünüldüğünde bu ayetin konuyla güçlü bir şekilde bağlantılı olduğu anlaşılır. Çünkü o ayet, yahudilerin Üzeyir'e hristiyanlann da Mesih'e Allah'ın oğludur demele­rinden, hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiklerinden bahsetmekte­dir. Oysa ki onlar, tek olan ilah'lan başkasına ibadet etmekle emrolunmamışlardı. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir. Onlar böylelikle müşrikler zümresine dahil oldular. İşte söz böylece tamamlanmış oluyor, yerli yerine oturuyor, siyakta bir bütün­lük oluşturuyor.

Müfessirler bu ayeti de bu sûrenin beşinci ayeti gibi kılıç ayeti olarak kabul etmişler ve bunun daha öncede çeşitli vesilelerle belirttiğimiz gibi Kur'an'da müşriklere karşı yumuşak davranmak, onlardan el çekmek, İslam'dan başkasını da onlardan kabul et­mekle ilgili her ne varsa hepsini nesnelliğini söylemişlerdir. 31. ayet hristiyan ve yahu-dileri, müşrikler zümresine dahil etmiş ve müslümanlara boyun eğip cizye vermeleri du­rumunda onlardan el çekmeye izin vermiştir. İşte bu, sözkonusu ayetin diğer ayetleri neshelmediğİne Kur'ani bir delildir. Zaten biraz önce açıkladığımıza göre de böyledir, kendi maksadını bizzat kendisi açıklamaktadır. Müşrik olan düşmanlar -kİ Ehli Ki-tab'dan sapanlar da bunlardandır- müslümanlarla topyekün, beraberce ve var güçleriyle savaşmaktadırlar. O halde müslümanların da onlara karşı savaşı böyle olmalıdır. Dola­yısıyla bu cümle nasih olmayıp işaret ettiğimiz Kur'an'in genel ilkelerini teyid etmektedir.

Taberi ve diğer müfessirler[123] "o aylarda nefislerinize zulmetmeyiniz" cümlesi hak­kında değişik görüşler rivayet etmişlerdir. Bazıları bunu tüm aylar için geçerli saymış­lardır. Bazıları da sadece haram aylarla sınırlı tutmuştur. Bir kısım görüşlerde de zulüm, genci anlamda günah ve münker olarak yorumlanmıştır. Haram aylarla sınırlayanlar ve zulmü günah ve münker olarak yorumlayanlar şöyle demişlerdir: "Buradaki yasak, bu aylardaki zulmün diğer aylara nazaran daha fazla günah sayılmasından dolayıdır. Bazı­ları da burada geçen zulmü, haram ayların saygınlığını çiğnemek veya bizzat o ayların kendisini değiştirip helallerini haram, haramlarını da helal saymak olarak açıklamışlar­dır. Taberi, 'bu yasak, haram ayların saygınlığının korunması ve haramın helal kılın-maması hakkındadır' diyen görüşü tercih etmiştir. Cümlenin konumundan ve ruhundan anlaşılan doğru olanın bu olduğudur. En iyisini Allah bilir.

Nesi" haram ayların saygınlığıyla ilgili olan cahili bir gelenektir. Ayetin anlamından ve ruhundan bunun sonraları uydurulan bir bid'at olduğu anlaşılmaktadır. Bu konu­da gelen rivayetlere[124] göre; "nesi"i ilan etme işini Arap kabilelerinden belirli birinin li­deri üstlenir, hacc-i ekber günü, ihtiyaç duyduğunda ve insanlar ertelemeyi kendisinden istediğinde bunu ilan ederdi. Mesela gelecek Şevval ayının haram ayı olmasını ilan eder. Muharrem ayı da helal olmuş olur, haccın zamanı değişir ve vakfe Zilhicce ayında ol­ması gerekirken Zilkade ayında gerçekleşmiş olurdu. Zilhicce, Muharrem ayının yerine geçerdi. Sonra ertesi yıl Muharrem ayının tekrar haram ayı olmasını ilan eder ve haram aylar tekrar eski tertibine dönmüş olurdu. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber zama­nında "nesi"i ilan etme işini Ebu Sümamc tbn Avf b. Ümeyye el-Kinani yapmıştır. Hac mevsimine katılır ve haccı ekber günü şöyle bağırırdı: "Dikkat ediniz! Ebu Sümame gü­nah işlemez ve ayıplanmaz." Kendisine "evet" dîye cevap verilirdi. O da haram ayları bir ay ya ileri alır veya ertelerdi. Ebu Sümame'nin bu görevi babası Ümeyyc'den dev­raldığı rivayet edilmiştir. O da babası Kala'dan, O da babası Abbad'dan, O da "nesi" i-lan etme görevini babası Huzeyfe'den devralmıştır. Rivayet edildiğine göre Araplar, "nesi" görevini devralandan bu erteleme işini ilan etmesini istiyorlardı ki, haram ayların girmesiyle birlikte son bulan bir savaşı fazla zaman beklemeksizin sürdürebiİsinlcr. Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre bu gelenek, mevsim dengeleri için başlatılmıştır. Çünkü senenin aylan ay hesabına göre değişiyor ve hac zamanı da buna bağlı olarak tüm mev­simleri dolanıyordu. Haram ayları erteleme, geleneğiyle haccın tek bir mevsimde veya tek bir ayda yapılması istenmiştir. Bizler "nesi" hakkındaki rivayetlerden sonuncusunu tercih ediyoruz. Çünkü bu rivayet hem eşyanın tabiatına uygundur, hem de ayların isim­leri bizzat bu rivayeti tercih etmemizi sağlamaktadır.

Kullanılan Arap aylarının isimleriyle mevsimlere ve hac mevsimine işaretler vardır. Zilhicce, Rebİulevvel, Rebİussani ve Ramazan gibi, Şimdi kullanılan ay isimleri önceki isimlerden değiştirilerek alınmıştır. Önceki isimler şu şekildeydi: Muharrem yerine Mu'temer sonra Nacir, Hevat, Mcsan, Hantem, Rebau, Esam, Azil, Nafik, Gal, Heva ve Berek. Bu isimlerin yerine başka isimlerin kullanıldığı rivayetler de vardır. Ramazan'in isimlendirilmesi şiddetli sıcağa işaret etmektedir. Çünkü tüm filologların ittifak ettiğine göre Ramazan ismi kavurucu sıcaklıktan yanmış toprak anlamına gelen er-Ramdae keli­mesinden gelmektedir. Ardından Şevval gelir ki o haram aylardan değildir. Sonra üç ha­ram ay gelir. Onlar da Zilkade, Zilhicce ve Muharremedir. Bunlar hac mevsimleridir. Muhtemelen Araplar Haram aylar geleneğine göre hareket ettiklerinde veya Arapların Arap yarımadasının her tarafından geldikleri hac mevsiminin bulunduğu yılda Ramazan ayı, yaz aylarının sonuncusuydu yani, Ağustos ayına denk düşüyordu. Diğer üç haram aylar Eylül ayına denk düşen Şevvalden sonra geliyordu. Böylece bu üç ay Ekim Kasım ve Aralık aylarına denk getiriliyordu ve bu aylar da hava koşullan açısından normal aylardı. Arap Yarımadası'nın her tarafında bu aylarda sefere kolaylıkla çıkılabilinirdi. Mevsimler değişmeye başlayınca Araplar, hacc aylarının şiddetli soğuk veya şiddetli sı­cağın olduğu mevsimlere denk gelmesini sağladılar. Birkaç yılda bir, hacc aylarının normal mevsime denk gelmesi için haram ayların vaktini ya bir ay Öncesine alıyor, veya bir a'y erteliyorlardı.

Fasih Arap dili nübüvvetten 150 yıl önce bu şekilde kullanıldığına ve de Arapça ay isimleri fasih Arap dilinden sayıldığına göre bu bidat 150 yıldan beri yapilagclmiştir de­nilebilir. Şayet bu erteleme işini ilk yapanın Huzeyfe el- Kinani olduğunu belirten riva­yet doğruysa yukardaki hesap yerindedir. Çünkü ondan Hz Peygamber'in zamanına ka­dar dört nesil geçmiştir.

İkinci görüşü iercir^etmekle birinci görüşün yanlış olduğunu söylemek istemiyoruz. Büyük bir ihtimalle mevsimleri dengelemek için başlangıçta ortaya konulan "erteleme" daha sonraları kötüye kullanılmış ve insanlar bunu savaş ve öc alma gibi sebeplerden dolayı kullanmaya başlamıştır. Belki de saygınlıkları çiğnemek ve bunlarla oynamak cüretinde bulunmanın kapısını kapamak gibi bir hikmetin yanısıra bunun ani bir şekilde yasaklanmasının sebeblerinden biri de bu suistimal olabilir.Açıkça görüldüğü gibi dört haram ay geleneği Araplara ait özel bir gelenektir.

Müfcssirlcr "İşte doğru din budur" cümlesinin tefsiri hakkında değişik görüşler be­lirtmişlerdir. Bazıları; "nesi, erteleme suretiyle değiştirme ve oynama yapmaksızın doğ­ru ve-hak olan gerçek hesaptır" demişlerdir. Bazıları da bunun manası, "İbrahim ve İs­mail'in üzerinde bulunduğu asıldır" demiştir. İkinci görüş, daha önce de belirtildiği gibi Arapların haecın aslının İbrahim ve İsmail'e dayandırılması hususundaki teamülleriyle bağlantılıdır. Her halükarda bu cümlede, bu geleneğin aslı itibarıyla Allah'ın vahyedil-miş dini geleneklerinden olduğuna dikkat çekilmiştir. "Allah'ın haram kıldığının sayısı­nı denk getirip. Allah'ın haranı kıldığım helal yapsınlar..." cümlesi bu dediklerimizi tc-yid etmektedir. Aynı şekilde burada daha önce de söylediğimiz gibi Arapların cahiliyye döneminde haccla ilgili geleneklerin Allah tarafından vahyedİlmiş dini gelenekler oldu­ğuna inanıyorlardı. Bunun için kınanmışlardır.

Üç haram ay, hacc aylandır. Öyle görünüyor ki bunlar herhangi bir Arap'ın herhan­gi bir mekandan veya bölgeden hacca gelip ve tekrar yerine dönmesi için yeterli bir sü­reden dolayı belirtilmiştir. Recep ayına gelince, rivayetlerden öyle anlaşılıyor ki Hi­caz'da, bu ayda dini bir merasim düzenleniyordu ve bunun hacc mevsimiyle bir ilgisi bulunmamaktaydı. Belki de Umre diye bilinen Kabe'yi ziyaret mevsimidir. Müslüman­ların yapageldikleri "Recep ziyareti" adındaki ıstılah veya gelenek belki de bununla il­gilidir. Rivayetlerden ve müddetinin kısa oluşundan Öyle anlaşılıyor ki bu mevsim, Hi­caz ehlinden başkasının iştirak etmediği yalnızca Hicaz'a mahsus bir mevsimdir.[125] En doğrusunu Allah bilir. [126]

 

38- Ey iman edenler! Size ne oldu ki Allah yolunda toplu­ca savaşa çıkın dendiği zaman yere çakılıp kaldınız[127]' Ahiretten (kayıp)   dünya hayatına mr razı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi ahiretin yanında pek azdır.

39-  Eğer topluca savaşa çıkmazsanız O, sizi pek acıklı bir azabla azablandınr ve yerinize başka bir topluluk getirir. Siz O'na hiçbirşeyle zarar veremezsiniz, Allah herşeye güç yeti rendir.

40-  Eğer siz O'na yardım etmezseniz bilin ki Allah O'na yardım etmişti. Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkar edenler kendisini (Mekke'den) çıkardıkları sırada iki­si mağarada iken arkadaşına "üzülme, Allah bizimle bera­berdir" diyordu . Böylece Allah, O'na sekinetini İndirmişti.

O'nu görmediğiniz ordularla desteklemiş, küfre sapanların sözünü alçaltmıştır. Oysa Allah'ın kelimesi en yüce olan­dır.

41- Hafif ve ağır[128] savaşa kuşanıp çıkın, mallarınızla can­larınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

 

Bu ayetlerde şu hususlara dikkat çekilmiştir.

1- Allah yolunda topluca cihada çağrıldıktan zaman ağırdan hareket eden, gönülsüz davranan müslümanlar kınanmaktadır.

2- Nasıl olur da onlar ahiret hayatını terkedip dünya hayatını ister ve buna rıza gös­terirler. Bundan ötürü ayıplanmaktadırlar. Oysa ki ahirete nazaran dünya hayatının müddeti, nimetleri geçicidir ve çok azdır.

3-  Onları uyarmaktadır, eğer onlar topluca cihada çıkmazlarsa kendi nefislerini Al­lah'ın çetin azabına atmış olurlar. Bu durumda Allah, onlara olan öfkesinden dolayı on­ların yerine başkalarını getirir. O herşeye güç yetirendİr. Ve onlar da O'na hiçbir şeyle zarar veremezler.

4-  Kınama ve tehdit içeren ifadelerle onlara şunlar hatırlatılmaktadır: Şayet onlar Peygamber'e yardım edip ona icabet etmezlerse bilsinler ki O'nun yardımcısı Allah'tır ve yardımcı olarak da O'na yeter. Kafirler O'nu çıkmaya zorladıktan zaman O'na yar­dım eden O'dur. O'nu çıkmaya zorladıklarında yanında arkadaşından başkası yoktu ve o ikisi yalnız başlarına mağaraya sığındılar. Arkadaşının korku ve hüzne kapıldığını görünce ona seslenerek "Üzülme, Allah bizimledir" dedi. Allah da O'na sekinetini indirdi ve hiçkimsenin görmediği askerlerle O'nu destekledi. Sonra Allah'ın izniyle ve emriyle tüm düşmanlara karşı galip kıldı. Öyle ki Allah'ın sözü (kelimesi) en yüce söz oldu. En alçak olan da kafirlerin söz oldu.

5- Tüm, bunlardan sonra müslumanlara; herhalükarda, her imkanda, şekilde ve şartta herhangi hır özür beyan etmeden ağır ve hafif olarak Allah yolunda canlarıyla, mallarıy­la cihad yapmaları emrcdilmcktedir. Çünkü bu, şayet bilirlerse onlar için daha hayırlı­dır. [129]

 

 

Tebük Savaşı, Hicret Ve Hicretin İslami Davet Üzerindeki Etkisi

 

Müfessirler, [130]bu ve sonraki ayetlerin müslümanlann Tebük savaşına çağrılmaları, savaşta olan ve karşılaşılan bazı olaylar, bu esnada tnüslümanların ve münafıkların bazı tavırları hakkında olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Sonraki ayetlerde de buna bazı işaretler vardır.

Daha önce Tebük bölgesinin ve civarının hristiyan kabilelerle meskun olduğunu ve Rumların etkisinin buralara uzandığını söylemiştik. 39. ve sonraki ayetler Tebük savaşı hakkındadır. Ayetler bu şekilde gelen bağlamın devamı mahiyetindedir.

Ayetlerdeki kınama ve uyarılar genel olarak müslümanlara yöneltilmiştir. Ancak sonraki ayetlerde belirtilen apaçık İşaretlerden Tebük gazvesinden dolayı ayetlerde be­lirtilen tavırları takınanların yeni müslüman olmuş kimseler, münafıklar, kalpleri hasta­lıklı olanlar ve bazı Arap grupları olduğu anlaşılmaktadır.

Bu tür uyarı ve kınamalar, Kur'an'ın değişik yerlerinde değişik sûrelerde belirtilmiş­tir. Bunların içerdikleri gizli, açık birçok delilden kmananların yine sözü edilen bu grup­lar olduğu anlaşılmaktadır. Tebük savaşı Hz. Pcygamber'in son savaşı olduğuna göre ikaz ve kınamayı gerektiren tavırlar gösleren bu gruplar Medine döneminin sonlarına kadar aynı tavır içinde bulunmuşlardır. Bundan dolayı da onlar kınama ve ayıplamaya muhatap olmuşlar halta, Saf sûresinde belirtilen ilahi gazaba duçar olmuşlardır. "Ey i-man edenler, niçin yapmayacağınız şeyleri söyliiyorsmız? Yapmayacağınız şeyi söyle­meniz Allah katında bir gazab (alması} bakımından büvökfiir, şüphesiz Allah, kendi yo­lunda bir binanın tuğlaları gibi birbirine bağlanmış, saf bağlayarak çarpışanları se­ver", (Saf 2-4) Ama Muhacir ve Ensardan ilkler ve öne geçenler ve de onlara en güzel bir şekilde tabi olanlar, fedakarlık ve cihad için yapılan her çağrıya icabet etmeye çeşitli vakitlerde Hz. Peygamber1 in emirlerini gerçekleştirmeye koşuyorlardı. Sonuna kadar da böyle olmaya devam ettiler. Bu sûrede ve başka sûrelerdeki birçok ayet onları bu ta­vırlarından dolayı övmektedir.

Ayetlerde belirtilen ikaz, uyarı, kınama ve ceza öyle bir keskin üslupla gelmiştir ki bu işi hafiften alanların, yere çakılıp kalanların, münafıkların ve hasta kalpli olanların tavırlarının çok büyük bir etki ve iz bıraktığını göstermektedir. Sûredeki diğer ayetlerde bu hususlara dikkat çekmeye devam edilmekte onların önceki ve sonraki tavırları sergi­lenmektedir.

Bu sûrenin büyük bir kısmının hakkında nazil olduğu Tebük savaşı, dediğimiz gibi Rasulullah'ın yaptığı en son, katılım bakımından en büyük ve en zor savaştır. Hicretin 9. senesinde yani Mekke'nin fethinden yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşmiştir. Sûrenin ayetleri, olayları atlatmamaktadır. Ancak uyarmak, eğitmek, dikkat çekmek ve Kur'an'ın üslubuna uygun olarak aradaki bazı konumlan, tavırları ve çeşitli şekilleri be­lirtmekle yetinmektedir.

Müfessirler, siyerciler ve tarihçiler bu savaş hakkında birçok açıklamaları içeren çe-Şİtli rivayetler zikretmişlerdir. Bunların özeti şudur: Rumlar1 in Şam'da büyük bir ordu topladığı, hristiyan Araplardan Lahm, Cüzzam, Amile ve Gassan'ın da buna iştirak et­tikleri, öncü birliklerini yola çıkarıp Hicaz'a savaş ilan etmek istedikleri -belki onlar bu­nunla H. 8. yılında müslümanların Mute'ye çıkmalarına misilleme yapmak istiyorlardi-yolundaki haberleri Hz. Peygamber'e ulaştığında Hz. Peygamber, müslumanlardan mümkün olduğu kadar büyük bir ordu donatmalarını ve bu ordu ile düşmanı korkutmak amacıyla Şam sınırlarına dayanmalarını istedi. Şehirli, köylü tüm insanlar bu orduda yer aldı ve ekonomik olarak destek verdi. Her yönü ile büyük bir katılımın olduğu bu ordu, öyle büyük bir ordu haline dönüştü ki rivayetlerin belirttiğine göre sayısı 10 bini atlı 30 bin kadardı. Vaktin yakıcı bir yaz olması, müslümanlann ekonomik olarak zayıf olma­ları, yolculuğun uzak ve meşakkatli olmasından dolayı bu ordu, "zorluk ordusu" olarak isimlendirilmiştir. Rasulullah, bu savaş dışındaki diğer savaştan genci olarak gizliyor­du. Ve kimseye savaşın nereye olduğuna dair bilgi vermiyordu. Ancak bu savaşı daha Önce bildirdi. Ve amacım açıkladı ki insanlar temkinli ve hazırlıklı davransınlar. Osman b. Affan gibi zengin sahabİler bu savaş için, ihtiyacı büyük Ölçüde giderecek şekilde yüklü meblağlarla yardımlarda bulundular. Fakir sahabiler de güçleri nisbetince yardım­da bulundular ve orduya katıldılar. Bu savaşa imkansızlıklardan, fakirliklerinden dolayı katılamayan ve çok islemelerine rağmen yardımda bulunamayanlar, üzüntülerinden gözyaşı döküyorlardı.[131] Hz. Peygamber, bu büyük ordu ile Recep ayında yola çıklı. 20 gün sonra Tebük'e ulaştı orada karargâhını kurdu fakat oraya saldırmadı. Kendisine ulaşan haberin aksine orada büyük bir ordu ile karşılaşmadı. Hz. Peygamber'in yola koyul­duğu haberi onlara ulaşınca hepsi dağılmıştı. Herhangi bir savaşa girişilmedi. Orada bir ay ikamet ettikten sonra geriye döndü. Fakat bu gazve; ekonomik, siyasal ve manevi ba­zı faydalar sağladı.

Hz. Peygamber seriyye ve elçilerini bölgenin çeşitli yerlerine gönderdi. Bunun neti­cesinde Yuhanna b. Ru'be, Cerba, Ezrah halkı Tebük'e gelip cizye üzerine anlaşma yaptılar. Onların emniyette olduklarına dair kendilerine yazılı bir metin verildi. Bunu duyan Mukna, Beni Cübne, Benu Arid ve Beni Adiye yahudileri koşup geldiler. Ancak Hz. Peygamber'in" Medine'ye hareket ettiklerini gördüler. Peşinden gidip ona yetiştiler, cizye vermek üzere anlaştılar ve aynı şekilde yazılı bir sözleşme metni aldılar. Gönderi­len seriyyelerden biri de Halid b. Velid komutasında Dımyetu'l-Ccndel kralı Ukeydir'e gönderilmişti. Halid b. Velid» onu yenerek esir aldı ve 2.000 at, 800 köle, 400 zırh ve 400 ok üzere anlaşma sağladılar. Halid, onu beraberinde Medine'ye götürdü. Ukeydir, Hz. Peygamber'in önünde müslüman oldu ve kendisi ile anlaşma metni yazıldı. Bu sa­vaş, Rasulallah'ın ve müslümanların bu coğrafya üzerindeki etkisini ve otoritesini güç­lendirdi. Rasulullah'a ve onun davetine kulak verildi, onun davetinin burada ve diğer coğrafyalarda duyurulmasını sağladı ve Hz. Peygamber'in takipçileri olacak olan Raşid halifelere yol gösterici tarihi öneme haiz adımlar atılmasına vesile oldu. Hicretin 9. ve 10. yularında bu coğrafyadan birçok heyet Medine'ye akın akın geldi ve müslüman olup Hz. Peygamber'e biat ettiler.

Rivayetlerden anlaşıldığına göre münafıklardan bazıları bu savaşa katılırken bazıları da özür beyan edip katılmadılar. Diğer bedevi Arapların durumu da böyleydi. Samimi olanlara gelince üç kişi dışında özürsüz olarak güç yetirdiği halde katümamazlık ya­pan olmadı. Bu ve bir önceki hususu bu sûrenin sonraki ayetlerinden de anlıyoruz. Bu da savaşa büyük bir kitlenin katıldığını söyleyen rivayetlerin doğruluğunu gösterir. İbn Hişam'ın rivayetine göre münafıkların lideri Abdullah b. Ubey, kendisine bireysel ola­rak katılanlarla birlikte askerini kuşattı ve iddia ettiklerine göre -tabir İbni Hişam'ın kendisinden rivayette bulunduğu İbn İshak'a aittir- asker bakımından az değillerdi. Son­ra özür beyan etti ve birçok arkadaşıyla birlikte savaşa katılmadı. Bazı rivayetlerin be­lirttiğine göre münafıklardan, hastalıklı kalp taşıyanlardan savaşa katılmayarak yalan özürlerini beyan edip, Rasulullah'm kendilerine izin verdiği kişilerin sayısı 80 civarın­daydı.[132] İbn İshak'ın hakkında şüphe taşıdığı önceki rivayetin sahih olması mümkün değildir. Çünkü yahudilere verilen cezadan, gözdağından sonra nazil olan bu sûrenin ba­zı ayetleri ve ondan önceki ayetler, münafıkların içinde bulunduğu korkuyu, endişeyi ve samimi olduklarına dair ettikleri ağır yeminleri belirtmektedir. Onların bu güçte olduk­larını varsaysak bile, bunun onlardan olduğu düşünülemez. Daha önceleri kendi kendilerine aşırılık yapıyorlar hatta öyle bir duruma geldiler ki "Medine'ye döndüğümüz takdirde güçlü olanımız güçsüz olanımızı çıkaracaktır." dediler.

Münafıklardan savaşa katılmayanların 80 civarında olduğunu belirten rivayet, de­diklerimizi tey#id etmektedir. İlgili ayetlerden de anlaşıldığı gibi bunlar münafıkların ço­ğunluğunu teşkil ediyordu. Bu rivayet makûldür, çünkü ayetlerden öyle anlaşılıyor ki, izin isteyip savaşa katılmayanlar zengin kimselerdi. Bunlar da daima sınırlı sayıdadır­lar.

Diğer tavır .ve olayları sözkonusu savaşa işaretlerde bulunan diğer ayetleri açıklar­ken belirtmek üzere burada bu Özetle yetiniyoruz.Üçüncü ayet, Hz. Peygamber'in muhacir olarak Mekke'den çıkıp Medine'ye gittiği­ne işarette bulunmaktadır/ İslam daveti üzerinde büyük bir etkisi olan bu olaya açıkça İşarette bulunan tek Kur'ani işaret budur. Müfessirler, eski tarihçiler ve siyasiler bu olay hakkında değişik senet ve metinlerle birçok rivayet zikretmişlerdir. Bunlar, genel olarak bu ve Enfal sûresinin 30. ayetiyle uyum arzetmektedir: "Hani o küfre sapanlar, seni tu­tuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tu­zağı tasarlarken Allah da bir düzen kuruyordu. Allak, düzen kurucuların hayırlısıdır."

Bu iki ayetten ve rivayetlerden öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber,.kavimler ve böl­gedeki Araplar üzerinde büyük etkileri olan Kureyş ileri gelenlerinin davete icabet et­melerinden ümidini kesmişti.[133]

Hz. Peygamber'in destekçisi amcası Ebu Talib ve en sıcak dostu, arkadaşı, teselli edicisi ve teşvikçisi olan hanımı Hatice vefat etmişlerdi. Elçiliğinin 10. yılında bu ya­kınlarını kaybetmişti. Kendisine bir icabet eden ve yardım eden birisini bulur ümidiyle Taife gitti ama onlar O'nu reddetti. Ardından Hacc mevsiminde davetini kabilelerin ileri gelenlerine arzetti. Evs ve Hazrec liderlerinden bazılarıyla görüştü. Onlara davetini sundu. Onlar da gönüllerini O'na açtılar ve sonraki hacc mevsiminde kavimlerinin du­rumunu iletmek için kendisiyle tekrar görüşmeyi vaadettiler. Ertesi yıl onlardan büyük bir heyet geldi. İslam'a girdiklerine dair ona biat ettiler Arkadaşlarıyla birlikte hicret edip kendilerine gelmesini bildirdiler. Musab b. Umeyr'i elçi, imam, eğitmen ve davetçi olarak onlarla birlikte gönderdi. İslam onların arasında yayılmaya başladı. Diğer taraf­tan da Hz. Peygamber, arkadaşlarını hicret etmeye teşvik ediyordu. Onlar da durumları­na göre fert olarak, cemaat olarak açık ve gizli hicret etmeye başladılar. Allah yolunda mallarını ve ailelerini terkedip, Evs ve Hazreç'tcn müslüman olanların sıcak ilgi ve ala-kalarıyla Medine'ye yerleştiler. Haşr Sûresi'nin 8. ve 9. ayetleri buna işaret etmektedir. "(Bu mallar) Hicret eden fakirleredir ki onlar, Allah'tan bir fazl arayıp Allah'a ve Oı-nun Rasulü'ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp çıkarılmışlardır.

İşle sadık olanlar bunlardır. Kendilerinden Önce o yurdu hazırlayıp imanı yerleştirenler ise hicret edenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı da içlerinden bir kaygı duy­mazlar. Kendileri/ıin bir ihtiyacı olsa bile(onları) nefislerine tercih ederler. Herkim nef­sinin hırsından korunursa işte onlar felah bulanlardır."

Hz. Ppygarrrber'in kendisi sahabenin hicretine tanıklık yapmak için onlardan sonra hicret etti. Kureyş'in ileri gelenleri durumun farkına vardılar. Hz. Peygamber'in hicret etmesinden, Medine'ye yerleşmesinden, İslam'ın Evs ve Hazrec arasında yayılmasından doğacak olan tehlikeyi sezdiler. Çünkü Medine onların ticaret kervanlarının güzergahıy­dı. Evs ve Hazrec, zorluk, savaş ve yardım günlerinin adamları olduğu için, onların da büyük menfaatleri ve çıkarları vardı. Peygamber'e ne yapacakları konusunda tuzaklar üretmeye başladılar. Onu hapsetmeye veya gözetim altında tutacakları bir yere sürgün etme veya Öldürme konularında birbirlerine danıştılar. Sonra onu öldürmeye karar ver­diler. Bunun için de olayın bir tarafa mal edilmemesi ve Beni Haşim'in onun kanını al­maya güç yetirememesi için değişik kabilelere mensup olan bir tim oluşturdular. Bu tim, onu öldürmek için gözetlemeye başladı. Hz. Peygamber durumu anladı ve küçüklü­ğünden beri yanında olan Hz. Ali'ye, vaziyeti çaktırmamak İçin yatağında yatmasını emretti. Ardından böylesi bir gün için hazırlıklı olan Hz. Ebubckir'in evine gitti. Ku-reyş'ten bir grubun kendilerini takip etme ihtimalini gözönünde bulundurarak arkadaşı ile birlikte Sevr dağındaki Hira mağarasına sığındılar. Orada üç gün boyunca kaldılar. Ortalık yatışınca mağaradan çıktılar. Yola koyuldular, kendilerinden önce yoldan kim­senin geçmediğini gördüler ve sağ salim bir şekilde Medine'ye ulaştılar. Ensar onları sevgi ve coşku ile karşıladı. Rivayetlerin belirttiğine göre Kureyş'in ileri gelenleri, O'nu Mekke civarındaki yollarda yakalamak ümidiyle peşinden bir grup gönderdiler. Hatta bunlardan biri mağaranın önünden geçmiş başını uzatıp bakmış ve Hz. Ebubekir büyük bir korku hissetmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine ayette belirtildiği gibi "Üzülme Allah bizimledir" demişti.[134] Mağaraya kadar gelen izci döndü ve arkadaşlarına "Mağarada birinin olması mümkün değildir. Çünkü bir Örümceğin oraya ağ ördüğünü ve güvercine ait iki yumurtanın bulunduğunu gördüm" dedi. Kureyş'in önderleri Mu-hammed'i yakalayıp getirene yüz deve ödül vereceklerini söylediler, ismi Sürak b. Ma­lik olan biri bu Ödülü almak istedi ve atıyla yola koyuldu. Atı yolda tökezlemeye başla­yınca Allah'ın, elçisini koruduğunu anladı. Sonra Hz. Peygamber'İ ve arkadaşını gördü, onlara bir kötülük yapmayacağını bildirdi ve günü geldiğinde kullanmak üzere onlardan bir ahit aldı. Ardından bu adam kavmiyle birlikte müslüman oldu. Ayette ve dipnotta verdiğimiz hadiste Hz. Peygamber'in Allah'a olan sonsuz güveni ve arkadaşının da ken­disine olan aşırı samimiyeti görülmektedir.

Ayet, Hz. Ebubekir'in ismini açıkça belirtmemektedir. Ancak onun Hz. Peygamberle mağara arkadaşı olması ve onunla birlikte hicret etmesi bunun o olduğunu göster­mektedir. Bu husus yakin derecesine varan bir tevatür ile sabittir. Hatta bazıları bunun inkar edenin kafir olacağına hükmetmişlerdir.[135] Tirmizi'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadise göre Ebubekir'e, Hz. Peygamber "Sen benim havuz basımdaki arkadaşım ve mağara arkadaşımsın" demiştir.[136] Bu hadis sözkonusu olayın açıklayıcı bir delilidir. Ayetteki hatırlatma kesin ve güçlüdür. Özellikle Allah'ın Peygamberi'ne olan yardımı­na dikkat çekilmiştir. Öyle ki Hz. Peygamber kovulmuş ve korkmuş, ikiden biri olarak çıkmış, Allah gnu desteklemiş yardım etmiş, düşmanlarının burnunu yere sürtmüş, kü­für ve kafirlerin sözünü alçaltmış, Allah'ın sözünü yüceltmiştir. Burada da Hz. Pey-gamber'in davetinin ve hayatının ve sonuçlarının mükemmel ve güzel şekli gözler önü­ne serilmiştir.                  

Tabresİ'nin Süddi'den rivayet etliğine göre son ayet Tevbe sûresinin 91 ayetini: "Allah'a ve Rasulü'ne karşı samimiyetle hayra çağıran oldukları sürece güçsüz-zayıf­lara, hastalara ve infak edecek hiçbir şeyi bulunmayanlara bir sorumluluk yoktur" aye­tini nesh etmiştir. Öyle ki Allah bu özürleri taşıyanların savaşa katılmaktan aciz kaldık­larım bildirmiştir. İbn Kesir'in, İbn Abbas ve İkrime'den rivayet ettiği görüşe göre de bu son ayet, Tevbc sûresi 122. ayetini: "Mü''mirilerin tümünün Öne atılıp(savaşa)çtkma-ları gerekmez...." neshelmiştir.

Ayet, ağırdan davrananları azarlama ve savaşa teşvik eteme konumunda olmakla birlikte sözkonusu edilen her iki ayette de bu ayetin hükmünün bütünsel olarak anlaşıl­dığı görülmektedir. [137]

 

42-  Yakın bir dünya menfaati[138] ve normal bir sefer'[139] ol­saydı, mutlaka sana tabi olurlardı. Ancak o meşakkatli me­safe kendilerine uzak geldi[140]'. Bununla beraber "eğer gü­cümüz olsa,  elbette çıkardık" diye yakında yemin edecek­ler ve nefislerini helake sürükleyecekler. Allah onların ya­lancı olduklarını biliyor.

43- Allah seni affetsin, sana doğru söyleyenler açıkça belli oluncaya ve yalancıları öğreninceye kadar niye onlara izin verdin.

44-  Allah'a ve ahiret gününe iman edenler; mallarıyla, canlarıyla cihat etmekten geri kalmak İçin senden izin iste­mezler. Şüphesiz Allah korunanları bilir.

45-  Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş, şüpheleri içinde bocalayanlar (geri kal­mak için) senden izin İsterler.

46-  Eğer cihada çıkmayı isteselerdi, elbet onun için hazır­lık yaparlardı. Lakin cihada çıkmalarını[141] Allah istemedi de onları alıkoydu ve "oturun oturanlarla beraber" denildi.

47-  Eğer sizinle birlikte çıksalardı, bozgunculuk[142] etmek­ten başka bir faydaları olmaz ve sizi fitneye uğratmak ama­cıyla aranıza sokulurlardı[143] içinizde de onlara kufak vere­cekler vardı. Allah o zalimleri bilir.

48- (Onlar) daha önce de fitne çıkarmak istediler ve sana türlü İşler çevirdiler[144], nihayet onlar hoşlanmasalar da hakyerine geldi ve Allah'ın emri galebe çaldı.

 

Bu ayetler, Hz. Peygamber'in Allah yolunda cihad etme çağrısına icabet etmekte ağırdan.davranıp, yere çakılıp kalanları, izin isteyip buna katılmayanları kınamaktadır. Bir taraftan onların durumlarını gözler önüne serip, Hz. Peygamber'i ve müslümanlan onurlandırırken diğer taraftan da şu noktalara dikkat çekmektedir:

1- Şayet onların çağnldıklaı şey kolay elde edilebilir bir ganimet veya yakın mesafe­li ve meşakkatsiz bir yolculuk olsaydı dünyevi menfaati elde etmek arzusuyla Hz. Pey­gamberin peşine takılırlardı. Ancak mesafenin uzun ve yolculuğun da zor olduğunu gö­rünce, ağırdan davranıp yere çakılıp kaldılar.

2- Onlar Özür beyan etme girişiminde bulunacaklar ve şayet güç yetirselerdi muhak­kak Hz. Peygamber'le birlikte kalacaklarına dair yemin edeceklerdi. Oysa ki Allah, on-lann yalancı olduklarını bilmektedir. Onların ettiği yeminler, günahlarının daha da art­masından ve helak olup azap görmeleri İçin yeni bir vesile olmaktan başka hiç bir şeye yaramayacaktır.

3- Onların cihada katılmamak için Rasulullah'tan izin istemeleri ve O'nun da izin vermesi bir hataydı. Allah O'nu affetmiştir. Onların iç yüzleri açığa çıkıp kimin doğru kimin yalan söylediği belli oluncaya kadar izin vermemesi daha iyi olurdu. Allah'a ve Ahîrel gününe samimiyetle İman eden bir kimsenin malıyla-canıyla cihattan geri kal­mak için, aslı olmayan mazeretler ileri sürüp yemin etmesi mümkün değildir. Allah, ci­hattan geri kalmayan samimi ve muttaki kimseleri bilir. Allah'a ve Ahiret gününe gerçek bir iman ile iman etmeyen, şüphe ve kuşkulan içinde bocalayıp durandan başkası ci­hattan geri kalmaz ve katılmamak için Hz. Peygamber'den izin istemez.

4-  Eğer onlar.gerçekten cihada çıkmak isteselerdi ve cihada katılmamak için ileri sürdükleri mazeretleri, dedikleri gibi sonradan olmuş bir şey olsaydı onlar cihad için da­ha önceden hazırlık yaparlardı. Onlar böyle bir şeyi yapmadılar . Bu da gösteriyor ki; onlar daha işin başından beri cihada katılmamayı kafaya koymuşlardır. O halde onlara "çocuk, kadın, yaşlı, hasta, kör ve yatalak gibi cihada katılmaktan aciz kalanlarla birlik­te siz de oturun" demek doğru olur.

5- Buna rağmen Allah, müslümanlann haynnı istemiştir. Çünkü O, onların niyetleri­ni bilmektedir. Ve biliyordu ki, eğer onlar müslümanlarla beraber cihada çıkmış olsalar­dı müslümanlann arasına fitne-fesat sokmaktan, laf götürüp getirmekten, oyunbozanlık yapmaktan başka birşey yanmayacaklardı. Özellikle de müslümanlar arasında, onlarla ilişkisi olan, onların sözlerine kulak verecek ve onlardan etkilenecek kimseler vardı.[145] Bundan dolayı da Allah, onların çıkmalarını murad etmedi, onların azmini kırdı ve onla­ra oturma-cihada katılmama düşüncesini yerleştirdi.

6- Başlangıçtan itibaren bunlar vardı. Çeşitli yerlerde, çeşitli şekil ve yöntemlerle fit­ne ve fesadı körüklemeye, hile ve tuzaklara başvurmaya girişmişlerdir. Eğer onlar bu aşamadan sonra bir yumuşaklık gösteriyorlarsa artık bunun zamanı geride kalmıştır. Çünkü hak güçlenmiş ve onların hoşnutsuzluklanna rağmen Allah'ın emri açığa çıkmış­tır. Artık onlar, daha önceleri yaptıkları gibi dalkavukluk yapmaktan ve yalan yere iyi niyet gösterisinde bulunmaktan başka çareleri yoktur. [146]

 

Samimi Olanlarla Olmayanlar

 

Müfessİrler, bu ayetlerle ilgili olarak herhangi bir isim ve olay zikretmemişlerdir. Bu ayet, anlaşıldığı gibi önceki ayetlerin bir devamıdır. Aralarındaki bağ güçlüdür. Birinci ayet de, müfessirlerin, bu ayetlerin uzun ve yorucu mesafeye sahip, herhangi bir gani­metin umulmadığı, kolaylık ve sağlık şöyle dursun daha büyük tehlikelerin beklenildiği Tebük savaşı hakkında olduğu konusundaki ittifaklarını doğrular bîr mahiyettedir.

"Yemin edecekler" ibaresiyle "Allah seni affetsin, neden onlara izin verdin", "Şayet sizinle yola çıksalardı" cümleleri, bu ayetlerin yolculuk esnasında nazi! olduğunu göste­riyor.

Ayetler öyle gösteriyor ki, cihada katılmayanlann bu tavırlan müslümanlann dikka­tini çekmiş ve yolculuklan esnasında bunu konuşmuşlardır. Hikmeti ilâhi, cİhaddan geri kalanları kınamayı ve müslümanlan da teselli edip mora! vermeyi gerekli görmüştür.

Savaştan geri kalanlann vasfedildikleri özellikler, ayetlerde açıkça belirtilmese de

.Onlann münafıklardan ve hastalıklı kalp taşıyanlardan olduklarını göstermektedir. Yine ayetlerin kapsamından Hz. Peygamber'in konumu değişip güçlenince, davet yayılıp fe­tihler gelince münafıklar güruhunun kuvvetlerinin yok olduğu ve çokça güçsüzleştikleri anlaşılmaktadır. Bu güruh daha önceleri dilediğini yapıyor, dilediğini söylüyordu. Nifa­kından ötürü bozgunculuk yapıyor, laf taşıyor, fıtne-fesat tohumu ekiyor, özürler beyan ediyor ve de iyi niyet ve itaat gösterisinde bulunuyordu. Ancak onlann bu durumu fazla gizli kalmayıp, kötü niyetin ve şüphelerle boğuşan kalbin etkisi kendisini sözlerle, fiil­lerle ortaya sergileyiverdi.

Her ne kadar 44. ayet samimi bir mü'minin özelliklerini ortaya koyup, onun bir mü­nafığın yapacağı şeyleri yapmasının mümkün olmadığı karşılaştırmasını yapıyorsa da; kanaatimize göre samimi oAan insanların, Hz. Peygamber'in davetine tereddüt etmeksi­zin icabet etmelerine dikkat çekmiş, onlann samimiyetlerini, güçlü imanlarını, Allah ve Rasulü'ne itaat etmede kendilerini feda etmelerini, mallarıyla canlanyla Allah yolunda cihad etmelerini övgüyle anlatmaktadır. Bu husus bir açıdan ordunun sayı bakımından 30 bine ulaştığını belirten rivayetleri desteklerken diğer açıdan da geniş bir şekilde ya­yıldığını, .samimi insanlardan katılımlann fazla olduğunu göstermektedir. Beğavi ve ibn Kesir'in bazı tefsircilerden rivayet ettiğine göre "Allah seni affetsin" cümlesi, Bedir esirleri hakkında varid olan ilahi azara benzer bir durum arzetmektedir. Bununla birlikte Beğâvİ şöyle diyor: "Allah söze dua ile başlamakla O'nun şanını yüceltmiş ve O'na önem verdiğini göstermiştir. Bu, aynen bir adamın kendi katında iyi bir yere sahip olan birine "Allah seni affetsin .ihtiyacımı gidermiyor musun" demesi gibidir." Biz bu yoru­mun, daha doğru ve ayetin konumuna daha uygun olduğu kanaatindeyiz.

Tabresi ve Zemahşeri bir taraftan cihattan geri kalanlan kınama, diğer taraftan onla­rın geri kalmalannın Allah tarafından bir ilhamla gerçekleştiği durumu arasındaki çeliş­kiyi gidermeye çalışmışlardır. Tabresi bu konuda, "Allah cihada çıkmayı emrettikten sonra onlann cihada çıkmalarını kerih gördü demek doğru olmaz. Ancak cihad niyetiyle ve dini savunmak amacıyla onlara cihadı emretti, onların kötü ve fesat niyetleranden ötürü cihada çıkmalannı kerih gördü veya onlara cihada çıkmayı emretti ancak onların verecekleri zararlan bildiği için yere çakılıp kalmalarını sağladı" diyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu ayetler, moral ve teselli için nazil olmuştur, sorun olarak görmüyo­ruz ve bu konuda zorlanmaya girmeye gerek yoktur.

