TEVBE SURESİ 2

 


TEVBE SURESİ

 

1- Bu, Allah ve Resulünden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müş­riklere bir ihtardır.

Bazı Müşrik kabileler, Resulullah ile yapmış oldukları antlaşmalarını bozmaya başlamışlardı.Bunun üzerine Allah teala, Resulullahın da, Müşriklerle olan antlaşmalarını bozmasını ve kendilerine dört aylık bir süre tanıdıktan sonra savaş açacağını ihtar etmesini emretmiştir.

Taberiye göre, burada ahidleri bozularak kendilerine savaş açılacağı ihtar edilenler, Resulullahın aleyhine başka kâfirlere yardım edenler ve tek taraflı olarak Resulullah ile olan andl aşmalarını bozanlardır.[1]

 

2- Ey Müşrikler, dört ay daha yeryüzünde serbestçe dolaşın. Allalu hiçbir şekilde âciz bırakmayacağınızı ve Allanın, kâfirleri mutlaka rezil ve rüsvay edeceğini de bilin.

Ey, peygamberler muahadeli olup ta muahedesini bozan müşrikler, yer­yüzünde, dört ay güven içinde gezip dolaşın. Peygamber ve taraftarları, bu dört ay içinde size herhangi bir zarar yenileyeceklerdir. Ve bilin ki, sizler.bu dört ay'dan sonra yine inkârınıza devam edecek olursanız, kendinizi Allah'ın elinden kurtaramazsınız. Zira sizler, nereye giderseniz gidin ve nerede bulunursanız bu­lunun onun pençesindesiniz ve hakimiyeti altındasınız. Size azap etmek istedi­ğimde hiçbir güç ve sığınak o azaba engel olamaz. Ancak tevbe edip iman et­meniz engel olur. O halde size fayda venneyecek olan gezip dolaşmayı bırakın da onun azabım sizden uzaklaştıracak tevbeye koşuşun. Yine bilin ki, Allah, kâfirleri dünyada iken helak ederek âhirette de cehennem azabına koyarak riis-vay edendir.

Müfessirler, bu âyette kendilerine dört ay serbest dolaşma izni verilen bundan sonra da, iman etmezlerse kendileriyle savaşılacağı ilan edilen müşrik­lerden kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- İbn-i İshaka göre, kendilerine dört ay müddet tanınan müşrikler iki sı­nıftır. Biri Resulullah ile yapmış oldukları banş antlaşmasının süresi dört ay'dan daha az olan sınıftır. Bunların müddetleri dört ay'a kadar uzatılmış ondan sonra biteceği bildirilmiştir. Diğer sınıf ise, Resulullah ile yaptıkları sulh antlaşması belli bir vade ile sınırlı olmayan sınıftır. Bunların antlaşmalarının da dört ay için geçerli olduğu belirtilmiş tak ki, kendilerine gelsinler. Aksi takdirde Allaha, Re­sulüne ve müminlere karşı savaş açmış sayılacaklardır.

Bu hususta İbn-i İshak diyor ki: "Resulullah (s.a.v.) Ebubekir (r.a.)'ın in­sanlara hac yaptırması için hicretin dokuzuncu yılında hac emiri olarak gönder­di. Müşrikler, hacdaki yerlerinde bulunuyor ve kendilerine göre hac yapıyorlar­dı. Ebubekir ve beraberindeki müslümanlar yola çıktıktan sonra Berae suresi in­di. Resulullah'in, müşriklerle yapmış olduğu antlaşmaların bozulduğunu beyan etti. Bu antlaşmaların metininde, Kabe'ye gelen herhangi bir kimseye engel olunmayacağı ve haram aylarında herhangi bir kimseye karşı terör estirilip onun korkululmayacağı hükümleri mevcuttu. Bu muahede, Resulullah ile müşrikler arasında genel bir muahede idi. Resulullah'ın, diğer Arap kabileleriyle de, belli vadelerle sınırlanmış özel muahedeleri de bulunuyordu. İşte Berae suresi bu gibi muahedelerin dört ay sonra bitecekleri Tebük savaşında, ResuluIIah'tan geri ka­lan münafıkların durumu ve dedikodu yapan bir takım insanların kimler olduk­ları hakkında nazil oldu. Böylece Allah teala bu surede görüldüklerinin aksini içlerinde gizleyenleri açığa çıkardı. Onlardan bazılarım bize anlattı, bazılarını ise anlatmadı ve buyurdu ki: "Allah ve Resulünden, kendileriyle antlaşma yaptı­ğınız müşriklere bir ihtardır."

b- Abdullah b. Abbas Dehhak ve Katadeye göre ise bu âyet-i kerime ile, kendilerine dört ay, serbest dolaşma izni verilen ve bu süre bittikten sonra müs-lümanlarda savaş halinde olacakları belirtilen müşriklerden maksat, sadece Re­sulullah ile muahede yapmış olan müşriklerdir. Bunlar, Berae suresinin okundu­ğu Zilhicce ayı'nm onuncu günü olan Kurban bayramından itibaren Rebiulâhir ayının onuna kadar dört ay, diledikleri yerde gezip dolaşbileceklerdir. Resulul­lah ile hiç muahede yapmayan müşrikler serbest dolaşma müddetleri ise yine Zilhicce'nin onundan başlamak üzere, Muharrem ayının sonun kadardır. Bunla­rın toplamı elli gündür. Çünkü Resulullah ile muahedeleri olmayanlar hakkında, bu surenin beşinci âyetinde şöyle buyurulmuştur. "Mukkades olan haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız Öldürün..." Mukaddes aylar, Muharrem ayının bitmesiyle sana erdiklerinden, muahedeli olmayan müşriklerin serbest dolaşma müddetlerinin elli gün olduğu ortaya çıkmaktadır.

c- Süddi, Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette kendilerine dört ay serbest dolaşma izni tanınan, bu süreden sonra da müslümanlarla savaş halinde olacakları beyan edilen müşrik­lerden maksat, bütün müşriklerdir. Bunlara Zilhicce'nin onun'dan itibaren Rebiulâhir'in onun'a kadar dört ay serbest dolaşma izni verilmiş, bu süreden sonra, müslüman olmadıkça, kendilerine karşı savalışmaktan kurtulamayacakla­rı belirtilmiştir. Bu dört aylık süre şöyledir. Yirmi gün Zilhicce, Muharrem Sa-fer ve Rebuü'levvel aylarının tamamı Rebiulâhir ayının da ilk on günüdür. Bu hususta Mücahid diyor ki "Resulullah, Tebük savaşını bitirip geri dönünce hac yapmak istedi. Sonra da dedi ki: "Beytullah'a müşrikler gelecekler, orayı çıplak olarak tavaf edecekler, ben bu hal ortadan kalkmadıkça hac. yapmak istemiyo­rum." Bunun üzerine Ebubekir ve Ali'yi gönderdi. Onlar, Zülmecaz ve diğer alı-veriş yerlerinde ve bütün pazarları gezip dolaştılar. Muahedeli olanlara dört ay şerbet gezebileceklerini, ondan sonra da muahedelerinin bitmiş olacağını söyle­diler. Bütün insanlar'a iman etmedikleri takdirde, onlarla savaşılacağım bildirdi­ler.

d- Zühriye göre ise bu âyette, kendilerine dört ay serbest dolaşma izni ve­rilen müşrikler, bütün müşriklerdir. Bu aylardan maksat da Şevval, Zilkade, Zil­hicce ve Muharrem ayı'dır. Tevbe suresi, Şevval ayında indiği için bu aydan iti­baren dört ayın süresi başlamıştır. Ve Muharrem ayının bitmesiyle süre sona er­miştir .Yani Kurban bayramı gününden başlamak üzere elli gündür.

e- Kelbiye göre ise bu âyette, kendilerine dört ay serbest dolaşma izni ve­rilen, bu müdetten sonra müslünîarla savaş halinde olacakları bildirilen müşrik­lerden maksat, Resulullah ile yapmış oldukları muahedelerinin suresi dört ay'dan daha az olan müşriklerdir. Bunların antlaşma süreleri dört ay'a kadar uza­tılmıştır. Resulullah ile olan muahedelerinin süresi dört ay'dan fazla olan müş­riklere, gelince bu sure'nin dördüncü âyetinde belirtildiği gibi bunların muahede­leri, bitiş tarihlerine kadar geçerli sayılmıştır ve buyrulmuştur ki: "... Bunlarla yaptığınız antlaşmayı, müddeti bitinceye kadar yerine getirin."

Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur: "Allah teala, müş­riklerden, Resulullah ile muahede yapıp ta daha sonra Resulullahın aleyhine davranan ve süresi dolmadan, antlaşmalarını bozan müşriklere dört ay daha ser­best dolaşma izni vermiş bu süreden sonra müslümanlarla savaş halinde sayıla­caklarını beyan etmiştir, Resuluüah ile muahede yapıp ta onun aleyhine davran­mayan ve muahedelerini bozmayan müşriklere gelince, Resuhıllah'ın, bunların muâhe-delerini son zamanına kadar devam ettirmesi emredilmiştir. Nitekim bu surenin yedinci âyetinde şöyle buyrulmuştur: "Müşriklerin, Alİahve Peygamberi katında nasıl bir antlaşmaları olabilir? Ancak Mescid-i haram çevresinde kendi­leriyle antlaşma yaptıklarınız müstesnadır. Onlar size doğru davrandıkça siz de onlara doğru davranın.." Diğer yandan, Resulullah'ın tevbe suresini insanlara okumak üzere, Hz. Aliyi göenderdiğinde, onlara tebliğ edeceği şeylerden birinin de "Muahede yapmış olanların muahedelerinin süreleri sonuna kadar devam edecektir." şeklinde olması göstermektedir ki, muahedelerini bozmayanlar için sadece dört ay serbest dolaşma süresi söz konusu değildir. Onlar için geçerli olan muahede süresidir.

Bu İıususta Zeyd b. Yüsey diyor ki:

"Biz, Aliye dedik ki: "Sen hacda neyi tebliğ etmek için gönderildin?" O da dedi ki: "Dört şeyi tebliğ etmek için gönderildim." Çıplak olan, Kâbeyi tavaf edemez. Kimin Resulullah ile bir muahedesi varsa o muahade sonuna kadar ge­çerlidir. Kimin de Resulullah ile muadesi yoksa onun, serbest olma zamanı dört ay'dır. Cennete ancak mümin olan kişi girer. Bu yıllarından sonra artık müşrik­lerle müslumanlar (hacda) bir arada olmayacaklardır.[2]

Taberi bu hadisi, Ebu Hureyre, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas ve Ebu Cafer Muhammed b. Ali'den de farklı şekillerde rivayet etmiştir.

Taberi, muahedelerini bozan müşrikler için tanınan dört aylık müddetin, kurban bayramından başlayıp Rabiülâhir ayının sonuna kadar devam eden bir müddet olduğunu söylemiştir. Bu surenin beşinci âyetinde zikredilen "Mukka-des olan haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız Öldürün." Hükmüne gelince bu, Resulullah ile hiç antlaşması olmayan müşrikler için geçerlidir. Bunlar kurban bayramında başlamak üzere, Muharrem ayının sonuna kadar elli-gün serbest dolaşma hakkına sahiptirler. [3]

 

3- Bu, Allah ve Resulünü, Müşriklerden uzak olduklarına dair, bü­yük Hac gününde, insanlara, Allah ve Resulü tarafından yapılan bir tebli­gattır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin İçin daha hayırlıdır. Eğer yüz çevirir­seniz, bilin ki Allah âciz bırakamazsınız. Kâfirleri, can yakıcı bir azapla müjdele.

Bu âyet, Büyük Hac gününde, Allah ve Resulünün, bütün müşriklerden beri olduklarına, onlardan uzak olduklarına dair ve yine, Allah ve Resulü tara­fından yapılan bir tebligattır. Ey Müşrikler, eğer tevbe ederseniz bilin ki bu si­zin için çok hayırlıdır. Şayet bu ikazları dinlemez, bu ihtarlardan yüz çevirseniz bilin ki Allah'ı âciz bırakamazsınız. O, size, lâyık olduğunuz cezayı mutlaka ve­rir. Onun vereceği cezaya kimse engel olamaz.

Ey Resulüm, o kâfirleri, acıklı bir azap ile müjdele * Onların azapla müjtielenmesi, kendilerini alçaltıcı bir ifadedir. Zira, müjdelenmek, sevinçli bir haber için söz konusudur. Bu ifadede ise onların, çok acıklı bir azaba düşecekleri belirtilmektedir. Bu sebeple onlar, müjdelenmiş de­ğil, alay edilmiş, küçük düşürülmüş oluyorlar.

Müfessirler, âyette zikredilen "Büyük Hac günü"nden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hz. Ali, Ebu Ceheyfe, Atâ, Hz. Ömer, İbn-i Zübeyr Muhammed b. Kays, Mücahid ve Abdullah b. Abbas'a göre burada zikredilen "Büyük Hac Gü-nü"nden maksat, Arafa günüdür.

Ebu es-sahba diyor ki: "Ben, Ali b.Ebi Talib (r.a.)'a büyük Hac gününün hangi gün olduğunu sordum. O da dedi ki "Resulullah, Ebu Ebubekir (r.a.)'in insanlara Hac yaptınnak için gönderdi. Beni de tevbe suresinin kırk âyetiyle birlikte gönderdi. Ebubekir Arafata vardı. Arafa günü hutbe okudu. Hutbeyi bitir­dikten sonra bana döndü ve "Ey Ali kalk, Resulullah'ın mesajını ilet" dedi. Ben de kalktım. Tevbe suresin'den kırk âyet okudum. Sonra birlikte Minaye geldik. Şeytan taşladım kurbanı kestim, başımı tıraş ettim. O sırada anladım ki, toplu­luklar, Arafa günü Ebubekir'in hutbesinde bulunmamış!ar. Ben çadırları gezdin. Onlarda bulunan insanlara tevbe suresinin baş tarafım okudum. Samnmki be­nim bayram gününde böyle yapmamdan dolayı büyük hac gününü, bayram gü­nü Olduğunu sandınız, dikkat edin, o Arafa günüdür."

Abbad el-Asri diyor ki: "Ben, Ömer b. el-Hatbın şöyle didiğini işittim.: "Bugün Arafa günüdür, büyük hac günüdür. Bu günde kimse oruç tatmasın."

Muhammed b. Kays da, Resulullah'ın Arafa günü akşamleyin hutbe oku­duktan sonra "Bu büyü hac günüdür." dediğini söylemiştir.

b- Yine Hz. Ali, Abdullahb.Ebi Evfa, Muğire b. Şu'be, Abdullah b. Ab-bas, Said b. Cübeyr, Ebu Cüheyfe, Abdullah B. Şeddad, Nâfi b. Cübeyr, İbra­him en-Nehaî, Şa'bi, Mücahid, İkrime, Zühri, Humeyd, Abdullah b. Ömer, Atâ, İbn-i Zeyd ve Süddi'ye göre ise, âyette zikredilen "Büyük hac günü"nden mak­sat, kurban bayramı günüdür. Bu hususta Haris, Hz. Ali'nin şunları söylediğini rivayet etmiştir.

"Ben, Resulullah'tan, büyük hac gününün hangi gün olduğunu sordum. O da" Kurban bayramı günüdür."dedi[4] Taberi, bunu ifade eden başka bir hadisi Abdullah b. Ömer'den ve Resullahm sahabüerinin birinden de rivayet etmiştir.

c- Mücahidden nekledilen diğer bir görüşe göre büyük hac gününden maksat, haccın bütün günleridir. Tek bir gün değildir.

Taberi,bu görüşlerden, ikinci görüşün daha evla olduğunu, büyük hac gü­nünden maksadın, Kurban bayramı günü olduğunu söylemiştir. Zira, daha önce de zikredildiği gibi bunun böyle olduğuna dair Resulullah'tan hadis rivayet edil­miştir.

Müfessirler; Kur'anda zikredilen bu güne, "Büyük hac günü" denilmesi­nin sebebi hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hasan-i Basri ve Abdullah b. el- Haris b. Nevfel'e göre, bu güne "Bü­yük hac günü" denmesinin sebebi, bu hacda, müslümanlarm ve müşriklerin, birleşerek hac yapmaları ve bugünün, Yahudi ve Hristiyanlann bayram gününe denk gelmiş olmasındandır.

b- Mücahide göre ise bugüne "Büyük hac günü" denmesinin sebebi, bu haccın, hacc-ı kıran olmasıdır. Haac-ı ifrat ise, küçük hac sayılmaktadır.

c- Atâ, Âmir eş-Şa'bi, Mücahid, Abdullah b. Şeddad ve Zühri'den nakle­dilen diğer bir görüşe göre, bugüne "Büyük hac günü" denilmesinin sebebi, bu günde asıl haccın yapılmasıdır. Küçük hac ise Umre yapmaktır. Taberi, bu gö­rüşün doğru olduğunu söylemiştir. Zira asıl hac gününde yapılan ameller, Ura-re'de yapılan amellerden daha fazladır. Bu nedenle ona "Büyük hac günü" Um-reye'de "küçük hac günü" denilmiştir. [5]

 

4- Ancak, antlaşma yaptığınız müşriklerden, antlaşmada hiçbir ek­siklik yapmayanlar ve aleyhinizde hiçbir kimseye yardım etmeyenler müs­tesna. Bunlarla yaptığınız antlaşmayı müddeti bitinceye kadar yerine geti­rin. Şüphesiz ki Allah, takva sahiplerini sever.

Katade'den rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerime'de zikredilen müş­riklerden maksat, Resulullah'ın, Hudeybiye musalahasında kendileriyle antlaş­ma yaptığı kimselerdir.Tevbe suresinin tebliğ edildiği bayram gününden itiba­ren bu müşriklerin andlaşmalarının süresinin dolmasına dört ay daha vardı. Al­lah teala Peygamberine, âyette zikredilen hususlara uymaları şartıyla bu müşrik­lerin antlaşmalarının süresini tamamlamasını emretmiştir. Hiçbir antlaşması ol­mayan müşrikler için ise haram aylarının çıkmasını beklemesi emredümekte ve bundan sonra herhangi bir antlaşmayı kabul emeyip Müslüman oluncaya kadar kendileriie savaşması gerektiğini bildirmektedir.

Abdullah b. Abbas'dan rivayet edilen bir görüşte de şunlar zikredilmekte­dir: Tevbe suresi gelmeden önce, Resulullah'ın kendileriyle antlaşma yaptığı müşriklerin antlaşmalarının sürelerinin dolmasına dört ay kalmıştı. Sure» Rebiülâhir ayının on'unda bitiyordu. Eğer müşrikler bu süre içinde antlaşmaları­nı bozar veya Müslümanların diğer düşmanlanna yardım ecedek olurlarsa ant­laşmaları hemen bozulmuş sayılacaktı. Eğer antlaşmalarına uyar, Müslümanlar aleyhine herhangi bir düşmana yardımda bulunmazlarsa Resulullah'ın da bu dört ay süresince onlara dokunmaması emredilmektedir. [6]

 

5- Mukaddes olan "Haram aylar" çıkınca, müşrikleri nerede bulur­sanız öldürün. Onları yakalayın, çember içine alın. Her gözetilecek yerden onları gözetleyin. Eğer tevbe ederler, namazı kılıp zekâtı verirlerse, artık yollarını sebrest bırakın. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır ve çok mer­hamet edendir.

Haram aylan olan, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayı çıktıktan sonra, Resulullah ile hiç muahede yapmamış olan veya muahede yaptığı halde Resu­lullah'ın ve müminlerin aleyhinde bulup muahedesini bozan yahut muahede sü­resi tayin edilmeyen müşrikleri, haram bölgesinde de olsalar dışında da olsalar, haram aylarının içinde de olsalar dışında da olsalar, onları öldürün.

Onları esir edin. Diledikleri gibi gezip dolaşmalarına engel olun. Onları esir almak veya öldürmek için her gözetlenebilecek yerden gözetleyin. Eğer on­lar, Allah'a ortak koşmaktan ve Muhammed'in Pegamberliğini inkâr etmekten vaz geçip tevbe ederler, Allanın kendilerine farz kıldığı namazı kılıp zekâtı ve­rirlerse onlan serbest bırakın, diledikleri gibi hareket etsinler. Beytullah'a gir­sinler. Şüphesiz ki Allah* tevbe edenleri çokça affedendir ve bol merhamet sahi­bidir.

Görüldüğü gibi, bu izaha göre haram aylar'ından maksat, Zilkade, Zül-hicce ve Muharrem aylandır. Tevbe suresi, Zilhicce ayında inmesine rağmen, ondan önceki Zilkade ayının da sayıya katılarak haram aylan şeklinde çoğul bir ifade ile söylenmesinin sebebi, bunlann birbirlerine bitişik aylar olmalarıdır. Ancak Süddi, Mücahid, Amr b. Şuayb, lbn-i Zeyd ve İbn-i îshak'a göre, bu âyette zikredilen haram aylanndan maksat; meşhur olan haram aylan değil, Zil-hicce'nîn yirmisi, Muharrem ayı, Safer ayı Rebiülevvel ayı ve Rebiüihahİr ayı­nın onu'dur. Toplamı dört ay'dır. Bunlar da bu sürenin ikinci ayında zikredilen dört ay'dır. Bu aylara haram aylan denilmesinin sebebi ise Allah tealanın, bu su­renin ikinci âyetinde, bu aylarda müşriklere serbest dolaşma izni vermesi ve onlann kanlannın akıtılmasını, kendilerine kötülük yapılmasını yasaklamasıdır. Bu izaha göre bu âyet-i kerime de ikinci ayette zikredilen, dört ay geçtikten son­ra müşriklerle savaşılmasını emretmektedir. Birinci görüşte olanlara göre ise Kurban bayramından itibaren elli gün'den sonra, müşriklerle savaşılması emre­dilmiştir. Çünkü Muharrem ayı bu günde bitmektedir.

Müfessirler bu âyet-i kerime'nin mensuh olup olmadığı hususunda iki gö­rüş zikretmişlerdir.

İbn-i Zeyd'e göre bu âyet mensuh değildir. Katadeye göre bu âyet, men­suh değil aksine, Muhammed suresinin dördüncü âyeti olan şu âyetin şu bölü­münü neshetmiştir. "Onlan sindirip perişan edince de esir alıp bağlayın. Sonra ya bir lütuf olarak karşılıksız serbest bırakın veya serbest bırakma karşılığında fidye alın."

Dehhak ve Süddiye göre ise "Müşrikleri nerede bulursunuz öldürün" âyeti, muhammed suresinin şu dördüncü âyetiyle neshedilmiştir. "Kâfirlerle kar­şılaştığınızda boyunlanm vurun. Onlan sindirip perişan edince de esir alıp bağ­layın. Sonra ya bir lütuf olarak karşılıksız serbest bırakın veya şerbet bırakma karşılığında fidye alın..."

Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur. "Bu âyetlerden her-hangibiri diğerini neshetmiş değildir. Zira bunlardan herhangi biri diğerinin hükmünü ortadan kaldıracak mahiyette değildir. Allah teala müşriklerle savaş­mayı emredip daha sonra o savaşı kaldırarak onlardan fidye alınmasını emret-memiştir. diğer yandan, fidye alınacak kâfirlerden fidyeyi kaldırıp öldürülmele­rini emretmemiştir. Bu da göstermektedir ki, Resululİah'ın, kâfirlerle yapmış ol­duğu ilk savaş olan Bedir savaşından bu yana, müminlerin, müşrikleri buîdukla-n yerde Öldürmeleri, onlan ya öldürmek veya yakalayıp fidye alarak yahut da fidyesiz olarak serbest bırakmalan hükmü geçerlidir." [7]

 

6- Ey Muhammed, müşriklerden biri sana sığınırsa, onu emniyet al­tına al ki Allahın kelamını dinlensin. Sonra onu, güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar, hakkı bilmeyen bir topluluktur.

Ey Muhammed, eğer müşriklerden biri senden, Allah kelamını işitmek için kendilerine, güven içinde bulunacağına dair teminat vermeni isterse, Kuranı dinleyip onu düşünebilmesi için ona teminat ver. Sonra onu, Müslüman olmasa bile, kendisini güven içinde hissedebileceği bir yere kadar ulaştır. Çünkü bunlar cahil bir topluluktur. Gösterilen delilleri anlamaz, iman etmekle neler kapana­caklarını idrak etmezler. [8]

 

7- Bu müşriklerin, Allah ve Peygamberi katında nasıl bir antlaşma­ları olabilir? Ancak Mescid-i Haram çevresinde kendileriyle antlaşma yap­tıklarınız müstesna. Onlar size doğru davrandıkça siz de onlara doğru dav­ranın. Şüphesiz ki Allah, takva sahiplerini sever.

Ey Müminler, rablerine ortak koşan insanların, Allah ve Resulü nezdtaâe, kendilerini himaye edecek nasıl bir muahadleri olabilirki? Bunların muahedeleri bitmiştir. Bunları bulduğunuz yerde öldürün. Ancak bu müşriklerden Bekiroğlu kabilesine mensup bazı insanların mescid-i haram yanında sizinle yapmış ol­dukları muahedeleri bunun dışındadır. Onlar size karşı muahedelerinde dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın. Şüphesiz ki Allah, verdi­ği sözü yerine getirerek emirlerinitutup yasaklarından kaçınarak kendisinden korkanları sever.

Müfessirler, bu âyet-i kerime'de zikredilen ve meseid-i haram civarın­da, müminlerle muahede yaptıkları beyan edilen ve muahedelerinin korunması emredilen insanlardan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretinişlerdir.

a- Süddi, Muhammed b. Abbad ve İbn-i İshaka göre burada, kendileriyle mescid-i haram civarında muahede yapıldığı zikredilen insanlar, Cüzeyme kabi­lesinden bir topluluktur. Bunlara, Bekir oğullarının Deyi kolu da denmektedir.

b- Abdullah b. Abbas, İbn-i Zeyd ve Katatleye 0m ise bunlar, Ki)fey$li-lerdir. İbn-i Zeyd diyor ki: "Bunlar, Kureyşl ilerdir.. Fafaa banlar, muahedelerin­de durmayıp ihanet etmişlerdir. Bu sebeple, Mekke'nin fethinden sonfâ tanlara dört ay mühlet verilmiştir. Ya Müslüman olsunlar gitsinler diye. Fakat bunlar dört ay dolmadan müslüman olmuşlardır.

c- Mücahide göre ise bunlar, Huzaa oğullarından bir topluluktur.

Tafeeri diyor ki: "Bu görüşlerden, tercihe şayan olan görüş, bu insanların, l^kiroğullarından bir kısım insanlar olduklarını söylen görüştür. Resulullah, Htıdeyte&yi musalahasını yaparken bunlar da Kureyşliierle birlikte bu musalaha-ya katılmışlar ve bu muahadelerini bozmamışlardır.Halbuki Kureyşliler, kendi­leriyle muahadeli olan Deyi oğullarına, Resulullah ile muahedeli olan Huzaa oğullarına karşı yardım etmişler ve böylece Hudeybiye musalahasını bozmuş­lardır. [9]

 

8- Evet, Allah ve Resulü yanında onların nasıl bir antlaşması olabilir ki? Size gelip gelecek olsalar ne akrabalık bağını gözetirler ne de verdikleri sözü. Ağızlarıyla sizi memnun etmeye çatışırlar fakat kalbleri bundan kaçı­nır. Onların çoğu fâsıktırlar.

Bu müşriklerin, Allah ve Resulü katında ahitleri nasıl geçerli olabilir ki? Eğer bunlar, siz müminlere galip gelecek olsalar, ne akrabalık bağnı, ne Allahın hakkını, ne yaptıkları yeminleri ne de verdikleri sözü gözetirler. Sizlere dilleriy­le tatlı sözler söyleyip, kalelerinde bulunanın akine, size şirin görünmeye çalı­şırlar. Halbuki aslında onlann kalbleri, böyle davranmalarını kabullenmemekte­dir. Onlann çoğu ahitlerini bozan, rablerini inkâr eden ve Allaha itaatten ayrılan insanlardır.

Evet, Allah teala müminleri işte bu çeşit insanlardan sakındirmakta ve bunlara karşı savaşmalarını tavsiye etmektedir.

Âyet-i kerime'de geçen ve "Akrabalık bağı" diye tercüme edilen kelimesinin burada hangi manayı ifade ettiği hususunda çeşitli görüşler zikredil­miştir.

a- Mücahid ve Ebu Miclez'e göre kelimesinin manası, "Al­lah" demektir. "Cebrail, İsrafil, Mikail" isimlerinin sonlarındaki "İL" kelimesi de bu türdendir. Allah teala bu âyette, muahedelerini bozan kâfirlerin, ne Alla­hın hakkını gözeteceklerini ne de verdikleri muahedelerine bağlı kalacaklarını beyan etmiştir.

b- Abdullah b. Abbas, Dehhak ve S üddiye gör e ise burada zikredilen kelimesinden maksat, "Akrabalık" demektir. Allah teala,

âyet-i kerimede, muahedelerini bozan müşriklerin, akrabalık bağını gözetmeye­ceklerini ve verdikleri muahedeye bağlı kalmayacaklarını bildirmiştir.

c- Katadeye göre, burada zikredilen kelimesinden maksat, ye­min etmektir.

d- Mücahid ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen kelimesi, bundan sonra gelen kelimesi gibi "Söz verme" manası nadir. Pekiştirme için tekrar edilmiştir    ,

Taberi kelimesinin "Söz verme, sözleşme yapma, yemin et­me ve akrabalık" manalarına, geldiğini aynca "Allah" manasına geldiğini, âyet-i kerime'de mutlak bir şekilde zikredildiğinden burada bu manaların hepsinin kastedildiğini söylemenin daha isabetli olacağını söylemiştir. [10]

 

9- Onlar, az bir değer karşılığında Allah'ın ayetlerini sattılar. Böyle­ce insanları Allah'ın yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kötüdür.

Onlar, Kur'anı bırakıp, karşılığında dünyanın değersiz şeylerini aldılar. İnsanların İslama girmelerine engel oldular. Yaptıkları bu alışveriş ve bu davra­nış ne kötüdür. Müşrikler, Resulullah ile yaptıkları muahedeyi, Ebu Süfyan'ın kendilerine yedirdiği bir yemek karşılığında bozdukları için muahedelerim boz­muşlar ve böylece az bir değer karşılığında Allah'ın ayetlerini satmışlardır. [11]

 

10- Onlar, hiç bir Müminin akrabalık bağım ve onlarla yaptığı söz­leşmeyi gözetmezler. İşte haddi aşanlar bunlardır.

Onlar, bir Müminin canına kastederken ne Allanın hakkını, ne akrabalhk bağını, ne yaptıkları yeminleri ne de verdikleri sözü gözetirler. İşte onlar, haddi aşan zalimlerdir. [12]

 

11- Eğer onlar tevbe eder, namazı gereği gibi kılar ve zckâiı verirler­se artık dinde kardeşleriniz olurlar. Biz, âyetleri, bilen bir kavim için geniş olarak açıklarız.

Bütün bunlara rağmen, şayet onlar, inkarcılıktan vaz geçer, üzerlerine farz kılınan namazları hakkıyla kılar ve zekâtlarını lâyık olanlara verirlerse artık onlar sizin din kardeşleriniz olurlar, sizin haklarınıza sahip olur, sorumlu oldu­ğunuz şeylerle yükümlü olurlar. Biz, âyet ve delilerinizi, anlamayan canilere de-ğiî, onlan idrak edebilen bir topluluğa geniş bir şekilde açıklarız. [13]

 

12- Eğer onlar, antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dini­nize dil uzatırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlarda yemine sa­dakat yoktur. Gerekir ki bundan vaz geçerler.

Sizinle antlaşma yapan kâfirler, şayet verdikleri sözden sonra bu sözlerini bozar, dininiz İslama dil uzatır, onu küçümser ve ayıplarlarsa, inkarcılığın ön­derleriyle savaşın. Çünkü onlar, verdikleri sözde durmazlar. Onlarla savaşırsa­nız belki îslaâm'a dil uzatmaktan sakınırlar.

Bu âyette zikredilen "küfrün önderlerine" Kureyşin ileri gelenlerinin de girip girmediği hususunda iki görüş zikredilmiştir.

Katadeye göre, küfrün önderleri, Ebu Cehil, Utbe b. Rebia, Ebu Süfyan, Ümeye b. Halef ve Süheyl b. Ümeyr'tlir. Çünkü Resulullah'ı Mekke'den çıkar­mayı onlar istemişlerdir.

Mücahid, Ebu Süfyanın, küfrün önderlerinden sayıldığını, Süddi ise bun­ların, Kureyş'lüer olduğunun, Dehhak da bunların, Mekke müşrikleri oldukları­nı, Abdullah b. Abbas ise bunların, müslümaniarla muahede yapan müşrikler oluklarını söylemişlerdir.

Huzeyfetül Yeman ise burada zikredilen, küfrün önderlerinin, henüz orta­ya çıkarmadıklarını ve kendileriyle savaşılmadığını zikretmiştir.

Taberi bunların, Allahı inkar eden bütün kafirlerin Önderleri olduklarını söylemiştir. [14]

 

13- Ey müminler, yeminlerini bozan ve Peygamberi yerinden çıkar­mayı kasteden bir kavimle savaşmaz mısınız? Halbuki size karşı ilk önce onlarbaşladılar. Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten mü­min, iseniz, korkmanıza Allah daha lâyıktır.

Ey müminler topluluğu, verdikleri sözü bozan, dininize dil uzatan, sizin aleyhinize düşmanlarınıza yardım eden ve Peygamberi yurdundan çıkarmaya azmeden şu müşrikler topluluğu ile savaşmaz mısınız? Sizinle anıtlaşması olan Huzaa kabilesine savaş açarak sizinle savaşı da önce onlar başlatmıştır. O halde onlarla savaşmanıza mâni olan nedir? Yoksa onlardan korkuyor da mı savaşmı­yorsunuz? Eğer gerçekten iman edenlerdenseniz, kendisinden korkmanıza Allah daha lâyıktır. [15]

 

14- Onlarla savaşın ki Allah, sizin elinizle onlara azap etsin. Onları rezil ve rüsvay etsin. Onlara karşı size zafer versin. Ve mümin kavmin gön­lünü huzura kavuştursun.

Ey müminler topluluğu, o müşriklere karşı savaşın ki sizin vasıtanızla Al­lah onların bir kısmım öldürsün, bir kısmım esir düşürerek zelil kılsın, bir kıs­mım da mağlup ederek sizi onlara karşı muzaffer kılsın ki böylece müminler topluluğunun görmüş olduğu işkence, hakaret ve eityetlerfe olmış oldukları maddi ve manevi yaralan şifaya kavuşturmuş olsun. [16]

 

15- Kalblcrindcn öfkeyi gidersin. Allah, dilediği kimselerin te vb esini kubal eder.AUah, her şeyi çok iyi bitendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Ey müminler, kâfirlerle savaşın ki Allah, daha önce gördüğünü* eziyet sebebiyle kalbinizde yerleşen Öfkeyi gidersin. Allah, kullarından dilediğine lö-tufta bulunarak tevbesini kabul eder ve İslama girmesini nasibeder. Allah, kutla­rının gizlediklerini çok iyi bilendir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir. [17]

 

16- Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri, Alhıhı, Peygamberini ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri açığa çıkarmadan bırakı­lacağınızı mı zannediyor sunuz? Şüphesiz ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Ey müminler topluluğu, AUahın, sizi çile ve imtihanlardangeçirmeden dininde samimi olanla yalancı olanı ayirdetmeden başıboş bırakacağını mı zan­nediyor sunuz? Halbuki içinizden kimlerin cihad ettiği, kimlerin ise dininden ta­viz verenler olduğu Allah tarafından henüz ortaya çıkarılmamıştır. Kendisinden, peygamberinden ve müminlerden başkasını canciğer dost edinmeyenler henüz belirtilmemiştir. İşte Allah, bütün bunları açığa çıkarmak için size cihadı emret­miştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Evet, Allah teala samimi olan müminleri, samimi olmayanlardan ayırmak için insanları çeşitli imtihanlardan geçirir.

Bu hususta İbn-i Zeyd "Allah, insanları arındırmadan ve denemeden bı­rakmamıştır." demiş ve bu âyet-i bir de şu âyetleri okumuştur. "Sizden Öncekile­rin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz? Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu ve şiddetle sarsıl­mışlardı. Öyle ki, peygamber ve onunla beraber iman edenler, "Allanın yardımı ne zaman gelecek?" demişlerdi. Bilin ki Alîahın yardımı çok yakındır. [18] "İn­sanlar sadece "İman ettik" demekle bırakılıp imtihan edilmeyecklerini mi sanı­yorlar." "Doğrusu biz, onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah elbette sö­züne sadık olanları da bilir, yalancıları da bilir." [19]

 

17- Müşrikler, kendilerinin kâfirliğine şahitlik ederken, Alîahın mes-cİdlerini imar edemezler. İşU onların yaptıkları boşa çıkmıştır. Cehennem­de devamlı kalacak olanlar da onlardır.

Mecsitler ancak Allaha kulluk etmek için yapılır. Allahı inkâr etmek için değil. Bu nedenle, kim AHahı inkâr ederse onun, mescit yapmaya hakkı yoktur. Halbuki onlar, dinlerinin ne olduğu sorulduğunda kendi ağızlarıyla, müşrik ol­duklarını söyleyerek kâfirliklerine bizzat şahitlik ederler. Bunlar, yaptıklarını Allah için değil de şeytan için yaptıklarından, amelleri boşa çıkmış olur. Cehen­nem ateşinde ebedi olarak kalırlar.

Süddi, müşriklerin kâfir olduklarına şahitlik etmelerini şöyle izah et­miştir. "Hrisîi yani ara, kim oldukları sorulunca, Hristiyan olduklarını söylerler. Yahudilere sorulunca Yahudi olduklarım söylerler. Müşriklere, kim oldukları sorulunca da, ağızlanya, müşrik olduklarını söylerler. Böylece kâfir olduklarına bizzat kendileri şahitlik etmiş olurlar. [20]

 

18- Alîahın mescitlerini, ancak Allaha ve âhir et gününe iman eden, namazı gereği gibi kılan rekâtı veren ve yalnız Allah'tan korkan kimseler imar ederler. Gerekir ki onlar, doğru yolda bulunanlardan olurlar.

Gerçekte Allanın mescitlerini imar etme çalışmaları, Allaha ve âhiret gü­nüne iman eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve yalnız Allah'tan kor­kan kimselerin çalişmalandır. İşte doğru yolu bulmaya layık olanlar bunlardır.

Âyet-i kerime'de, Kureyşlilerin "Biz haremin sakinleriyiz, hacılara su verenleriz. Beytullahı imar edenleriz. Hiçbir kimse biden üstün olamaz." deme­leri üzerine bu âyet-i kerime inmiş, Beytullahı ve diğer mescitleri ancak hakkıy­la iman eden, Allanın emirlerini yerine getiren ve Allah'tan korkan müminlerin gerçek manada imar edeceklerini beyan etmiştir[21]

 

19- Hacılara su dağıtan ve Mescid-i Haramı imar edenle Allaha ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihadda bulunanı bir mi tutarsı­nız? Bunlar, Allah katında eşit değildirler. Allah, zalim kavmi hidayete er­dirmez.

Alalh ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad edenlerle, inkarcılıkta ve şirkte ısrar ettiği halde Hacılara su dağıtıp Mescid-i Haramı tamir edenler elbetteki bir değildirler. Çünkü Allah teala, kendisine iman edilmeden hiçbir ameli kabul etmez.

Bu âyet-i kerime, hacıları su vermekle ve Beytullaha hizmet etmekle ifti­har eden bir kısım insanları kınamış ve onlara, insanlara su vermek ve Kâbeye hizmet etmekle değil. Allah ve âhiret gününe iman etmekle ve Allah yolunda ci­had etmekle iftihar edileceğini bildirmiştir.

