1- Bu, Allah
ve Resulünden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere bir ihtardır.
Bazı Müşrik kabileler,
Resulullah ile yapmış oldukları antlaşmalarını bozmaya başlamışlardı.Bunun
üzerine Allah teala, Resulullahın da, Müşriklerle olan antlaşmalarını bozmasını
ve kendilerine dört aylık bir süre tanıdıktan sonra savaş açacağını ihtar
etmesini emretmiştir.
Taberiye göre, burada
ahidleri bozularak kendilerine savaş açılacağı ihtar edilenler, Resulullahın
aleyhine başka kâfirlere yardım edenler ve tek taraflı olarak Resulullah ile
olan andl aşmalarını bozanlardır.[1]
2- Ey
Müşrikler, dört ay daha yeryüzünde serbestçe dolaşın. Allalu hiçbir şekilde
âciz bırakmayacağınızı ve Allanın, kâfirleri mutlaka rezil ve rüsvay edeceğini
de bilin.
Ey, peygamberler
muahadeli olup ta muahedesini bozan müşrikler, yeryüzünde, dört ay güven
içinde gezip dolaşın. Peygamber ve taraftarları, bu dört ay içinde size
herhangi bir zarar yenileyeceklerdir. Ve bilin ki, sizler.bu dört
ay'dan sonra yine inkârınıza devam edecek
olursanız, kendinizi Allah'ın elinden kurtaramazsınız. Zira sizler, nereye
giderseniz gidin ve nerede bulunursanız bulunun onun pençesindesiniz ve
hakimiyeti altındasınız. Size azap etmek istediğimde hiçbir güç ve sığınak o
azaba engel olamaz. Ancak tevbe edip iman etmeniz engel olur. O halde size
fayda venneyecek olan gezip dolaşmayı bırakın da onun azabım sizden
uzaklaştıracak tevbeye koşuşun. Yine bilin ki, Allah, kâfirleri dünyada iken
helak ederek âhirette de cehennem azabına koyarak riis-vay edendir.
Müfessirler, bu âyette
kendilerine dört ay serbest dolaşma izni verilen bundan sonra da, iman
etmezlerse kendileriyle savaşılacağı ilan edilen müşriklerden kimlerin
kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- İbn-i
İshaka göre, kendilerine dört ay müddet tanınan müşrikler iki sınıftır. Biri
Resulullah ile yapmış oldukları banş antlaşmasının süresi dört ay'dan daha az
olan sınıftır. Bunların müddetleri dört ay'a kadar uzatılmış ondan sonra
biteceği bildirilmiştir. Diğer sınıf ise, Resulullah ile yaptıkları sulh
antlaşması belli bir vade ile sınırlı olmayan sınıftır. Bunların
antlaşmalarının da dört ay için geçerli olduğu belirtilmiş tak ki, kendilerine
gelsinler. Aksi takdirde Allaha, Resulüne ve müminlere karşı savaş açmış
sayılacaklardır.
Bu hususta İbn-i İshak
diyor ki: "Resulullah (s.a.v.) Ebubekir (r.a.)'ın insanlara hac
yaptırması için hicretin dokuzuncu yılında hac emiri olarak gönderdi.
Müşrikler, hacdaki yerlerinde bulunuyor ve kendilerine göre hac yapıyorlardı.
Ebubekir ve beraberindeki müslümanlar yola çıktıktan sonra Berae suresi indi.
Resulullah'in, müşriklerle yapmış olduğu antlaşmaların bozulduğunu beyan etti.
Bu antlaşmaların metininde, Kabe'ye gelen herhangi bir kimseye engel
olunmayacağı ve haram aylarında herhangi bir kimseye karşı terör estirilip onun
korkululmayacağı hükümleri mevcuttu. Bu muahede, Resulullah ile müşrikler
arasında genel bir muahede idi. Resulullah'ın, diğer Arap kabileleriyle de,
belli vadelerle sınırlanmış özel muahedeleri de bulunuyordu. İşte Berae suresi
bu gibi muahedelerin dört ay sonra bitecekleri Tebük savaşında, ResuluIIah'tan
geri kalan münafıkların durumu ve dedikodu yapan bir takım insanların kimler
oldukları hakkında nazil oldu. Böylece Allah teala bu surede görüldüklerinin
aksini içlerinde gizleyenleri açığa çıkardı. Onlardan bazılarım bize anlattı,
bazılarını ise anlatmadı ve buyurdu ki: "Allah ve Resulünden, kendileriyle
antlaşma yaptığınız müşriklere bir ihtardır."
b- Abdullah
b. Abbas Dehhak ve Katadeye göre ise bu âyet-i kerime ile, kendilerine dört ay,
serbest dolaşma izni verilen ve bu süre bittikten sonra müs-lümanlarda savaş
halinde olacakları belirtilen müşriklerden maksat, sadece Resulullah ile
muahede yapmış olan müşriklerdir. Bunlar, Berae suresinin okunduğu Zilhicce
ayı'nm onuncu günü olan Kurban bayramından itibaren Rebiulâhir
ayının onuna kadar dört ay, diledikleri
yerde gezip dolaşbileceklerdir. Resulullah ile hiç muahede yapmayan müşrikler
serbest dolaşma müddetleri ise yine Zilhicce'nin onundan başlamak üzere,
Muharrem ayının sonun kadardır. Bunların toplamı elli gündür. Çünkü Resulullah
ile muahedeleri olmayanlar hakkında, bu surenin beşinci âyetinde şöyle
buyurulmuştur. "Mukkades olan haram aylar çıkınca müşrikleri nerede
bulursanız Öldürün..." Mukaddes aylar, Muharrem ayının bitmesiyle sana
erdiklerinden, muahedeli olmayan müşriklerin serbest dolaşma müddetlerinin elli
gün olduğu ortaya çıkmaktadır.
c- Süddi,
Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre bu
âyette kendilerine dört ay serbest dolaşma izni tanınan, bu süreden sonra da
müslümanlarla savaş halinde olacakları beyan edilen müşriklerden maksat, bütün
müşriklerdir. Bunlara Zilhicce'nin onun'dan itibaren Rebiulâhir'in onun'a kadar
dört ay serbest dolaşma izni verilmiş, bu süreden sonra, müslüman olmadıkça,
kendilerine karşı savalışmaktan kurtulamayacakları belirtilmiştir. Bu dört
aylık süre şöyledir. Yirmi gün Zilhicce, Muharrem Sa-fer ve Rebuü'levvel
aylarının tamamı Rebiulâhir ayının da ilk on günüdür. Bu hususta Mücahid diyor
ki "Resulullah, Tebük savaşını bitirip geri dönünce hac yapmak istedi.
Sonra da dedi ki: "Beytullah'a müşrikler gelecekler, orayı çıplak olarak
tavaf edecekler, ben bu hal ortadan kalkmadıkça hac. yapmak istemiyorum."
Bunun üzerine Ebubekir ve Ali'yi gönderdi. Onlar, Zülmecaz ve diğer alı-veriş
yerlerinde ve bütün pazarları gezip dolaştılar. Muahedeli olanlara dört ay
şerbet gezebileceklerini, ondan sonra da muahedelerinin bitmiş olacağını söylediler.
Bütün insanlar'a iman etmedikleri takdirde, onlarla savaşılacağım bildirdiler.
d- Zühriye
göre ise bu âyette, kendilerine dört ay serbest dolaşma izni verilen
müşrikler, bütün müşriklerdir. Bu aylardan maksat da Şevval, Zilkade, Zilhicce
ve Muharrem ayı'dır. Tevbe suresi, Şevval ayında indiği için bu aydan itibaren
dört ayın süresi başlamıştır. Ve Muharrem ayının bitmesiyle süre sona ermiştir
.Yani Kurban bayramı gününden başlamak üzere elli gündür.
e- Kelbiye
göre ise bu âyette, kendilerine dört ay serbest dolaşma izni verilen, bu
müdetten sonra müslünîarla savaş halinde olacakları bildirilen müşriklerden
maksat, Resulullah ile yapmış oldukları muahedelerinin suresi dört ay'dan daha
az olan müşriklerdir. Bunların antlaşma süreleri dört ay'a kadar uzatılmıştır.
Resulullah ile olan muahedelerinin süresi dört ay'dan fazla olan müşriklere,
gelince bu sure'nin dördüncü âyetinde belirtildiği gibi bunların muahedeleri,
bitiş tarihlerine kadar geçerli sayılmıştır ve buyrulmuştur ki: "...
Bunlarla yaptığınız antlaşmayı, müddeti bitinceye kadar yerine getirin."
Taberi diyor ki:
"Bu hususta doğru olan görüş şudur: "Allah teala, müşriklerden,
Resulullah ile muahede yapıp ta daha sonra Resulullahın aleyhine
davranan ve süresi dolmadan,
antlaşmalarını bozan müşriklere dört ay daha serbest dolaşma izni vermiş bu
süreden sonra müslümanlarla savaş halinde sayılacaklarını beyan etmiştir,
Resuluüah ile muahede yapıp ta onun aleyhine davranmayan ve muahedelerini
bozmayan müşriklere gelince, Resuhıllah'ın, bunların muâhe-delerini son
zamanına kadar devam ettirmesi emredilmiştir. Nitekim bu surenin yedinci
âyetinde şöyle buyrulmuştur: "Müşriklerin, Alİahve Peygamberi katında
nasıl bir antlaşmaları olabilir? Ancak Mescid-i haram çevresinde kendileriyle
antlaşma yaptıklarınız müstesnadır. Onlar size doğru davrandıkça siz de onlara
doğru davranın.." Diğer yandan, Resulullah'ın tevbe suresini insanlara
okumak üzere, Hz. Aliyi göenderdiğinde, onlara tebliğ edeceği şeylerden birinin
de "Muahede yapmış olanların muahedelerinin süreleri sonuna kadar devam
edecektir." şeklinde olması göstermektedir ki, muahedelerini bozmayanlar
için sadece dört ay serbest dolaşma süresi söz konusu değildir. Onlar için
geçerli olan muahede süresidir.
Bu İıususta Zeyd b.
Yüsey diyor ki:
"Biz, Aliye dedik
ki: "Sen hacda neyi tebliğ etmek için gönderildin?" O da dedi ki:
"Dört şeyi tebliğ etmek için gönderildim." Çıplak olan, Kâbeyi tavaf
edemez. Kimin Resulullah ile bir muahedesi varsa o muahade sonuna kadar geçerlidir.
Kimin de Resulullah ile muadesi yoksa onun, serbest olma zamanı dört ay'dır.
Cennete ancak mümin olan kişi girer. Bu yıllarından sonra artık müşriklerle
müslumanlar (hacda) bir arada olmayacaklardır.[2]
Taberi bu hadisi, Ebu
Hureyre, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas ve Ebu Cafer Muhammed b. Ali'den de farklı
şekillerde rivayet etmiştir.
Taberi, muahedelerini
bozan müşrikler için tanınan dört aylık müddetin, kurban bayramından başlayıp
Rabiülâhir ayının sonuna kadar devam eden bir müddet olduğunu söylemiştir. Bu
surenin beşinci âyetinde zikredilen "Mukka-des olan haram aylar çıkınca
müşrikleri nerede bulursanız Öldürün." Hükmüne
gelince bu, Resulullah ile hiç antlaşması
olmayan müşrikler için geçerlidir. Bunlar kurban bayramında başlamak üzere,
Muharrem ayının sonuna kadar elli-gün serbest dolaşma hakkına sahiptirler. [3]
3- Bu, Allah
ve Resulünü, Müşriklerden uzak olduklarına dair, büyük Hac gününde, insanlara,
Allah ve Resulü tarafından yapılan bir tebligattır. Eğer tevbe ederseniz, bu
sizin İçin daha hayırlıdır. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah âciz
bırakamazsınız. Kâfirleri, can yakıcı bir azapla müjdele.
Bu âyet, Büyük Hac
gününde, Allah ve Resulünün, bütün müşriklerden beri olduklarına, onlardan uzak
olduklarına dair ve yine, Allah ve Resulü tarafından yapılan bir tebligattır.
Ey Müşrikler, eğer tevbe ederseniz bilin ki bu sizin için çok hayırlıdır.
Şayet bu ikazları dinlemez, bu ihtarlardan yüz çevirseniz bilin ki Allah'ı âciz
bırakamazsınız. O, size, lâyık olduğunuz cezayı mutlaka verir. Onun vereceği
cezaya kimse engel olamaz.
Ey Resulüm, o
kâfirleri, acıklı bir azap ile müjdele * Onların azapla müjtielenmesi,
kendilerini alçaltıcı bir ifadedir. Zira, müjdelenmek, sevinçli bir haber için
söz konusudur. Bu ifadede ise onların, çok acıklı bir azaba düşecekleri
belirtilmektedir. Bu sebeple onlar, müjdelenmiş değil, alay edilmiş, küçük
düşürülmüş oluyorlar.
Müfessirler, âyette
zikredilen "Büyük Hac günü"nden neyin kastedildiği hususunda farklı
görüşler zikretmişlerdir.
a- Hz. Ali,
Ebu Ceheyfe, Atâ, Hz. Ömer, İbn-i Zübeyr Muhammed b. Kays, Mücahid ve Abdullah
b. Abbas'a göre burada zikredilen "Büyük Hac Gü-nü"nden maksat, Arafa
günüdür.
Ebu es-sahba diyor ki:
"Ben, Ali b.Ebi Talib (r.a.)'a büyük Hac gününün hangi gün olduğunu sordum.
O da dedi ki "Resulullah, Ebu Ebubekir (r.a.)'in insanlara Hac yaptınnak
için gönderdi. Beni de tevbe suresinin kırk âyetiyle birlikte gönderdi.
Ebubekir Arafata vardı. Arafa günü hutbe okudu. Hutbeyi bitirdikten sonra bana
döndü ve "Ey Ali kalk, Resulullah'ın mesajını ilet" dedi. Ben de
kalktım. Tevbe suresin'den kırk âyet okudum. Sonra birlikte Minaye geldik.
Şeytan taşladım kurbanı kestim, başımı tıraş ettim. O sırada anladım ki, topluluklar,
Arafa günü Ebubekir'in hutbesinde bulunmamış!ar. Ben çadırları gezdin. Onlarda
bulunan insanlara tevbe suresinin baş tarafım okudum. Samnmki benim bayram
gününde böyle yapmamdan dolayı büyük hac gününü, bayram günü Olduğunu
sandınız, dikkat edin, o Arafa günüdür."
Abbad el-Asri diyor
ki: "Ben, Ömer b. el-Hatbın şöyle didiğini işittim.: "Bugün Arafa
günüdür, büyük hac günüdür. Bu günde kimse oruç tatmasın."
Muhammed b. Kays da,
Resulullah'ın Arafa günü akşamleyin hutbe okuduktan sonra "Bu büyü hac
günüdür." dediğini söylemiştir.
b- Yine Hz.
Ali, Abdullahb.Ebi Evfa, Muğire b. Şu'be, Abdullah b. Ab-bas, Said b. Cübeyr,
Ebu Cüheyfe, Abdullah B. Şeddad, Nâfi b. Cübeyr, İbrahim en-Nehaî, Şa'bi,
Mücahid, İkrime, Zühri, Humeyd, Abdullah b. Ömer, Atâ, İbn-i Zeyd ve Süddi'ye
göre ise, âyette zikredilen "Büyük hac günü"nden maksat, kurban
bayramı günüdür. Bu hususta Haris, Hz. Ali'nin şunları söylediğini rivayet
etmiştir.
"Ben,
Resulullah'tan, büyük hac gününün hangi gün olduğunu sordum. O da" Kurban
bayramı günüdür."dedi[4]
Taberi, bunu ifade eden başka bir hadisi Abdullah b. Ömer'den ve Resullahm
sahabüerinin birinden de rivayet etmiştir.
c-
Mücahidden nekledilen diğer bir görüşe göre büyük hac gününden maksat, haccın
bütün günleridir. Tek bir gün değildir.
Taberi,bu görüşlerden,
ikinci görüşün daha evla olduğunu, büyük hac gününden maksadın, Kurban bayramı
günü olduğunu söylemiştir. Zira, daha önce de zikredildiği gibi bunun böyle
olduğuna dair Resulullah'tan hadis rivayet edilmiştir.
Müfessirler; Kur'anda
zikredilen bu güne, "Büyük hac günü" denilmesinin sebebi hususunda
farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Hasan-i
Basri ve Abdullah b. el- Haris b. Nevfel'e göre, bu güne "Büyük hac
günü" denmesinin sebebi, bu hacda, müslümanlarm ve müşriklerin, birleşerek
hac yapmaları ve bugünün, Yahudi ve Hristiyanlann bayram gününe denk gelmiş
olmasındandır.
b- Mücahide
göre ise bugüne "Büyük hac günü" denmesinin sebebi, bu haccın, hacc-ı
kıran olmasıdır. Haac-ı ifrat ise, küçük hac sayılmaktadır.
c- Atâ, Âmir
eş-Şa'bi, Mücahid, Abdullah b. Şeddad ve Zühri'den nakledilen diğer bir görüşe
göre, bugüne "Büyük hac günü" denilmesinin sebebi, bu günde asıl
haccın yapılmasıdır. Küçük hac ise Umre yapmaktır. Taberi, bu görüşün doğru
olduğunu söylemiştir. Zira asıl hac gününde yapılan ameller, Ura-re'de yapılan
amellerden daha fazladır. Bu nedenle ona "Büyük hac günü" Um-reye'de
"küçük hac günü" denilmiştir. [5]
4- Ancak,
antlaşma yaptığınız müşriklerden, antlaşmada hiçbir eksiklik yapmayanlar ve
aleyhinizde hiçbir kimseye yardım etmeyenler müstesna. Bunlarla yaptığınız
antlaşmayı müddeti bitinceye kadar yerine getirin. Şüphesiz ki Allah, takva
sahiplerini sever.
Katade'den rivayet
edildiğine göre bu âyet-i kerime'de zikredilen müşriklerden maksat,
Resulullah'ın, Hudeybiye musalahasında kendileriyle antlaşma yaptığı
kimselerdir.Tevbe suresinin tebliğ edildiği bayram gününden itibaren bu
müşriklerin andlaşmalarının süresinin dolmasına dört ay daha vardı. Allah
teala Peygamberine, âyette zikredilen hususlara uymaları şartıyla bu müşriklerin
antlaşmalarının süresini tamamlamasını emretmiştir. Hiçbir antlaşması olmayan
müşrikler için ise haram aylarının çıkmasını beklemesi emredümekte ve bundan
sonra herhangi bir antlaşmayı kabul emeyip Müslüman oluncaya kadar kendileriie
savaşması gerektiğini bildirmektedir.
Abdullah b. Abbas'dan
rivayet edilen bir görüşte de şunlar zikredilmektedir: Tevbe suresi gelmeden
önce, Resulullah'ın kendileriyle antlaşma yaptığı müşriklerin antlaşmalarının
sürelerinin dolmasına dört ay kalmıştı. Sure» Rebiülâhir ayının on'unda
bitiyordu. Eğer müşrikler bu süre içinde antlaşmalarını bozar veya
Müslümanların diğer düşmanlanna yardım ecedek olurlarsa antlaşmaları hemen
bozulmuş sayılacaktı. Eğer antlaşmalarına uyar, Müslümanlar
aleyhine herhangi bir düşmana yardımda
bulunmazlarsa Resulullah'ın da bu dört ay süresince onlara dokunmaması
emredilmektedir. [6]
5- Mukaddes
olan "Haram aylar" çıkınca, müşrikleri nerede bulursanız öldürün.
Onları yakalayın, çember içine alın. Her gözetilecek yerden onları gözetleyin.
Eğer tevbe ederler, namazı kılıp zekâtı verirlerse, artık yollarını sebrest
bırakın. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.
Haram aylan olan,
Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayı çıktıktan sonra, Resulullah ile hiç muahede
yapmamış olan veya muahede yaptığı halde Resulullah'ın ve müminlerin aleyhinde
bulup muahedesini bozan yahut muahede süresi tayin edilmeyen müşrikleri, haram
bölgesinde de olsalar dışında da olsalar, haram aylarının içinde de olsalar
dışında da olsalar, onları öldürün.
Onları esir edin.
Diledikleri gibi gezip dolaşmalarına engel olun. Onları esir almak veya
öldürmek için her gözetlenebilecek yerden gözetleyin. Eğer onlar, Allah'a
ortak koşmaktan ve Muhammed'in Pegamberliğini inkâr etmekten vaz geçip tevbe
ederler, Allanın kendilerine farz kıldığı namazı kılıp zekâtı verirlerse onlan
serbest bırakın, diledikleri gibi hareket etsinler. Beytullah'a girsinler.
Şüphesiz ki Allah* tevbe edenleri çokça affedendir ve bol merhamet sahibidir.
Görüldüğü gibi, bu
izaha göre haram aylar'ından maksat, Zilkade, Zül-hicce ve Muharrem aylandır.
Tevbe suresi, Zilhicce ayında inmesine rağmen, ondan önceki Zilkade ayının da
sayıya katılarak haram aylan şeklinde çoğul bir ifade ile söylenmesinin sebebi,
bunlann birbirlerine bitişik aylar olmalarıdır. Ancak Süddi, Mücahid, Amr b.
Şuayb, lbn-i Zeyd ve İbn-i îshak'a göre, bu âyette zikredilen haram aylanndan
maksat; meşhur olan haram aylan değil, Zil-hicce'nîn yirmisi, Muharrem ayı,
Safer ayı Rebiülevvel ayı ve Rebiüihahİr ayının onu'dur. Toplamı dört ay'dır.
Bunlar da bu sürenin ikinci ayında zikredilen dört ay'dır. Bu aylara haram
aylan denilmesinin sebebi ise Allah tealanın, bu surenin ikinci âyetinde, bu
aylarda müşriklere serbest dolaşma izni vermesi ve onlann kanlannın
akıtılmasını, kendilerine kötülük yapılmasını yasaklamasıdır. Bu izaha göre bu
âyet-i kerime de ikinci ayette zikredilen, dört ay geçtikten sonra müşriklerle
savaşılmasını emretmektedir. Birinci görüşte olanlara göre ise Kurban
bayramından itibaren elli gün'den sonra, müşriklerle savaşılması emredilmiştir.
Çünkü Muharrem ayı bu günde bitmektedir.
Müfessirler bu âyet-i
kerime'nin mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
İbn-i Zeyd'e göre bu
âyet mensuh değildir. Katadeye göre bu âyet, mensuh değil aksine, Muhammed
suresinin dördüncü âyeti olan şu âyetin şu bölümünü neshetmiştir. "Onlan
sindirip perişan edince de esir alıp bağlayın. Sonra ya bir lütuf olarak
karşılıksız serbest bırakın veya serbest bırakma karşılığında fidye alın."
Dehhak ve Süddiye göre
ise "Müşrikleri nerede bulursunuz öldürün" âyeti, muhammed suresinin
şu dördüncü âyetiyle neshedilmiştir. "Kâfirlerle karşılaştığınızda
boyunlanm vurun. Onlan sindirip perişan edince de esir alıp bağlayın. Sonra ya
bir lütuf olarak karşılıksız serbest bırakın veya şerbet bırakma karşılığında
fidye alın..."
Taberi diyor ki:
"Bu hususta doğru olan görüş şudur. "Bu âyetlerden her-hangibiri
diğerini neshetmiş değildir. Zira bunlardan herhangi biri diğerinin hükmünü
ortadan kaldıracak mahiyette değildir. Allah teala müşriklerle savaşmayı
emredip daha sonra o savaşı kaldırarak onlardan fidye alınmasını
emret-memiştir. diğer yandan, fidye alınacak kâfirlerden fidyeyi kaldırıp
öldürülmelerini emretmemiştir. Bu da göstermektedir ki, Resululİah'ın,
kâfirlerle yapmış olduğu ilk savaş olan Bedir savaşından bu yana, müminlerin,
müşrikleri buîdukla-n yerde Öldürmeleri, onlan ya öldürmek veya yakalayıp fidye
alarak yahut da fidyesiz olarak serbest bırakmalan hükmü geçerlidir." [7]
6- Ey
Muhammed, müşriklerden biri sana sığınırsa, onu emniyet altına al ki Allahın
kelamını dinlensin. Sonra onu, güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü
onlar, hakkı bilmeyen bir topluluktur.
Ey Muhammed, eğer
müşriklerden biri senden, Allah kelamını işitmek için kendilerine, güven içinde
bulunacağına dair teminat vermeni isterse, Kuranı dinleyip onu düşünebilmesi için ona teminat ver. Sonra
onu, Müslüman olmasa bile, kendisini güven içinde hissedebileceği bir yere
kadar ulaştır. Çünkü bunlar cahil bir topluluktur. Gösterilen delilleri
anlamaz, iman etmekle neler kapanacaklarını idrak etmezler. [8]
7- Bu
müşriklerin, Allah ve Peygamberi katında nasıl bir antlaşmaları olabilir?
Ancak Mescid-i Haram çevresinde kendileriyle antlaşma yaptıklarınız müstesna.
Onlar size doğru davrandıkça siz de onlara doğru davranın. Şüphesiz ki Allah, takva
sahiplerini sever.
Ey Müminler, rablerine
ortak koşan insanların, Allah ve Resulü nezdtaâe, kendilerini himaye edecek
nasıl bir muahadleri olabilirki? Bunların muahedeleri bitmiştir. Bunları
bulduğunuz yerde öldürün. Ancak bu müşriklerden Bekiroğlu kabilesine mensup
bazı insanların mescid-i haram yanında sizinle yapmış oldukları muahedeleri
bunun dışındadır. Onlar size karşı muahedelerinde dürüst davrandıkları müddetçe
siz de onlara dürüst davranın. Şüphesiz ki Allah, verdiği sözü yerine
getirerek emirlerinitutup yasaklarından kaçınarak kendisinden korkanları sever.
Müfessirler, bu âyet-i
kerime'de zikredilen ve meseid-i haram civarında, müminlerle muahede
yaptıkları beyan edilen ve muahedelerinin korunması emredilen insanlardan
kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretinişlerdir.
a- Süddi,
Muhammed b. Abbad ve İbn-i İshaka göre burada, kendileriyle mescid-i haram
civarında muahede yapıldığı zikredilen insanlar, Cüzeyme kabilesinden bir
topluluktur. Bunlara, Bekir oğullarının Deyi kolu da denmektedir.
b- Abdullah
b. Abbas, İbn-i Zeyd ve Katatleye 0m ise bunlar, Ki)fey$li-lerdir. İbn-i Zeyd
diyor ki: "Bunlar, Kureyşl ilerdir.. Fafaa banlar, muahedelerinde
durmayıp ihanet etmişlerdir. Bu sebeple, Mekke'nin fethinden sonfâ tanlara dört
ay mühlet verilmiştir. Ya Müslüman olsunlar gitsinler diye. Fakat bunlar dört
ay dolmadan müslüman olmuşlardır.
c- Mücahide
göre ise bunlar, Huzaa oğullarından bir topluluktur.
Tafeeri diyor ki:
"Bu görüşlerden, tercihe şayan olan görüş, bu insanların, l^kiroğullarından
bir kısım insanlar olduklarını söylen görüştür. Resulullah, Htıdeyte&yi
musalahasını yaparken bunlar da Kureyşliierle birlikte bu musalaha-ya
katılmışlar ve bu muahadelerini bozmamışlardır.Halbuki Kureyşliler, kendileriyle
muahadeli olan Deyi oğullarına, Resulullah ile muahedeli olan Huzaa oğullarına
karşı yardım etmişler ve böylece Hudeybiye musalahasını bozmuşlardır. [9]
8- Evet,
Allah ve Resulü yanında onların nasıl bir antlaşması olabilir ki? Size gelip
gelecek olsalar ne akrabalık bağını gözetirler ne de verdikleri sözü.
Ağızlarıyla sizi memnun etmeye çatışırlar fakat kalbleri bundan kaçınır.
Onların çoğu fâsıktırlar.
Bu müşriklerin, Allah
ve Resulü katında ahitleri nasıl geçerli olabilir ki? Eğer bunlar, siz
müminlere galip gelecek olsalar, ne akrabalık bağnı, ne Allahın hakkını, ne
yaptıkları yeminleri ne de verdikleri sözü gözetirler. Sizlere dilleriyle
tatlı sözler söyleyip, kalelerinde bulunanın akine, size şirin görünmeye çalışırlar.
Halbuki aslında onlann kalbleri, böyle davranmalarını kabullenmemektedir.
Onlann çoğu ahitlerini bozan, rablerini inkâr eden ve Allaha itaatten ayrılan
insanlardır.
Evet, Allah teala
müminleri işte bu çeşit insanlardan sakındirmakta ve bunlara karşı
savaşmalarını tavsiye etmektedir.
Âyet-i kerime'de geçen
ve "Akrabalık bağı" diye tercüme edilen kelimesinin burada hangi
manayı ifade ettiği hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.
a- Mücahid
ve Ebu Miclez'e göre kelimesinin manası, "Allah" demektir.
"Cebrail, İsrafil, Mikail" isimlerinin sonlarındaki "İL"
kelimesi de bu türdendir. Allah teala bu âyette, muahedelerini bozan
kâfirlerin, ne Allahın hakkını gözeteceklerini ne de verdikleri muahedelerine
bağlı kalacaklarını beyan etmiştir.
b- Abdullah
b. Abbas, Dehhak ve S üddiye gör e ise burada zikredilen
kelimesinden maksat,
"Akrabalık" demektir. Allah teala,
âyet-i kerimede,
muahedelerini bozan müşriklerin, akrabalık bağını gözetmeyeceklerini ve
verdikleri muahedeye bağlı kalmayacaklarını bildirmiştir.
c- Katadeye
göre, burada zikredilen kelimesinden maksat, yemin etmektir.
d- Mücahid
ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen kelimesi,
bundan sonra gelen kelimesi gibi "Söz verme" manası nadir. Pekiştirme için tekrar
edilmiştir ,
Taberi kelimesinin
"Söz verme, sözleşme yapma, yemin etme ve akrabalık" manalarına,
geldiğini aynca "Allah" manasına geldiğini, âyet-i kerime'de mutlak
bir şekilde zikredildiğinden burada bu manaların hepsinin kastedildiğini
söylemenin daha isabetli olacağını söylemiştir. [10]
9- Onlar, az
bir değer karşılığında Allah'ın ayetlerini sattılar. Böylece insanları
Allah'ın yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kötüdür.
Onlar, Kur'anı
bırakıp, karşılığında dünyanın değersiz şeylerini aldılar. İnsanların İslama
girmelerine engel oldular. Yaptıkları bu alışveriş ve bu davranış ne kötüdür.
Müşrikler, Resulullah ile yaptıkları muahedeyi, Ebu Süfyan'ın kendilerine
yedirdiği bir yemek karşılığında bozdukları için muahedelerim bozmuşlar ve
böylece az bir değer karşılığında Allah'ın ayetlerini satmışlardır. [11]
10- Onlar,
hiç bir Müminin akrabalık bağım ve onlarla yaptığı sözleşmeyi gözetmezler.
İşte haddi aşanlar bunlardır.
Onlar, bir Müminin
canına kastederken ne Allanın hakkını, ne akrabalhk bağını, ne yaptıkları
yeminleri ne de verdikleri sözü gözetirler. İşte onlar, haddi aşan zalimlerdir. [12]
11- Eğer
onlar tevbe eder, namazı gereği gibi kılar ve zckâiı verirlerse artık dinde
kardeşleriniz olurlar. Biz, âyetleri, bilen bir kavim için geniş olarak
açıklarız.
Bütün bunlara rağmen,
şayet onlar, inkarcılıktan vaz geçer, üzerlerine farz kılınan namazları
hakkıyla kılar ve zekâtlarını lâyık olanlara verirlerse artık onlar sizin din
kardeşleriniz olurlar, sizin haklarınıza sahip olur, sorumlu olduğunuz
şeylerle yükümlü olurlar. Biz, âyet ve delilerinizi, anlamayan canilere de-ğiî,
onlan idrak edebilen bir topluluğa geniş bir şekilde açıklarız. [13]
12- Eğer
onlar, antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa,
küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlarda yemine sadakat yoktur. Gerekir ki bundan
vaz geçerler.
Sizinle antlaşma yapan
kâfirler, şayet verdikleri sözden sonra bu sözlerini bozar, dininiz İslama dil
uzatır, onu küçümser ve ayıplarlarsa, inkarcılığın önderleriyle savaşın. Çünkü
onlar, verdikleri sözde durmazlar. Onlarla savaşırsanız belki îslaâm'a dil
uzatmaktan sakınırlar.
Bu âyette zikredilen
"küfrün önderlerine" Kureyşin ileri gelenlerinin de girip girmediği
hususunda iki görüş zikredilmiştir.
Katadeye göre, küfrün
önderleri, Ebu Cehil, Utbe b. Rebia, Ebu Süfyan, Ümeye b. Halef ve Süheyl b.
Ümeyr'tlir. Çünkü Resulullah'ı Mekke'den çıkarmayı onlar istemişlerdir.
Mücahid, Ebu Süfyanın,
küfrün önderlerinden sayıldığını, Süddi ise bunların, Kureyş'lüer olduğunun,
Dehhak da bunların, Mekke müşrikleri olduklarını, Abdullah b. Abbas ise
bunların, müslümaniarla muahede yapan müşrikler oluklarını söylemişlerdir.
Huzeyfetül Yeman ise
burada zikredilen, küfrün önderlerinin, henüz ortaya çıkarmadıklarını ve
kendileriyle savaşılmadığını zikretmiştir.
Taberi bunların,
Allahı inkar eden bütün kafirlerin Önderleri olduklarını söylemiştir. [14]
13- Ey
müminler, yeminlerini bozan ve Peygamberi yerinden çıkarmayı kasteden bir
kavimle savaşmaz mısınız? Halbuki size karşı ilk önce onlarbaşladılar. Yoksa
onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten mümin, iseniz, korkmanıza Allah daha
lâyıktır.
Ey müminler topluluğu,
verdikleri sözü bozan, dininize dil uzatan, sizin aleyhinize düşmanlarınıza
yardım eden ve Peygamberi yurdundan çıkarmaya azmeden şu müşrikler topluluğu
ile savaşmaz mısınız? Sizinle anıtlaşması olan Huzaa kabilesine savaş açarak
sizinle savaşı da önce onlar başlatmıştır. O halde onlarla savaşmanıza mâni
olan nedir? Yoksa onlardan korkuyor da mı savaşmıyorsunuz? Eğer gerçekten iman
edenlerdenseniz, kendisinden korkmanıza Allah daha lâyıktır. [15]
14- Onlarla
savaşın ki Allah, sizin elinizle onlara azap etsin. Onları rezil ve rüsvay
etsin. Onlara karşı size zafer versin. Ve mümin kavmin gönlünü huzura
kavuştursun.
Ey müminler topluluğu,
o müşriklere karşı savaşın ki sizin vasıtanızla Allah onların bir kısmım
öldürsün, bir kısmım esir düşürerek zelil kılsın, bir kısmım da mağlup ederek
sizi onlara karşı muzaffer kılsın ki böylece müminler
topluluğunun görmüş olduğu işkence,
hakaret ve eityetlerfe olmış oldukları maddi ve manevi yaralan şifaya kavuşturmuş
olsun. [16]
15-
Kalblcrindcn öfkeyi gidersin. Allah, dilediği kimselerin te vb esini kubal
eder.AUah, her şeyi çok iyi bitendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ey müminler,
kâfirlerle savaşın ki Allah, daha önce gördüğünü* eziyet sebebiyle kalbinizde
yerleşen Öfkeyi gidersin. Allah, kullarından dilediğine lö-tufta bulunarak
tevbesini kabul eder ve İslama girmesini nasibeder. Allah, kutlarının
gizlediklerini çok iyi bilendir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir. [17]
16- Yoksa
siz, Allah, içinizden cihad edenleri, Alhıhı, Peygamberini ve müminlerden
başkasını sırdaş edinmeyenleri açığa çıkarmadan bırakılacağınızı mı zannediyor
sunuz? Şüphesiz ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
Ey müminler topluluğu,
AUahın, sizi çile ve imtihanlardangeçirmeden dininde samimi olanla yalancı
olanı ayirdetmeden başıboş bırakacağını mı zannediyor sunuz? Halbuki içinizden
kimlerin cihad ettiği, kimlerin ise dininden taviz verenler olduğu Allah
tarafından henüz ortaya çıkarılmamıştır. Kendisinden, peygamberinden ve
müminlerden başkasını canciğer dost edinmeyenler henüz belirtilmemiştir. İşte
Allah, bütün bunları açığa çıkarmak için size cihadı emretmiştir. Allah, bütün
yaptıklarınızdan haberdardır.
Evet, Allah teala
samimi olan müminleri, samimi olmayanlardan ayırmak için insanları çeşitli
imtihanlardan geçirir.
Bu hususta İbn-i Zeyd
"Allah, insanları arındırmadan ve denemeden bırakmamıştır." demiş ve
bu âyet-i bir de şu âyetleri okumuştur. "Sizden Öncekilerin başına
gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
zannediyorsunuz? Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu ve şiddetle sarsılmışlardı.
Öyle ki, peygamber ve onunla beraber iman edenler, "Allanın yardımı ne
zaman gelecek?" demişlerdi. Bilin ki Alîahın yardımı çok yakındır. [18] "İnsanlar
sadece "İman ettik" demekle bırakılıp imtihan edilmeyecklerini mi
sanıyorlar." "Doğrusu biz, onlardan öncekileri de imtihan etmiştik.
Allah elbette sözüne sadık olanları da bilir, yalancıları da bilir." [19]
17-
Müşrikler, kendilerinin kâfirliğine şahitlik ederken, Alîahın mes-cİdlerini
imar edemezler. İşU onların yaptıkları boşa çıkmıştır. Cehennemde devamlı
kalacak olanlar da onlardır.
Mecsitler ancak Allaha
kulluk etmek için yapılır. Allahı inkâr etmek için değil. Bu nedenle, kim AHahı
inkâr ederse onun, mescit yapmaya hakkı yoktur. Halbuki onlar, dinlerinin ne
olduğu sorulduğunda kendi ağızlarıyla, müşrik olduklarını söyleyerek
kâfirliklerine bizzat şahitlik ederler. Bunlar, yaptıklarını Allah için değil
de şeytan için yaptıklarından, amelleri boşa çıkmış olur. Cehennem ateşinde
ebedi olarak kalırlar.
Süddi, müşriklerin
kâfir olduklarına şahitlik etmelerini şöyle izah etmiştir. "Hrisîi yani
ara, kim oldukları sorulunca, Hristiyan olduklarını söylerler. Yahudilere
sorulunca Yahudi olduklarım söylerler. Müşriklere, kim oldukları sorulunca da,
ağızlanya, müşrik olduklarını söylerler. Böylece kâfir olduklarına bizzat
kendileri şahitlik etmiş olurlar. [20]
18- Alîahın
mescitlerini, ancak Allaha ve âhir et gününe iman eden, namazı gereği gibi
kılan rekâtı veren ve yalnız Allah'tan korkan kimseler imar ederler. Gerekir ki
onlar, doğru yolda bulunanlardan olurlar.
Gerçekte Allanın
mescitlerini imar etme çalışmaları, Allaha ve âhiret gününe iman eden, namazı
gereği gibi kılan, zekâtı veren ve yalnız Allah'tan korkan kimselerin
çalişmalandır. İşte doğru yolu bulmaya layık olanlar bunlardır.
Âyet-i kerime'de,
Kureyşlilerin "Biz haremin sakinleriyiz, hacılara su verenleriz.
Beytullahı imar edenleriz. Hiçbir kimse biden üstün olamaz." demeleri
üzerine bu âyet-i kerime inmiş, Beytullahı ve diğer mescitleri ancak hakkıyla
iman eden, Allanın emirlerini yerine getiren ve Allah'tan korkan müminlerin
gerçek manada imar edeceklerini beyan etmiştir[21]
19- Hacılara
su dağıtan ve Mescid-i Haramı imar edenle Allaha ve âhiret gününe iman eden ve
Allah yolunda cihadda bulunanı bir mi tutarsınız? Bunlar, Allah katında eşit
değildirler. Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez.
Alalh ve âhiret gününe
iman edip Allah yolunda cihad edenlerle, inkarcılıkta ve şirkte ısrar ettiği
halde Hacılara su dağıtıp Mescid-i Haramı tamir edenler elbetteki bir
değildirler. Çünkü Allah teala, kendisine iman edilmeden hiçbir ameli kabul
etmez.
Bu âyet-i kerime,
hacıları su vermekle ve Beytullaha hizmet etmekle iftihar eden bir kısım
insanları kınamış ve onlara, insanlara su vermek ve Kâbeye hizmet etmekle
değil. Allah ve âhiret gününe iman etmekle ve Allah yolunda cihad etmekle
iftihar edileceğini bildirmiştir.
Şu hususta Numan b.
Beşir diyor ki:'
"Ben Resulullahın
mimberinin yanında bulunuyordum. Bir adam dedi ki: "Müslüman olduktan
sonra hacılara su dağıtmam dışında başka bir ameli işle-memig olmam benim için
önemli değildir." Diğer bir adam da dedi ki: "Müslüman olduktan
sonra, Mescid-i Haramı tamir etmem dışında başka bir amel işlemem benim için
önemli değildir." Başka bir adam da dedi ki: "Allah yolunda ci-had
etmek sizin söylediklerinizden daha üstündür." Ömer b. el-Hattab, bu sözleri
söyleyenleri azarladı ve dedi ki: "Resulullahın minberi yanında
seslerinizi yükseltmeyin." (O gün cuma günü idi) Ben Cuma namazım
kıldıktan sonra Re-sululîahın yanına gider, sizin ihtilaf ettiğiniz hususu
ondan sorup öğrenirim." işte bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah:
"Hacılara su dağıtan ve mescid-i haramı imar edenle, Allaha ve âhiret
gününe iman eden ve Allah yolunda cihadda bulunanı bir mi tutarsınız?.."