Beğavi'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre: "Hz. Peygamber o güne kadar mü­nafıkların kimler olduğunu bilmiyordu. Bunun için her izin isteyene ileri sürdüğü maza-retinin doğru olacağı düşüncesiyle izin vermiştir. Bununla beraber bu surenin 101. aye­ti, Hz. Peygamber'in bilmediği bazı münafıklann Medine'de ve çevresindeki bedevi Araplardan olduğunu göstermektedir. Ancak, değişik surelerde münafıklan vasfeden, onlann sözlerini ve fiillerini zikreden bazı ayetlerin bulunması, bu münafıklann birçok -lannın isimleriyle ve şahıslarıyla Hz. Peygamber ve arkadaştan tarafından bilinmekte olduğuna kesin bir şekilde delalat etmektedir. Muhtemelen Hz. Peygamber, savaşın zor­luklarının isteksiz olan kimselerde doğuracağı maddi ve manevi zararları bildiği için yolculuk konusunda kaü davranmış ve gerek nifaklanyla tanınanlar olsun gerek tanın­mayanlar olsun kendisinden izin isleyen herkese izin vermiştir. 45-47. ayetlerde buna delalet eden güçlü ipuçlar vardır.

Ayetler, konu ve zaman açısından özel olmalarına rağmen içerdikleri konumların, her zaman ve mekanda , yiğitlik gerektiren olaylarda, tehlikeli ve riskli alanlarda kendi­ni tekrar göstermesi mümkündür. Bunun için de, sözü edilen tavırları sergileyen kimse­lere karşı dikkatli davranılmalı, onlara fırsat verilmemeli, samimi insanların arasına ka­tılıp onların çalışmaları ve fedakarlıkları yoluyla kendilerine özel bir çıkar temin etme­meleri için onlara engel olunmalıdır. [147]

 

49- İçlerinden öylesi var ki, "bana izin ver, beni fitneye düşürme" der. İyi bilinki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem de kafirleri kuşatacaktır.

 

Bu ayette şu hususlar belirtilmiştir:

1- Tebük savaşı için yapılan çağrı karşısında bazı münafıkların takındıkları tavırlar sergilenmektedir. Öyleki bazıları, Hz. Peygamber'e gelerek izin istemiş ve O'nun ken­dilerini fitneye ve günaha sürüklememesini rica etmişlerdir.

2- Onlara hemen karşılık verilerek zaten onların ve benzerlerinin takındıktan tavır­lardan ötürü, fiilen fitne ve günah içinde oldukları belirtilmiştir. Sanki onlara şöyle de­nilmek istenmektedir: "Onların fitneden korkmaları şaşılacak bir şeydir. Çünkü onlar zaten bu tavırlarıyla fitneye düşmüşlerdir."

3- Ve cehennemin, bütün kafirleri her halükarda kuşattığı onlara bildirilmektedir.

Taberi bu ayetle ilgili olarak çeşitli rivayetler zikretmiştir: Hz. Peygamber insanları cihada çağırırken onlara "hazırlanın, Rumların kızlarını ganimet olarak alırsınız" demiş­tir. Diğer bir rivayete göre de O, bunu kadınlara çok düşkün olan Cedd isimli münafığa söylemiştir. Hz. Peygamber ona Rumlar'ın sansın kızlarını almaya ne dersin demiş, O'-da "burada kalmam için bana izin ver, beni fitneye maruz bırakma, ben sana canımla de­ğil de malımla yardımda bulunayım" demiştir.

Cedd ile ilgili bu rivayet sahih olabilir. Hz. Peygamber'in her insanla onun bildiği arzularını dile getirmek suretiyle konuşması mümkün olabilir. Bununla birlikte özür beyan etmenin bizce başka bir nedeni var. Özür beyan eden kimse şehvetine aşın bir şe­kilde düşkün olabilir ve bu nedenle uzun süre sabretmeye güç yetiremeyebilir. Çünkü e-sir elde etmek fitne ve günah değildir ki, münafık ona karşı kendinden korksun.

DuruYn ne olursa olsun, ayet yalnız başına inmemiştir. Kendinden öncekine atıfta bulunması, siyakıyla sibakıyla bir uyum arzetmesi zaten bunu göstermektedir. Münafık­ların özürlerini beyan edip onları kınamak için ortaya konulan kapsamın bir parçasıdır.

Ayetle, daha.önce belirttiğimiz münafıkların veya onlardan birçoklarının isimleriyle bilindikleri hususunu leyid edici mahiyette deliller vardır. [148]

 

50- Sana bir güzellik [149](zafer) nasip olsa, zorlarına gider ve eğer bir musibet'[150] dokunursa 'biz tedbirimizi önceden al­mıştık''[151] derler ve sevine sevine dönüp giderler.

51-  De ki: "Hiçbir zaman bize, Allah'ın bizim için yazdı­ğından başkası İsabet etmez. Bizim mevlamız O'dur. İman edenler Allah'a dayansınlar."

52- De ki:"Sİz bize yalnızca İki iyilikten birini gözetleyebi­lirsiniz'[152]. Oysa biz, Allah'ın, size ya kendi tarafından veya bizim ellerimizle bir azap ulaştırmasını gözetliyoruz. Hay­di gözetin, biz de sizle beraber gözetenleriz."

 

Ayetlerde şu hususlar belirtilmiştir:

 

1-  Münafıkların, Hz. Peygamber'e ve samimi mü'mİnlere karşı besledikleri niyetle­ri, duygulan ve bu savaş hakkında takınmaları beklenilen tavırları belirtilmektedir. Öyle ki, mü'mİnlere bir hayır ve zafer nasib edildiğinde onlar bundan hoşlanmazlar ve kin beslerler. Şayet onlara bir rrAisibet ve hezimet dokunduğu zaman da kendi başlarının ça­resine baktıkları, ve savaşa katılmadıkları için kendilerini övüp sevinirler.

2-  Hz. Peygamber'in lisanı hal ile onlara şöyle seslenmesi emredilmektedir "Bilin ki bize Allah'ın takdir ettiğinden başkası isabet etmez. Muhakkakla bizim mevlamız O'-dur. Tevekkül edecek olanların yalnızca ona tevekkül etmeleri gerekmektedir. Siz de bİ-zi gözetleyip bu yolculuğun sonuçlarını beklerseniz bilin ki, bundan ötürü bize iki gü­zelliğin birinden başkası isabet etmeyecektir. Ölürsek, şehid olur sevap alırız, şayet za­fer elde edersek kurtulur, ganimet kazanırız. Oysa ki siz kurtulması mümkün olmayan bir azaba duçar olacaksınız. Ya direk olarak Allah katından bir cezaya çarptırılacaksınız veya cezanız bizim etimizle olacaktır. Hep beraber bekleyelim, bakalım günler ne göste­recek.

Münafıkların bahsedilen niyetleri onlann lisan-ı halleridir. Bunun için Rasulullah'ın karşılık olarak onlara lisan-ı hal ile seslenmekle emredildiğini söyledik. Allah'tan bunun doğru olmasını dileriz.

Müfessirler bu ayetlerle ilgili olarak Özel bir rivayette bulunmamışlardır. Görünen o ki, bunlar da kendinden öncekinin bir devamı ve o bütünün bir parçasıdır.

Birinci ayetin, zaman ve konu itibariyle özel bir konumda olmasına rağmen ortaya koyduğu davranış biçimi, her zaman için bazı insanlann diğerlerine karşı gösterdikleri tavırlardır. Bu tür tavırlan sergileyenlerden kaçınmak gerektiği vurgulanmıştır. İkinci ve üçüncü ayetler, samimi müslümanlara güç vermekte, onlan daima desteklemekte ve hu­zur ve güven duygusu vermektedir. Onları yalnızca Allah'a dayanmaları hususunda yönlendirmektedir. Büyük şeylerin üstüne gitmeye, Allah yolunda ve müslümanlann umumi maslahatları uğrunda coşkuyla, sükûnetle, güvenle, sabır ve metanetle fedakarlık yapmaya sevketmektedir. Onlara kesin bir güvence verilerek her halükarda kazançlı, kârlı çıkanlann ve kurtuluşa erenlerin onlar olduğu belirtilmektedir. Bu, dünyevi bir za­fer olmazsa bile Allah'ın sevabına, rahmetine ve rızasına nail olmak olacaktır. [153]

 

53-  De ki: "İster gönüllü, ister gönülsüz sadaka verin, siz­den kabul edilmeyecektir. Çünkü siz fasık olan bir kavim siniz!"

54-  Sadakalarının kabul edilmesine enget olan sadece şuodur: Onlar, Allah'a ve Rasulü'ne karşı nankörlük yaparlar; namaza üşene üşene gelirler ve istemeye istemeye sadaka verirler.

55- Onların ne mallan, ne de evlatları seni İmrendirmesin. Allah, bunlarla onlara dünya hayatında azabetmeyi ve kafir olarak canlarının çıkmasını İstiyor.

 

Bu ayetlerde hitap, Hz. Peygamber'e yöneltilmiştir:

1- Münafıklara, Allah'ın onların gerek gönüllü olarak gerekse bazı şartların zorla­masıyla istememelerine, gönülsüz olmalarına rağmen yapmak zorunda kaldıkları intakı onlardan kabul etmeyeceğim bildirmesini emretmektedir. Çünkü onlar fasık bir kavim­dir. Allah'a ve Rasulullah' a nankörlük yaptılar. Namaza da ancak üşene üşene gelmek­le, arzuyla kalkmamaktalar ve infak etmek istedikleri şeyleri de İstemeye istemeye gö­nülsüz olarak vermcktelcr.

2- Hz. Peygamber teselli edilmekte, ona moral verilmektedir: Onların mallarının ve çocuklarının çokluğuna imrenmemesi vurgulanmaktadır. Çünkü bunlar, onların dünya­da azaba duçar olmalarına bir sebep ve kafir olarak ölmeleri için de onları iman ve ih-lastan alıkoyan bir uğraştır. [154]

 

Münafıkların Cihada Mali Destek Vermeleri

 

Taberi ve diğer müfessüierin[155] naklettikleri rivayetlere göre birinci ayet, Hz. Pey-gamber'den cihada çıkmamak için izin isteyen, buna mukabil mali olarak destek verme vaadinde bulunan münafık Cedd hakkında nazil olmuştur. Görüldüğü gibi ayetteki emir, yapılmasj istenen ilanın münafıklardan birden çok kimseye yapılmasıyla ilgilidir. Bu da gösteriyor ki münafıklardan birden çok kimse cihaddan geri kalmak için izin istemişler ve Rasulullah'a orduya mali yardımda bulunacaklarını söyleyerek şirin gözükmeye çalış­mışlardır. Durum her ne olursa olsun, kanaatimize göre ayetler bağımsız olarak nazil ol­mamıştır ve kendinden önceki ayetlerin bir devamı ve bütünün bir parçasıdır.

Ayetler, göründüğü kadarıyla münafıklara seslenmeyi emretmekle birlikte kanaati­mize göre ikinci ve üçüncü ayetlerin manasından ve ruhundan anlaşılacağı gibi bu hitap şeklî bir farzdır ve belli bir«metodladır. Çünkü ayetler Önce münafıkları, içinde bulun­duktan nankörlük, tembellik, ağırdan hareket etme ve hoşnutsuzluktan dolayı kınamak­ta, azarlamakta, onların durumları belirtilmekte, ardından onların sahip olduğu mal ve evlat çokluğunu küçümsemektedir.

Ayetlerden öyle anlaşılıyor ki, münafıklar güruhu veya birçokları iyi bir konuma sa­hiplerdi. Belki de onların nifak içinde olmaları ve türlü türlü entrikalar çevirmelerinin sebebi buydu. Birçok Mekkî surenin ilgili yerlerinde açıkladığımız gibi Hz. Peygambe-r'tn Mekke'de karşılaştığı direnmenin, çekişmenin sebeplerinden biri de buydu.

Buradaki hitap Hz. Peygamber'e olmakla birlikte bir taraftan müslümanlara, diğer taraftan da münafıklara yöneliktir. Müslümanlara moral verip onları teselli ederken, eği­tirken ve uyarıda bulunurken münafıkları da eleştirmekte ve kınamaktadır. Bu açıklama­dan sonra 55. ayette görülebilecek sorun da kendiliğinden ortadan kalkmış oluyor.Allah onlara mal ve evlat vermekle onlara dünyada azabetmek ve onların kafir olarak ölmele­rini istemiştir.

54. ayet bunun çok güzel bir yorumunu ve sebebini ortaya koymuştur. Şunu belirt­mek gerekiyor ki, mal ve evlat kendi başlarına kötülenmiş ve Allah'ın azabını gerektir­miş değildir. Ancak bunu gerektiren mal ve çocuk çoğaltan kişinin yaptığı kötü fiiller veya bunlara dayanarak yaptığı riya, kendinden sadır olan küfür ve inattır. Bu surenin 24. ayetini açıklarken bu konuya delil teşkil edecek şu hadisi zikretmiştik: "Salih bir ku­lun salîh malı olması ne iyidir."

Daha önceki ayetlerde olduğu gibi bu ayetlerde de sürekli olan ilkeler ve etkiler var­dır. Hastalıklı kalp taşıyanların mallarının ve görünümlerinin onlara karşı takınılması gereken tavır üzerinde hiçbir etkiye sahip olmaması gerekir. Onların, toplumsal şartların baskısıyla bazen vermiş oldukları yardımların, onlardan sadır olacak olan zararlı ve fit­neci, düzenbaza tavırlarına göz yummaya sebep olmaması gerekir. [156]

 

56- Sizden olduklarına Allah'a yemin ediyorlar. Oysa on­lar sizden değiller ve onlar korkak[157]' bir topluluktur.

57-  Şayet sığınacak bir yer yahut mağaralar veya sokula­cak bir delik[158]' bulsalardı, hemen oraya doğru koşarlar­

dı.[159]

 

Her iki ayette de hitap, Hz. Peygamber'e yöneltilmiş ve şu hususlara dikkat çekil­miştir:

1-  Münafıklar onlardan olduklarına ve onların dini üzere bulunduklarına dair Al­lah'a yemin ederler. Oysa onlar gerçekte böyle değildirler.

2- Onları buna sürükleyen korku ve endişeleridir. Şayet onlar sığınacak bir sığınak veya içinde gizlenecek bir mağara ya da delik bulsalardı kendilerine ağır gelen konum­dan ve kendilerini tehdid eden, münafıklığa, ikiyüzlülüğe sürükleyen tehlikeden kaçıp kurtulmak için oraya koşarlardı.

Müfessirler bu ayetlere özgü herhangi bîr rivayette bulunmamışlardır. Görünen o ki, bu iki ayet önceki ayetlerin ve konunun bir devamıdır. Bu ayetler, daha önce de belirtti­ğimiz gibi münafıkların konum olarak değiştiklerini, güçlerinin yok olduğunu, sayıları­nın azaldığını, dalkavukluğa başvurmak zorunda kaldıklarını, Öncesine nazaran daha sa­mimi olduklarını tekid etmeye çalıştıklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca onların gerçek yüzlerini, iyi görünmeye çalıştıkları halde değişmediklerini göstermekte, onları İfşa et­mekte ve onlardan kaçınılması gerektiğini belirtmektedir.

Her iki ayetin ortaya koyduğu manzara gerçekten harikadır. Bu manzaralar ve konum­lar, özellikle de samimi insanların kahramanlık gerektiren koşullarda öne atıldıkları za­manlarda kendini gösterir. Bu güruha karşı uyanık olmanın gerekliliği, açığa vurdukları yumuşaklık, dalkavukluk ve riyadan dolayı onlara boyun eğilmemesİ vurgulanmaktadır. [160]

 

58-  Onlardan kimi de sadakaların bölüştürülmesi husu­sunda) da sana dil uzatır[161]. Eğer o sadakalardan kendileri­ne pay verilirse hoşlanırlar, onlardan kendilerine pay veril­mezse hemen kızarlar.

59-  Ne olurdu bunlar kendilerine Allah ve Rasulü ne ver-,     diyse razı olsaydılar ve "Bize Allah yeter, Allah bize fazlın­dan yine verir, Rasulü de. Bizim tüm rağbetimiz Al­lah'adır" deselerdi.

60-  Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışanlara[162]', kalpleri ısındırı­lacak olanlara[163]', kölelik altında bulunanlara'[164], borçlula­ra[165], Allah yoluna ve yolcuya aittir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Bu ayetlerde şu hususlar belirtilmiştir:

1- Münafıkların diğer tavır ve konumlarına işaret edilmiştir. Onlardan bazıları sada­kaların dağıtımı konusunda Hz, Peygamber'! tarafgirlikle suçlamış ve bundan dolayı onu ayıplamışlardir. Bu da onların özel menfaatlerinden ve kişisel çıkarlarından kay­naklanıyordu. Hz. Peygamber sadakalardan onlara biişey vermediğinde onlar kızıyor­lardı ve kendilerine birşey verildiğinde de seviniyorlardı.

2-  Onlar kınanmaktadır. Ve onların Hz. Peygamber ve Allah'ın kendilerine birşey verdiklerinde razı olup bağlılıklarını ilan etmeleri, Allah ve Rasulü'nün fazlıyla yetin­meleri ve Allah'ın katında olanı arzulamaları gerekirdi.

3- Ayetler, sadakaların (zekatın) verileceği sınıfları; fakirler, yoksullar, zekat topla­makla memur kimseler, kalpleri İslam'a ısındırılmak İstenenler, kölelik altında bulunan­lar, borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolcular olarak belirlemiştir. Bu, uyulması gere­ken Allah'ın bir farzıdır. İşleri en iyi bilen ve hikmetten başkasını emretmeyen hüküm ve hikmet sahibi O'dur. [166]

 

  Zekat Kimlere Verilir?

 

Buharı, Kitabu't-Tefsir'de ilgili ayeti ele aldığı babda, Ebu Said'den şu hadisi riva­yet eder; "Hz. Peygamber, kendisine gönderilen bir şeyi dört kişi arasında bölüştürdü ve "bunları İslam'a ısındırmak için veriyorum" dedi. Bunun üzerine adamın biri "adalet­sizlik ettin" dedi. Hz. Peygamber de "bu adamın neslinden, okun yayından çıktığı gibi dinden çıkanlar gelecektir" dedi.[167] Taberi, bu hadisi büyük bir fazlalıkla Ebu Said'den rivayet etmiştir. "Rasulullah (s) ganimetleri paylaştırırken Zu'1-Huveysira isimli bir Te-mimli gelerek "Adil ol ya Rasulallah!" dedi. Hz. Peygamber dedi ki: "Yazıklar olsun sana, ben adil olmayacağım da kim adil olacak." O sırada orada bulunan Hz. Ömer "Ba­na izin ver de onun boynunu vurayım" dedi. Hz. Peygamber şöyle dedi: "Onu bırak, ka-nşma. Onun öyle arkadaşları vardır ki, sizden biriniz onların namazlarına göre kendi namazını, oruçlarına göre kendi orucunu küçük görür. Onlar okun yaydan fırlayıp çıktı­ğı gibi dinden çıkarlar...

Ebu Said dedi ki: "Ben, Rasulullah'ın böyle dediğine ve Hz. Ali'nin onlarla savaştığında, Rasulullah'ın saydığı bu özelliklere aynen uyan bir adamın getirildiğine şahid ol­dum."

Taberi ayrıca şunu da rivayet etmektedir: "Hz. Peygamber altın ve gümüş bölüştü­rürken yeni müslüman olmuş bir köylü çıkageldi ve "Ey Muhammed, Allah\yemin ol­sun ki Allah sana adaletli olmanı emrediyorsa da sen adil oimadın" dedi. Hz. Peygam­ber "Yazıklar olsun sana, o halde kim adaletli olacak?" diyerek çevresindekilere "Bu ve benzerlerinden sakının. Benim ümmetimden buna benzerler olacaktır. Kur'an'ı okurlar ama boğazlarından (köprücük kemiklerinden) aşağı gitmez. Onlar çıkınca Öldürün, onlar çıkınca öldürün, onlar çıkınca öldürün" uyarısında bulundu. Hz. Peygamber şöyle diyor­du: "Nefsim kudretinde bulunan Allah'a andoisun ki, ben size ne birşey veririm ne de sizden onu menederim. Ben#ancak bir veznedarım."

Yine Taberi 'nin bir rivayeti şöyledir: "RasvîuHah bir sadakayı getirip sağa sola bö­lüştürerek bitirdi. Ensar'dan biri onu gördü ve "bu yaptığın adalet değildir" dedi. Ardın­dan ayet nazil oldu." Hemen belirtelim ki Taberi, ayetin sadece bu son rivayete binaen nazil olduğunu söylememektedir. Ayrıca Buhari de, hadisi kapsayan rivayetinde, sözko-nusu hadisin bu ayetin sebebi nüzulü olduğunu belirtmiyor.

Zulhuveysira, Harkus b. Zübeyr'dir. O, Basra'dan ayaklanıp Medine'ye gelen gru­bun başın da bulunuyordu. Hz. Osman'ın öldürülmesiyle sonuçlanan fitneye iştirak etti. Hz Ali'ye biat etti. Kavmiylc birlikle O'nun ordusuna katıldı. Hz. Ali ile birlikte Cemel vakıasına katıldı. Bu olay, Hz Ali'yle, Aişe, Zübeyr, Talha etrafında biriken grup arasın­da Hz. Osman'ın kanını talep ve onun katillerinden öç almak amacıyla gerçekleşmişti. Sonra Hz. Ali ile Muaviye arasında vuku bulan Sıiiİn savaşına katıldı. Ardından tahkim olayını kabul elliği için Hz Ali'ye karşı ayaklananlarla birlikte oldu. Hz. Ali ile Harici­ler arasında vuku bulan Nehrevan savaşında öldürüldü. (İ) Taberi'nin belirttiğine göre Hz. Ali Nehrevan savaşı bittikten sonra arkadaşlarına şöyle dedi: "Ben Haz Peygam-ber'İn şöyle dediğini duydum. (Gün gelecek ) bir kavim okun yaydan çıktığı gibi din­den çıkacaklar. Onların belirtisi de eli kesik bir adamdır.[168] Yanındakilere onu Ölüler arasında aramalarını şayet bulurlarsa kolunu kesip getirmelerini emretti. Onlar da ara­dıklarında ölüler arasında gerçekten sakat elli birini buldular ve elini keserek Hz Ali'ye getirdiler. O'da "Yalan söylemedin ve yalanlanmadın" dedi.[169]

Hariciler, müslümanlar arasında namaz, oruç, Kur'an okuma ve hayatın zevklerin­den uzak yaşamak gibi konularda en fazla ileri giden kimselerdir. Onların bu durumları Taberi'nin ve Buhari'nin rivayet ettikleri hadislere tamamen uymaktadır. Şayet bu riva­yetler doğruysa bu, Hz. Peygamber'in Ölümünden sonra olacak bir gaybı bildiren bir mucızesidir. Şayet değilse bu hadisler, Hz. Ali'nin, Haricilere karşı aldığı tavrı destelemek ve meşrulaştırmak için olaylardan esinlenmek sureliyle uydurulmuştur.

Şuna dikkat çekelim ki birbirine benzer nakiller birden fazladır bu da, ayetin müna­fıklarla ilgili indiğini söyleyen görüşü doğrular mahiyettedir. Hadislerden de anlaşılaca­ğı gibi kendilerinden bahsedilen şahıslar değişik değişiktir. Bununla birlikte ikinci aye­tin ruhu öyle gösteriyor ki, kendisinden bu sözün sadır olduğu kişi -veya kişiler- Medi­ne'nin münafiklanndandır. Bu da son rivayete uymaktadır. En iyisini Allah bilir.

Kanaatimize göre, ayetin kendisinden öncekine atıfta bulunması, Önceki ayetlerde söz konustı edilen gruba atfedilen çoğul gaib zamiri olan "hum" ayetlerin, yalnızca riva-yetkrde belirtilen sebepten dolayı nazil olmadığını ve genel bağlamdan kopuk olmadı­ğını göstermektektedir.

Hadisler, münafüalann söz ve tavırlarını hatırlatmakta, onları Tebük savaşına katıl­mamalarından dolayı eleştirmekte ve münafıklardan sadır olan diğer tavırlara gönder­mede bulunmaktadır.

Birinci ayetin belirttiği konum, münafıkların, Rasulullah'ın adaletine dil uzattıkları­nı, özel çıkarları uğruna huzursuzluk yaptıklarım göstermektedir. Aynca onların Al­lah'a ve Peygamber'e olan güvenlerinin azlığına, imanlarının boşluğuna, kötü ve hile-kar tavırlarına ve Hz. Peygamberin bu güruhtan çektiklerine işaret etmektedir. Bizim tercihimiz, münafıklar bu ve benzeri tavırları daha güçlü, Hz. Peygamber ve müslüman-ların ise daha güçsüz oldukları zamanlarda sergilediği yönündedir.

Bahsedilen konum sadece birinci ayettedir. Diğer iki ayet tamamlama açısından gel­miştir. Öyle ki ikinci ayet, münafıkları eleştirip, onlara gerçekten samimi olmalarının kendileri için daha iyi olacağı uyarısında bulunmaktadır. Üçüncü ayet de sadakaların verileceği yerleri belitmektedir.

Üçüncü ayet, tamamlama açısından ikinci ayetin nazil olmasıyla birlikte, sadakayı hak edenleri topluca belirten Kur'an'daki tek ayettir ve bu konunun fıkhi dayanağını oluşturmaktadır.

Üzerinde ittifak edilen görüşe göre ayette belirtilen sadakalardan kasıt Özellikle farz olan zekattır. Herhalde "Allah'tan bir farz olarak" cümlesi buna bir karine olmuştur. Bununla birlikte bu cümle aynı zamanda zekatın belirtilen yerlere harcanması gerektiği­ni yeniden vurgulamak için de olabilir.

Üçüncü ayette farz kılınan, zekat olmayıp zekatın verileceği yerlerdir. Çünkü ze­kat, Mckki ayetlerden anladığımız gibi Mekke döneminin ortalarında veya daha önce farz kılınmıştır. Çünkü zekat, isteyen ve yoksul İçin bilinen bir haktır vasfıyla nite­lenmiştir. A'la, Mearic ve Zariyat sûrelerinde bu belirtilmektedir. İşte bundan hare­ketle öyle inanıyoruz ki, bu ayetin zekatı farz kıldığını söylemek, ayete ruhunun taşı­madığı bir anlam yüklemektir. Bu, zekatın verilmesini farz kılan, namazla birlikte o-nun İslam davasının geçerliliği için vazgeçilmez iki ana rûkun olduğunu belirten

Kur'an'ın Mekki ve Medeni bir çok ayetiyle bağdaşmamaktadır.

Bazıları bu ayetin Kur'an'daki sadakayla ilgili gelen emirleri neshettiğini, zekat fari­zasının onun yerine ikame edildiğini söylemişlerdir. Bu söz, ayeti zekatın farziyesini bildiren ayet olarak ele almanın bir sonucudur. Bununla ilgili açıklamalarımızı belirt­miştik. Kaldı ki Mekki ve Medeni surelerdeki bir çok ayet güçlü bir şekilde belirtmekle­dir ki, sadaka daha geniş kapsamlı olup farz kılınan zekat gibi sınırlı bir ölçüye tabi tu­tulamaz. Çünkü Allah yolunda iyi yerlerde muhtaçlara yardım konusunda infakta bulun­mak geniş anlamda bu sınırlı ölçüye sığmayacak kadar geniştir. Buradaki hikmet, nafile olarak verilen sadakalar için sürekli bir konumdadır. Bu surenin, bu ayetinden sonra na­zil olan 103. ayetinde buna güçlü deliller vardır. Öyle ki Hz. Peygamber, salih amelleri­ne bazı kötü ameller karıştıran kimselerin mallarından, onları temizleyip arındırmak amacıyla sadaka alınmasını emretmektedir. Dolayısıyla, bu sadaka farz kılınan zekatın dışında bir şeydir.

Zekatın, nebevi sünnette belirten nisap miktarına ulaşan bütün mallarda verilmesi gereklidir. Bu, ağaçtan tohuma, toprak mahsûllerini, hayvanları, altın, gümüş ve parala­rı, ticaret mallarını kapsar. Kur'an burada yalnızca verileceği yerleri açıklamaktadır. Hangisinden ne kadar verileceğini de nebevi sünnet açıklamaktadır.

Üçüncü ayetin tamamlama ve ayıplayanlara karşı koyma amacıyla nazil olduğunu düşündüğümüzde zekat olarak verilecek olan Ölçülerin zikredilmeyİşinin hikmetini gö­rürüz. Hz. Peygamber'e Allah'tan bir ilham olarak şartların, maslahatın ve imkanların gerektirdiği'gibi tasarrufta bulunma yetkisinin verildiğini söylemek doğru olur.

Ayette sözü edilen sekiz sınıf, ister İslam'ın ve müslümanların genel maslahatları ol­sun, ister yoksul kitleler olsun infak edilecek tüm yerleri biraraya toplamıştır. Ayrıca bu yerler, Eni al, 41 ve Haşr, 7. ayetlerin tefsirlerinde açıkladığımız gibi ganimetleri ve fey'in verileceği yerleri de içine almıştır. Dolayısıyla aralarında çok güzel bir bağlantı bulunmaktadır.

Dikkat edilirse ayette zikredilen sekiz sınıftan üçü, fey ve ganimetlerin verildiği sı­nıflar arasında zikredilmem iştir. Bunlar da borçlular, kölelik altında bulunanlar ve kalp­leri İslam'a ısındırılmak istenen kimselerdir. Hikmeti ilahi müslümanların durumunun ve İslami otoritenin değişmesiyle birlikte nass olarak zikretmeyi gerekli kılmıştır. Çün­kü bu sınıflar, kendilerine fey ve ganimet verilenler arasındadır. Onlarda genel menfaat­ler ve yoksul tabakalardır.

Yine dikkat edilirse Rasulullah'ın isminin sadakaların verileceği sınıflar arasında zUcredilmediği görülür. Oysa ki bu İsim, fey ve ganimetlerin verileceği sınıflar arasında zikredilmişıi. Hz. Peygamber zekatı insanların kiri olarak nitelemiş ve bunun Muham-med'e ve Muhammcd'in ailesine helal olmayacağına dikkat çekmiştir. Müslim ve Ne-sai'nin Abdullah b. Haris el-Haşimi'den rivayet ettikleri şu hadis bu doğrultudadır: "Bu sadakalar insanların kirleridir. Onlar ne Muhammed'e ne de Muhammed'in ailesine he­lal değildir". [170]Tirmizi ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadise göre, RasuluUah kendi­sine getirilen bir yiyeceğin ne olduğunu sorar, eğer hediye denildiyse ondan yer, sadaka denilirse de ondan yemezdi.[171] Hatta Hz. Peygamber, sadakayı (zekatı) azadi köleleri için de helal kılmamıştır. Çünkü Ebu Davud ve Tirmizi'nİ rivayet ettikleri bir hadise göre "bir kavmin köleleri onlardan biridir" denilmektedir. Ebu Davud ve Tirmizi Hz. Peygamber'in azadlı kölesi Ebu Raİı'nİn şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. "Peygamber Beni Mahzun kabilesinin zekatını taksim etmek için bir adam göndermişti. Bu adam E-bu Rafı'ye "bana arkadaşlık et, sen de bir miktar alırsın" dedi. Ebu Rafı, "gidip, Pey­gambere sorayım" cevabını verdi. Gelip sorunca Hz. Peygamber kendisine "Bir kavmin azadlısı onlardan sayılır, btee zekat helal değildir" buyurdu.[172] Buraya kadar söyledikle­rimizde bir hikmeti daha görüyoruz. O'da Hz. Peygamber'in isminin zikredilmcmesi başkaları için bir meydan okuma ve karşı koyma konumundadır. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Muhakkak ki Rasulullah'ın kendisi için sadakalardan bir pay yoktur. Du­rum bu olunca onun konumu her türlü şüpheden, zandan ve ayıplamadan soyutlanmış­tır. O'nun genele ait olan özellikle de müslümanlardan alınan kamuya ait mallardan pay istemesi söylentilere zemin hazırlayan hassas bir konudur." İşte Hz. Peygamber'in, düş­manlarından alınan ve zengin-fakir ayırdedilmeksizin onu hakedenlere dağıtılan mallar­dan oluşan feyîn ganimetin aksine sadaka(zekat)lardan tenzih edilmesinin bizce bir hik­meti budur. Burada da Hz. Peygamber'in mertebesinin ve şanının her türlü mertebe ve şandan yüce olduğunun belirtilmesiyle birlikte müslümanlann yönetiminin, maslahatla­rın ve kamuya ait malların denetiminde bulunduranlara güzel ilkeler-uyanlar vardır.

Müfessirler, hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekatı ile para ve ticaret mallarının zekatı arasında fark olduğunu söylemişlerdir. Bazıları beyt'ül malın yetkisini, hayvanla­rın ve toprak mahsûllerinin zekatını, gönüllü veya gönülsüz olarak sahiplerinden topla­makla sınırlı tutmuşlardır. Bunun dışındaki para ve ticaret mallarının zekatlarını, sahibi gücü yettiği takdirde bizzat kendisi dağıtır. Beyt'ül-malın bunların zekatını zorla topla­ması, yetkisi dahilinde değildir.[173]

v Ayet mutlak olup bu farka değinmemektedir. "el-Amiline aleyha"(onu toplamakla görevliler) ibaresi zekatın her türlüsünün müslümanlann yöneticilerinin memurları vası­tasıyla toplamaya yetkili oldukları anlamına gelmektedir. Bu görüşte olanlar şöyle de­mişlerdir: "Hz. Peygamber yalnızca hayvanların ve toprak ürünlerinin zekatını topla­mak için tahsildarlarını gönderiyordu. Ancak Hz. Peygamber'in zenginlerden mallarının nakdi zekatlarını talep ettiğini gösteren rivayetler de vardır. Raşid halifeler de bu uygulamayı aynen sürdürmüşlerdir. Öyle ki "Hz. Ebubekir, Hz, Ömer ve Hz. Osman, Rasu-lullah'ın ashabından zekat vermekle yükümlü olanların mallarının senelik zekatlarını al­dıkları rivayet edilmiştir.[174] Eğer Hz. Peygamber'in tahsildarları yalnızca hayvanların ve toprak ürünlerinin zekatlarını almakla görevlendirilmişlerse bu, Hz. Peygamber dö­nemindeki yaygın servetin hayvanlar ve toprak ürünleri olduğunu göstermektedir.

Kitabu'l-EmvaTde bu konuda geniş bir bölüme yer verilmiş[175] ve bu konu hakkında Hz. Peygamber'in ashabından ve tabiinden birçok görüşler serdedilmiştir. İbn Sirin'den aktarılan bir görüşe göre sadaka (zekat) Hz. Peygamber'e veya bu konuyla ilgili olarak görevlendirdiği kimseye, Ebubekir'e, Ömer'e ve Osman'a ya da bunların görevlendir­dikleri kişilere verilirdi. Hz. Osman Öldürülünce bu hususta ihtilafa düşüldü. Bazıları bunu halifelere veriyordu. İbn Ömer, zekatı halifelere verenlerdendi. Bazıları da zekat­larını bizzat kendileri dağıtıyordu. Ebu Ubeyd, ashabın ve tabiinin bu konudaki bazı gö­rüşlerini aktarmaya devam eder. Onlardan bazıları bütün malların zekatının Beytü'1-ma-la verilmesinin vacip olduğunu söylerken bazıları da caiz olduğunu söylemişlerdi. Bazı­ları da kişinin nakid para ve ticaret mallarının zekatının beyt'ül-mal'a verilmesinin caiz olmadığını, bizzat kendisinin dağıtmak zorunda olduğunu söylemişlerdir. Bu son görüşü savunanlar şunu da eklemişlerdir: Şayet beyt'ü-mal ısırıcı meliklerin elinde olursa, ze­katın oraya verilmesi doğru değildir. Şia'nın alimleri tüm zekat çeşitlerinin Haşimi İma­ma veya kendilerinin şer'i imam olarak kabul ettikleri gizli İmama verilmesinin vacip olduğunu söylemişlerdir.

Dediğimiz gibi bu konudaki tüm tartışmalar nakid paralar ve ticaret mallarının ze­katları etrafında yoğunlaşmaktadır. Tüm fakihler, hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekatlarının Beyt'ü-mal tarafından alınmasını kabul etmişlerdir. Nakid paralar ve ticaret mallarının zekatlarının zalim yöneticilerin elinde bulunan beyt'ül-mal'a verilemeyeceği­ni söyleyenler, hayvanların ve ürünlerin zekatlarının buraya verilmesinin zorunlu oldu­ğu görüşündedirler. Çünkü bu tür zekatların menedümesi, fesada ve fitneye sürükleyen kuvvet kullanılması dışında mümkün değildir. Oysa ki, nakid para ve ticaret mallarının zekatları böyle değildir. Çünkü bunlar gizlenebilir türdendir. Nakid para ve ticaret mal­larının zekatlarının beyt'ül-mala verilmesinin vacip veya caiz olduğu görüşünde olanlar bu son manaya binaen zor kullanmamayı ve kişinin bu tür zekatını kendiliğinden ver­mesini de söylemişlerdir.

Tüm bunlardan anlaşılan şudur: Başlangıçta tüm zekat çeşitlerinin toplama ve dağıt­ma yetkisinin mü'minlerin yöneticisine ait olduğunda ihtilaf yoktur. Ayetten ve ruhun­dan anlaşılan da budur. Ancak İslam'ın başlangıcında gerçekten de çok eski olan ve yaklaşık olarak 1300 küsur yıldan beri bu minval üzere devam eden gurupçu ihtilafların doğurduğu fitnenin bir sonucu olarak bu görüş ayrılıkları doğmuştur. Emeviler, kendi [176]dönemlerinde fitneye sebebiyet vermemek için insanları bu konuda zorlamamış ve yu­muşak bir tutum izlemiştir. Onların gelir kaynaklan çoğalmış ve insanların gönül rızala-nyla getirdikleri miktarla yetinmişlerdir. Zaten toprak mahsûlleri ve hayvanların zekat­ları-gözlenemez, bunlar da görünen türden oldukları için zekatım vermekten kaçmak da mümkün değildir. Aksi takdirde bu, cezayı mucib bir isyan halini alır. Hz. Ebubekir'in zekatı vermeyenlere karşı tutumu daha ilk yıllarda vukubulmuştu. Hz. Peygamber'in tüm arkadaşları bu konuda O'nunla dayanışma içinde olmuşlardır. Belki de Arapların o dönemdeki* servetlerinin çoğunluğunu hayvanlar ve toprak mahsûlleri oluşturduğundan dolayı, böyle bir yapı içinde ortaya çıkan Emevi devleti, ilk yıllarında az olan nakid pa­raların zekalına fazla önem vermemiştir, tşte bu ve diğer hususlar, müslüm anların yapa-geldiklerinc dayanak teşkil etmiştir. Aynca Hz. Peygamber'den rivayet edilen bazı ha­dislerde, bazı müslümanlara mallarının zekatlarını yakınlarına ve yoksullara direk ola­rak vermelerine izin verilmesi de bu uygulamaya bir dayanak mahiyetindedir. Selman ed-Dabi'den gelen bir hadis şöyledir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu. Yoksula sadaka vermek bir sadakadır. Yakınlara vermek iki sadakadır. Biri sadaka ikincisi de sıla-İ ra­himdir."[177]

Hz. Peygamber, sadakasını (zekatını) kocasına ve çocuğuna vermek için izin isteyen kadına şöyle demiştir: "Kocan ve oğlu, kendisine tasaddukta bulunduğun kimselerden daha fazla hak sahibidirler."[178] Hz. Ömer kendisine malının zekalıyla gelen bir adama "Onu götür ve paylaştır" demiştir.[179]Hz. Osman'dan rivayet edilen "kimin yanında ve­rilmesi gereken bir zekat varsa ondan istenmez. Gönüllü olarak kendisi getirip verir"[180] sözü insanların bu konuda serbest bırakılmalarının dayanağını teşkil etmektedir.

Hz. Ömer zamanında Daru'l-Harp tacirleri müslümanların memleketlerinde ticaret yapmak için İzin istemişler, Hz. Ömer de getirdikleri malların değerinden öşür vergisi almak şartıyla onlara izin vermiştir. Ayrıca müslüman tacirlerin de Daru'I-Harp'ten mal ithal etmelerine izin vermiş ve getirdikleri malların onda birinin iki buçuğunu yani ze­kat miktarınca alınmasını emretmiş ve bunu onların vereceği zekat yerine saymıştır.[181]Bu da gösteriyor ki, beytü'1-mal bu kolay vesileyle müslümanlardan ticaret mallarının zekatını toplamış oluyor.

Durum ne olursa olsun, beytü'l malin hayvanların, toprak ürünlerinin, nakid parala­rının ve ticaret mallarının farz olan zekatlarını toplamasını ve fey İle ganimetlerde oldu­ğu gibi hakeden sınıflara dağıtmasını yasaklayan ne bir ayet ne de bir hadis vardır, Çağ­daş sosyal hayatın gelişimiyle birlikte bu isi Kur'an'ın gayesini gerçekleştirmeyi sağla­yacak bir şekilde düzenlemek gerekir. Özellikle de Kur'an genel hatlarıyla ilke ve kuallan belirtmektedir ki, müslümanlar zamanın gerektirdiği şekilde bu hedefi en iyi bir şekilde gerçekleştirsinler. Zenginlerin sayısı fazladır ve onlardan birçoğu zekat farizası­nı yerine getirme'yi ihmal etmektedirler.

Zekat farizası Kur'an'in en önemli sosyal güvenlik kurumudur. îslam toplumunda bu güvence oluşturulduğu zaman toplum içerisinde dayanışma ve yardımlaşmanın en güzel şekli, refah, kuvvet, güven, barış ve mutluluk sağlanır. Yoksul kesimlerin, varlıklı kesimlere karşı olan kötü duygulan hafifletilir veya giderilmiş olur ve İslam binasına yönelik olan tehlikeli ve yıkıcı faaliyetleri, akımları engeller. Tefsir ve hadis kitapları[182] ıs üçüncü ayette sözü edilen sekiz sınıf hakkında çeşitli açıklamalar ihtiva etmektedir. Biz bunlardan bazılarını şu şekilde özetleyeceğiz:

1- Üzerinde ittifak edilen görüşlere göre fakir ve miskin iki sınıftır. Birçoklarına gö­re fakir, iffetli davranıp insanlardan birşey dilenmeyen ihtiyaç sahibidir. Miskin ise dile­nen ihtiyaç sahibidir. Bu iki sınıfın birbirinden farklı olduğunu belirten bazı görüşlere göre de fakir, müslüman olan ihtiyaç sahibi, miskin ise zımmi olan ihtiyaç sahibidir. Ta-beri birinci görüşü tercih etmiştir. Ayet mutlak olup çeşitli dinlere mensubiyet açısından bir ayrım yapmamaktadır.

