2. Bu Sürenin Baş Tarafında Besmelenin Bulunmayış Sebebi:
3. Enfâl ile Tevbe Sûresi Hakkındaki Bu Uygulama Kıyasa
da Bir Delildir:
4. Berae: İlişkilerin Kesilmesi:
5. Hz. Peygamber, Kamuyu İlgilendiren Tasarruflarda
Ashabın Tümünü Temsil Ediyordu:
1. Antlaşmaların Bozulacağı Vakit Başlayıncaya Kadar:
2. Tanınan Süre İle İlgili Görüşler ve Tebûk Gazvesini
Hazırlayan Olaylar:
3. Müşrikler İle Antlaşmaların Bozulması:
1. Hacc-ı Ekber Günü insanlara Yapılan İlan:
3. Allah da, Rasûlü de Müşriklerden Uzaktır:
1. Bu Buyrukta Haram Aylar'dan Kasıt:
2. "Müşrikleri Öldürün" Emrinin Mahiyeti:
3. Müşriklerin Bulundukları Yerde Öldürülmelerinden
İstisnalar:
4. Müşriklerin Geçit Yerlerini Tutmak:
5. Müşriklerle Savaşmanın Hedefi:
6. Gerçek Tevbe Ne İle Anlaşılır:
3. Şart Edatlanyla İlgili Bir Açıklama:
4. Allah'ın Okunan Kelâmı İşitilir:
1. Ahidlerinden Dönüp Dine Dil Uzatanlar:
2. Dine Dil Uzatanların Hükmü:
3. Dine Dil Uzatan Zımmînin Durumu:
4. Akdini Bozan Zımmî'nin Hükmü:
5. Hz. Peygambere Söven, Dil Uzatan Zimmet Ehlinin Hükmü:
6. Zımmî Hz. Peygambere Sövüp de Ölümden Korkarak Müslüman Olduğunu İddia Ederse:
1. Allah'ın Mescidlerini Kimler îmar Eder:
2. Allah'tan Başkasından Korkmamak:
1. İman ve Cihad île Diğer Ameller:
1. Huneyn Gazvesi ve Allah'ın Yardımı:
2. Seleb, Devlet Başkanının Raiyyesinden Ödünç Alması,
Esirler, Ganimetler:
5. Başlarına Dar Gelen Yeryüzü;
6. Savaşın Başlangıcında Müslümanların Geri Çekilmeleri:
7. Bozgundan Sonra Gelen Allah'ın Sektneti;
8. Huneyn Esirlerine ve Ganimetlerine Yapılan
Uygulamalar:
1. Müşriklerin Pisliği ve İslâm'a Giren Kâfirin Gusletme
Gereği:
2. Müşrikler Mescidi Haram'a Yaklaşamazlar:
3. Kâfirlerin Mescidlere ve Özel Olarak Mescid-i Haram'a
Girmelerinin Hükmü:
4. Mescide Girmelerinin Yasaklanışı:
5. Müşriklerin Mescid-i Haram'a Gelişlerinin Yasaklanışı
Fakirliğe Sebep Olarak Görülmemelidir:
6. Rızık ve Rızkı Elde Etmenin Sebepleri:
7. Herşey Allah'ın Dilemesiyle Olur:
5. Savaşabilecek Kimseler Cizye İle Yükümlüdür:
6. Cizye Ödeyenler Üzerinde Başka Mükellefiyet Varmıdır:
7. Cizye Ödeyenlerin Cizye Karşılığında Sahip Oldukları
Haklar:
9. Ahidlerini ve Cizye Ödeme Taahhütlerini Yerine
Getirmeyenlere Yapılacak Uygulama:
10. Cizye Ödemekle Yükümlü Olanlar Hırsızlık Yapıp Yol
Kesecek Olurlarsa:
12. Cizye Ödemeyenin Cezası Var mı?:
13. Elleriyle Cizye Ödemenin Mahiyeti:
14. Cizyeyi Veren
El İle İnfak Eden El Arasındaki Fark:
15. Cizyeye Tabi Araziden Haraç Alınması:
2. Yahudilerin Asılsız İddiaları ve Dinlerinin Tahrifi:
3. Başkasının Küfrü Gerektiren Söz ve Görüşlerini
Nakletmek:
6. "Benzemek" Anlamındaki Kelimenin Sözlük
Açıklaması:
1. İnsanların Mallarını Haksız Yollarla Yiyenler ve
Allah'ın Yolundan Alıkoyanlar:
2. Yığıp Biriktirmenin (Kem) Mahiyeti:
3. Altın ve Gümüşü Yığanlarla Kastedilenler:
5. Zekatı Verilen Mala Kem Denilebilir mi:
8. Allak Yolunda İnfak Edilmeyen:
9. Mal Biriktirmeden Masiyet Uğrunda Malını Harcayan
Kimsenin Hükmü:
10. Malını Allah Yolunda İnfak Etmeyenlerin Cezası:
11. Asıl Tehdit, Allah Yolunda Malın înfak Edilmemesine
Yöneliktir:
4. Yığıp Biriktirmenin Cezası Çekilecektir:
1. Allah Nezdinde ve Allah'ın Kitabında Ayların Sayısı:
2. Göklerin ve Yerin Yaratılışı île Zaman:
3. İslâm'ın Ahkâmı ve Takvim İlişkisi:
7. Haram Ayda Hata Yoluyla Başkasını Öldürenin Cezası
Ağırlaştırılır mı?:
8. Yüce Allah'ın Özellikle Haram Aylan Sözkonusu
Etmesinin Hikmeti:
Arapların Nesi' (Aylan erteleme) Uygulaması:
Araplarda Görülen Bazı Küfür Şekilleri:
2. Dünya Akirete Tercih Edilmemeli:
Cihada Çıkmamaya Karşı İlâhî Tehdit:
2. Hz. Peygamberin Hicret Etmekle Karşı Karşıya Kalması
ve Zorlamanın Cezası:
5. Hicretteki Uygulamalardan Çıkartılan Bazı Hükümler:
7. Hz. Ebu Bekir'in Söylediği Sözlerin Mahiyeti:
8. Allah'ın Beraberliği île İlgili Hz. Musa île Hz.
Peygamberin Söylediklerinin Karşılaştırılması:
9. Hz. Peygamber'den Sonra Halifelik:
10. Allah'ın İndirdiği Sektnet (Huzur ve Sükun):
11. Hicretteki İlâhi Yardım ve Allah'ın Dininin
Üstünlüğü:
1. et-Tevbe Sûresi'nden İlk Nazil Olan Bölümler:
2. Savaşa
"Ağırlıklı ve Ağırlıksız Çıkma"nın Anlamı:
5. Bir Kişinin Tek Başına Yerine Getirebileceği
Yükümlülükler:
6. Kâfirlerin Elindeki Esirlere ve Kâfirlerin İstilâsına
Karşı Müslümanların Yükümlülüğü:
1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Anlamı:
2. Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette
Karşılığı Yoktur:
3. Müslüman Olmadan Önce İyilik Yapanın İyiliklerinin
Durumu:
1. Amellerin Kabul Edilmesi ve Küfür:
2. Zekâtta Hakkı Bulunan Sınıfların Hepsine Zekât Vermek
Gerekir:
3. Takir île Yoksul (Miskin) Arasındaki Fark:
4. Fakir ve Miskinlerin Kimlikleri İle İlgili Görüş
Ayrılığının Sonucu:
5. Zekât Almayı Caiz Kılan Fakirlik Sınırı:
7. Zekâtın Thhsil Edildiği Yer Malın Bulunduğu Yer midir,
Yoksa Mükellefin Bulunduğu Yer midir?
8. Vaktinde Verilen Zekât île Sonra Verilen Zekâtın Telef
Olmasının Hükmü:
9. Zekâtın İslâm Devlet Başkanına Verilmesi ve Kişinin
Kendisi Tarafından Bizzat Ödenmesi:
11. Zekat Tahsildarlığı Dışındaki Dini Görevler ve Bunlar
İçin Ücret Almak:
12. Kalpleri Alıştırılmak İstenenler:
13. Kalpleri Alıştırılmak İstenenler Sınıfı Kalıcı mıdır?
14. Kalpleri İslâm'a Alıştırılmak îstenenlere Pay
Verilmeyecek Olursa...
16. Zekât Malından Satın Alman Kölenin Velâ Hakkı Kime
Aittir:
17. Mükâteb'e Zekâttan Yardım Edilebilir mi?
18. Zekât Malından Esirler Kurtarılabilir mi?:
21. Zekâttan Ölenin Borçları ödenir mi?:
24. Zekât Düşenlerden Olduğunu İddia Edenin Bu İddiası
Kabul Edilir mi?:
25. Zekâtın Verilemeyeceği Kimseler:
26, Nafakalarını Sağlamakla Yükümlü Olmadığı Yakınlara
Zekât Vermek:
27. Hak Sahiplerine Verilecek Zekât Miktarı Ne
Olmalıdır?:
28. Zekât Alacak Fakirlerin Nitelikleri:
29. Haşimoğullarına Nafile Sadaka Verilebilir mi?:
30. Bu Şekilde Harcama Allah'ın Farz Emridir:
2. Allah ve Rasûlünü Razı Etmek:
3. Yemin Edenin Yeminini Kabul Etme Gereği:
2. Küfür Sözü Şaka da Söylense, Ciddi de Söylense Hüküm
Aynıdır:
3. Şaka ve Ciddiyetsizliğin Çeşitli Hükümlere Etkisi:
1- Siz de Kendinizden Öncekiler Gibisiniz:
2- Muhammed Ümmeti ve Önceki Ümmetler:
(Medine'de İnmiştir.
Yûzyirmidokuz Âyettir)
Sûre'nin Medine'de
indiği hususunda görüş birliği vardır.[1]
1.
Müşriklerden antlaşma Yaptıklarınıza Allah ve Rasûlü tarafından ilişkilerin
kesildiğine dair bîr uyandır (bu).
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[2]
Bu sûrenin isimleri
hakkında Said b. Cübeyr dedi ki: îbn Abbas (r.a)'a Be-rae Sûresi'ne dair soru
sordum, şöyle dedi: O, el-Fâdiha (iç yüzleri açıklayıp rezîl eden) dır. (Rezil
etmedik) kimse bırakmayacak diye korkuya kapılacağımız derecede:
"Onlardan,., onlardan..." diye buyruklar inip durdu.
el-Kuşeyrî Ebu Nasr
Abdurrahim der ki: Bu sûre Tebuk gazvesi hakkında ve bu gazveden sonra
inmiştir. Onun baş tarafında kâfirlerin ahidleri onlara geri atılmaktadır
(bozulmaktadır). Yine bu sûrede münafıkların sırlan açığa çıkartılmaktadır. O
bakımdan bu sûre el-Fâdiha ve el-Buhûs diye adlandırılır. Çünkü bu,
münafıkların sırlarını ve gizliliklerini açığa çıkarmaktadır. Ayrıca bu sûre
el-Müba'sıre diye de adlandırılır. Ba'sere ise araştırmak, ortaya çıkarmak
anlamına gelir.[3]
İlim adamları, bu
sûrenin baş tarafında besmelenin bulunmayış sebebi hususunda beş ayrı görüş
ileri sürmüşlerdir:
1- Araplar
cahiliyye döneminde, eğer kendileriyle bir kavim arasında bir antlaşma bulunup
da onlar bu antlaşmayı bozmak İstediklerinde kavme, besmele yazmaksızın bir
mektup yazımlan adetleri idi. İşte et-Tevbe Sûresi de Peygamber (sav) İİe
müşrikler arasındaki antlaşmayı bozmak üzere nazil olunca, Peygamber (sav) bu
sûreyi Ali b. Ebİ Talib (r.a) ile birlikte gönderdi. O da bu sûreyi hac
mevsiminde Araplara okudu. Arapların ahdî bozarken besmele okumamak şeklindeki
uygulanagelen adetlerine uygun olarak o da besmele okumadı.
2- Nesaî rivayetle der ki: Bize Alımed anlattı dedi ki, bize Muhammed b.
el-Müsenna, Yahya b. Said'den anlattı, Yahya dedi ki: Bize Avf anlattı dedi ki:
Bize Yezid el-Rukaşi[4]
anlattı dedi ki: Bize İbn Abbas dedi ki: Ben, Osman'a şöyle dedim: el-Enfal
Sûresi Mesânî'den Berae (Tevbe) Sûresi de Mi-ûndan olduğu halde onları arka
arkaya yazmaya; Bismiliahirrahmanirrahim satırını da yazmayarak bu sûreyi yedi
uzun sure.(es-Sebu't-Tivâl) arasına yazmaya sizi iten sebep nedir? Osman dedi
ki: Rasûlullah (sav)'a bırşey nazil oldu mu, nezdinde bulunan yazıcılardan
birisini çağınr ve: "Siz bunu şu şu hususun sözkonusu edildiği sûreye
koyunuz" diye buyururdu. Ona, birden çok âyet-i kerime nazil de olur ve
yine: "Bu âyetleri içinde şu şu hususların sözkonusu edildiği sûreye
koyun" derdi. el-Enfal Sûresi de (Medine'de hicretten sonraj ilk nazil
olanlardandı. Berae (et-Tevbe) ise Kur'anın son nazil olan sûrelerindendir.
Bunun sözkonusu ettiği hususlar, öbürünün sözkonusu ettiği hususian
andırıyordu. Rasûlullah (sav) ise bize, onun Ötekinden olduğunu açıklamaksızın
vefat etti. Ben de onun (Tevbe'nin) ondan (el-Enfal'den.) olduğunu zannettim.
İşte bundan dolayı her iki sureyi yan yana getirdim ve aralarına
Bismillahirrahmanirrahinı satırını yazmadım. Bu hadisi, Ebu İsa et-Tirmizî de
rivayet etmiş olup: Bu hasen bir hadistir, demiştir.[5]
3- Üçüncü
görüş, yine Osman (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Malik de, İbn Ve-hb,
İbnü'l-Kasım ve İbn Abdi'l Hakem'in rivayetine göre şöyle demiştir: Bu sûrenin
baş tarafları (vahiyle) kaldırılınca, Bismillahirrahmanirrahim de onlarla
birlikte kaldırıldı. Bu görüş, ayrıca İbn Aclân'dan rivayet edilmiştir. Ona
göre Tevbe Sûresi, Bakara Sûresi kadar veya ona yakındı. Onun bir bölümü
gittiğinden dolayı, her iki sûre arasına Bismiliahirrahmanirrahim yazılmadı.
Said b. Cübeyr de der ki: Tevbe Sûresi, Bakara Sûresi gibi idi.
4- Hârice,
Ebu İsmet ve başkalarının görüşü olup şöyle demişlerdir: Hz. Osman'ın
halifeliği döneminde mushafı yazdıklarında Rasûlullah (sav)'ın ashabı arasında
görüş ayrılığı ortaya çıktı. Kimileri, Berae ve Enfal tek bir sûredir derken,
kimileri bunlar iki ayrı sûredir dedi. Bunlar iki ayrı sûredir, diyenlerin
görüşü dolayısıyla iki sure arasında bir boşluk bırakıldı ve bunlar tek bir
sûredir diyenlerin görüşü dolayısıyla da Bismiltahirrahmanirrahİm yazılmadı.
Böylelikle her iki kesim de buna razı oldu ve her iki kesimin de mus-hafta
delilleri tesbit edilmiş oldu.
5- Abdullah
b. Abbas dedi ki: Ali b. Ebi Talib'e: Niçin Tevbe Sûresi'nde
Bismillahirrahmanirrahim yazılmadı diye sordum, şu cevabı verdi: Çünkü,
Bis-millahiırahmanirrahim bir emandır. Tevbe ise kılıç (savaş emri) ile nazil
olmuştur. Onda eman diye birşey yoktur. Bu manada bir açıklama
el-Müber-red'den rivayet edilmiştir. O da şöyle der: Bundan dolayı ikisi bir
arada olmaz, Çünkü "Bismillahirrahmanirrahim" bir rahmettir. Tevbe
Sûresi ise gazab olarak nazil olmuştur. Süfyan'dan da benzeri bir görüş rivayet
edilmiştir. Süf-yan b. Uyeyne der ki: Bu sûrenin baş tarafına
Bismiüahirrahmanirrahim'in ya-ztlmayış sebebi, besmelenin rahmet oluşundan
dolayıdır. Rahmet ise bir emandır. Bu sûre ise münafıklar hakkında ve kılıç
iie inmiştir. Münafıkların ise eraa-nı yoktur.
Besmelenin yazılmaytş
sebebi hususunda sahih olan Hz. Cebrail'in bu sûre ile birlikte besmeleyi
indirmemiş olmasıdır. Bunu da el-Kuşeyrî söylemiştir. Hz. Osman'ın,
"Rasûlullalı (sav) bize, bunun ondan olduğunu beyan etmeden vefat
etti" sözleri ise, bütün sûrelerin Hz. Peygamberin sözleri ve açıklamaları
île düzenlenmiş olduğunu, sadece Berae (Tevbe) Sûresi'nin ise, Peygamber
(sav)'ın bu husustaki açık buyruğu olmaksızın Enfal'e katıldığını göstermektedir.
Buna sebep ise bu hususu açıklayamadan vefat etmesidir. Ayrıca bu İki sûre,
iki yakın arkadaş diye adlandırılırdı. O bakımdan, bu iki sûrenin bir arada
zikredilmeleri ve birinin diğerinden sonra gelmesi icabetmektedir. Çünkü,
Rasûlullalı (sav) daha ayakta İken bu iki sûre bir arada ve birbirinden
ayrılmamak niteliğine sahipti.[6]
İbn Arabî der ki: İşte
bu, kıyasın dinde aslî bir delil olduğunun delilidir, Nitekim Hz. Osman ile
ashabın ileri gelenlerinin, nassın bulunmaması esnasında benzerliği esas
alarak kıyasa başvurduklarını ve Tevbe Sûresi'nin konusu ile Enfal Sûresi'nin
konusunun benzer olduğunu gördüklerinden, Tevbe Sûresi'ni Enfal'den sonra
koymayı uygun gördüklerini görüyoruz. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'in tertibinde
bile kıyasın dahlinin bulunduğunu açıklamış olduğuna göre, sair ahkâma dair
başka ne düşünülebilir?[7]
Yüce Allah'ın: ":
İlişkilerin kesildiği" buyruğu, şu hallerde kullanılır: Bir kimse birşeyi
kendisinden izale edip uzaklaştıracak ve onunla kendisi arasındaki sebep ve
bağlantıları koparacak -olursa, şeyden
beri oldum, ben ondan uzağım," denilir.
Bu kelime burada gizli
bir mübtedânın haberi olmak üzere ref mahallin-dedir. Bunun da takdiri: Bu...
ilişkilerin kesildiği... dir" şeklindedir. Mübtedâ olarak merfu' kabul
edilmesi de mümkündür. Haberi de, yüce Allah'ın: ... larınıza(dır)"
buyruğundadır.
Nekire (belirtisiz.)
bir ismin mübtedâ olarak gelmesi, bunun vasfediîmiş olmasından dolayıdır.
Böylelikle bu kelime de bir dereceye kadar marıfe olmuş olur ve ona dair haber
vermek mümkün olur. İsa b. Ömer ise bu kelimeyi, şeklinde nasb ile ve; ":
İlişkilerin kopuşuna riayet ediniz" takdiri üzere okumuştur ve bunda İğrâ
(teşvik) manası vardır. "Be-râe" kelimesi, "şenâe ve denâe"
kelimeleri gibi "feâle" veznindedir.[8]
"Müşriklerden
antlaşma yaptıklarınıza..." buyruğu, Rasûlullah (sav)'ın kendileriyle
antlaşma yaptığı kimseler demektir. Çünkü, antlaşma akidleri-ni yapan kendisi
idi. Ashabının tümü de buna razı idiler. Böylelikle bizzat kendileri akid
yapmış ve antlaşmış gibi oluyorlardı. O bakımdan bu antlaşma akdi de onlara
nisbet edilmiştir. Aynı şekilde kâfirlerin ileri gelenlerinin kavimleri
hakkında ve onlar adına yaptıkları akidler de onlara nisbet edilir, onlara
mahsub edilir ve bu akid gereğince sorumlu tutulurlar. Zira başka türlüsü de
mümkün değildir. Çünkü, bu hususta ayrı ayrı hepsinin rızasının alınmasına
imkân yoktur. Buna göre imam (devlet başkanı), uygun göreceği bir maslahat
dolayısıyla herhangi bir hususta akid yapacak olursa, bu bütün re-âyâ için
bağlayıcı olur.[9]
2.
Yeryüzünde dört ay rahat rahat dolaşın. Biliniz ki biz Allah'ı âciz
bırakamazsınız ve herhalde Allah kâfirleri rüsvay edendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[10]
"Rahat rahat
dolaşın" buyruğu ile yüce Allah haberden hitaba geçmektedir. Yani onlara
de ki: Yeryüzünde gidin, gelin, yol alın, Müslümanlardan herhangi bir kimsenin
size karşı savaş açmasından, mallarınızı alacağından, sizi öldürmesinden, esir
etmesinden korkmaksızın güvenlik içerisinde gidiniz geliniz, demektir."Filan
kişi arzda güvenlik içerisinde dolaştı," denilir. Yere genişçe yayılmış
akan su hakkında; tabiri de buradan gelmektedir. Şair Tarafe b. el-Abd'in şu
beyiti de bu kabildendir:
"Ben senden böyle bir şeyden korkmuş olsaydım,
bana zarar veremezdin Sen, önümde atlar koşup gidiyor görmedikçe."[11]
İlim adamları tanınan
sürenin keyfiyeti ile Allah'ın ve Rasûlünün kendilerinden ilişkilerini
kestiklerinin kim oldukları hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Muhammed
b. İshak ve başkaları derler ki: Bunlar, müşriklerden iki ayrı guruptur.
Bunlardan birisinin antlaşma süresi dört aydan daha az idi. Bunlara tam dört
ay mühlet verildi. Diğerlerinin ise antlaşmalarının belli bir süreleri yoktu.
Bunların da antlaşmaları durumlarını düşünüp değerlendirmeleri için dört ay
ile sınırlandırıldı. Artık bundan sonra bu gibi kimseler Allah'a, Easûlüne ve
mü'minlere karşı savaş açmış kimseler kabul edilecekti. Bulundukları yerlerde
öldürülecek veya esir alınacaktı. Tevbe etmesi müstesna. Bu sürenin başlangıcı
ise, hacc-ı ekber günü idi. Sona ereceği tarih ise Rabiu'l-âhir ayının onu idi.
Herhangi bir antlaşmaya taraf olmayanlara gelince, bunların dq süresi haram
ayların bitmesi ile sona erecekti. Bu da yirmisi Zülhic-ce'den olmak üzere
Muharrem ay'ı ile birlikte elli günlük bir süre idi.
el-Kelbî der ki: Dört
aylık süre, kendileri ile Peygamber (sav) arasında dört aydan daha aşağı bir
süre antlaşma bulunan kimseler içindi. Antlaşma süreleri dört aydan fazla
olanlara gelince, yüce Allah'ın, Rasûlüne; "O halde onların süreleri
bitinceye kadar akidlerini tamamlayın" (et-Tevbe, 9/4) buyruğunda
sürelerini tamamlamasını emrettiği kimselerdir. Taberî ve başkalarının tercih
ettiği de budur.
Muhammed. b. İshâk,
Mücahid ve başkaları da şunu nakletmektedirler: Bu âyet-i kertme Mekkeliler
hakkında inmiştir. Şöyle ki: Rasûlullah (sav) Hudey-biye yılı Kureyşliler ile
on yıl süreyle savaşmamak üzere barış yapmıştı. Bu süre içerisinde insanlar
güvenlik altında bulunacak, birbirlerine ilişmeyecek-lerdi. Buna bağlı olarak
Huzaalılar Rasûlullah (sav)'ın tarafında, Bekroğulla-rı ise Kureyş tarafında
antlaşmada yer aldılar. Bekroğulları Huzaahlara saldırıda bulunarak ahidlerini
bozdular. Buna sebep ise, İslâmdan bir süre önce Bekroğullarının Huzaa'dan
almak istedikleri bir kan davalarının bulunması idi. Hudeybiye günü yapılan
barış antlaşması ile insanlar birbirlerine karşı güven duydular. İşte, kan
davalarının sahibi bulunan Bekroğullanndan Deyloğulları bu fırsatı ganimet
bilerek Huzaahlann gafletlerinden yararlanmak ve böylelikle Huzaahlann öldürmüş
olduğu el-Esved b. Rezn oğullarının intikamını almak istediler. Bunun için
Deyloğullarından Nevfe! b, Muaviye, Bekroğullarının Abdumenaf kolundan
kendisine itaat edenlerle birlikte yola çıktılar ve geceleyin Huzaahlara
baskın düzenleyerek onlarla savaştılar. Kureyşliler de Bekroğullanna silah
yardımında bulundular. Hatta Kureyşten bazı kimseler bizzat onlara yardımcı
oldu. Huzaahlar da meşhur olduğu ve (ilgili kaynaklarda) yazılı olduğu üzere
Harem bölgesine çekildiler. Yapılan bu iş, Hudeybiye günü barışını bozmaktı. O
bakımdan, Huzaalı Amr b. Salim ile Budeyl b. Verta, bir gurup Huzaalı ile
birlikte Rasûlullah (sav)'ın huzuruna gittiler ve Bekroğulları ile
Kuıeyşlilerin başlarına getirdikleri bu musibete karşı Hz. Peygamber'den
yardım istediler. Amr b. Salim Hz. Peygambere şu şiiri okudu:
"Rabbim, ben
Muhammed'e bizim atamızın ve onun atasının,
eskiden beri devam
eden antlaşmasını hatırlatıyorum.
Bize baba oldun sen,
biz de evlat durumundaydık
Orada tealim olmuştuk
ve itatten el çekmemiştik
Yardıma koş, Allah
sana hidayet vereaice, güçlü bir yardıma
Ve çağır Allah'ın
kullarını yardım için gelsinler
Aralarında kılıcını
kınından sıyırmış Rasûlullah da olsun,
Güneş gibi yükselip
duran o bembeyaz yüzlü
Eğer onu küçük
düşürücü bir iş yapılırsa hemen suratı asılır
Köpürerek akan coşkun
deniz gibi büyük bir ordu arasında
Gerçek şu ki,
Kureyşliler sana verdikleri sözü bozdular
Ve seninle
pekiştirdikleri ahidlerini nakzettiler
Senin kimseyi
(yardıma) çağırmayacağını zannettiler
Onlar ise en zelil ve
sayıları en az olanlardır
Biz Vetir denilen
suyumuzun kenarında gece uyurken bize baskın düzenlediler
Rükû ederken,
secdelerde iken bizi öldürdüler."
Bunun üzerine
Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu; "Eğer Kâ'boğuliarına yardım etmeyecek
olursam, ben de yardımsız kalayım." Daha sonra bir buluta bakarak şöyle
dedi: "Şüphesiz ki bu bulut, Kâ'boğullarının zaferini müjdeliyor."
Kâ'boğuUarından kastı ise Huzaalılardır. Ayrıca Rasûlullah (sav) Bu-deyl b.
Verka ile beraberindekilere de şöyle dedi: "Şüphesiz, Ebu Süryan kısa bir
süre sonra yeniden akdi bağlamak ve barış süresini artırmak için gelecektir.
Fakat maksadını gerçekleştirerneden geri dönecektir."
Gerçekten de Kureyş,
yaptıklarına pişman oldu. Ebu Süryan akdi devam ettirmek, barış süresini daha
da artırmak üzere Medine'ye çıkıp geldi. Tıpkı Rasûlullah (sav)'ın haber
verdiği gibi. Ancak bilindiği gibi arzusunu gerçek-leştiremeden geri döndü.
Rasûlullah (sav.) da Mekke üzerine yürümek üzere hazırlandı, Allah da Mekke
fethini müyesser kıldı. Bu İse hicretin sekizinci yılında oldu. Hevazinliler,
Mekke'nin fethedildiği haberini alınca, Malik b. Avf en-Nasrî -Huneyn gazası
ile ilgili bilinen ünlü haberlerde belirtildiği üzre- He-vazinlileri bir araya
getirdi. -İleride bu hususta kısmen açıklamalar gelecektir- Ve müslümanlar
kâfirlere karşı muzaffer oldular, yardıma mazhar olduiar.
Hevazin vak'ası,
Huneyn günü hicretin sekizinci yılı Şevval ayının başında olmuştu. Rasûlullalı
(sav) da ganimet olarak alınan matları ve kadınları Taife varıncaya kadar
paylaştırmadı. Taiflileri yirmi küsur gün muhasara etti. Başka süreler de
söylenmiştir. Onlara karşı mancınıklar yaptı ve mancınıklarla -bu gaza ile
ilgili bilindiği gibi- atış yaptı. Daha sonra Rasûlullah (sav) Ci'rane'ye gitti
ve bu hususta bilinen haberlerde belirtildiği üzere Huneyn ganimetlerini
paylaştırdı. Daha sonra Rasûlullah (sav) geri döndü ve beraberindekiler de
(yerlerine gitmek üzere) dağıldılar. O yi), insanların hac yönetimini Attab b.
Esid yaptı. İslâm tarihinde haccı yöneten İlk hac emiri odur. Müşrikler de
kendi ibadet anlayışlarına göre haccettiler. Attab b. Esid hayırlı, faziletli
ve vera sahibi bir zat idi. Kâ'b b. Züheyr b. Ebi Sülma da Rasûlullah (sav)'ın
huzuruna gelip onu övdü ve onun başı ucunda:
"Suâd'dan
ayrıldım o sebepten kalbim bugün üzgün ve kırgındır" diye başlayan
kasidesini sonuna kadar okudu. Bu kasidesinde Muhacirleri sözkonu-su etti,
onlardan da övgüyle sö2etti. Bundan önceleri ise, Peygamber (sav)'ı yeren
şiirleri ezberlenmiş idi. Ensar, kendilerinden söz etmediği için onu ayıplayınca,
bu sefer, Peygamber (sav)'ın huzurunda Ensardan övgüyle sözetti-ği (ve şu
mealdeki) kasidesini şöylece okudu:
"Hayatın
keremiyle sevinmek isteyen, kimse,
Ensann salimlerinden
bir süvari topluluğu arasında yer alır
Onlar babadan oğul a
üstün değerleri miras aldılar
Şüphesiz onlar hayırlı
olanlardır ve hayırlıların oğullarıdır
Uzun mızraklar
ellerinde kısacık gibi gelir
Kor gibi kızarmış
gözlerle bakarlar
Fakat görmeleri zayıf
değildir
Canlarını
Peygamberlerine satmışlardır onlar
Onun için sava; alanında hücum ve baskın
günlerinde
Kâfirlerden ellerine
geçirdikleri kimselerin kanlarıyla
Temizlenir onlar ve
bunu kendileri için bir ibadet bilirler
Arslanı bol Hafiye
vadisinde bulunan kalın enseli
Yırtıcı arslanlann
alıştıkları gibi bunlar da (insan öldürmeye) alışmışlardır
Konaklayacak olursan
engellerler senin kendilerine ulaşmanı
Ve sen dağ keçilerinin
tırmandıkları sarp tepeler yanında kendini bulursun
Onlar Bedir günü A1i (b. Bekr b. Vâil veya bir
başkası)'ye öyle bir darbe indirdiler ki,
Bütün Nizârlılar onun
etkisi dolayısıyla boyun eğdiler
Eğer herkes benim
onlara dair bildiklerimin tümünü bilseydi
Elbette benimle
tartışanlar da beni tasdik ederdi Bunlar öyle bir toplulukturlar ki, yıldızlar
yağmur yağdırmazsa onlar Gelip
kendilerine konuk olan yolculara ikramda kuaur etmezler."
Rasûlullah Taif
dönüşünden sonra Medine'de Zülhicce, Muharrem, Safer, Rabiülevvel, Rabiülahir,
Cumadelula ve Cumadelahire aylan kaldı, hicretin dokuzuncu yılı Recep ayında
ise, müslümanlarla birlikte Bizanslılarla savaşa yani Tebuk gazvesine çıktı.
Bu da onun son gazvesi idi. İbn Cüreyc, Mü-cahid'den naklen dedi ki: Rasûlullah
(sav) Tebuk'den dönünce haccetmek istedi, sonra da şöyle dedi: "Şüphesiz
Beyfe, Beyti tavaf etmek üzere çıplak müşrikler gelir. Ben böyle bir şey
kaldınlmadan lıaccetmeyi arzu etmiyorum." Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir'i
hac emiri olarak gönderdi. Onunla birlikte de hacca katılanlara karşı okumak
üzere Berae Sûresi'nin baş tarafından kırk âyet gönderdi.
Hz. Ebu Bekir yola
çıktıktan sonra Peygamber (sav) Hz. Ali'yi çağırarak: "Sen de Tevbe
Sûresi'nin baş tarafından şu hususları anlatan buyrukları al ve bir araya gelip
toplanacakları vakit herkese karşı bunları İlan et" diye buyurdu.
Hz. Ali de Peygamber
(sav)'m el-Adbâ diye bilinen dişi devesi üzerinde yola çıktı ve sonunda
Zül-Huleyfe denilen yerde Ebû Bekir -Allah ikisinden de razı olsun-'e ulaştı.
Hz. Ebu Bekir onu görünce: Emir olarak mı geldin, yoksa memur olarak mı dedi.
Hz. Ati hayır, memur olarak geldim dedi ve hep birlikte yola koyuldular. Hz.
Ebu Bekir daha önce cahiliyye döneminde vakfe yaptıkları yerlerde onlara hac
yaptırdı. Nesaî'nin kitabında (Sünenin-de) Hz. Cabir'den şöyle dediği
nakledilmektedir: Ali (r.a) da insanlara karşı Tevbe Sûresi'ni terviye
(Zülhicce'nin sekizinci) gününden bir gün Önce, Are-fe gününde ve Nahr gününde
(Kurban bayramı birinci gününde) Ebu Bekir'in hutbesi sona erdikten sonra üç
gün boyunca sonuna kadar okudu. Birinci Ne-fr günü olunca, Ebu Bekir kalktı,
insanlara hutbe irad etti. Nasıl Nefr edeceklerini ve nasıl taş atacaklarını
onlara anlattı, hac ibadetlerini onlara öğretti. Yine hutbesini bitirince Ali
kalktı ve insanlara karşı Tevbe Sûresi'niCn bu bölümlerini) sonuna kadar
okudu.[12]
Süleyman b. Musa da
dedi ki: Ebu Bekir Arefe'de hutbe okuyunca şöyle dedi: Kalk ey Alî, Rasûlullah
(sav)'ın mesajının gereğini yerine getir. Hz. Ali de kalktı ve bunu yaptı.
Sonra benim içime, herkesin Ebu Bekir'in hutbesinde hazır bulunmadığı kanaati
doğdu. O bakımdan, Kurban Bayramı birinci günü çadırları tek tek dolaşmaya
başladım.
Tirmizî de Zeyd b.
Yusey"den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben, Ali'ye, hacda seninle
gönderilen şey neydi diye sordum o, benimle dört şey gönderildi, dedi:
Beytullahı çıplak bir kimse tavaf edemeyecek, her kiminle Peygamber (sav)
arasında bir antlaşma varsa o, süresi sona erinceye kadar geçerlidir. Kimin
bir antlaşması yoksa da onun süresi dört aydır. Cennete ancak müslüman bir can
girecektir. Artık bu yıldan sonra müslümanlarla müşrikler (hacda) bir arada
bulunmayacaklardır. Tirmizî der ki: Bu lıasen, sahih bir hadistir. Bunu Nesaî
de rivayet etmiş ve şu ifadeleri zikretmiştir: Ve dedi ki: Sesim kisılıncaya
kadar seslenip duruyordum."[13]
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) dedi ki: Ali (.r.a) her ahid sahibinin ahdinin bozulduğunu
anlatmak, artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccedemeyecek ve Beytullahı
çıplak tavaf edemeyecek diye ilan etmek üzere gitmişti. O yıl yani, hicretin
dokuzuncu yılı haccını, Ebu Bekir (r.a) idare etti. Daha sonraki sene
Rasûlullah (sav) Medine'den haccını yaptı ki, bundan başka hac yapmadı. Onun
bu haccı da Zülhicce ayına tesadüf etmiş ve: "Şüphesiz zaman ilk haline
dönüp gelmiş bulunuyor" diye buyurmuştu.[14]Nitekim
ileride buna dair açıklamalar Nesi' (ayların ertelenmesi) âyetinin (9/37.
âyetin) tefsirinde gelecektir. Hac, kıyamet gününe kadar Zülhicce ayında
böylelikle yerleşmiş oldu. Mücalıid nakleder ki: Hz. Ebu Bekir ise dokuzuncu
yıl Zülka-de ayında haccetmişti.
İbnü'l-Arabî der ki:
Tevbe Sûresi'nin Hz. Ali'ye verilişindeki hikmet şudur: Tevbe Sûresi,
Peygamber (sav.)'ın akdetmiş olduğu ahidleri bozmayı ihtiva ediyordu.
Arapların uygulamasına göre, akdi ancak yapan kişi, yahut da
onun ehl-i beytinden
olan bir kişi bozabilirdi. Peygamber (sav) da kesin bir delil ile Arapların dil
uzatmalarını önlemek istemiş ve ahdi bozmak üzere kendi aile halkından,
Haşimoğull arından amcasının oğlunu göndermişti ki, kimsenin bu konuda
söyleyecek bir sözü kalmasın. ez-Zeccâc da bu manada bir açıklamada
bulunmuştur.[15]
İlim adamları derler
ki: Âyet-i kerime, bizimle müşrikler arasındaki antlaşmayı bozmanın caiz
olduğu hükmünü ihtiva etmektedir.
Bunun da iki hali
vardır: Birisi, bizimle onlar arasındaki antlaşma süresinin sona ermesi hali,
bu durumda onlara savaş ilan edebiliriz. Savaş ilan ettiğimizi bildirmek ise
ihtiyaridir.
İkincisi ise, onların
ahidlerini bozacaklarından korkarsak, önceden geçtiği üzere biz de onlara
ahidlerini bozduğumuzu bildiririz.
İbn Abbas der ki:
Âyet-i kerime nesh olunmuştur. Çünkü Peygamber (sav> önce ahid yaptı, fakat
ona savaşma emri verilince bu alıdi bozduğunu bildirdi.[16]
3.Ve (bu)
hacc-ı ekber günü Allah ve Rasöİünden İnsanlara, Allah ve Rasûlünün,
müşriklerden uzak olduklarına dair bir İlândır. Eğer tevbe ederseniz, o sizin
İçin daha hayırlıdır. Yok, eğer yüz çevirirseniz, iyi bilin ki, siz Allah'ı
âciz bırakamazsınız. O kâfirlere can yakıcı bir azabı müjdele.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[17]
Yüce Allah'ın:
"Bir ilândır" buyruğundaki Han anlamını veren kelîmesinin sözlük
anlamının "bildirmek" olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu
kelime de sûrenin ilk kelimesi olan; "İlişkilerin kesilmesi"
kelimesine atfedilmiştir. "İnsanlara" kelimesi, burada bütün
insanları kapsamaktadır. "Hacc-ı ekber günü" anlamındaki ifade
zarftır. Bunun âmili de "bir İlândır" anlamındaki kelimedir. Her ne
kadar "bir ilândır" anlamındaki ketime yüce Allah'ın:
"Allah...dan" buyruğuyla vasfedtlmjş ise de fiil kokusu varlığını
sürdürmektedir ve bu kadarı da zarflarda âmil olur. Bir diğer görüşe göre
bundaki âmil, "Küsvay eden" kelimesi olup, "bir ilandır"
anlamındaki kelime ise, sıfat alarak fiil hükmünden çıktığından dolayı amel
etmesi sahih değildir.[18]
İlim adamları
"hacc-ı ekber" hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu, Arefe
günüdür denilmiştir. Bu görüş, Hz. Ömer, Osman, İbn Abbas, Tavus ve Mücahid'den
rivayet edilmiştir, Ebu Hanife'nİn görüşü de budur, Şafiî de bu görüşü kabul
etmiştir. Hz. Ali, yine İbn Abbas, İbn Mes'ud, İbn Ebi Ev-fâ, el-Muğîre b.
Şu'be'ye göre ise, kurban bayramının birinci günüdür. Tabe-rî de bunu tercih
etmiştir.
İbn Ömer'in rivayetine
göre Rasûlullah (sav) haccını yaptığı sırada kurban bayramı günü durarak şöyle
dedi: "Bugün hangi gündür?" Yanında bulunanlar: Bugün Nahr (kurban
bayramının birinci günü, kurban kesme) günüdür, dediler. Hz. Peygamber de:
"Bu haca ekber günüdür" diye buyurdu. Bunu da Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.[19]
Buhârî Ebu Hureyre'den
şöyle dediğini rivayet etmekledir: Ebu Bekr es-Sıddik (r.a) kurban bayramının
birinci günü Mİna'da ilan yapacak kimseler arasında beni gönderdi: Artık bu
yıldan sonra hiçbir müşrik lıaccetmeyecek-tir ve çıplak bir kimse de Beytuilahı
tavaf edemeyecektir. Haca ekber günü de Nahr günü (kurban bayramının birinci
günü)dür. Burada (en büyük anlamına gelen) ekber deniliş sebebi, insanların
el-Haccu'1-Asğar (küçük hac) demelerinden ötürüdür. Ebu Bekir de o yıl,
insanlara antiaşmalannın bozulduğunu ilan etti. Peygamber (sav)'ın haccettiği
Veda Haccı senesi de hiçbir müşrik-lıac yapmadı.[20]
İbn Ebi Evfâ da der
ki: Kurban kesme günü (yevmü'n-nahr) hacc-t ekber günüdür. O günde (kurbanların)
kanı akıtılır, saç kesilir, o günde kirler giderilir ve (ihram dolayısıyla)
haram olan şeyler o günde helal olur. Malik'in kabul ettiği görüş de budur.
Çünkü, kurban kesme günü olan Nahr gününde haccın tamamı vardır. Zira hac için
vakfe de onun (dokuzu ona bağlayan günün) gecesi yapılır. Taş atmak, kurban
kesmek, tıraş olmak ve rükün tavafı da onuncu günün sabahı yapılır.
Birinci görüşü kabul
edenler, Mahreme yoluyla rivayet edilen, Peygamber (sav)'ın: "Hacc-ı
ekber günü Arefe günüdür" şeklinde rivayet ettiği hadisini delil
gösterirler. Bu hadisi İsmail el-Kadî rivayet etmiştir.
es-Sevrî ve İbn Cüreyc
derler ki: Hacc-ı ekber, Minâ'da kalınan bütün günlerdir. Bu da Sıffin günü,
Cemel günü, Buas günü demeye benzer. Bu ifadelerle ise, bizzat gün değil, bu
olayların meydana geldiği zaman ve süre kast edilir.
Mücahid'den gelen
rivayete göre ise hacc-ı ekber, hacc-ı kıran demektir, haca asğar (küçük hac)
ise, hacc-ı ifrad demektir. Ancak, bunun âyet ile hiçbir ilgisi yoktur. Yine
Mücahid ve Ata'dan şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Hacc-ı ekber, Arefe'de
vakfe yapılan hacdır. Asğar ise umredir. Yine Mücahid'den gelen rivayete göre
hacc-ı ekber, bütün hac günleridir.
el-Hasen ile Abdullah
b. el-Haris b. Nevfel de derler ki: Ona, hacc-t ekber günü adının veriliş
sebebi, o yıl müslümanlarla müşriklerin birlikte haccetmeleri ve o günde yahu
di, hıristiyan ve mecusîye mensub kimselerin bayramlarının da o güne denk
düşmesinden dolayıdır.
İbn Atiyye ise şöyle
demektedir: Böyle bir güne yüce Allah'ın bundan ötürü hacc-ı ekber diye
nitelendirmesi zayıf bir iddiadır.
Yine el-Hasen'den
şöyle dediği nakledilmektedir: Bugüne, "ekber" sıfatının verilmesi,
o günde Ebu Bekir'in haccetmesi ve antlaşmaların bozulduğunun ilan
edilmesinden ötürüdür. Bunun, el-Hasen'in görüşü olma ihtimali daha
kuvvetlidir. îbn Sırın de der ki: Hacc-ı ekber günü, Peygamber (sav)'ın Veda
Haccını yaptığı ve onunla birlikte o günde diğer ümmetlerin de haccettiği
gündür.[21]
Yüce Allah'ın:
"Allah ve Rasûlünün, müşriklerden uzak olduklarına dair..."
buyruğundaki; edatı nasb mahallinde vetakdirindedir. Bunu esrelİ okuyanlara
göre ifade; Dedi ki: Muhakkak Allah... diye, takdir ile okur. “Uzaktır"
ifadesi de 'in haberidir. "Rasûlü" lafzı, "Allah" lafzının
mahalline (mer-fu olarak) atfedilmiştir. Bununla birlikte "Uzaktır"
kelimesindeki merfu' zamire de atfedilebilir. Her ikisi de güzeldir. Çünkü
ifadeler arasında uzaklık vardır. Bununla birlikte haberi hazfedilmiş bir
mübteda da kabul edilebilir. İfadenin takdiri de:Ve Rasûlü de onlardan
uzaktır" şeklinde olur,
Şeklinde nasb ile
okuyanlara -ki el-Hasen ve bankasıdır- gelince; bunlar da "Allah"
ism-i celâlinin lafzına (mansub olduğundan) atf ile okumuşlardır. Şaz
kıraatlerde ise "ve O'nun Rasûlünün hakkı için..." takdirinde yemin
olmak üzere; şeklinde de okunmuştur. Bu kıraat el-Hasen'den de rivayet
edilmiştir. Bu okuyuşa dair Hz. Ömer'in başından geçen bir olay kitabın baş
taraflarında (Kur'anın i'rabı ile ilgili açıklamalann verildiği bölümde) geçmiş
bulunmaktadır.
"Eğer"
şirkten "tevbe ederseniz, o sizin için daha hayırlıdır" daha faydalıdır.
"Yok eğer" iman etmekten "yüzçevirirseniz, iyi bilinki siz,
Allah'ı
aciz
bırakamazsınız" O'ndan kurtulamazsınız. Çünkü O, şüphesiz sizi kuşatandır
ve cezasını size indirendir.[22]
4. Muahede
yaptığınız müşrikler arasından, sonra size karşı bir eksiklik yapmamış,
aleyhinizde kimseye yardım etmemiş olanlar müstesnadır. O halde, onların
süreleri bitinceye kadar ahidle-rini tamamlayın. Şüphesiz Allah sakınanları sever.
"Muahede
yaptığınız müşrikler arasından... olanlar müstesnadır" anlamındaki
buyruk, muttasıl istisna olarak nasb mahallindedir. -Ahidleri süresi
içerisinde bulunan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz kimseler müstesna
olmak üzere- Allah, müşriklerden uzaktır, demektir. İstisnanın munkatı' olduğu
da söylenmiştir. Yani, Allah o müşriklerden uzaktır. Amma, kendileriyle
ahidleşip de ahidleri üzere sebat gösterenlere ahidlerini tamamlayınız, demek
olur.
"Sonra size karşı
bir eksiklik yapmamış" buyruğu, kendileriyle antlaşma yapılmış olanların
kimisinin ahdini bozduğuna, kimisinin de ahdine bağlı kalmaya devam ettiğine
delildir. Şanı yüce Aliah Peygamberine, ahdine aykırı davrananların
antlaşmalannı bozmasını, ahdine bağlı kalan kimselerin de bu antlaşmaların
süresi bitene kadar antlaşmaya bağlı kalmasını emretti.
"Sonra size karşı
bir eksiklik yapmamış" iradesi de antlaşmadaki şartlardan herhangi bir
şeyi eksiltmemiş anlamındadır. "Aleyhinize kimseye karşı yardım
etmemiş" kimseye destek vermemiş "olanlar müstesnadır."
İkrime ile Ata b.
Yesar, "Sonra size karşı bir eksiklik yapmamış" buyruğunu şeklinde muzafın haztedildiği kabul edilerek
noktalı "dâd" ile okumuşlardır ki, bu ifadenin de takdiri:
"Sonra ahidlerini bozmamış iseler," şeklinde olur. Bu özelliğin,
sadece Damraoğullarının kastedildiği özel bir hüküm olduğu da söylenmektedir.
Daha sonra yüce Allah:
"O halde, onların sureleri bitinceye kadar ahidlerini tamamlayın"
diye buyurmaktadır kî, bu süre dört aydan fazla olsa bile tamamlayın, anlamındadır.[23]
5.
0 haram
aylar çıkınca, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın.
Onları alıkoyun. Onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer, tevbe edip namaz
kılar ve zekât verirlerse, yollarını serbest bırakın. Gerçekten Allah Gafurdur,
Rahimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:[24]
"O haram aylar
çıkınca" anlamındaki buyrukta, kelimesi, çıktı anlamına gelir. Mesela, bir
ayın son günlerine doğru geldiğini ifade etmek üzere kişi; Aydan çıktım, der.
"Aydan çıkarsın," yani ayı bitiriyorsun, demek olur. Şair de der ki:
"Aydan çıktım mı,
hemen onun gibi[25] bir aya girerim
Benim aylardan çıkışım
ve aylara girişim katil olarak (bana) yeterlidir.
"Ay çtktt
(bitti)," demektir, ifadesi ise, gündüz gelecek geceden sıyrıldı, çıktı
anlamındadır. ise, kadın manto (ve benzeri üst giyeceğini) üzerinden çıkardı,
demektir. Kur'an-ı Kerimde de: " Onlar için bir âyet de gecedir. Ondan
gündüzü soyup çıkarım" (Yâsîn, 36/37) diye buyurulmaktadır. ise, meyvesi
henüz daha yeşilken etrafa dağılan hurma ağacı, demektir.
(Bu âyet-i kerimede
geçen) "haram aylar" ile ilgili ilim adamlarının iki ayn görüşü
vardır. Bilinen ve üçü arka arkaya (Zülkade, Zilhicce ve Muharrem) biri de tek
(Recep) olmak üzere dört haram aydır denildiği gibi, el-Asam da şöyle demiştir:
Bununla, kendileriyle herhangi bir antlaşma akdi bulunmayan müşrikler
kastedilmiştir. İşte, yüce Allah bu buyrukta bu haram aylar çıkıncaya kadar
onlarla savaşmaktan uzak durmayı emretmektedir ki, bu da İbn Abbas'ın
naklettiğine göre elli günlük bir süredir. Çünkü, Kurban bayramı birinci günü
bu husus ilan edilmişti. Bu görüş daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Bunların, antlaşmalara
tanınan dört aylık süre olduğu da söylenmiştir. Bu görüşü de Mücahid, îbn
İshak, İbn Zeyd ve Amr b. Şuayb ileri sürmüşlerdir.
Haram aylardan kastın,
hürmetleri bulunan aylar olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu aylarda
mü'rninlere, müşriklerin kanını dökmeyi ve hayırlı bir maksat ile olması
müstesna, onlara herhangi bir şekilde taaruzda bulunmayı haram kılmış idi.[26]
Yüce Allah'ın:
"Artık o müşrikleri... öldürün" buyruğu, bütün müşrikler hakkında
umumi olmakla birlikte sünnet, bunlar arasından daha önce el-Ba-kara Sûresi'nde
(2/190. âyet 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere kadın, rahip, çocuk ve
benzeri kimseleri tahsis etmiş (bu genel hükmün dışında bı-rakrruşMır. Nitekim
yüce Allah kitap ehli hakkında da: "Cizye verinceye kadar..."
(et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. Ancak "müşrikler" lafzının kitap
ehlini kapsamına almaması da mümkündür. Bu da cizyenin puta tapanlardan ve
diğerlerinden -ileride açıklanacağı üzere- alınmamasını gerektirir. Şunu
bilmeli ki, yüce Allah'ın: "Müşrikleri öldürün" buyruğundaki mutlak
ifade, herhangi surette olursa olsun onları öldürmenin caiz olmasını gerektirmektedir.
Ancak, Hz. Peygamberden müsleyi yasaklayan haberler varid olmuştur.
Bununla birlikte Ebu
Bekr es-Sıddik (r.a)'ın irtidad edenleri ateşle yakması, taşla öldürmesi,
dağların tepelerinden atması, başaşağı kuyulara atması şeklindeki
öldürmelerine de âyetin umumi ifadesini kendisine delil almış olabilir. Aynı
şekilde Ali (r.a)'ın, irtidat eden birtakım kimseleri yakarak öldürmesini de
bu görüşe meyletmesi ve lafzın genel oluşuna dayanarak bunu yapmış olması
ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[27]
"O müşrikleri
nerede bulursanız..." buyruğu, her yer hakkında umumidir. Ebu Hanife -Allah
ondan razı olsun- ise, dalıa önce el-Bakara Sûresi'nde (2/191-192. âyetler, 3.
başlıkta) geçtiği üzere Mescid-i Haramı istisna etmiştir, Bununla birlikte
(hükmün mensuh olup olmadığı hususunda) ilim adamları arasında görüş ayrılığı
vardır. el-Hüseyn b. el-Fadl der ki: Bu âyet-İ kerime, Kur'an-ı Kerimde
yüzçevirmekten ve düşmanların eziyetlerine sabredip katlanmaktan söz eden
bütün âyetleri nesli etmiştir.
ed-Dalıhâk, es-Süddî
ve Ata da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın; "Bundan sonra ister
karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) buyruğu
ile nesli edilmiştir ve hiçbir esir eli kolu bağlı öldürülmez demişlerdir. Esir
ya karşılıksız serbest bırakılır, yahut fidye karşılığında bırakılır.
Mücahid ve Katade ise
derler ki; Bilakis bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Bundan sonra ister
karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) buyruğunu
neshetmekte ve müşrik olan esirîer hakkında öldürülmelerinden başka bir
uygulama caiz bulunmamakladır.
îbn Zeyd her iki âyet
de muhkemdir demektedir ki, doğru olan da budur. Çünkü, karşılıksız serbest
bırakmak, öldürmek ve fidye almak, müşriklerle yaptığı İlk savaş olan -önceden
de geçtiği üzere- Bedir gününden itibaren uyguladığı hükümler olagelmiştir.
Yüce Allah'ın: "Onları yakalayın" buyruğu da buna delildir. Yakalamak
ise esir almaktır. Esir almak da, imamın uygun göreceği tercihe göre ya
öldürmek için, yahut fidye almak için veya karşılıksız bırakmak için olur.
"Onları
alıkoyun" buyruğu ise, sizin topraklarınızda tasarrufta bulunmalarını ve
yanlarınıza girmelerini engelleyin; ancak, siz onlara izin verirseniz eman ile
yanınıza girebilirler, demektir.[28]
"...onların bütün
geçit yerlerini tutun" buyruğunda geçen ve "geçit yeri" diye
meali verilen; kelimesi, kendisinde düşmanın gözetlendiği yer, demektir.
"Filanı gözetledim, gözetlemekteyim," denilir. Buyruk, onların
gözetlenebilecekleri ve gafil yakalanabilecekleri yerlerde onlar için oturun
(pusu kurun) demektir. Âmir b. et-Tufeyl der ki:
"Ben kesin olarak
biliyorum ve hiç de unuttuğumu sanmayın: Genç delikanlıyı ölümün gözetleyip
durduğunu,"
Şair Adiy de şöyle
demektedir:
"Ey Âzile,
(hanımının adı) şüphesiz ki bilgisizlik genç olanm zevkin (e düşkünlüğün) den
ötürüdür Ve hiç şüphesiz nefisler için ölümler gözetlemededir."
Bu buyrukta davette
bulunmadan önce müşrikleri gatîl avlamanın caiz olduğuna delil vardır, ":
Bütün" kelimesi zarf olarak nasbedilmiştir. ez-Zec-câc'ın tercihi de
budur. Mesela; "Bir yolda gittim denildiği" gibi, "Her yolda
gittim" denilir (ve "bütün, her" anlamındaki kelime
nasbedilir). Yahut da bu kelime cer eden kelimenin düşürülmesinden ötürü de
mansub gelmiş olabilir, İfadenin takdiri şöyle olur: "Bütün geçit
yerlerinde, üzerinde gözetlemede bulunun" demek olur. Böylelikle ":
Geçit yerleri" kelimesi geçtikleri yolun adı kabul edilir.
Ebu Ali ise,
ez-Zeccâc'ı , "yol" kelimesini zarf kabul etmekte hatalı bulur ve
şöyle den Yol, ev ve mescid gibi özel bir yerin adıdır. Dolayısı ile semaî
olarak hazfın varid olduğu haller müstesna, bundan cer harfinin hazfedilme-si
caiz olamaz. Nitekim Sibeveyh "Şam'a girdim, eve girdim" şeklindeki
kullanışları nakletmektedir. Şu mısra da buna benzemektedir:
"Tilkinin yolda
sallanarak koşması gibi..."[29]
"Eğer tevbe
edip" yani, şirkten vazgeçip "namaz kılar ve zekât verirlerse,
yollarını serbest bırakın" âyet-i kerimesi üzerinde dikkatle durup düşünmek
gerekir. Çünkü yüce Allah önce öldürülme sebeplerini şirke bağlamakta, daha
sonra da: "Eğer tevbe edip..." diye buyurmaktadır. Asıl kaide de
şudur: Öldürme, eğer şirk dolayısıyla sözkonusu ise, şirkin zevali ile bu emir
de zail olur. Bu da namazın kılınmasını, zekâtın verilmesini gözönün-de
bulundurmaksızın mücerred tevbe etmekle öldürme emrinin ortadan kalkmasını
gerektirir. İşte bundan dolayı, namaz vaktinden ve zekât verme zamanından önce
mücerred tevbe etmek dolayısıyla öldürme hükmü de ortadan kalkmıştır. Bu ise,
bu yönüyle gayet açıkça anlaşılan bir konudur. Şu kadar var ki: Şanı yüce
Allah, tevbe etmekle birlikte iki şart daha sözkonu-su etmiştir ki, bunları
boşa çıkarmanın imkânı yoktur. Hz. Peygamberin şu buyruğu da buna
benzemektedir; "Ben insanlarla lâ ilahe illallah deyinceye, namaz
kılıncaya ve zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onlar bunu yapacak
olurlarsa, benden kanlarını da mallarını da korumuş olurlar. Onun hakkı ile
olması hali müstesna hesapları ise Allah'a aittir."[30]
Ebu Bekr es-Sıddik
(r.a) da şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim, namaz ile zekât
arasında ayırım gözetenlerle mutlaka savaşacağım. Çünkü zekât mahn
hakkıdır." İbn Abbas da: Allah Ebu Bekir'e rahmet eylesin. O, ne kadar da
fakih bir kimse idi demiştir.
İbnü'l'Arabî der ki:
Böylelikle Kur'an ve Sünnet aynı gerçekleri dile getirmiş olmaktadır. Namazı
ve sair farzları helal kabul ederek terkedenin kâfir olduğu hususunda
müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Sünnetleri önemsemeyerek terkeden
de fasık olur. Nafileleri terkeden için ise bir vebal yoktur. Ancak, nafilenin
faziletini inkâr ederse kâfir olur. Çünkü o, bu tutumu ile Rasûluilah (sav)'m
getirip haber verdiği bir hususu reddetmiş olmaktadır. Ancak farz olduğunu
inkâr etmeksizin ve terkini de helal kabul etmeksizin namazı terkeden kimsenin
hükmü hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Yunus b. Abdulalâ
dedi ki: Ben, İbn Vehb'i şöyle derken dinledim: Malik dedi ki: Allah'a iman
edip, rasûlleri tasdik eden, fakat namaz kılmayı kabul etmeyen kimse
öldürülür. Ebu Sevr de; Şafiî mezhebinin bütün alimleri bu görüştedir, der.
Hammad b. Zeyd, Mekhul ve Veki'in görüşü de budur. Ebu Hanife der ki: Böyle bir
kimse hapse atılır, dövülür ama öldürülmez. Bu, İbn Şihab'ın da görüşüdür.
Davud b. Ali de bu görüştedir. Bunların delilleri arasında Hz. Peygamberin şu
buyruğu da vardır: "Ben insanlarla la ilahe illallah deyinceye kadar
savaşmakla emrolundum. Bunu diyecek olurlarsa, -onun hakkı İle olması müstesna-
benden kanlarını ve mallannı korumuş olurlar."[31]Bu
görüşü kabul edenler derler ki: Onun hakkı ise, Hz. Peygamberin bir başka
hadisinde şöylece dile getirilmiştir: "Müslüman bir kimsenin kanı ancak
üç şeyden birisiyle helal olur: İmandan sonra kâfir olmak, yahut muhsan
olduktan sonra zina etmek, ya da bir başka nefse karşılık olmaksızın birisini
öldürmek."[32]
Ashab-ı kiram ve tabiinden
bir topluluğun görüşüne göre kasti olarak ve özrü bulunmaksızın vakti çıkıncaya
kadar tek bir namazı terkeden ve onu eda etmeyi de kaza etmeyi de kabul etmeyip
namaz kılmam, diyen bir kimsenin kâfir olduğu, kanının da malının da helal
olduğu, müslüman mirasçılarının ondan miras alamayacağı ve tevbe etmesinin de
istenmeyeceği görüşündedirler. Eğer (kendiliğinden) tevbe ederse mesele yok.
Aksi takdirde öldürülür. Ve malının hükmü de mürtedin malı ile aynıdır. Bu,
aynı zamanda İshak'ın da görüşüdür. İshak der ki: İşte Peygamber (sav)'dan şu
günümüze kadar ilim ehlinin görüşü böyledir.
İbn Huveyzimendad
der ki: Bizim mezhep alimlerimiz, namazı terkeden kişinin ne vakit öldürüleceği
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, namazın kılınması için uygun
görülen vaktinin sonunda öldürülür derken, kimisi de zaruret vaktinin sonuna
kadar bırakılır demişlerdir. Bu konuda sahih olan görüş budur. Bu zaruret vakti
de şöyledir: İkindi namazı vaktinden güneşin batacağı zamana kadar dört rekat
kılabilecek bir süre, yatsı namazının çıkış vakti olan gecenin bitimine dört
rekat kala, sabah namazı vaktinin bitimi olan güneşin doğuşundan önce iki
rekat kılacak kadar bir zamandır. İshak der ki: Vaktin gitmesinden maksat ise,
öğle namazını güneşin batışına, akşam namazını da tan yerinin ağarması vaktine
kadar ertelemesi demektir.[33]
Bu âyet-i kerime
"tevbe ettim" diyen kimsenin, fiilleri arasına tevbenin muhakkak
olduğunu ortaya koyan hususlar da eklenmedikçe, bu sözüyle ye-tinilmeyeceğine
delildir. Çünkü yüce Allah burada tevbe etmekle birlikte namaz kılmayı ve
zekât vermeyi de şart koşmaktadır ki, bunların yerine getirilmesiyle tevbenin
gerçekten yapıldığı ortaya çıksın. Faizi yasaklayan âyet-i kerimede de:
"Şayet tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir" (el-Bakara, 2/279)
diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: 'Tevbe edenler, ıslah edenler ve
açıklayanlar müstesna..." (el-Bakara, 2/l60) diye buyurmaktadır, el-Bakara
Sûresi'nde bu anlamdaki açıklamalar (2/160. ayetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.[34]
6. Eğer
müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Tâ ki Allah'ın kelâmını
dinlesin. Sonra onu emin olacağı yere kadar ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir
kavim olduklarından dolayı böyledir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[35]
"Eğer" sana
kendileriyle savaşma emrini vermiş olduğum "müşriklerden biri senden eman
dilerse" buyruğunda geçen ve "senden eman dilerse" anlamındaki;
kelimesi, senin himayeni isterse; yani, senin emâmnı ve senin korumam isterse,
Kur'an-ı Kerimi dinleyebilmesi için onun hükümlerini, emir ve yasaklarını
anlayabilmesi için böyle bir istekte bulunursa) sen de ona eman ver, demektir.