Şu hususta Numan b. Beşir diyor ki:'

"Ben Resulullahın mimberinin yanında bulunuyordum. Bir adam dedi ki: "Müslüman olduktan sonra hacılara su dağıtmam dışında başka bir ameli işle-memig olmam benim için önemli değildir." Diğer bir adam da dedi ki: "Müslü­man olduktan sonra, Mescid-i Haramı tamir etmem dışında başka bir amel işle­mem benim için önemli değildir." Başka bir adam da dedi ki: "Allah yolunda ci-had etmek sizin söylediklerinizden daha üstündür." Ömer b. el-Hattab, bu sözle­ri söyleyenleri azarladı ve dedi ki: "Resulullahın minberi yanında seslerinizi yükseltmeyin." (O gün cuma günü idi) Ben Cuma namazım kıldıktan sonra Re-sululîahın yanına gider, sizin ihtilaf ettiğiniz hususu ondan sorup öğrenirim." iş­te bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah: "Hacılara su dağıtan ve mescid-i ha­ramı imar edenle, Allaha ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihadda bulunanı bir mi tutarsınız?.." âyetini indirdi[22]

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Müşrikler dediler ki: "Aîlahm evini tamir eden ve hacılara su dağıtan kimse, Allaha iman eden ve cihad edenden daha ha­yırlıdır. Onlar, haremin sakinleri ve banileri olmaları hasebiyle bununla iftihar ediyor ve gururlanıyorlardı. Allah, onların böbürlenmelerini ve haktan yüzçevir-melerini zikrederek buyurdu ki: "Size âyetlerimiz okunurken arkıma dönüyor­dunuz. Yaptıklarınızla böbürleniyor, geceleri toplantınızda hezeyanlarda bulu­nuyordunuz. [23]Evet, onlar haremle övünüyor, geceleri eğleniydr, Kuran-i Kerirni ve Resulullahı alaya alıyorlardı. Allah, iman etmenin ve cihad etmenin, Beytullahi tamir etmekten ve hacılara su vermekten daha hayırlı olduğuna Müşriklerin, Allaha ortak koşmalarıyla birlikte yaptıktan amellerim, ken­dilerine fayda vermediğini beyan etti.

Muhamnıed b. Kâb el-Kurezi diyor ki: "Talha b. Şeybe, Abbas b. Abdttl-muttalib ve Ali b. Ebi Talib birbirlerine karşı Övündüler. Talha dedi fei: "Ben Kâberan sahibiyim, anahtarı elimde. Dilersem onun içinde yatabilirim. Afefeas da dedi ki: "Hacılara su verme işi bana aittir. Dilersem Mescid-i Haramda yata­bilirim. Ali de dedi ki: "Söylediklerinizi anlamıyorum amma, bütün insofâasâaa önce altı ay kıbleye karşı namaz kıldım. Cihad ettim." îşte bunun üzerine Allah teala: "Hamlara su dağıtan ve mescid-i haramı imar edenle, Allah'a ve ahiret gü-nürte iman eden ve Allah yolunda cihadda bulunanı bir mi tutarsınız?" âyetini indirdi.

Dehhaktan rivayet edildiğine göre:

Abbas b. Abdülmuttalip, Bedir muharebesinde esir düşünce Müsİüfîî^Iâ-ronu, inkârcılığından ve akrabalık bağlarını koparmasından dolayı ayıplamttar, Hz. Ali ise daha ağır sözler söylemiş bunun üzerine Abbas da demişti ki: "Bi­zim kötü taraflarımızı söylüyor iyi taraflarımızı anlatamıyorsunuz." Mz. Ali âe: "Sizin iyi tarafınız var mı ki?" deyince Abbas: "Evet ver. Mescid-i Haramı biz imar ediyoruz. Kâbenin perdedarhğıni biz yapıyoruz, Hacılara su dağitıyofti ve köleleri hürriyetine kavuşturuyoruz." diye cevap vermişti. İşte bu olay üzerine bu âyeti Kerime nazil oldu. [24]

 

20- İman eden, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla d-had edenler, Allah katında daha büyük dereceye sahiptirler,  feunJar, kurtuluşa erenlerdir.

îman eden, yurt ve mallarını bırakarak hicret eden, İslâm dinini yaymak için Alîah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında, Hacılara su dağıtan ve Mescid-i Haramı imar eden kişilerden daha büyük dereceye sahip­tirler. İşte cehesnemdenkurtulup cennete erişecekler de bunlardır. [25]

 

21- Rableri onları, katından bir rahmet, rıza ve cennetlerle müjde­ler. Onlar için cennette devamlı nimetler vardır.

Allah, iman eden, hicret eden ve yolunda cihad etmeleri, merhamet edip kendilerine azap etmekle emirlerini tutup yasaklarından kaçındıkları için onlar­dan razı olmasıyla ve onlara, amellerinin karşılığı olarak içinde devamlı nimet­ler bulunan cennetlerle müjdeler.

Ayet-i kerimede, Allah yolunda cihad eden müminlerin, Allanın merha­metin ve cennetleri yanında rızasına da erişecekleri zikredilmektedir. Şüphesiz ki, Allahın nzası her şeyin üstündedir.

Resulullah (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurmuştur:

Allah, cennetliklere "Ey cennetlikler" diye buyuracak onlar da: "Rabbi-miz, emrine, amadeyiz ve emrinle mutluyuz." diyecekler, Allah da: "Siz mem­nun oldunuz mu?" diye soracak onlar da "Nasıl memnun olmayalım, sen bize, yaratıklarından hiç kimseye vermediklerini verdin diyecekler. Allah da: "Ben si­ze bundan daha üstününü vereceğim..." diyecektir. Onlar da "Ey rabbimiz bun­dan daha üstün ne olabilir?" diye soracaklar, Allah da: "Sizin üzerinize rızamı indireceğim. Artık bundan sonra size asla gazap etmeyeceğim." buyuracaktır[26]

 

22- Onlar orada devamlı kalacaklardır. Şüphesiz ki büyük mükâfaat, Allah kalındadır. Allah yolunda hicret edenve Cihad eden o müminler, hak ettikleri cen­nette devamlı olarak kalacaklardır. Özellikle Cenab-ı Hakkı görme saadetine nail olacaklardır ki bundan daha büyük bir mükâfaat da düşünülemez. [27]

 

23- Ey müminler, eğer inkârı, imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar edinmeyin. Sizden kim, onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.

Ey iman edenler, eğer kâfirliği imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dahi dostlar edinip gizli sırlarınızı onlara açıklamayın. Sizden kim bunlan dost edinip onlarla samimi olma yoluna giderse işte onlar, Allahın emir­lerine karşı gelen zalimlerin ta kendileridir.

Müfessirler, bu âyet-i kerime'nin, mekke fethedilmeden önce orayı bı­rakıp dârülislam olan Medine'ye hicret etmeyen kişileri dost edinmeyi yasakla­dığım ve bu sebeple nazil olduğunu söylemişlerdir. Zira Abbas b. Abdülmutta-lib: "Ben hacılara su dağıtıyorum: "Talha b. Şeybe de; "Ben Kâbenin sahibiyim" demişler ve "Bizim, hicret etmemize gerek yoktur." şeklinde sözler söylemişler­dir. Ayeti kerime de bu gibi insanların dost edinilmemelerini emretmiştir.

Mümin, din kerdeşliğini esas alır. Bu kardeşliği soy kardeşliğinden üs­tün tutar Nitekim diğer bir âyette şöyle buyuruluyor: "Allaha ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin babalan, oğullan, kardeşleri veya akrabaları da olsa Allaha ve peygamberine düşman olanlara sevgi beslediğini göremezsin[28]

 

24- Ey Muhammed de ki: "Eğer babalarınız, oğullarınızı, kardeşleri­miz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgunluğundan korlu­ğunuz ticaret, ve hoşlandığınız, evler, Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda cihad etmekten sizin için daha fazla sevgili ise, Aliahin emri gelin­ceye kadar bekleyin* Allah, fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.

Ey Muhammed, hicret etmekten ve cihad etmekten geri kalanlara de ki: "Eğer babalarınızla, oğullarınızla, kardeşlerinizle, eşlerinizle, kendilerinden yar­dım istediğiniz kabilelerinizle, kazandığınız mallarınızla, hicret ettiğiniz takdir­de kesatla uğrayacağından korktuğunuz ticaretle, içinde yaşamaktan hoşlandığı­nız evlerinizle başbaşa kalmak sizin için, küfür diyarını terk edip Allah nzasi için hicret etmekten, Resulünün emrine uymaktan ve Allahın dinine yardım için cihad etmekten daha sevgili ise, Allahın hemen veya daha sonra gelecek ola-nemrini bekleyin. Şunu da bilin ki Allah, itaatinden ayrılan fâsıklar güruhunu hayır işlemeye muvaffak kılmaz.

Mücahide göre ayette zikredilen ve geleceği bildirilen, Allahın emrinden maksat, Mekke'nin fethidir. [29]

 

25- Şüphesiz kî, Allah size birçok yerde ve Huncyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti, O gün, sayınızın çokluğu sizi gururlandırmıştı. Fa­kat çokluğunuz sîze bir fayda sağlamamıştı da, o geniş yeryüzü size dar gelmeye başlamıştı. Sonra da yüz çevirip geri kaçmıştınız.

Resulullah (s.a.v.) Hicrî sekizinci yılda Mekke'yi fethettikten sonra ay­nı yılın Şevvaî ayında Mekke ile taif arasında bulunan Huneyn vadisinde Hu-neyn savaşını yaptı.

Mekke'nin fethinden sonra halk, Resulullah tarafından serbest bırakılmış onlar da Müslüman olmuşlardı. Durum sakindi. İşte o günlerde Resulullaha He-vazin kabilesinin, Müslümanlarla savaşmak için, reisleri Mâlik b. Avf en-Nadrî'nin başkanlığında toplandıkları beraberlerinde sakiyf kabilesi, Cüşem oğullan ve Sa'd b. Bekr oğullarının da bulunduğu haberi ulaştı.

Bunlar, Mekke'nin fethiyle bütün Arap kabilelerinin, Müslümantann kontrolüne girmekte olduğunu görüyor, bunu Önlemek için de acele tedbir alın­ması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu sebeple bu hareket onlar için bir ölüm ka­lım meselessiydi. Bunu ispat etmek ve icabında askerlerin geri dönüp kaçmala­rını ölmek için de savaş meydanına, kadınları, çocukları, mallan davalan ve herşeyleri ile birlikte gelmişlerdi.

Resulullah da, Mekke'nin fethi için gelen Muhacir, Ensar ve diğer Arap kabilelerinden oluşan on bin kişilik kuvvetin yanında Mekke fethinde Müslü­man olupkendisine katılan iki binkişi ile birlikte on iki bin kişiye ulaşan ordu­suyla Huneyn'e yürümüştü.

Asker içinde "Bugün azlıktan dolayı asla mağlup olmayız." diyen ve sa­yılarının çokluğuyla övünenler vardı. Bu sözü Resulullah da işitmiş ve hiç hoşu­na gitmemişti.

İki ordu Huneyn vadisinde kanlaştı. Savaş sabah karanlığında balamıştı. Müslümanlar ta vadiye inerken Hevazin kabilesi pusuda bekliyordu. Müslü­manları habersiz yakalayıp yağmur gibi ok yağdırdılar. Kılıçlarını çekip hücu­ma geçtiler. Komutanlarının emrettiği gibi hep birden saldırıyorlardı. Bu bek­lenmedik saldıakarşısmda Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.

Resululîah ise bindiği katırını düşmanın üzerine doğru sürüyordu. Sağ ta­rafında amacası Abbas sol tarafında da Süfyan b. el-Haris bulunuyor ve kaürın hızlı gitmesini Önlemeye çalışıyorlardı. Resulullah, Müslümanları, geri dönüp savaşmaya davet ederek şöyle diyordu. "Ey Allahın kulları bana yönelin bana. Ben Allahın Resulüyüm. Ben, Peygamberim. Bunda yalan yok. Ben, Abdülmut-talibin torunuyum."

Resulullah ile birlikte, Ebubekir, Ömer, Abbas, Ali, Fadl, Ebu Süfyan b. el-Haris, Eymen, Üsame b. Zeyd dahil yüz kadar sahabî düşmana karşı direni­yordu. Resulullah, sesi gür olan amcası Abbas'a yüksek sesle Müslümanlara "Ey mübarek ağaç altında Resulullaha bey'at eden insanlar" diye bağırmasını söyledi. Bunun üzerine Abbas, sesinin çıktığı kadar, Müslümanlara "Ey, Müba-rerek ağaç altında bey'at eden insanlar." "Ey, Bakare suresinin sahipleri." diye bağırmaya başladı. Bunu duyan sahabiler "Lebbeyk, Lebbeyk." Buyur emret, emrine amadeyiz." diye cevap verdiler. Kaçanlar geri dönüp Resulullaha gelme­ye başladılar. Hatta bineğini bırakıp koşarak gelenler vardı. Resulullahm etra­fında bir gurup toplanınca onlara, tam bir istekle saldırmalarını emretti. Allah'tan düşmanını mağlup etmesini ve kendisine yardım etmesini diledikten son­ra yerden bir avuç toprak aidi ve onu düşmanın üzerine serpti. Düşman içinde gözlerine ve ağzına bu topraktan isabet etmeyen kimse kalmadı. Böylece şaşır­dılar ve savaşamaz hale geldiler. Nihayet mağlup oldular. Müslümanlar bunların bazılarını öldürüp bazılarını da esir almışlardı. İşte Huneyn savaşı bu şekilde Müslümanların zaferiyle sonuçlandı.

Bera b. Âzib müslümanların, çetin bir imtihan verdikleri bu savaşta, müş­riklerin önünden nasıl kaçtıklarını ve Resulullahı beyaz katı üzerinde yalnız bı­raktıklarını beyan ederek şunları söylemiştir: Ebu îshak diyor ki:

"Bir adam gelip ,Bera'ya" Ey Ebu Umare, sen Huneyn savaşında kaçtın-mi?" diye sordu. Bera'da: "Ben Şehadet ederim ki: Resulullah kaçmadı. Fakat İnsanların hızlı olanları acele ettiler. Hevazin kabilesinden olan düşman da onla­ra ok yağdırdı. Ebu Süfyan b. el-Haris, Resulullah'ın beyaz katırını yularından tutmuştu. Resulullah da: "Ben Peygamberim bunda yalan yok.Ben Abdülmutta-libin torunuyum." diyordu[30]

Ebu İshak diğer bir rivayette diyor ki:

"Kays kabilesinden bir adamın, Bera b.Azib'e şunları sorduğunu işittim. "Siz, Huneyn savaşında Resulullah'ı bırakıp kaçtınız mı?" Berab. Azib de dedi ki: "Fakat Resulullah kaçmamıştı. Hevazin kabilesi atıcılıkta maharetli insanlar­dı. Biz onlara hücum edince dağıldılar. Biz, ganimetlere üşüşütük. Bunun üzeri­ne onlar bize oklarla karşılık verdiler. Ben, Resulullahm, beyaz katırı üzerinde olduğunu gördüm. Ebu Süfyan b. el-Haris katırın yularım tutuyordu. Resuluîlah da: "Ben peygamberim, bunda yalan yok." diyordu[31]

 

26- Sonra Allah, Peygamberin ve müminlerin üzerine emniyetini in­dirdi. Görmediğiniz askerler gönderdi. Kâfirleri de azaba uğrattı. İşte kâfirlerin cezası budur.

Sonra Allah, Peygamberinin ve müminlerin üzerine güven ve huzur indi­rerek ve sizin görmediğiniz Melekleri asker olarak göndererek üzerinizden sı­kıntı ve belayı kaldırdı. Kâfirleri ise öldürterek, esir ettirerek, mallarını yağma ettirip, kendilerini zillete düşürerek cezalandırdı. Kâfirlerin cezası işte budur.

Said b. Cübeyr demiştir ki: "Huneyn savaşında, müminlere destek olmak için Allah teala, özel işaretleri bulunan beş bin melek göndemıiştir. Bu melekle­rin, müminlere nasıl yardım ettikleri hakkında ise.Huneyn savaşı sırasında müş­rik iken daha sonra müslüman olan bir kişi şunları anlatmıştır. "Huneyn savaşın­da biz, Resulullahm ordusuyla karşılaştık. Onlar bize, bir koyunun sağılma za­manı kadar dayanamadılar. Biz onları dağıtınca, ariyalarından kovalıyorduk. Ni­hayet beyaz katmn sahibinin yanına vardık. Bir de ne görelim, o, Resulullahi-miş. İşte onun yanında karşımıza-, beyaz tenli, güzel yüzlü adamlar dikildiler ve bize dediler ki: "Yüzünüz kararsın. Haydi geri dönün." İşte o sırada biz mağlup olduk. O sırada onlar bizim omuzlarımıza bindiler İşte savaş orada sona erdi.

Yezid. Âmir de, müminlerin dağılmaları halinde Resulullahın nasıl bir ta­vır takındığım beyan ederek diyor ki: "Huneyn savaşında müslümanlar dağılın­ca Resulullah yerden bir avuç toprak aldı. Onu, mülümanlan kovalayan müşrik­lerin yüzüne serpti ve dedi ki: "Yüzünüz kararsın. Haydi geri dönün." İşte o sı­rada oradan uzaklaştık. Herkes gözüne isabet eden toz ve topraklan siîiyordu. Yezid, o savaşta henüz müşrikti.

Yezid b. Âmir'e: "O gün Allanın, müşriklerin kalblerine soktuğu korkuyu nasıl hissediyordunuz." diye sorulunca o bir taş alıp testiye vuruyordu. Testi ses çıkarıyordu. Yezîd diyordu ki: "îşte bizim içimizde böyle bir korku vardı."

Huneyn savaşında Hevazin Kabilesi mağlup olduktan sonra müslümanlar çok miktarda ganimet almışlardır. Resulullah, müslüman olup geri gelirler diye ganimetleri hemen dağıtmamış, "Cirane" denen yerde belli bir süre bekletmiştir. Gelmediklerini görünce de ganimetleri dağıtmış, daha sonra Hevazin kabilesin­den müslüman olan bir heyet, ganimetlerin, kendilerine iade edilmesini istemiş­lerdir. Katede!nİn rivayetine göre, ganimetlerin vadesi hususunda, Resuluîlahm Bekr kabilesinin Sa'd oğullan kolundan olan, süt annesi gelip, Huneyn savaşın­da alınan esirlerin geri verilmesi hususunda Resulullah'tan ricada bulunmuştur. Reusullah da ona: "Benim onlan iade etmeye hakkım yok. Ben ancak benim hakkıma düşenleri iade etme hakkına sahibim. Fakat sen, yarın gel insanlar be­nim yanımda olacaklar.Ben payıma düşeni sana verince onlar da verirler." de­miştir. Resulullahın süt annesi ertesi gün gelmiş, Resulullah, onun altına elbise­sini sermiş, süt annesi de onun üzerine oturmuş ve esirlerin iadesini istemiştir. Resulullah, payım verince diğer insanlar bunu görmüşler ve onlar da kendi pay­larına düşenleri vermişlerdir.

Ganimet mallarının iadesi hususunda Mervan ve misver b. Mahreme, Uf-ve b. Zübeyr'e şunlan anlatmışlardır.

"Hevazin kabilesininin heyeti, müslüman olarak Resulullaha gelince, Re­sulullah, ayağa kaltı. Onlar, Resulullah'tan, mallannı ve esir edilen adamlarını kendilerine iade etmesini istediler. Resulullah da onlara dedi ki: "Benim elimde şu gördüğünüz şeyler var. Bana en sevimli olan söz, dorğu söylenen söz'dür. Sizler, ikisinden birini seçin. Ya esirleri veya mallan isteyin. Ben, sizin için beklemiştim." Resulullah Huneyn savaşından sona Taife gitti. Oradan döndük­ten sonra, on küsur gece Hevazin kabilesinin ganimetlerini dağıtmayip beklet­mişti. Hevazinlilerin heyeti, Resulullahın, kendilerine ancak iki şeyden birini vereceğini anlayınca şöyle dediler: "Biz esir alınan adamlanmızı tercih ediyo­ruz." Bunun üzerine Resulullah, müslümanlann arasında ayağa kaltı. Allahı la­yık olduğu şekliyle övdü ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki kardeşleriniz tevbe ederek geldiler. Ben, esirlerini onlara iade etme kanaatine vardım. Sizden kim, gönül hoşluğuyla bunu yapmak isterse yapsın. Kim de Allanın bize vereceği ilk ganimetten karşılığını vermemiz üzere payına düşeni borç olarak vermek isterse versin." Bunun üzerine insanlar: "Ey Allahın Resulü, biz bunlan gönül hoşluğu ile veriyoruz." dediler. Resulullah da buyurdu ki: "Doğrusu bizler içinizden hanginizin buna razı olduğunu hanginizin razı olmadığını bilemiyoruz. Siz gi­din. Görüşünüzü bize temsilcileriniz bildirsin." İnsanlar Resulullaha varıp in­sanların, gönül hoşluğu ile, esirlerin geri verilmesini kabul ettiklerini ve buna izin verdiklerini bildirdiler[32]

Said b. el- Müseyyeb, Huneyn savaşında müslümanlann altı bin esir al­dıklarını, Hevazinlilerin müslüman olup gelmeleri üzerine bu esirlerin kendileri­ne iade edildiklerini rivayet etmiştir. [33]

 

27- Bundan sonra Allah, dilediği kullarının tcvbcsinİ kabul eder. Al­lah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Bundan sonra Allah, kullarının sağ kalanlarından dilediğine lütufta bulu­nur. Onu teve etmeye muvaffak kılar da tevbe eder. O da tevbesinİ kabul eder. Allah, kullarının günahlarını çok affeder ve onlara karşı merhamet sahibidir. [34]

 

28- Ey iman edenler, müşrikler ancak necistirler. Bu yıllarından son­ra onlar Mescid-i Harama yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız yakında Allah dilerse sizi lütfü yi a zenginleştirir. Allah, şüp­hesiz her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Âyet-i kerime'de, müşriklerin Necis, yani pis oîduklan ifade edilmekte­dir. Bu husus değişik şekillerde izah edilmiştir.

a- Abdullah b. Abbastan rivayet edilen bir görüşe göre müşrikler, domuz­la rve köpekler gibi maddeten pistirler.Bu hususta Hasan-ı Basri'den "Müşrikler necistir. Onlarla el sıkışmayın. El sıkışan kimse ise abdest alsın." sözü nakledil­mektedir.

b- Katadeye göre ise bunlar, cünüp olunca yıkanmadıkları için manen pistirler. Bu halleriyle Mescid-i Harama yaklaşamazlar.

c- Başka bir görüşe göre ise bunlar, maddî pisliklerden gereği gibi temiz­lenmedikleri için üzerlerinde pislik taşırlar.Bu sebeple pistirler. Ve Mescid-i Harama yakl aşamazlar.

d- Tercihe şayan görülen bir başka görüşe göre ise müşrikler, inanç bakırrundan necistirler, pistirler. Onların, Allahı inkâr etmeleri kendilerini manen pis yapar. Bu bâtıl inançları sebebiyle Mescid-i Harama yakl aşamazlar.

Âyette, "Mescid-i Harama yaklaşmasınlar." ifadesi kullanılmıştır. Müfes-sirler bu ifadeden neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Atâ'ya göre burada geçen Mescid-i Haram ifadesinden maksat, Mekke ve bütün Harem bölgesidir. Zira, Mescid-i Harama yaklaşmamak, bu bölgeye girmemekle olur.

b- Ömer b. Abdülaziz'e göre ise, Mescid-i Haram ifadesine müslümanla-nn bütün mescitleri girmektedir. Bu hususta Ebu Amr diyor ki:"Ömerb. Abdü-laziz, idarecilerine mektup yazarak: "Yahudi ve Hrisliyanlann, müslümanların meesitlerine girmelerine engel olun" demiş ve bu yasaklamanın delili olarak ta: "Müşrikler ancak necistirler." âyetini zikretmiştir.

Âyette zikredilen "Bu yıldan sonra" ifadesi, Hz. Ebubekir'in Hac emin olarak tayin edildiği Hicrî dokuzuncu yıldan sonra demektir. Çünkü Tevbe sure­si bu yılda nazil olmuştur.

Ayet-i kerime'de: "Eğer yoksulluğa, düşeceğinizden korkuyorsanız, ya­kında, Allah dilerse sizi lütfuyla zenginleştirir." buyuru İm aktadır. Çünkü mü­minler, müşriklerin, Mescid-i Harama girmelerinin yasaklanmasından sonra ti­caret gelirlerinin eksilip fakirliğe düşeceklerinden korkmuşlar Allah teala da, kalblerinden Şeytanın vesvesesini çıkarmaları için "...Eğler yoksulluğa düşece­ğinizden korkuyorsanız, yakında Allah dilerse sizi lütfula zenginleştirir..." bu­yurmuştur.

Müfessirler, Allah tealanm müminleri yakında hangi yolla zengileşürece-ği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Dehhak, Mücahid ve İbn-i İshaka göre, Allanın, müminleri zengin kılması, müşriklerin, harem bölgesine girmelerini yasaklama­sından sonra, müminlere, ehl-i kitap ile savaşıp onlardan cizye almaları şeklinde olmuştur.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Allah, müşrikleri mescid-i ha-ram'dan uzaklaştınnca şeytan, müminlerin kalbine üzüntü soktu. Onlar, "Müş­rikler uzaklaştıktan sonra ticaret yolu kesildi. Nereden yemek bulup yiyeceğiz?" şeklinde vesveselere kapıldılar. Bunun üzerine Allah teala buyurdu ki: "Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız yakında, Allah dilerse sizi lütfuyîa zenginleştirir." Onlara, ehl-i kitaba karşı savaşmalarını, boyun edikleri takdirde, onlardan cizye almalarını emretti ve böylece onları lütfuyla zenginleştirdi. Yani aydan ay'a ve yıldan yıla alacakları cizyelerle onları zenginleştirdi.

b-  îkrimeye göre ise, Allanın, harem bölgesinden müşrikleri uzaklaştırdiktan sonra müminleri zenginleştirmesi, onlara bolca yağmurlar yağdırmasiyla ve bolluk yıllan nasibetmesiyle gerçekleşmiştir.

Âyet-i kerime'nin bu son bölümünün hükmüne göre artık müşriklerin her­hangi bir surette harem bölgesine yaklaşmaları yasaklanmıştır.

Cabir b. Abdullah ve Katadeye göre cizye veren zimmiler ve müslüman-lann, gayr-i müslim olan köleleri bu yasaklanmanın dışındadır. Onlar bu bölge­ye girebilir.

Cabir b. Abdullah'tan rivayet edilen bir görüşe göre zimrniler de harem bölgesine giremezler. [35]

 

29- Kitap ehlinden, Allaha ve âhiret gününe iman etmeyen, Allanın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak din olan İslamı din cdinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar sava­şın.

Ey iman edenler, kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlardan, Allaha ve âihert günündeki cennet ve cehenneme iman etmeyen, Allahın ve Peygamberi Muhammed'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan,aksine, haham ve papazla­rım meşru saydıklarım meşru sayan ve hak din olan İslamı din kabul edip ona boyun eğmeyenlerle, ister istemez boyun eğip bizzat kendi elleriyle cizye verin­ceye kadar savaşın.

CİZYE: Gayr-i müslimlerin, hayat ve hürriyetlerinin korunması karşılı­ğında, içinde yaşadıkları İslâm devletine vermek zorunda oldukları vergidir.

Ayet-i kerimede geçen "Kendi elleriyle" ifadesi şu şekillerde izah edil-mıştir.

a- Takip ve tahsiline lüzum kalmadan kendiliklerinden

b- Elden, nakden ve gecikmeksizin

c- Herkes vekil kullanmaksızın bizzat kendi eliyle.

d- Gücü ye­ten, kazancı olanlar.

Ayet-i kerimede geçen ve "Boyun eğmek" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- İkrimeye göre bu ifadeden maksat, cizyeyi verenin ayakta olması, ala­nın ise oturmasidır.

b- Abdullah b. Abbas'a göre ise bu ifadeden maksat cizye verenlerin, hoş­larına gitmediği halde, yürüyerek gidip kendi elleriyle cizyelerini teslim etmele­ridir.

c- Başka bir görüşe göre bu ifadeden maksat, cizye vermeleridir. Zira ciz­ye vermek boyun eğmektir ve zillete düşmektir[36]

Müfessirler, bu âyetin, Resulullahın, Rumlarla savaşmasını emretmek üzere indiğini ve bu âyetin inmesinden sonra Resulullah, Rumlara karşı Tebük savaşını yaptığını söylemişlerdir. [37]

 

30- Yahudiler "Üzcyir Allahın oğludur." dediler. Hıristiyanlar da "İsa Mesih Allahın oğludur." dediler. Bu onların, ağızlarında geveledikleri sözleridir. Onlar bu sözlerini, kendilerinden önceki kâfirlerin sözlerine benzetirler. Allah bunları kahretsin. Nasıl da uyduruyorlar.

Fenhas, Sellam b. Mişkem ve Numan b. Evfa gibi bir kısım Yahudiler, Üzeyir, Tevratı tekrar ortaya çıkardığından "Bu Allahın oğludur" demişlerdir. Hristiyanlar da Meryemoğlu İsa Mesih, babasız meydana geldiğinden "O, Alla­hın oğludur" demişler ve böylece Hristiyanlar, kendilerinden önce inkâra düşen Yahudilerin putperestlerin durumuna düşmüşler ve onların sözlerine benzer söz­ler söylemişlerdir. Allah onlara lanet etsin! Nasıl da haktan döndürülüyorlar ve saptırılıyorlar.

Müfessirler, Yahudilerden kimlerin, Üzeyirin Allahın oğlu olduğunu İddia ettikleri hususunda çeşitli görüşler zikremişlerdir.

a- Ubeyd b. Umeyrin oğlu Abdullaha göre, Üzeyirin, Allahm oğlu oldu­ğunu söyleyen kimse "Fenhas" ismindeki tek bir Yahudidir. "Şüphesiz ki Allah fakirdir.Biz ise zenginiz. [38] diyen de bu kişidir.

b- Abdullah b. Abbas'a göre ise, Üzeyirin, Allahm oğlu olduğunu söyle­yen kimse tek bir Yahudi değil bir kaç Yahudidir. Bunlar da Sellam b. Mişkem, Numan b.Evfa, Şa's b. Kays ve Malik b. Sayf dir. Bunlar, Resulullahm yanına gelip ona: "Biz sana nasıl tâbi olalım? Çünkü sen, bizim kıblemiz olan Kudüs'ü bıraktın. Üzeyirin, Allahm oğlu olduğu inancını da kabul etmiyorsun." demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur."

Yahudilerin, Üzeyir'e "Allahın oğludur." demelerinin sebebi hususunda Abdullah b. Abbas ve Süddiden, özetle şunlar zikredilmiştir. Yahudilerin, Tev-ratı ve Tabutu bırakarak sapmaları üzerine, Allah teala onların elinden tabutu al­mış ve düşmanları olan Âmâlikalara vermiş Tevratı da onlara unutturmuş ve kalelerinden çekip almıştır. Salih bir zat olan Üzeyir Allah'a dua edip yalvar­mış, Tevratm tekrar Yahudilere gönderilmesine dair niyazlarda bulunmuştur. Allah teala, Üzeyirin duasını kabul edip Tevratı tekrar Üzeyirin kalbine ilah et­miş o da İsrailoğullanna bildirmiştir. İşte bunun üzerine İsrailoğullann'dan bazı­ları "Üzeyir, Allahın oğlu olduğu için Allah Tevratı tekrar ona iade etti." demiş­lerdir.

Hıristiyanlar da "İsa Mesih Allahın oğludur. Onun insanlardan bir babası yoktur. Babasız evlat olmaz o halde o Allahın oğludur." demişlerdir. Böyle iddi­alarda bulunanlara Allah lanet etmiştir. Âlemlerin rabbi olan yüce Allah, böyle şeylerden münezzehtir. Zira o, her şeyin yaratıcısı ve rabbidir. Oğul evlat sahibi olmak, ana baba olmak gibi haller yaratıklara mahsus hallerdir. Bu gibi şeyler Allaha isnad edilemez. Bu iddialarda bulunanlar, ne kadar büyük bir sapıklık içinde bulunduklarını bir bilseler. [39]

 

31- Onlar, hahamlarını, papazlarım ve Mcryemoğlu İsa Mcsihi, Al­lah'tan başka rabler edindiler. Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisin­den başka ilah olmayan Allaha ibadet etmekle emrolunmuşlardi. Allah, on­ların koştukları ortaklardan münezzehtir.

Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar da Papazlarını rabler edindiler. Bu din adamlarının helal saydıklarını helal, harmm saydıklarım da haram saydılar. Aynca Hıristiyanlar Meryemoğlu İsa'yı da Rab edindiler. Halbuki Yahudi ve Hıristiyanlar, sadece bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşiardı. Allah, onların koştukları ortaklardan beridir.

Âyette zikredilen hahamlar'dan maksat, Yahudilerin din âlimleridir. Pa­pazlardan maksat ise, Hristiyanlann manastırlara çekilen ve dini hususlarda ieti-hadda bulunan âlimleridir. Allah teala bu âyet-i kerime'de Yahudi ve Hristiyan­lann din adamlarını rabler edindiklerini zikretmiştir. Bu ifadeden maksat onla­rın din adamlarını ilah edinerek onlara tapmaları değildir. Bundan maksat, Alla­hın emir ve yasaklarım bırakıp din adamlarının koydukları emir ve yasaklara uymalarıdır. Nitekim, Resulullah'tan rivayet edilen şu hadîs-i şerif ve birçok ta­biinden rivayet edilen şu görüşler, din adamlarını rabler edinmelerinden maksa­dın, onların emir ve yasaklarına uymak olduğunu göstermektedir.

Adiy b. Hatim diyor ki:

"Ben, Resulullahın yanına gittim. Boynumda altın'dan bir haç bulunuyor­du. Bana dedi ki: "Ey Adiy, bu putu çıkarıp at." Ben onun, Tevbe suresinin "Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesihi, Allah'tan başka rabler edindiler." âyetini okuduğunu işittim. (Dedim ki: "Ey Allahın Resulü biz onlara ibadet etmiyorduk ki,) Resulullah da buyurdu ki: "Dikkat edin, Yahudi ve Hristiyanlar, din adamlarına tapmıyorlardı. Fakat onlar, hahamlar ve papaz­lar kendilerine bir şeyi helal kılınca onu helal sayıyorlardı, bir şeyi haram kılın­ca da onu haram kabul ediyolardı. [40]

Huzeyfetül Yeman1 "Yahudi ve Hristiyanlar, Allahı bırakıp ta hahamlarım ve papazlarını rabler edindiler." buyuruluyor. Bunlar, haham ve papazlara ta­pıyorlar mıydı?" diye sorulunca o şu cevabı vermiştir: "Hayır Yahudi ve Hristi-yanîar,bunlara tapmıyorlardı. Fakat haham ve papazları, kendilerine bir şeyi he­lal yapınca onlar onu helal görüyorlar bir şeyi haram yapınca da onu haram sa­yıyorlardı."

Abdullah b. Abbas da demiştir ki: Hahamlar ve papazlar, Yahudi ve Hris-tiyanlara, kendilerine secde etmelerini emretmemişlerdir. Fakat onlar, Allahın emirlerine aykırı emirler vermişler, onlar da bu emirleri tutmuşlardır. Bu sebep­le Allah, hahamları ve papazları "Rabler" diye isimlendirmiştir."

Rebi' b. Enes diyor ki: "Ben, Ebul Âliye'den "Yahudiler ve Hristiyanlar, hahamlarını ve papazlarını rabler edindiler." âyetinin manasını sordum ve de­dim ki: "îsrailoğullarında bu rab edinme olayı nasıldı?" O dedi ki: "Hahamlar bize ne emrettiyse ona uyduk. Neyi de yasakladiysa, sözlerini dinledik. Halbuki bunların emrettikleri ve yasakladıkları şeylerin hükmü, Allahın kitabında mev­cuttu. İnsanlar din adamlarının telkilerini nasihat kabul edip aldılar ve Allahın kitabım arkalanna attılar. Böylece Allahi bırakıp din adamlarım rabler edinmiş oldular.

Âyet-i kerime'de "Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka iîah olmayan Alîaha ibadet etmekle emrolunmuşlardi." Duyurulmaktadır. Bunun izahı şöyledir: "Hahamlarını, papazlarını ve îsa Mesihi rabler edinen Yahudi ve Hristiyanlar, yalnızca tek bir ma'bud olan Allaha ibadet etmekle ve tek bir rabbe itaat etmekle emrolunmuşlardı ki o da her şeyin kendisine kulluk ettiği ve her yaratı|ın, kendisine itaat ettiği Allah'tır. Bütün yaratıklarının, birliğine ve rabli-ğine boyun eğmeleri gerekmektedir. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Allah, "Üzeyir, Allahın oğludur, İsa Mesih Allahın oğludur... diyen ve Allahi bırakıp ta hahamlarını ve papazlarını rab edinip onların koydukları nizamlara uyan müşriklerin söylediklerinden ve yaptıklarında uzaktır beridir." [41]

 

32- Onlar, ağızlarıyla Allahın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler istemeseler de Allah, nurunu mutlaka tamamlayacaktır.

Hahamlarını ve papazlarını rabler edinen bu kâfirler, Ailahın nuru olan İslâmi yalanlayarak ve insanların onu kabul etmelerine engel olarak ağızlarıyla söndürmeye kalkarlar. İnkarcılar istemese de Allah, dinini mutlaka yüceltecek ve nur olan hakkı tamamlayacaktır. [42]

 

33- İslâm dinini bütün dinlerden üstün kılmak için Peygamberini hi­dayet ve hak din ile gönderen Allah'tır. İsterse müşrikler hoş görmesinler.

Peygamberi Muhammedi açık delillerle ve hak din olan İslâm ile gönde­ren Allah'tır. Bunu, müşrikler istemese de İslâm dinini bütün dinlere galip getir­mek için yapmıştır.

Âyet-i kerimede geçen ve "İslam dinini bütün dinlerden daha üstün kıl-mak için" şeklinde izah edilen ifadesinin harfi tercümesi, "Allah onu bütün dinlere galip getirsin diye" veya "Allah ona bütün dinleri açıklasın diye." iki şekil de mümkin olduğundan, müfessirler bunu, iki şekilde izah etmişlerdir.

a- Ebu Hureyre, âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir "Allah, İslam di­nini diğer bütün dinlere galip getirmesi için Peygamberini hidayet ve hak din ile göndermiştir, Ebu Hureyre, İslâm dininin diğer bütün dinlere galip geleceği za­manın da Meryemoğlu İsa'nın dönmesi ile olacağım söylemiştir.

b- Abdullah b. Abbas ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir. "Allah, Peygamberi Muhamrnede bütün dini hususları açıklaması ve hiçbir şeyi ona giz­li bırakmaması için onu hidayetle ve hak din ile göndermiştir. Müşrikler ve Ya­hudiler ise Resulullahm böyle olmasını hoş karşüamarnışlardır. Fakat Allah on* lann hoş görmemelerine rağmen Resulullah'a bütün dini meseleleri öğretmiştir. [43]

 

34- Ey iman edenler, Hahamlar ve Papazlardan bir çoğu, haksız yere insanların mallarını yerler. Onları Allahin yolundan alıkoyarlar. Ey Mu-hammed, altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeycnleri ise can yakıcı bir azap ile müjdele.

Ey iman edenler, Yahudi Hahamlarından ve Hristiyan papazlarından bir çoğu, verdikleri hükümler karşılığında rüşvet alırlar. İşlerini idare ettikleri in­sanlardan az bir şey almak için Allahın kitabını tahrif ederler. Böylece insanla­rın mallarını haksız yere yemiş olurlar. Ve onların, İslam dinine girmelerine en­gel olurlar.

Ey Muhammed, altın ve gümüşü biriktirip de, insanların, onlardaki Zekât gibi haklarını vemıeyenleri, kıyamet gününde uğrayacakları can yakıcı bir azap ile müjdele.

Müfessirler,ayet-i kerimede zikredilen "Altın ve gümüşü biriktirme" ifadesinden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Ömer, İkrime, Süddi ve Şa'biye göre bu âyette zikredilen, biriktirilen mardan maksat kendisinden zekât vernıek farz olduğu halde zekatı verilmeyen her türlü malın zekâtım vermektir. Âyet-i kerime'de, mallarının zekâtlarını vermeyenlerin, insanların mallarını haksız yere yedikleri ve o mal­lardan zekatı ayırmayıp biriktirdikleri, Allah yolunda harcamadıkları, bu sebep­le can yakıcı bir azapla azap görecekleri beyan edilmiştir.

Bu hususta Abdullah b. Ömer diyor ki: "Zekâtım verdiğin her türlü mal, yere gömülüp depolanmış olsa dahi, biriktirilmiş mal değildir. Buna mukabil zekâtı verilmeyen her mal, Allahın, Kur'an'da zikrettiği biriktirilmiş mal'dır. Sa­hibi hahirette bu mal ile dağlanacaktır. Bu mal, biriktirilip gömülmemiş bir mal dahi olsa.

b- Ca'de b. Hubeyre'nin, Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre ise bu âyette zikredilen "Biriktirilen mal"dan maksat, dört bin dirhem miktarını aşan mal'dır. Kişi, bunun zikâtını verse de vermese de yine bu, biriktirilmiş mal'dır. Mal sahi­bi, ancak dört bin dirhem miktarında bir mal tutabilir. Bundan faziasmı Allah yolunda harcamak zorundadır.

c- Ebuzer el-Gifariye göre ise, bu âyette zikredilen "Biriktirilen mardan maksat, mal sahibinin ihtiyacından arta kalan mal'dır. Kişi, ihtiyacından artan malt, Allah yolunda harcamak mecburiyetindedir. Onu biriktirip yanında tutma­sı caiz değildir.