Kimlerin insanlardan dilenmelerinin helal olduğu ve kimlere sadakayı vermenin caiz olduğunu gösteren hadisler rivayet edilmiştir. Sünen sahipleri Abdullah b. Amr'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber "Sadaka (zekat) zengine ve çalışabilecek güçte olana helal değildir" buyurdu."[183]

Enes'ten şu hadis rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Dilenmek şu üç kişiden başkasına yakışmaz. Açlıktan Ölecek durumda olan fakire, borca boğulmuş kişiye ve diyet vermek zorunda olan kimseye."[184]

Abdullah'tan şu hadis rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Kendisini dilenmekten müstağni kılacak kadar varlığa sahip olduğu halde, dilenen kimse kıyamet gününde dilenciliğinin derecesine göre yüzünde izler taşıyarak gelir." "Ya Rasulallah müstağni kılan miktar nedir?" diye sordular. Hz. Peygamber de 'elli dirhem veya aynı değerde altın' buyurdular."[185]

Ebu Davud ve İbn Hibban, Sehl b. Hanzaliyye'den şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yetecek miktarda geçimi olduğu halde dilenen kimse azabını çoğaltmaktan başka birşey yapmamıştır. Bir rivayette de "cehennem ateşini ço­ğaltmaktan" şeklinde gelmiştir. Oradakiler "Ya Rasulallah, yetecek miktar nedir" diye sordular. Hz. Peygamber "Yiyip içmesine kafi olan miktardır." dedi. Bir rivayette de "yirmidört saat karnını doyurabilecek miktardır" buyurdu."[186]

Ebu Davud, Hakim ve Ahmed Ata b, Yesar'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Zenginlerden yalnızca beş kişiye sadaka helaldir. Allah yo­lunda cihad edene, zengin olduğu halde borçlu olana, sadakanın (zekatın) toplanmasın­da görev atana, zekatı mal karşılığında fakirden satın almış olana ve zekat almış bir fa­kirin, bunu hediye olarak kendisine verdiği zengin."[187] Behz b. HakinVin, babasından O'nun da dedesinden rivayet ettiği bir hadisi İmam Ebu Ubeyd şu şekilde zikretmekte­dir: "Dedim ki: Ya Rasulallah biz, mallarımızı dilenen bir kavimiz. O da "Bir adam, fe­lakete duçar olduğu zaman veya insanlar arasında bir ihtiyacı gidermek için dilenir. Bu durumlar ortadan kalkınca artık iffetli davranır."[188] Adıy b. Hıyar'dan da şu hadisi riva­yet etmektedir: "İki kişi kendisine şöyle dedi: "Biz Veda Haccında Hz. Peygamberin yanına gittiğimizde insanlar ondan sadaka dileniyorlardı. Kalabalığı yanp onun yanına ulaştık ve ondan sadaka dilendik. Bİ2e şöyle bir göz gezdirdi ve bizim güçlü ve sağlam olduğumuzu gördü. "Eğer istiyorsanız vereyim ama zengine, kazanabilecek durumda olan sağlam kişiye ondan fayda yoktur" dedi."[189] İbn Kesir'in Ömer b. Hattab'tan riva­yet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Fakir, malı olmayan kimse değildir, kazancı be­reketsiz olandır."

Müslim, Ebu Davut ve Ncsai, Kabisa b. Mahrik el-Hilali'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Dilenmek ancak şu üç kimseye caizdir: Kefil olan kimse, bu kişi kefalet görevini yerine getirinceye kadar dilenebilir, sonra vaz­geçer. Başına bir felaket gelip malı helak olan kimse. Buna da maişetini temin edecek miktarı elde edinceye kadar dilenmek helaldir. Zengin olupta fakir düşen bir kimse. O-nun kavminden üç bilir kişinin "evet bu adam fakru zarurete uğradı" diye şahitlik yap­tıkları takdirde bu adam, maişetine yetecek miktarı elde edinceye kadar dilenebilir. Ey Kabisa! Bu üc kimsenin dışındakilerin dilenmesi haramdır. Dilenen, dilendiğini haram olarak yer."[190] Bu hadisler, müslümanı terbiye ediyor, onun ahlaki seviyesini yücelti-yor,dilenmenin zilletinden alıkoyuyor ve kazanmaya teşvik ediyor. Şüphesiz bu hadisler kendi konumları içinde çok güzeldir. İşte bunlara binaen bazıları kazanabilecek güçte olana -muhtaç bile olsa- vermeyi kerih görmüşlerdir. Bazıları acil ihtiyacı bulunmayan, halihazırdaki açlığını gidererek bir şeye sahip olana da vermeyi hoş karşılamam ıslardır. Bir rivayete göre bunun en azı elli dirhem veya mukabilinde altın, diğer bir rivayete gö­re de kendisini ve ailesini bir gün doyuracak yiyeceğe sahip olmaktır. İmam Ebu Ubeyd, bu hadislere şu şekilde yorumlamaktadır.[191] Bu hadisler, dilenmeyi iyice ağır şartlar altına sokmak içindir. Veren ise dilenciye verdiğinden dolayı sevabı alır. İnsanla­rın genel teamülü ve alimlerin fetvası böyledir. Buna şunu da ilave etmek daha doğru olur. Veren kişi fakir olduğunu bildiği bir kimseye, o dikmese bile vermesinde bir sa-kınea yoktur. En iyisini Allah bilir.

Bazıları da fakirlerden ve miskinlerden herhangi birine elli dirhemden fazlasını ver­meyi kerih saymışlardır. Bir görüşe göre de bu miktar yüz dirhemdir. Bundan fazlasını tek bir kişiye vermeyi caiz görenler de vardır. Bunun caiz oluşu hakkında Ömer b. Hat-tab'tan "Verdiğiniz zaman zenginleşirin." [192] ve "Onlardan herbirine yüz deve düşse bile onlara sadaka vermeye devam edeceğim."[193] sözleri rivayet edilmiştir. Burada çok büyük bir hikmet vardır. Çok güzel ve büyük bir hedef ortaya konulmaktadır. Çünkü fa­kir bir kimse bu'sayedc fakirlikten kurtulur, sadakaya muhtaç olmaktan çıkar.

Mükellefin, sadakasını (zekatını), bakmakla yükümlü olmadığı fakir ve miskin akra­balarına vermesinin caiz olduğu konusunda görüşbirliği vardır. Bu konuda Selman b. Amir'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Miskine sadaka vermek bir sadaka yerine geçer. Akrabaya vermek iki sadaka yerine geçer. Sadaka ve ziyaret."[194] Ayrıca Hz. Peygamber'den kadının fakir kocasına ve oğluna zekatını vere­ceğini anlatan hadis rivayet edilmiştir. Çünkü o kadın şer'an onlara bakmakla yükümlü değildir. Rivayet edildiğine göre tbn Mesud, hanımının kendisine sadakasını vermesi konusunda fetva vermiş, o da gidip Hz. Peygamber'e soruncaya kadar bunu reddetmiş, Hz. Peygamber'e sorunca Peygamberimiz şöyle demiş: "İbn Mesud doğru söylemiş. Kocan ve oğlu vereceğin sadakaya diğerlerinden daha fazla layıktırlar."[195]"

Bazıları da ayetin mutlak oluşundan hareketle sadakadan Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve diğer dinlere mensup kişilerden fakir ve miskin olanlara verileceğini caiz görmüşken, bazıları da bunun caiz olmadığını söylemişlerdir. Bazıları da fakir ve miskin bir müslü-man olmadığı takdirde bunun caiz olacağını söylemişlerdir. Bu surenin 29. ayetinin tef­sirinde cizye bahsinde Ömer b. Hattab'ın sadaka ve diğer hayırların toplandığı beytü'l-malden yahudi olan bir düşkün ve yoksula maaş bağladığını rivayet etmiştik. Bu uygu­lama birinci görüşü destekler mahiyettedir. Bakara suresinin 272. ayetinde de bunu des­tekleyen işaretler bulunmaktadır. Ancak üçüncü görüş de doğru ve güzeldir.

2- "Üzerinde görevli olanlar"m zekatı toplamakla memur kimseler olduğu hususun­da görüş birliği vardır. Bazıları 'bunlara topladıklarının sekizde biri verilir' derken bazı­ları da 'onlara zengin bile olsalar çalıştıklarnın karşılığı verilir' görüşündedirler. Cum­hurun da görüşü olan bu görüş daha doğrudur.

3- "el-Müellefeti kulubuhum" (kalbleri İslam'a ısındırılmak istenen kimseler): Bun­lar İslam'a ısındırılıp onlara ve yakınlarına iyilikle bulunarak zengin dahi olsalar onlara zekattan vererek, onların hizmetlerinden istifade edilecek kimselerdir. Hz. Peygamber, zengin kabile reislerine bu amaçla zekat vermiştir. Allah'ın İslam'ı izzetli, güçlü kılmasından sonra bu sınılın ortadan kalktığını söyleyen değişik rivayetler vardır. Ömer b. Hatlab'dan rivayet edildiğine göre Uyeyne b. Bedr, bu amaçla kendisine gelindiğinde şöyle dedi: "Hak, Rabbimizdendir, dileyen iman etsin, dileyen de küfretsin" ayetini okumuş ve 'artık bugün müellefe yoktur' demiştir.

Ebu Taberi şöyle demiştir: Bana göre doğru olan, Allah'ın sadakayı iki hususa şamil kıl­dığıdır: Birincisi müslümanların ihtiyacını gidermek, ikincisi de tslam'a yardım etmek ve güçlendirmek. İslam'a yardım etmek ve güçlendirmek amacıyla her zaman sadaka verilir. Hz. Peygamber, Allah kendisine fetihler verip İslam'ı aziz ve güçlü kıldığı za­manlarda bile kalplerini İslam'a ısındırmak istediği kimselere sadaka vermiştir. İmam Ebu Ubeyd "bu sınıfın hükmü muhkemdir, ne kitapta ne de sünnette neshedici bir hü­küm yoktur" demiştir.[196] Burada açıkça bir güzellik ve doğruluk vardır. Bunun anlamı şudur: Müslümanların yöneticisi, sadakalardan, İslam'a ve müslümanlara faydasını gö­receği kişilere muhtaç olmasalar dahi her zaman ve mekanda verebilir. Liderlerden ima­nı zayıf olup, kalpleri ısındırılmak İstenen kişiler ile İslam'a ve müslümantara faydalı olan işler yapanlar da buna dahildir.

Bazıları, şerlerinden korkulan kafirlerin şerrini bertaraf etmek veya İslam'a kazandı­rılmak istenen kafirleri de bu gruba dahil etmiştir.[197] Bu güzel olabilir. Bazıları da düş­man memleketlerine akın yapmak isteyen müslümanlan destekleyenleri buna dahil et­mişlerdir.[198] Bu da güzel bir görüş olmakla birlikte bu 'müellefe' sınıfından daha çok 'Allah yolundakiler' sınıfına girmektedir.

4- "Fİ'r-Rikab"; efendilerine taksitlerle ödeyecekleri miktar karşılığında hürriyetle­rini satın alacak olan anlaşmalı kölelerdir. Rivayetlerde aktarıldığı gibi direkt olarak bir köleyi azad eden kişi azad ettiği köle üzerinde söz ve yetki sahibi olur. Böylelikle köle azad eden kişi[199]daimi bir menfaat elde etmiş olur. Oysa ki zekatta Taberi'nin de bu görüşü doğrularken açıkladığı gibi böyle bir durum sözkonusu değildir. Bazıları da bu kelimenin bir kölenin kölelik bağını çözmek anlamında olduğunu söylemiştir. İbn Ab-bas'ın zekat ile köle azad edilmesini caiz gördüğü rivayet edilmiştir. "Köle azad etmek" kelimesine bu anlamı vermek daha doğrudur. Çünkü hem mukateb hem de mukateb ol­mayan köleleri kapsamaktadır.Şanı yüce olan Allah kesin olarak köle azad etmeyi teş­vik etmiş ve bunun için bazı yasalar koymuştur. Burada bu güzel insanlık vazifesine bir yönlendirme vardır.

5- "el-Garimİne" (Borçlular): Bazıları, 'bunlar, borç ettiklerini ödemekten aciz kal­mış borçlu kimselerdir' demiştir. Bazıları da 'bunlar, bir diyeti üstlenmiş veya bir borç üstlenmiş ve bunu yerine getirmekten aciz kalmış veya malı helak olmuş kimselerdir*demişlerdir. Kanaatimize göre ikinci kısım, birinci kısmın bir alt şubesi gibidir. Kelime­nin, kendilerine sadakadan verilmesinin mubah olduğu bu iki kesimi de kapsadığını bazı hadisler göstermektedir. Tirmizi, Ebu Saİd'den şunu rivayet etmektedir: "Hz. Peygam­ber zamanında bir adamın satın almış'olduğu meyvelerine bir afet gelmiş ve borcu ço­ğalmıştı. Hz. Reygamber: *ıO'na sadaka veriniz" buyurdu ve insanlar ona sadaka verdi­ler. Ancak bu, borcunu karşılayabilecek seviyeye ulaşamadı. Hz. Peygamber onun ala­caklarına "bulduğunuzu alın, size bundan başkası yoktur" buyurdu. Daha önce zikretti­ğimiz Kabise bin Meharik'ten rivayet edilen ve Rasulullah'ın bir yük bir yükleyen kim­seye zekat vermeyi vaadettiğini gösteren hadis de bunlardandır. Bazı tabiiler, borç veren kişinin alacağını, darda kalmış borçluya vereceği zekat yerine saymasını caiz görmüş­lerdir.[200] Gördüğümüz kadarıyla bu da güzel bir yoldur.

6- Birçok görüşe göre "Tktlah yolunda olanlar" cihad anlamındadır. Bazıları da 'ka­muya faydalı olan ve İslam'a güç kazandıran her şey bu tabirin kapsamına girer' demiş­tir. Ölülerin ketenlenmesi, kale ve köprülerin yapılması, mescidlerin bina edilmesi bu kapsama girer. Tabii ki cihad da bundandır. Görüldüğü gibi bu, daha doğru bir yakla­şımdır. Daha Önce de çeşitli vesilelerle söylediğimiz gibi "Allah yolunda" tabiri onun yollarından sadece biri olan savaştan daha kapsamlıdır. Bazıları 'bir müslümana hacca gitmesi için yardımda bulunmak da bu sınıfa dahildir' demişlerdir. Bu görüşü delillendi-recek güçlü bir delil yoktur. Kaldı ki hac bizzat gücü yeten kimseye farzdır. Gücü yet­meyen kimseye hac gerekmez.

7-  "İbnü's-Sebil" (Yolcu): Bir yerden diğer bir yere giden, elinde olanı tükenen, kendi memleketinde zengin bir kişi olsa bile diğer memleketlerde yardıma muhtaç ol­muş bir kişidir. Bazıları bunun misafir olduğunu söylemişlerse de ayetin genel ruhu bi­rinci görüşü tercih etmeyi gerektiriyor. Zaten ikinci görüş de birinci görüşten uzak de­ğildir. Şayet, misafir yabancı ve muhtaç biriyse aynı kapsama girmektedir. Yolcuya ze­kattan verilecek olan miktar, onun memleketine ulaşmasına yetecek kadar olmalıdır.

8-  Sadakaların ayette belirtilen bu sekiz sınıfın tamamına mı yoksa bir kısmına mı verileceği hususunda değişik görüşler vardır. Bazıları bir kısmına vermenin caiz olduğu­nu söylerken, bazıları da sadakanın bölüştürülmesi ve tüm sınıfların herbirine ayrı ayrı dağıtılması gerektiğini söylemişlerdir. Müfessirler bu konu hakkında Ebu Davut'tan şu hadisi zikretmişlerdir: "Adamın biri Hz. Peygamber'c gelip, kendisine zekattan bir mik­tar verilmesini istedi. Hz. Peygamber şöyle dedi: "Allah zekatların paylaştırılması konu­sunda ne Peygamber'in, ne de başka birinin hükmüne razı olmuş, hükmünü kendisi ver­miştir. Zekatın verileceği yerleri sekiz olarak belirlemiştir. Eğer bu sekiz sınıftan birine giriyorsan sana düşen payını veririm".[201] Taberi şöyle demiştir: "En doğru söz şudur. Allah malların zekatını sekiz sınıf arasında sekiz ayrı pay olarak bölüştürmemiştir. İnsanlara zekatların ancak bu sekiz sınıfa verileceğini bildirmiştir." Görüldüğü gibi güzel olan da budur. Ne hadisle ne de ayetin metninde ikinci görüşü doğrulayan, destekleyen bir şey yoktur. Çoğunluk birinci görüşü benimsemiştir. Hemen burada şunu söylemek doğru olur. Sadakayı tüm sınıflara vermenin vacib olduğunu söylemek, gerçekleştiril­mesi çok zordur. Zekat vermekle mükellef olan kişi zekatını vermek için bir veya İki sınıftan fazlasını bulamayabilir. Kİ çoğunlukla durum böyledir. Ama eğer zekatı dağıta­cak olan beytü'1-mal olursa her sınıfa ayrı ayrı verebilir. Çünkü zekatlar her çeşitten ve her yerden gelip orada toplanır. Durum bu olunca her sınıftan intak edilmesi gerekenle­re infak etmek gerekir.

9- Bazıları bir sınıfa düşen payı onlardan en az üç kişiye vermek gerektiğini söyle­mişlerdir. Bu görüş hakkında ne Hz. Peygamber'den ne de sahabeden herhangi bir riva­yet gelmemiştir. Biz de bunun tuhaf olduğunu düşünüyoruz. Çünkü zekat verileceği za­man tek sınıfa mensup birkaç kişi bulunamayabilir. Zekatım kendisi dağıtan mükellef, bir kişiden daha fazlasını bulamayabilir.

10- Bazıları da bir memlekete ait zekatı o memlekette zekatı, hakedenler bulunduğu sürece başka bir memleketin halkına vermeyi mekruh görmüşlerdir. Bu görüşe delil ola­rak Hz. Peygamber'in Yemen'e gönderdiği Muaz'a yaptığı tavsiyeleri içeren hadisi ge­tirmişlerdir. "Onlara vardığın zaman onları Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Mu-hammed'in O'nun elçisi olduğuna şehadette bulunmaya çağır. Onlar bu konuda sana itaat ettiklerinde, Allah'ın kendilerine günde beş vakit namazı farz kıldığını onlara ha­ber ver. Şayet onlar, bu konuda da sana itaat ederlerse, Allah'ın kendilerine zenginler­den alınıp fakirlere dağıtılan sadakayı farz kıldığını söyle. Bunu da kabul ettikleri tak­dirde, kıymetli mallarını zekat olarak almaktan sakın ve mazlumun bedduasından kork. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında engel yoktur.[202] Hadiste gördüğümüz kadarıyla sözkonusu görüşü kesin olarak teyid eden bir delil yoktur. Bu hadis, İslam'ın prensiplerini ve zekatın bir şerhini kapsamıştır. Kaldı ki Allah, zekatın verileceği yerleri yalnızca fakirlerle sınırlı tutmamış çeşitli sınıflara verileceğini söylemiştir. Belki de Hz.Peygamber, Muaz'ı zekatın verileceği yerleri belirten ayet nazil olmadan önce gön­dermiştir. Her bölgeden sadakalar, müslümanlann beytü'l-malİndc toplanır ve her böl­geden bunun verileceği yerlere verilir. Her bölgenin zekatını o bölgenin halkına tahsis etmekte herhangi bir hikmet yoktur. Bu görüş, zekatını kendisi dağıtmak isteyen mükel­lef için güzel olabilir. Bu kişi zekatını kendisinin dağıtma işini önceliği akrabalara ve yakınlara tanıyan hadislere uyarak yapmış olur. Bu hadislerden bazılarını biraz önce zikretmiştik.

Hikmeti ilahi, namazda olduğu gibi zekatın ölçülerini (nereden ne kadar verileceğim) Kur'an'da belirtmemeyi gerekli görmüş ve bunu Hz. Peygamber'in sünnetine bırakmıştır. Konuyu tamamİamak amacıyla ana prensipleri burada zikretmeyi faydalı buluyoruz.

1- Üretim için elde bulundurulan develerin sayısı beşe ulaşınca zekat gerekir. Bu sa­yının altına düşenlerde zekat yoktur. Beş devede bir koyun verilir. Bu sayı develerin sa­yısının artmasıyla birlikte artar.[203] EkinVe sulama için kullanılanlar bundan istisna edil­miştir. Onların zekatı, ürettikleri mahsûllerin zekatları içindedir.[204] Aynı şekilde ticaret için beslenen develer de bunun dışındadır. Çünkü bunların zekatı da ticaret mallarını nki gibi değerine göre verilir.[205]

2- Sığırlarda nisab miktarı otuzdur. Bunun altına düşen sığırlarda zekat verilmez. O-tuz sığırda bir-iki»yasına girmiş bir dana zekal olarak verilir. Bu sayı sığırların artmasıy­la birlikte artar. Develer hakkındaki iki istisna sığırlar İçin de geçerlidir. Cam ısların ze­katı da sığırların zekatı gibidir.[206]

3-  Koyun ve keçilerin njsabı da kırktır. Kırka ulaşamayan koyunların zekatı veril­mez. Kırk koyundan yüz yirmi koyuna kadar, bir koyun zekat olarak verilir. Bu sayı yi­ne koyunların sayısının artmasıyla birlikte artış gösterir. Ticaret için bulundurulan ko­yunlar bundan istisna edilmiştir. Onların zekatı değerlerine göre verilir.[207]

4- Altının nisab miktarı yirmi dinardır. Gümüşünki ise ikiyüz dirhemdir. Bunun al­tında olanda zekat yoktur.[208] Nisab miktarının üstüne çıktığında her yüzde ikibuçuk ve­rilir. Zekatın verilmesi için üzerinden bir tam yılın geçmesi gerekir. Bundan da, sözko-nusu nisabın nafakadan artan kısım olduğu anlaşılmaktadır. Bu görüşe göre altının zeka­tı altın, gümüşün zekatı da gümüş olarak verilmelidir. Öyle ki bunların birine sahip olan kişi diğerirîe sahip olmadığından elinde bulunanın zekatını ondan verir. Diğer bir görüşe göre de allın ya da gümüşün nisabına ulaşınca, altın ya da gümüşün nisab miktarının al­tına düşmesine bakılmaksızın zekatın verilmesi gerekir. Görüldüğü gibi doğru olan da budur. Çünkü nakit para, malın kendisi olmayıp, onun pahasıdır. Değeri de kullanıldığı faydayla takdir edilir. Üzerinden bir yılın geçtiği nisab miktarının, sahibinin üzerinde olması muhlcmc! borcundan fazla olması gerektiği konusunda görüş birliği vardır.

5- Ticaret mallarının ve eşyanın değeri de iki nisabtan biri esas alınarak hesaplanır ve bu nisaba ulaşınca aynı şekilde zekatın verilmesi vacib olur. Ticaret için elde bulun­durulan köleler de buna dahildir. Aynı zamanda süs için değil de ticaret için bulunduru­lan çeşitli cevherler ve kıymetli taşlar da bu kısma girer. Süs için kullanlanlara gelince, bu konuda iki görüş vardır. Bazıları bunlara da zekat vaciptir derken, bazıları da bunla­rın temel İhtiyaçlar olduğunu söyleyerek zekatın verilmesi gerekmediğini söylemiştir.[209]

Kanaatimize göre bu görüş daha doğrudur.

6- Borç mallar için değişik görüşler vardır. Bazılarına göre borcun kesin olarak ze­katının verilmesi gerekir. Bazısına göre bunun sahibine zekat gerekmez, ancak borçluya gerekir-Bazılarına göre de, borç malı elde edinceye kadar zekat gerekmez. Bazı görüş­lere göre de, alınması umulan malların zekatını sahibi verir. Şayet alınması umuluyorsa alındığı zamana kadar tecil edilir. Belki de bu görüşlerin en doğru olanı kanaatimize gö­re; alınması umulan malın zekatının verilmesi, diğerinin de alınacağı zamana kadar tecil edilmesidir.[210]

7- Kullanmak amacıyla elde bulundurulan at, kalır ve eşekler için zekat vermek ge­rekmez. Ticarel İçin olduğu zaman, bunlar da ticaret için elde bulundurulan deve, sığır ve koyunlar gibidir.[211]

8- Buğday, arpa, hurma, kuru üzüm nisabı beş 'usuk'tur. (Bir vesak 60 saya eşittir). Bunun altına düştüğünde zekat gerekmez. Bir vesak 15 müd, bir müd abdest suyuna ka­fi gelecek bir kap su veya 2 rıtl ağırlığında yani yaklaşık olarak 400 gramdır.[212] Bu ni­sabın üstüne çıkan ve kar-yağmur sularıyla sulananlarda öşür, kuyu suyu, sucu veya hayvanla su taşınmak suretiyle sulananlarda ise yarım öşür verilir.[213]

9- Üzüm, yaş hurma ve pamuk, zekatlarının verilip verilmeyeceği konusunda ihitlaf edilen nohut, mercimek, bal, zeytin ve sebzeler gibidir. Buradaki ihtilaf, hadislerin ihti­lafından kaynaklanmaktadır. Öyleki bu ürünler bazı hadislerde zikredilmiş bazılarında zikredilmem iştir. Bazıları bu ürünler satıldığı zaman ticaret malı hükmüne girer ve altın ya da gümüşün nisab miktarına ulaştığında zekatının verilmesi gerekir demişlerdir. Buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm bunun aksine zekata tabidir. Sadece yemek amacıy­la da olsa sahibi, nisap miktarına ulaşan bu malların zekatını vermek zorundadır.[214]

10- Sahibi borçlu olan toprak mahsûllerinin zekalı konusunda ihtilaf edilmiştir. Ba­zıları zekatın verilmesi gerektiğini söylerken bazıları da zekatın gerekmediğini söyle­miştir. Bazıları da bu ikisinin ortasını bulmaya çalışmış ve borç miktarı bunların değe­rinden düşürüldüğünde ve şayet nisap miktarı duruyorsa zekatın verilmesi gerekir de­miştir.[215]! Bu daha doğrudur. En iyisini Allah bilir.

Kendilerine zekat farz olanlara karşı yumuşak davranılması, tahsildarların onlara gittiklerinde onları sıkıştırmamaları, onlara en sevimli olan mallarını almamaları konu­sunda Kitabu'l Emval'de bir çok hadis ve rivayet vardır. Bunlar Kur'an'm genci pren­siplerine ve Hz. Pcygamber'in tavsiyelerine uygundur. Bu sûrenin 34. ayetinin tefsirini yaparken zekatın verilmesi gerektiği ve onu vermiyenlerin uyarılmaları hakkında riva­yet edilen hadisleri zikrettik. Bu hadislerle zekat konusu arasındaki ilişkiyi kurmak için bununla yetiniyoruz.

Sonuç olarak diyoruz ki ayetlerin anlamı hukuki dayanak olması hasebiyle, güç yeti-renlerin zekat vermeleri, muhtaçlara yardım etmeleri, Allah yolunda, hayırlı işlerde ve kanun yararına olacak konularda harcamada bulunmaları hakkındaki Kur'an'ın genel prensipleriyle uyum içerisindedir. Bir taraftan bunlar ortaya konulurken diğer taraftan da burada anlatılanların gönüllü olması gereği vurgulanmaktadır. Bu görev, İslami otori­tenin görevleri asasında sayılmış ve tsiam devletinin ekonomik ve sosyal siyasetinin bir parçası kabul edilmiştir. Enfal süresindeki ganimetlerle ilgili, Haşr süresindeki fey ile il­gili ayetlerin tefsirinde açıkladığımız gibi bu ayetlerde de Kur'anî yasamaya ait özellik­lerin güzelliği görülmektedir? [216]

 

61- İçlerinden bazıları da Peygamber'i incitirler. 'O, (her söyleneni dinleyen) bir kulaktır'[217] derler. De ki: '(O) sîzin için hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere inanır (gü­venir). Sizden inananlar içinde o bir rahmettir. Allah'ın el­çisini incitenlere acı bir azab vardır.

 

Bu ayette şu hususlar belirtilmektedir.

1- Münafıkların diğer bir tavrına dikkat çekilmiştir. Öyle ki onlar sözleriyle Hz. Pey­gamber'i incitirler. Ve onu kendisine söylenen herşeyi dinleyip tasdik etmekle nitelerler.

2-  Hz. Pcygamber'e, onlara karşılık verip onları uyarması emredilmektedir. Şayet Hz. Peygamber onlann dediği gibi bir "kulak" ise O, samimi müslümanlar için bir hayır kulağıdır, şer kulağı değildir. O, Allah'a iman etmiş ve yalnızca O'na güvenmektedir.

O, aynı zamanda samimi müslümanlara inanmakta, onlara destek olmakta ve onlar hak­kında hüsnü zan beslemektedir. O, yaratıklar içinde samimi müslümanlara bir rahmettir. Hz. Peygamber'e gerek sözle gerek fiille açık ya da gizli her ne şekilde olursa olsun ezi­yet edenler Allah'ın acı azabına duçar olurlar. [218]

 

Hz. Peygamberi İncitmek

 

Tabcri ve diğer müfessirler149 şunu rivayet etmişlerdir: "Bazı münafıklar Özel mec­lislerinde Hz. Peygamber'i kötülüyorlardi. Bu özel meclisin haberinin O'na ulaşacağı hususunda birbirlerini uyarırlarken şöyle diyorlardı. Onun kolay ikna edilebilen bir ku­lağı vardır. Burada yaptığımızı inkar eder ve yemin ederiz. O da bizi doğrular ve ikna olur." Bu rivayet genel olarak* ayetle uyuşmaktadır. Bizim kanaatimize göre bu ayet şu anlama gelmektedir. Münafıklar, hemen duyduğu ve kendisine aktarılan herşeyi doğru­ladığı İçin Hz. Peygamber'i ayıplamıslardır. Aslında gerçekte onlar, bununla Hz. Pey-gamber'i kötülemek ve onu incitmek istiyorlardı.

Bizim tercihimize göre ayet, yalnız başına ve rivayette anlatılan olaydan dolayı nazil olmamıştır. Bu ayet, kendinden önceki ayetlerin bir devamı ve parçasıdır. Kendinden öncekine atıfta bulunması, önceki ayetlerde sözkonusu edilenlere dönen çoğul zamirini (onlar) kullanması bunun işaretidir. Durum bu olunca şu söylenebilir: Bu tavırlar, mü­nafıkların bilinen eski davranışlarıdır. Ancak, Tcbük savaşı esnasında onların ağırdan davranıp bu savaştan geri kalmalarını eleştirmek amacıyla onlann ahlakları, tutum ve davranışları hakkında hatırlatmada bulunmaktadır.

Ayette, onlann söylentileri reddedilerek Hz. Peygamber'in yüce ahlakı Allah tara­fından övülmekte ve onun sahip olduğu güzel ve yüce sıfatlar anlatılmaktadır. Bunun için burada onların sözlerine güçlü ve kesin bir şekilde karşılık verilmiştir. Hz. Peygam­ber mü'mirilerin hayırlı kulağıdır. Samimi müslümanlar hakkında kötü zan sahibi değil­dir. Onlara güvenmekte ve onlan doğrulamaktadır. Özellikle de o, Allah'a inanıyor, O'­na dayanıyor ve O'ndan ötesine aldırış etmiyor. Bu insan, ayetin dediği gibi gerçekten büyük bir rahmettir. Çünkü gereksiz yere, özellikle de samimi olanlar hakkında kötü zan beslemek ve şüpheleri çoğaltmak nefsin arzulandır ve işleri altüst eder. Allah, mü'minleri Hucurat suresinde bundan nehyetmişti. Şüphesiz bu sıfat, sözkonusu açıkla­maya göre ümmetin yönetimini elinde bulunduranlar için güçlü bir ilham kaynağıdır. [219]

 

62- Gönlünüzü hoş etmek için gelip size Allah'a yemin ederler. Halbuki İnanmış olsalardı Allah'ı ve elçisini razı etmeleri daha uygun olurdu.

63- Onlar bilmediler mi ki, kim Allah'a ve elçisine karşı koymaya kalkışırsa onun için sürekli kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte büyük rezillik budur.

 

Her iki ayetin de ibareleri'gayet anlaşılır bir şekildedir. Münafıkların, mü'minleri ra­zı etmek için yemin etmelerini konu edinmekte ve onlara karşı koyarak, "şayet onlar gerçekten doğru kimseler olsalardı onların Allah'ı ve Peygamberi razı etmeleri gerekir­di" diyerek Allah'a ve Peygamberi'ne karşı koymaya çalışanları daimi bir azap ve bü­yük bir rezillikle uyarmaktadır. [220]

 

Münafıkların Mü'minleri Razı Etmeye Çalışmaları

 

Müfessirlerin rivayet ettiklerine göre[221], samimi müslümanlardan bir genç, münafık­ların bir giztfi oturumlarına şahit olmuştu. Münafıklar orada Hz. Peygamber'i çekiştiri­yorlardı. Genç onların bu durumlarını Hz. Peygamber'e bildirdi. Hz. Peygamber onları kınayınca münafıklar, yemin ederek bunu inkar ettiler. Hz. Peygamber onları doğrula­maya yanaştı. Ama genç iddiasında ısrar etti ve Allah'ın doğru söyleyenle yalan söyle­yeni açığa çıkarması için dua etti. Bunun üzerine bu iki ayet nazil oldu.

Rivayet asıl itibariyle gerçekleşmiş olabilir. Ancak kanaatimize göre bu iki ayet ön­ceki ayetin kapsamıyla ve münafıkların, mü'minlerin içinde bulundukları bazı tavırları sergilemesiyle bağlantılıdır. Münafıkların, Hz. Peygamber'i özel toplantılarında çekiş­tirmeleri, ayıplamaları gibi tavırlarını eleştirmekte ve reddetmektedir. Münafıklar kınan­dıkları şeyden dolayı Hz. Peygamber'i ve samimi mü'minleri razı etmek için kendilerini temize çıkarmak istemişlerdir.

Bu dediğimizle birlikte tercihimiz odur ki, bu iki ayet yeni bir olaya binaen nazil ol­mamıştır ve kendinden önceki ayetlerden bağımsız değildir. Ayetlerin içerdiği tavırlar, münafıkların eskiden beri takındıkları tavırlardır. Münafıkların tutum ve davranışlarını, ahlaklarını ortaya koymak, hatırlatmak için onları yeniden zikretmiştir. Ayetlerin ken­dinden öncekine atıfta bulunması ve çoğul gaib zamirinin kullanılması bu söyledikleri­mizi delillendirmektedir.

Ortaya konulan manzarada münafıkların diğer bir tutumları görülmektedir. Müna­fıklar korku!arın'dan riyaya başvurarak Hz. Peygamber'in ve samimi mü'minlerin rızası­nı kazanmaya çalışmaktadırlar. Bu manzara, hak taraftarlarının ve mücahitlerin güçlen­diği tüm ortamlarda tekrar eder. Burada da samimiyetlerini ispatlayamayan münafıklara aldanmamak ve önemli koşullarda onların iddialarını doğrulamamak konusunda uyarı­larda bulunmaktadır. [222]

 

64-  Münafıklar, kendileri hakkında, kalplerinde bulunanı kendilerine haber verecek bir sûrenin indirileceğinden çe­kiniyorlar. De ki: Siz alay edin, Allah çekindiğiniz şeyi or­taya çıkaracaktır.

65-  Eğer onlara sorsan "Biz sadece lafa dalmış, şakalaşı­yorduk." derler. De kî: "Allah İle, O'nun ayetleriyle ve el-çisiyle mi alay ediyorsunuz?"

66- Özür dilemeyin, siz inandıktan sonra inkar ettiniz. Siz­den bir kısmını affetsek bile suçlu oldukları için bir ktsmı-na da azabedeceğiz.

 

Bu ayetlerde şu hususlara işaret edilmiştir:

1- Münafıkların, gerçek yüzlerini ve gizli oturumlarını açığa çıkaracak bir ayetin na­zil olmasından çekindikleri belirtiliyor.

2- Hz. Peygamber'e, onlara Allah'ın çekindikleri ve umdukları şeyi onların alaylı ta­vır ve sözlerine, hafife almalarına rağmen gerçekleştireceğini bildirmesi emredilmekte-dir.

3- Onlar, toplantılarında olan şeylerden dolayı kınandıkları zaman özür düemelerine, 'biz lakırdı yapıp şakalaşıyorduk' demelerine işaret edilmekledir.

4-  Bir soru cümlesiyle onların tutumları eleştirilerek samimi bir mü'minin lakırdı yapması, oyuna dalıp gitmesi, şaka yapması, Allah ile, ayetleriyle ve elçisiyle alay et­mesinin doğru olup olmadığı belirtilmektedir.

5- Uyarmak amacıyla onlara özür dilemelerinin kendilerine bir fayda sağlamayacağı bildirilmektedir. Çünkü onlar iman ettikten sonra küfrettiler. Şayet Allah onlardan bazı­sını levbe etmeleri ihtimaliyle affetse bile bazısını da kesinlikle cezalandıracaktır. Çün­kü onlar suçludurlar ve bu konuda ısrarlıdırlar.

Münafıkların Durumlarının Açığa Çıkmasından Korkmaları

Müfessirler bu ayetlerin sebebi nüzulü hakkında çeşitli rivayetler zikretmiştir[223]. Bİr rivayete göre münafıklardan bir grup, Hz. Peygamber'in Tebük'ten dönüşüsırasmda giz­lendi ve onu bineğinden yere düşürmek istedi. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Hz. Peygamber onların bu durumlarını öğrenip onları eleştirince onlar da bunu inkar edip Özür dilediler. Bazı rivayetlere göre de bazı münafıklar Tebük'e yolculuk esnasında Hz. Peygamberi eleştiriyor, Allah'ın kendisini Rumlar'a karşı muzaffer kılacağını vaadet-mesine alay ediyorlardı. Hz. Peygamber, onların bu durumlarını Öğrenince orduyu dur­durdu ve onları eleştirdi. Onlar da bunu inkar edip özür dilediler. Onlardan bazıları tev-be edip iyi bir mü'min oldu. Bazı rivayetlere göre de münafıklardan bir adam, yolculuk esnasında Hz. Peygamber'in arkadaşlarından hafız olanları çekiştiriyordu ve "onlar bi­zim içimizde en obur, en yalancı ve düşmanla karşılaştığı zaman da en korkak olanlar­dır" diyordu. Samimi olanlardan biri onu yalanlayıp durumunu kendisine iletmek için Hz. Peygamber'e gitti. Ancak Kur'an'ın kendisinden önce olayı haber verdiğini gördü.

Yine müessirlerin rivayet ettiğine göre münafıklar, Hz. Peygamber'i ve samimi olanları çekiştirmek için bir araya toplandıklarında "belki de Allah bizim sırrımızı açığa vurmaz" diyorlardı. Beğavi birinci rivayetle ilgili olarak şunları söyler: Hz. Peygam­ber'in bazı arkadaşları bu komplocu grubun öldürülmesi fikrini beyan edince o da şöyle dedi: "Arapların 'Muhammed ve arkadaşları muzaffer olunca, dönüp onları Öldürdüler' demesinden hoşlanmam." Müfessir bu adamın ismini zikredip onun tevbe ettiğini ve Al­lah'ın affına mazhar olduğunu söylemekledir. İsmi Mahşi b. Humeyr el-Eşcai olan bu kişi rivayet edildiğine göre şöyle diyordu: "Ey Allah'ım, muhakkak ki ben hâlâ benim kastedildiğim, tüyleri ürperten ve kalpleri titreten bir ayet işitiyorum. Ey Allah'ım, Ölü­müm senin yolunda olsun. Hiç kimse "ben cenazesini yıkadım, ben kefenledim, ben defnettim" demesin." Bu kişi Yemame günü öldürüldü.

Kanaatimize göre bunlardan üç rivayet ayetlere tam bir uyum arzetmektedir. Ayetin kapsamı, anlamı ve ruhu bunun, münafıkların Hz. Peygamber'! ve arkadaşlarını çekişlirdikleri, alaylı bir tavırla endişelerini dile getirdikleri toplantılarından biri hakkında ol­duğunu göstermektedir. Hz. Peygamber onların bu durumunu öğrenip onları kınayınca onlar da Özür dilediler. Onlardan bazısı tevbe edip iyi bir müslüman oldu, bazısı da kü­für ve nifak içinde bocalamaya devam etti. Bu toplantı Tebük savaşı esnasında olabilir ve ayetler hemen bir önceki ayetlerle bir uyum ve bütünlük içerisinde nazil olmuş olabi­lir. Ancak bizim tercihimize göre bu ayetler bağımsız olarak nazil olmayıp önceki ayet­lerin bir devamı mahiyetindedir. Münafıkların toplantıları da daha önceydi. Ayetler, sa­vaştan geri kalan münafıkların tutum ve davranışlarını eleştiren, ahlaklarına gönderme­de bulunan diğer ayetler gibi yine onların ahlaklarını hatırlatmakta ve onları eleştirip kı­namaktadır. Durum bu olunca bu ayetler Tebük savaşı esnasında nazil olmuştur. En iyi­sini Allah bilir.

Ayetlerin anlattığı tavır ve davranışların, hastalıklı kalp taşıyanlardan her koşulda -Özellikle de zor şartlarda- ortaya çıkması mümkündür. Ayetler ilgili kişilere, münafıkla­rın Özür ve tevbeleri doğrulanıp gerçekleşmediği sürece onların bu tutum ve davranışla­ra karşı uyanık olmalarını, ileri sürdükleri yalan özürlere aldanmamalarını Öğütlemekte­dir.

Beğavi'nin, Hz.Peygamber'in kendisine komplocu grubun Öldürülmesi teklif edilin­ce verdiği cevabı içeren rivayeti üzerinde durduğumuzda şunu görürüz: Bu cevabın bir benzeri, Hz. Peygamber tarafından Medine münafıklarının başı Abdullah b.Übey b. Se-lul hakkında verilmişti. Bu hususu "Münafikun" suresinin tefsirinde açıkladık. Burada da Hz. Peygamber'in münafıklara karşı tavrı ve onları yakalayıp cezalandırmadığı gö­rülmektedir. [224]

 

67-  Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerinden-dir. Kötülüğü emreder, İyilikten meneder ve ellerini sıkı tu­tarlar. Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu. İşte müna­fıklar, fâsıkların ta kendileridir.

68- Allah, münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kafirle­re İçinde sürekli kalacakları cehennem ateşini vaadetmiş-tir. Bu, onlara yeter. Allah, onları lanetlemiştir. Onlar için sürekli bir azab vardır.

69-  Sizden evvelkiler gibi ki kuvvetçe sizden daha çetin, mal ve evlatça sizden daha çok idiler de dünya hayatından kısmetleriyle[225] zevk sürmeye bakmışlardı. Sizden önceki-ler kısmetleriyle nasıl zevk sürmek istedilerse siz de öyle

kısmetinizle zevk sürmeye baktınız. Siz de o batağa dalan­lar gibi daldınız'[226]. İşte bunların dünya ve Ahİrette bütün amelleri heder oldu. İşte bunlar hep o hüsran içinde kalan­lardır.

70- Onlara kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve üstü altı­na gelmiş şehirlerin haberi gelmedi mi? Elçileri, onlara apaçık deliller getirmişti. Allah onlara zulmedecek değildi. Ama onlar, kendi kendilerine zulmediyorlardı.