Eğer, bir emri kabul ederse, bu güzel bir şeydir. Şayet kabul etmeyecek
olursa, sen de onu güvenlik duyacağı yere geri götür. Bu, hakkında görüş
ayrılığı bulunmayan bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Malik der ki: Harbî
bir kişi müslümanların ülkesine giden yolda bulunup da: Ben eman istemek üzere
geldim diyecek olursa, bu gibi haller şüpheli hususlardan olduğu için görüşüme
göre bu durumdaki bir kimse güven duyabileceği bir yere geri götürülür.
İbnü'l-Kasım da şöyle der: Bizim kıyılarımıza ticaret maksadıyla gelmiş
görünen ve: Ben malımı satıncaya kadar ticaret yapmak üzere gelen kimselere
dokunmadığınızı zannediyorum, diyen kimsenin durumu da böyledir.
Âyet-i kerimenin
zahiri ise, Kur'an-ı Kerimi dinlemek ve İslâm üzerinde düşünmek isteyen
kimseler hakkındadır. Bunun dışındaki maksatlar için eman vermek ise,
müslümanların maslahatı ile ilgili ve onlara fayda sağlayan hususların gereği
gibi tetkik edilmesi ile ilgilidir.[36]
İlim adamlarının
tümüne göre sultanın (İslâm devlet yöneticisinin) verdiği eman caizdir. Çünkü
imam, müslümanların lehine olan menfaat ve maslahatlara bakmak İçin öne
geçirilir. O, menfaatlerin sağlanması, zararların önlenmesi konusunda herkesin
vekilidir.
Halifeden başkasının
eraan vermesi hususunda ise ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Hür bir
kimsenin verdiği eman, bütün ilim adamlarına göre geçerlidir. Ancak İbn Habib
şöyle demektedir: İmam, verilen bu emanı gözden geçirir.
Kölenin de, Malikî
mezhebinde meşhur olan görüşe göre eman vermek yetkisi vardır. Şafiî, Şafiî
mezhebi alimleri, Ahmed, İshâk, Evzaî, Sevrî, Ebu Sevr, Davud ve (Hanefilerden)
Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedirler. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise,
kölenin eman vermek yetkisi yoktur. Bizim (Malikî mezhebi > ilim
adamlarımızın ikinci görüşü de budur. Ancak, birinci görüş daha sahihtir.
Çünkü Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslümanların kanları birbirine
denktir. Onların en aşağı olanları dahi zimmetlerini yerine getirmeye çalışır.
"[37]
İlim adamlarımız
derler ki: Hz. Peygamber: "En aşağılan" dediğine göre, kölenin de
emanı caizdir. Hür kadının eman verebilmesi ise daha bir uygundur.
"Köleye (ganimetten) pay verilmez" diye gösterilecek gerekçe ise muteber
değildir. Abdulmelik b. el-Macişûn der ki: İmamın geçerli kabul etmesi hali
müstesna, kadının emanı caiz değildir. O, bu görüşüyle cumhurdan ayrı istisnai
bir kanaat ortaya koymuş olmaktadır.
Çocuğa gelince, eğer
savaşabilecek güçte ise, onun emanı da geçerlidir. Çünkü o da savaşçılar
arasındadır ve koruyucu kesim arasına girmektedir.
ed-Dahhak ve es-Süddî
ise, bu âyet-i kerimenin, yüce Allah'ın: "Müşrikleri öldürün"
buyruğu ile nesli olduğu kanaatindedirler. el-Hasen ise şöyle demektedir: Bu
âyet-i kerime kıyamet gününe kadar muhkem ve uygulanabilecek bir âyettir.
Mücahid de bu görüştedir.
Bu âyet-i kerimenin
hükmünün müşrikler için tayin edilen dört aylık süre boyunca geçerli olduğu da
söylenmiştir. Ancak bu görüşün hiç bir kıymeti yoktur. Said b. Cübeyr der ki:
Müşriklerden bir kişi Ali b. Ebi Talib'in yanına gelerek şöyle dedi: Bizden
herhangi bir kimse bu dört ayın bitişinden sonra Muhammed'in yanına gelip de
Allah'ın kelamını işitmek isterse veya bir ihtiyâcı dolayısıyla gelirse
öldürülür mü? Ali b, Ebi Talib (r.a): Hayır dedi. Çünkü şanı yüce Allah:
"Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Tâ ki Allah'ın
kelamını dinlesin" diye buyurmuştur. Doğru olan da budur ve âyet-i kerime
muhkemdir.[38]
Yüce Allah'ın: "
Eğer... biri" buyruğundaki; Biri kelimesi, daha sonra gelen ("Senden
eman dilerse" anlamındaki) fiil gibi bir fiil takdiri ile ref edilmiştir.
Böyle bir açıklama, şart edatı için güzeldir, ancak diğer kardeşlerinde (şart
edatlarında) çirkindir. Sibeveyh'in benimsediği görüş de, bu edat ile
diğerleri arasında fark gözetmek şeklindedir. Çünkü bu, şart edatlarının anası
olduğundan onun böyle bir özelliği vardır. Diğer taraftan böyle bir özellik
diğer edatlarda yoktur. Ancak, Muhammed b. Yezid şöyle demektedir:
Sibeveylı'in: "Çünkü böyle bir özellik diğer edatlarda yoktur"
demesi yanlıştır. Zira, bu edat, kimi zaman;
anlamında olup, kimi zaman da şeddelisinden hafifletilmiş olur. Diğer
şart edatları ise böyle değildir.
Sibeveylı şu beyiti
örnek olarak zikretmektedir:
"Benim nefis ve
değerli şeyleri tüketmemden ötürü sızlanma
Fakat ben ölüp
gidersem, işte o vakit ağlayıp sızla."[39]
İlim adamlarımız
derler ki: Yüce Allah'ın: "Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin"
buyruğunda, şanı yüce Allah'ın kelâmının okuyucu tarafından okunması halinde
işitildiğine delildir. Şeyh Ebu'l-Hasen (el-Eş'arî), Kadı Ebu Bekr
(el-Bakiİlânî) ile Ebu'l-Abbas el-Kalanfcî, İbn Mücahid, Ebu îshak
el-İs-ferayinî ve başkaları bu görüştedir.
Çünkü yüce Allah:
"Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin" buyruğu ile kendi kelâmının
Kur'an okuyan kimsenin okuması esnasında işitilen bir kelâm olduğunu açıkça
ifade etmektedir. Aynca müslümanlar, bir kimse mesela Fa-tihatü'l-Kitabı veya
herhangi bir sûreyi okuyacak olursa, "Allah'ın kelâmını dinledik
işittik" demek üzerinde icma etmiş olmaları ve Allah'ın kelâmının
okunmasıyla mesela İmriu'l-Kays'ın şiirinin okunması arasında fark gözetmekte
icma etmiş olmaları da buna delildir. el-Bakara Sûresi'nde de (2/75. ayetin
tefsirinde) Allah'ın kelâmının anlamı, O'nun kelâmının harfe ve sese muhtaç
olmadığına dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamd
olsun.[40]
7. Mescid-i
Haram'ın yanında ahidleştikleriniz dışında müşriklerin Allah katında ve
Rasûlii yanında nasıl bir ahdi olabilir? O halde onlar size karşı abidlerinde
doğru davrandıkları sürece siz de onlara doğrulukla davranın. Şüphesiz ki Allah
sakınanları sever.
Yüce Allah'ın:
"Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştiklertniz dışında, müşriklerin Allah
katında ve Rasûlü yanında nasıl bir ahdi olabilir?"
buyruğundaki
"nasıl" anlamına gelen; kelimesi burada hayret bildirmek içindir.
Tıpkı, filan kişi nasıl olur da beni geçer? demeye benzer. Yani, onun beni
geçmemesi gerekirdi.
"Ahid"
kelimesi de; "Olur" kelimesinin ismidir, âyet-i kerimede hazfedilmiş
takdiri ifade vardır. Yani: Ahdi bozmayı içlerinde saklı tutmakla birlikte
müşriklerin nasıl bir ahdi olabilir? demektir. Şairin şu beyitin-de olduğu
gibi:
"Siz bana ölümün
ancak şehirlerde (meskûn yerlerde) olduğunu söylemiştiniz. İşte bu ikisi düz
bir ova ve kum tepe sidir; nasıl olur?"
ez-Zeccâc'dan
nakledildiğine göre burada ifadenin takdiri bu kişi (burada) nasıl ölmüştür?
şeklindedir.
Buyruğun şu anlamda
olduğu da söylenmiştir: Müşriklerin Allah katında yarın azabından emin
olmalarına sebep olacak, Rasûlü nezdinde de dünya azabından kendisi sebebiyle
emin olmalarını sağlayacak bir ahidleri nasıl olabilir?
Daha sonra yüce Allah:
"Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştikerinin dışında..." diye bir
istisna yapmaktadır. Muhammed b. îshak der ki: Bunlar Bekroğullandır. Yani,
ancak şu ahidlerini bozmayan, sözlerine aykırı davranmayan kimselerin ahdi
olabilir.
"O halde onlar
size karşı doğru davrandıkları sürece siz de onlara doğrulukla davranın"
buyruğunun anlamı şudur: Onlar size verdikleri sözlerine bağlı kalmaya devam
ettikleri sürece siz de aynı şekilde sözlerinize bağlı kalmaya devam edin. İbn
Zeyd der ki: Ancak onlar ahidlerine bağlı kalmadılar, o bakımdan onlara da
dört aylık bir süre tayin etti. Ahdi bulunmayanlara gelince, tevbe etmeleri
dışında gördükleri yerde onlarla savaştılar.[41]
8. Nasıl
olabilir ki? Size karşı üstünlük sağlarlarsa hakkınızda hiçbir yemin ve hiçbir
ahid gözetmezler. Dilleriyle sizi hoşnut etmeye çalışırlar. Kalpleri İse
İsteksizdir. Onların çoğu fösık kimselerdir.
Yüce Allah: "Nasü
olabilir ki? Size karşı üstünlük sağlarlarsa..." buyruğu ile yaptıkları
işlerin kötülükleriyte birlikte onların herhangi bir ahidleri-nin olmasının
hayret edilecek birşey olduğunu tekrar etmektedir. Yani, eğer onlar size üstün
gelecek olurlarsa, sizin hakkınızda hiçbir yemin ve hiçbir ahdi gözetmedikleri
halde, onların nasıl bir ahdi olabilir?
"Üstünlüksağlama"yı
anlatmak üzere; " Filan kimseye üstünlük sağladım," yani ona galip
geldim, denilir. ise, evin üstüne çıktım, demektir. Yüce Allah'ın: "Arttk
onu aşmaya güç yetiremediler" (el-Kehf, 18/97) yani, üzerine çıkamadılar
buyruğu da buradan gelmektedir.
"Hakkınızda
hiçbir yemin ve hiçbir ahid gözetmezler" buyruğundaki "Gözetmezler,
korumazlar, riayet etmezler" demektir. (Aynı kökten gelen): Rakîb kelimesi
koruyan demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/1. âyet, 6.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. " Yemin", Mücalıid ve tbn Zeyd'e göre
ahid demektir. Yine Mücahid'den bunun yüce Allah'ın isimlerinden birisi olduğu
rivayet edilmiştir. İbn Abbas ve Dahhâk ise bunu "yakınlık" diye
açıklamış, el-Hasen himaye, Kata de de bir antlaşma diye açıklamışlardır. ise,
alıid demektir. Ebu Ubeyde bunu yemin diye açıklamıştır. Yine Ebu Ubeyde'den
nakledildiğine göre; Ahid, "zimmet" ise himaye ve taahlıüd
anlamındadır. el-Ezherîder ki: Bu, Allah'ın İbranice bir ismidir. Bunun aslı
ise parıldamak anlamına gelen; 'dan gelmektedir. An ve saf olup parıldayan bir
şey hakkında;"Rengi panldadı, panldar" denilir. Bunun aslı
itibariyle keskinlik anlamından geldiği ve harbeyi anlatmak üzere kullanılan;
de buradan geldiği de söylenmiştir. Keskin işiten hassas kulak anlamına gelen;
da buradan gelmektedir. Nitekim şair Tarafe b. el-Abd, devesinin kulağının
keskin ve hassas duymasını ve kulaklarını dikmesini anlatırken şöyle
demektedir:
"Havmel tepesinde
tek başına, bulunan bir koyunun
(burada maksat yaban
öküzüdür) iki kulağı gibi; Keskin duyan, dikilen ve onlardan asaletini
anladığım."
Ahid, himaye ve
akrabalığa "il" denilecek olursa, bunun anlamı şudur: İşte kulak o
tarafa doğru yönlendirilir. Yani, kulak bunları iyice duymaya gayret eder.
Ahde "il" denilmesinin sebebi ise, arılığı, temizliği ve üstünlüğünden
dolayıdır. Cem-i kıllet'i şeklinde gelir. Çokluk çoğulu ise; diye yapılır.
el-Cevherî ve başkaları derler ki: Esreli olarak "el-il" yüce
Allah'ın adıdır. Yine, ahid ve yakınlık anlamına da gelir. Hassan der ki:
"Andolsun ki
senin Kureyş'e olan akrabalığın
Dişi deve yavrusunun
deve kuşu yavrusuna akrabalığı gibidir."
Yüce Allah'ın; buyruğu
burada "ahid" anlamındadır. Bu ise, riayet edilmemesi halinde
günahkar olmayt gerektiren, saygı duyulması gereken her-bir şey demektir. İbn
Abbas, ed-Dalıhâk ve îbn Zeyd: Zimmet, ahid demektir demişlerdir.
"İl" kelimesini ahid diye anlamlandıranlara göre, buradaki
la-fızların farklılığı dolayısıyla aynı anlam tekrarlanmış olur. Ebu Ubeyde ve
Ma'ıner, buradaki zimmet, zimmet altına girmek, ahid altına girmek demektir,
derler. Ebu Ubeyd ise şöyle der: Zimmet, Hz. Peygamber'in: "Onların en
aşağıdakileri de zimmetlerini yerine getirmeye çalışır" ifadesinde eman anlamındadır.
Bu kelimenin (zimmet'in) çoğulu ise; şeklinde gelir. "Zel" harfi
üstün olarak ise, suyu az kuyu demek olup, çoğulu, şeklinde gelir. Şair
Zu'r-Rimme der ki:
"Öyle Himyer'e
menaub develer üzerinde İd, sanki onların gözleri
(yorgunluk ve
bitkinlikten dolayı) Sulan oldukça fazla çekildiği için suları az kuyu
gibidir."
Zimmet ehli ise akid
yapan ve kendileriyle akid yapılanlardır.
"Dilleriyle sizi
hoşnut etmeye çalışırlar." Yani, zahiren razı eden şeyleri dilleriyle
söylerler "Kalpleri ise İsteksizdir, onların çoğu fasık kimselerdir."
Yani, ahdi bozan kimselerdir, Her kâfir fasıktır. Fakat burada özellikle,
çirkin işleri açıktan açığa işleyen ve ahdi bozanlarını kastetmektedir.[42]
9. Onlar,
Allah'ın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar ve O'nun yolundan alıkoydular.
Yapageldikleri gerçekten ne kötüdür!
Bununla, müşriklerin
Ebu Süfyan'ın kendilerine ikram ettiği bir yemek karşılığında ahidlerini
bozduklarını kastetmektedir. Bunu Mücahid dile getirmiştir. Onların Kur'an-ı
Kerimi dünya metâına değiştirdikleri de söylenmiştir. "Ve onun yolundan
alıkoydular" yani, yüz çevirdiler. Bu anlamıyla Yüz-çevirmekten gelir,
veya; 'den geldiği kabul edilerek Allah'ın yolundan alıkoydular, engellediler,
demek olur.[43]
10. Onlar,
hiçbir mümin hakkında hiçbir yemin ve hiçbir abid gözetmezler. İşte onlar,
haddi aşanların tâ kendileridir.
en-Nehhâs der ki: Bu
bir tekrar değildir. Çünkü birincisi bütün müşrikler hakkındadır, ikincisi ise
özel olarak yahudiler hakkındadır. Buna delil ise, (bir önceki âyet-ı kerimede
geçen): "Allah'ın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar"
buyruğudur. Bununla yalıudileri kastetmektedir. Onlar, yüce Allah'ın
delillerini ve açıklamalarını, başkanlık isteği ve herhangi bir husustaki
tamahkârlıklarına karşılık verdiler.
"İşte onlar haddi
aşanların tâ kendileridir." Yani, ahİdlcrini bozmak suretiyle helal
sınırını aşarak harama düşenlerdir.[44]
11. Eğer
tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse, artık dinde kardeşlerinizdir. Biz,
bilen bir kavme âyetleri uzun ozadiya açıklarız.
"Eğer tevbe eder
yani, şirkten vazgeçip İslâm'ın hükümlerine bağlanacak olurlarsa
"...artık dinde kardeşlerinizdir. Sizin kardeşleriniz olurlar. İbn Abbas
der ki: Bu âyet-i kerime kıble ehlinin kanlarının (haksız yere dökülmesini)
haram kılmaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. İbn
Zeyd der ki: Yüce Allah namaz ve zekâtı farz kılmış ve bunlar arasında ayırım
gözetilmesini de, zekât vermeden namazı da kabul etmemiştir.
İbn Mes'ud der ki:
Size namaz kılmak ve zekât vermek emrolundu. Zekât vermeyenin namazı yoktur.
Hadis-İ şerifte de Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Yüce Allah: "Allah'a itaat edin ve Rasûlü-ne de itaat edin"
diye buyurduğu halde bir kimse ben Allah'a itaat ederim ama Rasûlüne itaat
etmem derse, yüce Allah: "Namazı kılın, zekâtı verin" diye buyurduğu
halde, bir kimse ben namazı kılarım ama zekât vermem derse, yine aziz ve celil
olan Allah: "Bana ve ana-babana şükret" diye buyurduğu halde,
Allah'a şükretmek ile ana-babasına şükretmek arasında ayırım gözetmek
suretiyle üç şeyi birbirinden ayrı gören kimseyi Allah da Kıyamet gününde
kendisiyle rahmeti arasına ayrılık koyar. "[45]
"Biz, bilen bir
kavme âyetleri uzun uzadıya açıklarız", beyan ederiz. Özellikle
"bilen"1erin sözkonusu edilmesi ise, bu âyetlerden asıl yararlananların
onlar oluşundan dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[46]
12.
Eğer
ahİdlerinden sonra yeminlerini bozarlar da dininize dil uzatırlarsa, küfrün
önderlerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur. Olur ki vazgeçerler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[47]
"Eğer...
bozarlarsa" buyruğundaki: "Nakzetmek, bozmak" demektir. Bu
kelime aslında eğilip büküldükten sonra çözülen herşey hakkında kullanılır.
Yemin ve ahidler hakkında bu tabir istiare yoluyla kullanılır.
Şair der ki:
"Eğer yemin etse
de yüzçevirip uzaklaşması ahdini bozmaz onun Çünkü parmak uçları kınalı olanın
yemini yoktur."
Burada yemin'den kasıt
ahiddir.
Dininize dil
uzatırlarsa" ahidlerini bozmak, savaş açmak ve buna benzer müşrik
kimsenin yaptığı başka herhangi bir iş yapmak suretiyle... "Dil
uzatmak" demek olan "ta'n" mızrakla dürtmek demek olduğu gibi,
kötü sözle dil uzatmak anlamında da kullanılır. Her iki anlam için
kullanılmakla birlikte her İkisinde de muzar'i şeklinde "ayın" harfi
Ötreli olarak gelir. Bununla birlikte "ayn" harfi ötreli kullanılırsa
mızrakla yara açmak, dürtmek, üstün olarak kullanılırsa, dil ile yaralamak, dil
uzatmak manasına kullanılacağı da söylenilmiştir. Burada bu kelime istiare
yoluyla kullanılmıştır. Hz. Pey-gamber'in, Usame'yi kumandan tayin ettiği
esnada söylediği şu buyruklar da bu türdendir: "Eğer siz onun
kumandanlığına dil uzatıyorsanız, gerçek şu ki daha önce babasının
kumandanlığına da dil uzatmış idiniz. Allah'a yemin ederim ki gerçekten o
kumandanlığa layık bir kimse idi." Bu hadisi Sahih (-i Buhârî) rivayet
[48]etmiştir.[49]
Kimi ilim adamları, bu
âyet-i kerimeyi dine dil uzatan ve ondan kötü bir şekilde söz eden herkesin
öldürülmesinin vücubuna delil göstermişlerdir. Çünkü, böyle bir kimse kâfir
olur. Dil uzatmak (ta'n etmek) ise, dine yakışık olmayan şeyleri nisbet etmek
yahut da dinden olan herhangi bir şeyi hafife alarak itiraz etmek demektir.
Çünkü, dinin esaslarının sağlıklı olduğu, şer'î hükümlerinin de doğruluğu
kat'î delil ile sabit olmuştur. Îbnü'l-Münzir der ki: Bütün ilim ehli kimseler,
Peygamber (sav)'a söven kimsenin öldürüleceğini kabul etmişlerdir. Bu görüşte
olanlar arasında Malik, Leys, Ahmed ve İshâk da vardır. Şafiî'nin görüşü de
budur. En Nu'man (b. Sabit, Ebu Hanife) dan da şöyle dediği nakledilmektedir:
-İleride de gelece'ği üzere- zimmet ehlinden olup da Peygamber (sav) e söven
kimse öldürülmez.
Ancak, rivayet
edildiğine göre Ali (r.a)'nin meclisinde birisi: Kâ'b b. el-Eş-ref ancak
haksızca ve ahde aykırı olarak öldürüldü demiş, Hz. Ali de o kimsenin boynunun
vurulmasını emretmiştir.
Muaviye'nin bulunduğu
mecliste bir başka kişi böyle söylemiş, bunun üzerine Muhammed b. Mesleme
ayağa kalkarak: Böyle bir söz senin meclisinde söyleniyor ve sen susuyorsun
ha! Allah'a yemin ederim seninle aynı çatı altında asla bulunmam ve andolsun
onunla başbaşa kalacak olursam mutlaka onu öldürürüm.
(Malikî mezhebine
mensub) ilim adamlarımız derler ki: Böyle bir kimse eğer hainlik etmeyi, ahdi
bozmayı, Peygamber (sav)'a nisbet etmiş ise, tevbe etmesi istenmeksizin
öldürülür. İşte Hz. Ali ile Muhammed b. Mesleme'nin -Allah İkisinden razı
olsun- böyle bir sözü söyleyenin maksadını böylece anlamışlardır. Çünkü böyle
bir ifade zındıklıktır. Eğer bu sözü söyleyen kimse ahde aykırı davranmayı;
onlar, önce ona eman verdiler, sonra ona verdikleri sözde durmadılar diyerek
fiilen Öldürenlere nisbet edecek olursa, böyle bir nisbet de katıksız bir
yalan ve iftira olur. Çünkü, onların Kâ'b b. el-Eş-refe söyledikleri sözlerinde
ona eman verdiklerine ve bunu açıkça ifade ettiklerine delâlet eden bir söz
yoktur. Eğer böyle bir şey söylemiş olsalardı bile onların bu sözleri eman
olmazdı. Çünkü Peygamber (sav) onları ona eman versinler diye değil,
öldürsünler diye göndermişti. Ve Muhammed b. Mesleme'ye (uygun göreceği)
sözleri söyleme izni de vermişti.
Buna göre böyle bir
şeyi bizzat onu öldürenlere nisbet edenin sözleri üzerinde düşünmek gerekir ve
(öldürülmeleri gerektiği hususunda) tereddüt söz-konusudur. Bunun sebebi ise
şudur: Acaba, sözlerinde durmamayı onu öldürenlere nisbet etmek aynı zamanda
ahde hainlik etmeyi Peygamber (sav)'a nisbet etme sonucunu da beraberinde
getirir mi? Çünkü Peygamber (sav) da ya onların fiillerini doğru bulmuş ve
yaptıklarına razı olmuştur, o bakımdan da o bu sözde durmayışı, ahde ihanet
etmeyi rıza ile karşılamış demektir. Bunu (bu anlamıyla) açıkça ifade eden bir
kimse öldürülür. Ya da onların sözlerinde durmayışlannı söylemek, Peygamber
(sav)'ın da ahdini bozması anlamına gelmez denilir, bu durumdaki bir kimse de
öldürülmez. Böyle bir kimsenin öldürülmeyeceğini kabul etsek dahi, bu sözü
söyleyenin ibretli bir şekilde cezalandınlması, hapis cezasına çarptırılması,
ağır bir şekilde dövülmesi ve büyük bir ölçüde de tahkir edilmesi kaçınılmaz
birşeydir.[50]
Zımmî dine dil
uzatacak olursa, Maliki mezhebinde meşhur olan görüşe göre ahdi bozulur. Çünkü
yüce Allah: "Eğer ahldlerinden sonra yeminlerini bozarlar da..."
diye buyurmakta ve o takdirde onların Öldürülmelerini ve onlarla savaşılmasını
emretmektedir. Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-nin görüşü de budur. Ebu
Hanife ise böyle bir kimse hakkında şöyle der: Tev-be etmesi istenir. Mücerred
olarak dil uzatması sebebiyle -beraberinde ahdini bozması sözkonusu olmadığı
sürece- ahdini bozmuş olmaz. Çünkü yüce Allah iki şarta bağlı olarak
öldürülmelerini emretmektedir: Biri onların ahidlerini bozmaları, diğeri ise
dine dil uzatmalarıdır,
Biz deriz ki: Eğer onlar
ahidlerine aykın uygulamalarda bulunacak olurlarsa ahidleri bozulmuş olur.
(Âyet-i kerimede) her iki hususun sözkonusu edilmesi ise, böyle bir kimsenin
öldürülmesi için her iki hususun ayrı ayrı ortaya konulmasına bağlı kalmasını
gerektirmez. Çünkü ahdî bozmak, aklen de şer'an de tek başına onları öldürmeyi
mubah kılmaya yeterlidir. Bize göre âyet-i kerimenin takdirî ifadesi şöyledir:
Eğer onlar ahidlerini bozarlarsa onlarla savaşmak helal olur. Eğer ahidlerini
bozmaksızın ahidlerine bağlı kalmakla birlikte dine dil uzatacak olurlarsa,
yine onlarla savaşmak helal olur.
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Ömer'in huzurunda, üzerinde müslüman bir kadının bulunduğu bir bineği
dürttüğü ve bunun üzerine o bineğin huylanıp kadını yere düşürdüğü, buna bağlı
olarak avretinin açıldığını dava etmeleri üzerine, Hz. Ömer aynı yerde o
zımmînin asılmasını emretmiştir.[51]
Zımmî, müslümanlara
karşı savaşacak olursa, ahdi bozulur, mah ve çocukları da onunla birlikte
müslümanlara fey' (ganimet) olur. Muhammed b. Mesleme ise der ki: Onun ahdini
bozmasından dolayı çocuğu sorumlu tutulmaz. Çünkü o, ahdini tek başına
bozmuştur. Yine Muhammed b. Mesleme der ki: Malı alınır.
Bu şekildeki açıklama
Muhammed b, Mesleme'ye yakıştırılamayan bir çelişkidir. Çünkü, zımnimin
malının ve çocuklarının himaye altına alınmasına sebep onun ahdidir. Eğer
malının elden gitmesini gerektiren bir durum ortaya çıkarsa, çocuğunun da
etinden alınması sonucunu verir.
Eşlıeb der ki: Zımmî
ahdini bozacak olursa, o yine ahdi üzere kalır. Ve ebediyen köleliğe dönmesi
sözkonusu değildir. Ancak bu, hayret edilecek bir husustur. Sanki o, bu görüşü
ile ahdi maddi bir olay olarak kabul etmiş gibidir. Halbuki ahdin gereğini
yerine getirmek mantıki bir husustur ve müslümanlar bu ahdin gereğini yerine
getirmeyi üzerlerine almışlardır. Kendisi bu ahdî bozacak olursa, bu da diğer
akidler gibi bozulmuş olur.[52]
İlim adamlarının
çoğunluğu, zimmet ehlinden olup da Peygamber efendimize söven, yahut üstü
kapalı ifadelerle ona dil uzatan veya onun değerini hafife alan, yahut da Hz,
Peygamber'e, kâfir olmasını gerektiren şekilden başka türlüsüyle nitelendiren
kimsenin öldürüleceği görüşündedir. Çünkü biz ona zimmetin gereği olan himayemizi
veya onunla ahidleşmeyi bu esas üzere yapmış değiliz. Şu kadar var ki, Ebu
Hanife, es-Sevrî ve Kürelilerden onlara tabi olanlar şöyle demişlerdir: Böyle
bir kimse öldürülmez. Çünkü onun içinde bulunduğu şirk hali bundan daha
büyüktür. Ancak bu davranışından ötürü te'dip ve ta'zir edilir. Ona karşı delil
İse, yüce Allah'ın: "Eğer ahidle-rinden sonra yeminlerini bozarlar
da..." âyetidir. Kimi ilim adamı da bu görüşe karşı Hz. Peygamberin,
antlaşmalı olmakla birlikte Kâ'b b. el-Eşref in öldürülmesi emrini vermesini
delil göstermişlerdir. Hz. Ebu Bekir de arkadaşlarından birisine öfkelenince
Ebu Berze, bunun boynunu vurmayayım mı diye sorunca, Hz. Ebu Bekir: Rasûlullah
(say)'dan başka herhangi bir kimse için böyle bir şey sözkonusu değildir, diye
cevap vermiştir.[53]
Dârakutnî de İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kör bir adamın bir cariyesi
vardı. O cariyesinden iki inciyi andıran iki oğlu vardı. Bu cariye Peygamber
(sav)'a söver ve ona dil uzatırdı. Adam ise bu işten vazgeçmesini söylüyor
fakat cariye bundan vazgeçmiyordu. Bundan dolayı azarlıyor, bu işe son
vermesini istiyor, fakat yine son vermiyordu. Gecenin birinde Peygamber
(sav)'ı diline dolayınca, efendisi dayanamayarak kalkıp bir kazma aldı ve onu
karnına sapladı. Vücudunun öbür tarafından çıkartıncaya kadar da üzerine
dayanıp durdu. Peygamber (sav) da bunun üzerine: "Dikkat edin ve şahid
olun ki, onun kanı hederdir."[54]
Yine İbn Abbas'tan
gelen bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: ...Onu öldürdü. Sabah olunca
bu husus Peygamber (sav)'a anlatılınca, o ama adam kalkıp şöyle dedi: Ey
Allah'ın Rasûlü onu ö'düren benim. Bu kadın sana sövüyor ve sana dil
uzatıyordu. Ben bu işten vazgeçmesini söylüyor, fakat o vaz geçmiyordu. Bundan
dolayı onu azarlıyor ve son vermesini istiyor, fakat bir türlü dinlemiyordu.
Benim ondan iki inciyi andıran iki oğlum da var. Bana karşı da çok yumuşaktı.
Dün de sana sövmeye, sana dil uzatmaya başlayınca onu öldürdüm. Bunun üzerine
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun ve şahid olun ki, onun
kanı "[55]hederdir.[56]
Bir zımmî Hz.
Peygamber'e sövdükten sonra öldürülmekten korktuğu için müslüman olduğunu İzhar
edecek olursa, onun İslâm'a girmesi öldürülme cezasını kaldırır, denilmiştir.
Maliki mezhebinde meşhur olan görüş budur. Çünkü tslâm kendisinden öncekileri
ortadan kaldırır. Ancak, müslüman bir kimse Hz. Peygamber'e sövüp de daha
sonra tevbe edecek olursa, hükmü böyle değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfiret
olunur." (el-Enfal, 8/38)
îslâma girişinin
öldürülme cezasını ortadan kaldırmayacağı da söylenmiştir el-Utbiyye'den
Malik'in görüşü bu şekilde nakledilmiştir, Çünkü bunu yapmakla Hz. Peygamberin
hakkını çiğnemiş, saygınlığına riayet etmemiş, Hz. Peygamberi küçültmek ve ona
kötülük etmek kastı ile böyle davrandığından, Peygamberin bu haklarını
çiğnediğinden Ötürü öldürülmesi vacibtir. Dolayısıyla onun İslâm'a dönüşü, bu
cezasını ortadan kaldırmaz ve böyle bir kimse müslümandan daha İyi bir durumda
olamaz.[57]
Yüce Allah'ın;
"Küfrün önderlerini hemen öldürün" buyruğundaki "önderler"
anlamına gelen; kelimesi, 'in çoğuludur. Bununla kastedilen kimi ilim adamlarının
görüşüne göre Ebu Cehil, Utbe, Şeybe ve Umeyye b. Halef gibi Kureyş'in ileri
gelenleridir.
Ancak bu uzak bir
ihtimaldir. Çünkü bu âyet-i kerime Tevbe Sûresi'nde-dir. Ve bu âyet-i kerime
nazil olup da insanlara karşı okunduğunda yüce Allah, Kureyş'in güç
kaynaklarının kökünü kurutmuştu. Geriye onlardan kalanlar ya müslümandı, ya
banş yapmış kimselerdi. Buna göre "Küfrün Önderlerini hemen öldürün"
buyruğu ile kastedilenlerin ahdi bozmaya, dine dil uzatmaya kalkışan her bir
kimsenin, küfürde bir esas ve bir lider olacağı anlamına gelmesi muhtemeldir.
Yine bu buyrukta "ileri gelenler" ile onların başkanlarının
kastedilmiş olması ve onlarla çarpışmak, onlara uyanlarla çarpışmaktır;
onların herhangi bir saygınlıkları sözkonusu değildir, anlamına gelmesi de
muhtemeldir.
Bu kelimenin çoğulu
aslında şeklinde gelmeli idi. "Misal ve misaller" kelimesinde olduğu
gibi. Ancak, "mim" harfleri birbirlerine idğam edildikten sonra
birinci "mim"in harekesi birinci hemzeye verilerek İki (harekeli
hemze) ard arda gelmektedir. O bakımdan ikinci hemze yerine de "ye"
getirilmiştir. el-Ahfeş'in iddiasına göre bundan dolayı "ye"li
olarak; "Bu, bundan daha öndedir," denilir. el-Mâzinî ise, (aynı anlamda)
"vav" ile denildiği iddiasındadır. Hamza ise bu kelimeyi; şeklinde okumuştur.
Ancak, nahivcilerin çoğunluğu bunun bîr lahn olduğu kanaatindedir.[58]Çünkü
bu, aynı kelimede iki hemzeyi bir arada söylemektir.
"Çünkü onların
yeminleri yoktur" yani onların ahidleri olmaz. Bu da onların samimi
olarak yerine getirecekleri doğrulukla bağlanacakları ahidleri yoktur,
demektir.
İbn Âmir
"yeminler" anlamına gelen: kelimesini hemze esreli olarak
"iman"dan gelecek şekilde;okumuştur. (Onlann îmanları yoktur,
anlamına gelir). Yani onların İslâmları yoktur, demektir. Bununla birlikte bunun,
korkunun zıddı olan emniyetten gelen; "Ona eman verdim"den gelme
ihtimali de vardır. Buna göre onlara eman verilmez, onlar himaye altına
alınmazlar manasına gelir. İşte bundan dolayı "Küfrün önderlerini hemen
öldürün" diye buyurmaktadır.
"Olur ki vazgeçerler"
olur ki şirkten vazgeçerler, demektir. el-Kelbî der ki: Peygamber (sav)
Hudeybiye'de iken Mekkelilerle antlaşma yaptı. Onlar da onu Beyt'İ ziyaretten
alıkoydular. Sonra da geri dönmesi şartıyla onunla barış yaptılar ve Allah'ın
dilediği kadar bir süre böylece kaldılar. Daha sonra Rasûlullah (sav)'ın
antlaşmasına dahil bulunan Huzaalılar, Kinânelilere mensup Umeyyeoğulları ile
savaştılar. Umeyyeoğulları kendi antlaşmalılanna silah ve yiyecek yardımında
bulundular. Huzaahlar da Rasûlullah (sav)'dan yardım istediler. Bunun üzerine
bu âyet-i kerime indi. Rasûlullah (sav) da -önceden geçtiği üzere- yaptığı
antlaşmada tarafında yer alanlara yardımcı olunmasını emretti.
Buhârî'de Zeyd b.
Vehb'den şöyle dediği nakledilmektedir: Biz Huzeyfe'nirj yanında bulunuyor idik
şöyle dedi: Bu âyet-i kerimenin -bununla: "Küfrün önderlerini hemen
öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur" ayetini kastederek- sözünü
ettiklerinden yalnızca üç kişi kaldı. Münafıklardan da sadece dört kişi kalmış
bulunuyor. Bir bedevi arap şöyle dedi: Siz Muhammed'in ashabı, bizim ne demek
olduklannı bilemediğimiz birtakım haberler veriyorsunuz. Yalnızca dört münafık
kaldığını iddia ediyorsunuz. Peki şu bizim evlerimizi basıp içindekileri
alanların, bizim değerli eşyalarımızı çalanların durumu nedir? Huzeyfe şöyle
dedi: Onlar fasık kimselerdir. Evet, onlardan sadece dört kişi kalmış
bulunuyor. Bunlardan birisi ise eğer soğuk su içecek olsa, o soğuk suyun
soğukluğunun farkına varmayacak kadar kocamış bir yaşlıdır.[59]
"Olur id
vazgeçerler" yani, küfürlerine, batıllarına, müslümanlara eziyet
vermelerine bir son verirler. Bu ise onlarla savaşma maksadının bizimle savaşmaktan
vazgeçerek dinimize girmek suretiyle zararlarını önlemek olmasını
gerektirmektedir.[60]
13.
Yeminlerini bozan, o Peygamberi sürüp çıkarmaya kalkışan ye . bununla beraber ilk olarak sizinle
kendileri (savaşmaya) başlayan bir kavim
ile savaşmaz mısınız? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü'min kimseler iseniz
asıl korkmanız gereken Allah'tır.
"Yeminlerini
bozan... bir kavim ile savaşmaz mısınız?" buyruğu, bir azar olmakla
birlikte savaşa teşvik anlamı da vardır. Önceden de belirttiğimiz gîbi Mekke
kâfirleri hakkında nazil olmuştu.
"O peygamberi
sürüp çıkarmaya kalkışan" yani, onun Mekke'den çıkmasına onlar sebep
teşkil etmişlerdi. Bundan dolayı onun çıkartılması kendilerine nisbet
edilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır. Onlar, ahidlerini bozduklarından dolayı
Mekkelilerle savaşmak üzere Hz. Peygamberin Medine'nin dışına çıkmasına sebep
oldular. Bu açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir.
"Bununla beraber
ilk olarak sizinle kendileri" savaşmaya "başlayan bir kavun..."
Yani, onlar ahidlerini bozdular ve Huzaahlara karşı Bekroğulları-na yardımcı
oldular. Şöyle de açıklanmıştın Bedir günü sizinle İlk olarak onlar
savaştılar. Çünkü Peygamber (sav) kervanı ele geçirmek için çıkmıştı.
Mek-kelüer kervanlarını kurtarınca geri dönebilirlerdi. Ama, önceden de geçtiği
gibi bunu yapmayarak, mutlaka Bedir'e vanp orada şarap içmekte direttiler.
"Eğer mü'inin
kimseler iseniz, asıl korkmanız gereken Allah'tır." Yani, onlarla
savaşmaktan ötürü hoşunuza gitmeyecek" şeylerle karşılaşmaktan korkmaktan
çok onlarla savaşı terketmeniz dolayısıyla Allah'ın cezasından korkmalısınız.
Şöyle de
açıklanmıştır: Onların Allah Rasûlünü çıkar malan ndan kasıt, Onu hac
yapmaktan, umre yapmaktan, tavaf etmekten ahkoymalandır. İşte onların savaşa
ilk başlayan taraf olmaları bu demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[61]
14. Onlarla
savaşın ki, Allah ellerinizle onları azaplandırsın. Onları rezil etsin. Size
onlara karşı zafer versin ve (bununla) mü'min bir topluluğun gönüllerine şifa
versin;
15. Kalplerindeki gazabı gidersin. Allah
dilediğine tevbe nasib eder. Allah hakkıyla bilendir, Hakimdir.
"Onlarla
savaşın" buyruğu bir emirdir; "ki, Allah... onları azaplandırsın*
buyruğu da onun
cevabıdır. Şartın cevabı anlamında olmak üzere meczum gelmiştir. İfadenin
takdiri şöyledir: Eğer onlarla savaşırsanız Allah ellerinizle onları
azaplandırır, onları rezil eder, size, onlara karşı zafer verir ve mü'min bir
topluluğun gönüllerine de şifa verir.
"Kalplerindekİ
gazabı gidersin" buyruğu ise, onların gazap ve öfkelerinin ileri dereceye
ulaşmış olduğunu göstermektedir. Mücahid der ki: Bu buyrukla, Rasûlullah
(sav)'ın tarafında antlaşmada yer alan Huzaahlan kastetmektedir. İfadelerde
cümlecikler hep birbirine atfedilmiştir. Ve hepsinde de birincisinden kat' ile
(yeni cümlecikler halinde) ref caizdir.
Bununla
birlikte;takdiri ile nasbedilmeleri de caizdir. Kûfelilerce "sarf"
diye bilinen şey budur. Şairin şu beyitlerinde olduğu gibi:
"Şayet Ebû Kabus
ölecek olursa ölür
İnsanların baharı da,
haram ayı da
Ve ondan sonra biz
sarılırız hor gücü bulunmayan
Sırtı alınmış,
horgüçsüz bir hayatın kuyruklarına."
Buradaki; "
Sarılırız" kelimesini istersek üstün ile okuyabiliriz, istersek mansub
olarak okuyabiliriz.
Yüce Allah'ın:
"Ve mü'mln bir topluluğun gönüllerine şife versin" buyruğu ile
kastedilenler, Mücahid'den naklettiğimize göre Huzaaoğullandır. Çünkü
Kureyşliler onlara karşı Bekroğullarına yardımcı olmuştu. Huzaalılar ise
Peygamber (sav)'ın tarafında antlaşmada yer almışlardı. Bekroğullarına men-sub
birisi Rasûlullah (sav)'ı hicveden bir şiir söylemişti, Bunun üzerine
Hu-zaalılardan birisi ona: Eğer bu şiiri bir daha okuyacak olursan, senin
ağzını kırarım. Bekroğullarına mensub kişi bu şiiri bîr daha okuyunca,
gerçekten ağzını kırdı ve aralarında çarpışma başgösterdi. Huzaalılardan
bazılarını öldürdüler. Bunun üzerine Huzaalı Amr b. Salim, bir kaç kişiyle
birlikte Peygamber (sav)'in huzuruna gitti ve ona durumunu haber verdi. Hz.
Peygamber, mü'minlerin annelerinden Meymune'nin odasına girip: "Üzerime
su dökün" diye buyurdu ve yıkanmaya başladı. Yıkanırken de: "Eğer
Kâ'b oğullarına (ki bunlar Amr b. Salim'in kavmi olan Huzaalıların bir koludur)
yardım etmeyecek olursam, yardım görmeyeyim" diye buyurdu. Daha sonra
Rasûlullah (sav) gerekli hazırlıkların yapılmasını ve Mekke'ye çıkılmasını emretti,
bunun sonucunda da Mekke fethedildi.
'Allah dilediğine
tevfoe nasib eder" buyruğundaki"Tevbe nasib eder" kelimesinde
kıraat yeni bir cümle (istinaf) olmak üzere ref iledir. Çünkü bu, önceki
ifadeler türünden değildir. Bundan dolayı cezm ile diye buyurmamıştır.
Diğer taraftan onlarla
savaşmak, onların Allah tarafından tevbelerinin kabul edilmesini de
gerektirmez. Aksine onlarla savaşmak, onların azab edilmelerini, rezil
edilmelerini, mümin bir topluluğun gönüllerinin bulmasını, onların
kalplerindeki öfkenin gitmesini gerektirir. Bunun bir benzeri de: "Allah
dilerse kalbinin üzerini mühürler" buyruğunda ifade tamam olduktan sonra:
"Allak batılı mahveder" (eş-Şûrâ, 42/24) diye buyurmasıdır.
Allah'ın tevbelerini
kabul ettiği kemseJer ise, Ebu Süfyan, Ebu Cehil'in oğlu îkrime, Süleym b. Ebi
Amr gibileridir. Bunlar İslâm'a girdiler.
İbn Ebi İshak ise bu
("terbe nasib eder" anlamındaki) lafzı, şeklinde nasb ile okumuştur.
(Allah dilediğine tevbe nasib etsin diye, anlamına gelir). Aynı şekilde İsa
es-Sekafî ve el-A'rec'den de böyle okudukları rivayet edilmiştir. Bu okuyuşa
göre ise, tevbelerinin kabulü de şartın cevabı kapsamına girer. Çünkü anlam:
"Eğer onlarla savaşırsanız Allah onları azap-landırır..."
şeklindedir. Buna atfedilenlerin manası dat>öyle olur. Bundan sonra da eğer
onlarla savaşırsanız "Allah da onların tevbelerini kabul eder" diye
buyurmaktadır. Böylelikle sizin ellerinizle azaplandtnlmalan, gönüllerinize
şifa vermesi, kalplerinizin öfkesinin giderilmesi ve tevbenizin kabul edilmesi
lütufları hep birlikte size verilmiş olur.
Ancak, burada bu
fiilin, "tevbe nasib eder" anlamındaki fiilin rnerfu' olarak
okunması daha güzeldir. Çünkü savaş tevbe etmenin sebebi değildir. Zira, şanı
yüce Allah'ın, tevbesini kabul etmek istediği herhangi bir kimse için tevbe,
her halükârda savaş olmaksızın da mümkün olabilir.[62]
16. Yoksa
siz, Allah içinizden clhad edenleri, Allah'tan, Rasulünden ve mü'minlerden
başkasını dost ve sırdaş dinmeyenleri ayırt etmeksizin bırakıhverileceğinizi mi
sandınız. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
"Yoksa siz... mi
sandınız?" buyruğu ile bir konudan bir başka konuya geçilmektedir.
"Bırakdıverileceğinizi" anlamındaki buyruk, Sibe-veyh'in görüşüne
göre iki meful yerini tutmaktadır. el-Müberred'e göre ise ikinci merul
hazfedilmişür. Buyruğun anlamı şudur: Sizler, mü'min ile mü-naiıkın kendisi
sebebiyle mükâfat veya cezayı hak edeceği şekilde ortaya çıkarılmasını
sağlayacak ibtilâlara maruz kalmadan bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Bu
anlamdaki açıklamalar, bundan önce birkaç yerde de geçmiş bulunmaktadır.
"Ayırdetmeksizin"
buyruğu, ile zâid olsa da- cezm edilmiştir. Çünkü bu, Sibeveyh'e göre -önceden
de (Âl-i İmran, 3/142. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere- "Yapmıştır,"
sözüne (olumsuz olarak) cevap teşkil eder. "Mim" harfinin esreli
olması ise, (bundan sonraki lafzatullah'ın ilk harfinin sakin olması sebebiyle)
iki sakinin bir araya gelmesidir.
"Dost ve
sırdaş" kelimesi içli dtşlı, iç içe gibi anlamlara gelir ve girmek demek
olan-,'den gelmektedir. Vahşi hayvanların içine girdiği inlere; denilmesi de
buradan gelmektedir. Yani: Allah'ı ve Rasûlü-nü (ve mü1 mirileri) bırakarak
başkalarına sevgi duyup onlarla içli dışlı olmayın.
Ebu Ubeyde der ki:
Kendisinden olmayan bîr şeyin içine soktuğun her bir şeye; denilir. Bîr kimse
bir topluluğun kendisinden olmamakla birlikte aralarında bulunursa o kimseye
de bu isim verilir. İbn Zeyd der ki: Bu kelime (velîce), sonradan bir şeyin
içerisine giren demektir. Çoğulu da-, şeklinde gelir. Kişinin sırdaşlan diğer
insanlar arasında onun özel yakınları ve İşinin içyüzünü bilen kimseleri
demektir. Bu durumda; "O benim sırdaşımdır, onlar benim sırdaşımdır,"
denilerek kelimenin tekili de çoğulu da aynı kullanılabilir. Nitekim Eban b.
Tağ-lib -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demişitir:
"Kaçkınlara,
hadlerini aşanlara ve şüpheli işler peşinde olanlara O ne kötü bir sığınak ve
barınaktır!"
Bu kelimenin;"
Sırdaş" anlamına geldiği de söylenmiştir ki, manası birdir.
Bu buyruğun bir
benzeri de yüce Allah'ın-. "Ey iman edenler, sizden başkalarını sırdaş
edinmeyin" (Âl-i İmran, 3/118) buyruğudur. el-Ferrâ der ki: (Bu âyet-i
kerimede geçen) velîce (dost ve sırdaş) onların müşriklerden kendilerine
sırlarını açıkladıkları, durumlarını bildirdikleri ve müşriklerden edindikleri
sırdaşları demektir.[63]
17.
Müşriklerin
kendi küfürlerine kendileri şafald İken Allah'ın mescidlerini imar etme hakları
yoktur. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ebediyyen ateşte
kalacaklardır.
"Müşriklerin...
Allah'ın mescidlerini imar etme hakları yoktur" buyruğunda ki " İmar
etme...leri" cümlesi,)'nin ismi olarak ref mahallindedir. "Kenefleri
şahid iken" kelimesi de haldir.
İlim adamları bu
âyetin te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre artık
onların Mescid-i Harama gelmelerinin engellenmesi kararından sonra haccetme
yetki ve imkânları yoktur. Sidâne, Sikâye ve Rifâde gibi görevler de müşrikler
elinde bulunuyordu. Bu buyrukla onların bu görevleri yerine getirmeye ehil
olmadıklarını buna ehil olanların mü'minler olduklarını açıklamaktadır.
Bir diğer görüşe göre
Hz. Abbas Bedir'de esir alınıp da kâfir olması, akrabalık bağlarını koparması
sebebiyle ayıplanınca şöyle cevap vermiş: Sizler bizim kötülüklerimizi
sözkonusu ediyor, iyiliklerimizi hiç anmıyorsunuz. Hz- Ali, iyilikleriniz de mi
var? diye sorunca, Hz. Abbas: Evet demiş. Şüphesiz bizler Mescid-i Haramı imar
ediyor, Kâ'be'nin örtülerini hazırlıyor, hacılara su veriyor ve esirleri
esirlikten kurtarıyoruz. Bu âyet-i kerime onun bu sözlerini reddetmek üzere
indi.[64]
O halde müslürnanların
mescidlerle ilgili hükümlerin gereğini yerine getirmeyi ve müşriklerin
mescidlere girmelerini engellemeleri gerekir.
Genel olarak bütün
kıraat âlimleri; "İmar etmeleri" şeklinde "ye" harfini
üstün, "mim" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. İbn es-Semeyka
ise bunu "ye" harfini ötreli ve "mim"i de esreli olarak
okumuştur. Yani, onların mescidleri mamur hale getirmeleri ve imarına yardımcı
olmaları hakkı yoktur. Buna karşılık; Allah'ın mescidini" şeklinde tekil
olarak da okunmuştur. Mesctd-i Haramı imar etme haklan yoktur, demek olur. Bu,
İbn Abbas, Said b. Cübeyr, Ata b. Ebi Rebah, Mücahid, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Muhaysın
ve Yakub'un kıraatidir.
Diğerleri ise genel
olarak bütün mescidler anlamını verecek şekilde; diye okumuşlardır, Ebu
Ubeyd'in tercihi de budur. Çünkü bu daha umumî bir ifadedir. Özel olan da umumî
ifadenin kapsamına girer. Bununla birlikte çoğul anlamına gelen kıraat ile
özel olarak Mescid-i Haram'ın kast edilmesi ihtimali de vardır. Bu da
(kullanılan isimleri) cins isimleri olması halinde mümkün olan bir kullanım
şeklidir. Nitekim bir kimse sadece belli bir ata binmekle birlikte (cins İsmi
kastedilerek): Filan kişi atlara biner, demek de bu kabildendir.
Çoğul kıraati daha
doğrudur, çünkü bunun her iki anlama gelme ihtimali de vardır. Diğer taraftarı
(bir sonraki âyet-i kerimede gelecek olan): "Allah'ın mescidlerini
ancak... imar eder" buyruğunda "mescidler" anlamında çoğul
olarak icma ile okunmuştur. Bu açıklamayı da en-Nehhas yapmıştır, el-Hasen der
ki: Maksat Mescid-i Haram olmakla birlikte "mescidler" diye buyurması,
bütün mesddlerin kıblesinin ve önderinin Mescid-i Haram oluşundan dolayıdır.
Şâhidler iken"
buyruğu ile; "Kendileri şalıidler iken" kastedildiği söylenmiştir. O
bakımdan; zikredilmeyince, "şa-hidler" anlamındaki kelime de nasb
olarak gelmiştir. İbn Abbas der ki: Onların kendileri hakkında kâfir
olduklarına dair şalûdlikleri, yaratılmış olduklarını kabul etmekle birlikte
kendi putlarına secde etmeleridir.
es-Süddî der ki:
Onların kâfir olduklarına dair şalıidlikleri şudur: Hristi-yana dinin nedir
diye sorduğun vakit o, ben bir hristiyanim, yahudiye aynı soruyu sorarsan ben
yahudiyim, sabüye aynı soruyu sorarsan ben de sabiyim, müşrike senin dinin ne
diye sorulunca da ben müşrikim demesi şeklindedir. "Onların bütün
yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ebediyyen ateşte kalacaklardır"
buyruğunun anlamına dair açıklamalar da Önceden geçmiş bulunmaktadır.[65]
18. Allah'ın
mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe İman eden, namazı dosdoğru kılan,
zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler İmar eder. İşte
bunların doğru yola ermişlerden olmaları umulur.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[66]
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın mescidlerini ancak... imar eder" buyruğu mes-cidleri imar
edenlerin mü'min olduklarına dair tanıklık etmenin sağlıklı ve doğru olduğuna
delildir. Çünkü yüce Attan imanı buna bağlı kılmış ve bu işe devam etmenin
mü'minlerin işi olduğunu haber vermiştir, Seleften birisi şöyle demiştir: Eğer
bir kimsenin mescidi imar ettiğini görürseniz, onun hakkında hüsn-ü zan
besleyiniz. Tirmizî de Ebu Said el-Hudrî'den Rasûlullah (sav)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Siz, bir adamın mescidlere gelmek
itiyadında olduğunu görürseniz, onun iman sahibi olduğuna tanıklık
ediniz." Çünkü yüce Allah: "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve
âhiret gününe iman eden... kimseler imar eder* diye buyurmuştur. Bir rivayette
de: "Mescide mutad vakitlerinde gidip gelmeyi itiyat haline getirmişse"
şeklindedir. Tirmizî, bu hasen garip bir hadistir, der.[67]
İbnü'l-Arabî der kî:
Bu husus zahiren bir kimsenin salahı hakkındadır. Yoksa, şahidliklerde
bulunacak alanlarla ilgili değildir. Çünkü şahidliklerin bu hususu bilenlerce
özel halleri vardır. Şahidin kimisi zeki, kavrayışlı ve bildiği hususu hem
inancıyla, hem haber olarak bildirmesiyle gerçek manada elde eder, bilir öğrenir.
Kimisi de gafildir (çoğu şeyin farkına varmaz). Bunların herbirisi kendi layık
olduğu şekilde değerlendirilir ve niteliklerine göre takdir edilir.[68]
Yüce Allah'ın:
"Allah'tan başkasından korkmayan kimseler" buyruğu ile ilgili olarak,
Allah'tan başkasından da korkmayan hiçbir mü'min yoktur. Müminler de
Peygamberler de kendilerinin dışında kalan düşmanlardan korkagelmişlerdir,
denilecek olursa ona şöyle cevap verilir: Yani, bir kimse kendisine ibadet
olunanlar arasında Allah'tan başkasından korkmuyorsa demektir. Çünkü müşrikler
putlara tapınıyor, onlardan korkuyor ve onlardan bir-şeyler umuyorlardı. İkinci
bir cevap: Yani din hususunda Allah'tan başka kimseden korkmazsa, demektir.[69]
Âyet-i kerimede
mescidlerde namaz kılmak suretiyle onları temizlemek ve onların tamiri
gerektiren yerlerini düzeltmek suretiyle mescidleri imar edenlerin ve Allah'a
iman edenlerin mü'min olacakları sözkonusu edilmekle birlikte, Allah Rasûlüne
İman etmekten ve ona iman etmeyenin imanından sö-zedilmemektedir diye
sorulursa, böylesine şu şekilde cevap verilir: Rasûlul-lahı (sav) sözü edilen
namaz kılmak ve diğer hususlar delâlet etmektedir. Çünkü bunlar onun getirdiği
şeyler arasındadır. Namazın kılınması, zekâtın verilmesi ancak Rasûle îman eden
bir kişi tarafından yapılırsa sahih olur. İşte bundan dolayı Rasûl ayrıca
sözkonusu edilmemiştir.
"Umulur"
kelimesi, İbn Abbas ve diğerlerinden nakledildiğine göre Allah için vücup
ifade eder. Bunun, böyle kimselere yaraşan budur, anlamına geldiği de
söylenmiştir. Yani, işte böylelerinin "doğru yola ermişlerden
olmaları" yakışır, anlamındadır.[70]
19. Siz,
hacılara su vermeyi ve Mescidi Haramın tamirini Allah'a ve âhiret gönüne
inanan, Allah yolunda cihad eden (in ameli) İle bir mi tuttunuz? Bunlar, Allah
nezdinde bir olamazlar. Allah zulmedenler topluluğunu bidayete erdirmez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık[71]
halinde sunacağız:[72]
Yüce Allah'ın: "
Siz, hacılara su vermeyi... mi tuttunu" ifadesinin Arapça'da takdiri şu
şekildedir: Siz, hacılara su veren Sikâye sahiplerini yahut hacıların su
ihtiyacını karşılayan kimseleri, Allah'a iman eden ve O'nun yolunda cihad eden
kimselerle bir mi tuttunuz? Bununla birlikte hazfın "İman eden* buyruğunda
takdir edilmesi de mümkündür. Yani, siz hacılara su verme işini iman eden
kimsenin ameli ile bir mi tuttunuz. Takdirin şöyle olduğu da söylenmiştir:
Bunların amelini iman eden kimsenin imanı ile bir mi tuttunuz?
Sikâye, "siâye ve
himaye" gibi bir mastardır. İsmin anlamı bilindiğinden dolayı mastar onun
yerine kullanılmıştır. Nitekim; cömertlik ancak Ha-tem'dir, şiir ancak
Züheyr'dir demek de buna benzer. Mescid-i Haram'ın imar edilmesi ifadesi de:
"O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) buyruğu gibidir. Ebu Vec-ze ise
"Hacılara su verenleri ve Mescid-i Haraım imar edenleri... birmi
tuttunuz" diye okumuştur. Buradaki Su verenler kelimesi, in çoğuludur. Bunun asit ise; şeklinde
"fu'le" veznindedir. İşte bu türden illetli olan kelimelerin çoğulu
hep böyle yapılır. Hakim, hakimler, unutan, unutanlar kelimelerinde olduğu
gibi. Eğer bu kelime illetli olmayacak olursa, şeklinde çoğulu yapılır. Aylarda
nesi' (erteleme işi) yapan kimseler için; Nesi'ci ve nesi'ciler gibi. îbn
ez-Zübeyr ve Said b. Cübeyr de bu kelimeleri bu şekilde; " Su verenler,
imar edenler" diye okumuştur. Ancak İbn Cübeyr, "İmar edenler"
anlamındaki kelimenin aslen ten-vinli olması kanaatiyle; Mescid kelimesini nasb
ile okumuştur.
ed-Dahhak ise der ki:
" Hacılara su vermek" kelimesinin "sin" harfinin ötreli
okunması da bir şivedir. "el-Haac" kelimesi ise "hacılar"
anlamındaki el-Hüccâc"ın cins ismidir,
Mescid-i Haram'ın imar
edilmesi, onu koruyup gözetmek ve onun görülmesi gereken İşlerini yerine
getirmektir.
Bu âyet-i kerimenin
zahiri, müşriklerden hacılara su vermek ve Mescid-i Haramı imar etmekle övünen
kimselerin iddialarını -es-Süddînin de belirttiği gibi- iptal etmekte, boşa
çıkarmaktadır. es-Süddî der ki: Hz. Abbas hacılara su vermekle, Şeybe Mescid-i
Haramı İmar etmekle övününce , Hz. Ali de İslâm ve cihadla övündü. Yüce Allah
Hz. Ali'yi tasdik etti, onları da yalanladı. Küfür ile birlikte Mescid-i
Haramın imarının sözkonusu olmayacağını, onun imarının ancak iman, ibadet ve
Allah'a itaati gerektiren işleri yerine getirmekle olacağını haber verdi. Bu
ise apaçık bir husustur ve bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur.
Şöyle de
denilmektedir: Müşrikler yahudilere, bizler, hacılara su veren, Mescid-i Haramı
imar eden kimseleriz. Biz mi daha faziletli ve üstünüz, yoksa Muhammed ve ashabı
mı? diye sordular. Yahudiler de kendilerine Rasûlul-tah (sav);a olan inatları
yüzünden: Siz daha faziletlisiniz diye cevap verdiler.