Ebu Mucib diyor ki: "Ebu Hureyre'nin kılıcının kını gümüştendi. Ebuzer bunu görünce Ebu Hureyre'yi bundan sakındırdı ve dedi ki: "Resulullah buyur­du ki: "Kim öldükten sonra geriye sanyı (altını) ve beyazı (gümüşü) bırakacak olursa onlarla dağlanır.

Sevban diyor ki:

"Altın ve gümüşü biriktirenler âyet-i kerimesi nazil olduğunda, biz, Resu­lullah ile birlikte yolculukta bulunuyorduk. Resulullahın sahabilerinden bazıları dediler ki: "Altın ve gümüş hakkında bu hüküm indi. Hangi malın daha hayırlı olacağını bilsek te onu mal edinsek." Resulullah da buyurdu ki: "Bunların en hayırlısı, zikreden dil, şükreden kalb ve kocasının imanına (dinine) yardımcı olan mümin bir  [44]

Ebu Ümame diyor ki:

"Suffe ashabından biri öldü. Onun peştemalında bir dinar bulundu. Resu­lullah buyurdu ki: "Bunun için bir dağlama vardır." Sonra onlardan başka bin daha öldü. Onun peştamalında da iki dinar bulundu. Resulullah: "Bunun içinde iki dağlama vardır. [45]buyurdu.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Abdullah b. Ömer'in zikrettiğidir. O da, zekatı veriien her mal, biriktirilen mal değildir. Mal sahibi, malının zekâtını verdikten sonra dilediği kadar mal biriktirebilir. Buna mukabil, zekât verilecek miktarda olup ta kendisinden zekât verilmeyen her mal, birikti­rilmiş mal'dır. İşte bu malın sahibi cezalandırılacaktır. Allanın lütfuyîa affetme durumu müstesnadır. Bu görüşün doğru olduğu şu hususlardan anlaşılmaktadır. Alİah teala, Resulullahın lisanıyla, beş Ukye'ye ulaşan gümüşün onda birinin dörtte birini, yine yirmi miskale ulaşan altının da onda birinin dörtte birini (yani kırkta birini) zekat olarak vermeyi farz kılmıştır. Mal sahibi, mallarından, farz kılınan bu miktarları zekât olarak verdikten sonra yükümlülükten kurtulmuş olur. Şayet, zekât vermesine rağmen yine de mal biriktirmiş kabul edilecek olur­sa, Allah teala'nm böyle bir kişiye malının kırkta birini zekât olarak vermesini emretmesinin ne anlamı olur? Buna, Hz. Ali'den nakledilen görüşe göre malının dört bin dirhemden daha fazlasını vermesi emredilirdi. Veya Ebuzer'den nakle­dildiğine göre malının, ihtiyacından arta kalanını vermesi emredilirdi. Bunu yapmadığı takdirde de cezalandırılacağı bildirilirdi. Halbuki durum böyle değil­dir. Mal sahiplerine zekât nisabına ulaşan mallarının kırkta birini zekât olarak vermeleri emredildi ve bu zekâtı vermemeleri halinde cezalandırılacakları, çe­şitli hadisi şeriflerde beyan edildi.

Bu hususta Ebu Hureyre, Resulullahın, şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir.

"Hiçbir altın ve gümüş sahibi yoktur ki, onlarda olan hakları vermezse o kimse için kıyamet gününde ateşten tabaklar biçilmiş olmasın. O tabaklar, ce­hennemin ateşinde kızdırılır. Onlarla o kişinin alnı, yanı ve sırtı dağlanır. Her soğudukça bu tekrarlanır. Bu öyle bir günde olacaktır ki, onun miktarı elli bin senedir. Bu hal, kullar arasında hüküm verilip o kulun yolu tayin edilinceye ka­dar devam edecektir. O da ya cennete veya cehenneme giden yol'dur." Denildi ki: "Ey Allahın Resulü ya devenin durumu nedir?" Resulullah da buyurdu ki: "Herhangi bir deve sahibi devenin hakkını ödemezse ki, devenin su içtiği gün onu sağması da devenin haklarındandır. (Yani, deveyi sağıp onun sütünden fa­kirlere vermesi de onun haklarındandır.) Kıyamet gününde o kişi düz bir alanda devenin altma yüzü koyun yatırılır, Deve de en besili halinde gelir. Onun yavru­larından hiçbiri eksik bırakılmaz. Develer o kişiyi ayaklarıyla çiğner, ağızlarıyla ısırırlar. Sürünün önü geçtikçe sonda olanlar aynı şeyi yaparlar. Bu da miktarı elli bin yıl olan bir günde yapılır. Bu iş, kullar arasında hüküm verilip o mal sa­hibinin hangi yola gideceği ortaya çıkıncaya kadar devam eder. Onun yolu da ya cennete veya cehenneme'dir." Denil di ki: "Ey Allahın Resulü, sığır ile ko-yu'nun durumu nedir?" Resulullah da buyurdu ki: "Herhangi bir sığır veya ko­yun sahibi, onların haklarını vermezse kıyamet gününde, düz bir alanda onların altlarına yatırılır. Onlardan hiçbiri eksik bırakılmaz. Onların içinde boyunuzu kıvnk olan boynuzsuz olan ve boyunuzu kırılmış olan yoktur. Onlar bu mal sa­hibini boynuzlanyla vuracaklar tırnaklarıyla çiğneyeceklerdir.Öndekiler bu işi yaptıkça arkadan gelenler onları takibedeceklerdir. Bu iş, miktarı elli bin yıl olan bir günde yapılacaktır. Bu azap, kullar arasında hüküm verilip o kişinin yo­lu belli oluncaya kadar devam edecektir. Onun yolu da Cennete veya cehenne-me'dir. [46]

Abdullah b. Abbas.bu âyetin izahında şöyle demiştir. Bu âyet-i kerime, müslumanlardan sadece belli kimseleri kastetmektedir. Bunlar da mallarının zekâtlarını vermeyen müslümanlardir. Ehl-i kitabın ise tümünü kastetmektedir. Çünkü onlar kâfir oldukları için hiçbirinin infakı kabul edilmemektedir. Dolayı­sıyla mal biriktirenler sınıfına girmişlerdir.

Muaviye b. Ebi Süfyan da bu âyet-i kerime'nin her para biriktiren ehl-i kitabı kastettiğini, müminleri kastetmediğini söylemiştir. Bu hususta Zeyd b.Vehb diyorki: "Ben, Rebzede Ebuzer el-Ğifariye uğradım ve dedim ki: "Ey Ebuzer bu belaya ne sebeple düştün?" O da dedi ki: "Ben, Şam'da idim. "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenler" âyetini okudum. Muaviye dedi ki: "Bu âyet bizim hakkımızda değil, ehl-i kitap hakkındadır. Ben de dedim ki: "Bu âyet, hem bizim hakkımızda hem de onların hakkındadır." Bunun üzeri­ne aramızda tartışma kızıştı. O, Osman'a mektup yazdı ve beni şikayet etti. Os­man da bana mektup yazdı ve "Buraya gel" dedi. Ben de kalkıp geldim. Medi­ne'ye gelince sanki insanlar, daha önce beni görmemişler gibi başıma biriktiler. Ben bu durumu Osmana şikayet ettim. O da dedi ki: "Buradan ayni, yakın bir yere git." Dedim ki: "Allaha yemin olsun ki ben, söylediğim sözden geri dön­mem." [47]

 

35- Kıyamet gününde bunlar, cehennemin ateşinde kızdırılır. Bunl-larla, biriktirenlerin alınları, böğürleri ve sırtlan dağlanır. Onlara: "İşte kendiniz için biriktirdiğiniz şeyler bunlardır. Şimdi biriktirdiklerinizi ta­dın." denir.

Kıyamet gününde, biriktirmiş oldukları bu mallar, altınlar, gümüşler, ce­hennem ateşinde kızdırılıp bunlarla alınları, böğürleri ve sırtlan dağlanır. Ve onlara "Dünyada kendiniz için biriktirmiş olduğunuz mallar işte bunlardır. Bu biriktirdiklerinizin cezasını tadın." denir.

Ebuzer el-Ğifari şöyle derdi: "Mal biriktirenleri, alınlarının dağlanma-sıyla, yanlannın dağlanmasıyla ve sırtlarının dağlanmasiyla müjdele. Onlar bu dağlanmanınhararetini içlerinde hissedeceklerdir."

Ahnes b. Kays diyorki: "Ben, Medine'ye gittim. Kureyşin ileri gelenleri­nin bulunduğu bir topluluğun içinde bulundum. O anda kıyafeti bozuk, vücudu sert, yüzü haşin bir adam çıkageldi. Kureyşlilerin yanına da durdu ve "Sen, mal biriktirenleri, cehennem ateşinde kızdırılan ocak taşı ile müjdele. O taş, mal biriktirenlerden birinin memesine konduğunda onun vücudunu delip omuzunun kemiğinden dışarı çıkacaktır. Omuz kemiğine konacak, memesinin ucundan çı­kacaktır. Ve o kişiyi titretecektir." dedi. Ahnes b. Kays diyor ki: "Orada bulu­nanlar, başlarını yere eğdiler. Ona bir şey söyleyen her hangi bir kimse görme­dim. Sonra o adam dönüp gitti. Ben onu takip ettim.O gidip bir direğin dibinde oturdu. Ben de dedim ki: "Onların, senin söylediğinden hoşlanmadıklarını gör­düm." O da dedi ki: "Onlar birşey anlamazlar."

Ebu Hureyre, Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.:

Kim, geride biriktirilmiş mal bırakacak olursa o mal kıyamet gününde o kimse için kel bir yılana dönüşecek ve onu kavolayacaktır. O yılanın, gözlerinin üzerinde iki siyah nokta bulunmaktadır. O yılan, mal biriktireni durmadan kova­layacak, o da "Val haline, sen nesin?" diyecektir. Yılan: "Ben, kendinden sonra bıraktığın birikmiş mallarınım" diyecek ve o kişinin elini ağzına alarak çiğneyip koparacak sonra bütün vücuduna böyle yapacaktır. [48]

 

36- Şüphesiz ki ayların sayısı, Allanın, gökleri ve yeri yarattığı gün­den beri, kitabında tesbit olunduğu üzere, Allah katında on iki'dir. Bu ay­lardan dördü, mukaddes olan haram aylardır. İşte dosdoğru din budur.Bu aylarda kendinize zul t met mey in. Ey müminler, müşrikler sizinle nasıl top­luca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, mutlaka müttakilerle beraberdir.

Şüphesiz ki Aîlah katında, bir yılın aylan on iki'dir. Allah, gökleri ve yeri yarattığı zamanda neleri meydana getireceğine hüküm verdiği ada, her şeyi yaz­dığı kitabında, yılın aylarının sayısının on ki olduğunu da yazmıştır. Bu on iki ay'dan dördü, haram aylarıdır. Size, ayların sayısını ve haram olanlarım haber veren bu din, dosdoğru bir dindir. Haram ayların kutsallığına uymayan veya on-lan yerinden kaydınp erteleyelerin yaptıkları ise bâtıldır. Sizler yılın bütün ayla­rında, özellikle bu aylarda Allah'a isyan etmeyin. Allanın bu aylarda haram kıl­dığı savaş gibi şeyleri kendinize helal saymayın. Müşrikler işbirliği yaparak, hep birlikte size karşı savaştıkları gibi sizler de aynlağa düşmeksizin hep birlik­te müşriklere karşı savaşın ve bilin ki sözler müşriklerle savaşır ve Aİlahın emir ve yasaklarına uyacak olursanız, düşmanlarınıza karşı Allah, sizinle beraber ola­caktır. Böylece kimse size galip gelmeyecektir.

Ayet-i Kerime'de zikredilen Haram aylar: "Peşpeşe gelen Zilkade, Zilhic­ce, Muharrem aylan ile Cemaziyelâhir ve Şaban aylan arasındaki Receb ayıdır. Cahiliye döneminde de bu dört aya saygı gösterilir ve bu aylarda savaş yapıl­mazdı.

Ebu bekra, Resulullahin, veda Haccını yaptığında bir hutbe irad ettiğini ve hutbesinde şunlan zikrettiğini söylemiştir.

"Şühesiz ki zaman, Aİlahın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, bulun­duğu şekliyle dönmektedir. Şüphesiz ki ayların sayısı, Aİlahın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri kitabında tesbit olunduğu üzere, Allah katında on iki'dir Bu aylardan dördü mukkades olan haram aylardır. Bunlar da, peşpeşe gelen zil­kade, Zilhicce ve Muharrem ayları ile ile Cemaziyelâhir ile Şaban ayı arasında bulunan ve Mudar kabilesinin takdis ettiği Recep ayı'dır[49]

Taberi, bu hadis-i şerifi, Abdullahb. Ömer ve Ebu Hureyre'den de rivayet etmiştir.

Ayet-i kerime'de geçen ve "Bu aylarda kendinize zulmetmeyin" diye ter­cüme edilen cümlesi, müfessirler tarafından farklı şe­killerde izah edilmiştir.

a- Abdullah b. Abbasa göre bu ifadeden maksat şudur: "Bütün aylarda günah işleyerek kendinize zulmetmeyin." Bu izaha göre 'deki zemir an iki ay'a aittir. 

b- Katadeye göre ise bu ifadenin manası şöyledir "Haram aylannda gü­nah işleyerek kendinize zulmetmeyin. Zira bu aylar, kutsal ay olduğundan,bun-larda günah işlemenin cezası diğer aylardan daha ağırdır.

c- îbn-i îshak ve Hasan-ı Basriye göre ise bu ifadenin manası: "Dört adet olanharam aylarının haramlığını kaldınp onları helal aylar sayarak kendinize zulmetmeyin. Zira böyle yapmak, cahiliye döneminde yaptıkları gibi haram ay­larını başkalarıyla değiştirip yerlerinden kaydırmaktır." demektir.

Taberi, bu son izah şeklinin tercihe şayan olduğunu söşlemiştir. Zira bu aylarda yasak kılman şeyleri helal sayarak işlemek, diğer aylarda aynı şeyi işle­mekten daha ağır cezayı gerektinnektedir. İnsanların bütün aylarda günah işle­memekle mükellef oldukları halde, özellikle bu dört ayda, yasaklanan şeyleri iş­lememekle emredil melerinin sebebi, bu ayların, kutsal olmalarındandır. Nitekim bir âyette "Namazlara özellikle orta namaza devam edin. [50]buyurulmuş ve orta namazın önemi özellikle belirtilmiştir. Bu âyette de duru böyledir, özellikle dört haram ayı'nın kutsallığı belirtilmiştir.

Âyet-i kerimede geçen ve "Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa siz de onlarla topluca savaşın" ifadesinden maksat şudur: "Nasıl ki müşrikler, birlik ve bareberiik içinde, ihtilaf etmeksizin toplu oiarak sizinle savaşıyorlarsa sizler de onlara karşı ihtilaf etmeksizin hep birlikte savaşın. [51]

 

37- Bu ayların yerlerini değiştirerek geri bırakmak,inkârda ileri get-mekten başka bir şey değildir. Kâfirler böyle yapmakla doğru yoldansaptı-rılırlar. Allahin haram kıldığı ayların sayısına uygun yapmak için bir yıl haram ayı helal, diğer bir yılı onu haram sayarlar. Böylece Allahın haram kıldığını helal kabul ederler. Yaptıkları kötü ameller kendilerine hoş göste­rildi. Allah, kafirler güruhunu doğru yola iletmez.

Savaş ve benzeri davranışların yasak olduğu Haram ayların yerlerini de­ğiştirip onların bu kutsallığını geri bırakarak başka ay'a kaydırmak, inkarcılıkta ileri gitmekten başka bir şey değildir. Allah, kâfirleri işte bu davranışlarıyla sap­tırır, onlar, haram olan ay'ı bazı yıl helal bazı yıl da haram sayarlar. Böylece gü­ya, Allahın haram kılmış olduğu dört ay'ı tamamlamış olurlar. Halbuki onlar bu davranışlarıyla, Allahın haram kılmış olduğu bir şeyi helal kalmış olurlar. Şey­tan onlara, yapmış oldukları çirkin amellerini güzel gösterdi. Allah, kâfir olan bir topluluğu doğru yola iletmez, onlan iyi ameller işlemeye muvaffak kılmaz.

Araplar bibirleriyle devamlı olarak savaşırlardı. Adı geçen haram aylar gelince, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail zamanından beri kendilerine hürmet gösteri­len bu aylarda savaşmama mecburiyetine uyarladı. Fakat bu iş onların zoruna giderdi. Bü sebeple Haram olan ayları başka aylarla değiştirerek savaşı devam ettirirlerdi. Meselâ: Haram ay olan Muharrem ay'i geldiğinde, devam ettirmek istedikleri bir savaş varsa, onu, ikinci ay olan Safer ay'ı olarak kabul eder ve sa­vaşa devam ederlerdi. Safer ayını ise Muharrem ay'ı olarak kabul eder ve savaş-mazlardı. Böylece Allahın haram kıldığını hela, helaî kıldığını ise Haram kılmış olurlardı. îşte âyet-i Kerime, onların bu hallerine işaret etmektedir.

Müfessirler, müşriklerin haram aylar olan, Zilkade, Zülhicce, Muharrem ve Recep aylarını ne şekilde değiştirerek helal aylar yaptıkları ve başka aylan da bunların yerine koyup haram ayları saydıkları hususunda çeşitli izahlarda bu­lunmuşlardır.

a- Abdullah b. Abbas, Ebu Vâil, Dehhak ve Katadeye göre, müşriklerden, lider kabul edilen biri ortaya çıkar, bir yıl Muharrem ayını haram ilan eder, erte­si yıl ise Safer ayını haram ilan eder, insanlar da ona uyarlardı. Böylece bir yıl Muharrem ay'ı haram ay k abul edilir ertesi yıl da Safer ay'ı haram ay kabul edi­lirdi. Bu şekilde hem haram ay olan Muharrem ay'ı ertelenmiş kabul edilir hem de haram aylarına bir ay daha katarak Safer ayım da haram aylarından saymış olurlardı.

Ali b. Ebi Talha, Abduüah b. Abbasm bu hususta şunları söylediğini nak­letmektedir. "Haram ayların haramlığını terketmek şöyle olmuştur. "Ebu Suma-me" diye adlandırılan "Cünadeb. Avf b. Ümeyye" her yıl, mevsim başında gelir'1 ve şöyle seslenirdi. "Dikkat edin. Ebu Sümameye karşılık verilmez. O, kınana­maz, dikkat edin. Geçen yılın Safer ayı bu yıl helal ay'dır." Böylece bu ay'ı in­sanlara helal yapardı. Bir yıl Safer ayını, ertesi yıİ da Muharrem ayını haram ay yapardı.

b- Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, müşrikler, iki yıl Zilh-cce ayında iki yılda Muharrem ayında Hac yapıyorlar. Hac yaptıkları yıllarda Muharrem ayını da "Zilhicce" diye isimlendiriyorlar, böylece Allahın mukaddes kıldığı Zilhicce ayını yerinden oynatıyorlar,bazi yıllar Recep ayına, Cemaziyelâhir ayı diyorlar, Şaban ayına Ramazan diyorlar. Şevval ayına Rama­zan diyorlar, Zilkade ayına Şevval diyorlar, Zilhicce ayına Zilkade diyorlar, Muharrem ayma Zilhicce diyorlar ve böylece aylann yerlerini değiştiriyorlardı.

c- İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir rivayete göre ise haram aylann yer­lerinin değiştirilmesi şöyle olurdu. Bir yıi, Muharrem ayına da "Safer" adı verip, onu helal ay kabul ederlerdi. Böylece haram aylar üç ay olurdu. Ertesi yılda ise Safer ayma da "Muharrem" adı verirler, onun da haram ay olduğunu kabul eder­lerdi. Böylece o yılda haram aylannın sayısı beş olurdu.

Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: "Araplar cahiliye döneminde, haram ay­larında birbirlerine kızmaz ve dokunmazlardı. Öyle ki kişi babasını öldüren kimseyle karşnaşsa ona elini kaldırmazdı. Kinane oğullarından "Kalmez" isimli bir kimse bu duruma düştü. "Suçluyu bize getirin." dedi. Onlar da "Bu ay Mu­harrem ayı'dır." dediler. O da: "Bu yıl Muharrem ayı'm erteleriz. Her iki ay da Safer ayı olur. Gelecek yılda ise onu kaza ederiz. Her iki ay da Muharrem ay'ı olur" dedi. Onlar da söylediklerini yaptılar. Ertesi yıl olunca dedi ki: "Safer ayında savaş yapmayın. Onu Muharrem ayı ile birlikte haram ay, sayın. Bunlar iki haram ay'dır. Geçen yıl, muharrem ayını ertelemiştik. Bu yi! onu kaza ediyo­ruz..." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. [52]

 

38- Ey iman edenler, size ne oldu ki "Allah yolunda cihada çıkın" de­nildiğinde ağırdan alarak bulunduğunuz yerden kımıldamak istemediniz? Yoksa siz, âhireti bırakıp, sadece dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçimliği âhiret yanında pek azdır.

Ey iman edenler, size ne oldu ki, Allahın Peygamberi sizlere "Allahın düşmanları Rumlara karşı cihad etmek üzere hep birlikte savaşa çıkın" dediği zaman olduğunuz yerde yığılıp kaldınız? Yoksa sizler âhiret saadeti karşılığın­da, geçici dünya zevklerine mi razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçimlik ve lezzetleri, âhiret nimetleri yamda çok değersiz şeylerdi.

Bu âyet-i Kerime Hicrî onuncu yılda meydana gelen Tebük seferi hak­kında nazil olmuştur. Tebük Seferi İslâm tarihinde önemli bir hadisedir.

Resulullah (s.a.v.) Taif muhasarasından dönüp Medine'de birkaç gün kal­dıktan sonra, müslümanlara, Bizans İmparatorluğu ile savaşmak üzere cihad emretmiştir. Resulullah, yaptığı bütün savaşlarda çıkacağı asıl ciheti belirtmez, başka bir tarafı hedef alırmiş gibi gösterirdi. Fakat Tebük seferinde böyle yap­madı. Müslümanlar iyi bir şekilde hazırlansınlar diye, savaşa gideceği yeri daha Önceden ilan etti. Yapılacak olan bu sefer, müsiümaniara zor geldi. Çünkü yaz mevsimiydi ve sıcak çok şiddetliydi, kıtlık yılları yaşanıyordu, düşman uzak bir mesafede idi ve Müslümanlar, Bizans ordusuyla savaşmaktan çekiniiyorlardı. Savaş için uzun bir hazırlık gerekiyordu. Ayrıca Medine'de hurmalar yetişmiş, toplama zamanı yakalamıştı. Bütün bu sebeplerden dolayi.Tebük seferi, müslü-manlann tamamına değilse de bir kısmına ağır ve zor gelmişti. Âyet-i Kerime Müslümanların bu haline işaret etmekte onları Cihada teşvik etmekte, daha son­ra gelen âyetler ise cihada çıkmadıkları takdirde cezalandırılacaklarını bildir­mektedir. [53]

 

39- Eğer cihada çıkmazsaniz, Allah, sizi can yakıcı bir azapla ceza­landırır. Sizin yerinize başka bir kavmi getirir ve Allaha bir zarar vere­mezsiniz. Allah, her şeye kadirdir.

Ey müminler, Eğer Resulullah ile birlikte cihada çikmazsanız Allah, sizi âhirette cezalandıracağı gibi daha dünyadayken de sizleri can yakıcı bir azaba uğratır. Sizi yok eder ve yerinize, Allaha ve Peygamberine itaat eden bir toplu­luk getirir. Sizler, cihadı terketmekle Alîaha hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü Allahm, sizin cihad etmenize ihtiyacı yoktur. Allah her şeye kadirdir. Sizi yok edip yerinize başka bir topluluğu getirmek, onun için güç bir şey değildir.

Abdullah b. Abbas, bu âyette zikredilen "Can yakıcı azab"ın, Resulullah ile birlikte savaşa çıkmayanlara yağmur yağdırmamak şeklinde tahakkuk ettiği­ni söylemiş ve demiştir ki: "Resulullah, Arap kabilelerinden birini savaşmaya çağırdı. Onlar Resulullaha karşı ağır davrandılar. Allah da onlardan yağmuru kesti. Böylece onlara azap etti.

:îkrime ve Abdullah b. Abbas, bu âyet-i kerime'nin, bir de "Medine halkı ve çevresinde bulunan Bedevilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından daha çok sevmeleeri yakışmazdı. [54]ayetinin, "Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez[55] ayetiyle neshe-dildiğini söylemişlerdir.

Taberi, İkrime ve Hasan-ı Basri'nin bu âyetlerin neshedildiğine dair zik­rettikleri görüşün doğru olduğu hususunda herhangi bir haber ve kabul edilecek bir delil bulunmadığı için bunun doğru olmadığım söylemiş, bir çok sahabi ve tabiinden bu âyetin hükmünün neshedilmediğinin rivayet edildiğini bildirmiştir, aynca bu âyet-i kerime'nin Abdullah b. Abbas'ın da zikrettiği gibi, Resulullah'ın savaşa çağırdığı belli kimseleri kastettiği, "Müminlerin hepsinin savaşa çıkma­ları gerekmez." âyetinin ise bütün müminleri kastetmiş olması mümkündür. Bu son âyet, müminlerin hepsinin değil de sadece savaşa çağırılanların savaşa katıl­malarının gerekli olduğunu beyan etmiş olurki, izah etmekte olduğumuz âyet-i kerime'de savaşa çağrılan insanları beyan etmektedir. Bu da göstermektedir ki, âyetler arasında birbirlerini neshedecek bir çelişki söz konusu değildir. [56]

 

40- Siz, Peygambere yardım etmeseniz de Allah ona yardım etti. Ha­ni bir zaman Peygamber, iki kişiden biri iken Kâfirler onu Mekke'den çı­kardılar. Onlar mağarada iken arkadaşına "Üzülme, şüphesiz ki Allah bi­zimle beraberdir." diyordu. Böylece Allah, Peygamberin üzerine emniyeti­ni indirdi ve onu, görmediğiniz askerlerle destekledi. Kafirlerin sözlerini alçalttı. Yüca olan, ancak Allanın sözüdür. Allah her şeye galiptir, nukum ve hikmet sahibidir.

Âyet-İ Kerime'de, Allah tealanın, Peygamberine yaptığı yardımlardan biri olan Hicret sırasındaki yardımdan bahsedilerek buyuruluyor ki: "Ey iman eden­ler, eğer sizler, Allanın Resuİüyle birlikte cihada çıkıp ona yardım etmeyecek olursanız bilin ki onun yardımcısı Allah'tır. Allah ona yardım ettikten sonra ar­tık onun, sizin yardımınıza ihtiyacı yoktur. Nitekim Mekke'deki Kureyş kâfirleri onu yurdundan ve evinden çıkarmak istedikleri zaman ona yardım etmişti. O, Ebubekir'Ie beraberdi. İkisi birlikte evlerinden çıkıp Sevr dağındaki mağaraya gizlenmişlerdi. Muhammed, arkadaşı Ebubekir'e; "Üzülme şüphesiz ki Allah bi­zimle beraberdir." diyordu. Böylece Allah, Peygamber'in üzerine emniyet ve sü-kunat indirdi. Onu, sizin görmediğiniz Melekler ordusuyla destekledi. Kâfirlerin sözünü ise ayağa düşürüp onları alçalttı. Zira, yüce olan ancak Allahın sözüdür. Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Âyet-i Kerime, Resulullah (s.a.v.)'in Mekke'den Medine'ye hicretini ba­his mevzuu etmektedir. Hicret, İslâm tarihinde bir dönüm noktası ve en önemli olaylardan bir tanesidir. Özet olarak şöyle cereyan etmiştir.

Mekke'de müslümanlara müşrikler tarafında işkenceler, kötülükler yapılı­yordu. Bu sebeple Müslümanların bir kısmı Habeşistana hicret etmişti. Daha sonraları, Medine'de bulunan Evs ve Hazreç kabilesinden, İslâmiyeti kabul edenler çoğalınca, Müslümanlar, Resülullah'ın müsaadesiyle Medine'ye hicret etmeye ve orada önemli bir güç haline gelmeye başladılar. Mekkeli müşrikler bu durumdan endişelendiler. Resulullahin da oraya giderek Müslümanların ba­şına geçmesi halinde kendileri için çok tehlikeli olacağını düşünerek Dârünnedve denilen yerde toplanıp durumu müzakere ettiler. Ve Ebu Cehl'in teklifiyle Resulullahı öldürmeye karar verdiler. Bu durumu Cebrail (a.s.) Resu-lullaha bildirdi. Ve Medineye hicret etmesine Allah tealanın müsaade buyurdu­ğunu tebliğ etti.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) o gece, Hz. Aliyi kendi yatağına yatıra­rak evinden çıktı ve evinin etrafında bekleyen kâfirlerinyüzüne bir avuç toprak serpti. Böylece kâfirler kendisini göremediler Doğruca Hz. Ebubekir'in evine gitti ve beraberce hicret edeceklerini söyledi. Hemen birkılavuz tutuldu ve üç gün sonra develeri alıp Sevr dağına gelmesi söylendi.

Resulullah (s.a.v.) ile Hz. Ebubekir o gece şehirden çıkarak Mekke'ye bir saat mesafede bulunan Sevr dağına gittiler. Ve orada bulunan mağaraya sığındı­lar.

Ertesi sabah müşrikler, Resulullahın Mekke'den ayrılmış olduğunu öğre­nince onu aramaya başladılar. Her tarafı arıyorlardı. Sevr dağına kadar da geldi­ler. Fakat mağaranın ağzına, Allahın takdiriyle örümcek ağını germiş bir kuş da oraya yuva yapmıştı. Bu durumu gören müşrikler, bu mağarada kimsenin bulu­namayacağını düşünerek içeriye girmediler. Böylece Resulullah ve arkadaşı müşriklerin saldırısından kurtuldular.

Resulullah (s.a.v.) ile Hz. Ebubekir, üç gün sonra, kılavuzun getirdiği de­velere binerek Medine'ye doğru yola çıktılar...

İşte bu mağarada bulundukları sırada Hz Ebu Bekir, mağaranın ağzına kadar gelen müşriklerin, kendilerini göreceği endişesine kapılarak demişti ki:

"Ey Allahın Resulü, eğer bunlardan biri ayağım biraz daha kaldıracak ol­sa bizi görecekler." Resulullah (s.a.v.)'de buyuonuştur ki: "Ey Ebubekir, üçün­cüleri Allah olan iki kişi hakkında ne düşünebilirsini[57]Yani, Allah bizimle beraberdir hiç endişe etme.

Âyet-i Kerime, Resulullahın, hicret sırasında Allah tealanın himaye ve lütfuna mazhar oluşunu gösterdiği gibi Hz. Ebubekir'i de anarak onun mertebe­sinin yüceliğine de işaret buyurmaktadır. [58]

 

41- Ey müminler, güçlünüz, zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Al­lah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer billcrsiniz bu, sizin için daha hayırlıdır.

Ey iman edenler, Allah düşmanlarına karşı genç-ihtiyar, süvari-yaya zen-gin-fakir, sağ-hasta, güçlü-güçsüz, hep birlikte cihada çıkın. Allahın dinini yay­mak ve yüceltmek için kâfirlere karşı mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer Allah yolunda cihad etmenin faziletini bilen insani arsanız, topluca savaşa çıkıp cihad etmeniz, yerlerinize çakılıp kalmanızdan sizin için daha hayırlıdır.

Âyet-i kerime'de geçen ve "Güçlü" diye tercüm edilen ( kelimesinden ve yine âyette geçen ve "zayıf diye tercüm edilen( H\z ) kelimelerinden neyin kastedildiği hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikret­mişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Ebu Talha, İkrime, Dehhak, Bişr b. Atiyye Muktail ,Mücahid, Katade ve Ebu Salih'e göre kelimesinden maksat ise "Genç olarak" kelimesinden maksat "ihtiyar olarak" demektir. Bun­lara göre âyitin bu bölümünün manası "Genç ihtiyar hep birlikte savaşa çıkın" demektir. Bu hususta, Muğire b. Numan diyor ki: "İtaatkâr ve iri vücutlu bir yaşlı adam vardı. Savaşa katılmak istedi. Sa'd b. Ebi Vakkas, onun savaşa katıl­masına engel oldu. Yaşlı adam: "Allah zinde olanınız ve ağır hareket edeniniz, savaşa katılsın" buyuruyor dedi. Bunun üzerine onun, savaşa katılmasına izin verdi. Yaşlı adam savaşta öldürüldü. Ömer b. el-Hattab: "Haşimoğullarının dos­tu olan o yaşlı adam ne oldu?" diye sordu. Kendisini tanıyanlar da: "Ey mümin­lerin emiri o, öldürüldü." dediler.

Hibban b. Yezİd diyor ki: "Ben, Safvan b. Amr ile savaşa katıldım. Çok yaşlı ve zayıf bir adam gördüm. Öyle ki kaşları, gözlerinin üzerine düşmüştü, O adam Şam halkından idi. Savaşanlarla birlikte bineğinin üzerinde bulunduğ bir sırada yanıma vardı ve dedim ki: "Amca Allah seni mazur görmüştür." O da kaşlannı kaldırdı ve dedi ki: "Yeğenim, Allah, bizlerin, zinde ve ağır haraket edenlerimizin, hep birlikte savaşa katılmamızı istedi. Allah, sevdiğini imtihan eder. Sonra onu, eski haline getirir. Ve yaşatır, Allah, kullarından ancak şükre-deni, sabredeni, zikredeni ve Allah'tan başkasına ibadet etmeyeni imtihan eder."

b- Hakem'e göre maksat, meşguliyeti bulunmayan maksat ise "meşguliyeti bulunan" demektin

c- Ebu Salihe göre maksat, "zengin olanlar" maksat da "Fakir olanlar" demektir.

d- Abdullah b. Abbas ve Katadeye göre maksat "Zinde olanları maksat ise "Zinde olmayanlar" demektir.

e- Ebu Amr el-Evzaiye göre ise demek "Binekli olanlar" dernek ise "Yaya olanlar" demektir.

f- ibn-i Zeyd ve diğer bir kısım alimlere göre ise maksat "Arazisi olmayan" maksat ise "Arazisi olan"dır.

Böyle birinin arazisini teredip savaşa gitmesi kendisine ağır geldiğinden bunlara "Ağır hareket edenler" anlamına gelen sıfatı verilmiştir.

Bu hususta Hadremi diyor ki: "Bir kısım insanlar, hasta veya yaşlı olduk­larından dolayı savaşa katılmamaları sebebiyle günahkâr olmayacaklarını zannetiler. Bunun üzerine Allah teala "Güçlü olanınız da zayıf olanınız da savaşa katılsın." âyetini indirdi. Kimseye mazeret bırakmadı.

Muhammed b. Şirin? diyor ki: "Ebu Eyyub el Ensari, Resulullah ile bir­likte Bedir savaşına katıldıe. Sonra da müsülümalann yaptığı hiçbir savaştan geri kalmadı. Ancak bir yıl katılmadı. Ebu Eyyub bu âyeti okur ve şöyle derdi "Ben kendimi ya hissediyorum. Benim savaştan kopmam mümkün değildir.

Ebu Raşid el- Harrani diyor ki: "Ben, Resulullahın süvarisi Mikdat b. Es-vedi, Humus şehrinin sarraflarının oturaklarından birinde oturduğunu gördüm. Onun vücudu büyük olduğu için oturağa sığmıyordu. O, savaşmak istiyordu De­dim ki: "Alah seni mazur görmüştür." Oda dedi ki: "bize Buûs suresi (tevbe su­resi) gönderildi. Ve Duyuruldu ki: "Güçlü olan, zayıf olan hep birlikte savaşa katılın."

Taberi diyorki: "Bu âyette zikredilen ve kelimeleri hakkında bize göre doğru olan görüş şudur Allah teala, müminlere, düşmanlarına karşı kendi yolunca cihad etmelerine emretmiş, bu cihad, mümin­lere hafif gelse de zor gelse de ona katılmaları gerektiğini beyan etmiştir. Cihad etme kendisine hafif gelene, cihad etmeyi kolay bulan herkes dahildir. Bu kişi­nin cihad etmeye güç yetirmesinden, vücudun sağlığından, genç oluşundan, maddi imkânını bolluğundan, meşguliyetinin olmayışından, binek temin etme imkanından kaynaklanmış olabilir. Diğer yandan, cihad etme kendisine ağır ge­lene, cihad eteye zorlanan herkes dahildir. Bu, kişinin vücudunun zayıflığından, hasta oluşundan, maddi imkanının kıtlığından, arazisi ve geçimiyle meşgul ol­masından binek temin edemeyişinden yaşının ileri olmasından ve çoluk çocuğu­nun kalabajık oluşundan kaynaklanmış olabilir. Madem ki, Allah teala, kitabın­da  ve kelimelerini zikredilen bu hal ve sıfatlardan birine tahsis etmemiş, bu hususta Resulullahtan da herhangi bir haber zikredil-memiştir, o halde bu kelimeleri, genel anlamlarıyla alma ve cihad kendisine zor gelen veya kolay gelen her müminin, seferbelik. ilan edildiğinde cihada katılma­sı gereklidir, demek doğru olan görüştür.

Müslim b. Sabih, bu âyetin, Tevbe suresinin ilk inen âyeti olduğunu, söy­lemiş, Mücahid ise bu surenin yirmi beşinci âyetinin, surenin ilk inen âyeti ol­duğunu söylemiştir. [59]

 

42- Ey Muhammcd, eğer cihad, kolaylıkla elde edilecek bir dünya menfaati ve istenilen bir yolculuk olsaydı elbette sana uyarlardı. Fakat zor­lukla aşılacak yol, onlara uzak geldi. "Eğer gücümüz yetseydi, elbette sizin­le beraber cihada çıkardık." diye Allaha yemin edeceklerdir. Onlar bu davranışlarıyla kendilerini helak ederler. Allah biliyor ki, onlar mutlaka yalancıdırlar.

Bu âyet-i kerime, Tebük seferine katılmayan münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bu kimseler, çeşitli bahaneler ileri sürerek cihattan geri kalmışlar ve bu davranışlarıyla Resulullahı kandırdiklanru zannetmişlerdi. Allah teala bunla­rın iç yüzünü, Peygamberine bildirerek, bahanelerinin yersiz olduğunu ve iddia­larında yalancı olduklarını açıkladı. [60]

 

43- Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler sana belli olmadan ve yalan söyleyenleri bilmeden cihada çıkmamalarına niçin izin verdin?

Bu âyet-i kerime'de Cenab-ı Hak, yumuşak bîr üslup ile Resulullaha si­tem etmektedir. Ancak Allah teala, Resulullahm bu olayda daha uygun olan ha­reketi yapmamasından dolayı ona sitem etmeden önce, onun bu davranışını af­fettiğini bildirmektedir ki bu da Resulullah için bir lütuftur.

Katade diyor ki: "Allah teala bu âyet-i kerime'de, savaşa katılmamak için bahaneler uydurup izin isteyenlere izin verdiği için Resulullahı kınamış ancak bundan sonra Nur suresinin şu âyetini indirerek bu gibi insanlara izin verip ver­memekte Resulullahı serbest bırakmıştır. "... Eğer onlar, bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver. [61]

 

44- Allaha ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla, canlarıyla ci­had etmemek için senden izin istemezler. Allah, takva sahiplerini çok iyi bi­lendir.

Ey Muhammed, Allahın varlığını ve birliğini tasdik eden, Öldükten sonra dirilmeye ve âhiret yurduna iman edenler, Allah düşmanlarına karşı, mallarıyla, canlarıyla cihad etmemek için senden izin istemezler. Allah, emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak kendisinden korkanları çok iyi bilendir. Bu âyet-i kerime, üstü kapalı bir şekilde münafıkları kınamaktır. [62]

 

45- Senden, ancak Allaha ve âhiret gününe iman etmeyenler, kalbleri şüpheye düşmüş ve kuşkuları içinde bocalayıp duranlar cihada çıkmamak için izin isterler.