âyetini indirdi[22]
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Müşrikler dediler ki: "Aîlahm evini tamir eden ve hacılara
su dağıtan kimse, Allaha iman eden ve cihad edenden daha hayırlıdır. Onlar,
haremin sakinleri ve banileri olmaları hasebiyle bununla iftihar ediyor ve
gururlanıyorlardı. Allah, onların böbürlenmelerini ve haktan yüzçevir-melerini
zikrederek buyurdu ki: "Size âyetlerimiz okunurken arkıma dönüyordunuz.
Yaptıklarınızla böbürleniyor, geceleri toplantınızda hezeyanlarda bulunuyordunuz.
[23]Evet,
onlar haremle övünüyor, geceleri eğleniydr, Kuran-i Kerirni ve Resulullahı
alaya alıyorlardı. Allah, iman etmenin ve cihad etmenin, Beytullahi tamir
etmekten ve hacılara su vermekten daha hayırlı olduğuna Müşriklerin, Allaha
ortak koşmalarıyla birlikte yaptıktan amellerim, kendilerine fayda vermediğini
beyan etti.
Muhamnıed b. Kâb
el-Kurezi diyor ki: "Talha b. Şeybe, Abbas b. Abdttl-muttalib ve Ali b.
Ebi Talib birbirlerine karşı Övündüler. Talha dedi fei: "Ben Kâberan
sahibiyim, anahtarı elimde. Dilersem onun içinde yatabilirim. Afefeas da dedi
ki: "Hacılara su verme işi bana aittir. Dilersem Mescid-i Haramda yatabilirim.
Ali de dedi ki: "Söylediklerinizi anlamıyorum amma, bütün insofâasâaa önce
altı ay kıbleye karşı namaz kıldım. Cihad ettim." îşte bunun üzerine Allah
teala: "Hamlara su dağıtan ve mescid-i haramı imar edenle, Allah'a ve
ahiret gü-nürte iman eden ve Allah yolunda cihadda bulunanı bir mi
tutarsınız?" âyetini indirdi.
Dehhaktan rivayet
edildiğine göre:
Abbas b.
Abdülmuttalip, Bedir muharebesinde esir düşünce Müsİüfîî^Iâ-ronu,
inkârcılığından ve akrabalık bağlarını koparmasından dolayı ayıplamttar, Hz.
Ali ise daha ağır sözler söylemiş bunun üzerine Abbas da demişti ki: "Bizim
kötü taraflarımızı söylüyor iyi taraflarımızı anlatamıyorsunuz." Mz. Ali
âe: "Sizin iyi tarafınız var mı ki?" deyince Abbas: "Evet ver.
Mescid-i Haramı biz imar ediyoruz. Kâbenin perdedarhğıni biz yapıyoruz,
Hacılara su dağitıyofti ve köleleri hürriyetine kavuşturuyoruz." diye
cevap vermişti. İşte bu olay üzerine bu âyeti Kerime nazil oldu. [24]
20- İman
eden, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla d-had edenler, Allah
katında daha büyük dereceye sahiptirler, feunJar, kurtuluşa erenlerdir.
îman eden, yurt ve
mallarını bırakarak hicret eden, İslâm dinini yaymak için Alîah yolunda
mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında, Hacılara su dağıtan ve
Mescid-i Haramı imar eden kişilerden daha büyük dereceye sahiptirler. İşte
cehesnemdenkurtulup cennete erişecekler de bunlardır. [25]
21- Rableri
onları, katından bir rahmet, rıza ve cennetlerle müjdeler. Onlar için cennette
devamlı nimetler vardır.
Allah, iman eden,
hicret eden ve yolunda cihad etmeleri, merhamet edip kendilerine azap etmekle
emirlerini tutup yasaklarından kaçındıkları için onlardan razı olmasıyla ve
onlara, amellerinin karşılığı olarak içinde devamlı nimetler bulunan
cennetlerle müjdeler.
Ayet-i kerimede, Allah
yolunda cihad eden müminlerin, Allanın merhametin ve cennetleri yanında
rızasına da erişecekleri zikredilmektedir. Şüphesiz ki, Allahın nzası her şeyin
üstündedir.
Resulullah (s.a.v.) bu
hususta şöyle buyurmuştur:
Allah, cennetliklere
"Ey cennetlikler" diye buyuracak onlar da: "Rabbi-miz, emrine,
amadeyiz ve emrinle mutluyuz." diyecekler, Allah da: "Siz memnun
oldunuz mu?" diye soracak onlar da "Nasıl memnun olmayalım, sen bize,
yaratıklarından hiç kimseye vermediklerini verdin diyecekler. Allah da:
"Ben size bundan daha üstününü vereceğim..." diyecektir. Onlar da
"Ey rabbimiz bundan daha üstün ne olabilir?" diye soracaklar, Allah
da: "Sizin üzerinize rızamı indireceğim. Artık bundan sonra size asla
gazap etmeyeceğim." buyuracaktır[26]
22- Onlar
orada devamlı kalacaklardır. Şüphesiz ki büyük mükâfaat, Allah kalındadır.
Allah yolunda hicret edenve Cihad eden o
müminler, hak ettikleri cennette devamlı olarak kalacaklardır. Özellikle
Cenab-ı Hakkı görme saadetine nail olacaklardır ki bundan daha büyük bir
mükâfaat da düşünülemez. [27]
23- Ey
müminler, eğer inkârı, imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi
dostlar edinmeyin. Sizden kim, onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta
kendileridir.
Ey iman edenler, eğer
kâfirliği imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dahi dostlar
edinip gizli sırlarınızı onlara açıklamayın. Sizden kim bunlan dost edinip
onlarla samimi olma yoluna giderse işte onlar, Allahın emirlerine karşı gelen
zalimlerin ta kendileridir.
Müfessirler, bu âyet-i
kerime'nin, mekke fethedilmeden önce orayı bırakıp dârülislam olan Medine'ye
hicret etmeyen kişileri dost edinmeyi yasakladığım ve bu sebeple nazil
olduğunu söylemişlerdir. Zira Abbas b. Abdülmutta-lib: "Ben hacılara su
dağıtıyorum: "Talha b. Şeybe de; "Ben Kâbenin sahibiyim"
demişler ve "Bizim, hicret etmemize gerek yoktur." şeklinde sözler
söylemişlerdir. Ayeti kerime de bu gibi insanların dost edinilmemelerini
emretmiştir.
Mümin, din
kerdeşliğini esas alır. Bu kardeşliği soy kardeşliğinden üstün tutar Nitekim
diğer bir âyette şöyle buyuruluyor: "Allaha ve âhiret gününe iman eden
hiçbir kavmin babalan, oğullan, kardeşleri veya akrabaları da olsa Allaha ve
peygamberine düşman olanlara sevgi beslediğini göremezsin[28]
24- Ey
Muhammed de ki: "Eğer babalarınız, oğullarınızı, kardeşlerimiz,
eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgunluğundan korluğunuz
ticaret, ve hoşlandığınız, evler, Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda
cihad etmekten sizin için daha fazla sevgili ise, Aliahin emri gelinceye kadar
bekleyin* Allah, fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.
Ey Muhammed, hicret
etmekten ve cihad etmekten geri kalanlara de ki: "Eğer babalarınızla,
oğullarınızla, kardeşlerinizle, eşlerinizle, kendilerinden yardım istediğiniz
kabilelerinizle, kazandığınız mallarınızla, hicret ettiğiniz takdirde kesatla
uğrayacağından korktuğunuz ticaretle, içinde yaşamaktan hoşlandığınız
evlerinizle başbaşa kalmak sizin için, küfür diyarını terk edip Allah nzasi
için hicret etmekten, Resulünün emrine uymaktan ve Allahın dinine yardım için
cihad etmekten daha sevgili ise, Allahın hemen veya daha sonra gelecek
ola-nemrini bekleyin. Şunu da bilin ki Allah, itaatinden ayrılan fâsıklar
güruhunu hayır işlemeye muvaffak kılmaz.
Mücahide göre ayette
zikredilen ve geleceği bildirilen, Allahın emrinden maksat, Mekke'nin fethidir. [29]
25- Şüphesiz
kî, Allah size birçok yerde ve Huncyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti, O
gün, sayınızın çokluğu sizi gururlandırmıştı. Fakat çokluğunuz sîze bir fayda
sağlamamıştı da, o geniş yeryüzü size dar gelmeye başlamıştı. Sonra da yüz
çevirip geri kaçmıştınız.
Resulullah (s.a.v.)
Hicrî sekizinci yılda Mekke'yi fethettikten sonra aynı yılın Şevvaî ayında
Mekke ile taif arasında bulunan Huneyn vadisinde Hu-neyn savaşını yaptı.
Mekke'nin fethinden
sonra halk, Resulullah tarafından serbest bırakılmış onlar da Müslüman olmuşlardı.
Durum sakindi. İşte o günlerde Resulullaha He-vazin kabilesinin, Müslümanlarla
savaşmak için, reisleri Mâlik b. Avf en-Nadrî'nin başkanlığında toplandıkları
beraberlerinde sakiyf kabilesi, Cüşem oğullan ve Sa'd b. Bekr oğullarının da
bulunduğu haberi ulaştı.
Bunlar, Mekke'nin
fethiyle bütün Arap kabilelerinin, Müslümantann kontrolüne girmekte olduğunu
görüyor, bunu Önlemek için de acele tedbir alınması gerektiğini
düşünüyorlardı. Bu sebeple bu hareket onlar için bir ölüm kalım meselessiydi.
Bunu ispat etmek ve icabında askerlerin geri dönüp kaçmalarını ölmek için de
savaş meydanına, kadınları, çocukları, mallan davalan ve herşeyleri ile
birlikte gelmişlerdi.
Resulullah da,
Mekke'nin fethi için gelen Muhacir, Ensar ve diğer Arap kabilelerinden oluşan on
bin kişilik kuvvetin yanında Mekke fethinde Müslüman olupkendisine katılan iki
binkişi ile birlikte on iki bin kişiye ulaşan ordusuyla Huneyn'e yürümüştü.
Asker içinde
"Bugün azlıktan dolayı asla mağlup olmayız." diyen ve sayılarının
çokluğuyla övünenler vardı. Bu sözü Resulullah da işitmiş ve hiç hoşuna
gitmemişti.
İki ordu Huneyn
vadisinde kanlaştı. Savaş sabah karanlığında balamıştı. Müslümanlar ta vadiye
inerken Hevazin kabilesi pusuda bekliyordu. Müslümanları habersiz yakalayıp
yağmur gibi ok yağdırdılar. Kılıçlarını çekip hücuma geçtiler. Komutanlarının
emrettiği gibi hep birden saldırıyorlardı. Bu beklenmedik saldıakarşısmda
Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.
Resululîah ise bindiği
katırını düşmanın üzerine doğru sürüyordu. Sağ tarafında amacası Abbas sol
tarafında da Süfyan b. el-Haris bulunuyor ve kaürın hızlı gitmesini Önlemeye
çalışıyorlardı. Resulullah, Müslümanları, geri dönüp savaşmaya davet ederek
şöyle diyordu. "Ey Allahın kulları bana yönelin bana. Ben Allahın Resulüyüm.
Ben, Peygamberim. Bunda yalan yok. Ben, Abdülmut-talibin torunuyum."
Resulullah ile
birlikte, Ebubekir, Ömer, Abbas, Ali, Fadl, Ebu Süfyan b. el-Haris, Eymen,
Üsame b. Zeyd dahil yüz kadar sahabî düşmana karşı direniyordu. Resulullah,
sesi gür olan amcası Abbas'a yüksek sesle Müslümanlara "Ey mübarek ağaç
altında Resulullaha bey'at eden insanlar" diye bağırmasını söyledi. Bunun
üzerine Abbas, sesinin çıktığı kadar, Müslümanlara "Ey, Müba-rerek ağaç
altında bey'at eden insanlar." "Ey, Bakare suresinin sahipleri."
diye bağırmaya başladı. Bunu duyan sahabiler "Lebbeyk, Lebbeyk."
Buyur emret, emrine amadeyiz." diye cevap verdiler. Kaçanlar geri dönüp
Resulullaha gelmeye başladılar. Hatta bineğini bırakıp koşarak gelenler vardı.
Resulullahm etrafında bir gurup toplanınca onlara, tam bir istekle
saldırmalarını emretti. Allah'tan düşmanını mağlup etmesini ve kendisine yardım
etmesini diledikten sonra yerden bir avuç toprak aidi ve onu düşmanın üzerine
serpti. Düşman içinde gözlerine ve ağzına bu topraktan isabet etmeyen kimse
kalmadı. Böylece şaşırdılar ve savaşamaz hale geldiler. Nihayet mağlup
oldular. Müslümanlar bunların bazılarını öldürüp bazılarını da esir almışlardı.
İşte Huneyn savaşı bu şekilde Müslümanların zaferiyle sonuçlandı.
Bera b. Âzib
müslümanların, çetin bir imtihan verdikleri bu savaşta, müşriklerin önünden
nasıl kaçtıklarını ve Resulullahı beyaz katı üzerinde yalnız bıraktıklarını
beyan ederek şunları söylemiştir: Ebu îshak diyor ki:
"Bir adam gelip
,Bera'ya" Ey Ebu Umare, sen Huneyn savaşında kaçtın-mi?" diye sordu.
Bera'da: "Ben Şehadet ederim ki: Resulullah kaçmadı. Fakat İnsanların
hızlı olanları acele ettiler. Hevazin kabilesinden olan düşman da onlara ok
yağdırdı. Ebu Süfyan b. el-Haris, Resulullah'ın beyaz katırını yularından
tutmuştu. Resulullah da: "Ben Peygamberim bunda yalan yok.Ben
Abdülmutta-libin torunuyum." diyordu[30]
Ebu İshak diğer bir
rivayette diyor ki:
"Kays
kabilesinden bir adamın, Bera b.Azib'e şunları sorduğunu işittim. "Siz,
Huneyn savaşında Resulullah'ı bırakıp kaçtınız mı?" Berab. Azib de dedi
ki: "Fakat Resulullah kaçmamıştı. Hevazin kabilesi atıcılıkta maharetli
insanlardı. Biz onlara hücum edince dağıldılar. Biz, ganimetlere üşüşütük.
Bunun üzerine onlar bize oklarla karşılık verdiler. Ben, Resulullahm, beyaz
katırı üzerinde olduğunu gördüm. Ebu Süfyan b. el-Haris katırın yularım
tutuyordu. Resuluîlah da: "Ben peygamberim, bunda yalan yok." diyordu[31]
26- Sonra
Allah, Peygamberin ve müminlerin üzerine emniyetini indirdi. Görmediğiniz
askerler gönderdi. Kâfirleri de azaba uğrattı. İşte kâfirlerin cezası budur.
Sonra Allah,
Peygamberinin ve müminlerin üzerine güven ve huzur indirerek ve sizin
görmediğiniz Melekleri asker olarak göndererek üzerinizden sıkıntı ve belayı
kaldırdı. Kâfirleri ise öldürterek, esir ettirerek, mallarını yağma ettirip,
kendilerini zillete düşürerek cezalandırdı. Kâfirlerin cezası işte budur.
Said b. Cübeyr
demiştir ki: "Huneyn savaşında, müminlere destek olmak için Allah teala,
özel işaretleri bulunan beş bin melek göndemıiştir. Bu meleklerin, müminlere
nasıl yardım ettikleri hakkında ise.Huneyn savaşı sırasında müşrik iken daha
sonra müslüman olan bir kişi şunları anlatmıştır. "Huneyn savaşında biz,
Resulullahm ordusuyla karşılaştık. Onlar bize, bir koyunun sağılma zamanı
kadar dayanamadılar. Biz onları dağıtınca, ariyalarından kovalıyorduk. Nihayet
beyaz katmn sahibinin yanına vardık. Bir de ne görelim, o, Resulullahi-miş.
İşte onun yanında karşımıza-, beyaz tenli, güzel yüzlü adamlar dikildiler ve
bize dediler ki: "Yüzünüz kararsın. Haydi geri dönün." İşte o sırada
biz mağlup olduk. O sırada onlar bizim omuzlarımıza bindiler İşte savaş orada
sona erdi.
Yezid. Âmir de,
müminlerin dağılmaları halinde Resulullahın nasıl bir tavır takındığım beyan
ederek diyor ki: "Huneyn savaşında müslümanlar dağılınca Resulullah
yerden bir avuç toprak aldı. Onu, mülümanlan kovalayan müşriklerin yüzüne
serpti ve dedi ki: "Yüzünüz kararsın. Haydi geri dönün." İşte o sırada
oradan uzaklaştık. Herkes gözüne isabet eden toz ve topraklan siîiyordu. Yezid,
o savaşta henüz müşrikti.
Yezid b. Âmir'e:
"O gün Allanın, müşriklerin kalblerine soktuğu korkuyu nasıl
hissediyordunuz." diye sorulunca o bir taş alıp testiye vuruyordu. Testi
ses çıkarıyordu. Yezîd diyordu ki: "îşte bizim içimizde böyle bir korku
vardı."
Huneyn savaşında
Hevazin Kabilesi mağlup olduktan sonra müslümanlar çok miktarda ganimet
almışlardır. Resulullah, müslüman olup geri gelirler diye ganimetleri hemen
dağıtmamış, "Cirane" denen yerde belli bir süre bekletmiştir.
Gelmediklerini görünce de ganimetleri dağıtmış, daha sonra Hevazin kabilesinden
müslüman olan bir heyet, ganimetlerin, kendilerine iade edilmesini istemişlerdir.
Katede!nİn rivayetine göre, ganimetlerin vadesi hususunda, Resuluîlahm Bekr
kabilesinin Sa'd oğullan kolundan olan, süt annesi gelip, Huneyn savaşında
alınan esirlerin geri verilmesi hususunda Resulullah'tan ricada bulunmuştur.
Reusullah da ona: "Benim onlan iade etmeye hakkım yok. Ben ancak benim
hakkıma düşenleri iade etme hakkına sahibim. Fakat sen, yarın gel insanlar benim
yanımda olacaklar.Ben payıma düşeni sana verince onlar da verirler." demiştir.
Resulullahın süt annesi ertesi gün gelmiş, Resulullah, onun altına elbisesini
sermiş, süt annesi de onun üzerine oturmuş ve esirlerin iadesini istemiştir.
Resulullah, payım verince diğer insanlar bunu görmüşler ve onlar da kendi paylarına
düşenleri vermişlerdir.
Ganimet mallarının
iadesi hususunda Mervan ve misver b. Mahreme, Uf-ve b. Zübeyr'e şunlan
anlatmışlardır.
"Hevazin
kabilesininin heyeti, müslüman olarak Resulullaha gelince, Resulullah, ayağa
kaltı. Onlar, Resulullah'tan, mallannı ve esir edilen adamlarını kendilerine
iade etmesini istediler. Resulullah da onlara dedi ki: "Benim elimde şu
gördüğünüz şeyler var. Bana en sevimli olan söz, dorğu söylenen söz'dür.
Sizler, ikisinden birini seçin. Ya esirleri veya mallan isteyin. Ben, sizin
için beklemiştim." Resulullah Huneyn savaşından sona Taife gitti. Oradan
döndükten sonra, on küsur gece Hevazin kabilesinin ganimetlerini dağıtmayip
bekletmişti. Hevazinlilerin heyeti, Resulullahın, kendilerine ancak iki şeyden
birini vereceğini anlayınca şöyle dediler: "Biz esir alınan adamlanmızı
tercih ediyoruz." Bunun üzerine Resulullah, müslümanlann arasında ayağa
kaltı. Allahı layık olduğu şekliyle övdü ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki
kardeşleriniz tevbe ederek geldiler. Ben, esirlerini onlara iade etme kanaatine
vardım. Sizden kim, gönül hoşluğuyla bunu yapmak isterse yapsın. Kim de Allanın
bize vereceği ilk ganimetten karşılığını vermemiz üzere payına düşeni borç
olarak vermek isterse versin." Bunun üzerine insanlar: "Ey Allahın
Resulü, biz bunlan gönül hoşluğu ile veriyoruz." dediler. Resulullah da
buyurdu ki: "Doğrusu bizler içinizden hanginizin buna razı olduğunu
hanginizin razı olmadığını bilemiyoruz. Siz gidin. Görüşünüzü bize
temsilcileriniz bildirsin." İnsanlar Resulullaha varıp insanların, gönül
hoşluğu ile, esirlerin geri verilmesini kabul ettiklerini ve buna izin
verdiklerini bildirdiler[32]
Said b. el- Müseyyeb,
Huneyn savaşında müslümanlann altı bin esir aldıklarını, Hevazinlilerin
müslüman olup gelmeleri üzerine bu esirlerin kendilerine iade edildiklerini
rivayet etmiştir. [33]
27- Bundan
sonra Allah, dilediği kullarının tcvbcsinİ kabul eder. Allah çok bağışlayan ve
çok merhamet edendir.
Bundan sonra Allah,
kullarının sağ kalanlarından dilediğine lütufta bulunur. Onu teve etmeye
muvaffak kılar da tevbe eder. O da tevbesinİ kabul eder. Allah, kullarının
günahlarını çok affeder ve onlara karşı merhamet sahibidir. [34]
28- Ey iman
edenler, müşrikler ancak necistirler. Bu yıllarından sonra onlar Mescid-i
Harama yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız yakında
Allah dilerse sizi lütfü yi a zenginleştirir. Allah, şüphesiz her şeyi çok iyi
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Âyet-i kerime'de,
müşriklerin Necis, yani pis oîduklan ifade edilmektedir. Bu husus değişik
şekillerde izah edilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbastan rivayet edilen bir görüşe göre müşrikler, domuzla rve köpekler
gibi maddeten pistirler.Bu hususta Hasan-ı Basri'den "Müşrikler necistir.
Onlarla el sıkışmayın. El sıkışan kimse ise abdest alsın." sözü nakledilmektedir.
b- Katadeye
göre ise bunlar, cünüp olunca yıkanmadıkları için manen pistirler. Bu
halleriyle Mescid-i Harama yaklaşamazlar.
c- Başka bir
görüşe göre ise bunlar, maddî pisliklerden gereği gibi temizlenmedikleri için
üzerlerinde pislik taşırlar.Bu sebeple pistirler. Ve Mescid-i Harama yakl
aşamazlar.
d- Tercihe
şayan görülen bir başka görüşe göre ise müşrikler, inanç bakırrundan
necistirler, pistirler. Onların, Allahı inkâr etmeleri kendilerini manen pis
yapar. Bu bâtıl inançları sebebiyle Mescid-i Harama yakl aşamazlar.
Âyette, "Mescid-i
Harama yaklaşmasınlar." ifadesi kullanılmıştır. Müfes-sirler bu ifadeden
neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Atâ'ya
göre burada geçen Mescid-i Haram ifadesinden maksat, Mekke ve bütün Harem
bölgesidir. Zira, Mescid-i Harama yaklaşmamak, bu bölgeye girmemekle olur.
b- Ömer b.
Abdülaziz'e göre ise, Mescid-i Haram ifadesine müslümanla-nn bütün mescitleri
girmektedir. Bu hususta Ebu Amr diyor ki:"Ömerb. Abdü-laziz, idarecilerine
mektup yazarak: "Yahudi ve Hrisliyanlann, müslümanların meesitlerine
girmelerine engel olun" demiş ve bu yasaklamanın delili olarak ta:
"Müşrikler ancak necistirler." âyetini zikretmiştir.
Âyette zikredilen "Bu
yıldan sonra" ifadesi, Hz. Ebubekir'in Hac emin olarak tayin edildiği
Hicrî dokuzuncu yıldan sonra demektir. Çünkü Tevbe suresi bu yılda nazil
olmuştur.
Ayet-i kerime'de:
"Eğer yoksulluğa, düşeceğinizden korkuyorsanız, yakında, Allah dilerse
sizi lütfuyla zenginleştirir." buyuru İm aktadır. Çünkü müminler,
müşriklerin, Mescid-i Harama girmelerinin yasaklanmasından sonra ticaret
gelirlerinin eksilip fakirliğe düşeceklerinden korkmuşlar Allah teala da,
kalblerinden Şeytanın vesvesesini çıkarmaları için "...Eğler yoksulluğa
düşeceğinizden korkuyorsanız, yakında Allah dilerse sizi lütfula
zenginleştirir..." buyurmuştur.
Müfessirler, Allah
tealanm müminleri yakında hangi yolla zengileşürece-ği hususunda iki görüş
zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Dehhak, Mücahid ve İbn-i İshaka göre, Allanın, müminleri zengin
kılması, müşriklerin, harem bölgesine girmelerini yasaklamasından sonra,
müminlere, ehl-i kitap ile savaşıp onlardan cizye almaları şeklinde olmuştur.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: "Allah, müşrikleri mescid-i ha-ram'dan uzaklaştınnca
şeytan, müminlerin kalbine üzüntü soktu. Onlar, "Müşrikler uzaklaştıktan
sonra ticaret yolu kesildi. Nereden yemek bulup yiyeceğiz?" şeklinde
vesveselere kapıldılar. Bunun üzerine Allah teala buyurdu ki: "Eğer
yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız yakında, Allah dilerse sizi lütfuyîa
zenginleştirir." Onlara, ehl-i kitaba karşı savaşmalarını, boyun edikleri
takdirde, onlardan cizye almalarını emretti ve böylece onları lütfuyla
zenginleştirdi. Yani aydan ay'a ve yıldan yıla alacakları cizyelerle onları
zenginleştirdi.
b- îkrimeye göre ise, Allanın, harem bölgesinden
müşrikleri uzaklaştırdiktan sonra müminleri zenginleştirmesi, onlara bolca
yağmurlar yağdırmasiyla ve bolluk yıllan nasibetmesiyle gerçekleşmiştir.
Âyet-i kerime'nin bu
son bölümünün hükmüne göre artık müşriklerin herhangi bir surette harem
bölgesine yaklaşmaları yasaklanmıştır.
Cabir b. Abdullah ve
Katadeye göre cizye veren zimmiler ve müslüman-lann, gayr-i müslim olan
köleleri bu yasaklanmanın dışındadır. Onlar bu bölgeye girebilir.
Cabir b. Abdullah'tan
rivayet edilen bir görüşe göre zimrniler de harem bölgesine giremezler. [35]
29- Kitap
ehlinden, Allaha ve âhiret gününe iman etmeyen, Allanın ve Peygamberinin haram
kıldığını haram saymayan ve hak din olan İslamı din cdinmeyenlerle, boyun eğip
kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.
Ey iman edenler, kitap
ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlardan, Allaha ve âihert günündeki cennet ve
cehenneme iman etmeyen, Allahın ve Peygamberi Muhammed'in haram kıldığı şeyleri
haram saymayan,aksine, haham ve papazlarım meşru saydıklarım meşru sayan ve
hak din olan İslamı din kabul edip ona boyun eğmeyenlerle, ister istemez boyun
eğip bizzat kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.
CİZYE: Gayr-i müslimlerin,
hayat ve hürriyetlerinin korunması karşılığında, içinde yaşadıkları İslâm
devletine vermek zorunda oldukları vergidir.
Ayet-i kerimede geçen
"Kendi elleriyle" ifadesi şu şekillerde izah edil-mıştir.
a- Takip ve
tahsiline lüzum kalmadan kendiliklerinden
b- Elden,
nakden ve gecikmeksizin
c- Herkes
vekil kullanmaksızın bizzat kendi eliyle.
d- Gücü yeten,
kazancı olanlar.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Boyun eğmek" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından
çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- İkrimeye
göre bu ifadeden maksat, cizyeyi verenin ayakta olması, alanın ise
oturmasidır.
b- Abdullah
b. Abbas'a göre ise bu ifadeden maksat cizye verenlerin, hoşlarına gitmediği
halde, yürüyerek gidip kendi elleriyle cizyelerini teslim etmeleridir.
c- Başka bir
görüşe göre bu ifadeden maksat, cizye vermeleridir. Zira cizye vermek boyun
eğmektir ve zillete düşmektir[36]
Müfessirler, bu
âyetin, Resulullahın, Rumlarla savaşmasını emretmek üzere indiğini ve bu âyetin
inmesinden sonra Resulullah, Rumlara karşı Tebük savaşını yaptığını
söylemişlerdir. [37]
30-
Yahudiler "Üzcyir Allahın oğludur." dediler. Hıristiyanlar da
"İsa Mesih Allahın oğludur." dediler. Bu onların, ağızlarında
geveledikleri sözleridir. Onlar bu sözlerini, kendilerinden önceki kâfirlerin
sözlerine benzetirler. Allah bunları kahretsin. Nasıl da uyduruyorlar.
Fenhas, Sellam b.
Mişkem ve Numan b. Evfa gibi bir kısım Yahudiler, Üzeyir, Tevratı tekrar ortaya
çıkardığından "Bu Allahın oğludur" demişlerdir. Hristiyanlar da
Meryemoğlu İsa Mesih, babasız meydana geldiğinden "O, Allahın
oğludur" demişler ve böylece Hristiyanlar, kendilerinden önce inkâra düşen
Yahudilerin putperestlerin durumuna düşmüşler ve onların sözlerine benzer sözler
söylemişlerdir. Allah onlara lanet etsin! Nasıl da haktan döndürülüyorlar ve
saptırılıyorlar.
Müfessirler,
Yahudilerden kimlerin, Üzeyirin Allahın oğlu olduğunu İddia ettikleri hususunda
çeşitli görüşler zikremişlerdir.
a- Ubeyd b.
Umeyrin oğlu Abdullaha göre, Üzeyirin, Allahm oğlu olduğunu söyleyen kimse
"Fenhas" ismindeki tek bir Yahudidir. "Şüphesiz ki Allah
fakirdir.Biz ise zenginiz. [38]
diyen de bu kişidir.
b- Abdullah
b. Abbas'a göre ise, Üzeyirin, Allahm oğlu olduğunu söyleyen kimse tek bir
Yahudi değil bir kaç Yahudidir. Bunlar da Sellam b. Mişkem, Numan b.Evfa, Şa's
b. Kays ve Malik b. Sayf dir. Bunlar, Resulullahm yanına gelip ona: "Biz
sana nasıl tâbi olalım? Çünkü sen, bizim kıblemiz olan Kudüs'ü bıraktın.
Üzeyirin, Allahm oğlu olduğu inancını da kabul etmiyorsun." demişler ve
bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur."
Yahudilerin, Üzeyir'e
"Allahın oğludur." demelerinin sebebi hususunda Abdullah b. Abbas ve
Süddiden, özetle şunlar zikredilmiştir. Yahudilerin, Tev-ratı ve Tabutu
bırakarak sapmaları üzerine, Allah teala onların elinden tabutu almış ve
düşmanları olan Âmâlikalara vermiş Tevratı da onlara unutturmuş ve kalelerinden
çekip almıştır. Salih bir zat olan Üzeyir Allah'a dua edip yalvarmış, Tevratm
tekrar Yahudilere gönderilmesine dair niyazlarda bulunmuştur. Allah teala,
Üzeyirin duasını kabul edip Tevratı tekrar Üzeyirin kalbine ilah etmiş o da
İsrailoğullanna bildirmiştir. İşte bunun üzerine İsrailoğullann'dan bazıları
"Üzeyir, Allahın oğlu olduğu için Allah Tevratı tekrar ona iade
etti." demişlerdir.
Hıristiyanlar da
"İsa Mesih Allahın oğludur. Onun insanlardan bir babası yoktur. Babasız
evlat olmaz o halde o Allahın oğludur." demişlerdir. Böyle iddialarda
bulunanlara Allah lanet etmiştir. Âlemlerin rabbi olan yüce Allah, böyle
şeylerden münezzehtir. Zira o, her şeyin yaratıcısı ve rabbidir. Oğul evlat
sahibi olmak, ana baba olmak gibi haller yaratıklara mahsus hallerdir. Bu gibi
şeyler Allaha isnad edilemez. Bu iddialarda bulunanlar, ne kadar büyük bir
sapıklık içinde bulunduklarını bir bilseler. [39]
31- Onlar,
hahamlarını, papazlarım ve Mcryemoğlu İsa Mcsihi, Allah'tan başka rabler
edindiler. Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilah olmayan
Allaha ibadet etmekle emrolunmuşlardi. Allah, onların koştukları ortaklardan
münezzehtir.
Yahudiler hahamlarını,
Hıristiyanlar da Papazlarını rabler edindiler. Bu din adamlarının helal
saydıklarını helal, harmm saydıklarım da haram saydılar. Aynca Hıristiyanlar
Meryemoğlu İsa'yı da Rab edindiler. Halbuki Yahudi ve Hıristiyanlar, sadece bir
olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşiardı. Allah, onların koştukları
ortaklardan beridir.
Âyette zikredilen
hahamlar'dan maksat, Yahudilerin din âlimleridir. Papazlardan maksat ise,
Hristiyanlann manastırlara çekilen ve dini hususlarda ieti-hadda bulunan
âlimleridir. Allah teala bu âyet-i kerime'de Yahudi ve Hristiyanlann din
adamlarını rabler edindiklerini zikretmiştir. Bu ifadeden maksat onların din
adamlarını ilah edinerek onlara tapmaları değildir. Bundan maksat, Allahın
emir ve yasaklarım bırakıp din adamlarının koydukları emir ve yasaklara
uymalarıdır. Nitekim, Resulullah'tan rivayet edilen şu hadîs-i şerif ve birçok
tabiinden rivayet edilen şu görüşler, din adamlarını rabler edinmelerinden
maksadın, onların emir ve yasaklarına uymak olduğunu göstermektedir.
Adiy b. Hatim diyor
ki:
"Ben, Resulullahın
yanına gittim. Boynumda altın'dan bir haç bulunuyordu. Bana dedi ki: "Ey
Adiy, bu putu çıkarıp at." Ben onun, Tevbe suresinin "Onlar,
hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesihi, Allah'tan başka rabler
edindiler." âyetini okuduğunu işittim. (Dedim ki: "Ey Allahın Resulü
biz onlara ibadet etmiyorduk ki,) Resulullah da buyurdu ki: "Dikkat edin,
Yahudi ve Hristiyanlar, din adamlarına tapmıyorlardı. Fakat onlar, hahamlar ve
papazlar kendilerine bir şeyi helal kılınca onu helal sayıyorlardı, bir şeyi haram
kılınca da onu haram kabul ediyolardı. [40]
Huzeyfetül Yeman1
"Yahudi ve Hristiyanlar, Allahı bırakıp ta hahamlarım ve papazlarını
rabler edindiler." buyuruluyor. Bunlar, haham ve papazlara tapıyorlar
mıydı?" diye sorulunca o şu cevabı vermiştir: "Hayır Yahudi ve
Hristi-yanîar,bunlara tapmıyorlardı. Fakat haham ve papazları, kendilerine bir
şeyi helal yapınca onlar onu helal görüyorlar bir şeyi haram yapınca da onu
haram sayıyorlardı."
Abdullah b. Abbas da
demiştir ki: Hahamlar ve papazlar, Yahudi ve Hris-tiyanlara, kendilerine secde
etmelerini emretmemişlerdir. Fakat onlar, Allahın emirlerine aykırı emirler
vermişler, onlar da bu emirleri tutmuşlardır. Bu sebeple Allah, hahamları ve
papazları "Rabler" diye isimlendirmiştir."
Rebi' b. Enes diyor
ki: "Ben, Ebul Âliye'den "Yahudiler ve Hristiyanlar, hahamlarını ve
papazlarını rabler edindiler." âyetinin manasını sordum ve dedim ki:
"îsrailoğullarında bu rab edinme olayı nasıldı?" O dedi ki:
"Hahamlar bize ne emrettiyse ona uyduk. Neyi de yasakladiysa, sözlerini
dinledik. Halbuki bunların emrettikleri ve yasakladıkları şeylerin hükmü,
Allahın kitabında mevcuttu. İnsanlar din adamlarının telkilerini nasihat kabul
edip aldılar ve Allahın kitabım arkalanna attılar. Böylece Allahi bırakıp din
adamlarım rabler edinmiş oldular.
Âyet-i kerime'de
"Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka iîah olmayan Alîaha
ibadet etmekle emrolunmuşlardi." Duyurulmaktadır. Bunun izahı şöyledir:
"Hahamlarını, papazlarını ve îsa Mesihi rabler edinen Yahudi ve
Hristiyanlar, yalnızca tek bir ma'bud olan Allaha ibadet etmekle ve tek bir
rabbe itaat etmekle emrolunmuşlardı ki o da her şeyin kendisine kulluk ettiği
ve her yaratı|ın, kendisine itaat ettiği Allah'tır. Bütün yaratıklarının,
birliğine ve rabli-ğine boyun eğmeleri gerekmektedir. Ondan başka hiçbir ilah
yoktur. Allah, "Üzeyir, Allahın oğludur, İsa Mesih Allahın oğludur...
diyen ve Allahi bırakıp ta hahamlarını ve papazlarını rab edinip onların
koydukları nizamlara uyan müşriklerin söylediklerinden ve yaptıklarında uzaktır
beridir." [41]
32- Onlar,
ağızlarıyla Allahın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler istemeseler de Allah,
nurunu mutlaka tamamlayacaktır.
Hahamlarını ve
papazlarını rabler edinen bu kâfirler, Ailahın nuru olan İslâmi yalanlayarak ve
insanların onu kabul etmelerine engel olarak ağızlarıyla
söndürmeye kalkarlar. İnkarcılar istemese
de Allah, dinini mutlaka yüceltecek ve nur olan hakkı tamamlayacaktır. [42]
33- İslâm
dinini bütün dinlerden üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak din ile
gönderen Allah'tır. İsterse müşrikler hoş görmesinler.
Peygamberi Muhammedi
açık delillerle ve hak din olan İslâm ile gönderen Allah'tır. Bunu, müşrikler
istemese de İslâm dinini bütün dinlere galip getirmek için yapmıştır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "İslam dinini bütün dinlerden daha üstün kıl-mak için" şeklinde
izah edilen ifadesinin harfi tercümesi, "Allah onu bütün dinlere galip getirsin diye" veya
"Allah ona bütün dinleri açıklasın diye." iki şekil de mümkin
olduğundan, müfessirler bunu, iki şekilde izah etmişlerdir.
a- Ebu
Hureyre, âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir "Allah, İslam dinini
diğer bütün dinlere galip getirmesi için Peygamberini hidayet ve hak din ile
göndermiştir, Ebu Hureyre, İslâm dininin diğer bütün dinlere galip geleceği zamanın
da Meryemoğlu İsa'nın dönmesi ile olacağım söylemiştir.
b- Abdullah
b. Abbas ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir. "Allah, Peygamberi
Muhamrnede bütün dini hususları açıklaması ve hiçbir şeyi ona gizli
bırakmaması için onu hidayetle ve hak din ile göndermiştir. Müşrikler ve Yahudiler
ise Resulullahm böyle olmasını hoş karşüamarnışlardır. Fakat Allah on* lann hoş
görmemelerine rağmen Resulullah'a bütün dini meseleleri öğretmiştir. [43]
34- Ey iman
edenler, Hahamlar ve Papazlardan bir çoğu, haksız yere insanların mallarını
yerler. Onları Allahin yolundan alıkoyarlar. Ey Mu-hammed, altın ve gümüşü
biriktirip Allah yolunda sarfetmeycnleri ise can yakıcı bir azap ile müjdele.
Ey iman edenler,
Yahudi Hahamlarından ve Hristiyan papazlarından bir çoğu, verdikleri hükümler
karşılığında rüşvet alırlar. İşlerini idare ettikleri insanlardan az bir şey
almak için Allahın kitabını tahrif ederler. Böylece insanların mallarını
haksız yere yemiş olurlar. Ve onların, İslam dinine girmelerine engel olurlar.
Ey Muhammed, altın ve
gümüşü biriktirip de, insanların, onlardaki Zekât gibi haklarını vemıeyenleri,
kıyamet gününde uğrayacakları can yakıcı bir azap ile müjdele.
Müfessirler,ayet-i
kerimede zikredilen "Altın ve gümüşü biriktirme" ifadesinden neyin
kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Ömer, İkrime, Süddi ve Şa'biye göre bu âyette zikredilen, biriktirilen
mardan maksat kendisinden zekât vernıek farz olduğu halde zekatı verilmeyen her
türlü malın zekâtım vermektir. Âyet-i kerime'de, mallarının zekâtlarını
vermeyenlerin, insanların mallarını haksız yere yedikleri ve o mallardan
zekatı ayırmayıp biriktirdikleri, Allah yolunda harcamadıkları, bu sebeple can
yakıcı bir azapla azap görecekleri beyan edilmiştir.
Bu hususta Abdullah b.
Ömer diyor ki: "Zekâtım verdiğin her türlü mal, yere gömülüp depolanmış
olsa dahi, biriktirilmiş mal değildir. Buna mukabil zekâtı verilmeyen her mal,
Allahın, Kur'an'da zikrettiği biriktirilmiş mal'dır. Sahibi hahirette bu mal
ile dağlanacaktır. Bu mal, biriktirilip gömülmemiş bir mal dahi olsa.
b- Ca'de b.
Hubeyre'nin, Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre ise bu âyette zikredilen
"Biriktirilen mal"dan maksat, dört bin dirhem miktarını aşan mal'dır.