Burada anlaşılması zor
bir durum ortaya çıkmaktadır ki, o
Müslim'in Sahih'inde yer alan en-Nu'man b. Beşir'in şöyle dediğine dair
rivayetidir: Ben, Rasûlullah (sav)'ın minberinin yanında bulunuyordum. Bir
adam: Ben İslâm'a girdikten sonra bir de hacılara su verecek olursam, artık ne
amelde bulunursam bulunayım aldırış etmem. Diğeri şöyle dedi: Ben de İslâm'a
girdikten sonra Mescid-i Haramı bir tamir edersem, artık ne yaparsam yapayım
umurumda değil. Bir diğeri de şöyle dedir Allah yolunda cihad bu
söylediklerinizden daha üstündür. Ömer (r.a) onları azarlayarak şöyle dedi:
Rasûlullah (sav)'ın minberi yanında -o gün bir Cuma günüydü- seslerinizi
yükseltmeyiniz. Fakat cuma namazı kılındıktan sonra ben, (Hz. Peygamberin
huzuruna) girerim ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bu hususta onun görüşünü
sorarım. Bunun üzerine yüce Allah: "Siz, hacılara su vermeyi ve Mescid-i
Haramın tamirini Allah'a ve âhiret gününe İnanan... İle bir nü tuttunuz''
âyeti sonuna kadar nazil oldu.[73]
Hadisin bu rivayeti,
âyet-i kerimenin, müslümanların bu amellerin hangisinin daha faziletli olduğu
hususunda ayrılığa düşmeleri üzerine inmesini gerektirmektedir. Böyle bir
durumda İse, âyet-i kerimenin sonunda: "Allah zulmedenler topluluğunu
hidayete erdirmez" demesi uygun düşmez. İşle burada anlaşılması zor bir
durum ortaya çıkmaktadır. Bu da şöyle bir açıklamayla ortadan kaldırılabilir:
Bazı raviler, yüce Allah'ın: "Bunun üzerine Allah bu âyet-i kerimeyi
indirdi" buyruğunu kullanmakta işi sıkı tutmamışlardır. Hz. Peygamber bu
âyet-i kerimeyi Hz. Ömer'e soru sorması üzerine okuyunca, bunu rivayet eden
kişi âyetin o anda indiğini zannetmiştir. Hz. Peygamber ise bu âyet-i kerimeyi
cihadın, Hz. Ömer'in tartışırken sözlerini işittiği o kimselerin
söylediklerinden daha faziletli olduğuna delil göstermiş, Hz. Ömer onların
görüşleri hakkında Hz. Peygamberin kanaatini sorunca, o da yüce Allah'ın daha
önce indirmiş olduğu bu âyet-i kerimeyi ona okumuştur. Bu âyet bizzat o
kimseler hakkında nazil olduğu için değil. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Denilse ki: Buna göre
kâfirler hakkında indirilen bir buyruğu müslüman-lar hakkında delil göstermek
caiz olur. Oysa onların hükümlerinin farklı olduğu bilinen bir husustur. Buna
şöyle cevap verilir: Yüce Allah'ın, müşrikler hakkında indirdiklerinden
müslümanlara uyan bir takım hükümler çıkartmak uzak bir ihtimal olarak görül
memelidir. Nitekim Hz. Ömer şöyle demiştir: İstesek közde kuzular etler
kızartıp pişiririz ve tabakların biri konur biri kaldırılır. Fakat bizler yüce
Allah'ın: "Siz bütün hoş şeylerinizi dünya hayatınızda bitirdiniz ve
onlarla faydalandınız" (el-Ahkaf, 44/20) buyruğunu dinlemiş bulunuyoruz.
Bu âyet-i kerime ise kâfirler hakkında açık bir nas-tır. Bununla birlikte Hz.
Ömer bu âyet-i kerimeden kendi hallerine uygun düşecek şekilde bir azar manası
ihtiva ettiğini de anlamıştır. Ashab-ı kiramdan da herhangi bir kimse onun bu
anlayışına karşı tepki göstermemiştir. İşte bu âyet-i kerimenin de bu türden
olması mümkündür. Gerçekten bu açıklama nefis bir açıklamadır ve bu yolla
anlaşılması zor ve içinden çıkılamaz durum ortadan kalkmakta, kapalılık diye
birşey kalmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[74]
20. İman
edip de hicret edenlerin, Allah yolunda mallan ve canlarıyla clhad edenlerin
Allah katında dereceleri daha büyüktür. İşte umduklarını elde edenler de
onların ta kendileridir.
Yüce Allah'ın:
" İntan eden... ter" buyruğu, mübtedâ olarak ref mahallindedir.
Haberi ise "Allah katında dereceleri daha büyüktür" anlamındaki
buyruktur. " Derece ise, beyân (temyîzXolarak nasb edilmiştir. Yani onlar
hacılara su vermek ve Mescid-i Haramı imar etmekle övünenlerden daha üstün
derecededirler.
Kâfirlerin Allah
nezdinde bir dereceleri yoktur ki, mü'minin derecesi daha büyüktür, demek
sözkonusu olabilsin. Maksat, onların Mescidi imar etmek ve hacılara su vermek
sebebiyle kendilerinin bir dereceye ve üstünlüğe sahip olduklarını
varsaydıklarıdır. Yüce Allah da -onların bu varsayımları yanlış ve hata
olmakla birlikte- kendilerince zannettikleri kanaate uygun olarak onlara hitap
etmiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "O günde cennetliklerin karargâhları
daha hayırlıdır..." (el-Furkan, 25/24) buyruğuna benzemektedir. (Yani,
bundan cehennemliklerin karargâhlarında da hayır olduğu manası anlaşılmaz).
"Dereceleri daha
büyüktür" buyruğunun, derece sahibi olan herkesten daha büyüktür,
anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, en üstün meziyet ve mertebe onların olacaktır.
"İşte umduklarını" böylelikle "elde edenler de onların tâ
kendileridir."[75]
21. Rabbleri
onları katından bir rahmet, hoşnutluk, içlerinde kendilerine ait tükenmez
nimetler bulunan cennetler ile müjdeler.
22. Onlar
orada ebediyyen kalıcıdırlar. Muhakkak ki Allah katında büyük bir mükâfat
vardır.
"Rableri
onları... müjdeler." Yani, dünyada kendilerine, âhirette kendileri için
hazırlanmış bulunan pek büyük mükâfatı ye kalıcı nimetleri bildirir.
"Nimetler (naim)" ise, rahat ve yumuşak yaşayış demektir.
"Ebediyyen kalıcıdırlar" anlamındaki; hal olarak nasbedilmîştir.
Hulûd (ebedi ka-fiş ) ise devamlı ikamet etmek demektir.
"Muhakkak ki
Allah katında büyük bir mükâfat vardır." Yani, yüce Allah lütuf ve ihsan
yurdunda onlar İçin bu mükâfatları hazırlamıştır.[76]
23. Ey İman
edenleri Eğer küfrü İmandan sevimli bulurlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi
veli edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, onlar zalimlerin tâ
kendileridirler.
Bu, âyet-i kerimenin
zahirinden anlaşıldığına göre bütün mü'minlere yönelik bir hitaptır. Ve âyet-i
kerimenin mü'minlerle kâfirler arasındaki velayet (dostluk) bağını koparmak
bakımından Kıyamete kadar hükmü bakidir.
Bir kesime göre bu
âyet-i kerîme, hicrete ve küfür diyarını (orada kalmayı) redde teşvik
sadedinde nazil olmuştur. Buna göre hitab Mekke'de ve Mekke dışında (henüz
dar-ı İslâm kapsamına girmemiş) Arap topraklarında yaşayan mü'minlere bîr
hitaptır. Onlara babalarını ve kardeşlerini veli edinerek kâfirlerin
topraklarında kalmaya devam ederek onlara tabi olmamaları emredilmektedir.
"Eğer küfrü
imandan sevimli bulurlarsa" yani, küfrü sevecek olurlarsa. İşte
böylelerine itaat etmeyin ve onlara özel bir konum vermeyin. Yüce Al-lah.'ın
özellikle babalan ve kardeşleri sözkonusu etmesi, bunlardan daha yakın bir akrabanın
bulunmayışından dolayıdır. Yüce Allah; "Ey iman edenler, yahudi ve
hıri&tiyanları veli edinmeyin" (el-Maide, 5/51) buyruğunda, diğer
insanları veli edinmeyi reddettiği gibi, bu yakın akrabalar arasında da (iman
bağı olmadığı takdirde) dostluk ve velilik bağını reddetmektedir. Böylelikle
asıl yakınlığın, akrabalığın, bedeni yakınlık ve akrabalık değil de din
akrabalığı olduğunu beyan etmektedir. Sufîlerin okudukları şu beyitler de bu
kabildendir:
"Diyorlar ki
bana, işte sevdiklerinin yurduna yaklaştık.
Sense hâlâ kederlisin.
Şüphesiz ki bu şaşılacak bir şey!
Dedim ki: Yurdun yakın
olmasının faydası ne;
Eğer kalpler arasında
bir yakınlık yoksa?
Yurdu uzak nice kimse
vardır ki, muradına ermiştir ve bir başkası ise
Hemen yanı başındaki
komşusu olduğu halde kederinden ölmüştür,"
Bu âyet-i kerimede
"çocuklar" sözkonusu edilmemiştir. Çünkü İnsanların çoğunluğunda
görülen durum şu ki, çocuklar da babalarına tabidirler. İyilik yapmak ve hibe
gibi bağışlarda bulunmak İse, veli edinmekten istisna edilmiştir. Nitekim Hz.
Esma; Ey Allah'ın Rasûlü, annem müşrik olarak (kendisine iyilik yapmamı)
umarak yanıma geldi. Ben, onun yakınlığını gözeteyim mi? diye sormuş, Hz.
Peygamber de: "Annene yakınlık göster" diye buyurmuştur. Bu hadisi
de Bulıârî rivayet etmiştir.[77]
"İçinizden kim
onları veli edinirse, onlar zalimlerin tâ kendileridir."
İbn Abbas der ki: O da
onlar gibi bir müşrik olur. Çünkü, kim şirke razı olursa o da müşriktir.[78]
24. De ki:
"Eğer bahalarını?, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize
geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza
giden meskenler, size Allah'tan, Rasûtünden ve O'nun yolundaki rfhaddan daha
sevimli ise, o halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah
fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez."
Rasûlullah (sav)'a
Mekke'den Medine'ye hicret etme emri verilince, kişi babasına, baba oğluna,
kardeş kardeşine, koca hanımına: Bize hicret etme emri verildi, demeye başladı.
Onlardan kimisi hicret etmekte elini çabuk tuttu. Kimisi hicret etmeyi kabul
etmeyerek şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, eğer hicret yurduna çıkıp
gitmeyecek olursanız size hiçbir faydam dokunmaz ve size en ufak bir şey
harcamam. Kimisine de hanımı ve çocuğu asılıp duruyor, ona Allah aşkına gitme,
biz senden sonra kaybolur gideriz diyordu, Onlardan kimisi rikkate gelir,
bundan dolayı hicret etmekten vazgeçer onlarla birlikte kalırdı. Bunun üzerine:
"Ey iman edenleri Eğer küfrü İmandan sevimli bulurlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi veli edinmeyin" âyeti nazil oldu. Yani, eğer onlar
Mekke'de küfür üzere kalmayı Allah'a İman edip Medine'ye hicret etmeye tercih
edecek olurlarsa, onları veli edinmeyin demek istemektedir.
"İçinizden",
bu âyet-İ kerimenin nüzulünden sonra "kim onları veli edinirse onlar
zalimlerin tâ kendileridirler.'' Daha sonra da geri kalarak hicret etmeyenler
hakkında da: "De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
eşleriniz, aşiretiniz" buyruğu indi.
Aşiret, on ve daha
fazla bir topluluk gibi bir topluluğun tek bir akde bağlı bulunan cemaat
demektir. Belli bir şey etrafında toplanmak demek olan "muaşeret" de
buradan gelmektedir.
"Elinize
geçirdiğiniz mallar" Mekke'de kazanmış olduğunuz mallar demektir. Bu
kelime aslında birşeyi bir yerden kesip başka bir yere alıp götürmek hakkında
kullanılır. "Durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret... Allah'tan...
daha sevimli ise..." İbnü'l-Mübarek der ki: Durgunluğa uğramasından
korkulan ticaret, evde kalan ve onlara talip bulunmayan kızlar ve kızçocuklar
demektir. Nitekim şair şöyle demektir:
"Fakirlikten
dolayı kavimleri arasında durgun kaldılar (onlara talip çıkmadı). Benim de
orada kalışım (ya da; konumum) o kızların durgunluklarım (onlara talip
çıkmayışım) daha da arttırdı."
"Ve hoşunuza
giden meskenler" orada yaşamaktan hoşlanacağınız evler "size,
Allah'tan... daha sevimli ise..." bunları, Allah yolunda ve Medine'de
bulunan Rasûlüne hicret etmekten daha çok seviyorsanız... demektir.
"Daha sevimli*
kelimesi, "... idi." nin haberidir. Kur'an-ı Kerim dışındaki
konuşmalarda mübtedâ ve haber cümlesi olarak; ‘in merfu' olması mümkündür. Bu
durumda ( Ols )'in ismi de onda mahzuf kabul edilir. Şair Sibeveyh şöyle bir
beyit nakletmektedir:
"Ben öldüm mü
insanlar iki grup olur: (Biri) sevinir, Diğeri ise yaptıklarımdan övgü ile söz
eder."
Yine şöyle bir beyit
nakletmektedir:
"Ona ulaşacak
olsam odur derdimin şifası
Fakat o, derdin
şifasını karşılıksız bağışlayan birisi değildir."
Âyet-i kerimede Allah
ve Rasûlünü sevmenin vücubuna delil vardır. Zaten bu hususta ümmet arasında
hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Onlara duyulan sevginin her sevilenden önce
geldiği hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah'ı ve O'nun Rasûlünü
sevmenin anlamına dair açıklamalar daha önceden (Âl-i İmran, 3/31) âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"... ve O'nun yolundaki
clhaddan... bekleyedurun" buyruğu, emir kipidir, fakat tehdit anlamını
ihtiva etmektedir. Bekleyin, demektir,
"Allah'ın emri
gelinceye kadar" Allah'ın savaş emri ve Mekke'nin fethi gerçekleşinceye
kadar demektir, bu açıklama Mücahid'den nakledilmiştir, el-Hasen ise: Dünyada
ya da âhirette gelecek bir cezayı bekleyin diye açıklamıştır.
"Ve Onun
yolundaki cihaddan" buyruğunda cihadın faziletine, onun nefsin rahatına,
nefsin aile ve mala bağlılığına tercih edileceğine delil vardır. Sûrenin scjn
taraflarında cihadın faziletine dair açıklamalar gelecektir, en-Nisa Sûresi'nde
(4/100. âyetin tefsirinde) hicretin hükümlerine dair yeteri kadar açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.
Sahih hadiste de şöyle
buyrulmaktadır: "Şüphesiz ki şeytan Âdemoğluna karşı üç yerde oturmuş
(pusu kurmuş)dur. Ona karşı İslâm'a giden yolda oturmuş ve ona: Niçin kendi
dinini ve atalarının dinini bırakıyorsun? demiştir. Kişi ona muhalefet ederek
İslâm'a girer. Yine şeytan ona karşı hicrete giden yolda oturur ve ona: Malını
ve aileni mî bırakacaksın, der. Kişi ona muhalefet eder ve hicret ettikten
sonra bu sefer cihada giden yolda ona karşı oturur ve ona şöyle den Sen cihad
edeceksin ve öldürüleceksin. Hanımını başkası nikahlayacak, malın ise
paylaştırılacak. Kişi bu hususta da ona muhalefet eder ve cihad ederse, artık
Allah'ın onu cennetine koyması Allah üzerindeki bir hakkıdır." Bu hadisi
Nesaî Sebere b. Ebi Fâkih yoluyla rivayet etmiştir. Sebere dedi ki: Ben
Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak şeytan..."
deyip hadisi nakletmektedir.[79]
Buhârî: "(Sebere b. Ebi Fâkih değil de) Sebere b-, el-Fâkih diye adını
anmakta ve bu hususta herhangi bir görüş ayrılığını sözkonusu etmemektedir.[80] İbn
Ebi Adiy de der ki: İbnü'l-Fakih de İbn Ebi Fakilı de denilmektedir.[81]
25. Andolsun
ki, Allah bir çok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmiştir. Hani
çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de bunun size hiçbir faydası olmamıştı.
Yeryüzü genişliğine rağmen ba-' şıoıza dar gelmişti. Nihayet arkanızı çevirip
gitmiştiniz.
26. Sonra
Allah, Rasulüne ve mü'minlere sekînetini indirmiş, görmediğiniz ordular da
indirmiş ve kâfirleri azaplandırmıştı. Kâfirlerin cezası İşte budur.
27. Sonra
Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bağışlayıcıdır, rahmet
edicidir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:[82]
Yüce Allah 'in:
"Andolsun-kl Allah bir çok yerde... bize yardım etmiştir"
buyruğu ile ilgili
olarak şunları nakledelim:
Hevazinlilere
Mekke'nin fethedildiği haberi ulaşınca, Nasr b. Malikoğul-lanna mensup olan ve
ordu kumandanlığı elinde bulunan Malik b. Avf en-Nasrî, Hevazinlüerî bir araya
topladı. Kâfirlerle birlikte mallarını, davarlarını, kadın ve çocuklarını da
savaş alanına sürdü. Bununla askerlerin kendilerini daha iyi koruyacaklarını
ve böyle bir durumda savaş esnasında daha bir güç ve gayrete geleceklerini
zannetmişti. el-Hasen ve Mücahide göre se-kizbin kişi idiler. Hevazin ve
Sakiflilerin (toplamı) dörtbin kişi oldukları da söylenmiştir. Hevazinlilerin
başında Malik b. Avı, Sakiflilerin başında ise Ki-nâne b. Abd bulunuyordu. Hep
birlikte Evtâs denilen (ve Huneyn vakasının cereyan ettiği) yere konakladılar.
Rasûlullah (sav) da
Eslemli Abdullah b. Ebi Hadred'i gözcü olarak göndermişti. Abdullah, Hz.
Peygambere geri dönerek gördüklerini haber verdi. Rasûlullah (sav) da
üzerlerine yürümeyi kararlaştırdı. Safvan b. Umeyye b. Halef el-Cumahî'den, bir
görüşe göre yüz, bir diğer görüşe göre de dortyüz zırh emanet aldı. Rabia el
Mahzûmî'den otuz ya da kırkbin (dirhem) borç al-dt. Dönüşünde de o borçlarını
ona ödedi. Daha sonra Peygamber (sav) ona şöyle dedi: "Allah aileni de
malını da mübarek kılsın. Borcun karşılığı vaktinde ve eksiksiz olarak
ödenmesi ve bundan dolayı da övgü (teşekkür) dür." Bu hadîsi İbn Mace
Sünen'inde rivayet etmiştir.[83]
Rasûlulîah (sav),
onbini Medine'den kendisi ile birlikte gelenlerden, iki bini de Mekke'nin fethi
günü müslüman olanlardan olmak üzere - ki bunlara Tulakâ denilir- toplam oniki
bin müslüman ile yolda Süleym, Kilaboğul-ları, Abs ve Zübyanh bedevilerden
kendilerine katılanlarla birlikte yola çıktı. Mekke'ye Attâb b. Esid'i vali
olarak tayin etti. Hz. Peygamberin Evtas'a gidişi esnasında bedevi Arapların
cahilleri yeşil bir ağaç gördüler. Cahiliye döneminde onların Zâtu Envât diye
adlandırılan meşhur bir ağaçlan vardı. Kâfirler yılın belli bir gününde o
ağacın yanına gider onu tazim ederlerdi. İşte bu cahil bedeviler: Ey Allah'ın
Rasûlü, bunların Zatu Envatları olduğu gibi sen de bize böyle bir Zatu Envât
yap dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allahu ekber,
nefsim elinde olana yemin ederim ki, Musa'nın kavminin ona: Onların ilahları
olduğu gibi sen de bize bir ilah yap dedikleri gibi dediniz, O da
kendilerine-. Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz, demişti. İki okun
tüyleri nasıl aynı hizada iseler, yemin ederim ki, siz de öylece sizden
öncekilerin yollarını izleyeceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğine girecek
olsalar, siz de ondan gireceksiniz."[84]
Rasûlullah (sav) Huneyn
vadisine varıncaya kadar yola devam etti. Hu-neyn, Tihame bölgesi vadilerinden
birisidir. Hevazinliler vadinin her iki yanında pusuya yatmışlardı. Sabahın
yeni aydınlandığı bir sırada Hevazinliler, tek bir kişiymişçesine müslümanlara
bir hamle yaptılar. Müslümanların büyük bir çoğunluğu geri çekildi ve kimse
kimseye dikkat edemez oldu. Rasûlultah (sav) ve beraberinde Hz. Ebu Bekir ile
Hz. Ömer, aynca Ehl-İ Beytinden de Hz. Ali ile Hz. Abbas, Ebu Süfyan b.
el-Haris b. Abdulfnuttalib ve onun oğlu Cafer ile Usame b. Zeyd, Eymen b. Ubeyd
-ki bu Huneyn günü şehld düşmüş olup Um Eymen'in oğludur- Rabia b. El Haris ve
el-Fadl b. Abbas da beraberinde sebat gösterdiler. Cafer b. Ebi Süfyan yerine
Kuşem b. el-Abbas da zikredilmiştir İşte bu on kişi Hz. Peygamberin yanından
ayrılmadılar. Bundan dolayı Hz. Abbas şöyle demiştir:
"Savaşta Allah
Rasûlüne yardım ettik, dokuz kişi
Onun yanından kaçıp
dağılanlar da kaçıp gitti
Onuncumuz ise takdir
gereği ölümle buluştu
Allah yolunda
kendisine isabet eden sebebiyle hiç sızlanmaksmn."
Sebat edip
dağılmayanlar arasında beline bir kuşak bağlamış, Ebu Talha'ya ait bir deveyi
yakalamış, elinde de bir hançer bulunduğu halde Um Suleym de vardı. Ne
Rasûlullah, ne de bu sözü geçenlerden herhangi bir kimse geri çekilmedi. Rasûlullah
(sav) Düldül adındaki beyaz katın üzerinde idi.
Müslim'in
Sahih'inde Enes'den rivayete göre Hz. Abbas şöyle demiş: Ben, Rasûlullah
(sav)'ın katınnın dizginlerini yakalamış, hızlanmasını istemediğimden
engellemeye çalışıyordum. Ebu Süfyan da Rasûluliah (sav)'ın (katırının)
dizginlerini yakalamıştı. Rasûlullah (sav): "Ey Abbas, Ey (altında Rıdvan
bey'atinin yapıldığı) Semura ağacı altında bey'at edenler! diye seslen"
diye buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abbas -ki, sesi gür birisi idi. Sesinin gürlüğünden
ötürü bir gün Mekke'ye baskın yapılmış ve sabah baskını diye seslenmiş, sesini
işiten hamile her kadın karnındaki yavrusunu düşürmüştü- dedi ki: Ben de
sesimin çıkabildiği kadar; Nerede Semura ağacı altında bey'at edenler diye
seslendim. Allah'a yemin ederim, benim sesimi işittikleri vakit, onlann
gelişleri adeta bir ineğin yavrularına gelişi gibi idi. Hep birlikte: Leb-beyk
lebbeyk dediler. Ve sonra da kâfirlerle birlikte savaşa tutuştular... Hadisin
devamında şu ifadeler de vardı; Sonra, Rasûlullah (sav) birkaç çakıl taşı aldı
ve onları kâfirlerin yüzlerine doğru fırlattı. Daha sonra da:
"Muham-med'in Rabbi hakkı için onlar bozguna uğradılar" diye buyurdu.
(Hz. Abbas devamla) buyurdu ki: Ben, savası seyretmeye koyuldum, gördüğüm
kadarıyla eski halinde devam ediyordu. Fakat onlara çakıl taslarını atması ile
birlikte onların keskin silahlarının körelmiş olduğunu (yani güçlerinin
zayıfladığını) ve artık geri çekildiklerini gördüm.[85]
Ebû Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Müşriklerden İslâm'a girip Huneyn'de hazır bulunup
sonradan müslüman olmuş birisinden çeşitli yollardan rivayetimize göre
-Huneyn'e dair kendisine soru sorulması üzerine- bu kişi şöyle demiştir:
Müslümanlarla karşılaştık. Çabucak onları geri çekilmek zorunda bıraktık ve
beyaz bir katır üzerine binmiş bir adamın yanına varıncaya kadar onların
arkasından gittik. O bizi görünce, bizi şiddetle azarladı ve öfkeyle bağırdı.
Sonra da avucuna birkaç çakıl ve biraz toprak alıp onu attı ve: "Yüzler
çirkinleşsin, tanınmaz olsun" diye buyurdu. O çakıl ve topraktan kendisine
birşeyler girmedik bir göz kalmadı; topuklarımızın üzerinde gerisin geri
dönmekten kendimizi alamadık.
Said b. Cübeyr de der
ki: Bize, Huneyn günü müşrikler arasında bulunan bir adam anlatarak dedi ki:
Rasûlullah (sav)'ın ashabı ile karşılaştığımızda, önümüzde bir koyun sağacak
kadar bir süre dahi duramadılar. Nihayet beyaz katır üzerinde bulunan adamın
yanına vardık. -Bununla Rasûlullah (sav)'ı kastetmektedir- Beyaz ve güzel yüzlü
yiğitler karşımıza çıktılar, bizlere: Yüzler tanınmaz hale gelsin,
çirkinleşsin, geri dönün, dediler. Biz de geri döndük, onlar ise adeta
omuzlarımıza binmişlerdi. İşte o vakit olan oldu. Bununla melekleri
kastetmektedir.
Derim ki: rivayetler
arasında herhangi bir tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Çünkü, "yüzler
tanınmaz hale gelsin" ifadesinin hem Peygamber (sav) tarafından, hem de
melekler tarafından söylenmiş olması İhtimali vardır. Ve bu, meleklerin Huneyn
günü çarpıştıklarının da delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Alt (r.a),
Huneyn günü kendi eliyle kırk kişi öldürdü. Rasûlullah (sav) da (yani bu
gazada) dört bin kişiyi -altıbin kişi de denilmiştir- esir aldı ve miktarları
bilinmeyecek kadar çok ganimetler dışında oniki bin de deve ganimet aldı.[86]
İlim adamlan bu gaza
ile ilgili olarak derler ki: Peygamber (sav): "Kim üzerinde onu
öldürdüğüne dair bir delili bulunmak suretiyle birisini öldürdüğünü ispatlarsa,
o öldürdüğü kişinin selebi öldürene aittir" diye buyurmuştur.[87]el-Enfal
Sûresi'nde (8/41. âyet, 4. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
İbnu'l-Arabî der ki: İşte bu incelik ve başka özellikleri dolayısıyla Kur'ân
ahkâmına dair eser yazan ilim adamları bu âyet-i kerimeyi ahkâm âyetleri arasında
zikretmişlerdir.
Derim ki: Yine Huneyn
gazvesinde Hz. Peygamberin uygulamalarından, ariyet olarak silah almanın ve
eğer benzeri bir İş için ariyet alınması alışılan bir şey ise, o yolda o ariyet
alınan şeyden faydalanmanın caiz olduğu, imamın böyle bir şeye ihtiyaç duyması
halinde borç alıp bunu bilahare sahibine geri vermesinin caiz olduğu da
anlaşılmaktadır. Safvan'dan, ariyet alma ile ilgili hadis bu konuda aslî bir
dayanaktır. Yine bu gazada Rasûlullah (sav): "(Esir olarak alınan) hamile
herhangi bir kadın doğum yapmadıkça hamile olmayan da bir defa ay hali
olmadıkça onunla ilişki kurulmaması" emrini vermiştir.[88]
İşte bu da kadının
için esir alınmasının, -nikâhlı ise-, nikâhını hükümsüz kıldığının delilidir.
Buna dair yeterli açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/24. âyet, 1.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Malikin rivayet ettiği
hadise göre Safvan kâfir olduğu halde Rasûlullah (sav) ile birlikte gazaya
çıkmış ve o, Huneyn ve Taifde hazır bulunmuştu. Hanımı da o sırada müslüman
olmuştu...[89]
Malik der ki: Ancak
bu, (Safvân, gazaya çıkışı) Rasûlullah (sav)'ın emri İle olmamıştı. Ben
-hizmetçi ya da deniz tayfası olmaları hali müstesna- müşriklere karşı
müşriklerin yardımının alınabileceği görüşünde değilim. Ebu Ha-nife, Şafiî,
es-Sevrî ve el-Evzaî de derler ki: Eğer galip gelen İslâm'ın hükmü İse bunda
bir mahzur yoktur. Üstün gelen şirkin hükmü ise, onların yardımını almak
mekruhtur. Bunlara (ganimetten) pay verilmesine dair açıklamalar da el-Enfal
Sûresinde (8/41. âyet, 20. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.[90]
Yüce Allah'ın:
"Huneyn gününde" buyruğunda sözü edilen "Huneyn", Mekke ile
Taif arasında bir vadidir. Bu kelime burada müzekker bir isim olduğundan
dolayı munsanf gelmiştir. Kur"ân'ın kullanımı bu şekildedir. Araplar arasında
bunu o yerin ismi kabul ederek munsanf olarak kullanmayanlar da vardır. Şair
şöyle demiş:
"Peygamberlerine
yardım ettiler ve onun gücüne güç kattılar, Huneyn'de. O kahramanların
güçlerinin zayıfladığı günde."
Âyet-i kerimede geçen
ve "gün" anlamına gelen; kelimesi ise, zarftır. Burada bu kelime:
"Ve O Huneyn gününde size yardım etti" anlamında olmak üzere nasb
edilmiştir.
el-Ferra der ki[91]:
"Yer (ler) de" kelimesinin munsarif olmayışı, bu kelimenin tekil
halinde benzerinin bulunmaması ve bunun da çoğulunun olmaması dolayısıyladır.
Şu kadar var ki şair kimi zaman mecbur kalarak bunun çoğulunu getirebilir.
Fakat şiirde kullanılabilen herbir şeyin normal konuşmada kullanılması doğru
olmayabilir. Daha sonra da (buna şu mısraı) Örnek gösterir:
"Onlar (o atlar
dizginlerinin) demirlerini çiğnemeye çalışıyorlar."
en-Nehhâs der ki: Ben
Ebu İshâk'ın bu ifadelerden hayrete düştüğünü ve şöyle dediğini gördüm:
el-Ferra bu hususta el-Halil'in görüşünü benimsemiş ve bu konuda hata etmiştir.
Çünkü, el-Halil bu hususta şöyle demektedir: Bunun munsarıf olmayışı tekiller
arasında benzerî bulunmayan bîr çoğul oluşundan ve cem'i teksir (kırık çoğul)
ile çoğul yapılmayışından dolayıdır, "Elif" ve "te" ile
çoğul yapılmasının İse bir mahzuru yoktur.[92]
"Hani çokluğunuz
sizi böbârlendirmişti de..." buyruğu ile ilgili olarak denildiğine göre,
oniki bin kişi idiler, onbirbin beşyüz kişi oldukları söylendiği gibi onalti
bin kişi oldukları da söylenmiştir. Onlardan kimileri: Bugün sayıca az
olduğumuzdan dolayı asla yenik düşmeyiz, demişlerdi. Bu sözleri dolayısıyla
ilâhî yardımdan mahrum bırakıldılar. Bunun sonucunda açıkladığımız şekilde işin
başında bir bozgun yaşandı ve bu, geri döndükleri zamana kadar devam eni.
Sonunda resullerin efendisinin bereketiyle yardım ve zafer müslümanlann oldu.
İşte yüce Allah bu âyet-i kerimede galibiyetin çoklukla değil, ancak Allah'ın
yardımı ile gerçekleşeceğini açıklamaktadır. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Ve eğer sizi yardımsız bırakırsa O'ndan başka »ize yardım edecek
kimdir?" (Âl-i İmran, 3/160).[93]
"...Yeryüzü
genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti" yani, korkudan dolayı bu hale
düşmüştünüz. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Korku içerisinde
ve takip edilen bir kimse için uçsuz bucaksız olduğu halde Allah'ın toprakları;
adeta bir avcının ipi kadar bir yerdir."
" Genişlik"
demektir. Bu kökten olmak üzere; "Filanın kalbi geniştir," denilir.
"Ra" harfi üstün olarak; ise geniş olan demektir.
Bu sekile uygun
olarak.Geniş yurt ve geniş arazi," Geniş oldu, geniş olur, geniş
olmak"; denilir.
"Rağmen"
kelimesindeki “be" harfinin "beraber" anlamına gelen; ile aynı
anlamda olduğu söylendiği gibi; Rağmen
anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunun, Genişliği ile anlamında olup, nin
mastariye olduğu da söylenmiştir.[94]
Müslim, Ebu Islıâk'tan
şöyle dediğini rivayet eder: Bir adam el-Berâ (b. Âzib)'in yanma gelerek şöyle
dedi: Ey Umâre'nin babası, Huneyn günü geri kaçunız mıydı? O, şöyle dedi:
Şehadet ederim ki, Allah'ın Peygamberi -Allah'ın salat ve selamı üzerine
olsun- asla geri çekilmedi. Fakat şu kadar var ki, insanlar arasında aceleci
olanlar ile pek silahı bulunmayan kimseler, Hevazinlilerden şu kabilenin
karşısına çıktılar. Hevazinliler İse İyi ok atan bir kavimdiler. Adeta bir
çekirge sürüsünü andırıyorlardı. Bundan dolayı (müslümanlann arasında
bulunanlar) geri çekildiler. Sonra da o geri çekilenler Rasûlüllalı (sav)'ın
yanına -Ebu Süfyan onun katırının dizginlerini tutmuş olduğu halde- geri
döndüler. Hz. Peygamber katırından indi, dua etti ve Allah'tan yardım
dileyerek: "Ben Peygamberim, bunda yalan yoktur. Ben, Ab-dulmuttalib'in
oğlu (torunu) yum. Allah'ım, yardımını bize indir." el-Berâ der ki:
Allah'a yemin ederim biz, savaş kızıştığında onunla -Peygamber (sav)’ı kastediyor-
(onu siper edinerek) korunurduk. Aramızdan (bize göre) onunla aynı hizada
duran kişiyi kahraman kabul
[95]ederdik.[96]
"Sonra Allah,
Kasulûne ve mü'minlere seklnetini indirmiş,.." Yani, Allah onların
üzerlerine kendilerine sükûn verecek, korkularını giderecek şeyi indirmiş ve
nihayet geri dönüp kaçtıktan sonra müşriklerle savaşma cesaretini bulmuşlardı.
"Görmediğiniz
ordular da indirmiş", buyruğunda kasıt meleklerdir. Melekler, mü'minlerin
kalplerine bıraktıkları düşünceler ve sebat ile mü'min-leri güçlendiriyor,
kâfirleri de kendilerini göremedikleri bir yerden korkutarak ve savaşsız
olarak zayıf düşülüyorlardı. Çünkü melekler Bedir günü dışında herhangi bir
savaşta fiilen çarpışmamışlardır. Rivayete göre Nasroğul-lanndan bîr adam,
savaştan sonra mü'minfere şöyle demiş: O ablak atlar ve üzerlerindeki beyaz
adamlar nerede? Biz onlar arasında ancak bir ben'i andırıyorduk. Ve biz ancak
onların elleriyle öldürüldük. Peygamber CsavVa bu hususu haber verdiklerinde: O
da: "Onlar meleklerdi" diye buyurdu.
"Ve kâfirleri”
kılıçlarınızla "azapiandırmıştım. Kafirlerin cezası İşte budur. Sonra
Allah bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder." Yani, (müşrikler
arasından) bozguna uğrayıp kaçanların tevbesini kabul ederek İslâm'a hidayet
bulmalarını sağlar. Huneyn'de kumandan olan Malik b. Avf en-Nasrî ve kavminden
onunla birlikte İslâm'a girenler gibi.[97]
Rasûlullah (sav)
Huneyn'de alınan ganimetleri cirâne denilen yerde paylaştırdıktan sonra
Hevazinlilerin heyeti ona, kendilerine lütuf ve ihsanda bulunulmasını da arzu
ederek, müslüman olarak geldiler ve: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Şüphesiz ki
sen, insanların en hayırlısı, en iyisisin. Bizim çocuklarımızı, kadınlarımızı,
mallarımızı almış bulunuyorsun. Hz. Peygamber onlara şöyle dedi: "Ben
sizin gelmenizi bekledim (yahut halinize acıdım). Paylaştırma işi bitmiş
bulunuyor. Benim yanımda da şu gördüğünüz kimseler var. Şüphesiz en iyi söz
doğru olanıdır. Siz, ya çoluk çocuğunuzu seçiniz, yahut da mallarınızı."
Onlar: Bize göre akrabalık bağına denk hiçbirşey yoktur, dediler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber hutbe İrad etmek üzere kalkıp şöyte dedi: "Bunlar,
İslâm'a girmiş olarak bize geldiler. Biz de onları serbest bıraktık. Onlar ise
akrabalığa denk hiçbirşey olmayacağını söylediler. Ve böylelikle çoluk
çocuklarının kendilerine geri verilmesine razı oldular. Bana,
Abdulmuttaliboğullanna ve Haşimoğullanna düşen ne varsa hepsi onlarındır."
Bunun üzerine Muhacirler ve Ensar da: Bize de ne düşmüşse, o da Rasûlullah
(sav)'indir dediler,
el-Akra' b. Habis ile
Uyeyne b. Hısn da kendi kavimleri arasında kavimlerinin paylarından
kendilerine düşenlerden herhangi bir şeyi Hevazinlilere geri vermek
istemediler. el-Abbas b. Mirdas es-Sülemî de aynı şekilde payına düşenleri
geri vermek istemeyip, Akra' ile Uyeyne'nin kavimlerinin desteklerini aldığı
gibi, kavminin kendisine de yardımcı olacağını umud etti. Ancak,
Süleymoğulları bunu kabul etmeyerek şöyle dediler: Hayır, bize düşen ne varsa o
da Rasûlullah (sav)'ındır dediler.
Rasûlullah (sav) da
şöyle buyurdu: "Sizden kim elinde bulunanlan geri vermek hususunda
cimrilik ederse, şüphesiz ki biz ona onun yerini tutacak şeyler veririz"
diye buyurdu. Böylelikle Rasûlullah (sav) Hevazinlilere kadın ve çocuklarını
geri verdi, gönül lıoşluğuyia payından vazgeçmek istemeyen kimselere de razı
olacakları şekilde yerlerini tutacak başka şeyler verdi.
Katade der ki: Bize
nakledildiğine göre, Sa'doğullarından Peygamber (sav)'a süt emzirmîş olan süt
annesi, Huneyn günü yanına gelerek Huneyn esirlerini serbest bırakmasını
istedi. Hz. Peygamberde şöyle buyurdu: "Ben ancak onlardan payıma düşene
sahibim. Sen bana yarın gel ve insanlar yanımda iken benden isteğini tekrarla.
Ben sana kendi payımı vercek olursam, diğerleri de (sana) kendi paylarını
verirler." Ertesi gün Hz. Peygamberin yanına geldi. Hz. Peygamber
elbisesini ona yaydı ve üzerine oturttu. Daha sonra süt annesi ondan isteğini
tekrarladı, o da kendi payını ona bağışladı. însanlar bunu görünce, onlar da
kendi paylarını ona verdiler.
Said b. el-Müseyyeb'in
söylediğine göre, Hevazinlilerden esir olarak alınan kadın ve çocukların
sayısı altibin kişi idi. Dörtbin kişi de denilmiştir.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Bunlar arasında Peygamber (sav.)'ın süt kardeşi Şeyma da
vardı. Şeyma, Sa'd b. Bekroğullarından el-Haris b. Abdü-lüzza ile, yine
Sa'doğullarından Halime'nin kızıdır. Rasûlullah (sav) ona ikramda bulunmuş,
bağışlarda bulunmuş ve iyilik yapmıştı. Şeyma da kabul ettiği dini ve Allah'ın
kendisine ihsan etmiş olduğu bu bağışlardan dolayı sevinçli olarak yurduna
döndü.
İbn Abbas der ki:
Evtas günü Rasûlullah (sav) bir kadının koşuşup bağırdığını, feryad ettiğini,
biryerde karar kılamadığını gördü. Onun halini sordu, kendisine çocuğunu
kaybetti denildi. Daha sonra aynı kadını çocuğunu
bulmuş öperken ve
bağrına basarken gördü. O kadını çağırdı ve arkadaşlarına sordu: "Hiç bu
kadın kendi çocuğunu ateşe atar mı?" Hayır dediler. Bu sefer Hz.
Peygamber: "Niye?" diye buyurunca onlar, çocuğuna olan şefkatinden
ötürü dediler. Hz. Peygamber de: "Allah bu kadından daha çok size merhametlidir"
diye cevap verdi. Müslim de bu hadisi bu manada rivayet etmiştir.[98]Yüce
Allah'a hamd olsun.[99]
28. Ey İman
edenleri Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun İçin bu yıllarından sonra artık
onlar Mescİd-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah
dilerse sizi yakında kendi Kt-fundan zenginleştirir. Şüphesiz Allah herşeyl
bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[100]
Yüce Allah'ın:
"Ey iman edenleri Müşrikler ancak bir pisliktir" buyruğu, mübtedâ ve
haberdir.
İlim adamları
müşriklerin "pislikle nitelendirilmesinin anlamı hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Katade, Ma'mer b. Raşid ve başkaları, çünkü o cünüptür.
Zira onun cünüplükten yıkanması yıkanma değildir, derler.
İbn Abbas ve başkaları
da derler ki: Hayır, onu pis yapan şirkin kendisidir. Hasan-ı Basrî de der ki:
Bir müşrikle tokalaşan bir kimse abdest alsın.
Bütün görüşler,
kâfirin müslüman olması halinde gusletmesinin vacip olması gerektiği
doğrultusundadır. Ancak, îbn Abdilhakem vacib değildir, demektedir. Çünkü
îslâm kendisinden önce olan şeyleri yıkar. Ahmed ve Ebu Sevr de, İslâm'a giren
kâfirin gusletmesinin vacîb olduğunu kabul ederler. Şafiî ise; vacib olmayıp
gusletmesini daha güzel görürüm, demiştir. Îbnü'1-Kasım'ın da buna yakın bir
görüşü vardır. Malik'in de bir görüşüne göre, kâfir gusletmeyi bilmez,
demiştir. Onun bu görüşünü tbn Vehb ve tbn Ebi Üveys nakletmişterdir. Sümame ve
Kays b. Âsim yoluyla gelen hadis ise bu görüşleri reddetmektedir. Bu iki
hadisi de Ebu Hatim el-Bustî, Müsned'inin Sahih1 in de[101]
rivayet etmiştir. Buna göre Peygamber (sav) bir gün Sümâme'nin yolundan
geçmiş, o da İslâm'a girmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu Ebu Tal-ha'nın
bahçesine göndererek gusletmesini emretmiş. O da gusledip iki rekat namaz
kılmış. Rasûlullah (sav) da: "Arkadaşınızın İslâm'ı gerçekten güzelleşmiş
bulunuyor’’ diye buyurmuş. Müslim de bu hadisi bu manada rivayet etmiştir.
Orada şu ifadeler de yer almaktadır: Rasûlullah (sav) Sumâme'yi karşılıksız
serbest bırakınca, mescide yakın hurma ağaçlarının bulunduğu bir yere gitmiş
ve gusletmiştir.[102]
Ayrıca Kays b. Âsım'a da sidir katılmış su ile gusletmesini emretmiştir.
Eğer kâfirin İslâm'a
girişi, ergenleşmesindea önce ise, gusletmesi müste-haptır. Buluğa erdikten
sonra müslüman olursa, yıkanırken cünüplükten dolayı gusletmeye niyet etmesi
gerekir. Bizim ilim adamlarımızın görüşü budur, mezhebimizden anlaşılan da
budur. Bununla birlikte, İbn Kasım, kâfir bir kimsenin kalbiyle İslâm'a
inanacak olursa, diliyle açıktan şehadet kelimesini getirmeden önce
gusletmesini caiz kabul etmektedir. Ancak bu, kıyas bakımından zayıf ve
rivayete muhalif bir görüştür. Çünkü herhangi bir kimse sözü ifade etmedikçe
yalnızca niyetle müslüman olmaz. Ehl-i Sünnet ve'1-Cema-at'ın imana dair görüşü
budur: İman, dil ile söylenen bir söz, kalp ile tasdiktir, amel ile de
parlaklığı artar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Güzel söz yalnız
O'na yükselir, onu da salik amel yükseltir". (Fâtır, 35/10).[103]
"Onun için...
artık onlar mescidi harama yaklaşmasınlar" buyruğundaki
yaklaşmasınlar" bir nehiy (yasak) dır. Bundan dolayı fiilin sonundan
"nun" harfi hazfedilmiştir. "Me’cid-1 Haram" ise, bütün
Harem bölgesi hakkında kullanılır. Ata'nın görüşü de budur. Buna göre müşrik
olan bir kimseye bütün Harem bölgesine girme imkânı verilmesi haram olur. Onlardan
bir elçi bize gelecek olursa, imam onun söylediklerini işitmek üzere Harem
dışındaki bölgeye çıkar. Müşrik bîr kişi eğer gizlenerek Harem bölgesine
girecek ve orada ölecek olursa, kabri açılır ve kemikleri o bölgenin dışına
çıkartılır. Çünkü onların orayı vatan edinmek haklan da yoktur, oradan geçiş yapma imkânları da yoktur. Mekke,
Medine, Yemame, Yemen ve Ye-men'deki kasabalar olarak bilinen Ceziretü'l-Arab'a
gelince, Malik der ki: Bütün bu yerlerden İslâm'dan başka bir dine sahip olan
herkes çıkartılır. Bununla birlikte yolculuk kastıyla buralarda gidip
gelmelerine engel olunmaz. Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de böyle
demektedir. Ancak o, Yemen'i bundan istisna etmiştir. Onlara, böyle bir durumda
Ömer (r.a)'in onları sürgüne gönderdiği vakit tayin ettiği gibi üç günlük bir
süre tayin edilir. Ölülerini orada gömemezler ve Harem bölgesinin dışına
çıkmak zorunda bırakılırlar.[104]
İlim adamları,
kâfirlerin mescidlere ve Mescid-i Harama girmeleri hususunda beş ayrı görüşe
sahiptirler. Medineliler derler ki: 'Âyet-i kerime hem diğer müşrikler
hakkında, hem diğer mescidler hakkında umumîdir. Nitekim Ömer b. Abdülaziz de
valilerine bu doğrultuda talimat yazmış ve yazdığı mektubunda da bu âyet-i
kerimeyi (gerekçe olarak) zikretmiştir. Ayrıca bunu, yüce Allah'ın:
"Allah'ın yükseltilmelerine ve oralarda kendi adının yadolunmasına izin
vermiş olduğu evlerde..." (en-Nûr, 24/36) buyruğu da bunu desteklemektedir.
Kâfirlerin mescidlere girmeleri ise onların yükseltilmelerine aykırıdır.
Müslim'in Sahih'inde
ve başkalarında da şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz ki bu mescidler küçük
abdest bozmaya ve pislik bırakmaya uygun değildir..."[105]Kâfir
ise bunlardan uzak kalamaz. Yine Hz. Peygamber: "Ben, ay hali olan bir
kadına ve cünüp olan kimseye mescid (e girmey) i helal kılmam"[106]
diye buyurmuştur. Kâfir ise cünüptür.
Yüce Allah:
"Müşrikler ancak bir pisliktir" buyruğunda, müşrike "pislik
(neces)" adını vermektedir. O bakımdan müşrik bir kimsenin ya bizzat
ne-cis olmasısöz konusudur, yahut hüküm İtibariyle uzaklaştınlması gerekir. Hangisi
olursa olsun, müşrikin mescidden uzak tutulması icabeder. Çünkü uzaklaştırılmasının
illeti (gerekçesi) olan pislik (necislik), müşriklerde bulunan bir özelliktir.
Hürmet (onların oraya girmelerinin yasaklığı ve saygınlık) da mescidde bulunan
bir özelliktir.
(Pis olmak anlamına
gelen) "neces" kelimesinin hem tekili hem çoğulu, hem müennesi hem de
müzekkeri aynı gelir. Tesniyesi ve çoğulu yoktur, çünkü mastardır.
"Nun" harfi esreli, "cim" harfi de sakin olmak üzere
"nics" ise, ancak onunla beraber "rics" kelimesi
kullanılırsa kullanılır. Tek başına kullantlacak olursa, "nun" harfi
üstün ve "cim" harfi esreli "necis", yahut da
"cim" harfi ötreli olmak üzere "necüs" denilir.
Şafiî -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- der ki: Âyet-i kerime diğer mescid-ler hakkında umumî ve
Mescid-i Haram hakkında da hususîdir. Müşriklerin diğer mescidlere girmelerine
engel olunmaz. Bu görüşü ile yahudi ve hıris-tiyan kimsenin sair mescidlere
girmesini mübalı kılmaktadır. İbnü'l-Arabî der ki: Bu, onun yalnızca buyruğun
zahirinden anlaşılan çerçevesinde donuklaş-tığını göstermektedir. Çünkü yüce
Allah'ın: "Müşrikler ancak bir pisliktir" buyruğu, illetin müşrik
olmak ve necis olmak olduğuna dikkat çekmektedir. Peygamber (sav) müşrik olduğu
halde Sumâme'yi mescide bağlamıştır denilecek olursa, böyle diyene şu cevap
verilir: Bizim ilim adamlarımız, bu hadis hakkında -sahih olmakla birlikte-
birkaç türlü cevap vermişlerdir ki, bunlardan birisi şudur: Bu olay âyet-i
kerimenin nüzulünden önce olmuştur.
İkinci cevap:
Peygamber (sav) Sumâme'nin müslüman olduğunu bildiğinden dolayı onu oraya
bağlamıştır,
Üçüncü cevap: Bu
husus muayyen bir meseledir. O bakımdan bizim sözünü ettiğimiz delillerin bu
gerekçe ile reddedilmemesi gerekir. Çünkü bu genel bir kaidenin hükmü hakkında
sadece kayıtlayıcı bir özelliğe sahiptir. Şöyle de denilebilir: Hz. Peygamberin
onu mescide bağlaması, müslüman -Iann güzel bir şekilde namaz kıldıklarını ve
namaz için toplandıklarını, onların mesciddeki oturuşiarındaki güzel
adaplarını görüp bunlarla islâm'a ısınması ve müslüman olması içindi. Nitekim
de böyle olmuştur. Şöyle demek de mümkündün Onların böyle bir kimseyi mescidin
dışında bağlıyabilecek-leri bir yerleri yoktu. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Ebu Hanife ve
arkadaşları ise derler ki: Yahudilerle Hıristiyanların Mescid-i Harama da
başkasına da girmelerine engel olunmaz. Mescid-i Haram'a yalnızca müşrikler ve
puta tapıcılann girmeleri engellenilir. Ancak zikrettiğimiz âyet-i kerime ve
diğer hususlar bu görüşü reddetmektedir. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Zınımi bir
kimsenin Ebu Hanife'ye göre ihtiyacı bulunmaksızın diğer mescidlere girmesi
caizdir. Şafiî de; bu hususta ihtiyaç nazarı itibara alınır, der. İhtiyaç
duyulması halinde Mescid-i Harama girmek de caiz olur.
Ata b. Ebi Rebah der
ki: Bütün Harem bölgesi kıbledir ve mesciddir. O bakımdan müşriklerin Harem
bölgesinin içerisine girmelerine engel olunur. Çünkü yüce Allah: "Bir
gece kulunu Mescidi Haramdan... götürenin şanı ne yücedir" (el-İsra,
17/1) diye buyurmaktadır. Hz. Peygamberin İsra'ya götürülmesi ise Um Hâni'nin
evinden gerçekleşmişti.
Katade der ki:
Mescid-i Haram'a hiçbir müşrik yaklaşamaz. Ancak cizye ödeyen bir kimse, yahut
müslümana ait kâfir bir köle olması hali müstesnadır.
İsmail b. İshâk şu
rivayeti nakleder: Bize, Yahya b. Abdulhamid aniattı dedi ki: Bize, Şureyk,
Eş'as'dan anlattı, o, el-Hasen'den, ö, Cabir'den, o da Peygamber (sav)'dan
buyurdu ki: "Mescid'e hiçbir müşrik yaklaşamaz. Bir köle yahut bir cariye
olması müstesnadır. O vakit ihtiyacı dolayısıyla oraya girebilir."[107]
Cabir b. Abdullah da
bu görüştedir: O der ki: İfadenin geneli müşriklerin Mescid-i Haram'a
yaklaşmasını engellemektedir. Ancak, köle ve cariye hakkında tahsis
edilmiştir.[108]
"Ottun İçin bu
yıllarından sonra" buyruğu ile ilgili olarak iki görüş vardır: Bir görüş;
sözü geçen yılın Hz. Ebu Bekir'in hac emirliği yaptığı dokuzuncu yıldır,
ikinci görüş ise, onuncu yıldır. Bu görüşü Katade ifade etmiştir.
İbnü'l-Arabî der kî:
Nassın muktezâsından anlaşılan ve sahih olan görüş budur. Bunun dokuzuncu yıl
olduğunun söylenmesi hayret edilecek bir şeydir. Çünkü, bu ilanın yapıldığı
yıldır dokuzuncu yıl. Bir kimsenin kölesi onun evine bir gün girecek olup da
efendisi ona: Sen bugünden sonra bu eve girme, diyecek olursa, elbetteki maksat
eve girdiği o gün değildir (ondan sonraki gündür).[109]
"Eğer fakirlikten
korkarsanız" buyruğu ile ilgili olarak Arar b. Fâid der ki: Mana;
Fakirlikten korkmuş bulunuyorsunuz, şeklindedir. Ancak, bu yanlış bir
açıklamadır. Çünkü ifadenin anlamı; Eğer ile çok açık bir şekilde ortadadır.
Müslümanlar müşrikleri
hacca gelmekten alıkoyunca -ki, müşrikler yiyecek ve ticaret malları getirir
gelirlerdi- şeytan mü'minlerin kalplerine fakirlik korkusunu saldı ve: Peki
nereden yaşayıp geçineceğiz dediler. Yüce Allah onlara lütfuyla kendilerini
zengin edeceği vaadinde bulundu. ed-Dahhâk der ki:,Yüce Allah onlara;
"Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen... lerle kendi elleriyle cizye
verinceye kadar savaşınız" (et-Tevbe, 9/29) ayeti ile zimmet ehlinden
cizye alma kapısını açtı.
İkrime de der ki: Yüce
Allah bol bol yağmur yağdırmak, bol bitki ve toprağı verimlendirmekle onları
zengin kıldı. Böylelikle (Yemen topraklarından olan) Tebale ve Cureş, bol
mahsul vermeye başladı. Bunlar, Mekke'ye yiyecek şeyleri, yağlan ve pek çok
mallan taşıyıp getirdiler. Necid, San'a ve bunların .dışında kalan Araplar
İslâm'a girdiler ve böylelikle hacları ve ticaretleri de kesintisiz olarak
devam edip durdu. Yüce Allah da cihadla ve diğer ümmetlere karşı galibiyet
vermek suretiyle kendi lütfuyla onlan zengin kıldı.
Fakirlik demektir. Bir
kimse fakir düştü mü, denilir. Şair de der ki:
"Fakir bilemez ne
saman zengin olacağım, Zengin de bilemez ne zaman fakir düşeceğini."
Alkame ve İbn
Mes'ud'un ashabından bir başkası; Fakir düşmek şeklinde okumuşturki bu da
mastardır, Öğlen vakti dinlenmek, uykuya çekilmek demek olan; ile
"Afiyet" kelimeleri gibi. Bununla birlikte "fakir düşmek
halinden,.," takdirinde hazfedilmiş bir kelimenin sıfatı olma ihtimali de
vardır. Burada bu kelime zor ve sıkıntılı hal anlamına gelir. İşte bu kökten;
"İş bana zor ve ağır geldi, gelir" denilmektedir. Ta-berî de, bir
kimse fakir düştü mü, denildiğini nakletmektedir.[110]
Bu âyet-i kerimede
kalbin rızık hususunda sebeplere taalluk etmesinin caiz olduğuna ve bunun
tevekküle aykırı olmadığına delil vardır. Her ne kadar rızık takdir edilmiş ve
Allah'ın emir ve paylaştırması yerini bulacak ise de, Allah rızkı hikmete mebni
sebeplere bağlı kılmıştır. Böylelikle yüce Allah sebeplere taalluk eden
kalpler ile rabblerin Rabbine tevekkül eden kalpleri birbirinden ayırt etsin.
Sebebin, tevekküle aykırı düşmediğine dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Eğer siz Allah'a hakkt
ile tevekkül edecek olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursağı boş ve aç gidip de
akşamleyin kursağını doldurmuş halde dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sîzi de
rızıklandırırdı." Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.[111]
Hz. Peygamber bu
hadisi ile rızık talebi hususunda sabah gidip öğleden sonra çıkışın gerçek
tevekküle aykırı düşmediğini haber vermektedir. İbnü'l-Arabi der ki: Fakat sufi
şeyhler derler ki: Kişi ancak itaatler hususunda sabah ve akşam yola koyulur.
İşte asıl rızkın gelmesini sağlayan sebep budur. Derler ki: Buna delil şu iki
husustur: Birincisi, yüce Allah'ın: "Sere aile halkına namazı emret,
kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemeyiz, sana rızkı Biz
veririz" (Tâ-Hâ, 20/132) buyruğudur. İkincisi de, yüce Allah'ın:
"Güzel söz O'na yükselir, onu da salih amel yükseltir" (Fatır, 35/10)
buyruğudur. Yüce Allah'ın rızkını, mahalli olan semadan inmesini sağlayan
ancak yukarı doğru yükselen şeydir. Bu da hoş zikir ve salih ameldir. Yoksa,
yeryüzünde çalışıp çabalamak değildir. Çünkü yeryüzünde rızık diye birşey yoktur.
Sahih olan ise, buyrukların zahirini kavrayan fukahâya göre sünnetin sağlamca
ortaya koyduğu husustur. O da dünyevî sebepler gereğince ekip biçmek,
pazarlarda ticaret yapmak, malların bakımı, geliştirilmesi, mahsul elde etmeyi
sağlayan şekliyle ziraatle uğraşmak gibi yollardır.
Asbab-ı kiram da
Peygamber (sav) aralarında bulunduğu halde bu şekilde hareket ederdi.
Ebu'l-Hasen b. Battal der kî: Şanı yüce Allah kullarına kazandıkları şeylerin
hoş ve temiz olanlarından infak etmelerini bir çok âyet-i kerime ile
emretmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: "Kim mecbur kalırsa, saldırmamak ve
haddi aşmamak şartıyla (yerse) onun üzerine günah yoktur", (el-Bakara,
2/173) Bu buyruğuyla darda kalan bir kimseye kazanmakla ve kendisi ile
gıdalanmakla emretmiş olduğu helai gıdayı bulamaması halinde, haram olan gıdayı
ona helal kılmakta, semadan üzerine yiyecek birşeylerin inmesini beklemesini
emretme enektedir. Eğer gıdasını sağlayacağı şeyleri aramak hususunda çalışıp
çabalamayı terkedecek olursa, hiç şüphesiz kendisinin katili olur.
Rasûlullah (sav) da
yiyecek birşey bulamadığından dolayı açlıktan kıvranır, bununla birlikte
üzerine gökten yiyecek birşey inmezdi. O, kendi aile halkı için bir yıllık
yiyeceklerini alıkoyardi. Allah fetihleri müesser kılıncaya kadar bu böyle
devam etti. Enes b. Malik'in rivayetine göre, bir adam Peygamber (sav)'ın
yanına deve ile gelerek, Ey Allah'ın Rasûlü diye sordu. Onu bağlayıp mı
tevekkül edeyim, yoksa serbest bırakıp mı tevekkül edeyim? Hz. Peygamber ona:
"Onu bağla ve öylece tevekkül et" diye cevap vermiştir.[112]
Derini ki: Sufle ehli
mescidde oturup, ziraatle uğraşmayan, ticaret de yapmayan, kazançları olmayan,
mallan bulunmayan fakir kimseler olduklarından dolayı bu görüşü savunanların
Suffe ehlini kendilerine delil gösterecekleri bir tarafları yoktur. Çünkü
Suffe ehli, beldelerin kendilerine dar gelmesi esnasında İslâm'ın misafirleri
idiler. Bununla birlikte gündüzün odun toplar, Rasûlullah (sav)'ın evine su
taşır, geceleyin Kur'an okur ve namaz da kı-lariardı. Buhârî ve başkaları
onları bu şekilde anlatmaktadır.[113]
Dolayısıyla onlar, rızkın sebeplerine yapışan kimselerdi. Hz. Peygamber'e bir
lıediye geldi mi, onlarla beraber yerdi. Eğer gelen bir sadaka ise, kendisi
ona el sürmez, onlara verirdi. Fetihler çoğalıp İslâm yayılınca da -Ebu
Hureyre ve başkaları gibi- Suffe'nin dışına çıktılar, emirlik, kumandanlık
yaptılar. Yerlerinde oturmadılar.
Diğer taraftan
kendileri vasıtasıyla rızkın talep edildiği sebepler (yollar) akı türlüdür
denilmiştir:
1- Bunların
en üstünü, Peygamberimiz Muhammed (sav)'ın kazanç şeklidir. O şöyle
buyurmuştur: "Benim rızkım mızrağımın gölgesi altına yerleştirildi,
Zillet ve küçülmüşlük de emrime muhalefet olana yazıldı." Bu hadisi
Tirmİzî rivayet etmiş ve sahih olduğunu ifade etmiştir.[114]
Yüce Allah, böylelikle Peygamberinin rızkını -faziletli olması dolayısıyla-
kendi kazancına bağlı kılmış ve özel olarak ona kazanç türlerinin en
faziletlisini ihsan etmiştir ki, bu da düşmana galip gelmek ve onu yenik
düşürmek suretiyle rızkı almak şeklidir. Çünkü bu yol, en şerefli bir yoldur.
2- Kişinin kendi el emeğinden yemesi: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kişinin yediği en hoş şey, elinin emeğinden (yediği) dir. Ve şüphesiz Allah'ın
Peygamberi Dâvud kendi el emeğinden yerdi." Bu hadisi de Buhârî rivayet
etmiştir.[115] Kur'an-ı Kerimde de (Hz,
Dâvud hakkında) şöyle buyurul-maktadır:
"Biz ona sizin için giyecek (zırh) yapmak sanatını öğrettik."
(el-Enbiya, 21/80) Hz. İsa'nın da annesinin eğirdiği yünün gelirinden yediği rivayet
edilmektedir.
3- Ticaret.
Bu da ashab-i kiramın çoğunun yaptığı işti. Özellikle de Muhacirlerin (Allah
hepsinden razı olsun). Kur'an-ı Kerim ticaretin önemine birden çok yerde
delâlet etmektedir.
4- Ziraat ve
ağaç dikmek. Biz buna dair açıklamalarımızı el-Bakara Sûresi'nde (2/205.
âyetin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz.
5- Kur'an
okutmak, Kur'an öğretmek ve Kur'an İle tedavi (rukye) buna dair açıklamalar da
Fatiha Sûresi'nde (Fazileti ve İsimleri bölümü, 4. başlıkta.) geçmiş
bulunmaktadır.