Ey Muhammed, geçerli bir özürü olmadığı halde, seninle beraber cihada gitmemek için izin isteyenler: "Allahın varlığını ve birliğini tasdik etmeyenler, âhiret gününe iman etmeyenler, Ailaha itaat edenlerin mükâfaatlarındırılacağı, karşı gelenlerin ise cezalandırılacağı hususunda şüphe içinde bulunanlardır. Za­ten onlar, şaşkınlıkları içinde bocalayıp durmaktadırlar. Neyin hak neyin bâtıl olduğunu seçmemektedirler,

îkrirne ve Hasan-ı Basri, bu âyetin ve bundan Önceki âyetin, Nur suresi­nin şu âyetiyle neshedildiğim söylemişlerdir: "Gerçek müminler ancak o kimse­lerdir ki, Allaha ve Resulüne iman ederler. Bir arada olmayı gerektiren bir me­selede Peygamberle bir araya geldikleri zaman Peygamberden izin almadan ay­rılmazlar. Senden izin isteyenler, işte onlar, Allaha ve Resulüne iman edenler­dir. Eğer onlar, bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver. Onlara, Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. [63]

Taberi, bu âyetlerin, birbirlerini neshetmedüçlerine işaret etmiştir. [64]

 

46- Eğer bunlar, cihada çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yapar­lardı. Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi de yerlerinde durdurdu. Onlara: "Geride kalıp oturanlarla beraber siz de oturun." de­nildi.

Ey Muhammed, eğer bu münafıklar seninle beraber, düşmanlarına karşı cihad etmek için çıkmayı istemiş olsalardı, yolculuk ve savaş için gereken mal­zeme ve teçhizatı hazır ederlerdi. Fakat Allah, bunların, seninle beraber savaşa çıkmalarını istememiş, onları yerlerinde durdurmuştur. Onlara: "Cihattan geri kalan hasta, âciz, çocuk ve kadınlarla birlikte oturup kalın." denilmiştir.

İbn-i İshak diyorki: "Savaşmamak için Resulullah'tan izin isteyenler, mü­nafıkların ileri gelenlerinden Abdullah b. Übey b. Selul, Çed b. Kays vb. kimse­lerdir. Allah, bunların çıkıp müminlerin ordularını ifsad edeceklerini bildiği için bunları, yerlerinde bırakmış ve savaşa çıkmalarını nasibetmemiştir.

Allah teala, münafıkların, Resulullah ile birlikte savaşa katılmalarını ni­çin istemediğini ise şu âyette beyan ederek buyuruyor ki: [65]

 

47- Eğer onlar, sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı, ancak boz­gunculuk çıkarır, sizi birbirinize düşürmek İçin aranıza fitne sokarlardı, içinizde onları dinleyenler de vardır. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.

Eğer bu münafıklar sizinle beraber savaşa çıkmış olsalardı, sizin aranıza fitne sokmaktan sizi cihattan geri bırakmaya çalışmaktan başka bir şey yapma­yacaklardı. Sizin içinizde, onların sözlerini dinleyen zayıf iradeli kişiler bulun­maktadır. Özellikle bunları kandırmaya çalışacaklardı. Allah, zalim olan münafıklar güruhunu çok iyi bilendir.

Taberi, bu âyetin: "İçinizde onîan dinleyenler de vardı." kısmını şöyle izah etmiştir: "Sizin içinizde, sözlerinizi dinleyip büyüklerine götürmek için on­ların casusları vardır." Mücahid de bu görüşü tercih etmiştir. Birinci izah şekli ise Katade'nin görüşüdür, İbn-i Kesir de bunu tercih etmiştir. [66]

 

48- Ey Muhammed, nitekim bunlar, daha önce de aranızda bozgun­culuk çıkarmaya çalıştılar. Sana karşı çeşitli İşler çevirdiler. Nihayet hak geldi. İstemedikleri halde Aliahın emri gelip oldu.

Ey Muhammed, Uhud savaşında, münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy-'in, taraftarlarıyla birlikte sizi bırakıp gitmeleri gibi, münafıklar, senin arkadaş­larım fitneye düşürmeyi istediler. Dinin olan İslâmı geçersiz kılmak için sana karşı nice dalavereler çevirdiler. Nihayet Aliahın hak olan zaferi geldi. Ve Alla­nın emri olan îslâm dini, onlar istemedikleri halde galip oldu.

Resullah, sahabilerine Rumlarla savaşmak üzere hazırlanmalarını em­retmiştir. Bu da insanların zor zamanlarına sıcağın şiddetli olduğu bir döneme memleketin kıtlık içinde olduğu bir devreye meyvelerin olgunlaştığı ve gölgele­rin sevildiği bir mevsime rastlamıştır. Öyle ki insanlar, meyvelerinin başında ağaçların gölgelerinin altında durmayı istiyorlar, oradan ayrılmak istemiyorlar­dı. Resulullah, yapmış olduğu savaşların hemen hemen tümünde hedef şaşırtır, savaşacağı yönden başka bir yöne gideceğini ima ederdi. Tebük seferinde du­rum böyle olmadı. Mesafenin uzaklığı zamanın sıkıntılı oluşu ve düşman sayısı­nın çok olması sebebiyle Resulullah bu seferi, insanlara açıkça anlattı ki, hazır­lanıp tedbirlerini alsınlar. İnsanlara, cihada çıkacaklarını, Rumlarla savaşacakla­rını emretti. İşi sıkı ve ciddi tuttu. Zenginlere, fakir olan askerlerin teçhizat ve bineklerini temin etmelerini emretti. Ordu hazırlandıktan sonra "Seniyyetül Ve­da" denen yerde ordusunu topladı. Abdullah b. Übey b. Selul de Seniyyetül Ve-da'dan daha aşağı bir yerde kendisine ait askerlerini topladı. Onun askerleri, Re-sulullah'ın ordusu haraket edince Abdullah b. Übey, Abdullah b. Nebtel, Resu-lullah'ın askerlerinden daha az değildi. Rifaa' b. Yezid gibi münafıkların ileri gelenleri, geri kalanlarla birlikte geride kaldılar, Allah teala da onların halini Resulullaha bildirerek bu âyeti indirdi. [67]

 

49- Onlardan bazısı Peygambere: "Bana izin ver, beni fitneye düşür­me" diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine düşmüşlerdi. Şüphesiz cehen­nem, kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.

Ey Muhammed, münafıklardan bazıları sana: "Savaştan geri kalmam için bana izin ver. Benim, rum kadınlarını görerek fitneye düşmeme sebep olma." demişlerdi. İyi bilin ki bunlar aslında savaşta Allahin Peygamberin'den geri ka­larak fitneye düşmüşlerdir. Şüphesiz ki cehennem, kâfirleri, kıyamet gününde çepeçevre kuşatacaktır.

Zühri, Yezid, Abdullah ve Âsimin rivayetlerine göre, Peygamberimiz, Cedd b. Kays'm, Tebük seferi için hazırlanmasını isteyerek şöyle buyurmuştur. "Ey Cedd, bu sene Rumların cellatlarına karşı savaşa var mısın?" Cedd ise şöyle cevap vermiştir: "Ey Allahm Resulü bana izin ver, beni fitneye düşürme. Valla­hi kavmim, kadınlara benden daha düşkün birisinin olmadığını çok iyi bilir. Korkuyorum ki Rum kadınlarını görünce sabredemem. "Bunun üzerine Resuîul-Iah (s.a.v.) ondan yüz çevirerek: "Haydi sana izin verdim." buyurmuştur, işte bu olay üzerine bu âyet nazil olmuştur. [68]

 

50- Ey Muhammed, sana bir iyilik dokunursa onlar üzülürler. Şayet bir kötülük dokunursa "Daha önce biz, cihada çıkmayıp geride kalmakla tedbirli davrandık" derler ve sevinerek dönüp giderler.

Ey Muhammed senin bir başarı elde etmen, bir zafer kazanman, münafık­ların hoşuna gitmez, buna üzülerler. Şayet savaşta mağlup olmanız veya basan elde edememeniz gibi bir musibet dokunacak olsa münafıklar bu durum karşı­sında "Biz daha önce savaşa katılmayıp Muhammed'den geri kalmakla tedbiri­mizi aldık." derler. Ve sizin uğradığınız zarardan dolayı sevinerek sizden uzaklaşip giderler. İştee Cedd b. Kays vb. münafıklar bunlardandır. [69]

 

51- Onlara de ki: "Bize ancak Allanın yazdığı isabet eder. O, bizim dostumuzdur. Müminler sadece Allaha güvensinler."

Ey Muhammed, cihattan geri kalan o münafıklara de ki; Bize ancak Alla­hm levh-i Mahfuzda yazdıkları isabet eder. Onun dışında birşey dokunmaz. O, bizim dostumuzdur. Ve düşmanlarımıza karşı yardımcımızdır. Müminler sadece AUaha güvensinler ki Allah da onlara, düşmanlarına karşı yardım etsin. [70]

 

52- De ki: Siz, bizim için iki güzelliğin birinden başka neyi bekleyebi­lirsiniz? Biz ise, sizin için, Allanın kendi katından veya bizim elimizle sizi bir azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyin, doğrusu biz de sizinle beraber bekleyenleriz."

Ey Muhammed, yine o münafıklara de ki: "Sizler,bizim için övülmeye lhayık olan iki güzel neticeden başka neyi bekleyebilirsiniz ki? Biz, ya düşmana galip gelir sevap kazanırız ve ganimet elde ederiz veya öldürülür, şehitlik mer­tebesine ulaşır cenneti kazanırız. Fakat biz, sizin için, Aîlahın ya kendi katın­dan göndereceği bir ceza ile sizi helak etmesini yahut bizim vasıtamızla sizi Öl­dürmesini bekliyoruz. Bakalım Alllah, bize de size de ne yapacaktır? [71]

 

53- Ey Muhammed de ki: "Malınızı ister gönülü, ister gönülsüz har­cayın. Sizden asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldu­nuz.1

EyMuhammed de ki: "Ey münafıklar güruhu, malınızı isteyerek veya is­temeyerek harcayın, Aîlah,sizin bu harcamalarınızı kabul etmeyecektir. Çünkü sizler, Allahm dininden şüphe eden ve ona itaattan ayrılan fasık bir kavimsiniz.

Bu âyet-i kerime'nin de Cedd b. Kays hakkında nazil olduğu rivayet edilmektedir. Ced, "Rum kızlarını görünce baştan çıkarım." gerekçesiyle savaşa katılmayınca Resulullaha "İşte benim malım. Sana bununla yardım ederim." de­miş ve bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur. [72]

 

54- Onların harcadıklarının kabul edilmesine mani olan şey, sadece Allahı ve Peygamberini inkâr etmeleri, namaza ancak tembel tembel gel­meleri ve ancak istemeyerek harcamalarıdır.

O münafıkların, Allah yolunda harcadıkları şeyler kabul edilemez. Bunun sebebi, onlann, Allahı ve Peygamberini inkâr etmeleri, faydasına inanmadıkları için namaza istemeyerek gitmeleri ve yine, inançlarının aksine niteceler meyda­na getireceği için istemeyerek harcamalarıdır. [73]

 

55- Onlann mallan ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla dünya hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını diler.

Allahın, münafıklara, mal ve evlatlanyla daha dünyadayken azap etme­si; onlara, zekât gibi mâli vazifeler yüklemesidir Çocuklarıyla azap etmesi ise onlann savaşlarda ve benzeri hadiselerde babalarının gözleri Önünde öldürülme­leridir.

Bu konuda başka âyetlerde de şöyle Duyuruluyor: "Ey Muhammed, bir kısım kafirlere, kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya hayatının sü­sünde sakın gözün kalmasın. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir. [74] "Onlar kendilerine mal ve oğullar lütfederken iyiliklerine koştuğumuzu mu zan­nediyorlar? Hayır, onlar, işin farkında değiller. [75]

 

56- Bu münafıklar, sizden olduklarına dair Allaha yemin ederler. Gerçekte ise onlar sizden değildirler. Fakat onlar, korkak bir güruhtur.

Ey Muhammed, bu münafıklar, sizin dininizden olduklarına dair Allaha yemin ederler. Halbuki onlar, aslında sizin dininizden değildirler Onlar, şüphe­ci ve nifakçı insanlardır. Onlann, sizin dininizden olduklarını söylemeleri, onla-n öldüreceğinizden kormalanndandir. [76]

 

57- Eğer birsığınak veya mağraîar yahut girecekleri bir delik bulsa­lar hemen oraya süratle koşarlar.

Bu münafıklar sizden o derece korkarlar ki şayet siğınacaklan bir kale veya dağlarda mağralar yahut yer altında bir geçit bulacak olsalar hemen oralara sığınırlardı. [77]

 

58- Onlardan bazıları sadaka hakkında sana dil uzatırlar. Kendileri­ne ondan verilirse razı olurlar. Ondan birşey verilmezse bir de bakarsın kı­zarlar.

Bu âyet-i Kerime "Zul Huveysire" adındaki bir münafık hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.v.) Huneyn ganimetlerini taksimi ederken bu adam Resulullaha "Ey Muhammed âdil ol. Hiç de adaletli davranmadm." demiş Resu-İullah (s.a.v.)'de ona "Vay haline, ben adaletli davranmazsam kim adaletli dav-ranır[78] buyurmuştur. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. [79]

 

59- Eğer onlar, Allanın ve Peygamberi*nin, kendilerine verdiği şeye razı olsalar ve "Allah bize yeter, Allah bizi ilerde lütfuyla rızıklandırır Re­sulü de. Biz, AHahı istiyoruz." deselerdi bu onlar için daha hayırlı olur.

Ey Muhammed, eğer sadaka hakkında sana dil uzatan bu insanlar, Alla-hın ve Resulünün, kendilerine verdiği paya razı olup "Allah bize yeter. O bize, hazinelerinden lütfuyla verecek. Peygamberi de kendisine gelen sadakalardan verecektir. Biz, Allahm, lütfuyla rızkımızı artırmasını arzularız." deselerdi daha hayırlı olurdu. [80]

 

60- Zekât, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, zekât toplayan memurlara, kalbleri İslam'a ısındırılmak istenenlere, köle­lere, borçlulara, Allah yolunda cîhad edenlere ve yolda kalanlara verilir. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Âyet-i kerime'de kenidlerine zekât verilecek sekiz sınıf insan zikredilmiş­tir. Bu sınıflar şunlardır.

1- FAKİRLER: Tercih edilen görüşe göre bunlar, muhtaç olan, bununla birlikte iffetinden dolayı insanlardan dilenmeyen kimselerdir.

2- MİSKİNLER: Bunlar, muhtaç olan ve dilendikleri için de mmeskenet ve zilletleri belli olan kimselerdir.

Müfessirler, fakirlerle miskinler arasındaki farkı, çeşitli şekillerde izah et­mişlerdir.

a- Hasâh-i Basri, Abdullah b. Abbas, Cabir b. Zeyd, Zühri, Mücahid ve İbn-i Zeyde göre "Fakir"den maksat, muhtaç olan, bununla birlikte iffetinden dolayıe dilenmeyen kişidir. "Miskin" ise muhtaç olan ve dilenen kimsedir.

b- Katadeye göre ise "Fakir" vücudunda sakatlık bulunan muhtaç kimse­dir. "Miskin" sağlam olan muhtaç kimsedir.

c- Dehhak, tbraim en-Nehai, Said b. Cübeyr ve Said b. Abdurrahman'a göre buradaki fakir'den maksat, muhacirlerin fakirleridir. Miskin'den maksat ise hicret etmeyen müslümarüann fakirleridir.

d- İkrimeye göre ise burada zikredilen fakir'den maksat rnüslümanların muhtaçlarıdır. Miskin'den maksat ise ehl-i kitabın muhtaçlarıdır.

Taberi diyorki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, birinci görüştür. Fa­kir'den maksat, ihtiyacı olduğu halde dilenmeyen, Miskin'den maksat ise ihti-yaçlı olan ve dilenen kimsedir." Zira miskin'in lügat manası zillete düşen kimse­dir. Fakirler dilendikleri takdirde bu hale düşkütlerinden onlara bu ad verilmiş­tir. Nitekim bir âyet-i kerime'de fakirlerin kimler oldukları şöyle beyan edilmiş­tir. "Sadaka kendilerini Allah yoluna vakfeden fakirler içindir. Bunlar, nzık ara­mak için yeryüzünde dolaşmazlar (dilenmezler) Durumlarını bilmeyen kimse haya ve iffetlerinden dolayı onlan zengin zanneder. Sen onları, yüzlerinden ta­nırsın. Onlar, insanlardan ısrarla dilenmezler. [81]                  

3- ZEKAT TOPLAYAN MEMURLAR: Bunlar, zekât verecek kişilerden zekâtı toplayan ve zekat almaya layık olan  kimselere dağıtan görevlilerdir. Bunlara çalışmalarının karşılğı olarak zekattan ücret Ödenir. Bu sebeple bunla­rın fakir veya zengin olmaları farketmez. Ancak fakir olanlarına ayrıca fakirlik­lerinden dolayı zekat da verilebilir.

Müfessirler, bu sınıftan olan insanlara, toplanan zekâtın en çok ne kadarı­nın verilebileceği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Dehhak ve Mücahide göre bunlara toplanan zekatın ancak sekizde biri verilir. Çünkü bunlar, sekiz sınıftan birini oluşturmaktadırlar.

b- Abdullah b. Amr b. el-Ass ve İbn-i Zeyd'e göre ise bunlara toplanan zekâttan, yaptıkları işe göre ücret verilir. Bu ücret, herhangi bir miktarla kayıt­lanmaz Alacakları ücret çalışmalarıyla orantılıdır.Zira Hz. Ömer bu şekilde tat­bikatta bulunmuştur.

Taberi bu son görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Çünkü âyeti kerime, kendilerine zekat verilenleri sekiz sınıfa ayırmışsa da bunlardan herbiri-ne eşit paylarda zekât verilmesini emretmemiştir. Sadece bu sınıflara zekât veri­lip bunların dışındakilere verilemeyeceğini beyan etmiştir. Onlardan herhangi birini tercih etmeyi, zekatı dağıtana bırakmıştır. Zekat toplama işinde çalışan kimseler, emekharcadiklanndan bu emeklerinin karşılığını almaları haklandın Bunu belli bir miktarla dondurmak doğru değildir.

4- KALBLERİ İSLAMA ISINDIRILMAK İSTENENLER: Bunların fa­kir veya zengin olmaları şart değildir.

Bunlar da şu üç grupta mütalaa edilebilir.

a- Yeni müslüman olan ancak henüz İslamın kalblerinde iyice yerleşme­diği kimseler. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bunlar, müslüman olduklarını be­yan ederek Resulullah'a gelen kimselerdi. Resulullah bunlara, sadakalardan pay ayırırdı. Bunlara bir pay verdiğinde "Bu, iyi bir din." derlerdi vermediğinde ise idini ayıplar ve terkederlerdi Yahya b. Ebi Kesir, diyorki: "Ebu Süfyan b. Harb, Haris b. Hişam, Abdurrahman b. Yerbu Safvan b. Ümeye.Süheyl b. Amr, Hu-vaytıb b. Abdüluzza, Hakim b. Hizam, Süfyan b. Haris b. Abdulmuttalib, Uyey-ne, B. Hısn, Akra b. Habis, Malik b. Avf, Abbas b. Mirdas ve A'lâ b. Harîs, kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimselerdi.Resulü 11 ah bunlardan her birine yüz deve verdi. Ancak Abdurrahman b. Yerbu ve Huvaytı b. Abdüluzzaya elli­şer deve verdi.

Safvan b.Ümeyye demiştir ki: "Resulullah bana mal verdiğinde o, insan­lardan en sevmediğim bir kimseydi. Bana mal vermeye devam etti. Sonunda o bana, insanların sevimli olanı haline geldi."

c- Henüz müslüman olmayan fakat İslama girmelerini teşvik için kendile-. rine zekât verilen kimseler. Bedeviler bu türden kimselerdi.

Müfessirie, îslamın iyice kuvvetlenip yayılmasından sonra bu gibi insan­lara zekâttan pay verilip verilemeyeceği hakkında iki görüş zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Amir es-Şa*bî ve Ömer b. el-Hattaba göre, kalbleri İsla­ma ısındırılmak istenenlere artık zekattan pay verilemez. Hibban b. Ebi Cebele diyor ki: "Daha Önce zekâttan pay alan Uyeyne b. Hısn, Ömer b. el- Hattab'a geldi. Ömer de ona "Dileyen iman etsin, Dileyen inkâr etsin. [82] âyetini okudu ve demek istedi ki" Artık bugün kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimse kalmadı."

b- Ebu Cafer'e göre ise, kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimseler her zaman mevcuttur.Bunlara zekâttan pay verilebilir.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta söylenecek doğru söz şudur: "Al­lah teala, zekâtı, iki maksada binaen farz kılmıştır. Bunlardan biri, müslümanla-nn ihtiyacım gidermektir. Diğeri ise İslama yardım etmek ve onu kuvvetlendir­mektir. İslamı güçlendirmek için zekât verildiği takdirde zekât fakire de verilir, zengine de, Zira bu durumda kişinin ihtiyacı gözönünde bulundurularak zekât değil İslamı yardım hususu gözönünde bulundurularak verilir. Nitekim Allah yolunda cihad eden mücahidlere verilen zekatın maksadı budur. Bunlar, zengin dahi olsalar, kendilerine zekât verilir. Kalbleri İslam'a ısındırılanlara zekat veril­mesinin maksadı İslama yardım etmektir. Bu nedenle Resulullah Mekke'nin fet­hinden sonra, Huneyn savaşı ganimetlerinden bir çok insana, zengin dahi olsa pay vermiş ve onların, İslama faydalı olmalarını sağlamıştır. Bu faydanın ger­çekleşmesi beklenen her zamanda aynı şeyi yapmak isabetlidir. Bu nedenle "Müslümanların sayılan artık çoğaldı. Bu itibarla, müslümanlar kendilerini sa­vunabiliyorlar. Dolayısıyle, bir kısım insanların kalblerini İslama ısındırmaya ihtiyaç yoktur" diyenlerin delilleri yoktur. Zira Resuîullah, müslümanlarm güçlü oldukları bir zamanda bu tatbikatı yapmıştır.

5- KÖLELER: Bunlann hangi köleler oldukları hususunda iki görüş zik­redilmiştir.

a- Ebu Musa el-Eş'ari, Zühri, İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basri'nin de katıldığı, âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, burada zikredilen "kÖleler"den maksat, belli bir miktar para ödenme karşılığında kölelikten kurtulacağına dair efendisiyle sözleşme yapan ve kendisine "Mükâtep" denen köle'dir. Bu gibi kölelere, zekat­tan pay verilir ki, efendilerine ödeyip hürriyetlerine kavuşsunlar[83]

b- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre ise, burada zik­redilen köle herhangi bir köledir. Zekât malı ile köleler satın alınıp hürriyetleri­ne kavuşturul abilirler. [84]

Taberi, birinci görüşün doğru olduğunu söylemiş ancak mükatep olan kö­lelere zekâttan pay verilerek azad edileceklerini söylemiştir. Zira, zekât veren kişi zekât verdiği kimseden herhangi bir menfaat bekleyemez. Köleye zekât ve­rip hürriyetine kavuşturan kimse o köle'nin velisi olacağından ve velayetin sağ­ladığı haklardan faydalanacağından zekât verdiği kimseden bir menfaat bekle­miş olur ki bu da Allah teala'nm, karşılık beklemeden zekat verme hükmüne ters düşer.

6- BORÇLULAR: Bunlar, günah işlemek için borçlanmayan, israfa düş­meden borçlanan ve borcunu ödemekten âcîz kalan kimselerdir. Bunlara da zekâttan bir pay verilir ki, borçlarını ödeyip kurtulsunlar. Günahkârlar ve israf edenler ise ancak tevbe etmeleri hallerinde bu haktan faydalanırlar.

Mücahid demiştir ki: "Evi yanan veya sel felaketine uğrayan yahut da ço­cukları için borçlanan kimse burada ifade edilen" Borçlular" sınıfına girerler.

7-  ALLAH YOLUNDA HARCAMALAR: Bundan maksat, Aîlah düş­manları olan kâfirlere karşı savaşta, Allahın dinine ve Şeriatına yardım etmek için verilen zekattır. Mücahidlerin savaş teçhizatının temin edilmesi gazilere yardım edilmesi bu kabildendir. Bu hususta Peygamber efendimiz şöyle bu-yurmştur:

"Şu beş kişi dışında, zengin olan kişiye sadaka helal olmaz.Bunlar Allah yolunda savaşan kimse, zekât toplayan memur, borçlu olan kimse, sadaka malı­nı kendi parasıyla satın alan ve sadaka alan fakir komşusunun kendisine aldığı sadakadan hediye ettiği kimselerdir. [85] Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi,

Allah yolunda cihad eden gazilere, zengin dahi olsalar, zekattan pay verilebilir. 8- YOLDA KALAN: Memleketinden ayrılıp başka yere giden ve herhan­gi bir sebeple yolda iken fakir düşen kimsedir. Bu gibi kimselere memleketleri­ne sağ selim ulaştıracak kadar, zekattan pay verilebilir.

Müfessirler, âyette zikredilen bu sekiz sınıfa zekâtın nasıl taksim edilece­ği hususunda iki görüş zikretmişlerdir,

a- Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre zekat veren kişi zekâtını, bunlardan herhangibirine vereceği gibi onu kısımlara ayırarak bu sayılanlardan herbirine-, de verebilir. Sınıfların paylarını eşit tutması şart değildir. Zira Allah teala, bu âyet-i kerime'de, kimlere zekât verileceğini belirtmiştir. Bunlar arasında bölüş-türülmesinin gerekli olduğunu beyan etmek istememiştir. Nitekim, Huzeyfetül Yeman, Ömer b. el-Hattab Atâ, Said b. Cübeyr, İbrahim en-Nehai, Ebul Âliye ve Meymun b. Mihran bu görüştedirler.

b- Ancak son dönemin alimlerinden bazıları zekât veren kişinin zekâtının, verilecek kimselere taksim etmek istemesi halinde zekatım altı sınıfa taksim etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü kalbleri İslam'a ısındırılmak is­tenenler, bunlara göre artık ortadan kalmış, zekât toplama memurları da bu du­rumda söz konusu değildir. Bu sebeple sayılan sekiz sınıfın altısı kalmıştir.Bu-nun için mükellef olan kişi, zekâtını altı sınıfa dağıtır. Buna mukabil, toplanan zekâtı Halife dağıtacak olursa yedi sınıfa verir. Çünkü bu durumda zekât topla­yan memurlar da mevcuttur. [86]

 

61- Onlardan bazıları, Peygambere eziyet ederler. Ona: "Her şeye kulak kesilen." derler. De kî: "O, sizin için hayırlı bir kulak kesilendir. Al-İaha iman eder, müminleri tasdik eder ve sizden iman edenlere bir rahmet­tir. Allahın Peygamberine eziyet edenlere can yakıcı bir azap vardır.

Bu münafıklardan bazıları, Allahın Resulüne eziyet eder, onu ayıplar ve ona "Her şeye kulak kesilen biridir. Herkesin sözünü dinler, ona inanır ve kabul eder. Saf bir kimsedir." derler. De ki: "O, hayırlı bir kulak kesilendir. Kötü bir kulak kesilen değildir. O, münafıkların ve kâfırlerinkinî değil, Al lalım kelamını tasdik eder. Müminlere inanır. O, içinizden iman edenlere bir rahmet kaynağı­dır. Çünkü iman edenleri sapıklıktan kurtarmış olur.

Allanın Resulüne eziyet edenler, ona asılsız ve yersiz söyleyenler için can yakıcı bir azap vardır. Bu âyeti kerimenin, Nebtel b. Haris hakkında nazil olduğu söylenmiştir. O, Resulullaha: "Bu kulak kesilen biri kendisine kim ne anlatırsa tasdik ediyor." demiş, bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. [87]

 

62- Münafıklar sizi razı etmek için Allaha yemin ederler. Eğer iman etmiş iseler, Allah ve Peygamberini razı etmeleri daha layıktır.

O münafıklar yalan yere yemin ederek sizi razı etmeye çalışırlar. Eğer gerçekten iman eden kimseler ise; bilsinler ki razı edilmeye Allah ve Peygam­beri daha lâyıktır. Yaptıklarından vaz geçip tevbe ederek Allahı ve Peygamberi­ni razı etmeye çalışsınlar.

Katade diyorki: Münafıklardan birisi şöyle demiş "Vallahi bu kınanan-iar bizim seçkinlerimiz ve eşrafımızdır. Şayet Muhammedin söyledikleri doğru olsa bu adamlar eşeklerden daha âdî olmuş olurlar." Müslümanlardan biri bu sö­zü duymuş ve ona şu cevabı vermiş: "Allaha yemin olsun ki Muhammedin söy­lediği gerçektir ve sen de eşekten daha âdisin." Bu sözü söyleyen zat durumu Resulullaha bildirmiş Resulullah da o münafik'ı çağırmış ve ona "Seni bu sözü söylemeye sevk edennedir?" diye sormuş münafık ta ta böyle birşey söylemedi­ğine dair yemin etmeye ve öyle söyleyenlere lanet okumaya başlamış. Müslü­man olan zat'da da demiş ki: "Ey Ali ahım sen doğru söyleyeni tasdik et yalan söyleyeni de açığa çıkar." îşte bu olay üzerine bu âyet nazil olmuştur. [88]

 

63- Onlar, Allah ve Peygamberine karşı gelen için, ebedi kalacağı ce­hennem ateşi olduğunu bilmezler mi? İşte büyük rüsvayhk budur.

O münafıklar bilmezler mi ki? Kira Allaha ve Peygamberine karşı savaşır onların emirlerine karşı gelirse şüphesiz ki ona âhirette cehennem azabı vardır. Orada ebedi kalacaklardır. îşte zillet ve büyük rezillik budur. [89]

 

64- Münafıklar, aleyhlerine bir sure inip kalblerinde gizlediklerini haber vereceğinden korkuyorlar. Onlara de ki; "Siz alay edin. Korktuğu­nuz şeyleri Allah mutlaka meydana çıkaracaktır.

Mücahid diyor ki: "Münafıklar kendi aralarında Müslümanlar aleyhine konuşur sonra da "Umulur ki Allah, bu söylediğimiz gizli sözleri açığa çıkar­maz." derlerdi.Âyet-i kerime bu hususa işaret buyurmaktadır.

Allah teala, münafıkların konuştuklarını açığa çıkararak onları rezil ede­ceğini, diğer bir âyette şöyle açıklıyor. "Yoksa kalblerinde hastalık olanlar, Al-lahın, kalblerindekini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? [90]

Katade diyor ki: "Bu surenin diğer bir adı da "Rüsvay eden" anlamına ge­len "Fâdıha"dır. Çünkü bu surede, münafıkların rüsvay edildiği bildirilmektedir. [91]

 

65- Onlara niçin alay ettiklerini sorsan, "Yemin olsun biz lafa dalmış eğleniyorduk." derler. Onlara de ki: "Allah ile, âyetleri ve Peygambcriyle mi alay ediyorsunuz?"

Katade diyor ki: "Resulullah (s.a.v.) Tebük seferine çıkmak üzere deve­sine binmiş yürüyordu. Münafıklar da ilerde yürüyor ve kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı. "Bu adam, Rumların köşklerini ve kalalerini fethedeceğini mi zannediyor? Mümkün mü? "Allah teala bu konuşmaları Peygamberine bildirdi o da "Şu adamları bana getirin." dedi. O adamlar yanına gelince onlara: "Siz, şöy­le şöyle konuştunuz." dedi. Onlar da "Biz, aramızda lafa dalmış şakalaşıyor­duk." diye yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Abdullah b.Ömer diyor ki: "Tebük savaşında bir adam bulunduğu bir mecliste şöyle demiştir: "Bizim şu kurralar (hocalar) kadar boğazına daha düş­kün, dili daha fazla yalan söyleyen, düşmanın karşısına çıkmaktan daha fazla korkan kimse görmedik." Bunun üzerine o mecliste bulunan bir kişi "Yalan söy­lüyorsun. Sen münafıksın. Ben bunu mutlaka Resulullaha haber vereceğim." de­miştir. Bu haber Resulullaha ulaşmış ve hakkınd âyet nazil olmuştur. Abdullah diyor ki: "Ben bu adamın, Resulullahın devesinin terkisine sarıldığını, ayakları­nın taşlara çarptığını gördüm. O şöyle diyordu: "Ey Allanın Resulü, biz lafa dal­mıştık, eğleniyorduk." Resulullah da diyordu ki "Siz Allah ile ve Peygameriyle mi alay ediyordunuz? Artık özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra kâfir oldunuz." [92]

 

66- Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir zümreyi affetsek de, suç işlemiş olduklarından dolayı diğer bir zümreye azap edeceğiz.

Ey münafıklar, samimi olmayan laflarla özür dilemeyin. îman ettiğinizi söyledikten sonra Peygambere dil uzatarak açıkça inkâra saptınız. İçinizden bir-gurup tevbe ettiği için onları affetsek te tevbe etmeyen diğerlerini, günahların­dan dolayı cezalandıracağız.

Âyeti-i kerime'de, Resuîullaha dille uzatılan o mecliste bulunanlardan birkismıiun affedilebilineceği diğerlerinin ise azaba uğratılacağı beyan edilmiş­tir.

Müfessirler, affedilecek taifeden kimin kastedildiği hususunda iki şekilde izahta bulunmuşlardır.

Ma'merden rivayet edildiğine göre burada affedileceği belirtilen taifeden maksat, Resulullaha dil uzatan münafıklara, konuştukları sırada karşı çıkan ve onlann görüşlerini reddeden kişi veya kişilerdir. Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu taife, Reusullah ile alay ettikten sonra yaptıklarına pişman olan ve tevbe eden taifedir. [93]

 

67- Münafık erkeklerle münafık kadınlar» birbirinin aynıdırlar. Kö­tülüğü emredip iyiliği yasaklarlar. Ellerini sıkı tutar mallarını hayır yolla­rında harcamazlar. Onlar A11 ahi unuttular Allah da onları unuttu. Şüphe­siz ki münafıklar, kâfirlerin ta kendileridir.

Münafık erkek ve münafık kadınlar, iman ettiklerini söyledikleri halde inkarcılıklarını gizlemeleri bakımından aynen birbirlerine benzerler. Onlar, Al-lahı ve peygamberini inkâr etme gibi kötülükleri emreder. Allaha ve Peygambe­rine iman etme gibi iyilikleri ise yasaklarlar. Allah yolunda mallarını harcamak-bakımından elleri pek sıkıdır. Onlar, Allaha itaati terkederek onu unutmuşlardır. Şüphesiz ki münafıklar, Allaha itaatten ayrılan fâsıklardır. [94]

 

68- Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara ve kâfirlere, için­de ebedî kalacakları cehennem ateşini vaad etmiştir. Bu onlara yeter. Al­lah, onlara lanet etmiştir. Onlar için devamlı azap vardır.

Onlar, dünyada da azaplara ve felaketlere uğrayacaklar âhirette de .İşte inkarcılığın ve iki yüzlülüğün cezası budur. Bunlar, âhiret hayatlarında içinden hiç çıkamayacak!an ebedi azaplara duçar olacaklardır. [95]

 

69- Ey münafıklar, siz de sizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden da­ha güçlü, malları ve evlaları çok idi. Dünyadan nasiplerini almışlardı. Siz de sizden öncekilerin, nasiplerini alıp faydalandıkları gibi alıp faydalandı­nız. Onların bâtıla daldıkları gibi siz de daldınız. İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa gidenlerdir. Hüsranda olanlar da bunlardır.

Ayet-i kerime, münafıkların, kendilerinden önce gelip geçen azgın kim­selerin yolunu takibettiklerini, yaptıklarından vaz geçmedikleri takdirde aynen onların uğradıkları cezaya uğrayacaklarını beyan etmektedir. Bu hususta bir ha-dis-i.şerifte de şöyle buyurulmaktachr:

"Canım kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki sizîer, sizden önce ge­çen ümmetlerin yolunu karış karış, arşın arşın, kulaç kulaç izleyeceksiniz. Öyle-ki onlar, bir Keler'in deliğine girmiş iseler siz de oraya girersiniz." Orada bulu­nanlar bunun üzerine dediler ki; "Ey Allahın Resulü bunlar ehl-i kitap mı?" Re-sulullah da "Başka kim olabilir? [96] diye cevap verdi. [97]

 

70- Onlara, kendilerinden önce geçen, Nuh, Âd, Scmud kavimlerinin, ibrahim kavminin, Medycn ve alt üst olan ülke halkının kıssaları gelmedi mi? Bu kavimlere Peygamberleri apaçık delillerle geldiler. Allah, onlara zulmedecek değildi. Fakat onlar, kendi kendilerine zulmetmişlerdi.

Bu münafıklara, kendilerinden Önce geçen şu kavimlerin, neye uğratıldık­ları haberi gelmedi mi? Nuh kavmini tufan ile boğmadık mı? Âd kavmini, uğul­tu ile gelen ve her şeyi kasıp kavuran şiddetli rüzgarla helak etmedik mi? Se-mud kavmini korkunç bir sarsıntı ile yok etmedik mi? İbrahim kavminden, ver­diğimiz nimetleri alıp, Kralları Nemrud'u helak etmedik mi? Medyen halkı da, Şuayb"ı yalanlayınca, onları, gölgeleyen bulut gününün azabı ile yakalayıver-medik mi? Lut kavmine azap emrimiz gelince, yaşadıkları ülkenin altım üstüne çevirmedik mi? Üzerlerine işaretlenmiş kızgın taşlar yağdırmadık mı?

Aliah, bunların hiç birisini haksız yere helak etmemiştir. Onlar, Allaha is­yan ederek ve Peygamberlerim yalanlayarak bu cezaya layık olmuş ve böylece kendi kendilerine zulmetmişlerdir.

Ey münafıklar, aynı şeylerin sizin de başınıza gelmeyeceğinden eminmi-siniz? [98]

 

71- Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin (Allah için) dos­tudurlar. İyiliğin emreder kötülüğü yasaklarlar. Namazlarını kılarlar, zekâtlarını verirler. Allaha ve Peygamberine itaat ederler. İşte bunlara Al­lah merhamet edecektir. Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu âyet-i kerime, müminlerin sıfatlarını belirtmektedir. Peygamber efen­dimiz de, müminlerin, birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır.

"Bir mümin diğer bir mümine karşı, birbirine kenetlenmiş bir duvar gibi­dir" Peygamber efendimiz bunu söylerken ellerinin parmaklarım birbirine ke-netlemiştir[99]

Diğer bir hadis-i şerifinde ise şöyle buyurmuştur.

"Müminler, birbirlerini kollamada birbirlerini sevmede ve biriirlerine karşı merhametli olmada tek bir vücut gibdirler. Vücudun organlarından biri hasta olduğunda diğer organlar da uykusuzlukta ve acıda ona ortak olurlar. [100]Ayette zikredilen iyiliği emretmek"ten maksat insanları İslama davet etmektir. Kötülüğü men etmekten maksat ise, insanları, putlara ve şeytanlara tapmaktan mea etmektir. [101]

 

72- Allah, mümin crkckcre ve mümin kadınlara, altından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinden güzel meskenler vaadetmişür. Allah rızası ise her şeyden daha üstündür. En bü­yük kurtuluş ise budur.

Âyet-i kerime'den açıkça anlaşıldığı gibi Allah teala mümin erkeklerle mümin kadınlara, içinde ebedi olarak kalacakları cennetler vaadetmiştir. Allanın rızasını kazanmak ise, erişilebilecek nimetlerin en büyüğüdür. İşte bu büyük ni­metler karşısında geçici dünya metaının ne kıymeti olabilir? İnsan, aklını kula-nıp nimetlerin en yücesine ve ebedi olanına talib olmalıdır.

Peygamber efendimiz (s.a.v.),müminlerin âhirette erişecekleri nimetler­den olan cennetleri bir hadis-i şerifinde şöyle vasıflandırdı yor:

"îki cennet vardır ki kaplan ve içindeki her şeyi ile birlikte gümüştendir. Ve yine iki cennet vardır ki kaplan ve içindeki her şeyi ile birlikte altından-dır. [102]

Âyet-i kerimede mümin erkek ve kadınlara vaadedilen cennetlerin güzel meskenler oldukları zikredilmektedir,  .

îmran b.Husayn veEbu Hureyre, Resulullahin, cennetlerin bu güzellikle­rini zikrederek şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Bu cennet, inciden bir köşktür. Köşkte kırmızı yakuttan, yetmiş site bulunmaktadır. Her sitede yeşil zeberced'den yetmiş ev bulunmaktadır. Her evde yetmiş yatak, her yatağın üze­rinde farklı renklerden yetmiş döşek, her döşeğin üzerinde de hurilerden bir ha­nım bulunmaktadır. Her evde yetmiş sofra her sofranın üzerinde yetmiş türlü yemek buSunmaktadır. Ve her evde yetmiş hizmetçi mevcuttur. O zaman mümi­ne bütün bunlara güç yetirecek kadar kuvvet verilecektir.

Âyette zikredil în Adn" cennetlerinin nasıl cennetler oldukları hususun­da çeşitli görüşler zikredilmiştir.