Kişi, bunun zikâtını verse de vermese de yine bu, biriktirilmiş mal'dır. Mal
sahibi, ancak dört bin dirhem miktarında bir mal tutabilir. Bundan faziasmı
Allah yolunda harcamak zorundadır.
c- Ebuzer
el-Gifariye göre ise, bu âyette zikredilen "Biriktirilen mardan maksat,
mal sahibinin ihtiyacından arta kalan mal'dır. Kişi, ihtiyacından artan
malt, Allah yolunda harcamak
mecburiyetindedir. Onu biriktirip yanında tutması caiz değildir.
Ebu Mucib diyor ki:
"Ebu Hureyre'nin kılıcının kını gümüştendi. Ebuzer bunu görünce Ebu
Hureyre'yi bundan sakındırdı ve dedi ki: "Resulullah buyurdu ki: "Kim
öldükten sonra geriye sanyı (altını) ve beyazı (gümüşü) bırakacak olursa
onlarla dağlanır.
Sevban diyor ki:
"Altın ve gümüşü
biriktirenler âyet-i kerimesi nazil olduğunda, biz, Resulullah ile birlikte
yolculukta bulunuyorduk. Resulullahın sahabilerinden bazıları dediler ki:
"Altın ve gümüş hakkında bu hüküm indi. Hangi malın daha hayırlı olacağını
bilsek te onu mal edinsek." Resulullah da buyurdu ki: "Bunların en
hayırlısı, zikreden dil, şükreden kalb ve kocasının imanına (dinine) yardımcı
olan mümin bir [44]
Ebu Ümame diyor ki:
"Suffe ashabından
biri öldü. Onun peştemalında bir dinar bulundu. Resulullah buyurdu ki:
"Bunun için bir dağlama vardır." Sonra onlardan başka bin daha öldü.
Onun peştamalında da iki dinar bulundu. Resulullah: "Bunun içinde iki dağlama
vardır. [45]buyurdu.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Abdullah b. Ömer'in zikrettiğidir. O
da, zekatı veriien her mal, biriktirilen mal değildir. Mal sahibi, malının
zekâtını verdikten sonra dilediği kadar mal biriktirebilir. Buna mukabil, zekât
verilecek miktarda olup ta kendisinden zekât verilmeyen her mal, biriktirilmiş
mal'dır. İşte bu malın sahibi cezalandırılacaktır. Allanın lütfuyîa affetme
durumu müstesnadır. Bu görüşün doğru olduğu şu hususlardan anlaşılmaktadır.
Alİah teala, Resulullahın lisanıyla, beş Ukye'ye ulaşan gümüşün onda birinin
dörtte birini, yine yirmi miskale ulaşan altının da onda birinin dörtte birini
(yani kırkta birini) zekat olarak vermeyi farz kılmıştır. Mal sahibi,
mallarından, farz kılınan bu miktarları zekât olarak verdikten sonra
yükümlülükten kurtulmuş olur. Şayet, zekât vermesine rağmen yine de mal
biriktirmiş kabul edilecek olursa, Allah teala'nm böyle bir kişiye malının
kırkta birini zekât olarak vermesini emretmesinin ne anlamı olur? Buna, Hz. Ali'den
nakledilen görüşe göre malının dört bin dirhemden daha fazlasını vermesi
emredilirdi. Veya Ebuzer'den nakledildiğine göre malının, ihtiyacından arta
kalanını vermesi emredilirdi. Bunu yapmadığı takdirde de cezalandırılacağı
bildirilirdi. Halbuki durum böyle değildir. Mal sahiplerine zekât nisabına
ulaşan mallarının kırkta birini zekât olarak vermeleri emredildi ve bu zekâtı
vermemeleri halinde cezalandırılacakları, çeşitli hadisi şeriflerde beyan
edildi.
Bu hususta Ebu
Hureyre, Resulullahın, şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Hiçbir altın ve
gümüş sahibi yoktur ki, onlarda olan hakları vermezse o kimse için kıyamet
gününde ateşten tabaklar biçilmiş olmasın. O tabaklar, cehennemin ateşinde
kızdırılır. Onlarla o kişinin alnı, yanı ve sırtı dağlanır. Her soğudukça bu
tekrarlanır. Bu öyle bir günde olacaktır ki, onun miktarı elli bin senedir. Bu
hal, kullar arasında hüküm verilip o kulun yolu tayin edilinceye kadar devam
edecektir. O da ya cennete veya cehenneme giden yol'dur." Denildi ki:
"Ey Allahın Resulü ya devenin durumu nedir?" Resulullah da buyurdu
ki: "Herhangi bir deve sahibi devenin hakkını ödemezse ki, devenin su
içtiği gün onu sağması da devenin haklarındandır. (Yani, deveyi sağıp onun
sütünden fakirlere vermesi de onun haklarındandır.) Kıyamet gününde o kişi düz
bir alanda devenin altma yüzü koyun yatırılır, Deve de en besili halinde gelir.
Onun yavrularından hiçbiri eksik bırakılmaz. Develer o kişiyi ayaklarıyla
çiğner, ağızlarıyla ısırırlar. Sürünün önü geçtikçe sonda olanlar aynı şeyi
yaparlar. Bu da miktarı elli bin yıl olan bir günde yapılır. Bu iş, kullar
arasında hüküm verilip o mal sahibinin hangi yola gideceği ortaya çıkıncaya
kadar devam eder. Onun yolu da ya cennete veya cehenneme'dir." Denil di
ki: "Ey Allahın Resulü, sığır ile ko-yu'nun durumu nedir?" Resulullah
da buyurdu ki: "Herhangi bir sığır veya koyun sahibi, onların haklarını
vermezse kıyamet gününde, düz bir alanda onların altlarına yatırılır. Onlardan
hiçbiri eksik bırakılmaz. Onların içinde boyunuzu kıvnk olan boynuzsuz olan ve
boyunuzu kırılmış olan yoktur. Onlar bu mal sahibini boynuzlanyla vuracaklar
tırnaklarıyla çiğneyeceklerdir.Öndekiler bu işi yaptıkça arkadan gelenler
onları takibedeceklerdir. Bu iş, miktarı elli bin yıl olan bir günde
yapılacaktır. Bu azap, kullar arasında hüküm verilip o kişinin yolu belli
oluncaya kadar devam edecektir. Onun yolu da Cennete veya cehenne-me'dir. [46]
Abdullah b. Abbas.bu
âyetin izahında şöyle demiştir. Bu âyet-i kerime, müslumanlardan sadece belli
kimseleri kastetmektedir. Bunlar da mallarının zekâtlarını vermeyen
müslümanlardir. Ehl-i kitabın ise tümünü kastetmektedir. Çünkü onlar kâfir
oldukları için hiçbirinin infakı kabul edilmemektedir. Dolayısıyla mal
biriktirenler sınıfına girmişlerdir.
Muaviye b. Ebi Süfyan
da bu âyet-i kerime'nin her para biriktiren ehl-i kitabı kastettiğini,
müminleri kastetmediğini söylemiştir. Bu hususta Zeyd b.Vehb diyorki:
"Ben, Rebzede Ebuzer el-Ğifariye uğradım ve dedim ki: "Ey Ebuzer bu
belaya ne sebeple düştün?" O da dedi ki: "Ben, Şam'da idim.
"Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenler" âyetini
okudum. Muaviye dedi ki: "Bu âyet bizim hakkımızda değil, ehl-i kitap
hakkındadır. Ben de dedim ki: "Bu âyet, hem bizim hakkımızda hem de
onların hakkındadır." Bunun üzerine aramızda tartışma kızıştı. O, Osman'a
mektup yazdı ve beni şikayet etti. Osman da bana mektup yazdı ve "Buraya
gel" dedi. Ben de kalkıp geldim. Medine'ye gelince sanki insanlar, daha
önce beni görmemişler gibi başıma biriktiler. Ben bu durumu Osmana şikayet ettim.
O da dedi ki: "Buradan ayni, yakın bir yere git." Dedim ki:
"Allaha yemin olsun ki ben, söylediğim sözden geri dönmem." [47]
35- Kıyamet
gününde bunlar, cehennemin ateşinde kızdırılır. Bunl-larla, biriktirenlerin
alınları, böğürleri ve sırtlan dağlanır. Onlara: "İşte kendiniz için
biriktirdiğiniz şeyler bunlardır. Şimdi biriktirdiklerinizi tadın."
denir.
Kıyamet gününde,
biriktirmiş oldukları bu mallar, altınlar, gümüşler, cehennem ateşinde
kızdırılıp bunlarla alınları, böğürleri ve sırtlan dağlanır. Ve onlara
"Dünyada kendiniz için biriktirmiş olduğunuz mallar işte bunlardır. Bu
biriktirdiklerinizin cezasını tadın." denir.
Ebuzer el-Ğifari şöyle
derdi: "Mal biriktirenleri, alınlarının dağlanma-sıyla, yanlannın
dağlanmasıyla ve sırtlarının dağlanmasiyla müjdele. Onlar bu
dağlanmanınhararetini içlerinde hissedeceklerdir."
Ahnes b. Kays diyorki:
"Ben, Medine'ye gittim. Kureyşin ileri gelenlerinin bulunduğu bir
topluluğun içinde bulundum. O anda kıyafeti bozuk, vücudu sert, yüzü haşin bir
adam çıkageldi. Kureyşlilerin yanına da durdu ve "Sen, mal biriktirenleri,
cehennem ateşinde kızdırılan ocak taşı ile müjdele. O taş, mal biriktirenlerden
birinin memesine konduğunda onun vücudunu delip omuzunun kemiğinden dışarı
çıkacaktır. Omuz kemiğine konacak, memesinin ucundan çıkacaktır. Ve o kişiyi
titretecektir." dedi. Ahnes b. Kays diyor ki: "Orada bulunanlar,
başlarını yere eğdiler. Ona bir şey söyleyen her hangi bir kimse görmedim.
Sonra o adam dönüp gitti. Ben onu takip ettim.O gidip bir direğin dibinde
oturdu. Ben de dedim ki: "Onların, senin söylediğinden hoşlanmadıklarını
gördüm." O da dedi ki: "Onlar birşey anlamazlar."
Ebu Hureyre,
Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.:
Kim, geride
biriktirilmiş mal bırakacak olursa o mal kıyamet gününde o kimse için kel bir
yılana dönüşecek ve onu kavolayacaktır. O yılanın, gözlerinin üzerinde iki
siyah nokta bulunmaktadır. O yılan, mal biriktireni durmadan kovalayacak, o da
"Val haline, sen nesin?" diyecektir. Yılan: "Ben, kendinden
sonra bıraktığın birikmiş mallarınım" diyecek ve o kişinin elini ağzına
alarak çiğneyip koparacak sonra bütün vücuduna böyle yapacaktır. [48]
36- Şüphesiz
ki ayların sayısı, Allanın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, kitabında
tesbit olunduğu üzere, Allah katında on iki'dir. Bu aylardan dördü, mukaddes
olan haram aylardır. İşte dosdoğru din budur.Bu aylarda kendinize zul t met mey
in. Ey müminler, müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de
onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, mutlaka müttakilerle beraberdir.
Şüphesiz ki Aîlah
katında, bir yılın aylan on iki'dir. Allah, gökleri ve yeri yarattığı zamanda
neleri meydana getireceğine hüküm verdiği ada, her şeyi yazdığı kitabında,
yılın aylarının sayısının on ki olduğunu da yazmıştır. Bu on iki ay'dan dördü,
haram aylarıdır. Size, ayların sayısını ve haram olanlarım haber veren bu din,
dosdoğru bir dindir. Haram ayların kutsallığına uymayan veya on-lan yerinden
kaydınp erteleyelerin yaptıkları ise bâtıldır. Sizler yılın bütün aylarında,
özellikle bu aylarda Allah'a isyan etmeyin. Allanın bu aylarda haram kıldığı
savaş gibi şeyleri kendinize helal saymayın. Müşrikler işbirliği yaparak, hep
birlikte size karşı savaştıkları gibi sizler de aynlağa düşmeksizin hep birlikte
müşriklere karşı savaşın ve bilin ki sözler müşriklerle savaşır ve Aİlahın emir
ve yasaklarına uyacak olursanız, düşmanlarınıza karşı Allah, sizinle beraber
olacaktır. Böylece kimse size galip gelmeyecektir.
Ayet-i Kerime'de
zikredilen Haram aylar: "Peşpeşe gelen Zilkade, Zilhicce, Muharrem aylan
ile Cemaziyelâhir ve Şaban aylan arasındaki Receb ayıdır. Cahiliye döneminde de
bu dört aya saygı gösterilir ve bu aylarda savaş yapılmazdı.
Ebu bekra,
Resulullahin, veda Haccını yaptığında bir hutbe irad ettiğini ve hutbesinde
şunlan zikrettiğini söylemiştir.
"Şühesiz ki
zaman, Aİlahın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, bulunduğu şekliyle
dönmektedir. Şüphesiz ki ayların sayısı, Aİlahın, gökleri ve yeri yarattığı
günden beri kitabında tesbit olunduğu üzere, Allah katında on iki'dir Bu
aylardan dördü mukkades olan haram aylardır. Bunlar da, peşpeşe gelen zilkade,
Zilhicce ve Muharrem ayları ile ile Cemaziyelâhir ile Şaban ayı arasında
bulunan ve Mudar kabilesinin takdis ettiği Recep ayı'dır[49]
Taberi, bu hadis-i
şerifi, Abdullahb. Ömer ve Ebu Hureyre'den de rivayet etmiştir.
Ayet-i kerime'de geçen
ve "Bu aylarda kendinize zulmetmeyin" diye tercüme edilen cümlesi,
müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbasa göre bu ifadeden maksat şudur: "Bütün aylarda günah işleyerek kendinize
zulmetmeyin." Bu izaha göre 'deki zemir an iki ay'a aittir.
b- Katadeye
göre ise bu ifadenin manası şöyledir "Haram aylannda günah işleyerek
kendinize zulmetmeyin. Zira bu aylar, kutsal ay olduğundan,bun-larda günah
işlemenin cezası diğer aylardan daha ağırdır.
c- îbn-i
îshak ve Hasan-ı Basriye göre ise bu ifadenin manası: "Dört adet olanharam
aylarının haramlığını kaldınp onları helal aylar sayarak kendinize zulmetmeyin.
Zira böyle yapmak, cahiliye döneminde yaptıkları gibi haram aylarını başkalarıyla
değiştirip yerlerinden kaydırmaktır." demektir.
Taberi, bu son izah
şeklinin tercihe şayan olduğunu söşlemiştir. Zira bu aylarda yasak kılman
şeyleri helal sayarak işlemek, diğer aylarda aynı şeyi işlemekten daha ağır
cezayı gerektinnektedir. İnsanların bütün aylarda günah işlememekle mükellef
oldukları halde, özellikle bu dört ayda, yasaklanan şeyleri işlememekle
emredil melerinin sebebi, bu ayların, kutsal olmalarındandır. Nitekim bir
âyette "Namazlara özellikle orta namaza devam edin. [50]buyurulmuş
ve orta namazın önemi özellikle belirtilmiştir. Bu âyette de duru böyledir,
özellikle dört haram ayı'nın kutsallığı belirtilmiştir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa siz de onlarla topluca
savaşın" ifadesinden maksat şudur: "Nasıl ki müşrikler, birlik ve
bareberiik içinde, ihtilaf etmeksizin toplu oiarak sizinle savaşıyorlarsa
sizler de onlara karşı ihtilaf etmeksizin hep birlikte savaşın. [51]
37- Bu
ayların yerlerini değiştirerek geri bırakmak,inkârda ileri get-mekten başka bir
şey değildir. Kâfirler böyle yapmakla doğru yoldansaptı-rılırlar. Allahin haram
kıldığı ayların sayısına uygun yapmak için bir yıl haram ayı helal, diğer bir
yılı onu haram sayarlar. Böylece Allahın haram kıldığını helal kabul ederler.
Yaptıkları kötü ameller kendilerine hoş gösterildi. Allah, kafirler güruhunu
doğru yola iletmez.
Savaş ve benzeri
davranışların yasak olduğu Haram ayların yerlerini değiştirip onların bu
kutsallığını geri bırakarak başka ay'a kaydırmak, inkarcılıkta ileri gitmekten
başka bir şey değildir. Allah, kâfirleri işte bu davranışlarıyla saptırır,
onlar, haram olan ay'ı bazı yıl helal bazı yıl da haram sayarlar. Böylece güya,
Allahın haram kılmış olduğu dört ay'ı tamamlamış olurlar. Halbuki onlar bu
davranışlarıyla, Allahın haram kılmış olduğu bir şeyi helal kalmış olurlar. Şeytan
onlara, yapmış oldukları çirkin amellerini güzel gösterdi. Allah, kâfir olan
bir topluluğu doğru yola iletmez, onlan iyi ameller işlemeye muvaffak kılmaz.
Araplar bibirleriyle
devamlı olarak savaşırlardı. Adı geçen haram aylar gelince, Hz. İbrahim ve Hz.
İsmail zamanından beri kendilerine hürmet gösterilen bu aylarda savaşmama
mecburiyetine uyarladı. Fakat bu iş onların zoruna giderdi. Bü sebeple Haram
olan ayları başka aylarla değiştirerek savaşı devam ettirirlerdi. Meselâ: Haram
ay olan Muharrem ay'i geldiğinde, devam ettirmek istedikleri bir savaş varsa,
onu, ikinci ay olan Safer ay'ı olarak kabul eder ve savaşa devam ederlerdi.
Safer ayını ise Muharrem ay'ı olarak kabul eder ve savaş-mazlardı. Böylece
Allahın haram kıldığını hela, helaî kıldığını ise Haram kılmış olurlardı. îşte
âyet-i Kerime, onların bu hallerine işaret etmektedir.
Müfessirler,
müşriklerin haram aylar olan, Zilkade, Zülhicce, Muharrem ve Recep aylarını ne
şekilde değiştirerek helal aylar yaptıkları ve başka aylan da bunların yerine
koyup haram ayları saydıkları hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.
a- Abdullah
b. Abbas, Ebu Vâil, Dehhak ve Katadeye göre, müşriklerden, lider kabul edilen
biri ortaya çıkar, bir yıl Muharrem ayını haram ilan eder, ertesi yıl ise
Safer ayını haram ilan eder, insanlar da ona uyarlardı. Böylece bir yıl
Muharrem ay'ı haram ay k abul edilir ertesi yıl da Safer ay'ı haram ay kabul
edilirdi. Bu şekilde hem haram ay olan Muharrem ay'ı ertelenmiş kabul edilir
hem de haram aylarına bir ay daha katarak Safer ayım da haram aylarından saymış
olurlardı.
Ali b. Ebi Talha,
Abduüah b. Abbasm bu hususta şunları söylediğini nakletmektedir. "Haram
ayların haramlığını terketmek şöyle olmuştur. "Ebu Suma-me" diye
adlandırılan "Cünadeb. Avf b. Ümeyye" her yıl, mevsim başında gelir'1
ve şöyle seslenirdi. "Dikkat edin. Ebu Sümameye karşılık verilmez. O,
kınanamaz, dikkat edin. Geçen yılın Safer ayı bu yıl helal ay'dır."
Böylece bu ay'ı insanlara helal yapardı. Bir yıl Safer ayını, ertesi yıİ da
Muharrem ayını haram ay yapardı.
b-
Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, müşrikler, iki yıl Zilh-cce ayında
iki yılda Muharrem ayında Hac yapıyorlar. Hac yaptıkları yıllarda Muharrem
ayını da "Zilhicce" diye isimlendiriyorlar, böylece Allahın mukaddes
kıldığı Zilhicce ayını yerinden
oynatıyorlar,bazi yıllar Recep ayına, Cemaziyelâhir ayı diyorlar, Şaban ayına
Ramazan diyorlar. Şevval ayına Ramazan diyorlar, Zilkade ayına Şevval
diyorlar, Zilhicce ayına Zilkade diyorlar, Muharrem ayma Zilhicce diyorlar ve
böylece aylann yerlerini değiştiriyorlardı.
c- İbn-i
Zeyd'den nakledilen diğer bir rivayete göre ise haram aylann yerlerinin
değiştirilmesi şöyle olurdu. Bir yıi, Muharrem ayına da "Safer" adı
verip, onu helal ay kabul ederlerdi. Böylece haram aylar üç ay olurdu. Ertesi
yılda ise Safer ayma da "Muharrem" adı verirler, onun da haram ay
olduğunu kabul ederlerdi. Böylece o yılda haram aylannın sayısı beş olurdu.
Bu hususta İbn-i Zeyd
diyor ki: "Araplar cahiliye döneminde, haram aylarında birbirlerine
kızmaz ve dokunmazlardı. Öyle ki kişi babasını öldüren kimseyle karşnaşsa ona
elini kaldırmazdı. Kinane oğullarından "Kalmez" isimli bir kimse bu
duruma düştü. "Suçluyu bize getirin." dedi. Onlar da "Bu ay Muharrem
ayı'dır." dediler. O da: "Bu yıl Muharrem ayı'm erteleriz. Her iki ay
da Safer ayı olur. Gelecek yılda ise onu kaza ederiz. Her iki ay da Muharrem
ay'ı olur" dedi. Onlar da söylediklerini yaptılar. Ertesi yıl olunca dedi
ki: "Safer ayında savaş yapmayın. Onu Muharrem ayı ile birlikte haram ay,
sayın. Bunlar iki haram ay'dır. Geçen yıl, muharrem ayını ertelemiştik. Bu yi!
onu kaza ediyoruz..." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. [52]
38- Ey iman
edenler, size ne oldu ki "Allah yolunda cihada çıkın" denildiğinde
ağırdan alarak bulunduğunuz yerden kımıldamak istemediniz? Yoksa siz, âhireti
bırakıp, sadece dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının
geçimliği âhiret yanında pek azdır.
Ey iman edenler, size
ne oldu ki, Allahın Peygamberi sizlere "Allahın düşmanları Rumlara karşı
cihad etmek üzere hep birlikte savaşa çıkın" dediği zaman olduğunuz yerde
yığılıp kaldınız? Yoksa sizler âhiret saadeti karşılığında, geçici dünya
zevklerine mi razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçimlik ve lezzetleri,
âhiret nimetleri yamda çok değersiz şeylerdi.
Bu âyet-i Kerime Hicrî
onuncu yılda meydana gelen Tebük seferi hakkında nazil olmuştur. Tebük Seferi
İslâm tarihinde önemli bir hadisedir.
Resulullah (s.a.v.)
Taif muhasarasından dönüp Medine'de birkaç gün kaldıktan sonra, müslümanlara,
Bizans İmparatorluğu ile savaşmak üzere cihad emretmiştir. Resulullah, yaptığı
bütün savaşlarda çıkacağı asıl ciheti belirtmez, başka bir tarafı hedef alırmiş
gibi gösterirdi. Fakat Tebük seferinde böyle yapmadı. Müslümanlar iyi bir
şekilde hazırlansınlar diye, savaşa gideceği yeri daha Önceden ilan etti.
Yapılacak olan bu sefer, müsiümaniara zor geldi. Çünkü yaz mevsimiydi ve sıcak
çok şiddetliydi, kıtlık yılları yaşanıyordu, düşman uzak bir mesafede idi ve
Müslümanlar, Bizans ordusuyla savaşmaktan çekiniiyorlardı. Savaş için uzun bir
hazırlık gerekiyordu. Ayrıca Medine'de hurmalar yetişmiş, toplama zamanı
yakalamıştı. Bütün bu sebeplerden dolayi.Tebük seferi, müslü-manlann tamamına
değilse de bir kısmına ağır ve zor gelmişti. Âyet-i Kerime Müslümanların bu
haline işaret etmekte onları Cihada teşvik etmekte, daha sonra gelen âyetler
ise cihada çıkmadıkları takdirde cezalandırılacaklarını bildirmektedir. [53]
39- Eğer
cihada çıkmazsaniz, Allah, sizi can yakıcı bir azapla cezalandırır. Sizin
yerinize başka bir kavmi getirir ve Allaha bir zarar veremezsiniz. Allah, her
şeye kadirdir.
Ey müminler, Eğer
Resulullah ile birlikte cihada çikmazsanız Allah, sizi âhirette cezalandıracağı
gibi daha dünyadayken de sizleri can yakıcı bir azaba uğratır. Sizi yok eder ve
yerinize, Allaha ve Peygamberine itaat eden bir topluluk getirir. Sizler,
cihadı terketmekle Alîaha hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü Allahm, sizin cihad
etmenize ihtiyacı yoktur. Allah her şeye kadirdir. Sizi yok edip yerinize başka
bir topluluğu getirmek, onun için güç bir şey değildir.
Abdullah b. Abbas, bu
âyette zikredilen "Can yakıcı azab"ın, Resulullah ile birlikte savaşa
çıkmayanlara yağmur yağdırmamak şeklinde tahakkuk ettiğini söylemiş ve
demiştir ki: "Resulullah, Arap kabilelerinden birini savaşmaya çağırdı.
Onlar Resulullaha karşı ağır davrandılar. Allah da onlardan yağmuru kesti.
Böylece onlara azap etti.
:îkrime ve Abdullah b.
Abbas, bu âyet-i kerime'nin, bir de "Medine halkı ve çevresinde bulunan
Bedevilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi
canlarını onun canından daha çok sevmeleeri yakışmazdı. [54]ayetinin,
"Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez[55]
ayetiyle neshe-dildiğini söylemişlerdir.
Taberi, İkrime ve
Hasan-ı Basri'nin bu âyetlerin neshedildiğine dair zikrettikleri görüşün doğru
olduğu hususunda herhangi bir haber ve kabul edilecek bir delil bulunmadığı
için bunun doğru olmadığım söylemiş, bir çok sahabi ve tabiinden bu âyetin
hükmünün neshedilmediğinin rivayet edildiğini bildirmiştir, aynca bu âyet-i
kerime'nin Abdullah b. Abbas'ın da zikrettiği gibi, Resulullah'ın savaşa
çağırdığı belli kimseleri kastettiği, "Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları
gerekmez." âyetinin ise bütün müminleri kastetmiş olması mümkündür. Bu son
âyet, müminlerin hepsinin değil de sadece savaşa çağırılanların savaşa katılmalarının
gerekli olduğunu beyan etmiş olurki, izah etmekte olduğumuz âyet-i kerime'de
savaşa çağrılan insanları beyan etmektedir. Bu da göstermektedir ki, âyetler
arasında birbirlerini neshedecek bir çelişki söz konusu değildir. [56]
40- Siz,
Peygambere yardım etmeseniz de Allah ona yardım etti. Hani bir zaman
Peygamber, iki kişiden biri iken Kâfirler onu Mekke'den çıkardılar. Onlar
mağarada iken arkadaşına "Üzülme, şüphesiz ki Allah bizimle
beraberdir." diyordu. Böylece Allah, Peygamberin üzerine emniyetini
indirdi ve onu, görmediğiniz askerlerle destekledi. Kafirlerin sözlerini
alçalttı. Yüca olan, ancak Allanın sözüdür. Allah her şeye galiptir, nukum ve
hikmet sahibidir.
Âyet-İ Kerime'de,
Allah tealanın, Peygamberine yaptığı yardımlardan biri olan Hicret sırasındaki
yardımdan bahsedilerek buyuruluyor ki: "Ey iman edenler, eğer sizler,
Allanın Resuİüyle birlikte cihada çıkıp ona yardım etmeyecek olursanız bilin ki
onun yardımcısı Allah'tır. Allah ona yardım ettikten sonra artık onun, sizin
yardımınıza ihtiyacı yoktur. Nitekim Mekke'deki Kureyş kâfirleri onu yurdundan
ve evinden çıkarmak istedikleri zaman ona yardım etmişti. O, Ebubekir'Ie
beraberdi. İkisi birlikte evlerinden çıkıp Sevr dağındaki mağaraya
gizlenmişlerdi. Muhammed, arkadaşı Ebubekir'e; "Üzülme şüphesiz ki Allah
bizimle beraberdir." diyordu. Böylece Allah, Peygamber'in üzerine emniyet
ve sü-kunat indirdi. Onu, sizin görmediğiniz Melekler ordusuyla destekledi.
Kâfirlerin sözünü ise ayağa düşürüp onları alçalttı. Zira, yüce olan ancak
Allahın sözüdür. Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
Âyet-i Kerime,
Resulullah (s.a.v.)'in Mekke'den Medine'ye hicretini bahis mevzuu etmektedir.
Hicret, İslâm tarihinde bir dönüm noktası ve en önemli olaylardan bir
tanesidir. Özet olarak şöyle cereyan etmiştir.
Mekke'de müslümanlara
müşrikler tarafında işkenceler, kötülükler yapılıyordu. Bu sebeple
Müslümanların bir kısmı Habeşistana hicret etmişti. Daha sonraları, Medine'de
bulunan Evs ve Hazreç kabilesinden, İslâmiyeti kabul edenler çoğalınca,
Müslümanlar, Resülullah'ın müsaadesiyle Medine'ye hicret etmeye ve orada önemli
bir güç haline gelmeye başladılar. Mekkeli müşrikler bu durumdan
endişelendiler. Resulullahin da oraya giderek Müslümanların başına geçmesi
halinde kendileri için çok tehlikeli olacağını düşünerek Dârünnedve denilen
yerde toplanıp durumu müzakere ettiler. Ve Ebu Cehl'in teklifiyle Resulullahı
öldürmeye karar verdiler. Bu durumu Cebrail (a.s.) Resu-lullaha bildirdi. Ve
Medineye hicret etmesine Allah tealanın müsaade buyurduğunu tebliğ etti.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) o gece, Hz. Aliyi kendi yatağına yatırarak evinden çıktı
ve evinin etrafında bekleyen kâfirlerinyüzüne bir avuç toprak serpti. Böylece
kâfirler kendisini göremediler Doğruca Hz. Ebubekir'in evine gitti ve beraberce
hicret edeceklerini söyledi. Hemen birkılavuz tutuldu ve üç gün sonra develeri
alıp Sevr dağına gelmesi söylendi.
Resulullah (s.a.v.)
ile Hz. Ebubekir o gece şehirden çıkarak Mekke'ye bir saat mesafede bulunan
Sevr dağına gittiler. Ve orada bulunan mağaraya sığındılar.
Ertesi sabah
müşrikler, Resulullahın Mekke'den ayrılmış olduğunu öğrenince onu aramaya
başladılar. Her tarafı arıyorlardı. Sevr dağına kadar da geldiler. Fakat
mağaranın ağzına, Allahın takdiriyle örümcek ağını germiş bir kuş da oraya yuva
yapmıştı. Bu durumu gören müşrikler, bu mağarada kimsenin bulunamayacağını
düşünerek içeriye girmediler. Böylece Resulullah ve arkadaşı müşriklerin
saldırısından kurtuldular.
Resulullah (s.a.v.)
ile Hz. Ebubekir, üç gün sonra, kılavuzun getirdiği develere binerek Medine'ye
doğru yola çıktılar...
İşte bu mağarada
bulundukları sırada Hz Ebu Bekir, mağaranın ağzına kadar gelen müşriklerin,
kendilerini göreceği endişesine kapılarak demişti ki:
"Ey Allahın
Resulü, eğer bunlardan biri ayağım biraz daha kaldıracak olsa bizi
görecekler." Resulullah (s.a.v.)'de buyuonuştur ki: "Ey Ebubekir,
üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne düşünebilirsini[57]Yani,
Allah bizimle beraberdir hiç endişe etme.
Âyet-i Kerime,
Resulullahın, hicret sırasında Allah tealanın himaye ve lütfuna mazhar oluşunu
gösterdiği gibi Hz. Ebubekir'i de anarak onun mertebesinin yüceliğine de
işaret buyurmaktadır. [58]
41- Ey
müminler, güçlünüz, zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda
mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer billcrsiniz bu, sizin için daha
hayırlıdır.
Ey iman edenler, Allah
düşmanlarına karşı genç-ihtiyar, süvari-yaya zen-gin-fakir, sağ-hasta,
güçlü-güçsüz, hep birlikte cihada çıkın. Allahın dinini yaymak ve yüceltmek
için kâfirlere karşı mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer Allah yolunda
cihad etmenin faziletini bilen insani arsanız, topluca savaşa çıkıp cihad
etmeniz, yerlerinize çakılıp kalmanızdan sizin için daha hayırlıdır.
Âyet-i kerime'de geçen
ve "Güçlü" diye tercüm edilen ( kelimesinden ve yine âyette geçen ve
"zayıf diye tercüm edilen( H\z ) kelimelerinden neyin kastedildiği
hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Hasan-ı
Basri, Ebu Talha, İkrime, Dehhak, Bişr b. Atiyye Muktail ,Mücahid, Katade ve
Ebu Salih'e göre kelimesinden maksat ise "Genç olarak" kelimesinden
maksat "ihtiyar olarak" demektir. Bunlara göre âyitin bu bölümünün
manası "Genç ihtiyar hep birlikte savaşa çıkın" demektir. Bu hususta,
Muğire b. Numan diyor ki: "İtaatkâr ve iri vücutlu bir yaşlı adam vardı.
Savaşa katılmak istedi. Sa'd b. Ebi Vakkas, onun savaşa katılmasına engel
oldu. Yaşlı adam: "Allah zinde olanınız ve ağır hareket edeniniz, savaşa
katılsın" buyuruyor dedi. Bunun üzerine onun, savaşa katılmasına izin
verdi. Yaşlı adam savaşta öldürüldü. Ömer b. el-Hattab: "Haşimoğullarının
dostu olan o yaşlı adam ne oldu?" diye sordu. Kendisini tanıyanlar da:
"Ey müminlerin emiri o, öldürüldü." dediler.
Hibban b. Yezİd diyor
ki: "Ben, Safvan b. Amr ile savaşa katıldım. Çok yaşlı ve zayıf bir adam
gördüm. Öyle ki kaşları, gözlerinin üzerine düşmüştü, O adam Şam halkından idi.
Savaşanlarla birlikte bineğinin üzerinde bulunduğ bir sırada yanıma vardı ve
dedim ki: "Amca Allah seni mazur görmüştür." O da kaşlannı kaldırdı
ve dedi ki: "Yeğenim, Allah, bizlerin, zinde ve ağır haraket
edenlerimizin, hep birlikte savaşa katılmamızı istedi. Allah, sevdiğini imtihan
eder. Sonra onu, eski haline getirir. Ve yaşatır, Allah, kullarından ancak
şükre-deni, sabredeni, zikredeni ve Allah'tan başkasına ibadet etmeyeni imtihan
eder."
b- Hakem'e
göre maksat, meşguliyeti bulunmayan maksat ise "meşguliyeti bulunan" demektin
c- Ebu
Salihe göre maksat, "zengin olanlar" maksat da "Fakir
olanlar" demektir.
d- Abdullah
b. Abbas ve Katadeye göre maksat "Zinde olanları maksat ise "Zinde
olmayanlar" demektir.
e- Ebu Amr
el-Evzaiye göre ise demek "Binekli olanlar" dernek ise "Yaya
olanlar" demektir.
f- ibn-i
Zeyd ve diğer bir kısım alimlere göre ise maksat "Arazisi olmayan"
maksat ise "Arazisi olan"dır.
Böyle birinin
arazisini teredip savaşa gitmesi kendisine ağır geldiğinden bunlara "Ağır
hareket edenler" anlamına gelen sıfatı verilmiştir.
Bu hususta Hadremi
diyor ki: "Bir kısım insanlar, hasta veya yaşlı olduklarından dolayı
savaşa katılmamaları sebebiyle günahkâr olmayacaklarını zannetiler. Bunun
üzerine Allah teala "Güçlü olanınız da zayıf olanınız da savaşa
katılsın." âyetini indirdi. Kimseye mazeret bırakmadı.
Muhammed b. Şirin?
diyor ki: "Ebu Eyyub el Ensari, Resulullah ile birlikte Bedir savaşına
katıldıe. Sonra da müsülümalann yaptığı hiçbir savaştan geri kalmadı. Ancak bir
yıl katılmadı. Ebu Eyyub bu âyeti okur ve şöyle derdi "Ben kendimi ya
hissediyorum. Benim savaştan kopmam mümkün değildir.
Ebu Raşid el- Harrani
diyor ki: "Ben, Resulullahın süvarisi Mikdat b. Es-vedi, Humus şehrinin
sarraflarının oturaklarından birinde oturduğunu gördüm. Onun vücudu büyük
olduğu için oturağa sığmıyordu. O, savaşmak istiyordu Dedim ki: "Alah
seni mazur görmüştür." Oda dedi ki: "bize Buûs suresi (tevbe suresi)
gönderildi. Ve Duyuruldu ki: "Güçlü olan, zayıf olan hep birlikte savaşa
katılın."
Taberi diyorki:
"Bu âyette zikredilen ve kelimeleri hakkında bize göre doğru olan görüş
şudur Allah teala, müminlere, düşmanlarına karşı kendi yolunca cihad etmelerine
emretmiş, bu cihad, müminlere hafif gelse de zor gelse de ona katılmaları
gerektiğini beyan etmiştir. Cihad etme kendisine hafif gelene, cihad etmeyi
kolay bulan herkes dahildir. Bu kişinin cihad etmeye güç yetirmesinden,
vücudun sağlığından, genç oluşundan, maddi imkânını bolluğundan, meşguliyetinin
olmayışından, binek temin etme imkanından kaynaklanmış olabilir. Diğer yandan,
cihad etme kendisine ağır gelene, cihad eteye zorlanan herkes dahildir. Bu,
kişinin vücudunun zayıflığından, hasta oluşundan, maddi imkanının kıtlığından,
arazisi ve geçimiyle meşgul olmasından binek temin edemeyişinden yaşının ileri
olmasından ve çoluk çocuğunun kalabajık oluşundan kaynaklanmış olabilir. Madem
ki, Allah teala, kitabında ve kelimelerini
zikredilen bu hal ve sıfatlardan birine tahsis etmemiş, bu hususta
Resulullahtan da herhangi bir haber zikredil-memiştir, o halde bu kelimeleri,
genel anlamlarıyla alma ve cihad kendisine zor gelen veya kolay gelen her
müminin, seferbelik. ilan edildiğinde cihada katılması gereklidir, demek doğru
olan görüştür.
Müslim b. Sabih, bu
âyetin, Tevbe suresinin ilk inen âyeti olduğunu, söylemiş, Mücahid ise bu
surenin yirmi beşinci âyetinin, surenin ilk inen âyeti olduğunu söylemiştir. [59]
42- Ey
Muhammcd, eğer cihad, kolaylıkla elde edilecek bir dünya menfaati ve istenilen
bir yolculuk olsaydı elbette sana uyarlardı. Fakat zorlukla aşılacak yol,
onlara uzak geldi. "Eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber cihada
çıkardık." diye Allaha yemin edeceklerdir. Onlar bu davranışlarıyla
kendilerini helak ederler. Allah biliyor ki, onlar mutlaka yalancıdırlar.
Bu âyet-i kerime,
Tebük seferine katılmayan münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bu kimseler,
çeşitli bahaneler ileri sürerek cihattan geri kalmışlar ve bu davranışlarıyla
Resulullahı kandırdiklanru zannetmişlerdi. Allah teala bunların iç yüzünü,
Peygamberine bildirerek, bahanelerinin yersiz olduğunu ve iddialarında yalancı
olduklarını açıkladı. [60]
43- Allah
seni affetsin. Doğru söyleyenler sana belli olmadan ve yalan söyleyenleri
bilmeden cihada çıkmamalarına niçin izin verdin?
Bu âyet-i kerime'de
Cenab-ı Hak, yumuşak bîr üslup ile Resulullaha sitem etmektedir. Ancak Allah
teala, Resulullahm bu olayda daha uygun olan hareketi yapmamasından dolayı ona
sitem etmeden önce, onun bu davranışını affettiğini bildirmektedir ki bu da
Resulullah için bir lütuftur.
Katade diyor ki:
"Allah teala bu âyet-i kerime'de, savaşa katılmamak için bahaneler uydurup
izin isteyenlere izin verdiği için Resulullahı kınamış ancak bundan sonra Nur
suresinin şu âyetini indirerek bu gibi insanlara izin verip vermemekte
Resulullahı serbest bırakmıştır. "... Eğer onlar, bazı işleri için senden
izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver. [61]
44- Allaha
ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla, canlarıyla cihad etmemek için
senden izin istemezler. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilendir.
Ey Muhammed, Allahın
varlığını ve birliğini tasdik eden, Öldükten sonra dirilmeye ve âhiret yurduna
iman edenler, Allah düşmanlarına karşı, mallarıyla, canlarıyla cihad etmemek
için senden izin istemezler. Allah, emirlerini yerine getirip yasaklarından
kaçınarak kendisinden korkanları çok iyi bilendir. Bu âyet-i kerime, üstü
kapalı bir şekilde münafıkları kınamaktır. [62]
45- Senden,
ancak Allaha ve âhiret gününe iman etmeyenler, kalbleri şüpheye düşmüş ve
kuşkuları içinde bocalayıp duranlar cihada çıkmamak için izin isterler.
Ey Muhammed, geçerli
bir özürü olmadığı halde, seninle beraber cihada gitmemek için izin isteyenler:
"Allahın varlığını ve birliğini tasdik etmeyenler, âhiret gününe iman
etmeyenler, Ailaha itaat edenlerin mükâfaatlarındırılacağı, karşı gelenlerin
ise cezalandırılacağı hususunda şüphe içinde bulunanlardır. Zaten onlar,
şaşkınlıkları içinde bocalayıp durmaktadırlar. Neyin hak neyin bâtıl olduğunu
seçmemektedirler,
îkrirne ve Hasan-ı
Basri, bu âyetin ve bundan Önceki âyetin, Nur suresinin şu âyetiyle
neshedildiğim söylemişlerdir: "Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki,
Allaha ve Resulüne iman ederler. Bir arada olmayı gerektiren bir meselede
Peygamberle bir araya geldikleri zaman Peygamberden izin almadan ayrılmazlar.