6- Muhtaç
düşmesi halinde ödemek suretiyle borç almak. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Kim ödemek isteğiyle başkalarından mal alırsa Allah ona ödetir. Kim de o
malı telef etmek niyetiyle alırsa, Allah da onu telef eder." Bu hadisi
Buhârî, Ebu Hureyre (r.a)'dan rivayet
[116]etmektedir.[117]
"Allah
dilerse" buyruğu, nzkm çalışıp çabalamakla olmadığına, ancak Allah'ın
lütfuyla olduğuna delildir, Allah rızkı kullan arasında paylaştırır. Bu da yüce
Allah'ın: "Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz pay
ettik" (.ez-Zuhruf, 43/32) âyetinden açıkça anlaşılmaktadır.[118]
29.
Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah'a ve âhiret gününe İman etmeyen,
Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak
kabul etmeyenlerle kendi elleriyle küçülmüşler olarak cizye verinceye kadar
savaşınız.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbeş başlık halinde sunacağız:[119]
"... Allah'a ve
âhiret gününe iman etmeyen...terle savaşınız." Yüce Allah kâfirlerin
Mescid-i Harama yaklaşmalarını haram kılınca, müslümanlar müşriklerin
beraberlerinde getirdikleri ticaretin kesilmesi dolayısıyla içlerinde bir
sıkıntı duydular. Bunun üzerine önceden de geçtiği gibi yüce Allah: "Eğer
fakirlikten korkarsanız..." (et-Tevbe, 9/28) diye buyurdu. Daha sonra da
bu âyet-i kerime ile yüce Allah cizye almayı helal kıldı. Bundan önce ise cizye
alınmıyordu.
Yüce Allah cizyeyi,
müşriklerin hac mevsiminde ticaret mallarını getirerek gelmelerini
engellemesinin bir ödünü kıldı ve yüce Allah: "Allah'a ve âhiret gününe
iman etmeyen...lerle savaşınız" diye buyurdu.
Bu buyruğuyla yüce
Allah, hep birlikte bu ortak niteliğe sahip olduklarından dolayı bütün
kâfirlerle savaşmayı emrederken, kitaplarına ikram ve tevhidi, peygamberleri,
şeriatleri, dinleri, özellikle de Muhammad (sav)'a dair bilgileri, onun dinini
ve ümmetini bilmeleri dolayısıyla da kitap ehlini de zikretmiştir.
Ancak, kitap ehli Hz.
Peygamberi İnkâr edip de onlara karşı getirilen deliller kesinleşip işledikleri
cürüm de daha bir büyüyünce, Önce onların yerlerine dikkat çekti; daha sonra
da onlarla savaşmanın nihaî sınırını tesbit etti. Bu da öldürülme yerine cizye
vermektir. Sahih olan açıklama budur.
Ibnü'l-Arabî der ki:
Ben, Ebu'1-Veta Ali b. Akil'i tartışma meclisinde bu âyet-i kerimeyi okuyup onu
delil gösterirken dinledim, Dedi ki: "Savaşınız" buyruğu, onların
cezalandırılmasına dair bir emirdir. Daha sonra da "iman etmeyen"
diye buyurmaktadır. Bu da onların cezalandırılmasını gerekttrtfn günahı beyan
eder. "Ve âhiret gününe" ifadesi ise, itikad noktasında günahlarının
tekidini ifade eder. Bundan sonra da: "Allah'ın ve Rasulünün haram
kıldığını haram saymayan" buyruğu ile ameli bakımdan ona muhalefet hususunda
günahlarının daha da çok olduğunu ifade eder. Arkasından: Ve hak dinini din
olarak kabul etmeyenler" ifadesi de sapmak, inatlaşmak ve İslâm'a boyun
eğememekle masiyetlerini daha da katmerleştirdiklerini ifade eder.
"Kendilerine kitap verilmiş olanlardan" buyruğu ise, onlara karşı delili
te'kid etmektedir. Çünkü onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncilde Hz.
Pey-gamber'in niteliklerini yazılı buluyorlardı. Daha sonra da "kendi
elleriyle küçülmüşler olarak cizyeyi verinceye kadar" buyruğu ile de bu
cezalandırmanın uzanacağı nihaî hedefi açıklamakta ve kendisi sebebiyle bu
cezanın kalkacağı bedelin ne olduğunu tayin etmektedir.[120]
İlim adamlan cizyenin
kimden alınacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Şafiî -Allah'ın rahmeti
üzerine olsun- der kî: Cizye bu âyet-i kerime dolayısıyla ister Arap olsunlar
ister olmasınlar özel olarak ancak kitap ehlinden kabul edilir, başkalarından
kabul edilmez. Çünkü, özellikle anılanlar onlardır. Dolayısıyla hüküm onlardan
başkalarına değil de yalnızca onlara yöneliktir.' Zira yüce AUah: 'Artık o
müşrikleri nerede bulursanız Öldürün" (et-Tevbe, 9/5) diye buyurmakta ve
kitap ehli hakkında dediği gibi "cizyeyi verinceye kadar" diye
buyurmamaktadır. Yine Şafiî der ki: Sünnetteki delil gereği cizye mecusîlerden
de kabul edilir. Ahmed ve Ebu Sevr de bu görüştedir. es-Sevrî, Ebu Hanife ve
arkadaşlarının görüşü de budur.
el-Evzaî de der ki:
Cizye puta tapan, ateşe tapan yahut inkâr eden veya yalanlayan herkesten
alınır. Malik'in mezhebi de budur. O, İster Arap olsun ister olmasın, ister
Tağlibli, ister Kureyşli olsun mürted müstesna, kim olursa olsun bütün şirk ve
inkâr türlerine mensup herkesten cizye alınacağı görüşünde idi.
İbnü'l-Kasım, Eslıeb
ve Suhnûn şöyle derler: Cizye, Arap mecusilerinden ve bütün milletlerden
alınır, Araplardan olup puta tapanlara gelince, Allah onlar hakkında cizye
hükmünü koymamıştır. Yeryüzünde onlardan kimsenin kalmaması hükmü vardır.
Onların Önünde ya savaşmak veya İslâm'a girmekten başka yol yoktur.
İbnü'l-Kasım'ın, -Malik'in dediği gibi- onlardan cizye alınır diye bir görüşü
de bulunmaktadır. Bu görüş, İbnü'l-Cellâb'ın "et-Tefrfinde yer almaktadır
ki, böyle bir hüküm ihtimalidir. Nass (yani İbnü'l-Kasım'ın açıkça ifade ettiği
bir görüş) değildir.
İbn Vehb der ki:
Cizye, Arap mecusîlerinden kabul edilmez ama, Arapların dışındaki mecusîlerden
kabul edilir. Çünkü Araplar arasında mecusî kalmamıştır. Hepsi İslâm'a
girmiştir. Onlardan müslüman olmayan bir kimse bulunacak olursa o mürteddir.
İslâm'a girmeyecek olursa, her halükârda öldürülür ve onlardan cizye kabul
edilmez.
İbnü'1-Cehm de der ki:
İslâm dışında hangi dine bağlı olursa olsun herkesten cizye kabul edilir.
Ancak, icma ile kabul edildiği üzere Kureyş kâfirleri müstesnadır. Bunun
gerekçesi ile ilgili olarak şunu nakletmektedir; Bu, onların zillet ve
küçülmüşlükten korunmaları için bir ikramdır. Buna sebep de Rasûlullah (sav)'a
olan yakınlıklarıdır. Başkası da şöyle demektedir: Hayır, bunun sebebi, bütün
Kureyşlilerin Mekke'nin fethedildiği gün İslâm'a girmiş olmalarıdır. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.[121]
Mecusiler hakkında
tbnü'l-Münzir şöyle demektedir: Ben, mecusilerden cizye alınacağı hususunda
görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Muvatta'da şöyle denilmektedir: Malik,
Cafer b. Muhammed'den, onun, babasından rivayetine göre Ömer b. el-Hattab
mecusilerin durumlarını sözkonusu ederek şöyle demiştir: Bunlara nasıl bir
uygulama yapacağımı bilemiyorum. Bunun üzerine Abdurrahman b, Avf şöyle dedi:
Ben şahidlik ederim ki Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Siz,
onlara kitap ehline yaptığınız uygulamayı yapınız."[122] Ebu
Ömer (b. Abdİ'1-Berr) der ki: O, özel olarak cizye hususunda bu uygulamayı
yapınız, demektedir. Rasûlullah (sav)'ın: "Onlara kitap ehline yaptığınız
uygulamayı yapınız" buyruğu onların kitab ehli olmadıklarının delilidir.
Zaten fukalıânın cumhuru da bu görüştedir.
Şafiî'den bunların,
önceleri kitab ehli iken sonradan değişiklikler yaptıklarını İfade ettiği
rivayet edilmiştir. Zannederim o, bu kanaatine Ali b. Ebi Ta-lib (r.a)'dan
zayıf bir yolla gelen rivayete dayanmaktadır. Bu rivayet, dönüp dolaşıp Ebu
Said el-Bakkal'e ulaşmaktadır. Bunu da Abdurrezzak ve başkaları zikretmiştir.[123]
İbn Atiyye der ki:
Rivayet edildiğine göre, mecusiler arasında adı Ziradüşt (Zerdüşt) olan bir
peygamber gönderilmiş imiş. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[124]
Şanı yüce Allah
Kitab-ı Keriminde onlardan alınacak cizyenin miktarını söz-konusu etmemektedir.
İlim adamları onlardan alınacak cizye miktarı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Ata b. Ebi Eebâh der ki: Cizye ile ilgili belirlenmiş bir süre
yoktur. Bu, onlarla yapılan antlaşmaya göre tesbit edilir. Yahya b. Adem, Ebu
Ubeyd ve Taberî de böyle derler. Ancak Taberî şunu da ekler: Bunun asgarisi
bir dinardır, azamisinin sınırı yoktur. Delil olarak Sahih sahiplerinin, Amr b.
Avf'dan naklettikleri şu rivayeti kaydederler: Rasûlullah (sav) Bahreynliler
ile cizye ödemeleri şartıyla barış yaptı.[125]
Şafiî der ki: Hür ve
baliğ olan zengin ve fakirlerden birer dinar alınır ve ondan hiçbir şey
eksiltilmez. Şafiî Ebu Dâvûd ve başkalarının Muâz yoluyla kaydettikleri şu
rivayeti delil göstermektedir: Rasûlullah (sav) Muaz'ı Yemen'e göndermiş ve
ona, ergenlik çağına gelmiş olan herkesten cizye olarak bir dinar almasını
emretmiştir.
[126]Şafiî der ki: Yüce Allah'ın muradını Allah adına beyan
eden odur (Hz. Peygamberdir). Ebu Sevr'in görüşü de budur. Yine Şafiî der ki:
Eğer onlarla bir dinardan fazlasını ödemek şartıyla barış yapılırsa bu da
caizdir. Kendiliklerinden gönül hoşnutluklanyla fazlasını da verecek
olurlarsa, bu da kabul edilir. Eğer üç gün süre ile misafir ağırlamaları şartı
ile onlarla barış yapılırsa, bu da caizdir. Şu şartla ki, misafirlerin
ağırlanması esnasında verilecek ekmek, arpa, (yem olarak) saman, ve kaük belli
olup orta hallinin ve varlıklının bunlardan neleri karşılayacağı, konaklama
yeri, sıcak ve soğuğa karşı barınma gibi hususların belirtilmiş olması da
gerekmektedir.
İbnü'l-Kasım, Eşheb ve
Muhammed b. el-Haris b. Zenceveyh'in kendişinden yaptıkları rivayete göre
Malik, der ki: Cizye, (para birimleri) altın olan kimseler İçin dört dinar,
gümüş kullananlar için kırk dirhemdir. Mecusi dahi olsa zengin ile fakir
arasında fark yoktur. Hz. Ömer'in tesbit ettiği miktardan ne fazla alınır, ne
de daha aşağı. Onlardan bundan başkası alınmaz. Şöyle de denilmiştir: Ödeme
gücü olmayanın yükü, imamın uygun göreceği miktarda hafifletilir.
İbnü'l-Kasım da der
ki: Ödeme zorluğu dolayısı ile Hz. Ömer'in tesbitin-den daha aşağı
düşürülmeyeceği gibi, zenginlik dolayısıyla da ondan fazlası istenmez. Ebu Ömer
(b. Abdi'1-Berr) der ki: Zimmet ehli fakirlerinden bir dirhem dahi olsa
ödeyebilecekleri miktar alınır Daha sonra Malik de bu görüşe dönmüştür.
Ebu Hanife,
arkadaşları, Muhammed b. el-Hasen ve Ahmed b. Hanbel derler ki: Cizye,
(fakire) oniki, (orta halliye) yirmidört ve (zengine) kırk (dirhem) dir.
es-Sevrî der ki: Bu hususta Ömer b. el-Hattab'dan farklı tesbitler gelmiştir.
Eğer (cizye verenler) zimmet ehli kimseler ise, yönetici bunlardan dilediğini
alıp uygulayabilir. Şayet kendileriyle barış yapılan kimseler iseler, barış
şartları ne ise o kadar alınır, ondan başka birşey alınamaz.[127]
İlim adamlanmız
-Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun derler ki: Kur'ân-ı Ker-im'in delâlet ettiği
husus şu ki: Cizye, savaşabilecek erkeklerden alınır. Çünkü yüce Allah:
"... kimselerle kendi elleriyle... cizye verinceye kadar savaşınız"
diye buyurmuştur. İşte bu, cizyenin savaşabilecek kimseler tarafından
ödenmesinin vacip olmasını gerektirir. Savaşçı dahi olsa kölenin cizye ödemekle
yükümlü olmadığına delâlet eder. Çünkü kölenin özel bir mah yoktur. Zira yüce
Allah: "Verinceye kadar" diye buyurmaktadır, Mah olmayan için de
"verinceye kadar" denilemez.
İşte bu, cizye ancak
baliğ olmuş hür erkeklerin başlarına konulacak bir mükellefiyet olduğuna dair
ilim adamlarının icma ile kabul ettikleri bir husustur, Savaşma gücüne sahip
olanlar bunlardır. Kadınlar, çocuklar, köleler, deliler ve yaşlılar değildir.
Rahipler hususunda ise
görüş ayrılığı vardır. İbn Vehb, Malik'den, rahiplerden cizye alınmayacağını
söylediğini rivayet eder. Mutarrif ile İbnü'1-Mâcişûn ise şöyle derler: Bu
hüküm, cizye mükellefiyetinin getirilmesinden sonra rahipliğe yönelmemesi
halinde böyledir. Eğer cizye mükellefiyeti konulduktan sonra rahipliğe
yönelecek olursa, rahiplik yapması cizyesini kaldırmaz.[128]
Cizye ödemekle yükümlü
olanlar cizyeyi ödeyecek olurlarsa, onların mahsullerinden, ticaretlerinden,
ekinlerinden cizye dışında başka bir şey alınmaz, Ancak, kendileriyle barış
antlaşması yapılıp da yerlerinde bırakıldıkları yurtlarından başka yerlerde
ticaret yapmaları hali müstesnadır. Şayet bırakıldıkları yurtlarından başka
yerlere ticaret maksadıyla çıkıp gidecek olurlarsa, ticaret mallannı satıp o
malın bedelini kabz ettikleri takdirde onlardan öşür (onda bir) alınır. İsterse
yıl içinde defalarca alış-veriş yapmış olsunlar.
Bundan özel olarak
Medine ve Mekke'ye buğday ve zeytin yağı gibi temel yiyecekleri götürmeleri
müstesnadır. Bu durumda onlardan Ömer (ra)'ın uygulamasına uygun olarak onda
birin yarısı alınır. Medine alimlerinden, zimmet ehlinden ticaretlerinden
yılda ancak bir defa -tıpkı müslümanlardan alındığı gibi- öşür alınacağı
görüşünde olanlar da vardır. Bu ise, Ömer b. Abdulaziz ile fukahâmn imamlarından
bir topluluğun görüşüdür. Birincisi ise Malik ve arkadaşlarının görüşüdür.[129]
Cizye ödemekle yükümlü
olanlar kendilerine tayin edilen, yahut da üzerinde banş yaptıkları
cizyelerini ödeyecek olurlarsa, kendileri bütün malla-nyla, şaraplarını
sakladıkları ve açıkça müslümanlara satmadıkları sürece bağlarıyla başbaşa
bırakılırlar. Ancak, müslümanlann pazarlarında şarap ve domuzlarını açıkça
satmalarına engel olunur. Böyle bir şeyi açık yapacak olurlarsa, aleyhlerine
olmak üzere şarapları dökülür, açıktan domuzlarını çıkaranlar da tehdit
edilir.
Eğer şaraplarını açığa
çıkarmadıkları halde, müslüman bir kişi şaraplarını dökecek olursa, haksızlık
yapmış olur ve bunun tazminatını ödemesi gerekir. Tazminat ödemesi gerekmez de
denilmiştir. Şayet şaraplarını gasp edecek olursa, onu geri vermesi icabeder.
Kendi aralarındaki
hükümlerde ve faizli ticaret yapmalarına itiraz olunmaz. Şayet İslâm
mahkemelerine başvuracak olurlarsa, hakim muhayyerdir. Dilerse aralarında
Allah'ın İndirdiğine uygun olarak hükmeder, dilerse yüzçevi-rir. Durum ne
olursa otsun haksızlık konularında (mezâlim) aralannda hükmeder ve zayıfların
lehine olan hakkı güçlü olanlarından alır. Çünkü bu, onları savunmak kabilindendir,
denilmiştir. İmamın onlan savunmak kastıyla düşmanlarına karşı savaşması ve
düşmanlarına karşı savaşırken yardımlarını alması görevidir.
Fey'de bir payları
yoktur.
Üzerinde anlaşarak
barış yaptıkları kiliselerine yeni bîr ilave yapamazlar.Bununla birlikte
çürüyen taraflarını tamir etmelerine engel olunmaz. Ancak, onlardan başka mabed
yapma imkânları yoktur.
Müslümanlardan ayırt
edilmelerini sağlayacak şekilde elbise, kılık ve kıyafete bürünürler.
Müslümanlara benzemelerine de engel olunur.
Herhangi bir zimmet
akidleri bulunmayan düşman çocuklarının onlardan alınmasında bir beis yoktur.
Cizyesini ödemekte
aşın inatlaşan, işi düşmanlığa götüren olursa, bu düşmanlığından dolayı te'dib
edilir ve küçülmüş olarak ondan cizye alınır.[130]
İlim adamları cizyenin
neye karşılık olarak vacib olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Mâliki mezhebi âlimleri derler ki; Cizye, küfür sebebiyle öldürülmekten bedel
olarak vaciptir. Şafiî der ki: Cizye, canın korunması ve yurdunda kalmasının
bedeli olarak vaciptir.
Bu görüş ayrılığının
faydasına gelince: Bizler, cizye öldürülmeye bedel olarak ödenmesi gerekir,
görüşünü kabul edersek, bir kimse müslüman oldu mu, artık geçmiş dolayısıyla
ödemesi gereken cizye yükümlülüğü kalkar. İsterse senenin tamamlanmasından bir
gün önce yahut sonra müslüman olmuş olsun. Malik'e göre hüküm böyledir.
Şafirye göre cizye,
zimmette karar kılan bir borçtur. Müslüman olmak onu ortadan kaldırmaz. Tıpkı
bir evin kirası gibidir. Bazı Hanefi alimleri de bizim (Maliki mezhebinin)
görüşümüzü benimsemişler; bazıları da şöyle demişlerdir: Cizye, müslümanlara
yardım ve cihada bedel olarak ödenmesi gerekir. Kadı Ebu Zeyd bu görüşü tercih
etmiş ve bu meselede Allah'ın sırrının bu olduğunu iddia etmiştir. Ancak Malik'in
görüşü daha sahihtir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslümana
cizye (ödemek) yoktur."[131]
Süfyan der ki: Bunun
anlamı şudur: Zımmi, cizye ödemesi kendisine vacib olduktan sonra İslâm'a
girecek olursa, cizye yükümlülüğü kalkar. Bu hadisi de Tirmizî ve Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.[132]
İlim adamlarımız der
ki: Yüce Allah'ın: "Kendi elleriyle küçülmüşler olarak cizye verinceye
kadar" buyruğu buna delildir. Çünkü İslâm olmakla bu özellik de ortadan
kalkar. Müslüman olmaları halinde kendi elleriyle ve küçülmüşler olarak cizyeyi
ödemeyecekleri hususunda görüş ayrılığı yoktur.
Şafiî İse, İslâm'a
girdikten sonra yüce Allah'ın buyurduğu şekle uygun olarak kabul etmemektedir.
Bunun yerine o, (müslüman olmadan önce ödemesi gereken) cizye bir borçtur.
Önceki bir sebep dolayısıyla cizye ona vacip olmuştur, der. Bu da, yurdunda
kalması, yahut da öldürülme kötülüğünden korunmasıdır. Dolayısıyla bu cizye,
sair bütün borçlar gibidir.[133]
Bir belde yahut bir
kale halkı ile antlaşma yaptıktan sonra antlaşmalarını bozar ve ödemeleri
gereken cizye ve sair yükümlülüklerini yerine getirmeyip kendilerine
zulmolunmadığı halde İslâm'ın hükmünü kabul etmeyecek olurlarsa, imam da
onlara haksızlık yapmayan birisi ise, müslümanlann, İmamları ile birlikte onlar
üzerine gitmeleri ve onlarla savaşmaları icabeder. Eğer çarpışır ve yenik
düşürecek olurlarsa, onlar hakkında verilecek hüküm dar-ı harpdekiler hakkında
verilecek hükümle aynıdır. Onların da, kadınlarının da fey olarak alınacağı ve
beşte birGn alınmasından sonra beşte dördünün gazilere dağıtılmasının)
sözkonusu olmayacağı da söylenmiştir, bu da bu konudaki bir görüştür.[134]
Eğer bunlar, hırsızlık
yapmak ve yol kesmek üzere ortaya çıkacak olurlarsa, cizye ödemeyi
reddetmemeleri şartıyla müslüman muharibier (yol kesiciler) durumundadırlar.
Şayet haksızlığa uğradıklarını ifade ederek çıkacak olurlarsa (itaatin dışına
çıkarlarsa) durumlarına bakılır ve tekrar zimmet akdine geri döndürülür ve
onlara zulmedenlerden hakları alınır. Kendileri hür oldukları halde onlardan
herhangi bir kimse de köle yapılmaz.
Eğer bir kısmı
ahidlerini bozacak, bir kısmı bozmayacak olursa, ahdini bozmayan ahdi üzere
kalmaya devam eder ve başkası bozdu diye diğeri sorumlu tutulmaz. Onların
alıidlerine bağlılıkları ise, ahidlerini bozanlara karşı tepki
göstermelerinden anlaşılır.[135]
"'Cizye"
kelimesi, kendisine yapılan iyiliklere karşı mükâfatlandırmak için kullanılan;
fiilinden "file" vezninde bir kelimedir. Sanki onlar cizyeyi
kendilerine bağışlanan güvenliğe bir karşılık olarak vermiş gibi oluyorlar.
İşte bu anlamda olmak üzere şair şöyle demektedir:
"Ya sana karşılık
verir, yahut senden övgüyle sözeller. Ve hiç şüphesiz Yaptıklarından dolayı
seni öven kimse de sana mükâfat ve karşılık vermiş gibidir."[136]
Müslim, Hişam b. Hakim
b. Hizam'dan rivayetine göre Hişam Şam'da çiftçilerden güneşte bekletilmiş
-bir rivayete göre de başlarına da zeytinyağı dökülmüş- bir grubun yanından
geçer ve: Bunların hali nedir diye sorunca (ilgili kişi): Cizyeden dolayı
alıkonulmaktadırlar diye cevap verir. Hişam: Ben, Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Muhakkak Allah dünyada insanları azaplandıranlan
azaplandırır." Bir rivayette de şöyle denmektedir: O gün onların
Filistin'deki emiri Umeyr b. Sa'd idi. Onun yanına girip bu hadisi ona
nakledince, Umeyr de emir vererek serbest bırakıldılar.[137]
Bizim (mezhebimize
mensup) itim adamlarımız derler ki: İmkân buldukları halde cizyeyi ödemeyecek
olurlarsa cezai andın İmaları caizdir. Ancak ödeyemeyecekleri anlaşılmakla
birlikte cezalandırılmaları helal değildir. Çünkü, cizye ödeyemeyecek hale
düşenden cizye kalkar. Zengin olanlar da fakirler yerine ödemekle mükellef
tutulmaz. Ebû Dâvûd, Safvan b. Sü-leym'den, o, Rasûlullah (sav)'ın birkaç
sahabisinin oğullarından, onlar da babalarından rivayet ettiklerine göre
Rasûlutlah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim bir antlaşmalıya zulmeder, yahut
ona hakkını eksik verir, yahut fakatından fazlasıyla mükellef tutar, ya da
gönül hoşluğuyla olmaksızın ondan herhangi birşey alacak olursa, o kişiye
karşı kıyamet gününde ben davacı "[138]olurum.[139]
Yüce Allah'ın:
"Kendi elleriyle" buyruğu ile ilgili olarak tbn Abbas şöyle
demektedir: Onu ödemek için başkasına vekâlet vermeksizin bizzat kendisi öder.
Ebu't-Bahteri de Selman'dan: Yerilmiş kimseler olarak diye açıkladığını rivayet
etmektedir. Ma'mer de Katade'den: Kahredilmiş olarak dediğini rivayet
etmektedir.
"Kendi
elleriyle" ifadesinin, sizin onlara nimet ve lütfunuz dolayısıyla diye de
açıklanmıştır. Çünkü, onlardan cizye alınacak olursa, onlara nimet ve ihsanda
bulunulmuş olur. îkrime der ki: Antlaşmalı cizyeyi ayakta öder, alan da oturmuş
olarak alır. Said b. Cübeyr de böyle demiştir. İbnü'l-Arabî şöyle demektedir:
Böyle bir açıklama yüce Allah'ın: "Kendi elleriyle" ifadesinden
değil de "küçülmüşler olarak" ifadesinden çikartılabilir.[140]
Hadis imamlarının
Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiklerine göre Rasûlul-lah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Yukardaki el aşağıdaki elden hayırlıdır. Yukar-daki el İnfak
eden eldir. Aşağıdaki de dilenen eldir. "[141] Hz.
Peygamberin: "Yukarıdaki el veren eldir" dedidiği de rivayet
edilmiştir.[142]
Hz. Peygamber
böylelikle sadakada veren eli yukardaki üstün el olarak tayin etmiş, cizyede
İse veren el aşağıdaki el durumuna düşmüştür. Onu alan ise yukardaki eldir.
Zira yükselten de alçaltan da yüce Allah'tır. O, dilediğini yükseltir,
dilediğini alçaltır. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur.[143]
Habib b. Ebi
Sabit'ten rivayet edilir ki: İbn Abbas'a bir adam gelerek şöyle dedi: Haraca
tabi arazinin sahipleri haracını ödemekten acze düştüler. Ben o araziyi imar
etsem, eksem ve haracını ödesem (nasıl olur)? İbn Ab bas: Hayır, yapma dedi.
Bir başka kişi gelerek ona aynı şeyi söyledi, ona da: Hayır, dedi. Ve yüce
Allah'ın: "Allah'a ve âhiret gününe iman... etmeyenlerle kendi elleriyle
küçülmüşler olarak cizye verinceye kadar savaşınız" buyruğunu okudu ve
dedi ki: Sizden herhangi biriniz, onların boynunda bulunan küçülmüştük
tasmasını alıp çıkartarak kendi boynuna dolamayı nasıl kabul edebilir?
Küleyb b. Vail de der
ki: Ben İbn Ömer'e, bir arazi satın aldım dedim. O da, sattn almak güzel
birşeydir dedi. Bu sefer, ben herbir ceribe (48 sa) karşılık bir dirhem ve bir
kafiz (Ölçek) buğday (haraç olarak) ödüyorum deyince, küçüklük tasmasını
boynuna dolama, dedi.
Meymun b. Mihran da
İbn Ömer (ra) den şöyle dediğini rivayet eder: Hepsi de beş dirhem cizyeye
tabi bir arazinin benim olmasını ve buna karşılık kendimin küçülmüşlüğünü kabu!
etmiş olmam, asla beni memnun etmez.[144]
30.
Yahudiler: "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da:
"Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarında dolaşan
sözleridir ki, daha önce kâfirlerin söyledikleri sözlerine benzetiyorlar.
Allah kahretsin onları! Nasıl da döndürülüyorlar?
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[145]
Âsim ve el-Kisaî
" Uzeyr Allah'ın oğludur" buyruğundaki, "Uzeyr" kelimesini
tenvinli olarak okumuşlardır. Buna göre "oğul" anlamındaki kelime,
mübtedâ olan "Uzeyr"in haberi olmaktadır, "Uzeyr" kelimesi
ister Arapça olsun, ister olmasın munsarıf bir kelimedir. İbn Kesir, Nafv, Ebu
Amr ve İbn Âmir ise iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyla tenvinsiz olarak;
diye okumuşlardır. Aynı şekilde "De ki: O, Allah'dır, birdir ve tekdir.
Allah'dır Samed'dir" (el-İhlas, 112/1-2) şeklindeki kıraat de bu
kabildendir. Ebu Ali der ki: Bu, şiirde pek çok görülür. Taberî bu hususta şu
mısraları nakleder:
"Sen benim
kumandana karşı çok iyi olduğumu göreceksin
Mızrağı ise çokça
saplayan ve hücum edip duran
Gutayf es-Sülemî ise
kaçıp gittiğinde."[146]
"Yahudiler: Uzeyr Allah'ın oğludur
dediler" buyruğu hususî mana ifade ettiği halde umumî olarak varid olmuş
bir lafızdır. Çünkü bu sözü bütün yahudiler söylemezler. Bu da yüce Allah'ın:
"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine...
dediklerinde"(Âl-i İmran, 3/173) buyruğuna benzer. Halbuki bu sözleri
bütün insanlar söylememişlerdir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yahudilerden, söyledikleri nakledilen bu sözü söyleyen asıl
kişiler Sellâm b. Mişkem, Nu'man b. Ebi Evfa, Şâs b. Kays ve Malik b.
es-Sayfdır. Onlar bu sözlerini Peygamber (savVa söylemişlerdi. en-Nek-kâş der
ki: Şimdi bu iddiada bulunan bir yahudi kalmamıştır. Onlar geçip gittiler.
Herhangi bir kişi bir toplum arasında böyle bir söz söyleyecek olursa, bu sözün
çirkinliği o sözü söyleyenin aralanndaki Önemli yeri dolayısıyla bütün toplumu
bağlayıcı olur. Her zaman için ileri gelenlerin söyledikleri sözler insanlar
arasında dinlenir ve delil diye gösterilir. İşte bu bakımdan bir topluluğun
ileri gelen, akhbaşında kabul ettikleri kimselerinin söylediği sözü söylemesi,
tekrarlaması uygun görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Rivayet edildiğine
göre bu sözün sebebi şudur: Yahudiler, Musa (a.s)'dan sonra peygamberleri
öldürdüler. Allah da aralarından Tevratı kaldırdı ve kalplerinden sildi. Uzeyr
de yeryüzünde seyahat etmek üzere yurdundan dışarı çıktı. Hz. Cebrail ona
gelerek: "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. O da İlim tahsil etmek
istiyorum deyince, Hz. Cebrail ona bütün Tevratı öğretti. Uzeyr, Tevrat ile
İsrailoğullannın yanına geldi ve onlara Tevratı öğretti.
Yüce Allah'ın, Tevratı
Uzeyr'e, bir ikram ve lütuf olmak üzere ezberlettiği de söylenmiştir. O,
İsrailoğullarına: Allah bana Tevratı öğretti deyince, ondan Tevratı öğrenmeye
başladılar. Tevrat ise gömülmüş bulunuyordu. Tevratı, ilim adamları fitne,
sürgün ve hastalık gibi Buhtnassar'ın onları öldürmesi gibi türlü musibetlerle
karşı karşıya kalmaları sırasında gömmüşlerdi. Daha sonra bu gömülen Tevrat
bulununca, sö2ü geçen Tevratın Uzeyr'in okuduğu Tevrat'a olduğu görüldü. İşte
bu sefer saptılar ve şöyle dediler: Şüphesiz böyle bir şey Uzeyr'e ancak o
Allah'ın oğlu olduğu için verilmiş ve mümkün olabilmiştir. Bunu Taberî
nakletmektedir.
Hristiyanlann: Mesih
Allah'ın oğludur sözlerinin zahirinden anlaşıldığına göre onlar bu sözleriyle
-Arapların melekler hakkında söyledikleri gibi-soydan gelen bir oğulluğu
kastettikleridir. Aynı şekilde ed-Dahhâk, Taberî ve diğerlerinin açıklamalan da
bunu gerektirmektedir, Böyle bir iddia küfrün en çirkin şeklidir. Ebu'l-Meâlî
der ki: Hristiyanlar, Hz. Mesih'in bir ilah olduğunu ve onun bir ilahın oğlu
olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.
İbn Atiyye der ki: Denildiğine
göre onların kimisi, Hz. Mesih'in oğulluğunun, bir şefkat ve merhamet oğulluğu
(bu manada oğulluk) olduğuna İnanmaktadırlar. Böyle bir manaya da herhangi bir
şekilde oğulluk tabirinin kullanılması helal olamaz ve bu da küfürdür.[147]
!'İbnü'l-Arabî der ki:
Bu buyruk, şanı yüce Rabbimizin ilâhî sözünden, bir kimsenin ibtidâen söylemesi
caiz olmayan ve başkasına ait küfür sözünü haber vermesinde kendisi için bir
vebal olmadığının delilidir. Çünkü bu sözü böyle bir şeyi çok büyük bir İddia
olarak gördüğü için ve reddetmek kastıyla ifade etmiştir. Rabbimiz dilese
elbette kimse bu sözü söylemez. Yüce Allah insanların böyle bir sözü
söylemelerine imkân verdiğine göre, kalben ve dil ile O'nu İnkâr etmek, delil
ve belge ile de reddetmek kastı bu gibi sözlerin söylendiğinin haber
verilmesine izin vermiş demektir.[148]
"Bu, onların
ağızlarında dolaşan sözleridir" buyruğu ile ilgili olarak bunun
("ağızlarıyla" ifadesinin gelmesi) te'kid anlamına olduğu
söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Elleriyle
kitabı yazıp..." (elBakara, 2/79); "Ve iki kanadıyla uçan herbir
kuş" (el-En'am, 6/38); "Artık sûr'a tek bir üfürüş üfürüldüğü
zaman..." (el-Hâkka, 69/13) Bu buyrukların benzeri (te'kidlerin yer
aldığı buyruklar) pek çoktur.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Onların söyledikleri bu söz, mantıksız bir iddia ve herhangi
bir açıklayıcı delil ve belgesi bulunmayan bir söz olduğundan, yalnızca ağızda
gevelenip doğru bir anlam ihtiva etmeyen soyut bir iddia olduğundan dolayı
böyle denilmiştir. Çünkü onlar aynı zamanda yüce Allah'ın bir eş edinmediğini
de kabul etmektedirler. Onun evladı olduğunu nasıl ileri sürebilirler? O halde
bu, yalnızca dilleriyle söyledikleri yalan bir sözdür. Ve bu sözleri
delillerle desteklenen ve belgelerle ortaya konulan doğru sözlerin tam
aksinedir.
Meâni'l-Kur'an'a dair
eser yazanlar derler ki: Yüce Allah eğer ağızlar ve dillerle birlikte bir söz
söylendiğini zikredecek olursa, mutlaka o söz yalan ve iftiradır. Yüce Allah'ın
şu buyruklarında olduğu gibi: "Onlar, kalplerinde bulunmayanı ağızlarıyla
söylerler" (Âl-i İmran, 3/167); "Bu, ağızlarından çıkan ne büyük bir
sözdür. Onlar ancak yalan söylerler" (el-Kehf, 18/15); "Onlar, kalplerinde
olmayan şeyi dilleriyle söylerler." (elFeth,48/11).[149]
"Daha önce
kâfirlerin söyledikleri sözlerin* benzetiyorlar" buyru-ğundakî;
"Benzetiyorlar" anlamındadır. Arapların; ifadesini, ay hali olmayan
yahut da memeleri bulunmayan dişi hakkında kullanmaları, bu yönüyle o kadının,
erkeklere benzemesinden dolayıdır.
"Kâfirlerin
söyledikleri sözleri" hususunda da İlim adamlarının üç görüşü vardır:
1- Putperestlerin
Lat, Uzza ve diğer üçüncüleri olan Menat sözleridir,
2-
Kâfirlerin: Melekler Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki sözleri,
3-
Kendilerinden önce geçenlerin söyledikleri sözler. Onlar, batılda öncekilerini
taklid ettiler ve küfür yolunda onlara uydular. Yüce Allah'ın kendileri
hakkında: "Biz, atalarımızı bir din üzere bulduk..."
(ezZuhruf,43/22ve23âyetler) buyruğu ile onlara dair verdiği haberde olduğu
gibi.[150]
İlim adamları;
kelimesinde med olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn
Vellâd der ki: "(Ay hali olmayan kadın" demektir, hemzelidir ve med
yoktur. Kimi nalıivciler bunu med iie okurlar. Bu kişi de Sibeveyh'dir. O bu
kelimeyi medli olarak; vezninde kabul eder ve bundaki hemze fazladandır. Çünkü
araplar bu kelimeyi çoğul olarak kullandıklarında; Ay hali olmayan kadınlar,
derler ve hemzeyi hazf ederler. Ebu'l-Hasen dedi ki: en-Necîremî bana dedi ki:
kelimesi med ile ve sonunda "he" ile kullanılır. O, böylelikle
müennesliğin iki alametini de bir arada kullanmış olmaktadır. Bunu da Ebû Amr
eş-Şeybanî'den naklen aen-Nevadir"de zikretmekte ve şu mısraı da
kaydetmektedir:
"Ay hali olmayan
veya süt vermeyen deveyi boğazlayan..."
İbn Atiyye der ki:
"Benzetiyorlar" diyenin ifadesi, Arapların "Ay hali olmayan
kadın" diye sözlerinden alındığını söyleyen kişinin sözü yanlıştır. Bunu
Ebu'1-Alİ ifade etmiştir. Çünkü; "Benzetti" sözündeki hemze,
kelimenin aslındandir. Buna karşılık kadınlar hakkında kullanılan;
nitelemesinde ise, Kırmızı kelimesinde olduğu gibi zâiddir.[151]
Yüce Allah'ın:
"Allah kahretsin onları nasıl da döndürülüyorlar." buyruğu, Allah
onlara lanet etsin, demektir. Bununla da yahudl ve hristîyanlan kastetmektedir.
Laneti ifade etmek için kahretmek (anlamı verilen: Allah öldürsün onları)
ifadesinin kullanılması, lanete uğrayanın öldürülmüş kimse gibi oluşundan
dolayıdır. îbn Cüreyc der ki; "Allah kahretsin onları" ifadesi
taaccüb anlamındadır, İbn Ab bas da der ki: Kur'an-ı Kerim'de kati (öldürmek)
diye geçen her bir ifade lanetlemek anlamındadır. Ebân b. Tağlib'in şu beyi ti
de bu türdendir:
"Allah kahretsin
onu, o beni kınıyor.
Halbuki biliyor ki:
Kötülüğüm de banadır, ıslâhım da banadır,"
en-Nekkaş ise,
"Allah kahretsin" kelimesinin aslında beddua olduğunu
nakletmektedir. Daha sonra Araplar bunu çok çok kullanır oldular ve nihayet
-beddua maksadıyla- hayırda da serde de hayret ettikleri hususlar (teaccüb)
hakkında kullanır oldular. el-Esmaî de şöyle bir beyit nakletmektedir:
"Allah kahredesice
o Leyla'yı, hayret! Nasıl beğeniyor beni? Bense ona hiç aldırış etmediğimi
bildiriyorum insanlara.’’[152]
31.
Onlar,
Allah'ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i rabbler
edindiler. Halbuki onlar, bir tek ilâha İbadet etmekten başkasıyla emr
olunmamışlardı. O'ndan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları
herşeyden münezzehtir.
"Onlar, Allah'ı
bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i rabbler edindiler"
buyruğunda geçen (ye âlimler diye meali verilen): "el-Ah-bâr"
kelimesi,'in çoğuludur. Bu ise, güzel söz söyleyen, düzenleyen ve güzel
açıklamalarda bulunmak suretiyle sözlerini yerli yerince oturtan kimse
demektir. Türlü süslerle süslenmiş elbise," ifadesi de buradan
gelmektedir. Bu kelimenin tekilinin "ha" harfi esreli olarak;
şeklinde olduğu'Söylenmiştir. Müfessirler ise, bu harfi fethalı okurlar.
Dilciler ise esreli okurlar. Yunus der ki: Ben bu kelimeyi hep "ha"
harfi esrelî olarak işit-mişimdir. Buna delil ise, Arapların "âlimin
mürekkebini" kastetmek üzere demeleridir. Daha sonra bu kelimenin
kullanılışı çoğalarak sonunda mürekkebe de; demeye başladılar.
el-Ferra der ki: Bu
kelimenin "ha" harfinin esreli okunuşu da üstün okunuşu da iki ayrı
söyleyişdir. İbn es-Sikkît der ki: Esreli söyleyiş mürekkeb, üstünlü söyleyiş
ise âlim anlamındadır.
"Ruhban:
Rahipler" kelimesi ise; Korkmak'tan alınma "râhib" kelimesinin
çoğuludur. Râlıib ise, Allah korkusunun bir kimseyi, insanları gözönünde
bulundurmaksızın Allah'a halis niyet ile yönelmeye ittiği ve zamanını O'na ayıran,
amelini O'na yapan ve O'nunla ünsiyet bulan kimse demektir.
"Onlar, Allah'ı
bırakıp... rabbler edindiler" buyruğu ile ilgili olarak Meâni'l-Kur'ân'a
dair eser yazanlar derler ki: Onlar, âlimlerini ve rahiplerini her hususta
itaat ettiklerinden dolayı rabbler konumuna çıkardılar. Nitekim yüce Allah'ın:
"Üfleyin, dedi. Nihayet onu bir ateş haline getirince..." (el-Kehf,
18/96) buyruğu da bu kabildendir ki, ateş gibi yakınca demektir. Abdullah b.
el-Mübarek der ki:
"Peki ya dini
hükümdarlar ile Kötü alimler ve rahiplerden (âbid ve sofulardan) başkası mı
ifsad etti ki?"
el-A'meş ile Süfyan,
Hubeyb b. Ebi Sabit'ten, o da Ebu'I-Bahterî'den rivayetle derler ki:
Huzeyfe'ye, aziz ve celil olan Allah'ın: "Onlar Allah'ı bırakıp
alimlerini, rahiplerini... rabbler edindiler" buyruğu hakkında onlara
ibadet ettiler mi diye sorulunca o da şöyle demişti: Hayır, fakat bunlar ötekilere
haramı helal kıldılar, ötekiler de onu helal bellediler. Onlara, helali da
haram kıldılar, onlar da onu haram diye bellediler.
Tirmizî de Adiy b.
Hatim'den şöyle dediğini rivayet eder: Boynumda altından bir haç bulunduğu
halde Peygamber (sav)'ın huzuruna vardım, şöyle buyurdu: "Bu da ne oluyor
Ey Adiy? Şu putu üzerinden at." Onu, et-Tev-be Sûresi'nde: "Onlar
Allah'ı bırakıp alimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i rabbler
edindiler" buyruğunu okurken dinledim, sonra şöyle buyurdu: "Onlar
bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat kendilerine bir şeyi helal kıldıkları vakit
onu helal belliyorlar ve bir şeyi haram kıldıkları vakit de onu haram
belliyorlardı." Tirmizî dedi ki: Bu, garip bir hadistir. Ancak, Abdusselam
b. Harb yoluyla bilinmektedir. Gutayf b. A'yen ise, hadis rivayetiyle bilinen
birisi değildir.[153]
"Meryem oğlu
Mesih" buyruğunda geçen "Mesih" kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar
Âl-İ İmran Sûresi'nde (3/45- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Mesih:
Alından akan ter demektir. Sonraki (müteahhir) şairlerden birisi şu
beyitlerinde bu hususu güzelce dile getirmiştir:
"(Şimdi) sevin,
yakında hüzünlere alışacaksın
Haşre ve Mizana tanık
olacağında
Ve alnından mesih
(ter) akıp gittiğinde
Yerde akıp giden su
arkları gibi."
en-Nisa Sûresinde
(4/171. âyette) Hz. Mesih'in annesi Hz. Meryem'e izafe edilmesinin anlamına
dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.[154]
32. Allah'ın
nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki Allah kendi nurunu tamamlamaktan
başka bir şeye razı değildir. Kâfirler hoş görmese de.
"Allah'ın nurunu
ağızlarıyla söndürmek isterler" Onun tevhidine dair delâlet ve
belgelerini yok etmek isterler demektir.
Yüce Allah burada
belge ve delilleri, taşıdıkları açıklamaları dolayısıyla nur gibi
değerlendirmiştir. Anlamın, İslâm nurunu söndürmek istiyorlar, şeklinde olduğu
da söylenmiştir. Yani onlar, yalanlamaları ile Allah'ın nurunu söndürmek,
dindirmek isterler.
"Ağızlar"
anlamındaki; kelimesi asıl tekili olan; Vın çoğuludur. Çünkü, " Ağız"
kelimesi aslında; şeklindedir. "Havuz ve havuzlar" kelimesinde
olduğu gibi.
"Halbuki Allah
kendi nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı değildir" anlamındaki
buyrukta nefy edatı bulunmamakla birlikte; "Başka" edatı nasıl
girmiştir? Oysa Arapçada şeklinde (ve Zeyd'den başka kimseyi vurmadım
anlamında) bir kullanım doğru değildir.
el-Ferra buradaki;
edatının ifadede bir çeşit red ve inkâr bulunduğu için girdiği iddiasındadır.
ez-Zeccâc şöyle der: İnkâr ve gerçeklik bildirmenin çeşitli bölümleri olmaz.
İnkâr (câhd) edatları 'dır. Bunların ayrıca lafzen söylenen herhangi bir parça
ya da bölümleri yoktur.
Eğer durum onun
kastettiği gibi olsaydı ": Zeyd'den başka kimseden tiksinmedim,"
demek mümkün olurdu.
Ancak, böyle bir
itiraza uygun cevap şu olabilir: Araplar
ile birlikte bazı lafızları da hazfederler. Burada ifadenin takdiri
şöyledir: ): Allah nurunu tamamlamaktan başka hiçbir şeye razı olmaz."
Adiy b. Süleyman da der
ki: Böyle bir takdirin; Razı değildir fiilinde caiz olması, bunun men yahut
imtina anlamını taşımasından dolayıdır. O bakımdan nefye benzemektedir.
en-Nehhas der ki: Bu da güzel bir açıklamadır. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Benim ondan
başka bir annem var mı ki, ben onu terkedecck olursam Allah benim, onun oğlu olmamdan başka bir
şeyi de kabul etmiyor."[155]
33- O dini
bütün dinlere üstün kılmak İçin Rasülünü hidayetle ve hak din ile gönderen
O'dur. Müşrikler hoş görmese de.
"O, dini bütün
dinlere" belge ve deliller ile "üstün kılmak için Rasûlü-
nü" Muhammed
(sav)'ı kastediyor "hidayetle" yani, (hakkı batıldan ayıran) furkan
ile "ve hak din ile gönderen O'dur."
Yüce Allah dinin şer'i
hükümlerini hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde açıklamış bulunmaktadır. Bu
açıklama İbn Abbas ve başkalarından nakledilmiştir.
"Üstün kılmak
için" ifadesinin İslâm dinini diğer bütün dinlere üstün kılmak için
anlamında olduğu söylenmiştir. Ebu Hureyre ve ed-Dahhak derler ki: Bu İsa
(a.s)'ın nüzulü sırasında olacaktır. es-Süddî de der ki: Bu, Meh-di'nin çıkışı
sırasında gerçekleşecektir. İslâm'a girmedik, yahut cizye ödemedik hiçbir
kimse kalmayacaktır.
Mehdinin, Hz. İsa'dan
ibaret olduğu da söylenmiştir ki, bu doğru değildir. Çünkü sahih haberler,
Mehdi'nin Rasûlullalı (sav)'ın soyundan geldiğine dair tevatür derecesine
ulaşmıştır. Dolayısıyla onun Hz. İsa olduğunu söylemek mümkün değildir.
"İsa'dan başka Mehdi yoktur" şeklinde hadis diye gelen rivayet İse
sahih değildir. el-Beyhakî "Kitabu'l-Basi ve'n-Nuşûr" adlı eserinde
şöyle demektedir: Çünkü bu hadisi rivayet eden Muhammed b. Ha-lid el-Cenedî'dir
ki, meçhul bir ravidir. Bu, Eban b. Ebi Ayyaş'dan rivayet eder, o da metruk
bir ravidir. Eban da el-Hasen'den, o da Peygamber (sav)'dan diye rivayet eder
ki, bu rivayet munkatı'dır. Bundan önceki hadisler ise, Meh-di'nin çıkacağını
açıkça ifade etmekte ve Mehdi'nin Rasûlullah (sav)'ın soyundan geleceğini
beyan etmektedirler ki, senet itibariyle daha sahihtirler.
Derim ki: Biz bu
hususu, daha geniş açıklamalar da katarak "et-Tezkire" adlı
eserimizde zikrettik ve orada Mehdi'ye dair haberleri yeterince naklettik.
Yüce Allah'a hamd olsun.
"O dini bütün
dinlere üstün kılmak için" buyruğu ile Arap yarımadasında üstün kılmayı
kastettiği de söylenmiştir ki, bunu da gerçekleştirmiş bulunmaktadır.[156]
34. Ey İman
edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin birçoğa insanların mallarını batıl
yollarla yerler ve Allah yolundan alıko-yarlar. Altın ve gümüşü yığıp
biriktiren ve onları Allah yolunda infak etmeyenlere gelince, onlara acıklı
bir azabı müjdelet
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:[157]
"...doğrusu...
insanların mallarını batd yollarla yerler* buyruğunda yer alan; " Doğrusu
yerler" buyruğunun başında "lâm"; veznin-deki fiilin başına
(te'kid için) gelmiştir. Bu "lâm"; mazi fiillerin başına girmez.
Çünkü, şeklindeki rauzari fiilin başına gelince, fiilin anlamını hale tahsis
eder.[158]
(Hahamlar diye meali
verilen): Ahbâr, yahudi âlimlerinin adıdır. Rahipler ise hristiyanlar arasında
kendilerini ibadete çokça veren, ibadette gayretkeş kimseler demektir.
"Batıl
yollarla" da şöyle açıklanmıştır: Bunlar kendilerine tabi olanların
mallarından kilise, havra ve buna benzer şeyler adına birtakım vergiler ve miktarı
belli ödemeler tahsil ederlerdi. Onlar, bu gibi şeylere harcamalarda bulunmanın
şeriatın bir parçası ve yüce Allah'a yakınlaştırıcı bir iş olduğu vehmini
veriyorlardı. Oysa, bu arada onlar bu mallan kendilerine alıkoyarlardı.
Selman-ı Farisî'nin hazinesini (ölümünden sonra) çıkartmış olduğu rahibe dair
anlattıkları buna örnektir. Hz. Selman'tn bu anlattıklarını İbn İshak, "Siyerimde
nakletmektedir.[159]
Bir diğer görüşe göre rahipler ve hahamlar
kendilerine uyanların gelirlerinden ve mallarından, dini korumak ve şeriatın
gereklerini yerine getirmek adt altında birtakım vergiler tahsil ederlerdi. Bir
başka görüşe göre -bugün pekçok yönetici ve hakimin de yaptığı gibi- insanlar
arasında hüküm verirken rüşvet aldıkları kastedilmektedir. Esasen "batıl
yollarla" İfadesi bütün bu hususları ihtiva etmektedir.
"Ve Allah
yolundan alıkoyarlar." Yani, kendi dinlerine mensup olan kimselerin İslâm
dinine girmelerine, Muhammed (sav)'a tabi olmalarına engel olurlar.[160]
"Altın ve
gümüş'ii yığıp biriktiren...lere gelince" buyruğunda geçen (ye yığıp
biriktirmek anlamına gelen) kenz: Sözlükte altın ve gümüşe has olmamak üzere
yığıp biriktirmek, toplamak anlamına gelir. Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır:
"Ben size, kişinin alıp saklayacağı (kenz yapacağı) en hayırlı şeyi
bildireyim mi? O, saliha kadındır."[161]
Burada; "kişinin kendisine katacağı ve yanında alıkoyacağı"
manasınadır. Şair de der ki;
"Bütün hazineden
azık dîye bir şey vermedi. Birkaç iplik
ve eski püskü kumaş dışında." Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Ben onların aç
olanlarına yanımda buğday yığını bulunuyorken (kenz edilmişken) Onlara ak
günlük bitkisinin ununu dahi yedirecek olursam bir hayır görmeyeyim."
Şair burada şunu görmek
istiyor: Kendisi misafir olarak konakladığı bir kavim ona bu ak günlük denen
bitki ununu ikram etmişlerdi. Aynı kimseler ona misafir olunca, yukarda geçen
beyitini söyledi.
(Âyet-i kerimede) özel
olarak altın ve gümüşün anılmasına sebep, diğer mallardan farklı olarak
görünmeyen ve muttali olunmayan mallar olduğundan dolayıdır.
Taberi der ki: Kenz,
üst üste yığılıp toplanmış herşey demektir. İster yerin altında olsun, ister
üstünde olsun farketmez. Altına, (gitmek) kökünden türeyen: Zeheb denilmesinin
sebebi, geçip gitmesinden dolayıdır. Gümüş'e (ayrılıp dağılan anlamındaki fiil
kökünden gelen) Ftdda denilmesinin sebebi ise, birbirinden ayrılıp
dağılmasıdır. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruklarında da aynı kökten gelen
fiiller kullanılmıştır: "Ona doğru dağıldılar" (elCuma, 62/11);
" Elbette onlarda etrafından dağılırlardı." (Âl-i İmran, 3/159) Bu
anlamdaki açıklamalar daha önce ÂI-i İmran Sûresi'nde (az önce değinilen âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır:[162]
Aslıabı-ı Kiram,
bu âyet-i kerime ile kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Muaviye, bu âyet ile kastedilenlerin kitab ehli olduğu
görüşündedir. el-Hasan da bu kanaattedir. Çünkü yüce Allah'ın: "Altın ve
gümüşü yığıp biriktirenler" buyruğu: "Doğrusu hahamların ve rahiplerin
bir çoğu İnsanların mallarını batıl yollarla yerler" buyruğundan sonra
zikredilmiştir.
Ebu Zer ve başkaları
ise şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime ile maksat hem kitap ehlidir, hem de
onlar gibi olan onların dışındaki müslümanlardır.
Doğrusu olan da budur.
Çünkü özel olarak kitab ehlini kastetseydi sadece; Ve yığar ve biriktirirler
der, ayrıca bundan önce; -lar, ler demezdi. Burada yüce Allah bu şekilde cümle
başına getirdiğine göre cümlenin cümleye atıf olduğunu beyan eden bir başka
hususu açıklamaya başlamış olmaktadır. Buna göre "altın ve gümüşü yığıp
biriktirenler" anlamındaki ifade yeni bir cümledir ve mübtedâ olarak
merfu'dur.
es-Süddî der ki:
Bununla yüce Allah ehl-i kıbleyi kastetmektedir. İşte bunlar bu husustaki üç
görüştür.
Ashab-ı kiramın kabul
ettikleri görüşe göre, onlar kâfirlerin şeriatın fer'î hükümlerine de muhatap
oldukları kanaatinde idiler. Buhârî, Zeyd b. Ve-hb'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: (Medine yakınlarında bir yer olan) Rebeze'den geçtim. Ebu Zer ile
karşılaştım. Ona; Seni buraya gelip konaklamaya iten ne? diye sordum, şöyle
dedi: Ben Şam'da bulunuyordum. Ben ile Muâviye "Altın ve gömüşü yığıp
biriktiren ve onları Allah yolunda Lnfak etmeyenlere gelince" buyruğu
hakkında görüş aynhğına düştük. Muaviye: Bu kitab ehli hakkında inmiştir dedi.
Ben: Hem bizim hem onlar hakkında inmiştir dedim. Bu hususta benimle onun
arasında (bazı) tatsızlıklar ortaya çıktı. Osman'a mektup yazarak beni şikayet
etti. Osman da bana: Medine'ye gel diye mektup yazdı. Medine'ye geldim.
İnsanlar bundan önce adeta beni hiç görmemişler gibi etrafımda çokça toplandı.
Bundan Osman'a söz edince o, istersen bir kenara çekilebilir, Medine'ye yakın
bir yerde yerleşebilirsin, dedi. İşte beni buraya gelip konaklamaya iten sebep
budur. Ve eğer bana Habeşli birisi emir tayin edilecek olsa dahi elbette dinler
ve itaat
[163]ederim.[164]
İbn Huveyzimendad der
ki: Bu âyet-i kerime ayn (nakit olmayan külçe) altın ve gümüşün zekâtını ihtiva
etmektedir. Bunlarda zekâtın vacib olması için hür olmak, müslüman olmak, havi
(nisab üzerinden sene geçmiş olmak) ve borçlar çıktıktan sonra nisab miktarını
bulmak şeklinde dört şart aranır.
Nisab ya ikiyüz dirhem
yahut yirmi dinardır. Yahut da bunlardan birisinin nisabı diğerinden
tamamlanabilir. O takdirde de her birinden kırkta bir (.rubu'i-uşr) zekât
verir. Hür olmayı da şart koşmamızın sebebi, kölenin mülkiyetinin nakıs
olmasından dolayıdır.
Müslüman olmanın şart
olduğunu söylememize gelince, zekâtın bir temizlik olmasından dolayıdır. Kâfir
İse (kâfir olarak) temizlenmez.
Ayrıca yüce Allah da:
"Namazı kûm zekâtı verin" (el-Bakara, 2/43) diye buyurmaktadır.
Bununla da namaz kılma emrine muhatap olan kimseler zekât verme emrine muhatap
alınmıştır.
Sene geçmesi (havi)
şartına gelince, Peygamber (sav)'ın: "Üzerinden bir sene geçmedikçe hiçbir
malda zekât yoktur"[165]
diye buyurmuş olmasından ötürüdür.
Nisabın şart olarak
tesbit edilmesinin sebebine gelince, Peygamber (sav)'ın: "îkiyüz dirhemden
daha azında zekât yoktur, yirmi dinardan daha a2inda zekât yoktur"[166]
diye buyurmuş olmasıdır.
Senenin başında
nisabın tam olması yeterli olmayıp, sene sonunda da nisabın bulunması
gözönünde bulundurulur. Çünkü fukahâ, karın da asıl mal hükmünde olduğunu
ittifakla kabul etmişlerdir. Ayrıca bir kimsenin ikiyüz dirhemi bulunup da
onlarla ticaret yapar, sene sonunda bin dirheme ulaşacak olursa o, bin
dirhemin zekâtını öder. Ayrıca elde ettiği kârın başladığı tarihten itibaren
yeni bir yıl hesabına girmez. Durum böyle olduğuna göre, kârın hükmü de (ana
sermayenin hükmünden) farklı olmaz. Bu kâr ister nisab miktarı olan bir
sermayeden elde edilmiş olsun, ister nisabdan daha aşağı bir miktardan elde
edilmiş olsun fark etmez.
Yine fukahâ, bir
kimsenin (kırk koyunu bulunup da) sene başında koyunlar yavrulamaya
başladıktan sonra birisi müstesna anneler öldüğü halde, eğer kuzular nisabı
tamamlayabiliyor iseler bunların zekâtının verileceğini ittifakla kabul
etmişlerdir.[167]
İlim adamları, zekâtı
eda edilen mala kenz denilip denilmeyeceği hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Bir grup denilir demişlerdir. Bu görüşü, Ebu'd-Duhâ, Ca'de b.
Hubeyre'den, o, Ali (r,a)'dan rivayet etmiştir. Hz. Ali söyle den Dört bin ve
daha aşağtsı (ihtiyaç olan) nafakadır. Bundan yukarısı ise zekâtı ödenmiş olsa
dahi bir kenzdir. Ancak, Hz. Ali'den bu rivayet sahih değildir.
Bir başka kesim de
şöyle demektedir: İster kendisinden ister bir başka maldan zekâtım ödemiş
olduğun herbir şey kenz değildir. îbn Ömer der ki: Zekâtı verilen şey, yedi
kat yerin dibinde olsa dahi kenz sayılmaz. Zekâtı ödenmeyen bir şey ise, yerin
üstünde dahi olsa kenzdir. Benzer bir ifade Ca-bir'den de rivayet edilmiştir,
sahih otan görüş budur.
Buhârî de Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Allah bir kimseye bir mal verip de onun zekâtını ödemeyecek olursa,
kıyamet günü o mal kendisine gözleri üzerinde iki siyah ben bulunan çıplak
başlı bir ejderha suretinde gösterilir ve bu ejderha onun boynuna dolanır.
Sonra onu iki çenesiyle yakalar, sonra da: Ben senin malınım, ben senin
hazinenim, der. Daha sonra da (Hz, Peygamber): "Allah'ın lütfundan
kendilerine verdiği şeylerde cimirilikgösterenler... sanmasınlar" lÂl-i
İm-ran, 3/180) âyetini okudu.[168]
Yine Buhârî'de Ebu
Zer'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, onun -Peygamber (sav)'ı kastediyor-
yanma vardım, şöyie buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim -ya da
kendisinden başka ilah olmayan hakkı için dedi, yahut da yemin ettiği şekilde
yemin ettikten sonra (şöyle buyurdu)-: Herhangi bir kimsenin (zekâtı ve
vermesi gereken) develeri yahut ineği, ya da koyunu bulunur da bunların hakkını
ödemeyecek olursa, mutlaka bunlar kıyamet günü olabildiğince büyük ve
olabildiğince semiz olarak getirilir ve bu hayvanlar onu ayaklarıyla çiğner,
boynuzlarıyli toslar. Onların sonuncuları da geçip gittikten sonra tekrar
birincileri ona geri getirilir. Ve bu, insaniar arasında hükmedilinceye kadar
böylece devam eder."[169]
İşte bu iki hadisin de
hitab delili, söylediğimizin doğruluğuna delâlet etmektedir. İbn Ömer de
Buhârî'nin Sahih'inde bu manayı açıkça ifade etmiştir. Bir bedevi Arap ona:
Bana yüce Allah'ın: "Altın ve gümüşü yığıp biriktirenlere..."
buyruğu hakkında haber ver deyince, İbn Ömer şöyle der: Her kim bunları yığıp
biriktirir ve zekâtını ödemeyecek olursa vay onun haline! Bu husus, zekât emri
indirilmeden Önce idi. Zekât emri indirildikten sonra Allah zekâtı mallar için
bir temizleme aracı kıldı.[170]
Kenzin, ihtiyaçtan
arta kalan olduğu da söylenmiştir, bu görüş de Ebu Zer'den rivayet edilmiştir.
Onun görüşü olarak nakledilen hususlardan birisi budur ve bu onun, işi oldukça
sıkı tutan görüşlerinden birisi olup tek başına benimsediği görüşler arasında
yer alır. Allah ondan razı olsun.