Bir kısım âlimlere göre bunlar, içlerine girildikten sonra bir daha oradan çıkarılmayan cennetlerdir. Diğer bir kısım alimlere göre bunlar, Allah teala'nın sadece peygamberlere, siddıklara ve şehitlere tahsis ettiği özel cennetlerdir.

Bu hususta Ebud derda diyorki: "Adn cenneti hiçbir gözün göremediği bir meskendir. Burada sadece Peygamberler, sıddıklar ve şehitler kalacaktır.

Ka'bul Ahbar ise bu cennetlerin, bağlık ve bahçeliklerle dolu cennetler olduklarını söylemiş ve Süryanice'de "Adn" kelimesinin manasının "Bağlar ve bahçeler" demek olduğunu zikretmiştir.

Abdullah b. Mes'ud da Adn cennetinin, cennetlerin ortası olduğunu söy­lemiştir. Hasan-ı Basri bu cennetin özel bir köşk olduğunu, bu köşkün, altından yapıldığını, buna ancak peygamberlerin, sıdıklann şehitlerin ve adaletli hakim­lerin gireceğini söylemiştir

Dehhak bunun cennetin şehri olduğunu söylemiş, Ata da bunun bir nehir olduğunu zikretmiştir.

Ayet-i kerimede, Allanın rızasının, cennetler'den daha büyük bir değer ta­şıdığı zikredilmiştir. Bu hususta, Ebu Said el-Hudri, Resulullahın şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir:

"Allah, cennetliklere buyuracaktır ki: "Ey cennetlikler" Onlar da diyecek­lerdir ki: "Buyur ya rab, emrine amadeyiz ve onunla mutlu oluruz." O da diye-cekktir ki: "Siz memun oldunuz mu?" Onlar da diyecekler dir ki; "Nasıl mem­nun olmayız? yaratıklarından hiçbir kimseye vermediklerini bize verdin. O da diyecektir ki: "Ben size bunardan daha üstününü vereceğim" Onlar da diyecek-lerdirki: "Ey rabbimiz, bunlardan daha üstün olan nedir?" O da diyecektir kiO "Ben size rızamı lütfedeceğim. Ondan sonra size bir daha gazap etmeyece­ğim. [103]

 

73- Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cilıad et. Onlara karşı sert davran .Onların varıp kalacakları yer cehennemdir. Orası, varılacak ne kötür bir yerdir.

Ey Peygamber, sen kâfirlere karşı kılıç ve silahla savaş. Münafıklara kar­şı da dilinle ve delillerle savaş. Onlan sindirmek için onlara sert davran. Bu, on­ların, dünyada iken çekecekleri cezadır. Âhirette ise vanp kalacakları yer, ce­hennemdir. Orası ne kötür bir yerdir!..

Müfessirler, bu âyette zikredilen, Resulullahın, münfaklara karşı savaş­masının ne şekilde olacağı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdulah b. Mes'ud'a göre Allah teala bu âyet-i kerime'de Resulullah'a: "Münafıklara karşı hem sözle hem de silahla savaşmasını emretmiştir[104]

b- Abdulah b. Abbas ve Dehhaka göre ise, Allah teala bu âyeti kerime'de Resulullaha, münafıklara karşı sadece diliyle savaşmasını ve onlara yumuşak davranmamasını kâfirlere karşı ise silahla sevaşmasını emretmiştir.

c- Hasan-ı Basri ve Katade'ye göre ise, Allah teala, bu âyet-i kerime'de, Resulullaha, münafıklara islamın emrettiği cezalan uygulamasını emretmiş, kâfirlere karşı ise silahla savaşmasını bildirmiştir.

Taberi, âyet-i kerimede, kâfirlere karşı savaşma ile münafıklara karşı sa­vaşmanın farklı olacağı zikredilmediğinden, her iki sınıfa karşı da genel birşe-kilde cihad edilmesi beyan edildiğinden, Abdullah b. Mes'uddan nakledilen bi­rinci görüşü tercih etmenin daha doğru olduğunu, Allah teala'nın Resulullah'a münafıklara karşı da hem diliyle hem de eliyle savaşmasını emrettiğini söyle­miştir.

Resuiullahm, müslümanlann içinde bulunan münafıklara karşı savaşma­ması ise, onların, kâfirliklerini söylemelerinden sonra, onu inkâr etmeleri ve on­dan dönüp müsîüman olduklarını söylemiş olmalarındandır. Bu âyette ise müna­fıklardan, kâfir olduklarını açığa vurup ta onda devam edenlerle savaşılması emredilmiştir. Resulullah, münafıkların iç yüzlerini, Ali ahin bildirrnesiyle öğ­renmiş olmasına rağmen onların, teslimiyetçi dış görünüşlerine bakmış ve on­larla savaşmamışım[105]

 

74- Onlar, söylemediklerine dair Allaha yemin ettiler. Halbuki onlar, kâfirliğe götüren sözü söylediler. Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir oldular. Erişemeyecekleri işe giriştiler. Onların kızmaları, sırf, Allah ve Resulünün, Allanın lütfuyla kendilerini zcnginlcşlirmcsindcndir. Eğer tev-be ederlerse bu onlar için daha hayırlıdır. Şayet yüz çevirrirlerse Allah on­ları dünyada ve âhirette can yakıcı bir azapla cezalandırır. Yeryüzünde on­ların ne dostu ne de yardımcısı vardır.

Münafıklar yalan yere yemin ederek, kendilerini inkarcılığa götürecek bir şey söylemediklerini iddia ederler. Halbuki onlar, Tebük seferinden dönerken, kendilerini inkarcılığa götürecek şuna benzer sözleri söylemişlerdir. "Eğer Me-dineye dönersek yemin olsunki en şerefli olan en zelil olanı oradan çıkaraacaktır. [106]Onlar böylece, müslüman olduklarını ilan ettikten sonra tekrar kâfir olduklarını açığa vurdular. Peygamberi öldürme teşebbüsü gibi, erişemeyecek­leri bir işe giriştiler. Onların, Peygambere karşı çıkmaları, sadace, Allanın ve Peygamberin, kendilerini birleştirip kaynaştırarak zengin etmesindendir. Evet onlar, Allahm lütfuyla ganimetlerden pay alarak zenginleşmişler, buna rağmen bu nimeti inkâr ederek İslama ve müslümanlara kızmak suretiyle kindar bir tu­tum içine girmişlerdir. Fakat bununla birlikte eğer tevbe edip nifaklarından vaz geçerlerse bu onlar için daha hayırlıdır. Şayet yüz çevirir nkâriannda devam ederlerse, Allah onlan, dünyada esir düşürme ve öldürtme gibi azaplarla, âhirette de cehennem ateşinde yakmakla cezalandıracaktır. Onların, yeryüzün­de, kendilerini Allanın azabından kurtaracak ne bir dostları ne de bir yardımcı­ları bulunur.

Bu âyet-i kerimenin kimin hakkında indiği hususunda iki görüş zikre­dilmiştir.

a- Urve b. Zübeyr, İbn-i İshak, Mücahid ve Abdullah b. Abbas'tan nakle­dilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, "Cülas b. Süveyd b. es-Samit" isimli bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bu kişi Önce münafık olmuş daha sonra ise tevbe edip bu halinden vaz geçmiştir. Urve diyor ki: "Bu âyet Cülas b. Süveyd hak­kında nazil olmuştur. Bu kişi" Eğer Muhammed'in getirdiği doğru ise bizler, eşeklerden dahi kötüyüz." demiş, bunun üzerine onun üvey oğlu Mus'ab ona şu cevabı vermiştir. "Ey Allanın düşmanı» Allaha yemin olsun ki, senin bu söyledi­ğini Resulullaha haber vereceğim. Çünkü ben bunu yapmazsam başıma bir bela geleceğinden veya senin suçundan dolayı hesaba çekileceğimden korkarım." Mesele Resulullaha intikal edince, Cülası çağırmış ve ona: "Ey Cülas, sen şöyle şöyle söyledin mi?" demiş, Cülas da, söylemediğine dair yemin etmiştir. Bunun üzerine Allah teala "söylemediklerine dair Allah yemin ettiler." ayetini indir­miştir.

b- Katadeye göre ise bu âyet, Abdullah b. Übey b. Selul hakkında nazil olmuştur. Katade diyor ki: "Cüheyne ve Gifar kabililerine mensup olan iki kişi birbirleriyle kavga etmişler. Cüheyne kabilesi, Ensar ile savunma antlaşması ya­pan bir kabile idi. Gifar kabilesine mensup olan kişi Cüheyneliye galip gelmişti. Bunu gören münafıkların başı Abdullah b. Übeyy b. Selul, sabredemeyerek şöy­le demiş "Ey ensar, kardeşinize yardım edin. Vallahi bizimle Muhammed," Bes­le köpeğini yesin seni (Besle kargayı oysun gözünü), diyenin anlattığı kimse gi­biyiz." İbn-i Selul devamla şöyle demiştir: "Eğer Medineye dönersek yemin ol­sun ki en şerefli olan, en zelil olanı oradan çıkaracaktır."

İbn-i Selulün bu sözü, Müslümanlardan bir kişi tarafından Resulullaha bildirilmiş Resulullah da onu çağırıp sormuştur. O da böyle bir şey söylemedi­ğine dair yeminler etmiş ve bunun üzerine işte bû âyet nazil olmuştur.

Taberi, ayetin, bu münafıklardan her ikisi hakkında da nazil olabileceğini söylemiştir.

Âyet-i kerimede "Onlar, erişemeyecekleri işe giriştiler." buyurulmakta-dır.

Müfessirler, burada zikredilen "Onlar"dan kimlerin kastedildiği ve erişe­meyecekleri beyan edilen şeyden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

Mücahide göre "Onlar"dan maksat münafıklar "Erişemeyecekleri iş­lemden maksat da onların eleştirilerine karşı çıkan mümini öldürmek istemeleri­dir.

Yine Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Onlar"dan maksat, Cülas b. Süveyd'dir. 'İstediği fakat erişemeyeceği §ey"den maksat ise ResuluIIahı öldürmeyi kastetmektedir.

Diğer bir kısım alimlere göre ise "Onlar'den maksat, Abdullah b. Üby b. SelûTdür "Kastettiği ve erişemeyeceği §ey"den maksat ise: "Yemin olsun ki eğer Medine'ye döncek olursak aziz olanlar (Medine'nin yerlileri) zelil olanları (Muhacirleri) oradan çıkaracaklardır." sözüdür.

Âyet-i kerimede "Onların kızmaları, sırf Allahin ve Resulünün Allanın lütfuyla kendilerini zenginleştirmes indendir." buyuru im aktadır.

Bu münafik'ın zenginleştirilmesi, öldürülen kölesinin fidyesinin ödenme­siyle olmuştur. Resulullah, kölesi öldürülen Cülas'a veya Abdullah b. Übey'e on iki bin dirhem diyet ödemiş, böylece o münafık, zengin olmuş,buna rağmen, Resulullaha ve müminlere di! uzatmaktan geri durmamıştır. [107]

 

75- Münafıklardan bir kısmı da "Yemin olsun kî eğer AHah,Iütfiıyla bize mal verirse biz mutlaka onu hayır yolunda harcarız ve mutlaka salih kullardan oluruz." diye Allaha söz verdiler.

Bu âyet-i kerime'nin Salebe isimli bir kişi hakkında nazil olduğu riva­yet edilmektedir. (Bu kişinin, sahabeden olan Salebe b. Hâtıb rm yoksa başka bir Salebe mi olduğu ihtilaflıdır. Bu olay birçok tefsir kitabında bu âyetin nüzul sebebi olarak gösterildiği için burada da zikredilmiştir. Olay özetle şöyledir:)

Adıgeçen kişi Resulullaha gelerek "Ya Resulullah, Allaha dua et de beni zengin yapsın." demiş. Resullah da ona "Şükrünü eda edeceğin az mal.şükrünü eda edemeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurmuştur. Salebe tekrar "Ya Resulullah, seni hak Peygamber ol arak gönderen Allaha yemin ederim ki bana mal verirse her hak sahibine hakkını vereceğim." demiş bunun üzerine Resulul­lah da "Ey Allahim sen Salebeye mal ver" diye dua etmiştir.

Salebe bir koyun almış, bu koyun zamanla o kadar çoğalmişki Medine ona dar gelmiş, bu sebeple bir vadiye inmiş, oraya da sığımaz olmuş, kendisi de öğlen ile ikindi vakti dışında cemaata gelemez olmuş. Zamanla da sadece Cu­malara gelir olmuş, daha sonra Cumaya da gelmez olmuş, artık çevreden geçen yolculardan Cuma günleri görüşüp haber almaya başlamış. Daha sonra Resulul­lah (s.a.v.) "Salebe ne yapıyor?" diye sormuş sahabiler: "Ey Allahin Resulü sürü edindi, Medine ona dar geldi." demişler ve durumunu anlatmışlar bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) "Vay Salebenin haline vay Salebenİn haline, vay Salebenin haline." buyurmuştur. Daha sonra "Sen onların mallarından zekât el. [108] âyeti, nazil olmuş bunun üzerine Resullah zekâtları toplamak üzere iki kişiyi vazife­lendirmiş ve bunların, zekâtı nasıl toplayacaklarına dair ellerine bir yazı vermiş ve bu iki kişiye "Salebeye ve Benî Süleym'den falancı kişiye söyleyin zekâtlarım versinler." buyurmuştur. Bunlar, Salebeye gelip, Resulullahm verdi­ği yazıyı okuyup zekât isteyince Salebe "Bu ancak bir haraçtır. Bu, haraç benze­ri bir şeydir. Bilmiyorum bu nedir?" Gidin işinizi bitirin sonra bana gelin." ce­vabını vermiştir. Bu şahıslar ikinci defa gitmişlerse de Salebe yine zekâtı ver­mekten kaçınmıştır. Memurlar Resulullaha gelip durumu haber vermişler ve bu­nun üzerine bu âyet nazil olmuştur.

Sonra Salebe gelip zekâtını vermek için Resulullaha yalvarıp yakarmıs, fakat Resuulullah, zekâtını kabul etmemiştir. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de hila­fetleri zamanında Salebenin vermek istediği zekâtı kabul etmemişler ve "Resu­lullahm almadığı bir şeyi biz kabul edemeyiz." demişlerdir. Salebenin zekâtının hiçbir Halife tarafından kabul edilmediği ve bu şahsın, Hz. Osman'ın hilafeti za­manında öldüğü rivayet edilmektedir.

Katadeye göre ise bu âyet-i kerime, Hz. Musadan, Tevratın uzun bir kitap olması sebebiyle, Allah tealadan onu kısaltmasını dilemesini isteyen daha sonra da Özetlenmiş olan Tevratla amel etmeyen İsrailoğullanna işaret etmektedir.

Hasan-ı Basri ve, Mücahide göre ise bu âyet-i kerime iki kimse hakkında nazil olmuştur. Bunlar da Sa'lebe b. Hâtıb ve Muattıb b. Kuşeyr'dir. [109]

 

76- Allah onlara lütfundan nimetler verince de cimrİIcştilcr. Allahın emirlerinden yüz çevirdiler. Zaten onlar yüz çeviricidirler.

Allah onlara lütfundan nimetler verip hiç ummadıkları taraflardan onları zengin edince cimrileştiler ve o servetin zekât ve sadakasını vermediler. Bunlar, Allaha itaat ve ibadetten de yüzçevirdiler. Bu münafıklar, diğer insanların gör­dükleri yerde ibadet yapıyor, görünüşte ibadet halinde bulunuyorlar fakat insantardan kimsenin görmediği yerde ise ibadet yapmıyorlardı, işte bu münafıkar-böyle rezil bir topluluktur. [110]

 

77- Allaha vaadettiklerini tutmamaları ve yalan söylemeleri sebebiy­le Allah, kendi huzuruna çıkıncaya kadar onların kalblcrinc nifakı yerleş­tirdi.

Sonunda Allah, onların kalblerine, ülüpte Allahın huzuruna çıkma zama­nına kadar münafıklığı yerleştirdi. Bunun sebebi, Allaha verdikleri sözü tutma­maları ve yalan söylemiş olmalarıdır.

Taberi diyor ki: Bu âyet-i kerime, münafıkların alametlerini beyan et­miştir ki, bunlar da, Resulullahin bildirdiği gibi üç'tür. Konuştuğunda yalan söy­ler, verdiği sözden cayar ve kendisine emanet edilene ihanet eder. Resulullah buyurmuştur, ki:

"Münafıkın alameti üç'tün Konuştuğunda yalan söyler, vaadettiğinde on­dan döner. [111] Hadisin diğer bir rivayeti şöyledir: "Oruç tutsa, namaz kilsa, Müslüman olduğunu zannetse de münafıkın alâmeti üçtür."

Muhammed el- Mahremi özetle şunları söylemiştir: "Ben, Hasan-ı Basri-nin, bu hadisi okuduğunu işittim ve ona dedim ki: "Ey Ebu Said, bir kişinin ben­de alacağı olsa, onu istese, bende de vereceğim şey olmasa ve adamın beni hap­sedip helak edeceğinden korksam ve ona borcumu ayın başında ödeyeceğimi vaadetsem de sonra onu yapmasam ben münafık mı olurum?" O da dedi ki: "Hadis böyle gelmiştir." Sonra dedi ki: "Abdullah b.Ömer anlattı ki, babası Ömer, ölüm anında "Filanı evlendirin. Çünkü ben onu evlendireceğimi vaadet-miştim. Allahın huzuruna üçte bir münafıklıkla çıkmayayim." demiş. Dedim ki:

"Ey Ebu Said .kişinin üçte biri münafık üçte ikisi de mümin olur mu?" Dedi ki: "Hadis böyle gelmiştir." Bunun üzerine ben delil karşsında sustum. Sonra Atâ b. Ebi Rebahla karşılaştım. Hasan'la konuştuklarımı ona anlattım. O da bana dedi ki: "Sen, Yusuf (a.s.)'ın kardeşlerini ona niçin anlatmadın. Onlar, babalarına va-ad edip te vaadlerinden dönmediler mi? Ona konuşup yalan söylemediler mi?" Yakup kardeşlerini kendilerine emanet ettikten sonra ona ihanet etmediler mi? Onlar münafık mıydı? Onlar peygamber değil miydi. Hatta babalan, dedeleri peygamber değilmiydi?" Bunun üzerine Atâ'ya dedim ki: "Ey Ebu Muhammed, münafıklığın aslının ne olduğun ve bu hadisin aslında ne ifade ettiğini bana an­latır mısın?" O da dedi ki: "Cabir b. Abdullah bana anlattı ki Resulullah bu ha-dis-i şerifini özellikle münafıklar hakkında söylemiştir. Münafıklar, Resulullaha konuştuklarında ona yalan söylediler, Resulullah, Sahabelerine Ebu Süfyamn kervanı ile birlikte belli bir yerde olduğunu bildirip onu gizlemelerini emrettik­ten sonra münafıklar, bu emanete ihanet ederek, Mekke müşriklerine, Resululla-hın, üzerlerine gitmek istediğini bildirdiler. Resulullah ile birlikte savaşa çıka­caklarını vaa edip daha sonra bu vaadlerinden döndüler. "Ey Ebu Muhammed, sen, Hasanla görüştüğünde ona selam söyle bu hadisin asıl maksadını ve sana söylediklerimi ona anlat." Bunun üzerine ben Hasan'la karşılaştım. Ona, Atâ ile konuştuklarımızı anlattım. O da dedi ki: "Ey Irak halkı, sizler bu adam gibi ola-mıyorssunuz. Bakın bu benden bir hadis dinledi, oniı hemen kabul etmedi. Gi­dip onun aslını araştırdı. Evet Atâ doğru söylemiş, hadisin asıl maksadı budur. O, özellikle münafklar hakkındadır." [112]

 

78- Onlar, Allahın mutlaka sırlarını ve fısıltılarını bildiğini ve Alla­hın, gaybları çok iyi bilen olduğunu hâlâ bitmediler mi?

Bu münafıklar, Allahın, içlerinde gizledikleri inkarcılığı, İslâm'a ve müs-lümanlara dil uzatma şeklindeki fısıltılarını mutlaka bildiğini ve Allanın, onların gözlerinden, kulaklarından ve bütün duyu organlarından uzak kalan gayblan çok iyi bildiğini bilmedilermi? [113]

 

79- İçlerinden gelerek sadaka veren müminleri ve güçlerinin yettiğin­den fazla verecek birşey bulamayanları ayıplayanları ve onlarla alay eden­leri, Allah, maskaraya çevirir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Münafıkların kütü huylarından birisi de, onların dillerinden hiçbir kim­senin kurtulamamasidır. Hattâ hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, mallarını Al­lah yolunda harcayanlar bile bu adamların dilinden kurtulamamışlardır.

Bu hususta, Ebu Mes'ud'un şöyle söylediği nakledilmektedir:

"Zekât âyeti geldikten sonra sırtımızla yük taşıyarak kazanç elde edip ta-sadduk ediyorduk. Birgün bir adam çok miktarda mal getirip tasadduk etti .Bu­nun üzerine münafıklar "Bu adam bir riyakârdır, gösteriş yapıyor." dediler .Son­ra başka bir adam, bir sa1 ölçüsü kadar bir şey getirip tasadduk etti. Ona da" "Al-iahın, bunun sadakasına ihtiyacı yoktur." dediler[114] İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Bu hususta Abdullah b.Abbas diyor ki: "Birgün Resulullah çıkıp insanla­rın yanına geldi ve şöyle seslendi: "Sadakalarınızı buraya toplayın." Bunun üze­rine insanlar, sadakalarını getirip bir araya topladılar. İçlerinden muhtaç olan biri bir ölçek hurma getirdi ve dedi ki: "Ey Allanın Resulü, bu, bir sa' ölüsü hur-ma.Gece boyu testi ile su çektim. İki sa" hurma kazandım. Birini geride bırak­tım, diğerini sana getirdim." Resulullah, ona bu getirdiğini diğer sadakaların içine katmasını emretti. Bunun üzerine bir kısım insanlar onunla alay ettiler ve de-dilerki: "Allaha yemin olsun ki, Allahve Resulünün buna ihtiyacı yoktur. Onlar senin bu bir sa1 Ölüsü hurmanı ne yapacaklar?" Sonra Kureyş kabilesinin Zühre oğullarından Abdurrahman b. Avf, Resulullaha dedi ki: "Bu sadakaları getiren­lerden sadaka vermeyen kimse kaldımı?" Resulullah da buyurdu ki: "Hayır" Abdurrahman b.Avf dedi ki: "Bende yüz Ukye sadaka altın var" Ömer b. el-Hattab ona dedi ki: "Sen delimisin?" O da dedik: Hayır, ben deli değilim." Ömer: "Sen ne söylediğinin farkında mısın?" dedi. Abdurrahman da dedi ki: "Evet farkındayım. Benim, sekiz bin dirhemim var. Bunlardan dört binini rabbi-me Ödünç veriyorum." Diğer dört binini ise kendime bırakıyorum." Bunun üze­rine Resulullah dedi ki: "Allah verdiğini de, kendine bıraktığını da mübarek kıl­sın." Bu durum, münafıkların hoşuna gitmedi ve onlar şöyle dediler "Allaha ye­min olsun ki, Abdurrahman bu bağışını gösteriş için yaptı," Halbuki münafıklar yalan söylüyorlardı. Abdurrahman bunu gerçekten bağış olarak vermişti. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti kerimeyi indirdi. Abdurrahmam ve arkadaşı ihtiyaçtı kişiyi akladı.

Tableri bu hususta, benzer rivayetler ve kıssalar zikretmiştir. [115]

 

80- Ey Muhammcd, ister bağışlanmalarını dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları asla affetmeyecektir. Bu onların, Allah ve Peygamberini inkâr etmelerindendir. Allah, fasiklar güruhunu as­la doğru yola geriştimez.

Rivayet edildiğine gÖre,.bundan önceki âyet nazil olunca münafıkların bazıları Resulullaha gelip tutumlarının yanlışlığını itiraf ederek "Ey Allahın Re­sulü bizim için Allah'tan af dile" demişler Resulullah da "Sizin için af dilerim" buyurmuştu. Bunun üzerine bu âyet-i Kerime nazil olmuş ve Resulullahm, onlar için af talep etmesiyle neticenin değişmeyeceğini, zira onların yine münafıklık­tan vaz geçmeyerek nifak üzere ölçeklerini beyan edereke şöyle buyurmuştur:

Ey Muhammed, bu münafıklar için ister af dile istersen dileme. Bunların affedilmelerini yetmiş kere dilesen de Allah bunları affetmeyecek, kıyamet gü­nünde onları diğer yaratıkların huzurunda rezi edecektir. Bunların affedilmemelerinin sebebi ise Aliahın birliğini ve Peygamberini inkâr etmeleridir. Zira Al­lah, fâsiklar güruhunu iman etmeye muvaffak kılmaz.

Bu hususta, Abdullah b. Ömer diyor ki:

Abdullah b. Übey ölünce oğlu Abdullah b. Abdullah, Resulullah'a geldi. Ondan, babasını kefenlemesi için gömleğini vermesini istedi. Resulullah, göm­leğini ona verdi Abdullah'ı onunla kefenlemesini istedi. Sonra cenazesini kıl­mak istedi. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattab, Resulullahın elbisesinden tuttu ve dedi ki: "Sen bunun, namazını kılıyorsun, halbuki bu münafık. Allah sana, bun­lara af dilemeni yasakladı." Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Allah beni, bunlar içi af dileyip dilememekte serbest bıraktı ve buyurdu ki: "İster bağışlan­malarını dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları af­fetmeyecektir." Ben, bunlar için yetmişten daha fazla af dileyeceğim." dedi ve onun cenaze namazını kıldırdı. Biz de onunla birlikte kıldık. Bunun üzerine Al­lah teala, "Münafıklardan bîri ölürse sakın cenaze namazım kilma... [116] âyetini indirdi[117]

Abdullah b. Übey'in oğlunun adının, Habbab olduğu, Resulullah'ın bunu değiştirerek adını Abdullah koyduğu, bu âyetin izahında zikredilmiştir. [118]

 

81- Cihaddan geri kalanlar, Aliahın Resulüne muhalefet ederek otu­rup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad et­mek hoşlarına gitmedi. "Bu sıcakta savaşa çıkmayın." dediler. De ki: "Ce­hennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." keşke buseydiler.

Bu âyet-i Kerime, Tebük seferinde, Resulullaha katılmayıp geri kalan ve bu hallerine sevinen münafıkların durumunu anlatmaktadır. Sıcak sebebiyle savaşa gitmek istemeyen bu münafıkların, cehhennemde yanacakları, cehenem ateşinin ise bu sıcaklardan çok daha şiddetli olduğu beyan edilmektedir.

Tebük seferi, bu surenin otuz sekizinci âyetinin izahında özet olarak anla-ülmiştır.Bu sefer, yaz aylarının en sıcak günlerine isabet etmişti. Münafıklar, havanın çok sıcak oluşunu bahane ederek "Bu sıcakta savaşa çıkmayın." diyerek diğer insanları da bu seferden alıkoymaya çalışmışlardı. İşte bu sözü söyleyen münafıklar için buyuruluyor ki: "De ki: Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şid­detlidir." Yani, bu dünya sıcağını bahane ederek savaşa gitmeyenler, çok daha şiddetli olan cehennem ateşine atılacaklardır. [119]

 

82- Yaptıklarının cezası olarak artık az gülsünler, çok ağlasınlar,

O münafıklar, bu dünyanın geçici hayatında gülsünler. Zira bu gülüş, bu zevk ve sefa, netice itibariyle bitmeye, yok olmaya mahkumdur.Bu gülüş bu se­beple az bir gülüştür, süresi az olan bir zevktir. Bunlar çok ağlasınlar. Zira yap­tıkları şeylerin cezası olarak cehennemde yanacaklardır. Çokça ağlayacaklar, ebediyyen ağlayacaklardır.

Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki:

"Ey Muhammed ümmeti, Allaha yemin olsun ki benim bildiğimi bilmiş olasanız, az güler çok ağlardınız. [120]

 

83- Eğer Allah bu cihaddan sonra, tekrar seni, geri kalan bu toplulu­ğa döndürür de, onlar da seninle cihada çıkmak için izin isterlerse onlara şöyle de: "Benimle beraber bir daha asla çıkmayacaksınız ve düşmana kar­şı benimle beraber savaşmayacaksınız. Çünkü daha önce savaşa çıkmayıp oturmayı istediniz. Şimdi de geriye kalanlala beraber oturun."

Ey Muhammed, eğer Allah seni, Tebük seferinden sonra o münafıkların yanına dönrürür de onlar da seninle başka bir savaşa çıkmayı isterlerse onlara de ki: "Sizler benimle asla bir daha cihada çıkmayacaksınız. Benimle beraber düşmanla s av aşamayacaksınız. Zira sizler Tebük seferine çıkmayarak oturup kalmaya razı oldunuz. Şimdi de cihaddan geri kalan âcizlerle ve münafıklarla beraber oturup kalın."

Ayette zikredilen "Geriye kalanlar" ifadesinde maksat, Abdullahb. Ab-basa göre, Tebükseferinde cihada katılmayan münafıklardır. Katadc'ye göre ise "Savaşa gitmeyen kadmlar"dır. Allah teala, sayılan on iki olan bu münafıklara, cihada katılmayan kadınlarla oturup kalmalarını emretmiştir.

Taberi, âyet-i kerime'nin lafzının birinci görüşe daha uygun olması hase­biyle Abdullah b. Abbas'ın görüşünü tercih etmiş, "Geriye kalanlardan maksa­dın, münafıklar olduğunu, âyet-i kerime'nin cihada çıkmayanların, münafıklarla oturup kalmalarını emrettiğini söylemiştir. [121]

 

84- O münafıklardan biri ölürse sakın cenaze namazını kılma. Kab­rinin başında durma. Çünkü onlar, Allah ve Peygamberini inkâr etmişler ve dinden çıkmış olarak ölmüşlerdir.

Ey Resulüm, münafık olarak ölenlerin cenaze namazlarını kıldınna.Zira onlar, müslüman olarak ölmem işlerdir. Onların kabirlerinin başına varıp da dua da etme. Dinden çıkmış veya hiç iman etmemiş olarak ölen bu insanlar duaya da ehil ve layık değillerdir.

Abdullah b. Ömer diyor ki:

"Abdullah b.Übey ölünce oğlu, Abdullah b. Abdullah, Resulullah'a geldi ona; babasına kefen yapması için gömleğini vermesini istedi. Resulullah da ver­di. Sonra Abdullah, Resulullah'tan, babasının cenaze namazını kıldırmasını iste­di. Resulullah, kalkıp cenaze namazını kıldırdirmaya yeltenince Ömer kalkıp Resulullah'ın elbisesinden tuttu ve dedi ki: "Ey Allanın Resulü, sen bunun cena­zesini mi kılıyorsun? Halbuki rabbin sana bunun cenaze namazını kılmanı ya­sakladı." Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Allah beni serbest bıraktı ve buyurdu ki: "İster bağışlanmaları dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af di-İesen de Allah onlan asla affetmeyecektir. [122]Ben, af dilemeyi yetmişten fazla yapmış olacağım. (Ömer) Dedi ki: "Ama o, münafık." Resulullah yine de onun cenaze namazım kıldırdı. Bunun üzerine Allah teala, "O münafıklardan biri ölürse sakın cenaze namazını kıldırma" âyetini indirdi. [123]

Diğer bir rivayette, bu âyet nazil olduktan sonra Resulullah'ın bir daha münafıkların cenaze namazını kıldırmadığı zikredilmiştir.

Abdullah b. Abbas diyor ki:

Ben Ömer b. el-Hattab'ın şunları söylediğini işittim. "Abdullahb. Übey b. Selûl ölünce Resulullah, onun cenazesini kıldırmaya davet edildi. Resulullah ayağa kalkınca ben de sıçrayıp kalktım ve dedim ki: "Ey AHahın Resulü, sen, Übeyin oğlunun cenazesini mi kıldıracaksın? Halbuki o falan günde şöyle ve şöyle yaptı." Ben, Resulullaha tbn-i Übey'in yaptıklarını sayıp durdum. Resulul­lah gülümsedi ve: Ey Ömer hele öte çekil: dedi. Ben daha fazla üzerine gidince dedi ki: "Ben, Allah tarafından (Af dilemeyi) tercih ettim. Şayet ben, yetmişten fazla af dilememle affedileceğini bilmiş olsam af dilememi yetmişten fazla ya­parım" Resuluîlah cenazeyi kıldırıp gitti. Aradan çok geçmeden tevbe suresi'nin "O münafıklardan biri Ölürse, sakın cenaze namazım kılma," âyeti ve bundan sonra gelen âyet nazil oldu. Ben de Resulullaha karşı cüretkâr davranışımdan dolayı kendi kendime hayret ettim. Allah ve Resulü (her şeyi) daha iyi bilir[124]Taberi bu hadisi, Cabir, Enes, Katade ve Âsim b. Ömer'den de rivayet etmiştir.

Cabir b. Abdullah diyorki:

"Resulullah, Abdullah b. Übey defnedildikten sonra kabrine vardı. Onu çıkardı, Ona tükürdü ve gömleğini ona giydirdi. [125]

Bu âyet-i Kerime nazil olduktan sonra Peygamber efendimiz, münafıklar­dan hiçbir kimse'nin cenaze namazını kıldırmamış ve kabirlerinin başında da bulunmamıştır. Bu hususta Ebu Katade diyor ki:

"Resululah (s.a.v.) bir cenazeye davet edildiğinde onun hakkında sorular sorar, eğer iyi bir kimse olduğu söylenirse cenazesini kıldınrdı. İyi bir kimse ol­duğu hakkında bir şey söylenmezse, cenaze sahiplerine" Ona siz bakın." der ve o cenazenin namazını kıldırmazdı[126]

Ömer b. El-Hattab da, tanımadığı kimselerin cenaze namazını, Huzeyfe b. el-Yeman kılmadıkça kılmazdı. Çünkü Huzeyfe b. el-Yeman, kimin münafık olduğunu bildiri. Bu sebeple Huzeyfeye "Sır sahibi" deniyordu. [127]

 

85- Onların mal ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bun­larla, dünya hayalında onlara ancak azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını ister.

Allah o münafıklara mallan ve evlatlarıyla azap eder. Çünkü, istemedik­leri halde mallarından zorla zekât alınır, çocukları da savaşlara katılarak ölürler. Böylece daha âhirete varmadan bunlar, çocukları ve mallan sebebiyle ceza gör­müş olurlar. Ayrıca mal ve evlat gibi bu dünyanın geçici varlıklarına kapılıp on­larla uğraşarak hak ve hakikatten habersiz yaşayıp imansız olarak ölürler. [128]

 

86- "Allaha İman edin ve Peygambcriyle birlikte cihad edin" diye bir sure indirildiğinde, onlardan zengin ve güçlü olanlar, senden izin istediler. "Bırak bizi, cihaddan geri kalanlarla beraber oturalım." dediler.

Allah teala bu âyet-i kerime'de, güç ve kuvvet sahibi olmalarına rağ­men, cihaddan geri kalmak için izin isteyenleri ve "Bırak bizi, cihaddan geri ka­lanlarla beraber oturalım." diyenleri kınamaktadır. Halbuki bunlar korku olma­yan güven zamanlarında kahraman kesilirler ve iğneli dilleriyle eleştinnedikleri kimse bırakmazlar. [129]

 

87- Savaştan geri kalan muhaliflerle beraber olmayı kendilerine ya­kıştırdılar. Onların kalblcri mühürlenmiştir. Onlar anlayamazlar.

Bunlar, savaşa gitmeyip evlerinde kalan kadınlar, hastalar ve hacizlerle beraber olmaya razı oldular. Allah, bunların kalblerini mühürlemiştir. Bunlar Allanın öğütlerini anlayıp ondan ibret almazlar. [130]

 

88- Fakat Peygamberve onunla birlikte Allaha iman edenler, malla­rıyla, canlarıyla cihad ettiler. Hayırlar işte bunlar içindir. Kurtuluşa ere­cekler de yalnız onlardır.

Evet, münafıklar cihada katılmadılar. Fakat Allanın peygamberi Muham-med ve onunla birlikte iman edenler, müşriklere karşı mallarıyla, canlarıyla ci­had ettiler. Allanın dinini muzaffer kılmak için mallarını harcadılar, canlarını verdiler. Bu itibarla âhiretin nimetleri bunlarındır, kurtuluşa erip cennette ebedi olarak kalacak olanlar da bunlardır. [131]

 

89- Allah, onlar için, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar orada ebedi kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.

Allah, Peygamberi ve onunla birlikte cihad edenler için, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar, o cennette ebedi olarak kalacaklardır. İşte büyük başarı ve kurtuluş budur. Yoksa savaştan geri kalmak değildir. [132]

 

90- Bedevilerden, özür beyan edenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allaha ve Peygamberine yalan söyleyenler de yerlerinde oturup kaldılar. Bunlardan kâfir olanlara yakında can yakıcı bir azap isabet ede­cektir.

Bedevilerden, özür dileyenler, cihaddan geri kalmalarından kendilerine izin verilmesi için Resulullaha geldiler. Allah ve Peygamberine karşı yalan uy­duranlar ise, Peygambere gelmeyip yerlerinde oturup kaldılar. İşte cihaddan geri kalan bu insanların kâfir olanlarına, yakında can yakıcı bir azap erişecektir. [133]

 

91- Allah ve Peygamberine karşı samimi oldukları takdirde, âcizlere, hastalara, harcayacak birşey bulamayanlara, cihada çıkmamaktan dolayı bir sorumluluk yoktur. İyilikte bulunanları ayıplamaya yer yoktur, Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Âyet-i kerime"nin "Allah ve Resulüne karşı samimi oldukları takdirde" diye tercüm edilen bölümü "Allah ve Resulü için nasihatta bulundukları takdir­de" şeklinde izah edilmiştir.

Bu âyet-i kerime, cihada katılmamakta kimlerin mazur sayılacağını be­yan etmektedir. Bunlar, kör ve topal gibi âcizler, hastalar ve savaşa gitmek için maddi imkânı olmayanlardır. Yeter ki bunlar Allaha ve Peygamberine karşı sa­mimi olsunlar, özürlerinde haklı bulunsunlar. İnsanları savaştan caydırmasınlar. Geride fitne çıkarmasınlar ve onlara nasihatta bulunsunlar. İşte bu takdirde ken­dilerine bir sorumluluk yoktur. Katade bu âyet-i kerimenin Âiz b. Amr hakkın­da indiğini söylemiş Abdullah b. Abbas ise Abdullah b. Mukaffel ve arkadaşları hakkında indiğini söylemiştir. Katade'nin görüşü bu şekilde izah edilmektedir.

Zeyd b. Sabit diyor ki: "Ben, Resulullaha gelen vahyi yazanlardan biriy­dim. Birgün Tevbe suresini yazıyordum. Kalemi kulağımın üzerine koyduğum bir sırada (Yazım işi bittiği bir sırada) bize savaşmamız emredildi. Resulullah (s.a.v.) kendisine vahyedilen emirlerle meşguldü. O anda gözleri görmeyin biri­si geldi "Ey Allanın Resulü benim durumum ne olacak, ben körüm?" dedi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. [134]

 

92- Cihada çıkma maksadıyla binek vermen için sana geldikleri vakit "Sizi bindirecek birşey bulamıyorum" dediğinde, harcayak birşey bulama­dıklarına üzlüüp, gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de sorumluluk yoktur."

Yine, cihada çıkmayan şu kimselere de sorumluluk yoktur ki onlar, Allah yolunda savaşmak gayesiyle, kendilerine teçhizat ve binek vermen için sana geldiler sen de onlara "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum." dedin. Bunun üze­rine onlar, Allah yolunda harcayacak bir şey bulamadıklarına üzülerek gözlerin­den yaşlar döküp geri dönmek zorunda kaldılar.

Mücahide göre bu âyet-i kerime Müzeyne Kabilesinden "Mukarrin"in oğlullan hakkında nazil olmuştur.

Abdurrahman b. Amr ve Hucr b. Hucr'e göre ise bu âyet-i kerime, Jrbad b. Sâriye hakkında nazil olmuştur,

Muhammed b. Kâ'b'a göre ise bu âyet-i kerime, çeşitli kabilelerden olan yedi kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar Amr oğullarından Salim b. Umeyr, Vâkıf oğullarından Haremî b. Amr, Mazin oğullarından "Ebu Leyla" lakabıyla anılan, Abdurrahman b. Kâ'b, Mualla oğullarından Selman b. Sahr, Harise oğul­larından, Abdurrahman b. Yezid, Seleme oğullarından Amr b. Ğanme ve Ab­dullah b. Amr el-Müzeni'dir.