 

Münafıklar Birbirlerindendir

 

Ayetlerin ibareleri açık olup, müfessirler bunlarla ilgili herhangi bir rivayette bulun­mamışlardır. Bunlar da önceki ayetlerin devamıdır. Münafıkların tutumlarını, davranış­larını, ahlaklarım, niyetlerini, kötü ahlaklarını ve tuzaklarım anlatan önceki ayetlerden sonra gelerek onların münkeri emredip, iyiliği menettikleri, ellerinde bulunanlara karşı Çok cimri oldukları, Allah'ı ve hesabını unuttukları konusunda kadınıyla erkeğiyle bir­birine destek veren bir topluluk olduklarını belirtiyor. Onların bu durumlarını küçümse­yerek, ne mal ne de evlat çokluğu, dünya nimetleri ve onlara sıkı sıkıya yapışma, ortaya sergiledikleri yalan, külür, tuzak, kötülük, hile ve kurnazlık açısından toplumlar içinde onların ilk olmadıkları vurgulanmakladır. Onlardan daha güçlü kuvvetli olan, daha çok mal ve evlad sahibi olan öncekiler, Allah'ın gazabına uğradılar. Onlar Allah'ı aciz bıra­kacak değillerdi ya.

Onların amelleri boşa gitti, dünya ve Ahirette hüsrana uğradılar. Kafirlerle birlikte onlar için ebedi bir ateş vardır. Lanet de onların üzerine olsun.

37. ayetten beri olan tüm bu ayetler, Tebük gazvesine çağrıldıklarında ağırdan dav­ranan ve savaştan kaçan, onların tutumlarını, ahlaklarını, tuzaklarım hatırlatıp eleştiren üslubuyla bir bütünlük ve kesinlik arzetmektedir. Münafık kadınların da zikredilmesi belki de dediğimizi desteklemektedir. Çünkü büyük bir ihtimalle münafık kadınlar, mü­nafık erkeklerle birlikte Tebük savaşına katılmadılar. Burada zikredilmelerinin sebebi münafık erkeklerle birlikte Medine'de çirkin fiillere karışmalarıdır. Münafık kadınların, münafık erkeklerle birlikte zikredilmesi birkaç yerde daha vardır. Bu da, daha önce söy­lediğimiz Arap kadınının, Hz. Peygamber toplumundaki kişiliğinin, en azından bazı ba­riz kadın şahsiyetinin varolduğu şeklindeki düşüncemizi desteklemektedir. Aynı zaman­da bu hususlar birçok yerde zikredilen samimi mü'min kadınlar için de geçerlidir.

70. ayet münasebetiyle Kur'an'ın eşsiz üsluplarından birine işaret edelim. Önceki toplumların ve elçilerin haberleri Mekki surelerde ayrıntılarıyla birlikte anlatılmaktaydı. En azından onlar hakkında kısa da olsa bilgiler içeriyordu. Ama bu sûredeki bu ayette ve Hadid, Teğabun gibi diğer Medeni sûrelerde detaya girmeksizin hızlı bir şekilde ha­tırlatmada bulunmaktadır. [227]

 

71- Mü'min erkekler İle mü'min kadınlar birbirlerinin veli-sidirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler, namazı kılarlar, zekatı verirler, Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederler. İste onlara, Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.

72-  Allah, İnanan erkeklere ve inanan kadınlara, altların­dan ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.

 

Kadının İslam Toplumundaki Yeri

 

Müfessirler, bu ayetler hakkında herhangi özel bir rivayet zikretmemişlerdir. Kana­atimize göre bu iki ayet, münafıkların eleştirilip uyarılmalarına karşılık samimi mü'min-leri müjdelemek ve onları övmek için gelmiştir. Samimi mü'minler, kadın ve erkek, içe­risinde hak ve hayır bulunan herşeyde birbirine yardımcı olur ve destek verir. İyiliği em­rederler, kötülüğü menederler, namazı ikame ederler, zekatı verirler, Allah'a ve Rasu­lü'ne itaat ederler. Bundan dolayı da güçlü ve hikmet sahibi olan Allah'ın rahmelinc mazhar olacaklardır. Allah, onlardan razı olmasının yanı sıra onların içinde daimi olarak kalacakları Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Buna göre ayetler önceki­lerden ayrı değildir. Daha önce de çeşitli örneklerini gördüğümüz Kur'an'ın bu tür kar­şılık veren üslubu sık sık kullanılan bir metoddur. Bu iki ayetin bu üslupla gelmesi, ayetler arasında bir bağın ve bütünlüğün olduğu, dolayısıyla bunun bir parçası olduğu şeklindeki görüşümüzü desteklemektedir. Mü'min kadınların burada zikredilmesi daha önce dediğimiz gibi Hz. Peygamber'in toplumumla Arap kadmın aktif olduğunu ve İs­lam davetinde birbiriyle zıt iki farklı konumlarda rol aldıklarını göstermektedir.

Mü'min kadınların, mü'min erkeklerle birlikte zikredilmesinin çeşitli vesilelerle be­lirttiğimiz gibi başka bir sebebi daha vardır. Bu İki ayet bunu güçlendirmek ve destekle­mek için gelmiştir. O da Kur'an'ın, kadının şahsiyetini, erkeğin şahsiyeti yanında İslam toplumunda kökleşmesini sağlamasıdır. Kadının islami sorumlulukları yerine getirmede aile, siyaset ve sosyal alanlarda erkekle eşit olduğuna, Özellikle de iyiliği emretme, köliilüklen alıkoyma, topluma faydalı olan her alanda ve konuda erkekle bir dayanışma ve yardımlaşma içinde olduğuna işaret edilmektedir. Kur'an'm ve İslam hukukunun evren­sellik ve süreklilik açısından farklı ve seçkin oldukları büyük bir gayedir bu.

Müfessirlcr, bu iki ayet hakkında içinde cennetin, güzel evlerin, Allah'ın rızasının vasfedildiği ve bazılarında da salih amelin teşvik edildiği birçok hadis zikretmişlerdir. Bunlardan biri İbn Mace'nin Üsame b. Zeyd'den rivayet ettiği şu hadistir. "Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: Cennete koşan yok mu? Şüphesiz cennetin bir benzeri yoktur. Kabe'nin Rabbi'ne andolsun ki, o parlayan bir nur, sallanan bîr reyhan, çok değerli bir köşk, devamlı akan bir nehir, olgun bir meyve, güzel bir eş, pekçok süsler, selamet yur­dunda ebedi kalış, meyveler, yeşillikler, bol geçim, yüce ve güzel bir yerde nimettir, Onlar "evet, ya Rasulullah biz oraya koşanlarız" deyince Hz. Peygamber "inşallah (Al­lah dilerse) deyiniz" dedi. Bunun üzerine onlar da "Allah dilerse" dediler."[228]

Tirmizi, Hz. Ali'den şunu rivayet etmiştir:"Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Cennette öyle odalar var ki dışları içlerinden, içleri de dışlarından görülür."Bir bedevi kalkıp "Ey Allah'ın elçisi bunlar kimin içindir?" diye sordu. Bunun üzerine Allah Rasülü "Hoş sözlü, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uykudayken geceleyin namaz kı­lanlar içindir" dedi.[229]

Buhari, Müslim ve Tirmizi, Ebu Said'ten şu hadisi rivayet etmişlerdir. "Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: Allah cennet halkına, "ey cennet halkı" diye seslenir. Onlar: "Buyur Rabbimiz, mutluluk ve hayır senin elindedir" derler. Allah "hoşnud oldunuz mu?" diye sorar. Onlar, "Ey Rabbimiz, niçin razı olmayacağız ki, yarattıklarından hiç­birine vermediğini bize verdin1' derler. "Bundan daha fazlasını size vereyim mi?" diye sorar. Ûniar da: "Ey Rabbimiz bundan daha üstün olan hangi şeydir" derler. Allah, "hoşnutluğum size helal olsun, bundan sonra size asla gazab etmeyeceğim" buyurur. Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin Abdullah bin Kays'lan rivayet ettikleri hadis de şöyle­dir: "Rasulullah (s) şöyle buyurdu: Kaplan ve içindekileri altından olan iki cennet var­dır. Adn cennetinde bulunan topluluk ile Rablerine bakmaları arasında sadece Kibriya örtüsü vardır."[230] İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Ey Al­lah'ın elçisi bize cennetten bahset. Onun binaları nasıldır?" dedik. Hz. Peygamber "ker­piçleri allın ve gümüş, sıvası misk, çakılları inci ve yakut, toprağı za'ferandir. Kim ora­ya girerse ihtiyaçh ve kötü dununda olmaz, nimete kavuşur. Ebedi olur ve ölmez. Elbi­seleri eskimez ve gençliği sona ermez" buyurdu."[231] [232]

 

73- Ey Peygamber, kafirler ve münafıklar ile cihad et ve onlara karşı sert ol. Onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.

 

Ayetin ibareleri açıktır. Müfessirler bu ayetle ilgili özel bir rivayet zikrelmemişler-dir. Anlaşılan odur ki bu ayet, kendisinden önceki iki ayeti mevzu ve bütünlük açısından birbirine bağlamak içindir. Ayetin ilk amacı, Hz. Peygamber'in tuzakları, ahlakları ve tutumları ortaya sergilenen münafıklara karşı alması gereken tavrı ortaya koymaktadır. Kafirlerin de burada zikredilmesi genelleme içindir. 67. ayet, zaten her iki kesimin de (kafİr-münafik) Ahiretteki dönüş yerlerini anlatmaktadır. Bu ayetin nassj aynı zamanda Tahrim 9. ayette de zikredilmiştir.

Taberi, ayet hakkında birbiriyle çelişen iki rivayet aktarmaktadır. Biri İbn Me-sud'dan rivayet edilip, ayetin, Hz. Peygamber'e müşrikler ve kafirlerle cihad ettiği gibi münafıklarla da cihad etmesini emrettiğini belirtirken diğeri de İbn Abbas, Dehhak ve Hasan'dan rivayet edilip, bu gruplara karşı olan muamelenin farklılığını belirtmekte ka­firlerle cihadın savaş ve kılıçla olduğunu, münafıklarla cihadın ise söz ve tavır olarak onlara karşı sert davranmak olduğunu açıklamaktadır. Bu meseleyle ilgili yorumumuzu Tahrim süresindeki ayetin geçtiği yerde, Hz. Peygamber'in münafıklar karşısındaki tav­rını da Bakara ve Ahzab sûrelerinde açıkladık. Tekrarlamaya gerek duymuyoruz. Ancak şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber, hayatının sonuna kadar münafıkları harbi düşman i-lan etmemiş, onlarla savaşmadığı gibi onların öldürülmelerini de emretmemiştir. Bu da Hz. Peygamber'in, bu ayetleri izin amaçlı olduğu, emir olmadığı şeklinde anladığını göstermekledir. O, bu konumunda İslam ve müslümanlar için maslahat ve hayır görü­yordu.

Bu ayet de benzerleri gibi, Hz. Peygamber'in uygulamasıyla birlikte, münafıkların ve hasta kalpli insanların hak yoldan sapmış dini, toplumsal ve milli faaliyetlerine İs­lam'ın ve müslümanların maslahatını korumak için şiddetle karşı koymak gereğini açık­lamakladır. [233]

 

74- Onlar söylemediklerine, Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü söylediler, İslam olduktan sonra inkar ettiler, başaramadıkları birşeye kalkıştılar. Sadece Allah ve elçisi, Allah'ın lütfuyla kendilerini zengin etti diye öc al­maya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse kendileri için daha ha­yırlı olur. Yok eğer dönerlerse Allah onlara dünyada da Ahİrette de acı bir biçimde azap edecektir. Yeryüzünde onların ne velisi ne de yardımcısı vardır.

 

Bu ayette şu hususlara dikkat çekilmiştir:

1- Münafıkların, kendilerine nisbet edilen ve küfürlerine, samimiyetsizliklerine de­lalet eden çirkin sözleri söylemediklerine dair Allah'a yemin etmelerini konu ediniyor.

2- Allah onları yalanlamakta ve onların bu çirkin sözü söylediğini, imanlarından sonra küfrettiklerini, küfürlerini arttırdıklarını, düşmanca girişimlerde bulunduklarını ancak, Allah'ın onları boşa çıkardığını ve amaçlarına ulaşamadıklarını belirtmekledir.

3- Onların iyiliğe karşı nankörlük yapan huylarından ve hasede boğulmuş nefislerin­den kaynaklanan çirkin ve kötü konumları sergilenmekledir. Oysa onların nankörlük ve kin beslemelerinin hiçbir sebebi yoktur. Nankörlük ve inkar yerine şükür gerektirecek Allah'tan ve elçisinden onlara lütuf, fayda ve hayırdan başka bir şey dokunmamıştır.

4- Onlar yeniden uyanlip, kendilerine yeni bir çağrı yapılmakladır: Tevbe kapısı on­lar için açıktır. Tevbe etmeleri kendileri için hayırlı olur. Şayet tevbe etmez ve yüz çevi­rerek tavırlarını sürdürürlerse hem dünyada hem de Ahiretle Allah'ın azabına duçar ola­caklar. Bu azabı kendilerinden savabilecek ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler. [234]

 

Münafıkların Değişmez Tutumları

 

Taberi, bu ayetin sebebi nüzulü hakkında çeşitli rivayetler zikretmiştir. Bunlardan biri şöyledir: İsmi, Cülas olan bir kişi "Eğer Muhammed'in dedikleri doğruysa biz eşek­ten daha kötüyüz" dedi. Biri bunu Hz.Peygamber'c ulaştırdı. O'da onu kınadı. Cülas bunu söylemediğine dair yemin etti. Ardından ayet. onu yalanlayarak nazil oldu. Bir ri­vayete göre bunu Hz. Peygambcr'e ulaştıran, Cülas'ın bir arkadaşıydı ve Hz. Peygamber'e şöyle demişti: "Bunu gizlediğim taktirde başıma bir musibetin gelmesinden veya hakımda bir ayetin nazil olmasından korktum." Cülas, ayetin nüzulünden sonra tevbe et­miş ve iyi bir müslüman olmuştur. Bir rivayete göre de bu sözü söyleyen Cülas değildir: Mü'min bir kişi ona kızmış ve ona eğer dediği doğruysa, "sen eşekten daha kötüsün" demiş. Bu münafık bazı arkadaşlarıyla birlikte o mü'minİ öldürmek istemiş. Hz. Pey­gamber onları ayıplayıp kınayınca onlar da söylemediklerine ve yapmadıklarına dair ye­min ettiler. Bunu söyleyen adam fakirdi ve Allah onu zengin kıldı. Öyle ki kölesi öldü­rülmüş, Hz. Peygamber de onun diyetini kendisine vermişti. Bir rivayete göre de bu ayet münafıkların büyüğü Abdullah b. Selul hakkında nazil olmuştur. O şöyle demiştir: "Bi­zimle Muhammed'in durumu "Köpeğini semirt, seni yesin" diyenin sözü gibidir. Medi­ne'ye dönersek aziz olan oradan zelil olanı çıkaracaktır." Bu olay Hz. Peygamber'in sa­vaşlarının birinde vuku bulmuştu. Bazı rivayetlere göre de ayet, Tebük savaşı esnasında Hz. Peygamber'i çekiştirip onu öldürmeyi planlayanlar hakkında nazil olmuştur.

Bu rivayetlerden bazıları, bu sûrede ve Münafikun sûresinde çeşitli sebeplerle riva­yet edilmiştir. Bu ayette münafıkların tavırlarından, sözlerinden ve bir taraftan yakayı kurtarmaya çalışırlarken, diğer taraftan da yemin etmelerine dair bir tablo sergilenmek­tedir. Onları kınamayı, durumlarını açığa vurup uyarmayı, onların tavırlarına karşı sert davranmayı öğütlemeyi hedeflemiştir. Bu da gösteriyor ki ayet, öncesinden ve sonrasın­dan ayrı değildir. Münafıkların ahlaklarını, tutum ve davranışlarını kınamak amacıyla onları hatırlatmaktadır. Rivayetlerde anlatılan olayın Tebük savaşı esnasında cereyan et­miş olması muhtemeldir ve hemen bu olaya işaret edilmiştir. Aynca bu olay daha önce olmuş olabilir ve burada hatırlatılmaktadır.

Benzer tavırların onlardan sürekli olarak sadır olduğu tekrar edilmekte ve ayette an­latılan cezaya müstehak oldukları belirtilmektedir. Ayetin son bölümünden öyle anlaşılı­yor ki münafıklar azalmaya başlamışlar, İslam toplumundan ayrılmışlar ve kendilerine yardımcı olacak, dostluk yapacak birini bulamaz olmuşlar. Bu gelişme, onların durum­larında ve Allah ile Rasulü'nün kelimesinin yücelmesinde, güçlenmesinde açıkça görül­mektedir. Böylesi bir durumda bile onların tevbeye çağrılmaları, kendilerine öğütte bu­lunulması, birçok yerde hem kafirler hem de münafıklar için yapılan Kur'ani çağrı ve nasihatlerle uygunluk arzetmektedir. Bu da gösteriyor ki, Kur'an'ın nüzulünün ve İslam hukukunun asıl amacı insanları ıslah etmek, onları sapıklıktan, fesaddan ve kötü ahlak­tan kurtarmaktır.

"Sırf Allah ve Elçisi kendilerini lütfuyla zengin etti ama onlar öc almaya kalktılar" cümlesinin içerdiği anlam, münafıkların psikolojik durumlarını, güzeliiğe kötülükle kar­şılık vermelerini, nimete karşı nankörlük yapmalarını ortaya koymaktadır. Hz. Peygam­ber'in Medine dönemi, manevi bereketinin yanısıra insanlar için bir servet ve zenginlik kaynağı da olduğu anlaşılıyor. Bu, rivayetlerle bağdaşmaktadır. Özellikle de İslam oto­ritesi güçlenmiş, daveti hızla yayılmakta, başkent Medine'ye her vadiden çeşitli amaçlarla insanlar akın akın gelmektedir. Ayet, aynı zamanda kötülerin tabiatını, kötü huylu­ların bîr özelliğini de ele vermektedir. O da nimet içinde bulunanlara hasette bulunmak, lütufta bulunulan kişiye tuzak kurmak, hayır ve nimete karşı nankörlük yapmaktır. Bu sıfatlar kötülenmiş, bunlardan kaçınılması gereği dile getirilerek, bunların münafıklara ve hasta kalpli insanlara ait sıfatlardan olduğu belirtilmiştir. [235]

 

75- Onlardan kimi de: "Eğer Allah lütfundan bize verirse, elbette sadaka vereceğiz ve yararlı insanlardan olacağız" diye and İçti.

76- Ne zaman ki Allah, lütfundan onlara verdi, cimrilik et­tiler ve yüz çevirerek (sözlerinden) döndüler.

77- Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine ikiyüzlülük sokmuştur.

78- Bilmediler mi ki Allah, onların sırlarını ve gizli konuş­malarını bilir ve Allah gizlileri bilendir?

 

Bu ayetlerde şu hususlar belirtilmiştir:

1- Münafıklardan bazısı Allah'a söz verip kendi kendine şayet Allah lütfundan ken­disine verirse ve dünyasını zenginleştirirse sadaka vereceğini ve samimi olacağını söy­ler. Allah onun isteğini yerine getirdiğinde cimrilik yapar ve sözünden cayar.

2- Münafıkların bu tavırlarının onları nifak içinde boğduğu ve Allah'la karşılaşacak­ları güne kadar bu hal içinde kalacakları belirtilmektedir. Çünkü onlar verdikleri sözden geri döndüler ve Allah'a karşı yalan söylediler.

3- Münafıkların bu lutumlan bir soru cümlesiyle kınanmıştır. Onlar, bu yalan tulum ve davranışlarda bulunurlarken bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. O, gaybı bilendir. Olan herşey onun ilminin dışında değildir ve hiçbirşey ondan kurtulmaz. [236]

 

Münafıklar Sözlerinde Durmazlar

 

Müiessirlerin[237] rivayet ettiğine göre, ismi Sa'lebe b. Hatip olan bir kişi, Hz. Pey­gamber'den kendisi için Allah'ın bol rızık vermesi için dua etmesini isledi. Hz. Pey­gamber şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana ey Sa'lebe! Şükrünü eda edeceğin az mal, güç yetiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." Sa'lebe "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, sen Allah'a dua eder ve oda bana mal verirse muhakkak ki her hak sahibine hakkını vereceğim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Allah'ım Sa'Iebc'ye ma! ver" diye dua elti. Sa'lebe bir koyun aldı ve bu koyun kurtçuğun ürediği gibi üreyip çoğaldı. Derken Medine kendisine dar geldi ve Medine'den ayrılarak Medine vadilerinden birine yerleşti. Namazlarını kılmada gevşeklik gösterdi. Koyunlar üreyip çoğaldıkça çoğaldı. Hz. Peygamber onun bu durumundan haberdar oldu ve bir memur göndererek malının zekalını almasını istedi. Sa'lebe zekat vermeyi kabul elmedİ ve "bu, cizyeden başka bir-şey değildir" dedi. Allah bunun üzerine onun hakkında bu ayeti indirdi. Buna benzer ri­vayetler de rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlere göre Sa'lebe insanların huzurunda söz verdi. Ardından çok mal sahibi olunca verdiği sözleri tınmadı. Bazı rivayetlere göre bu sözleri Avfoğull arından bir grup vermişti, Allah da onlara lütfundan verince, cimrilik yaptılar. Bazı rivayetlere göre de ayetler, Hatib b. Belta hakkında nazil olmuştur. Ha-tıb'ın Şam'da malları vardı, onları tekrar elde etmek için çok uğraştı ve Allah kendisine o malları tekrar verdiği takdirde o malları tasadduk edeceğine söz verdi. Allah ona mal­larını geri verdi ama o verdiği sözü tutmadı.

Mümlehine sûresinin tefsirini yaparken Halıp b. Belta'nın hikayesini anlatmıştık. O rivayet, Hatip b. Belta'nın imanında samimi olduğunu gösteriyordu ve o, Bedir savaşına katılanlar arasında yer alıyordu. Bunun için onun hakkındaki rivayetin doğruluğuna ihti­mal vermiyoruz. Ayetlerden öyle anlaşılıyor ki, Allah'a söz verip yemin edenler bir ki­şiden fazlaydı ve onlar münafıklardandı.

Durum ne olursa olsun ayet, münafıklara ait bir tabloyu gözler önüne sermektedir. Kanaatimize göre onlar bu tavırları Tebük savaşından önce sergilemişlerdir. Önceki ayetlerde olduğu gibi burada da onların ahlakları hatırlatılmaktadır. Durum bu olunca bu ayetler de konunun bir parçasıdır ve yalnız başına nazil olmamıştır. En iyisini Allah bi­lir. Açıkça görüldüğü gibi bu ayetler de, önceki ayetler gibi münafıkların bu ahlakını kötülemekledir,

Müfessirler bu konu hakkında, Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi'nin rivayet etlikleri şu hadisi akümrlar:"Peygamber şöyle buyurmuştur: Münafığın üç alameti var­dır. Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder."[238] [239]

 

79- Sadakalar konusunda, gönülden veren[240]' mü mınlerı çok çekiştiren ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulama­yanlarla alay edenler var ya, işte Allah, onları maskaraya çevirir. Onlar için acı bir azab vardır.

 

Bu ayette şu hususlara dikkat çekilmiştir:

1- Münafıkların diğer kötü bir tavırları ortaya sergilenmiştir. Öyle ki Mü'minlerden sadaka verenleri ayıplıyor, onlarla alay ediyorlardı. Özellikle de güçleri nisbetince az da olsa tasaddukta bulunanlarla alay ediyorlardı.

2- Onlar kınanarak kendilerine cevab verilmektedir. Alay edilmeye onlar daha layık­tır. Allah onlarla alay edecek ve O'nun katında onlar için çetin bir azab olacaktır. [241]

 

Mü'minlere Dil Uzatanlar

 

Taberi ve diğer müfessirler[242] bu ayetin sebebi nüzulüyle ilgili olarak çeşitli rivayet­ler zikretmişlerdir.Bu rivayetlere göre Hz.Peygamber müslümanları lasadduk yapmaya çağırmış, onlar da zengin fakir herkes kendi gücü kadar intakla bulunmuştur. Zenginler­den Abdurrahman b. Avf kalkıp malının yarısı olan dört bin dinar (veya dirhem) verdi. Asım b. Adiyy de kalkıp yüz vesak hurmayı sadaka olarak verdi. Fakirlerden biri olan Ebu Akil, Hz.Peygamber'c gelip"Ey Allah'ın elçisi çalıştım ve iki sa hurma kazandım. Birini ailem için aldım diğerini de sana getirdim" dedi.

Münafıklar, zenginlerin riya için infakta bulunduklarını söyleyerek Ebu Akü'in ver­diği sadakayı da alaya aldılar ve "Allah ve Rasülü O'nun getirdiğinden müstağnidir. O bir sa hurmayı insanlar arasında sözü edilsin diye getirdi" dediler.

Bu rivayetler ayetin nassı ve ruhuyla bağdaşmaktadır. Kanatimize göre rivayetlerde anlatılanlar, Tebük savaşma çıkılmadan Önce gerçekleşmiştir. Ayet, o olayların gerçek­leştiği anda nazil olmamış daha önceki ayetler gibi münafıkların ahlaklarının ortaya ko­nulduğu konuyla ilgili ayetlerin bir parçası olarak inmiştir.

Burada anlatılanlar hasta kalpli insanların çeşitli zamanlarda ortaya koydukları alışıl­mış kötü davranışlarıdır. Allah'ın kendilerine verdiklerinde cimrilik yaparlar, sonra da kendi cimirliklerini örtbas etmek için cömert insanların yaptıklarını çekiştirirler. Bu da münafıkların kötülenen tavır ve davranışlarından biridir. [243]

 

80- Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş defa af dilesen yine de Allah onları affetmez. Bu, Allah'ı ve Peygamberini inkar etmelerindendir. Allah, fasıklar gürü-hunu hidayete erdirmez.

 

Münafıklar İçin Af Dilemek Boşunadır

 

Bu ayette Hz. Peygamber'c hitap edilmiştir. Ayette kullanılan çoğul zamiri (onlar) önceki ayetlerde de sözkonusu edilen münafıklar içindir. Ayet, onların küfrünü ve fasık-lıklarını belirtip, Hz. Peygamber onlar için af dilese de dilemese de hatta yetmiş defa bi­le af dilese onlar, Allah'ın mağfiretinin kapsamına giremeyeceklerini bildirmiştir. Al­lah'ın, emirlerini dinlemeyen fasıkları hidayete erdirmesi ve başarıya ulaştırması müm­kün değildir.

Müfessirlerin rivayetine göre[244], münafıklar, kendi konumlarını açığa vurup eleşti­ren ayetler nazil olunca gelip Hz. Peygambere sığındılar, özür dilediler ve kendileri için af dilemesini istediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Onlara af dileyip dilememe hususunda Allah beni serbest kılmıştır. Büyük bir ihtimalle Münafikun sûresinin bir ayetinde de varid olduğu üzere Hz. Peygamber onlar için af dilemiş veya buna yeltenmiş, ardın­dan ayet nazil olmuştur. Hz. Peygamber bundan sonra şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki onlar için yetmiş defadan fazla af dileyeceğim."

Birinci rivayetin doğruluğu İhtimal dahilindedir. Onların özür dilemeleri ve Hz. Peygamberin kendileri için af dilemesini istemeleri yine onların nifaklarının bir uzantı­sıdır.

Ayet, Hz. Peygamber'in onlar için af dilemesinin faydasız olduğunu bildirmektedir. Çünkü onlar gerçekten samimi ve doğru olsalardı böyle birşeye yeltenmezlerdi. Daha önce kendileri defalarca tevbeye çağrılmışlar ve tevbe etmelerinin kendileri için daha hayırlı olacağı bildirilmiştir. Hz. Peygamber'in "onlar için yetmişten daha fazla af dile­yeceğim veya onlar için yetmiş defa mağfiret dileyeceğim" dediğini söyleyen rivayet­lerden şüphe edilir. Çünkü Hz. Peygamber'in, ayetin ibaresini sayısal bir anlayışla anla­ması mümkün değildir. O, ayeti en iyi bir şekilde anlamıştır. Ayetler, münafıklar hak­kındaki sertliği ortaya koymaktadır. Bu kesin ifadeden sonra münafıklar için af dilen­mesi düşünülemez. Hemen dikkat çekelim ki bu hadisler, sahih hadis kitaplarında geç­memektedir.

Ayette, Allah'ın münafıkları affetmeyeceğini te'kidli olarak anlatmasına dikkat çe­kelim. Ebedilik ve kesinlik bildiren nefy harfinin kullanıldığı başka ayetler de vardır. Buna rağmen onlara tevbe kapısının açık olduğu belirtilmektedir. Nisa sûresinin şu ayetleri bunlardandır:

"Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadıriar. Onlara bir yarydımcı da bulamazsın. Ancak tevbe edenler, düzelenler, Allah'a sımsıkı bağlananlar ve dinlerini yalnızca Allah'a has kılanlar başka; İşte onlar mü'minlerle beraberdir. Allah, mü'minle-rc büyük bir ecir verecektir." ( Nisa 145-146) "Gerçek şu ki, iman edip sonra küfre sa­panlar, sonra da küfürleri artanlar... Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğru yo­la da iletecek değildir." (Nisa 138) Allah onları bağışlamayacağını belirtmiştir. Çünkü O, onların küfür, nifak ve çirkin tavırlarında da ısrarlı olduklarını bildi. Onlardan ger­çekten samimi olarak tevbe edenin tevbesinin kabul edilmesini engelleyecek hiçbirşey yoktur.

Hz. Peygamber'den rivayet edilen "Yetmiş defadan fazla af dileyeceğim, veya onlar için yetmiş defa af dileyeceğim" sözünün doğru olduğunu farzetsek bile bu, onların tev-belerinin gerçek ve samimi bir levbe olduğu görüşünde olanlar içindir. Allah en iyisini bilir. [245]

 

81- Arkada kalanlar'[246], Allah'ın elçisinin arkasında[247] otur-makla sevindiler, canlarıyla ve mallarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar. 'Sıcakta sefere çıkmayın' dediler. De ki: 'Cehennemin ateşi daha sıcaktır.' Keşke anlasalardı.

82- Artık kazandıkları günahın cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.

83- Eğer Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndü­rür de, çıkmak İçin senden izin isterlerse "Asla benimle çı­kamayacaksınız, benimle birlikte düşmanla savaşamaya-caksınız. Siz ilk önce oturmaya razı olmuştunuz, Öyleyse geri kalanlarla birlikte'[248]' oturun" de.

84- Ve onlardan ölen birinin üzerine namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah'ı ve Peygam-beri'ni tanımadılar. Ve fasıklar olarak öldüler.

85- Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin: Allah onlara dünyada, bunlarla azab etmeyi ve kafir olarak can­larının çıkmasını İstiyor.

 

Ayetlerin ibareleri gayet anlaşılır olup şu hususları içermektedir:

1- Tebük savaşma katılmadıkları için sevinenlerin Allah yolunda canlarıyla, malla­rıyla cihad etmeyi kerih gördükleri için cihada katılmayarak özür beyan etmeleri ve bunda kendilerini başarılı hissedip böbürlenmeleri kınanmıştır. Başkalarının da şiddetli sıcak iddiasıyla yere çakılıp kalmalarım sağlamışlardır.

2- Onların bu durumları şiddetle kınanıp kendilerine hemen cevap verilmiştir. Hz. Peygamber'in bunlara, davranış ve tutumlarından dolayı hakettikleri cehennem ateşinin, şayet bilselerdi daha sıcak olduğu şeklinde cevap vermesi gerekir. Onlar her ne kadar şimdi sevinip gülüyorlarsa da kazandıkları günahlardan dolayı peşinden gelecek olan çok ağlamaya ve pişman olmaya az kaldı. Hz. Peygamber sağ-salim Medine'ye dönüp de bu geride kalanlar onunla birlikte başka bir savaşa çıkmak için izin isterlerse onlara müsade etmemesi, artık onlar için böyle bir şeyin mümkün olamayacağı ve kendisiyle birlikte asla düşmanla savaşamayacaklarını söylemesi gerekir, Çünkü onlar ilk önce oturmaya razı oldular ve bununla sevindiler. O halde onlar geride kalanlarla birlikte de­ğerli insanlardan uzak bir şekilde otursunlar. Hz. Peygamber'in artık bundan sonra on­lardan Ölen birinin üzerine asla namaz kılmaması ve onun kabrinin başında ona dua ederek durmaması gerekir. Onlar Allah'ı ve Peygamberi'ni inkar ettiler, küfür ve nifak­ları üzere de öldüler. Bundan sonra onlara ümit bağlamaya, onlara acımaya onlar için af dileyip dua yapmaya yer yoktur. Ayrıca Hz. Peygamber'in, ne kadar fazla olursa olsun onların ne mallarına ne de evlatlarına imrenmemesi gerekir. Onlar sadece bir imtihan­dır. Ve onların dünyada azab görmeleri, taşıdıkları kötü niyet, içinde bulundukları tu­tum ve davranışlardan dolayı dünyadan kafir olarak çıkmalarının sebebi olacaktır. [249]

 

Cihada Çıkmayıp Oturanlar

 

Bu ayetler de, Tebük savaşına katılmayan münafıkları konu edinen diğer ayetlerin bir parçası ve lamamlayıcısıdırlar.

Taberİ'nin rivayet ettiğine göre Selemeoğulları'ndan bir adam, Hz. Peygamber şiddelli bir sıcakla Tebük'e hareket edince "sıcakta savaşa çıkmayın" dedi. Bunun üzerine "De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır" ayeti nazil oldu. Bu cümJe, ayetin bir parçasıdır. O ayet de birbiriyle bütünlük arzeden ayetlerin bir parçasıdır. Burada ayelin Tebük sa­vaşında nazil olduğuna açıkça İşaretler vardır. Bu cümlede münafıkların söylemiş ol­dukları sözlere karşılık verilmekte ve savaşa katılmadıkları için de eleştirilmeye devanı edilmektedirler.

Yine Taberi'nin rivayet etliğine göre "Onlardan ölen birinin üzerine asla namaz kıl­ma" ayeti, Hz. Peygamber münafıkların büyüğü Abdullah b. Übeyy'in cenaze namazını kılınca nazil olmuştur. Hz. Peygamber'e samimiyetle bağlı olan oğlu Abdullah gelerek ricada bulundu ve Hz. Pcygamber'in, öldüğü zaman babasının cenaze namazını kılması­nı, kefenlemek için gömleğini vermesi ve onun için af dilemesini istedi. Hz. Peygamber de bunu yaptı. Ömer b. Hattab itiraz etti ve 'Allah seni münafıkların üzerine namaz kıl­maktan menetmedi mi?' dedi. Hz. Peygamberde 'bilakis beni serbest bıraktı ister af dile ister dileme buyurdu' dedi. Allah bunun üzerine bu ayeti indirdi. Bir rivayete göre de İbn Übeyy'in kendisi ölüm döşeğindeyken Hz. Peygamber'i çağırtmış ve sözkonusu is­teklerde bulunmuştur. Hz. Ömer buna iüraz etti ve onun yaptıklarını teker teker sayma­ya başladı. Ancak Hz. Peygamber onu dinlemedi ve şöyle dedi: "Benim gömleğim ve namazım Allah katında ona hiçbir fayda sağlamayacaktır. Ancak ben O'nun kavminden binlerce insanın bununla müslüman olmasını diliyorum." Beğavi bu rivayeti zikrettikten sonra şunu eklemiştir: Bundan sonra onun kavminden bin kişi müslüman oldu. Buhari, Müslim ve Tirmizi İbn Ömer'den şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Abdullah b. Übeyy b. Selül öldüğü zaman oğlu Abdullah, Hz. Peygamber'e gelip babasına keien olarak kul­lanmak için onun gömleğini İstedi. Hz. Peygamber de verdi. Sonra namazını kıldırması­nı istedi. Hz. Peygamber namazını kıldırmak üzere kalktı. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in elbisesinden tutup; 'Ya Rasulullah, nasıl onun namazını kıldırırsın, Allah sana bunu ya­saklamıştır!' dedi. Hz. Peygamber de 'Allah beni bu konuda serbest bıraktı. Ve ister on­lara af dile ister dileme, eğer yetmiş defa onlara af dilesen de Allah onları affetmeyecek­tir' buyurdu. 'Ben ise yetmiş defadan fazla af dileyeceğim dedi. Hz. Ömer "O münafık­tır" dedi. Hz. Peygamber sonunda İbn. Selül'ün cenazesini kıldırdı. Bunun üzerine ''on­lardan Ölen hiçbirinin cenazesini kıldırma ve kabri haşındada durma" ayeti nazil ol­du.[250]

Biz bu rivayetler, özellikle de bu hadis hususunda hayrete düşüyoruz. Ayetler birbi­riyle uyum İçerisindedir. Ve dediğimiz gibi ayetin birinde açıkça onun Tcbük savaşı es­nasında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Rivayetlerin, Hz. Peygamber'in Abdullah b. Übeyy'in cenazesini kıldırması hakkında nazil olduğunu söyledikleri ayet, Önceki ayet­lerin bir devamı ve tamamlayıcısıdır. Hem hadiste, hem de rivayette Hz. Ömer'in, Hz. Peygamber'e "Nasıl onun namazını kılarsın ki Allah seni bundan menetmiştir" dediğini

zikretmektedir. Oysa ki, aynı zamanda bu hadis, ayetin, Hz. Peygamber'in onun nama­zını kılmasından sonra nazil olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber'in, Ömer'e "Allah onlara af dileyip dilemem konusunda beni serbest bıraktı. Ben yetmiş defadan fazla af dileyeceğim" dediği de görülmektedir. Her ne kadar af dilemek (istiğ­far) namaz anlamına geliyorsa da istiğfar ile namaz arasındaki fark açıktır. Hz. Peygam­ber'in istiğfardan nehyedilmeyi bu anlamda anlamış ve bundan sonra da ona başkaları­na af dilemiş olması yada kesin ayet nazil olduktan sonra kalkıp münafığın cenaze na­mazını kıldırması mümkün değildir. Rivayetlerin belirttiğine göre, Hz. Peygamber Te-biik'c yönelince Abdullah b. Ubeyy sağdı ve o da askerlerini biraraya getirmiş sonra bu sûrede daha önce de zikrettiğimiz gibi savaştan geri kaldı. Bu da onun, Hz. Peygamber Medine'ye döndükten sonra Öldüğünü gösteriyor[251]. Ayet, bu savaş esnasında nazil olan ayetlerin bir parçasıdır. Ve onlarla tamamen uyum içerisindedir. Tüm bunlarla, ri­vayetlerin özellikle de Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin rivayet ettikleri hadis arasında uyum sağlamak çok zordur. Ancak şu olabilir. Hz. Peygamber Abdullah b. Ubeyy'in sa­mimi bir mümin olan oğlu Abdullah'ın ricasını kırmamış, onun gönlünü hoş etmek ve onun kavmindeki tereddütlü insanların kalplerini ısındırmak için Tbn Ubeyy'i kefenle­mek üzere gömleğini vermiştir. Tabresi, Hz. Peygamber'in onun üzerine namaz kıldır­madığını rivayet etmektedir. Müfessirin, bu rivayetini belirli bir senetle rivayet etmeme­sine rağmen biz bunu tercihten yanayız.

Rivayetlerde başka bir husus vardır: Hz. Peygamber'in İbn Ubeyy'e karşı tutumundan dolayı O'nun kavminden bin kişinin müslüman olduğunun rivayet edilmesidir. Bu sûre­deki çeşitli ayetler münafıkların Tebük savaşından Önce sayı ve durum bakımından zayıf­lıklarını göstermekledir. Bu da görüldüğü gibi rivayeti çürütmektedir. Medine'de bin sa­yısı çok büyük bir sayıdır. Kanaatimize göre bu rivayetin sahih olması düşünülemez.

"Allah seni döndürdüğü zaman,.." ibaresi, bu ve önceki ayetlerin Tebük savaşı es­nasında nazil olduğunu, münafıkları, geri kalanları, özür beyan edenleri sözkonusu edip kınamayı, onların ahlaklarını açığa vurmayı, onların tutum ve davranışlarını hatırlatma­yı, savaşa iştirak eden samimi mü'minleri övmeyi ve teyid etmeyi amaçlamaktadır. "Sı­cakta savaşa çıkmayın" ibaresi, bu savaşın yaz mevsiminde olduğunu belirten rivayet­leri doğrulamaktadır. "Onun kabrinin başında durma" ibaresinden cenazelerinin yıka­nıp \xÜen\encukien ve gömüldükten sonra kabirlerinin başında durup dua edildiği, kabir­lerin başında oturulduğu anlaşılmakladır. Görüldüğü kadarıyla bu, Arapların, İslam ön­cesi uygulamalarından biriydi. Ayetler, Hz. Peygamber'in ve müzminlerin münafıklara karşı takınmaları gereken tavırları açıkça ortaya koymaktadır. Hatla bu konu hakkında diğer ayetlerde olmayan bir husus ortaya konulmaktadır. O da münafıkların, müslüman-ların sallarının dışına itilmesi, savaşa katılmaları için çağrılmamaları, onlardan biri öl­düğünde cenazesinin kılınmaması ve kabrinin başında duru İmam asıdır. Çünkü onlar güçsüzlerle, kadınlarla ve çocuklarla oturmayı lercih etliler. Kendilerini yerleştirdikleri çerçeve içerisinde kalmaları gerekir. Ve onlardan biri de içinde bulunduğu bu durumda ölürse kafir olarak ölmüş olur. Bu husus, İslam daveti ve müslümanların genel menfaat-leriyte güçlü bir bağ oluşturmakla beraber onların münafıkça tavırları, mallarıyla canla­rıyla savaştan geri kalmaları ve bu uğurda uğraşmalanyla da tamamen uyum arzelmek-tedir. Tüm bunlarda samimi insanların bu tür insanlara, özellikle de insanlarla dayanış­maktan, şiddetli ve zorluk günlerinde görevlerini yerine gelinnekten kaçanlara karsı ta­kınmaları gereken tavırlar ve almaları gereken konumlar ortaya konulmaktadır. Onların genel özellikleri de; riyakarlık, hile, tuzak, cimrilik, yere çakılıp kalmak, insanların Al­lah yolunda gördükleri bela ve musibetlere sevinmeleridir. [252]

 

86- 'Allah'a iman edin ve Elçisiyle beraber cihad edin' di­ye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden güç, kudret sahi­bi'[253] olanlar, senden izin istediler. 'Bizi bırak, oturanlarla beraber oturalım' dediler.

87- Geride kalanlarla[254] beraber olmaya razı oldular, kalp­leri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.