Derim ki: Bu hususta
Ebu Zer'den rivayet edilen görüşlerin toplamı bu âyet-i kerimenin ihtiyacın
ileri derecede olduğu, muhacirlerin zayıf, Rasûlul-lah (sav)’ın da onlara
yardım elini uzatarak ihtiyaçlarını yeteri kadar karşılamak imkânını
bulamadığı, beytülmalde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar malın olmadığı,
sıkıntılı kıtlık yıllarının ardı arkasına üzerlerine hücum ettiği zamanlardaki
durumu dile getiriyor olabilir. İşte bu durumda ihtiyaçları dışındaki malları
alıkoymaları yasaklandı. Böyle bir zamanda ise altın ve gümüşün saklanması
caiz değildir. Yüce Allalı, müslümanlara fetihleri müyesser kılıp, onlara
maddi imkânlar açısından genişlik verince, Hz. Peygamber ikiyüz dirhemde beş
dirhem, yirmi dinarda yarım dinarın zekât olarak verilmesini emretti, hepsinin
verilmesini emretmedi. Bu hususta da matın nernâ bulabileceği süreyi nazarı
itibara aldı. Böylelikle Hz. Peygamber bu hususta gerekli beyanı yapmış oldu.
Kenz'in, esirin
kurtarılması, açın yedirilmesi ve benzeri haklar gibi arizî haklan ödenmeyen
mal olduğu da söylenmiştir. Kenz, sözlükte altın ve gümüş türünden toplanan
şeylerdir. Onların dışında kalan mallar ise kıyasen onlara hamledilir diye de
açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre süs eşyası olmamak şartıyla toplanan
altın ve gümüşe denilir. Çünkü süs eşyasının edinilmesinde izin vardır ve
bunda hak (zekât) yoktur.-Doğrusu ise bizim baş tarafta yaptığımız
açıklamalardır ve sözlükte de şer'an de bütün bunlara kenz adının
verileceğidir. Doğrsunu en iyi bilen Allah'tır.[171]
İlim adamiarı süs
eşyasının zekâtı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik, arkadaşları,
Ahmed, İslıak, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd, süs eşyasında zekât olmadığı
görüşündedirler. Irakta bulunduğu sırada Şafiî de bu görüşteydi. Fakat dalıa
sonra Mısır'a geldiğinde bu konuda hüküm vermekten kaçınarak: Bu hususta
Allah'tan istiharede bulunacağım, demişti.
es-Sevrî, Ebu Hanife,
arkadaşları ve el-Evzaî derler ki: Bütün bunlarda zekât vardır. Birinci
görüşün sahipleri şu sözleriyle delil getirirler: Ticaret mallarında nema
maksadı zekâtın farz olmasına sebeptir. Yoksa mal olarak bunlar zekâtın farz
kılınmasına konu değildir. Altın ve gümüşün, süs eşyası ve ticaret maksadıyla
değil de kişinin kendisi için alıp saklaması altın ve gümüşteki nema kastını
ortadan kaldırır ve bu da zekâtı düşürür.
Ebu Hanite ise, altın
ve gümüşte zekâtın farz olduğunu belirten umumî lafızları delil göstererek, süs
eşyası olarak kullanılması ile başka türlü kullanılması arasında fark
gözetmemiştir,
el-Leys b, Sa'd ise bu
hususta ayrım gözeterek bu yolla zekâttan kaçmak kastıyla süs eşyası olarak
yapılan altın ve gümüşün zekâtının ödenmesini farz kabul etmiş, süs eşyası
olarak fiilen ve başkasına da ariyet olarak verilenlerin zekâtının
verilmeyeceğini kabul etmiştir.
Maliki mezhebinde süs
eşyası ile ilgili etraflı açıklamalar vardır, bu husustaki açıklamalar furu'a
(fıkıha) dair kitaplarda yer almaktadır.[172]
Ebû Dâvûd, İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Şu: "Altın ve gümüşü yığıp
biriktirenler..." âyeti nazil olunca, müslümanlara ağır geldi, Ömer, bu
sıkıntınızı ben gidereceğim, diyerek kalkıp gitti. Ey Allah'ın Peygamberi
dedi, bu âyet-i kerime Cnin ihtiva ettiği hüküm) ashabına ağır geldi. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: Şüphesiz Allah, zekâtı ancak mallarınızın geri kalan
bölümleri temizlensin, diye farz kılmıştır. Mirası da mallarınız sizden
sonrakilere kalsın diye farz kılmıştır. Bunun üzerine Ömer tekbir getirdi.
Daha sonra Rasûlullah (sav) ona şöyle buyurdu: "Sana kişinin alıkoyacağı
en hayırlı şeyin ne olduğunu haber vereyim mi? O, saliha bir kadındır. Ona
baktığı vakit onu sürura garkeder. Ona emrederse kendisine itaat eder. Yanında
bulunmazsa onun namusunu korur,"[173]
Tirmizî ve
başkalarının da Sevban'dan rivayetine göre Rasûlullah (sav)'ın ashabı (kendi
aralarında) şöyle dediler: Yüce Aflah altını ve gümüşü yermiş bulunuyor. Hangi
malın hayırlı olduğunu bîlsek de onu kazanıp edinsek. Bunun üzerine Ömer şöyle
dedi: Sizin için Rasûlullah (sav)' a ben sorayım dedi ve sordu. Hz. Peygamber
de şöyle buyurdu: "Zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kişiye dini
hususunda yardımcı olan bir zevce," Tirmizî dedi ki: Bu, hasen bir
[174]hadistir.[175]
"Ve onları Allah
yolunda infak etmeyenlere..." buyruğunda (kullanılan zamir tekil olup) o
ikisini infak etmeyenler diye buyurulmaması ile ilgili olarak altı türlü cevap
verilmiştir:
1-
İbnü'l-Enbarî der ki: Yüce Allah bu buyrukta tekil zamir kullanmakla, daha çok
kullanılan ve daha genel bir şekilde tedavülde bulunan gümüşü kastetmektedir.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda da zamir böyledir: "Sabır ile ve namazla
yardım isteyin. Muhakki O... pek büyüktür." (el-Bakara, 2/45) Burada
zamir namaza aittir. Çünkü namaz daha umumîdir. Yüce Allah'ın: "Onlar bir
ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona doğru
yöneldiler." (el-Cuma, 62/14.) Burada da zamir, daha önemli olduğundan
dolayı ticarete aittir ve eğlenceye zamir gönderilmemiştir. Birçok müfessir bu
görüştedir. Bazıları ise bu görüşü kabul etmeyerek şöyle der: Bu âyet-i kerime
buna benzememektedir. Çünkü burdaki "veya" ticareti eğlenceden
ayırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla sonradan geien zamirin bunlardan birisine
raci olması güzel düşmektedir.
2-
Birinci
görüşün tam aksi kanaat. O da "ve onu infak etmeyenler" anlamındaki
buyrukta yer alan zamirin altına gitmesi, ikincisinin de ona atfedilmiş olması
şeklindedir. "Altın" anlamındaki kelimeyi Araplar müennes olarak
kullanır ve;" O kırmızı altındır," derler. Araplar müzekker olarak
kullandığı gibi, müennes olarak kullanmaları daha yaygındır.
3- Zamir,
kenze aittir görüşü,
4- Zamir, biriktirilip yığılan mallara aittir
görüşü,
5- Zamirin
zekâta ait olduğunu kabul eden görüş. Buna göre ifadenin takdirî anlamı: Ve
yığıp biriktirdikleri malların zekâtını vermeyenler, şeklinde olur.
6- Mana
anlaşıldığı takdirde diğerine zamir gönderilmeksizin bunların yalnızca bir
tanesine ait olan zamirle yetinıldiğine dair görüş. Arapların konuşmasında bu
şekilde kullanım pek çoktur. Sibeveyh, (buna örnek olmak üzere) şu beyiti
nakletmektedir:
"Biz, yanımızda
bulunandan aen de yanında bulunandan razısın Görüş(lerimiz ise) farklı
farklıdır." Burada görüldüğü gibi "razıyız" dememiştir. Bir
başka şair de şöyle demektedir:
"Benim de babamın
da uzak olduğum bir hususta bana iftirada bulundu. O bana (anlaşmazlığımıza konu olan) kuyudan
dolayı iftira etti." Burada şair, "ikimizin uzak olduğu"
demiyerek tekil kullanmakla yetinmiştir. Hassan b. Sabit (r.a)'ın şu beyiti de
bu türdendir:
"Şüphesiz ki
delikanlılık çağı ile siyah saçlıların Yerini bir başkası (ağırbaşlılık)
tutmadıkça[176] delilik olur."
Görüldüğü gibi şair burada Fiili
İkisinin yerini,., tutmadıkça şeklinde[177] tesniye olarak kullanmamıştır.[178]
Malını yığıp
biriktirmemekle birlikte Allah yolunda intak etmeyerek masiyetler uğrunda
harcayan kimsenin azap tehdidi bakımından hükmü, biriktirip Allah yolunda
infak etmeyenin hükmü gibi midir diye sorulacak olursa, sorana şöyle cevap
verilir:
Böylesinin tehdidi
daha ağırdır. Çünkü malını masiyet yolunda saçıp savuran bir kimse bu yolda
harcaması bîr de o haramı işlemesi bakımından iki cihetten isyan etmiş olur.
İçki satın alıp içmek gibi. Eğer işlediği masiyet kendisini aşıp başkasına da
zarar veriyorsa, birçok yönden isyan olur. Bir müslümanın öldürülmesi, yahut
malının alınması ve bunun dışında herhangi bir yolla zulme uğramasına yardımcı
olmak gibi. Malını yığıp biriktiren ise iki bakımdan Allah'a isyan eder.
Bunların biri zekâtı vermemek, diğeri ise malını alıkoymaktan ibarettir. Kimi
zaman sadece malın alıkonulması bile nazarı itibara alınabilir. Doğrusunu en
iyi bilen Allahtır.[179]
"... Onlara
acıklı bir azabı müjdele" buyruğunun anlamı daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Peygamber (sav) da bu azabı şu hadisiyle açıklamaktadır:
"Mallarını biriktirenlere böğürlerinden çıkacak şekilde sırtlarının
dağlanacağı, alınlarından da çıkacak şekilde kafalarının arka taraflarının da
dağlanacağı müjdesini ver." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Bunu, Ebu
Zer şöylece rivayet etmektedir: "Mal yığıp biriktirenlere, onlardan
herhangi birisinin memesi ucuna konulup ve sonunda omuzlarının başından
çıkacak, yine onlardan herhangi birisinin omuzlan başına konulup da nihayet
memelerinin ucundan çıkacak ve bunun sonunda kişiyi alabildiğine sarsacak cehennem
ateşinde kızdırılmış taşların müjdesini ver..."[180]
îlim adamlarımız
derler ki: Kızdırılmış taşların meme ucundan girip omuz başlarından çıkması,
onun kalbini ve içini de azaplandırmak içindir. Çünkü o, dünyada iken çok
maldan dolayı seviç ve neşe ile dolup taşmıştı. Âhirette de buna karşılık keder
ve azap ile cezalandırılacaktır.[181]
İlim adamlarımız derler ki: Âyetin zahiri malını
yığıp biriktirmekle birlikte Allah yolunda infak etmeyenin tehdidi ile
ilgilidir. Ve bu infak etmemek farz olan infakı da onun dışındaki infakları da
kapsar. Şu kadar var ki, yığıp biriktirme niteliğinin nazarı itibara alınmaması
gerekir. Çünkü malını yığıp biriktirmemekle birlikte Allah yolunda infakı
engelleyenin de böyle olması kaçınılmazdır. Şu kadar var ki, malını yerin
altında saklayıp gizleyen kimse, örfen farz olan infakları engelleyen kimse
olduğundan dolayı, burada da tehdit Özellikle böylesine yöneltilmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[182]
35. O gün
bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak, o kimselerin alınları, böğürleri ve
sırtlan bunlarla dağlanacak. "İşte bu, kendiniz İçin toplayıp
sakladıklarınız. Öyleyse sakladığınız şeyleri(n acısını) tadın" (denecek).
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[183]
"O gün bunlar
cehennem ateşinde kızdırılacak" buyruğundaki; "O gün," zarftır.
İfade, bunların kızdınlacağı günde onlara azab edilecek takdirindedir. Bunun:
"Bunların kızdınlacağı o gün ile onları müjdele" takdirinde olması
doğru değildir. Çünkü müjde o sırada olmayacaktır.
" Ateşte demiri
kızdırdım," yani "onu kızdırmak kastıyla ateş yaktım" denilir.
Ancak, "Onu (demiri) kızdırdım" tabiri kullanılmaz, "Üzerine
(ateşi) kızdırdım" da denilmez. Burada; Bunlar ('kızdırılacak)
denilmektedir. Çünkü, lıarf-i cerri, "kızdırmak" anlamının sılası
kabul edilmiştir. da ateş yakıp kızdırmak demektir. Yani, bunların üzerine
ateş yakılacak ve bu yakılan şeylerle onlar dağlanacak-1 ardır, demektir.
"Dağlamak;"
kızgın demiri ve ateşi deri yanıncaya kadar organa yapıştırmak demektir. İse,
"alın" anlamına gelen;'ın çoğuludur. Alın kaşların üzerinden başın
tepesi (nasiye) nin başlangıcına kadar olan yerin adıdır. "(Filanın
karşısına onunla çıktım ve alnına onu vurdum," manalarına gelir.
"Böğürler"
anlamındaki kelimesi de; kelimesinin çoğuludur. Dağlamanın yüzde yapılması
daha yaygın ve daha çirkindir. Ancak böğürde yapılan dağlama, daha ızdırap
verici ve daha ağrıttcıdır. Bundan dolayı diğer dağlanacak organlar arasında
özellikle bunları sözkonusu etmiştir.
Su filere mensup ilim
adamları derler ki: Bunlar, mal ve mevki talebinde bulundukları için Allah
yüzlerini hakir düşürecektir. Kendileriyle oturup kalkan fakirlere yüzlerini ve
yanlarını çevirdikleri için de böğürleri dağlanacaktır. Mallarına güvenip
dayanarak sırtlarını onlara dayadıklarından dolayı da sırtlan dağlanacaktır.
Zahid ilim adamları da
şöyle demişlerdir: Özellikle bu organların söz konusu edilmesi, zenginin
fakiri gördüğü vakit kaşlarını çatıp yüzünü ekşitmesinden dolayıdır. Nitekim
şair şöyle demektedir:
"Yezid beni
görmezlikten geliyor.
Gözlerini bana karşı
çatıp kapatmış gibidir.
O bir birbirine
çatılan gözlerinin arası açılmasın
Ve benimle
karşılaştığın her seferinde burnun yere sürtülsün."
Fakir, böyle bir
zenginden bir şey istedi mi, ona yanını döner, daha çok isteyecek olur da israr
edecek olursa, sırtını döner. İşte yüce Allah masiye-tin durumuna göre cezayı
da tesbit etmiştir.[184]
Yığıp biriktirilen
mallarla dağlamanın keyfiyeti ile ilgili rivayetlerde farklı açıklamalar
bulunmaktadır. Müslim'in Sahih'inde Ebu Zer'den naklettiğimiz rivayete göre
orada taşların kızdırılacağı sözkonusu edilmişti.[185]
Yine Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadiste Rasûlullah
(sav)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Altın ve gümüş sahibi olup da
ondan hakkını ödemeyen her bir kimse mutlaka kıyamet günü olduğunda ona ateşte
kızdırılmış büyük madeni parçalar getirilir, cehennem ateşinde bu parçalar
kızdırılır ve bunlarla böğrü, alnı ve sırtı dağlanır. Soğudukça bunlar tekrar
kızdırılır ve bu, süresi elli bin yıl kadar olan bir günde kullar arasında hüküm
verilinceye ve cennete mi, yoksa cehennem ateşine mi gideceğini görünceye
kadar devam eder..."[186]
Buhârî'de de
önceden geçtiği gibi, böyle bir kimsenin biriktirip yığdığı mallan ona bir
ejderha halinde gösterilecektir.[187]
Sahih'in dışındaki kitaplarda ise Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediği
nakledilmektedir: Kimin malı olup da zekâtını ödemeyecek olursa, kıyamet
gününde o malı başı tüysüz bir ejderha halinde boynuna dolanır ve bu ejderha
başını sokar.[188]
Derim ki: Bunun
değişik yerlerde olması muhtemeldir. Kimi yerde mal o kimseye bir ejderha gibi
gösterilir, kimi yerde kızdırılmış demir parçası şeklinde olur, kimi yerde de
kızdırılmış taş parçalan olur. Değişen sadece niteliklerdir, fakat hepsinde
cisim olmak özelliği ortaktır. Çünkü, ejderha da cisimdir, mal da cisimdir. Bu
temsil, Hz. Peygamberin: "Ölüm beyaz bir koç gibi getirilir... "[189]
hadisindeki ifadesinden farklı olarak hakikat manasınadır. Çünkü, ölümün koç
suretinde görülmesi bir başka haldir. Şanı yüce Allah da dilediğini yapar.
Özellikle ejderhanın
sözkonusu edilmesi ise, insanların ikinci düşmanının o oluşundan dolayıdır.
Yılanların ejderha türü, süvarinin de piyadenin de üzerine giden yılan türüdür.
Bu tür, kuyruğu üzerine dikilir, kimi zaman süvarinin yüksekliğine kadar da
ulaşır ve genelde bu tür çöllerde bulunur. Bunun iri yılan demek olduğu da
söylenmiştir. el-Lihyânî der ki: Bir yılana; denilir. Üç tane olursa (çoğuD:
denilir, tesniyesi de; şeklinde gelir. Yılanların başlan tüysüz olanına
"akra" denilir. Çünkü bu gibi yılanların zehirden dolayı başında tüy
kalmaz ve beyaz bir renk alırlar.
Muvatta'da ise bu tür
ejderhanın iki tane ben gibi noktasının olduğu da sözkonusu edilmektedir.[190]
"O Yani, çenelerinde köpüğü andıran şişkin iki noktası vardır demektir.
Bu da kızması ve çokça konuşması halinde insanın ağzında da görülen bir
husustur. Mesela şair Cerir'in kızı Um Ğaylân der ki- Kimi zaman ağzım köpürüp
şişinceye kadar babama şiir okuduğum olurdu.[191]
Bu, zehiri oldukça
fazla yılana misal olarak verilmektedir. İşte mal, bu tür bir hayvan gibi
müşahhas olarak gösterilir ve bu mal, sahibine kızıp köpürmüş bir şekilde
karşısına çıkar.
İbn Dureyd ise bu
kelimeyi (zebîbe kelimesini) gözlerinin üzerinde siyah iki nokta diye
açıklamaktadır. Bir rivayette de: Malı kendisine bir ejderha gibi gösterilir.
Bu ejderha onun arkasına takılır, onu kaçmak zorunda bırakır, nihayet elini ona
uzatır, erkek devenin ağzıyla çekip koparması gibi hemen onu çiğneyiverir.
İbn Mes'ud da der ki:
Allah'a yemin ederim Allah, mal yığıp biriktirmesi sebebiyle herhangi bir
kimseyi azaplandmrken bir dirhem bir dirheme, bir dinar bir dinara değecek
şekilde azaplandırmaz. Aksine, herbir dirhem ve her-bir dinar başlı başına
üzerinde konuluncaya kadar derisi genişletilir.
Böyle bir azap,
-hadislerde de vârid olduğu gibi- kâfir hakkında sözko-nusudur, mü'min hakkında
değildir. Doğrusunu da en iyi bilen Allah'tır.[192]
Taberî, Ebu Umame
el-BahüTye ulaşan bir senedle şöyle dediğini nakletmektedir: Suffa ehlinden
bir kişi vefat etti, onun elbisesinde bir dinar bulundu. Rasûlullah (.sav) da:
"Bu bir dağlamadır" dîye buyurdu. Daha sonra bir diğeri öldü, onun
iki dinarı bulundu. Rasûlullah (sav) da: "Bu da iki dağlamadır" diye
buyurdu.[193] Bunun böyle olmasının
sebebi ise, bu iki zatın ya yanlarında altın bulunmakla birlikte sadaka ile
geçinmelerinden dolayıdır, yahut da böyle bir hüküm İslam'ın ilk dönemlerinde
idi. Daha sonra şeriat, hakkının eda edilmesi ile birlikte malın
ahkonulabileceği hükmünü getirdi. Eğer malın alıkonulması yasak olsaydı,
hakkının yerine getirilmesi için tamamını ödemek gerekecekti. Oysa ümmet
arasında böyle bir hükmü öngören hiçbir kimse yoktur. Zaten ashabı kiramın
-Allah hepsinden razı olsun- durumu ve onların mal sahibi olmaları bu konuda
yeterli bir gerekçedir. Ebu 2er'den nakledilen yaklaşıma gelince, bu onun özel
bir mezhebi (görüşü )dür. -Allah ondan razı olsun-.
Musa b. Ubeyde, İmran
b. Ebi Enes'den, o, Malik b. Evs b. el-Hadesan'dan, o, Ebu Zer'den, o da
Rasûluliah (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Herkim bir
alacaklısı için hazırlamadığı halde ve Allah yolunda da in-fak etmeyecek
olursa, bir dinar yahut bîr dirhem yahut külçe altın ya da gümüş toplayacak
olursa, şüphesiz ki o, kıyamet gününde kendisi ile dağlanacağı bir biriktirme
(kenz)dir."[194]
Derim ki: Bu, Ebu
Zer'e yakışan ve görüş olarak ifade etmesi ona uygun düşen bir husustur.
İhtiyaçtan arta kalan ise, eğer Allah yolunda harcamak üzere hazırlanmış ise
ona kenz denilmez. Ebu Umame de der ki: Herkim geriye beyaz (gümüş) yahut sarı
(altın) bırakacak olursa, ister günahı bağışlanmış olsun ister bağışlanmamış olsun
onlarla dağla nacaktır. Şunu bilin ki, rauhakkak kılıcın süsü de bu
kabildendir.
Sevban'ın rivayetine
göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır: "Bir kimse yanında kırmızı
(altın.) yahut beyaz (gümüş) bulunduğu halde ölecek olursa, mutlaka Allah herbir
kırata mukabil onun yerine kendisi ile tepeden tırnağına kadar dağlanacağı
büyük demir parçalan yaratır. Bundan sonra İse, ona ya mağfiret olunur, yahut
azap edilir. "[195]
Derim ki: Bu ise,
bundan önce bu âyet-i kerime ile ilgili olarak yaptığımız açıklamaların da
delaleti ile zekâtı ödenmeyen mallar hakkında kabul edilir. Buna göre ifadenin
takdiri şöyle olur: Yanında zekâtlarını ödemediği kırmızı yahut beyaz varsa...
Yine Ebu Hureyre (r.a)'dan gelen şu rivayet de böyledir: "Her kim onbîn
(dirhem) bırakacak olur ise, kıyamet gününde bunların sahibinin kendileriyle
azaplanacağı büyük demir parçaları haline getirilirler..." Bu ise -konu
ile ilgili hadisler arasında çelişki olmaması için- zekâtı ödenmeyecek olursa
kaydıyla anlaşılmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[196]
"İşte bu,
kendiniz için toplayıp sakladıklarınız." Yani onlara, işte bu, kendiniz
için saklayıp topladıklarınızda, denilecektir anlamındadır ve burada
"denilecektir" fiili hazfedilmiştir. "Öyleyse »akladığınız
şeyleri" sakla-
yageldiğiniz şeylerin
azabını "tadın."[197]
36.
Gerçekten Allah yanında gökleri ve yeri yarattığı günden beri ayların sayısı
Allah'ın Kitabında onikidir. Onlardan dördü haram aylardır. İşte en doğru din
budur. O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyiniz. Bununla beraber müşrikler
sizinle nasıl topluca savaşırlarsa siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki
Allah, sakınanlarla beraberdir.
Yüce Allah'ın bu
buyruğunun: "Gerçekten Allah yanında gökleri ve yeri yarattığı günden beri
ayların sayısı Allah'ın Kitabında onikidir. Onlardan dördü haram aylardır.
İşte en doğru din budur. O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyiniz"
bölümü ile ilgili açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:[198]
"Gerçekten...
ayların sayısı" anlamındaki buyrukta yer alan "aylar" anlamını
veren; kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bir kimse kar-
deşine; " Aylar
boyunca seninle konuşmayacağım" deyip, bu hususta yemin ederse, bir sene
boyunca onunla konuşmamalıdır. Kimi itim adamı bunu böyle açıklamıştır.
Ebediyyen onunla konuşamayacağı da söylenmiştir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Benim görüşüme göre eğer belli bir niyeti yoksa, bu şekildeki yemini üç ay
süreyle konuşmamasını gerektirir. Çünkü, çoğulu şeklînde gelen veveznindeki
kelimelerin de tekili olduğu kiplerde asgari çoğul miktarı üçtür.
"Allah
yanında" ise, Allah'ın hükmü gereğince ve Levh-i Mahfuz'da yazdığına göre
"Oniki aydır." Burada "oniki" anlamına gelen kelimenin
benzeri sayılardan farklı olarak i'rabk gelmesi, bunda i'raba delâlet eden
harfin bulunmasıdır. "On" anlamındaki; kelimesini genel olarak kıraat
âlimleri "ayn" ve "sin" harflerini üstün okumakla birlikte,
Ebu Cafer bu kelimeyi "şin" harfini sakin olarak okumuştur.
"Allah'ın
Kitabında" buyruğu ile kastedilen ise Levh-i Mahfuz'dur. "Allah'ın
yanında" diye buyrulduktan sonra bunun tekrar edilmesi ise, pek çok şeyin
"Allah'ın yanında" olmakla nitelendirilmesi ile birlikte bunların
"Allah'ın Kitabında yazılı" olduklarının söylenemeyişinden
dolayıdır. Yüce Allah'ın: "Muhakkak saatin ilmi Allah'ın yanındadır"
(Lukman, 31/34) buyruğu gibi.[199]
"Gökleri ve yeri
yarattığı günden beri" diye buyurması, O'nun kaza ve kaderinin bundan önce
olduğunu beyan etmek ve şanı yüce Allah'ın bu ayları vaz edip gökleri ve yeri
yarattığı günde bunları tertip ettiği şekil Ü2ere onlara isimlerini verdiğini,
bunu da indirmiş olduğu kitaplarında peygamberlerine indirdiği vahiylerde
bildirdiğini beyan etmek İçindir. İşte yüce Allah'ın: "Gerçekten Allah
yanında... ayların sayısı... onikidir" buyruğunun anlamı budur. Bu ayların
hükmü önceki gibi kalıcıdır. Müşriklerin bu ayların isimlerini değiştirmeleri,
ve bazılarını ismen öne geçirmeleri bunların gerçek sıralarını
değiştirmemiştir. Çünkü bundan maksat, bu hususta yüce Allah'ın emrine uymak
ve cahiliye dönemi insanlarının uyguladıkları ayların isimlerini, takdim ve
tehirlerini reddetmektir. Onların düzenledikleri şekle göre isimlere bağlı
gördükleri hükümleri kabul etmemektir. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber Veda
Haccındaki hutbesinde ileride açıklanacağı üzere şöyle buyurmuştur: "Ey
insanlar! Şüphesiz ki zaman artık Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü
haline dönmüş bulunmaktadır."[200] Cahiliyye dönemi insanlarının Muharrem ayını
Saf er, Safer ayını da Muharrem yapmaları, yüce Allah'ın asıl nitelediği şekli
değiştirebilecek bir özellikte değildir.
"Gönde"
kelimesinde amel eden; Allah'ın Kitabında" ifadesindeki mastardır. Bununla
da yüce Allah "kitaplar" kelimesinin tekilini kastetmiyor. Çünkü
maddi (ayni.) şeyler (in isimleri) zarflarda amel etmez. İfadenin takdiri ise
şöyledir: "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günde
yazdıklarında..." Sayı anlamına gelen mastara taalluk etmektedir ve onda
amel eden de budur.
" Allah'ın
kitabında" buyruğundaki cer harfi, hazfedilmiş bir kelimeye taalluk
etmektedir. Bu, aynı zamanda "oniki” anlamındaki ifadenin de sıfatıdır.
İfadenin takdiri de şu anlamdadır: Allah'ın Kitabında sayıları tesbit edilmiş
yahut yazılmış oniki aydır.
Bu cer harfinin
"sayı" anlamındaki kelimeye taalluku caiz değildir. Çünkü o takdirde
sıla ile;Gerçekten, muhakkak kelimesinin haberinin sılası ile mevsulü
birbirinden ayrılmış olur.[201]
Bu âyet-i kerime ibadet
ve diğer ahkâmın -oniki aydan fazla çekmeyen yılların bulunduğu takvimler
kullanan Arap olmayanların, Bizanslılar ve Kıpti'lerin kullandıkları aylar
değil de- Arapların bildikleri ay ve senelere bağlı olması gerektiğini
göstermektedir. Buna sebep ise, Arapların takvimi ile diğerlerinin takvimi
arasındaki sayısal farklılıktır. Arap olmayanların takvimlerine göre kimi
aylar otuz günden fazla çeker, kimisi otuz günden az çeker. Arabî aylar ise,
kimi aylar otuz günden az çekse bile otuz günü aşanları olmaz. Diğer taraftan
otuz günden az çekenin de muayyen ve belirli ayları yoktur. Eksiklik ve tamam
oluş açısından arabî aylar arasındaki farklılık, ayın burçla rdaki seyrinin
farklılığına göre ortaya çıkar.[202]
Yüce Allah'ın:
"Onlardan dördü haram aylardır* buyruğunda geçen "haram aylar";
Zülkade, Zülhicce, Muharrem ile Cumadelahire ve Şaban arasında yer alan Recep
ayıdır. Bu da Mudarlılann Recebi diye bilinir. Ona Mu-darlıların Recebi
denilmesinin sebebi ise, Rabia b. Nizar soyundan gelenlerin Ramazan ayını
haram ay kabul edip ona Receb demeleri; buna karşılık Mudarhlar'ın bizzat
Receb'in kendisini haram ay kabul etmeleri idi. Bundan dolayı Hz. Peygamber de
bu hususta: "...Cumade ile Şaban arasındaki Recep..."[203]
diye buyurarak, Receb'in adı hususundaki farklılıkları yaptığı açıklama ile
ortadan kaldırmış oldu. Araplar, bu ayda mızrak ve oklarının sivri uçlarım
çekip çıkardıkları için Receb'e, "münsılü'l esinne" adını da veriyorlardı.
Buhârî, Ebu Recâ el-Utaridî'den -kî, adı İmran b. Milhân'dı, bir görüşe göre
İmran b. Teym de denilmiştir- şöyle dediğini nakletmektedir: Biz taşa
tapardık. Taptığımız taştan daha iyi bir taş bulduk mu, onu alır diğerini
bırakırdık. Şayet taş bulamayacak olursak, bu sefer bir avuç toprağı bir araya
getirir, sonra koyunu getirir o toprak üzerine sütünü sağar, sonra da onun
etrafında dolaşırdık. Recep ayı girdi mi biz de (işte") münsılü'l-esînne
(dîye bilinen ay) girdi, der ve ucunda sivritilmiş demir bulunan ne kadar
mızrak ve ok varsa, demirlerini alır ve onu bir tarafa
[204]atardık.[205]
"İşte en doğru
din bodur" Yani, doğru hesap ve tam eksiksiz sayı budur. Ali b. Ebi Talha,
İbn Abbas'tan: "İşte en doğru din" ifadesinin, en doğru hüküm,
anlamına geldiğini rivayet etmektedir. Mukatil ise işte hak ve gerçek budur
diye açıklamıştır. İbn Atiyye der ki: Kanaatimce daha doğru olan buradaki
"din" kelimesinin en meşhur ve yaygın anlamıyla kullanılmış olduğudur.
Yani işte en doğru şeriat ve itaat şekli budur, dernektir.
"En doğru"
kelimesi gelen dimdik ayakta duran ve dosdoğru olan anlamındadır. Bu da; Efendi
kelimesinin; kipinden gelmesi gibidir ki, bunun aslı; şeklindedir. (Vav ya'ya
kalbedi-lerek.ya şeddeli olmuştur).[206]
"O halde bunlarda
nefislerinize zulmetmeyiniz" ifadesi, tbn Abbas'ın görüşüne göre (yalnız
haram aylara değil) bütün aylara dairdir. Kimisinin görüşüne göre ise bu, özel
olarak haram aylar hakkındadır. Çünkü ifadenin onlara ait olması daha yakın
bir ihtimaldir ve bu aylarda yapılan zulmün daha bir büyük olması gibi bir
meziyetleri de vardır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık
haccda kötü söz söylemek, fasıklık ve tartışma olmaz." (el-Bakara, 2/197)
Bu, zulmün -ileride açıklayacağımız üzere- bunun dışında kalan günlerde caiz
olduğu anlamına gelmez.
Diğer taraftan
buradaki "zulm"ün anlamı ile ilgili olarak iki ayrı görüş vardır:
Bir görüşe göre savaşmak suretiyle bu aylarda siz kendinize zulmetmeyiniz
demektir. Daha sonra bütün aylarda savaşmak mubah kılınmak suretiyle bu hüküm
nesli edilmiştir. Bu açıklamayı Katade, Ata el-Horasanî, ez-Zührî, Süfyan
es-Sevrî yapmışlardır.
İbn Cüreyc der ki: Ata
b. Ebi Rebah, Allah adına yemin ederek, insanların Harem bölgesinde de Haram
aylarda da kendileriyle savaşılmadığı sürece savaşmaları helal değildi. Daha
sonra bu hüküm hesh olundu (dedi).
Doğrusu ise birinci
görüştür. Çünkü Peygamber (sav) Huneyn'de Heva-zinlilere, Taif de de
Sakiflilere gaza tertiplemiş, Taiflileri Şevval ve Zülkade'nin bir bölümü
süresince muhasara altında tutmuştur. Bu hususa dair açıklamalar daha önce
el-Bakara Sûresi'nde (2/217. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
İkinci görüşe göre de,
siz günah işlemek suretiyle bu aylarda kendinize zulmetmeyiniz, demektir.
Çünkü yüce Allah bir yönüyle herhangi bir şeyin azametini ortaya koyacak
olursa, onun bir yönüyle hürmeti, saygınlığı bulunur. İki yönüyle yahut da bir
çok yönüyle o şeyi ta'zim edecek olursa, bu sefer onun hürmeti (saygınlığı)
birden çok olur. Bu durumda kötü amelin cezası katlandığı gibi, salih amelin
mükâfatı da katlanır. Mesela Haram beldede ve Haram ayda Allah'a itaat eden
bir kimsenin alacağı mükâ-faat haram olmayan ay ve beldelerde aynı itaati
yapanın alacağı mükâfat gibi değildir. Diğer taraftan haram olmayan ayda ve
haram olan beldede Allah'a itaat eden bir kimsenin alacağı mükâfat ise, haram
olmayan ay ve beldede Allah'a itaat edenin alacağı mükâfat İle aynı değildir.
İşte yüce Allah şu buyruğuyla bu hususa işaret etmektedir: "Ey peygamber
hanımları, sizden kim apaçık bir hayasızlık işlerse onun azabı kat kat
arttırılır." (el-Ahzab, 33/30).[207]
İşte bu özellik
dolayısıyla ilim adamları, Haram ayda hataen başkasını öldüren kimsenin
ödeyeceği diyetin ağırlaştınlıp ağırlaştırılmayacağı hususunda farklı görüşlere
sahip olmuşlardır. el-Evzaî der ki: Bize ulaşan haberlere göre, gerek Haram
ayda gerek Haram beldede işlenen cinayetin diyeti ağır-laşünlır ve böyle bir
kişi tam diyet ile birlikte üçte bir diyet ile cezalandırılır. Şiblı-i amd
(kasta benzer) öldürmelerde ise, develerin yaşlan artırılır.
Şafiî der ki: Haram
ayda Haram beldede ve zevi'l-erhamın öldürülmeleri yahut da yaralanmaları
halinde diyet ağırlaşünlır.
el-Kasım b.
Muhammed'den Salim b. Abdullah, İbn Şihab ve Eban b. Osman'dan da: Haram ayda
yahut da haram beldede başkasını öldüren bir kimsenin ödeyeceği diyet, üçte
bir oranında artırılır, demişlerdir. Bu görüş, Osman b. Affan (r.aVdan da
rivayet edilmiştir.
Malik, Ebu Hanife,
onların arkadaşları ve İbn Ebi Leyla ise şöyle demektedirler: Harem bölgesinde
de dışında da öldürmenin cezası aynıdır. Haram ayda da başka aylarda da
öldürmenin cezası aynıdır. Bu, tabiinden bir topluluğun da kabul ettiği
görüştür, sahih olan da budur. Çünkü Peygamber (sav), sünnetiyle diyetleri tesbit
etmiş ve bu hususta Harem bölgesi İle Haram ayından ayrıca söz etmemiştir.
Diğer taraftan ilim adamları Haram ayda olsun başka ayda olsun başkasını
öldürenin keffâretinin aynı olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Kıyas diyetin
de böyle olmasını gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[208]
Zulüm her nekadar her
zaman için yasak ise de yüce Allah'ın özellikle dört haram ayı sözkonusu ederek
bu aylarda zulmü yasaklaması, bu ayların şerefine dikkat çekmek içindir.
Nitekim yüce Allah'ın: "Artık haecda kötü söz söylemek, fâsıklık ve
tartışma olmaz"2/1971 buyruğu da böyledir. Te'vil ehli (alimleri) nin
çoğu bu görüştedir. Yani, siz bu dört ayda kendinize zulmetmeyiniz denmektedir.
Hammad b. Seleme, Ali b, Zeyd'den, o, Yusuf b. Mİh-ran dan, o da İbn Abbas'dan:
"O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyiniz" buyruğu ile ilgili
olarak oniki ayda kendinize zulmetmeyiniz diye açıkladığını rivayet etmiştir.
Kays b. Müslim de
el-Hasen'den, o, Muhammed b. el-Hanefiye'den: Bütün aylarda (kendinize
zulmetmeyiniz) dediğini rivayet etmektedir.
Birinci görüşe uygun
olarak şöyle bir soru (ikinci görüşe itiraz olarak) sorulabilir: O halde neden
-"aylar" a ait olan zamir-:
şeklinde gelmiş de; şeklinde gelmemiştir? Çünkü, Araplar üçten ona kadar
sayılardaki şeylere ait olan zamirler için; derler. Ondan sonrası için ise,
zamirlerini kullanırlar, böylelikle çok sayıda olanın az sayıda olandan ayırd
edilmesini sağlarlar.[209]
el-Kisaî'den şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Ben, Arapların bu işlerine gerçekten hayret ediyorum.
Yine Araplar (bir ayın) ondan daha az geçen günlerini anlatmak üzere; şeklinde
fiil ve zamiri kullanırken, ondan fazla günler için de; kullanırlar.
Yüce Allah bir takım
zamanların saygınlığını diğerlerinden niye daha azametli kılmıştır? denilemez.
Böyle bir soruya şu şekilde cevap veririz: Her şeyi yaratan yüce Allah
dilediğini yapar. Dilediğine fazilet ve üstünlüğü tahsis eder. O'nun
fiillerinin illeti (sebep ve gerekçesi) aranmaz. O'nun iradesine de sınır
konulamaz. Aksine O, hikmeti gereği dilediğini yapar. Kimi zaman bu hikmet,
tarafımızdan açıkça görülebilir, kimi zaman da bize gizli kalabilir.
Buyruğun:
"Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa, siz de
onlarla topluca savaşın" bölümü ile İlgili açıklamalarımızı tek bir başlık
halinde sunacağız:[210]
Yüce Allah'ın:
"Savaşın" buyruğu, savaşma emrini vermektedir. kelimesi ise
"topluca" anlamına gelir. Bu da hal konumunda bir mastardır. Yani,
onları kuşatmışlar olarak ve toplu olarak onlarla savaşın demektir. ez-Zec-câc
der ki:"Allah ona afiyet verdi, Allah onu cezalandırdı," şeklindeki
mastarlar da bu kabildendir. Bunların tesniyesi ve çoğulu yapılmaz. "Genel
olarak, özel olarak," ifadeleri de böyledir,
Kimi ilim adamı şöyle
demiştir: Önceleri bu âyet-i kerime cihadı farz-ı ayn olarak herkese yönelik bir
emir diye İfade etti, daha sonra bu husus nesli edilerek cihad farz-ı kifaye
oldu.
İbn Atiyye der ki: Bu
ilim adamının söylediğine gelince, Peygamber (sav)'ın getirdiği şeriatın, bütün
ümmeti savaşa çıkmakla yükümlü kıldığına dair hiçbir şey bilinmemektedir.
Aksine bu âyet-i kerime kâfirlerle savaşmayı, onlara karşı bölük bölük
çarpışmayı ve sözbirliği etmeyi teşvik etmektedir. Daha sonra yüce Allah bu
emri: "Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa" buyruğu ile
kayıtlamaktadır. Buna göre onların bize karşı savaşmaları ve toplanmalarına
göre bizim de onlara karşı bir araya gelip toplanmamız farz olur. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.[211]
37. Nesi‘
ancak küfürde bir artıştır. Kafirler onunla şaşırtılır. Onu bir yıl helâl, bir
yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar da Allah'ın
haram ettiğini helâl kılmış olsunlar. Amellerinin kötülüğü onlara süslenip
güzel gösterildi Allah, kâfirler topluluğunu asla hidayete erdirmez.
Nesr küfürde bir artıştır" buyruğunu (kıraat)
okuduğunu imamlann(,ın) çoğunluğu böylece okurlar. en-Nehhâs der ki: Bildiğimiz
kadarıyla "Nesî1 ancak..." ifadesini Nâfi'in hemze-siz olarak
okuduğunu Verş'den başka rivayet eden bir kimse yoktur. Bu kelime tehir etmek
anlamında; " Onu erteledi," kökünden türetilmiştir. Bu İki
kullanılışı da el-Kisaî nakletmektedir.
el-Cevherî der ki:
Isfesî'^meFul anlamında "fail" vezninde gelen bir kelimedir. Bu,
" Bir şeyi erteledim" fiilinden alınmıştır. Ertelenen şeye de;
denilir. Daha sonra bu kelime "maktul" kelimesinin "katîl"e
dönüştürüldüğü gibi, "nesî"e dönüştürülmüştür. Tekili
"Erteleyen" şeklinde gelir, çoğulu da;şeklindedir. Tâsık"
kelimesinin çoğulunun; şeklinde geldiği gibi.
Taberî der ki: Hemzeli
olarak; Nesî' kelimesi, ziyade etmek, eklemek anlamına gelir. Bir şeye ziyade
ve eklemede bulunmayı anlatmak üzere; fiili kullanılır. Yine devamla der ki:
Bu kelimenin hemzesiz kullanılması ancak "nisyan: unutmak" dan
gelmesi halinde sözkonusu olur. Nitekim yüce Allah: "(p*™* iUHj^j): Onlar
Allah'ı unuttular, O da onları unuttu" (et-Tevbe, 9/67) dîye
buyurmaktadır; dedikten sonra Nafî'in kıraatini de reddetmekte ve şunu delil
göstermektedir: Hemze'li kelime cer harfi ile teaddi (mefûle geçiş) eder.
Mesela; "Allah ecelini geciktirsin (geçinden versin)" denilir ki bu da;
" Allah ecelini uzatsın," demeye benzer.
Hz. Peygamberin:
"Kİm nzkı-nın genişletilmesine, ecelinin ertelenmesine sevinirse,
akrabalık bağını gözetsin"[212]
buyruğunda olduğu gibi.
el-Ezherî de der ki:
Bir şeyi erteledim, denilir. Bunun mastarı ise şekillerinde gelir. (İkincisi)
ise, gerçek mastar yerine konulmuş bir isimdir.[213]
Araplar Muharrem
ayında savaşı haram kabul ediyorlardı. Muharrem ayında savaşmak ihtiyacını
duyacak olurlarsa, onun yerine Safer ayını haram ay kabul eder ve Muharrem
ayında savaşırlardı. Buna sebep ise şudur: Araplar savaş ve talanla uğraşan
kimselerdi. Ardı arkasına baskın ve talan yapmadan üç ay beklemek onlara ağır
gelirdi ve şöyle derlerdi: Eğer üç ay ar-ka arkaya biz hiçbir baskın ve talan
yapmaksızın (ye bunun sonucunda) bir şeyler elde etmeksizin geçirecek olursak,
hiç şüphesiz telef olur gideriz. O bakımdan, Mina'dan ayrıldıkları vakit
Kinaneoğullarından Fukaymoğulları-na mensup ve el-Kalemmes diye bilinen birisi
kalkar ve: Ben hükmüne karşı itiraz olunmayan birisiyim derdi. Bu sefer onlar
da: Bize (haram ayı) bir ay ertele derlerdi. Yani, bu Muharrem ayının
hanımlığım ertele ve bunu Safer ayına koy derler, o da bunun üzerine Muharrem
ayını kendilerine haram olmaktan çıkartır, helal kılardı. Onlar böylelikle bir
ay yerine başka bir ayı değiştiriyorlardı, nihayet bu haram kılma işi yılın
bütün aylarını dönüp dolaştı. İslâm hakim olduğunda ise, Muharrem, yüce
Allah'ın o ayı yerleşmiş olduğu asit yerine dönmüş oluyordu. îşte Hz. Peygamber'in:
"Şüphesiz ki zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü haline dönmüş
bulunuyor"[214] buyruğunun
anlamı budur.
Mücahid der ki:
Müşrikler her ayda iki yıl (üst üste) haccederlerdi. (Yani, hacları iki yıl
üst üste aynı aya denk düşerdi). Zülhicce ayında üst üste iki yıl haccettiler.
Daha sonra Muharrem ayında üst üste iki yıl haccettiler. Daha sonra Safer
ayında üst üste iki yıl haccettiler. Ve bu böylece bütün aylarda devam edip
gitti. Nihayet Hz. Ebu Bekir'in Veda haccından önceki hac-cı, hicretin
dokuzuncu yılı Zülkade ayına tesadüf etti. Sonra da Peygamber (sav) ertesi sene
Veda haccını yaptı ve bu da Zülhicce ayına denk geldi. İşte Hz. Peygamberin
hutbesinde söylediği: "Şüphesiz zaman... eski haline dönmüştür"
ifadesi buna işaretti. Hz. Peygamber bununla, artık hac aylarının aslî
yerlerini bulduklarını ve haccın böylelikle Zülhicce'ye denk geldiğini ve
nesî'in de batıl olduğunu kastetmişti.
Üçüncü bir görüş: İyas
b. Muaviye der ki: Müşrikler seneyi oniki ay on-beş gün olarak hesab ediyorlardı.
O bakımdan hac kimi zaman Ramazan ayına, kimi zaman Zülkade ayma denk düşerdi.
Yıla eklenen onbeş günün bir sonucu olarak ayların yerleri dönüp dolaşıyor,
böylelikle senenin her ayına hac tesadüf ediyordu. Ebu Bekr (r.a) hicretin
dokuzuncu yılında bu dönmenin bir sonucu olarak Zülkade ayında haccetmiş oldu.
Peygamber o sene hac-cetmemişti. Ertesi sene Hz. Peygamberin haccı Zülhicce'nin
onuna tesadüf etti, bu da hilalin hareketine uygun düştü.
Bu görüş Peygamber
(savVın: "Zaman... eski haline dönmüş bulunuyor" ifadesine en yakın
açıklamadır. Yani, hac zamanı yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü
aslî vaktine ezelî ilminde tesbit etmiş olduğu ve hükmünü vermiş olduğu
meşruiyetinin aslî vaktine dönmüş oldu, demektir. Daha sonra Hz. Peygamber,
"bir yıl oniki aydır" diyerek yıla kendi uydurma hükümleri gereğince
eklemiş oldukları onbeş günlük fazlalığı reddetti. Böylelikle aslî vakit tesbit
edilmiş ve cahili hüküm iptal edilmiş oldu.
İmam el-Mazerî de
el-Hârizmî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Allah güneşi ilk yarattığında
hareketini oğlak burcunda takdir etti. Peygamber (sav)'ın işaret etmiş olduğu
zaman da güneşin bu oğlak burcuna girişine denk düşmüştü.
Ancak, böyle bir
ifadeyi kabul etmek bu hususta nakli gerektirir. Çünkü bu gibi sonuçlara ancak
peygamberlerden gelen nakillerle ulaşmak mümkündür. Buna dair bu konuda
onlardan gelmiş sahih bir nakil yoktur. Böyle bir iddiada bulunan kimsenin
bunun senedini ortaya koyması gerekir. Diğer taraftan aklen onun dediğinden
başka bir husus da mümkündür. O da, yüce Allah'ın güneşi burçlardan önce
yaratmasıdır. Yine yüce Allah'ın bütün bun-lan (güneşi ve burçları) bir defada
yaratmış olması da mümkündür. Diğer taraftan güneş ve ay senesinin hesabını
yapan ilim adamları bu hususta çalışmalar yaptılar ve Hz. Peygamber'in:
"Artık zaman... eski haline dönmüştür" sözünü söylediği vakit güneşin
balık burcunda olduğunu tesbit etmişlerdir. Balık burcu İle oğlak burcu
arasında yirmi derecelik bir fark vardır. Aradaki farkın on derece olduğunu
söyleyenler de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Te'vil alimleri İlk
nesî' uygulamasını yapanın kim olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
İbn Abbas, Katade ve ed-Dahhâk der ki: Bunlar, Malik b. Kinane'nin oğulları
idiler ve üç kişiydiler.
Cuveybir ise
ed-Dahhâk'den, o, İbn Abbas'tan rivayetine göre bu uygulamayı ilk yapan kişi
Amr b. Luhay b. Kamia b. Hindif’tir.
el-Kelbî der ki: Bu
uygulamayı yapan ilk kişi, Kinaneoğullanndan Nuaym b. Sa'lebe diye bilinen bir
kişidir. Bundan sonra ise Cunade b. Avf diye bilinen bir kişi bu uygulamayı
yaptı ki, Rasûlullah (sav)'ın yetiştiği kişi budur.
ez-Zührî ise der ki:
Bu işi ilk yapanlar Kinaneoğullarına mensup Fu-kaymoğullarından kimseler bu işi
yaptılar ki, el-Kalemmes diye anılan kişi onlardandır. Bunun da asıl adı
Huzeyfe b. Ubeyd'dir. Bir rivayette ise Malik b. Kinane'dir. Nesî' işini
üstlenen kişi, Arapların onu başkanlık makamına getirmeleri dolayısıyla
"reislik" makamını da elde ederdi. İşte şairleri bu hususta şöyle
demektedir:
"Ayı erteleyen
(nesi' yapan) el-Kalemmes de bizdendir."
el-Kumeyt de şöyle
demektedir:
"Biz, Maadlilere
karşı nesî' yapan kimseler değil miyiz ki, Helal olan ayları haram
kılarak?"[215]
"Küfürde bir
artıştır" buyruğu, Arapların çeşitli küfür türlerini kendilerinde
toplamakla birlikte, yaptıkları böyle bir işin mahiyetini de açıklamaktadır.
Çünkü Araplar, yaratıcının varlığını inkâr ederek: "Rahman da
neymiş?" (el-Furkan, 25/60) demişlerdi. Bu buyruğa dair açıklama
şekillerinin en sahih olanına göre, bu sözleriyle yaratıcının varlığını inkâr
ettiklerini anlatmak istemiş olduklarıdır.
Öldükten sonra
dirilişi de inkâr ederek: "Çürümüş iken kemikleri kim diriltecek"
(Yasin, 36/78) demişler, peygamberlerin gönderilişini de inkâr ederek:
"Biz aramızdan tek bir insana mı tabi olacağız" (el-Kamer, 54/24)
demişlerdi.
Böylelikle helâl ve
haram kılma yetkisinin kendi ellerinde olduğu iddiasında bulunmuş ve
arzularının doğrultusunda kanaat belirterek kendiliklerinden dinde olmayan
böyle bir uygulamayı ortaya koymuşlar, bunun sonucunda da Allah'ın haram
kıldığı bir şeyi helâl ktlmışlardı. Oysa müşrikler hoş görmeşeler dahi Allah'ın
hükümlerini hiç kimse değiştiremez.
Yüce Allah'ın:
"Kâfirler onunla şaşırtılır. Onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar
ki, Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar da Allah'ın haram ettiğini helâl
kılınış olsunlar. Amellerinin kötülüğü onlara süslenip güzel gösterildi.
Allah, kâfirler topluluğunu asla hidayete erdirmez." buyruğundaki: "
Şaşırtılır" kelimesinde üç farklı kıraat vardır. Haremeyn ehli
(Mekkelilerle Medineliler) ve Ebû Amr, bunu
şeklinde okumuşlardır. (Buna göre meal şöyle olur: Kâfirler onunla
şaşırırlar). Kûfeliler ise meçhul tül olarak;
diye okumuşlardır. (Âsım'ın kıraati böyledir), el-Hasen ve Ebû Recâ
ise, diye okumuşlardır. (Buna göre de
meal şöyle olur: Kâfirler onunla şaşırtırlar). Her üç kıraatin her biri ayrı
bir mana ifade eder. Ancak, üçüncü kıraatten mePul lıazfedilmiştir ki, takdiri
şöyledir: Kâfirler bununla kendilerinden bu nesî'i kabul edenleri şaşırtırlar.
Buna göre de "... ler,"
mahallinde (özne) olur. Bununla birlikte zamirin yüce Allah'a raci
olması da mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: Allah bununla kâfirleri
şaşırtır. Bu da yüce Allah'ın: "O, dilediğini saptırır, şaşırtır"
(Fatır, 35/8) buyruğu ile âyetin sonundaki: "Allah, kâfirler topluluğunu
asla hidayete erdirmez" buyruğuna benzer.
İkinci kıraatin anlamı
olan: "Kâfirler onunla şaşırtılır" kıraati ile kastedilenler,
kendileri için bu hesabın yapılmış olduğu kimselerdir. Bu kıraati, Ebû Ubeyd
yüce Allah'ın: "Amellerinin kötülüğü onlara süslenip güzel gösterildi"
buyruğu dolayısıyla tercih etmiştir. Birinci kıraati ise Ebu Hatim tercih
etmiştir. Çünkü onlar, nesi' dolayısıyla şaşırıp sapmış kimselerdi. Zira onlar
bu nesî'în hesabını yapıyorlar ve bunun sonucunda da sapıyorlardı.
" Onu... helâl
sayarlardı" ifadesindeki zamir "nesi" uygulamasına aittir. Ebu
Recâ'dan -birinci okuyuşa göre bu kelimeyi
şeklinde "ye" ve "dâd" harfleri üstün olarak okuduğu
da rivayet edilmiştir ki, bu da bir söyleyiştir.
" Ki...
uysunlar" fiili, "lam-ı key" ile nasbedilmistir. Yani, buna
uygun düşsünler diye, demektir. Çünkü; " Bir topluluk şunun üzerinde
sözbiriiği ettiler, ittifak ettiler, uydular, toplandılar" anlamına gelir.
Yani onlar, bir haram ayı helâl kıldılar mı, mutlaka haram ayların sayısı dön
kalsın diye bir başka ayı haram kılıyorlardı. Doğru olan açıklama şekli budur.
Yoksa onların haram ayların sayısını beşe çıkardıklarına dair yapılan
açıklamalar değildir.
Katade der ki: Onlar,
Safer'i de haram aylar arasına kattılar ve haram oluşu bakımından onu
Muharremle birlikte ele aldılar. Kutrub ve Taberî de bunu ondan
nakletmektedir. Buna göre ise "nesi"' fazladan bir artış, bir ilave
anlamına gelir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[216]
38.
Ey iman
edenler! Size ne oldu ki: "Allah yolunda topluca savaşa çıkın"
denildiği zaman ağırlaşıp yere çakıldınız. Âhirete karşılık dünya hayatına mı
razı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhirete göre pek azdır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
iki başlık halinde sunacağız:[217]
" Size ne oldu
ki" buyruğundaki; "Ne..." edatı, takrir ve azar anlamını ifade
eden bir soru edatıdır. İfade; Sizi şu işten alıkoyan nedir? takdirindedir.
Nitekim; "Ne diye filandan yüzçeviriyorsun?" ifadesi de buna
benzemektedir.
Bu âyet-i kerimenin
Tebük gazvesinde Rasûlullah (sav)'dan geri kalanların tutumlan dolayısıyla
serzenişte bulunmak için nazil olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.
Tebûk gazvesi
Mekke'nin fethinden bir yıl sonra, hicretin dokuzuncu yı-hnda olmuştur. Yüce
Allah'ın izniyle sûrenin sonunda bu gazveye dair açıklamalar gelecektir.
" (Savaşa)
çıkmak," kelimesi bir yerden bir yere meydana gelen bir iş dolayısıyla
hızlıca İntikal etmek, yer değiştirmek demektir. İnsan hakkında; "O işi
yapmak için çıktı, çıkar" denilir. ise, bu işi yapan bîr topluluk için
kullanılan çoğul bir isimdir. Yüce Allah'ın: " Arkalarını dönüp
giderler..." (el-İsra, 17/46) buyruğu da buradafı gelmektedir. Binek
hakkında ise, muzari fiilinde "fe" harfi hem öt-reli ve hem de esreli
olmak üzere;"Ürküp kaçtı, kaçar" denilir. Bunun mastarı da; şeklinde
gelir. ise isimdir. da hacılar Mina'dan ayrıldı, demek olup, mastarı da;
şeklinde gelir.[218]
Yüce Allah'ın:
"Ağırlaşıp yere çakıldınız" buyruğu ile ilgili olarak müfessirler
şöyle demişlerdir: Yani, siz yerin nimetlerine meylederek ağırlaştınız. Veya
(cihada çıkmayarak) bulunduğunuz yerde ikamet etmeye meyledip ağır-laştımz
demektir. Bu buyruk, cihada çıkmak için eli çabuk tutmayarak oturmaktan dolayı
bir serzeniş ve sitem, cihadı terketmeye karşı da bir azardtr. Bu ibare;
"Yere mıhlandı, çakıldı" ifadesine yakın bir tabirdir. 'ın aslı,
şeklindedir. Burada aralarındaki yakınlık dolayısıyla "te" harfi
peltek "se" harfine idğam edilmiştir. Ayrıca sakin harfle başlayan
bir kelimenin telaffuzu mümkün olmadığından dolayı başına "elif” geçirilmesine
gerek görülmüştür. "Toplandılar" (el-A'raf, 7/38); "
Anlaşmazlığa düştünüz" (el-Bakara, 2/72); "(Uğursuz bulduk" (en
Neml, 27/47); “Süslendi" (Yunus, 10/24) buyruktan da bu türdendir.
el-Kisaî de şöyle bir beyit nakletmektedir:
"Yanında yatana
kendisini kokladı mı verir serin (letici) ağzını Ard arda öptü mü, o tadı hoş
olan (ağzın)!."
el-A'meş ise, bunu
aslî şekilde; diye okumuştur ki, bunu el-Meh-devî nakletmiştir.
Tebûk gazvesi,
(Rasûlullah sallallahu aleyhivesellem) insanlan o gazveye katılmak için
çağırdığı sırada İleri derecede sıcakların başlayıp, meyvelerin olgunlaştığı
ve gölgelerin serin geldiği bir döneme rastlamıştı. Nitekim ileride geleceği
üzere sahih hadiste de böyle ifade edilmiştir. O bakımdan tembellik insanlan
istila etti, onlar da oturdular ve ağırlaştılar. Yüce Allah da bu buyruğuyla
onları azarladı, dünyayı âhirete tercih ettiklerinden ötürü onları ayıpladı:
"Âhirete karşılık
dünya hayatına mı razı oldunuz?" Yani, âhirete bedel dünyaya mı kandınız.
İfadenin takdiri şöyledir: Siz, ahiret nimetlerinin yerine dünya nimetlerine
mi razı oldunuz? Bu bakımdan buyruktaki; Bedel (karşılık, yerine) anlamını ihtiva
etmektedir. Yüce Allah'ın: "Eğer düeseydik sizin yerinize melekler getirirdik
de yeryüzünde (size) halef olurlardı" (ez-Zuhruf, 43/60) buyruğu da bu
türdendir ki, burada da bu edat; sizin yerinize size bedel anlamını vermektedir.
Şair de şöyle demektedir:
"Keşke Zemzem
suyu yerine havalandırılmak için bir çubuğa
asılmış bir tulumda
Geceboyu bekleyen soğuk bir içim suyumuz olsaydı."
Bu beyitteki bu harfi
cer de bedel yerine karşılık anlamını vermektedir.
Yüce Allah bu buyruğu
ile âhiretteki rahata dünya rahatını tercih etmelerinden ötürü sitem
etmektedir. Zira âhiret rahatı ancak dünyadaki yorgunlukla elde edilebilir.
Hz. Peygamber de binek
üzerinde tavaf etmiş bulunan Hz. Âişe'ye: "Alacağın ecir, yorgunluğun
kadardır" diye buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî rivayet
[219]etmiştir.[220]
39.
Eğer
topluca cihada çdunazsanız Allah sizi can yakıcı bir azapla azaplandırır;
yerinize başka bir kavmi getirir ve siz O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah
herşeye gücü yetendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımız tek başlık altında yapılacaktır:[221]
" Eğer topluca
cihada yıkmazsanız" buyruğu bir şarttır. Bundan dolayı fiilin sonunda
"nun" hazfedilmiştir. Cevabı ise "Sizi... azaptandın"
buyruğudur. "Yerinize başka bir kavmi getirir" buyruğu da topluca
cihada çıkmayı terketmek halinde ağır bir tehdit ve pekiştirilmiş bir
korkutmadır.
İbnü'l-Arabî der ki:
Fıkıh usulünde tahkik edilerek ifade edilmiş hususlardan birisi de şudur: Emir
vârid olduğu takdirde onun vârid olması, o fiilin yerine getirilmesi
gereğinden fazla bir şey ifade etmez. Emri terk halinde ceza ise, bizzat emrin
kendisinden de anlaşılmaz ve emir ifadesi de bu ceza ve tehdidi gerektirmez.
Ceza, ancak ona dair haber vermekle anlaşılır. Bir kimsenin: -Bu âyet-i
kerimede varid olduğu gibi- eğer bu işi yapmayacak olursan, ben de sana bu
şekilde azab ederim, demesi gibi. İşte bu buyruğun muktezası gereğince cilıad
için ve yüce Allah'ın sözü en üstün olsun diye kâfirlerle çarpışmak üzere
topluca çıkmak gerekmektedir.
Ebû Dâvûd, İbn Abbas'tan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Eğer topluca cihada çıkmazsaoız Allah
sizi can yakıcı bîr azapla azaplandırır" diye başlayan âyet-i kerime ile
"gerek Medine'lilerin..." diye başlayan âyeti ile "... yapmakta
olduklarının engüzeliyie kendilerini mükâfatlandırsın" (et-Tevbe,
9/120-121) buyruklarını, bundan sonra gelen: "Mü'minlerin topluca (savaşa)
çıkmaları gerekmez" (et-Tevbe, 9/122) âyeti nesli etmiştir.[222]
Bu aynı zamanda
ed-Dalıhâk, el-Hasen ve İkrime'nin de görüşüdür.