Bunlar Resulullaha gelmişler "Biz, savaşa çıkmayı adadık bize binek ver de seninle birlikte savaşa katılalım." demişler. Resullah da onlara "Sizi bindire­cek bir şey bulamıyorum." cevabını vermiş. Onlar da ağlayarak dönüp gitmiş­lerdi.

Enes b. Mâlik'in rivayetine göre bu kişiler hakkında Resulullah efendi­miz, tebük seferinden dönerken Medineye yaklaştığında şöyle buyunnuştur.

"Medine'de öyle topluluklar var ki sizin yürüdüğünüz her mesafede ve aştığınız her vadide onlar sizinle beraberdirler." Orada bulunan sahabiler "Ey Allanın Resulü, onlar şimdi Medinede mi?" diye sorunca, Resullah "Evet onlar Medine'de, onları özürleri orada hapsetti." Buyunnustur.[135]

 

93- Sorumluluk sadece, zengin oldukları halde, cihada gitmemek İçin senden izin isteyenlerdir. Onlar, geri kalanlarla beraber olmaya razı oldu­lar. Allah, onların kalblcrini mühürlcmiştir. Onlar, bilmezler.

Evet, gerçek özür sahiplerine günah yoktur. Günah, savaşa gitmeye güç­leri yetecek kadar zengin oldukları halde, cihaddan geri kalmak için senden izin istenleredir. Çünkü bunlar, cihada katılamayan kadınlarla beraber olmayı kendi­lerine layık görmüşlerdir. Kazandıkları günahlar sebebiyle Allah, onların kalb-lerini mü hü dem iştir. Onlar, akıbetlerinin kötü olduğunu bilmezler. [136]

 

94- Savaştan dönüp onlara geldiğinizde, sizden özür dilerler. Onlara de ki: "Özür beyan etmeyin. Biz, asla size inanmıyoruz. Çünkü Allah bize, haberlerinizi bildirdi. Allah da Peygamberi de amellerinizi yakında göre­cektir. Sonra, gizliyi de açığı da bilen Allahın huzuruna çıkarılacaksınız. Yaptıklarınızı size haber verecektir."

Cihaddan geri kalan bu münafıklar, seferden döndüğünüz zaman sizden özür dilerler. Ey Muhammed onlara de ki: "Hiç özür dilemeyin, söylediklerinize asla inanmıyoruz. Çünkü Allah, sizin durumunuzu bize bildirdi. Daha sonra Al­lah ve Resulü ne yapacağınızı görecektir. Münafıklığınızdan vaz mı geçeceksi­niz yoksa onda ısrar mı edeceksiniz? Sonra, görülen ve görülmeyen her şeyi bi­len Allahın huzuruna çıkarılacaksınız. O, size, yaptıklarınızı haber verecek ve herkese amellerinin karşılığını gösterecektir. [137]

 

95- Cihaddan döndüğünüzde, kendilerini bırakmanız için, Allaha ye­min edeceklerdir. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. İşle­dikleri günahın cezası olarak varıp kalacakları yer cehennemdir.

Siz, cihaddan döndüğünüz zaman, bu münafıklar, kendilerini ayıplamanız için, sizi ikna etmek maksadıyla AlJaha yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Onları, tercih ettikleri inkarcılık ve nifakla başbaşa bırakın çünkü onlar necistirler. İşledikleri günahlar sebebiyle varacakları yer, cehennemdir.

Bu âyetin izahında Abdullah b. Abbas diyor ki: "Resulullaha denildi ki: Sanlarla (Rumlarla) savaşmaz mısın? Belki de sen Rumların liderinin kızını esi-rahrsın. Çünkü onlar güzeldir." Bunun üzerine iki adam şöyle dediler "Ey AUa-hın Resulü, biliyorsun ki kadınlar fitnedir. Sen bizleri, onlar yoluyla baştan çı­karmış olma. Bize (cihada katılmamak için) izin ver." Bunun üzerine Resulullah o ikisine de izin verdi. Bunlar oradan ayrılıp gidince biri diğerine şöyle dedi. "Bu, ancak ilk yiyeni yiyeceği bir yağdır."

Resulullah yoluna devam etti. Bu gibi izin isteyenler hakkında ona bir şey nazil olmadı. Ancak yolun bir kısmini yürüyüp bazı suların başına varınca Resulullaha şu âyetler indi. "Eğer cihad, kolaylıkla elde edilecek bir dünya me-faati ve istenilen bir yolculuk olsaydı elbette sana uyarlardı..." Allah seni affet­sin. Doğru söyleyenleri bilmeden cihada çıkmamalarına niçin izin verdin?.. AlIaha ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad etmemek için-senden izin istemezler. [138]ayetleri ve "Onlardan" yüzçevirin. Çünkü onlar murdardılar. İşledikleri günahın cezası olarak varıp kalacakları yer, Cehennem­dir." âyetleri nazil oldu. Resulullah iie birlikte cihada katılanlardan bir adam ge­ri kalan bu adamlara gitti ve dedi ki: "Biliyormusunuz, sizden sonra Resullah'a Kur'an âyetleri indi?" Onlar da dediler ki "Ne duydun?" O da dedi ki "Bilmiyo­rum ama âyetin, "Şüphesiz ki onlar murdardılar" dediğini işittim. "Bunun üzeri­ne savsa katılmayan kişilerden "Mahşi" diye isimlendirilen bir adam diğerlerine dedi ki "Vallahi ben, sizinle birlikte geride kalmaktansa bana yüz sopa vurulma­sını isterdim." Sonra çıkıp Resulullahın yanına gitti. Resulullah ona: "Seni bura­ya getiren sebep nedir?" dedi. O da "Resulullahın yüzünü rüzgar yakarken ben güneş görmeyen yerde mi oturup kalayım?" Bunun üzerine Allah teala bu ayet­leri indirdi. "Onlardan bazısı, Peygambere "Bana izin ver, beni fitneye düşür­me" diyordu'[139]âyeti ve "Bu sıcakta savaşa çıkmayın." dediler[140] âyeti nazil oldu. "Vallahi ben, sizinle birlikte savaşa gitmemektense bana yüz sopa vurul­masını isterdim." diyen kimse hakkında da şu âyet nazil oldu. "Münafıklar aleyhlerine bir sure inip kalblerinde gizlediklerini haber vereceğinden korkuyor­lar[141] Resuiullah ile birlikte bulunanlardan bir münafık ta, müminleri kastede­rek şöyle dedi: "Şayet bunlar, söyledikleri gibi iseler bizde hiçbir hayır yoktur." Bu kişinin sözü Resuhıllaha ulaştı. Resulullah onu çağırıp "Duyduğum bu sözün sahibi sen misin?" dedi. O kişi de: "Sana kitabı indirene yemin olsun ki, hayır!" diye cevap verdi. Allah, bunun hakkında da "Onlar, söylemediklerine dair Aİlah a yemin ettiler. Halbuki onlar, kâfirliğe götüren sözü söylediler. [142] âyetini ve "İçinizde onları dinleyenler de vardır. Allah, zalimleri çık iyi bilir." âyetlerini indirdi[143]

Tebük seferinden geri kalan, Kâ'b b. Malik'in oğlu Abdullah b. babası Kâ'b b. Malikin bu âyet nazil olduktan sonra şunları söylediğini rivyat etmiştir.

"Allah beni hidayete kavuşturduktan sonra Resulullaha karşı doğu söyle­meden daha büyük bir nimet lütfetmedi. Yalan söyleyip te, yalan söyleyenler gibi bu âyetin beyan ettiği üzere helak olmadım[144]Kâ'bın korkusu âyet-i keri­menin, yalan söyleyenleri, "Onlar murdardılar" şeklinde vasıflandırınasındandır. [145]

 

96- Kendilerinden razı olmanız için size yemin cdcrlcr.Siz onlardan razı olasınız da şüphesiz ki Allah, fûsıklar güruhundan razı olmaz.

Onlar, sizin gönlünüzü almak için yemin ederler. Sizin gönlünüz onlar­dan hoşnut olsa bile, Allah onlardan razı olmaz. O halde Allanın kendilerinden razı olmadığı kişilerden siz de razı olmayın, onlarla münasebette bulunmayın. [146]

 

97- Bedeviler, inkâr ve iki yüzlülük yönünden daha fenadırlar ve AI-lahın, Peygamberine indirdiği dini hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha müsaittirler. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Araplar, çölde yaşayan insanlara "Bedevi" derler. Bu insanlar genellik­le şehirlerde yaşayan âlimlerden uzak kaldıkları, takva sahbi salih kişilerle mü­nasebetleri olmadığı ve eğitimden uzak oldukları için, katı kalbli, sert mizaçlı olarak yetişirler. İslama karşı çıkmalannda da bu halleri önemli bir rol oynamış­tır. [147]

 

98- Bedevilerden bir kısmı da, Allah yolunda harcandığını bir ziyan sayar, başınıza bir felaket gelmesini bekler. Şiddetli felaket onların başına gelsin. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

Bedevilerden bazıları da vardır ki, müşriklere karşı cihad etmek için veya bir müslümana yardım etmek için yahut da Allanın emrettiği herhangi bir yöne vermek, için harcadığı mallarını bir zarar sayar. Ondan bir sevap beklemediği gi­bi onun, kendisinden bir cezayı uzaklaştırdığına da inanmaz. Onlar, sevmediği­niz birşeyin, başınıza gelmesi, sevdiğiniz bir kimsenin sizclen uzaklaşması ve düşmanınızın size galip gelmesi gibi felaketlerin sizlere gelmesini beklerler. Felaketler sizin değil onların başına gelsin. Allah, kendisine yalvaranların duası­nı çok iyi işiten ve kimlerin,azaba uğrayacaklarını çok iyi bilendir.

İbn-i Zeyd diyor ki: "Bu âyette zikredilenler Bedevilerin münafıklarıdır. Bunlar, kendilerine karşı savaş açılacağı korkusuyla, gösteriş için mallarını har­cıyorlardı. Bu itibarla harcadıklarının kendileri için, zarardan başka bir şey ol­madığına inanıyorlardı. [148]

 

99- Bedevilerden bir kısmı da Aliaha ve âhiret gününe iman edcr.Harcadığmı, Allah katında yakın dereceler elde etmeye ve Peygambe­rin dualarını almaya vesile sayar. İyi bilinmelidir ki, bu onlar için, Aliaha bir yakınlık vesilesidir. Allah onları yakında rahmetine koyacaktır. Şüphe­siz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Bedevilerden bazıları da vardır ki, AHahı tasdik ederler, onu birliğini ik­rar ederler. Öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya iman ederler. Müşrikle­re karşı cihad etmek için ve Resulullahın seferleri için harcadıkları mallardan, Allanın rızasına erişmeyi, sevgisine nail olmayı ve Peygamberin dua ve affına mazhar olmayı isterler. İyi bilin ki, Peygamberin onlara dua etmesi ve onlar için af dilemesi, onlan Aliaha yaklaştıran bir vasıtadır. Onların harcamaları da bir vasıtadır. Allah onları, rahmetinin içine koyup cennetine katacağı kimselerden yapacaktır. Şüphesiz ki Allah, onların işlediği kusurları affeden, tevbe etmele­rinden sonra azaplarını düşürüp merhamet edendir.

Mücahid diyor ki: "Bu âyette ziklredilen Bedeviler, Müzeyne kabilesin­den "Mukarrin"in oğullarıdır. Şu âyet de bunların hakkında nazil olmuştur: "Ci­hada çıkma maksadıyla binek vermen için Sana geldikleri vakit" Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğinde harcayacak bir şey bulamadıklarına üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de sorumluluk yoktur. [149]

 

100- İki iman eden muhacirler ve Enser ile, iyilik yaparak onlara tabî olanlardan Allah razı oldu. Onlar da Allatılan razı oldular. Allah on­lar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.

Aliaha ve Resulüne iman etmeye ilk önce koşan muhacirlerle düşmanla­rına karşı Resulullaha yardım eden Ensar4dan bir de Allah ve Resulüne iman et­mede, Darülharbi bırakıp Darülislama hicret etmede bunlara uyanlardan Allah razı olmuş, bunlar da Allah'dan razı olmuşlardır. Zira bunlar Allanın emir ve ya­saklarını tutmuşlar, Allah da bunların iman ve itaatlarına karşı kendilerine bol-sevaplar vermiş ve onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. On­lar orada ebedi olarak kalacaklardır.? Ne ölecekler ne de oradan çıkarılacaklar­dır.

Ayet-i kerimde zikredilen "İlk hicret edenler"in kimler olduğu hakkında iki görüş zikredilmektedir.

Şa'bî'nin naklettiği bir görüşe göre bunlar, Hudeybiye musalahasmdaki "Bey'at-i Rıdvan"a katılan ve o ân'a kadar hicret etmiş olanlardır.

Ebu Musa el-Eş'arî, Saîd b. El-Müseyyeb, Muhammed b. Kâ'b, Hasan-ı Basrî ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise bunlar, iki kıbleye karşı yani, daha önce kıble olan Mescid-i Aksâ'ya ve sonra da Kabe'ye karşı namaz kılan sahabîlerdir.

Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi diyor ki: "Ömer b. el- Hattab, "İlk iman eden muhacirler ve Ensar ile, iyilik yaparak onlara tabi olanlardan Allah razı ol­du. Onlarda Allahtan razı oldular." âyetini okuyan bir kişinin yanından geçti. Ömer onun elinden tutup "Bunu sana kim okuttu?" diye sordu. O da: "Übey b. Kâ'b" dedi. Ömer: "Benden ayrılma seninle birlikte ona gidelim" dedi. O kişiye vannca Ömer ona: "Buna bu âyeti bu şekilde sen mi okuttun?" diye sordu. O da: "Evet" dedi. Ömer "Sen bunu Resulullahtan mı duydun?" dedi. Übey "Evet" de­di. Ömer "Ben sanıyordum ki biz, bizden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mertebeye ulaştırıldık" Bunun üzerine Übey dedi ki: Bu âyetin manasım ifade eden diğer âyetler de vardır. Onlar da: "Cuma suresinin: "Allah bu peygamberi bunlara kavuşmamış kimselere de göndermiştir. O, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir." [150]âyeti, Haşr suresinin: "Muhacirlerden ve Ensardan sonra gelen müminler şöyle dua ederler "Ey rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla"[151] (Ğâyeti ve Enfal suresinin, "Daha sonra iman edip hicret edenler ve sizinle beraber cihad edenler, işte onlar da sizdendir. [152] âye­tidir. [153]

 

101- Çevrenizdeki Bedevilerden münafıklar olduğu gibi, bizzat Me­dine halkından da münafıklığı huy edinenler vardır. Ey Peygamber onları sen bilmezsin, biz biliriz. Yakında onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba uğratılacaklardır.

Medine'nin çevresinde bulunan Bedevilerden münafıklar olduğu gibi bizzat Medine halkından da münafıklığı âdet edinen ve onu sürdüren kimseler de vardır.Bunlar, münafıklıkta devam ederler, tevbe edip ondan vaz geçmezler. Ey Muhammed.sen Bedevilerden ve Medine halkkından olan bu münafıktan bil­mezsin. Bunlann kimler olduklarını ancak bizler biliriz. Biz onlan, dünyada iken, rezil etme, aç bırakma, müslümanlann eliyle öldürme, kalblerine korku salma, felaketlere uğratma, îslamî cezalan uygulama, kendilerini kızdırma gibi azaba ve kabir azabına uğratacağız. Sonra da âhirette büyük bir azap olan ce­hennem azabına götürüleceklerdir.

Âyet-i kerimede münafıklann, Resulullah tarafından bilinmeyecekleri an­cak A*lah tarafından bilinecekleri beyan edilmektedir. Bu hususta Katade diyor ki: "Ne oluyor bir takım insanlara ki, kendilerini bazı insanlann ne olacaklannı bilmeye zorlarlar. "Falan cennetliktir" "Filan cehennemliktir." derler. Bunlardan birine, kendisinin ne olacağım sorduğunda ise "Bilemiyorum" der. Yemin olsun ki sen, kendi amelini diğer insanların amelinden daha iyi bilirsin. Sen başkalan-nın ne olacağım bileceğini iddia etmenle senden önceki Peygamberlerin dahi kendilerini zorlamadıkları bir şeye kendini zorlamış oluyorsun. Çünkü Hz. Nuh, kendisine tabi olan kimseler hakkında şöyle demiştir. "Onların ne yaptıklarını ben ne bileyim? [154]  Hz. Şuayb da, kavmi için şöyle demiştir: "Eğer iman edi­yorsanız, Allahın geriye bıraktığı şey sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin üzeri­nize bekçi değilim.'[155]

Allah teala bu âyette de Resulullaha, "Onlan sen bilmezsin, biz biliriz." buyurmuştur.

Ayet-i kerime'de "Yakında onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba uğratılacaklardır." Duyurulmaktadır.

Müfessirler, âyetin sonunda zikredilen "Büyük azap"tan maksadın, Ce­hennem azabı olduğu hakkında" ittifak etmişler, ondan önce zikredilen "İki azap"tan neyin kastedildiği hususunda ise farklı görüşler zikretmiş]erdir. Bu iki azap'tan birinin, kabir azabı olduğu, Abdullah b. Abbas, Ebu Malik, Mücahid, Katade, Hasan-ı Basri, İbn-i Cüreyc ve İbn-i İshak'tan nakledilmiştir. Bunun, öl­dürülme ve cehennemde yapılan ilk azap olduğunu söyleyenler de vardır.

Bu iki azap'tan bir diğerinin hangi azap olduğu hususunda birçok görüş zikredilmiştir.

Abdullah b. Abbas ve Ebu Malik'e göre bu azap'tan maksat, münafıkla­nn, isimleriyle belirtilerek rüsvay edilmeleridir. Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Resulullah, bir Cuma günü hutbe okuyordu. Hutbesinde: "Ey filan çık dışarı çünkü sen münafıksın. Ey filan çık dışan çünkü sen münafıksın" buyurdu. Münafıklardan bazı insanları mescitten çıkardı, onları rezil etti. Onlar mescitten çıkarken Ömerle karşılaştılar. Ömer, Cumaya yetişemediğinden uta­narak onlardan gizlendi. Çünkü o, insanların, Cumayı kılıp dağıldıklarını zan­netmişti. Münafıklar da, ömerin, durumlarını bileceğinden utanarak onlar da on­dan gizlendiler. Çünkü onlar, Ömerin, onların halini bildiğini zannetmişlerdi. Ömer gelip mescide girdi. Bir de ne görsün, insanlar henüz namaz kılmamışlar. Müslümanlardan bir adam ona: "Müjde ey Ömer, Allah bugün münafıkları açı­ğa çıkanp rezil etti." dedi. İşte münafıkların gördükleri ilk azap bu idi. İkinci azap ise kabir azabı'dır.

Mücahid ve Ebu Malikten nakledilen ikinci bir görüşe göre bu iki azap­tan biri de "Açhk"tır. Yahyaya göre, kalblerine giren korkudur. Katade, Hasan-ı Basri ve İbn-i Cüreyce göre dünyada görecekleri herhangi bir azap'tır. Bu azap dünyada yakalancakları herhangibir hastalık olabilir. Nitekim peygamber efen­dimiz, Huzeyfetül Yeman'a, sahabilerinden on iki kişinin münafık olduklarını, bunlardan bazılarının yakalanarak öleceklerini beyan etmiştir.

Ammar b. Yâsir diyor ki:

"Huzeyfe bana ResuluIIahm şöyle buyurduğunu haber verdi: "Sahabileri-min içinde on iki münafık vardır. Onlardan sekizi, deve iğnenin deliğinden geç­medikçe cennete girmeyeceklerdir. Bu sekiz kişiden cehennem ateşinden kay­naklanan ve omuzlarında görünüp göğüslerinde dahi kendisini gösteren çıbanlar çıkacak. Seni onların şerrinden kurtaracaktır. [156]

Taberinin rivayetinde, bu on iki kişiden altısının, zikredilen bu çıbanla öl--çekleri, altısının da nonnal ölümde ölecekleri rivayet edilmektedir.

Katade devamla diyor ki: "Bize anlatıldığına göre Ömer b. eMlattab (r.a.) bu on iki kişiden birisi olduğunu zannettiği kişilerden biri ölünce Huzeyfe bakarmış, o onun cenaze namazını kılarsa Ömer'de kılarrmş, yoksa kalmazmış. Yine bize anlatıldığına göre Ömer, Huzeyfeye şöyle demiştir: "Allah hakkı için söyle bana ben de onlardan mıyım?" Huzeyfe'de demiştir ki: "Allah'a yemin ol­sun ki, sen onlardan değilsin. Ancak senin dışında herhangibir kimsenin nifak­tan uzak olduğuna garantim yoktur."

İbn-i Zeyde göre ise, münafıkların, dünyada görecekleri azaplardan birin­den maksat, onların, mallanna ve evlatlarına gelen felaketlerdir. Nitekim bu hu­susta Allah teala "Onların mallan ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bun­larla dünya hayatında onlara azap etmeyi diler. [157]buyurmuştur.

Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bîr görüşe göre, dünyadaki bu azaptan maksat, İslam ceza hukukunun kendilerine tatbik edilmesidir.

Hasan-ı Basriye göre kendilerinden zekât alınmasıdır. İbn-i İshaka göre ise, kalblerine kızgınlık ve öfkelerin sokulmasıdır.

Taberi diyor ki: "Bana göre doğru olan söz Şudur" Allah teala, bu müna­fıklara iki kere azap edeceğini bildirmiş ancak bu azapların neler olacağına dair-bize herhangi bir delil vermemiştir. Bu azapların Yukarıda zikredilenlerden ba­zılarının olması mümkündür. Ancak, âyetin sonunda, münafıkların büyük bir azaba uğratılacakları beyan edildiğinden bundan önce zikredilen iki azabın dün­yada görüleceği ortaya çıkmaktadır. Dünyada görülecek bu azaplardan birinin de kabir azabı olması büyük bir ihtimaldir. [158]

 

102- Günahlarını itiraf eden diğerleri de vardır. Bunlar, kötü amelle iyi ameli birbirine karıştırdılar. Umulur ki Allah, onların tevbelerini kabul cdcr.Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Medine halkından, nifak üzere devam edenler bulunduğu gibi onlardan, günahlarını itiraf edenler de vardır. Bunlar, Resulullah ile birlikte cihada çıkma­ma kötü amellerini, günahlarından tevbe etme iyi amellerine karıştırmışlardır. Allah bunların tevbelerini kabul edecektir. Zira Allah,kullanm çokça affeden ve çok merhametli davranandır.

Âyet-i kerime'de geçen ve "Umulur ki" diye tercüme edilen ( , kelimesi, Allah teala için kullanıldığında "Muhakkak ki" manasını ifade eder. Bu nedenle âyette zikredilen kimselerin günahlarının affedileceği vaadedilmiştir.

Haccac b. Ebi Zî'b diyorki: "Ben Ebu Osman'ın şöyle söylediğini işittim", "Bana göre Kur'anda bu ümmet için bu âyetten daha fazla ümit veren bir ayet yoktur."

Semüre b. Cündeb, Resulullahın, bu âyetin izahında şunları buyurduğunu rivayet edmi§tir:

"Bu gece rüyamda bana iki kimse geldi .Beni alıp altın ve gümüş kerpiç­lerden yapılmış bir şehre götürdüler. Bizi, vücutlarının yansı gözle görebilece­ğin en güzel bir şekilde diğer bir yansı da yine gözle görebileceğin en çirkin şe­kilde olan adamlar karşıladı. O iki kimse o adamlara dediler ki; "Gidin, kendini­zi şu nehire atın." Onlar da gidip kendilerini o nehre attılar. Sonra dönüp bize geldiler. Onlarda olan o kötü durum gitmişti. Onlar, en güzel bir sekile girmiş­lerdi. O iki kişi bana dediler ki: "İşte bu, Adn cennetidir. Şu da senin makamın­dır." Yine dediler ki: "Yanlan güzel, diğer yarılan çirkinolan o insanlara gelin­ce onlar, salih amellerine kötü ameleri katanlardır. Allah onlannkusurlanni ba-ğışladı. [159]

Müfessirler, bu âyet,i kerimenin kimler hakkında indiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullahb. Abbas'a göre bu âyet, içlerinde Ebu Lübabe'nin de bulun­duğu on kişi hakkında nazi! olmuştur. Bunlar, Tebük seferinde Resululİaha ka­tılmayıp geride kalmışlardır. Ebu Lübabe dahil, bunlardan yedi tanesi, yaptıkla-nna pişman olarak kendilerini, mescid-i Nebevi'nin direklerine bağlamışlardır.

Resulullah savaştan dönüp kendilerini affedip çözmedikçe kendi kendilerini çözmeyeceklerine yemin etmişlerdir. Resulullah dönünce bunların niçin böyle yaptıklarım sormuş, durumları ona anlatılmıştır. Resuluîlah da: "Allah onların özürlerini kabul etmedikçe ben de kabul etmeyeceğim ve onlan çözmeyeceğim. Çünkü pnlar, benim emrimden yüz çevirdiler, müslümanlarla savaşa çıkmayıp geride kaldılar." buyurmuş onlar da "Allah bizi çözmedikçe biz de kendimizi çözmeyeceğiz" diye yemin etmişler nihayet bu âyet inmiş, onlann tevbelerinin kabul edildiği beyan edilmiş Resulullah da onlan serbest bırakmış ve özürlerini kabul etmiştir.

b- Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bunlar altı kişi­dir, Ebu Lübabe, dahil üçü, kendilerini mescidin direklerine bağlamışlardır.

c- Zeyd b. Eslem'e göre bunlar sekiz kişidir.Kendilerini direğe bağlayan­lar, Kerdem, Mirdas ve Ebu Lübabe'dir. Said b. Cübeyre göre de bunlar, Hilal, Ebu Lübabe, Kerdem, Mirdas ve Ebu Kays'dır.

d- Katadeye göre bunlar yedi kişidir. Salih amel ile kötü antetleri birbiri­ne kanştıranlar bunlardan dördü'dür. Bunlar da Cedd b. Kays, Ebu Lübabe, Ha­ram ve Evs'dir.

e- Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyeti kerime yalnız Ebu Lübabe hakkında inmiştir. Ebu Lübabe, muhasara altında bulunan Kureyza oğlu Yahudilerinin yanından geçerken eliyle bağazına işaret etmiş, Sa'd b. Mua-zın hakemliğini kabul etmeleri halinde kesileceklerini anlatmak istemiştir Bu­nun üzerine Ebu Lübabe, kendisini mescidin direklerinden birine bağlamış, tev-besi kabul edilinceye kadar kendisini çözmeyeceğine yemin etmiştir. Bu âyet-i . kerime inmiş, Ebu Lübabe'nin tevbesinin kabul edildiğini bildirmiştir.

f- Zühriye göre ise bu âyeti kerime sadece Ebu Lübabe hakkında nazil ol­muştur amma, Kureyza oğlu Yahudilerinin hadisesinden dolayı değil Tebük sa­vaşına katılmamasından dolayı nazil olmuştur.

Taberi diyorki: "Bu âyetin nüzul sebebi hakkında doğru olan görüş şudurO "Bu âyet, Resulullahın Tebük seferinde çıktığı zaman, onunla beraber ci­hada çıkmayan ve geride kalan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Bunlardan biri de Ebu Lübabe'dir. Bu âyetin, yalnız Ebu Lübabe hakkında indiğini söyle­mek doğru değildir. Zira âyette, "Günahlarını itiraf eden diğerleri de vardır." Duyurulmakta ve günahlannı itiraf edenlerin çok kimseler olduğu beyan edil­mektedir. Nitekim, sîret âlimleri de bunun, Tebük seferinden geri kalan bir top-lulukhakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir. [160]

 

103- Ey Peygamber, onların mallarından sadaka al ki bununla onları manevî kirlerden temizlemiş ve derecelerini yüceltmiş olasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için bir huzur kaynağıdır. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

Peygamber efedimiz (s.a.v.) zekâtım getirip teslim edene hayır duada bulunurdur.  Abdullah b. Ebi Evfa diyor ki:

"Bir kimse zeâktını Resulullaha getirdiğinde onun Resuiullah onlara dua ederdi. Babam da zekâtım Resulullaha getirdiğinde için de "Ey Alanım sen Ebi Evfa ailesine merhamet eyle." diye duada bulundu. [161]

Abdullah b. Abbas'dan rivayet edildiğine göre cihaddan geri kalan Ebu Lübabe ve arkadaşları daha sonra cihaddan geri kalmalarına pişman olmuşlar ve kendilerini Mescid'in direğine bağlayarak, Allah tarafından affedilinceye kadar kendilerini çözmeyeceklerine yemin etmişlerdi. Allah teala bunların tevbelerini kabul etmiş onlar da kendilerini bağladıkları direkten çözmüş ve mallarını geti­rip Resulullaha vermek istemişler ve ona "Ey AHahm Resulü, işte mallarımız, bunları al sadaka olarak dağıt ve bizim için af dile." demişlerdi. Resulullah da "Ben, sizin mallarınızdan bir şey almakla emrolunmadım." buyurmuş bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olmuş. Resulullah da onların mallarından bir kısmını alıp dağıtmıştır. [162]

 

104- Onlar bilmediler mi ki? kullarının yaptığı tevbeyi ancak Allah kabul eder, sadakalarını da ancak o kabul eder .Ve Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, çok merhametli olandır.

Bu âyet-i kerime, Tebük seferine katılmayanları tevbe etmeye, sadaka vermeye, tevbe ve sadakalarında da samimi olmaya teşvik etmektedir. Çünkü tevbe ve sadaka, günahların affedilmesine, kişilerin, manevî kirlerden temizlen­mesine sebep olmaktadır.

Abdullah b. Mes'ud, bu âyetin izahında şunu söylemiştir: "Hiçbir kimse bir sadaka vermez ki, dilencinin eline konulmadan Allanın eline konulmuş ol­masın." Sonra Abdullah b. Mes'ud "Onlar bilmediler mi ki, kulların yaptığı tev­beyi ancak Allah kabul eder. Sadakalarını da ancak o alır." âyetini okudu.

Verilen sadakanın, Allah katında ne kadar sevap olduğunu belirten bir hadis-i şerifte de Resulullah şöyle buyurmuştur:

"Allah, verilen sadakayı kabul eder. Onu sağ eliyle alır ve sizden birini-zin.tayını beslediği gibi onu büyütür. Öyle ki, bir lokma, Uhut dağı gibi olur. Bunu, Aziz ve celil olan Allanın kitabında doğrulayan âyetler şunlardır: "Onlar bilmedilermi ki, kulların yaptığı tevbeyi ancak Allah kabul eder. Sadakalarını da ancak Allah alır." "Allah, faizi mahveder, sadakaları ise artırır. [163] [164]

 

105- Ey Muhammed de ki: "Çalışın. Yakında Allah, Peygamberi ve müminler, yaptığınız işleri görecektir. Sonra da gizli ve açık olanı bilen Al-lahın huzuruna çıkartacaksınız. Yaptıklarınızı size haber verecektir.

Ey Muhammed, cihaddan geri kalan ve günah işlediklerini itiraf eden bu insanlara de ki: "Siz, Allahı razı edecek ameller işleyin. Sizin böyle ameller iş­lediğinizi, Allah, Resulü ve müminler göreceklerdir. Ve sizler, kıyamet günün­de gizliliklerinizi de gizli olmayan şeylerinizi de bilen Alllahm huzuruna çıkarı­lacaksınız. O, size ne yaptığınızı bildirecek ve size, yaptığınızın karşılığını vere­cektir. [165]

 

106- Savaştan geri kalan diğer bir kısım İnsanların durumu ise, Alla-hın hükmüne bırakılmıştır. Onlara ya azap eder veya tevbclerini kabul eder. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu âyet-i kerime, daha sonra gelen yüz on sekizinci âyette zikredilen üç kişiye işaret etmektedir. Bunlar Kâ'b b. Malik, Mürare b. Rebi1 ve Hilal b. Ümeyye isimli sahabilerdir. Bu sahabiler, bir çok savaşa katılmalarına rağmen Tebük seferinden geri kalmışlardır. Bu sebeple Resulullah (s.a.v.) kendileriyle konuşulmasını yasaklamış ve durumlarını Allah'a havale etmiştir. Yüzon seki­zinci âyette bunların tevbelerinin kabul edildiği bildirilmiştir. [166]

 

107- Zarar vermek, înkâr-etmek, müminlerin arasını ayırmak ve da­ha önce Allah ve Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırla­mak için bir mecsid yapanlar "Biz, sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar.

Peygamberin meesidine zarar vermek, Allanın Peygamberine karşı gelip Allahı inkâr etmek, müminler topluluğunun arasını açmak, daha önce Resululla-ha karşı savaşan Ebu Âmir el-Fâsık'a gözetleme yeri hazırlamak için özel bir mescid yapanlar "Biz bunu yapmakla ancak iyilikte bulunmak ve Müslümanla­rın sıkıntılarını gidermek istiyorduk." diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar.

Said b. Cübeyr, Mücahid, Urve b. Zübeyr, Katade ve diğerlerinden riva­yet edildiğine göre Medinede Hazreç kabilesine mensup EbÛ Âmir adında bir adam vardı. Bu adam, cahiliyye döneminde Hıristiyanlığı kabul etmiş ve ehl-i kitaba ait birçok kitapları okuyarak ta Papaz olmuştu. Bu adamın, kabilesi nez-dinde büyük bir itibarı vardı. Resulullah (s.a.v.) Medineye hicret etmiş, çevre­sinde Müslümanlar çoğalmış ve Müslümanlar Bedir savaşıyla da müşriklere karşı büyük bir zafer elde etmişlerdi. İslâm'ın ve müslümanlarin güçlenmesi ve Hazreç kabilesinden birçoklarının MüsÜlman olması karşısında Ebû Âmir Re-sullaha ve İslama kin beslemey başladı. Resulullah onu İslama davet etti* kendi­sine Kur'an okudu fakat o, Müslümanlığı kabul etmemekte ısrar etti. Resululla-ha karşı düşmanlığını açığa vurdu. Medine'de tutunamayarak Mekke'ye kaçtı. Orada, bütün mişrikleri ve Arap kabililelerini Müslümanlara karşı kışkırttı. Uhud savaşı için yapılan hazırlıklara katıldı ve bizzat savaşa da iştirak ettti. Sa­vaştan sonra İslamın gittikçe güçlendiğini görünce bu defa Bizans İmparatoru Herakliyüs'a giderek, Resulullah'a karşı kendisine yardım etmesini istedi. Ve bir müddet orada kaldı. İşte orada bulunduğu sırada, Medine'de bulunan kendi ta­raftarı münafıklara mektup yazarak, yakında büyük bir güçle Medine'ye gelece­ğini, kendisi için orada bir karargâh ve gözetleme yeri yapmalarını istedi. Bu­nun üzerine taraftarları Küba Mecsidi'nin yakınında bir Mescit yaptılar.

Resulullah Tebük seferine çıkarken, Ebu Âmirin adamları olan münafık­lar, Müslümanlar nezdinde bir meşruiyet kazandırmak için kendisini bu mescit­te namaz kılmaya davet ettiler. Bu mescidi, âcizler ve sakatlar için yaptıklarını söylüyorlardı. Resuîullah onlara "Şu anda sefere çıkıyoruz, inşallah dönerken." cevabını verdi.

Tebük seferinden döndüğünde Medine'ye yaklaşırken Cebrail Aleyhisse-lam geldi ve bu mescid'in Mescid-i Dırar yani, Müslümanlara zarar vermek için kurulmuş bir Mescid olduğunu, bunu yapanların, sadece inkarcılık ve bölücülük için yaptıklarını bildirdi. Bunun üzerine Resulullah, daha Medine'ye varmadan adamlar gönderip mescidi yıktırdı. İşte âyet-i kerime'nin nüzul sebebi bu olaydır ve bu fitneyi açıklamaktadır.

Zühri, Yezid b. Rûman, Abdullah b. Ebibekr, Âsim b. Ömer b. Katade ve diğer raviîerin naklettiklerine göre Resulullah Tebükten dönerken, Medineye yakın bir mesafede bulunn "Zîevan" denen yerde konakladı. Orada Resuluîîaha,

Dırar mescidinin gerçek yüzünü beyan eden haber ulaştı. Bunun üzerine Resu-lullah, Seleme b. Avf oğullarının kardeşliği olan Mâlik b. Duhşum'u ve Aclan oğullarının kardeşliği olan Maan b. Adiy veya kardeşi Âsim b. Adiy'i çağırdı. Onlara, "Halkı zalim olan bu mescide gidin. Onu yıkın ve yakın" dedi. Onlar da çıkıp hızlıca gittiler Mâlik b. Duhşum'un kabilesi olan Salim b. Avf oğullarına varınca Mâlik, Maan b. Adiy'e dedi ki: "Beni bekle, Ailemden ateş alıp gele­yim." Ailesine gitti, bir hurma dalı aldı. Onu yaktı. İkisi birden koşarak Mescidi Dırara girdiler. Orada Dirar cemaati bulunuyordu. Bu iki kişi, mescidi yaktılar. Kalanın yıktılar. İçinde bulunanlar da dağılıp gittiler. İşte bunlar hakkında Kur"amn bu âyeti nazil oldu. Bu mescidi yapanlar on iki kişiydi. Bunlar, şu kim­selerdi:

- Amr b. Avf oğullarından, Hizam b. Halid B. Ubeyd, Mescid-i Dırann yerini bu kişi vermişti.

- Ubeyd oğullarından, Sa'lebe b. Hâtıb.

- Dubey'a b. Zeyd oğullarından Muattıb b. Kuşeyr,

- Dubey'a b. Zeyd oğullarından Ebu Habibe b. el-Ez'ar,

- Amr b. Avf oğullarından olan Sehl b. Huneyfin kardeşi, Abbad b. Hu-neyf.

- Câriye b. Âmir, Bu da Dubey'a oğullarmdandır.

- Cariye b. Âmir'in oğlu, Mücemma' b. Câriye,

- Zeyd b. Câriye

- Dubey'a oğullarından olduğu söylenen Bahtec veya Bahsec,

- Dubey'a oğullarından Bicad b. Osman

- Nebtel b. el-Hâris, Bu da Dutıey'a oğullanndandı.

- Vedia b. Sabit. Bu da Ümeyye oğullarına nisbet eldilmiştir.

Leys demiştir ki: "Şakiyk, Âmiroğulİannın mescidinde namaza kavuşa­mamış. Ona denilmiş ki: "Filan oğullarının mescidinde henüz namaz kılınma­dı." O da demiştir ki: "Ben orada namaz kılmak istemiyorum. Çünkü, o zarar vermek için yapılmıştır. Her zarar vermek için veya gösteriş için yahut şan şeref için yapılan mescid, mescid-i Dırar hükmündedir." [167]

 

108- Ey Muhammcd,bu mescitte asla namaza durma. Şüphesiz ki başlangıcından itibaren, takva üzere kurulan mescitte namaz kılman daha hayırlıdır. O mescitte, temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah, kendile­rini temizleyenleri sever.

Ey Muhammed, münafıkların, müminleri bölmek, Allaha ve Resulüne karşı savaşan kimseye gözetleme yeri hazırlamak maksadıyla yaptıkları mescid-i Dırarda hiçbir zaman namaz kılma. İlk gününden itibaren, Allah'tan korkma ve ona itaat etme düşüncesiyle yapılan mescid-i Nebevide namaz kılman daha ha­yırlıdır. Takva üzere yapılmış olan bu mescidin çevresinde, tevbe ederek mane­vi kirlerden, su ile taharet ederek te maddi kirlerden temizlenmek isteyen kişiler vardır. Allah, kendilerini temizleyenleri sever.

Müfessirler, âyet-i kerimede zikredilen ve "İlk gününden itibaren takva esası üzere kurulan mescit'den hangi mescidin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Ebu Said el-Hudri ve Said b. el-Mü-seyyeb'e göre bu mescitten maksat, Medine'de bulunan Mescid-i Nebevidir. Bu hususta Osman b.Ubeydullah diyorki: "Ebu Hureyre'nin oğlu Muhammed beni, takva üzerine kurulu meesidin hangi mescit olduğunu sormam için Abdullah b. Ömer'e gönderdi. Onun, mescid-i Nebevi mi yoksa Küba mescidi mi olduğunu sordum. O da bu mescidin Küba mescidi değil mescid-i Nebevi olduğunu söyle­di.

Ebu Seleme b. Abdurrahman diyorki:

"Benim yanımdan, Abdurrahman b.Ebu Said el-Hudri geçti. Ona dedim ki: "Takva üzerine kurulmuş olan mescid hakkında babanın ne anlattığım duy­dun?" O da dedi ki: "Babam dedi ki: "Ben, Resulullahın, hanımlarından birinin evinde iken onun yanına girdim ve dedim ki: "Ey Allahm Resulü, takva üzerine kurulmuş ola mescid, hangi mescittir?" O, bir avuç çakiltaşı alıp yere attı sonra şöyle buyurdu: "O, sizin şu mescidinizdir..." (Mescid-i Nebevidir.) Ebu Seleme diyorki: "Ben, Abdurrahman'a dedim ki: "Babanın bunu anlattığına şahi-dim. [168]

b- Abdullah b. Abbas, Atiyye, îbn-i Büreyde, İbn-i Zeyd ve Urve b. Zü-beyre göre, burada zikredilen mescitten maksat, Küba mescididir.