 

Müfessirler, bu iki ayetin sebebi nüzulü hakkında herhangi bir rivayette bulunma­mışlardır. Kanaatimize göre ayetler, daha önce geride kalan münafıkları konu edinen ayetlerin devamıdır. Allah ne zaman kendisine iman etmeye ve yolunda cihada çağıran bir ayet indirse, münafıklardan güç ve kudret sahibi insanlar Hz. Peygamber'e gelip, sa­vaştan geri kalanlarla beraber oturmaya izin vermesini isterler. Aciz kalanlarla oturma­ya alçakça razı olurlar. Bu da onların kalplerinin ve anlayışlarının kendi konumlarının idrakine varmaya engel teşkil edecek şekilde mühürlenip kapandığının bir göstergesidir. [255]

 

88- Ama Peygamber ve onunla birlikle İmarı edenler, mal­larıyla canlarıyla cihad ettiler, işte tüm hayırlar onlar için­dir ve kurtuluşa erenler onlardır.

89- Allah, onlar için altlarından ırmaklar akan, içlerinde sürekli kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük başa-rı budur.

 

Hz. Peygamber'in davetine icabet edip, Allah'ın emirlerini yerine getiren, mallarıyla canlarıyla Hz. Peygamberle birlikte cihad etmeye koşan samimi müslümanların ko­numlarına işaret eden bu ayetler, kendinden önceki ayetlerle bağlantılıdır. Bunlar müj-delenmiştir. Kur'an'ın üslubu gereği önceki ayetlerde münafıkların tutum ve davranışla­rı eleştirilip kınanırken, bu ayetlerde samimi mü'minlerden Allah'ın razı olduğu, onlar için mutluluk ve kurtuluşun varolduğu belirtilmektedir. [256]

 

90- Özür beyan eden bedevi Araplar, kendilerine izin ve­rilsin diye geldiler. Allah'a ve Peygamberine yalan söyleyenler oturdular. Onlardan inkar edenlere acı bir azab eri­şecektir.

 

Özür Beyan Edenler

 

Müfessîrlerden[257] bu ayetlerin yorumu hakkında gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre, bu ayet bedevi Araplardan iki gruba işaret etmekledir. Bir gurup Tebiik savaşına katılmamak için gelip özür beyan ederek izin istemişti. Bunların ileri sürdükleri özürler yalandı, doğru değildi. Bİr gurup da savaşa katılmayarak özür beyan etmeden olurdu. Bu ayetle, savaşa katılmayarak özür beyan eden, izin isteyen, Allah yolunda cihad elme-mek için yere çakılıp oturan, ileri sürdükleri özürlerinde ve yere çakılıp kalmalarında yalancı olan, İslam ve Allah yolunda cihad konusunda Allah ve Peygamberi'ne verdiği sözü tutmayan bedevi Araplardan sadece bir gurup da kasdedilmiş olabilir. "Onlardan kafir olanlara acı bir azab erişecektir" kısmının bir gurup veya her iki gurup hakkında olduğunu söylemişlerdir. Bu cümle onların beyan etmelerini ve oturmalarını küfür ola­rak nitelemiştir. Bazıları da bunu bir veya her iki guruptan küfür üzere ısrar edenlere yo­rumlamışlardır.

Özür beyan edenler hakkında üç rivayet zikredilmiştir. Bir rivayete göre bunlar Be­ni Gıfar'dan bir gurup, birine göre Esed ve Gatafan'dan bir grup, diğerine göre de bu özür beyan edenler Amir b. Tufeyl'in ekibidir. Bu ayetin iki grup hakkında olduğunu söyleyenler özürsüz ve izinsiz olarak oturan gurubun ismini zikrelmemişlerdir. Ancak bunlar, bedevi Araplardan münafık olanlardır. Ayetin manası ve ruhu, bu ayetin her iki grubu da kapsadığını göstermekledir. Ancak sözkonusu edilen kısım onlardan küfür üzere ısrar edenleri kasdetnıektedir. En doğru olan budur. En iyisini Allah bilir.

Herhâlükârda ayetle müslümanlara iltihak eden bazı bedevilerin Tebük savaşı esnasın­daki tavrı görülmektedir. Bu tavır; nifakı, yalanı, sözünde durmamayı içermektedir. Dola­yısıyla bu tavır sahipleri sonraki ayetin kapsadığı eleştiri ve kınamayı haketmişlerdir.

Ayet, açıkça göstermektedir ki, Hz. Peygamber,bedevi kabilelerden müslüman ol­duklarını ilan edenleri Tebük savaşına katılmaya çağırmıştır. Ayet bunlardan bir grubun özür beyan edip savaşa katılmadıklarını gösteriyor. Ancak bu, onların tamamının savaşa katılmadıkları anlamına gelmez. Rivayetler, bedevilerden büyük bir çoğunluğun savaşa katıldıklarını zikreder. Savaşa katılanların otuzbine ulaşması bunu doğrulamaktadır. [258]

 

91- Allah'a ve Rasulü'ne karşı 'içten bağlı kalıp hayra ça­ğıranlar' oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir günah yoktur. iyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah bağrşla-yandır, esirgeyendir.

92- Bİr de kendilerini bindirmen için sana her gelişlerinde onlara "sizi bindirecek birşey bulamıyorum" dediğin ve infak edecek birşey bulamayıp üzüntülerinden dolayı göz­lerinden yaş aka aka geri dönenler üzerinde de (sorumlu­luk) yoktur.

93- Ancak şu kimselerin kınanmasına yol vardır ki, zengin oldukları halde senden izin isterler. Geride kalanlarla be­raber olmaya razı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledİ. Artık onlar bilmezler.

94- Geri dönüp geldiğinizde sizden özür dilerler. De ki: 'Hiç özür düemeyin, size İnanmayız. Allah bize durumu­nuzu haber vermiştir. Yaptıklarınızı Alîah görecektir. O'-nun Peygamberi de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bile­nin huzuruna döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı ha­ber verecek.'

95- Onlara geri döndüğünüzde kendilerinden vazgeçesi­niz (karışmayasınız) diye Allah'a yemin edecekler. Onlar­dan vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları işlerin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir.

96- Size yemin ediyorlar ki kendilerinden razı olasınız. Siz onlardan razı olsanız bile Allah, (asıklar topluluğundan ra­zı olmaz.

 

Bu ayetlerde şu hususlara işaret edilmiştir:

1-  Allah, zayıf-güçsüzleri, hastaları, infak edecek birşey bulamayıp acziyetlerinden dolayı fiili olarak cihada İştirak edemeyenleri samimi ve iyi niyetli oldukları, Allah ve Elçisi için nasihatta bulunmaya çalışanları, savaşa katılmak için Hz. Peygamber'e gelip vasıta isfeyen ancak Hz. Peygamberin bu isteklerini yerine getirememesi dolayısıyla fa­kirliklerine, cihad sevabından mahrum kalmalarına üzülerek ağlayanları kınamamıştır.

Çünkü vazifesini en güzel bir şekilde yerine getirmeye çalışan, güç yetirebildiği ka­dar bütün samiraiyetiyle yapmak isteyip de yapmaya imkan bulamayanlara bir sorumlu­luk günah yoktur. Ancak tüm bu günah ve kınama, zengin olup güç yetirebildikleri hal­de geride kalanlarla beraber oturma zilletine düşmelerine rağmen savaşa katılmamak amacıyla izin isteyenler içindir.

2-  Bunlar katı kalpli, kalpleri mühürlenmiş olduklarından, içinde bulundukları konu­mun vehametini ve günahını anlayamazlar.

3- Hz. Peygamber'in ve müslümanların savaştan dönüşünde özür beyan eden bede­vilerin takınacakları tavra dikkat çekilmektedir. Öyle ki özür beyan etmek için birbiriyle yansırlar, özürlerini pekiştirmek için Allah'a yemin ederler, kendilerine göz yumulup kınanmamalarını, eleştiriimcmelerini ve kendilerinden hoşnut olunmasını isterler.

4- Ancak onlara şu şekilde karşılıkta bulunulması emredilmektedir: Hz. Peygam­berin ve samimi mü'minierin onlara yanaşmayacaklarım ve bundan böyle kendileri­ni doğrul anlayacaklarını ilan etmeleri, Allah'ın onların gerçek yüzlerinin ve haberle­rinin yalan olduğunu bildirdiğini, Allah'ın ve Peygamberi'nin onların takipçileri ol­duklarını, Allah'ın onları hesaba çekeceğini, hakettikleri cezaya çarptıracağını, O'nun görünen, görünmeyen herşeyi bildiğini onlara belirtmeleri.

Hz. Peygamber'in ve samimi mü'minlerin onlardan yüz çevirip. İlişkiyi kesmeleri gerekir. Çünkü onlar pisliktir ve varacakları yer ateştir. Herhangi bir mü'minin onlardan razı olması caiz değildir. Şayet bunu yaparlarsa bilsinler ki Allah'ın rızasına muhalif hareket etmiş olurlar. Allah'ın fasıklar topluluğundan razı olması mümkün değildir. [259]

 

Sorumlu Olanlar Ve Olmayanlar

 

Müfessirlerin büyük bir kısmı[260], 93-96. ayetlerin Medine'de savaştan geri kalanlar hakkında olduğunu söylemiştir. Bu konuda onların sayısının seksen küsur olduğunu ri­vayet etmişlerdir. Bazıları[261]da bu ayetlerin, genel olarak bedevilerden ve Medine hal­kından yalan özürler beyan edip savaşa katılmayanlar hakkında olduğunu söylemişler­dir. Bundan sonra gelen ayetlerin bazısında yine bedevilerden sözedilmektedir. Öyle an­laşılıyor ki bu bölüm (90. ayetten 99. ayete kadar) özellikle de bedevilerden özür beyan edip savaşa katılmayanlar hakkındadır. 93-96. ayetler de ilave olarak onlar hakkındadır.

Bu ayetlerde öyle bir kesinlik vardır ki bu, ayetlerin gerek yalan özür beyan edenle­rin, gerek geçerli bir özür beyan etmeksizin savaşa katılmayanların tamamını kapsadığı­nı gösteriyor. Ayetler, Önceki ayetlerle bir bütünlük içerisinde olup topluca savaşa katıl­mayanlar ve oturanlar hakkındadır.

"Onlara geri döndüğünüzde" ve "onlara geldiğinizde" tabirleri, bu ayetlerin Tcbük savaşı esnasında nazil olduğunu açıkça göstermektedir. Bu açıklık aynı zamanda önceki ayetlerden 83. ayette de içeriğini bulmakladır. Öyle ki, bu ayetlerin topluca veya ardar-da savaş esnasında nazil olduğu görülmektedir.

Üçüncü ayet, samimi insanların samimiyetlerini ve Allah yolunda cihad etme arzu­larını güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. Savaşın zorluğu, yerinin uzaklığı, ganimet elde etme ümidinin neredeyse olmadığı, tehlikenin açıkça göze alındığı ve sıcağın şid­deti gibi sebepler üzerinde düşünüldüğü zaman onların sergiledikleri bu tablonun ne ka­dar önemli olduğu görülür. Taberi bu tabloyu sergileyenler hakkında çeşitli rivayetler zikretmiştir. Bazılarına göre bunlar Müzeyne kabilesinden bir gruptu. Bazısına göre de bunlar değişik kabilelere mensup yedi kişiydiler. Bir rivayete göre de Ensar ve bedevi karışımı bir gruptu. Bunların isimleri zikredilmiştir ve İslam tarihinde "el-Bckkauır' (çokça ağlayanlar) olarak anılmışlardır.[262] Konu bedeviler olduğuna göre, büyük bir ih­timalle bunlar bedevilerdendi. Durum bu olunca sergiledikleri tablonun şiddeti de orta­dadır.

Evet, başka ayetlerde de burada ortaya konulan hüküm ve kurallar vardır. Güçsüz, hasta ve fakir olanlar fiili olarak cihad edemedikleri zaman kınanmazlar. Çünkü onlar ya bünyeleri gereği veya gerekli ihtiyaçtan yoksundurlar. Ancak onun müslüman oluşu ve buna olan samimiyeti ona, cihada katılanlara faydası dokunacak şeyleri güç yetirebil-diği kadarıyla yapma sorumluluğu yüklemektedir. Şayet bunu yapmazsa sorumluluğunu yerine getirmemiş olur. Güç yetirdiği halde cihada katılmayıp ihmalkar davrananlar, kı­nanacak ve azarlanacak konumdadırlar. Bunlara göz yummak, rıza göstermek, hoşnut olmak caiz değildir. Kınanmaları ve küçük düşürülmeleri gerekir. Zorluk ve fedakarlık isteyen şartlarda ve ortamlarda samimi olanlarla olmayanlar ortaya çıkar. Bu gibi du­rumlarda entrikalar çevirmek en tehlikeli ve en zararlı tavırlardandır. Bundan dolayı da onlar eleştirinin, kınamanın ve hor görülmenin en şiddetlisini haketmişlerdir. [263]

 

97- Bedevi Araplar, küfür ve nifak bakımından daha aşırı ve Allah'ın Peygamberine indirdiği şeylerin sınırlarını tanı­mamaya daha müsaittirler. Allah bilendir, hüküm ve hik­met sahibidir.

Ayetin lafızları anlaşılır olup, Önceki ayetlerde olduğu gibi özür beyan edip oturan bedevi Arapları kınamaktadır. Bedevi Arapların huy ve davranışlarını ortaya koyup on­ların katılıklarını belirtmektedir. Onların kafirleri küfründe, münafıkları da nifakında aşın gider. Onlar, Allah'ın koyduğu hududu anlayıp idrak etmekten çok uzaktırlar.

Bu durum, insan topluluklarının farklı farklı olduklarının bir belirtisidir. Bedevi Arap (A'rabi) şehirli olana göre daha katı huylu, kaba davranışlı, kuralsız, ilkesiz ve bunları anlamaktan uzaktır. İnsan medeniyet merdivenini tırmandıkça huyu yumuşar, ahlakı düzelir, kalbi incelik kazanır, ilmi, tecrübesi ve ufku genişler. İnsanlarla olan iliş­kilerini karşılıklı hukuk ve vazifelere göre düzenler.

İbn Haldun "Arab" kelimesini kendi döneminde yaygın olan bir kullanımla hatalı bir şekilde "el-A'rab" kelimesinin yerine kullandığından dolayı; bedeviler, onların hayatla­rı, tabiatları ve yaşamları hakkında yanlış kanaat ve görüşler beyan etmiştir. Oysa ki o-nun belirttiği Arapların medeniyetten hoşlanmamaları ve medeniyetin izlerini yıktıkları düşüncesi Araplara değil, "el-A'rabi"ye (bedevi Araplara) uygun düşmektedir. Bu anla­yışın içine yalnızca araplann bedevileri değil tüm dünyanın bedevileri girmektedir.

Bu yanlış anlayış ve bu anlayışın Arapların huylan ve ahlakları hakkında sürdürül­mesi tuhaftır. Oysa ki durumun böyle ofmadiğı hatta İbn Haldun'un bu sözünden bede­vilerin kastedildiği açık bir şekilde anlaşılabilir.

İbn Kesir bu ayetle ilgili olarak Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai'nin İbn Abbas'tan ri­vayet ettikleri şu hadisi aktan n ak t ad ir: "Kim çölde ikamet ederse katılaşır." Bu hadiste, aj-elin kastettiği anlam bulunmakladır. En iyisini Allah bilir. [264]

 

98- Bedevi Araplardan kimi var ki, verdiğini angarya'[265]sa­yar, sizin başınıza belalar gelmesini gözetler[266]'. Kötü bela onların başına gelsin. Allah İşiîenciir, bilendir.

99- Bedevi Araplardan kimi de var 1<İ Allah' a ve Ahiret gününe inanır, verdiğini Allah'a yakın dereceler kazanma­ya ve Peygaınber'İn duasını almaya vesile sayar. Gerçek­len o, kendileri için yakın derecelerdir. Ailah, onları rah­metinin kapsamına alacaktır. Muhakkak ki Allah., bağışla­yandır, esirgeyendir.

 

Ayetlerde mtislüman olduklarını ilan eden bedevi Arapların iki kısma ayrıldığını gö­rüyoruz. Bunlardan bir grup Allah yolunda harcadıklarını veya Hz. Peygamber'e ver­diklerini, Allah katında sevabı olan dini bu" vecibe olarak verilmesi gereken sadakalar­dan saymıyor, bunu kaçınılması mümkün olmayan bir vergi veya hasar kabul edip, gösteriş için ya da korkudan yükleniyordu. Ardından müslümanlann üzerine bir darlığın, musibetin gelmesini bekleyip dururlar ki, bundan kurtulsunlar ya da onları devirsinler. İkinci gurup için de müjdeler vardır. Onlar Allah'a ve Ahiret gününe samimi olarak i-man ediyor, Allah yolunda infak ettiklerini veya Hz. Peygamber'e verdiklerini Allah'a yakınlaşmak, Peygamber'in rızasını ve duasını kazanmak için sadaka sayıyorlar.

Her iki ayet, her iki grubun sıfatlarını ve durumlarım uygun bir şekilde belirtmiştir. Birinci grup ki, onların başında musibetler dönüp dolaşır. Şüphesiz Allah onların dedik­lerini işiten, niyetlerinin kötülüğünü bilendir. Onları hakettikleri cezayla cezalandıracak­tır. Peygamberine yakınlaşmak için bir vesile saymaları doğrudur, gerçekten de o, onlar için bir yakınlık vesilesidir. Allah, rahmetiyle onlan kuşatacaktır. O esirgeyendir ve ba­ğışlayandır. [267]

 

Bedevi Araplardan Samimi Olanlar

 

Müfessirler bu iki ayetin sebebi nüzulü hakkında herhangi bir rivayet zikretmemiş-Ierdir. Ancak Taberi, birinci ayetin bedevi Araplardan münafık olanlar, ikinci ayetin de 92. ayette sözü edilen Müzeyne kabilesinden Mukarrinoğullan hakkında olduğunu söy­lemiştir.

Beğavi de, birinci ayetin Esed, Gatafan ve Temim bedevileri hakkında, ikinci ayetin Müzeyne kabilesinden Mukarrinoğulları hakkında, diğer bir rivayette de Eşlem, Gitar ve Cüheyne kabileleri hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Kendi senediyle Ebu Hu-reyre'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber, 'Eşlem, Gıfar, Müzeyne ve Cü-heyne'den bazıları Kıyamet günü Allah katında Temim, Esed b. Huzeyme, Hevazin ve Gatafan'dan daha hayırlıdır1 buyurmuştur."

Ayetler, müslümanlara iltihak eden bedevi Arapların durumlarını ve onlardan Tebük savaşma katılmayıp özür beyan edenleri belirtmekte, genel olarak bedevi arapların ka­rakterlerini ortaya koymaktadır. Durum bu olunca bu iki ayet kendinden önceki ayetler­le bir bütündür.

İkinci ayette bedevi Araplardan; bazı müsteşriklerin ileri sürdüklerinin aksine iman eden, imanında, Hz. Peygamber'i desteklemede, malıyla, canıyla cihad etmesinde sami­mi olanların bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu kabilelerden azım sanmayacak bir ke­simin, Hz. Pcygamber'den sonra İslam'ın ve Hz. Peygamber'in halifesinin yanında yer alarak Ridde savaşlarına katıldıkları bilinen bir gerçektir.[268] Dolayısıyla ikinci ayette zikredilenlerin onlardan veya onların bu zikredilenlerden olması gerekir. Ayrıca ikinci ayet, bedevi Arapların müslümanbklannda gelişim gösterdiklerini gösteriyor. Onların veya birçoklarının müslüman oluşları başlangıçta yüzeysel olabilir. Koşulların etkisinde kalarak veya korkudan ya da birşeyi elde etme arzusundan hareket etmiş olabilirler. Hucurat suresinin 14. ayeti[269] onların bu durumlarını ve Allah'ın bunu, Allah ve Peygam-beri'nin onlara farz kıldığı dini ve maddi görevlerini yerine getirdikleri taktirde onlar­dan kabul edeceğini belirtmektedir. Sonra onlardan bir grubun rnüslümanhğı derinlik ve kuvvet kazandı, samimi bir İmana kavuştular. [270]

 

100- Muhacirlerden ve Ensar'dan (İslam'a girmekte) öne geçenler ile bunlara güzel bir şekilde tabi olanlar (var ya) işte Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Onlara, altlarından ırmaklar akan, içinde sü­rekli kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtu­luş budur.

 

İlk Muhacirler Ve Ensar

 

Müfessirler bu ayetin sebebi nüzulü hakkında herhangi bir rivayet zikretmem işler­dir. Ancak bu ayetin ve sonraki ayetlerin kapsam ve anlamlarından öyle anlaşılıyor ki bedevi Arapların çeşitleri zikredildikten sonra burada da genel olarak müslamanların sı­nıflan zikredilmek istenmiştir. Durum bu olunca ayet, öncekilerin bir devamıdır, onlarla bir bütünlük arzeder. Ayette zikredilen her üç sınıfa övgü ve müjdeler vardır. Allah'ın kendilerinden razı, onların da Allah'tan razı olduğu bu sınıflar, imanlarında samimi ol­muşlar, görevlerini yerine getirmede, Hz. Peygamber'e itaat edip İslam'ın, Allah'tan ve O'nun Peygamberi'nden sonra, vücut bulmasına zemin hazırlamak için fedakârlık yap­mışlardır. Bu hususa gerek Mekki gerek Medeni ayetlerde işaret edilmiştir. Burada tek­rar zikredilmesi konuya daha fazla açıklık getirmek içindir.

Taberi, "Muhacir ve Ensardan öne geçen ilkler" tabiri hakkında bazı rivayetler zikretmiştir. Bir rivayete göre bunlar, Muhacirler ve Hudeybiye gününde Rıdvan Bi­ati'nda bulunan Ensardır. Bir rivayete göre de Hz. Peygamber'le birlikte her iki kıble­ye yönelerek namaz kılanlardır. "Onlara en güzel şekilde tâbi olanlar" tabiriyle, O'­nun rivayet ettiğine göre öncekilerin İslam'ı gibi Allah'a teslim olanlar, hicret, yardım ve hayırlı işler konusunda onların yollarım lakib edenler kastedilmiştir.

Ayet, mü'minlerden ilk samimi nesli ikiye ayırmakladır. Birincisi muhacirlerden ilk­ler ve öne geçenlerdir: Onlar, Mekke'de iman ettiler, direndiler, işkencelere katlandılar, Allah'ı ve Peygamber'i mallarına, ailelerine, yurtlarına ve rahatlarına tercih ederek Mekke'den hicret eltiler. İkinciler de Ensardan ilkler ve öne geçenlerdir. Onlar da Medi­ne halkından Hz. Peygamber'e iman eden, O'na yardım edeceğine söz veren, O'nun ar­kadaşlarıyla birlikte kendilerine hicret etmesini gönülden arzulayan, hicret edenleri des­tekleyen, şiddet ve sıkıntı zamanlarında onlara fiili yardımlarda bulunanlardır. Ayet bunlara bir üçüncü sınıfı ilave etmekledir ki bunlar, Taberi'nin belirttiği gibi her iki gru­bun yoluna en güzel bir şekilde tâbi olanlar, yani öncekiler gibi müslüman olup, hicret etme, yardımda bulunma ve hayırlı işler yapmada onların melodlarına tabi olanlardır.

Bu ve diğer ayetlerden öyle anlaşılıyor ki, bu üç gruba mensup olanların sayısı az değildi. Onlar Allah'a ve Peygamberine samimiyetle bağlıydılar. İçinde bulundukları konumlan bazı müsteşriklerin ileri sürdükleri gibi, herhangi bir menfaatten dolayı değil, sadece imanlarından kaynaklanıyordu. Kanaatimize göre Hz. Peygamberdin ashabının fazileti, onlara saygı göstermenin gereği hakkındaki hadislerde sözkonusu edilenler bun­lardır. Özellikle de ilk iki gruptur, Bu hadislerin bir kısmını daha önce zikretmiştik. Hz.Pcygamber bu hadislerde kendisini dinleyenlere şöyle sesleniyordu: "Ashabıma söv­meyin, sizden biriniz Uhud Dağı kadar altın infak etse bu onlardan birinin infak etliği bir müd'e, hatta yarısına dahi ulaşmaz. Ashabım hakkında Allah'tan korkun. Onları benden sonra atış hedefi edinmeyin. Kim onları severse bana olan sevgisiyle sevmiştir ve kim de onlara buğzedersc bana olan buğzu dolayısıyla buğzetmiştir. Kim onlara ezi­yet ederse bilsin ki bana eziyet etmiştir. Kİm de bana eziyet ederse Allah'a eziyet etmiş olur. Kim de Allah'a eziyet ederse Allah, onu hemen yakalar. Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.'1 Hz Peygamber'in bu hadislerde kendisini gören ve İslam üzere biat eden herkesi kastetmiş olması düşünülemez. Çünkü, o zaman bu uyan ve ikazda bulunmasının bir anlamı kalmazdı, buna gerek yoktu.

Aynı zamanda bu anlam, birazdan gelen ve mü'minlere sadıklarla beraber olmalarını emreden ayette de vardır. Bu da gösteriyor ki buradaki emir, bütün müslümanlara yöne­lik olup onların Hz. Peygamber'in seçkin arkadaşlarıyla beraber olmaları içindir.

Hiç şüphesiz bu seçkin kesim her türlü saygıya, hürmete, övgüye, tâbi olunmaya la­yıktır. Bu ilahi ve nebevi övgünün sebebi onların derin imanları, aşın samimiyetleri, Al­lah'ın ve Peygambcri'nin dinine hizmet etmede kendilerini feda etmeleri, iyilik etmele­ri, ağırbaşlı ve olgun olmalarından dolayıdır. Gerek Mekki ve Medeni sûrelerin birçok ayetinde, gerek sirel hadisesindeki rivayetlerde, insanda saygı ve hürmet uyandıran bir­çok tablo ortaya konulmuştur.

Hazin, "Onlara en güzel şekilde tabi olanlar" cümlesinin yorumunda bunun, ilk öncüler hariç Hz. Peygamber dönemindeki tüm m üs lüm ani arı kapsadığını söylemiştir. Tabresi de bu tabirin, kıyamet gününe kadar Hz Peygamberin arkadaşlarının yolunda giden tüm müslümanları kapsadığını belirtmiştir.

Birinci görüş hakkındaki düşüncemiz şudur: Bu ayetlerden sonraki ayetlerde bunun­la bağdaşmayan hususlar vardır. Çünkü orada Hz. Peygamber dönemindeki müslüman-ların, bilinmeyen münafıklar bir tarafa, şalin amel işleyen, kötü amel işleyenlerden ve durumu Allah'a kalmışlardan oluştuğu belirtilmektedir. İkinci görüşe gelince, şayet şöyle anlaşılması imkan dahilindeyse bu tabirin ayetin nazil olduğu esnada fiilen mev­cut olan insanlar hakkında olduğunu gösteriyor. Aynı şekilde "Allah onlardan razı ol­muştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır" tabiri de onları kapsamaktadır. Ayette rnuslümanların her zaman ve mekanda Muhacir ve Ensar'dan öncülerin, Allah ve Pey-gamberi'nden sonra önder ve örnek edinmeleri gerektiği belirtilmekte, bunu yapanların Allah'ın rızasına mazhar olduklarını açıklamaktadır. Sanki bu ifade sonradan gelenle­rin, öncülere karşı olan hukukun bir şartı veya onların da Allah'ın nzası ve müjdesi kapsamına girmelerinin bir şartı sayılmaktadır. [271]

 

101- Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkın­dan iki yüzlülüğe iyice alışmış[272]' münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, biz onları biliriz. Onlara iki kere-azap edeceğiz, sonra da onlar, büyük azaba itileceklerdir.

 

Bedevi Ve Medeni Münafıklar

 

Ayette halihazırdaki duruma dikkat çekilmiştir. Hz. Pcygamber'in, münafıkhklarıy-la bildiklerinin dışında, Medine halkından ve bedevi Araplardan da Hz. Peygamber'in tanımadığı, bilmediği münafıkların varolduğuna dikkat çekilmiştir. Hz. Peygamber bu münafıkları bilmiyordu, çünkü onlar nifaka öyle dalmışlardı ki rollerini çok iyi yapıyor­lar ve gerçek yüzlerini gizleyebiliyorlardı. Şüphesiz Allah O'nları bilmektedir. Kıyamet gününden Önce onlara iki defa azab edecektir. Ardından onları kötülüklerinden ve tu­zaklarından dolayı bu günde büyük bir azaba uğratacaktır.

Müfessirler, bu ayetin sebebi nüzulüyle ilgili herhangi bir rivayet zikretmemiştir. Üslubu ve kendinden önceki ayete atıfta bulunması, İslam toplumuna mensup bir sınıfı sözkonusu edinen bu ayetin önceki ayetlerin bir devamı olduğunu göstermektedir. Mü­nafık olduklarını Hz. Peygamber'den ve müslümanlardan gizlemeyi başaran bir grubun tablosunu içermektedir. Ayet, bir taraftan onları uyarıp ikaz ederken, bir taraftan da on­ları açığa çıkarmakla tehdit ederek onların durumunu gözler önüne sermekte ve onların kat kat azaba uğratılacaklarını, bunu hakettiklerini belirtmektedir.

Ayet, kahramanlık durumlarında münafıkların değişik şartlarda başvurdukları komp­lo ve nifakın bir çeşidini içermektedir. Aynı zamanda bilinen münafıkların zarar ve teh­likelerinden daha çok bu tip insanların tehlike ve zararlarına karşı dikkatli ve uyanık ol­mayı öngören öğütleri belirtmektedir.

Taberi "onlara iki defa azap edeceğiz" cümlesinin tefsiri hakkında sahabeden ve ta­biinden değişik rivayetler zikretmiştir. Bir rivayete göre onların, müslümanların ve İs­lam'ın zaferinden dolayı duydukları üzüntü ve kin birinci azap, Kıyamet gününün bü­yük azabından önce, kabirde azap çekmeleri de ikinci azaptır. Bir rivayete göre de; on­ların ifşa edilmeleri birinci azap, kabir azabı da ikinci azaptır. İbn Abbas'tan bu ayet hakkında şunu rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber bir cuma günü hutbe verdi ve "ey fa­lanca dışarı çık sen bir münafıksın, sen de çık ey falanca sen de münafıksın" dedi. Mes­citten bazılarını dışarı çıkartarak onları açığa vurdu. İşte bu onların birinci azabıdır. Du­rum ne olursa olsun bu tabir, onların tehlikelerinin büyüklüğüyle, faktörlerinin önemiyle münasib olan bir azaba kat kat uğratılacaklarını belirtmek içindir.

İbn Kesir, bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak Ebu Derda'dan şunu rivayet eder: Harme-le adında birisi Hz. Peygamber'e gelmiş ve dilini göstererek "iman burada" eliyle kalbi­ni işaret ederek "münafıklık da şurada, o Allah'ı çok az zikreder" demiştir. Hz. Peygam­ber: "Ey Allah'ım ona zikreden bir dil, şükreden bir kalp ver. Ona benim sevgimi ve be­ni sevenlerin sevgisini bahşet. İşini hayra ulaştır" buyurdu. Kim bize gelirse onun için mağfiret dileriz. Kim de (durumunda) ısrar ederse, onun durumu Allah'a kalmıştır. Sen kesinlikle kimsenin (nifakını Örten) örtüyü yırtma parçalama."

Belki de bu adam ayet nazil olduktan sonra pişman olarak kendisi ve arkadaşları için af dilemek amacıyla Hz. Peygamber'e gelmiştir. Şayet bu hadis doğruysa bu 80. ayetin tefsirinde söylediklerimizi desteklemektedir. Öyle ki, Hz. Peygamber, tevbesinde doğru olarak gördüğü kimseler için af dilemiştir. İlahi rahmetten yoksun olanlar ise nifakları ve kötü niyetlerinde ısrar edenlerdir. Hadiste belirtilen "nifaklarını açığa vurmayanların durumlarının Allah'a havele edilmesi, tehlike ve zararlarından korkulmadığı sürece on­ların nifak Örtüsünün yırtılmaması" hususu da gayet güzel bir ilkedir. [273]

 

102- Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, İyi kötü işi birbirine karıştırmışlardı. Belki Allah, onların tevbesini ka­bul eder. Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

103-  Onların mallarından kendilerini temizleyeceğin, yü­celteceğin bir sadaka al ve onlara dua et; çünkü senin du­an onlara huzur verir. Allah, işitendir, bilendir.

104-  Bilmedİler mi ki, kullarından tevbeyi kabul eden, sa­dakalarını alan Allah'tır. Ve Allah, tevbeyi çokça kabul e-den, çok esirgeyendir.

105- De ki: "Yapıp edin. Allah sizin yapıp ettiklerinizi gö­recektir, O'nun Peygamberi ve mü'mİnler de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bilene döndürüleceksiniz. O, size yap­tıklarınızı haber verecek."

 

Ayetlerde şu hususlara işaret edilmiştir:

1- Günah işleyip bu günahlarını itiraf eden başka bir grup vardı. Bunların, günahla­rının yanısıra salih amelleri de vardı.

2- Onların yapması gerekenler belirtilmiştir. Tevbe ettikleri taktirde Allah'ın onların tevbesini kabul etmesi mümkündür. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir. Hz. Peygam-ber'in onların malından işledikleri günahlara kefaret olacak ve onları arındıracak (temi­ze çıkaracak) sadaka alması, onlara dua etmesi gerekir. O'nun dua etmesi, onların kalplerine güven verir. Allah, her söylenileni işitendir, tüm niyetleri bilendir. Onların mut­main olmaları gerekir ve bilsinler ki Allah, kulundan tevbeyi kabul eder, samimi ve iyi niyetli oldukları müddetçe sadakalarını kabul eder. Hz. Peygambcr'in samimiyetlerinin, doğru niyetlerinin ve tevbelerinin kabulü için onları salih amel işleme konusunda cesa­retlendirerek onlara: "Çalışın salih amel İşleyin muhakkak ki Allah, O'nun Peygamberi ve mü'minler işlediğiniz amelleri görecektir. Açığı, gizliyi, görüleni, görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz ve O sizin işlediklerinizi size bildirecek, hakeltiğiniz karşılığı verecektir" demesi gerekir. [274]

 

Günahlarını İtiraf Edenlerin İnfakta Bulunmaları

 

Taberi ve diğer müfessirler bu aycllerin nüzulüyle ilgili olarak değişik rivayetler zik­retmişlerdir. Bir rivayete göre bu ayetler, geçerli bir özürleri olmaksızın Tebük savaşına katılmayan, sonra da pişman olan ve Allah tevbelerini kabul edinceye kadar kendilerini mescidin sütunlarına bağlayan bir grup samîmi müslüman hakkında nazil olmuştur. Sa­yılarının bir ila on arasında olduğu hakkında ihtilaf edilmiştir. Bir rivayete göre ayetler, Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber, Beni Kureyza yahudİlerinden kendi hükmüne gelmelerini isteyince onlar, Ebu Lübabe'yle istişare etmişler, Ebu Lüba­be de "sonlarının kesilmek" olacağı anlamına gelen bir işaretle onlara işarette bulun­muştu. Sonra Allah'a ve elçisine ihanet ettiğini anladı, Allah ve Rasulü tevbesini kabul edinceye kadar kendini mescidin sütununa bağladı. Bir rivayete göre de ayetler, nifakla­rından tevbe eden, Bedevi veya Medineli müslümanlar hakkındadır. Birinci rivayet üze­rinde düşünüldüğünde birazdan gelecek olan ve özellikle samimi müslümanlardan sava­şa katılmayanların tevbelerinin kabul edildiğini gösteren bir rivayetin varlığı görülür ki, bu hususun ayetlerle bir ilgisinin olmadığı açıktır. Aynı zamanda Ebu Lübabe hakkında­ki rivayetin de bu ayetlerin nazil olduğu ortamla yakın bir ilişkisi yoktur. Üçüncü riva­yete gelince bundan, ayetlerde belirtilen vasfın bu ayetlerin münafıklar değil de müslü­manlar hakkında olduğu anlaşılmaktadır.

Kanaatimize göre, ayetlerin önceki ayetlere atıfta bulunması onların bir devamı ol­duğu ve Hz. Peygamber dönemindeki insanlara ait bir kesil sunduğudur. Ayetlerde sü­reklilik arzeden ilkeler vardır. Ortaya konulan tablo, değişik şartlarda ortaya çıkabilecek tablolardandır.

Bazı görevlerini ihmal edenler ve günahkarlar, samimi bir şekilde hatalarını anladık­larında ve kendilerini düzeltmeye çalıştıklarında onların samimiyetlerine güvenilir. Böyle insanların desteklenmesi, kalplerine huzur verilmesi ve müslümanların saflarına katılmalarının sağlanması gerekir. Onların, kendilerini Allah'a yaklaştıracak ve geçmiş­teki günahlarına kefaret olacak sadakalarını Allah yolunda ve hayırlı işlerde infak etme­leri gerekir. [275]

 

106- Başka bir kısmı vardır ki (onların durumları) Allah'ın emrine havele edilmiştir.[276] O, bunları ya azablandıracak ya da tevbelerini kabul edecektir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Bu ayeltte durumları Allah'ın takdirine ve emrine bırakılmış başka müslümanlara işaret edilmiştir. O, herşeyi bilendir, takdir ettiği her işte hikmet sahibidir. Onlara ilmi­nin ve hükmünün gereğince muamele eder. Ya onların azaba uğratılın alarma hükmede­cek ve onlara azabedecek veya onların rahmet ve mağfirete layık olduklarına hükmede­cek ve onlara rahmet edip tevbelerini kabul edecektir. [277]

 

Durumları Allah'a Havale Edilenler

 

Taberi ve diğer müfessirlerin rivayet etliğine göre bu ayetin, savaşa katılmayan ve diğer grubun yaptığı gibi günahlarım itirafa yellenmeyen, pişmanlıklarını ve tevbelerini beyan etmeyen müslümanlar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Sonra birazdan gelecek olan ayetin dediği gibi Allah onları bağışlamıştır.

SozÜ edilen ayet bu surenin 118. ayetidir. Bu ayetten anlaşıldığı gibi sözkonusu sa­vaşa katılmayanlara dünya dar gelmiş, Allah'a yalvarmışlar, tevbe etmişler ve Allah on-Iann tevbelerini kabul etmiştir. Öyle ki, tefsirini yapmakla olduğumuz bu ayetin, bu kimseler hakkında nazil olduğunu bildiren bu rivayetle bîr ilgisinin olmadığı anlaşılı­yor. Şayet doğru olsaydı onların durumlarının, herhangi bir kapalılığa meydan bırakma­yacak şekilde açık olması gerekirdi.

Ayetin ruhundan ve kendinden öncekine aüfta bulunmasından Öyle anlıyoruz ki, bu ayet, önceki ayetlerin bir devamı olup, müsl um anların sınıflarından bir sınıfa yani nifak veya samimiyet konusunda durumları netlik kazanmayan bir kesime işaret etmekledir. Toplumda buna sıkça rastlamak mümkündür. Bu gibi insanlar hakkında, onlar herhangi bir günah açığa vurmadıkları ve zararlı ya da kolu bir tavır içinde bulunmadıkları süre­ce, durumları tamamen açık olmasa bile aceleci olmamak gerekir. Ayet bu hususa güzel ve hikmetli bir şekilde işaretle bulunmaktadır. [278]

 

107-  Zarar vermek[279], küfrü (yerleştirmek), mü'minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah'a ve Rasulü'ne karşı savaşanı gözlemek[280] için mescid edinenler ve "biz İyilik­ten başka birşey istemedik" diye yemin edenler (var ya) Al­lah onların yalancı olduklarına şahitlik etmektedir.

108- Orada asia namaza durma. Ta ilk günden takva üzere kurulan mescid, elbette içinde namaza durmana daha uy­gundur. Onda temizlenmeyi seven erkekler vardır. Şüphe­siz Allah temizlenenleri sever.

109- Binasının temelini Allah korkusu ve rızası üzerine ku­ran kimse mi hayırlıdır? Yoksa binasının temelini göçe­cek[281] bir bıçığın'[282]' kenarına'51 kurup onunla birlikte kendi­si de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulme sapan bir topluluğa hidayet vermez.

110- Yaptıkları bina, kalpleri parçalayıncaya dek, yürekle­rinde bir kuşku olarak kalacaktır. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Bu ayetlerde şu hususlar vurgulanmaktadır:

1- Kendilerine Özel bir mescid bina eden gruba işaret edilmiştir.

2- Bu mescid yapımının arkaplanını ortaya koymaktadır. Onlar için iyi niyetli ve sa­mimi değillerdi. Onların amacı zarar vermek, oyalamak ve mü'minlerin arasını ayır­maktır. Bu da küfür ve nifakın bir görüntüsüdür. Onlar mescidi inşa etmeden önce otu­rup Allah'la ve peygamberlerle savaşan insanları gözetlemişler, buna rağmen iyi niyetli olduklarına ve hayrı istediklerine dair yeminler etmişlerdir. Allah, onların yalancı ol­duklarına şahittir.

3- Hz. Peygamber'in orada namaza ve kıyama durmaması emredilmiştir. Bina edil­diği ilk günden itibaren ihlas ve takva üzere kurulan mescidin buna daha layık olduğuna dikkat çekilmiştir. Çünkü o mescidi inşa edenler samimi, temizlenmeyi sevenlerdi ve Allah da temizlenenleri sever.

4- Soru cümlesiyle, yeni mescid ve bunu inşa edenler kınanmıştır. İlk mescit ve inşa edenlere dikkat çekilmiş ve bunlardan hangisinin hayırlı olduğu belirtilmiştir. "Allah'a yaklaşmak amacıyla inşa edilen mescid ve onu inşa edenler mi yoksa batıl amaçlarla ve kötü niyetlerle yapılmış mescid mi hayırlıdır" şeklinde bir kıyas yapılmıştır.