"Sizi...
azaplandırır" buyruğu ile ilgili olarak, îbn Abbas: Bü.onlara yağmur
yağdınlmaması ile gerçekleşmiştir, demektedir. İbnü'l-Arabî der ki: Eğer bu
sözü söylediği ondan sahili olarak nakledilmiş ise elbette ki o, bu sözü neye
dayanarak söylediğini daha iyi bilir. Yoksa, can yakıcı azab dünyada düşmanın
istilâsı, âhirette de ateş ile gerçekleşir.
Derim ki: İbn Abbas'ın
bu sözünü İmam Ebû Dâvûd Sünen'inde İbn Nu-fey'den şöylece nakletmektedir: İbn
Abbas'a: "Eğer topluca cihada çık-mazsanız Allah sizi can yakıcı bir
azapla azaplandırır" ayeti hakkında soruldu, şöyle dedi: Onlara yağmur
yağdırmadı. İşte bu onların azabı olmuştur.[223]
İmam Ebu Muhammed b.
Atiyye de bunu İbn Abbas'tan (Hz. Peygamber'e) merfuen şöylece nakletmektedir:
Rasûlullah (sav) kabilelerden birisinin savaşa çıkmalarım istedi, o kabile
oturup çıkmadı. Allah da yağmur yağdırmayarak azaplandırdı.
"Elim" can
yakan demek olup, buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Yerinize başka
bir kavmi getirir" buyruğu, yüce Allah'ın, Rasûlünün kendilerinden savaşa
çıkmalarını istemesi halinde -oturmayacak bir başka kavmi onların yerine
getireceğine dair bir tehdittir. Bunların, Farisiler oldukları söylendiği
gibi, Yemenliler oldukları da söylenmiştir. "Ve siz O'na hiçbir zarar
veremezsiniz" buyruğu bir atıftır. "O" anlamındaki zamir de yüce
Allah'a aittir. Peygamber (sav)'a ait olduğu da söylenmiştir.
Hoşlanmadığını açığa
vurmak suretiyle cihada çıkmayıp oturmak herkes için haramdır. Hoşlanmaksızın
oturup çıkmamak ise, eğer Peygamber (sav)'ın cihada çıkmalarını tayin ettiği
kimseler tarafından olursa, bunların ağırlaşıp yere çakılmaları haramdır. Şayet
bu iki husus da sözkonusu değilse, o takdirde cihada çıkma farzı, farzı kifaye
olur. Bunu el-Kuşeyrî nakletmektedir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-i kerimeden maksat, İhtiyaç halinde, kâfirlerin galip gelmeleri ve
güçlerinin pekişmesi esnasında topluca savaşa çıkmanın vacip olduğunu ortaya
koymaktır. Âyet-i kerimenin zahiri İse, bunun savaşa çağırma halinde böyle
olduğunu göstermektedir. Buna göre âyetin müşriklerin galip gelmeleri vaktine
yorumlanması uygun görünmemektedir. Çünkü böyle bir durumda cihadın vücubu,
yalnızca cihada çıkma çağrısıyla farz olmaz, zira o takdirde cihad farz-ı ayn
olur. Bu husus bu şekilde sabit olduğuna göre, cihad çağrısı ve cihada çıkma
isteğinin önceden vacip olmayan bir şeyi vacip kılmasını kabul etme ihtimalini
uzak kılmaktadır. Ancak imam, belli bir kavmi muayyen olarak cihada çağırır ve
çıkmalarını isteyecek olursa, o takdirde böyle bir tayin ile birlikte
ağırlaşıp çıkmamaları haklan yoktur. İmamın bu tayini sebebiyle cihada çıkmak,
o tayin ettiği kimseler için farz olur. Bu ise, cihadın bizzat kendi hükmünden
ötürü değil, imama itaatin gerekli oluşundan dolayı böyledir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.[224]
40.
Eğer siz
ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler onu
çıkardıklarında o, ikinin ikincisinden İbaretti. O zaman onlar mağaradaydılar,
O vakit arkadaşına: "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle
beraberdir" diyordu. Allah ona sekînetini indirmiş, onu göremediğiniz
ordularla desteklemiş, kâfirlerin sözünü alçaltnuşU. Allah'ın kelimesi İse o,
en yüce olandır. Allah Azizdir, Hâkimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:[225]
Yüce Allah: "Eğer
siz ona yardım etmezseniz" yani Tebûk gazvesinde onunla birlikte savaşa
çıkmak suretiyle ona yardımcı olmazsanız... Peygamber (sav) Tebuk'den geri
döndükten sonra Allah onlara böylece sitem etti.
en-Nakkaş der ki: Bu,
Tevbe Sûresi'nde nazil olan İlk âyet-i kerimedir. Buyruğun aniarru da şudur:
Eğer siz ona yardımı bırakacak olursanız, Allah onun işini üstlenir. Çünkü
Allah beraberindekilerin sayısı az olduğu yerlerde bile ona yardım etmiş,
galip getirmek ve ona güç verip aziz kılmak suretiyle düşmanına karşı muzaffer
kılmıştır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Allah, mağarada arkadaşı vasıtasıyla arkadaşının ona dostluğu ve
ünsıyetiyle, boynu üzerinde onu taşımasıyla, ona vefa göstermesiyle, kendi
canını ona siper ederek korumasıyla, malı ile onu gözetmesi suretiyle ona
(Peygamberine) yardım etmiştir.
el-Leys b. Sa'd da der
ki: Peygamberlerin Ebu Bekr es-Sıddîk gibi bir arkadaşları olmamıştır.
Süfyan b. Uyeyne de
şöyle der: Ebu Bekir, bu âyet-i kerime ile yüce Allah'ın: "Eğer siz ona
yardım etmezseniz..." buyruğundaki sitemin dışına çıkmaktadır.[226]
Yüce Allah: "Hani
kâfirler onu çıkardıklarında..." buyruğunda bizzat Hz. Peygamberin kaçarak
kendisini kurtarmak zorunda kalışına işaret edilmektedir. Zira, onun Mekke'den
çıkışı, onların Hz. Peygamberi buna mecbur etmelerinin bir sonucu idi. Nihayet
o da Mekke'den çıkmak zorunda kalmıştı. Bundan dolayı fiil onlara nisbet
edilmiş ve bu husustaki hüküm de onlar hakkında dile getirilmiştir. Başkasını
öldürmek üzere birisini zorlayan kişi, öldürülür ve zorlama sonucu telef olan
malın da tazminatını zorlayan kişi öder. Buna sebep ise zorlayanın katili de
malı telef edeni de öldürmeye ve telefe zorlayıp mecbur etmesidir.[227]
Yüce Allah'ın: "
İkinin İkincisi" yani, iki kişiden birisiydi demektir. Bu da "üçün
üçüncüsü ve dördün dördüncüsü" demeye benzer. Lafızlar değişerek üçün
dördüncüsü ve dördün beşincisi denilecek olursa anlam üçü kendisi de katılarak
dört, dördü de beş yaptı demek olur. Bu ifade hal olarak nasb edilmiştir.
Onlar onu Ebu Bekir müstesna- bütün insanlardan ayrı ve tek başına çıkmak
zorunda bıraktılar. Bunda âmil "Allah ona yardım etmiştir"
buyruğudur. Yani yüce Allah, tek başına olduğu halde de ona yardım etmiştir,
iki kişiden birisi olarak da ona yardım etmiştir,
Ali b. Süleyman da der
ki: İfadenin takdiri: Q, ikinin ikincisi olarak çıktı, şeklindedir. Yüce
Allah'ın: "Ve Allah sizi yerden bitki gibi bitirmiştir" (Nuh,71/17)
buyruğunu andırmaktadır. İnsanların büyük çoğunluğu "ye" harfini
rıasb ile; İkincisi" diye okumuşlardır. Ebu Hatim, bundan başka bir
şekilde okunduğu bilinmemektedir, der.
Bir kesim İse
"ye" harfini sakin (harekesiz, med harfi olarak) diye de okumuşlardır.
İbn Cİnnİ der ki: Bu okuyuşu Ebu Amr b. el-Alâ nakletmiş tir. Bu da
"ye" harfini elife benzeterek sakin (harekesiz) diye okumak şeklinde
izah edilebilir.
İbn Atiyye der ki: Bu;
"Faizden arta kalanı..." (el-Bakara, 2/278) buyruğundaki uye"nin
harf-i med olarak (harekesiz) okunmasına ve Cerir'in şu beyitindekİ kullanımına
benzemektedir:
"O halifedir, o
halde onun sizin için beğendiğine razı olunuz; O karan(nı) yerine getirendir,
onun hükmünde haksızlık yoktur."[228]
"O zaman onlar
mağaradaydılar" buyruğunda geçen mağara (el-Gar), dağdaki bir oyuk
demektir. Bununla da Sevr mağarası kastedilmektedir.
Kureyşliler
müslümanların Medine'ye gittiklerini görünce, bu artık tahammül olunamayacak
kadar büyük bir kötülüktür dediler, bunun için de Rasû-lullah (sav)'ı öldürmeye
karar verdiler. Geceleyin evinin etrafını sardılar ve çıktığı takdirde onu
öldürmek kastıyla gece boyunca evinin kapısını gözetleyip durdular. Peygamber
(sav) da Ali b. Ebi Talib (r.a)'e yatağında uyumasını emretti, yüce Allah'a da
izini görmemeleri İçin dua etti. Allah gözlerini bağladı ve uykunun onları
bürümüş olduğu bir halde iken evden dışarı çıkti. Başlarına toprak saçtp
ayrılıp gitti. Sabah olduğunda Ali (r.a) yanlanna çık-ti, evde hiç kimsenin
bulunmadığını onlara bildirdi. Böylelikle Rasûlullah (sav)'ın geçip kurtulmuş
olduğunu öğrenmiş oldular.
Rasûlullah (sav) da
Ebu Bekr es-Sıddîk ile hicret İçin sözleşmiş idi. Her ikisi de develerini
Abdullah b. Erkat'a -b. Ureykıt da denilmektedir- teslim etmişlerdi. Abdullah o
sırada kâfir idi. Fakat her ikisi de ona güvenmişlerdi. Abdullah bir yol
rehberi idi. Kendilerine Medine yolunu göstermesi için onu ücretle
kiralamışlardı.
Rasûlullah (sav),
CumahoğuHarının bulunduğu yerde bulunan Ebu Bekir'in evinin arka tarafındaki
bir pencereden çıktı ve her ikisi de Sevr dağındaki mağaraya doğru yol
aldılar. Hz. Ebu Bekir, oğlu Abdullah'a insanların neler konuştuğuna kulak
kabartmasını emretti, azadıtsı Âmir b. Fuheyre'ye koyunlarını otlatarak
geceleyin onların yakınlarına gelmesini ve böylelikle ihtiyaç duyduklan
(içeceklerini) koyunlarından almalarını sağlamasını emr etti. Daha sonra
yollarına koyulup mağaraya gittiler.
Ebu Bekr es-Sıddîk'in
kızı Hz. Esma onlara yiyecek, Hz. Ebu Bekr'in oğlu Abdullah da onlara haber
getiriyordu. Her ikisinden sonra da Âmir b. Fu-heyre koyunları ile geliyor ve
kendisinden önce gelenlerin izlerini tanınmaz hale getiriyordu.
Kureyşliler, Peygamber
(sav )'ı bulamayınca, bu sefer "iz sürmedeki becerisi bilinen birisi
vasıtasıyla onu takibe koyuldular. Nihayet gelip mağaranın ağzında durdu ve: İz
burada sona ermektedir deyince, örümceğin mağaranın ağzında ağ örmüş olduğunu
gördüler. İşte Peygamber (sav) bundan dolayı örümceğin Öldürülmesini
yasakladı. Onu takib edenler örümceği, ağmı dokumuş olduğunu görünce, mağaranın
içinde hiçbir kimse bulunmadığına kanaat getirdiler. Bunun üzerine geri dönerek
Hz. Peygamberi kendilerine getirecek olana yüz deve verme vadinde bulundular.
Buna dair haber de meşhurdur, bilinmektedir. Süraka b. Malik b. Cu'şum'un bu
husustaki kıssası zikrolunagelmiştir.
Ebu'd-Derdâ ile Sevbân
-Allah ikisinden de razı olsun- 'in rivayet ettikleri hadisde şöyle
denilmektedir: Aziz ve celil olan Allah bir güvercine emretti, o da örümcek
ağı üzerinde yumurtladı ve yumurtaları üzerinde oturmaya başladı. Kâfirlerin
güvercini görmeleri, mağaradan geri dönmelerine sebep
[229]oldu.[230]
Buhârî, Âişe
(r.anlıâ)'dan şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah (sav) ile Ebu Bekir
Deyloğullanndan oldukça maharetli bir kılavuzu ücretle tuttular. Bu kişi o
sırada Kureyş kâfirlerinin dini üzere idi. Develerini ona bıraktılar ve üç gün
sonra Sevr dağındaki mağarada buluşmak üzere sözleştiler. O da üçüncü günün
sabahında develerini alarak bulundukları yere gitti. Onlar, onlarla birlikte
Âmir b. Fuheyre ve Deyloğullanndan olan kılavuzla birlikte yola koyuldular ve
Sahil diye bilinen yerin yolundan onları götürdü.[231]
el-Mühelleb der ki: Bu
olaydaki fıkhı inceliklerden birisi de şirk ehline eğer vefa gösterecekleri ve
insafı elden bırakmayacakları bilinirse, sır ve mal emanet edileceğinin
anlaşılmasıdır. Nitekim Peygamber (sav) da Mekke'den çıkışı esnasında bu
müşriğe güvenerek sırnnı ve iki deveyi emanet etmişti.
İbrt Münzir der ki: Bu
uygulamadan müslümanlann yol göstermek için kâfirleri ücretle
tutabileceklerine delil vardır.
Buhârî de şöyle bir
başlık açmıştır: "Zaruret esnasında yahut müslüman bir kimse bulunmazsa
müşriklerin ücretle tutulmaları bahsi."[232]
(Buhârî sarihlerinden
olan) İbn Battal der ki: Buhârî bu başlıkta: "... yahut müslüman bir
kimse bulunmazsa..." demesi, Peygamber (sav)'in Hayber-lilerle Hayber
topraklarında mahsulün yansı karşılığında çalışmaları İçin anlaşmış olduğundan
dolayıdır. Çünkü o sırada müslümaniardan arazi işlemek hususunda onların
yerini tutacak kimse bulunamamıştı. Bu, İslâm güç-leninceye ve onlara ihtiyaç
kalmayıncaya kadar devam etti, sonra da Hz. Ömer onları Hayber'den sürdü.
Genel olarak fukahâ
zaruret halinde ve zaruret dışındaki hallerde de müslüman olmayanların ücretle
çalıştırılmasını caiz kabul ederler. Yine bu uygulamadan, iki kişinin tek bir
kişiyi kendileri için tek ve belli bir işi yapmak üzere ücretle tutacakları da
anlaşılmaktadır. Bir diğer husus da şudur: Düşmandan korkulduğu için dinini
korumak maksadıyla kaçmanın caiz olduğuna, mağara ve benzeri yerlerde
gizlenmenin caiz olduğuna delil vardır. İnsanın Allah'a tevekkül ve teslimiyet
iddiasıyla kendi elleriyle düşmanın eline bırakmaması gerektiğine de delil
vardır. Zaten yüce Rabbimiz dileseydi müşriklere rağmen yine onu korurdu.
Fakat Allah'ın gerek peygamberleri hakkında, gerek başkaları hakkında sünneti
budur. Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın. İşte böyle bir
tedbiri kabul etmeyenlerin ve her kim Allah ile birlikte Allah'tan başkasından
korkarsa bu onun tevekkülünde bir eksikliktir ve kadere iman etmemiş olur,
diyenlerin görüşlerinin yanlışlığının en açık bir delilidir. Bütün bunlar
âyetin manasından anlaşılan hususlardır. Hamd Allah'adır, hidayet O'ndandır.[233]
"O vakit,
arkadaşına: Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir,
diyordu" buyruğunun yer aldığı bu âyet-i kerime Ebu Bekir es-Sıd-dîk
(r.a)'ın faziletlerini de ihtiva etmektedir. Esbağ ve Ebu Zeyd,
İbnü'1-Ka-sım'dan, o, Malik'ten; "O ikinin ikincisinden ibaretti. O zaman
onlar mağaradaydılar. O vakit arkadaşına: 'Tasalanma hiç şüphe yok ki Allah bizimle
beraberdir' diyordu" buyruğunda kastedilen Ebu Bekir es-Sıddîk'tir
dediğini rivayet ederler.
Şanı yüce Allah, Hz.
Ebu Bekir'in H2. Peygambere bu sözleri gerçekten söylediğini ortaya koymakta ve
Kitab-ı Keriminde onun Hz. peygamberin sa-habisi (arkadaşı) olduğu niteliğini
tesbit etmektedir.
Kimi ilim adamı şöyle
demektedir: Kim Hz. Ömer, Osman veya sahabeden herhangi bir kimsenin
Rasûlullah (sav)'m arkadaşı olduğunu inkâr ederse, şüphesiz ki o yalancı ve
bid'atçi bir kimsedir. Ancak kim Ebu Bekir (r.a)'ın Rasûlullah (sav)'ın
arkadaşı olduğunu inkâr edecek olursa o kâfirdir, çünkü Kur'ân nassını
reddetmiş olur.
"Hiç şüphe
yok ki Allah bizimle beraberdir" buyruğu O, yardımı, riayeti, koruması ve
bizi gözetlemesiyle birlikte bizimle beraberdir demektir. Tirmizî ile el-Haris
b. Ebi Usame rivayetle şöyle derler: Bize Affân anlattı dedi ki, bize Hemmâm
anlattı dedi ki, bize Sabit, Enes'den haber verdi: Ebu Bekir kendisine anlatarak
şöyle dedi: Biz, mağarada bulunuyorken ben Peygamber (sav)'a şöyle dedim:
Onlardan birisi ayaklanna bakacak olursa (eğilip bak-salar) bizi ayaklarının
dibinde görecektir. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Ebu Bekir, üçüncüleri
Allah olan iki kişi hakkındaki kanaatin nedir."[234]
(Haris) el-Muhasibî
der ki: Yani, yardım ve savunma ile onlarla birlikte idi. Yoksa: "Öp
kişinin gizli fısıldanmaları olmasın ki, muhakkak O da onların dördüncüleri
olmasın" (el-Mücadele, 58/7) buyruğunda ifade ettiği gibi bütün insanlarla
birlikte olduğu şeklindeki umumî bir beraberlik türünden değildir. Bu buyruk,
yüce Allah'ın genel manada kâfirleri de mü'minîeri de gördüğünü, onların
sözlerini işittiğini ifade etmektedir.[235]
İbnü'l-Arabî der kî:
İmamiye Allah müstehaklarını versin- şöyle demektedirler: Ebu Bekir'in
mağaradaki üzüntüsü onun cahillik ve noksanlığına, kalbinin zayıflığına ve
ahmaklığına delildir.
İlim adamlarımız da
buna şöyle cevap vermişlerdir: Onun üzüldüğünün söz konusu edilmesi bir
eksiklik değildir. Nitekim Hz. İbrahim hakkında: "Onların bu hallerinden
hoşlanmadı ve kalbine bir korku girdi. Onlar: Korkma, dediler" (Hud,
11/70) buyruğu ile Hz. İbrahim'in bir eksik yanını ortaya koymadığı gibi, Hz.
Musa hakkında: "Musa içinde gizli bir korku buldu. Biz, korkma...
dedik" (Tâ-Hâ, 20/67-68); Hz. Lut hakkında da: "Korkma ve üzülme.
Muhakkak Biz seni ve aile halkını kurtaracağız' (el-Ankebût, 29/33)
buyruklarında da onların eksik görülmesini gerektiren bir taraf yoktur. İşte
bu büyük ve yüce peygamberlerin de içten içe böyle bir korku hissettikleri,
Fakat takiye yaptıkları (bu korkularını dışa vurmadıkları) nass ile sabit
olmaktadır. Ontann böyle bir şey duymuş olmaları yerilmelerine sebep değildir,
ontar için eksik görülmelerini gerektiren bir vasıf da değildir. Ebu Bekir
hakkında da aynı şey sözkonusudur. Diğer taraftan böyle bir korkunun Hz. Ebu
Bekir'de bulunmuş olması muhtemeldir. Çünkü o şöyle demişti: Eğer onlardan
birisi ayağının dibine bakacak olsa mutlaka bizi görürdü.
Bu iddiaya ikinci bir
cevap da şöyle verilir: Hz, Ebu Bekir'in tasalanması Peygamber (sav)'e
herhangi bir zarar ulaşabilmesi ihtimalinden korkmasından ötürü idi. Peygamber
(sav) henüz o sırada (düşmanlarından gelecek zarara karşı) masun (koruma
altında) değildi. Çünkü: "Allah insanlara karşı seni korur"
(el-Maide, 5/67) buyruğu Medine'de inmiştir.[236]
tbnü'l-Arabî der ki:
Ebu'l-Fedâil el-Muaddel bi2e dedi ki: Bize, Cemâlü'l-İslâm Ebu'l-Kasım şöyle
dedi: Musa (a.s): "Asla, muhakkak Rabbim benimle beraberdir. Bana doğru
yolu gösterecektir" (eş-Şuara, 26/62) dedi. Buna karşılık Muhammed (sav)
hakkında da: "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir"
dediğini bize aktardı. Allah'ın yalnızca Hz. Musa ile beraberliği sözkonusu
edildiğinden, ondan sonra arkadaşları irtidat etti. O, Rabbinin yanından geri
döndüğünde onların buzağıya tapmakta olduklarını gördü. Muhammed (sav)
hakkında ise: "Tasalanma, biç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir"
diye buyurduğu için de Hz. Ebu Bekir hayatı boyunca hidayet üzere muvahhid,
alim (hakkı bilen) imanında kat'i kararlı, emri yerine getiren bir kimse
kalmaya devam etti ve bu konuda ona en ufak bir sarsıntı yol bulamadı.[237]
Tirmizî, Nubayt b.
Şurayt yoluyla, o, Salim b. Ubeyd'den -ki, ashabdan-dır- şöyle dediğini rivayet
eder: Rasûlullah (say) bayıldı...[238]
Hadiste şu ifadeler de yer almaktadır. Muhacirler toplanıp istişare etmeye
koyuldular ve şöyle dediler: Haydi hep birlikte kardeşlerimiz Ensar'a gidelim.
Bu işe bizimle birlikte onları da dahil edelim. Ensar: Bizden bir emir, sizden
bir emir olsun, dediler. Bu sefer Ömer (r.a) şöyle dedi: Kimin bu üç özellik
gibi bir özelliği vardır ki: "O, ikinin ikincisinden ibaretti. O zaman
onlar mağaradaydılar. O vakit arkadaşı da: 'Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah
bizimle beraberdir' diyordu." Peki bu iki kişi kimlerdi? Daha sonra Hz.
Ömer elini uzatıp ona (Hz. Ebu Bekir'e) bey'at eni. Diğer insanlar da ona güzel
bir şekilde bey'at ettiler.[239]
Derim kî: İşte bundan
dolayı kimi ilim adamı şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: 'O, ilcinin ikincisinden
ibaretti. O zaman onlar mağaradaydılar'' buyruğunda Peygamber (savVdan sonra
halifenin Ebu Bekir es-Sıddîk olduğuna delâlet eden bir husus vardır. Çünkü
halife her zaman için ancak ikinci olan kişidir. Ben, hocamız İmam Ebu'l-Abbas
Ahmed b. Ömer'i şöyle derken dinledim: Ebu Bekir es-Sıddîk'a ikinin İkincisi
unvanının verilmesine hak kazanması, Peygamber (sav)'ın bu işi ilk olarak
yerine getirdiği gibi, ondan sonra Ebu Bekir'in bu işin sorumluluklarım
üstlenip yerine getirmesinden dolayıdır. Çünkü Peygamber (sav) vefat ettikten
sonra bütün Araplar irtidat etti, islâm ancak Medine, Mekke ve (Bahreyn'de bir
yer olan) Cuvâsa denilen yerde hakim kalabildi. Ebu Bekir, insanları İslâm'a,
davet etmeye ve tıpkı Peygamber (sav)'ın yaptığı gibi dine girmek hususunda
onlarla çarpışmaya koyuldu. İşte bu bakımdan ona "ikinin İkincisi"
denilmesine hak kazandı.
Derim ki: Sünnet-İ
seniyyede zahiri itibariyle onun Hz. Peygamberden sonraki halîfe olacağına
delâlet eden sahih hadisler de vârid olmuştur. Zaten bu hususla icma da
gerçekleşmiş ve onun halifeliğine muhalefet eden hiçbir kimse kalmamıştır.
Onun halifeliğine dil uzatanın lıatalı olduğu ve fasıklığı katidir. Acaba
kâfir olur mu, olmaz mı? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Zahir görünen onun
kâfir olacağıdır. Bu anlamda yüce Allah'ın İzniyle el-Feıh Sû-resi'nde,
(48/27-28. âyetler, 5. başlıkta) bu hususa dair daha geniş açıklamalar
gelecektir. Kitap, sünnet ve ümmetin ilim adamlarının sözlerinden kati olarak
anlaşılan, kalplerin ve gönüllerin iman etmesi gereken husus, Ebu Bekir
es-Sıddîk'ın bütün ashabtan daha faziletli olduğudur. Bu konuda ne Şianm
söylediklerine, ne de bid'at ehlinin söylediklerine aldırış edilmez. Çünkü onların
arasında ashabı tekfir edenler vardır. Böylelerinin boyunları vurulur. Kimisi
de bidatçi ve fasık kabul edilir, sözleri de makbul değildir.
Ebu Bekir es-Sıddîk'ten
sonra Ömer el-Faruk, ondan sonra da Osman (r.a)'ın halifeliği sözkonusudur.
Buhârî, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder,: Bizler, Rasûlullah (sav)
döneminde insanların arasında kimin hayırlı olduğunu görüşürdük. Önce Ebu
Bekir'i en hayırlılar arasında kabul eder, sonra Ömer, sonra Osman gelir
derdik.[240]
Selef ehlinin
imamlarının, Hz. Osman ile Hz. Ali'nin hangisinin daha faziletli olduğu
hususunda farklı görüşleri vardır. Onların çoğunluğu (cumhur) Hz. Osman'ın önce
geldiğini kabul eder. Malik'ten ise bu hususta görüş beyan etmekten kaçındığı
rivayet edilmektedir. Yine ondan, bu hususta cumhurun kanaatine döndüğü de
rivayet edilir. Yüce Allah'ın izniyle daha sahih olan görüş budur.[241]
"Allah ona
seklnetini indirmiş..." buyruğu İle ilgili iki görüş vardır. Birincisine
göre bu sekînet Peygamber (sav)'a indirilmiştir. İkincisine göre ise Hz. Ebu
Bekir'e. tbnü'l-Arabî der ki: İlim adamlarımız daha kuvvetli olan görüş budur
derler. Çünkü Hz. Ebu Bekir kendilerini izleyenlerin Peygamber (sav)'a bir
zarar vereceklerinden korkmuştu. Allah da Peygamber (sav)'i güvenliği altına
alıp Ebû Bekir'e sekînetini indirmiş, buna bağlı olarak tedirginliği sükûn
bulmuş, korkusu gitmiş ve güvenliğe erişmişti. Şanı yüce Allah orada bir ot
bitiriverdi ve bir güvercine de yuva yapma ilhamını verdi. Örümceğe de ilham
vererek onun üzerine bir ağ dokudu. Maddeten ve zahiren bu askerler ne kadar
zayıf, fakat batınen ve mana itibariyle ne kadar güçlüdürler. İşte bu bakımdan
Peygamber (sav) Hz. Ömer'e, Hz. Ebu Bekir ile tartışması üzerine şöyle
buyurmuştur: "Benim bu arkadaşımı bana bırakmayacak mısınız? Bütün
insanlar yalan söyledin, dediler Ebu Bekir ise: Doğru söyledin dedi." Bu
hadisi Ebu'd-Derdâ rivayet
[242]etmiştir.[243]
"Onu
göremediğiniz ordularla desteklemiş" buyruğunda kastedilenler meleklerden
ordulardır. Yüce Allah'ın: "Onu desteklemiş" buyruğundaki zamir de
Peygamber (sav)'a aittir. İki zamir (.yani bu ve bundan önceki-, "ona
sekînetini" buyruğundaki zamir) ayrı yerlere racidir. Bu, gerek Kuran-ı Kerimde,
gerek de Arapçada çokça kullanılan bir husustur.
"Kâfirlerin
sözünü alçaltmıştr yani, şirk sözünü aşağılamıştı. "Allah'ın kelimesi ise
o en yüce olandır" buyruğundaki "Allah'ın kelimesi"nden
kastın:"Lâ ilahe illallah" olduğu söylendiği gibi, zafer vadi olduğu
da söylenmiştir.
el-A'meş ve Yakub;
"Allah'ın kelimesi" buyruğundaki "yuvarlak te"yi nasb ile
okumuş ve âmili" Kılmıştır" diye takdir etmiştir. Diğerleri ise
istinaf (yeni bir cümle) olmak üzere ref ile okumuşlardır. ei-Ferra nasb İle
kıraatin uzak bir ihtimal olduğunu iddia ederek şöyle demiştir: Çünkü
kişi"Filan kişi babasının kölesini azad etti" der, buna karşılık;
"Filanın babasının kölesini azad etti)," demez. Ebu Hatim de buna
yakın bir ifade kullanmıştır. (el-Ferra) devamla der ki: Bu durumda (yani nasb
olsaydı):"Onun kelimesi ise o en yüce olandır" demek gerekirdi.
en-Nehhâs der ki: el-Ferra'nin sözünü ettiği bu husus âyet-i kerimeye benzememektedir.
Ama ona Sibeveyh'in naklettiği gu beyit benzemektedir:
"Görmüyorum
ölümü, ölümü birşeyin geçtiğini
ölüm varlık sahibinin
de fakirin de hevesini kursağında bırakmıştır."
Bu ifade güzeldir,
bunda anlaşılmayacak bir taraf yoktur. Şu kadar var ki mahir nahivciler şöyle
derler: Böyle bir durumda zamir kullanmayarak ismin tekrar edilmesinin bir
faydası vardır. O da bu isimde tazim manası bulunmasıdır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: Yer kendine ait şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman.
Ve yer içindeki ağırlıklarını dışarıya çıkardığında..." (ez-Zilzal,
99/1-2) Bunda da anlaşılmayacak birşey yoktur.
"Kelime"nin
çoğulu; ) şeklinde gelir. Temimliler ise bunu; şeklinde "kef" harfi
esreli olarak kullanırlar. el-Ferrâ kelimenin şekillerinde olmak Ü2ere; üç ayrı
söylenişinin olduğunu nakletmektedir. Tıpkı; Karaciğer ve altınpara gibi.
aynı şekilde bîr kasidenin tamamı anlamına da gelir. Bu açıklamaları da
el-Cevherî yapmıştır.[244]
41.
Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın. Ve Allah yolunda mallarınızla,
canlarınızla clhad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başltk halinde sunacağız:[245]
Süfyan, Husayn b.
Abdurrahman'dan, o, Ebu Malik el-Gıfarî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir;
Tevbe Sûresi'nden ilk nazil olan; "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa
çıkın" âyetidir. Ebu'd-Duha da böyle demiştir. (Ayrıca) dedi ki: Sonra
onun ilk bölümleri, daha sonra da sonraki bölümleri nazil oldu.[246]
Yüce Allah'ın:
"Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın" buyruğunda-ki;"
Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak" ifadesi hal olarak nasb edilmiştir.
Bunun açıklaması ile
ilgili on görüş vardın
1- İbn
Abbas'dan nakledildiğine göre, yüce Allah'ın: "Küçük küçük birlikler
halinde savaşa çıkın" (en-Nisa, 4/71) buyruğunu birbirinden ayrı askeri
birlikler halinde savaşa çıkın diye açıklamıştır.
2- Yine İbn
Abbas ve Katade'den gönül hoşluğuyla isteyerek ve İstemi-yerek diye
açıkladıkları rivayet edilmiştir.
3-
Ağırlıksızdan kasıt zengin, "ağırlıklı"dan kasıt da fakirdir,
denilmiştir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.
4-
"Ağırlıksız"dan
kasıt genç, "ağırlıklıdan kasıt da yaşlıdır. Bu açıklamayı da el-Hasen
yapmıştır.
5- Zeyd b.
Ali ve el-Hasen b, Uteybe meşgaleniz bulunsun yahut buiun-masın diye
açıklamışlardır.
6-
Ağırlıklıdan kasıt bakmakla yükümlü olduğu çoluk.çocuğu bulunan, ağırlıksız da
çoluk çocuğu bulunmayan kimse demektir. Bu açıklamayı da Zeyd b. Eşlem
yapmıştır.
7-
Ağırlıklıdan kasıt, bir kimsenin bırakmak istemediği ve bırakması halinde de
zarar göreceği varlığı bulunan, ağırlıksızdan kasıt ise böyle bir varlığı
bulunmayan kimse demektir. Bu açıklamayı da ibn Zeyd yapmıştır.
8-
Ağırlıksızdan kasıt piyadeler, ağırlıklıdan kasıt da süvarilerdir. Bu açjk-1
amayı da el-Evzaî yapmıştır.
9-
Ağırlıksızdan
kasıt, ordunun öncü birlikleri olarak savaşa öncelikle katılanlar,
ağırlıklılardan kasıt ise ordunun tamamıdır.
10- Ağırlıksızdan kasıt kahraman kimse,
ağırlıklıdan kasıt ise korkak kimsedir. Bu açıklamayı da en-Nekkâş
nakletmiştir.
Âyet-i kerimenin
anlamı ile ilgili doğru açıklama da şudur: İnsanlar toptan savaşmakla emr
olunmuşlardır. Yani, savaş kastı ile hareket size ister ağır gelsin, ister hafif
gelsin topluca savaşa çıkınız demektir.
Rivayete göre İbn Um
Mektum Rasûlullah (sav)'ın huzuruna gelmiş ve: Be-nim savaşa çıkmak görevim var
mıdır diye sorunca, Hz. Peygamber de: "Evet" diye buyurdu. Daha sonra
da yüce Allah'ın: "Ama'ya (savaşa çıkmamak hususunda) vebal yoktur"
(el-Feth, 48/17) buyruğu nazil oldu.
Bütün bu açıklamalar
aslında; "ağırlıklı ve ağırlıksız oluş" hususunda örnek sunmak
kabilindedir.[247]
Bu âyet-i kerimenin
hükmü hususunda farklı görüşler vardır. Bunun, yüce Allah'ın: "Zayıflara,
hastalara... bir günah yoktur" (et-Tevbe, 9/9D buyruğu ile nesli olduğu
söylendiği gibi, bu âyet-î kerimeyi nesh edenin: "Onların herbir
topluluğundan bir kesim de... kalmalı değil miydi" (et-Tevbe, 9/122) âyeti
olduğu da söylenmiştir. Ancak, doğrusu bu âyet-i kerimenin nesh olmadığıdır.
İbn Abbas, Ebu
Talha'dan yüce Allah'ın: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa
çıkın" buyruğu hakkında; genç ve yaşlılar olarak çıkın. Allah bu hususta
hiçbir kimsenin mazeretini kabuİ etmemiştir; dediğini rivayet etmektedir. Bunun
üzerine Şam'a çıkıp gitmiş ve vefat edinceye kadar cihad etmişti. Yüce Allah
ondan razı olsun.
Hammad da Sabit ile
Ali b. Zeyd'den, o, Enes'den rivayet ettiğine göre Ebu Talha, Tevbe Sûresi'ni
okumaya başlamış ve şu: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa
çıkın" âyetine gelince, ey oğullarım, demiş. Haydi beni savaşa çıkmak
üzere donatın, beni donatın, demiş. Oğullan ona: Allah sana merhamet ihsan
etsin. Sen Peygamber (sav) ile birlikte vefat edinceye kadar gazada bulundun.
Ebu Bekir ile vefat edinceye kadar, Ömer'le de vefat edinceye kadar gazada
bulundun. Senin yerine biz gazaya gideriz, dediyseler de o: Hayır beni
donatınız, demişti. Bunun üzerine bir deniz savaşına katıldtve denizde öldü.
Kendisini gömecekleri bir adaya ancak yedi gün sonra ulaşabildiler. Onu orada
defnettiler. Cesedinde hiçbir değişiklik olmamıştı.
Tahen de Hıms'da
el-Mikdâd b. el-Esved'İ sarraflardan birisinin sandığı (ka-sasu üzerinde
oturmuş ve şişmanlığından dolayı da bu kasanın üzerinden taşmış olduğu halde,
savaş için hazırlanırken gören kimselerden isnadını kaydederek; ona: Allah
senin mazeretin dolayısıyla savaşa katılmamana izin vermiştir, denilince o:
"Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın" buyruğunun içinde yer
aldığı, savaşa akan birliklerin sözkonusu edildiği sûreyi okumuş bulunuyorum,
diye cevap vermişti.
ez-Zührî de der ki:
Said b. el-Müseyyeb gözlerinden birisi kör olduğu halde gazaya çıktı.
Kendisine: Sen hastastn denilince, o da şöyle cevap vermişti: Allah ağırlıklı
olanın da ağırlıksız olanın da savaşa çıkmasını istedi. Savaşmak imkânını
bulamasam dahi, müslümanların sayısını artırırım, geride bırakacakları
eşyalarını korurum.
Yine rivayet
olunduğuna göre savaşçılardan birisi, Şam'daki gazalardan birisinde bir adamın yaşlılıktan
ötürü kaşlarının gözleri üzerine çöktüğünü görmüş, ona: Amcacığım Allah seni
mazur görmüştür deyince, ona: Yeğenim, biz ağırlıklı ve ağırlıksız olarak
savaşa çıkmakla emrolunduk, diye cevap vermiştir.
tbn Um Mektum -Allah
ondan razı olsun; ki adı Amr'dır- Uhud günü şöyle demişti: Ben, gözü görmeyen
bir kimseyim. O bakımdan sancağı bana testim ediniz. Çünkü sancağı taşıyan
geri dönecek ve kaçacak olursa ordu da bozguna uğrar. Ben ise kimin kılıcıyla
üzerime geldiğinin farkına varamam. O bakımdan da yerimden ayrılmam. Ancak,
önce de Âl-i İmran Sûresi'nde (3/152. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere
müslümanların sancağını ogün Mus'ab b. Umeyr almtştı.
işte bu ve buna benzer
ashab-ı kiram ve tabiînden gelen rivayetler dolayısıyla bu âyet hakkında nesh
iddiasının sahih olamayacağını söyledik. Diğer taraftan herkesin savaşa
çıkmasını gerektiren bir durumun varlığı da söz-konusu olabilir ki, bunu da bir
sonraki başlıkta ele alacağız.[248]
Topyekûn savaş
düşmanın İslâm topraklarının bir bölümüne galip gelmesi, yahut da müslüman
topraklarının içlerine girmesi suretiyle cihadın farz-ı ayn olması halinde
sözkonusıı olur. Bu durum ortaya çıkacak olursa, o bölgede yaşayan ağırlıklı
ağırlıksız, genç yaşlı herkesin kendi gücü oranında savaşa çıkması vacib
(farz) olur. Babası bulunan kimsenin babasından izin aİ-masma gerek olmaksızın
çıkar, babası olmayan da savaşa çıkar. Çıkmaya gücü yeten ister savaşabilecek
kimse olsun, isterse savaşçıların sayısını artırmak şeklinde olsun hiçbir kimse
savaştan geri kalamaz. Eğer o bölge halkı düşman larma karşı koymaktan âciz
düşecek olurlarsa onlara yakın ve komşu olanların da o belde halkının
yükümlülüğünün aynısı ile savaşa çıkmaları gerekir. Ve bu husus onların
düşmana karşı durabilecek ve kendilerini savunabilecek hale geldiklerini
bilinceye kadar böylece devam eder. Düşmanlarına karşı zayıf olduklarını bilen
ve kendilerine yetişip de onlan kurtarabilme imkânını elde edeceğini zanneden
herkesin de onlarla birlikte savaşmak üzere yanlarına gitmesi gerekir. Çünkü
bütün müslümanlar kendilerinin dışında kalanlara karşı tek bir eldirler.
Düşmanın girip istila
ettiği bölge halkı düşmana karşı gerekli savunmayı yapabilip düşmanı safdışı
bıraktığı takdirde, bu cihad farzı da diğerlerinden sakıt olur. Eğer düşman
dar-ı İslama yaklaşıp da oraya girmeyecek olursa, yine o bölge müslumanlarının
düşmana karşı çıkmaları gerekir. Tâ ki Allah'ın dini üstün gelsin, İslâm diyan
korunsun, himaye edilmesi gerekenler himaye edilsin ve düşman küçük
düşürülsün. Bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur.
Cihadın vacib olan bir
diğer şekli de şudur: İslâm devlet başkanı olan imamın, her yit bir defa
düşmanın üzerine bir bölümü gaza yapmak üzere göndermesi farzdır. Bunlarla
kendisi de ya bizzat çıkar yahut güvendiği kimseyi onlarla beraber gönderir.
Bunu da onları İslâm'a davet etmek ve İslâm'a girmelerini teşvik etmek için
yapar, onların eziyetlerini önlemek, onlar üzerinde Allah'ın dininin
üstünlüğünü sağlamak kastıyla yapar. Bu da İslâm'a girinceye, yahut da elleriyle
cizyeyi verecekleri vakte kadar böylece devam eder.
Kimi cihad şekli de
nafiledir. Bu da imamın ardı arkasına değişik kesimleri savaşa göndermesi ve
düşmanın gafil oldukları vakitlerde ve fırsat bulunacağı zamanlarda askerî
birlikler göndermesi, saldırılarından korkulan yerlerde ribatlar ile onları
gözetlemesi ve İslâm'ın gücünü izhar etmesi şeklindedir.
Herkes görevini gereği
gibi yerine getirmeyecek olursa, tek bir kişi ne yapar şeklindeki sorunun
cevabı da bir sonraki başlıktadır.[249]
Böyle bir somya şu
şekilde cevap verilir: Bu durumda kişi tek başına bir esirin fidyesini ödeyerek
onu esirlikten kurtarır. Çünkü o, (müslüman) bir esirin fidyesini ödeyecek
olursa, o tek kişi hakkında müslümanlar topluluğu arasında bir ferd olarak
ödemesi gereken miktardan daha fazlasını ödemiş olur. Çünkü bütün zenginler
esirlerin fidyesini aralarında paylaştıracak olurlarsa, onlardan herbirisinin
ödeyeceği miktar bir dirhemi bile bulmaz. Yine böyle bir kişi bu durumda eğer
gücü yetiyorsa bizzat gazaya çıkar. Aksi takdirde bir gaziyi donatır. Çünkü
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir gaziyi donatırsa bizzat
gazaya çıkmış gibidir. Her kim o gazinin aile halkını hayır ile gözetir
(işlerini görür) ise o da gaza etmiş olur.[250] Bu
hadisi sahih kaynaklar rivayet etmişlerdir.
Bunun böyle olmasının
sebebi onun tek başına (bundan daha ileri) bir fayda sağlayamaması ve matının
da (bütün ihtiyaçlara) yeterli gelememesidir.[251]
Rivayet edildiğine
göre, hükümdarlardan birisi hiç bir esiri hapse atmamak üzere kâfirlerle
antlaşmiş idi. Müslümanlardan bir kişi de kâfirlerin yurdundan içeri girmiş
idi. Kapısı kilitlenmiş bir evin yanından geçerken bir kadın ona: Ben burada
esirim, sen benim durumumu ilgili arkadaşına bildir diye seslenmiş. Bu adam o
hükümdar ile bir araya gelip de ona yemek ikram edip karşılıklı konuştukları
bir sırada nihayet bu esir edilen ve azap gören kadının durumunu anlam. Adam
sözlerini tamamlar tamamlamaz hükümdar ayakları üzerine dikildi ve derhal
gazaya çıktı. Sözü geçen o sınırdaki şehrin üzerine yürüdü, esir kadını
kurtardı ve o yeri ele geçirdi -Allah ondan razı olsun-.
Bu olayı İbnü'l-Arabî
zikrettikten sonra şunları da söylemektedir: Düşman -Allah onun belini kırsın-
527 yılında bizim şehrimize hücum etti. Yurdumuzu istila etti, hayırlılarımızı
esir aldı. Kalabalığının çokluğundan dolayı herkesi dehşete düşüren büyük
sayıdaki askerleriyle ülkemizin tâ ortasına kadar geldi. Her ne kadar
sayısının ne olduğu bildirilmediyse de sayılan çoktu. Ben, valiye de onun
yönetimi altında bulunanlara da şöyle dedim: İşte Allah'ın düşmanı artık
tuzağa ve ağa düşmüş bulunuyor. Haydi sizin de bir bereketiniz görülsün ve siz
de sizin için mutlaka yerine getirilmesi gereken dinin yardımına koşmanız İçin
sizde bir hareket olsun. Bütün insanlar hiçbir yerde hiçbir kimse kalmamak
üzere düşmana karşı çıksın ve etralî iyice kuşatılsın. Allah bu konuda size
kolaylık verecek olursa, kaçınılmaz olarak düşman helak edilecektir. Ancak
günahlar galip geldi ve masiyetlerle kalpler titredi. Her bir kişi komşusunun
tuzağa düşürülmekte olduğunu görse dahi kendi inine çekilen bir tilki
oluverdi. İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn. Allah bize yeter, O ne güzel
vekildir![252]
"Ve Allah yolunda
mallarınızla, canlarınızla cihad edin" buyruğu ise, cihad emrini
vermektedir. Cihad ise (çaba, gayret anlamına gelen): Cehd'den türemiştir.
Ebû Dâvûd, Enes'den
rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Müşriklerle
mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz."[253]
İşte bu, cihadın Allah
nezdindeki en mükemmel ve en faydalı şeklini açıklamaktadır. Bununla Hz,
Peygamber en mükemmel nitelikleriyle cihada teşvikte bulunmaktadır. Mallarla
cihadı öncelikle sözkonusu etmiştir. Çünkü cihad için gerekli hazırlıklar
sırasında ilk harcanan, feda edilen şey odur. O bakımdan Hz. Peygamber bu
cihad işinde sıralamayı göz önünde bulundurarak bu sıra ile sözkonusu
etmiştir.[254]
42.
Eğer
yakın bir menfaat, orta yollu bir yolculuk olsaydı, elbette arkandan
gelirlerdi. Fakat, bu kadar uzun bir mesafeyi katet-mek onlara ağır geldi.
"Gücümüz yetseydi herhalde biz de sizinle beraber çıkardık" diye Allah'a
yemin edeceklerdir. Kendilerini helake sürüklüyorlar. Onların muhakkak yalancı
olduklarını Allah biliyor.
Peygamber (sav) Tebûk
gazvesinden döndükten sonra Allah bir takım kimselerin münafıklıklarını ortaya
koydu.
“Menfaat"
dünya menfaatlerinden kişinin karşısına çıkan, arız olan şeyler demektir. Bunun
anlamı, yakın bir mesafede elde edilecek ganimet... demektir. Yüce Allah, eğer
onlar bir ganimet elde etmek için çağırılacak olsatardı mutlaka peygamberine
tabi olacaklarını haber vermektedir.
"Bir menfaat"
kelimesi, "...di" kelimesinin haberi, "Yakın" da bu
menfaatin sıfatıdır. "Orta yollu bir yolculuk" ifadesi ona
atfedilmiştir....dı'nın isminin hazfedilmesi ise ifadenin ona delâlet
etmesinden dolayıdır.
İfadenin takdiri de
şöyledir: Eğer davet olundukları (ki bu sözü geçen kâ-ne: ...dı'nın ismidir)
yakın bir menfaat ve orta yollu bir yolculuk -yani, yollan bilinen ve kolay
bir yolculuk- olsaydı, elbette senin arkandan gelirlerdi.
Burada belirttiğimiz
gibi zamir ile kastedilenler münafıklardır. Çünkü onlar da savaşa çıkmak emrine
muhatap olan topluluk arasında idiler. Arap dilinde böyle bir kullanım vardır.
Araplar önce bir topluluğu sözkonusu ederler, sonra da o topluluğun bir
bölümüne ait zamir kullanırlar. Nitekim yüce Allah'ın: "Aranızdan ona uğramayacak
hiçbir kimse yoktur" (Meryem, 19/71) buyruğunda zamir ile kastedilenin
kıyamet olduğu söylenmiştir. Daha sonra yüce Allah: "Bundan sonra
sakınanları kurtarırız. Zalimleri orada dizleri üzerine çökmüş olarak
terkederiz" (Meryem, 19/72) diye buyurmaktadır. Burada da yüce Allah
"orada" ile cehennemi kastetmektedir. Sün-net-İ seniyyeden mana
itibariyle bu âyet-i kerimenin bir benzeri de Hz. Peygamberin: "Onlardan
herhangi bir kimse yağlı bir kemik yahut da güzel iki koyun ayağı (paçası)
bulacağını bilse, hiç şüphesiz yatsı namazında hazır bulunurdu"[255]
buyruğudur. Şunu söylemek istiyor: Eğer onlardan herhangi birisi peşinen ele
geçireceği ve hazırda bulunan bir şey bulunduğunu bitecek olsa, bu maksatla
şüphesiz mescide gelirdi.
"Fakat bu kadar
uzun bir mesafeyi katetmek onlara ağır geldi." Ebu Libeyde ve başkaları,
"uzun mesafe" anlamındaki "eş-Şukka" kelimesinin uzak bir
yere yolculuk yapmak demek olduğunu nakletmişlerdir.
Bütün bunlarla
kastedilen Tebûk gazvesidir. el-Kisaî'nin naklettiğine göre bu kelime,
"şukka" ve "şikka" şekillerinde de kullanılır. el-Cevherî
der ki: Ötreli olarak "şukka" söyleyişi elbiseler hakkında kullanılır
Yine aynı kelime uzak yolculuk demektir. Kimi zaman bu kelime
"şikka" şeklinde de kullanılır. Bu kullanılış tahta yahut kereste
gibi şeylerden çıkan ince parçalar, kıymıklar anlamında da kullanılır. Kızmış
bir kimse için;"( izi, o)Alabildiğine kızdı ve ondan bir şikka (kızgınlık
alevi) uçtu" denilir.
"Gücümüz
yetseydi" yani, eğer bizim de binek ve rnal sahibi olabilecek kadar
elverişli durumumuz olsaydı "herhalde biz de sizinle beraber çıkardık
diye Allah'a yemin edeceklerdir." Burada sözü geçen
"güçyetirme"nin
bir benzeri de şu
buyrukta yer almaktadır: "Ona bir yol bulabilenlerin Beyt-'i haccetmesi
Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." (Âl-i tmran, 3/97) Peygamber
(sav) bunu açıklayarak: "(Güç yetirebilmek) azık ve binektir" diye
buyurmuştur.[256] Buna dair açıklamalar
daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Kendilerini"
yalan ve münafıklıkla "helake sürüklüyorlar." Bu şekilde mazeret
göstermelerinde "onların muhakkak yalancı olduklarını Allah biliyor."[257]
43. Allah
affetsin seni. Doğru söyleyenler senin için belli oluncaya ve sen yalancıları
bilinceye kadar niçin onlara İzin verdin?
Yüce Allah'ın;
"Allah affetsin seni... niçin onlara izin verdin" buyruğunun yeni
bir söz başlangıcı olduğu söylenmiştir. "Allah seni ıslah etsin, seni
aziz kılsın, sana rahmet buyursun. Şu şu oldu" demeye benzer. Bu
açıklamaya göre yüce Allah'ın: "Allah affetsin seni" anlamındaki;
buyruğu üzerinde vakıf (durak) yapmak güzel olur. Bunu Mekkî, el-Mehdevî ve
en-Nehhas nakletmiştir.
Yüce Allah, Hz.
Peygamber'e korku ve sabırsızlıktan dolayı kalbi rahatsızlanmasın diye
günahını sözkonusu etmeden affettiğini haber vermektedir.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir; Onlara izin vermekten ötürü günahını Allah affetmiştir. O
takdirde bu buyruk üzerinde vakfetmek güzel olmaz. Bunu da el-Mehdevî
nakletmiş, en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir.
Burada sözü geçen
"izin" ile ilgili iki görüş ileri sürülmüştür.
Birinci görüşe göre
seninle birlikte savaşa çıkmaları hususunda "niçin onlara izin
verdin" demektir. Çünkü onların gerekli hazırlıkları yapmaksızın ve samimi
bir niyetleri bulunmaksızın savaşa çıkışları bir bozgunculuk (fesat )dır.
İkinci görüşe göre
ise, onlar bir takım mazeretler ileri sürünce, oturmaları için "niçin
onlara izin verdin" anlamındadır.
Bu iki açıklamayı
el-Kuşeyrî sözkonusu ettikten sonra şöyle der: Bu, oldukça lütufkârane bir
sitemdir. Çünkü "Allah affetsin seni" diyerek başlamıştır. Hz.
Peygamber de bu hususta nazil olmuş bir vahiy bulunmaksızın onlara izin
vermişti.
Katade ve Amr b.
Meymun derler ki: Peygamber (sav) emrotunmaksızın iki iş yapmıştır: Birisi
kendisiyle birlikte savaşa çıkmayıp geride kalmaları için münafıklardan bir
kesime izin vermesi, halbuki vahiy olmaksızın herhangi bir iş yapmaması
gerekirdi. Diğeri ise, (Bedir) esirlerinden fidye almasıdır. İşte Kur'an-ı
Kerim'in ilgili buyruklarında duyduğunuz şekilde bundan dolayı AJlah ona
serzenişte bulunmuştur.
Kimi ilim adamı da
şöyle demektedir: Hz. Peygamberin acele edip yaptığı bu işler, evlâ olanı
terketmekten ibaretti. O bakımdan yüce Allah sitem şeklindeki hitaptan önce onu
affettiğini belirtmektedir.
"Doğru
söyleyenler senin için belli oluncaya ve sen yalancıları bitinceye
kadar..." buyaığu da, ileri sürdüğü mazeretinde doğru söyleyen ile münafıklık
edeni birbirinden ayırt edinceye ve açıkça ortaya çıkıncaya kadar...demektir.
İbn Abbas der ki: Rasûlullah (sav.) o gün münafıkları şahıslanyla tanımıyordu.
et-Tevbe Sûresi'nin nüzulünden sonra şahıslanyla onları tanımış oldu.
Mücahid der ki:
Bunlar: Cihada çıkmayı; oturmak hususunda izin istiye-lim. Bize izin verirse
otururuz. İzin vermeyecek olsa bile yine otururuz, diyen kimselerdi .
KaCade de der ki: Yüce
Allalı bu âyet-i kerimeyi en-Nur Sûresi'nde yer alan: "Bazı işleri için
senden izin istediklerinde onlardan kime istersen izin ver" (en-Nur,
24/62) buyruğu ile nesh etmiştir. Bunu en-Nehhâs, "Meâni'l-Kur'ân'' adlı
eserinde zikretmektedir.[258]
44. Allah'a
ve âhiret gününe İman edenler mallarıyla, canlarıyla ci-had etmelime) konusunda
senden izin İstemezler. Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir.
45. Ancak
Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp de kendileri
şüphelerinin İçinde bocalayıp duran kimseler senden izin isterler.
"Allah'a ve
âhiret gününe iman edenler" oturmak ve cihada çıkmamak hususunda
"...senden İzin istemezler." Aksine bunlar, kendilerine herhangi bir
hususu emredecek olursan, hemen onu yerine getirmeye çalışırlar.
İşte b,öyle bîr
zamanda mazereti bulunmaksızın savaşa çıkmamak üzere izin istemek, münafıklığın
alâmetlerinden idi. Bundan dolayı yüce Allah: "Ancak Allah'a ve âhiret
gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp de kendileri şüphelerinin İçinde
bocalayıp duran kimseler senden İzin İsterler" diye buyurmaktadır.
Ebû Dâvûd, İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: "Allah'a ve âhiret gününe iman
edenler... senden izin İstemezler" âyetini, en-Nûr Sûresi'nde yer alan:
"Mü'minler ancak a kimselerdir ki onlar Allah'a ve Resülüne
iman ederler...
Muhakkak Allak mağfiret edendir, Rahimdir'' {en-Nur, 24/62) âyeti nesh
etmiştir.[259]
"Cihad
etme(me)" buyruğu, ez-Zeccâc'a göre takdiri ile nasb mahallindedir. (Bu
takdire göre anlam: Cihad etme(me) hususunda senden izin istemezler, şeklinde
olur). İfadenin takdirinin: "Cihad etmekten hoşlanmadıkları için..."
şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:" Allah yanılırsınız
(yanılmayasınız) diye size açıklıyor" (en-Nisa, 4/176) buyruğu gibi.
"Kalpleri"
din hususunda "şüpheye düşüp de kendileri şüphelerinin İçinde bocalayıp
duran" yani, şüpheleri içinde gidip gelen, kararsız kalan "kimseler
senden izin isterler."[260]
46. Eğer
onlar çıkmak İsteselerdi elbet bunun İçin bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah
onların çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu ve: "Oturanlarla
beraber oturun" denildi.
"Eğer onlar
çıkmak isteselerdi elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı" yani, cihada
çıkmak isteselerdi yolculuk için gerekli hazırlıkları yaparlardı. İşte onların
hazırlık yapmayışlan savaştan geri kalmak istediklerinin delilidir.
"Fakat Allah
onların" seninle birlikte cihada "çıkmalarını çirkin gördü de
kendilerini" seninle birlikte çıkmaktan "alıkoydu" ve onların,
senin yardımına koşmalarına fırsat vermedi. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Eğer
oturmak için bize izin vermeyecek olursa, biz de mü'minler aliyhine başkalarını
kışkırtır ve fesat çıkartırız. Buna da bundan sonra: "Eğer onlar sizinle
birlikte çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka birşey yap-mazlar...
dt" (et-Tevbe, 9/47) buyruğu delil teşkil etmektedir.
"Ve; Oturanlarla
beraber oturun, denildi." Bir görüşe göre bu onların birbirlerine
söyledikleri bir sözdür. Diğer bir görüşe göre ise bu, Peygamber (sav)ın
sözlerindendir. O takdirde bu daha önce kendisinden söz edilen Hz. Peygamberin
verdiği izin demek olur. Bir diğer görüşe göre Peygamber (sav) bu sözü onlara
kızgınlıkla söylemiş, onlar da lafzın zahirini kabul ederek: Peygamber bize
izin vermiş bulunuyor, demişlerdi. Bir diğer görüşe göre bu, onların savaşa çıkmayıp
yardımdan uzak kalmalarını ifade eder. Yani, yüce Allah onların kalplerine
oturma duygusunu yerleştirdi. "Oturanlarla beraber" buyruğu ise,
hastalık sahibi, kör, kötürüm, kadın ve çocuklarla beraber oturun, demektir.[261]
47. Eğer
onlar aranızda çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey
yapmazlar, aranıza fitne sokmak kastıyla muhakkak koşarlardı. Aranızda onlara
kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri çok iyi bilendir.
"Eğer onlar
aranızda çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar...
di" buyuruğu münafıkların geride kalıp mü'minlerle birlikte çıkmamaları
dolayısıyla mü'minlere bir tesellidir.
"Şer ve fesad;
bozgunculuk, laf taşımak (koğucuhık) ve ayrılıklar tohumunu ekip yalan
şayialar çıkartmak" demektir. Bu kelime burada mun-katı' bir istisnadır.
Yani, onlar sizin gücünüzü artırmazlardı. Bunun yerine şer ve fesat çıkartmaya
çalışırlardı, demektir.
Bir diğer açıklamaya
göre mana şudur: Onlar, İçinde bulundukları mütereddit görüşleriyle sizin
ancak şer ve fesadınızı artırırlardı. O takdirde istisna munkatı' olmaz.
"Aranıza fitne
sokmak kastıyla muhakkak koşarlardı" yani, aranızı bozmak için çabucak
harekete geçerlerdi. "Koşmak, hızlıca yürümek" demektir. Nitekim
recez vezninde şair şöyle demektedir:
"Keşke onda ben
bir genç delikanlı olsaydım Ve orada hızlıca koşup gidip gelseydim."
Deve koşup ve hızlıca
yürüyüp yol aldığı vakit denilir. Bunun “ Onu
bıraktım" demektir.ın kısmen hızlı yürümeyi ifade eden; şeklindeki
yürüyüş olduğu da söylenmiştir.
"Aranıza"
kelimesinin "ara" anlamına gelen; ise; iki şey arasındaki aralık
demektir. Bunun çoğulu, şeklinde gelir ki bu da saflar arasındaki aralık ve
boşluk manasına gelir.
Yani onlar (sizinle
birlikte çıkmış olsalardı) laf alıp götürmek ve aranızı bozmak suretiyle sizi
birbirinizden uzaklaştırırlardı.
"Aranıza fitne
sokmak kastıyla" anlamındaki buyruk ikinci bir mef uldür. Yani onlar sizin
fitneye düşmenizi de arzu ediyorlardı. Bu da aranızın bozulmasını ve bir
birinize karşı kışkırtmayı istiyorlardı, demektir. Burada sözü geçen
"fîtne"nin şirk manasına geldiği de söylenmiştir.
"Aranızda onlara
kulak verecekler de vardır." Yani, aranızda sizden haberler alıp onlara
taşıyacak casuslar vardır. Kata de: Aranızda onların sözlerini kabul ile
karşılayan, onlara itaat eden kimseler vardır diye açıklamıştır. en-Nehhâs der
ki: Birinci görüş daha uygundur. Çünkü, "Kulak verenin iki anlamından
daha çok kullanılan manası, sözü işiten, ona kulak veren kimse demektir. Yüce
Allah'ın: "Yalana çokça kulak verenler" (el-Maide, 5/42.1 buyruğu da
buna benzemektedir. İkinci görüşün işaret ettiği manayı İfade etmek için İse,
hemen hemen; "Dinleyen" kelimesinden başkası kullanılmaz.[262]
48.
Andolsun
ki, onlar bundan önce de fitne aramışlar, sana karşı bir takım ister çevirmişlerdi.
Nihayet hak geldi ve onlar İstemedikleri halde Allah'ın emri üstün geldi.
"Andolsun ki,
onlar bundan önce de fitne aramışlar..." Yani, onlar durumları açığa
çıkmadan ve gizledikleri hususlara ve ileride yapacakları şeylere dair vahiy
inmeden önce de fesat çıkarmak ve kötülük yapmak istemişlerdi.
İbn Cüreyc der ki: Bu
buyruğuyla yüce Allah münafıklardan oniki kişiyi kastetmektedir. Bunlar Akabe
gecesi Peygamber (sav)Ve suikast yaparak öldürmek için Seniyetü'1-Vedâ denilen
yerde pusu kurmuşlardı.