Senden izin isteyenler, işte onlar, Allaha ve Resulüne iman edenlerdir. Eğer
onlar, bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver.
Onlara, Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok
merhamet edendir. [63]
Taberi, bu âyetlerin,
birbirlerini neshetmedüçlerine işaret etmiştir. [64]
46- Eğer
bunlar, cihada çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah
onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi de yerlerinde durdurdu. Onlara:
"Geride kalıp oturanlarla beraber siz de oturun." denildi.
Ey Muhammed, eğer bu
münafıklar seninle beraber, düşmanlarına karşı cihad etmek için çıkmayı istemiş
olsalardı, yolculuk ve savaş için gereken malzeme ve teçhizatı hazır
ederlerdi. Fakat Allah, bunların, seninle beraber savaşa çıkmalarını istememiş,
onları yerlerinde durdurmuştur. Onlara: "Cihattan geri kalan hasta, âciz,
çocuk ve kadınlarla birlikte oturup kalın." denilmiştir.
İbn-i İshak diyorki:
"Savaşmamak için Resulullah'tan izin isteyenler, münafıkların ileri
gelenlerinden Abdullah b. Übey b. Selul, Çed b. Kays vb. kimselerdir. Allah,
bunların çıkıp müminlerin ordularını ifsad edeceklerini bildiği için bunları,
yerlerinde bırakmış ve savaşa çıkmalarını nasibetmemiştir.
Allah teala,
münafıkların, Resulullah ile birlikte savaşa katılmalarını niçin istemediğini
ise şu âyette beyan ederek buyuruyor ki: [65]
47- Eğer
onlar, sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı, ancak bozgunculuk çıkarır,
sizi birbirinize düşürmek İçin aranıza fitne sokarlardı, içinizde onları
dinleyenler de vardır. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.
Eğer bu münafıklar
sizinle beraber savaşa çıkmış olsalardı, sizin aranıza fitne sokmaktan sizi cihattan
geri bırakmaya çalışmaktan başka bir şey yapmayacaklardı. Sizin içinizde,
onların sözlerini dinleyen zayıf iradeli kişiler bulunmaktadır. Özellikle
bunları kandırmaya çalışacaklardı. Allah, zalim olan münafıklar güruhunu çok
iyi bilendir.
Taberi, bu âyetin:
"İçinizde onîan dinleyenler de vardı." kısmını şöyle izah etmiştir:
"Sizin içinizde, sözlerinizi dinleyip büyüklerine götürmek için onların
casusları vardır." Mücahid de bu görüşü tercih etmiştir. Birinci izah
şekli ise Katade'nin görüşüdür, İbn-i Kesir de bunu tercih etmiştir. [66]
48- Ey
Muhammed, nitekim bunlar, daha önce de aranızda bozgunculuk çıkarmaya
çalıştılar. Sana karşı çeşitli İşler çevirdiler. Nihayet hak geldi.
İstemedikleri halde Aliahın emri gelip oldu.
Ey Muhammed, Uhud
savaşında, münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy-'in, taraftarlarıyla birlikte
sizi bırakıp gitmeleri gibi, münafıklar, senin arkadaşlarım fitneye düşürmeyi
istediler. Dinin olan İslâmı geçersiz kılmak için sana karşı nice dalavereler
çevirdiler. Nihayet Aliahın hak olan zaferi geldi. Ve Allanın emri olan îslâm
dini, onlar istemedikleri halde galip oldu.
Resullah, sahabilerine
Rumlarla savaşmak üzere hazırlanmalarını emretmiştir. Bu da insanların zor
zamanlarına sıcağın şiddetli olduğu bir döneme memleketin kıtlık içinde olduğu
bir devreye meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin sevildiği bir mevsime
rastlamıştır. Öyle ki insanlar, meyvelerinin başında ağaçların gölgelerinin
altında durmayı istiyorlar, oradan ayrılmak istemiyorlardı. Resulullah, yapmış
olduğu savaşların hemen hemen tümünde hedef şaşırtır, savaşacağı yönden başka
bir yöne gideceğini ima ederdi. Tebük seferinde durum böyle olmadı. Mesafenin
uzaklığı zamanın sıkıntılı oluşu ve düşman sayısının çok olması sebebiyle
Resulullah bu seferi, insanlara açıkça anlattı ki, hazırlanıp tedbirlerini
alsınlar. İnsanlara, cihada çıkacaklarını, Rumlarla savaşacaklarını emretti.
İşi sıkı ve ciddi tuttu. Zenginlere, fakir olan askerlerin teçhizat ve
bineklerini temin etmelerini emretti. Ordu hazırlandıktan sonra "Seniyyetül
Veda" denen yerde ordusunu topladı. Abdullah b. Übey b. Selul de
Seniyyetül Ve-da'dan daha aşağı bir yerde kendisine ait askerlerini topladı.
Onun askerleri, Re-sulullah'ın ordusu haraket edince Abdullah b. Übey, Abdullah
b. Nebtel, Resu-lullah'ın askerlerinden daha az değildi. Rifaa' b. Yezid gibi
münafıkların ileri gelenleri, geri kalanlarla birlikte geride kaldılar, Allah
teala da onların halini Resulullaha bildirerek bu âyeti indirdi. [67]
49- Onlardan
bazısı Peygambere: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyordu.
Bilin ki onlar zaten fitne içine düşmüşlerdi. Şüphesiz cehennem, kafirleri
çepeçevre kuşatıcıdır.
Ey Muhammed,
münafıklardan bazıları sana: "Savaştan geri kalmam için bana izin ver.
Benim, rum kadınlarını görerek fitneye düşmeme sebep olma." demişlerdi.
İyi bilin ki bunlar aslında savaşta Allahin Peygamberin'den geri kalarak
fitneye düşmüşlerdir. Şüphesiz ki cehennem, kâfirleri, kıyamet gününde
çepeçevre kuşatacaktır.
Zühri, Yezid, Abdullah
ve Âsimin rivayetlerine göre, Peygamberimiz, Cedd b. Kays'm, Tebük seferi için
hazırlanmasını isteyerek şöyle buyurmuştur. "Ey Cedd, bu sene Rumların
cellatlarına karşı savaşa var mısın?" Cedd ise şöyle cevap vermiştir:
"Ey Allahm Resulü bana izin ver, beni fitneye düşürme. Vallahi kavmim,
kadınlara benden daha düşkün birisinin olmadığını çok iyi bilir. Korkuyorum ki
Rum kadınlarını görünce sabredemem. "Bunun üzerine Resuîul-Iah (s.a.v.)
ondan yüz çevirerek: "Haydi sana izin verdim." buyurmuştur, işte bu
olay üzerine bu âyet nazil olmuştur. [68]
50- Ey
Muhammed, sana bir iyilik dokunursa onlar üzülürler. Şayet bir kötülük
dokunursa "Daha önce biz, cihada çıkmayıp geride kalmakla tedbirli
davrandık" derler ve sevinerek dönüp giderler.
Ey Muhammed senin bir
başarı elde etmen, bir zafer kazanman, münafıkların hoşuna gitmez, buna
üzülerler. Şayet savaşta mağlup olmanız veya basan elde edememeniz gibi bir
musibet dokunacak olsa münafıklar bu durum karşısında "Biz daha önce
savaşa katılmayıp Muhammed'den geri kalmakla tedbirimizi aldık." derler.
Ve sizin uğradığınız zarardan dolayı sevinerek sizden uzaklaşip giderler. İştee
Cedd b. Kays vb. münafıklar bunlardandır. [69]
51- Onlara
de ki: "Bize ancak Allanın yazdığı isabet eder. O, bizim dostumuzdur.
Müminler sadece Allaha güvensinler."
Ey Muhammed, cihattan geri
kalan o münafıklara de ki; Bize ancak Allahm levh-i Mahfuzda yazdıkları isabet
eder. Onun dışında birşey dokunmaz. O, bizim dostumuzdur. Ve düşmanlarımıza
karşı yardımcımızdır. Müminler sadece AUaha güvensinler ki Allah da onlara,
düşmanlarına karşı yardım etsin. [70]
52- De ki:
Siz, bizim için iki güzelliğin birinden başka neyi bekleyebilirsiniz? Biz ise,
sizin için, Allanın kendi katından veya bizim elimizle sizi bir azaba
uğratmasını bekliyoruz. Bekleyin, doğrusu biz de sizinle beraber bekleyenleriz."
Ey Muhammed, yine o
münafıklara de ki: "Sizler,bizim için övülmeye lhayık olan iki güzel
neticeden başka neyi bekleyebilirsiniz ki? Biz, ya düşmana galip gelir sevap
kazanırız ve ganimet elde ederiz veya öldürülür, şehitlik mertebesine ulaşır
cenneti kazanırız. Fakat biz, sizin için, Aîlahın ya kendi katından
göndereceği bir ceza ile sizi helak etmesini yahut bizim vasıtamızla sizi Öldürmesini
bekliyoruz. Bakalım Alllah, bize de size de ne yapacaktır? [71]
53- Ey
Muhammed de ki: "Malınızı ister gönülü, ister gönülsüz harcayın. Sizden
asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz.1
EyMuhammed de ki:
"Ey münafıklar güruhu, malınızı isteyerek veya istemeyerek harcayın,
Aîlah,sizin bu harcamalarınızı kabul etmeyecektir. Çünkü sizler, Allahm
dininden şüphe eden ve ona itaattan ayrılan fasık bir kavimsiniz.
Bu âyet-i kerime'nin
de Cedd b. Kays hakkında nazil olduğu rivayet edilmektedir. Ced, "Rum
kızlarını görünce baştan çıkarım." gerekçesiyle savaşa katılmayınca
Resulullaha "İşte benim malım. Sana bununla yardım ederim." demiş ve
bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.
[72]
54- Onların
harcadıklarının kabul edilmesine mani olan şey, sadece Allahı ve Peygamberini
inkâr etmeleri, namaza ancak tembel tembel gelmeleri ve ancak istemeyerek harcamalarıdır.
O münafıkların, Allah
yolunda harcadıkları şeyler kabul edilemez. Bunun sebebi, onlann, Allahı ve
Peygamberini inkâr etmeleri, faydasına inanmadıkları için namaza istemeyerek
gitmeleri ve yine, inançlarının aksine niteceler meydana getireceği için
istemeyerek harcamalarıdır. [73]
55- Onlann
mallan ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla dünya hayatında onlara
azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını diler.
Allahın, münafıklara,
mal ve evlatlanyla daha dünyadayken azap etmesi; onlara, zekât gibi mâli
vazifeler yüklemesidir Çocuklarıyla azap etmesi ise onlann savaşlarda ve
benzeri hadiselerde babalarının gözleri Önünde öldürülmeleridir.
Bu konuda başka
âyetlerde de şöyle Duyuruluyor: "Ey Muhammed, bir kısım kafirlere,
kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya hayatının süsünde sakın gözün
kalmasın. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir. [74]
"Onlar kendilerine mal ve oğullar lütfederken iyiliklerine koştuğumuzu mu
zannediyorlar? Hayır, onlar, işin farkında değiller. [75]
56- Bu
münafıklar, sizden olduklarına dair Allaha yemin ederler. Gerçekte ise onlar
sizden değildirler. Fakat onlar, korkak bir güruhtur.
Ey Muhammed, bu
münafıklar, sizin dininizden olduklarına dair Allaha yemin ederler. Halbuki
onlar, aslında sizin dininizden değildirler Onlar, şüpheci ve nifakçı
insanlardır. Onlann, sizin dininizden olduklarını söylemeleri, onla-n
öldüreceğinizden kormalanndandir. [76]
57- Eğer
birsığınak veya mağraîar yahut girecekleri bir delik bulsalar hemen oraya
süratle koşarlar.
Bu münafıklar sizden o
derece korkarlar ki şayet siğınacaklan bir kale veya dağlarda mağralar yahut
yer altında bir geçit bulacak olsalar hemen oralara sığınırlardı. [77]
58- Onlardan
bazıları sadaka hakkında sana dil uzatırlar. Kendilerine ondan verilirse razı
olurlar. Ondan birşey verilmezse bir de bakarsın kızarlar.
Bu âyet-i Kerime
"Zul Huveysire" adındaki bir münafık hakkında nazil olmuştur.
Resulullah (s.a.v.) Huneyn ganimetlerini taksimi ederken bu adam Resulullaha
"Ey Muhammed âdil ol. Hiç de adaletli davranmadm." demiş Resu-İullah
(s.a.v.)'de ona "Vay haline, ben adaletli davranmazsam kim adaletli
dav-ranır[78] buyurmuştur. Bunun
üzerine bu âyet nazil olmuştur. [79]
59- Eğer
onlar, Allanın ve Peygamberi*nin, kendilerine verdiği şeye razı olsalar ve
"Allah bize yeter, Allah bizi ilerde lütfuyla rızıklandırır Resulü de.
Biz, AHahı istiyoruz." deselerdi bu onlar için daha hayırlı olur.
Ey Muhammed, eğer
sadaka hakkında sana dil uzatan bu insanlar, Alla-hın ve Resulünün, kendilerine
verdiği paya razı olup "Allah bize yeter. O bize, hazinelerinden lütfuyla
verecek. Peygamberi de kendisine gelen sadakalardan verecektir. Biz, Allahm,
lütfuyla rızkımızı artırmasını arzularız." deselerdi daha hayırlı olurdu. [80]
60- Zekât,
Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, zekât toplayan
memurlara, kalbleri İslam'a ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara,
Allah yolunda cîhad edenlere ve yolda kalanlara verilir. Allah, her şeyi çok
iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Âyet-i kerime'de
kenidlerine zekât verilecek sekiz sınıf insan zikredilmiştir. Bu sınıflar
şunlardır.
1- FAKİRLER:
Tercih edilen görüşe göre bunlar, muhtaç olan, bununla birlikte iffetinden
dolayı insanlardan dilenmeyen kimselerdir.
2-
MİSKİNLER: Bunlar, muhtaç olan ve dilendikleri için de mmeskenet ve zilletleri
belli olan kimselerdir.
Müfessirler,
fakirlerle miskinler arasındaki farkı, çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
a- Hasâh-i
Basri, Abdullah b. Abbas, Cabir b. Zeyd, Zühri, Mücahid ve İbn-i Zeyde göre
"Fakir"den maksat, muhtaç olan, bununla birlikte iffetinden dolayıe
dilenmeyen kişidir. "Miskin" ise muhtaç olan ve dilenen kimsedir.
b- Katadeye
göre ise "Fakir" vücudunda sakatlık bulunan muhtaç kimsedir.
"Miskin" sağlam olan muhtaç kimsedir.
c- Dehhak,
tbraim en-Nehai, Said b. Cübeyr ve Said b. Abdurrahman'a göre buradaki
fakir'den maksat, muhacirlerin fakirleridir. Miskin'den maksat ise hicret
etmeyen müslümarüann fakirleridir.
d- İkrimeye
göre ise burada zikredilen fakir'den maksat rnüslümanların muhtaçlarıdır.
Miskin'den maksat ise ehl-i kitabın muhtaçlarıdır.
Taberi diyorki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, birinci görüştür. Fakir'den maksat,
ihtiyacı olduğu halde dilenmeyen, Miskin'den maksat ise ihti-yaçlı olan ve
dilenen kimsedir." Zira miskin'in lügat manası zillete düşen kimsedir.
Fakirler dilendikleri takdirde bu hale düşkütlerinden onlara bu ad verilmiştir.
Nitekim bir âyet-i kerime'de fakirlerin kimler oldukları şöyle beyan edilmiştir.
"Sadaka kendilerini Allah yoluna vakfeden fakirler içindir. Bunlar, nzık aramak
için yeryüzünde dolaşmazlar (dilenmezler) Durumlarını bilmeyen kimse
haya ve iffetlerinden dolayı onlan zengin
zanneder. Sen onları, yüzlerinden tanırsın. Onlar, insanlardan ısrarla
dilenmezler. [81]
3- ZEKAT
TOPLAYAN MEMURLAR: Bunlar, zekât verecek kişilerden zekâtı toplayan ve zekat
almaya layık olan kimselere dağıtan
görevlilerdir. Bunlara çalışmalarının karşılğı olarak zekattan ücret Ödenir. Bu
sebeple bunların fakir veya zengin olmaları farketmez. Ancak fakir olanlarına
ayrıca fakirliklerinden dolayı zekat da verilebilir.
Müfessirler, bu
sınıftan olan insanlara, toplanan zekâtın en çok ne kadarının verilebileceği
hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Dehhak ve
Mücahide göre bunlara toplanan zekatın ancak sekizde biri verilir. Çünkü
bunlar, sekiz sınıftan birini oluşturmaktadırlar.
b- Abdullah
b. Amr b. el-Ass ve İbn-i Zeyd'e göre ise bunlara toplanan zekâttan, yaptıkları
işe göre ücret verilir. Bu ücret, herhangi bir miktarla kayıtlanmaz Alacakları
ücret çalışmalarıyla orantılıdır.Zira Hz. Ömer bu şekilde tatbikatta
bulunmuştur.
Taberi bu son görüşün
tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Çünkü âyeti kerime, kendilerine zekat
verilenleri sekiz sınıfa ayırmışsa da bunlardan herbiri-ne eşit paylarda zekât
verilmesini emretmemiştir. Sadece bu sınıflara zekât verilip bunların
dışındakilere verilemeyeceğini beyan etmiştir. Onlardan herhangi birini tercih
etmeyi, zekatı dağıtana bırakmıştır. Zekat toplama işinde çalışan kimseler,
emekharcadiklanndan bu emeklerinin karşılığını almaları haklandın Bunu belli
bir miktarla dondurmak doğru değildir.
4- KALBLERİ
İSLAMA ISINDIRILMAK İSTENENLER: Bunların fakir veya zengin olmaları şart
değildir.
Bunlar da şu üç grupta
mütalaa edilebilir.
a- Yeni
müslüman olan ancak henüz İslamın kalblerinde iyice yerleşmediği kimseler.
Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bunlar, müslüman olduklarını beyan ederek
Resulullah'a gelen kimselerdi. Resulullah bunlara, sadakalardan pay ayırırdı.
Bunlara bir pay verdiğinde "Bu, iyi bir din." derlerdi vermediğinde
ise idini ayıplar ve terkederlerdi Yahya b. Ebi Kesir, diyorki: "Ebu
Süfyan b. Harb, Haris b. Hişam, Abdurrahman b. Yerbu Safvan b. Ümeye.Süheyl b.
Amr, Hu-vaytıb b. Abdüluzza, Hakim b. Hizam, Süfyan b. Haris b. Abdulmuttalib,
Uyey-ne, B. Hısn, Akra b. Habis, Malik b. Avf, Abbas b. Mirdas ve A'lâ b.
Harîs, kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimselerdi.Resulü 11 ah bunlardan
her birine yüz deve verdi. Ancak Abdurrahman b. Yerbu ve Huvaytı b. Abdüluzzaya
ellişer deve verdi.
Safvan b.Ümeyye
demiştir ki: "Resulullah bana mal verdiğinde o, insanlardan en sevmediğim
bir kimseydi. Bana mal vermeye devam etti. Sonunda o bana, insanların sevimli
olanı haline geldi."
c- Henüz
müslüman olmayan fakat İslama girmelerini teşvik için kendile-. rine zekât
verilen kimseler. Bedeviler bu türden kimselerdi.
Müfessirie, îslamın
iyice kuvvetlenip yayılmasından sonra bu gibi insanlara zekâttan pay verilip
verilemeyeceği hakkında iki görüş zikretmişlerdir.
a- Hasan-ı
Basri, Amir es-Şa*bî ve Ömer b. el-Hattaba göre, kalbleri İslama ısındırılmak
istenenlere artık zekattan pay verilemez. Hibban b. Ebi Cebele diyor ki:
"Daha Önce zekâttan pay alan Uyeyne b. Hısn, Ömer b. el- Hattab'a geldi.
Ömer de ona "Dileyen iman etsin, Dileyen inkâr etsin. [82]
âyetini okudu ve demek istedi ki" Artık bugün kalbleri İslama ısındırılmak
istenen kimse kalmadı."
b- Ebu
Cafer'e göre ise, kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimseler her zaman
mevcuttur.Bunlara zekâttan pay verilebilir.
Taberi diyor ki:
"Bize göre bu hususta söylenecek doğru söz şudur: "Allah teala,
zekâtı, iki maksada binaen farz kılmıştır. Bunlardan biri, müslümanla-nn
ihtiyacım gidermektir. Diğeri ise İslama yardım etmek ve onu kuvvetlendirmektir.
İslamı güçlendirmek için zekât verildiği takdirde zekât fakire de verilir,
zengine de, Zira bu durumda kişinin ihtiyacı gözönünde bulundurularak zekât
değil İslamı yardım hususu gözönünde bulundurularak verilir. Nitekim Allah
yolunda cihad eden mücahidlere verilen zekatın maksadı budur. Bunlar, zengin
dahi olsalar, kendilerine zekât verilir. Kalbleri İslam'a ısındırılanlara zekat
verilmesinin maksadı İslama yardım etmektir. Bu nedenle Resulullah Mekke'nin
fethinden sonra, Huneyn savaşı ganimetlerinden bir çok insana, zengin dahi
olsa pay vermiş ve onların, İslama faydalı olmalarını sağlamıştır. Bu faydanın
gerçekleşmesi beklenen her zamanda aynı şeyi yapmak isabetlidir. Bu nedenle
"Müslümanların sayılan artık çoğaldı. Bu itibarla, müslümanlar kendilerini
savunabiliyorlar. Dolayısıyle, bir kısım insanların kalblerini İslama
ısındırmaya ihtiyaç yoktur" diyenlerin delilleri yoktur. Zira Resuîullah,
müslümanlarm güçlü oldukları bir zamanda bu tatbikatı yapmıştır.
5- KÖLELER:
Bunlann hangi köleler oldukları hususunda iki görüş zikredilmiştir.
a- Ebu Musa
el-Eş'ari, Zühri, İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basri'nin de katıldığı, âlimlerin büyük
çoğunluğuna göre, burada zikredilen "kÖleler"den maksat, belli bir
miktar para ödenme karşılığında kölelikten kurtulacağına dair efendisiyle
sözleşme yapan ve kendisine
"Mükâtep" denen köle'dir. Bu gibi kölelere, zekattan pay verilir ki,
efendilerine ödeyip hürriyetlerine kavuşsunlar[83]
b- Abdullah
b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre ise, burada zikredilen köle
herhangi bir köledir. Zekât malı ile köleler satın alınıp hürriyetlerine
kavuşturul abilirler. [84]
Taberi, birinci
görüşün doğru olduğunu söylemiş ancak mükatep olan kölelere zekâttan pay
verilerek azad edileceklerini söylemiştir. Zira, zekât veren kişi zekât verdiği
kimseden herhangi bir menfaat bekleyemez. Köleye zekât verip hürriyetine
kavuşturan kimse o köle'nin velisi olacağından ve velayetin sağladığı
haklardan faydalanacağından zekât verdiği kimseden bir menfaat beklemiş olur
ki bu da Allah teala'nm, karşılık beklemeden zekat verme hükmüne ters düşer.
6-
BORÇLULAR: Bunlar, günah işlemek için borçlanmayan, israfa düşmeden borçlanan
ve borcunu ödemekten âcîz kalan kimselerdir. Bunlara da zekâttan bir pay
verilir ki, borçlarını ödeyip kurtulsunlar. Günahkârlar ve israf edenler ise
ancak tevbe etmeleri hallerinde bu haktan faydalanırlar.
Mücahid demiştir ki:
"Evi yanan veya sel felaketine uğrayan yahut da çocukları için borçlanan
kimse burada ifade edilen" Borçlular" sınıfına girerler.
7- ALLAH YOLUNDA HARCAMALAR: Bundan maksat,
Aîlah düşmanları olan kâfirlere karşı savaşta, Allahın dinine ve Şeriatına
yardım etmek için verilen zekattır. Mücahidlerin savaş teçhizatının temin
edilmesi gazilere yardım edilmesi bu kabildendir. Bu hususta Peygamber
efendimiz şöyle bu-yurmştur:
"Şu beş kişi
dışında, zengin olan kişiye sadaka helal olmaz.Bunlar Allah yolunda savaşan
kimse, zekât toplayan memur, borçlu olan kimse, sadaka malını kendi parasıyla
satın alan ve sadaka alan fakir komşusunun kendisine aldığı sadakadan hediye
ettiği kimselerdir. [85] Bu hadis-i şeriften de
anlaşıldığı gibi,
Allah yolunda cihad
eden gazilere, zengin dahi olsalar, zekattan pay verilebilir. 8- YOLDA KALAN:
Memleketinden ayrılıp başka yere giden ve herhangi bir sebeple yolda iken
fakir düşen kimsedir. Bu gibi kimselere memleketlerine sağ selim ulaştıracak
kadar, zekattan pay verilebilir.
Müfessirler, âyette
zikredilen bu sekiz sınıfa zekâtın nasıl taksim edileceği hususunda iki görüş
zikretmişlerdir,
a- Âlimlerin
büyük çoğunluğuna göre zekat veren kişi zekâtını, bunlardan herhangibirine
vereceği gibi onu kısımlara ayırarak bu sayılanlardan herbirine-, de verebilir.
Sınıfların paylarını eşit tutması şart değildir. Zira Allah teala, bu âyet-i
kerime'de, kimlere zekât verileceğini belirtmiştir. Bunlar arasında
bölüş-türülmesinin gerekli olduğunu beyan etmek istememiştir. Nitekim,
Huzeyfetül Yeman, Ömer b. el-Hattab Atâ, Said b. Cübeyr, İbrahim en-Nehai, Ebul
Âliye ve Meymun b. Mihran bu görüştedirler.
b- Ancak son
dönemin alimlerinden bazıları zekât veren kişinin zekâtının, verilecek
kimselere taksim etmek istemesi halinde zekatım altı sınıfa taksim etmesi
gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü kalbleri İslam'a ısındırılmak istenenler,
bunlara göre artık ortadan kalmış, zekât toplama memurları da bu durumda söz
konusu değildir. Bu sebeple sayılan sekiz sınıfın altısı kalmıştir.Bu-nun için
mükellef olan kişi, zekâtını altı sınıfa dağıtır. Buna mukabil, toplanan zekâtı
Halife dağıtacak olursa yedi sınıfa verir. Çünkü bu durumda zekât toplayan
memurlar da mevcuttur. [86]
61- Onlardan
bazıları, Peygambere eziyet ederler. Ona: "Her şeye kulak kesilen."
derler. De kî: "O, sizin için hayırlı bir kulak kesilendir. Al-İaha iman
eder, müminleri tasdik eder ve sizden iman edenlere bir rahmettir. Allahın
Peygamberine eziyet edenlere can yakıcı bir azap vardır.
Bu münafıklardan
bazıları, Allahın Resulüne eziyet eder, onu ayıplar ve ona "Her şeye kulak
kesilen biridir. Herkesin sözünü dinler, ona inanır ve kabul eder. Saf bir
kimsedir." derler. De ki: "O, hayırlı bir kulak kesilendir. Kötü bir
kulak kesilen değildir. O, münafıkların
ve kâfırlerinkinî değil, Al lalım kelamını tasdik eder. Müminlere inanır. O,
içinizden iman edenlere bir rahmet kaynağıdır. Çünkü iman edenleri sapıklıktan
kurtarmış olur.
Allanın Resulüne
eziyet edenler, ona asılsız ve yersiz söyleyenler için can yakıcı bir azap
vardır. Bu âyeti kerimenin, Nebtel b. Haris hakkında nazil olduğu söylenmiştir.
O, Resulullaha: "Bu kulak kesilen biri kendisine kim ne anlatırsa tasdik
ediyor." demiş, bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. [87]
62-
Münafıklar sizi razı etmek için Allaha yemin ederler. Eğer iman etmiş iseler,
Allah ve Peygamberini razı etmeleri daha layıktır.
O münafıklar yalan
yere yemin ederek sizi razı etmeye çalışırlar. Eğer gerçekten iman eden
kimseler ise; bilsinler ki razı edilmeye Allah ve Peygamberi daha lâyıktır.
Yaptıklarından vaz geçip tevbe ederek Allahı ve Peygamberini razı etmeye
çalışsınlar.
Katade diyorki:
Münafıklardan birisi şöyle demiş "Vallahi bu kınanan-iar bizim
seçkinlerimiz ve eşrafımızdır. Şayet Muhammedin söyledikleri doğru olsa bu
adamlar eşeklerden daha âdî olmuş olurlar." Müslümanlardan biri bu sözü
duymuş ve ona şu cevabı vermiş: "Allaha yemin olsun ki Muhammedin söylediği
gerçektir ve sen de eşekten daha âdisin." Bu sözü söyleyen zat durumu
Resulullaha bildirmiş Resulullah da o münafik'ı çağırmış ve ona "Seni bu
sözü söylemeye sevk edennedir?" diye sormuş münafık ta ta böyle birşey
söylemediğine dair yemin etmeye ve öyle söyleyenlere lanet okumaya başlamış.
Müslüman olan zat'da da demiş ki: "Ey Ali ahım sen doğru söyleyeni tasdik
et yalan söyleyeni de açığa çıkar." îşte bu olay üzerine bu âyet nazil
olmuştur. [88]
63- Onlar,
Allah ve Peygamberine karşı gelen için, ebedi kalacağı cehennem ateşi olduğunu
bilmezler mi? İşte büyük rüsvayhk budur.
O münafıklar bilmezler
mi ki? Kira Allaha ve Peygamberine karşı savaşır onların emirlerine karşı
gelirse şüphesiz ki ona âhirette cehennem azabı vardır. Orada ebedi
kalacaklardır. îşte zillet ve büyük rezillik budur. [89]
64-
Münafıklar, aleyhlerine bir sure inip kalblerinde gizlediklerini haber
vereceğinden korkuyorlar. Onlara de ki; "Siz alay edin. Korktuğunuz
şeyleri Allah mutlaka meydana çıkaracaktır.
Mücahid diyor ki:
"Münafıklar kendi aralarında Müslümanlar aleyhine konuşur sonra da
"Umulur ki Allah, bu söylediğimiz gizli sözleri açığa çıkarmaz."
derlerdi.Âyet-i kerime bu hususa işaret buyurmaktadır.
Allah teala,
münafıkların konuştuklarını açığa çıkararak onları rezil edeceğini, diğer bir
âyette şöyle açıklıyor. "Yoksa kalblerinde hastalık olanlar, Al-lahın,
kalblerindekini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? [90]
Katade diyor ki:
"Bu surenin diğer bir adı da "Rüsvay eden" anlamına gelen
"Fâdıha"dır. Çünkü bu surede, münafıkların rüsvay edildiği
bildirilmektedir. [91]
65- Onlara
niçin alay ettiklerini sorsan, "Yemin olsun biz lafa dalmış
eğleniyorduk." derler. Onlara de ki: "Allah ile, âyetleri ve
Peygambcriyle mi alay ediyorsunuz?"
Katade diyor ki:
"Resulullah (s.a.v.) Tebük seferine çıkmak üzere devesine binmiş
yürüyordu. Münafıklar da ilerde yürüyor ve kendi aralarında şöyle
konuşuyorlardı. "Bu adam, Rumların
köşklerini ve kalalerini fethedeceğini mi zannediyor? Mümkün mü? "Allah
teala bu konuşmaları Peygamberine bildirdi o da "Şu adamları bana
getirin." dedi. O adamlar yanına gelince onlara: "Siz, şöyle şöyle
konuştunuz." dedi. Onlar da "Biz, aramızda lafa dalmış şakalaşıyorduk."
diye yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Abdullah b.Ömer diyor
ki: "Tebük savaşında bir adam bulunduğu bir mecliste şöyle demiştir:
"Bizim şu kurralar (hocalar) kadar boğazına daha düşkün, dili daha fazla
yalan söyleyen, düşmanın karşısına çıkmaktan daha fazla korkan kimse
görmedik." Bunun üzerine o mecliste bulunan bir kişi "Yalan söylüyorsun.
Sen münafıksın. Ben bunu mutlaka Resulullaha haber vereceğim." demiştir.
Bu haber Resulullaha ulaşmış ve hakkınd âyet nazil olmuştur. Abdullah diyor ki:
"Ben bu adamın, Resulullahın devesinin terkisine sarıldığını, ayaklarının
taşlara çarptığını gördüm. O şöyle diyordu: "Ey Allanın Resulü, biz lafa
dalmıştık, eğleniyorduk." Resulullah da diyordu ki "Siz Allah ile ve
Peygameriyle mi alay ediyordunuz? Artık özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten
sonra kâfir oldunuz." [92]
66- Özür
beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir zümreyi
affetsek de, suç işlemiş olduklarından dolayı diğer bir zümreye azap edeceğiz.
Ey münafıklar, samimi
olmayan laflarla özür dilemeyin. îman ettiğinizi söyledikten sonra Peygambere
dil uzatarak açıkça inkâra saptınız. İçinizden bir-gurup tevbe ettiği için
onları affetsek te tevbe etmeyen diğerlerini, günahlarından dolayı
cezalandıracağız.
Âyeti-i kerime'de,
Resuîullaha dille uzatılan o mecliste bulunanlardan birkismıiun
affedilebilineceği diğerlerinin ise azaba uğratılacağı beyan edilmiştir.
Müfessirler,
affedilecek taifeden kimin kastedildiği hususunda iki şekilde izahta
bulunmuşlardır.
Ma'merden rivayet
edildiğine göre burada affedileceği belirtilen taifeden maksat, Resulullaha dil
uzatan münafıklara, konuştukları sırada karşı çıkan ve onlann görüşlerini
reddeden kişi veya kişilerdir. Diğer bir kısım âlimlere göre
ise bu taife, Reusullah ile alay ettikten
sonra yaptıklarına pişman olan ve tevbe eden taifedir. [93]
67- Münafık
erkeklerle münafık kadınlar» birbirinin aynıdırlar. Kötülüğü emredip iyiliği
yasaklarlar. Ellerini sıkı tutar mallarını hayır yollarında harcamazlar. Onlar
A11 ahi unuttular Allah da onları unuttu. Şüphesiz ki münafıklar, kâfirlerin
ta kendileridir.
Münafık erkek ve
münafık kadınlar, iman ettiklerini söyledikleri halde inkarcılıklarını
gizlemeleri bakımından aynen birbirlerine benzerler. Onlar, Al-lahı ve
peygamberini inkâr etme gibi kötülükleri emreder. Allaha ve Peygamberine iman
etme gibi iyilikleri ise yasaklarlar. Allah yolunda mallarını
harcamak-bakımından elleri pek sıkıdır. Onlar, Allaha itaati terkederek onu
unutmuşlardır. Şüphesiz ki münafıklar, Allaha itaatten ayrılan fâsıklardır. [94]
68- Allah,
münafık erkeklere ve münafık kadınlara ve kâfirlere, içinde ebedî kalacakları
cehennem ateşini vaad etmiştir. Bu onlara yeter. Allah, onlara lanet etmiştir.
Onlar için devamlı azap vardır.
Onlar, dünyada da
azaplara ve felaketlere uğrayacaklar âhirette de .İşte inkarcılığın ve iki
yüzlülüğün cezası budur. Bunlar, âhiret hayatlarında içinden hiç çıkamayacak!an
ebedi azaplara duçar olacaklardır. [95]
69- Ey
münafıklar, siz de sizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden daha güçlü,
malları ve evlaları çok idi. Dünyadan nasiplerini almışlardı. Siz de sizden
öncekilerin, nasiplerini alıp faydalandıkları gibi alıp faydalandınız. Onların
bâtıla daldıkları gibi siz de daldınız. İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri
boşa gidenlerdir. Hüsranda olanlar da bunlardır.
Ayet-i kerime,
münafıkların, kendilerinden önce gelip geçen azgın kimselerin yolunu
takibettiklerini, yaptıklarından vaz geçmedikleri takdirde aynen onların
uğradıkları cezaya uğrayacaklarını beyan etmektedir. Bu hususta bir
ha-dis-i.şerifte de şöyle buyurulmaktachr:
"Canım kudret
elinde olan Allaha yemin olsun ki sizîer, sizden önce geçen ümmetlerin yolunu
karış karış, arşın arşın, kulaç kulaç izleyeceksiniz. Öyle-ki onlar, bir
Keler'in deliğine girmiş iseler siz de oraya girersiniz." Orada bulunanlar
bunun üzerine dediler ki; "Ey Allahın Resulü bunlar ehl-i kitap mı?"
Re-sulullah da "Başka kim olabilir? [96] diye
cevap verdi. [97]
70- Onlara,
kendilerinden önce geçen, Nuh, Âd, Scmud kavimlerinin, ibrahim kavminin, Medycn
ve alt üst olan ülke halkının kıssaları gelmedi mi? Bu kavimlere Peygamberleri
apaçık delillerle geldiler. Allah, onlara zulmedecek değildi. Fakat onlar,
kendi kendilerine zulmetmişlerdi.
Bu münafıklara,
kendilerinden Önce geçen şu kavimlerin, neye uğratıldıkları haberi gelmedi mi?
Nuh kavmini tufan ile boğmadık mı? Âd kavmini, uğultu ile gelen ve her şeyi
kasıp kavuran şiddetli rüzgarla helak etmedik mi? Se-mud kavmini korkunç bir
sarsıntı ile yok etmedik mi? İbrahim kavminden, verdiğimiz nimetleri alıp,
Kralları Nemrud'u helak etmedik mi? Medyen halkı da, Şuayb"ı yalanlayınca,
onları, gölgeleyen bulut gününün azabı ile yakalayıver-medik mi? Lut kavmine
azap emrimiz gelince, yaşadıkları ülkenin altım üstüne çevirmedik mi?
Üzerlerine işaretlenmiş kızgın taşlar yağdırmadık mı?
Aliah, bunların hiç
birisini haksız yere helak etmemiştir. Onlar, Allaha isyan ederek ve
Peygamberlerim yalanlayarak bu cezaya layık olmuş ve böylece kendi kendilerine
zulmetmişlerdir.
Ey münafıklar, aynı
şeylerin sizin de başınıza gelmeyeceğinden eminmi-siniz? [98]
71- Mümin
erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin (Allah için) dostudurlar. İyiliğin
emreder kötülüğü yasaklarlar. Namazlarını kılarlar, zekâtlarını verirler.
Allaha ve Peygamberine itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir.
Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu âyet-i kerime,
müminlerin sıfatlarını belirtmektedir. Peygamber efendimiz de, müminlerin,
birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiğini beyan ederek şöyle
buyurmaktadır.
"Bir mümin diğer
bir mümine karşı, birbirine kenetlenmiş bir duvar gibidir" Peygamber
efendimiz bunu söylerken ellerinin parmaklarım birbirine ke-netlemiştir[99]
Diğer bir hadis-i
şerifinde ise şöyle buyurmuştur.
"Müminler,
birbirlerini kollamada birbirlerini sevmede ve biriirlerine karşı merhametli
olmada tek bir vücut gibdirler. Vücudun organlarından biri hasta olduğunda
diğer organlar da uykusuzlukta ve acıda ona ortak olurlar. [100]Ayette
zikredilen iyiliği emretmek"ten maksat insanları İslama davet etmektir.
Kötülüğü men etmekten maksat ise, insanları, putlara ve şeytanlara tapmaktan
mea etmektir. [101]
72- Allah,
mümin crkckcre ve mümin kadınlara, altından ırmaklar akan, içinde devamlı
kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinden güzel meskenler vaadetmişür. Allah
rızası ise her şeyden daha üstündür. En büyük kurtuluş ise budur.
Âyet-i kerime'den
açıkça anlaşıldığı gibi Allah teala mümin erkeklerle mümin kadınlara, içinde
ebedi olarak kalacakları cennetler vaadetmiştir. Allanın rızasını kazanmak ise,
erişilebilecek nimetlerin en büyüğüdür. İşte bu büyük nimetler karşısında
geçici dünya metaının ne kıymeti olabilir? İnsan, aklını kula-nıp nimetlerin en
yücesine ve ebedi olanına talib olmalıdır.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.),müminlerin âhirette erişecekleri nimetlerden olan cennetleri bir
hadis-i şerifinde şöyle vasıflandırdı yor:
"îki cennet
vardır ki kaplan ve içindeki her şeyi ile birlikte gümüştendir. Ve yine iki
cennet vardır ki kaplan ve içindeki her şeyi ile birlikte altından-dır. [102]
Âyet-i kerimede mümin
erkek ve kadınlara vaadedilen cennetlerin güzel meskenler oldukları
zikredilmektedir, .
îmran b.Husayn veEbu
Hureyre, Resulullahin, cennetlerin bu güzelliklerini zikrederek şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Bu cennet, inciden bir köşktür. Köşkte
kırmızı yakuttan, yetmiş site bulunmaktadır. Her sitede yeşil zeberced'den
yetmiş ev bulunmaktadır. Her evde yetmiş yatak, her yatağın üzerinde farklı
renklerden yetmiş döşek, her döşeğin üzerinde de hurilerden bir hanım
bulunmaktadır. Her evde yetmiş sofra her sofranın üzerinde yetmiş türlü yemek
buSunmaktadır. Ve her evde yetmiş hizmetçi mevcuttur. O zaman mümine bütün
bunlara güç yetirecek kadar kuvvet verilecektir.
Âyette zikredil în
Adn" cennetlerinin nasıl cennetler oldukları hususunda çeşitli görüşler
zikredilmiştir.