Taberi birinci görüşün doğru olduğunu, çünkü bu hususta Resulullah'tan sahih hadis rivayet edildiğini söylemiştir. Nitekim Sehl b.Sa'd Übey b. Kâbın şunu söylediğini rivayet etmiştir.

"ResuluIIaha, takva üzere kurulu olan mescdin hangi mescit olduğu so­ruldu. O da: "O, benim mescidimdir." buyurdu. [169]

Ebu Said el-Hudri de demiştir ki:

İki adam, ilk günden itibaren takva üzere kurulmuş olan mescidin hangi mescit olduğu hususunda tartıştılar. Biri: "Bu Küba mescididir." dedi. Diğeri de "Bu Resulullahın mescididir" dedi. Bunun üzerine Resulullah buyurduku "O, benim şu mescidimdir. [170]

Taberi bu hadisin diğer bir rivayetinde Resulullahın şöyle buyurduğunu nakletmiştir. "Takva üzerine kurulan mescit, benim şu mescidimdir. Onların hepsinde hayır vardır.

Âyet-i kerimede "Orada, temizlenmeyi seven adamlar vardır." buyurul-maktadır. Bundan maksat "Takva üzere kurulan o mescitte, su ile taharet ederek temizlenmek isteyen insanlar vardır." demektedir.

Ebu Hureyre Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"O mescitte temizlenmeyi seven adamlar vardır, allah, kendilerini temiz­leyenleri sever" âyet-i Küba halkı hakkında nazil olmluştur. Çünkü onlar, su ile taharet ederlerdi. Bu sebeple bu âyet, onlar hakkında nazil oldu[171]

Abdullah b. Selam, Uveymir, b.Sâide, Huzeyme b. Sabit, İbrahim b. İs­mail, Musab. Ebi Kesir, Urve b. Zübeyr, Hasan-ı Basri, Atiyye, İbn-i Zeyd ve Ata'ya göre bu âyet-i kerime, Su ile taharet eden Küba halkı hakkında nazil ol­muştur.

İbrahim b. İsmail el-Ensari diyor ki: "Resulullah, Uveymir b. Saideye de­di ki: "Allah teala'nın" O mescitte, temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah, kendilerini temizleyenleri sever" âyetiyle, nedn sizi övmüştür?" O demiştirki: "Bizler, su ile taharet ederiz." [172]

 

109- Binasının temelini, Allahtan korkma ve rızasını kazanma esası üzerine kuran mı yoksa binasını, yıkılmak üzere olan bir uçurumun kena­rına kurup ta onunla cehennemin ateşine göçen mi daha hayırlıdır? Allah, zalimler güruhunu doğru yola sevketmez.

Ey insanlar, iki türlü mescid yapan insanlardan hangileri daha'hayırlıdır? Mescidini, Allaha itaat etmek için, onun farz kıldığı ibadetleri yerine getirmek için ve onun rızasına erişmek için yapan kimseler mi? Yoksa mescidini, çevresi­ne duvar yapılmayan bir kuyu gibi uçurumun kenarına yapan bu itibarla, akıbetinin ne olduğunu bilmeyen neticede de yaptığı binası ile birlikte yuvarla­nıp cehenneme sürüklenen kimselerin yaptıkları mesitler mi?

Bu âyet-i kerime, iman ve ihlas sahibi olan insanların yaptığı amellerle, münafıklık ve sapıklık hastalığına kapılanların yaptıkları işleri karşılaştırmakta, imanlıların, amellerini, sağlam zemine oturtulmuş muhkem bir binaya benzet­mekte, münafıkların amellerini ise heyelan bölgesindeki bir uçurumun kenarına yapılan ve neticede, yapanla birlikte uçuruma yuvarlanan çürük bir-binaya ben­zetmektedir.

İşte gerçek iman sahibi müminler ile münafıklar arasındaki fark da böyle­dir. İmansızlar ve münafıklar sonunda cehenneme yuvarlanırlar. Zira Allah, bu zalimleri hidayete erdirmez. Onlar, ebedî olarak cehennemde kalırlar. [173]

 

110- Yürekleri paramparça oluncaya kadar, yaptıkları o mescid, dai­ma bir şüphe kaynağı olarak kalblcrinde kalacaktır. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Yaptıkları bu Dırar meesidi yıkılmamış olsaydı, orada toplanıp konuşma­ları, onların nifakım artırmaktan başka bîr şeye yaramayacaktı. Yıkıldıktan sonra da, inkarcıların münafıklıklarının anlaşılmış olması sebebiyle, kinleri artmaya devam edecektir. Ve ölüp kalbleri parçalanıncaya kadar bu kin kalblerinde yaşa­yacaktır. [174]

 

111- Şüphesiz ki Allah, cihad eden müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allanın, TcvraÜa, İncildc ve Kur'anda olan gerçek vaadidir. Allahdan daha fazla kim ahdine vefa gösterir? Öyleyse yaptığınız bu alışverişe sevinin. İşte büyük kurtuluş budur.

Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi ve aynı rivayeti nakleden diğer âlimler diyorlar ki: "Akabe biatinin yapıldığı gecede, Abdullah b. Revaha, Resulullaha (s.a.v.)'e şöyle demiştir "Rabbin için ve kendin için dilediğini şart koş." Resul-lah da "Rabbim için sadece ona kullak etmenizi, hiçbir şeyi ona ortak koşmama­nızı şart koşuyorum. Benim için de, kendinizi ve mallarınızı koruduğunuz gibi korumanızı şart koşuyorum." dedi. Bunun üzerine Resulullaha biat eden Medi-neliler dediler ki "Biz bunu yaparsak ne kazanmış oluruz? "Resulullah da "Cen­neti." cevabım verdi. Medineliler "Bu, kârlı bir alış veriş. Bunu ne biz bozarız ne de karşı tarafın bozmasını isterim." dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i keri­me nazil oldu.

Evet, iman eden insanlar fâni bir hayatı ve değeri olmayan dünya malını vererek karşılığında ebedi hayatı ve tükenmeyen cennet nimetlerini satın almış olurlar Çok kârlı.bir alış veriştir bu. Nitekim Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde böyle buyurmuştur:

"Allah, sadece kendi yolunca cihad etmek ve Peygamberini tasdik etmek maksadıyla efere çıkan bir gaziyi Öldürürse cennete koyacağına, sağ selim evine döndürürse mükâfaat veya ganime vereceğine [175]

 

112- Bunlar, günahlardan tevbe edenler, Allaha ibadet edenler, ona hamd edenler, onun yolunda seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayanlar ve Allanın koyduğu sınırları koru­yanlardır. Müminleri müdelc.

Allanın, cennet karşılığında caniannı ve mallarını aldığı müminler o kim­selerdir ki, Allahm sevmediği şeylerden vaz geçip sevdiği şeylere yönelirler Al­lah'tan korkarak ona boyun eğer, kullak ederler Her hallerinde ve her türlü imti­han karşısında Allaha hamdederler. Oruç tutarak vücutlarını Allah yolunda esir­gemedikleri için seyahat edenler gibi kendilerini yorarlar. Namazlarında rüku ederler secdeye varırlar. İnsanlara, hakka uymalarını, doğru yolda gitmelerini ve salih amel işlemelerini emrederler. Ve onlara, Allahın yasakladığı her şeyi ya­saklarlar. Allahm kendilerine, farz kıldığı ibadetleri yerine getirip yasakladığı şeylerden kaçınarak onun koyduğu sınırlan korurlar.

Âyet-i kerime'de Allah yolunda cihad edecek olan müminlerin bir kı­sım sıfatlan zikredilmiştir. O sıfatlar şunlardır:

Tevbe edenler: Bundan maksat, yaptıkları günahlardan vaz geçenler, şirk ve nifaktan uzaklaşanlar, demektir.

İbadet edenler: Bundan maksat, Allah korkusundan dolayı boyun eğip kulluk edenler ve kulluklarını her halükârda yaparak bu uğurda vücutlannı esir­gemeyenlerdir.

Hamd edenler: Bundan maksat, Allanın, kendilerini imtihan ettiği hayır­lı durumlarda da, kötü hallerde de ona hamd edenler demektir.

Seyahat edenler: Bundan maksat ise Ubeyd b. Umeyr, Ebu Hureyre, Abdullah b. Mes'ud, Ebu Abdurrahman, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Abdurrahman, Mücahid, Ebu Amr el-Abdi ve Hz. Aişeye göre, oruç tutanlar'dir. Oruç tutanlar da seyahat edenler gibi Allah yolunda vücutlannı esirgemedikleri için onlara "Seyahat edenler" denilmiştir. Ubeyd b. Umeyr ve Ebu Hureyre, Re-sulullarun, bu âyette zikredilen -Seyahat edenler"den maksadın, oruç tutanlar olduğunu beyan ettiğini rivayet etmiştir. Hz. Aişe de, "Bu ümmetin seyahati oruç tutmaktır." dremiştir. [176]

 

113- Ne Peygamberin ne de müminlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sora, akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz.

Ne Peygamber Muhammede ne de onunla birlikte iman edenlere yakın akrabaları dahi olsa, kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları belli olduktan son­ra, müşrikler için af dilemeleri onlara yakışmaz.

Müfessirler, bu âyet-i kerime'nin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Müseyyeb b. Hazen, Mücahid, Amr b. Dinar ve Said b. el- Müseyeb'e göre bu âyet-i kerime, Resulullahın amcası Ebu Talib hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Müseyyeb diyor ki:

"Ebu Talip ölüm hastalığında iken Resulullah onun yanına gitti. Orada, Kureyşin ileri gelenlerinden, Ebu cehil ve Abdullah b. Ebi Ümeyye bulunuyor­du. Resulullah Ebu Tabile "Ey amca, Ünlahe illallah" de. Bununla Alla katında seni savunayım." dedi. Ebu Cahil ve Abdullah b Umeyye "Ey Ebu Talip, Ab-dulmuttalibin dininden dönecek misin?" dediler. Bunlar Ebu Talibe devamlı olarak aynı şeyi telkin ediyorlardı. Nihayet Ebu Talip onlara son söz olarak Ab-dulmuttalibin dini üzere olduğunu söyledi. Bunun üzerine Resulullah şöyle bu­yurdu "Bana yasaklanmadıkça senin için mutlaka af dileyeceğim. [177] İşte bu­nun üzerine bu âyet-i kerime nâzi! oldu ve iman etmeyenler için af dilemeyi ya­sakladı. Aslımda, hakkında af dilemekle herhangi bir kimseyi imana getirmek mümkün değildir. Nitakim bu hususta yine Ebu Talib hakkında nazil olduğu ri­vayet edilen bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır "Ey Muhammed, şüphe­siz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakkat Allah dilediğini hidayete erdi­rir. O, hidayete erecekleri çok iyi bilir. [178]

b- Atiyye ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resulullahm annesi hakkında nazil olmuştur. Atiyye diyor ki: "Resulullah Mekke'ye gelince annesi için af dilemesine izin verilir ümidiyle gü­neş ortalığı iyice kızdınncaya kadar annesinin kabrinin başında durdu. Nihayet "Ne Peygamberin ne de müminlerin, cehennemlik olduktan sonra, akrabaları da olsa müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz" ayeti inti. Resulullah da an­nesi için af dilemekten uzak durdu. Bu hususta Ebu Hureyde diyor ki:

"Resulullah (s.a.v.) annesinin kabrini ziyaret etti. Kendisi ağladı, çevre­sinde bulunanları da ağlattı ve buyurdu ki: "Ben rabbimden onun için af dileme­me izin vermesini istedim. O bana izin vermedi. Onun kabrini ziyaret etmek için izin istedim. Bana izin verildi. Sizler, kabirleri ziyaret edin. Çünkü onlar, ölümü hatırlatırlar. [179]

c- Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin nüzul sebebi, bazı müminlerin, Ölen akrabaları müşrikler için af dilemele­ridir. Bu hususta Katade diyor ki: "Bize anlatıldığına göre, Resulullahın sahabi-lerinden bazı kişiler dediler ki: "Ey Allahın Resulü, atalarımızdan bazıları iyi komşuluk yapıyor, akrabalarına iyi davranıyor, darda kalanların sıkıntılarını gi­deriyor ve üzerlerinde bulunan haklan yerine getiriyorlardı. Biz, onlar için af di­lemeyelim mi?" Resulullah da buyurdu ki: "Evet dileyin. Ben de" İbrahimin ba­bası için af dilediği gibi babam için af dileyeceğim" Bunun üzerine bu âyet-i ke­rime nazil oldu. Af dilemelerini yasakladı. Bundan sonra gelen âyet de nazil olup Hz. İbrahimin mazeretini belirtti.

Âyet-i kerime'de, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra müşrik ak­rabalar için af dilenüemeyeceği beyan edilmektedir. Onların, cehennemlik ol­dukları ölümlerinden sonra belli olacağından Abdullah b. Abbas, diri olan müş­rik akrabalar için af dileneceğinin caiz olduğunu söylemiştir. Said b. Cübeyr di­yor ki: "Yahudi olan bir kişi öldü. Onun, müslüman bir oğlu vardı. Cenazesine katılmadı. Bu, Abdullah b. Abbasa anlatıldı. O da dedi ki: "Oğlunun cenaze ile beraber gidip onu defnetmesi icabederdi. Ölünceye kadar ona iyi dileklerde bu­lunmalıydı. Öldükten ssonra ise o haline bırakılır. Allah teala buyurmuştur ki «İbrahimin, babası için af dilemesi, yalnızca ona verdiği sözü yerine getirmesi içindi. Fakat babasının, Allah düşmanı olduğu ortaya çıkınca ondan uzaklaştı.»

Atâ b. Ebi Rebah, bu âyette zikredilen, af dilemeden maksadın, öldükten sonra cenaze namazım kılmak olduğunu söylemiş, Ebu Hureyre de dua etmek olduğun beyan etmiştir.

Taberi de, aslında af dilemenin, kulun, rabbinden, günahların bağışlan­masını istemesi oldu'ğunu, bu itibarla Atâ'nın izah ettiği gibi cenaze namazını kılmayı da ona dua etmeyi de kapsadığını söylemiştir. [180]

 

114- İbrahimin, babası için af dilemesi ise, sadece ona verdiği sözü yerine getirmesi içindir. Fakat babasının Allahm düşmanı olduğu ortaya çıkınca İbrahim ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim niyaz eden ve çok halim selim bir insandı.

İbrahim aleyhisselam, babası için Allah'tan af dileyeceğine dair söz vermişti. Bu hususta şu âyette buyuruluyor ki: "İbrahim şöyle dedi "Selam sana. Rabbimden bağşalanmam dileyeceğim. Çünkü o bana çok lütufkârdır." [181]İşte İbrahim aleyhisselam bu vaadini yerine getirmek için Allahtan af dilemiş, an­cak, babasının, Allanın düşmanı olduğu ortaya çıkınca af dilemekten vaz geç­miş ve ondan uzaklaşmıştır.

Âyet-i kerime'de, "Babasının, Allanın düşmanı olduğu ortaya çıkınca İb­rahim ondan uzaklaştı." Duyurulmaktadır.

Müfessirler, babasının bu halinin nasıl ortaya çıktığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Mücahid, Hakem, Dehhak ve Katadeye göre İbra­himin babasının müşrikliğinin belli oluşu, müşrik olarak ölmesiyle ortaya çık­mıştır. Böylece İbrahim de artık onun için af dilemekten vaz geçmiştir.

b- İbrahim en-Nehai ve Ubeyd b. Umeyre göre ise, İbrahimin babasının müşrik oluşunun ortaya tam olarak çıkması, âhirette olacaktır. Sırat köprüsünü geçerken babası, İbrahime sarılacak, onunla birlikte geçmek isteyecek, İbrahim ona yumuşak davranacak ancak onun, maymuna çevirildiğini görünce ondan uzaklaşacak ve onu yalnız başına bırakacaktır.

Taberi birinci görüşün doğru olduğunu söylemiştir.

Ayet-i kerimede geçen ve "Çok niya z eden" diye tercüme edilen kelimessi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

b- Yine Abdullah b. Mes'ud, Ebu Meysere, Katade, Amr b. Şürahbil ve Hasan-ı Basri'ye göre bu kelimeden maksat, "Çokça merhamet eden" demektir. yani, Hz. İbrahim, Allanın kullarına çokça merhamet eden biriymiş. Amr b. Şü­rahbil bu kelimenin, Habeşçeden alındığını söylemiştir.

c- Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süfyan, Atâ, İkrime ve Dehhak'a göre bu kelimeden maksat "Kesin iman eden" demektir.

d- Abdullah b. Abbas ve îbn-i Cüreyce göre bunun manası "Mümin" de­mektir.

e- Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basri ve Ukbe b. Âmir'e göre bujcelimenin manası "Teşbih eden ve Allahı çokça zikreden" demektir. Ukbe b. Âmir diyor ki:

"Resulullah "Zülbicadeyn" ismindeki bir adam için buyurdu ki: "Bu adam "Evvah"dır. Çünkü bu Kur'anı okuyarak, Allahı çokça zikrederdi ve dua ederken sesini yükseltirdi. [182]

f- Atâ ve Abdullah b.Abbas'a göre bu kelimeden maksat, "Kuranı çokça okuyan" demektir. Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Resulullah geceleyin kabristana vardı. Ona bir kandil yakıldı. Cenazeyi kıble tarafından kabre koydu ve buyurdu ki: "Allah sana rahmet eylesin. Şüphe­siz ki sen, çok evvah idin. Kur'anı çokça okuyan idin. [183]

g- Ebuzer ve Ka'ba göre bu kelimeden maksat duasında "âh, âh" diyen kimsedir.

h- Mücahide göre bu kelimeden maksat, "Fakih olan" demektir.

i- Abdullah b. Şeddad'a göre ise kelimesinden maksat "Huşu içinde Allaha yalvaran" demektir.

Taberi diyor ki: "Bana göre bu görüşlerden doğru olan, Abdullah b. Mes'uddan nakledilen birinci görüştür. Yani kelimesinden

maksat, "dua eden" demektir. Çünkü Hz. İbrahim, babasını hakka davet ettikten sonra babası, onu tehdit etmiş. İbrahim de babasına Allahtan af dileyeceğini ve ona dua edeceğini belirtmiştir. Nitekim bu hususta AJlah teala diğer ayetlerde şöyle buyurmuştur: "(Babası İbrahime şöyle dedi) Ey İbrahim, ilahlarıma karşı çıkıp yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vaz geçmezsen, yemin olsun seni taş­larım. Haydi uzun müddet benden uzak ol." İbrahim şöyle dedi "Selam sana Rabbimden bağışlanmanı dileyeceğim. Çünkü o bana çok lütufkârdır" "İşte siz­den ve Allah'tan başka taptığınız şeylerden ayrılıyorum. Ben rabbime dua edi­yorum. Umarım ki rabbime dua edip te mahrum olmam"[184]

Müfessirler, Hz. İbrahimin neden böyel bir kimse olduğu hususunda çe­şitli izahlarda bulunmuşlardır.

kelimesinin, "Merhametli olan" anlamına geldiğini söyle­yenler, Hz. İbrahimin böyle oluş sebebini şöyle izah etmişlerdir: "O, babasına ve diğer insanlara karşı çok merhametli ve çok yumuşaktı. Bu sebeple o, bu sı­fatla sıfatlandı.

Diğer bir kısım alimlere göre, Hz. İbrahimin böyle oluşu, Allah'a kesin iman etmesinden, onun azametini bilmesinden ve ona boyun eğmesindendi. Başka bir kısım âlimlere göre İbrahimin böyle oluşu, onun, rabbine olan imanı­nın sağlamlığındandır. Diğer bir kısım alimlere göre onun, kendisine inen ilahı kitabı çokça okumasmdandır. Bir başka kısım âlimlere göre ise, onun, rabbini çokça zikretmesindendir. [185]

 

115- Allah, bir kavmi hidayete erdirdikten sonra o kavme, kaçınma­ları gerekenleri açıklamadıkça onları saptıracak değildir. Şüphesiz ki Al­lah, her şeyi bilendir.

Allah sizi hidayete erdirdikten sonra sizlere, müşrikler için af dilemenin yasak olduğunu bildirmedikçe elbette ki böyle bir af dilemenizden dolayı sizi sapıklığa düşürecek değildir. Çünkü sizler, bu yasağı bilmeden önce yaptıkları­nızdan sorumlu değilsiniz. Fakat bu yasaktan sonra af dilemeniz de mümkün değildir. [186]

 

116- Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü yalnız Allahındır. Dirilten ve öldüren O'dur. Sizin İçin Allahtan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.

Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı sadece Allaha ait­tir. Dirilten de öldüren de O'dur.O halde cihada çıkarsınız öldürüleceğinizden veya müşriklerle münasebeti kesip savaştığınızda gelirinizin kesilip fakir düşe­ceğinizden korkmayın. Zira yardımcınız sadece Allahtır. Ondan başkasının yar­dımına bel bağlamayın.

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, müminleri, müşriklere karşı savaş­maya teşvik etmektedir. Zira bu âyet, göklerin ve yerin hükümranlığının, ancak Allaha ait olduğunu, diriltmenin ve öldürmenin, düşmanların elinde değil, ancak Allarun elinde bulunduğunu, müminlerin yardımcısının da böyle bir kudret sahi­bi olan Allah olduğunu bildirmektedir. Bu itibarla müminler Rum Krallarına Fars krallarına ve Habeşistan krallarına karşı savaşmaktan geri durmamalı ve çekinmemelidirler. [187]

 

117- Yemin olsun ki Allah, Peygamberin ve sıkıntılı zamanda Pey­gambere tâbi olan muhacirlerle cnsarın, -içlerinden bîr takımının kalbleri kaymak üzere iken- tevbelerini kabul etti. Sonra da tevbeleri sebebiyle on­ları affetti. Şüphesiz ki Allah, onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir.

Şüphesiz ki Allah, Peygamberin ve Tebük seferinde, bineklerinin, azıkla­rının ve sularının kıt olduğu sıkıntılı bir anda Peygambere tâbi olan muhacir ve Ensann tevbelerini kabul etmiştir. O sıkıntılı zamanda, müminlerden bir guru­bun, yolculukta karşılaştıkları çile ve meşakkat sebebiyle neredeyse kalben hak'tan kayıyor ve dinlerinden şüpheye düşüyorlardı. Sonra Allah, bunların tev­belerini kabul etti. Zira Allah, müminlere karşı çok lütufkârdir ve çok merha­metlidir.

Bu âyet-i kerime, Tebük seferine katılan müminleri anlatmaktadır. Te­bük seferine "Zorluk seferi" adı verilmiştir. Çünkü bu sefer, bineklerin, azıkla­rın ve suların az, sıcağın ise şiddetli olduğu bir zamanda yapılmıştı .Bu sefere katılanlar büyük bir sıkıntıya düşmüşlerdir.

Hz. Ömer bu sefer hakkında diyor ki: "Biz, Resulullah ile birlikte, sıcağın şiddetli olduğu bir sırada Tebük seferine çıktık. Bir yerde konakladık. Çok susa­mıştık. Neredeyse susuzluktan ölecektik. Bazıları, develerini kesip karnındaki suyu içiyor böylece ciğerini yanmaktan kurtarıyordu. Ebubekir "Ey Allanın Re­sulü, Allah sana, dualarının karşılığında hayır nasibediyor bizim için dua et." dedi. Resulullah "Bunu istiyor musun" diye sordu Ebubekir de "Evet" dedi. Bu­nun üzerine Resulullah, ellerini kaldırıp Allaha yalvarmaya başladı. Daha elleri­ni indirmeden hava değişti, bulutlar geldi ve gökten yağmur dökülmeye başladı. Herkes yanında bulunan kaplan doldurdu. Etrafımıza baktık, yağmurun, ordu­nun üzerinden başka yere yağmadığını gördük." [188]

 

118- Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tcvbcsınî de, bütün genişliği­ne rağmen yeryüzünün, kendilerine dar geldiği, ruhlarının son derece sıkıl­dığı ve Allanın cezasından kurtulmak için Allahtan başka bir sığmak olma­dığını anladıkları bir zamanda kabul etti. Aslında Allah onların tevbeleri­ni, gelecekte de t e vb e etsinler diye kabul etmişti. Şüphesiz ki tevbeleri çok­ça kabul eden ve çok merhametli olan ancak Allahtır.

Savştan geri kalan ve tevbeleri daha sonra kabul edilen bu üç kişi Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebi1 ve Hilâl b. Ümeyye'dir.

Kâ'b b. Mâlik, Akabe bey'atına katılmış, Resululahı ve İslâmı kendi ca­nından önce koruyacağına, onu her zaman ve her yerde müdafaa edeceğine dair ahitte bulunmuş seçkin ve şair bir kişiydi. Mürare b. Rebi1 ve Hilal b. Ümeyye de Bedir savaşına katılmış, halk için örnek davranışlara sahip olan salih birer kişiydiler.

Tebük seferine gitmemek için münafıklar ve Bedeviler, bir takım uydur­ma sözler ileri sürmüşler bazıları da sefer sonrasında özür beyan ederek Resu-lullah'tan affedilmelerini istemişlerdir.

Fakat bu üç kişi, hiçbir Özürleri bulunmadığı halde sefere katılmamışlar, sefer sonrasında da hiçbir Özürleri olmadığı halde sefere katılmadıklarını itiraf etmişlerdir. Onların bu itirafları üzerine, Resulullah (s.a,v.) gidip, Allanın, hak­larında hüküm vermesine kadar beklemelerini söylemiş bunlar da, haklarında hükmü beklemeye başlamışlardı. Resulullah onlarla konuşmayı yasaklamıştı. Bu sebeple kimse onların yüzüne bakmıyor, onlarla münasebette bulunmuyor­du.

Mürare b. Rebi1 ve Hilal b. Ümeyye, yaşlı oldukları için evlerine çekilmiş kimseyle görüşmüyor, devamlı ağlıyorlardı. Kâ'b b.Mâlik ise çarşı pazar dolaşı­yor fakat kimse ne selâmını alıyor ne de konuşuyordu.

Bu olay onlara çok ağır geliyordu. Bu hal üzere tam elli gün beklediler. Âyet-i kerime'nin de belirttiği gibi, yeryüzünün, bütün genişliğine rağmen onla­ra dar geldiği, ruhlarının son derece sıkıldığı bir anda işte bu âyet nazil oldu ve tevbelerinin Allah tarafından kabul edildiği beyan edildi.

İbn- Şihab ez-Zühri diyor.ki: "Bana, Abdurrahman b. Abdullah b. Ka'b bildirdi ki, Ka'bın görmesini kaybetmesinden sonra onu, elinden tutup gezdiren oğlu Abdullah demiştir ki: "Ka'bın, tebük gazvesinde Resulullahtan geri kaldı­ğını şu şekilde anlattığını duydum. Ka'b b. Malik dedi ki: "Ben Tebük seferi ha­riç Resullahın yapmış olduğu hiçbir gazve'den geri kalmamıştım. Ben sadece Bedir savaşından geri kalmıştım. Fakat Resulullah, Bedir savaşından geri kalan hiçbirkimseye sitem etmemişti. Çünkü Resuluilah ve müslümanlar, Kureyş kabilesinin kervanına el koymak için gitmişlerdi. Allah onları, karşılaşmayı bekle-mediklleri bir anda düşmanlarıyla bir araya getirdi. Ben, Resulullah ile birlikte, müslüman olmaya dair biat ettiğimiz zaman. Akabe gecesinde bulunmuştum. Her ne kadar Bedir, insanlar arasında Akabe biatmdan daha çok anılıyor ise ben bu biatin yerine Bedirde bulunmayı daha çok arzu eden biri değilim. Benim, te-bük seferinde Resulullahtan geri kalmam ise şöyle olmuştur.Ben geri kaldığım bu seferdeki zamanımdan daha güçlü ve daha imkânlı bir an yaşamamıştım. Al-laha yemin olsun ki, ondan önce elimde iki binek hiçbir zaman bulunmamıştı. O sefer sırasında ise elimde iki binek vardı. Resulullah bu seferi, şiddetli bir sıcak-mevsimde yapmıştı. O uzun bir yolculuğa ve ıssız çöllere yönelmişti. Büyük bir düşmanla karşılaşmaya gidiyordu. Müslümanlar, savaşmak için bütün hazırlık­larını yapsınlar diye Resulullah onlara durumu iyice açıkladı. Hangi tarafa doğ­ru sefer yapmak istediğini onlara bildirdi. Bu sefer esnasında Resulullahile bera­ber bulunan müslümanlann sayısı çoktu. Onların isimlerini kaydeden belli kayıt defteri yoktu. Bu sebeple ortadan kaybolmak isteyen kişi, hakkında Allah ^ra­fından vahiy gelmediktçe gizlenebileceğim düşünüyordu. Resulullah bu seferi meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin sevildiği bir zamanda yaptı. Ben de bunları severim. Resulullah ve müslümanlar, hazırlığa başladılar. Ben de onlarla birlik­te hazırlanmak için eve gidiyor fakat hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. Ve kendi kendime diyordum ki: ''İstediğim zaman bunu yapabilirim." Bu hal bende devam etti.. Nihayet insanlar, işi ciddiye almaya başladılar. Resulullah ve onunla birlikte müslümanlar sefere başladılar. Ben ise hiçbir hazırlık yapama­mıştım. Gidip geliyor fakat hiçbirşey yapamıyordum. Bu durum bende devam etti. Nihayet onlar hızla yola koyuldular Ben seferi kaçırmıştım. Yola çıkıp on­lara kavuşmak istedim. Keşke bunu yapmış olsaydım. Fakat bana bu da nasip olmadı. Artık ben Resulullahm sefere gitmesinden sonra, insanların içine gitti­ğimde benim durumumda olan bir kimse göremiyordum. Ancak münafıklıkla it­ham edilen veya acizliğinden dolayı Allah tarafından mazur görülen kişileri gö­rebiliyordum. Bu da beni üzüyordu. Ordu Tebük'e varıncaya kadar Resulullah benden bahsetmemiş. Fakat Tebükte insanların içinde otururken "KaVdan ne haber?" diye sormuş, Seleme oğullarından bir kişi de: "Ey Allahın resulü onu iki Cübbesi ve omuzlarına bakması alıkoydu. 'Yani zenginliği ve gururu onu alı­koydu) dedi. Bunun üzerine Muaz b. Cebel "Ne kötü bir şey söyledin! Ey Alla­nın Resulü, Allaha yemin olsun ki biz onda hayırdan başka bir şey görmedik" dedi. Resulullah bir şey söylemedi. O arada Resulullah, beyaz bir elbise giymiş, o elbisesiyle de âdeta serapları titreten bir adamın çıkıp geldiğini görmüş ve bu­yurmuştur ki: "Sen keşke Ebu Hayseme olsan!" Bir de bakmışlarki o kişi ger­çekten Ebu Hayseme el-Ensari. Bu kişi bir Ölçek hurmayı tasadduk ettiği için müfakilar tarafından ayıplanan kişidir.

Ka'b. sözlerine devamla diyor ki: "Resulullahm" Tebükten dönerek Medineye yöneldiği haberi bana ulaşınca işte o zaman büyük bir sıkıntıya düştüm. Hatırıma yalan söylemek geldi. Diyordum ki "Yarın ben onun gazabından nasıl kurtulacağım? Bu hususta ailemin, görüş sahibi olanlarıyla istişare ediyordum. Resulullahın yaklaştığı haberini alınca bâtıl düşünceler benden uzaklaştı ve an­ladım ki, kendimi, Resulullahtan hiçbir şekilde kurtaramam. Ona doğruyu söy­lemeye karar verdim. Resulullah sabahleyin çınk geldi. O, bir yolculuktan dön­düğünde Önce Mescide gider iki rekât namaz kılardı ve sonra insanlarla görüş-, mek için orada oturdu. Tebükten dönünce de aynı şeyi yaptığında savaştan geri kalanlar ona gelip Özür beyan etmeye başladılar. Yeminler ettiler. Bunlar seksen küsur kişi idi. Resulullah onlann düş görünüşlerine bakarak özürlerini kabul et­ti. Onlardan biat aldı onlar için af diledi ve gizli durumlarını ise Allaha bıraktı. Nihayet ben de gittim. Selam verdim. Resullah, kızgın bir kimsenin tebessümü gibi tebessüm etti ve Sonra "Gel" dedi. Yürüyüp yanına gittim ve önüne otur­dum. Bana: "Seni geri bırakan neydi. Sen, binek satın almamış miydin?" diye sordu. Ben de dedim ki "Ey Allahın Resulü, Allaha yemin olsun ki eğer ben, se­nin dışında dünyadaki insanlardan herhangibir insanın yanma oturmuş olsay­dım, bir Özür beyan ederek onun bana kızmasından kurtulabilirdim kanaatinde­yim. Çünkü Allah bana, güzel konuşma kabileyeti vermiştir. Fakat Allah yemin olsun ki, ben çok iyi biliyorum ki, eğer sana bugün yalan söyleyip razı edecek olsam yarım, Allahın seni bana gazaplandırması yakındır. Şayet sana doğru söy­leyecek olsam ondan dolayı bana kızacaksın. Ben, bu hususta Allahın, hakkım­da hayır nasibetmesini ümit ediyorum. Allaha yemin olsun ki benim hiçbir özü-rüm yoktu. Allah yemin olsun ki senden geri kaldığım zamandan daha güçlü ve daha imkânlı bir anım olmamıştı." Resulullah da buyurdu ki: "İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, Allah, lakkında hükmünü verinceye kadar bekle." Ben de kalkıp gittim. Seleme oğullarından bazı kişiler kızngınlıkla gelip bana kavuştu­lar ve dediler ki: "Vallahi bizler,-senin bundan Önce bir günah işlediğini bilmi­yoruz. Savaştan geri kallanlann dilemiş oldukları özürleri beyan ederek Resu­lullah özür dilememkten âciz kaldın. Senin günahın için Resulullahm af dileme­si yeterliydi." Ka'b diyor ki: "Allaha yemin olsun ki,onlar durmadan beni kını­yorlardı. Öyle ki bir ara geri dönüp Resulullaha, kendimi yalancı çıkarmak iste­dim. Sonra onlara dedim ki: "Benim durumuma düşen başka kimse var mı?" Onlar da dediler ki: Evet, iki kişi var. Onlar da senin söylediğin gibi sözler söy­lediler. Onlara da, sana söylenen şeyler söylendi. Dedim ki: "Onlar kimler?" de­diler ki: "Onlar Mûrare b. Rebia el-Âmir'i ve Hilal b. Ümeyye el-Vakifidir." Onlar bana Bedir savaşında bulunan salih iki kişiyi anlattılar. Onlar benim için Örnek kişilerdi. Bunları bana anlatınca ben devam edip yoluma gittim. Resulul­lah müslümanlara, savaştan geri kalanlar arasında üçümüzle konuşmalarım ya­sakladı. Böylece insmanlardan uzak kaldık. Onlar bize karşı değiştiler. Öyle ki, ben sanki daha Önce tanımadığım bir yerde yaşıyormuş gibi oldum. Bu halimiz, elli gün devam etti. Diğer iki arkadişım ise boyunlarını büküp evlerinde oturdular ve ağladılar. Ben onların en genci ve en metanetlileri idim. Çıkıp geziyor­dum. Namazlarda bulunuyor, çarşılarda dolaşıyordum. Fakat kimse benimle ko­nuşmuyordu. Resulullah, namazdan sonra oturup sohbet ettiğinde gidip ona se­lam veriyordum. Kendi kendime diyordum ki "Acaba selamımı almak için du­daklarını oynattın» yoksa oynatmadı mı? Ona yakın yerde namaz kılıyor ve göz ucuyla onu takibediyordum. Namaza yöneldiğimde bana bakıyordu.Ben ona doğru yönelince de yüzünü çeviriyordu. Müslümanların bu tayn uzayınca gidip Ebu Katade'nin bahçesini duvarından tırmandım. O, benimamcamın oğlu ve en çok sevdiğim bir kişiydi. Ona selam verdim. Vallahi o selamımı almadı. Ona dedim ki: "Ey Aba Katade, Allah hakkı, için söyle bana, sen benim, Allahı ve Resulünü sevdiğimi biliyor musun?" O hiç cevap vermedi. Tekrar seslendim yi­ne sustu. Tekrar seslendim. Bunun üzerine dedi ki: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." Bunu duyunca gözlerim yaşla doldu. Geri döndüm. Duvarda tırmanıp çıktım. Medine'nin çarşısında yürürken, Şam halkının Nabtilerinden Medine'ye gıda maddesi getirip satan bir kimse orada şöyle diyordu: "Bana, Ka'b b. MSHki kim gösterecek?" İnsanlar beni gösterdiler. O adam gelip bana Gassan kralından birmektup verdi. Ben, okur yazar biriydim Mektubu okudum. Bir de ne göreyim onda şöyle yazıyor: "Bize ulaşan haberlere göre adamın (Peygamber) sana ezi­yet ediyormuş. Allah seni. zelil olacağın, haklarının zayi olacağı bir yer için ya-ratamıştır. Bize gel, yardımlaşahm." Ka'b diyorki: "Bunu okuduğumda dedim ki: "İşte bu da belalardan başka bir bela! Götürüp o mektubu, tandıra atıp yak­tım. Yasaklanan elli günden kırk gün geçip vahiy gelmeyince baktım ki, Resu-lullahın elçisi bana geldi ve dedi ki: "Resululah, hanımından uzaklaşmanı emre­diyor." Dedim ki: "Ben onu boşayayım mı yoksa ne yapayım?" Dedi ki: "Hayır boşama, ondan uzaklaş ve ona yaklaşma" Resulullah diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermiş. Hanımıma dedim ki: "Ailene git. Allah bu mesele hakkın­da hükmünü gönderinceye kadar onların yanında dur" Hilal b. Ümeyye'nin karı­sı Resulullaha gitti ve ona: "Ey Allahın Resulü, Hilal b. Ümeyye kendisine bak­mayan bir ihtiyardır. Onun bir hizmetçisi de yoktur. Benim ona hizmet etmeme kızar mısın?" Resulullah da buyurdu ki: "Hayır. Fakat o sana yaklaşmasın." Ka­dın da dedi ki: "Vallahi onda hiçbir hareket yok. Vallahi bu mesele ortaya çık-taktan sonra durmadan ağlıyor." Kâ'b diyor ki: "Ailemden bazı kişiler dediler ki: "Sen de kann hususunda Resûiullahtan izin isteseydin. Çünkü o, Hilal lb. Umeye'nin hanımının, ona hizmet etmesine izin verdi. Ben dedim ki: "Ben ka­rım hakkında Resululîah'tan izin istemem.Ben, genç bir adamım. Kanm hakkın­da Resûiullahtan izin istersem onun bana nasıl bir cevap vereceğini ne bile­yim?" Bu hal üzere on gün daha devam ettim. Böylece bizimle konuşulması ya­saklanan günler elliye tamamlandı. Ellinci gecenin sabahı evlerimizden bir evin üzerinde sabah namazını kıldım. Ben, Allah tealanın vasıflandırdığı bir şekilde sıkıntılı ve bütün genişliğine rağmen yeryüzü bana dar gelmiş bir halde oturur­ken, Sel dağının üzerine çıkmış olan bir kişinin sesini işittim. O, en yüksek sesiyle şöyle diyordu: "Ey Ka'b. b. Malik, müjde!" Bunun üzerine secdeye kapan­dım. Artık kurtlusun geldiğini anlamıştım. Resulullah, sabah namazını kıldıktan sonra, Allanın tevbemizi kabul ettiğini ilan etmiş. İnsanlar, bizleri müjdelemek için gelmişler. İki arkadaşıma müjdeciler gitmiş. Bir kişi de atma binip bana gelmek için sürmüş. Eşlem kabilesinden bir kişi koşup dağa çıkmış ve yukarıda zikredildiği şekilde bağırmış. Ses aftan daha hızlı geldi. Bu sebeple sesini işitti­ğim adam gelip beni müjdeleyince sırtımda bulunan iki elbiseyi çıkarıp müjde­sine karşılık ona giydirdim. Allaha yemin olsun ki, o gün benim iki elbiseden başka elbisem yoktu. Emanet iki elbise alıp onlan giydim. Resulullah ile görüş­mek için çıkıp gittim. İnsanlar grup grup beni karşılıyor, tevbemin kabul edilişi sebebiyle beni tebrik ediyor ve şöyle diyorlardı: "Allahın tevbeni kabul etmesi mübarek olsun" Nihayet mescid-i Nebeviye girdim. Baktım ki, Resulullah orada otruyor. Çevresinde de insanlar var. Talha b. Ubeydulah kalkıp koşarak geldi. Benimle musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden, ondan başka kimse gelmedi. (Ka'b Talha'nın bu davranışın hiç unutmadı.) Resulullaha selam verince ki onun yüzü sevinçten dolayı parlıyordu. O şöyle buyurdu: "Annenin seni doğurduğu günden beri geçen günlerin en hayırlı bir günü sana müjdelen­miş olsun!" Ben dedim ki: "Ey Allahın Resulü, bu senin tarafından mı yoksa, Allah katından mı?" Resulullah da buyurdu ki: "Hayır benim tarafımdan değil Allah tarafından" Resulullah sevinince yüzü aydınlanırdı. Sanki o, ay'dan bir parça olurdu. Biz bunu anlardık. Resulullah Önünde oturunca dedim ki: "Ey Al­lahın Resulü benim, Allah ve Resulü yolunda sadaka olarak bütün malımdan fe­ragat etmem tevbe edişimin bir bölümü idi." Resulullah da buyurdu ki: "Malla­rın bir kısmını elinde tut. O, senin için daha hayırlıdır." Ben de dedim kiO O hal­de ben, Hayberde hakkıma düşen hisseyi tutayım." Yine dedim ki: "Ey Allahın Resulü, Allah beni, ancak doğru söylemem sayesinde kurtardı Yaşadığım müd­detçe, konuştuğumda doğrudan başkasını söylemeyeceğim. Vaadim de tevbe­min bir bölümüydü. Allah yemin olsun ki, ben anlattıklarımı Resulullaha söyle­diğim günden bugüne kadar, Allah tealanın, doğru söylemesinden dolayı bir müslümana benim doğru söylememden dolayı bana lütfettiği iyilik kadar iyilik lütfettiğini sanmam. Allaha yemin olsun ben, Resulullaha doğru söyleyeceğimi vaadettikten bu güne kadar, kasıtlı bir şekilde yalansöylemedim. Temennim odur ki, hayatımın geri kalan kısmında da Allah beni korur." Ka'b diyor ki: "Bu hadise üzerine Alla teala bu surenin yüz on yedi, yüz on sekiz ve yün on doku­zuncu âyetlerini indirdi. Allaha yemin olsun ki, kanaatıma göre, Allah beni İsla­ma eriştirdikten sonra, bana, Resulullaha doğru söylememden dolayı lütufta bu­lunduğundan daha büyük bir lütufta bulunmadı. Ben, yalan söyleyenler gibi he­lak olmadım. Zira Allah, yalan söyleyenler hakkında vahiy indirerek bir insana söylediğinin en ağırını söyledi ve buyurdu ki: "Cihaddan döndüğünüzde, kendi­lerini bırakmanız için, Allah yemin edeceklerdir. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar, murdardırlar işledikleri günahların cezası olarak vanp kalacakları yer, cehennemdir.Kendilerinden razı olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan razı olasınız da şüphesiz ki Allah, fasikiar güruhundan razı olmaz. [189] Ka'b diyor ki: Âyette bizim geri bırakıldığımız zikredliyor. Bundan mak­sat, savaştan geri bırakılmamız değil, meselemizin ne olacağının geri bırakılma­sı, özürler beyan ederek kendiler için af dileniîenlerden geri kalmamızdır. [190]

 

119- Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Doğrularla birlikte olun.