"Sana karşı da
birtakım işler çevirmişlerdi." Yani onlar, senin getirdiğin valiyi
çürütmek hususunda çeşitli görüşler ortaya atmış, işler çevirmişlerdi.
"Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah'ın emri" yani
O'nun dini "üstün geldi."[263]
49. Onlardan
bazdan da: "Bana İzin ver, beni fitneye düşürme derler. Bilin ki onlar,
zaten fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Şüphe yok ki cehennem kâfirleri çepeçevre
kuşatıcıdır.
50. Eğer
sana bir iyilik isabet ederse bu onların hoşuna gitmez. Şayet sana bir musibet
erişirse: "Biz daha önce tedbirimizi almışız" derler ve sevinçle
dönüp giderler.
"Onlardan
bazıları da: Bana izin ver...derler" buyruğundaki "İzin ver"
emir fiili; İzin verdi, verir'den emirdir. Bu fiilden emir yapılacak olursa,
başa esreli bir hemze ve ondan sonra da fiilin "fâ"sı (birinci harfi
olan hemze) gelir. Ancak iki hemze bir arada bulunmayacağından makabli de
esreii olduğundan dolayı, ikinci hemze "ye" harfi ile ibdaledilerek
denilir. Ancak bu emir vasıl ile okunucak olursa, iki hemzenin bir arada
bulunmasını engelleyen illet ortadan kalkar ve bu sefer ikinci hemze vasıl ile
okunur. Bundan sonra da hemze telaffuz edilerek; "Onlardan bazıları das
Bana izin ver... derler" diye okunur. Verş ise Nafi'den: "Onlardan
bazdan da: Bana izin ver... derler" diye okuduğunu rivayet etmektedir.
Böylelikle hemzeyi sakin değil de "vav" olarak harf-i medmiş gibi
okur.
en-Nehhas der ki:
"Filana izin ver, sonra ona izin ver" denilecek olursa, her
ikisindeki "izin ver" anlamındaki kelimelerin yazılışlarında
"zel" harfinden önce hemze ve "ye" vardır. Şayet;
"Filana izin ver ve başkasına izin ver," denilecek olursa, bu sefer
ikincisinde "ye" getirilmez. "Vav" yerine "fe"
harfi kullanılacak olursa yine böyledir. "Sonra" ile "vav"
arasındaki farka gelince; "sonra" anlamındaki kelime üzerinde vakıf
yapılabilir ve diğer kelimelerden ayrı okunabilir. "Vav" İle
"fe" harfleri üzerinde ise ne vakıf yapılabilir, ne de ayrı
yazılabilirler.
Muhammed b. İslıak der
kt: Rasûlullah (sav) Tebûk'e çıkmak istediğinde, Selemeoğullarından el-Ced b.
Kays'a şöyle demişti: "Ey Ced, Rumlar ile savaşıp da onlardan odalık
cariyeler ve hizmetçiler edinmeye ne dersin?" el-Ced şu cevabı verir:
Kavmim, benim kadınlara ne kadar düşkün olduğumu bilirler. Ben, Sanoğullarının
(Rumların) kadınlarını görecek olursam, onlara karşı kendimi tutamayacağımdan
korkarım. Sen beni fitneye düşürme de, oturmak üzere bana izin ver. Buna
karşılık malımla sana yardımcı olacağını. Rasûlullah (sav) ondan yüzçevirip:
"Haydi sana izin verdim" diye buyurdu. Bunun üzerine bu âyet-i kerime
nazil oldu.[264] Onların yüzlerinin
güzelliği dolayısıyla sen benî fitneye düşürme demek istemişti. Oysa, onun
münafıklıktan başkaca bir rahatsızlığı yoktu.
el-Mehdevî der ki: San
(el-Asfar), Habeşlilerden bir adamdır. Bunun, çağlarında kendilerinden daha
güzel hiçbir kimsenin bulunmadığı kızları vardı. Ve o sırada o kişi, Rum
diyarında bulunuyordu.
Bir diğer görüşe göre
onlara bu ismin veriliş sebebi, Haberlilerin Rumlara galip gelmiş olmalarıdır.
Onlardan kız çocukları olmuş, bu kız çocukları ise Rumların beyaz tenlerinden,
Habeşlilerin de siyah tenlerinden etkilenerek kırmızı ve sarı karışımı bir ten
renkleri olmuştu. İbn Atiyye der ki: İbn İshak'm bu görüşünde nisbeten bir
gevşeklik vardır.
Taberî de isnadını
kaydederek Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Haydi
gazaya çıkınız. San'nın kızçocuklarmı ganimet alacaksınız." Bunun üzerine
el-Ced ona: Sen bize izin ver de, kadınlar sebebiyle bizi fitneye düşürme. Bu
ise, birincisinden daha farklt bir açıklamadır. Münafıklığa ve Rasûlullah'a
karşı çıkmaya daha yakışan hal budur. Bu âyeti kerime nazil olunca, Peygamber
(sav) SelemeoğuHarına -ki, el-Ced de onlardan birisiydi- şöyle demişti:
"Sizin efendiniz kimdir ey Selemeoğulları?" Onlar: Efendimiz Ced b.
Kays'dır. Şu kadar var ki o, hem cimri hem korkaktır, demişlerdi. Bunun üzerine
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştu: "Peki, cimrilikten daha kötü ve büyük
bir kusur ne olabilir? Hayır, sizin efendiniz o beyaz tenli delikanlı olan
Bişr b. el-Berâ b. Ma'rûr'dur."[265]
Ensar'dan Hassan b. Sabit de Bişr b. el-Berâ hakkında şunları söylemiştir;
"Cömertliği
dolayısıyla Bişr b. el-Berâ önder kılındı
Gerçekten Bişr b.
el-Berâ önder kılınmaya layıktır
Bir heyet ona geldi
mi, bütün malım harcar da
Bunu alın der, ben
yarın yine döneceğim (aynı şeyleri yapacağım), der."
"Bilin İti onlar,
zaten fitnenin ortasına düşmüşlerdir." Yani, günah ve masiyetin ta içine
düşmüşlerdir. Bu da münafıklık ve Peygamber (sav)'dan geri kalmaktır.
"Şüphe yok ki
cehennem kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır." Onlar cehennem ateşine doğru
yol alıyorlar. O, onları kuşatacaktır.
"Eğer sana bir
İyilik isabet ederse bu onların hoşuna gitmez." Anlamındaki buyruk, şart
ve cevabını birlikte ifade etmektedir. Aynı şekilde: "Şayet sana bir
musibet erişirse, biz daha önce tedbirimizi almışız derler ve sevinçle geri
dönerler" buyruğu da bu şekildedir. "Ve..." den sonrası da ikinci
şart cümlesine atfedilmiştir. Âyet-i kerimede geçen: "İyflilrden kasıt, ganimet
ve zaferdir. "Musibet’ten kasıt ise yenilgiye uğramaktır.
"Biz daha önce
tedbirimizi almışızdır" şeklindeki sözleri ise, kendimiz için gerekli
ihtiyatî tedbirleri aldık ve bu konuda kararımızı verdik. O bakımdan savaşa
çıkmayacağız, demektir. "Ve sevinçle dönüp giderler" bu yaptıklarını
beğenerek, imandan yüzçevirir giderler.[266]
51. De ki
Allah'ın bizim için yazdığından başkası asla bize isabet etmez. O bizim
mevlâmızdır. Onun için mü'minler yalnız Allah'a güvenip dayanmalıdır."
"De ki: Allah'ın
bizim İçin yazdığından başkası asta bize isabet etmez." Bir görüşe göre
Levlı-i Malıfuz'da yazılanlar; bir diğer görüşe göre, O'nun bize Kitabında; biz
ya zafer kazanır ve bu zafer bizim için güzel olur, yahut da öldürülür şehid
düşeriz, bu da bizim için daha büyük bir güzellik olur diye haber vermiş
olduğundan başka bir şey olmaz, demektir. Yani, herşey ilâhî kaza ve takdir
iledir. Nitekim el-A'raf Sûresi'nde (.7/37. âyetin tefsirinde) ilim, kader ve
kitabın aynı şeyler olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"O, bizim
mevlâmızdır" bize yardım edecek olandır. Tevekkül ise; işi O'na havale
etmektir.
Cumhur; şeklinde; ile
nasb ile okurlar. Ebu Ubeyde Araplar arasında bu edat dolayısıyla muzari fiili
cezm ile okuyanlar bulunduğunu nakletmektedir. Talha b. Musarrif bunu;
"Bize İsabet eder mi" diye okunmuştur. Rey Kadısı A'yen'den, Onun
bunu: "De ki... asla bize isabet etmez" şeklinde "nun"
harfini şeddeli olarak okuduğu da nakledilmiştir ki, böyle bir okuyuş
lalın'dir. Çünkü haber olan bir ifade "nün" ile tekid edilmez. Şayet
bu Talha'nın kıraatinde olsaydı caiz olurdu. Nitekim yüce Allah: "Hilesi
kızgınlık duyduğu şeyi giderir mi..." (elHacc, 22/15) diye buyurmuştur.[267]
52. De ki:
"Bize İki güzel şeyin birinden başkasının gelmesini mi gözetir
durursunuz? Halbuki biz, Allah'ın size kendi katından yahut bizim ellerimizle
bir azap getireceğini bekliyoruz. Öyleyse bekleyiniz. Muhakkak biz de sizinle
beraber bekleyenleriz."
"De ki;
Bize... mi gözetir durursunuz" buyruğunu, Kûfeliler "lam"
harfini "te" ile idğâm ederek okurlar, Marife "lam"ının
(ismi belirtici lâm) İse, (bu gibi harflerden önce gelirse) İdğamdan başka
türlü okunması caiz değildir. Nitekim yüce Allah'ın: "Tevbe edenler"
(et-Tev-be, 9/112) buyruğunda da böyledir. Çünkü Arapçada marife lam'ı çokça
kullanılır. Ancak yüce Allah'ın;" De ki: Geliniz" (el-En'âm, 6/151)
buyruğunda lam'ın "te" harfine idğam edilmesi caiz değildir. Çünkü:
"De ki" fiili illetli bir fiildir, İdğam yapmak suretiyle ondaki bu
illeti ikiye çıkarmazlar. "Beklemek" demektir. Mesela; "
ifadesi, yiyeceği, pahahlanıncaya kadar bekledi," bekletti, anlamına
gelir.
Güzel şey"
kelimesi, "En güzel"in müennesidir.
hem tekil, hem çoğul olarak kullanılır. Bu kelime, ancak harf-i tarifli
olarak kullandır. O bakımdan "güzel bir kadın gördüm" anlamında;
denilmez.
"İki güzel
şey"den kasıt ise, ganimet ve şelıadetür. Bu açıklama îbn Ab-bas, Mücahid
ve başkalarından nakledilmiştir. İfadede lafız soru şeklinde olmakla birlikte
azarlamak anlamındadır.
"Halbuki biz,
Allah'ın size kendi katından yahut bizim ellerimizle bir azap getireceğini
bekliyoruz" yani sizden önceki ümmetlere isabet eden cezalar gibi sizi
helak edecek bir cezayı katından üzerinize göndermesini, yahut da bize sizinle
savaşmak üzere izin vermesini bekliyoruz. "Öyleyse bekleyiniz’’ ifadesi
ise bir tehdittir. Yani, şeytanın size olan vaadlerini bekleyiniz. Biz de
Allah'ın bize vaadlerini beklemekteyiz.[268]
53. De ki:
"İsteyerek veya islemeyerek harcayın. Sizden asla kabul olunmayacaktır.
Çünkü siz, fasıldık eden bir kavim oldunuz."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[269]
İbn Abbas der ki: Bu
âyet-i kerime Oturmak üzere bana izin ver, işte malım onunla sana yardımcı
olayım, diyen el-Ced b. Kays hakkında nazil olmuştur.
Yüce Allah'ın:
"Harcayın (intak edin) buyruğu bir emirdir. Ancak şart ve cevap manasına
gelmektedir. Araplar böyle bir durumda ifadeyi bu şekilde kullanır ve
"veya (ev)" edatını kullanır. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Bize iyilik veya
kötülük yap. Tarafımızdan kınanmazsın sen. Ve eğer uzaklaşıp gidersen dahi senden
uzaklaşılmaz."
Yani, sen kötülük veya
iyilik yapsan da biz senin bildiğin durumdayız.
Âyetin anlamı şudur:
Siz, isteyerek yahut istemeyerek harcayacak olsanız dahi bu harcamalarınız
kabul olunmayacaktır. Sonra Allah onların harcamalarının niçin kendilerinden
kabul olunmayacağını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Harcamalarının
onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar Allah'ı ve Rasulünü
inkâr etmişlerdir." (et-Tevbe, 9/54) İşte bu, kâfirlerin dünyadaki iyi
işlerinin ahirette faydasını göremeyeceklerinin en açık delillerinden birisidir
ki, bu da bir sonraki başlığımızın konusudur:[270]
Kâfirin işleri, eğer
akrabalık bağlanm gözetmek, yoksulun ihtiyacını karşılamak, darda kalmış
olanın sıkıntısını gidermek gibi iyilik türlerinden olursa, bunların sevabım
almaz ve ahirette bunlardan faydalanmaz. Şu kadar var ki, bu iyilikleri
karşılığında ona dünyada ihsanda bulunulur. Bunun delili ise Müslim'in Âişe
(r.anha')'dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ey Allah'ın Rasû-lü, dedim. İbn
Cud'an, cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksula yemek yedirirdi.
Bunun kendisine bir faydası olacak mı? Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun
kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, birgün olsun: Rab-bim, din (kıyamet) günü
günahımı bana bağışla dememiştir."[271]
Enes (r.a)'dan da
şöyle dediği rivayet edilmiştir Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz
Allah hiçbir mü'mine (mükâfatı eksik verilmek suretiyle) bir iyiliğinde dahi
zulmetmez. Dünyada da onun karşılığı ona verilir. Ahirette de ondan dolayı ona
mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyada Allah için yapmış olduğu İyilikler
karşılığında ona yemek yedirilir (ihsanda bulunulur). Nihayet âhirete
gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış
olur,"[272] İşte bu, (bu hususta)
açık bir nastır.
Diğer taraftan şöyle
de denilmiştir: Acaba bu doğru vaad gereğince, kâfirin, bu dünya hayatında
iyiliklerine karşılık yedirilip ona bağışta bulunması muhakkak ve kaçınılmaz
bir şey midir? Yoksa bu, şanı yüce Allah'ın: "... Biz de burada
dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz" (el-İsra, 17/18) buyruğunda
sözü geçen Allah'ın dileği (meşîeti) ile mi kayıtlıdır? İkincisi bu husustaki
iki görüşün sahih olanıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kâfirin yaptığına
"hasene: güzellik, iyilik" denilmesi ise, kâfirin bu husustaki zanni
dolayısıyladır. Yoksa onun Allah'a yakınlaşmak üzere yapacağı herhangi bir
ameli sahih değildir. Çünkü Allah'a yakınlaştırıcı amelin sahih olmasının
şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna "hasene" deniliş sebebi,
mü'minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Görüldüğü gibi
bu hususta da iki görüş vardır.[273]
Denilse ki; Müslim'de,
Hakîm b. Hizâm'dan Rasûlullah (sav)'a şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey
Allah'ın Rasûlü, ben calıiliye döneminde iken ibadet kastıyla verdiğim sadaka
yahut köle azad etmek veya akrabalık bağını gözetmek gibi bir takım hususlarda
(benim için) ecir var mıdır, ne dersin? diye sorunca, Rasûlullah (sav) da şöyle
buyurmuştun "Sen, geçmişinde yapmış olduğun hayırlar üzere İslâm'a
girdin."[274]
Buna şu cevabı
veririz: Hz. Peygamberin: "Sen, geçmişte yaptığın hayırlar üzere İslama
girdin" ifadesi konu ile ilgili aslî delillerin zahirine uygun değildir.
Çünkü kâfirin yüce Allah'a yakınlaşmak kastı ile yapacağı ibadetler sahih
olamaz ki bu İtaati dolayısıyla sevap alması sözkonusu olsun. Çünkü Allah'a
yakınlaşmak kastıyla itaatte bulunacak kimsenin kendisine yakınlaşmak istediği
yüce Zatı bilip tanıması şarttır. Böyle bir şart bulunmayacak olursa, şarta
bağlı olarak öngörülen hususun sıhhati de sözkonusu olamaz. Buna göre
hadisteki mana şöyle olur: Eğer sen cahiliye döneminde güzel bir takım huylar
kazanmış isen, bu huylann İslâmda da sana güzel alışkanlıklar kazandırmıştır.
Çünkü Hakîm (r.a) altmışı cahiliye döneminde, altmışı da müslü-man olmak üzere
yüzyirmi yıl yaşamıştı. Cahiliye döneminde yüz köle azad etmiş, yüz kişiyi de
deve sırtında taşımış İdi. İslâm'da da aynı işleri yaptı. Bu, açıkça anlaşılan
bir husustur.
Şöyle de
açıklanmıştır: Kâfir iken işlemiş olduğu günahları müslüman olmak suretiyle
düştüğü gibi, müslüman olması dolayısıyla (müşrik iken) yaptıklarına karşılık
Allah'ın onu mükâfatlandırması Allah'ın lütfu keremi açısından uzak bir İhtimal
olarak görülemez. Asıl mükâfatını görmeyecek kişi, müslüman da olmayan, tevbe
de etmeyen ve kâfir olarak ölen kişidir. Hadisin zarihinden anlaşılan da
budur, yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de bu olmalıdır. Daha önce yapmış
olduğu hayırlardan sonra müslüman olup da müslüman olarak ölen kimsenin önceden
yapmış olduğu hayırların mükâfatını, almaması ile ilgili olarak iman şartının
bulunmadığını söylemek, hiçbir şekilde değişmesi sözkonusu olmayan akli bir
şart değildir. Şanı yüce Allah güzel bir şekilde İslâm'a bağlanan bir kimsenin
(müslüman olmadan önceki) amelini boşa çıkarmayacak kadar kerimdir. Nitekim,
el-Harbî de bu hadisi bu anlamda yorumlayarak şöyle demiştir: "Sen,
geçmişte yaptıkların üzere müslüman oldun." Yani, bundan önce işlemiş
oluduğun hayırlı amellerinin mükâfatı sana verilecektir. Nitekim bir kimseye:
Sen bin dirhem üzere İslâm'a girdin, denileceği vakit, o bin dirhemi kendi
payına eline geçirmiş olmak üzere İslâm'a girdiği anlaşılır. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.[275]
Denilse ki: Müslim,
Hz. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Ebu
Talib seni korur, sana yardımcı olurdu. Bunun ona faydası oldu mu? Hz.
Peygamber: "Evet" diye buyurdu. "Ben onu her tarafını kaplayan
bir şekilde ateş içerisinde buldum da onu topuklarına kadar ateşin ulaştığı
bir yere çıkardım."[276]
Buna şöyle denilir:
Kâfirin işlemiş olduğu hayırlar sebebiyle azabının bir bölümünün hafifletilmesi
uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu, Ebu Talib hakkında varid olduğu şekilde
ayrıca bir şefaatte bulunulmasını da gerektirmektedir. Kur'an-ı Kerim:
"Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez" (el-Müddesir,
74/48) buyruğu ile onun dışındakilerin durumu hakkında haber vermektedir. Yine
kâfirler hakkında: "Bizim bir şefaatçimiz yoktur ve candan, hiçbir
dostumuz da" (eş-Şuara, 26/100-101) diyecekleri de bize haber verilmektedir.
Müslim de, Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah
(say)'ın huzurunda amcası Ebu Talib sözkonusu edilince şöyle buyurdu:
"Kıyamet gününde belki benim şefaatimin ona bir faydası olur da bu
sebepten ötürü topuklarına kadar ulaşacak bir ateşe konulur ve bundan beyni
kaynar."[277] Hz. Abbas'ın rivayet
ettiği hadiste de: "... ve eğer ben olmasaydım hiç şüphesiz ateşin en
aşağı basamağında olurdu" dediği de kaydedilmektedir.[278]
Yüce Allah'ın: "Çünkü siz, fâsıkhk eden bir kavim oldunuz" kâfirler
oldunuz, demektir.[279]
54.
Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar Allah'ı
ve Rasûlünü İnkâr etmişlerdir. Namaza ancak iişene üşene gelirler. İnfaklarını
da mutlaka isteksiz yaparlar.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[280]
Yüce Allah'ın:
"Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur:
Onlar..." buyruğundaki; (yani "kabul edilmesini" terkibindeki:
"...me..." nasb mahallindedir. İstisna edatından sonra gelen; ise ref
mahallindedir. Buyruğun anlamı da şöyle olur: Onlardan yaptıkları harcamaların
kabul edilmesini engelleyen tek husus, onların kâfir oluşlarıdır.
Kûfelüer
"Onlardan kabul edilmesini" buyruğunu ("te" harfi ile değil
de) "ye" ile okumuşlardır. Çünkü "harcamalar" (anlamındaki
"nefakat") ile intak (harcamak), aynı şeydir.[281]
Yüce Allah'ın:
"Namaza ancak üşene üşene gelirler" buyruğu ile ilgili olarak İbn
Abbas şöyle demiştir: Böyle bir kimse cemaat arasında bulunursa namaz kılar,
tek başına kalırsa namaz kılmaz. Böyle bir kişi namaz dolayısıyla bir mükâfat
ummayan, onu terk etmekten ötürü de bir ceza göreceğinden korkmayan bir
kimsedir. Münafıklık kaçınılmaz olarak ibadette bir tembelliğe götürür.
en-Nisâ Sûresi'nde (4/142. âyetin tefsirinde) bütün bu hususlara dair açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır. Orada bütün tafsilatıyla el-Alâ hadisini de zikretmiş
bulunuyoruz.[282] Cenab-ı Allah'a hamd
olsun.[283]
"İnfaklarını da
mutlaka İsteksiz yaparlar." Çünkü onlar bu intaklarını bir borç yükü diye
sayarlar, intakta bulunmamayı da bir ganimet bellerler. Durum böyle olduğuna
göre, onların bu harcamaları asla makbul olamaz ve önceden de geçtiği üzere
bunlardan dolayı onlara sevap verilmez.[284]
55. Artık
onların malları da, evlatları da seni imrendirmesin. Doğrusu Allah, bunlar
yüzünden dünya hayatında onları azaba uğratmayı ve canlarının kâfirler olarak
güçlükle çıkmasını ister.
56. Onlar
muhakkak sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden
değildirler. Fakat onlar korkak bir topluluktur.
Yani bizim onlara
verdiklerimiz hoşuna gitmesin. Onlara da meyletme. Çünkü bu bir istidrâcdır.
"Allah bunlar
yüzünden... onları azaba uğratmayı... ister." el-Hasen der ki: Yanı, onlan
zekât vermek zorunda bırakmak ve Allah yolunda infaka mecbur etmek suretiyle
onları azaplandırır, demektedir. Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur.
İbn Abbas ve Katade:
İfadede takdim ve tehir vardır, derler. Yani, dünya hayatında onlann mallan da
evlatları da seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlar sebebiyle ahirette onlan
azaplandtrmak ister. Arapça bilginlerinin çoğunluğunun görüşü budur. Bunu da
en-Nehhâs nakletmiştir.
Mal toplamak uğrunda
çalışıp didinmek suretiyle onları azaplandınr diye de açıklanmıştır. Bu
açıklamaya ve
el-Hasen'in görüşüne
göre ise ifadede takdim ve tehir diye birşey yoktur ve bu güzel bir
açıklamadır.
Bir diğer görüşe göre
mana şöyledir: Onlann mallan da çocukları da seni imrendirmesin. Allah,
münafık olduklarından ötürü dünya hayatında onları azaplandırmak ister. Çünkü
onlar, istemeyerek, hoşlanmayarak intakta bulunurlar. Bundan ötürü de
yaptıkları harcamalar onlar için bir azap sebebidir.
"Ve canlarının
kâfirler olarak güçlükle çıkmasını İster" buyruğu, yüce Allah'ın onlann
kâfirler olarak ölmelerini murad ettiği ve bunu önceden takdir ettiği
hususunda açık bir nasstır.
"Onlar muhakkak
sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler." yüce Allah, mü'min
olduklanna dair yemin etmelerinin münafıklann huyundan olduğunu açıklamaktadır.
Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Münafıklar sana geldiklerinde: Biz
şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Resûlüsün, dediler..."
(el-Münâfikûn, 63/1) âyeti de buna benzemektedir.
"Onlar korkak bir
topluluktur." Hallerinin açığa çıkıp da bundan Ötürü öldürülmekten
korkarlar, anlamındadır.[285]
57. Eğer
sığınacak bir yer yahut mağaralar veya sokulacak tnr delik bulsalardı, serkeş
bir at gibi süratle o tarafa yönelirlerdi.
"Eğer sığınacak
bir yer... bulsalardı" buyruğunda vakıf böylece (yani tenvinli olan hemze
elif gibi okunarak) yapılır. Yazıda birisi hemze diğeri ise tenvinden bedel
olarak iki elif ile yazılır. " Bir cüzü gördüm" ifadesi de böyledir.
"Sığınacak bir
yer" Katade ve başkalarından nakledildiğine göre kale diye açıklanmıştır.
İbn Abbas, korunulacak ve himaye olunacak yer; diye açıklamıştır ki, bunlar
aynı şeylerdir. "Ona sığındım" demektir. Mastarı İse, şeklinde gelir,
da aynı şekilde ona sığındım, anlamındadır. Yine kelimeleri de; sığınak ve
sığınılan yer, demektir.ise, ikrah, zorlamak, mecbur etmek manalarına gelir.
"Onu o şeye mecbur ettim," anlamına gelir.
"İşimi Allah'a
havale ettim," anlamındadır. Amr b. Lece et-Temimî (doğrusu baskıya
hazırhyanın da ifade ettiği gibi et-Teynrfdir) ise şair birisidir. Bu
açıklamaları el-Cevherî'den aktardık.
"Yahut
mağaralar" kelimesi, "mağara" kelimesinin çoğulu olup, bu da,Çok
yağmur ihsan etti, eder, fiilinden türemektedir. el-Ahfeş, bunun;kipi île (aynı
anlama gelir) gelmiş olması da mümkündür, demektedir. Şairin şu mısraında
oludğu gibi:
"Akşamı ettiğimiz
vakit de sabahladığımız vakit de Allah'a, hamd olsun."
İbn Abbas der ki:
Mağaralardan kasıt, içe doğru büyük oyuklar ve sirdap-lardır ki, bunlar
içlerinde gizlenilip saklanılan yerlerdir,
Su yerin dibine çekildi, pınar yerin dibine çekildi," fiilleri de
buradan gelmektedir.
Veya sokulacak bir delik" kelimesi,
"Girmekken "müfteal" vezninde kullanılan bir kelimedir. İçine
girmek suretiyle gizlenilip saklanılan yer demektir. Bunu (aynı manada olmakla
birlikte) tekrarlaması, lafzın farklılığından ötürüdür. en-Nehhâs der ki: Bu
kelimenin asli; şeklindedir, "te" harfi "dal" harfine
dönüşmüştür. Çünkü "dal" cehri bir harf, "te" ise
mehmustur ve her ikisinin de mahreci birdir.
Bir görüşe göre de bir
kelimenin aslı; şeklinde veznindedir. Nitekim Ubey'in kıraatinde; şeklindedir
ki, bunun manası; ardı arkasına girmek demektir. Yani kendileri İle birlikte
girecek bir topluluk bulsalardı... anlamına gelir. el-Mehdevî derki: Bu şekilde
kelime, Girişi zorla yapma pahasına da
olsa gerçekleştirmek anlamını ifade eder. Yine Ubey'den bu kelimeyi; (Suâli)
şeklinde 'den gelen bir ism-i mekân olarak okuduğu da rivayet edilmiştir ki,
bu şaz bir rivayettir. Çünkü bu kelimenin sülâsisi Sibeveyh ve onun görüşünü
benimseyenlere göre müteaddİ değildir. el-Hasen, İbn Ebi İslıak ve İbn
Muhaysin ise bu kelimeyi, şeklinde "mim" harfini üstün,
"dal" harfini de sakin olarak okumuşlardır. ez-Zec-câc der ki: Bu
kelime "mim" harfi ötreli, "dal" harfi de sakin olmak
üzere;şeklinde de okunur. İbn Muhaysın'ın kıraati; Girdi, girer fiilinden,
diğerinin kıraati ise; Girdirdi, girdirir Fiilinden ismi mepul yapılmıştır.
(Mimli) mastarı mekan ve zaman isimleri de aynı şekilde gelir. Nitekim
Sibeveyh şöyle bir mısra nakletmektedir:
"ibn Hemmam'ın
Has'amlılar üzerine baskını gibi."
Katade, İsa ve
el-A'meş'ten "dal ve hı" harflerini şeddeli;şeklinde okudukları da
rivayet edilmiştir. Cumhur "dal" harfini şeddeli olarak okumuştur.
Yani, içine kendilerini sokacakları bir yer bulsalardı, demektir. İşte bu
kelime ile ilgili altı farklı kıraat.
"... Serkeş bir
at gibi" yani, sür'atle ve hiçbir kimse onları geri çevireme-yecek bir
surette "o tarafa yönelirlerdi" oraya doğru giderlerdi.
"Serkeşlik
ederek" ifadesi dizginlerin alıkoymaması halinde at hakkında kullanılan;O
den gelmektedir. Şair der ki:
"Binicisini hızla
götürür, serkeş bir attır o. Ve o atın hızlıca koşusu Ateşte yakılan hurma
dallarının çıkardığı sese benzer."
(Âyet-i kerimenin)
anlamı şudur: Eğer onlar, sözü geçen bu şeylerden herhangi birisini bulacak
olsalardı, müstümanlardan kaçarak hızlıca oraya arkalarını döner, giderlerdi.[286]
58. Bazıları
da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar. Çünkü eğer kendilerine onlardan
verilirse hoşnut olurlar. Şayet onlardan kendilerine verilmezse hemen kızarlar.
"Bazıları da
sadakalar hususunda sana dil uzatırlar." Katâde'den gelen açıklamaya göre
senin aleyhine konuşur, tenkit ederler. el-Hasen seni ayıplarlar diye
açıklamıştır. Mücahid de: Gelir senden ister ve bu konuda seni sınai,
demiştir.
en-Nehhâs der ki: Dil
bilginlerince kabul edilen görüş Katâde İle el-Ha-sen'in açıklamasıdır. Çünkü
bir kimseyi ayıpladığı vakit;"Onu ayıpladı, ayıplar" denilir.
Sözlükte ise bu, gi2İice ayıplamak anlamına gelir.
el-Cevherî der ki:
Lemz, ayıp demektir. Aslı ise kaş-göz ile işarette bulunmak için kullanılır.
Bu fiilin muzarii;"Onu ayıpladı, ayıplar," şeklinde "mim"
harfi hem esreli hem ötreli kullanılır, her iki şekilde de bu kelime
okunmuştur. ise, çokça ayıplayan kişi demektir. Yine bu fiil bir kimseyi itip
onu vurmayı anlatmak için de kullanılır.
da aynı anlama gelir.
O bakımdan; da çokça ayıplayan kişi demektir. aynı anlamı verir. Yine şeklinde
çok ayıplayan erkek, çok ayıplayan kadın diye kullanılır, "Onu itti ve
vurdu" anlamındadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Lemz, yüze karşı yapılan ayıplama, hemz ise bir kimsenin
gıyabında, görmediği yerde ayıplanması demektir. Şanı yüce Allah, münafıklardan
bir topluluğu Peygamber (sav)'ı sadakaları tevzi ve dağıtması hususunda
ayıplamakla ve kendilerine de birşeyler versin diye kendilerini fakir olduğunu
ileri sürmekle vasfetmektedir.
Ebu Said el-Hudrî der
ki: Rasûlullah (sav) bir malı paylaştırmakta iken, Hârici asıllı olan Hurkus
b. Zuheyr onun yanına geldi. -Ki, buna Temimli Zul Huveysİra da denilir.- Bu
adam: Ey Allah'ın Rasûlü adaletli ol, deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Yazıklar olsun sana, ben adil olmazsam kim adil olur ki." Bunun
üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu, sahih bir hadis olup bu mana ile
Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[287]
İşte bu esnada Ömer b.
el-Hattab (r.a) şöyle buyurmuştur: Bırak beni ey Allah'ın Rasûlü de, şu
münafığı öldüreyim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"İnsanların benim arkadaşlarımı öldürttüğümden söz etmelerinden Allah'a
sığınının. Şüphesiz ki bu ve onun arkadaşları Kur'an okurlar ama Kur'an
gırtlaklarından aşağıya inmez. Onlar ondan okun hedefini delip geçtiği gibi
sıyrılıp çıkarlar."[288]
59. Keşke onlar Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine verdiğine razı olsalardı
da: "Allah bize yeter, yakında bize lütuf ve kereminden Allah da
verecektir Rasûlü de. Biz, ancak Allah'tan umara" deselerdi.
Yüce Allah'ın:
"Keşke onlar Allah'ın ve Rasulünnn kendilerine verdiğine razı
olsalardı..." buyruğundaki;"Keşke..." nin cevabı hazf edilmiştir.
İfade: Onlar için daha hayırlı olurdu, takdirindedir.[289]
60.
Sadakalar; ancak fakirlere, yoksullara, onu toplamakla görevlendirilenlere,
kalpleri (İslâm'a) alıştırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah
yolunda harcamaya ve yolculara -Allah'tan bir farz olarak- mahsustur. Allah her
şeyi bilendir, Hakimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız:[290]
"Sadakalar ancak
fakirlere... mahsustur." Bu buyrukla yüce Allah bir takım İnsanlara
kendisinden bir nimet olmak üzere mal ihsan etmekle özel bir lütufta
bulunmuştur. Onlara vermiş olduğu bu nimetin şükrünü de malı bulunmayan
kimselere ödemek üzere belli bir pay olarak çıkartıp vermelerini takdir
buyurmuştur. Bunu da yüce Allah: "Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan
hiçbir canlı yoktur" (Hud, 11/6) buyruğunda teminat altına aldığı hususu
kendisine vekaleten yerine getirsinler diye emir buyurmaktadır.[291]
Yüce Allah'ın:
"Fakirlere... mahsustur’’ buyruğu, sadakaların (zekâtların) harcama
yerlerini açıklamaktadır ki, zekât onlann dışındakilere harcanmasın. Buna
riayet edildiği taktirde zekâta hak sahibi olanlara vermekte muhayyerlik
sözkonusudur. Malik, Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşü budur. Bu (yani:
"Fakirlere ... mahsustur" anlamındaki buyruk; "Eğer bineğin kapı
da evindir" demeye benzer. Şafiî ise: Buradaki lam temlik lamıdır
demektedir. Kişinin: "Mal, Zeyd, Amr ve Bekr'e aittir," demeye
benzer. Böyle bir durumda sözü geçen kimseler arasında eşitliğin sağlanması
kaçınılmazdır. Şafiî ve arkadaştan derler ki: Bu da bir kimsenin muayyen
sınıflara veya muayyen bir topluluğa vasiyet etmesine benzer. Onlar bu konuda
âyeti kerimenin başında yer alan. Ancak lafzını delil gösterirler. Bu lafız
ise sadakaların (zekâtın) bu sekiz sınıfa münhasıran verilmesi gerektiğini
ifade etmektedir.
Aynca onlar bu
görüşlerini Ziyad b. el-Hâris es-Sudaî tarafından rivayet edilen hadisle de
desteklerler. Ziyad dedi ki: Ben, Rasûlullah (sav)'ın huzuruna -benim kavmim
üzerine bir ordu göndermekte iken- vardım ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ordunu
gönderme, alıkoy. Onlann müslüman olmalarını ve sana itaatlerini ben
sağlayabilirim. Sonra da kavmime bir mektup yazdım, onların İslâm'a girdikleri
ve itaatle boyun eğdiklerine dair haber geldi. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
"Ey kavmi arasında kendisine itaat olunan Sudakların kardeşi..." Ben
dedim ki: Hayır, asıl Allah onlara lütfetti ve onları hidayete iletti. Daha
sonra Hz. Peygamberin yanına bir adam gelerek sadakalara dair ona soru sordu.
Rasûlullah (sav) ona şöyle dedi: "Allah, sadakalar hususunda ne bir
peygamberin, ne de ondan başkasının hükmüne razı olmadı. O bakımdan O,
sadakayı sekiz bölüme ayırdı. Eğer sen bu bölümlerden birisine mensup bir
kimse isen sana veririm." Bu hadisi Ebû Dâvûd ve Dârakutnî rivayet
etmiştir.[292] Lafız da
Dârakuüıînindİr. Zeynü'l-Abidin'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Şanı
yüce Allah, zekât olarak ödenecek miktarı ve bu sınıflara ne kadar yeterli
geleceğini öğretmiş ve bunu onlann tümü için bir hak olarak tesbit etmiştir.
Kim onların bu haklarını engelleyecek olursa, işte o, nzıklan hususunda onlara
zulmeden birisidir.
Bizim (Malikî
mezhebimize mensub) ilim adamlanmiz, yüce Allah'ın: "Sadakalarınızı açıkça
verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fakirlere verirseniz, bu da
sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/271) buyruğuna sarılmışlardır.
Sadaka Kur'ân-i Kerîm'de mutlak olarak kullanıldığı takdirde farz olan
sadakayı ifade eder. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben, sadakayı
zenginlerinizden ahp fakirlerinize geri vermekle emrolundum."[293]
Bu gerek Kur'an'da,
gerekse sünnette sadakanın verilmesi emredilen sekiz sınıftan sadece birisinin
sözkonusu edilmesine dair açık bir nastır. Nitekim Ömer b. el-Hattab3 Ali, İbn
Abbas ve Huzeyfe'nin görüşleri de budur. Topluca bütün tabiin de bu görüşte
olup şöyle demişlerdir: Zekâtın sekiz st-nıfa verilmesi de caizdir, bunlardan
herhangi birisine ödeyecek olsan bu da caizdir.
el-Minhâl b. Amr da,
Zir b. Hubeyş'den, o, Huzeyfe'den şanı yüce Allah'ın: "Sadakalar ancak
fakirlere, yoksullara... mahsustur" buyruğu hakkında şöyle dediğini
rivayet eder: Sen, sadakanı bunlardan hangisine verirsen senin için yeterli
olur. Said b. Cubeyr, İbn Abbas'tan yüce Allah'ın Sadakalar, ancak fakirlere,
yoksullara... mahsustur" buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir:
Zekâtını bunlardan hangisine verirsen, senin için yeterlidir. et-Ha-sen,
İbrahim ve başkalarının görüşü de budur. Elkiya et-Taberî der ki: Hatta Malik
bu hususta icma olduğunu dahi iddia eder.
Derim kî: Bununla
ashab-ı kiramın İcmaını kasteder. Çünkü Ebu Ömer (b. Abdi'l-Berr)'in dediğine
göre bu hususta ashab-ı kiram arasında onlara (az önce sözleri edilen Ömer b.
el-Hattab, Ali, İbn Abbas ve Huzeyfe'ye) muhalefet eden kimse olduğu
bilinmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.
İbnü'l-Arabî der ki:
Bu hususta bizimle onlar arasında ayırıcı hükme ölçü kabul ettiğimiz husus şu
ki: Ümmet, ittifakla şunu kabul etmiştir: Eğer her bir sınıfa kendi payı
verilecek olursa, bu payın genel olarak bütün sınıfa dağıtılması vacib
değildir. Aynı şekilde bütün sınıflara zekât vermek de bunun gibidir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.[294]
Gerek dil
bilginlerinin, gerek fukahâmn fakir ile miskîn arasındaki fark hususunda dokuz
ayrı görüşü vardır.
Yakub b. es-Sikkît,
el-Kutebî ve Yunus b. Habib, fakirin yoksuldan daha iyi hallice olduğu
görüşündedirler. Derler ki: Fakir, kendisine kısmen yeterli olabilecek ve
kendisini ayakta tutabilecek bir şeylere sahip olan kişidir. Mis-kîn (yoksul)
ise hiçbir şeye sahib olmayandır. Delil olarak da bir çobanın şu beyitini
gösterirler:
"Fakire gelince,
onun sağmal devesi çoluk çocuğunun ihtiyacına denk düşüp de Geriye kendisine
hiçbir deve kalmayandır."
Dil bilgini ve hadis
ehlinden bir topluluk da bu görüştedir ki, Ebu Hanife ile Kadı Abdulvehhab
bunlar arasındadır. .
Beyitte geçen
"denk düşmek" tabiri, mesela, filanın sağmal devesi çoluk çocuğuna
denktir, denilince, onun verdiği süt ihtiyaçlarına yetecek kadardır, fazlası
yoktur, demek olur. Bu açıklama el-Cevheri den nakledilmiştir.
Başkaları da bunun
aksini söyleyerek yoksulu fakirden daha iyi hallice kabul ederler. Bunlar da
yüce Allah'ın: 'Gemiye gelince o, denizde çalışan yoksullara ait idi"
(el-Kehf, 18/79) buyruğunu delil gösterirler. Yüce Allah bu buyruğunda
yoksulların denizdeki gemilerden birisine sahip olduklarını haber vermektedir.
Kimi zaman böyle bir gemi çokça miktardaki mala dahi eşit olabilir. Bu görüşün
sahipleri, Peygamber (sav)'ın fakirlikten Allah'a sığındığına dair rivayet
edilen duası ile de görüşlerini desteklerler. Yine Hz. Peygamber'in şöyle
dediği de rivayet edilmiştir: "Allah'ım beni miskin (yoksul) olarak yaşat
ve miskin olarak canımı al."[295]
Şayet miskinin durumu fakirden daha kötü olsaydı, bu iki rivayet arasında
çelişki olurdu. Zira Hz. Peygamberin fakirlikten Allah'a sığınmakla birlikte
ondan daha kötü bir hale sahib olmayı dilemesine imkân yoktur. Nitekim yüce
Allah onun duasını kabul buyurmuş ve yüce Allah'ın kendisine rey olarak vermiş
olduğu bir miktar mala sahib olduğu halde ruhunu kabzetmiştir. Ancak
beraberinde bütün ihtiyaçlarına yetecek kadar mal da yoktu.
İşte bundan dolayı
zırhını rehin bırakmıştı. Bu görüşün sahipleri derler ki: Bir çobanın söylediği
nakledilen beyitin, bu hususta delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü çoban
sadece fakir bir kimsenin belli bir durumda sütünü sağacağı bir devesinin
bulunduğundan söz etmektedir.
Derler ki: Fakirin
Arap dilindeki anlamı fakirliğin sıkıntı ve zorluğundan dolayı sırtındaki
fakra'lan (yani omurları) alınmış kimse demektir. Bundan daha zor ve sıkıntılı
bir hal ise bulunamaz. Şanı yüce Allah: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü
yetmeyen..." (el-Bakara, 2/273) buyruğu ile onlara dair haber vermektedir.
Bu görüşün sahipleri
şairin şu beyitini de delil gösterirler:
"(Lukman b.
Âd'ın) kartallarının sonuncusu lübed (kartallar)ın
uçuştuklarını görünce,
O da kanatlarında
uçuşu sağlayan ön tereklerini, uçamayan omurgasız kuş gibi kaldırdı.*
Yani, uçmaya gücü
yetmeyen, bundan dolayı da omurgası kopmuş ve yere yapışmış bir kuş gibi oldu,
demek istemektedir.
el-Esmaî ve başkalan
da bu görüşü benimsemiş olup, Tahavî de bunu Kû-felilerin görüşü olarak
nakletmektedir. Şafiî'nin iki görüşünden birisi de, mezhebine mensup âlimlerin
çoğunluğunun görüşü de budur.
Yine Şafiî'nin bir
başka görüşü daha vardır ki, buna göre fakir île miskin aynı şeydir, isim
itibariyle ayn olsalar bile mana bakımından aralarında fark yoktur. İşte bu da
üçüncü bir görüştür. İbnü'l-Kasım ve Malik'in sair arkadaşları (mezhebinin
ileri gelen alimleri) de bu görüştedir. Ebu Yusuf da bu görüşü benimsemiştir.
Derim ki: Lafzın
zahiri miskinin fakirden farklı olduğunu ve her ikisinin ayrı bir sınıf
olduğunu, ancak sınıflardan birisinin diğerinden daha ileri derecede İhtiyaç
sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. İşte bu bakımdan onları tek bir sınıf
olarak kabul edenin görüşü de doğruya yakın görünmektedir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Bununla birlikte yüce
Allah'ın: "Gemiyegelince o, yoksulların idi..." (el-Kelıf, 18/79)
buyruğunun delil olacak bir tarafı yoktur. Zira bu geminin yok-sulla'r
tarafından ücretle kiralanan bir gemi olma ihtimali de vardır. Nitekim bir
kimse bir evde yaşıyor ise, ev başkasına ait olsa dahi (yaşıyanın adı belirtilerek);
bu filanın evidir denilmektedir. Şanı yüce Allah da cehennemliklerin halini
anlatırken: "Onların demirden gürzleri de vardır" (el-Hac, 22/21)
buyurarak bu gürzleri cehennemliklere izafe etmiştir. Yine yüce Allah:
"Beyinsizlere mallarınızı vermeyiniz" (en-Nisa, 4/5) diye
buyurmaktadır. H2, Peygamber de: "Her kim malı bulunan bir köleyi
satarsa..."[296] dîye
buyurmaktadır.
Bu şekilde bir şey
bizzat o kimseye ait olmamakla birlikte o şeyin ona izafe edildiği ifadeler
gerçekten çoktur. Mesela "evin kapısı, bineğin semeri, atın eğeri" ve
benzeri ifadeler de bu kabildendir. Diğer taraftan bu gibi kimselere merhamet
ve onlara karşı atifeti celbetmek kastıyla miskinler adının verilmiş olması da
mümkündür. Nitekim herhangi bir musibet ile sınanan veya bir belaya itilmiş
olan kimseye de miskin denilir. Hadis-i şerifte de: "Ateş ehlinin
miskinleri"[297]
ifadesi geçmektedir. Şair de şöyle der:
"Sevgi ehlinin
miskinlerinin kabirleri üzerinde dahi Kabirler arasında zillet toprakları
vardır."
Hz. Peygamber'in:
"Allah'ım, beni miskin olarak yaşat" hadisindeki ifadelere dair
açıklamalara gelince; bu hadisi Enes rivayet etmiş olup, onlann açıkladığı
anlama gelmez. Buradaki anlam; herhangi bir tekebbürün, büyüklen-menin, kibir,
azgınlık ve haksızlığın sözkonusu olmadığı, Allah'a karşı alçak gönüllülüğü
ifade etmektir. Nitekim Ebu'l-Atahiyye şu beyitlerinde bu hususu çok güzel
dile getirmiştir:
Eğer sen bütün kavmin
en şereflisini görmek istersen Yoksul (miskin) kimse kılığına bürünmüş bir
hükümdara bak İşte böylesinin Allah'a rağbeti çok büyüktür Ve işte böylesi hem
dünya hem din için uygundur."
Buna göre burada
maksat dilencilik yapan miskin değildir. Çünkü Peygamber (sav) dilencilik
yapmayı hoş görmemiş ve yasaklamıştır. Nitekim onun önünden yoldan çekilip yol
vermeyi kabul etmeyen siyah bir kadın hakkında: "Onu bırakınız, çünkü o
zorba bir kadındır"[298]
diye buyurmuştur.
Şanı yüce Allah'ın:
"Allah yolunda kendilerini vakfetmiş, yeryüzünde dolaşmaya gücü
yetmeyen... fakirler içindir" Cel-Bakara, 2/273) buyruğuna gelince;
burada da böylelerinin bazı şeylere sahip olmalarına mani yoktur. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
Malik ve Şafiî
mezhebine mensup ilim adamlarının benimsedikleri görüş olan yoksul ile fakir
aynı şeylerdir, şeklindeki görüşleri güzeldir.
Yine Malik'in,
"İbn Suhnûn'un Kitabı"nda kullandığı ifade de buna yakındır. O,
şöyle demektedir: Fakir, iffetli davranan muhtaç kimsedir, miskin ise dilenen
kişidir. Bu görüş İbn Abbas'tan da rivayet edilmiş, ez-Zührî de bu görüşü
ifade etmiştir. İbn Şaban da bu görüşü tercih etmiştir ki, dördüncü görüş de
budur.
Beşinci görüşe
gelince; Muhammed b. M esleme dedi ki: Fakir, meskeni ve hizmetçisi bulunan ve
bundan daha aşağı durumda bulunan kimsedir. Miskin ise, hiç malı olmayan kimse
demektir.
Derim ki: Ancak bu
görüş Müslim'in Sahili'inde yer alan ve Abdullah b. Amr'dan gelen görüşün
aksinedir. Birisi Abdullah'a: Biz Muhacirlerin fakirlerinden değil miyiz diye
sorunca, Abdullah ona şöyle demiş: Kendisine sığınacağın bir hanımın var mı?
O, evet deyince bu sefer: Peki, içinde barınacağın bir meskenin var mı diye
sormuş, yine evet deyince Abdullah: Sen zenginlerdensin diye cevap vermiş.
Adam, benim bir de hizmetçim var deyince Abdullah: O halde sen
hükümdarlardansın diye cevap vermiş.[299]
Altıncı görüş: İbn
Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Fakirler, Muhacirler arasından idi,
miskinler ise hicret etmeyen bedevi Araplar arasındaki yoksullardı. ed-Dahhâk
da bu görüştedir.
Yedinci görüşe göre
ise miskîn, dilenmese dahi boyun eğen, zillet gösteren kimsedir. Fakir ise
tahammül eden, gizlice verilen bir şeyi kabul etmekle birlikte boyun eğmeyen
kimsedir. Bu açıklamayı da Ubeydullah b. El Hasen yapmıştır.
Sekizinci bir görüşü
de Mücahid, İkrime ve ez-Zührî ifade etmiş olup, buna göre miskinler,
(dilencilik yapmak üzerel kapı kapı dolaşan kimselerdir. Fakirler ise,
müslümanlann fakirleri, muhtaçlarıdır.
Yine İkrime'nin ifade
ettiği dokuzuncu bir görüşe göre; fakirler müslümanların fakirleri, miskinler
de ehli-i kitabın yoksullarıdır. İleride bu görüş de gelecektir.[300]
Fakir ile miskin aynı
sınıf mıdır yoksa birden çok sınıfı mı temsil ederler
hususundaki görüş
ayrılığının etkisi, malının üçte birini filana, fakir ve miskinlere vasiyet
eden kimsenin durumunda da ortaya çıkar.
Bunların ikisini tek
bir sınıf kabul edenlerin görüşüne göre filan kimseye üçte birin yansı
verilir, fakir ve miskinlere de üçte birin geri kalan yarısı verilir. Bunlar
İki ayrı sınıftır, diyenlerin görüşüne göre ise, ölenin vasiyet ettiği üçte
birlik mal, aralarında üçe taksim edilir.[301]
İlim adamları, zekât
almayı caiz kılan fakirlik sınırı hususunda farklı görüşlere sahip olmakla
birlikte kendilerinden ilim bellenen- çoğunluğun ic-maına göre; ihtiyaç duyduğu
evi ve hizmetçisi bulunan kimsenin zekât alabileceğini ve verenin de böylesine
zekât verebileceğini kabul etmişlerdir.
Malik şöyle derdi:
Eğer evin ve hizmetçinin bedelinde bunlardan ihtiyaç duyduğu miktardan fazla
bir değer söz konusu değil ise, zekât alması caiz olur. Aksi takdirde alamaz.
Bu görüşünü İbnü'l-Münzir nakletmektedir. Nehaî ve es-Sevrî de Malik'in
görüşünü kabul etmişlerdir.
Ebu Hanife der ki:
Yirmi dinarı yahut ikiyüz dirhemi bulunan kimse zekâttan birşey alamaz. O, Hz.
Peygamberin: "Ben, sadakayı (zekatı) zenginlerinizden alıp fakirlerinize
vermekle emrolundum"[302]
buyruğu dolayısıyla nisabı göz önünde bulundurmuştur ki, bu da gayet açıkça
anlaşılan bir görüştür. Muğîre de bunu Malik'ten rivayet etmiştir.
es-Sevrî, Ahmed, İshak
ve başkaları da şöyle demişlerdir: Elli dirhemi yahut o değerde altını bulunan
bir kimse zekât alamaz. Zekât verilecek kimseye de -borca batmış olması hali
müstesna- elli dirhemden fazla bir şey verilmez. Bu görüşü Ahmed ve İshak ifade
etmiştir. Bu görüşün delili ise Dâ-rakutnî'nin Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet
ettiği şu hadis-i şeriftir. Peygamber (sav) buyurdu ki: "Elli dirhemi
bulunan bir kimseye sadaka (zekât) alması lıelal olmaz." Hadisin
isnadında Abdurralıman b. İshak adındaki ravi zayıftır. Ondan hadisi rivayet
eden Bekir b. Huneys de zayıf bir ravidir.[303]
Ayrıca bunu, Hakim b.
Zübeyr, Muhammed b. Abdurrahman b. Yezid'den, o babasından, o, Abdullah'tan, o
da Peygamber ( sav )'dan buna yakın ifadelerle rivayet etmiş ve "...elli
dirhemi olan.,," diye buyurmuştur. Hakim b, Cü-beyr de zayıf bir ravidir,
Şu'be ve başkaları ondan hadis almamışlardır. Bunu da Dârakutnî -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- ifade etmiştir.[304]
Ebû Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Bu hadis Hakim b. Cübeyr etrafında dönüp dolaşmaktadır
ki, o da metruk bir ravidir.
Ali ile Abdullah'tan
da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Sadaka (zekât) almak, elli dirhemi yahut
o değerde altını bulunan kimseye helal değildir. Bunu da Dârakutnî
zikretmektedir.[305]
Hasan-ı Basrî de der
ki: Kırk dirhemi olan kimse zekât almaz. Vakidî, bunu Malik'den de rivayet
etmiştir. Bu görüşün delili ise, Dârakutnî'nin Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle
dediğine dair yaptığı rivayettir: Ben Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Her kim kendisi zenginken insanlardan dilenecek olursa,
kıyamet gününde yüzü yaralı berefi olduğu halde gelecektir." Ey Allah'ın
Rasûlü! kişinin zenginliği ne demektir diye sorunca: "Kırk dirhem"
diye buyurdu.[306]
Malik'in, Zeyd b.
Eşlem'den, o, Ata b. Yesar'dan, o, Esadoğullanndan birisinden rivayet ettiğine
göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizden her kimin bir ukiye veya
ona denk bir malı bulunduğu halde dilencilik yapacak olursa, o kimse muhtaç
olmaksızın dilencilik yapmış demektir. Ukiye ise kırk dirhemdir."[307]
Malik'ten meşhur olan
görüş ise, İbnü'l-Kasım'dan kendisinin yaptığı rivayettir. Buna göre Malik'e:
Kırk dirhemi bulunan bir kimseye zekâttan bir şey verilir mi diye sormuş, o da:
Evet diye cevap vermiş. Ebu Ömer (b.Abdi1Berr) der ki: Sözkonusu edilen birinci
kişinin malını güzel kullanan ve kazanabilecek güce sahip olan kişi olması,
ikincisinin ise kazanamayacak kadar güçsüz yahut da çok çoluk çocuğu bulunan
kişi hakkında olması da mümkündür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Şafiî ve Ebu Sevr
derler ki: İnsanlara muhtaç olmayacak kadar kazanabilecek güce ve meslek icra
edebilmekle birlikte de bedenî gücü yerinde ve güzel tasarrufta bulunan malını yerli yerince kullanabilen) bir
kimseye sadaka (zekât) vermek haramdır. Buna Peygamber (sav)'ın şu hadisini
delil gösterirler: "Zengin bir kimseye de güçlü kuvvetli ve azası yerinde
olan kimseye de sadaka helal değildir." Abdullah b. Ömer'in rivayet
ettiği bu hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Dârakutnî eserlerinde kaydetmişlerdir.[308]
Hz. Cabir de şöyle
demektedir: Rasûlullah (sav)'a bir miktar zekât malı geldi. İnsanlar üst üste
yığıldılar. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Gerçek şu ki zekâtın ne bir
zengine verilmesi uygundur, ne sağlıklı bir kimseye, ne de çalışabilecek
durumda olana." Bunu da Dârakutnî rivayet etmiştir.[309]
Ebû Dâvûd da
Ubeydullah b. Adiy b. el-Hıyar'dan şöyle dediğini rivayet eder: Bana, Veda
haccında zekâtı paylaştırırken Peygamber (sav)'ın yanına gidip ondan
kendilerine de birşeyler vermesini isteyen iki kişinin haber verdiğine göre:
(Peygamber) tepeden tırnağa bizi süzdü. İkimizin de gücünü kuvvetini yerinde
görünce: "İsterseniz size verebilirim. Ancak, ne zenginin ne de
kazanabilecek güçlü bir kimsenin bunda bir payı vardır" diye buyurdu.[310]
Çünkü böyle bir kimse,
başkasının sahip olduğu malı sebebiyle zengin sayılması gibi, kazancıyla
zengin demektir. O bakımdan bunların herbirisinin de ayrıca dilenmeye ihtiyacı
kalmamıştır. İbn Huveyzimendad da bu görüştedir ve bunu Maliki mezhebinin
benimsenen görüşü olarak nakletmiştir. Şu kadar var ki, böyle bir şeye iltifat
etmemek gerekir. Çünkü Peygamber (sav) zekâtı fakirlere verir idi. Zekâtın
yalnızca çalışamayacak derecedeki kötürümlere münhasır kabul edilmesi batıl bir
görüştür.
Ebu İsa et-Tirmizî
Camiinde (Sünen'inde) der ki: Kişi güçlü ve muhtaç olup bir şeyi de
bulunmuyorsa ona sadaka verilecek olursa ilim ehline göre bu sadaka (zekât)
veren kimse için yeterli olur. Kimi ilim adamma göre bu hadis, (gücü kuvveti
yerinde olmakla birlikte) dilenmek ile ilgilidir.[311]
el-Kiya et-Taberî der
ki: Zahir bunun caiz olmasını gerektirir. Çünkü böyle bir kimse güçlü kuvvetli
olmasına, bedenen sağlıklı olmasına rağmen fakirdir. Ebu Hanife ve arkadaşları
da bu görüştedirler. Ubeydullah b. El Hasen der ki: Kendisine yetecek kadar
malı ve bir senelik ihtiyacını karşılayacak bir malı bulunmayan kimseye zekât
verilebilir. Bu husustaki delili İbn Şi-hab'ın Malik b. Evs b. el-Hadesan'dan,
onun, Ömer b. el-Hattab'dan yaptığı şu rivayettir: Rasûlullah (sav) Allah'ın
kendisine fey' olarak verdiği mallardan bir yıllık ihtiyacım ahkordu. Ondan
sonra arta kalanını ata ve silaha ayırırdı. Bununla birlikte (ona hitaben) yüce
Allah: "Seni fakir bulup zengin kılmadı mı?" (ed-Duhâ, 93/8) diye
buyurmaktadır.
Kimi ilim adamı da
şöyle demektedir: Herkes sadakadan kendisi için mutlak olarak ihtiyaç duyduğu
şeyleri alabilir.
Bir başka kesim de
şöyle demektedir: Yanında bir günlük akşam yemeği bulunan kimse zengindir. Bu
görüş Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Ayrıca bu kanaatin sahipleri Hz.
Ali'nin Peygamber (sav)'dan rivayet ettiği şu buyruğunu da delil
göstermişlerdir: "Her kim zengin olmakla birlikte birşey-ler dilenecek
olursa, bununla cehennem ateşinde kızdırılmış taşlarının çoğalmasını istemiş
olur." Ashab: Ey Allah'ın Rasûlü zenginlik nedir diye sorunca, O da:
"Bîr gecelik akşam yemeği" diye buyurmuştur. Bu hadisi Dârakut-nî
rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Bunun isnadında Amr b. Halid vardır ki, o
metruk bir ravidir.[312] Bunu, Ebû Dâvûd da Sehl b. El Hanzaliye'den,
o, Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir ki, bu rivayette şu ifadeler de
vardır: "Her kim yanında kendisini zengin kılacak olan bir miktar
bulunduğu halde dilenecek olursa o, cehennem ateşini çoğaltmak isteyen birisi
demektir." en-Nüfeylî, bir başka yerde de: "Cehennem'in kor
ateşini..." demiştir. Ashab: Ey Allah'ın Rasûlü, kişiyi ihtiyaçtan
kurtarıp zengin kılan nedir? -en-Nüieyli ise bir başka yerde: Dilenmenin söz
konusu olmadiğ) zenginlik nedir?- diye sordular, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Sabah ve akşam ona yiyecek olarak yetecek miktardır." en-Nüfeylî,
bir başka yerde şöyle buyurduğunu kaydeder: "Bir gün ve bir gece, yahut
bir gece ve bir gün onu doyuracak kadar bir şeylerinin olmasıdır."[313]
Derim ki: İşte zekât
almayı caiz kılan fakirliğin açıklanmasına dair gelen görüşler bunlardır.
"Fakirler"
lafzının mutlak kullanılışı, yalnızca müslümanlara tahsis edilip eh3-i
zimmetin dışarda kalmasını gerektirmemektedir. Şu kadar var ki, sadakaların
(zekâtın) müslüman zenginlerden alınıp onların fakirlerine verileceğine dair
haberler birbirini destekleyici mahiyette gelmiştir.
İkrime der ki:
Fakirler müslümaniarın fakirleridir, miskinler ise kitap ehlinin fakirleridir.
Ebû Bekr el-Absî der
ki: Ömer b. el-Hattab, gözleri görmeyen ve Medine kapısında bir kenara
bırakılmış zimmi bir kimseyi görünce, ona: Bu halin ne diye sorunca adam:
Cizye uğrunda beni ücretle çalıştırdılar. Nihayet gözlerim görmez olunca, beni
bıraktılar ve bana birşeyler getirecek hiçbir kimsem de yok. Bu sefer Hz.
Ömer: Durum böyle ise sana âdil davranilmış olmaz, dedikten sonra, onun
gıdasını karşılayacak ve halini düzeltecek kadarının verilmesini emrettikten
sonra şöyle dedi: Bu, yüce Allah'ın haklarında: "Sadakalar ancak fakirlere
ve yoksullara... mahsustur" buyurduğu kimselerdendir. Bunlar ise kitap
ehlinin kötürüm düşmüş olanlarıdır.
Şanı yüce Allah:
"Sadakalar ancak fakirlere yoksullara... mahsustur" diye buyurup da
çoğul bir isme karşılık çoğul bir ismi sözkonusu etti ki, burada çoğul ismin
birisi sadakalardır, diğeri ise bunların harcama yerleridir. Peygamber (sav) da
bunu beyan ederek: Muâz b. Cebel'e, -Yemen'e gönderdiğinde- şöyle talimat
vermiştir: "Onlara, Allah'ın üzerlerine zenginlerinden alınıp fakirlerine
verilen bir sadakayı farz kıldığını da haber ver."[314]
Böylelikle Hz. Peygamber her bir belde ahalisine oranın zekâtını tahsis
etmiştir.