Bir kısım âlimlere
göre bunlar, içlerine girildikten sonra bir daha oradan çıkarılmayan
cennetlerdir. Diğer bir kısım alimlere göre bunlar, Allah teala'nın sadece
peygamberlere, siddıklara ve şehitlere tahsis ettiği özel cennetlerdir.
Bu hususta Ebud derda
diyorki: "Adn cenneti hiçbir gözün göremediği bir meskendir. Burada sadece
Peygamberler, sıddıklar ve şehitler kalacaktır.
Ka'bul Ahbar ise bu
cennetlerin, bağlık ve bahçeliklerle dolu cennetler olduklarını söylemiş ve
Süryanice'de "Adn" kelimesinin manasının "Bağlar ve
bahçeler" demek olduğunu zikretmiştir.
Abdullah b. Mes'ud da
Adn cennetinin, cennetlerin ortası olduğunu söylemiştir. Hasan-ı Basri bu
cennetin özel bir köşk olduğunu, bu köşkün, altından yapıldığını, buna ancak
peygamberlerin, sıdıklann şehitlerin ve adaletli hakimlerin gireceğini
söylemiştir
Dehhak bunun cennetin
şehri olduğunu söylemiş, Ata da bunun bir nehir olduğunu zikretmiştir.
Ayet-i kerimede,
Allanın rızasının, cennetler'den daha büyük bir değer taşıdığı zikredilmiştir.
Bu hususta, Ebu Said el-Hudri, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Allah,
cennetliklere buyuracaktır ki: "Ey cennetlikler" Onlar da diyeceklerdir
ki: "Buyur ya rab, emrine amadeyiz ve onunla mutlu oluruz." O da
diye-cekktir ki: "Siz memun oldunuz mu?" Onlar da diyecekler dir ki;
"Nasıl memnun olmayız? yaratıklarından hiçbir kimseye vermediklerini bize
verdin. O da diyecektir ki: "Ben size bunardan daha üstününü
vereceğim" Onlar da diyecek-lerdirki: "Ey rabbimiz, bunlardan daha
üstün olan nedir?" O da diyecektir kiO "Ben size rızamı lütfedeceğim.
Ondan sonra size bir daha gazap etmeyeceğim. [103]
73- Ey
Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cilıad et. Onlara karşı sert davran
.Onların varıp kalacakları yer cehennemdir. Orası, varılacak ne kötür bir
yerdir.
Ey Peygamber, sen
kâfirlere karşı kılıç ve silahla savaş. Münafıklara karşı da dilinle ve
delillerle savaş. Onlan sindirmek için onlara sert davran. Bu, onların,
dünyada iken çekecekleri cezadır. Âhirette ise vanp kalacakları yer, cehennemdir.
Orası ne kötür bir yerdir!..
Müfessirler, bu âyette
zikredilen, Resulullahın, münfaklara karşı savaşmasının ne şekilde olacağı
hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdulah
b. Mes'ud'a göre Allah teala bu âyet-i kerime'de Resulullah'a:
"Münafıklara karşı hem sözle hem de silahla savaşmasını emretmiştir[104]
b- Abdulah
b. Abbas ve Dehhaka göre ise, Allah teala bu âyeti kerime'de Resulullaha,
münafıklara karşı sadece diliyle savaşmasını ve onlara yumuşak davranmamasını
kâfirlere karşı ise silahla sevaşmasını emretmiştir.
c- Hasan-ı
Basri ve Katade'ye göre ise, Allah teala, bu âyet-i kerime'de, Resulullaha,
münafıklara islamın emrettiği cezalan uygulamasını emretmiş, kâfirlere karşı
ise silahla savaşmasını bildirmiştir.
Taberi, âyet-i
kerimede, kâfirlere karşı savaşma ile münafıklara karşı savaşmanın farklı
olacağı zikredilmediğinden, her iki sınıfa karşı da genel birşe-kilde cihad
edilmesi beyan edildiğinden, Abdullah b. Mes'uddan nakledilen birinci görüşü
tercih etmenin daha doğru olduğunu, Allah teala'nın Resulullah'a münafıklara
karşı da hem diliyle hem de eliyle savaşmasını emrettiğini söylemiştir.
Resuiullahm,
müslümanlann içinde bulunan münafıklara karşı savaşmaması ise, onların,
kâfirliklerini söylemelerinden sonra, onu inkâr etmeleri ve ondan dönüp
müsîüman olduklarını söylemiş olmalarındandır. Bu âyette ise münafıklardan,
kâfir olduklarını açığa vurup ta onda devam edenlerle savaşılması
emredilmiştir. Resulullah, münafıkların iç yüzlerini, Ali ahin bildirrnesiyle
öğrenmiş olmasına rağmen onların, teslimiyetçi dış görünüşlerine bakmış ve onlarla
savaşmamışım[105]
74- Onlar,
söylemediklerine dair Allaha yemin ettiler. Halbuki onlar, kâfirliğe götüren
sözü söylediler. Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir oldular. Erişemeyecekleri
işe giriştiler. Onların kızmaları, sırf, Allah ve Resulünün, Allanın lütfuyla
kendilerini zcnginlcşlirmcsindcndir. Eğer tev-be ederlerse bu onlar için daha
hayırlıdır. Şayet yüz çevirrirlerse Allah onları dünyada ve âhirette can
yakıcı bir azapla cezalandırır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı
vardır.
Münafıklar yalan yere
yemin ederek, kendilerini inkarcılığa götürecek bir şey söylemediklerini iddia
ederler. Halbuki onlar, Tebük seferinden dönerken, kendilerini inkarcılığa
götürecek şuna benzer sözleri söylemişlerdir. "Eğer Me-dineye dönersek
yemin olsunki en şerefli olan en zelil olanı oradan çıkaraacaktır. [106]Onlar
böylece, müslüman olduklarını ilan ettikten sonra tekrar kâfir olduklarını
açığa vurdular. Peygamberi öldürme teşebbüsü gibi, erişemeyecekleri bir işe
giriştiler. Onların, Peygambere karşı çıkmaları, sadace, Allanın ve
Peygamberin, kendilerini birleştirip kaynaştırarak zengin etmesindendir. Evet
onlar, Allahm lütfuyla ganimetlerden pay alarak zenginleşmişler, buna rağmen bu
nimeti inkâr ederek İslama ve müslümanlara kızmak suretiyle kindar bir tutum
içine girmişlerdir. Fakat bununla birlikte eğer tevbe edip nifaklarından vaz
geçerlerse bu onlar için daha hayırlıdır. Şayet yüz çevirir nkâriannda devam
ederlerse, Allah onlan, dünyada esir düşürme ve öldürtme gibi azaplarla,
âhirette de cehennem ateşinde yakmakla cezalandıracaktır. Onların, yeryüzünde,
kendilerini Allanın azabından kurtaracak ne bir dostları ne de bir yardımcıları
bulunur.
Bu âyet-i kerimenin
kimin hakkında indiği hususunda iki görüş zikredilmiştir.
a- Urve b.
Zübeyr, İbn-i İshak, Mücahid ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe
göre bu âyet-i kerime, "Cülas b. Süveyd b. es-Samit" isimli bir kişi
hakkında nazil olmuştur. Bu kişi Önce münafık olmuş daha sonra ise tevbe edip
bu halinden vaz geçmiştir. Urve diyor ki: "Bu âyet Cülas b. Süveyd hakkında
nazil olmuştur. Bu kişi" Eğer Muhammed'in getirdiği doğru ise bizler,
eşeklerden dahi kötüyüz." demiş, bunun üzerine onun üvey oğlu Mus'ab ona
şu cevabı vermiştir. "Ey Allanın düşmanı» Allaha yemin olsun ki, senin bu
söylediğini Resulullaha haber vereceğim. Çünkü ben bunu yapmazsam başıma bir
bela geleceğinden veya senin suçundan dolayı hesaba çekileceğimden
korkarım." Mesele Resulullaha intikal edince, Cülası çağırmış ve ona:
"Ey Cülas, sen şöyle şöyle söyledin mi?" demiş, Cülas da,
söylemediğine dair yemin etmiştir. Bunun üzerine Allah teala
"söylemediklerine dair Allah yemin ettiler." ayetini indirmiştir.
b- Katadeye
göre ise bu âyet, Abdullah b. Übey b. Selul hakkında nazil olmuştur. Katade
diyor ki: "Cüheyne ve Gifar kabililerine mensup olan iki kişi
birbirleriyle kavga etmişler. Cüheyne kabilesi, Ensar ile savunma antlaşması yapan
bir kabile idi. Gifar kabilesine mensup olan kişi Cüheyneliye galip gelmişti.
Bunu gören münafıkların başı Abdullah b. Übeyy b. Selul, sabredemeyerek şöyle
demiş "Ey ensar, kardeşinize yardım edin. Vallahi bizimle Muhammed,"
Besle köpeğini yesin seni (Besle kargayı oysun gözünü), diyenin anlattığı
kimse gibiyiz." İbn-i Selul devamla şöyle demiştir: "Eğer Medineye
dönersek yemin olsun ki en şerefli olan, en zelil olanı oradan
çıkaracaktır."
İbn-i Selulün bu sözü,
Müslümanlardan bir kişi tarafından Resulullaha bildirilmiş Resulullah da onu
çağırıp sormuştur. O da böyle bir şey söylemediğine dair yeminler etmiş ve
bunun üzerine işte bû âyet nazil olmuştur.
Taberi, ayetin, bu
münafıklardan her ikisi hakkında da nazil olabileceğini söylemiştir.
Âyet-i kerimede
"Onlar, erişemeyecekleri işe giriştiler." buyurulmakta-dır.
Müfessirler, burada
zikredilen "Onlar"dan kimlerin kastedildiği ve erişemeyecekleri
beyan edilen şeyden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler
zikretmişlerdir.
Mücahide göre
"Onlar"dan maksat münafıklar "Erişemeyecekleri işlemden maksat
da onların eleştirilerine karşı çıkan mümini öldürmek istemeleridir.
Yine Mücahidden
nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Onlar"dan maksat,
Cülas b. Süveyd'dir. 'İstediği fakat erişemeyeceği §ey"den maksat ise
ResuluIIahı öldürmeyi kastetmektedir.
Diğer bir kısım
alimlere göre ise "Onlar'den maksat, Abdullah b. Üby b. SelûTdür
"Kastettiği ve erişemeyeceği §ey"den maksat ise: "Yemin olsun ki
eğer Medine'ye döncek olursak aziz olanlar (Medine'nin yerlileri) zelil
olanları (Muhacirleri) oradan çıkaracaklardır." sözüdür.
Âyet-i kerimede
"Onların kızmaları, sırf Allahin ve Resulünün Allanın lütfuyla kendilerini
zenginleştirmes indendir." buyuru im aktadır.
Bu münafik'ın
zenginleştirilmesi, öldürülen kölesinin fidyesinin ödenmesiyle olmuştur.
Resulullah, kölesi öldürülen Cülas'a veya Abdullah b. Übey'e on iki bin dirhem
diyet ödemiş, böylece o münafık, zengin olmuş,buna rağmen, Resulullaha ve
müminlere di! uzatmaktan geri durmamıştır. [107]
75-
Münafıklardan bir kısmı da "Yemin olsun kî eğer AHah,Iütfiıyla bize mal
verirse biz mutlaka onu hayır yolunda harcarız ve mutlaka salih kullardan
oluruz." diye Allaha söz verdiler.
Bu âyet-i kerime'nin
Salebe isimli bir kişi hakkında nazil olduğu rivayet edilmektedir. (Bu
kişinin, sahabeden olan Salebe b. Hâtıb rm yoksa başka bir Salebe mi olduğu
ihtilaflıdır. Bu olay birçok tefsir kitabında bu âyetin nüzul sebebi olarak
gösterildiği için burada da zikredilmiştir. Olay özetle şöyledir:)
Adıgeçen kişi
Resulullaha gelerek "Ya Resulullah, Allaha dua et de beni zengin
yapsın." demiş. Resullah da ona "Şükrünü eda edeceğin az mal.şükrünü
eda edemeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurmuştur. Salebe tekrar
"Ya Resulullah, seni hak Peygamber ol arak gönderen Allaha yemin ederim ki
bana mal verirse her hak sahibine hakkını vereceğim." demiş bunun üzerine
Resulullah da "Ey Allahim sen Salebeye mal ver" diye dua etmiştir.
Salebe bir koyun
almış, bu koyun zamanla o kadar çoğalmişki Medine ona dar gelmiş, bu sebeple
bir vadiye inmiş, oraya da sığımaz olmuş, kendisi de öğlen ile ikindi vakti
dışında cemaata gelemez olmuş. Zamanla da sadece Cumalara gelir olmuş, daha
sonra Cumaya da gelmez olmuş, artık çevreden geçen
yolculardan Cuma günleri görüşüp haber
almaya başlamış. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) "Salebe ne yapıyor?"
diye sormuş sahabiler: "Ey Allahin Resulü sürü edindi, Medine ona dar
geldi." demişler ve durumunu anlatmışlar bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)
"Vay Salebenin haline vay Salebenİn haline, vay Salebenin haline."
buyurmuştur. Daha sonra "Sen onların mallarından zekât el. [108]
âyeti, nazil olmuş bunun üzerine Resullah zekâtları toplamak üzere iki kişiyi
vazifelendirmiş ve bunların, zekâtı nasıl toplayacaklarına dair ellerine bir
yazı vermiş ve bu iki kişiye "Salebeye ve Benî Süleym'den falancı kişiye
söyleyin zekâtlarım versinler." buyurmuştur. Bunlar, Salebeye gelip,
Resulullahm verdiği yazıyı okuyup zekât isteyince Salebe "Bu ancak bir
haraçtır. Bu, haraç benzeri bir şeydir. Bilmiyorum bu nedir?" Gidin
işinizi bitirin sonra bana gelin." cevabını vermiştir. Bu şahıslar ikinci
defa gitmişlerse de Salebe yine zekâtı vermekten kaçınmıştır. Memurlar
Resulullaha gelip durumu haber vermişler ve bunun üzerine bu âyet nazil
olmuştur.
Sonra Salebe gelip
zekâtını vermek için Resulullaha yalvarıp yakarmıs, fakat Resuulullah, zekâtını
kabul etmemiştir. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de hilafetleri zamanında Salebenin
vermek istediği zekâtı kabul etmemişler ve "Resulullahm almadığı bir şeyi
biz kabul edemeyiz." demişlerdir. Salebenin zekâtının hiçbir Halife
tarafından kabul edilmediği ve bu şahsın, Hz. Osman'ın hilafeti zamanında
öldüğü rivayet edilmektedir.
Katadeye göre ise bu
âyet-i kerime, Hz. Musadan, Tevratın uzun bir kitap olması sebebiyle, Allah
tealadan onu kısaltmasını dilemesini isteyen daha sonra da Özetlenmiş olan
Tevratla amel etmeyen İsrailoğullanna işaret etmektedir.
Hasan-ı Basri ve,
Mücahide göre ise bu âyet-i kerime iki kimse hakkında nazil olmuştur. Bunlar da
Sa'lebe b. Hâtıb ve Muattıb b. Kuşeyr'dir. [109]
76- Allah
onlara lütfundan nimetler verince de cimrİIcştilcr. Allahın emirlerinden yüz
çevirdiler. Zaten onlar yüz çeviricidirler.
Allah onlara lütfundan
nimetler verip hiç ummadıkları taraflardan onları zengin edince cimrileştiler
ve o servetin zekât ve sadakasını vermediler. Bunlar, Allaha itaat ve ibadetten
de yüzçevirdiler. Bu münafıklar, diğer insanların gördükleri yerde ibadet
yapıyor, görünüşte ibadet halinde bulunuyorlar fakat insantardan kimsenin
görmediği yerde ise ibadet yapmıyorlardı, işte bu münafıkar-böyle rezil bir
topluluktur. [110]
77- Allaha
vaadettiklerini tutmamaları ve yalan söylemeleri sebebiyle Allah, kendi
huzuruna çıkıncaya kadar onların kalblcrinc nifakı yerleştirdi.
Sonunda Allah, onların
kalblerine, ülüpte Allahın huzuruna çıkma zamanına kadar münafıklığı
yerleştirdi. Bunun sebebi, Allaha verdikleri sözü tutmamaları ve yalan
söylemiş olmalarıdır.
Taberi diyor ki: Bu
âyet-i kerime, münafıkların alametlerini beyan etmiştir ki, bunlar da,
Resulullahin bildirdiği gibi üç'tür. Konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözden
cayar ve kendisine emanet edilene ihanet eder. Resulullah buyurmuştur, ki:
"Münafıkın
alameti üç'tün Konuştuğunda yalan söyler, vaadettiğinde ondan döner. [111]
Hadisin diğer bir rivayeti şöyledir: "Oruç tutsa, namaz kilsa, Müslüman
olduğunu zannetse de münafıkın alâmeti üçtür."
Muhammed el- Mahremi
özetle şunları söylemiştir: "Ben, Hasan-ı Basri-nin, bu hadisi okuduğunu
işittim ve ona dedim ki: "Ey Ebu Said, bir kişinin bende alacağı olsa,
onu istese, bende de vereceğim şey olmasa ve adamın beni hapsedip helak
edeceğinden korksam ve ona borcumu ayın başında ödeyeceğimi vaadetsem de sonra
onu yapmasam ben münafık mı olurum?" O da dedi ki: "Hadis böyle
gelmiştir." Sonra dedi ki: "Abdullah b.Ömer anlattı ki, babası Ömer,
ölüm anında "Filanı evlendirin. Çünkü ben onu evlendireceğimi
vaadet-miştim. Allahın huzuruna üçte bir münafıklıkla çıkmayayim." demiş.
Dedim ki:
"Ey Ebu Said
.kişinin üçte biri münafık üçte ikisi de mümin olur mu?" Dedi ki:
"Hadis böyle gelmiştir." Bunun üzerine ben delil karşsında sustum.
Sonra Atâ b. Ebi Rebahla karşılaştım. Hasan'la konuştuklarımı ona anlattım. O
da bana dedi ki: "Sen, Yusuf (a.s.)'ın kardeşlerini ona niçin anlatmadın.
Onlar, babalarına va-ad edip te vaadlerinden dönmediler mi? Ona konuşup yalan
söylemediler mi?" Yakup kardeşlerini kendilerine emanet ettikten sonra ona
ihanet etmediler mi? Onlar münafık mıydı? Onlar peygamber değil miydi. Hatta
babalan, dedeleri peygamber değilmiydi?" Bunun üzerine Atâ'ya dedim ki:
"Ey Ebu Muhammed, münafıklığın aslının ne olduğun ve bu hadisin aslında ne
ifade ettiğini bana anlatır mısın?" O da dedi ki: "Cabir b. Abdullah
bana anlattı ki Resulullah bu ha-dis-i şerifini özellikle münafıklar hakkında
söylemiştir. Münafıklar, Resulullaha konuştuklarında ona yalan söylediler,
Resulullah, Sahabelerine Ebu Süfyamn kervanı ile birlikte belli bir yerde
olduğunu bildirip onu gizlemelerini emrettikten sonra münafıklar, bu emanete
ihanet ederek, Mekke müşriklerine, Resululla-hın, üzerlerine gitmek istediğini
bildirdiler. Resulullah ile birlikte savaşa çıkacaklarını vaa edip daha sonra
bu vaadlerinden döndüler. "Ey Ebu Muhammed, sen, Hasanla görüştüğünde ona
selam söyle bu hadisin asıl maksadını ve sana söylediklerimi ona anlat."
Bunun üzerine ben Hasan'la karşılaştım. Ona, Atâ ile konuştuklarımızı anlattım.
O da dedi ki: "Ey Irak halkı, sizler bu adam gibi ola-mıyorssunuz. Bakın
bu benden bir hadis dinledi, oniı hemen kabul etmedi. Gidip onun aslını araştırdı.
Evet Atâ doğru söylemiş, hadisin asıl maksadı budur. O, özellikle münafklar
hakkındadır." [112]
78- Onlar,
Allahın mutlaka sırlarını ve fısıltılarını bildiğini ve Allahın, gaybları çok
iyi bilen olduğunu hâlâ bitmediler mi?
Bu münafıklar,
Allahın, içlerinde gizledikleri inkarcılığı, İslâm'a ve müs-lümanlara dil
uzatma şeklindeki fısıltılarını mutlaka bildiğini ve Allanın, onların
gözlerinden, kulaklarından ve bütün duyu organlarından uzak kalan gayblan çok
iyi bildiğini bilmedilermi? [113]
79-
İçlerinden gelerek sadaka veren müminleri ve güçlerinin yettiğinden fazla
verecek birşey bulamayanları ayıplayanları ve onlarla alay edenleri, Allah,
maskaraya çevirir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Münafıkların kütü
huylarından birisi de, onların dillerinden hiçbir kimsenin kurtulamamasidır.
Hattâ hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, mallarını Allah yolunda harcayanlar
bile bu adamların dilinden kurtulamamışlardır.
Bu hususta, Ebu
Mes'ud'un şöyle söylediği nakledilmektedir:
"Zekât âyeti
geldikten sonra sırtımızla yük taşıyarak kazanç elde edip ta-sadduk ediyorduk.
Birgün bir adam çok miktarda mal getirip tasadduk etti .Bunun üzerine
münafıklar "Bu adam bir riyakârdır, gösteriş yapıyor." dediler .Sonra
başka bir adam, bir sa1 ölçüsü kadar bir şey getirip tasadduk etti. Ona
da" "Al-iahın, bunun sadakasına ihtiyacı yoktur." dediler[114]
İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Bu hususta Abdullah
b.Abbas diyor ki: "Birgün Resulullah çıkıp insanların yanına geldi ve
şöyle seslendi: "Sadakalarınızı buraya toplayın." Bunun üzerine
insanlar, sadakalarını getirip bir araya topladılar. İçlerinden muhtaç olan
biri bir ölçek hurma getirdi ve dedi ki: "Ey Allanın Resulü, bu, bir sa'
ölüsü hur-ma.Gece boyu testi ile su çektim. İki sa" hurma kazandım. Birini
geride bıraktım, diğerini sana getirdim." Resulullah, ona bu getirdiğini
diğer sadakaların içine katmasını emretti. Bunun üzerine bir kısım insanlar
onunla alay ettiler ve de-dilerki: "Allaha yemin olsun ki, Allahve
Resulünün buna ihtiyacı yoktur. Onlar senin bu bir sa1 Ölüsü hurmanı ne
yapacaklar?" Sonra Kureyş kabilesinin Zühre oğullarından Abdurrahman b.
Avf, Resulullaha dedi ki: "Bu sadakaları getirenlerden sadaka vermeyen
kimse kaldımı?" Resulullah da buyurdu ki: "Hayır" Abdurrahman
b.Avf dedi ki: "Bende yüz Ukye sadaka altın var" Ömer b. el-Hattab
ona dedi ki: "Sen delimisin?" O da dedik: Hayır, ben deli
değilim." Ömer: "Sen ne söylediğinin farkında mısın?" dedi.
Abdurrahman da dedi ki: "Evet farkındayım. Benim, sekiz bin dirhemim var.
Bunlardan dört binini rabbi-me Ödünç veriyorum." Diğer dört binini ise
kendime bırakıyorum." Bunun üzerine Resulullah dedi ki: "Allah
verdiğini de, kendine bıraktığını da mübarek kılsın." Bu durum,
münafıkların hoşuna gitmedi ve onlar şöyle dediler "Allaha yemin olsun
ki, Abdurrahman bu bağışını gösteriş için yaptı," Halbuki münafıklar yalan
söylüyorlardı. Abdurrahman bunu gerçekten bağış olarak vermişti. İşte bunun
üzerine Allah teala bu âyeti kerimeyi indirdi. Abdurrahmam ve arkadaşı
ihtiyaçtı kişiyi akladı.
Tableri bu hususta,
benzer rivayetler ve kıssalar zikretmiştir. [115]
80- Ey
Muhammcd, ister bağışlanmalarını dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af
dilesen de Allah onları asla affetmeyecektir. Bu onların, Allah ve Peygamberini
inkâr etmelerindendir. Allah, fasiklar güruhunu asla doğru yola geriştimez.
Rivayet edildiğine
gÖre,.bundan önceki âyet nazil olunca münafıkların bazıları Resulullaha gelip
tutumlarının yanlışlığını itiraf ederek "Ey Allahın Resulü bizim için
Allah'tan af dile" demişler Resulullah da "Sizin için af
dilerim" buyurmuştu. Bunun üzerine bu âyet-i Kerime nazil olmuş ve
Resulullahm, onlar için af talep etmesiyle neticenin değişmeyeceğini, zira
onların yine münafıklıktan vaz geçmeyerek nifak üzere ölçeklerini beyan
edereke şöyle buyurmuştur:
Ey Muhammed, bu
münafıklar için ister af dile istersen dileme. Bunların affedilmelerini yetmiş
kere dilesen de Allah bunları affetmeyecek, kıyamet gününde onları diğer
yaratıkların huzurunda rezi edecektir. Bunların affedilmemelerinin sebebi ise
Aliahın birliğini ve Peygamberini inkâr etmeleridir. Zira Allah, fâsiklar
güruhunu iman etmeye muvaffak kılmaz.
Bu hususta, Abdullah
b. Ömer diyor ki:
Abdullah b. Übey
ölünce oğlu Abdullah b. Abdullah, Resulullah'a geldi. Ondan, babasını
kefenlemesi için gömleğini vermesini istedi. Resulullah, gömleğini ona verdi
Abdullah'ı onunla kefenlemesini istedi. Sonra cenazesini kılmak istedi. Bunun
üzerine Ömer b. el-Hattab, Resulullahın elbisesinden tuttu ve dedi ki:
"Sen bunun, namazını kılıyorsun, halbuki bu münafık. Allah sana, bunlara
af dilemeni yasakladı." Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Allah
beni, bunlar içi af dileyip dilememekte serbest bıraktı ve buyurdu ki:
"İster bağışlanmalarını dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af
dilesen de Allah onları affetmeyecektir." Ben, bunlar için yetmişten daha
fazla af dileyeceğim." dedi ve onun cenaze namazını kıldırdı. Biz de
onunla birlikte kıldık. Bunun üzerine Allah teala, "Münafıklardan bîri
ölürse sakın cenaze namazım kilma... [116]
âyetini indirdi[117]
Abdullah b. Übey'in
oğlunun adının, Habbab olduğu, Resulullah'ın bunu değiştirerek adını Abdullah
koyduğu, bu âyetin izahında zikredilmiştir. [118]
81- Cihaddan
geri kalanlar, Aliahın Resulüne muhalefet ederek oturup kalmalarına
sevindiler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmek hoşlarına
gitmedi. "Bu sıcakta savaşa çıkmayın." dediler. De ki: "Cehennem
ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." keşke buseydiler.
Bu âyet-i Kerime,
Tebük seferinde, Resulullaha katılmayıp geri kalan ve bu hallerine sevinen
münafıkların durumunu anlatmaktadır. Sıcak sebebiyle savaşa gitmek istemeyen bu
münafıkların, cehhennemde yanacakları, cehenem ateşinin ise bu sıcaklardan çok
daha şiddetli olduğu beyan edilmektedir.
Tebük seferi, bu
surenin otuz sekizinci âyetinin izahında özet olarak anla-ülmiştır.Bu sefer,
yaz aylarının en sıcak günlerine isabet etmişti. Münafıklar, havanın çok sıcak
oluşunu bahane ederek "Bu sıcakta savaşa çıkmayın." diyerek diğer
insanları da bu seferden alıkoymaya çalışmışlardı. İşte bu sözü söyleyen münafıklar
için buyuruluyor ki: "De ki: Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir."
Yani, bu dünya sıcağını bahane ederek savaşa gitmeyenler, çok daha şiddetli
olan cehennem ateşine atılacaklardır. [119]
82-
Yaptıklarının cezası olarak artık az gülsünler, çok ağlasınlar,
O münafıklar, bu
dünyanın geçici hayatında gülsünler. Zira bu gülüş, bu zevk ve sefa, netice
itibariyle bitmeye, yok olmaya mahkumdur.Bu gülüş bu sebeple az bir gülüştür,
süresi az olan bir zevktir. Bunlar çok ağlasınlar. Zira yaptıkları şeylerin
cezası olarak cehennemde yanacaklardır. Çokça ağlayacaklar, ebediyyen
ağlayacaklardır.
Bu hususta Peygamber
efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"Ey Muhammed
ümmeti, Allaha yemin olsun ki benim bildiğimi bilmiş olasanız, az güler çok
ağlardınız. [120]
83- Eğer
Allah bu cihaddan sonra, tekrar seni, geri kalan bu topluluğa döndürür de,
onlar da seninle cihada çıkmak için izin isterlerse onlara şöyle de:
"Benimle beraber bir daha asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle
beraber savaşmayacaksınız. Çünkü daha önce savaşa çıkmayıp oturmayı istediniz.
Şimdi de geriye kalanlala beraber oturun."
Ey Muhammed, eğer
Allah seni, Tebük seferinden sonra o münafıkların yanına dönrürür de onlar da
seninle başka bir savaşa çıkmayı isterlerse onlara de ki: "Sizler benimle
asla bir daha cihada çıkmayacaksınız. Benimle beraber düşmanla s av
aşamayacaksınız. Zira sizler Tebük seferine çıkmayarak oturup kalmaya razı
oldunuz. Şimdi de cihaddan geri kalan âcizlerle ve münafıklarla beraber oturup
kalın."
Ayette zikredilen
"Geriye kalanlar" ifadesinde maksat, Abdullahb. Ab-basa göre,
Tebükseferinde cihada katılmayan münafıklardır. Katadc'ye göre ise "Savaşa
gitmeyen kadmlar"dır. Allah teala, sayılan on iki olan bu münafıklara,
cihada katılmayan kadınlarla oturup kalmalarını emretmiştir.
Taberi, âyet-i
kerime'nin lafzının birinci görüşe daha uygun olması hasebiyle Abdullah b.
Abbas'ın görüşünü tercih etmiş, "Geriye kalanlardan maksadın, münafıklar
olduğunu, âyet-i kerime'nin cihada çıkmayanların, münafıklarla oturup
kalmalarını emrettiğini söylemiştir. [121]
84- O
münafıklardan biri ölürse sakın cenaze namazını kılma. Kabrinin başında durma.
Çünkü onlar, Allah ve Peygamberini inkâr etmişler ve dinden çıkmış olarak
ölmüşlerdir.
Ey Resulüm, münafık
olarak ölenlerin cenaze namazlarını kıldınna.Zira onlar, müslüman olarak ölmem
işlerdir. Onların kabirlerinin başına varıp da dua da etme. Dinden çıkmış veya
hiç iman etmemiş olarak ölen bu insanlar duaya da ehil ve layık değillerdir.
Abdullah b. Ömer diyor
ki:
"Abdullah b.Übey
ölünce oğlu, Abdullah b. Abdullah, Resulullah'a geldi ona; babasına kefen
yapması için gömleğini vermesini istedi. Resulullah da verdi. Sonra Abdullah,
Resulullah'tan, babasının cenaze namazını kıldırmasını istedi. Resulullah,
kalkıp cenaze namazını kıldırdirmaya yeltenince Ömer kalkıp Resulullah'ın
elbisesinden tuttu ve dedi ki: "Ey Allanın Resulü, sen bunun cenazesini
mi kılıyorsun? Halbuki rabbin sana bunun cenaze namazını kılmanı yasakladı."
Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Allah beni serbest bıraktı ve
buyurdu ki: "İster bağışlanmaları dile ister dileme. Onlar için yetmiş
defa af di-İesen de Allah onlan asla affetmeyecektir. [122]Ben,
af dilemeyi yetmişten fazla yapmış olacağım. (Ömer) Dedi ki: "Ama o,
münafık." Resulullah yine de onun cenaze namazım kıldırdı. Bunun üzerine
Allah teala, "O münafıklardan biri ölürse sakın cenaze namazını
kıldırma" âyetini indirdi. [123]
Diğer bir rivayette,
bu âyet nazil olduktan sonra Resulullah'ın bir daha münafıkların cenaze
namazını kıldırmadığı zikredilmiştir.
Abdullah b. Abbas
diyor ki:
Ben Ömer b.
el-Hattab'ın şunları söylediğini işittim. "Abdullahb. Übey b. Selûl ölünce
Resulullah, onun cenazesini kıldırmaya davet edildi. Resulullah
ayağa kalkınca ben de sıçrayıp kalktım ve
dedim ki: "Ey AHahın Resulü, sen, Übeyin oğlunun cenazesini mi kıldıracaksın?
Halbuki o falan günde şöyle ve şöyle yaptı." Ben, Resulullaha tbn-i
Übey'in yaptıklarını sayıp durdum. Resulullah gülümsedi ve: Ey Ömer hele öte
çekil: dedi. Ben daha fazla üzerine gidince dedi ki: "Ben, Allah
tarafından (Af dilemeyi) tercih ettim. Şayet ben, yetmişten fazla af dilememle
affedileceğini bilmiş olsam af dilememi yetmişten fazla yaparım"
Resuluîlah cenazeyi kıldırıp gitti. Aradan çok geçmeden tevbe suresi'nin
"O münafıklardan biri Ölürse, sakın cenaze namazım kılma," âyeti ve bundan
sonra gelen âyet nazil oldu. Ben de Resulullaha karşı cüretkâr davranışımdan
dolayı kendi kendime hayret ettim. Allah ve Resulü (her şeyi) daha iyi bilir[124]Taberi
bu hadisi, Cabir, Enes, Katade ve Âsim b. Ömer'den de rivayet etmiştir.
Cabir b. Abdullah
diyorki:
"Resulullah,
Abdullah b. Übey defnedildikten sonra kabrine vardı. Onu çıkardı, Ona tükürdü
ve gömleğini ona giydirdi. [125]
Bu âyet-i Kerime nazil
olduktan sonra Peygamber efendimiz, münafıklardan hiçbir kimse'nin cenaze
namazını kıldırmamış ve kabirlerinin başında da bulunmamıştır. Bu hususta Ebu
Katade diyor ki:
"Resululah
(s.a.v.) bir cenazeye davet edildiğinde onun hakkında sorular sorar, eğer iyi
bir kimse olduğu söylenirse cenazesini kıldınrdı. İyi bir kimse olduğu
hakkında bir şey söylenmezse, cenaze sahiplerine" Ona siz bakın." der
ve o cenazenin namazını kıldırmazdı[126]
Ömer b. El-Hattab da,
tanımadığı kimselerin cenaze namazını, Huzeyfe b. el-Yeman kılmadıkça kılmazdı.
Çünkü Huzeyfe b. el-Yeman, kimin münafık olduğunu bildiri. Bu sebeple Huzeyfeye
"Sır sahibi" deniyordu. [127]
85- Onların
mal ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla, dünya hayalında
onlara ancak azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını ister.
Allah o münafıklara
mallan ve evlatlarıyla azap eder. Çünkü, istemedikleri halde mallarından zorla
zekât alınır, çocukları da savaşlara katılarak ölürler. Böylece daha âhirete
varmadan bunlar, çocukları ve mallan sebebiyle ceza görmüş olurlar. Ayrıca mal
ve evlat gibi bu dünyanın geçici varlıklarına kapılıp onlarla uğraşarak hak ve
hakikatten habersiz yaşayıp imansız olarak ölürler. [128]
86-
"Allaha İman edin ve Peygambcriyle birlikte cihad edin" diye bir sure
indirildiğinde, onlardan zengin ve güçlü olanlar, senden izin istediler.
"Bırak bizi, cihaddan geri kalanlarla beraber oturalım." dediler.
Allah teala bu âyet-i
kerime'de, güç ve kuvvet sahibi olmalarına rağmen, cihaddan geri kalmak için
izin isteyenleri ve "Bırak bizi, cihaddan geri kalanlarla beraber
oturalım." diyenleri kınamaktadır. Halbuki bunlar korku olmayan güven
zamanlarında kahraman kesilirler ve iğneli dilleriyle eleştinnedikleri kimse
bırakmazlar. [129]
87- Savaştan
geri kalan muhaliflerle beraber olmayı kendilerine yakıştırdılar. Onların
kalblcri mühürlenmiştir. Onlar anlayamazlar.
Bunlar, savaşa gitmeyip
evlerinde kalan kadınlar, hastalar ve hacizlerle beraber olmaya razı oldular.
Allah, bunların kalblerini mühürlemiştir. Bunlar Allanın öğütlerini anlayıp
ondan ibret almazlar. [130]
88- Fakat
Peygamberve onunla birlikte Allaha iman edenler, mallarıyla, canlarıyla cihad
ettiler. Hayırlar işte bunlar içindir. Kurtuluşa erecekler de yalnız onlardır.
Evet, münafıklar
cihada katılmadılar. Fakat Allanın peygamberi Muham-med ve onunla birlikte iman
edenler, müşriklere karşı mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Allanın dinini
muzaffer kılmak için mallarını harcadılar, canlarını verdiler. Bu itibarla
âhiretin nimetleri bunlarındır, kurtuluşa erip cennette ebedi olarak kalacak
olanlar da bunlardır. [131]
89- Allah,
onlar için, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar orada ebedi
kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.
Allah, Peygamberi ve
onunla birlikte cihad edenler için, altından ırmaklar akan cennetler
hazırlamıştır. Onlar, o cennette ebedi olarak kalacaklardır. İşte büyük başarı
ve kurtuluş budur. Yoksa savaştan geri kalmak değildir. [132]
90-
Bedevilerden, özür beyan edenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler.
Allaha ve Peygamberine yalan söyleyenler de yerlerinde oturup kaldılar.
Bunlardan kâfir olanlara yakında can yakıcı bir azap isabet edecektir.
Bedevilerden, özür
dileyenler, cihaddan geri kalmalarından kendilerine izin verilmesi için
Resulullaha geldiler. Allah ve Peygamberine karşı yalan uyduranlar ise,
Peygambere gelmeyip yerlerinde oturup kaldılar. İşte cihaddan geri kalan bu
insanların kâfir olanlarına, yakında can yakıcı bir azap erişecektir. [133]
91- Allah ve
Peygamberine karşı samimi oldukları takdirde, âcizlere, hastalara, harcayacak
birşey bulamayanlara, cihada çıkmamaktan dolayı bir sorumluluk yoktur. İyilikte
bulunanları ayıplamaya yer yoktur, Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.
Âyet-i kerime"nin
"Allah ve Resulüne karşı samimi oldukları takdirde" diye tercüm
edilen bölümü "Allah ve Resulü için nasihatta bulundukları takdirde"
şeklinde izah edilmiştir.
Bu âyet-i kerime,
cihada katılmamakta kimlerin mazur sayılacağını beyan etmektedir. Bunlar, kör
ve topal gibi âcizler, hastalar ve savaşa gitmek için maddi imkânı
olmayanlardır. Yeter ki bunlar Allaha ve Peygamberine karşı samimi olsunlar,
özürlerinde haklı bulunsunlar. İnsanları savaştan caydırmasınlar. Geride fitne
çıkarmasınlar ve onlara nasihatta bulunsunlar. İşte bu takdirde kendilerine
bir sorumluluk yoktur. Katade bu âyet-i kerimenin Âiz b. Amr hakkında indiğini
söylemiş Abdullah b. Abbas ise Abdullah b. Mukaffel ve arkadaşları hakkında
indiğini söylemiştir. Katade'nin görüşü bu şekilde izah edilmektedir.
Zeyd b. Sabit diyor
ki: "Ben, Resulullaha gelen vahyi yazanlardan biriydim. Birgün Tevbe
suresini yazıyordum. Kalemi kulağımın üzerine koyduğum
bir sırada (Yazım işi bittiği bir sırada)
bize savaşmamız emredildi. Resulullah (s.a.v.) kendisine vahyedilen emirlerle
meşguldü. O anda gözleri görmeyin birisi geldi "Ey Allanın Resulü benim
durumum ne olacak, ben körüm?" dedi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil
oldu. [134]
92- Cihada
çıkma maksadıyla binek vermen için sana geldikleri vakit "Sizi bindirecek
birşey bulamıyorum" dediğinde, harcayak birşey bulamadıklarına üzlüüp,
gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de sorumluluk yoktur."
Yine, cihada çıkmayan
şu kimselere de sorumluluk yoktur ki onlar, Allah yolunda savaşmak gayesiyle,
kendilerine teçhizat ve binek vermen için sana geldiler sen de onlara
"Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum." dedin. Bunun üzerine onlar,
Allah yolunda harcayacak bir şey bulamadıklarına üzülerek gözlerinden yaşlar
döküp geri dönmek zorunda kaldılar.
Mücahide göre bu
âyet-i kerime Müzeyne Kabilesinden "Mukarrin"in oğlullan hakkında
nazil olmuştur.
Abdurrahman b. Amr ve
Hucr b. Hucr'e göre ise bu âyet-i kerime, Jrbad b. Sâriye hakkında nazil
olmuştur,
Muhammed b. Kâ'b'a
göre ise bu âyet-i kerime, çeşitli kabilelerden olan yedi kişi hakkında nazil
olmuştur. Bunlar Amr oğullarından Salim b. Umeyr, Vâkıf oğullarından Haremî b.
Amr, Mazin oğullarından "Ebu Leyla" lakabıyla anılan, Abdurrahman b. Kâ'b,
Mualla oğullarından Selman b. Sahr, Harise oğullarından, Abdurrahman b. Yezid,
Seleme oğullarından Amr b. Ğanme ve Abdullah b. Amr el-Müzeni'dir.
Bunlar Resulullaha
gelmişler "Biz, savaşa çıkmayı adadık bize binek ver de seninle birlikte
savaşa katılalım." demişler. Resullah da onlara "Sizi bindirecek bir
şey bulamıyorum." cevabını vermiş. Onlar da ağlayarak dönüp gitmişlerdi.