5- Önceki soru cümlesine cevap niteliğinde bir cümle getirilmiştir. Bu inşa edilen son mescid, yıkılmaya meyilli, neredeyse çökecek bir temel üzerine inşa edilen bina gi­bidir. Orası, kendisini yapanlariyla birlikte cehennem ateşine sürüklenerek çökmüştür de. Onlar zalimdir. Allah'ın zalimleri başarıya ulaştırması ve hidayete ulaştırması müm­kün değildir. Onların kalpleri ölümle yok oluncaya dek inşa ettikleri o bina kalplerinde yer eden nifak ve şüphe olmaya devam edecektir. Allah, açık ve gizli herşeyi bilendir. Hikmet ve doğruluk ihtiva eden tüm işlerinde hüküm sahibidir. [283]

 

Mescid-İ Dirar

 

Taberi ve diğer müfessirler[284], bu ayetler hakkında İbn Abbas'tan ve tabii müfessir-lerden birçok rivayet zikretmişlerdir. Bu rivayetler genel olarak şu olayı anlatır:

Hz. Peygamber Medine'ye gelirken Küba denilen mahallede iki veya Üç gün geçir­mişti. Buranın halkı, Hz. Peygamber'İn namaz kıldığı yerde normal vakit namazlarını, özellikle gece ya da sıcak ve soğuğun şiddetli olduğu zamanlarda namazlarını kılmak için Hz. Peygamber'İn izniyle mescid inşa ettiler. Bu mahallede bir grup münafık da ya­şıyordu. Bazı rivayetlere göre bunların sayısı 12 kişiydi ve bunların Ganemoğullanndan olduklarını belirtmektedir. Hz. Peygamber'e ve İslam'a kiniyle ve müslümanlara karşı savaşmasıyla bilinen Medineli Ebu Amir isimli bir şahıs da bunlara gelip gidiyordu. Bu adam, önce şirki lerketti, tevhidi benimsedi; sonra hristiyan olup, ruhban oldu ve cübbe giyerek rahip diye meşhur oldu. Aynı zaman da fasık olarak da şöhret bulmuştur. Hz. Peygamber Medine'ye gelince bu şahıs Hz. Peygamber'e "Buraya ne ile geldin" dedi. Hz. Peygamber "Ibrahimin dini olan Haniflikle geldim" dedi. O da "Ben o din üzere­yim" deyince Hz. Peygamber "Hayır sen o din üzere değilsin" dedi. O adam "Bilakis ben o din üzereyim. Ancak sen o dinden olmayan şeyleri o dine soktun" dedi. Hz. Pey­gamber "Ben onu lemiz, arı ve duru bir şekilde getirdim" dedi. Ebu Amir "Allah bizden yalan söyleyeni tardedilmiş, kovulmuş ve yalnız bırakılmış bir şekilde kahretsin" deyin­ce de Hz. Peygamber "amin" dedi. Ebu Amir "Seninle savaşan bir grup gördüğüm za­man onlarla beraber seninle savaşacağım" dedi. Aradan pek bir zaman geçmedi ki Hu-neyn günü Hz. Peygamber'e karşı savaştı. Hevazin hezimete uğrayınca umudunu kay­betti ve Şam'a kaçtı. Kuba'daki münafıklara haber gönderip "Gücünüz yettiğince hazır­lık yapın, sizin bir araya geleceğiniz bir mescid inşa edin ve beni bekleyin. Muhammed ve arkadaşlarını Medine'den sürmek için Rum Kayser'ine gidip bir ordu getireceğim" dedi. Onlar da bir mescid bina ettiler. Hz. Peygamber, onlara bunun mahiyetini sorunca onlar da ilk mescidin kendilerine uzak olduğunu yaşlı ve hastaların oraya gidemedikleri­ni söyleyerek iyi niyetli olduklarını belirtip Hz. Peygamber'İn orayı bereketlendirmek amacıyla gelip orada namaz kılmasını talep eltiler. Hz. Peygamber onların doğru söyle­diklerine inandı ve "Biz şimdi yola çıkıyoruz. Tebük'ten dönünce gelip namaz kılaca­ğım" dedi. Hz. Peygamber'İn Medine'ye döneceği zaman yaklaşınca onlardan bazıları gelip Hz. Peygamber'e sözünü hatırlattılar. Bunun üzerine Allah bu ayetleri indirdi ve onların gerçek yüzlerini ortaya koydu. Hz. Peygamber birkaç adam gönderdi. Onlar ora­yı yıkıp yaktılar.

Ayetlerin tamamı bu özetle verilen olaya uygun düşmektedir ve münafıkların en kö­tü, en çirkin, en tehlikeli konum ve tavırlarından birini konu edinmekledir. Özellikle de onların Allah'ın mescidini bu emelleri için araç ve zırh edinmelerini ortaya sergilemek­ledir. Münafık ve hasta kalpli insanların Hz. Peygamber'e, O'nun daveline ve otoritesi­ne karşı başvurdukları hile ve tuzakları belirtmektedir. Kur'an'ın buradaki üslubu, onla­rın kötü niyetlerine ve çirkinliklerine uygun olarak sert bir şekilde gelmiştir.

Ayetler bazı belirli tavırların anlatıldığı özel bir konuyu ihtiva etmesinin yamsıra kendinden önceki ayetlere atıfta bulunması ve metodu bunların bir Önceki bağlamdan kopuk olmadığını, o bütünün bir parçası olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda bura­da müslümanlardan da bir grup belirtilmiştir. Bu ayetlerin Hz. Peygamber'in Medine'ye dönüş yolunda olduğunu belirten rivayet doğrudur. Çünkü aynı bağlam içindir ki bazı ayetler bunu göstermektedir.

Hz. Peygamber'in Tcbük'tcn Medine'ye dönüşü sırasında nazil olan bu ayetlerde or­taya konulan konu, Hz. Peygamber döneminde müslümanların allı sınıf olduklarını içer­mektedir. Bunlar; öncü Muhacirler, öncü Ensar, bedevi ve şehirli Araplardan bunlara en güzel bir şekilde tâbi olup, ihlas, takva yardım ve destek konusunda onların yolundan gidenler, münafıklıkları herkes taralından bilinmeyen Medineli ve çevresindeki bazı be­devi münafıklar, salih amel ile kötü işleri birbirine karıştıran ve münafık olmayan grup, durumları belirgin olmayıp Allah'ın emrine ve ilmine havale edilmiş kimseler, aşırı kü­für ve çirkinlikler ortaya koyan münafıklar grubu.

Genci olarak insan toplulukları bu sınıflardan oluşur. İslam toplumu da bu kapsamın dışında değildir. Ancak kesin olan bir husus vardır ki, Allah'ın dini ve Peygamber'in yolu uğruna en güzel örnekleri ortaya koyan, Allah'ın rızasını ve fazlını kazanmak için kendilerini hizmete adayan, Allah'ın kendilerinden, onların da Allah'tan razı olduğu ve Hz. Peygamber'den sonra İslam davetinin dayanağı olan ilk üç sınıfın, bu güçlü toplu­mun temelini oluşturduğudur.

Ayetlerde övgüyle sözü edilen mescid hakkında Taberi değişik rivayetler zikretmiş­tir. İbn Abbas, Hasan ve İbn Zeyd "Bunun Avfoğullari'nın bina ettiği ilk Küba mescidi olduğunu rivayet etmiştir. Değişik senetlerle zikrettiği rivayete göre; Avfoğulları'ndan biri Ebu Said el-Hudri ile bu mescid hakkında tartışmışlar. Avfoğulları'ndan olan kişi bu mescidin Küba mescidi olduğunu söylerken arkadaşı da bunun Peygamber mescidi olduğunu söylemiştir. İkisi de Hz. Peygamber'e gelip O'na sordular. O da "O, benim bu nıescidimdir, orada daha çok hayır vardır" buyurdu.

Tirmizi ve Müslim de buna yakın bir hadisi şu şekilde rivayet etmişlerdir: "Ebu Said el-Hudri şöyle dedi: 'İki kişi takva üzere bina edilen mescid hakkında tartıştı. Biri orası Mescidi Küba'dır derken, diğeri Rasulullah'ın mescidi olduğunu söylüyordu. Hz. Pey­gamber de 'O benim mescidimdir' buyurdu."[285] O Öyle görüyor ki İbn Abbas ve diğer müessirlere göre bu hadis sabit olmamıştır. Yoksa orasının Küba mescidi olduğunu söylemezlerdi. "Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyen­leri sever" cümlesi, kıyasın oradaki iki mescid hakkında olduğunu göstermektedir. Do­layısıyla ayette övgüyle kendisinden bahsedilen mescid Küba mescididir. En iyisini Al­lah bilir.

Taberi, az Önce sözkonusu edilen cümle hakkında Hz. Peygamber'in bu mescid hal­kına veya Ensar'a şöyle dediğini rivayet eder; "Allah temizlik konusunda sizi övmekte dir. Siz ne yapıyorsunuz (nedir bu temizlik). Onlar da 'Biz büyük ve küçük abdesiin iz­lerini yakarız (yok ederiz)' dediler". Başka bir rivayete göre de onlar şöyle dediler: "Bi­zim yahudilerden komşularımız vardı. Onlar böyle yaparlardı ve bunun Tevrat'ta yazılı olduğunu söylüyorlardı." Bir rivayete göre "Biz cahiliyye döneminde su ile islinca ya­pardık, müslüman olduktan sonra da bunu bırakmadık" dediler. Hz. Peygamber de onla­ra 'Onu lerketmeyin' dedi. Tirmizi ve Bezzar Ebu Hureyre'den şunu rivayet etmişlerdir: "Bu ayet, su ile islinca yapan Küba halkı hakkında nazil olmuştur".[286]

Bu iki rivayetle de ayetlerde belirtilen mescidin Küba mescidi olduğunu gösteren işaretler vardır. Bu rivayetlerde ve Kur'an ayetlerinde her müslümanın tüm koşullarda, her konuda temizliğe, özellikle de bedensel temizliğe riayet etmesi gerektiği hususunda hem Kur'ani hem de nebevi yönlendirme vardır. Daha önceleri de belirttiğimiz gibi bu­rada abdest ve yıkanmanın hedefi bir daha pekiştirilmiş oluyor.

Ayetler, hasla kalpli insanların ortaya koyduğu kötü davranışlara, düzenbazlıklara ve komplolara karşı uyanık olmayı, dikkatli davranıp onlara kesin ve şiddetli bir şekilde ta­vır almayı, onların görüntülerine ve yalan yeminlerine aldanmamayı, güzel niyetli ve iyi görünümlü insanlara ikramda bulunmayı; Allah'ın gözetilmesi, O'ndan sakınılması, iyi ve hayırlı amellerde onun rızasının kazanılması hussunda her zaman için bir mesaj nite­liği taşıyan uyarıları ve ilkeleri içermekledir. Özellikle de 109. ayet bu uyarı ve ilkeler hakkında olup her türlü fiil ve konumu kapsamaküdır. [287]

 

111- Allah, mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet karşılğında satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve Öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da üstlendiği gerçek bir sözdür. Kim Allah'tan da­ha çok sözünde durabilir? O halde onunla yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin, işte büyük kurtuluş budur.

112- Tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, seyahat edenler[288], rüku edenler, secde edenler, iyiliği emredip kö-tülükten menedenler ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar. İşte bu mu m inlen müjdeler.

 

Her iki ayet, açık ve anlaşılır olup mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad eden mü'minlere ilahi bir müjde vaadetmekte ve onları bu konularda teşvik etmeyi amaçla­maktadır. Samimi mii'minlerin sıfatları sayılmakta. Onların Allah'ın dinine sıkı sıkıya bağlanıp görevlerini yerine getirdiklerinden övgüyle bahsetmekledir. [289]

 

Allah Mii'minlerin Nefis Ve Mallarını Satın Almıştır

 

Taberi, birinci ayetin Büyük Akabe Biati esnasında nazil olduğunu rivayet etmiştir. Evs ve Hazreç heyetleri, Hz. Peygamber'e, Medine'ye hicretten önce biat etmişlerdi. Bu biatta Abdullah b. Revana Hz. Peygamber'e şöyle demiştir:

"Rabbin ve kendin için dilediğini şart koş. Allah Rasulü, 'Rabbim için O'na ibadet etmenizi ve O'na hiçbir şeyle ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de can­larınız ve mallarınızı nelerden koruyorsanız, beni de ondan korumanızı şart koşuyo­rum'. 'Bunu yaptığınız taktirde bize ne var?' diye sorduklarında, Hz. Peygamber 'cen­net' buyurdu. Onlar 'Kazançlı bir alışveriş, bunu bozmayız ve bozulmasını istemeyiz' dediler. Bunun üzerine Allah, ayeti indirdi".

Akabe biati esnasında geçen bu diyoloğun doğru olma ihtimaliyle birlikte ayetin üs­lup ve içeriği bu ayetin Akabe biatinin gerçekleştiği bir ortamda nazil olduğunu belirten

rivayetin doğruluğunda şüphe uyandırmakladır. Daha da ötesi, rivayetin bizzat kendisi bu şüpheyi uyandırın akladır. Çünkü Hz. Pcygamber'in heyetten islediği sadece koruma ve himaye edilmektir. Oysa ki ayci cihad hakkında geniş bir çerçeve çizmekledir. Enfal sûresinin tefsirinde Bedir savaşını açıklarken Hz. Peygamber'in Ensar'dan kendisi için sadece savunma ve himaye istediğini söylemiştik. Bunun için Hz. Peygamber onlarla is­tişare etmeden ve onlar savaşa hazırlıklı olduklarını belirtmeden Kureyş'lc herhangi bir çatışmaya girmeyi düşünmemiştir. Taberi ve diğer müfessirler, birinci ve ikinci ayeti birbirine bağlayarak şöyle demişlerdir: "Allah ikinci ayette kendilerinden nefislerini sa­tın aldığı mü"minlerin sıfatlarını açıklamıştır. Bu da iki ayetin beraber nazil olduklarını göstermektedir. Rivayetler, bunu zikretmemektedir. İki ayet arasındaki bütünlük bunu teyid etmektedir. Kaldı ki, ikinci ayetle bazı sıfatlar vardır ki, bunlar daha Akabe Bi-alı'nda bulunanlarda gerçekleşmemiştir.

Buna ilave olarak biz, iki ayetle önceki ayetler arasında bir uyumun olduğu, o ayet­lerle beraber veya hemen ardından nazil olduğu, Tebük savaşı esnasında nazil olduğunu söylediğimiz o ayetlerle ortaya konulan bir silsilenin son halkasını oluşturduğu kana­atindeyiz. O ayetler, önce mallarıyla, canlarıyla cihattan geri kalanları eleştirmekte, son­ra komplo kuran münafıklara dikkat çekmekte, ardından da canlarıyla ve mallarıyla Al­lah yolunda cihad eden samimi mü'minleri Övmektedir.

Her iki ayet de açıklayıcı ve güçlü bir üslupla gelmiştir. Özellikle de ikinci ayet, sa­mimi müslümanların tüm sıfatlarını bir arada vermiştir. Hz. Peygamber'in son, sayı ve hazırlık bakımından en büyük, en uzak mesafeli, en tehlikeli, en riskli savaşı olan Tebük savaşı ve bu bağlamda ortaya konulan bütünün çok güzel bir sonucu mahiyetindedir. Aynı zamanda bu ayetlerin ruhu, ayetlerin Hz. Peygambcr'le birlikte Tebük savaşına iş­tirak eden arkadaşlarına övgü mahiyetindedir.

Buna rağmen her iki ayet, her koşul ve mekandaki her müslümana seslenerek, malla­rı, canlarıyla cihada koşmalarını, Allah yolunda ne kadar büyük olursa olsun fedakarlık­ta bulunmalarını açıklamaktadır. Ayrıca bu iki ayetle kendisiyle Allah'ın rızasanın kaza­nıldığı samimiyetin ölçüsü verilmekte, iyi sıfatlar belirtilmekle, dünya ve ahirtte kurtu­luşa ermenin, başarıya ulaşmanın sebepleri sıralanmakladır.

Birinci ayetle belirtilen hususa dikkal çekmek gerekir. Öyle ki, samimi bir müslü-man sırf İslam'ı kabul etmekle malıyla, canıyla Allah yolunda cihad etmek için nefsini Allah'a satmış olmakladır. Allah bunu cennet karşılığında satın aimışlır. Burada cihad teşvik edilmekle ve ona cihada çağrı yapılmaktadır. Cihad, İslami rükünlerin en büyüğü olarak nitelenmektedir. Tabii ki bu cihad, Kur'an'ın belirttiği prensipler çerçevesinde belirtilmektedir.

Rivayetlerin[290] belirttiğine göre; Hz. Peygamber, bazı savaşlardan dönünce kendisi­ni başarıya ulaştıran ve bunu kolaylaştıran Allah'a şükrünü ilan etmek için ikinci ayetin içerdiği bazı lafızlarla sesleniyordu. Sonra, savaşın sonunda Kur'an'm ayetleri bu üs­lupla nazil oldu ki, Allah'a olan şükrün, özel ve tüzel görevlerini yerine getiren Allah yolundaki mücahitlere övgünün ilanı olsun, onlara uyulup yollarından gidilsin.

"Bu, Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da üstlendiği gerçek bir sözdür" cümle­si hakkında şunu belirtmek gerekir. Kur'an, Allah yolunda canla, malla cihad etmeye çağıran, bunu teşvik eden, mücahitlere cennet ve zaferi vaadeden çeşitli ayetler içer­mektedir. Bu surenin 88-89. ayetleri bu tür ayetlerin sonuncularındandır. Bugün ellerde bulunan Tevrat ve İncil'de bu konuyla ilgili açık bir ifadenin bulunmayışı, Kur'an'ın bu ayetinin eksik olduğu anlamına gelmez. Bugünkü İnciller, Hz. İsa'nın hayatının bir ter­cümesidir, Allah'tan insanlara tebliğ ettiği herşey yoktur.

Allah'ın Hz. Musa'ya olan tebligatlarım içeren Tevrat'ın bugünkü kullanılan bölüm­leri Hz. Musa'dan uzun bir müddet sonra tedvin edilmiştir. İçerisinde tahrifatın yapıldı­ğını gösteren birçok çelişki vardır. Kaldı ki, Tevrattakilerin, Allah'ın Hz. Musa'ya teb­liğ ettiklerinin veya Hz. Musa'nın İsrailoğullan'na tebliğ ettiklerinin tamamını kapsadı­ğına dair hiçbir delil yoktur. Allah Kur'an'ı, Allah'a ve Peygamberi'ne nisbel edilen es­ki kitapları doğrulayıcı kılmıştır. Tabii ki bu da İslami akide açısındandır. Maide sûresi­nin 48. ayetinin tefsirinde belirttiğimiz gibi bugünkü mukaddes kitaplarda bulunmayan, ancak Kur'an'ın ortaya koyduğu tüm ilke ve kurallar haktır. [291]

 

113- Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra Allah'a ortak koşanlara mağfiret dilemek ne Peygamberin, ne de inananların yapacağı bir şeydir.

114- İbarhim'İn babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden dolayıydı. Fakat onun, bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzak durdu. Ger­çekten İbrahim çok içli[292] ve yumuşak huylu idi.

115- Allah, bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınma­ları gereken şeyleri kendilerine açıklamadıkça onları saptı­racak değildir. Allah herşeyi bilendir.

lah'tan korkan anlamındadır' denilmiştir.

 

Müşriklere Mağfiret Dilemek

 

Birinci ve ikinci ayel, Hz. Peygamber'in ve müslümanların, şirkleri üzere ölen ve Ahirette de kesin olarak varacakları yer cehennem olan müşrikler için mağfiret dileme­lerinin uygun olmadığını belirtmektedir. Hz, İbrahim'in babası için mağfiret dilemesinin aklayıcı bir örnek olamayacağı vurgulanmıştır. Çünkü O, bunu, verdiği bir sözden ve babasının Allah'a olan düşmanlığı açığa çıkmadan Önce yapmıştı. Kendisine durum açıklandığı zaman, hemen bu davranışından vazgeçmiştir. O, Allah'tan korkar ve uygun olmayacak bir şeyi yapmaz. Üçüncü ayet, hidayete erdirdiği insanların, bu tür bir davra­nıştan sakınıp uzak durmalarını belirterek, onların apaçık bir delil üzere olmaları için onları başıboşluğa, saplantıya ve karanlığa terkeImemiştir. O, herşeyin gereğini en iyi bilendir.

Taberi bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili çeşitli rivayetler zikretmiştir. Bir rivayete gö­re Hz. Peygamber, atalarının dininde ısrar eden ölüm döşeğindeki amcasına mağfiret di­leyeceğini vaadetmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah onu bundan nehyeimişür. Bir rivayete göre bir Mekke yolculuğu esnasında annesinin kabrini ziyaret etmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah da onu bundan nehyetmiştir. Bir rivayete göre de asha­bından bazıları kendisine "Ey Allah'ın Peygamberi, muhakkak ki bizim babalarımızdan komşuluğu güzel olan, akrabalığa Önem veren, esirleri kurtaran ve zimmetlerine vefa gösterenleri vardır. Onlar için mağfiret dilemeyelim mi" diye sonnuslardır.

Hz. Peygamber, "Evet, Allah'a yemin olsun ki, ben de İbrahim'in babası için mağfi­ret dilediği gibi babama mağfiret diliyorum" buyurdu. Bunun üzerine Allah, birinci ve ikinci ayeti indirdi. Başka bir rivayete göre; bir kişi, başka birinin müşrik olan anne ve babası için mağfiret dilediğini duymuş ve "kişi, müşrik olan ebeveyni için mağfiret dile­yebilir mi?" diye sorunca o kişi "İbrahim, babası için mağfiret dilemedi mi?" diye cevap verdi. O adam Hz. Peygamber'e gelip ona bu durumu bildirince iki ayet nazil oldu. Ay­rıca, babalan için mağfiret dileyenler, bu iki ayelin nüzulünden sonra günah işlediklerini düşündüler, Allah da üçüncü ayeli indirdi diye rivayet edilmiştir. Beğavi üçüncü ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak şu rivayeti zikrelnıiştir: Bir grup, Hz. Peygamber'e gelerek müslüman oldu. Onlar müslüman olduklarında daha İçki yasaklanmamıştı ve kıble de Kabe'ye doğru değişmemişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra bu grup tekrar Hz. Pey­gamber'e geldiklerinde içkinin haram kılındığını ve kıblenin değiştiğini gördüler. Bu­nun Üzerine "Ey Allah'ın Peygamberi, sen bir din üzeresin, biz başka bir din üzereyiz, bizler dalalet içerisindeyiz" dediler. Bunun üzerine Allah, 115. ayeli indirdi.

Üçüncü rivayetin, iki ayetin nüzulüyle ilgili olduğu daha çok muhtemeldir, Çünkü birinci ve ikinci rivayetler, Hz. Peygamberin annesi veya amcası için mağfiret diledi­ğini belirtirken birinci ayet, müslümanlan da kapsamakladır. Mağfiret dileyenlerin günahkar olduklarını sanmalarıyla ilgili rivayetin, üçüncü ayetin nüzul sebebi olması daha doğrudur. Çünkü ayetlerin içeriğiyle rivayet arasında bir uyum vardır.

Dediğimiz gibi ayetler yeni bir konudan bahsediyor gibi görünüyor. Bu bölümün Tebük savaşı hakkında nazil olan ayetlerden sonra gelmesi, sözkonusu nehyin bu savaş­tan döndükten sonra geldiğini göstermektedir.

Hz. İbrahim'in içli ve yumuşak huylu, çokça niyazda bulunan biri olarak sıfatlandı» nlmasıyla O'nun, Allah'ın razı olmayacağı bir şeyi yapmasının imkansız olacağına dik­kat çekmek amaçlanmıştır. Çünkü O, Allah'tan çokça korkandır. Onun babasına mağfi­ret dilemeyi vaadetmesi, babasının Allah düşmanı olduğu yakinen kendisine belirtilme­den Önceydi. Yumuşaklığından, merhametli oluşundan dolayı böyle bir şeye yeltenmiş­ti. Ancak kendisine durumun gerçek yüzü aşikar olunca bundan hemen vazgeçti. Bura­da da görüldüğü gibi ayetle çok açık ve süreklilik arzeden güzel ilkeler vardır.

Üçüncü ayet, imani bir esas ve hukuki bir ilkeyi içermektedir. O da; Allah'ın hiçbir müslümanı, kendisinden nehyetmediği herhangi bir hususta sorumlu tutmayacağıdır. Müslümanların açık bir Kur'ani nassla veya nebevi bir hadisle kendisinden nehyedilme-dikleri birşey, herhangi bir miinkeri, günahı ve açık bir fuhşu içermediği sürece mubah­tır. Bu, Kur'an'ın değişik yerlerde çeşitli vesilelerle ortaya koyduğu ilkelerle bağdaş­makladır.

"Peygambere yaraşmaz" cümlesi, Hz. Peygamber'in herhangi bir konuda iclihadda bulunduğuna, ancak Allah kalında onun tercihinin değil de başkasının daha evla oldu­ğuna, Kur'an ayetinin nazil olup onu uyardığına delalet eder. Bu husus, iman edilmesi gereken onun ismet sıfatıyla çelişmez. Bu ismet, daha önce de açıkladığımız gibi onun Allah'tan kendisine vahyedilen herşeyi tebliğ etmesi, ona muhalefet etmemesi, herhangi bir masiyet veya günah işlememesi hakkındadır. [293]

 

116- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, öldürür ve diril­tir. Sizin için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da yok­tur.

 

Bu ayeli yalnız başına ele alışımızın sebebi onun diğer ayetlerden sonra gelmesinin muhtemel olmasındandır. Bunun anlamı şudur: Müslümanların müşrik olan akrabalarına bağlanıp, bunun neticesinde onlara mağfiret dilememeleri gereği dile getirilmektedir. Çünkü onların Allah'tan başka hiçbir dost ve yardımcısı yoktur. Ayrıca bu ayet, bundan sonra gelen ve Allah'ın, Hz. Peygamber ve müslümanlann tevbesini kabul ettiğini belir­ten ayetler için bir giriş ve hazırlık konumunda da olabilir. Bu durumda yalnızca Al­lah'ın onların yardımcısı ve dostu olduğu, yalnızca ona güvenip bağlanmaları gerektiği anlamı ortaya çıkar. [294]

 

117- Andolsun ki Allah, Peygamber'in ve güçlük anında O'na uyan Muhacir ve Ensarın tevbelerini kabul etti. İçle­rinden bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken yine de on­ların tevbesini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkat­li ve çok merhametlidir.

118- Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü tüm genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri de kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir şey olmadığını anla-mışlardı[295] Allah onların tevbesini kabul buyurdu ki tevbe etsinler. Muhakkak ki Allah, tevbeyi çok kabul eden ve çok esirgeyendir.

Çünkü zan kelimesi bazen birbirine zil iki anlamı içerebilir, hem şek, hem de kesin bilgi anlamlarına gelebilir.

 

Ayetlerde şu hususlar belirtilmiştir:

1- Ayetle Allah'ın, Hz. Peygamber'in ve zor şartlarda, hatla bazılarının Allah'ın razı olmadığı bir duruma düşebileceği koşullarda O'na tâbi olan Muhacir ve Ensardan razı olduğu, onların tevbesini kabul ettiği belirtilerek, bu kimseler teskin edilmiş ve levbele-rinin kabul edildiği, çünkü Allah'ın onlar için çok şefkatli ve merhametli olduğu bildi­rilmiştir.

2- Ayetler, Allah'ın tevbeyi kabul etmesinin ve rahmetinin kapsamına Rasulul-lah'tan geri kalan, hatalarının farkına varan, tüm genişliğine rağmen dünya kendilerine dar gelen, canları sıkıldıkça sıkılan, affedilmeleri için Allah'a sığınan üç kişinin de gir­diğini ilahi bir müjde olarak belirtilmiştir. Çünkü onlar, Allah'tan başka hiçbir sığınak­larının olmadığım, ondan kaçmanın, kurtulmanın İmkansız olduğunu anladılar. Allah onların tevbesini kabul etli. O tevbeleri kabul eden ve çokça bağışlayandır.

Ayetler, Tebük savaşıyla ilgili olmakla birlikle yeni bir bölüm gibi görünmektedir. Her iki ayetin de, Hz. Peygamber ve müslümanların Tebük'ten döndükten sonra nazil oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar hakkında zikredilen rivayetler de bunu ortaya koy­makladır. Bu iki ayet, kanaatimize göre, Tebük dönüşünde nazil olduğunu söylediğimiz önceki bölümden sonra nazil olmuştur.

Müfessirler, birinci ayetin nüzulü hakkında belirli bir olay zikretmem işlerdir. Ancak Tebük savaşının gerçekleştiği şartlan belirterek zorluktan ötürü neredeyse Hz. Peygam­ber'in arkadaşlarından bazılarının kalplerinin kayacağını anlatmışlardır. Kanaatimize göre hu ayette belirtilen Allah'ın tevbeyi kabul ettiğini ilan etmesi bununla ilgilidir.[296] Kur'an'ın bu savaşı zorluk günü olarak nitelemesi bunu leyid etmektedir. Sıcak, azık ve binek azlığı açısından zorluk çekiliyordu. Öyle ki üç kişi, dön kişi hatta on kişi bir tek bineğe nöbetleşe biniyorlardı. Susuzluk öyle bir dereceye ulaşmıştı ki, deveyi kesip iş­kembesini sıkarak suyunu içiyorlardı. Açlık öyle bir safhaya ulaşmıştı ki, bazen bir gün­de birkaç hurmayla yetiniyorlar, hatla bir tek meyveyi nöbetleşe çiğniyorlardı. Bazıları öyle yoruluyorlardı ki, ordudan geri kalıyorlardı. Durumları Hz. Peygamber'e iletildi­ğinde "Onlara ilişmeyin, şayet kendilerinde bir hayır varsa Allah, onları size tekrar ka­vuşturacaktır. Yok eğer böyle değillerse Allah sizi onlardan yana rahatlatmış olur" di­yordu. Ebu Zcrr, önce geri kalıp sonra tekrar gelip yetişenlerdendi. Samimi olanlardan birkaç kişi geri kalmıştı. Bunlardan biri İbn Hişam'ın[297] rivayet ettiği bir haberde belir­tildiği gibi Ebu Hayseme el-Ensari'ydi. Ordu hareket ettikten sonra pişman olmuş sonra lekrar gelip yetişmişti. O, sıcak bir günde ailesine gelmişti. İki hanımından her bîri evin bahçesinde çardağını kurmuş, onun için soğuk su ve yemek hazırlamışlardı. Eve gelip çardakların kapısında durarak hanımlarına ve kendisi için hazırladıklarına baktı ve şöyle dedi: "Hz. Peygamber şimdi güneşin altında kavrulurken, Ebu Hayseme de serin bir göl­gelikte, hazırlanmış yemeklerin başında ve hanımlarının yanında oturmakla. Bu akıl kârı iş değil. Allah'a andolsun ki ben hiçbirinizin çardağına girmeyeceğim, gidip Hz. Pey-gamber'e yetişeceğim, benim için azık hazırlayın." Onlar da azığını hazırladı. Bineğine allayıp, Hz. Peygamber'i aramaya başladı ve Tcbük'tc ona yetişti. Yolda kendisi gibi Hz. Pcygamber'e iltihak etmek isleyen Umcyr b. Vchb'le karşılaştı. Yol arkadaşı oldu­lar, Tcbük'e yaklaştıklarında Ebu Hayseme, Umeyr'e dedi ki: "Benim günahım var, ben suçluyum benden biraz geride dur ki ben senden önce Hz. Peygamber'e kavuşayım." O da öyle yaptı. Ebu Hayseme Hz. Peygamber'e yaklaşınca onu görenler, "Şu yoldaki yol­cu buraya doğru yöneldi" dediler. Hz. Peygamber de "İnşallah Ebu Hayseme'dir" dedi. Yanındakiler "Evet, ya Rasulullah, vallahi o Ebu Hayseme'dir" dediler. Ebu Hayseme bineğini çöktürüp indi. Rasulullah'a yöneldi ve selam vererek ona durumunu arzettİ. Hz, Peygamber de onun için dua elli. İbn Hişam, ona nisbet edilen şu beyitleri aktarmıştır:

"İnsanların dinde ikiyüzlülük yaptığını görünce / En çok affeden ve ikram edene gel­dim. / Sağ elimle Muhammed'e bial etlim. / Hiçbir günah ve haram işlemedim. / Yeşil­likleri ve filizleri çardakta lerkettim. / Bir münafık şüpheye düştüğü zaman / Ben gelip dine boyun eğdim."

İkinci ayel, Medine'de samimi mü'minlerden tembellik yapıp özürsüz olarak savaş­tan geri duran üç kişi hakkındadır. Müfessirler, onların durumlarını aktarmışlardır. Bu-hari, Müslim ve Tirmizi bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak bu üç kişiden biri olan Ka'b b. Maük'ten uzun bir hadisi rivayet etmişlerdir. Hz. Peygamber'in ashabının ahlakına dair güzel ve faydalı tablolar sunan bu hadisi burada zikretmeyi faydalı görüyoruz.[298] Ka'b b. Malik şöyle dedi:

"Peygamber'in yaptığı savaşlardan, Tebük savaşı hariç hiçbirine iştirak etmekten geri kalmamıştım. Gerçi Bedir savaşına da katılmamıştım ama Peygamber, Bedir savaşına katılmayanlardan hiç kimseyi azarlamamıştı. Bedir savaşında, Hz. Peygamber ve müs-lümanlar, Kureyş'in ticaret kervanına karşı koymak için çıkmışlardı. Allah, belirtilme­miş bir anda m ti s Ilımanlarla düşmanların: karşı karşıya getirdi.

Akabe gecesinde İslam üzere Hz. Peygamber'e biat ettiğimizde onunla beraberdim. Bedir'in, insanlar arasında Akabe'den daha fazla bir üne sahip olduğu gibi ben de Aka­be'de bulunmayı, Bedir'de bulunmaya tercih etmem. Tebük savaşına katılmaktan geri kaldığımda her zamankinden daha kuvvetli ve daha varlıklı olduğumu biliyordum. Val­lahi, bu savaştan önce asla iki bineğim bir arada olmamıştı. Bu savaşta tam techizatlı iki binek sahibiydim.

Hz. Peygamber, bu savaşa sıcakların şiddetli olduğu bir zamanda çıkmıştı. Uzun ve tehlikeli yollan katetmek zorunda kaldı. Sayısı çok olan bir düşmanla karşılaştı. Başka savaşların aksine hedefini gizlemedi. Tüm hazırlıklarını yapmaları için müslümanlara meseleyi açıkça anlattı. Peygamber'le birlikle bu savaşa katılan müslümanların sayısı o kadar çoklu ki İsimleri bir kitaba zor sığar. Bir vahiy nazil olmadığı sürece anlaşılmaya­cağını sanarak gizlenmek isteyenler azdı. Bu savaş, meyvelerin tam olgunlaştığı bir za­mana denk gelmişti. Geride kalıp meyveleri toplamayı daha çok istiyordum.

Peygamber, hazırlığını tamamladı. Müslümanlar da hazırlıklarını tamamladılar. Ben de onlarla birlikle hazırlanmak için sabah evden çıkıyordum. Fakat birşey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime istersem bu işi yapabilirim diyordum. Ben böyle dü­şünüp dururken, insanlar ciddiyetle işlerine sarılıyorlardı. Kuşluk vakti Peygamber'le birlikte müslümanlar da hazırlıklarını tamamladılar. Ben hala bir hazırlık yapmamıştım. Böylece, durum sürüp gitti. Nihayet onlar savaş yerine doğru hareket eltiler ve savaş başladı. Bunu görünce ben de bineğime atlayıp onlara yetişmek istedim. Keşke de yap­saydım. Fakat bunu yapmak mukadder olmadı. Peygamber savaşa gittikten sonra insan­lar arasına çıkınca üzüntü duymaya başladım. Çünkü, münafıklıkla ilham edilenlerden ve zayıflardan Allah'ın mazur gördüğü kimseden başka bana Örnek olacak hiç kimse yoktu. Tebük'e varıncaya kadar, Peygamber beni anmamış. Tebük'c gelip insanlarla be­raber oturunca "Ka'b b. Malik ne yaptı?" diye sormuş. Selemeoğullan'ndan biri "Ya Rasulallah, onun kendisine ve elbiselerine karşı olan gururu, onu bize katılmaktan alı­koydu" demiş. Fakat Muaz b. Cebel "Bu adama ne kötü konuşuyorsun. Vallahi ey Al­lah'ın Rasulü, biz onun hakkında hayırdan başka birşey bilmiyoruz" diyerek karşılık vermiş. Bunun üzerine Peygamber susup birşey söylememiş. Derken Hz. Peygamber, uzaktan Önündeki serabı hareket ettiren bir adamın geldiğini görmüş ve "Herhalde bu gelen Ebu Hayseme'dir" buyurmuş. Baktıklarında, gerçekten de gelenin sadaka olarak bir sa' hurma verdiğinden dolayı münafıkların kendisiyle alay ettiği Ebu Hayscme el-Ensari olduğunu gördüler.

Peygamber'in Tebük'ten dönmek üzere hareket ettiğini haber aldığımda içime bir üzüntü çöktü. Bir yalan uydurmayı düşünüyor ve "yarın onun gazabından nasıl kurtulu­rum" diyordum. Bu konuda tüm aile ferilerine danışıyordum. Fakat Rasulullah'm iyice yaklaştığım duyunca bu yalan kuruntularından kurtuldum. Nihayet hiçbir yalanla yakayı kurtaramayacağıma kanaat getirdim ve doğruyu söylemeye karar verdim.

Rasulullah sabahleyin geldi. Bir seferden döndüğü zaman önce mescide giderdi. Yi­ne böyle yapıp mescide gitti. Orada iki rekat namaz kıldıktan sonra halkla görüşmek için oturdu. Savaşa katılmayanlar geldi, herbiri özrünü yemin billah arzetmeye başladı. Bunlar seksen küsur kişiydi. Hz. Peygamber onların zahiren beyan ettikleri mazeretleri kabul edip, onlar için istiğfarda bulundu. İşin gerçek yüzünü Allah'a havale etti. Sonra ben geldim. Selam verdiğimde Peygamber kızgın bir adamın gülümsemesi gibi gülüm­sedi ve bana "gel" dedi. Gittim, önüne oturunca bana "Savaşa katılmaktan seni alıkoyan neydi, hayvanlarını cihad için satın almamış miydin?" diye sordu. Ben de "Ya Rasuial-Iah, eğer dünyada senden başka biriyle oturup konuşsam bir özür beyan ederek kendimi onun öfkesinden kurtarırım. Çünkü ben de karşı tarafı ikna kabiliyeti vardır. Fakat, şunu kesin olarak biliyorum ki, bugün sana mazeret diye seni kandıracak bir yalan uydursam, korkarım ki yakında Allah, gerçeği sana bildirir, yine öfkeni üzerime çekmiş olurum. Seni bana karşı kızdıracak işin doğrusunu söylersem, yine bu hususla Allah'ın bana ha­yır veya avf ile mukabele edeceğini ümit ediyorum. Doğruyu söylüyorum. Allah'a ye­min olsun ki Tebük savaşına katılmayışımın bir mazereti yoktur. Aksine bu sırada her zamankinden daha varlıklı ve kuvvetliydim" dedim.

Bunun üzerine Rasulullah "Buna gelince, işte bu doğruyu konuştu" dedi ve bana "Kalk git, Allah hükmünü verinceye kadar bekle" dedi. Hemen kalktım, arkamdan Sele-meoğullan'ndan bazıları beni takip etti ve "Vallahi, bundan önce bir günah işlediğini bilmiyoruz, fakat savaşa iştirak etmeyen diğerlerinin yaptığı gibi bir özür beyan etmeyi beceremedin. Halbuki Peygamber'in senin için olan İstiğfarı bu günahının affedilmesine yeterli olurdu" dediler. Bu sözlerinde o kadar ısrar etliler ki, nerdeyse dönüp Pey gam -ber'e yalandan bir mazeret arz edecektim. Fakal onlara dönüp "Benden başka davrandı­ğım gibi davranan oldu mu?" diye sordum. "Evet, iki kişi aynen senin gibi konuştu, Ra­sulullah, sana söylediğinin aynısını onlara da söyledi" dediler. "O iki kişi kimdir?" diye sorduğumda " Mürare b. Rebia el-Amiri ile Hilal b. Ümeyye el-Vakifi" dediler. Böyle­ce, bana Örnek olan ve Bedir savaşına katılan iki iyi kişiyi zikrettiler. Bu iki kişinin isimlerini bana söyleyince yürüyüp gittim. Hz. Peygamber, insanların, Tebük savaşına katılmayanlar arasında yalnızca biz üçümüzle konuşmasını yasakladı. Bundan dolayı in­sanlar, bizimle konuşmaktan kaçınmaya ve bize karşı davranışlarını değiştirmeye başla­dılar. Öyle ki memleket bana yabancı bir memleket oldu ve o tanıdığını memleket ol­maktan çıktı. Tam elli gece bu vaziyette sürüp gitti. Bu iki arkadaşım bir eve kapanıp ağlayıp duruyorlardı. Ben, İçlerinde en atak ve hareketli olanıydım. Bundan dolayı evden çıkar namaza katılırdım. Kimse benimle konuşmadığı halde sokaklarda dolaşırdım. Peygambcr'e gelir, o namazdan sonra insanlarla sohbet ederken selam verirdim ve ken­di kendime "acaba dudaklarını kımıldatıp selamımı aldı mı?" derdim. Ona yakın bir yerde namaz kılardım ve gözlerimi ondan ayırmazdım. Namaz kılarken bana bakardı, fakat ben namazı bitirince yüzünü benden çevirirdi. Müslümanların bana karşı olan bu boykotları uzayıp gitti. Bir defasında Ebu Katade'ye ait bir bahçenin duvarından atla­dım. Ebu Katade, amcamın oğlu ve çok sevdiğim biriydi. Selam verdim. Vallahi sela­mımı almadı. Kendisine "Ey Ebu Katade, Allah için söyle! Sen benim Allah ve Rasu-lü'nü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?" diye sordum. Cevap vermedi. Tekrar Al­lah'a yemin ederek sordum, yine sustu. Yine yemin ederek aynı soruyu tekrar sordum. Bu sefer, "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" dedi. Bunun üzerine gözlerim yaşardı, dön­düm ve duvarı atlayarak çıktım.

Birgün Medine çarşısında dolaşırken, Şam halkından satmak için Medine'ye yiye­cek getirmiş olan bir çiftçi "Bana Ka'b b. Malik'i kim gösterebilir" diye konuşuyordu. Halk beni kendisine gösterdi. O da yanıma gelip, Gassan Kralı'ndan getirdiği bir mek­tubu bana verdi. Ben okur-yazardım. Mektubu okumaya başladım. Şöyle yazıyordu: "Arkadaşının seni yalnız bıraktığı haberini aldık. Onun yanında zillet ve ihanet altında yaşamak sana yakışmaz. Hemen bize gel. Bolluk ve rahatlık içinde hayatını sürdürür­sün."

Mektubu bitirdikten sonra, "bu da ayrı bir bela ve imtihan" dedim. Derhal ateşin bu­lunduğu bir yere gittim ve mektubu ateşe attım.

Bu hal üzere geçirdiğimiz elli günün kırkıncı günü tamamlandığında ve herhangi bir vahiy gelmeyince, Hz. Peygamber tarafından gönderilen biri geldi ve "Peygamber hanı­mından uzak durmanı emrediyor" dedi. Ben de "Hanımımı boşayayım mı, yani ne yapa­yım" diye sordum. Adam "Hayır boşama, ancak ondan ayrı yaşa ve onunla ilişkiye geç­me" dedi. Peygamber diğer iki suç arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Bunun üzerine hanımıma "Ailenin yanına git ve bu konuda Allah'ın hükmü belli oluncaya kadar onla­rın yanında kal" dedim.

Bu arada Hilal b. Ümeyye'nin hanımı Hz. Peygamber'e gelip "Ey Allah'ın Resulü, Hilal yaşlı bir adamdır, hizmetçisi de yoktur, ona hizmet etmeme izin vermez misin?" dedi. Hz. Peygamber "Ona hizmet edebilirsin ama seninle cinsi ilişkide bulunmasın" buyurdu. Hilal'in hanımı "Vallahi o hiçbir hareket yapacak güçte değildir. Başına bu iş geldiği günden bu yana ağlayıp durmaktadır" dedi. Aile halkımdan bazıları "Hanımının sana hizmet etmesi için Rasulullah'lan izin istesen, çünkü Rasulullah Hilal'in hanımına ona hizmet etmesi için İzin verdi" dediler. Ben ise "Hayır! Böyle bir izin isteyemcm, ben genç bir adamım, kim bilir Rasulullah sonra bana ne der?" dedim.