Ey iman edenler, Allanın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçına­rak ondan korkun. Daha dünyadayken Allaha itaat edenlerden olun ki ahi: Me de cennete girip doğrularla beraber olasınız. Nâfı, Dehhak, Said b. Cübeyr bura­daki doğrulardan maksadın, Resulullah, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve diğir saha-biler olduğunu söylemişlerdir.

Abudllah İbn-i Mes'ud ise bu âyetin son bölümünü şeklinde okumuş ve âyetin manasının, "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve doğru söyleyenlerden olun." Olduğunu söylemiştir. Bu hususta Abdullah b. Mes'udun oğlu Ebu Ubeyde, babasının şunu söylediğim rivayet etmiştir. "Yala­nı ne ciddi olarak söylemek helaldir ne de şaka olarak. Dilersiniz şu âyeti oku­yun: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve doğru söylenlerden olun."

Taberi, birinci kıraat şeklinin ve izahın doğru olduğunu söylemiştir. Çün­kü müslümanlann mushaflannda yazılı olan hat şeklinde-dir. şeklinde değildir. [191]

 

120- Medine halkı ve çevresinde bulunan Bedevilere, Pegamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından daha çok sevmeleri yakışmazdı Çünkü onlar için, Allah yolunda uğraya­caktan susuzluk, yorgunluk, açlık, düşmanlarını kızdıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana verdikleri her zarar karşılığında salih bir amel yazı­lır. Şüphesiz ki Allah, İyilik yapanların mükâfatını zayi etmez.

Resulullahm şehri olan Medine halkının ve Medine'nin çevresinde bulu­nan Bedevilerin, mümin oldukları halde Tebük savaşında Peygamberle birlikte savaşa gitmeyip yerlerinde kalmaları, yolculuk ve cihatda kendi canlarım onun canından daha Üstün tutmaları, onlara yakışmayan bir tutumdur. Zira onlar için, Allah yolunda karşılaş ac al an susuzluk, yorgunluk ve açlık karşılığında salih bir amel yazılır. Onlara, düşmanı kızdıracak herhangi bir yere ayak basmaları ve düşmana verdikleri her zarar karşılığında da büyük bir mükafaat yazılır. Şüphe­siz ki Allah, kullarından, emir ve yasaklarına uyarak güzel amel işleyenlerin mükâfaatlanm asla zayi etmez. Bilakis onların karşılığını verir. Bu nedenle on­ların amellerini yazdırıp zaptettirir.

Müfessirle, bu âyet-i kerime'nin mensuh olup olmadığı hususunda iki gö­rüş zikretmişlerdir.

a- Katadeye göre bu âyet-i kerime muhkemdir. Fakat sadece Resulullaha mahsustur. Resulullah'tan sonra gelen idarecilerin yaptıkları, her savaşa, bütün müminlerin katılması gerekli değildir. Bu izaha göre bizzat Resulullahm savaş yapması halinde, özürlü olan kimseler dışında, herhangi bir müslümanın, savaş-, tan geri kalması bu âyetle yasaklanmıştır. Nitekim Resulullah bu hususta bir ha-dis-i şerifnde şöyle büyümüştür: [192]

 

121- Sarfettikicri az veya çok hcrhangibir mal ve Allah yolunda aş­tıkları herhangibir vadi onlar için yazılıp tcbit edilecektir ki Allah onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfaatlandırsın.

"Muhammedin nefsi, kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki şayet (Be-imsavaşa gidip müminlerin geri kalmaları) ağırlarına gitmemiş olsaydı, Allah olunda cihad eden hiçbir müfrezeden geri kalmazdım. Fakat ben onlan taşıya-ak bine tedarik etmek imkanını bulamıyorum. Onlar da benimle beraber gelme nkânını bulamıyorlar. Bu sebeple benden geri kalmaları hoşlarına gitmiyor. [193]

b- îbn-i Zeyde göre ise bu âyet-i kerime, bundan sonra gelen, "Müminle-n hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez." âyet-i kelimesiyle neshedilmiştir. Zira a âyet-i kerime geldiğinde müslümanlann sayısı az idi. Bütün müminlerin, Re-ılullah ile birlikte savaşa katılmaları gerektiğinden katımayanlar bu âyetle ye-lmişlerdi. Ancak müslümanlann sayısı çoğalınca bu âyet, bundan sonra gelen liz yirmi ikinci âyette neshedildi.

Taberi diyor ki: "Bana göre doğru olan görüş "Ayet muhkemdir.mensuh îğildir." diyen görüştür. Ancak bu âyet-i kerime, Resululahm, herkesin katıl-lasını istediği Tebük seferinde ona katılmayanlar hakkında nazil olmuş ve on-ırı kınamıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki Resulullahın, herkesin katılmasını tediği savaşlarda, müminlerin, savaşa katılmamaları yasaklanmıştır. Buna mu-abil, Resulullahın, herkesin katılmasını gerekli görmediği savaşlarda, savaşa atılmak mecburi değildir. Dileyen savaştan geri kalabilir. Bugün müslümanla-n, Halifesi'nin durumu da böyledir. Bütün müslümanlann, Halifenin yaptığı îr savaşa katılmalan gerekli değlidir. Sadece Halifenin herkesin katılmasını erekli gördüğü savaşlara katılmalan mecburidir.

Görüldüğü gibi Allah teala âyet-i kerime'de Tebük seferinde Resululla-a katılmayan Medinelileri ve çevresindeki Bedevileri kınamakta, kendi canlan-ı, Resulullahın canından daha kıymetli saymalarını ayıplamakta ve bunların, ıvaş yolunda çekecekleri çileler karşılığında kazanmış olacaklan büyük lükâfaatlan teptiklerini beyan etmekte, dolayısıyle müminleri cihada tevsik et-lektedir. [194]

 

121- Sarfettikicri az veya çok hcrhangibir mal ve Allah yolunda aş­kları herhangibir vadi onlar için yazılıp tebit edilecektir ki Allah onları, aptıklarının en güzeliyle mükâfaatlandırsın.

Müminlerin, Allah yolunda az veya çok herhangibir harcamada bulunma­ları mutlaka tesbit edilir ve onun mükâfaatı verilir. Allah yolunda yapılan maddi harcamallar yazılıp tesbit edildiği gibi fiilen yapılan savaşlar ve bu mahiyetteki her türlü gayretler de yazılır, tesbit edilir ve karşılığı mükâfaat olarak verilir. Zi­ra Allah, kullannın, kendi nzası için yaptıklan amelleri asla karşılaksız bırak­maz.

Hz. Osman (r.a.) "Zorluk ordusu" olarak adlandırılan, Tebük seferine çı­kacak orduya büyük yardımlalrda bulunarak bu âyet-i Kerime'nin işaret ettiği mükâfaatlara nail olmuştur. Bu hususta Abdurrahman b. Habbab es-Selemî di­yor ki:

"Birgün Resulullah bir konuşma yaptı, konuşmasında zorluk ordusuna yardımı teşvik etti.Bunun üzerine Hz. Osman, keçeleri ve Semerleriyle birlikte yüz deve verdi. Resulullah, zorluk ordusuna yardım için yine teşvik etti, Hz. Osmanda da keçeleri ve semerleriyle birlikte yüz deve daha bağışladı. Sonra Resulullah minberden bir basamak aşağı indi ve yine yardım için teşvik etti. Hz. Osman bu defa da keçeleri ve semerleriyle birlikte yüz deve bağışladı. İbn-i Habbab diyor ki: "Resulullah hayretle ellerini açarak (Kollarını hareket ettire­rek) şöyle buyurdu "Bundan sonra Osman başka bir amel işlemese de sorumlu o!maz. [195]

 

122- Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez: Her Toplu­luktan bir scemaatin, dinî iyi Öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine dön­düklerinde onları uyarmaları için, savaştan geri kalmaları daha doğru ol­maz mı? Gerekcrir ki böylece yanlış haraketlerinden sakınırlar.

a- Mücahide göre bu âyet-i kerime, Resuİullahın çölde yaşayan bazı sa-habileri hakkında nazil olmuştur. Resululiah onlan, insanlara İslamı öğretmeleri için vahalara göndermişti. Bu sırada "Medine halkı ve çevresinde bulunan Be­devilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarım onun canından daha çok sevemeleri yakışmaz. [196] âyeti nazi! oldu. Bu sahabi-ler, Resulullahtan geri kalmış sayacaklarından ve bu âyetin kınadığı kişilerden olacaklarından korkarak, vahaları bırakıp Resuİullahın yanına döndüler. Bunun üzerine Allah teala, "Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez." ayetini indirerek bu sahabilerin mazur olduklarını beyan etti. Hepsinin, vahaları bırakıp Medine'ye gelmelerini hoş görmediğini ibildirdi. Bu hususta Mücahit de demiş­tir ki:

Sahabe-i Kiramdan bazıları, çöllerde yaşayan Bedevilere dini tebliğ et­mek için gitmişler, tebliğde bulundukları insanlar tarafından ilgi ile karşılanmış­lardı. Onlar, bu insanları hidayete davet ediyorlardı. Diğer yandan sahabilerin bir kısmı da düşmanlara karşı savaşa çıkıyorlardı. Bu Bedeviler, kendilerine di­ni tebliğ eden sahabilere demişlerdi ki "Ne oluyor size? arkadaşlarınızı bırakıp bize geldiniz." Bunun üzerine tebliğde bulunan sahabiler bundan sıkıntı hisset­mişler ve hepsi dönüp Medineye gelmişlerdir. îşte bunun üzerine bu âyet-i Keri­me nazil olmuş ve herkesin savaşa gitmesinin gerekli olmadığını beyan etmiştir. Böylece Bedevilere tebliğde bulunanların savaşa katılmamalarını mazur görmüş dini öğrenerek gidip Bedevileri uyarmalarını emretmiştir.

b- İbn-i Zeyd, Abdullah b. Abbas, Katade ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resuİullahın gönderdiği müfrezelere herkesin katılmasının gerekli olmadığını beyan etmektedir. Ayette, Resuİullahın gönder­diği her müfrezeye herkesin katılarak Resulullahı yalnız bırakmamaları her ka­bileden belli kişilerin, Resuİullahın izni ile müfrezelere katılmaları diğerlerinin ise Resulullah ile birlikte kalıp yeni inen ayetleri öğrenmeleri ve müfrezeden dönen mümin kardeşlerine, öğrendiklerini öğretmeleri emre d i İm iştir. Bu izaha ,göre, belli insanlar timler halinde savaşa gönderildiklerinde geride kalan insan­lar, dini hükümleri Öğrenir ve savaştan geri dönen mücahidlere, onlan öğretirler.

c- Ali b. Ebi Talha'mn, Abdullahb. Abbas'dan rivaye ettiği görüşe göre ise âyetin izahı söyledi: Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu âyet cihad hakkında nazil olmamıştır. Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: "Resulullah (s.a.v.) Bi'ri Maûne âdisesinden sonra Mudar kabilesinin, kıtlığa düşmesi için beddua etti. Bunun üzerine mudar kabilesi kıtlığa düştü. Bu kabile, büyük topluluklar hali-ned Müslüman olduklarını söyleyerek akın akın Medineye gelmeye başladılar. Gerçekte Müslüman olmamışlardı. Onlann, kalabalık gruplar halinde Medineye gelmeleri, sahabe-i Kiramı sıkıntıya soktu. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Onlann mümin olmadıkları bildirildi. Resulullah da onlan geri çevirdi, henüz gelmemiş olanlara da gelmemeleri için uyanda bulundu. Bu izahata göre âyetin manası şöyledir: "Gerçek müminlerin akın edip hep birlikte gelmeleri yakışmaz onlann her kabilesinden bir gurubun gelip dini öğrenmesi ve geri dönerek kabi­lelerini uyarması daha uygundur. Bölece uyarılanlar da Allahm azabından ka­çınmış olurlar."

Abdullah b, Abbas'dan rivayet edilen bir başka görüşe göre ise bu âyetin nüzul sebebi ve izahı şöyledir: Arap kabilelerinden Resulullaha heyetler geliyor, dinlerini Öğreniyor giderken de " Topluluğumuza döndüğümüzde onlara nasıl davranmamızı ve neleri bildirmemizi emrediyorsun?" diyorlardı. Resulullah da onlara "Allaha ve Peygamberine itaat etmelerini emrediyor, topluluklanna na­maz kılmalarını ve zekât vermelerini bildirmelerini söylüyordu. Onlar da toplu* luklanna döndüklerinde "Kim müslüman olursa o bizdendir." döyorlar ve onlan uyanyorlardı. Bu izahata göre âyetin manası şöyle anlaşılır: "Bütün müminlerin bizzat Medineye gelmeleri gerekmez. Onlardan bir topluluk, heyet halinde gelip dini öğrenmeleri ve geri döndüklerinde, kabilelerini Allanın azabıyla korkutup cenneüyle müjdelemeleri daha uygundur. Böylece kabileleri de uyarılmış olur." İkrime'nin naklettiği bir rivayete göre ise bu âyet-i kerime'nin nüzul sebe­bi ve izahı şöyledir: "Medine halkı çevresinde bulunan Bedevilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmatan geri kalmaları» kendi canlarını onun canından daha çok sevmeleri yakışmazdı..." âyeti inince münafıklar: Resuİullahın, cihada çıkmayıp Bedevilere ve kendi kavimlerine dini tebliğ etmek için vazifelendirdiği sahabi­lerin ve bunların, kendilerine tebliğde bulundukları Bedevilerin helak oldukları­nı söylemişlerdir. İşte bunun üzerine âyet-i kerime nazil olmuş ve bu münafikla-n yalanlamıştır. Buna göre âyetin manası şöyle anlışılır: "Bütün müminlerin ci­hada katılmalan gerekmez. Onlardan bazılarının geri kalıp dini öğrenmeleri ve Müslüman olmayan kavimlerine gidip onlara tebliğde bulunmaları ve onları uyarmaları daha uygundur. Böylece uyarılanlar, Allanın azabından sakınmış olurlar."

Taberinin de tercih ettiği, Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre ise bu âyetin izahı şöyledir: "Bütün müminlerin savaşa çıkıp Resulullahı Medinede yalnız basına bırakmaları onlara yakışmaz. Onların her topluluğundan bire emaatın ciha­da çıkıp. Allanın, kendilerine göstermiş olduğu zafer vasıtasıyla dini öğrenme­leri ve geri dönüp geldiklerinde cihada katılmayan münafık ve kâfirleri, Allanın azabiyla korkutmaları daha uygun olmaz mı? Böylece uyarılanlar, Allahin aza­bından korkarlar ve imana gelmiş olurlar." Bu görüşü tercih eden Taberi, özetle şöyle diyor: "Bu görüş tercihe sayındır. Çünkü cihada çıkanlar. Allanın, kendi­lerine nasibedeceği zafer sayesinde İslâm dininin birçok sır ve hikmetlerini öğ­renmiş olacaklar ve savaştan sonra geri döndüklerinde, kavimlerinden, henüz iman etmemiş olan müşrikleri ve iman ettiklerini iddia eden münafıkları uyara­caklar, savaşta mağlup ettikleri müşriklerin düştükleri akıbete onların da düşe­ceklerini bildireceklerdir. Böylece kendilerine tebliğ edilenler, bunların uyarıla­rından korkarak AHahve Peygambere iman edeceklerdir. Taberi devamla diyor ki: "Bu görüşü tercih ettik zira âyet-i kerimede "Her topluluktan bir cemaatin ayrılıp gitmesi manasına gelen "Nefere" kelimesi kullanılmaktadır.Bu kelime tek başına kullanıldığında "Cihada çıkma" ve "Savaş yapma" manasına gelir. O halde burada, dini öğrenecek olanlar geride kalanlar değil cihada çıkanlaruır. Eğer "Dini, cihada çıkmayanların değil de çıkanların Öğrenecekleri manasını na­sıl çıkarıyorsun?" denecek olursan derim ki: "Aksi takdirde cihada çıkmayanlar, cihada çıkanları uyarmış olacaklardır. Cihada çıkanlar günah mı işlediler ki, ge­ride kalanlar onlan uyarsın? Mutlaka uyarılmak gerekiyorsa, cihad edenlerin, cihad etmeyenleri uyarması gerekir. Kaldı ki burada, uyarılacak olanlardan maksat, Allaha iman etmeyenlerdir. Bunları, cihad edenler uyaracaktır. [197]

 

123- Ey iman edenler, çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.

Ey iman edenler, kâfirlerle, size en yakın olanlardan başlayarak savaşın. Savaşmaya sizden uzak olanlardan başlamayın, zira yakınınızdaki düşmana, gü­cünüz henüz zayi flamamı şken saldırmış olursunuz. Böylece onlan mağlup et­meniz daha kolay olur. Onlar sizde bir sertlik bulsunlar, onlarla savaşmaktan çe­kinmeyin ve bilin ki Allah, mutlaka takva sahipleriyle beraberdir.

Müminin mümine karşı çok yumuşak ve halim selim olması gerekir­ken, kâfirleri inkârlarından caydırmak için onlara karşı da sert ve güçlü olması gerekir. Bu hususa işaret eden çeşitli âyetler mevcuttur. Allah teala bu âyetlerin birinde buyuruyor ki: "Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, onların yerine, kendisinin onlan, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı ise güçlü ve şerefli olan, Allah yolunda cihad eden ve kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir. İşte bu, Allahm bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir. Her şeyi çok iyi büendir. [198]

 

124- Kur'andan bir sure indiği vakit, kâfirlerden bazıları birbirlrinc şöyle derler: "Bu sure hanginizin imanını artırdı?" Doğrusu inen sure, îman edenlerin imanını kuvvetlendirir. Onlar, bundan sevinç duyarlar.

Allah, Kur'anın surelerinden birini Peygamberi Muhammede indirdiğinde münafıklardan bazıları alaylı bir şekilde "Ey insanlar, bu inen sure sizin hangi­nizin imanını artırdı? Hanginizin, Allah ve âyetlerine olan imanınızı güçlendir­di?" derler. Doğrusu bu Lure, iman edenlerin imanım artırmıştır. Onlar, Allanın, kendilerine bahşettiği imandan dolayı sevinirler. [199]

 

125- Kalblerinde hastalık olanlara gelince: Bu sure, onların murdar­lıklarına murdarlık katar. Ve kâfir olarak ölürler.

Bu sure, kalbîerinde müniıfılık ve şüphe hastalığı bulunanların ise müna­fıklıklarını ve şüphelerini artırarak murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar, iman etmeden, kâfir olarak ölüp giderler.

Evet, Kur'an-ı Kerim, müminlerin imanını artımken, ona karşı cephe alan kâfirlerin kinlerini kamçılar, öfkelerini kabartır. Böylece murdarlıklarını iyice artırır.

Bu hususta diğer âyet-i kerime'ierde de şöyle buyuruluyor: "Biz, Kur'an-ı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimle­rin ise ancak hüsranını artırır. [200] (... O Kur'an, iman edenlere bir hidayet reh­beri ve şifadır. İman etmeyenlerin ise, kulaklarında bir ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'ana karşı kördür. Onlar, tıpkı uzak bir yerden çağınlıp ta duymayan kimseler gibidirler[201]

 

126- Onlar, hiç görmüyorlar mı ki, yılda bir veya iki defa imtihan oluyorlar, yine de tevbe etmiyor ve öğüt almıyorlar.

O münafıklar hiç görmüyorlar mı ki, Allah onlan her yıl bir veya iki defa açıklık, kıtlık, bela ve azap ile imtihan ediyor?

Onlar bütün bu imtihanlara rağmen yine münafıklıklarından vaz geçip tevbe etmiyorlar. Başlarına gelen felaketlerden Öğüt ve ibret almıyorlar.

Müfessirler, âyette zikredilen 'imtihanlardan neyin kastedildiği husu­sunda farklı görüşler zikretmişlerdir."

Mücahie göre burada zikredilen imtihan'dan maksat, Atlanın, her yıl bir veya iki defa, kalblerinde hastalık bulunan münafıkları, kıtlık ve çeşitli sıkıntı­larla imtihan etmesidir.

Katadeye ve Hasan-ı Basriye göre ise Allanın, onlan her yıl bir veya iki defa sefere çıkarmakla imtihan etmesidir.

Huzeyfeye göre ise burada zikredilen "imtihan" d an maksat, Resulullahın aleyhine müşriklerin yaydıkları yalan ve iftiralardır. Kalbleri hasta olan insan­lar, bu tür iftiralara inanarak fitneye düşüp hak yol'dan sapıyorlardı. Sonra da tevbe edip doğru yola yönelmiyorlardı.

Taberi diyor ki; "Burada söylenecek dorğu söz şudur: "Allah teala bu âyet-i kerime ile mümin kullarının, münafıkların haline hayretle bakmalarını emretmiş ve münafıkları çok az düşünmekle, Allahın nasihatianndan öğüt alma­makla kınanmıştır. Allahın, münafıklara verdiği ibretli dersler açlık ve kıtlıkta olabilir, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i diğer kâfirlere galip getirmesi de olabilir, mü­nafıkların, müşriklerin sözlerine aldanarak sapmalarını müminlere bildirmesi şeklinde de olabilir. Bunlardan herhangi birini diğerine tercih etmeye dair her­hangi bir sahih haber yoktur. [202]

 

127- Onlar,bir sure indiğinde birbirlerinin yüzüne bakarlar. Ve: "Si­zi kimse görüyor mu?" derler .Sonra oradan uzaklaşırlar. Allah da onların kalblcrini haktan uzaklaştırır. Çünkü onlar, anlamaz bir kavimdir.

Münafıklar, peygamberin meclisinde bulunurken, ayıplarını açıklayan bir sure indirildiğinde, birbirlerinin yüzlerine işaretleşerek bakarlar. Ve "Sizi aleyihnde bulunduğunuz mü si umanlardan herhangi biri gönlümü? Kur'an onu da haber verir." derler. Sonra da kalkıp Peygamberin meclisinden ayrılır, sureyi dinlemeden giderler. AIlah,bunlann kalblerini, hayırı kabul etmekten uzaklaştır-mıştır. Çünkü bunlar, münafıklıklarından ve böbürlenmelerinden dolayı, Alla­hın öğütlerini anlamayan bir kavimdir. [203]

 

128- Ey insanlar, şüphesiz ki size, kendinizden bir Peygamber gel­miştir. Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. O size, son derece düşkündür. Müminlere çok şefkatli ve merhametlidir.

Ey insanlar, şüphesiz ki sizlere, başkalarından değil kendi cinsinizden bir Peygamber gelmiştir. Size yaptığı öğütlerden dolayı onu itham etmemelisiniz. Size herhangi bir eziyet çile ve zorluğun dokunması ona ağır gelmektedir. O, si­zin hidayete kavuşmanızı kuvvetli bir arzu ile istemektedir. O, müminlere karşı pek şefkatli ve pek merhametlidir. [204]

 

129- Ey Peygamber, eğer yüzçcvrirlcrse de ki: "Allah bana yeter. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Ren ona güvendim. O, yüce arşın rabbi-dir."

Ey Peygamber, şayet onlar sana sırt çevirir, nasihatini dinlemez ve getir­diğin nuru ve hidayeti kabul etmezlerse onlara de ki: "Rabbim olan Allah bana yeter. Ondan başka hakkıyla, kendisine kullak edilecek bir ilah yoktur. Ben, ona dayandım, ona güvendim. Bana yardım edecek olan O'dur. O her şeyin yaratıcı­sı ve sahibidir. O, yüce arşın rabbidir.

Ebu Salih el-Hanefı demiştir ki: "Resulullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah.merhamet edendir, her merhamet edeni sever ve rahmetini merhamet ede­nin üzerine koyar." Dediler ki "Ey. Alahın Resulü,bizim, kendimize mallarımıza ve eşlerimize merhamet etmemizle merhamet eden oluruz?" Resulullah da bu­yurdu ki: "Öyle değildir. Fakat sizler, Allanın buyurduğu gibi olun" Şüphesiz ki size, kendinizden bir peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. O size son derece düşkündür. Müminlere çok şefkatli ve merhametlidir. Eğer yüzçevirirlerse de ki: "Allah bana yeter, Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Ben ona güvendim. O, yüce arşın rabbidir."

Abdullah b. Abbas ve Yusuf b. Mihran'ın rivayetine göre Übey b. Ka'b, bu son iki âyetin, Kur'anm en son inen âyetleri olduğunu söylemiştir.

Zeyd b. Sabit el-Ensari, bu iki âyeti, Huzeymetül Ensari'nin getirip yaz­dırdığını rivayet etmiştir. [205]

 



[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/251.

[2] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure 9 HN: 3092.

[3] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/251-255.

[4] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure, 9 I İN: 3088-3089

[5] Bir kısım âlimlere göre ise, Haac-ı ekber, Arefe günü Cumaya tesadüf eden hac de­mektir.

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/255-257.

[6] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/257-258.

[7] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/258-259.

[8] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/259-260.

[9] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/260-261.

[10] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/261-262.

[11] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/262.

[12] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/262.

[13] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/263.

[14] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/263-264.

[15] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/264.

[16] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/264-265.

[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/265.

[18] Bakara suresi, 2/214

[19] Ankebut suresi, 29/2,3

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/265-266.

[20] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/266.

[21] Her şeyden önce Allah ve âhiret gününe iman etmek, Alîahın hakimiyetini, yüceliğini ve rablığını kabul etmek gerekir. Bu temel esası kabul edip iman sahasına girmeyen kimselerin, mescit yapmaları, mescitleri imar etmeleri boşuna bir uğraştır. Bu çalışma­ların, Allah yanında hiçbir kıymeti yoktur. Nitekim diğer bir âyet-i Kerime'de şöyle bu-yurulmaktadir." İnkâr edenlerin amelleri, engin çölierdcki serap gibidir.."(24/39) Yani netice itibariyle hiçbir kıymeti yoktur.

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/267.

[22] Müslim, K. el-lmana, bab: 111, HN: 1879 / Ahmed b. HanbelMüsned: C: 4, S: 229.

[23] Müminim suresi, 23/65-67

[24] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/267-269.

[25] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/269.

[26] Duhari, K. er-Rikak b: 51

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/270.

[27] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/271.

[28] Mücadele suresi, ayet; 22

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/271.

[29] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/272.

[30] Buhari, K. el-Megazi bab: 54

[31] Buhari, K. el-Megazi bab: 54

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/272-275.

[32] Buhari, K. el-Megazi bab: 54

[33] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/275-277.

[34] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/278.

[35] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/278-280.

[36] Gayr-i Müslimlerin bu cizyeyi öderken tabi tutuldukları muamelenin önemli hikmetleri vardır. Kişinin bu vergiyi vekil kullanmaksızın bizzat kendi eliyle vermesi, onun bir mağlup kİmsa olarak, himayeci galip karşısında küçük düşümünün ifadesidir. Bu du­rum, o kimselerin, bir îslâm ülkesinde hâlâ müslüman olmadan yaşamalarının bir nevi cezasıdır.

[37] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/280-281.

[38] Âl-i imran suresi, 3/181

[39] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/281-282.

[40] Tirmizi K. Tefsir el-Kur'ân sure 9 bab: 10, Hadis No: 3095

[41] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/282-284.

[42] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/284-285.

[43] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/285.

[44] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 9, Hadis No: 3094

[45] Ahmedb.Hanbel,Müsned,C:5S:252-253

[46] Müslim K. ez-Zekât, bab: 24, Hadis No: 987 / Ahmed b. Hanbel Müsned: C: 2, S: 262

[47] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/286-290.

[48] Ahmed b.Hanbel, Müsned, C: 2, S: 489

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/290-291.

[49] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 9, bab: 8 / Müslim K. el-Kasame bab: 29 HN: 1679

[50] Bakara suresi, 2/338

[51] Müfessirler, bu aylarda savaş açmanın haram oluşu hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığı hakkında ihliaf etmişlerdir. Meşhur olan görüşe göre, bu aylarda savaşmanın haram ol­duğu hükmü kaldırılmıştır. Zira Peygamber efendimiz (s.a.v.) Taifı, haram ay olan Zil­kade ayında kırk gün kuşatmıştır.

Diğer bir görüşe göre ise bu aylarda savaşmanın haram olduğu hükmü halen yürürlük­tedir. Zira Allah teala "Mukaddes olan Haram aylar çıkınca müşrikleri nerçde bulursa­nız öldürün..."(5/5 buyurmaktadır.)

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/291-293.

[52] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/293-295.

[53] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/295-296.

[54] Tevbe suresi, 9/120

[55] Tevbe suresi, 9/122

[56] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/296-297.

[57] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure: 9 bab: 9 / Tirmizi.K. Tefsir el-Kur'an bab: 10 Hadis No: 3096

[58] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/297-299.

[59] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/299-301.

[60] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/302.

[61] Nur suresi, 24/62

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/302.

 

[62] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/303.

[63] Nur suresi, 24/62

[64] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/303-304.

[65] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/304.

[66] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/304-305.

[67] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/305.

[68] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/306.

[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/306-307.

[70] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/307.

[71] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/307.

[72] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/308.

[73] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/308.

[74] Tâhâ suresi, âyet; 31

[75] MüminÛn suresi, âyet; 55-56

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/309.

[76] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/309.

[77] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/309.

[78] Buhari, K. Tefsir el-Menakib bab: 25, K. El-Edeb bab: 95 / Müslim k. ez-Zekah bab: 142,148 Hadis No% 1063

[79] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/310.

[80] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/310.

[81] Bakara suresi, 2/273

[82] Kehf suresi, 17/29

[83] imam Şafii bu görüştedir

[84] îmam. Mâlik ve tmam Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.

[85] Ebu Davud, K. ez-Zekat bab: 24 HN-: 1635/İbn-i Mace K. ez-Zekat bab:27 HN: 1841

[86] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/311-315.

[87] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/315-316.

[88] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/316.

[89] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/317.

[90] Muhammed suresi, 47/39

[91] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/317.

[92] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/317-318.

[93] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/318-319.

[94] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/319.

[95] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/319.

[96] Buhar K. el-İ'tisam bab: 14 K. el-Enbiya bab: 50 / Müslim K. el-ÎIm bab: 6 HN: 2669

[97] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/320.

[98] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/320-321.

[99] Buhari K. es-Salah bab: 88, K. el-Edeb, bab: 36, K. el-Mezalim, bab: 5 / Müslim K. el-Birr, bab: 65 Hadis No: 2585 / Tirmizi, K. el-Birr, bab: 18, Hadis No: 1928 / K. ez. Zekâh, bab: 7.

[100] Buhari, K. el-Edeb, bab: 27 / Müslim, K. el-Birr bab: 66, Hadis No: 2586

[101] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/321-322.

[102] Buhari, K. et-Tevhid, bab: 24 / Müslim K. el-lmam, bab: 296 Hadis No: 180

[103] Buharı, K. er-Rikak bab: 51 / Müslim, K. el-Cennet bab: 9 Hadis No: 2829

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/322-324.

[104] Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: "Resulullaha dört kılıç verilmiştir. Bunlardan biri, müşrik­lerle savaşmak içindir. "Mukaddes olan haram aylar çıkınca müşrileri nerede bulursa­nız öldürün."(9/5) âyeti Celilesi bunu beyan etmektedir. Bu kılıçlardan ikincisi ehl-i Kitapla savaşmak içindir. "Kİtap ehlinden Allah ve Shiret gününe iman etmeyen, Alla-hın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak din olan Islamı din edinmeyenlerle, boyun eğip cizye verinceye kadar savaşın."(9/29) âyet-i Kerimesi bu­nu bildirmektedir. Bu kılıçlardan üçüncüsü ise münafıklarla ve bütün kâfirlerle savaş­mak içindir. İşte bu âyet-i kerime de bunu açıklamaktadır. Dördüncüsü de, İslam devle­tine karşı gelen âsilerle savaşmak içindir. "Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle sa­vaşırlarsa, aralarım bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine saldırmaya devam ederse, saldıran taraf Allanın hükmüne dönünceye kadar onlarla savaşın. Eğer Allanın hükmüne dönerse, aralarını adaletle bulup barıştırın. Her zaman âdil davranın. Şüphe­siz ki Allah, âdil davrananları sever."549/9) âyeti kerimesi de bunu açıklamaktadır.

[105] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/324-325.

[106] Münafıkta suresi, 63/8

[107] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/326-328.

[108] Tevbe suresi, 9/103

[109] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/328-329.

[110] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/329-330.

[111] Müslim, K. el-îman bab: 107, Hadis No: 59

[112] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/330-331.

[113] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/331.

[114] Buhari, K. ez-Zekât, bab: 10/Müslim, K. ez-Zekâtbab: 72,UadisNo: 1018

[115] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/332-333.

[116] Tevbe suresi, 9/84

[117] Buharı, K. Tefsir el-Kur'an sure; 9 hab; 13

[118] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/333-334.

[119] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/335.

[120] Buharı, K. el-Küsuf bab:2

Bu âyet-i kerime insana çok şeyler anlatmakla, her türlü davranışın ve özellikle sevin­cin ifadesi olan gülmenin mânâ ve muhtevasına dikkat çekmektedir.Resulullah efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlarkİ "Çokça gülme­yin. Zira çok gülmek kalbi öldürür." (İbni Mace.K: ez-Zühd bah: 19 Hadi No: 4192

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/335-336.

[121] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/336-337.

[122] Tevbe suresi, 9/80

[123] Buhari, K.Tefsir el-Kur'an sure: 9, bab: 12 /Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure:9 bab: 11, Hadis No: 3098

[124] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure: 9 bab: 12

[125] Buhari, K. el-Cenaiz bab: 23

[126] Ahmed b. Hanbel, Müsned Cf 5, S: 299

[127] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/337-340.

[128] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/340.

[129] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/340.

[130] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/341.

[131] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/341.

[132] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/341.

[133] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/342.

[134] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/342-343.

[135] Buhari, K. el-Megazi, bab: 81 / Müslim, K. el-lmara bab: 59 Hadis No: 1911

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/343-344.

[136] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/344.

[137] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/344.

[138] Tevbe suresi, 9/42-43-44

[139] Tevbe suresi, 9/49

[140] Tevbe suresi, 9/81

[141] Tevbe suresi, 9/64

[142] Tevbe suresi, 9/74

[143] Tevbe suresi, 9/47

[144] Buhari, K. Tefsir el-Kur4an sure: 9 bab: 14

[145] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/345-347.

[146] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/347.

[147] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/347.

[148] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/348.

[149] Tevbe suresi, 9/94

 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/348-349.

 

[150] Cuma suresi, 62/3

[151] Haşr suresi, 59/10

[152] Enfal suresi, 8/75

[153] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/349-350.

[154] Şuara suresi, 26/112

[155] Hudsuresi.il/86

[156] Tebve suresi, 9/55

[157] Tevbe suresi, 9/55

[158] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/350-353.

[159] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 9, bab: 15.

[160] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/353-355.

[161] Buhari, K. ed-Da'vüt, bab: 33 / Ebu Davud, ez-Zekâh bab: 6, Hadis No: 1590 / Nesaî K. ez-Zekâh, bab: 13 / İbn-i Mace, K. ez-ZekSh, bab: 8 Hadis No: 1796

[162] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/356.

[163] Bakara suresi, 2/276

[164] Tilmizi, K. ez-Zekât bab: 28, Hadis No: 662

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/357.

[165] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/357-358.

[166] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/358.

[167] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/358-360.

[168] Müslim K. el-Hacc b: 514 HN:1398

[169] Ahmed b. Hanbel, Müsned C:5, S: 116

[170] Tirmizi K Tefsir el-Kur'an sure": 9 bab: 14 HN: 3099 / Nesei K. el-Mesacid bab: 8

[171] Tirmizi,  K. Tefsir el-Kur'an sure: 9, bab: 15, HN: 3100 / Ebu Davud, K. et-Taharet bab: 23 HN: 44.

[172] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/361-363.

[173] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/364

[174] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/364-365.

[175] Buharı, K.^-Hums, bab: 8, K. et-Tevhid bab: 28-30 / Müslim, K. el-tmarah bab: 6 Hadis No: 1876

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/365-366.

[176] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/366-367.

[177] Buhari, K. el-Menakıb el-Ensar, babO 40, K. Tefsir el-Kur'an sure: 9, bab: 16 / Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 5, S: 533

[178] Kasas suresi, 28/56

[179] Müslim, K. el-Cenaiz bab: 105-106, Hadis No: 976 / Ebu Davud, K. el-Cenaiz bab: 81 Hadis No: 3234

[180] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/367-369.

[181] Meryem suresi, 19/47

[182] Ahmed. b. Hanbel. MUsned, C: 4, S: 159

[183] Tirmizi, K. el- Cenaız b. 62, Hadis No: 1057

[184] Meryem suresi, 19/46-48

[185] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/370-372.

[186] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/372-373.

[187] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/373.

[188] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/374.

[189] Tevbe suresi, 9/95-96

[190] Bkz. Müslim, k. et-Tevbe, bab: 53, Hadis No: 2769

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/375-380.

[191] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/380.

[192] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/381-382.

[193] Müslim K. el-îmara bab: 106 Hadis No: 1876

[194] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/381-382.

[195] Ahnied b. Hanbeİ, Müsned C: 4, S: 75

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/382-383.

[196] Tevbe suresi, 9/120

[197] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/384-386.

[198] Maide suresi, 6/54

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/386-387.

[199] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/387.

[200] îsra suresi, 17/82

[201] Fussilet suresi, 41/44

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/387-388.

[202] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/388-389.

[203] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/389.

[204] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/389.

[205] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/390.