Enes b. Mâlik'in
rivayetine göre bu kişiler hakkında Resulullah efendimiz, tebük seferinden
dönerken Medineye yaklaştığında şöyle buyunnuştur.
"Medine'de öyle
topluluklar var ki sizin yürüdüğünüz her mesafede ve aştığınız her vadide onlar
sizinle beraberdirler." Orada bulunan sahabiler "Ey Allanın Resulü,
onlar şimdi Medinede mi?" diye sorunca, Resullah "Evet onlar Medine'de,
onları özürleri orada hapsetti." Buyunnustur.[135]
93-
Sorumluluk sadece, zengin oldukları halde, cihada gitmemek İçin senden izin
isteyenlerdir. Onlar, geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Allah,
onların kalblcrini mühürlcmiştir. Onlar, bilmezler.
Evet, gerçek özür
sahiplerine günah yoktur. Günah, savaşa gitmeye güçleri yetecek kadar zengin
oldukları halde, cihaddan geri kalmak için senden izin istenleredir. Çünkü
bunlar, cihada katılamayan kadınlarla beraber olmayı kendilerine layık
görmüşlerdir. Kazandıkları günahlar sebebiyle Allah, onların kalb-lerini mü hü
dem iştir. Onlar, akıbetlerinin kötü olduğunu bilmezler. [136]
94- Savaştan
dönüp onlara geldiğinizde, sizden özür dilerler. Onlara de ki: "Özür beyan
etmeyin. Biz, asla size inanmıyoruz. Çünkü Allah bize, haberlerinizi bildirdi.
Allah da Peygamberi de amellerinizi yakında görecektir. Sonra, gizliyi de
açığı da bilen Allahın huzuruna çıkarılacaksınız. Yaptıklarınızı size haber
verecektir."
Cihaddan geri kalan bu
münafıklar, seferden döndüğünüz zaman sizden özür dilerler. Ey Muhammed onlara
de ki: "Hiç özür dilemeyin, söylediklerinize asla inanmıyoruz. Çünkü
Allah, sizin durumunuzu bize bildirdi. Daha sonra Allah ve Resulü ne
yapacağınızı görecektir. Münafıklığınızdan vaz mı geçeceksiniz yoksa onda
ısrar mı edeceksiniz? Sonra, görülen ve görülmeyen her şeyi bilen Allahın
huzuruna çıkarılacaksınız. O, size, yaptıklarınızı haber verecek ve herkese
amellerinin karşılığını gösterecektir. [137]
95- Cihaddan
döndüğünüzde, kendilerini bırakmanız için, Allaha yemin edeceklerdir. Onlardan
yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. İşledikleri günahın cezası olarak varıp
kalacakları yer cehennemdir.
Siz, cihaddan
döndüğünüz zaman, bu münafıklar, kendilerini ayıplamanız için, sizi ikna etmek
maksadıyla AlJaha yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Onları, tercih
ettikleri inkarcılık ve nifakla başbaşa bırakın çünkü onlar necistirler.
İşledikleri günahlar sebebiyle varacakları yer, cehennemdir.
Bu âyetin izahında
Abdullah b. Abbas diyor ki: "Resulullaha denildi ki: Sanlarla (Rumlarla)
savaşmaz mısın? Belki de sen Rumların liderinin kızını esi-rahrsın. Çünkü onlar
güzeldir." Bunun üzerine iki adam şöyle dediler "Ey AUa-hın Resulü,
biliyorsun ki kadınlar fitnedir. Sen bizleri, onlar yoluyla baştan çıkarmış olma.
Bize (cihada katılmamak için) izin ver." Bunun üzerine Resulullah o
ikisine de izin verdi. Bunlar oradan ayrılıp gidince biri diğerine şöyle dedi.
"Bu, ancak ilk yiyeni yiyeceği bir yağdır."
Resulullah yoluna
devam etti. Bu gibi izin isteyenler hakkında ona bir şey nazil olmadı. Ancak
yolun bir kısmini yürüyüp bazı suların başına varınca Resulullaha şu âyetler
indi. "Eğer cihad, kolaylıkla elde edilecek bir dünya me-faati ve
istenilen bir yolculuk olsaydı elbette sana uyarlardı..." Allah seni affetsin.
Doğru söyleyenleri bilmeden cihada çıkmamalarına niçin izin verdin?.. AlIaha ve
âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad etmemek için-senden
izin istemezler. [138]ayetleri ve
"Onlardan" yüzçevirin. Çünkü onlar murdardılar. İşledikleri günahın
cezası olarak varıp kalacakları yer, Cehennemdir." âyetleri nazil oldu.
Resulullah iie birlikte cihada katılanlardan bir adam geri kalan bu adamlara
gitti ve dedi ki: "Biliyormusunuz, sizden sonra Resullah'a Kur'an âyetleri
indi?" Onlar da dediler ki "Ne duydun?" O da dedi ki
"Bilmiyorum ama âyetin, "Şüphesiz ki onlar murdardılar"
dediğini işittim. "Bunun üzerine savsa katılmayan kişilerden
"Mahşi" diye isimlendirilen bir adam diğerlerine dedi ki
"Vallahi ben, sizinle birlikte geride kalmaktansa bana yüz sopa vurulmasını
isterdim." Sonra çıkıp Resulullahın yanına gitti. Resulullah ona:
"Seni buraya getiren sebep nedir?" dedi. O da "Resulullahın
yüzünü rüzgar yakarken ben güneş görmeyen yerde mi oturup kalayım?" Bunun
üzerine Allah teala bu ayetleri indirdi. "Onlardan bazısı, Peygambere
"Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyordu'[139]âyeti
ve "Bu sıcakta savaşa çıkmayın." dediler[140]
âyeti nazil oldu. "Vallahi ben, sizinle birlikte savaşa gitmemektense bana
yüz sopa vurulmasını isterdim." diyen kimse hakkında da şu âyet nazil
oldu. "Münafıklar aleyhlerine bir sure inip kalblerinde gizlediklerini
haber vereceğinden korkuyorlar[141]
Resuiullah ile birlikte bulunanlardan bir münafık ta, müminleri kastederek
şöyle dedi: "Şayet bunlar, söyledikleri gibi iseler bizde hiçbir hayır
yoktur." Bu kişinin sözü Resuhıllaha ulaştı. Resulullah onu çağırıp
"Duyduğum bu sözün sahibi sen misin?" dedi. O kişi de: "Sana
kitabı indirene yemin olsun ki, hayır!" diye cevap verdi. Allah, bunun
hakkında da "Onlar, söylemediklerine dair Aİlah a yemin ettiler. Halbuki
onlar, kâfirliğe götüren sözü söylediler. [142]
âyetini ve "İçinizde onları dinleyenler de vardır. Allah, zalimleri çık
iyi bilir." âyetlerini indirdi[143]
Tebük seferinden geri
kalan, Kâ'b b. Malik'in oğlu Abdullah b. babası Kâ'b b. Malikin bu âyet nazil
olduktan sonra şunları söylediğini rivyat etmiştir.
"Allah beni
hidayete kavuşturduktan sonra Resulullaha karşı doğu söylemeden daha büyük bir
nimet lütfetmedi. Yalan söyleyip te, yalan söyleyenler gibi bu âyetin beyan ettiği
üzere helak olmadım[144]Kâ'bın
korkusu âyet-i kerimenin, yalan söyleyenleri, "Onlar murdardılar"
şeklinde vasıflandırınasındandır. [145]
96-
Kendilerinden razı olmanız için size yemin cdcrlcr.Siz onlardan razı olasınız
da şüphesiz ki Allah, fûsıklar güruhundan razı olmaz.
Onlar, sizin gönlünüzü
almak için yemin ederler. Sizin gönlünüz onlardan hoşnut olsa bile, Allah
onlardan razı olmaz. O halde Allanın kendilerinden razı olmadığı kişilerden siz
de razı olmayın, onlarla münasebette bulunmayın. [146]
97-
Bedeviler, inkâr ve iki yüzlülük yönünden daha fenadırlar ve AI-lahın,
Peygamberine indirdiği dini hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha müsaittirler.
Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Araplar, çölde yaşayan
insanlara "Bedevi" derler. Bu insanlar genellikle şehirlerde yaşayan
âlimlerden uzak kaldıkları, takva sahbi salih kişilerle münasebetleri olmadığı
ve eğitimden uzak oldukları için, katı kalbli, sert mizaçlı olarak yetişirler.
İslama karşı çıkmalannda da bu halleri önemli bir rol oynamıştır. [147]
98-
Bedevilerden bir kısmı da, Allah yolunda harcandığını bir ziyan sayar, başınıza
bir felaket gelmesini bekler. Şiddetli felaket onların başına gelsin. Allah,
her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
Bedevilerden bazıları
da vardır ki, müşriklere karşı cihad etmek için veya bir müslümana yardım etmek
için yahut da Allanın emrettiği herhangi bir yöne vermek, için harcadığı
mallarını bir zarar sayar. Ondan bir sevap beklemediği gibi onun, kendisinden
bir cezayı uzaklaştırdığına da inanmaz. Onlar, sevmediğiniz birşeyin, başınıza
gelmesi, sevdiğiniz bir kimsenin sizclen uzaklaşması ve düşmanınızın size galip
gelmesi gibi felaketlerin sizlere gelmesini beklerler. Felaketler sizin değil
onların başına gelsin. Allah, kendisine yalvaranların duasını çok iyi işiten
ve kimlerin,azaba uğrayacaklarını çok iyi bilendir.
İbn-i Zeyd diyor ki:
"Bu âyette zikredilenler Bedevilerin münafıklarıdır. Bunlar, kendilerine
karşı savaş açılacağı korkusuyla, gösteriş için mallarını harcıyorlardı. Bu
itibarla harcadıklarının kendileri için, zarardan başka bir şey olmadığına
inanıyorlardı. [148]
99-
Bedevilerden bir kısmı da Aliaha ve âhiret gününe iman edcr.Harcadığmı, Allah
katında yakın dereceler elde etmeye ve Peygamberin dualarını almaya vesile
sayar. İyi bilinmelidir ki, bu onlar için, Aliaha bir yakınlık vesilesidir.
Allah onları yakında rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan
ve çok merhamet edendir.
Bedevilerden bazıları
da vardır ki, AHahı tasdik ederler, onu birliğini ikrar ederler. Öldükten sonra
dirilmeye, sevap ve cezaya iman ederler. Müşriklere karşı cihad etmek için ve
Resulullahın seferleri için harcadıkları mallardan, Allanın rızasına erişmeyi,
sevgisine nail olmayı ve Peygamberin dua ve affına mazhar olmayı isterler. İyi
bilin ki, Peygamberin onlara dua etmesi ve onlar için af dilemesi, onlan Aliaha
yaklaştıran bir vasıtadır. Onların harcamaları da bir vasıtadır. Allah onları,
rahmetinin içine koyup cennetine katacağı kimselerden yapacaktır. Şüphesiz ki
Allah, onların işlediği kusurları affeden, tevbe etmelerinden sonra azaplarını
düşürüp merhamet edendir.
Mücahid diyor ki:
"Bu âyette ziklredilen Bedeviler, Müzeyne kabilesinden
"Mukarrin"in oğullarıdır. Şu âyet de bunların hakkında nazil
olmuştur: "Cihada çıkma maksadıyla binek vermen için Sana geldikleri
vakit" Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğinde harcayacak bir
şey bulamadıklarına üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de
sorumluluk yoktur. [149]
100- İki
iman eden muhacirler ve Enser ile, iyilik yaparak onlara tabî olanlardan Allah
razı oldu. Onlar da Allatılan razı oldular. Allah onlar için altından ırmaklar
akan cennetler hazırlamıştır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük
kurtuluş budur.
Aliaha ve Resulüne
iman etmeye ilk önce koşan muhacirlerle düşmanlarına karşı Resulullaha yardım
eden Ensar4dan bir de Allah ve Resulüne iman etmede, Darülharbi bırakıp
Darülislama hicret etmede bunlara uyanlardan Allah razı olmuş, bunlar da
Allah'dan razı olmuşlardır. Zira bunlar Allanın emir ve yasaklarını tutmuşlar,
Allah da bunların iman ve itaatlarına karşı kendilerine bol-sevaplar vermiş ve
onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar orada ebedi
olarak kalacaklardır.? Ne ölecekler ne de oradan çıkarılacaklardır.
Ayet-i kerimde
zikredilen "İlk hicret edenler"in kimler olduğu hakkında iki görüş
zikredilmektedir.
Şa'bî'nin naklettiği
bir görüşe göre bunlar, Hudeybiye musalahasmdaki "Bey'at-i Rıdvan"a
katılan ve o ân'a kadar hicret etmiş olanlardır.
Ebu Musa el-Eş'arî,
Saîd b. El-Müseyyeb, Muhammed b. Kâ'b, Hasan-ı Basrî ve Katade'den nakledilen
diğer bir görüşe göre ise bunlar, iki kıbleye karşı yani, daha önce kıble olan
Mescid-i Aksâ'ya ve sonra da Kabe'ye karşı namaz kılan sahabîlerdir.
Muhammed b. Kâ'b
el-Kurezi diyor ki: "Ömer b. el- Hattab, "İlk iman eden muhacirler ve
Ensar ile, iyilik yaparak onlara tabi olanlardan Allah razı oldu. Onlarda
Allahtan razı oldular." âyetini okuyan bir kişinin yanından geçti. Ömer
onun elinden tutup "Bunu sana kim okuttu?" diye sordu. O da:
"Übey b. Kâ'b" dedi. Ömer: "Benden ayrılma seninle birlikte ona
gidelim" dedi. O kişiye vannca Ömer ona: "Buna bu âyeti bu şekilde
sen mi okuttun?" diye sordu. O da: "Evet" dedi. Ömer "Sen
bunu Resulullahtan mı duydun?" dedi. Übey "Evet" dedi. Ömer
"Ben sanıyordum ki biz, bizden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mertebeye
ulaştırıldık" Bunun üzerine Übey dedi ki: Bu âyetin manasım ifade eden
diğer âyetler de vardır. Onlar da: "Cuma suresinin: "Allah bu
peygamberi bunlara kavuşmamış kimselere de göndermiştir. O, her şeye galiptir,
hüküm ve hikmet sahibidir." [150]âyeti,
Haşr suresinin: "Muhacirlerden ve Ensardan sonra gelen müminler şöyle dua
ederler "Ey rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi
bağışla"[151] (Ğâyeti ve Enfal
suresinin, "Daha sonra iman edip hicret edenler ve sizinle beraber cihad
edenler, işte onlar da sizdendir. [152] âyetidir. [153]
101-
Çevrenizdeki Bedevilerden münafıklar olduğu gibi, bizzat Medine halkından da
münafıklığı huy edinenler vardır. Ey Peygamber onları sen bilmezsin, biz
biliriz. Yakında onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba
uğratılacaklardır.
Medine'nin çevresinde
bulunan Bedevilerden münafıklar olduğu gibi bizzat Medine halkından da
münafıklığı âdet edinen ve onu sürdüren kimseler de vardır.Bunlar, münafıklıkta
devam ederler, tevbe edip ondan vaz geçmezler. Ey Muhammed.sen Bedevilerden ve
Medine halkkından olan bu münafıktan bilmezsin. Bunlann kimler olduklarını
ancak bizler biliriz. Biz onlan, dünyada iken, rezil etme, aç bırakma,
müslümanlann eliyle öldürme, kalblerine korku salma, felaketlere uğratma,
îslamî cezalan uygulama, kendilerini kızdırma gibi azaba ve kabir azabına
uğratacağız. Sonra da âhirette büyük bir azap olan cehennem azabına
götürüleceklerdir.
Âyet-i kerimede
münafıklann, Resulullah tarafından bilinmeyecekleri ancak A*lah tarafından
bilinecekleri beyan edilmektedir. Bu hususta Katade diyor ki: "Ne oluyor
bir takım insanlara ki, kendilerini bazı insanlann ne olacaklannı bilmeye
zorlarlar. "Falan cennetliktir" "Filan cehennemliktir."
derler. Bunlardan birine, kendisinin ne olacağım sorduğunda ise
"Bilemiyorum" der. Yemin olsun ki sen, kendi amelini diğer insanların
amelinden daha iyi bilirsin. Sen başkalan-nın ne olacağım bileceğini iddia
etmenle senden önceki Peygamberlerin dahi kendilerini zorlamadıkları bir şeye
kendini zorlamış oluyorsun. Çünkü Hz. Nuh, kendisine tabi olan kimseler
hakkında şöyle demiştir. "Onların ne yaptıklarını ben ne bileyim? [154] Hz. Şuayb da, kavmi için şöyle demiştir:
"Eğer iman ediyorsanız, Allahın geriye bıraktığı şey sizin için daha
hayırlıdır. Ben sizin üzerinize bekçi değilim.'[155]
Allah teala bu âyette
de Resulullaha, "Onlan sen bilmezsin, biz biliriz." buyurmuştur.
Ayet-i kerime'de
"Yakında onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba
uğratılacaklardır." Duyurulmaktadır.
Müfessirler, âyetin
sonunda zikredilen "Büyük azap"tan maksadın, Cehennem azabı olduğu
hakkında" ittifak etmişler, ondan önce zikredilen "İki azap"tan
neyin kastedildiği hususunda ise farklı görüşler zikretmiş]erdir. Bu iki
azap'tan birinin, kabir azabı olduğu, Abdullah b. Abbas, Ebu Malik, Mücahid,
Katade, Hasan-ı Basri, İbn-i Cüreyc ve İbn-i İshak'tan nakledilmiştir. Bunun,
öldürülme ve cehennemde yapılan ilk azap olduğunu söyleyenler de vardır.
Bu iki azap'tan bir
diğerinin hangi azap olduğu hususunda birçok görüş zikredilmiştir.
Abdullah b. Abbas ve
Ebu Malik'e göre bu azap'tan maksat, münafıklann, isimleriyle belirtilerek
rüsvay edilmeleridir. Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki:
"Resulullah, bir Cuma günü hutbe okuyordu. Hutbesinde: "Ey filan çık
dışarı çünkü sen münafıksın. Ey filan çık dışan çünkü sen münafıksın"
buyurdu. Münafıklardan bazı insanları mescitten çıkardı, onları rezil etti.
Onlar mescitten çıkarken Ömerle karşılaştılar. Ömer, Cumaya yetişemediğinden
utanarak onlardan gizlendi. Çünkü o, insanların, Cumayı kılıp dağıldıklarını
zannetmişti. Münafıklar da, ömerin, durumlarını bileceğinden utanarak onlar da
ondan gizlendiler. Çünkü onlar, Ömerin, onların halini bildiğini
zannetmişlerdi. Ömer gelip mescide girdi. Bir de ne görsün, insanlar henüz
namaz kılmamışlar. Müslümanlardan bir adam ona: "Müjde ey Ömer, Allah
bugün münafıkları açığa çıkanp rezil etti." dedi. İşte münafıkların
gördükleri ilk azap bu idi. İkinci azap ise kabir azabı'dır.
Mücahid ve Ebu
Malikten nakledilen ikinci bir görüşe göre bu iki azaptan biri de
"Açhk"tır. Yahyaya göre, kalblerine giren korkudur. Katade, Hasan-ı
Basri ve İbn-i Cüreyce göre dünyada görecekleri herhangi bir azap'tır. Bu azap
dünyada yakalancakları herhangibir hastalık olabilir. Nitekim peygamber efendimiz,
Huzeyfetül Yeman'a, sahabilerinden on iki kişinin münafık olduklarını,
bunlardan bazılarının yakalanarak öleceklerini beyan etmiştir.
Ammar b. Yâsir diyor
ki:
"Huzeyfe bana
ResuluIIahm şöyle buyurduğunu haber verdi: "Sahabileri-min içinde on iki
münafık vardır. Onlardan sekizi, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete
girmeyeceklerdir. Bu sekiz kişiden cehennem ateşinden kaynaklanan ve
omuzlarında görünüp göğüslerinde dahi kendisini gösteren çıbanlar çıkacak. Seni
onların şerrinden kurtaracaktır. [156]
Taberinin rivayetinde,
bu on iki kişiden altısının, zikredilen bu çıbanla öl--çekleri, altısının da
nonnal ölümde ölecekleri rivayet edilmektedir.
Katade devamla diyor
ki: "Bize anlatıldığına göre Ömer b. eMlattab (r.a.) bu on iki kişiden birisi
olduğunu zannettiği kişilerden biri ölünce Huzeyfe bakarmış, o onun cenaze
namazını kılarsa Ömer'de kılarrmş, yoksa kalmazmış. Yine bize anlatıldığına
göre Ömer, Huzeyfeye şöyle demiştir: "Allah hakkı için söyle bana ben de
onlardan mıyım?" Huzeyfe'de demiştir ki: "Allah'a yemin olsun ki,
sen onlardan değilsin. Ancak senin dışında herhangibir kimsenin nifaktan uzak
olduğuna garantim yoktur."
İbn-i Zeyde göre ise,
münafıkların, dünyada görecekleri azaplardan birinden maksat, onların,
mallanna ve evlatlarına gelen felaketlerdir. Nitekim bu hususta Allah teala
"Onların mallan ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla dünya
hayatında onlara azap etmeyi diler. [157]buyurmuştur.
Abdullah b. Abbas'tan
nakledilen diğer bîr görüşe göre, dünyadaki bu azaptan maksat, İslam ceza
hukukunun kendilerine tatbik edilmesidir.
Hasan-ı Basriye göre
kendilerinden zekât alınmasıdır. İbn-i İshaka göre ise, kalblerine kızgınlık ve
öfkelerin sokulmasıdır.
Taberi diyor ki:
"Bana göre doğru olan söz Şudur" Allah teala, bu münafıklara iki
kere azap edeceğini bildirmiş ancak bu azapların neler olacağına dair-bize
herhangi bir delil vermemiştir. Bu azapların Yukarıda zikredilenlerden bazılarının
olması mümkündür. Ancak, âyetin sonunda, münafıkların büyük bir azaba uğratılacakları
beyan edildiğinden bundan önce zikredilen iki azabın dünyada görüleceği ortaya
çıkmaktadır. Dünyada görülecek bu azaplardan birinin de kabir azabı olması
büyük bir ihtimaldir. [158]
102-
Günahlarını itiraf eden diğerleri de vardır. Bunlar, kötü amelle iyi ameli
birbirine karıştırdılar. Umulur ki Allah, onların tevbelerini kabul cdcr.Çünkü
Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Medine halkından,
nifak üzere devam edenler bulunduğu gibi onlardan, günahlarını itiraf edenler
de vardır. Bunlar, Resulullah ile birlikte cihada çıkmama kötü amellerini,
günahlarından tevbe etme iyi amellerine karıştırmışlardır. Allah bunların
tevbelerini kabul edecektir. Zira Allah,kullanm çokça affeden ve çok merhametli
davranandır.
Âyet-i kerime'de geçen
ve "Umulur ki" diye tercüme edilen ( , kelimesi, Allah teala için
kullanıldığında "Muhakkak ki" manasını ifade eder. Bu nedenle âyette
zikredilen kimselerin günahlarının affedileceği vaadedilmiştir.
Haccac b. Ebi Zî'b
diyorki: "Ben Ebu Osman'ın şöyle söylediğini işittim", "Bana
göre Kur'anda bu ümmet için bu âyetten daha fazla ümit veren bir ayet
yoktur."
Semüre b. Cündeb,
Resulullahın, bu âyetin izahında şunları buyurduğunu rivayet edmi§tir:
"Bu gece rüyamda
bana iki kimse geldi .Beni alıp altın ve gümüş kerpiçlerden yapılmış bir şehre
götürdüler. Bizi, vücutlarının yansı gözle görebileceğin en güzel bir şekilde
diğer bir yansı da yine gözle görebileceğin en çirkin şekilde olan adamlar
karşıladı. O iki kimse o adamlara dediler ki; "Gidin, kendinizi şu nehire
atın." Onlar da gidip kendilerini o nehre attılar. Sonra dönüp bize
geldiler. Onlarda olan o kötü durum gitmişti. Onlar, en güzel bir sekile girmişlerdi.
O iki kişi bana dediler ki: "İşte bu, Adn cennetidir. Şu da senin makamındır."
Yine dediler ki: "Yanlan güzel, diğer yarılan çirkinolan o insanlara gelince
onlar, salih amellerine kötü ameleri katanlardır. Allah onlannkusurlanni
ba-ğışladı. [159]
Müfessirler, bu âyet,i
kerimenin kimler hakkında indiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a-
Abdullahb. Abbas'a göre bu âyet, içlerinde Ebu Lübabe'nin de bulunduğu on kişi
hakkında nazi! olmuştur. Bunlar, Tebük seferinde Resululİaha katılmayıp geride
kalmışlardır. Ebu Lübabe dahil, bunlardan yedi tanesi, yaptıkla-nna pişman
olarak kendilerini, mescid-i Nebevi'nin direklerine bağlamışlardır.
Resulullah savaştan
dönüp kendilerini affedip çözmedikçe kendi kendilerini çözmeyeceklerine yemin
etmişlerdir. Resulullah dönünce bunların niçin böyle yaptıklarım sormuş,
durumları ona anlatılmıştır. Resuluîlah da: "Allah onların özürlerini
kabul etmedikçe ben de kabul etmeyeceğim ve onlan çözmeyeceğim. Çünkü pnlar,
benim emrimden yüz çevirdiler, müslümanlarla savaşa çıkmayıp geride
kaldılar." buyurmuş onlar da "Allah bizi çözmedikçe biz de kendimizi
çözmeyeceğiz" diye yemin etmişler nihayet bu âyet inmiş, onlann
tevbelerinin kabul edildiği beyan edilmiş Resulullah da onlan serbest bırakmış
ve özürlerini kabul etmiştir.
b- Abdullah
b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bunlar altı kişidir, Ebu Lübabe,
dahil üçü, kendilerini mescidin direklerine bağlamışlardır.
c- Zeyd b.
Eslem'e göre bunlar sekiz kişidir.Kendilerini direğe bağlayanlar, Kerdem,
Mirdas ve Ebu Lübabe'dir. Said b. Cübeyre göre de bunlar, Hilal, Ebu Lübabe,
Kerdem, Mirdas ve Ebu Kays'dır.
d- Katadeye
göre bunlar yedi kişidir. Salih amel ile kötü antetleri birbirine kanştıranlar
bunlardan dördü'dür. Bunlar da Cedd b. Kays, Ebu Lübabe, Haram ve Evs'dir.
e-
Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyeti kerime yalnız Ebu Lübabe
hakkında inmiştir. Ebu Lübabe, muhasara altında bulunan Kureyza oğlu
Yahudilerinin yanından geçerken eliyle bağazına işaret etmiş, Sa'd b. Mua-zın
hakemliğini kabul etmeleri halinde kesileceklerini anlatmak istemiştir Bunun
üzerine Ebu Lübabe, kendisini mescidin direklerinden birine bağlamış, tev-besi
kabul edilinceye kadar kendisini çözmeyeceğine yemin etmiştir. Bu âyet-i .
kerime inmiş, Ebu Lübabe'nin tevbesinin kabul edildiğini bildirmiştir.
f- Zühriye
göre ise bu âyeti kerime sadece Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur amma, Kureyza
oğlu Yahudilerinin hadisesinden dolayı değil Tebük savaşına katılmamasından
dolayı nazil olmuştur.
Taberi diyorki:
"Bu âyetin nüzul sebebi hakkında doğru olan görüş şudurO "Bu âyet,
Resulullahın Tebük seferinde çıktığı zaman, onunla beraber cihada çıkmayan ve
geride kalan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Bunlardan biri de Ebu
Lübabe'dir. Bu âyetin, yalnız Ebu Lübabe hakkında indiğini söylemek doğru
değildir. Zira âyette, "Günahlarını itiraf eden diğerleri de vardır."
Duyurulmakta ve günahlannı itiraf edenlerin çok kimseler olduğu beyan edilmektedir.
Nitekim, sîret âlimleri de bunun, Tebük seferinden geri kalan bir
top-lulukhakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir. [160]
103- Ey
Peygamber, onların mallarından sadaka al ki bununla onları manevî kirlerden
temizlemiş ve derecelerini yüceltmiş olasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan
onlar için bir huzur kaynağıdır. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi
bilendir.
Peygamber efedimiz
(s.a.v.) zekâtım getirip teslim edene hayır duada bulunurdur. Abdullah b. Ebi Evfa diyor ki:
"Bir kimse
zeâktını Resulullaha getirdiğinde onun Resuiullah onlara dua ederdi. Babam da
zekâtım Resulullaha getirdiğinde için de "Ey Alanım sen Ebi Evfa ailesine
merhamet eyle." diye duada bulundu. [161]
Abdullah b. Abbas'dan
rivayet edildiğine göre cihaddan geri kalan Ebu Lübabe ve arkadaşları daha
sonra cihaddan geri kalmalarına pişman olmuşlar ve kendilerini Mescid'in
direğine bağlayarak, Allah tarafından affedilinceye kadar kendilerini
çözmeyeceklerine yemin etmişlerdi. Allah teala bunların tevbelerini kabul etmiş
onlar da kendilerini bağladıkları direkten çözmüş ve mallarını getirip
Resulullaha vermek istemişler ve ona "Ey AHahm Resulü, işte mallarımız,
bunları al sadaka olarak dağıt ve bizim için af dile." demişlerdi.
Resulullah da "Ben, sizin mallarınızdan bir şey almakla
emrolunmadım." buyurmuş bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olmuş.
Resulullah da onların mallarından bir kısmını alıp dağıtmıştır. [162]
104- Onlar
bilmediler mi ki? kullarının yaptığı tevbeyi ancak Allah kabul eder,
sadakalarını da ancak o kabul eder .Ve Allah, tevbeleri çokça kabul edendir,
çok merhametli olandır.
Bu âyet-i kerime,
Tebük seferine katılmayanları tevbe etmeye, sadaka vermeye, tevbe ve
sadakalarında da samimi olmaya teşvik etmektedir. Çünkü tevbe ve sadaka,
günahların affedilmesine, kişilerin, manevî kirlerden temizlenmesine sebep
olmaktadır.
Abdullah b. Mes'ud, bu
âyetin izahında şunu söylemiştir: "Hiçbir kimse bir sadaka vermez ki,
dilencinin eline konulmadan Allanın eline konulmuş olmasın." Sonra
Abdullah b. Mes'ud "Onlar bilmediler mi ki, kulların yaptığı tevbeyi
ancak Allah kabul eder. Sadakalarını da ancak o alır." âyetini okudu.
Verilen sadakanın,
Allah katında ne kadar sevap olduğunu belirten bir hadis-i şerifte de
Resulullah şöyle buyurmuştur:
"Allah, verilen
sadakayı kabul eder. Onu sağ eliyle alır ve sizden birini-zin.tayını beslediği
gibi onu büyütür. Öyle ki, bir lokma, Uhut dağı gibi olur. Bunu, Aziz ve celil
olan Allanın kitabında doğrulayan âyetler şunlardır: "Onlar bilmedilermi ki,
kulların yaptığı tevbeyi ancak Allah kabul eder. Sadakalarını da ancak Allah
alır." "Allah, faizi mahveder, sadakaları ise artırır. [163] [164]
105- Ey
Muhammed de ki: "Çalışın. Yakında Allah, Peygamberi ve müminler,
yaptığınız işleri görecektir. Sonra da gizli ve açık olanı bilen Al-lahın
huzuruna çıkartacaksınız. Yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ey Muhammed, cihaddan
geri kalan ve günah işlediklerini itiraf eden bu insanlara de ki: "Siz,
Allahı razı edecek ameller işleyin. Sizin böyle ameller işlediğinizi, Allah,
Resulü ve müminler göreceklerdir. Ve sizler, kıyamet gününde gizliliklerinizi
de gizli olmayan şeylerinizi de bilen Alllahm huzuruna çıkarılacaksınız. O,
size ne yaptığınızı bildirecek ve size, yaptığınızın karşılığını verecektir. [165]
106- Savaştan
geri kalan diğer bir kısım İnsanların durumu ise, Alla-hın hükmüne
bırakılmıştır. Onlara ya azap eder veya tevbclerini kabul eder. Allah, her şeyi
çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu âyet-i kerime, daha
sonra gelen yüz on sekizinci âyette zikredilen üç kişiye işaret etmektedir.
Bunlar Kâ'b b. Malik, Mürare b. Rebi1 ve Hilal b. Ümeyye isimli sahabilerdir.
Bu sahabiler, bir çok savaşa katılmalarına rağmen Tebük seferinden geri
kalmışlardır. Bu sebeple Resulullah (s.a.v.) kendileriyle konuşulmasını
yasaklamış ve durumlarını Allah'a havale etmiştir. Yüzon sekizinci âyette
bunların tevbelerinin kabul edildiği bildirilmiştir. [166]
107- Zarar
vermek, înkâr-etmek, müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah ve
Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak için bir mecsid
yapanlar "Biz, sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ederler.
Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar.
Peygamberin meesidine
zarar vermek, Allanın Peygamberine karşı gelip Allahı inkâr etmek, müminler
topluluğunun arasını açmak, daha önce Resululla-ha karşı savaşan Ebu Âmir
el-Fâsık'a gözetleme yeri hazırlamak için özel bir mescid yapanlar "Biz
bunu yapmakla ancak iyilikte bulunmak ve Müslümanların sıkıntılarını gidermek
istiyorduk." diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar
yalancıdırlar.
Said b. Cübeyr,
Mücahid, Urve b. Zübeyr, Katade ve diğerlerinden rivayet edildiğine göre
Medinede Hazreç kabilesine mensup EbÛ Âmir adında bir adam vardı. Bu adam,
cahiliyye döneminde Hıristiyanlığı kabul etmiş ve ehl-i kitaba ait birçok
kitapları okuyarak ta Papaz olmuştu. Bu adamın, kabilesi nez-dinde büyük bir
itibarı vardı. Resulullah (s.a.v.) Medineye hicret etmiş, çevresinde
Müslümanlar çoğalmış ve Müslümanlar Bedir savaşıyla da müşriklere karşı büyük
bir zafer elde etmişlerdi. İslâm'ın ve müslümanlarin güçlenmesi ve Hazreç
kabilesinden birçoklarının MüsÜlman olması karşısında Ebû Âmir Re-sullaha ve
İslama kin beslemey başladı. Resulullah onu İslama davet etti* kendisine
Kur'an okudu fakat o, Müslümanlığı kabul etmemekte ısrar etti. Resululla-ha
karşı düşmanlığını açığa vurdu. Medine'de tutunamayarak Mekke'ye kaçtı. Orada,
bütün mişrikleri ve Arap kabililelerini Müslümanlara karşı kışkırttı. Uhud
savaşı için yapılan hazırlıklara katıldı ve bizzat savaşa da iştirak ettti. Savaştan
sonra İslamın gittikçe güçlendiğini görünce bu defa Bizans İmparatoru
Herakliyüs'a giderek, Resulullah'a karşı kendisine yardım etmesini istedi. Ve
bir müddet orada kaldı. İşte orada bulunduğu sırada, Medine'de bulunan kendi taraftarı
münafıklara mektup yazarak, yakında büyük bir güçle Medine'ye geleceğini,
kendisi için orada bir karargâh ve gözetleme yeri yapmalarını istedi. Bunun
üzerine taraftarları Küba Mecsidi'nin yakınında bir Mescit yaptılar.
Resulullah Tebük
seferine çıkarken, Ebu Âmirin adamları olan münafıklar, Müslümanlar nezdinde
bir meşruiyet kazandırmak için kendisini bu mescitte namaz kılmaya davet
ettiler. Bu mescidi, âcizler ve sakatlar için yaptıklarını söylüyorlardı.
Resuîullah onlara "Şu anda sefere çıkıyoruz, inşallah dönerken."
cevabını verdi.
Tebük seferinden
döndüğünde Medine'ye yaklaşırken Cebrail Aleyhisse-lam geldi ve bu mescid'in
Mescid-i Dırar yani, Müslümanlara zarar vermek için kurulmuş bir Mescid
olduğunu, bunu yapanların, sadece inkarcılık ve bölücülük için yaptıklarını
bildirdi. Bunun üzerine Resulullah, daha Medine'ye varmadan adamlar gönderip
mescidi yıktırdı. İşte âyet-i kerime'nin nüzul sebebi bu olaydır ve bu fitneyi
açıklamaktadır.
Zühri, Yezid b. Rûman,
Abdullah b. Ebibekr, Âsim b. Ömer b. Katade ve diğer raviîerin naklettiklerine
göre Resulullah Tebükten dönerken, Medineye yakın bir mesafede bulunn
"Zîevan" denen yerde konakladı. Orada Resuluîîaha,
Dırar mescidinin
gerçek yüzünü beyan eden haber ulaştı. Bunun üzerine Resu-lullah, Seleme b. Avf
oğullarının kardeşliği olan Mâlik b. Duhşum'u ve Aclan oğullarının kardeşliği
olan Maan b. Adiy veya kardeşi Âsim b. Adiy'i çağırdı. Onlara, "Halkı
zalim olan bu mescide gidin. Onu yıkın ve yakın" dedi. Onlar da çıkıp
hızlıca gittiler Mâlik b. Duhşum'un kabilesi olan Salim b. Avf oğullarına
varınca Mâlik, Maan b. Adiy'e dedi ki: "Beni bekle, Ailemden ateş alıp
geleyim." Ailesine gitti, bir hurma dalı aldı. Onu yaktı. İkisi birden
koşarak Mescidi Dırara girdiler. Orada Dirar cemaati bulunuyordu. Bu iki kişi,
mescidi yaktılar. Kalanın yıktılar. İçinde bulunanlar da dağılıp gittiler. İşte
bunlar hakkında Kur"amn bu âyeti nazil oldu. Bu mescidi yapanlar on iki
kişiydi. Bunlar, şu kimselerdi:
- Amr b. Avf
oğullarından, Hizam b. Halid B. Ubeyd, Mescid-i Dırann yerini bu kişi vermişti.
- Ubeyd oğullarından,
Sa'lebe b. Hâtıb.
- Dubey'a b. Zeyd
oğullarından Muattıb b. Kuşeyr,
- Dubey'a b. Zeyd
oğullarından Ebu Habibe b. el-Ez'ar,
- Amr b. Avf
oğullarından olan Sehl b. Huneyfin kardeşi, Abbad b. Hu-neyf.
- Câriye b. Âmir, Bu
da Dubey'a oğullarmdandır.
- Cariye b. Âmir'in
oğlu, Mücemma' b. Câriye,
- Zeyd b. Câriye
- Dubey'a oğullarından
olduğu söylenen Bahtec veya Bahsec,
- Dubey'a oğullarından
Bicad b. Osman
- Nebtel b. el-Hâris,
Bu da Dutıey'a oğullanndandı.
- Vedia b. Sabit. Bu
da Ümeyye oğullarına nisbet eldilmiştir.
Leys demiştir ki:
"Şakiyk, Âmiroğulİannın mescidinde namaza kavuşamamış. Ona denilmiş ki:
"Filan oğullarının mescidinde henüz namaz kılınmadı." O da demiştir
ki: "Ben orada namaz kılmak istemiyorum. Çünkü, o zarar vermek için
yapılmıştır. Her zarar vermek için veya gösteriş için yahut şan şeref için
yapılan mescid, mescid-i Dırar hükmündedir." [167]
108- Ey
Muhammcd,bu mescitte asla namaza durma. Şüphesiz ki başlangıcından itibaren,
takva üzere kurulan mescitte namaz kılman daha hayırlıdır. O mescitte,
temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah, kendilerini temizleyenleri sever.
Ey Muhammed,
münafıkların, müminleri bölmek, Allaha ve Resulüne karşı savaşan kimseye
gözetleme yeri hazırlamak maksadıyla yaptıkları mescid-i Dırarda hiçbir zaman
namaz kılma. İlk gününden itibaren, Allah'tan korkma ve ona itaat etme
düşüncesiyle yapılan mescid-i Nebevide namaz kılman daha hayırlıdır. Takva
üzere yapılmış olan bu mescidin çevresinde, tevbe ederek manevi kirlerden, su ile
taharet ederek te maddi kirlerden temizlenmek isteyen kişiler vardır. Allah,
kendilerini temizleyenleri sever.
Müfessirler, âyet-i
kerimede zikredilen ve "İlk gününden itibaren takva esası üzere kurulan
mescit'den hangi mescidin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Ebu Said el-Hudri ve Said b. el-Mü-seyyeb'e göre bu
mescitten maksat, Medine'de bulunan Mescid-i Nebevidir. Bu hususta Osman
b.Ubeydullah diyorki: "Ebu Hureyre'nin oğlu Muhammed beni, takva üzerine
kurulu meesidin hangi mescit olduğunu sormam için Abdullah b. Ömer'e gönderdi.
Onun, mescid-i Nebevi mi yoksa Küba mescidi mi olduğunu sordum. O da bu
mescidin Küba mescidi değil mescid-i Nebevi olduğunu söyledi.
Ebu Seleme b.
Abdurrahman diyorki:
"Benim yanımdan,
Abdurrahman b.Ebu Said el-Hudri geçti. Ona dedim ki: "Takva üzerine
kurulmuş olan mescid hakkında babanın ne anlattığım duydun?" O da dedi
ki: "Babam dedi ki: "Ben, Resulullahın, hanımlarından birinin evinde
iken onun yanına girdim ve dedim ki: "Ey Allahm Resulü, takva üzerine
kurulmuş ola mescid, hangi mescittir?" O, bir avuç çakiltaşı alıp yere
attı sonra şöyle buyurdu: "O, sizin şu mescidinizdir..." (Mescid-i
Nebevidir.) Ebu Seleme diyorki: "Ben, Abdurrahman'a dedim ki:
"Babanın bunu anlattığına şahi-dim. [168]
b- Abdullah
b. Abbas, Atiyye, îbn-i Büreyde, İbn-i Zeyd ve Urve b. Zü-beyre göre, burada
zikredilen mescitten maksat, Küba mescididir.