On gece daha böyle kaldım. Bizimle konuşma yasağının başladığından bu yana elligün tamamlandı. Bu ellinci gecenin sabahında evlerimizden birinin damında sabah na­mazını kıldım. İşle böyle, Allah'ın tasvir ettiği gibi, vicdanımın beni sıkıştırdığı, tüm genişlik ve rahatlığına rağmen yeryüzünün bana dar geldiği bir halde oluruyorken Sel Dağı'na çıkmış birinin sesini duydum. Alabildiğine yüksek sesle "Müjde ey Ka'b b. Malik" diye bağırıyordu. Bu sesi işitince yere kapanıp secde ettim. Bunun bir kurtuluş haberi olduğunu anladım. Peygamber, sabah namazından sonra halka, Allah'ın bizim levbemizi kabul ettiğini haber vermişti. İnsanlar da bizi müjdelemeye gelmişlerdi. İki suç arkadaşıma da müjdeciler gitmişti. Biri de atına atlayıp bana geldi. Selem kabilesin­den biri koşarak Sel Dağı'na çıktı. Bunun sesi, alına atlayıp gelenin atından daha erken geldi. Sesini işittiğim bu adam müjdelemek üzere yanıma gelince, müjdesinin karşılığı olarak üzerimdeki elbiseleri çıkarıp kendisine verdim. Vallahi o gün üzerimdeki elbi­semden başka elbisem yoktu. Birinden Ödünç bir elbise aldım, Rasulullah'ı aramaya başladım. İnsanlar grup grup beni karşılıyor ve tevbemin kabulünü tebrik ediyor, "Al­lah'ın seni affetmesi mübarek olsun" diyorlardı. Nihayet mescide girdim. Peygamber mescitte oturuyordu, etrafında da insanlar vardı. Ben girince Talha b. Ubeydullah he­men kalktı, koşarak gelip elimi sıktı ve beni tebrik elti. Ondan başka kimse yerinden kı­mıldamadı. Onun bana karşı olan bu sıcak davranışını hiçbir zaman unutmadım. Pey-gamber'e selam verdiğimde sevinçten yüzü parlıyordu. Bana: "Müjdeler olsun, ananın doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin en hayırhsıdır bugün" dedi. Ben: "Ya Rasu-lallah bu lütuf senden mi yoksa Allah'tan mı?" diye sordum. Rasulullah "Allah taralın­dan" buyurdu. Peygamber sevindiği zaman yüzü ay parçası gibi parıl parıl parlardı. Biz bunun farkına varırdık.

Peygamberin huzurunda oturunca "Ey Allah'ın Rasulü, tevbemin kabulü vesilesiyle Allah ve Resulü uğrunda sadaka olmak üzere malımın tamamını dağılmak istiyorum" dedim. Rasulullah "Malının tamamını dağıtma, bir kısmını kendine ayır, bu senin için daha hayırlıdır" buyurdu. Ben de "Hayber'deki hissemi kendime ayırıyorum, ya Rasu-lallah, Allah beni doğruluğum yüzünden kullardı, ben de bundan sonra hayatta olduğum sürece hep doğruyu söylemeye söz verdim" dedim. Ve Allah'a yemin olsun ki, bu sözü­mü Hz. Peygamber'e aktardığım günden beri müslümanlardan, doğru söyleme konusun­da Allah'ın beni imtihan ettiği gibi güzel imtihan olan birini bilmiyorum. Ve yine yemin ederim ki, bu ahdimi Rasulullah'a söylediğim andan bugüne kadar asla bilerek yalan söylemeye teşebbüs etmedim. Allah'ın beni hayalımın kalan kısmında da yalan söyle­mekten korumasını dilerim."

Ka'b der ki, işle bu hadise üzerine yüce Allah, "Andolsun ki, Allah, Peygamber'le birlikte bir kısmının kalpleri kısmen sarsıldıktan sonra kendisine güçlük zamanında tabi olan muhacirlerle ensarı tevbeye muvaffak kıldı, sonra da tevbclerini kabul buyurdu. Çünkü o, çok esirgeyen ve çok bağışlayandır. Savaştan geri bırakılan üç kişinin tevbcle­rini de kabul etli. Yeryüzü tüm genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanlarını sıkıştırmışu ve onlar Allah'tan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar. Bundan sonra eski hallerine dönsünler diye Allah, onların tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz Allah tcvbeyi en çok kabul eden ve gerçekten esirgeyendir. Ey iman edenler, Allah'tan sakı­nın ve doğru olanlarla beraber olun." (Tevbe, 117-119) ayetlerini indirdi.

Ka'b, "Allah'a yemin ederim ki, Allah bana, hidayeti nasib ettikten sonra, Rasulul-lah'a yalan söylememekle, öteki helak olanlar gibi helak olmaktan kurtulmak nimetin­den daha büyük bir nimet ihsan etmedi. Zira Allah, o helak olanlarla ilgili kimseyi ta­nımlamadığı kötü bir tarzda vahiy gönderdi ve "Kendilerine döndüğünüzde, onlardan vazgeçmeniz için Allah'a yemin edecekler. Yaptıklarının cezası olmak üzere varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yeminde bulunacaklar. Fakat siz, onlardan razı olsanız bile Allah, fasıklar topluluğundan razı olmayacaktır" buyur­du" demiştir.

Dikkat çeken bir husus, birinci ayette Muhacirler ve Ensar özellikle zikredilirken, ri­vayetler bazı bedevi kabilelerin de onların yanında savaşa katıldıklarını belirtmektedir. Bu da 90. ayette zikredilen bazı bedevilerin özür beyan etme olayını teyid etmektedir. Kanaatimize göre ayetteki sözkonusu Özellik, bu tabakanın davetin temel ve gerçek di­reği olması, kalben ve bedenen her koşulda Hz. Peygamber'e icabet edip onu destekle­meye koşmasından dolayıdır. Onlar tüm hususlarda bunu yapıyorlar ve insanlar da onla­ra tabi oluyordu. Onların, kalpleri kayanlara işaret edilmeden önce zikredilmeleri, ola­yın büyüklüğünü, bu tabakaya mensup herhangi birinden böylesi bir şeyin sadır olması­na dikkat çekmek içindir.

Bazı müfessirler[299], Hz. Peygamber'in de bu ayette tevbe kapsamına alınması hak­kında şöyle demişlerdir. Bunun sebebi, onun geri kalmak için izin isteyenlere karşı ta­kındığı yumuşak tutum ve onlara izin vermesidir. Bundan dolayı 43. ayette yumuşak bir şekilde ikaz edilmiştir. Veya bunun sebebi Ensar ve Muhacirlerin şeref ve mertebelerini yüceltmektir. Onların tüm zor koşullarda Hz. Peygamber'in davetine icabet etmeleri, ona itaat etmelerinden dolayı onların Allah katındaki konumlan Hz. Peygamber'le bir­likte anılarak övülmüştür. Her iki görüş de güzeldir, her ne kadar ikinci görüşü tercih ediyorsak da.

Çünkü sözkonusu ayet, kınamadan çok, bir sevgi ve iltifat ifadesi içermektedir. Şa­yet kınama ifadesi olsa bile Allah'ın affını da içermektedir. Dolayısıyla başka bir tevbe-ye gerek kalmamıştır. En iyisini Allah bilir.

İkinci ayetten öyle anlaşılıyor ki samimi olanlardan özürsüz olarak geri kalanların sayısı üç kişidir. Bu da samimi olanlardan tüm güç yetirenlerin savaşa katıldıklarına de­lalet etmekledir. Rivayetlerin belirttiğine göre bu savaşa kadınlar ve bedevi kabilelerden samimi olanlar da katılmıştır. Biraz Önce zikrettiğimiz Ka'b b. Malik'ten rivayet edilen uzun sahih hadiste belirtildiği gibi Medine'de bu savaşa katılmayan münafıkların sayısı 80 civarındaydı. Bedevi Araplardan özür beyan edenleri kınayan 90-92. ayetlerin üslubu da onların sayısının az olduğunu göstermektedir. Bunda da savaşın tehlikeli boyutları ve katılanların sayıca fazla olduğunu söyleyen rivayetlerin doğruluğuna dair deliller vardır. Özellikle de Mekke'nin fethinden sonra her civardan ve bölgeden insanların akın akın Medine'ye yöneldikleri düşünüldüğünde bu husus daha açık bir şekilde görülmektedir.

İkinci ayetin geri kalan üç kişi hakkında ortaya koyduğu tablo, Hz. Peygamber'in ve müslümanlann takındıkları tavrın onlar üzerinde nasıl etki bıraktığını göstermektedir. Ka'b'dan rivayet edilen hadis de bunu iyice açıklamaktadır. Bunun hikmeti de ortada­dır. Görevi ihmal etmek, özellikle de samimi insanın böyle bir tavır sergilemesi sonuç açısından tehlikelidir; samimi olmayanlara cesaret verir. Burada da toplumdan ayrılan ve görevlerini ihmal edenlere karşı müslümanlann yapması gerekenler belirtilmektedir. Özellikle de cihad ve fedakarlık isteyen görevlerde bu insanlara, iman ve samimiyetle­rinde şüphe edilmese bile takımlması gereken tavırlara ilişkin uyarılar vardır. [300]

 

119- Ey iman edenler, Allah'tan sakinin ve doğru olanlarla beraber olun.

 

Sâdıklarla Beraber Olmak

 

Ayetlerin ibareleri açıktır. Bunun sebebi nüzulüyle ilgili özel bir rivayet zikredilmc-miştir. Taberi'nin, Nafi, Dehhak, Said b. Cübeyr gibi müfessirlerden rivayet ettiğine gö­re ayetteki "sadıklar" (doğru olanlar) Hz. Muhammed ve arkadaşları, veya Ebubekir ya da Ömer ve arkadaşlarıdır. Bu ayetin muhtevasından anlaşılabilmektedir. Ayette mü'-minlere hitap edilerek Allah'tan sakınmaya, Allah'a ve Rasulullah'a itaatte, cihatta, söz­de ve eylemde sadık olan Hz. Peygamber'in arkadaşlarından ilk öncülerle beraber olma­ya teşvik edilmektedirler. Bu da göstermekledir ki ayet, bazı samimi insanların savaştan geri kalmalarına, Tebük savaşının zorlu şartlarından dolayı neredeyse bazı Muhacir ve Ensarın kalplerinin kayacağına işarette bulunan önceki iki ayetten hemen sonra nazil olarak, tüm mü'minleri Allah'tan sakınmaya, Hz. Peygamber'in öncü, sadık arkadaşları­nı örnek almaya ve onların yolunda gitmeye çağırmaktadır. Ayrıca Rasulullah'ın arka­daşlarından önde gelen kesimin "İçlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuş­ken..." cümlesiyle kasdedilenlerden olmadığını söylemek gerekir.

Ayet; iman, amel, söz, doğruluk, fedakarlık ve cihatta samimi olan kişileri her za­man ve mekanda önder, imam ve örnek edinmenin gereğini dile getirmektedir. Taberi ve Beğavi'nin rivayet etliğine göre İbn Mesud "sadıklarla beraber olun" ayetini okuyup şöyle derdi: '"Ciddi de olsa, şaka da olsa sizden birinizin sevdiğine bir söz verip ye­rine getirememesi de olsa hiçbir surette yalan doğru değildir. Dilerseniz ayeti şöyle an­layın; "Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve sadıklardan olun." Burada güzel hususlara işaret edilmesine rağmen çoğunluk ayetin "sadıklarla beraber olun" şeklinde olduğu ve buradaki sadıkların da Hz. Peygamber'in ilk öncü arkadaşları olduğu görüşündedir. [301]

 

120- Gerek Medineliler, gerek onların çevresinde bulunan Bedevi Araplar için; Allah'ın Peygamberi'nden geri kal­mak, kendilerini ona tercih etmek yakışmaz. Çünkü Allah yolunda susuzluk, yorgunluk, açlık, kafirleri kızdıracak bir yere ayak basmak (zabtetme) ve düşmana karşı başarı ka­zanmak karşılığında; onlara mutlaka bir salih amel yazılır. Muhakkak ki Allah İyi davrananların ecrini zayi etmez.

121- Onlar, küçük veya büyük ne infak ederlerse, ne ka­dar yol giderler ve vadi geçerlerse; mutlaka onların lehine yazılır ki Allah, yaptıklarının en güzeli ile mükafatlandır­sın.

 

Ayetlerde şu hususlara dikkat çekilmiştir;

1- Medinelilerden ve çevresindeki bedevilerden hiç birinin Hz. Peygamber cihada çıktığı zaman ondan geri durmaları doğru olmaz ve kendilerine yaraşmaz. Kendilerini ondan üstün tutmaları, karşılaş tıkları bir sıkıntı ve tehlike anında kendilerini geri bırakıp ona tercih etmeleri de doğru değildir.

2- Allah yolunda cihada katılanlara, konumları ne olursa olsun büyük bir ecrin oldu­ğu müjdesi verilmiştir. Onlar bu uğurda karşılaştıkları her türlü susuzluk, açlık, yorgun­luk, veya savaş çıkmasa bile kafirleri kızdıracak bir tavır almaları, düşmanlarından kar­şılaştıkları herhangi bir husus, infak ettikleri küçük-büyük her türlü şey. katettikleri her türlü mesafe veya geçtikleri her vadi karşılığında Allah onlara salih amel yazar ve en güzel şekilde onları mükafatlandırır. İyilik yapanların ecri Allah katında asla zayi ol­maz.

Ayetlerin nüzul sebebiyle ilgili herhangi bir rivayete rastlamadık. Görünen o ki, bun­lar da Öncekilerin bir devamı olup, Medine halkından ve bedevi Araplardan özür beyan edip savaşa katılmayanların haberini içeren Önceki ayetlerle ilgili olarak teşvik, Övgü ve uyarma bağlamında gelmiştir. Durum bu olunca bu iki ayet öncekilerle bağlantılıdır. Büyük ihtimalle önceki ayetlerden sonra nazil olmuş zaman ve konu uygunluğundan dolayı onların hemen arkasına konulmuştur.

Birinci ayetin ilk bölümünün açıklamasında 'Medine halkından ve çevresindeki be­devi Araplardan hiçbirine yaraşmaz...' demiştik. Çünkü ayetin bu kısmı anlaşılacağı üzere bunu amaçlamıştır. Ve yakin bildiren olaylardan da Medine halkının tamamının ve bedevi Arapların büyük çoğunluğunun Hz. Peygamber'den geri durmadığı anlaşıl­maktadır.

Medine halkının ve çevresindeki Arapların zikredilmeleri, bunların geri kalmamaları konusundaki görevlerinin daha önemli olduğunu gösterir. Çünkü Hz. Peygamber, onla­rın arasında yaşamaktadır. Uzaktakilerin ayrılıp uzak kalmalarının herhangi bir sebebi olsa bile bu, Hz. Peygamber'e yakın olan ve onunla yakın ilişkide bulunanlar için geçer­li değildir, özellikle de davet, onlara kolaylıkla ulaşmaktadır. Onların olaylarla ve şart­larla alakadar olmaları zorunludur. Hz. Peygamber davetin direğidir. Ona yakın olanla­rın diğer insanlardan daha fazla onun çevresinde bulunmaları gerekir. Bu özellik, diğer uzaktaki müslümanlann görevlerini hafifletme anlamına gelmez.

Ayetler, zaman açısından bir özelliğe sahip olmanın yanısıra, Hz. Peygamber'in zik­redilmesi hariç genel bir yönlendirme ve bildirme açısından da muhkemdir.

Müslümanların tamamı, gerekli olan her ortamda, Allah yolunda cihatta, samimi da-vetçilerle ve işin ehliyle dayanışmaya çağrılmıştır. Yakın olanların cihad şartlarında tembellik yapmaları ve ağırdan almaları doğru değildir.

Müslümanların bu görevi yerine getirmede üstlendikleri sorumluluk ister mali, ister bedeni, isler hazırlık, ister fiili katılım olsun bu genel görevin kapsamına girmektedir ve Allah'ın vaadedilen ecrine layıktır. [302]

 

122- Mü'minlerin hepsi seferber olacak değildir. Her top­luluktan bir taifenin'[303] dîni iyi öğrenmek ve döndüklerinde kavmlerini uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi?'[304]' Olur ki sakınırlar.

 

Ayette, tüm mü'minlerin cihada çıkmak zorunda olmadıklarına, onlardan her toplu­luktan bir kesimin savaşa çıkmasının yeterli olacağına dikkat çekilmiştir. Bunun sebebi­nin de savaşa çıkanlara, kavimlerine geri döndüklerinde dini öğretmek, kaçınılması ge­rekenden sakınmaları için onları uyarmak olduğu belirtilmiştir. [305]

 

Zorunluluk Sebebiyle Bir Grubun Savaştan Geri Durması

 

Taberi ve diğer müfessirler[306] bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak çeşitli rivayet­ler zikretmişlerdir.

Bir rivayete göre, savaşa katılmayanların kınandığı Önceki ayetler nazil olunca müs-lümanlar bundan böyle savaşa katılmayanlar helak oldu dediler ve Hz. Peygamber ciha­da çağırdığı zaman Hz. Peygamber bu savaşa katılmasa ve aşırı bir İhtiyaç olmasa bile tüm müslümanlar işini gücünü bırakıp savaşa katılmaya koştular. Bir rivayete göre de; müslüman olan bedevi Araplar, cihad etme ve ona hazırlık yapma, Hz. Peygamber'e ar­kadaşlık yapıp onun sohbetlerine katılıp, onu dinlemek ve dinini öğrenmek iddiasıyla lopyekün gelip Medine'ye ve çevresine yerleştiler. Bu da Medine halkını zor durumda bırakmıştı. Bir rivayete göre de Hz. Peygamber'in arkadaşlarından bir grup çöllere da­ğılıp oralarda birçok hayır elde ettiler ve orada ikamet eltiler. Sonra insanları İslam'a davet etmeye başladılar. Onlar hakkında "onlar arkadaşlarını terketti" denildi. Onlar da bu sözlerden dolayı danldılar ve topyekün oraları terkedip tekrar döndüler. Ayet bunlar hakkında nazil oldu.Üçüncü rivayet ne ayetin anlamıyla ne de ruhu ve siyakiyla bağdaşmaktadır. İkincirivayet ihtimal dışı değildir. Medine, Mekke'nin fethinden sonra Arap kabilelerinin akın ettikleri bir yer haline gelmişti. Allah'ın dinine insanlar akın akın giriyorlardı. Onlardan bazılarının cihad ve cihada hazırlık, Rasulullah'a arkadaşlık yapmak, dini öğrenmek amacıyla Medine'ye yerleşmek istemeleri ihtimal dışı değildir. Bu da Medine halkına sıkıntı veriyordu.

Bazı düzeltmelerle birinci rivayetin doğru olmaya daha yakın olması mümkündür. Hz. Peygamber'in Tebük savaşından sonra bizzat kendisinin herhangi bir savaşa katıldı­ğı rivayet edilmemiştir. Aynı zamanda Ali b. Ebi Talib komutasında Yemen'e gönderdi­ği Seriyyc ve Üsame b. Zeyd komutasında bir orduyu donatması olayları dışında Hz. Peygamber'in seriyyeler gönderdiğine dair herhangi bir rivayet de yoktur. Kanaatimize göre Medine dışındaki müslümanlar, önceki ayetlerin nazil olmasından sonra paniğe ka­pılıp korktular ve cihada iştirak etmek, Hz. Peygamber'e arkadaşlık yapıp, ona kulak vermek ve dini bilgilerini artırmak için Medine'ye yöneldiler. Bu durum hem onlara hem de Medine halkına sıkıntı veriyordu. Ayet, onları bu konuda bilgilendirmek, ikna etmek ve işi hafifletmek amacıyla nazil olmuştur. Buna göre ayetin ondan sonra tek ba­şına nazil olduğunu tercihle beraber ayet, Önceki ayetlerle hem konu, hem de siyak açı­sından bağlantılıdır. En iyisini Allah bilir.

Ayetin, tek başına nüzulü ve ibaresinin kesinlik bildiriyor olması, tüm müslümanlar için her koşulda eğitim ve uyarma bakımından geneldir. Ayette, cihada iştirak etme ve­ya dini öğrenmek için gayret sarfelme, işlerin gereğini yerine getirme gibi konuların melodlanna dair öğretici uyarılar vardır. Öyle ki tüm fertlerin değil de tüm grupların ci­hada iştirakini gerekli kılmıştır. Aynı zamanda her gruba mensup fertler arasında bir nö­betleşmeyi öngörür, dolayısıyla da ne cihad ve dini öğrenme çabalan ne de bununla bir­likte insanların genci menfaatleri ihmal edilmiş olur. Bazıları da ayeti; cihadın, bir gru­bun yerine getirmesiyle başkasından sorumluluk düşer anlamına gelen farzı kifaye oldu­ğuna delil getirmişlerdir.[307] Müslümanlardan bir grup bu görevi yerine getirip ihtiyacı karşıladığında bu söz doğrudur. Ancak zaruret arzeden durumlarda bu farz, her güç yeti-renİn yerine getirmesi gereken bir durum halini alır. Bakara 216. ayette olduğu gibi tüm müslümanlara farz kılınmıştır. Yeri geldiğinde ihtiyacı karşılayacak kadar iştirak edil­mediği zaman herkes günahkar olur.

Beğavi, bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak dini öğrenmek hakkında olan bazı nebevi ha­disler zikretmiştir. Her müslüman için faydalı uyarı ve eğitici ilkeler içerdiğinden dolayı bu hadisleri burada aktarmayı faydalı buluyoruz. İbn Abbas şöyle demiştir: "Hz. Pey­gamber "Allah kendisine hayır dilediği kişiyi dinde bilgi sahibi kılar" buyurdu."[308]Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsanlar ma­denler gibidir. Altın madeni, gümüş madeni. Onların cahiliye dönemindeki en hayırlıları fıkıh sahibi olduklarından İslam'ın da en hayırhsıdır." Beğavi bu hadise şu yorumu yap­mıştır: "Fıkıh, din hükümlerinin bilgisidir. İki kısma ayrılır. Farzı ayın ve farzı kifaye. Farzı ayın, taharet, namaz ve oruç gibi her mükellefin bilmek zorunda olduğu hüküm­lerdir. Aynı zamanda şeriatın farz kıldığı her ibadeti o ibadetle mükellef olanlar bilmek zorundadır. Malı olanın zekat, gücü yetenin hacc hakkında bilgi sahibi olması gibi. Far­zı kifaye ise ictihad etme ve fetva verme derecesine ulaşıncaya kadar öğrenilmesidir. Bir memleket halkı bunu öğrenmekten geri kaldığı zaman onların tamamı günahkar olur. Her memleket halkından birinin Öğrenmesi bu farzı diğerlerinden düşürür. Onla­rın, karşılaştıkları olaylarda onu taklid etmeleri gerekir."

Bununla ilgili Hz. Peygamber'den şu hadis rivayet edilmiştir: "İlim öğrenmek her müslümana farzdır," Ebu Ümame'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber şöy­le buyurdu: Alimin âbide (ibadet edene) olan üstünlüğü, benim sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm gibidir."[309] İbn Abbas'tan rivayet edilen hadiste Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: "Bir fakih, şeytan için bin abiddcn daha tehlikelidir."[310] Bu hususa İmam Şafi'nin şu sözüyle eklemede bulunalım: "İlim tahsil etmek nafile namaz kılmaktan da­ha faziletlidir."[311] [312]

 

123- Ey İman edenler, yakınınızda bulunan kafirlerle sava­şın, onlar sizde bir sertlik görsünler. Bilin ki Allah, koru­nanlarla beraberdir.

 

Bu ayette müslümanlar, kafirlerden kendilerine yakın olanlarla savaşmak, onlara, muamelede ve savaşta sert ve katı davranmak hususunda teşvik edilmiş, Allah'ın kendi­sinden sakınanlarla ve kanunlarına bağlı kalanlarla beraber olduğu belirtilmiştir. [313]

 

 

Kafirlere Sert Davranmak

 

Taberi, bu ayet hakkında, "Allah, müslümanlara kendilerine uzak olanlarla değil de yakın olan kafirlerle savaşmalarını emrettiğini" söyler. O gün için ayette muhatab alı­nanlar Rumlar'di. Çünkü onlar Şam'da ikamet ediyorlardı. Şam ise Medine'ye Irak'tan daha yakındır. Ancak fetihlerden sonra müslümanlar, her bölgeden kendilerine yakın olan kafirlerle savaşmakla ve İslam coğrafyasının diğer bölgelerindeki müslümanlara yardım etmekle emroUmmuşlardır. Bundan dolayı da bu ayeti; 'her bölge halkı kendisi­ne yakın olan düşmanla savaşmak zorundadır' şeklinde tevil etmişlerdir. İbn Ömer'den onun, kendisine Deylem'le savaş hakkında soran birine Rumlar'la savaşman gerekir de­diği rivayet edilir. Hasan'dan rivayet edildiğine göre Rumlar'la mı yoksa Deylem'le[314] mi savaş konusunda sorulan soruya, Deylem diye cevap vermiştir.

İbn Zeyd bu ayetin yorumunda şöyle demiştir: "Hz. Peygamber önce Arap kafirlerle savaştı. Onların işini bitirince Ehli Kitapla savaşmayı emretti." Hazin -isim vermeden-bazı alimlerden şunu aktarır: "Bu ayet, "Müşriklerle topyekün savaşın" ayetinden önce nazil oldu. Bu son ayet nazil olunca "Kafirlerden size yakın olanlarla savaşın" ayetini neshetti," Hazin şöyle devam eder: "Alimlerden tahkik ehli olanlar bunun nesh edildiği­ni söylemişlerdir. Çünkü Allah, müslümanlara tüm müşriklerle savaşmalarını emreder­ken onları en doğru ve en faydalı olan yola iletmektedir. O da en uzak olana varıncaya kadar, en yakından başlamalarıdır. Tüm müşriklerle savaşmanın amacı böylece gerçek­leşmiş olur. Çünkü onlarla bir defada savaşmak düşünülemez. Bunun için Hz. Peygam­ber, önce kavmiyle, ardından diğer Araplarla, sonra Kureyza, Nadir, Hayber ve Fedck gibi daha yakın olan Ehli Kitapla, bunun ardından Şam'daki Rumlar'la savaşmış, Şam'ın fethi sahabe zamanında gerçekleşmiş, ardından Irak'a, sonra da diğer şehirlere gitmişlerdir.

Elimizde bulunan diğer tefsir kitaplarında, aktarmaya değer ek bilgiler yoktur. Bize öyle geliyor ki bu görüşlerin çoğunluğu içtihadı olup, Hz. Peygamber döneminde ve sonrasında olan bazı olaylardan etkilenmiştir. Kaldı ki bu görüşlerde bazı yanlışlıklar da vardır. Çünkü Hz. Peygamber diğer Arap kafirleriyle savaşı bitmesi şöyle dursun daha kendi kavmiyle savaşı bitmeden Beni Kureyza ve Beni Nadir'le onlardan önce Beni Kaynuka ardından Hayber ve çevresindekİlerlc savaşmıştır. Bizzat kendisi Dumetu'l-Cendcl'e yürürken hicretin 5., 6. ve 7. senelerinde Arap hristiyanlarıyla savaşmaları için Şam sınır boylarına çeşitli seriyeler göndermiştir. Daha bunlardan ve ötekilerden kurtulmadan hicretin 8. yılında Şam'ın en uzak bölgelerinde yaşayan Rumlarla savaşması için Zeyd b. Harise komutasında bir ordu donattı.

Durum ne olursa olsun ayetin siyakından ve konumundan anladığımız üzere ayet, Tebük savaşından sonra nazil olmuştur. Dikkat edilirse, bu savaş olayları ve sonuçları bakımından kesin değildi, müslümanlar Mute'deki kayıplarının ve şehidlerinin intika­mını almadılar, Hz. Peygamber Tebük'ten döndükten biraz sonra müslümanları Şam'da Rumlarla savaşmaya çağırdı. Bu amaçla bir ordu donatmaya başladı. Ordunun komu­tanlığına Üsame b. Zeyd b. Harise'yi atayarak, ashabının ileri gelenlerinden birçoğunu bu orduya kattı. Arap yarımadasında yaşayanlar fiilen ve hükmen İslam'a boyun eğmiş­ler, her bölgeden kopup akın akın gelen elçileri, halkları adına Hz. Peygambere biat et­mişlerdi. Dolayısıyla ortada bir düşman yok ki, ayet, Şam'daki Rumlarla savaşa ve Üsa­me 'nin ordusuna katılmaya teşvik hakkındadır diyelim.

Bu ayetle Önceki ayet arasındaki ilişki böylece kurulmuş olmaktadır. Müslümanların kendilerine yakın olanlarla savaşmaları emredİlmektedir. Bu da, müslumanlarla arala­rında hicretin 6. yılından beri bir düşmanlık ve savaş halinin başladığı Şam'daki Rum­larla savaşmak hakkındadır.

Bir taraftan ayetin nüzul ortamı ve amacı, diğer taraftan Kur'an'ın muhkem olan ci-had öğretisi, ayette kasdedilen kafirlerin yalnızca düşman olan kafirler olduğunu göste­riyor. Bu yorum, Taberi'nin görüşüne uygundur. Bu ayeti yorumlayan herkes, her böl­genin kendine yakın olan düşmanlarla savaşmasının farz olduğunu söylemiştir. Kafirler­le, kafirlerden düşman olanlar arasındaki fark belirgindir.

Ayet, ibare açısından mutlak olup yönlendirmeyi amaçlamıştır. Tüm müslümanlar için hayatlarının her safhasında eğitim ve yasama karakteri taşımaktadır. Öğrettiği hu­suslardan bir tanesi, bir savaş kuralı olarak, güçleri dağıtmadan tek bir noktada topla­mak ve düşmanlardan en yakın olanın üzerine doğru yönlendirmektir. Tabi ki bu husu­sun, müslümanların liderinin kararlaştıracağı gibi İslam'ın maslahatına uygun olması gerekir. Yani Taberi'nin dediği gibi şayet îslam coğrafyasındaki diğer müslümanlar yardıma muhtaç değillerse bu yapılır. Eğer onlar zor durumda kalmışlarsa onların yardı­mına koşmak, onlar yakın bir yerde olmasalar bile onlara yardım etmek gerekir. En iyi­sini Allah bilir. [315]

 

124-  Ne zaman bir sure indirilse, onlardan kimi "Bu han­ginizin imanını artırdı?" derler. Bu, İnananların imanını ar­tırır, onlar müjdeleşirler.

125-  Kalplerinde hastalık bulunanların İse, pisliklerine pis­lik katar ve onlar kafir olarak ölürler.

126- Kendilerinin her yıl bir veya iki defa sınandıklarını görmüyorlar mı? Yine de tevbe etmiyor, öğüt almıyorlar.

Bu ayetlerde şu hususlara dikkat çekilmiştir:

1- Münafıkların bazı tavırlarına işaret edilerek Allah, Hz. Peygamber'c bir Kur1 an ayeti vahyelliği zaman onların, inkarcı ve alaycı bir soruyla 'kim bundan istifade edip i-man, hidayet ve ilim bakımından artış gösterdi' dediklerini belirtiyor.

2- Münafıkların bu tavırları kınanarak samimi insanlar övülmektedir. Kur'an'ın inen ayetleri, imanlarında samimi olanların yakinlerini artırır ve sevinçlerine sevinç katar. Çünkü onlar bu ayeti kendileri için bir yol gösterici, eğitici olarak görürler. Ama hasta kalpli münafıkların pisliklerine pislik katar, şek ve şüpheleri artar, samimiyetsizlikleri ve tasdik etmeyişlerini kökleştirip inkarcılar ve kafirler olarak Ölmelerine sebep olur.

3-  Kınama üslubunu içeren bir soru cümlesiyle onların pisliklerine pislik katılması­nın yanısıra onların her sene bir veya iki defa imtihan edilip belalara duçar olduklarını, söyledikleri sözlerden ve takındıkları tavırlardan dolayı inkar ve küfürlerinin, nifakları­nın işaretlerinin açığa çıktığını, içyüzlerinin anlaşıldığını, bunun neticesi olarak da hüs­ran ve rezilliğe düştüklerini görmüyorlar mı? Ardından onlar, bu konumlarını gözden geçirip tevbe etmiyorlar, başlarına gelenleri hatırlamıyarlar, ardarda tekrar eski hallerine dalıyorlar, rezilliğe, yüzsüzlüğe, maruz kalıyorlar.

Ayetler yeni bir bölüm olup, sebebi nüzulüyle ilgili herhangi bir rivayete rastlama­dık. Münafıkların eleştiri konusu edilen bu tavırları her sûre ve ayetin nüzulü esnasında sürekli olarak sergiledikleri bir tavırdır. Önceki ayetten sonra nazil olması muhtemeldir, konu uygunluğu açısından onların yerine konulmuştur. Belki de bazı münafıklar önceki bazı ayetler nazil olunca inkarcı ve alaycı sorulan sordular ve ayetler nazil olup onların içyüzünü ortaya sergileyip onları kınayarak uyarmıştır. Belki de şiddetli bir üslupla inen ayetten sonra haafiflelici bir üslubu içeren 122. ayet soru konusu olmuştur. Ayetlerin bunun akabinde nazil olması bunu gösterin ektedir. Durum bu olunca ayetler konu açısından öncekilerle bağlantılıdır. Durum ne olursa olsun ayetlerin keskin üslubu müna­fıkların takındıkları tavrın çok kötü ve sonuç açısından vahim olduğunu gösteriyor.

Ayetler, imanın prensiplerinden ve dini terbiyenin ilkelerinden bir kuralı içermekte­dir. Samimi bir mü'minin Allah'tan ve Peygamberinden gelen ve gelecek olan herşeyi sevinçle, imanla ve tasdikle karşılaması, idrakini anlamakta zorluk çekse veya künhünü kavrayamazsa bile bunlarda bir hikmetin, bir hidayetin olduğunu kabul etmesi, idrak et­mediği ve anlamadığı hususlarda şüphe etmemesi, bunlarla Allah'a ve Rasulü'ne olan yakin ve teslimiyetini artırması gerekir. Bu olumsuz davranışlar, ne bir münafıkla veya bir kafirden başkasından sadır olmaz. Durum bu olunca ayetler, Allah'ın Kitabı ve Ra-sulullah'tan sadır olan fiili ve kavli sünnetin her zaman için tüm müslümanlar için uyarı olduğunu içermektedir.

Taberi, münafıkların yılda bir veya iki defa sınandıklarının mahiyeti hakkıda müfes-sirlerden değişik yorumlar aktarmıştır. Bazısına göre bu, açlık, kuraklık ve kıtlıklardır. Bazısına göre cihad ve savaşlardır. Bazı yorumlara göre de bu, münafıkların Hz.Pey-gamber hakkında uydurdukları yalanlar ve bu yalanlara sevinmeleridir. Allah'tan dileği­miz, ayetlerin şerhinde açıkladığımız yorumun doğru olmasıdır. [316]

 

127- Bir sûre indirildiği zaman, "sizi kimse görmüyor mu?" diye birbirine bakar, sonra sıvışırlar. Anlamaz bir topluluk oldukları için Allah onların kalblerini döndür­müştür.

 

Ayetlerde münafıkların diğer bir davranışlarına işaret edilmiştir. Öyle ki onlar, Hz. Peygamberin kendisine yeni nazil olan bir ayetin okunduğunu duyduklarında alaycı bir bakışla birbirlerine bakar sonra da kendilerini kimse görmeden O'nun meclisinden giz­lice sıvışıp gitmeyi planlarlar ve ayrılıp giderler. Ayet onlara beddua ederek bitmiştir. Allah onların kalplerini şaşkınlık ve sapkınlıkla doldurur. Onlar, Kur'an'ın ayetlerinin gerçeğini, özünü, hikmetini ve hidayetini anlayamayan bir güruhtur.

Yine bu ayetlerin nüzul sebebiyle ilgili herhangi bir rivayete rastlamadık. Kanaati­mize göre bir Kur'an ayeti indiği zaman münaliların takındığı tavırları anlatmakla önce­ki ayetlerin bir devamıdır. Önceki ayetlerle konu, siyak ve uygunluk açısından bağlantı­lıdır. Ayelin konu edindiği münafıkların konumu birincisi gibi çirkindir. Bu ve önceki ayette bu grubun nifakının, küfrünün ve şüphesinin elerin ve köklü oluşuna dair deliller vardır. Bu ayetlerin Tebük savaşından sora nazil olma ihtimali kuvvetle anlaşıldığına göre münafıkların bu tavırlarının da savaştan sonra olduğu ve bu fasık grubun nifak ya­yan, inkarcı, şüpheci, alaycı, karıştırıcı tutumlarını Hz. Peygamberin hayatının sonlarına kadar sürdürdükleri, Hz.Peygamber'in ve müslümanlann güçlü bir konuma ve İslam'ın yayılıp kökleşme durumuna geldiği sırada her ne kadar münafıklar çekindikleri için ri­yaya, gösterişe, yumuşaklığa başvurmuşlarsa bile asli konumlarını değiştirmedikleri an­laşılmaktadır. [317]

 

128- Andolsun, içinizden size öyle bir elçi geldi ki, sıkıntı­ya uğramanız[318] O'na ağır gelir[319], size düşkün, mü'mİnlere şefkatli ve merhametlidir.

129- Eğer yüz çevirirlerse deki: 'Allah bana yeter! O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O'na dayandım. O büyük arşın Rabbidir.

Birinci ayette Araplara ve genel olarak tüm dinleyenlere seslenilmiş, kendilerinden biri olan Hz. Peygamber'e onların düştüğü sıkıntıların, eziyetlerin zor geldiği ve onların hayrı ve menfaatleri için bütün gücüyle çalıştığı belirtilmiştir. O, onlardan samimi mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.

İkinci ayette, Hz. Peygamber'e hitap edilerek ona güven verilmiştir. O, onlara şid­detle merhametli olduğu, onların hayrına, menfaatlerine ve hidayetlerine düşkün olduğu halde onlardan bazıları çağırıldıkları şeylerden yüz çevirdiklerinde "Kendisinden başka hiçbir ilahın olmadığı Allah bana yeter, O beni korur ve bana yeter, ben yalnızca O'na tevekkül ettim. O büyük arşın Rabbi, kainatın yegane mutasarrıfıdır." desin.Ayetler, hitap ettikleri muhatapların farklı olmasına rağmen bir bütündür. [320]

 

Hz. Peygamber'in Mü'minlere Düşkün Olması

 

Bu ayetler hakkında birçok rivayet ve görüşler vardır. Esas aldığımız mushafa göre bu ayetler Mekki'dir. Menar Tefsirinde İbn Ebi'I-Feres'ten zikredilen rivayet hariç tef­sir kitaplarında bunu teyid eden birşey bulamadık. Menar'daki rivayet aynı zamanda İt-kan'da İbnu'l-Gars'tan rivayet edilerek yer almışlır.[321] Belki de bu iki isim aynı olup yanlış noktalama sonucu iki ayrı isim gibi görünmektedir.

Reşid Rıza, bu iki ayetin Mekki olduklarını tercih ederek şöyle demiştir: Bu ayetle­rin üslubu, Hz. Peygamber'in, nübüvvetinin ilk yıllarında Mekke'de İslam'a davet etme üslubuyla benzeşmektedir. Objektiflik açısından bu doğrudur. Çünkü her iki ayette de hitap genel olarak Araplaradır. "Eğer dönerlerse" sözü, Tevbe suresinin nazil olduğu, insanların akın akın Allah'ın dinine girdiği İslam'ın ve otoritesinin tüm Arap yarımada­sını kapsadığı Medine döneminin sonlarından daha çok Mekke döneminin koşullarında nazil olduğunu göstermektedir. Ancak buna mukabil müfessirierin[322] değişik senedlerle Ubey b. Ka'b'dan rivayet ettiklerine göre bu iki ayet Kur'an'ın en son nazil olan ayetle­ridir. Hemen bu rivayetlerin sahih hadis kitaplarında yer almadıklarını belirtelim.

îbn Kesir, Abdullah b. İmam Ahmed'in Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ettiği şu hadisi zikreder: "Onlar, Ebubekir'in hilafeti zamanında Kur'an'ı mushaflarda toplamışlardı. Bazı kimseler yazıyor ve Ubeyy b. Ka'b onlara imla ettiriyordu. Berae suresinden "Sonra dönüp giderler, Allah onların kalplerini döndürmüştür. Çünkü onlar anlamaz bir güruhtur" ayetine geldiklerinde, Kur'an'dan son nazil olanın bu olduğunu sandılar. Ubeyy b. Ka'b onlara "Bu ayetten sonra Allah Rasulü bana iki ayet daha okuttu: "An-dolsun ki size kendinizden bîr peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz kendisine ağır gelir. Size düşkündür, mü'minlere merhametli ve şefkatlidir... Ve.O, büyük Arş'ın Rab-bidir." deyip şöyle devam elti: Kur'an'dan son nazil olan ayet işte budur. Kur'an; ken­disinden başka hiçbir ilah olmayan Allah ile başladığı gibi, yine onunla bitmektedir. Bu, Allah'ın "Senden Önce gönderdiğimiz her peygambere 'Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin.' diye vahyetmişizdir." ayetidir."

İbn Kesir bu hadisi "garib" olarak nitelemiştir. Bu hadis de sahih hadis kaynakların­da rivayet edilmemiştir.

Taberi, Ubeyd b. Umeyr'den şunu rivayet etmiştir: "Hz. Ömer, iki kişi şahidlik yap­madığı sürece hiçbir ayeti mushafa kaydetmiyordu. Ensar'dan bir kişi iki ayetle geldiğinde Ömer senden asla bu iki ayet hakkında delil istemeyeceğim. Rasulullah da böyle yapardı demiştir." Buhari'nin rivayetine göre Zeyd b. Sabit, Hz. Ebubekir ve Ömer'in kendisine Kur'an*ı derleyip yazmayı teklif etliklerini anlattıktan sonra şöyle diyor: "Kur'an'ı araştırmaya, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeye başladım. Tevbe suresinin sonunu Ebu Huzeyme el-Ensari'nin yanında bul­dum, başka bir kimsenin yanında da bulamadım." [323]

Her iki hadiste de ayetlerin Mekki mi Medeni mi oldukları ve ne zaman nazil olduk­ları hakkında her hangi bir açıklama yoktur.

İbn Kesir'in İbn Zübeyr'den rivayet ettiği hadise göre, Hz Ömer şayet bu iki ayetle birlikte üçüncü bir ayet bulsaydı bunları yalnız başına bir sure yapmayı düşünüyordu, ancak sonra bu iki ayeti Tevbe suresinin sonuna eklediler. Zeyd b. Sabit'in hadisinden çıkardığımız sonucu bu hadisten de çıkartabiliriz.

Sûrenin başında bahsettiğimiz bazı rivayetler, Berae suresinin Kur'an'ın nüzul terti­binde son sure olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu iki ayetin Berae suresinin sonuna alınması muhtemeldir. Çünkü bu iki ayet için diğer surelerde bir yer yoktur. Her iki ayettte Hz Pcygamber'e büyük övgülerin yer almasından dolayı bu iki ayetin Kur'an'ın son ayetleri olmasını güzel görmüşlerdir.