Taberi birinci görüşün
doğru olduğunu, çünkü bu hususta Resulullah'tan sahih hadis rivayet edildiğini
söylemiştir. Nitekim Sehl b.Sa'd Übey b. Kâbın şunu söylediğini rivayet
etmiştir.
"ResuluIIaha,
takva üzere kurulu olan mescdin hangi mescit olduğu soruldu. O da: "O,
benim mescidimdir." buyurdu. [169]
Ebu Said el-Hudri de
demiştir ki:
İki adam, ilk günden itibaren
takva üzere kurulmuş olan mescidin hangi mescit olduğu hususunda tartıştılar.
Biri: "Bu Küba mescididir." dedi. Diğeri de "Bu Resulullahın
mescididir" dedi. Bunun üzerine Resulullah buyurduku "O, benim şu
mescidimdir. [170]
Taberi bu hadisin
diğer bir rivayetinde Resulullahın şöyle buyurduğunu nakletmiştir. "Takva
üzerine kurulan mescit, benim şu mescidimdir. Onların hepsinde hayır vardır.
Âyet-i kerimede
"Orada, temizlenmeyi seven adamlar vardır." buyurul-maktadır. Bundan
maksat "Takva üzere kurulan o mescitte, su ile taharet ederek temizlenmek
isteyen insanlar vardır." demektedir.
Ebu Hureyre
Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"O mescitte
temizlenmeyi seven adamlar vardır, allah, kendilerini temizleyenleri
sever" âyet-i Küba halkı hakkında nazil olmluştur. Çünkü onlar, su ile
taharet ederlerdi. Bu sebeple bu âyet, onlar hakkında nazil oldu[171]
Abdullah b. Selam,
Uveymir, b.Sâide, Huzeyme b. Sabit, İbrahim b. İsmail, Musab. Ebi Kesir, Urve
b. Zübeyr, Hasan-ı Basri, Atiyye, İbn-i Zeyd ve Ata'ya göre bu âyet-i kerime,
Su ile taharet eden Küba halkı hakkında nazil olmuştur.
İbrahim b. İsmail
el-Ensari diyor ki: "Resulullah, Uveymir b. Saideye dedi ki: "Allah
teala'nın" O mescitte, temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah,
kendilerini temizleyenleri sever" âyetiyle, nedn sizi övmüştür?" O
demiştirki: "Bizler, su ile taharet ederiz." [172]
109-
Binasının temelini, Allahtan korkma ve rızasını kazanma esası üzerine kuran mı
yoksa binasını, yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup ta onunla cehennemin
ateşine göçen mi daha hayırlıdır? Allah, zalimler güruhunu doğru yola
sevketmez.
Ey insanlar, iki türlü
mescid yapan insanlardan hangileri daha'hayırlıdır? Mescidini, Allaha itaat
etmek için, onun farz kıldığı ibadetleri yerine getirmek için ve onun rızasına
erişmek için yapan kimseler mi? Yoksa mescidini, çevresine duvar yapılmayan
bir kuyu gibi uçurumun kenarına yapan bu itibarla, akıbetinin ne olduğunu
bilmeyen neticede de yaptığı binası ile birlikte yuvarlanıp cehenneme
sürüklenen kimselerin yaptıkları mesitler mi?
Bu âyet-i kerime, iman
ve ihlas sahibi olan insanların yaptığı amellerle, münafıklık ve sapıklık
hastalığına kapılanların yaptıkları işleri karşılaştırmakta, imanlıların,
amellerini, sağlam zemine oturtulmuş muhkem bir binaya benzetmekte,
münafıkların amellerini ise heyelan bölgesindeki bir uçurumun kenarına yapılan
ve neticede, yapanla birlikte uçuruma yuvarlanan çürük bir-binaya benzetmektedir.
İşte gerçek iman
sahibi müminler ile münafıklar arasındaki fark da böyledir. İmansızlar ve
münafıklar sonunda cehenneme yuvarlanırlar. Zira Allah, bu zalimleri hidayete
erdirmez. Onlar, ebedî olarak cehennemde kalırlar. [173]
110-
Yürekleri paramparça oluncaya kadar, yaptıkları o mescid, daima bir şüphe
kaynağı olarak kalblcrinde kalacaktır. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm
ve hikmet sahibidir.
Yaptıkları bu Dırar
meesidi yıkılmamış olsaydı, orada toplanıp konuşmaları, onların nifakım
artırmaktan başka bîr şeye yaramayacaktı. Yıkıldıktan sonra da, inkarcıların
münafıklıklarının anlaşılmış olması sebebiyle, kinleri artmaya devam edecektir.
Ve ölüp kalbleri parçalanıncaya kadar bu kin kalblerinde yaşayacaktır. [174]
111-
Şüphesiz ki Allah, cihad eden müminlerin canlarını ve mallarını cennet
karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar öldürürler
ve öldürülürler. Bu, Allanın, TcvraÜa, İncildc ve Kur'anda olan gerçek
vaadidir. Allahdan daha fazla kim ahdine vefa gösterir? Öyleyse yaptığınız bu
alışverişe sevinin. İşte büyük kurtuluş budur.
Muhammed b. Kâ'b
el-Kurezi ve aynı rivayeti nakleden diğer âlimler diyorlar ki: "Akabe
biatinin yapıldığı gecede, Abdullah b. Revaha, Resulullaha (s.a.v.)'e şöyle
demiştir "Rabbin için ve kendin için dilediğini şart koş." Resul-lah
da "Rabbim için sadece ona kullak etmenizi, hiçbir şeyi ona ortak koşmamanızı
şart koşuyorum. Benim için de, kendinizi ve mallarınızı koruduğunuz gibi
korumanızı şart koşuyorum." dedi. Bunun üzerine Resulullaha biat eden
Medi-neliler dediler ki "Biz bunu yaparsak ne kazanmış oluruz?
"Resulullah da "Cenneti." cevabım verdi. Medineliler "Bu,
kârlı bir alış veriş. Bunu ne biz bozarız ne de karşı tarafın bozmasını
isterim." dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Evet, iman eden
insanlar fâni bir hayatı ve değeri olmayan dünya malını vererek karşılığında
ebedi hayatı ve tükenmeyen cennet nimetlerini satın almış olurlar Çok kârlı.bir
alış veriştir bu. Nitekim Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde böyle
buyurmuştur:
"Allah, sadece
kendi yolunca cihad etmek ve Peygamberini tasdik etmek maksadıyla efere çıkan
bir gaziyi Öldürürse cennete koyacağına, sağ selim evine döndürürse mükâfaat
veya ganime vereceğine [175]
112- Bunlar,
günahlardan tevbe edenler, Allaha ibadet edenler, ona hamd edenler, onun
yolunda seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülüğü
yasaklayanlar ve Allanın koyduğu sınırları koruyanlardır. Müminleri müdelc.
Allanın, cennet
karşılığında caniannı ve mallarını aldığı müminler o kimselerdir ki, Allahm
sevmediği şeylerden vaz geçip sevdiği şeylere yönelirler Allah'tan korkarak
ona boyun eğer, kullak ederler Her hallerinde ve her türlü imtihan karşısında
Allaha hamdederler. Oruç tutarak vücutlarını Allah yolunda esirgemedikleri
için seyahat edenler gibi kendilerini yorarlar. Namazlarında rüku ederler
secdeye varırlar. İnsanlara, hakka uymalarını, doğru yolda gitmelerini ve salih
amel işlemelerini emrederler. Ve onlara, Allahın yasakladığı her şeyi yasaklarlar.
Allahm kendilerine, farz kıldığı ibadetleri yerine getirip yasakladığı
şeylerden kaçınarak onun koyduğu sınırlan korurlar.
Âyet-i kerime'de Allah
yolunda cihad edecek olan müminlerin bir kısım sıfatlan zikredilmiştir. O
sıfatlar şunlardır:
Tevbe edenler: Bundan
maksat, yaptıkları günahlardan vaz geçenler, şirk ve nifaktan uzaklaşanlar,
demektir.
İbadet edenler: Bundan
maksat, Allah korkusundan dolayı boyun eğip kulluk edenler ve kulluklarını her
halükârda yaparak bu uğurda vücutlannı esirgemeyenlerdir.
Hamd edenler: Bundan
maksat, Allanın, kendilerini imtihan ettiği hayırlı durumlarda da, kötü
hallerde de ona hamd edenler demektir.
Seyahat edenler:
Bundan maksat ise Ubeyd b. Umeyr, Ebu Hureyre, Abdullah b. Mes'ud, Ebu
Abdurrahman, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Abdurrahman, Mücahid, Ebu Amr
el-Abdi ve Hz. Aişeye göre, oruç tutanlar'dir. Oruç tutanlar da seyahat edenler
gibi Allah yolunda vücutlannı esirgemedikleri için onlara "Seyahat
edenler" denilmiştir. Ubeyd b. Umeyr ve Ebu Hureyre, Re-sulullarun, bu
âyette zikredilen -Seyahat edenler"den maksadın, oruç tutanlar olduğunu
beyan ettiğini rivayet etmiştir. Hz. Aişe de, "Bu ümmetin seyahati oruç
tutmaktır." dremiştir. [176]
113- Ne
Peygamberin ne de müminlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sora,
akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz.
Ne Peygamber Muhammede
ne de onunla birlikte iman edenlere yakın akrabaları dahi olsa, kâfir olarak
ölüp cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, müşrikler için af dilemeleri
onlara yakışmaz.
Müfessirler, bu âyet-i
kerime'nin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Müseyyeb
b. Hazen, Mücahid, Amr b. Dinar ve Said b. el- Müseyeb'e göre bu âyet-i kerime,
Resulullahın amcası Ebu Talib hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Müseyyeb
diyor ki:
"Ebu Talip ölüm
hastalığında iken Resulullah onun yanına gitti. Orada, Kureyşin ileri gelenlerinden,
Ebu cehil ve Abdullah b. Ebi Ümeyye bulunuyordu. Resulullah Ebu Tabile
"Ey amca, Ünlahe illallah" de. Bununla Alla katında seni
savunayım." dedi. Ebu Cahil ve Abdullah b Umeyye "Ey Ebu Talip,
Ab-dulmuttalibin dininden dönecek misin?" dediler. Bunlar Ebu Talibe
devamlı olarak aynı şeyi telkin ediyorlardı. Nihayet Ebu Talip onlara son söz
olarak Ab-dulmuttalibin dini üzere olduğunu söyledi. Bunun üzerine Resulullah
şöyle buyurdu "Bana yasaklanmadıkça senin için mutlaka af dileyeceğim. [177]
İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzi! oldu ve iman etmeyenler için af
dilemeyi yasakladı. Aslımda, hakkında af dilemekle herhangi bir kimseyi imana
getirmek mümkün değildir. Nitakim bu hususta yine Ebu Talib hakkında nazil
olduğu rivayet edilen bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır "Ey
Muhammed, şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakkat Allah
dilediğini hidayete erdirir. O, hidayete erecekleri çok iyi bilir. [178]
b- Atiyye ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime,
Resulullahm annesi hakkında nazil olmuştur. Atiyye diyor ki: "Resulullah
Mekke'ye gelince annesi için af dilemesine izin verilir ümidiyle güneş
ortalığı iyice kızdınncaya kadar annesinin kabrinin başında durdu. Nihayet
"Ne Peygamberin ne de müminlerin, cehennemlik olduktan sonra, akrabaları
da olsa müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz" ayeti inti.
Resulullah da annesi için af dilemekten uzak durdu. Bu hususta Ebu Hureyde
diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) annesinin kabrini ziyaret etti. Kendisi ağladı, çevresinde
bulunanları da ağlattı ve buyurdu ki: "Ben rabbimden onun için af dilememe
izin vermesini istedim. O bana izin vermedi. Onun kabrini ziyaret etmek için
izin istedim. Bana izin verildi. Sizler, kabirleri ziyaret edin. Çünkü onlar,
ölümü hatırlatırlar. [179]
c- Abdullah
b. Abbas ve Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin nüzul sebebi,
bazı müminlerin, Ölen akrabaları müşrikler için af dilemeleridir. Bu hususta
Katade diyor ki: "Bize anlatıldığına göre, Resulullahın sahabi-lerinden
bazı kişiler dediler ki: "Ey Allahın Resulü, atalarımızdan bazıları iyi
komşuluk yapıyor, akrabalarına iyi davranıyor, darda kalanların sıkıntılarını
gideriyor ve üzerlerinde bulunan haklan yerine getiriyorlardı. Biz, onlar için
af dilemeyelim mi?" Resulullah da buyurdu ki: "Evet dileyin. Ben
de" İbrahimin babası için af dilediği gibi babam için af
dileyeceğim" Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Af dilemelerini
yasakladı. Bundan sonra gelen âyet de nazil olup Hz. İbrahimin mazeretini
belirtti.
Âyet-i kerime'de,
cehennemlik oldukları belli olduktan sonra müşrik akrabalar için af
dilenüemeyeceği beyan edilmektedir. Onların, cehennemlik oldukları
ölümlerinden sonra belli olacağından Abdullah b. Abbas, diri olan müşrik
akrabalar için af dileneceğinin caiz olduğunu söylemiştir. Said b. Cübeyr diyor
ki: "Yahudi olan bir kişi öldü. Onun, müslüman bir oğlu vardı. Cenazesine
katılmadı. Bu, Abdullah b. Abbasa anlatıldı. O da dedi ki: "Oğlunun cenaze
ile beraber gidip onu defnetmesi icabederdi. Ölünceye kadar ona iyi dileklerde
bulunmalıydı. Öldükten ssonra ise o haline bırakılır. Allah teala buyurmuştur
ki «İbrahimin, babası için af dilemesi, yalnızca ona verdiği sözü yerine
getirmesi içindi. Fakat babasının, Allah düşmanı olduğu ortaya çıkınca ondan
uzaklaştı.»
Atâ b. Ebi Rebah, bu
âyette zikredilen, af dilemeden maksadın, öldükten sonra cenaze namazım kılmak
olduğunu söylemiş, Ebu Hureyre de dua etmek olduğun beyan etmiştir.
Taberi de, aslında af
dilemenin, kulun, rabbinden, günahların bağışlanmasını istemesi oldu'ğunu, bu
itibarla Atâ'nın izah ettiği gibi cenaze namazını kılmayı da ona dua etmeyi de
kapsadığını söylemiştir. [180]
114-
İbrahimin, babası için af dilemesi ise, sadece ona verdiği sözü yerine
getirmesi içindir. Fakat babasının Allahm düşmanı olduğu ortaya çıkınca İbrahim
ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim niyaz eden ve çok halim selim bir insandı.
İbrahim aleyhisselam,
babası için Allah'tan af dileyeceğine dair söz vermişti. Bu hususta şu âyette
buyuruluyor ki: "İbrahim şöyle dedi "Selam sana. Rabbimden
bağşalanmam dileyeceğim. Çünkü o bana çok lütufkârdır." [181]İşte
İbrahim aleyhisselam bu vaadini yerine getirmek için Allahtan af dilemiş, ancak,
babasının, Allanın düşmanı olduğu ortaya çıkınca af dilemekten vaz geçmiş ve
ondan uzaklaşmıştır.
Âyet-i kerime'de,
"Babasının, Allanın düşmanı olduğu ortaya çıkınca İbrahim ondan
uzaklaştı." Duyurulmaktadır.
Müfessirler, babasının
bu halinin nasıl ortaya çıktığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Mücahid, Hakem, Dehhak ve Katadeye göre İbrahimin babasının
müşrikliğinin belli oluşu, müşrik olarak ölmesiyle ortaya çıkmıştır. Böylece
İbrahim de artık onun için af dilemekten vaz geçmiştir.
b- İbrahim
en-Nehai ve Ubeyd b. Umeyre göre ise, İbrahimin babasının müşrik oluşunun ortaya
tam olarak çıkması, âhirette olacaktır. Sırat köprüsünü geçerken babası,
İbrahime sarılacak, onunla birlikte geçmek isteyecek, İbrahim ona yumuşak
davranacak ancak onun, maymuna çevirildiğini görünce ondan uzaklaşacak ve onu
yalnız başına bırakacaktır.
Taberi birinci görüşün
doğru olduğunu söylemiştir.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Çok niya z eden" diye tercüme edilen kelimessi, müfessirler
tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
b- Yine
Abdullah b. Mes'ud, Ebu Meysere, Katade, Amr b. Şürahbil ve Hasan-ı Basri'ye
göre bu kelimeden maksat, "Çokça merhamet eden" demektir. yani, Hz.
İbrahim, Allanın kullarına çokça merhamet eden biriymiş. Amr b. Şürahbil bu
kelimenin, Habeşçeden alındığını söylemiştir.
c- Abdullah
b. Abbas, Mücahid, Süfyan, Atâ, İkrime ve Dehhak'a göre bu kelimeden maksat
"Kesin iman eden" demektir.
d- Abdullah
b. Abbas ve îbn-i Cüreyce göre bunun manası "Mümin" demektir.
e- Said b.
Cübeyr, Hasan-ı Basri ve Ukbe b. Âmir'e göre bujcelimenin manası "Teşbih
eden ve Allahı çokça zikreden" demektir. Ukbe b. Âmir diyor ki:
"Resulullah
"Zülbicadeyn" ismindeki bir adam için buyurdu ki: "Bu adam
"Evvah"dır. Çünkü bu Kur'anı okuyarak, Allahı çokça zikrederdi ve dua
ederken sesini yükseltirdi. [182]
f- Atâ ve
Abdullah b.Abbas'a göre bu kelimeden maksat, "Kuranı çokça okuyan"
demektir. Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Resulullah
geceleyin kabristana vardı. Ona bir kandil yakıldı. Cenazeyi kıble tarafından
kabre koydu ve buyurdu ki: "Allah sana rahmet eylesin. Şüphesiz ki sen,
çok evvah idin. Kur'anı çokça okuyan idin. [183]
g- Ebuzer ve
Ka'ba göre bu kelimeden maksat duasında "âh, âh" diyen kimsedir.
h- Mücahide
göre bu kelimeden maksat, "Fakih olan" demektir.
i- Abdullah
b. Şeddad'a göre ise kelimesinden maksat "Huşu içinde Allaha yalvaran" demektir.
Taberi diyor ki:
"Bana göre bu görüşlerden doğru olan, Abdullah b. Mes'uddan nakledilen
birinci görüştür. Yani kelimesinden
maksat, "dua
eden" demektir. Çünkü Hz. İbrahim, babasını hakka davet ettikten sonra
babası, onu tehdit etmiş. İbrahim de babasına Allahtan af dileyeceğini ve ona
dua edeceğini belirtmiştir. Nitekim bu hususta AJlah teala diğer ayetlerde
şöyle buyurmuştur: "(Babası İbrahime şöyle dedi) Ey İbrahim, ilahlarıma
karşı çıkıp yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vaz geçmezsen, yemin olsun seni
taşlarım. Haydi uzun müddet benden uzak ol." İbrahim şöyle dedi
"Selam sana Rabbimden bağışlanmanı dileyeceğim. Çünkü o bana çok
lütufkârdır" "İşte sizden ve Allah'tan başka taptığınız şeylerden
ayrılıyorum. Ben rabbime dua ediyorum. Umarım ki rabbime dua edip te mahrum
olmam"[184]
Müfessirler, Hz.
İbrahimin neden böyel bir kimse olduğu hususunda çeşitli izahlarda
bulunmuşlardır.
kelimesinin,
"Merhametli olan" anlamına geldiğini söyleyenler, Hz. İbrahimin
böyle oluş sebebini şöyle izah etmişlerdir: "O, babasına ve diğer
insanlara karşı çok merhametli ve çok yumuşaktı. Bu sebeple o, bu sıfatla
sıfatlandı.
Diğer bir kısım
alimlere göre, Hz. İbrahimin böyle oluşu, Allah'a kesin iman etmesinden, onun
azametini bilmesinden ve ona boyun eğmesindendi. Başka bir kısım âlimlere göre
İbrahimin böyle oluşu, onun, rabbine olan imanının sağlamlığındandır. Diğer
bir kısım alimlere göre onun, kendisine inen ilahı kitabı çokça okumasmdandır.
Bir başka kısım âlimlere göre ise, onun, rabbini çokça zikretmesindendir. [185]
115- Allah,
bir kavmi hidayete erdirdikten sonra o kavme, kaçınmaları gerekenleri
açıklamadıkça onları saptıracak değildir. Şüphesiz ki Allah, her şeyi
bilendir.
Allah sizi hidayete
erdirdikten sonra sizlere, müşrikler için af dilemenin yasak olduğunu
bildirmedikçe elbette ki böyle bir af dilemenizden dolayı sizi sapıklığa
düşürecek değildir. Çünkü sizler, bu yasağı bilmeden önce yaptıklarınızdan
sorumlu değilsiniz. Fakat bu yasaktan sonra af dilemeniz de mümkün değildir. [186]
116-
Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü yalnız Allahındır. Dirilten ve öldüren
O'dur. Sizin İçin Allahtan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
Şüphesiz ki göklerin
ve yerin mülkü ve hükümranlığı sadece Allaha aittir. Dirilten de öldüren de
O'dur.O halde cihada çıkarsınız öldürüleceğinizden veya müşriklerle münasebeti
kesip savaştığınızda gelirinizin kesilip fakir düşeceğinizden korkmayın. Zira
yardımcınız sadece Allahtır. Ondan başkasının yardımına bel bağlamayın.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime, müminleri, müşriklere karşı savaşmaya teşvik
etmektedir. Zira bu âyet, göklerin ve yerin hükümranlığının, ancak Allaha ait
olduğunu, diriltmenin ve öldürmenin, düşmanların elinde değil, ancak Allarun
elinde bulunduğunu, müminlerin yardımcısının da böyle bir kudret sahibi olan
Allah olduğunu bildirmektedir. Bu itibarla müminler Rum Krallarına Fars
krallarına ve Habeşistan krallarına karşı savaşmaktan geri durmamalı ve
çekinmemelidirler. [187]
117- Yemin
olsun ki Allah, Peygamberin ve sıkıntılı zamanda Peygambere tâbi olan
muhacirlerle cnsarın, -içlerinden bîr takımının kalbleri kaymak üzere iken-
tevbelerini kabul etti. Sonra da tevbeleri sebebiyle onları affetti. Şüphesiz
ki Allah, onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir.
Şüphesiz ki Allah,
Peygamberin ve Tebük seferinde, bineklerinin, azıklarının ve sularının kıt
olduğu sıkıntılı bir anda Peygambere tâbi olan muhacir ve Ensann tevbelerini
kabul etmiştir. O sıkıntılı zamanda, müminlerden bir gurubun, yolculukta
karşılaştıkları çile ve meşakkat sebebiyle neredeyse kalben hak'tan kayıyor ve
dinlerinden şüpheye düşüyorlardı. Sonra Allah, bunların tevbelerini kabul
etti. Zira Allah, müminlere karşı çok lütufkârdir ve çok merhametlidir.
Bu âyet-i kerime,
Tebük seferine katılan müminleri anlatmaktadır. Tebük seferine "Zorluk
seferi" adı verilmiştir. Çünkü bu sefer, bineklerin, azıkların ve suların
az, sıcağın ise şiddetli olduğu bir zamanda yapılmıştı .Bu sefere katılanlar
büyük bir sıkıntıya düşmüşlerdir.
Hz. Ömer bu sefer
hakkında diyor ki: "Biz, Resulullah ile birlikte, sıcağın şiddetli olduğu
bir sırada Tebük seferine çıktık. Bir yerde konakladık. Çok susamıştık.
Neredeyse susuzluktan ölecektik. Bazıları, develerini kesip karnındaki suyu
içiyor böylece ciğerini yanmaktan kurtarıyordu. Ebubekir "Ey Allanın Resulü,
Allah sana, dualarının karşılığında hayır nasibediyor bizim için dua et."
dedi. Resulullah "Bunu istiyor musun" diye sordu Ebubekir de
"Evet" dedi. Bunun üzerine Resulullah, ellerini kaldırıp Allaha
yalvarmaya başladı. Daha ellerini indirmeden hava değişti, bulutlar geldi ve
gökten yağmur dökülmeye başladı. Herkes yanında bulunan kaplan doldurdu.
Etrafımıza baktık, yağmurun, ordunun üzerinden başka yere yağmadığını
gördük." [188]
118- Ve
savaştan geri kalan o üç kişinin tcvbcsınî de, bütün genişliğine rağmen
yeryüzünün, kendilerine dar geldiği, ruhlarının son derece sıkıldığı ve
Allanın cezasından kurtulmak için Allahtan başka bir sığmak olmadığını
anladıkları bir zamanda kabul etti. Aslında Allah onların tevbelerini,
gelecekte de t e vb e etsinler diye kabul etmişti. Şüphesiz ki tevbeleri çokça
kabul eden ve çok merhametli olan ancak Allahtır.
Savştan geri kalan ve
tevbeleri daha sonra kabul edilen bu üç kişi Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebi1 ve
Hilâl b. Ümeyye'dir.
Kâ'b b. Mâlik, Akabe
bey'atına katılmış, Resululahı ve İslâmı kendi canından önce koruyacağına, onu
her zaman ve her yerde müdafaa edeceğine dair ahitte bulunmuş seçkin ve şair
bir kişiydi. Mürare b. Rebi1 ve Hilal b. Ümeyye de Bedir savaşına katılmış,
halk için örnek davranışlara sahip olan salih birer kişiydiler.
Tebük seferine
gitmemek için münafıklar ve Bedeviler, bir takım uydurma sözler ileri
sürmüşler bazıları da sefer sonrasında özür beyan ederek Resu-lullah'tan
affedilmelerini istemişlerdir.
Fakat bu üç kişi,
hiçbir Özürleri bulunmadığı halde sefere katılmamışlar, sefer sonrasında da
hiçbir Özürleri olmadığı halde sefere katılmadıklarını itiraf etmişlerdir.
Onların bu itirafları üzerine, Resulullah (s.a,v.) gidip, Allanın, haklarında
hüküm vermesine kadar beklemelerini söylemiş bunlar da, haklarında hükmü
beklemeye başlamışlardı. Resulullah onlarla konuşmayı yasaklamıştı. Bu sebeple
kimse onların yüzüne bakmıyor, onlarla münasebette bulunmuyordu.
Mürare b. Rebi1 ve
Hilal b. Ümeyye, yaşlı oldukları için evlerine çekilmiş kimseyle görüşmüyor,
devamlı ağlıyorlardı. Kâ'b b.Mâlik ise çarşı pazar dolaşıyor fakat kimse ne
selâmını alıyor ne de konuşuyordu.
Bu olay onlara çok
ağır geliyordu. Bu hal üzere tam elli gün beklediler. Âyet-i kerime'nin de
belirttiği gibi, yeryüzünün, bütün genişliğine rağmen onlara dar geldiği,
ruhlarının son derece sıkıldığı bir anda işte bu âyet nazil oldu ve
tevbelerinin Allah tarafından kabul edildiği beyan edildi.
İbn- Şihab ez-Zühri
diyor.ki: "Bana, Abdurrahman b. Abdullah b. Ka'b bildirdi ki, Ka'bın
görmesini kaybetmesinden sonra onu, elinden tutup gezdiren oğlu Abdullah
demiştir ki: "Ka'bın, tebük gazvesinde Resulullahtan geri kaldığını şu
şekilde anlattığını duydum. Ka'b b. Malik dedi ki: "Ben Tebük seferi hariç
Resullahın yapmış olduğu hiçbir gazve'den geri kalmamıştım. Ben sadece Bedir
savaşından geri kalmıştım. Fakat Resulullah, Bedir savaşından geri kalan
hiçbirkimseye sitem etmemişti. Çünkü Resuluilah ve müslümanlar, Kureyş
kabilesinin kervanına el koymak için gitmişlerdi. Allah onları, karşılaşmayı
bekle-mediklleri bir anda düşmanlarıyla bir araya getirdi. Ben, Resulullah ile
birlikte, müslüman olmaya dair biat ettiğimiz zaman. Akabe gecesinde
bulunmuştum. Her ne kadar Bedir, insanlar arasında Akabe biatmdan daha çok
anılıyor ise ben bu biatin yerine Bedirde bulunmayı daha çok arzu eden biri
değilim. Benim, te-bük seferinde Resulullahtan geri kalmam ise şöyle
olmuştur.Ben geri kaldığım bu seferdeki zamanımdan daha güçlü ve daha imkânlı
bir an yaşamamıştım. Al-laha yemin olsun ki, ondan önce elimde iki binek hiçbir
zaman bulunmamıştı. O sefer sırasında ise elimde iki binek vardı. Resulullah bu
seferi, şiddetli bir sıcak-mevsimde yapmıştı. O uzun bir yolculuğa ve ıssız
çöllere yönelmişti. Büyük bir düşmanla karşılaşmaya gidiyordu. Müslümanlar,
savaşmak için bütün hazırlıklarını yapsınlar diye Resulullah onlara durumu
iyice açıkladı. Hangi tarafa doğru sefer yapmak istediğini onlara bildirdi. Bu
sefer esnasında Resulullahile beraber bulunan müslümanlann sayısı çoktu.
Onların isimlerini kaydeden belli kayıt defteri yoktu. Bu sebeple ortadan
kaybolmak isteyen kişi, hakkında Allah ^rafından vahiy gelmediktçe
gizlenebileceğim düşünüyordu. Resulullah bu seferi meyvelerin olgunlaştığı,
gölgelerin sevildiği bir zamanda yaptı. Ben de bunları severim. Resulullah ve
müslümanlar, hazırlığa başladılar. Ben de onlarla birlikte hazırlanmak için
eve gidiyor fakat hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. Ve kendi kendime
diyordum ki: ''İstediğim zaman bunu yapabilirim." Bu hal bende devam
etti.. Nihayet insanlar, işi ciddiye almaya başladılar. Resulullah ve onunla
birlikte müslümanlar sefere başladılar. Ben ise hiçbir hazırlık yapamamıştım.
Gidip geliyor fakat hiçbirşey yapamıyordum. Bu durum bende devam etti. Nihayet
onlar hızla yola koyuldular Ben seferi kaçırmıştım. Yola çıkıp onlara kavuşmak
istedim. Keşke bunu yapmış olsaydım. Fakat bana bu da nasip olmadı. Artık ben
Resulullahm sefere gitmesinden sonra, insanların içine gittiğimde benim
durumumda olan bir kimse göremiyordum. Ancak münafıklıkla itham edilen veya
acizliğinden dolayı Allah tarafından mazur görülen kişileri görebiliyordum. Bu
da beni üzüyordu. Ordu Tebük'e varıncaya kadar Resulullah benden bahsetmemiş.
Fakat Tebükte insanların içinde otururken "KaVdan ne haber?" diye
sormuş, Seleme oğullarından bir kişi de: "Ey Allahın resulü onu iki
Cübbesi ve omuzlarına bakması alıkoydu. 'Yani zenginliği ve gururu onu alıkoydu)
dedi. Bunun üzerine Muaz b. Cebel "Ne kötü bir şey söyledin! Ey Allanın
Resulü, Allaha yemin olsun ki biz onda hayırdan başka bir şey görmedik"
dedi. Resulullah bir şey söylemedi. O arada Resulullah, beyaz bir elbise
giymiş, o elbisesiyle de âdeta serapları titreten bir adamın çıkıp geldiğini
görmüş ve buyurmuştur ki: "Sen keşke Ebu Hayseme olsan!" Bir de
bakmışlarki o kişi gerçekten Ebu Hayseme el-Ensari. Bu kişi bir Ölçek hurmayı
tasadduk ettiği için müfakilar tarafından ayıplanan kişidir.
Ka'b. sözlerine
devamla diyor ki: "Resulullahm" Tebükten dönerek Medineye yöneldiği
haberi bana ulaşınca işte o zaman büyük bir sıkıntıya düştüm. Hatırıma yalan
söylemek geldi. Diyordum ki "Yarın ben onun gazabından nasıl kurtulacağım?
Bu hususta ailemin, görüş sahibi olanlarıyla istişare ediyordum. Resulullahın
yaklaştığı haberini alınca bâtıl düşünceler benden uzaklaştı ve anladım ki,
kendimi, Resulullahtan hiçbir şekilde kurtaramam. Ona doğruyu söylemeye karar
verdim. Resulullah sabahleyin çınk geldi. O, bir yolculuktan döndüğünde Önce
Mescide gider iki rekât namaz kılardı ve sonra insanlarla görüş-, mek için
orada oturdu. Tebükten dönünce de aynı şeyi yaptığında savaştan geri kalanlar
ona gelip Özür beyan etmeye başladılar. Yeminler ettiler. Bunlar seksen küsur
kişi idi. Resulullah onlann düş görünüşlerine bakarak özürlerini kabul etti.
Onlardan biat aldı onlar için af diledi ve gizli durumlarını ise Allaha
bıraktı. Nihayet ben de gittim. Selam verdim. Resullah, kızgın bir kimsenin
tebessümü gibi tebessüm etti ve Sonra "Gel" dedi. Yürüyüp yanına
gittim ve önüne oturdum. Bana: "Seni geri bırakan neydi. Sen, binek satın
almamış miydin?" diye sordu. Ben de dedim ki "Ey Allahın Resulü,
Allaha yemin olsun ki eğer ben, senin dışında dünyadaki insanlardan
herhangibir insanın yanma oturmuş olsaydım, bir Özür beyan ederek onun bana
kızmasından kurtulabilirdim kanaatindeyim. Çünkü Allah bana, güzel konuşma
kabileyeti vermiştir. Fakat Allah yemin olsun ki, ben çok iyi biliyorum ki,
eğer sana bugün yalan söyleyip razı edecek olsam yarım, Allahın seni bana
gazaplandırması yakındır. Şayet sana doğru söyleyecek olsam ondan dolayı bana
kızacaksın. Ben, bu hususta Allahın, hakkımda hayır nasibetmesini ümit
ediyorum. Allaha yemin olsun ki benim hiçbir özü-rüm yoktu. Allah yemin olsun
ki senden geri kaldığım zamandan daha güçlü ve daha imkânlı bir anım
olmamıştı." Resulullah da buyurdu ki: "İşte bu doğru söyledi. Haydi
kalk, Allah, lakkında hükmünü verinceye kadar bekle." Ben de kalkıp
gittim. Seleme oğullarından bazı kişiler kızngınlıkla gelip bana kavuştular ve
dediler ki: "Vallahi bizler,-senin bundan Önce bir günah işlediğini bilmiyoruz.
Savaştan geri kallanlann dilemiş oldukları özürleri beyan ederek Resulullah
özür dilememkten âciz kaldın. Senin günahın için Resulullahm af dilemesi
yeterliydi." Ka'b diyor ki: "Allaha yemin olsun ki,onlar durmadan
beni kınıyorlardı. Öyle ki bir ara geri dönüp Resulullaha, kendimi yalancı
çıkarmak istedim. Sonra onlara dedim ki: "Benim durumuma düşen başka
kimse var mı?" Onlar da dediler ki: Evet, iki kişi var. Onlar da senin
söylediğin gibi sözler söylediler. Onlara da, sana söylenen şeyler söylendi.
Dedim ki: "Onlar kimler?" dediler ki: "Onlar Mûrare b. Rebia
el-Âmir'i ve Hilal b. Ümeyye el-Vakifidir." Onlar bana Bedir savaşında
bulunan salih iki kişiyi anlattılar. Onlar benim için Örnek kişilerdi. Bunları
bana anlatınca ben devam edip yoluma gittim. Resulullah müslümanlara, savaştan
geri kalanlar arasında üçümüzle konuşmalarım yasakladı. Böylece insmanlardan
uzak kaldık. Onlar bize karşı değiştiler. Öyle ki, ben sanki daha Önce
tanımadığım bir yerde yaşıyormuş gibi oldum. Bu halimiz, elli gün devam etti.
Diğer iki arkadişım ise boyunlarını büküp evlerinde oturdular ve ağladılar. Ben
onların en genci ve en metanetlileri idim. Çıkıp geziyordum. Namazlarda
bulunuyor, çarşılarda dolaşıyordum. Fakat kimse benimle konuşmuyordu.
Resulullah, namazdan sonra oturup sohbet ettiğinde gidip ona selam veriyordum.
Kendi kendime diyordum ki "Acaba selamımı almak için dudaklarını
oynattın» yoksa oynatmadı mı? Ona yakın yerde namaz kılıyor ve göz ucuyla onu
takibediyordum. Namaza yöneldiğimde bana bakıyordu.Ben ona doğru yönelince de
yüzünü çeviriyordu. Müslümanların bu tayn uzayınca gidip Ebu Katade'nin
bahçesini duvarından tırmandım. O, benimamcamın oğlu ve en çok sevdiğim bir
kişiydi. Ona selam verdim. Vallahi o selamımı almadı. Ona dedim ki: "Ey
Aba Katade, Allah hakkı, için söyle bana, sen benim, Allahı ve Resulünü
sevdiğimi biliyor musun?" O hiç cevap vermedi. Tekrar seslendim yine
sustu. Tekrar seslendim. Bunun üzerine dedi ki: "Allah ve Resulü daha iyi
bilir." Bunu duyunca gözlerim yaşla doldu. Geri döndüm. Duvarda tırmanıp
çıktım. Medine'nin çarşısında yürürken, Şam halkının Nabtilerinden Medine'ye
gıda maddesi getirip satan bir kimse orada şöyle diyordu: "Bana, Ka'b b.
MSHki kim gösterecek?" İnsanlar beni gösterdiler. O adam gelip bana Gassan
kralından birmektup verdi. Ben, okur yazar biriydim Mektubu okudum. Bir de ne
göreyim onda şöyle yazıyor: "Bize ulaşan haberlere göre adamın (Peygamber)
sana eziyet ediyormuş. Allah seni. zelil olacağın, haklarının zayi olacağı bir
yer için ya-ratamıştır. Bize gel, yardımlaşahm." Ka'b diyorki: "Bunu
okuduğumda dedim ki: "İşte bu da belalardan başka bir bela! Götürüp o
mektubu, tandıra atıp yaktım. Yasaklanan elli günden kırk gün geçip vahiy
gelmeyince baktım ki, Resu-lullahın elçisi bana geldi ve dedi ki:
"Resululah, hanımından uzaklaşmanı emrediyor." Dedim ki: "Ben
onu boşayayım mı yoksa ne yapayım?" Dedi ki: "Hayır boşama, ondan
uzaklaş ve ona yaklaşma" Resulullah diğer iki arkadaşıma da aynı emri
göndermiş. Hanımıma dedim ki: "Ailene git. Allah bu mesele hakkında
hükmünü gönderinceye kadar onların yanında dur" Hilal b. Ümeyye'nin karısı
Resulullaha gitti ve ona: "Ey Allahın Resulü, Hilal b. Ümeyye kendisine
bakmayan bir ihtiyardır. Onun bir hizmetçisi de yoktur. Benim ona hizmet
etmeme kızar mısın?" Resulullah da buyurdu ki: "Hayır. Fakat o sana
yaklaşmasın." Kadın da dedi ki: "Vallahi onda hiçbir hareket yok.
Vallahi bu mesele ortaya çık-taktan sonra durmadan ağlıyor." Kâ'b diyor
ki: "Ailemden bazı kişiler dediler ki: "Sen de kann hususunda
Resûiullahtan izin isteseydin. Çünkü o, Hilal lb. Umeye'nin hanımının, ona
hizmet etmesine izin verdi. Ben dedim ki: "Ben karım hakkında
Resululîah'tan izin istemem.Ben, genç bir adamım. Kanm hakkında Resûiullahtan
izin istersem onun bana nasıl bir cevap vereceğini ne bileyim?" Bu hal
üzere on gün daha devam ettim. Böylece bizimle konuşulması yasaklanan günler
elliye tamamlandı. Ellinci gecenin sabahı evlerimizden bir evin üzerinde sabah
namazını kıldım. Ben, Allah tealanın vasıflandırdığı bir şekilde sıkıntılı ve
bütün genişliğine rağmen yeryüzü bana dar gelmiş bir halde otururken, Sel
dağının üzerine çıkmış olan bir kişinin sesini işittim. O, en yüksek sesiyle
şöyle diyordu: "Ey Ka'b. b. Malik, müjde!" Bunun üzerine secdeye
kapandım. Artık kurtlusun geldiğini anlamıştım. Resulullah, sabah namazını
kıldıktan sonra, Allanın tevbemizi kabul ettiğini ilan etmiş. İnsanlar, bizleri
müjdelemek için gelmişler. İki arkadaşıma müjdeciler gitmiş. Bir kişi de atma
binip bana gelmek için sürmüş. Eşlem kabilesinden bir kişi koşup dağa çıkmış ve
yukarıda zikredildiği şekilde bağırmış. Ses aftan daha hızlı geldi. Bu sebeple
sesini işittiğim adam gelip beni müjdeleyince sırtımda bulunan iki elbiseyi
çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Allaha yemin olsun ki, o gün benim
iki elbiseden başka elbisem yoktu. Emanet iki elbise alıp onlan giydim.