Tüm bunlara göre diyoruz ki; bu iki ayet Mekkidir, hangi surelerde olduğu bilinme­miş ve Tevbe suresinin sonuna konulmuştur. Bu da daha önce belirttiğimiz gibi Menar tefsirinin müfessirinin dikkat çektiği hususla uyum arzelmektedir. Veya bu iki ayetin, Kur'an'ın nazil olan son ayetleri olup olmadığı hususu bir yana, münafıkların takındığı tavrı konu edinen önceki ayetlerden hemen sonra gelmesi de muhtemeldir. Çünkü bu, Tevbe suresinin Kur'an'ın son nazil olan suresi olmasının sıhhati meselesiyle ilgilidir. O da kesinlik ifade etmeyen bir meseledir. Bu durumda her iki ayetin anlamının siyakla bağlantılı olduğu açıkça görülmektedir. Bu mananın ancak Mekke döneminde uyum ar-zetme gibi bir zorunluluğu yoktur. Biz bunu tercih ediyoruz. Çünkü biz, Kur'an'ın çeşit­li delillerinden ve "el-Kur'anu'l- Mecid"[324] isimli kitabımızda zikrettiğimiz ve açıkladı­ğımız Kur'an'ın bu dellilleriyle uyum arzeden rivayetlerden hareketle inanıyoruz ki, Kur'an ilk inen ayetlerden başlanarak tedvin edilmişti ve ayetler, Hz Peygamberin em­riyle ilgili surelere yerleştiriliyordu. Kur'an'ın sureleri, mushaflaki şekliyle Hz Peygam­ber döneminde tam bir tertip içerisindeydi. Hz. Peygamberin bazı arkadaşlarına ait Kur'an'ın surelerini meşhur tertibiyle ihtiva eden mushaflar vardı. Bu ayetlerin tedvin sırasında unutulmuş olduğuna irticali olarak Tevbe suresinin sonuna yerleştirildiğine inanmıyoruz. Zeyd b. Sabil'ten gelen hadisin bununla çelişkili olduğunu düşünmüyoruz. Hz. Peygamber'iri arkadaşları, tüm müslümanların yanlarındaki mushailarda ve çeşitli malzemelerde bulunan Kur'an ayetlerini getirmelerini tüm mushaffara kaynaklık teşkil etmesi için halifenin yanında bulunacak mushafı daha iyi tetkik etmek, düzenlemek ve bunun için de bunları birbiriyle karşılaştırmak amacıyla istemişlerdir.

Ebu Huzeyme el-Ensari, tek başına iki ayetin bulunduğu malzemeyi getirmişti ve sözkonusu karışıklığın da rivayette olduğu muhtemeldi. Belki de Zeyd'in, bu iki ayeti Tevbc suresinin son ayetleri olarak nitelemesi, iki ayetin de fiilen Tevbe suresinin nüzul açısından son ayetleri olduklarına delildir. İşte bu doğruysa, iki ayetin medeni oluşları sahihtir. Şanı yüce olan Allah daha iyi bilir.

Mü'fessirler,[325] "kendinizden" sözü hakkında İbn Abbas'tan "Hz. Peygamber doğdu­ğunda arap kabilelerinden onun nesebi bulunmayan hiçbir kabile yoktur." sözünü riva­yet etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber'den gelen şu hadisi de rivayet etmişlerdir:[326] "Ben nikahlı (aileden) doğdum, zinadan değil. Adem'den babamın ve annemin beni do­ğurmasına kadar nikahlı aileden doğdum, zinadan doğmadım. Bana cahiliyye devrinin ahlaksızlıklarından hiçbir şey dokunmam ıştır." Bu hadisler öyle gösteriyor ki, müfessir-ler şunu düşünmüşlerdir[327]: "Bu cümle; Arapların dalalete düşmesinin, Allah'ın öfkesi­ne duçar olmalarının Hz. Peygamber'e ağır gelmesinin, onlara, menfaatlerine ve kurtul­malarına düşkün olmasının temel sebebinin o zamanlarda Arapların sosyal hayatlarında yaygın ve etkin olan asabiyet düşüncesiyle bağlantılı olduğudur." Öyle ki Hz. Peygam­ber, Arapların iki ana kollarından biri olan Adnaniler'e baba tarafından, bu iki ana ko­lun diğeri olan Kahtaniler'e de ana tarafından mensuptu. Nesebin temiz oluşuna gelin­ce; müfessirler bunun, Hz. Peygamber'in davetinin Araplara güçlü etki yapacağına vesi­le olacağını düşündüler. Bu görüşlerin herbiri doğru olmaktan uzak değildir. Mekke ve Medine'de nazil olan çeşitli ayetlerde bu tabirin tekrar edilmesi bunu teyid etmektedir. (Bkz. Bakara 129-151; Ali İmran 164; Nahl 113)

Durum ne olursa olsun birinci ayet, Hz. Peygamber'i Öven, onun güzel sıfatlarını, büyük ahlakını, mü'minlere ve Araplara karşı rahmet, şefkat, acıma, yumuşaklık, hayır ve iyilikle dolu olan kalbini anlatan ayetlerden biridir. Belki de bu açıdan ayet, Hz. Pey­gamber'in mükemmel huyunu, sıfatlarını, gönlünün doluluğunu, samimiyetinin derinli­ğini, Arapların hidayetini, iyiliğini ve kurtuluşunu şiddetle arzu edişini anlatan en belir­gin ve özlü ayettir. Şayet bu ayet Kur'an'in son nazil olan ayetiyse veya ayetlerin dense bu, Allah'ın Hz. Peygamber'e indirdiği yüce Kur'an için çok güzel, çok yönlü ve çok amaçlı bir sonuç niteliğindedir.

Bu mükemmel sıfatlar, Allah'ın büyük risaleti için ehil gördüğüne mahsus olmakla beraber ayette, müslumanların yönetimini elinde bulunduranların bu görevlerde bulun­dukları ve Hz. Peygamber'in makamında oldukları sürece bu sıfatlara, ahlaka ve duyguya sahip olmaları gereği konusunda ilkeler vardır. Aynı zamanda bunlar, müslümanların yöneticileri, davetçileri ve liderlerinin içinde bulundukları samimiyetin, ahlakın ve liya­katin bir ölçüsü ve delilidir. [328]

 

 



[1] Bkz. Zemahşeri, Tabresı ve Menar Tefsirleri

[2] İtkan, Suyûti, sh. 16

[3] Tac, c. 4, sh. 112-113

[4] Yani, cihad ve anlaşmadan bahseden bölümler her iki surede de vardır.

[5] Bkz. Beğavi, Zemahşeri, Tabersi, Hazin, Nesefi, İbn Kesir ve Nişaburi tefsirlerine. Tuhaftır ki, Taberi. bu konuya ve bu konudaki rivayetlere değinmemiştir.

[6] Bkz. Siretu'r-Rasul İsimli kitabımız, surelerin nüzul tertibi hakkındaki rivayetler, c. 2, sh. 9.

[7] Bkz. a.g. tefsir kitapları. Tüm İsimleri toplayan Tabresi Tefsiridir.

[8] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/

[9] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/271-272.

[10] Bkz. Taberi, Nesefi, Nisaburi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi.

[11] Hicri dokuzuncu yıldan sonra, yani ilanın yapıldığı bu yıldan sonra.

[12] Bkz. Tac;IV, 114-115

[13] Tac.tV, 114-115.

[14] İbn Sad, III, 222.

[15] Bkz. Menar Tefsiri, (sözkonusu ayetlerin tefsirine).

[16] Bkz. Taberi; Beğavi, Hazin. İbn Kesir ve Tabresi

[17] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/273-277.

[18] İnseleha Geçmek anlamındadır.

[19] Bkz. İbn Sa'd, c. 3, sh. 46.

[20] Menar tefsirinde bu söylediklerimizi destekleyen doğru bir yorum vardır.

[21] c. 3,sh. 46.

[22] Tac, 1,124

[23] Tac, 1,124-125

[24] Tac, 1,124-125

[25] Tac, 3, 17

[26] Bu hadis 5 hadis kitabında rivayet edilmiştir. Bknz. Tac, 4, 325-326. Ayrıca Sünen sahihleri Enes'ten, başka bir hadisi rivayet etmişlerdir ve bu badisde önemli bazı fazlalıklar vardır. Hadisin metni şöyledir: "Müşrikler Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna iman edip, kıble­mize yönelinceye ve kestiklerimizi yiyinceye ve bizim gibi namaz kılıncaya kadar onlarla savaşmakla emro­lundum. Bunları yaptıkları takdirde onların kanlan da mallan da bizlere haramdır. Ancak İslam'in hakkı olan (cezalar) müstesnadır. Müslümanlar'in lehine olan herşey onların da lehinedir ve müslümanların da aleyhi­ne olan herşey onların da aleyhinedir.Tac, 4, 326.Ayrıca beş hadis kitabı sahipleri (Buharı, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesel) Ebu Hureyre'den rivayet ettik­leri bir hadisin benzerini de önemli bir fazlalıkla birlikte Ibn Ömer'den rivayet etmişlerdir. Hadisin metni şöy­ledir: "insanlara Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun rasulü olduğuna iman edip, na­maz kılıp, zekat verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa İslam'ın hakkı müstesna. Mallarını ve kanlarını benden korumuş olurlar. Onun hesabını da Allah görür." Tac, 1, 29.

[27] Bu diyalog Beğaviden nakledilmiştir.

[28] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/277-283.

[29] Me'menehu Hayatının güvenli olduğu yer.

[30] Ebliğhu Onu ulaştır, onun ulaşmasını kolaylaştır.

[31] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/283-284.

[32] İ'i yezharu aleyküm Şayet size üstün gelip sizi ye-nerlerse.

[33] UlanAntlaşma.

[34] La Yerkabu Gözetmezler.

[35] İşteru biayatillahi semenen kaİilen Az bir pahayı tercih ettiler. Yani dünyanın süs ve nimetlerini Allah'ın ayetlerine ve dinine yeğlediler.

[36] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/286.

[37] Taberi gibi müfessirlerin çoğu rivayetleri kusurlu bulmuşlardır.

[38] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/286-288.

[39] Velicetün Sır dostu, bir kimsenin sırlarını bilip, onun sırdaşı olan kimse.

[40] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/289-290.

[41] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/290-291.

[42] Ye'merû, 'imaratün Burada himet etmek, korumak, muhafaza etmek anlamındadır. Ayrıca mescitler İçin didinip uğraşma anla­mındadır denmiştir.

[43] Sikayetü'l-hacc Hacılara su dağıtma işi.

[44] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/293.

[45] Bkz: Mesudi murucuz- Zeheb, 1. 358; 2.164;3.366: Tabakatu ibn Sad, 1, 46; Tarihti Taberi;2., 14; Ce-vad Ati, Tarihü'l Arap. Kable-I İslam, 4,187.

[46] Bkz: ibn Hişam, 4.. 32; tbn Sad, 3., 232-233.

[47] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/293-296.

[48] İkteraftimuha Kazandığınız, biriktirdiğiniz.

[49] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/297.

[50] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/297-299.

[51] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/299-300.

[52] Bkz: İbn Sa'd, IH, 200-212, Ibn Hişam, IV.45-149, Tarihu-Taberi II, 344-360.

[53] Buharı ve Müslimin İbn Abbas'tan şu hadisi rivayet etmişlerdir. "Rasulullah(sav) Ey Abbas semure as­habını {semure, Hudeybiye gününde ashabın, altında Rasulullah'a biat ettiği ağacın ismidir. Bu biat, Rıd­van biati, olarak da isimlendirilmiştir.) çağır. O'da var sesiyle bağırdı. Onlarda kendi yavrularına şefkat e-den ineğin şefkat duygusu gibi Rasulullah'a doğru lebbeyk, lebbeyk" (emrindeyiz, buyur emrindeyiz) diye­rek koştular. Bkz. Tac. IV, 388.

[54] Bu rivayetin bir özetini Buhari ve Müslim zikretmiştir. Bknz: Tac, 4, 389

[55] Tac, 4, 388

[56] Taif'ln fethi hakkında ayrıntılı bilgi için, bknz : İbn Hişam. 4,194-200; Ibn Sad,2, 77-78.

[57] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/

[58] Aytetün Fakirlik, yoksulluk.

[59] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/304-305.

[60] Bkz: Fetih, 25; Hacc, 75, Enfal, 34.

[61] Yaygın kanaate göre zımmiler kelimesiyle Ehli Kitab'tan kendileriyle anlaşma yapılan kimseJer kastedil­miştir.

[62] İbn Hişam, 4, 345; Tarihi Taberi,2, 534-535; Fütuhul Buldan. 73.

[63] Kİtabü'l-Emval, İmam Ebu Ubeyd b. Kasım, sh. 99

[64] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/305-307.

[65] el-Cizyetü Bu kelime, mükafatlandırmak ve karşılığını vermek anlamına gelen "ceza"dan türetilmiş denilmiştir. Başka bir görüşe göre bu kelime, elini çekmek anlamındadır. Diğer bir görüşe göre de gidermek anla­mındadır. Buna göre cizye birinci görüşe göre "Ehli Kitab'a, üzerinde bulu­nulan durumu ikrar ettikleri için karşılık vermek", ikinci görüşe göre "onları İslam'a girmeye zorlamamak, serbest bırakmak", üçüncü görüşe göre "üze-

rinde bulundukları şeyi gidermek" anlamlarına gelir.

Her halükarda bu kelime; yenilenin(mağlup olanın) kendisini yenene üzerin­de bulunduğu durumu ikrar etmek ve bu durumundan vazgeçmemek üzere verdiği vergi anlamında kullanılan bir kavramdır. Tercihimize göre bu kelime •dilde İslam 'dan önce de bu anlamda kullanılmıştır. Bazıları36 bu kelimenin Farsça olan "gizyet" kelimesinden Arapçalaştınldığını söylemiştir. Farslar bu kelimeyi sözü edilen anlamda kullanmışlardır. Bu doğru olabilir. Belki de ke­limenin kök itibariyle Arapça oluşu daha doğrudur. Bu kelimenin Arapçada kendisine uygun bir kök olduğundan dolayı biz Arapça bir kelime olduğuna inanıyoruz. Kelimenin Fars diline girmesi ve zamanla şekil olarak bozulduğu uzak bir ihtimal değildir. Durum her ne olursa olsun Araplar bu kelimeyi îs-lam'dan önce sözleonusu anlamıyla birlikte kullanıyorlardı.

[66] Yudahiune Benzetiyorlar ve eşdeğerde tutuyorlar.

[67] Bkz. Menar tefsiri.

[68] İbn SaU III, sf. 132.

[69] A.g.e., sf. 174

[70] İbnSa'd, İt, 46,117

[71] İbnSa'd, III, 131

[72] İbn Sa'd, III, 103-104; 177-188

[73] İbn Sa'd, II, 103-104

[74] İbn Sa'd, III, 131-132

[75] İbn Sa'd, III. 132

[76] İbn Sa'd, III, 174-177, İbn Hişam. III, 427-447

[77] İbn Sa'd III, 77, 78.

[78] İbn Sa'd, II, 218-221; İbn Hişam, IV, 169-121; Tarihu Taberi; II, 361-367

[79] Bkz ; Beğavi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi Tefsirleri.

[80] İmam Ebu Ubeyd b. Kasım, Kitabul Emual, 37-39

[81] Kitabu'l Emval, s, 43

[82] Kitabu'l Emval, s, 43. Dipnotta "Nut" kelimesinin bir işkence türü olduğu belirtilmiş.

[83] Ebu Yusuf, Kitabu'l Haraç, S9-72. 53-A.g.e. s. 69-72

[84] A.g.e.s,69-72

[85] Kitabu'l Emval, 71

[86] Kitabu'l Haraç. 80-81.  Bu konudaki olaylar bundan ibaret değildir. Müslüman komutanların zımmileri koruyarak onları savunmayı kendileri için bir görev kabul ettiklerini gösteren buna benzer birçok olay ve ri­vayetler vardır. Bkz. Menar Tefsiri, bu ayetlerin tefsiri bölümü.

[87] Tarihu Taberi, 3, 105

[88] Bkz. Kitabü Tarihü'l-Marune, sh. 34, 186; Futuhatü'l- Buldan, Belazûri. sh. 166.

[89] Bkz. Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi tefsirleri .

[90] İmam Ebu Yusuf, bunu Kitabu'l  Haraç, sf.73-75'de İmam  Ebu Ubeyd. Kıtabu'l Emual'da S- 31-32 de zikretmişlerdir. Ayrıca bkz; Tac, 4. 347; Buhari'nin Abdurrahman b. Avf'dan rivayet ettiği hadise göre  Hz. Peygamber Hacer mecusilerinden cizye almıştır. Tirmizi'nin rivayet ettiği hadise göre de Rasulullah Bah­reyn mecusilerinden de cizye almıştır. Hz. Ömer, Fars'tan. Hz. Osman Fars veya Berberiler'den cizye al­mışlardır.

[91] Kitabu1! Emval, 27

[92] A, g.e, s 26

[93] A, g, e, s 26

[94] A. g, e, s 26

[95] İbn. Sad.2,120

[96] İbn Sad, 2, 55

[97] İbn Sad. 2,41

[98] Bkz. Bu hadisler için, Kitabü'l- Emval, 39-41: Tac. 4, 347.

Bkz. Bu hadisler için, Kitabü'l- Emval, 39-41: Tac. 4, 347.

[99] Bkz Ebu Yusuf, Kitabü'l- Haraç, 70-72: Ebu Ubeyd, Kitabü'l Emval, 36-47.

[100] Kitab'ul Emval, 72

[101] Kitabu'l Emval, 45-46

[102] Kitabu'l Emval, 43-44

[103] Kitabu'l Emval. sh. 18

[104] Kutabul Emval, 143

[105] lbnSa'd, II. 41,42.53, 56

[106] İbn Hişam, 2, 204-205

[107] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/310-324.

[108] Bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri tefsirleri. Rivayet ettiğimiz naslar Taberi, İbn Kesir ve Beğavi'den alınmıştır.

[109] Tac, c. 2, s. 6

[110] Kasımı Tefsiri.

[111] Bu hadisi Buharı, Müslim, Tirmizi ve Nesai rivayet etmiştir. Bknz; Tac, 2, 7.

[112] Bu hadisi Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesai rivayet etmiştir. Bknz, Tac 2, 6-7.

[113] Buhari. bu hadisi şu şekilde rivayet etmektedir: "Bu ayet nazil olunca Rasulullah'ın ashabı "altın ve gü­müş hakkında nazil olan oldu. Hangi sen/etin hayıriı olduğunu bilsek de onu edinsek" dediler. Rasulullah "zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kişinin imanı konusunda kendisine yardımcı olan mü'mine bir eş" bu­yurdu. Bknz. Tac, 4, 116

[114] Daha önce buna benzer bir hadisi Önemli bir farkla zikretmiştik. O hadis zekatı vermeyenler hakkında iken bu

hadis de kendisinden sonra mal terk edenler hakkındadır.

[115] Buharı, bu hadisin bir bölümünü şu şekilde rivayet etmektedir: Zeyd b. Vehb şöyle demiştir: "Rebeze'de Ebu Zerr'in yanına uğradım. Seni buraya getiren nedir diye sorduğumda o da şöyle dedi: Biz Şam'daydık. Ben 'altın ve gümüşü yığıp....' ayetini okudum. Muaviye. bu ayet bizim hakkımızda değil, Ehli Kitap hakkın­dadır dedi. Ben de bu ayet hem bizim hakkımızda hem de onlar hakkındadır dedim. İbn Ömer bu ayet ze­kat farz kılınmadan önceydi, zekat (arz kılınınca Allah zekatı mallar için bir temizlik vesilesi kıldı demiştir. Bkz. Tac, 4, 16. Hemen şunu belirtelim ki ibn Ömer'in sözü zekatın bu ayetten sonra (arz kılındığı izlenimini vermektedir. Bazıları da zekat ayeti bu ayeti nesh etmiştir ve zekat H. 9. yılda farz kılınmıştır demektedir. Bunu rivayet eden Kasımı, İbn Kesir'in bunu tarihinde kesin olarak rivayet ettiğini söylemiştir. Bazıları sada­ka ile ilgili ayetin bu sûrede ve bu ayetten sonra olması sebebiyle bu görüşü kuvvetli görmüşlerdir. Zekat ve sadaka ile ilgili  ayet ise şu ayettir: "Sadakalar Allah'tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, zekat işinde görevli olanlar, kalpleri İsındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolcular içindir. Allah bi­lendir ve hüküm sahibidir."(60) Bu söz birkaç açıdan gariptir Zekat Mekke'de ilk inen sûrelerde ve diğer Mekki sûrelerde namazla birlikte zikredilmiş daha sonra Medeni sûrelerde Mekke'de farz olduğunu ve ve­rildiğini gösteren bir üslupla belirtilmiştir Ayrıca müslümanların zekatı belirli ölçülerle verdiklerini gösteren güçlü Mekki ayetler de vardır. Mesela Mearic sûresinin "Onların mallarında belirli bir hak vardır. Yoksul ve yoksunlar için" (24-25) ayetleri iie Zariyat sûresinin "Onların mallarında yoksun ve yoksul olanlar için bir hak vardır.(19) ayeti bunlardandır. Söz konusu edilen sadaka veya zekat ayeti zekatın farz kılınması hakkında olmayıp zekatın verileceği yerler hakkındadır. Aynı şekilde bu ayetin üslubu zekatın verileceği yeni bir dü­zenleme İle tayin edildiğine de delalet etmemektedir. Ayet sadece bunu bildirmekle yetiniyor ve sanki bu­nun rivayet edilmesi gereken bilinen bir husus olduğunu belirtiyor.

Köleler, Bakara sûresinin 177. ayetinde kendilerine infak edilmesi gerekenler arasında sayılmaktadır. Ne Kur'an'da ne de sünnette zekatın Medine döneminin sonlan şöyle dursun Medine döneminde farz kılındığı­nı

gösteren hiçbir şey yoktur. Biz İbn Ömer'in bunu bildirmesinin mümkün olmadığına inanıyoruz. Bundan dolayıdır ki, ya ibn Ömer'in bu sözü çarpıtılarak rivayet edilmiştir. Ya da onun bu sözünden amaç sözkonu-su ayetin zekat vermeyenler hakkında olup zekatın mallar için bir temizlik olduğu hakkındadır. Daha önce rivayet edilen Nebevi hadiste belirtilen husus da budur zaten. En iyisini Allah bilir.

[116] Taberi Tarihi, c. 3, sh. 355

[117] Taberi Tarihi, c. 3, sh. 291

[118] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/325-330.

[119] en-Nesiu'i "Unutmak" fiilinden olup ertelemek anlamındadır.

 Bu tabir, cahiüyyenin haram aylan öne alarak veya erteleyerek yerlerini de- ğiştirmek şeklindeki geleneklerini anlatan bir terimdir.

[120] Bk2. İbnSad, 111.218

[121] A.g.e. lll,238

[122] Tac,IV. 116-117; Taberi de bu hadis çeşitli senetlerle rivayet etmiştir.

[123] Bkz: Beğavı, Hazin ve İbn Kesir

[124] Bunun için bkz, Taberi, Beğavi, ibn Kesir. Hazin ve Tabresi Tefsirleri, Cevat Ali Tarihü'i-Arab Kable'l-İs-lam S. 234

[125] Bkz: Cevad Ali. Tarihu'l- Arab Kable'l-islam 5, 237-239

[126] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/331-335.

[127] es-Sakeltum ile'l-ardi Yere oturup ağırlaşıp kaldı­nız. Cümle, Allah yolunda savaşmak için yapılan çağrıya icabet etmede gev-şek davranma, çabuk olmama, onu ağırdan ve yavaştan karşılama anlamında­dır. Bundan kinaye olarak getirilmiştir.

[128] Hifafen ve sikalen Bu iki lafzın yorumunda, bunların an­lamı ağır ve hafif silah taşımaktır denilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir: "Al­lah yolunda bineklİ ve bineksiz veya genç, ihtiyar; aileleriyle birlikte veya onlar olmaksızn; zengin veya fakir olarak savaşa çıkmaktır." Herhalükarda bu lafızların anlamı; her koşul, her mekan, her şekil ve her şartta cihada katıl m aktır.

[129] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/337-338.

[130] Bkz : Taben, Boğavi, Nesefı, Nisabuıi, Hazin, Ibnİ Kesir, Tabresı ve Zemahşeri tefsirleri.

[131] Tirmizi'nin Abdurrahmah b. Habbab'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Peygamberi zorluk ordusunu do­natmak için teşvik ederken gördüm, Osman kalkıp dedi ki:" Ya Rasulallah, çul ve semerleri ile birlikte yüz deve vermeyi Allah yolunda ben taahhüt ediyorum. Sonra peygamber teşvik etmeye devam etti. Osman yi­ne kalkıp "Ya Rasulallah, çul ve semerleri ile birlikte ikiyüz deve vermeyi Allah yolunda ben taahhüt ediyo-rum."dedi. Peygamber yine ordunun ordunun İçin teşvik etmeye devam etti. Osman yine kalkıp: "çulları ve semerleri ile birlikte Allah yolunda 300 deve vermeyi ben taahhüt ediyorum." dedi. Abdurrahman dedi ki: "işte bu sırada Hz. Peygamber şöyle dedi: "Bundan sonra Osman'ın yaptıkları af ile karşılanır, kendisine bir zarar vermez" Abdurrahman b. Semure şöyle dedi: "Osman elbisesinin altında bin altınla Peygamber'e gel­di ve altınları Peygamber'in odasına yaydı. Peygamber'! paraları alıp çevirirken "Sundan sonra Osman ne yaparsa affedilir bir şey kendisine zarar vermez." dediğini gördüm ve işittim. (Tac; 3.293)

[132] Buhari, Müslim ve Tirmizi bu uzun hadisi 118. ayetin tefsirinde aktaracağımız gibi Ka'b b. Malık'ten riva­yet etmişlerdir.

[133] Bk2. Siret-i İbn Hişam, c. 2, sh. 38-110; ibn Sa'd, c. 1, sh. 200-222; Beğavi, İbn Kesir. Hazin'in iki aye­tin tefsiri bölümü.

[134] Buhari ve Tirmizi Enes'ten şunu rivayet etmişlerdir: "Hz. Ebubekir kendisine şöyle dedi: "Hz. Peygam­ber'e, biz mağaradayız, eğer onlardan biri eğilip ayaklarına bakacak olsa bizi görecek dediğimde o da "Ey Ebubekir üçüncüleri Allah olan ikili hakkında ne dersin?" dedi.Tac, 4,117

[135] Bkz; Beğavi tefsiri, ilgili ayetin tefsiri.

[136] Tac, 3, 286.

[137] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/338-343.

[138] Arazan kariben Yakın bir hedef ve elde edilmesi kolay olan bir ganimet.

[139] Seferan Kasiden Kısa ve meşakkatsiz bir yolculuk.

[140] Be'udetaleyhimu'ş-şukkatu Yolculuğu uzak ve me-şa&atli gördüler.

[141] İnbi'âsehum Çıkmalarım.

[142] Habâlen Bozgunculuk, fitne ve fesat.

[143] Veleevda' w hiktlekum Aranızda fesad, karalama ve laf ta§ıma amacıyla dolaşırlar.

[144] Kaliabu leke l-umûre Sana tuzak kurmak için tüm güçlerini saffettiler.

[145] Taberi'nin de içinde bulunduğu bazı müfessirler "aranızda onlara kulak verecek olanlar vardır" cümlesi­ni bizimkinden başka bir şekilde de yorumlamışlardır. O da şudur: Aranızda münafık olmayan ancak size ait haberleri onlara aktaran insanlar vardır. Bizim tercih ettiğimiz yorum daha doğrudur. Çünkü münafık ol­mayan

birinin onların gözü olması mümkün değildir. En iyisini Allah bilir

[146] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/345-346.

[147] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/346-348.

[148] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/348-349.

[149] Hasenetün Zafer anlamında kullanılmıştır.

[150] Musibettin Hezimet anlamında kullanılmıştır.

[151] Kad ehazna emrena min kabiü Onlann İçine düştüğü duruma düşmemek için biz önceden tedbirimİ2İ almıştık.

[152] Terabbesûna Gözetliyorsunuz, bekliyorsunuz ve umuyorsunuz.

[153] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/350.

[154] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/351.

[155] Bkz. Beğavi, Hazin, tbn Kesir, Tabresi.

[156] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/352.

[157] Yefrakûne Korkarlar.

[158] Müddehale Gizlenecek bir yer.

[159] Yecmehûne Acele ederler, koşarlar.

[160] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/353.

[161] Yülmizüke "Sana dil uzatır veya seni ayıplar". Kelime burada "sana tarafgirlik yaptığını yakıştırırlar" anlamındadır.

[162] el-Amiline aleyhâ Zekat toplama memurları.

[163] el-Müellefeti kulûbühüm Kalpleri İslam'a ısındırılmak ve  İslam'la, İslam'ın menfaatleriyle bağları

güçlendirilmek istenen kimseler.

el-Müellefeti kulûbühüm Kalpleri İslam'a ısındırılmak ve  İslam'la, İslam'ın menfaatleriyle bağları

güçlendirilmek istenen kimseler.

[164] Vefi'r-rikâbi Köle ve esirleri azad etmek, onları kölelikten kurtarmak için.

[165] el-Ğârimîne Zor durumda kalmış borçlular veya borçlan yük­lenenler.

[166] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/355.

[167] Tac, IV, 118. Hadisi şerheden bu kişinin Harkus b. Züheyr adındaki bir Temimi! olduğunu söylemiştir. Rasulullah'ın kalplerini islam'a ısındırmak istediği dört kişi ise şunlardı: Akra' b. Habis, Uyeyne b. Bedr, Zeyd et-Tai ve Alkame el-Amiri el-Kilabi. Bunlar Arap kabile liderlerinin meşhurlarındandır.

[168] Bkz. Taberi Tarihi.III, 386: IV 52-65. Belirtelim ki Taberi O'nun Harkur b. Züheyr es-Sadi isimlendir­mektedir.

Dolaysıyla bunun Temim'li mi yoksa başkası mı olduğunu bilmiyoruz.

[169] Ag.ec. 4, sh. 68-69

[170] Tac, c. 2, sh. 30

[171] Tac, c. 2, sh. 30

[172] Tac, II. 31. Son rivayette köleyi efendisiyle bir tutmada çok güzel bir insani değer vardır.

[173] Bkz. Sadaka hakkında geniş bilgi için Ebu Ubeyd Kasım b. Selam, Kitabu'l-Enval, s.

[174] Bkz. Ebu Ubeyd Kasım b. Selam, Kİtabuİ-Enval, sh. 349.

[175] Bkz. Ebu Ubeyd Kasım b. Selam. Kitabu'l-Envai, sh. 567.

[176] Bkz. Ebu Ubeyd Kasım b. Selam. Kitabu'l-Envai, sh. 567.

[177] Kitabu't-Emval, s. 353

[178] a.g.e. s. 586-587

[179] a.g.e. s. 571

[180] Kitabu'l-Emval, sh. 437 ve 531.

[181] Kitabu'l-Emval. sh. 532 ve 530.

[182] Bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi Tefsirleri. Tac, II, 3-40; Ebu Ubeyd, Kitabu'l-Emval. 349-613; Ebu Yusuf.Kitabul-Harac, s. 43-47.

[183] Tac, c. 2, sh. 28. Bu hadisi, Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesai rivayet etmiştir

[184] Tac, c. 2, sh. 28.

[185] Tac,C.2.sh.29.

[186] Tac, C. 2 sh. 29-30

[187] Tac, c. 2, sh. 30

[188] Kitabu'l-Emval. s. 548-549.

[189] KitabıTI-Emval. s.548-549

[190] Tac, c. 2, sh. 28.

[191] Kitabu'l-Emval,s. 552vd.

[192] Kİtabu'l-Emval.5. 565.

[193] Kitabu'l-Emval-S-565.

[194] Kitabu'l-Emval, 353.

[195] Kitabu'l-Emval, s.586-587. 8u hadis uzundur. Biz sadece konuyla ilgili bölümünü almakla yetindik.

[196] Kitabu’l-Emval, s. 607.

[197] Menar Tefsiri.

[198] Menar Tefsiri.

[199] Tac.ll, 27-28.

 

[200] Kitabu"l-Emval,436

[201] Bu hadisi Ebu Davut, müsnedinde rivayet etmiştir. Bkz.Tac 11,27.

[202] Bu hadisi, Buhari.Müslim.Ebu Davut, Tırmizi ve Nesei rivayet etmişlerdir. Bkz. Tac,ll,3.

[203] Kitabu'l-Emval, 358.

[204] a.g.e. s.381.

[205] a.g.e. s.382.

[206] Kitabu'l-Emval, s.378.

[207] a.g.e. s. 386 vd. ;s. 382.

[208] a.g.e. s.407.

[209] Kıtabul-Emval, $.425

[210] a.g.e. s.425.

[211] a.g.e. s.463vd.

[212] Kitabu'l-Emval, s. 468.

[213] Kitabu'l-Emval, s. 468.

[214] a.g.es. 468 vd.

[215] a.g.es. 466 vd.

[216] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/355-370.

[217] ve özünün Rasulullah'm kendisine her söylenene kulak ve­rip dinlemesi ve doğrulaması anlamındadır.

[218] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/370-371.

[219] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/371.

[220] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/372.

[221] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir.

[222] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/372-373.

[223] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir

[224] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/373-374.

[225] Bihâlakihim Kısmetkriyie, paylarıyla, nasibîcriyk.

[226] Ve hudtüm kellezi hâdû "Onların batıl ve fesada koşmakla, dalmakla yaptıklarını siz de yaptınız" anlamındadır.

[227] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/374-375.

[228] İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri.

[229] İbn Kesir, İlgili ayetin tefsiri.

[230] İbn Kesir; Tac, I, 383.

[231] İbn Kesir; daha başka hadisler de vardır. Biz bu kadarıyla yetindik. Bkz. Taberİ Tefsiri; Tac, IV, 364 vd.

[232] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/

[233] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/380.

[234] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/381.

[235] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/381-383.

[236] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/383-384.

[237] Bkz. Taberi, Beğavi, Tabresi

[238] Tac, c. 4, sn. 41. Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmİzi Abdullah b. Amr'dan şu hadisi de rivayet et-mişlerdir:"Şu dört şey kimde bulunursa o, katıksız münafıktır. Kimde bu dört hasletten biri bulunursa onu terk edinceye kadar onda bir nifak hasledi vardır. Konuştuğu zaman yalan söyler, sözleştiği zaman, sözleş­mesine İhanet eder, söz verdiğinde sözünde durmaz, biriyle çekiştiği zaman ona kötülük eder."

[239] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/

[240] el-Mutavviîne Ayetin genel anlamından bunun gönüllü olarak sadaka verenler anlamına geldiği anlaşılmaktadır.

[241] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/385.

[242] Bkz. Begavİ, Tabresi, İbn Kesir.

[243] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/385-386.

[244] Bkz. Hazin, Taberi, İbn kesir, Beğavi Tefsirleri.

[245] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/386-387.

[246] el-Muhallefûne Arkada kalanlar, muhalefet edenler anlamın­dadır.

[247] Hilâfe RasuluUahi Geride kalan, ondan sonraya ka­lan, arkada kalan veya Allah'ın elçisine muhalefet eden anlamındadır.

[248] Meal-hâUfîne Muhalifler anlamındadır denilmiştir ve bazı­ları bu ayeti bu şekilde okumuşlardır. Ayrıca, kadın, çocuk, müzmin, hasta ve kor gibi, durumları savaşa katılmaya elverişli olmayanlar anlamındadır denil­miştir. Görüldüğü gibi bu son görüş daha doğrudur.

[249] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/389.

[250] Tac, c. 4, s.118.

[251] lbnHişam, c. 4, sh. 174.

[252] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/389-392.

[253] Ülü't-tavli Güç, kudret ve servet sahibi.

[254] el-Havalifi Tabiatları gereği savaştan geri kalıp evlerinde olu-ran kadınlar kastedilmiş olabilir. Ayrıca genel olarak yaşlı, çocuk, hasta ve kadınlardan geride kalanlar anlamına da gelebilir. Önceki ayette bunlar "el-hâlifîne" kelimesiyle ifade edilmişlerdi. Kelime, aşağılamak için kullanılmış­tır. Çünkü geride kalanlarla birlikte ancak kişiliksiz, şahsiyetsiz olanlar razı olabilir

[255] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/393.

[256] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/393.

[257] Bkz. Taberi, Beğavi, Zemahşeri, İbn Kesir, Hazin, Tabersi.

[258] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/394.

[259] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/396-397.

[260] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.

[261] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.

[262] Taberi'nin rivayet ettiğine göre bunların isimleri şöyleydi: Asırlar boyunca bunların hayır ile yad edil­mesi gereğinden hareketle onları buraya kaydediyoruz. Salim b. Umeyr, Herami b. Amr, Abdurrahman b. Ka'b, Sefman b. Sahr, Abdurrahman b. Yezid, Amr b. Guneyme, Abdullah b. Amr ef-Müzeni. (Allah onlar­dan razı olsun.)

[263] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/397-398.

[264] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/398-399.

[265] Mağramen Faydası olmayan, kayıp, hasar.

[266] Yeterabbcsu hikümü'd-devâire Size galip gelip de-vinnek için başınıza kötü belaların, sıkıntıların gelmesini umarlar.

[267] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/399-400.

[268] Bkz. Taberi Tarihi, II, 463-550; TarihıTI-Cinsu'l-Arabi isimli kitabımız, 7. cild, Ridde savaşları bölümü.

[269] Ayetin metni(meali) şudur: "Bedeviler dedi ki: iman ettik. De ki: Siz iman etmediniz; ancak İslam(müs-lüman) olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederseniz, o. sizin amellerinizden hiçbirşeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir,"

[270] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/400-401.

[271] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/401-403.

[272] Meradû Nifaka alıştılar, onu sürdürdüler, öyle ona alıştılar ki ona dalmak artık onlar için normal birşey oldu.

[273] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/403-404.

[274] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/405-406.

[275] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/406.

[276] Mürcevne Havale edilmiştir yani geciktirilmiş ve bırakılmıştır.

[277] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/407.

[278] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/407.

[279] Dırâran Zarar vermek amacıyla anlamında

[280] İrsâden Bekleme, gözetleme yeri

[281] Havin Çökmeye ve düşmeye meyletmiş

[282] Curufin Sellerin, dibini yalayıp oyduğu çamur veya toprak çıkıntısı.

[283] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/409.

[284] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi.

[285] Tac,c. 4, 118.

[286] Tac, c. 4, 118.

[287] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/409-412.

[288][288][288][288] es-Saihune 'Oruç tutanlar' anlamındadır denilmiştir. Ayrıca Cihad için yeryüzünde seyahat edenlerdir anlamına gelir denilmiştir. Birinci görüşü destekler mahiyette olan bir hadis Hz. Aişe'dcn rivayet edilmiştir: "Bu ümmetin seyahati oruçtur. Taberi Tefsin.

Bir başka nebevi hadiste "Seyahat edenler oruç tutanlardır" Taberi Tefsiri. denilmiştir. İkinci görüşü destekleyen bir hadiste de şöy­le buyurulmuştur: "Ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihad etmektir. Beğavi Tefsiri.

[289] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/413.

[290] Tabakat, ibn Sa'd, c. 3, sh. 122-123

[291] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/413-415.

[292] Evvahun 'Allah'a çokça bağlı, yalvaran ve içli, yanık ve Al-lah'tan korkan anlamındadır' denilmiştir.

[293] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/416-417.

[294] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/418.

[295] Ve zannu Kelime burada, 'yakinen anladılar' anlamındadır.

[296] Ayetin tefsiri için bkz. Taberi, Beğavi, ibn Kesir, Hazin, Tabresi.

[297] İbn Hişam, IV, 174-176.

[298] et-Tac, c. 4,sh. 122-128.

[299] Bkz. Beğavi, Hazin.

[300] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/419-426.

[301] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/426-427.

[302] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/427-428.

[303] Taifetun Büyük cemaatin küçük bir grubu.

[304] Felevla Burada teşvik ve yönlendirme anlamındadır.

[305] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/429.

[306] Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi.

[307] Bkz. Kasımı Tefsiri.

[308] Bu hadisi aynı zamanda Buharı, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi Muaviye'den rivayet etmişlerdir. Hadi­sin devamı şöyledir: "Ben sizin için bir dağıtıcıyım, veren Allah'tır. Bu ümmet, hak din üzere bulunmakta de­vam edip gidecektir. Karşı koyaniar kıyamete kadar kendisine zarar veremeyecek." Tac, I, 53.

[309] Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. Şu fazlalık da vardır: "Şüphesiz Allah, melekler, yer ve gökte bulu­nanlar, hatta yuvasındaki karıncalar ve sudaki balıklar bile insanlara hayır öğreten kimseye istiğfar ve dua ederler." Tac, I, 56.

[310] Bu hadisi de Tirmizi rivayet etmiştir. Bkz. a.g.e.

[311] Bu konuda Tirmizi ve Ebu Davud'un Ebu Derda'dan rivayet ettikleri hadis şöyledir: "Hz. Peygamberin şöyle dediğini duydum. Kim ilim tahsili için bir yola girerse, Allah ona cennet yolunu kolaylaştırır. Melekler de ilim tahsil eden kişiye ikram için kanatlarını yayarlar. Yer ve gökte bulunan herşey alime istiğfarda bulu­nur. Sudaki balıklar bile. Alimin, ibadetle meşgul olana göre üstünlüğü ayın öteki yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Muhakkak ki alimler, Peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler ne bir dinar ne de bir dirhem mi­ras bırakmışlardır. Onların bıraktığı miras ilimdir. Kim ilmi elde ederse, yüksek bir derece elde etmiş olur." Bkz. Tac, I, 54-55. Tirmizi Ebu Hureyre'den Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hikmet, mü'minin yitik malıdır, nerede bulursa onu almaya başkalarından daha çok layıktır.", "İlim tahsil etmek, sa­hibinin geçmiş günahlarına keffarettir." a.g.e., I, â5-56; Ebu Davud ve İbn Mace Ebu Hureyre'den şunu ri­vayet etmiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Bilgisiz kimsenin fetvasına uyarak amel eden kişinin günahı, fetvayı verene aittir. Bildiği haide, kendisiyle istişare eden mü'min kardeşine yanlış tavsiyede bulunan kim­se, ona ihanet etmiştir." a.g.e., I, 64; Müslim, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi Ebu Hureyre'den şu hadisi riva­yet etmişlerdir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: İnsan Öldüğü zaman şu üç husus dışında amelinin sevabı kesilir: Devamlı olarak hizmet veren sadaka, insanların faydalandığı ilim, kendisine dua eden salih bir ev­lat." a.g.e., c. 1, sn. 66.

[312] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/

[313] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/432.

[314] Deylem'den kasıt Fars memleketinde yaşayanlardır.

[315] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/432-433.

[316] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/434-435.

[317] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/435-436.

[318] Ma anittum Size zorluk veren, sizi sıkıntıya sokan. Veya bazı müessirlere göre delalete düşmeniz.

[319] Azizun aleyhi O'na zor gelir, ağır gelir.

[320] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/436-437.

[321] Bkz. Suyutİ, el-İtkan, c. 1, sh. 16.

[322] Bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabersi.

[323] Bkz. Tac, c. 4, sh. 28-29.

[324] Bkz. el-Kur'anıTI-Mecid, s. 52-115. surenin girişinde de buna değinmiştik.

[325] Bkz. Beğavi.

[326] Bkz. Beğavi, İbn Kesir.

[327] Bkz. Hazin.

[328] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/437-440.