Resulullah ile görüşmek için çıkıp gittim. İnsanlar grup grup beni karşılıyor,
tevbemin kabul edilişi sebebiyle beni tebrik ediyor ve şöyle diyorlardı:
"Allahın tevbeni kabul etmesi mübarek olsun" Nihayet mescid-i
Nebeviye girdim. Baktım ki, Resulullah orada otruyor. Çevresinde de insanlar
var. Talha b. Ubeydulah kalkıp koşarak geldi. Benimle musafaha yaptı ve beni
tebrik etti. Vallahi muhacirlerden, ondan başka kimse gelmedi. (Ka'b Talha'nın
bu davranışın hiç unutmadı.) Resulullaha selam verince ki onun yüzü sevinçten
dolayı parlıyordu. O şöyle buyurdu: "Annenin seni doğurduğu günden beri
geçen günlerin en hayırlı bir günü sana müjdelenmiş olsun!" Ben dedim ki:
"Ey Allahın Resulü, bu senin tarafından mı yoksa, Allah katından mı?"
Resulullah da buyurdu ki: "Hayır benim tarafımdan değil Allah
tarafından" Resulullah sevinince yüzü aydınlanırdı. Sanki o, ay'dan bir
parça olurdu. Biz bunu anlardık. Resulullah Önünde oturunca dedim ki: "Ey
Allahın Resulü benim, Allah ve Resulü yolunda sadaka olarak bütün malımdan feragat
etmem tevbe edişimin bir bölümü idi." Resulullah da buyurdu ki:
"Malların bir kısmını elinde tut. O, senin için daha hayırlıdır."
Ben de dedim kiO O halde ben, Hayberde hakkıma düşen hisseyi tutayım."
Yine dedim ki: "Ey Allahın Resulü, Allah beni, ancak doğru söylemem
sayesinde kurtardı Yaşadığım müddetçe, konuştuğumda doğrudan başkasını
söylemeyeceğim. Vaadim de tevbemin bir bölümüydü. Allah yemin olsun ki, ben
anlattıklarımı Resulullaha söylediğim günden bugüne kadar, Allah tealanın,
doğru söylemesinden dolayı bir müslümana benim doğru söylememden dolayı bana
lütfettiği iyilik kadar iyilik lütfettiğini sanmam. Allaha yemin olsun ben,
Resulullaha doğru söyleyeceğimi vaadettikten bu güne kadar, kasıtlı bir şekilde
yalansöylemedim. Temennim odur ki, hayatımın geri kalan kısmında da Allah beni
korur." Ka'b diyor ki: "Bu hadise üzerine Alla teala bu surenin yüz
on yedi, yüz on sekiz ve yün on dokuzuncu âyetlerini indirdi. Allaha yemin
olsun ki, kanaatıma göre, Allah beni İslama eriştirdikten sonra, bana,
Resulullaha doğru söylememden dolayı lütufta bulunduğundan daha büyük bir
lütufta bulunmadı. Ben, yalan söyleyenler gibi helak olmadım. Zira Allah,
yalan söyleyenler hakkında vahiy indirerek bir insana söylediğinin en ağırını
söyledi ve buyurdu ki: "Cihaddan döndüğünüzde, kendilerini bırakmanız
için, Allah yemin edeceklerdir. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar, murdardırlar
işledikleri günahların cezası olarak vanp kalacakları yer,
cehennemdir.Kendilerinden razı olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan
razı olasınız da şüphesiz ki Allah, fasikiar güruhundan razı
olmaz. [189] Ka'b
diyor ki: Âyette bizim geri bırakıldığımız zikredliyor. Bundan maksat,
savaştan geri bırakılmamız değil, meselemizin ne olacağının geri bırakılması,
özürler beyan ederek kendiler için af dileniîenlerden geri kalmamızdır. [190]
119- Ey iman
edenler, Allah'tan korkun. Doğrularla birlikte olun.
Ey iman edenler,
Allanın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak ondan korkun. Daha
dünyadayken Allaha itaat edenlerden olun ki ahi: Me de cennete girip doğrularla
beraber olasınız. Nâfı, Dehhak, Said b. Cübeyr buradaki doğrulardan maksadın,
Resulullah, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve diğir saha-biler olduğunu söylemişlerdir.
Abudllah İbn-i Mes'ud
ise bu âyetin son bölümünü şeklinde okumuş ve âyetin manasının, "Ey iman
edenler, Allah'tan korkun ve doğru söyleyenlerden olun." Olduğunu
söylemiştir. Bu hususta Abdullah b. Mes'udun oğlu Ebu Ubeyde, babasının şunu
söylediğim rivayet etmiştir. "Yalanı ne ciddi olarak söylemek helaldir ne
de şaka olarak. Dilersiniz şu âyeti okuyun: "Ey iman edenler, Allah'tan
korkun ve doğru söylenlerden olun."
Taberi, birinci kıraat
şeklinin ve izahın doğru olduğunu söylemiştir. Çünkü müslümanlann mushaflannda
yazılı olan hat şeklinde-dir. şeklinde değildir. [191]
120- Medine
halkı ve çevresinde bulunan Bedevilere, Pegamberle birlikte savaşa çıkmaktan
geri kalmaları, kendi canlarını onun canından daha çok sevmeleri yakışmazdı
Çünkü onlar için, Allah yolunda uğrayacaktan susuzluk, yorgunluk, açlık,
düşmanlarını kızdıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana verdikleri her zarar
karşılığında salih bir amel yazılır. Şüphesiz ki Allah, İyilik yapanların
mükâfatını zayi etmez.
Resulullahm şehri olan
Medine halkının ve Medine'nin çevresinde bulunan Bedevilerin, mümin oldukları
halde Tebük savaşında Peygamberle birlikte savaşa gitmeyip yerlerinde
kalmaları, yolculuk ve cihatda kendi canlarım onun canından daha Üstün
tutmaları, onlara yakışmayan bir tutumdur. Zira onlar için, Allah yolunda
karşılaş ac al an susuzluk, yorgunluk ve açlık karşılığında salih bir amel
yazılır. Onlara, düşmanı kızdıracak herhangi bir yere ayak basmaları ve düşmana
verdikleri her zarar karşılığında da büyük bir mükafaat yazılır. Şüphesiz ki
Allah, kullarından, emir ve yasaklarına uyarak güzel amel işleyenlerin
mükâfaatlanm asla zayi etmez. Bilakis onların karşılığını verir. Bu nedenle onların
amellerini yazdırıp zaptettirir.
Müfessirle, bu âyet-i
kerime'nin mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Katadeye göre
bu âyet-i kerime muhkemdir. Fakat sadece Resulullaha mahsustur. Resulullah'tan
sonra gelen idarecilerin yaptıkları, her savaşa, bütün müminlerin katılması
gerekli değildir. Bu izaha göre bizzat Resulullahm savaş yapması halinde,
özürlü olan kimseler dışında, herhangi bir müslümanın, savaş-, tan geri kalması
bu âyetle yasaklanmıştır. Nitekim Resulullah bu hususta bir ha-dis-i şerifnde
şöyle büyümüştür: [192]
121-
Sarfettikicri az veya çok hcrhangibir mal ve Allah yolunda aştıkları
herhangibir vadi onlar için yazılıp tcbit edilecektir ki Allah onları,
yaptıklarının en güzeliyle mükâfaatlandırsın.
"Muhammedin
nefsi, kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki şayet (Be-imsavaşa gidip
müminlerin geri kalmaları) ağırlarına gitmemiş olsaydı, Allah olunda cihad eden
hiçbir müfrezeden geri kalmazdım. Fakat ben onlan taşıya-ak bine tedarik etmek
imkanını bulamıyorum. Onlar da benimle beraber gelme nkânını bulamıyorlar. Bu
sebeple benden geri kalmaları hoşlarına gitmiyor. [193]
b- îbn-i
Zeyde göre ise bu âyet-i kerime, bundan sonra gelen, "Müminle-n hepsinin
savaşa çıkmaları gerekmez." âyet-i kelimesiyle neshedilmiştir. Zira a
âyet-i kerime geldiğinde müslümanlann sayısı az idi. Bütün müminlerin,
Re-ılullah ile birlikte savaşa katılmaları gerektiğinden katımayanlar bu âyetle
ye-lmişlerdi. Ancak müslümanlann sayısı çoğalınca bu âyet, bundan sonra gelen
liz yirmi ikinci âyette neshedildi.
Taberi diyor ki:
"Bana göre doğru olan görüş "Ayet muhkemdir.mensuh îğildir."
diyen görüştür. Ancak bu âyet-i kerime, Resululahm, herkesin katıl-lasını
istediği Tebük seferinde ona katılmayanlar hakkında nazil olmuş ve on-ırı
kınamıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki Resulullahın, herkesin katılmasını
tediği savaşlarda, müminlerin, savaşa katılmamaları yasaklanmıştır. Buna
mu-abil, Resulullahın, herkesin katılmasını gerekli görmediği savaşlarda,
savaşa atılmak mecburi değildir. Dileyen savaştan geri kalabilir. Bugün
müslümanla-n, Halifesi'nin durumu da böyledir. Bütün müslümanlann, Halifenin
yaptığı îr savaşa katılmalan gerekli değlidir. Sadece Halifenin herkesin
katılmasını erekli gördüğü savaşlara katılmalan mecburidir.
Görüldüğü gibi Allah
teala âyet-i kerime'de Tebük seferinde Resululla-a katılmayan Medinelileri ve
çevresindeki Bedevileri kınamakta, kendi canlan-ı, Resulullahın canından daha kıymetli
saymalarını ayıplamakta ve bunların, ıvaş yolunda çekecekleri çileler
karşılığında kazanmış olacaklan büyük lükâfaatlan teptiklerini beyan etmekte,
dolayısıyle müminleri cihada tevsik et-lektedir. [194]
121-
Sarfettikicri az veya çok hcrhangibir mal ve Allah yolunda aşkları herhangibir
vadi onlar için yazılıp tebit edilecektir ki Allah onları, aptıklarının en
güzeliyle mükâfaatlandırsın.
Müminlerin, Allah
yolunda az veya çok herhangibir harcamada bulunmaları mutlaka tesbit edilir ve
onun mükâfaatı verilir. Allah yolunda yapılan maddi harcamallar yazılıp tesbit
edildiği gibi fiilen yapılan savaşlar ve bu mahiyetteki her türlü gayretler de
yazılır, tesbit edilir ve karşılığı mükâfaat olarak verilir. Zira Allah,
kullannın, kendi nzası için yaptıklan amelleri asla karşılaksız bırakmaz.
Hz. Osman (r.a.)
"Zorluk ordusu" olarak adlandırılan, Tebük seferine çıkacak orduya
büyük yardımlalrda bulunarak bu âyet-i Kerime'nin işaret ettiği mükâfaatlara
nail olmuştur. Bu hususta Abdurrahman b. Habbab es-Selemî diyor ki:
"Birgün
Resulullah bir konuşma yaptı, konuşmasında zorluk ordusuna yardımı teşvik
etti.Bunun üzerine Hz. Osman, keçeleri ve Semerleriyle birlikte yüz deve verdi.
Resulullah, zorluk ordusuna yardım için yine teşvik etti, Hz. Osmanda da
keçeleri ve semerleriyle birlikte yüz deve daha bağışladı. Sonra Resulullah
minberden bir basamak aşağı indi ve yine yardım için teşvik etti. Hz. Osman bu
defa da keçeleri ve semerleriyle birlikte yüz deve bağışladı. İbn-i Habbab
diyor ki: "Resulullah hayretle ellerini açarak (Kollarını hareket ettirerek)
şöyle buyurdu "Bundan sonra Osman başka bir amel işlemese de sorumlu
o!maz. [195]
122-
Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez: Her Topluluktan bir scemaatin,
dinî iyi Öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmaları
için, savaştan geri kalmaları daha doğru olmaz mı? Gerekcrir ki böylece yanlış
haraketlerinden sakınırlar.
a- Mücahide
göre bu âyet-i kerime, Resuİullahın çölde yaşayan bazı sa-habileri hakkında
nazil olmuştur. Resululiah onlan, insanlara İslamı öğretmeleri için vahalara
göndermişti. Bu sırada "Medine halkı ve çevresinde bulunan Bedevilere,
Peygamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarım onun
canından daha çok sevemeleri yakışmaz. [196]
âyeti nazi! oldu. Bu sahabi-ler, Resulullahtan geri kalmış sayacaklarından ve
bu âyetin kınadığı kişilerden olacaklarından korkarak, vahaları bırakıp
Resuİullahın yanına döndüler. Bunun üzerine Allah teala, "Müminlerin
hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez." ayetini indirerek bu sahabilerin
mazur olduklarını beyan etti. Hepsinin, vahaları bırakıp Medine'ye gelmelerini
hoş görmediğini ibildirdi. Bu hususta Mücahit de demiştir ki:
Sahabe-i Kiramdan
bazıları, çöllerde yaşayan Bedevilere dini tebliğ etmek için gitmişler,
tebliğde bulundukları insanlar tarafından ilgi ile karşılanmışlardı. Onlar, bu
insanları hidayete davet ediyorlardı. Diğer yandan sahabilerin bir kısmı da
düşmanlara karşı savaşa çıkıyorlardı. Bu Bedeviler, kendilerine dini tebliğ
eden sahabilere demişlerdi ki "Ne oluyor size? arkadaşlarınızı bırakıp
bize geldiniz." Bunun üzerine tebliğde bulunan sahabiler bundan sıkıntı
hissetmişler ve hepsi dönüp Medineye gelmişlerdir. îşte bunun üzerine bu
âyet-i Kerime nazil olmuş ve herkesin savaşa gitmesinin gerekli olmadığını beyan
etmiştir. Böylece Bedevilere tebliğde bulunanların savaşa katılmamalarını mazur
görmüş dini öğrenerek gidip Bedevileri uyarmalarını emretmiştir.
b- İbn-i
Zeyd, Abdullah b. Abbas, Katade ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre
bu âyet-i kerime, Resuİullahın gönderdiği müfrezelere herkesin katılmasının
gerekli olmadığını beyan etmektedir. Ayette, Resuİullahın gönderdiği her
müfrezeye herkesin katılarak Resulullahı yalnız bırakmamaları her kabileden
belli kişilerin, Resuİullahın izni ile müfrezelere katılmaları diğerlerinin ise
Resulullah ile birlikte kalıp yeni inen ayetleri öğrenmeleri ve müfrezeden
dönen mümin kardeşlerine, öğrendiklerini öğretmeleri emre d i İm iştir. Bu
izaha ,göre, belli insanlar timler halinde savaşa gönderildiklerinde geride
kalan insanlar, dini hükümleri Öğrenir ve savaştan geri dönen mücahidlere,
onlan öğretirler.
c- Ali b.
Ebi Talha'mn, Abdullahb. Abbas'dan rivaye ettiği görüşe göre ise âyetin izahı
söyledi: Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu âyet cihad hakkında nazil olmamıştır.
Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: "Resulullah (s.a.v.) Bi'ri Maûne
âdisesinden sonra Mudar kabilesinin, kıtlığa düşmesi için beddua etti. Bunun
üzerine mudar kabilesi kıtlığa düştü. Bu kabile, büyük topluluklar hali-ned
Müslüman olduklarını söyleyerek akın akın Medineye gelmeye başladılar. Gerçekte
Müslüman olmamışlardı. Onlann, kalabalık gruplar halinde Medineye gelmeleri,
sahabe-i Kiramı sıkıntıya soktu. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Onlann mümin
olmadıkları bildirildi. Resulullah da onlan geri çevirdi, henüz gelmemiş
olanlara da gelmemeleri için uyanda bulundu. Bu izahata göre âyetin manası
şöyledir: "Gerçek müminlerin akın edip hep birlikte gelmeleri yakışmaz
onlann her kabilesinden bir gurubun gelip dini öğrenmesi ve geri dönerek kabilelerini
uyarması daha uygundur. Bölece uyarılanlar da Allahm azabından kaçınmış
olurlar."
Abdullah b, Abbas'dan
rivayet edilen bir başka görüşe göre ise bu âyetin nüzul sebebi ve izahı
şöyledir: Arap kabilelerinden Resulullaha heyetler geliyor, dinlerini Öğreniyor
giderken de " Topluluğumuza döndüğümüzde onlara nasıl davranmamızı ve
neleri bildirmemizi emrediyorsun?" diyorlardı. Resulullah da onlara
"Allaha ve Peygamberine itaat etmelerini emrediyor, topluluklanna namaz
kılmalarını ve zekât vermelerini bildirmelerini söylüyordu. Onlar da toplu*
luklanna döndüklerinde "Kim müslüman olursa o bizdendir." döyorlar ve
onlan uyanyorlardı. Bu izahata göre âyetin manası şöyle anlaşılır: "Bütün
müminlerin bizzat Medineye gelmeleri gerekmez. Onlardan bir topluluk, heyet halinde
gelip dini öğrenmeleri ve geri döndüklerinde, kabilelerini Allanın azabıyla
korkutup cenneüyle müjdelemeleri daha uygundur. Böylece kabileleri de uyarılmış
olur." İkrime'nin naklettiği bir rivayete göre ise bu âyet-i kerime'nin
nüzul sebebi ve izahı şöyledir: "Medine halkı çevresinde bulunan
Bedevilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmatan geri kalmaları» kendi
canlarını onun canından daha çok sevmeleri yakışmazdı..." âyeti inince
münafıklar: Resuİullahın, cihada çıkmayıp Bedevilere ve kendi kavimlerine dini
tebliğ etmek için vazifelendirdiği sahabilerin ve bunların, kendilerine
tebliğde bulundukları Bedevilerin helak olduklarını söylemişlerdir. İşte bunun
üzerine âyet-i kerime nazil olmuş ve bu münafikla-n yalanlamıştır. Buna göre
âyetin manası şöyle anlışılır: "Bütün müminlerin cihada katılmalan
gerekmez. Onlardan bazılarının geri kalıp dini öğrenmeleri ve Müslüman olmayan
kavimlerine gidip onlara tebliğde bulunmaları ve onları uyarmaları daha
uygundur. Böylece uyarılanlar, Allanın azabından sakınmış olurlar."
Taberinin de tercih
ettiği, Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre ise bu âyetin izahı şöyledir:
"Bütün müminlerin savaşa çıkıp Resulullahı Medinede yalnız basına
bırakmaları onlara yakışmaz. Onların her topluluğundan bire emaatın cihada
çıkıp. Allanın, kendilerine göstermiş olduğu zafer vasıtasıyla dini öğrenmeleri
ve geri dönüp geldiklerinde cihada katılmayan münafık ve kâfirleri, Allanın
azabiyla korkutmaları daha uygun olmaz mı? Böylece uyarılanlar, Allahin azabından
korkarlar ve imana gelmiş olurlar." Bu görüşü tercih eden Taberi, özetle
şöyle diyor: "Bu görüş tercihe sayındır. Çünkü cihada çıkanlar. Allanın,
kendilerine nasibedeceği zafer sayesinde İslâm dininin birçok sır ve
hikmetlerini öğrenmiş olacaklar ve savaştan sonra geri döndüklerinde,
kavimlerinden, henüz iman etmemiş olan müşrikleri ve iman ettiklerini iddia
eden münafıkları uyaracaklar, savaşta mağlup ettikleri müşriklerin düştükleri
akıbete onların da düşeceklerini bildireceklerdir. Böylece kendilerine tebliğ
edilenler, bunların uyarılarından korkarak AHahve Peygambere iman
edeceklerdir. Taberi devamla diyor ki: "Bu görüşü tercih ettik zira âyet-i
kerimede "Her topluluktan bir cemaatin ayrılıp gitmesi manasına gelen
"Nefere" kelimesi kullanılmaktadır.Bu kelime tek başına kullanıldığında
"Cihada çıkma" ve "Savaş yapma" manasına gelir. O halde
burada, dini öğrenecek olanlar geride kalanlar değil cihada çıkanlaruır. Eğer
"Dini, cihada çıkmayanların değil de çıkanların Öğrenecekleri manasını nasıl
çıkarıyorsun?" denecek olursan derim ki: "Aksi takdirde cihada
çıkmayanlar, cihada çıkanları uyarmış olacaklardır. Cihada çıkanlar günah mı
işlediler ki, geride kalanlar onlan uyarsın? Mutlaka uyarılmak gerekiyorsa,
cihad edenlerin, cihad etmeyenleri uyarması gerekir. Kaldı ki burada, uyarılacak
olanlardan maksat, Allaha iman etmeyenlerdir. Bunları, cihad edenler
uyaracaktır. [197]
123- Ey iman
edenler, çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizde bir sertlik bulsunlar.
Bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.
Ey iman edenler,
kâfirlerle, size en yakın olanlardan başlayarak savaşın. Savaşmaya sizden uzak
olanlardan başlamayın, zira yakınınızdaki düşmana, gücünüz henüz zayi flamamı
şken saldırmış olursunuz. Böylece onlan mağlup etmeniz daha kolay olur. Onlar
sizde bir sertlik bulsunlar, onlarla savaşmaktan çekinmeyin ve bilin ki Allah,
mutlaka takva sahipleriyle beraberdir.
Müminin mümine karşı
çok yumuşak ve halim selim olması gerekirken, kâfirleri inkârlarından
caydırmak için onlara karşı da sert ve güçlü olması gerekir. Bu hususa işaret
eden çeşitli âyetler mevcuttur. Allah teala bu âyetlerin
birinde buyuruyor ki: "Ey iman
edenler, sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, onların yerine,
kendisinin onlan, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü
kâfirlere karşı ise güçlü ve şerefli olan, Allah yolunda cihad eden ve
kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir. İşte bu, Allahm bir
lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir. Her şeyi çok iyi
büendir. [198]
124-
Kur'andan bir sure indiği vakit, kâfirlerden bazıları birbirlrinc şöyle derler:
"Bu sure hanginizin imanını artırdı?" Doğrusu inen sure, îman
edenlerin imanını kuvvetlendirir. Onlar, bundan sevinç duyarlar.
Allah, Kur'anın
surelerinden birini Peygamberi Muhammede indirdiğinde münafıklardan bazıları
alaylı bir şekilde "Ey insanlar, bu inen sure sizin hanginizin imanını
artırdı? Hanginizin, Allah ve âyetlerine olan imanınızı güçlendirdi?"
derler. Doğrusu bu Lure, iman edenlerin imanım artırmıştır. Onlar, Allanın,
kendilerine bahşettiği imandan dolayı sevinirler. [199]
125-
Kalblerinde hastalık olanlara gelince: Bu sure, onların murdarlıklarına
murdarlık katar. Ve kâfir olarak ölürler.
Bu sure, kalbîerinde
müniıfılık ve şüphe hastalığı bulunanların ise münafıklıklarını ve şüphelerini
artırarak murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar, iman etmeden, kâfir olarak
ölüp giderler.
Evet, Kur'an-ı Kerim,
müminlerin imanını artımken, ona karşı cephe alan kâfirlerin kinlerini
kamçılar, öfkelerini kabartır. Böylece murdarlıklarını iyice artırır.
Bu hususta diğer
âyet-i kerime'ierde de şöyle buyuruluyor: "Biz, Kur'an-ı iman edenler için
bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak
hüsranını artırır. [200] (...
O Kur'an, iman edenlere bir hidayet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise,
kulaklarında bir ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'ana karşı kördür. Onlar,
tıpkı uzak bir yerden çağınlıp ta duymayan kimseler gibidirler[201]
126- Onlar,
hiç görmüyorlar mı ki, yılda bir veya iki defa imtihan oluyorlar, yine de tevbe
etmiyor ve öğüt almıyorlar.
O münafıklar hiç
görmüyorlar mı ki, Allah onlan her yıl bir veya iki defa açıklık, kıtlık, bela
ve azap ile imtihan ediyor?
Onlar bütün bu
imtihanlara rağmen yine münafıklıklarından vaz geçip tevbe etmiyorlar.
Başlarına gelen felaketlerden Öğüt ve ibret almıyorlar.
Müfessirler, âyette
zikredilen 'imtihanlardan neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir."
Mücahie göre burada
zikredilen imtihan'dan maksat, Atlanın, her yıl bir veya iki defa, kalblerinde
hastalık bulunan münafıkları, kıtlık ve çeşitli sıkıntılarla imtihan
etmesidir.
Katadeye ve Hasan-ı
Basriye göre ise Allanın, onlan her yıl bir veya iki defa sefere çıkarmakla
imtihan etmesidir.
Huzeyfeye göre ise
burada zikredilen "imtihan" d an maksat, Resulullahın aleyhine
müşriklerin yaydıkları yalan ve iftiralardır. Kalbleri hasta olan insanlar, bu
tür iftiralara inanarak fitneye düşüp hak yol'dan sapıyorlardı. Sonra da tevbe
edip doğru yola yönelmiyorlardı.
Taberi diyor ki;
"Burada söylenecek dorğu söz şudur: "Allah teala bu âyet-i kerime ile
mümin kullarının, münafıkların haline hayretle bakmalarını emretmiş ve
münafıkları çok az düşünmekle, Allahın nasihatianndan öğüt almamakla
kınanmıştır. Allahın, münafıklara verdiği ibretli dersler açlık ve kıtlıkta
olabilir, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i diğer
kâfirlere galip getirmesi de olabilir, münafıkların, müşriklerin sözlerine
aldanarak sapmalarını müminlere bildirmesi şeklinde de olabilir. Bunlardan
herhangi birini diğerine tercih etmeye dair herhangi bir sahih haber yoktur. [202]
127-
Onlar,bir sure indiğinde birbirlerinin yüzüne bakarlar. Ve: "Sizi kimse
görüyor mu?" derler .Sonra oradan uzaklaşırlar. Allah da onların
kalblcrini haktan uzaklaştırır. Çünkü onlar, anlamaz bir kavimdir.
Münafıklar,
peygamberin meclisinde bulunurken, ayıplarını açıklayan bir sure
indirildiğinde, birbirlerinin yüzlerine işaretleşerek bakarlar. Ve "Sizi
aleyihnde bulunduğunuz mü si umanlardan herhangi biri gönlümü? Kur'an onu da
haber verir." derler. Sonra da kalkıp Peygamberin meclisinden ayrılır,
sureyi dinlemeden giderler. AIlah,bunlann kalblerini, hayırı kabul etmekten
uzaklaştır-mıştır. Çünkü bunlar, münafıklıklarından ve böbürlenmelerinden
dolayı, Allahın öğütlerini anlamayan bir kavimdir. [203]
128- Ey
insanlar, şüphesiz ki size, kendinizden bir Peygamber gelmiştir. Sıkıntıya
düşmeniz ona ağır gelir. O size, son derece düşkündür. Müminlere çok şefkatli
ve merhametlidir.
Ey insanlar, şüphesiz
ki sizlere, başkalarından değil kendi cinsinizden bir Peygamber gelmiştir. Size
yaptığı öğütlerden dolayı onu itham etmemelisiniz. Size herhangi bir eziyet
çile ve zorluğun dokunması ona ağır gelmektedir. O, sizin hidayete kavuşmanızı
kuvvetli bir arzu ile istemektedir. O, müminlere karşı pek şefkatli ve pek
merhametlidir. [204]
129- Ey
Peygamber, eğer yüzçcvrirlcrse de ki: "Allah bana yeter. Ondan başka
hiçbir ilah yoktur. Ren ona güvendim. O, yüce arşın rabbi-dir."
Ey Peygamber, şayet
onlar sana sırt çevirir, nasihatini dinlemez ve getirdiğin nuru ve hidayeti
kabul etmezlerse onlara de ki: "Rabbim olan Allah bana yeter. Ondan başka
hakkıyla, kendisine kullak edilecek bir ilah yoktur. Ben, ona dayandım, ona
güvendim. Bana yardım edecek olan O'dur. O her şeyin yaratıcısı ve sahibidir.
O, yüce arşın rabbidir.
Ebu Salih el-Hanefı
demiştir ki: "Resulullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah.merhamet
edendir, her merhamet edeni sever ve rahmetini merhamet edenin üzerine
koyar." Dediler ki "Ey. Alahın Resulü,bizim, kendimize mallarımıza ve
eşlerimize merhamet etmemizle merhamet eden oluruz?" Resulullah da buyurdu
ki: "Öyle değildir. Fakat sizler, Allanın buyurduğu gibi olun"
Şüphesiz ki size, kendinizden bir peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz ona
ağır gelir. O size son derece düşkündür. Müminlere çok şefkatli ve
merhametlidir. Eğer yüzçevirirlerse de ki: "Allah bana yeter, Ondan başka
hiçbir ilah yoktur. Ben ona güvendim. O, yüce arşın rabbidir."
Abdullah b. Abbas ve
Yusuf b. Mihran'ın rivayetine göre Übey b. Ka'b, bu son iki âyetin, Kur'anm en
son inen âyetleri olduğunu söylemiştir.
Zeyd b. Sabit
el-Ensari, bu iki âyeti, Huzeymetül Ensari'nin getirip yazdırdığını rivayet
etmiştir. [205]
[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/251.
[2] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure 9 HN: 3092.
[3] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/251-255.
[4] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure, 9 I İN: 3088-3089
[5] Bir kısım âlimlere göre ise, Haac-ı ekber, Arefe günü
Cumaya tesadüf eden hac demektir.
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/255-257.
[6] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/257-258.
[7] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/258-259.
[8] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/259-260.
[9] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/260-261.
[10] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/261-262.
[11] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/262.
[12] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/262.
[13] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/263.
[14] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/263-264.
[15] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/264.
[16] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/264-265.
[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/265.
[18] Bakara suresi, 2/214
[19] Ankebut suresi, 29/2,3
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/265-266.
[20] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/266.
[21] Her şeyden önce Allah ve âhiret gününe iman etmek,
Alîahın hakimiyetini, yüceliğini ve rablığını kabul etmek gerekir. Bu temel
esası kabul edip iman sahasına girmeyen kimselerin, mescit yapmaları,
mescitleri imar etmeleri boşuna bir uğraştır. Bu çalışmaların, Allah yanında
hiçbir kıymeti yoktur. Nitekim diğer bir âyet-i Kerime'de şöyle
bu-yurulmaktadir." İnkâr edenlerin amelleri, engin çölierdcki serap
gibidir.."(24/39) Yani netice itibariyle hiçbir kıymeti yoktur.
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/267.
[22] Müslim, K. el-lmana, bab: 111, HN: 1879 / Ahmed b.
HanbelMüsned: C: 4, S: 229.
[23] Müminim suresi, 23/65-67
[24] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/267-269.
[25] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/269.
[26] Duhari, K. er-Rikak b: 51
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/270.
[27] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/271.
[28] Mücadele suresi, ayet; 22
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/271.
[29] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/272.
[30] Buhari, K. el-Megazi bab: 54
[31] Buhari, K. el-Megazi bab: 54
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/272-275.
[32] Buhari, K. el-Megazi bab: 54
[33] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/275-277.
[34] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/278.
[35] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/278-280.
[36] Gayr-i Müslimlerin bu cizyeyi öderken tabi
tutuldukları muamelenin önemli hikmetleri vardır. Kişinin bu vergiyi vekil
kullanmaksızın bizzat kendi eliyle vermesi, onun bir mağlup kİmsa olarak,
himayeci galip karşısında küçük düşümünün ifadesidir. Bu durum, o kimselerin,
bir îslâm ülkesinde hâlâ müslüman olmadan yaşamalarının bir nevi
cezasıdır.
[37] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/280-281.
[38] Âl-i imran suresi, 3/181
[39] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/281-282.
[40] Tirmizi K.
Tefsir el-Kur'ân sure 9 bab: 10, Hadis No: 3095
[41] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/282-284.
[42] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/284-285.
[43] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/285.
[44] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 9, Hadis No: 3094
[45] Ahmedb.Hanbel,Müsned,C:5S:252-253
[46] Müslim K. ez-Zekât, bab: 24, Hadis No: 987 / Ahmed b.
Hanbel Müsned: C: 2, S: 262
[47] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/286-290.
[48] Ahmed b.Hanbel, Müsned, C: 2, S: 489
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/290-291.
[49] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 9, bab: 8 / Müslim K.
el-Kasame bab: 29 HN: 1679
[50] Bakara suresi, 2/338
[51] Müfessirler, bu aylarda savaş açmanın haram oluşu
hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığı hakkında ihliaf etmişlerdir. Meşhur olan
görüşe göre, bu aylarda savaşmanın haram olduğu hükmü kaldırılmıştır. Zira
Peygamber efendimiz (s.a.v.) Taifı, haram ay olan Zilkade ayında kırk gün
kuşatmıştır.
Diğer bir görüşe göre
ise bu aylarda savaşmanın haram olduğu hükmü halen yürürlüktedir. Zira Allah
teala "Mukaddes olan Haram aylar çıkınca müşrikleri nerçde bulursanız
öldürün..."(5/5 buyurmaktadır.)
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/291-293.
[52] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/293-295.
[53] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/295-296.
[54] Tevbe suresi, 9/120
[55] Tevbe suresi, 9/122
[56] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/296-297.
[57] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure: 9 bab: 9 /
Tirmizi.K. Tefsir el-Kur'an bab: 10 Hadis No: 3096
[58] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/297-299.
[59] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/299-301.
[60] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/302.
[61] Nur suresi, 24/62
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/302.
[62] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/303.
[63] Nur suresi, 24/62
[64] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/303-304.
[65] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/304.
[66] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/304-305.
[67] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/305.
[68] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/306.
[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/306-307.
[70] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/307.
[71] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/307.
[72] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/308.
[73] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/308.
[74] Tâhâ suresi, âyet; 31
[75] MüminÛn suresi, âyet; 55-56
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/309.
[76] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/309.
[77] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/309.
[78] Buhari, K. Tefsir el-Menakib bab: 25, K. El-Edeb bab:
95 / Müslim k. ez-Zekah bab: 142,148 Hadis No% 1063
[79] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/310.
[80] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/310.
[81] Bakara suresi, 2/273
[82] Kehf suresi, 17/29
[83] imam Şafii bu görüştedir
[84] îmam. Mâlik ve tmam Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.
[85] Ebu Davud, K. ez-Zekat bab: 24 HN-: 1635/İbn-i Mace K.
ez-Zekat bab:27 HN: 1841
[86] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/311-315.
[87] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/315-316.
[88] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/316.
[89] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/317.
[90] Muhammed suresi, 47/39
[91] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/317.
[92] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/317-318.
[93] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/318-319.
[94] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/319.
[95] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/319.
[96] Buhar K. el-İ'tisam bab: 14 K. el-Enbiya bab: 50 /
Müslim K. el-ÎIm bab: 6 HN: 2669
[97] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/320.
[98] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/320-321.
[99] Buhari K. es-Salah bab: 88, K. el-Edeb, bab: 36, K.
el-Mezalim, bab: 5 / Müslim K. el-Birr, bab: 65 Hadis No: 2585 / Tirmizi, K.
el-Birr, bab: 18, Hadis No: 1928 / K. ez. Zekâh, bab: 7.
[100] Buhari, K. el-Edeb, bab: 27 / Müslim, K. el-Birr bab:
66, Hadis No: 2586
[101] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/321-322.
[102] Buhari, K. et-Tevhid, bab: 24 / Müslim K. el-lmam,
bab: 296 Hadis No: 180
[103] Buharı, K. er-Rikak bab: 51 / Müslim, K. el-Cennet
bab: 9 Hadis No: 2829
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/322-324.
[104] Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: "Resulullaha dört
kılıç verilmiştir. Bunlardan biri, müşriklerle savaşmak içindir.
"Mukaddes olan haram aylar çıkınca müşrileri nerede bulursanız
öldürün."(9/5) âyeti Celilesi bunu beyan etmektedir. Bu kılıçlardan
ikincisi ehl-i Kitapla savaşmak içindir. "Kİtap ehlinden Allah ve Shiret
gününe iman etmeyen, Alla-hın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan
ve hak din olan Islamı din edinmeyenlerle, boyun eğip cizye verinceye kadar
savaşın."(9/29) âyet-i Kerimesi bunu bildirmektedir. Bu kılıçlardan
üçüncüsü ise münafıklarla ve bütün kâfirlerle savaşmak içindir. İşte bu âyet-i
kerime de bunu açıklamaktadır. Dördüncüsü de, İslam devletine karşı gelen
âsilerle savaşmak içindir. "Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa,
aralarım bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine saldırmaya devam ederse,
saldıran taraf Allanın hükmüne dönünceye kadar onlarla savaşın. Eğer Allanın
hükmüne dönerse, aralarını adaletle bulup barıştırın. Her zaman âdil davranın.
Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever."549/9) âyeti kerimesi de bunu
açıklamaktadır.
[105] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/324-325.
[106] Münafıkta suresi, 63/8
[107] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/326-328.
[108] Tevbe suresi, 9/103
[109] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/328-329.
[110] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/329-330.
[111] Müslim, K. el-îman bab: 107, Hadis No: 59
[112] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/330-331.
[113] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/331.
[114] Buhari, K. ez-Zekât, bab: 10/Müslim, K. ez-Zekâtbab:
72,UadisNo: 1018
[115] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/332-333.
[116] Tevbe suresi, 9/84
[117] Buharı, K. Tefsir el-Kur'an sure; 9 hab; 13
[118] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/333-334.
[119] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/335.
[120] Buharı, K. el-Küsuf bab:2
Bu âyet-i kerime insana
çok şeyler anlatmakla, her türlü davranışın ve özellikle sevincin ifadesi olan
gülmenin mânâ ve muhtevasına dikkat çekmektedir.Resulullah efendimiz (s.a.v.)
bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlarkİ "Çokça gülmeyin. Zira çok gülmek
kalbi öldürür." (İbni Mace.K: ez-Zühd bah: 19 Hadi No: 4192
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/335-336.
[121] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/336-337.
[122] Tevbe suresi, 9/80
[123] Buhari, K.Tefsir el-Kur'an sure: 9, bab: 12 /Tirmizi,
K. Tefsir el-Kur'an sure:9 bab: 11, Hadis No: 3098
[124] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure: 9 bab: 12
[125] Buhari, K. el-Cenaiz bab: 23
[126] Ahmed b. Hanbel, Müsned Cf 5, S: 299
[127] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/337-340.
[128] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/340.
[129] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/340.
[130] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/341.
[131] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/341.
[132] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/341.
[133] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/342.
[134] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/342-343.
[135] Buhari, K. el-Megazi, bab: 81 / Müslim, K. el-lmara
bab: 59 Hadis No: 1911
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/343-344.
[136] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/344.
[137] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/344.
[138] Tevbe suresi, 9/42-43-44
[139] Tevbe suresi, 9/49
[140] Tevbe suresi, 9/81
[141] Tevbe suresi, 9/64
[142] Tevbe suresi, 9/74
[143] Tevbe suresi, 9/47
[144] Buhari, K. Tefsir el-Kur4an sure: 9 bab: 14
[145] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/345-347.
[146] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/347.
[147] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/347.
[148] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/348.
[149] Tevbe suresi, 9/94
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/348-349.
[150] Cuma suresi, 62/3
[151] Haşr suresi, 59/10
[152] Enfal suresi, 8/75
[153] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/349-350.
[154] Şuara suresi, 26/112
[155] Hudsuresi.il/86
[156] Tebve suresi, 9/55
[157] Tevbe suresi, 9/55
[158] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/350-353.
[159] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 9, bab: 15.
[160] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/353-355.
[161] Buhari, K. ed-Da'vüt, bab: 33 / Ebu Davud, ez-Zekâh
bab: 6, Hadis No: 1590 / Nesaî K. ez-Zekâh, bab: 13 / İbn-i Mace, K. ez-ZekSh,
bab: 8 Hadis No: 1796
[162] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/356.
[163] Bakara suresi, 2/276
[164] Tilmizi, K. ez-Zekât bab: 28, Hadis No: 662
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/357.
[165] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/357-358.
[166] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/358.
[167] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/358-360.
[168] Müslim K. el-Hacc b: 514 HN:1398
[169] Ahmed b. Hanbel, Müsned C:5, S: 116
[170] Tirmizi K Tefsir el-Kur'an sure": 9 bab: 14 HN:
3099 / Nesei K. el-Mesacid bab: 8
[171] Tirmizi, K.
Tefsir el-Kur'an sure: 9, bab: 15, HN: 3100 / Ebu Davud, K. et-Taharet bab: 23
HN: 44.
[172] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/361-363.
[173] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/364
[174] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/364-365.
[175] Buharı, K.^-Hums, bab: 8, K. et-Tevhid bab: 28-30 /
Müslim, K. el-tmarah bab: 6 Hadis No: 1876
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/365-366.
[176] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/366-367.
[177] Buhari, K. el-Menakıb el-Ensar, babO 40, K. Tefsir
el-Kur'an sure: 9, bab: 16 / Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 5, S: 533
[178] Kasas suresi, 28/56
[179] Müslim, K. el-Cenaiz bab: 105-106, Hadis No: 976 / Ebu
Davud, K. el-Cenaiz bab: 81 Hadis No: 3234
[180] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/367-369.
[181] Meryem suresi, 19/47
[182] Ahmed. b. Hanbel. MUsned, C: 4, S: 159
[183] Tirmizi, K. el- Cenaız b. 62, Hadis No: 1057
[184] Meryem suresi, 19/46-48
[185] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/370-372.
[186] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/372-373.
[187] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/373.
[188] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/374.
[189] Tevbe suresi, 9/95-96
[190] Bkz. Müslim, k. et-Tevbe, bab: 53, Hadis No: 2769
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/375-380.
[191] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/380.
[192] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/381-382.
[193] Müslim K. el-îmara bab: 106 Hadis No: 1876
[194] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/381-382.
[195] Ahnied b. Hanbeİ, Müsned C: 4, S: 75
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/382-383.
[196] Tevbe suresi, 9/120
[197] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/384-386.
[198] Maide suresi, 6/54
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/386-387.
[199] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/387.
[200] îsra suresi, 17/82
[201] Fussilet suresi, 41/44
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/387-388.
[202] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/388-389.
[203] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/389.
[204] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/389.
[205] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 4/390.