Ebû Davud'un
rivayetine göre Ziyad, ya da emirlerden birisi, İmran b. Hu-sayn'ı zekât
tahsili İçin göndermişti. Geri döndüğünde bu emir İmran'a: Mal nerede diye
sormuş, o da; Sen, mal için mi beni gönderdin? Biz, o mah Ra-sûlullah (sav)'tn
döneminde iken aldığımız yerlerden aldık ve yine Rasûlul-lah (sav)ın döneminde
iken harcadığımız bir yerde harcadık.[315]
Dârakutnî ve
Tirmizî'nin rivayetine göre; Avn b. Ebi Cuheyfe, babasından şöyle dediğini
rivayet eder: Peygamber (sav)'ın gönderdiği zekat toplama memuru bizim
yanımıza geldi. Zekatı zenginlerimizden aldı, fakirlerimiz arasında dağıttı.
Ben de yetim bir çocuk idim. Bana zekat mallarından genç bir dişi deve verdi.
Tirmizî der ki: Bu hususta îbn Abbas'tan da rivayet edilen bir hadis vardır.
İbn Ebi Cuheyfe'nİn yoluyla gelen hadis hasen bir
[316]hadistir.[317]
İlim adamları zekâtın
tahsil edildiği yerden bir başka yere taşınması hususunda Üç farklı görüşe
sahiptirler:
Birinci görüşe göre
zekat, tahsil edildiği yerden taşınmaz. Bunu Suhnûn ve İbnü'l-Kasım ifade
etmişlerdir ki, daha önce belirttiğimiz gerekçe dolayısıyla sahih olan görüş
budur. Yine İbnü'l-Kasırn der ki: Eğer bir zaruret dolayısıyla bir bölümü
başka bir yere aktarılacak olursa görüşüme göre bu da doğrudur. Suhnûn'dan da
şöyle dediği rivayet edilmiştir: İmam'a: Ülkenin herhangi bir yerinde İteri
derecede ihtiyaç bulunduğuna dair bir haber ulaşacak olursa, bu ihtiyaç
sebebiyle tahsil edilmesi hakkedilen sadakanın bir bölümünü ihtiyacın
bulunduğu yere taşıması caiz olur. Çünkü ihtiyaç ortaya çıkacak olursa,
ihtiyaç sahiplerinin muhtaç olmayanlardan öne geçirilmesi gerekir. Zaten
"müslüman müslümanın kardeşidir. Onu (tehlikeye ve düşmana) teslim etmez,
ona zuİmetmez."[318]
İkinci görüşe göre
zekat tahsil edildiği yerden başka bir yere taşınabilir. Malik de bu
görüştedir. Bu görüşün delili ise rivayet edilen şu hadis-İ şeriftir: Muâz
(r.a) Yemenlilere şöyle demiş: Siz bana hamîs (beş arşın uzunluğundaki kumaş)
yahut da lebîs (denilen giyilen elbise) getirin, onları sizden zekât olarak
mısır ve arpa yerine alayım. Çünkü böylesi hem sizin için daha kolay, Iıem de
Medine'de bulunan muhacirler için daha faydalıdır." Bu hadisi de Dârakutnî
ve başkaları rivayet etmiştir.[319]
Hamîs, müşterek
(birden çok mana hakkında kullanılabilen) bir lafızdır. Burada, uzunluğu beş
arşın gelen elbiselik kumaş demektir. Denildiğine göre bu kumaşa bu ismin
veriliş sebebi, onu ilk dokuyanın Yemen kıralların-dan birisi olan
"el-Hıms" oluşu dolayısıyladır. Bunu İbn Faris
"el-Müc-mel"de, el-Cevherî ve başkaları da nakletmişlerdir.
Bu hadiste iki hususa
delil vardır: Birincisi, bizim sözünü ettiğimiz, zekatın Yemen'den Medine'ye
taşınarak Peygamber (sav)'ın zekatı paylaştırmayı gerçekleştirmesidir, bunu da
yüce Allah'ın: "Sadakalar ancak fakirlere... mahsustur" buyruğu
desteklemekte ve bu buyrukta bir beldedeki fakirler ile diğerindeki fakirler
arasında herhangi bir ayrım gözetilmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen AUahtır.
İkincisi ise, zekâtta
kıymetin alınması hususu: Zekâtta, zekât olarak verilmesi gereken aynî malın
kıymetinin verilmesi hususunda İmam Malik'ten farklı rivayetler gelmiştir. Bir
seferinde bunu caiz kabul ederken, bîr diğer seferinde bunun caiz olmadığını
söylemiştir. Caiz oluşunun gerekçesi -ki bu, Ebû Hanife'nin de görüşüdür-
sözünü ettiğimiz bu hadis-i şeriftir. Buhârî'nin Sahih'inde de Enes yoluyla gelen
hadiste Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Her kimin
yanındaki develerin zekatı bir cezea'yı (beş yaşına basmış dişi deve) bulur da
yanında cezea bulunmamakla birlikte, hik-ka (dört yaşında dişi deve) bulunuyor
ise, ondan bu cezea alınır. Bununla birlikte kolayına gelen iki koyun, yahut
yirmi dirhem daha (aradaki yaş farkı olarak) alınır.."[320]
Yine Hz. Peygamber
şöyle buyurmaktadır: "Bugün için onları (fakirleri) dilencilik yapmak
ihtiyacından kurtarın."[321]
Bununla, Ramazan
bayramı birinci günü (verilen fi tır sadakasını > kastetmektedir. Hz.
Peygamber bu buyruğu ile fakirlerin ihtiyaçları karşılanmak suretiyle
dilencilik yapma ihtiyacından kurtarılmasını istemektedir. Buna göre onların
ihtiyaçlarını kapatan herbir şeyi vermek cai?. olur. Yüce Allah da: "Mallarından
bir sadaka al..." (etTevbe, 9/103) diye buyurmakta ve bunlar arasında
herhangi bir tahsise gitmemektedir.
Bununla birlikte Ebu
Hanife, zekatın bedeli olarak bir evde oturmanın verilemeyeceği görüşündedir.
Mesela bir kimsenin beş dirhem zekat vermesi gerekirken, bir aylığına bir
fakiri sahip olduğu evinde bedelsiz iskan ettirirse bu (zekat olarak) caiz
olmaz. Çünkü o, bedelsiz iskan etmek bir mal değildir, der.
(Maliki) mezhebinin
kuvvetli görülen görüşü olan "değerlerin zekat olarak verilmesi caiz
değildir" şeklindeki görüşüne gelince, buna da Peygamber (sav)'ın su
buyruğu gerekçe gösterilmektedir: "Beş devede bir koyun, kırk koyunda da
bir koyun (zekat vardır)."[322] Hz. Peygamber burada açıkça "koyun"
verileceğini ifade etmiştir. Eğer koyun verilmeyecek olursa, emroluna-m yerine
getirmiş olmaz. Emrolunan yerine getirilmeyecek olursa da o emri yerine
getirmek yükümlülüğü baki kalmaya devam eder.
Üçüncü görüşe göre de,
fakir ve yoksulların payları, (zekatın tahsil edildiği) o yerde paylaştırılır.
Diğer paylar ise imamın içtihadına uygun olarak bir yerden başka bir yere
aktarılır. Ancak birinci görüş sahih olan görüştür. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.[323]
Zekâtın tahsil
edildiği yeri tesbit etmekte muteber olan, senenin bitimi esnasında malın
bulunduğu yer midir ve bu durumda zekât orada mı dağıtılır, yoksa muhatap malın
maliki olduğu için malikin bulunduğu yer midir? Bu konuda İki görüş vardır.
Ebu Abdullah, Muhammed b. Huveyzimendad, Ahkâm (el-Kur'an) adlı eserinde ikinci
görüşü tercih eder ve şöyle der: Çünkü zekâtı vermek emrine muhatap olan
insandır.
Dolayısıyla mat ona
tabi olur. O bakımdan muhatabın bulunduğu yere göre hükmün verilmesi icabeder.
Tıpkı yolcu gibi. Yolcu, kendi beldesinde zengin, fakat bir başka yerde fakir
olabilir. O bakımdan onun bulunduğu yere göre hüküm verilir.[324]
Bir kimse, nıüslüman
fakir diye birisine zekât verecek olsa, daha sonra onun bir köleye yahut bir
kâfire veya bir zengine zekât verdiği açığa çıkacak olursa, hükmün ne
olacağına dair İmam Malik'ten farklı rivayetler gelmiştir. Bir seferinde: Bu
zekâtı yeterlidir derken, bir başka seferinde: Yeterli değildir demiştir.
Daha sahih kabul
edilen ve yeterli olduğuna dair görüşünün açıklaması şöyledir Müslim, Ebu
Hureyre'den, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bir adam:
Ben bu gece bir sadaka vereceğim, demiş ve sadakasını alıp çıkmış. Zaniye bir
kadının eline vermiş. Sabah olunca insanlar: Bu gece zaniye bir kadına sadaka
verildi diye konuşur olmuşlar. Adam da; Allah'ım, bir zaniye'ye (sadaka)
verdiğimden dolayı Sana hamd olsun. Yine: Sadaka vereceğim demiş. Sadakasını
alıp çıkmış ve onu zengin bir kimsenin eline bırakmış. Sabah olunca insanlar:
Zengin bir kimseye sadaka verilmiş diye konuşmaya başlamışlar. Yine adam,
Allah'ım zengin bir kimse(ye verdiğim sadaka) dolayısıyla Sana lıamd ederim.
Mutlaka bir sadaka daha vereceğim diyerek sadakasını alıp çıkmış, bu sefer de
o sadakayı bir hırsızın eline bırakmış. Sabah olunca insanlar: Bir hırsıza
sadaka verilmiş diye konuşmaya başlamışlar. Adam: Allah'ım, zanıye bir kadına,
bir zengine, bir hırsıza (yerdiğim sadaka) dolayısıyla Sana hamd ederim. Ona
gelinerek şöyle denilmiş: Verdiğin sadaka kabul olundu, Zaniye kadın olur ki
bu sadaka dolayısıyla zinadan uzak kalır, iffetini korur. Zengin de olur ki
ibret alır da Allah'ın kendisine verdiklerinden infak eder. Hırsız da olur ki
bu sadaka sebebiyle iffetli davranarak hırsızlığından uzak kalır."[325]
Yine rivayet
edildiğine göre, adamın birisi malının zekatını ayırıp babasına vermiş. Sabah
olunca durumu öğrenmiş, Peygamber (sav)'a sorunca ona şöyle buyurmuş:
"Sana hem verdiğin zekâtının ecri, hem de akrabalık bağını gözetme ecri
yazıldı. O bakımdan senin iki ecrin vardır."[326]
Zekât buyruğunun
ihtiva ettiği anlam açısından da konuya bakılacak olursa, zekât veren kimseye
zekât vereceği kişiyi tesbit için içtihatta bulunması uygun görülmüş, buna
müsaade edilmiştir. Zekat veren ietihad edip zekat almaya ehil olduğunu
zannettiği kimseye verecek olursa, yerine getirmekle yükümlü olduğu görevini
ifa etmiş olur.
Bu şekilde verilen bir
zekatın yeterli olmayacağına dair görüşüne gelince; bu da şöyle açıklanır: O,
bu durumda zekatını zekat almaya hak eden bir kimseye vermemiştir. Onun bu
davranışı kastî yapılan bir fiile benzer. Ayrıca malî tazminatlar hususunda
kasıt ile hata arasında bir fark yoktur. Bundan dolayı miskinler aleyhine
telef etmiş olduğu bu malın tazminatını ödemesi icabeder ki, onların hakları
böylelikle onlara ulaştırılmış olsun.[327]
Bir kimse zekatını
vaktinde çıkartıp bir kenara ayırsa ve kendisinin bir kusuru bulunmaksızın
telef olursa, tazminatını ödemez. Çünkü bu durumda o, fakirlerin vekili
durumundadır.
Eğer vaktinden bir
süre sonra çıkartıp bu çıkarttığı zekat malı telef olursa, tazminatını öder.
Çünkü zekatı vaktinden sonraya bırakmıştır. Böylelikle zekat artık onun
zimmetine taalluk etmiş olur. Tazminatım ödemesinin sebebi işte budur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[328]
Eğer İman (.İslâm
Devlet Başkanı) zekâtı alıp harcamakta adaletli davranıyor ise, mal sahibinin
ister nakit parada, ister başkalarında olsun zekâtı bizzat hak sahiplerine
vermeyi üstlenmesi caiz değildir. Nakit paranın zekâtını, sahiplerine zekât
verecek kişi ödeyebilir de denilmiştir.
İbnu'l-Macişun der ki:
Bu, zekâtın özel olarak fakir ve yoksullara (miskinlere) verilmesi halinde
caizdir. Şayet zekâtın bunların dışındaki sınıflara harcanmasına ihtiyaç varsa,
o kimselere imamdan başka hiçbir kimse zekât dağıtmaz.
Bu bölümün diğer
meseleleri oldukça fazladır. Ana konularım bu açıkladıklarımız teşkil
etmektedir.[329]
Yüce Allah: "Onu
toplamakla görevlendirilenlere" buyruğu ile imamın bu konuda vekâlet
vermek suretiyle zekât tahsil etmek üzere gönderdiği zekât toplayıcılarını
kastetmektedir. Buharı, Ebû Humeyd es-Sâidî'den şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah (sav) Esd (Ezd de denilir) tilerden, İbn el-Lut-biyye diye bilinen
bir kimseyi Süleymoğullannın zekatını toplamak üzere gönderdi. Dönüp
geldiğinde Hz. Peygamber onunla hesaplaştı.[330]
İlim adamları zekat
tahsildarlarının alacakları miktar hususunda üç farklı görüş ileri
sürmüşlerdir. Mücahid ve Şafii, alacakları miktar sekizde birdir, derler.
İbn Ömer ve Malik ise,
onlara yaptıkları iş kadar ücret verilir, demişlerdir. Ebıı Hanife ve
arkadaşlarının görüşü de budur. Derler ki: Böyle bir kimse, fakirlerin
maslahatı için başka işlerini bırakmış kendisini bu işe vermiştir. O bakımdan
böyle bir kimseye ve onun yardımcılarına yetecek miktarı (ücreti) vermek, onlar
için tahakkuk eder. Nitekim kadın, kocasının hakkı dolayısıyla başka şeylerle
uğraşmadığından dolayı onun ve ona tabi olan bir veya iki hizmetçinin
nafakasını karşılamak kocaya ait olur. Bunun sekizde bir diye miktarı tesbit
edilemez. Aksine bu konuda -sekizde bir veya daiıa çok olsun- yeterli alacak
miktar muteberdir. Tıpkı hakimin alacağı maaş gibi.
Ancak günümüzde
yardımcılara da yetecek miktar muteber değildir; çünkü bu katıksız bir israf
haline dönüşmüştür.
Üçüncü görüşe göre
iser beytü'l-malden ücrederi ödenir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu, İbn Ebİ Uveys ile
Dâvûd b. Said b. Zenbua'nın, Malik b. Enes'den yaptıkları rivayete göre sahih
bir görüş olmakla birlikte, delil İtibariyle zayıftır. Çünkü şanı yüce Allah
nas ile onların paylarını bize bildirmiş bulunmaktadır. Mantikî kıyaslarla bu
nassı nasıl bir kenara bırakabiliriz? Doğru olan onlara verilecek ücret
miktarında İctİlıad yapılabileceğidir. Çünkü önceden de geçtiği üzere, zekâtta hak
sahibi sınıfların sayılmasına dair ilâhî beyan, zekât verileceklerin
açıklanması içindir. Zekâttan, hak edilen miktarın tesbiti kastıyla değildir.
Zekât tahsildarının
Haşimoğullarından olması halinde fukahânın görüşleri farklıdır. Ebu Hanife,
Hz. Peygamberin: "Şüphesiz ki sadaka (zekat) Mu-hamined âline helâl
değildir. Çünkü o, insanların pislikleridir"[331]
hadisi dolayısıyla bunu caiz kabul etmez. Çünkü bu da bir bakıma bir
sadakadır. Çünkü tahsildara verilen ücret sadakanın bir bölümüdür. O bakımdan Rasûlul-lah
(sav)'ın akrabalarını, insanların mallarının kirlerini temizleyen bu bölümden
tenzih etmek ve onların şereflerini her bakımdan korumak kastıyla bu ücret de
her yönüyle sadaka gibi kabul ediiir.
Malik ve Şafiî ise,
Haşiraoğullarına mensup birisinin zekat tahsildarlığı yapmasını caiz kabul
ederler ve böylesine yaptığı işin ücreti verilir. Çünkü Peygamber (sav) Ali b.
Ebi Talib'i zekat tahsildarı olarak gönderdiği gibi, Yemen'e de zekat
tahsildarı olarak onu göndermiştir. Haşimoğultanndan da bir topluluğu bu
maksatla görevlendirdiği gibi, ondan sonraki halifeler de aynı şekilde onları
görevlendirmişlerdir. Çünkü bu maksatla görevlendirilen bir kimse mubah olan
bir işi yapmak üzere ücretle tutulan birisidir. Dolayısıyla bu hususta diğer
sebepleri de nazar-ı İtibara alarak Haşimî olan ile olmayanın eşit tutulması
gerekmektedir.
Haneliler ise derler
ki: Hz. Ali ile ilgili olarak nakledilen hadiste Hz. Ali'ye zekâttan bir pay
verildiğine dair bir irade yoktur. Eğer (Haşimoğullanna mensup olan) o kimseye
zekatın dışındaki bir maldan ücret verilirse bu caiz olur. Bu görüş Malik'ten
de rivayet edilmiştir.[332]
Yüce Allah'ın:
"Onu toplamakla görevlendirilenlere" buyruğu, zekât toplamak,
kâtiplik, kassam (şayi' hisseli malları paylaştıran), âşir (ticaret malla-nndan
öşür alan kimse) ve bunların dışında kalan farz-ı kifaye kabilinden olan İşleri
yapan her bir kimsenin bu işine karşılık ücret almasının caiz olduğuna delil
teşkil etmektedir. Namaz kıldırmak için imamlık da bu kabildendir. Çünkü namaz,
her ne kadar bütün mükelleflere yönelik bir emir ise de onlardan birisinin
imamlık yapmak üzere öne geçirilmesi farz-ı kifayedir. O bakımdan ona karşılık
ücret almanın caizliği hususunda şüphe bulunmamaktadır. İşte bu bahsin asıl
delili de budur. Nitekim Peygamber (sav) da: "Hanımlarımın nafakasından
ve âmillerimin ücretlerinden sonra artıp geride bıraktığım ne varsa
sadakadır"[333]
buyruğu ile buna işaret etmektedir. Bu açıklamaları İbnü'l-Arabî yapmıştır.[334]
"Kalpleri
alıştırılmak İstenenlerden zekâtın paylaştırıl masının sözkonu-su edildiği bu
âyetteki: "Kalpleri alıştırılmak istenenlere..." buyruğundan başka
bir yerde Kur'an-ı Kerim'de, söz edilmemektedir.
Kalpleri İslâm'a
alıştırılmak istenenler, İslâm'ın ilk dönemlerinde müslü-man olduğunu açığa
vuranlar arasından yakînlerinin zayıflığı dolayısıyla zekattan kendilerine bir
pay verilmek suretiyle İslâm'a ısındırılmak İstenen bir kesim idi.
ez-Zührî der ki:
Kalpleri alıştırılmak istenenler, zengin dahi olsa İslâm'a giren yahudi veya
hristiyan kimselere denilir. Müteahhir alimlerden kimisi de şöyle demektedir:
Bunların nitelikleri hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunlar, İslâm'a
alıştırılıp ısındırılmak maksadıyla kendilerine birşeyler verilen kâfirlerden
bir gruptur. Ve bunlar, genelde baskı ve kılıç zoruyla müslüman olmamakla
birlikte, bağış ve ihsanlarla İslâm'a giren gençlerdi, denildiği gibi, şöyle de
denilmiştir: Bunlar, zahiren İslâm'a girmiş, fakat kalplerinde kesin kanaat
hasıl olmamış bir topluluktur. İslâm kalplerinde iyice yer etsin diye
kendilerine (zekâttan) bir miktar verilen bir topluluktur.
Bir diğer görüşe göre
bunlar, kendilerine tabi olunan müşriklerin büyükleridirler. Onlara uyan
kimselerin İslâm'a ısıridırtlmalan kastıyla onlara bir-şeyler verilirdi. (Bu,
müteahhir ilim adamı) der ki: Bu görüşler birbirlerine yakındır. Hepsinden
maksat da, müslümanlığı gerçek anlamıyla ancak kendisine yapılacak bağış ile
iyice yerleşen kimselere birşeyler vermektir. Bu, sanki bir çeşit cihadı
andırmaktadır,
Müşrikler de üç
sınıftır. Bir bölüm, kendisine karşı delil ortaya konulması suretiyle, bir
bölüm yenik düşürülmek ve kahredilmek suretiyle, bir bölümü de kendisine
iyilik yapılması ile şirkinden döner. Müslümanların işlerine nezaret eden imam
İse, her bir bölüme karşı o kimsenin küfürden kurtarılması ve kurtuluşuna
sebep teşkil edecek uygulamada bulunur. Müslim'in Sahih'inde Enes'den rivayet
edildiğine göre Rasûlullah (sav) Ensar'a şöyle demişti: "Ben, henüz
küfürden yeni çıkmış bir takım kimselere onları (kalplerini İslâm'a)
ısındırmak kastıyla birşeyler veriyorum..."[335]
İbn İshak der ki: Hz.
Peygamber bunlara, hem kendilerini İslâm'a alıştırmak, hem de kavimlerinin de
onlar vasıtasıyla İslâm'a alışmasını sağlamak kastıyla birşeyler vermişti.
Bunlar şerefli, soylu kimseler idi. (Mesela), Ebu Süfyan b. Harb'e yüz deve,
oğluna yüz deve, Hakîm b. Hizâm'a yüz deve, el-Hâris b. Hişam'a yüz deve,
Süheyl b. Amr'a yüz deve, Huveytıb b. Abdİ-luzza'ya yüz deve, Safvan b.
Ümeyye'ye yüz deve vermiştir. Aynı şekilde Malik b. Afv ile el-Alâ b.
Cariye'ye de yüz deve vermiştir. İşte bunlar (kendilerine yüz deve verilen)
"Ashabu'1-Miîn" diye anılan kimselerdir. Kureyşten bir takım
kimselere de yüz deveden daha az bağışta bulunmuştur ki, Mahreme b. Nevfel
ez-Zührî, Umeyr b. Vehb et-Cumahî, Hişam b. Amr ei-Âmirî bunlardandır. İbn
İshak (devamla) der ki: Bunlara ne kadar verdiğini bilemiyorum. Said b.
Yerbu'a elli deve, Abbas b. Mirdas es-Sülemî'ye de az sayıda de-vele^vermişti.
Bundan dolayı öfkelenen Abbas, bu hususta şu (anlamdaki) şiiri söylemişti:
"Geni; ve sert
yerde, taylar üzerinde hücumun ile telâfi ettiğin bir talandı. Ve ben, kavmi
uyumasınlar diye uyandırırdım; insanlar uyuduğunda uyumadım.
Benim talanım ile
(atım) el-Ubeyd'in (sırtındaki) talan; Uyeyne ile
el-Akra arasında pay
edildi.
Ve ben savaşta
korkusuzca hücum eden bir kimse idim. Ama ne bana
birşey verildi, ne de
benden birşey alındı. Ancak bana küçük birkaç deve verildi, dört ayağı sayısınca.
Ne Hısn, ne Habis toplanma yerinde (babam) Mirdas'a üstün değillerdi. Hem ben,
onlardan herhangi birisinden de aşağı değildim. Ve bugün sen kimi alçaltırsan
artık bir daha o kimse yücel t ileme/,."
Bunun üzerine
Rasûlullah (sav): "Gidin de onun bana karşı uzayan dilini kesiniz"
diye buyurdu.[336] Bunun üzerine hoşnut olana kadar ona da bağışta
bulunuldu. Bu, onun dilinin kesilmesi demekti.
Ebu Ömer (,b.
Abdi'1-Berr) der ki: Kalpleri İslâm'a alıştırılmak istenenler arasında
en-Nudayr b, el-Hâris b. Alkame b. Kelede.de zikredilmiştir. Bu ise, Bedir'de
öldürülen en-Nadr b. el-Haris'in kardeşidir. Başkaları ise onu Habeşistan'a
hicret eden kimseler arasında zikretmişlerdir. Eğer Nudayr, Habeşistan'a
hicret eden kimseler arasında ise, kalbi İslâm'a alıştırılacak kimselerden
olmasına imkan yoktur. Habeşistan'a hicret eden kimse ilk muhacirlerden olup
imanın kalbinde sağlam yer ettiği ve imanı uğrunda çarpışan kimselerdendir.
Böyle bir kimse imanı kalbinde sağlam yer etsin diye alıştırılacak kimselerden
olamaz.
Ebu Ömer (b.
Abdİ'1-Berr) der ki: Rasûlullalı (sav), Malik b. Avf b. Sa'd b. Yerbû'
en-Nasrî'yi Kays kabilelerinden olup, kavminden müslüman olan kimselerin
zekatını toplamak üzere gönderdi ve Şakulilere baskın yapmasını emretti. O da
emredileni yaptı ve onları oldukça sıkıştırdı. Kalpleri İslâm'a ısındırılanlar
da güzel bir şekilde İslâm'a bağlandılar. Ancak, Uyeyne b. Hısn bu hususta zan
altında kalmaya devam etti. Diğer kalpleri İslâm'a alış-tırılanlar arasında
fazilet bakımından farklılıklar vardır. Onlardan kimisi hayırlı ve fazileti
ittifakla kabul edilmiş üstün bîr kimsedir. Haris b. Hişam, Ha-kîm b. Hizam,
İkrime b. Ebi Cehil ve Süheyl b. Amr gibileri. Kimileri de bunlardan daha
aşağı derecededirler. Zaten yüce Allah peygamberleri de, diğer mü'min kullarını
da kimini kiminden üstün kılmıştır. O, bunların halini en iyi bilendir. Malik
der ki: Bana ulaştığına göre Hakim b. Hizam daha sonraları kalbi İslâm'a
alıştırılmak istenenlerden birisi olarak Peygamber (sav)'ın kendisine,
verdiklerini çıkartıp sadaka olarak dağıtmıştır.
Derim ki: Hakim b.
Hizam ile Huveytıb b. Abduluzza'nın her birisi yüz-yirmi yıl yaşadı. Bunların
altmış yılını cahiliye döneminde, altmış yılını da İslâm döneminde yaşadılar.
Ben, imam hocamız hafız Ebu Muhammed Abdulazim'i şöyle derken dinledim: Ashab-ı
Kiramdan iki kişi vardır ki bunlar, cabiliye döneminde altmış yıl, İslâm olarak
da altmış yıl yaşamışlar ve Medine'de hicretin 54. yılında vefat etmişlerdir.
Bunlardan birisi Hakîm b. Hi-zam'dır. Hakîm b. Hizam, fil yılından onüç yıl
önce Kâ'benin içinde dünyaya gelmiştir. İkincisi ise Ensardan Hassan b. Sabit
b. el-Münzir b. el-Haram'dır. Bunu, ayrıca Ebu Ömer ile Osman eş-Şehrezurî
"Kitabu Marifeti Envai İl-mi'l-Hadis" (İbn Salaiı Mukaddimesi diye
bilinir) adlı eserinde de zikretmekte ve bundan başka kimseyi sözkonusu
etmemektedirler.
Huvaytıb (b.
Abduluzza)'yı, Ebu'l-Ferec el-Cevzî "el-Vefâ fi Şerefi'l-Mus-tafâ"
adlı eserinde zikrettiği gibi; Ebu Ömer de Huvaytıb'ı "Kitabu's-Saka-be
(el-İstîâb)" adlı eserinde zikrederek altmış yaşında iken müslüman
olduğunu ve yüzyirmi yaşında vefat ettiğini nakletmektedir. Ayrıca Ebu Ömer,
Ab-durrahman b. Avfın kardeşi Hamnen b. Avfin da müslüman olarak altmış yıl,
daha önce cahiliye döneminde de (müslüman elmadan önce) altmış yıl yaşadığını
sözkonusu eder.
Kalpleri İslâm'a
alıştırılmak istenenler arasında Muaviye ile babası Ebu Süf-yan b. Harb da
sayılmıştır. Muaviye'nin onlardan sayılması uzak bir ihtimaldir. Peygamber
(sav) onu vahiy kâtipliği, valiyin okunması için emin görmüş ve onunla oturup
kalkmış iken nasıl oniar arasında sayılabilir ki? Hz. Ebu Bekir'in halifeliği
dönemindeki hali ise bundan daha ünEü ve daha açıktır. Babasının, kalbi
İslâm'a alıştırılmak İstenenlerden olduğunda söylenecek bir söz yoktur.
Kalpleri İslâm'a alıştırılacak kimselerin sayıları hususunda farklı kanaatler
vardır. Özetle bunların hepsi mü'mtn idiler ve az önce de geçtiği gibi
aralarında kâfir bir kimse yoktu. Yüce Allah en iyi bilen ve hükmü en sağlam
olandır.[337]
İlim adamları, bu
sınıfa mensupların kalıcılığı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Ömer,
el-Hasen, eş-Şafiî ve başkaları: İslâm'ın güçlenmesi ve üstünlük sağlaması ile
bu kesimin ardı arkası kesilmiştir, derler. Malik'in ve rey sahiplerinin meşhur
görüşü de budur.
Hanefi alimlerinden
bazısı da şöyle demektedir: Allah İslâm'ı ve müslü-manları aziz kılmış, buna
karşılık kâfirlerin de Allah'ın laneti üzerlerine olsun- ardı arkasını
kesmiştir. Sahabe-i kiram da Allah hepsinden razı olsun-Ebu Bekir (ı.a)'ın
halifeliği döneminde bu kesime mensup kimselerin paylarını düştüğü hususunda
icma etmişlerdir.[338]
İlim adamlarından bir
grup da şöyle demektedir: Bu sınıf kalıcıdır. Çünkü imam kimi zaman bazı
kimseleri İslâm'a alıştırıp ısındırmak ihtiyacını duyabilir. Hz. Ömer'in,
onların payını sona erdirmesi dinin güçlenmiş olduğunu görmesinden dolayıdır.
"Yunus der ki:
Ben, ez-Zührî'ye bunlara dair sordum da şöyle dedi: Ben bu hususta bir nesli
olduğunu bilmiyonjm. Ebu Cafer en-Nehhâs da der ki: Buna göre bu hüküm onlar
hakkında sabittir. Eğer herhangi bir kimsenin kalbinin ısındın imasına gerek
duyulur ve ondan yana müslümanlara bir zarar gelmesinden korkulur yahut daha
sonra İslâm'a güzelce bağlanacağı umut edilirse ona da bîrşeyler verilir.
Kadı Abdu'I-Vehhâb der
ki: Bazı zamanlarda onlara gerek duyulacak olursa zekâttan onlara pay verilir.
Kadı İbnü'l-Arabî de der ki: Benim görüşüme göre eğer İslâm güç kazanmışsa bu
pay sahipleri de yok kabul edilir. Şayet onlara gerek duyulursa o takdirde
RasûlullahtsavVın bunlara verdiği gibi paylan verilir. Çünkü es-Sahilı (Müslim)
de Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "İslâm garip
başladı ve başladığı gibi (garip olarak) avdet "[339]edecektir.[340]
Kalpleri İslâm'a
ısındırılacak olanlara paylarının verilmeyeceğini kabul edersek, şu husus
ortaya çıkar: Onların paylan ya diğer sınıflara, yahut imamın uygun göreceği
yere verilir. ez-Zührî, paylarının yansı mescidi eri imar edenlere verilir
demektedir.
İşte sözü geçen bu
sekiz sınıfın zekâtın harcanacağı sınıflar olduğunu, yoksa eşit oranda pay
sahibi olmadıklarını ortaya koymaktadır. Eğer bu sınıflar eşit pay sahibi
olsalardı, (İslâm'a alıştırılmak istenenlerin) düşmesi suretiyle paylarının da
düşmesi ve kendilerinden başka kimselere verilmemesi gerekirdi. Nitekim bir
kimse muayyen bir topluluğa vasiyette bulunacak olup da onlardan herhangi
birisi ölecek olursa, onun payı aralarından kalanlara geri dönmez. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.[341]
Yüce Allah'ın:
"Kölelere" buyruğu, kölelerin azad edilmesine... anlamındadır. Bu
açıklamayı İbn Abbas ve İbn Ömer yapmışlardır ki, Malik'in ve diğerlerinin de
görüşü budur. Buna göre imamın, zekât malından müslümanlar adına azad etmek
üzere bir takım köleler satın alması caizdir. Bu kölelerin velâ hakkı müslüman
cemaata ait olur. Eğer zekâtı ödeyecek kişinin kendisi köleleri satın alıp
azad ederse bu da caiz olur. Malik'in mezhebinden çıkartılan sonuç budur. Bu
görüş, İbn Abbas ve el-Hasen'den rivayet edilmiştir. Ahmed, İshak ve Ebu Ubeyd
de bu görüştedir.
Ebu Sevr şöyle
demektedir: Zekâtı ödeyecek kişi velâ bağının kendisine ait olması menfaatini
sağlamak suretiyle tek bir köle dahi satın alamaz. Şafiî'nin, rey ashabının ve
İmam Malİk'ten bir rivayete göre Malik'in de görüşü budur.
Sahih olan birinci
görüştür. Çünkü yüce Allah: "Kölelere" diye buyurmaktadır. Kölelere
zekâttan bir pay olduğuna göre, zekât verecek şahsın bir köle satın alıp azad
etme hakkı da vardır. Bîr kimsenin (zekâttaki) Allah yolunda payından (olmak
üzere) bir at satın alıp onun üzerinde yük taşıyabileceği hususunda ilim ehli
arasında görüş ayrılığı yoktur. Bir kimsenin zekâttan bütünüyfe bir at satın
alma hakkı olduğuna göre, bütünüyle bir köle satın alabilmesi de caiz olur ve
bunlar arasında bir fark yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[342]
Yüce Allah'ın:
"Kölelere* buyruğu velâ hususunda aslî bir delildir. Malik der ki: Burada
sözkonusu edilen azad edilip de velâ hakkı müslümanlara ait olan köledir. İmam
tarafından böyle bir köle azad edilecek olursa yine hüküm böyledir. Peygamber
(sav); velâ hakkının satışını da hibe edilmesini de yasaklamıştır. Nitekim Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Velâ, ne-seb bağı gibi bir bağdır.
Ne satılır, ne de hibe edilir."[343] Bir başka hadisinde de şöyle buyurmaktadır:
"Velâ (hakkı) azad edene aittir."[344]
Kadınlar da velâ
hakkından herhangi bir şeyi miras alamazlar. Çünkü Hz, Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Kadınlar velâdan hiçbir şeyi miras alamazlar. Ancak,
kendilerinin azad ettikleri yahut da kendilerinin azad ettiklerinin azad
ettikleri (kimselerin vetâsı) müstesnadır."[345]
Peygambar (sav) Hz.
Hamza'nın kızına velâ hakkına sahip olduğu bir kimsenin (azadlısının)
mirasının, yarısını azad ettiği bu kölenin kızına da öbür yarısını vermiştir.[346] Azad eden kimse eğer erkek ve kız çocuklar
bırakacak olursa, vela hakkı çocukları arasında sadece erkeklere ait olur. Bu,
ashab-ı kiramın icma ile kabul ettiği bir husustur. Velâ, ancak katıksız asabe
yoluyla miras alınır. Kadınlar için ise asabelik sözkonusu değildir, O
bakımdan kadınlar velâ yoluyla hiçbir şeyi miras alamazlar. Bu meseleyi
kavrayan hakka isabet eder.[347]
Mükâteb'e zekâttan
yardım ediiir mi hususunda, farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre yardım
edilmez. Bu görüş Malik'ten rivayet edilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın:
"Rakabe: Köle"yi sözkonusu etmesi, onun tam anlamıyla köle azad
etmeyi kastettiğini göstermektedir. Mükâteb ise, aslında üzerinde borç olarak
bulunan mükâtebe bedeli dolayısıyla "borçluların kapsamı içerisine girmektedir.
O "köleler" kapsamına görmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yine Malik'ten,
Medİneliler İle Ziyad'ın, ondan rivayetine göre şöyle dediği nakledilmiştir:
Mükâteb olan kimseye kitabet bedelinin son taksidinde onu azad etmesini
sağlayacak şekilde yardım olunur. Yüce Allah'ın: "Kölelere"
buyruğunun te'vili hususunda ilim adamlarının çoğunluğu da bu görüştedir. İbn
Vehb, Şafiî, Leys, Nehaîve başkaları da bu görüştedirler. Ali b. Musa el-Kummî
el-Hanefî, "AAfeâm"ında (Ahkâmu'1-Kur'ân adlı eserinde) şunu
nakletmektedir: İlim adanılan mükâteb'in kastedildiği hususunda icma etmişler,
ancak köle azad edilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
el-Kiyâ et-Taberî ise
şöyle demektedir: (el-Kummî) bunun men'i hususunda açıkladığı bir şekilde
sözkonusu ederek şöyle demektedir: Köle azad etmek bir mülkiyeti iptal
etmektir. Temlik değildir, Mükâteb'e verilen mal ise bir temliktir. Temlik
sözkonusu olmadıkça da yerini- bulmaması sadakanın (zekâtın)
özelliklerindendir, O, bu görüşünü sununla da pekiştirmektedir: Bir kimse,
zekâttan borca batmış kimsenin adına onun isteği olmaksızın borcunu ödemek
üzere bir miktar verecek olursa, temlik olmadığından dolayı bu geçerli olmaz. O
halde köle azad etmekte zekât diye verilecek malm zekat olmaması öncelikle
sözkonusudur. Köle azadı hususunda şunu da zikreder: Bir kimse (zekât malıyla)
köle azad etmek suretiyle velâ faydasını kendisine sağlamış olur. Mükâtebe
vermesi halinde ise böyle birşey tahakkuk etmez. Yine onun naklettiğine göre
bir kimse eğer kölenin bedelini kölenin kendisine ödeyecek olursa, köle bu
bedele malik olamaz. Şayet efendisine bu bedeli ödeyecek olursa, bu sefer köle
azad etmeyi de ona temlik etmiş olur. Eğer satın alıp azad etmekten sonra bu
miktarı ödeyecek olursa, bu durumda da bir borcu ödemiş olur. Bunların
hiçbirisi zekâtta yerini bulamazlar.
Derim ki: Bizim sözünü
ettiğimiz hem köle azad etmenin, hem de mükâtebe yardımcı olmanın caiz oluşuna
açıkça delâlet eden bir hadis-i şerif varid olmuştur ki, bunu Dârakutnî,
el-Berâ'dan rivayet etmiştir. el-Berâ dedi ki: Bir adam Peygamber (savVa gelip
şöyle dedi: Beni cennete yakınlaştıracak, cehennemden de uzaklaştıracak bir
ameli bana göster. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Andolsun ki, her ne
kadar sözlerin kısa ise de sorduğunun kapsamı oldukça geniştir. O halde sen
canh olan (köle) yi azad et ve Rakabeyi (kölelikten) kurtar." Bunun
üzerine adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar aynı şeyler değil midir?
Hz. Peygamber: "Hayır, canlı olanı azad etmek senin bir köleyi tek başına
hürriyetine kavuşturmandır. Köleyi kurtarmak ise, onun bedelinin ödenmesinde
(mükâtebesinde) yardımcı olmandır" diye buyurdu. Sonra da hadisin geri
kalan bölümünü
[348]nakletti.[349]
Zekat malından
esirlerin kurtarılması hususunda (fukahânın) farklı görüşleri vardır. Esbağ,
caiz değildir demektedir. Îbnü'l-Kasım'm görüşü de budur.
İbn Habib ise caizdir,
der. Çünkü esir de kölelik yoluyla mülk edinilmiş bir kimsedir. Böylelikle
esir, kölelikten hürriyete kavuşturulmuş olur. Hatta bu, bizim elimizde bulunan
kölelerin kurtarılmasından daha yerinde ve daha hakka uygundur. Çünkü müslüman
bir köleyi müslüman bir kimsenin köleliğinden kurtarmak için zekattan bir pay
ayırmak ibadet ve caiz olduğuna göre, müslüman bîr kimseyi kâfire kölelik ve
zilleti altından kurtarmak için zekat malının verilmesi daha uygun ve daha bir
layıktır.[350]
Yüce Allah'ın:
"Borçlulara" buyruğunda sözü edilenler, borcun altına girmiş ve
yanlarında bu borçlarını ödeyecek malları bulunmayan kimseler demektir. Bu
hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak, bir kimse günahkârlık
uğrunda borca girmiş ise, ona tevbe edinceye kadar zekâttan da birşey verilmez,
başka bir mal da verilmez. Yalnızca, malı bulunmakla birlikte borcu malının
tamamını kuşatmış (ye aşmış) olan kimseye borcunu ödeyecek miktar verilir.
Eğer hiçbir malı
bulunmamakla birlikte borcu bulunan bir kimse ise, böyle bir kişi hem
fakirdir, hem borçludur. Ona, bu ikî niteliği dolayısıyla da zekat verilir.
Müslim, Ebu Said
el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûİullah (sav)'ın döneminde bir
adamın satın aldığı mahsullere bir felâket geldi, o bakımdan borcu çoğaldı.
Bunun üzerine Rasûİullah (sav): "Ona tasaddukta bulununuz" diye
buyurdu. İnsanlar ona tasaddukta bulundu, fakat verilen bu sadakalar borcunu
ödeyecek miktara ulaşmadı. Bu sefer Rasûlullah (sav) onun alacaklılarına:
"Artık bulduğunuzu alınız ve sizin bundan başka alacak bir-şeyinİ2
yoktur"' diye
[351]buyurdu.[352]
Arayı düzeltmek ve
iyilik maksadıyla, bir takım yükümlülükler altına girmiş kimseye eğer bu
yükümlülükleri ödemesi İcab etmiş olup ödemek durumunda olduğu bu malî
yükümlülükler onun servetinin tümünü alıp götürüyor ise, buna da tıpkı borçlu
gibi zekâttan yüklendiği bu yükümlülükleri ödeyecek kadan -zengin dahi olsa
verilebilir. Bu, Şafiî'nin, arkadaşlarının, Ahmed b. Hanbel'in ve diğerlerinin
de görüşüdür. Bu görüşü kabul edenler Kabîsa b. Muhârik'in hadisini delil
gösterirler.
Kabîsa der ki: Ben
kefalet yoluyla bir maddi yükümlülüğün altına girdim. Peygamber (sav)'a gidip
bu hususta ondan yardım İstedim, şöyle buyurdu: "Zekât (malları) bize
gelinceye kadar dur da sana ondan verilmesi için emir verelim. -Sonra şöyle
buyurdu-: Ey Kabîsa, dilenmek ancak üç kişiden birisi ise bir kimseye helâl
olur; Eğer bir kişi başkaları adına kefil olup maddî bir yük altına girmiş ise,
bunu elde edinceye kadar o kimse için dilenmek helâl olur. Daha sonra dilenmeyi
bırakır. (İkincisi), malının tümünü götüren bir musibete duçar olan kimseye de
hayatını ayakta tutacak kadar -veya: Maişetini gediğini kapatacak kadar diye
buyurdu- bir miktar elde edinceye kadar dilenmesi helâl olur. (Üçüncüsü),
kavminden akıl sahibi kimselerden üç kişi kalkıp da: Filan kişiye gerçekten
yoksulluk isabet etti, diyecek kadar fakir düşen bir adama da dilenmek helâl
olur. Bunun da maişetini ayakta tutacak miktarı elde edinceye -yahut da
geçiminin gediğini kapatacak miktarını elde edinceye kadar diye buyurdu- kadar
dilenmesi helâl olur. Bunların dışındaki dilencilik ise ey Kabîsa, kişinin
haram olarak yediği bir haramdır."[353]
Uz. Peygamber'in:
"Sonra bu dilencilikten vazgeçer" ifadesi, böyle bir dilenmede
bulunacak olunan zengin oluşuna delildir. Çünkü fakir, dilenmekten vazgeçmekle
yükümlü değildir, doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Yine Hz. Peygamber'den
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; "Dilencilik (bir kimseye) ancak üç
kişiden birisi olması halinde helal olur. Kişiyi yerde süründürecek kadar fakir
düşmüş, yahut aşın derecede borç sahibi veya can acıtacak bir kanın sahibi (kısas
uygulanmaması için diyet ödemek zorunda bulunan) kimse."[354]
Yine Hz. Peygamber
şöyle buyurmaktadır: Zekât, hiçbir zengine helal değildir. Ancak, beş kişi
müstesna,.." diye buyurduğuna dair rivayet edilen hadis de ileride "[355]gelecektir.[356]
Zekattan, ölmüş
kimsenin borçlarının ödenip ödenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı
görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife der ki: Ölen bir kimsenin borcu zekâttan
ödenmez. İbnü'l-Mevvâz'ın görüşü de budur. Yine Ebu Hanife der ki: Üzerinde
keffaret borcu ve buna benzer yüce Allah'ın haklarından bir hak bulunan
kimseye de zekâttan verilmez. Çünkü, ancak ödememesi halinde hapsedilmesini
gerektirecek bir borcu bulunan kimseye "borçlu" denilir.
Bizim mezhebimize
mensup ilim adamlarımız ve diğerleri derler ki: Ölenin borcu zekâttan ödenir.
Çünkü böyle bir kimse de borçlulardandır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
"Ben, her mümine kendi öz canından daha yakınım. Kim bir mal bırakacak
olursa, o onun aile halkına attir. Kim de bir borç yahut bakıma muhtaç çoluk
çocuk bırakacak olursa, onun yükümlülüklerini yerine getirmek benim isimdir,
bunları ödemek benim üzerimde bir "[357]haktır.[358]
Yüce Allah'ın:
"Allah yolunda" buyruğunda kastedilenler, gaziler ile ri-bat
yerleridir. Bunlara, zengin veya fakir olsunlar gazalarında yapacaklan harcamalar
verilir. İÜm adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Malik'in Allah'ın rahmeti
üzerine olsun mezhebinden anlaşılan da
budur.
İbn Ömer der ki:
Burada kastedilenler, hacılar ve umre ziyaretini yapanlardır. Alımed ve
İshak'dan rivayete göre onlar; "Allah'ın yolu"ndan kasıt hacdır
demişlerdir.
Buhârî'de de şöyle
denilmektedir: Ebu Lâs'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sav)
zekât develeri üzerinde hacca gitmek üzere bizi taşıdı.[359] Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre kişi,
malının zekâtından köle azad eder, haccedilmesi için de verir.[360]
Ebu Mulıammed
Abdulğani el-Hahz rivayetle dedi ki: Bize, Muhammed b. Muharamed e!-Hayyaş
anlattı, bize Ebu Ğassan Malik b. Yahya anlattı, bize Yezid b. Harun anlattı,
bize Mehdi b. Meyraun, Muhammed b. Ebi Yakub'dan haber verdi. Muhammed,
Abdurrahman b. Ebi Nu'm'dan -ki, künyesi Ebu'l-Hakem'dir- dedi ki: Abdullah b.
Ömer ile oturuyordum. Huzuruna bir kadın gelerek ona şöyle dedi: Abdurrahman'ın
babası, benim kocam malını Allah yolunda harcansın diye vasiyet etti. İbn Ömer
şöyle dedi: Malı dediği şekilde Allah yolunda harcansın. Ben ona şöyle dedim:
Sen, bu kadına soru sorduğu hususta ancak kederini artırmış oldun. Şöyle dedi:
Ey Abdurrahman b. Ebi Nu'm, sen bana ne dememi emrederdin? Ben, ona bu malı
şu savaşa çıkıyorum deyip de yeryüzünde fesat çıkartan ve yol kesen askerlere
vermesini mi emredeydim? Bu sefer ben, şöyle* dedim: Peki, ya bu kadına ne
yapmasını emredersin? Dedi ki: Ben ona, o malı salih bir topluluğa Allah'ın
Haram Beytine haccedenlere vermesini emrediyorum. Çünkü onlar Rahman olan
Allah'ın kafilesidirler. Onlar Rahman'ın kafi leşidirler, onlar Rahman'ın
kafîlesidirler. Onlar asla şeytanın kafilesi gibi olmazlar. O, bu sözlerini üç
defa tekrarladı. Ben ona: Abdurrahman'ın babası dedim, ya şeytanın kafilesi ne
oluyor? Şöyle dedi: Bunlar şu emirlerin huzuruna girip de onlara insanlar
arasında karışıklık çıkarmak kastıyla söz ulaştıran, müslüman-lar arasında
yalancılığı götürüp getiren, bundan dolayı da kendilerine hediyeler ve
bağışlar verilen kimselerdir.
Muhammed b. Abdilhakem
dedi ki: Savaş araç ve gereçleri, silah ve kendisine ihtiyaç duyulan araçlar,
İslâm diyarından düşmanın püskürtülmesi için gerekli şeylere zekâttan verilir.
Çünkü bütün bunlar gaza yoluna ve onun faydasına yapılan harcamalardır.
Peygamber (sav) da alevlenen intikam ve kötülüğü söndürmek maksadıyla Sehl b.
Ebi Hasme musibeti dolayısıyla yüz dişi deve vermişti.
Derim ki: Bu hadisi
Ebû Dâvûd, Beşir b. Yesar'dan rivayet etmektedir. Buna göre Sehl b. Ebi Hasme
diye anılan Ensardan birisi, kendisine şunu haber vermiş: Rasûlullah (sav) ona
(Sehl'e.) zekât develerinden yüz deveyi diyet olarak ödemiş. Yani, Ensar'dan
olup Hayber'de öldürülen kişinin diyeti olarak bunu vermiş.[361]
İsa b. Dinar dedi ki:
Allah yolunda gaza edip de gazası esnasında muhtaç düşmüş, zenginliği ve
varlığı yanında bulunmayan bir gazinin zekât alması helâldir Ancak gaziler
arasında olup malı da beraberinde bulunan kimseye zekât almak helâl olmaz.
Gaziler arasından ancak malı yanında-bulunmayan (zengin) kimselerin zekât
almaları helal olur. Şafiî, Ahmed, İshak ve ilim adamlarının çoğunluğunun
görüşü budur.
Ebu Hanife ve iki
arkadaşı (Ebu Yusuf ve Muhammed) derler ki: Gaziye ancak fakir ve (ya) malına
ulaşamayacak halde (zengin) olduğu takdirde zekattan verilir.
Ancak bu, nassa,
ziyade (fazladan hüküm eklemek) dir. Ebu Hanife'ye göre ise, nassa fazlalık
neslidir. Nesh ise ancak ya Kur'an ile veya müteva-tir bir haberle olur, Burada
ise böyle birşey yoktur. Sahih sünnette bunun aksi rivayet edilmektedir. Hz.
Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Zekat, zengine helal değildir. Ancak şu
beş kişiye müstesna: Allah yolunda gazaya çıkmış, yahut zekât toplamakla
görevli oları, yahut borca batmış, yahut zekât olarak verilen bir şeyi malıyla
satın almış bir kimseye, yahut bir kimsenin yoksul bir komşusu bulunup da o da
o yoksul komşusuna sadaka verdikten sonra, yoksul (komşusun)dan hediye alan
zengin kimse." Bu hadisi Malik, mürsel olarak Zeyd b. Eslem'den, o da Ata
b. Yesar yoluyla rivayet etmiştir. Ma'mer ise bunu Zeyd b. Eslem'den, o, Ata
b, Yesar'dan, o da Ebu Said el-Hudrî'den, o da Peygamber (sav)'dan yoluyla
merfu' olarak rivayet etmektedir.[362] O halde bu hadis-i şerif âyetin anlamını tefsir
etmekte ve bazı zenginler için zekât almanın caiz olduğunu açıklamaktadır. Yine
bu hadis, Hz. Peygamber'in: "Zekât zengin bir kimseye de, azaları (gücü
kuvveti) yerli yerinde olan kimseye de helal değildir"[363] hadisini de açıklamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in
bu buyruğu mücmeldir ve ifade ettiği umumi manası üzere değildir. Diğer
hadiste sözü geçen "beş zengin kişi" ile ilgili hadis buna delildir.
İbnü'l-Kasım şöyle
derdi: Zengin bir kimsenin cihad için kullanmak üzere zekâttan alıp da bunu
Allah yolunda harcaması caiz değildir. Bu ancak fakir kimse için caiz olur.
Yine İbnü'l-Kasım der ki: Borç yükü altında bulunan kimsenin de kendi malını
koruyacak şekilde (kendi malından borcunu ödememek İçin) zekâttan bir pay
alması ve zekâttan aldığı bu pay ile ona ihtiyacı yokken- borcunu ödemeye
kalkışması caiz değildir. Gazi, savaşta İken zengin olmakla birlikte malı
yanında bulunmuyor ise, muhtaç düşecek olursa, zekâttan herhangi bir şey
almaz, bunun yerine borçlanır. Ülkesine ulaştı mı bu borcunu kendi malından
Öder, Bütün bu hususları İbn Habib, İbnü'l-Kasım'dan nakletmekte ve İbn Na-fi'
İle başkalarının bu hususta ona muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Ebu Zeyd
ve başkaları ise Îbnü'l-Kasım'dan şöyle dediğini rivayet ederler: Gazi,
ülkesinde zengin olup beraberinde de gazasında kendisine yetecek kadar malı
bulunuyor olsa dahi, ona zekâttan bir pay verilir. Sahih olan da budur, çünkü:
"Sadaka beş kişi müstesna hiçbir zengine helal değildir..."
anlamındaki hadisin zahiri bunu göstermektedir. İbn Vehb'in Malik'ten
rivayetine göre, zekâttan gazilere ve ribat yerlerine bir miktar verilir.
Bunlar ister fakir ister zengin olsunlar farketmez.[364]
"Yolcular"
(anlamı verilen terkip, asıl itibariyle "yol oğlu" anlamındadır)
buyruğunda geçen "es-Sebîl" yol demektir. Yolcu'nun yola (oğul
tabiriyle) nis-bet edilmesinin sebebi, onun yoldan ayrılmayışı ve yolun
üzerinden geçişinden ötürüdür. Nitekim şair de şöyle demiştir:
"Sevgiye dair
sorarsanız bana; sevgi benim,
Sevginin oğlu da
benim, sevginin kardeşi de, babası da benim."
Yolcudan maksat,
yolculuğu esnasında ülkesinden, yerleşik bulunduğu yerden ve matından uzak
kalıp ona ulaşamayacak durumda olan kişidir. Böyle birisine ülkesinde zengin
dahi olsa zekâttan bir pay verilir; bu durumdaki kişi, borç almak suretiyle
kendisini yükümlülük altına sokmakla mükellef değildir.
Malik, "İbn
Suhnûn'un Kitab'ında. der ki: Eğer kendisine borç verecek kişiyi bulacak
olursa, ona zekâttan pay verilmez. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü
yüce Allah'ın minnet ve lütfunu bulmuş iken böyle bir kimsenin başka herhangi
birisinin minneti altına girme sorumluluğu yoktur. Eğer zekât almaya muhtaç
etmeyecek kadar bir malı varsa, yolcu olması sebebiyle zekât almasının cevazı
hususunda iki rivayet vardır. Meşhur olan rivayete göre ona zekâttan birsey
verilmez. Şayet alacak olursa, kendi ülkesine ulaştığı takdirde onu geri
ödemekle ve başkasına tasadduk etmekle yükümlü değildir.[365]
Bir kimse gelip de
zekât almaya hak kazandırıcı niteliklerden birisine sahip olduğunu iddia
ederse, onun bu iddiası kabul edilir mi, yoksa ona: Söylediğini ispatla mı
denilir? Borçlu olduğunu iddia edenin bu iddiasını ispatlaması kaçınılmaz
birşeydîr. Diğer niteliklere gelince; halinin zahiri o kimsenin durumuna
tanıklık eder ve zahir halinin tanıklığı ile yetinilir. Buna delil ise, sahih
hadis kitapları sahiplerinin rivayet ettikleri iki hadis-i şeriftir. Kur'an'ın
zahirinden de anlaşılan budur.
Müslim'in rivayetine
göre Cerir, babasının şöyle dediğini nakleder: Sabahın erken saatlerinde
Peygamber (sav)'ın huzurunda idik. Ayakkabıları bu-iunmayan, siyah beyaz
çizgili elbiseleri yahut abaları yırtarak kafalarından geçirip giyinmiş,
kılıçlar kuşanmış bir topluluk gördük. Bunların büyük bir çoğunluğu hatta
hepsi Mudar'dan idi. Rasûlullah (sav) onlarda gördüğü bu fakirlikten dolayı
yüzünün şekli değişti. İçeri girdi, sonra çıktı, Bilal'e emir vermesi üzerine
Bilal ezan okudu, kamet getirdi ve namaz kıl (ın)dı. Sonra hutbe irad edip
şöyle buyurdu: "Ey insanlar, sizi tek bir candan... yaratan Allah'tan
korkun. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir" (enNisa, 4/1)
âyeti ile el-Haşr Süresindeki: "... Allah'tan korkun ve herkes yarın için
ne hazırladığına bir baksın" (el-Haşr, 59/18) âyetini okudu. Kimisi
dinarından, kimisi dirheminden, kimisi elbisesinden, kimisi sahip olduğu bir
sa' buğdaydan sadaka versin -Nihayet; Velevki bir hurmanın yarısı kadar- diye
buyurdu. Ensardan bir kişi, nerdeyse taşıyamıyacağı, hatta taşımaktan acze düştüğü
bir kese getirdi. Daha sonra ardı arkasına insanlar (getirmeye) devam ettiler.
Sonunda yiyecek ve giyecek iki yığın gördüm. Nihayet Rasûlullah (sav)'in
yüzünün altın gibi parıldadığını gördüm. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle
buyurdu: "Her kim İslâm'da güzel bir yol açarsa, ona onun ecri ve ondan
sonra onunla da amel edenlerin ecri -ecirlerinden birşey eksiltil-meksizin-
vardır. Herkim İslâm'da kötü bir yol açarsa, o kimseye o yolun vebali ve ondan
sonra da onunla amel edenlerin vebali -onlardan hiçbir kimsenin vebalinden de
birşey eksiltilmeksizin- vardır."[366]
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber onların hallerinin zahiri ile yetinerek sadaka vermeye teşvik etti,
onlardan buna dair herhangi bir delil istemedi. Yanlarında bir mal var mıdır
yok mudur diye de soruşturmadı.
Abraş, kel ve kör'e
dair Müslim'in ve başkalarının rivayet ettiği hadis de buna benzemektedir. Sözü
geçen bu hadisin lafzı şöyledir: Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre o,
Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "İs-railoğulları arasında
bir abraş, bir kel ve bir kör vardı. Allah, onları sınamak istedi. Onlara bir
melek gönderdi. Melek abraş'ın yanına vardı ve ona, en çok sevdiğin şey nedir
diye sordu, o da: Güzel bir ten rengi, güzel bir ten ve in-sanlann benden
tiksinmelerine sebep olan bu halimin giderilmesi. Melek, onu bir sıvazladı ve
onun bu tiksinti veren hali gidiverdi, ona güzel bir ten regi, güzel bir ten
verildi. Melek ona: Ençok sevdiğin mal hangisidir diye sorunca, o da, deve
-veya inek türü- dedi. (Şüphe hadis ravilerinden İshak'a aittir). Ancak ya
abraş veya kel, onlardan birisi deve, diğeri de inek dedi.- Bunun üzerine o
kimseye on aylık hamile bir dişi deve verildi, Allah-bu devede sana bereket
ihsan etsin, dedi.
Daha sonra (melek),
kel'in yanına gitti, Ençok sevdiğin nedir diye sorunca kel: Güzel bir saç ve
insanların benden tiksinmelerine sebep olan bu halimin benden gitmesidir.
Melek onu bir sıvazladı ve onun bu hali gitti, ona güzel bir saç verildi.
(Melek) dedi ki: Ençok hangi malı seversin? O, ineği deyince, ona gebe bir
inek verildi. Allah bunu sana mübarek kılsın, dedi.
Sonra âmâ'ya gitti.
Ençok sevdiğin şey nedir diye sorunca âmâ, Allah'ın görmemi bana geri vermesi
ve böylelikle insanları görmektir deyince, onu bir sıvazladı, Allah da ona
görmesini iade etti. Ona,Jen sevdiğin mal hangisidir diye sorunca, koyun dedi.
Bunun üzerine ona doğumu yakın bir koyun verildi.
Önceki iki kişinin
deve ve ineği yavruladı, berikinin koyunu da doğurdu. Birinin bir vadi dolusu
devesi, diğerinin bir vadi dolusu ineği, diğerinin de bir vadi dolusu koyunları
oldu.
Daha sonra o melek
abraş'a eski suret ve kılığında gelerek; ben yoksul bir adamım. Yolculuğum
esnasında bütün çarelerim tükendi. Artık bugün ancak Allah sayesinde ve senin
yardımın ile yerime ulaşabilirim. Senden, sana şu güzel rengi, şu güzel teni ve
şu malı verenin hakkı için bu yolculuğumda üzerine binerek yerime ulaştıracak
bîr deve istiyorum deyince, abraş ona: Haklar çoktur diye cevap verdi.
Melek ona, ben seni
tanıyor gibiyim. Sen daha önce insanların kendisinden tiksindiği abraş ve
fakir bir kişi iken Allah sana (daha sonra bunca malı) vermişti değil mi?
Abraş, hayır ben bu malı babadan, atadan miras aldım, dedi. Bu sefer melek,
eğer yalan söylüyor isen Allah seni önceki haline döndürsün dedi. Daha sonra
kel adamın yanına eski suretinde giderek ona da öncekine söylediğinin benzerini
söyledi, o da öncekinin verdiği cevabı buna verdi, bu sefer melek: Eğer yalan
söylüyor isen Allah seni önceki haline döndürsün, dedi.
Nihayet âmâ'ya önceki
suret ve şeklinde gitti ve: Ben yoksul bir adamım. Yolda kaldım. Bu
yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün yerime ancak Allah'ın lütfuyla,
ondan sonra da senin yardımınla ulaşabilirim. Sana görmeni geri verenin hakkı
için senden bu yolculuğumda beni yerime ulaştıracak bir koyun istiyorum, dedi.
Kör dedi ki: Ben de önceleri kördüm. Allah bana görmemi geri verdi. İstediğini
al, istediğini bırak. Allah'a yemin ederim,bugün ne alırsan Allah için ondan
dolayı sana zorluk çıkarmayacağım. Bu sefer melek ona: Malım tut. Sizler
sınandınız. Senden razı olundu, iki arkadaşına ise gazap edildi diye cevap
verdi."[367]
İşte bu, fakirliğinden
ayrı olarak çoluk çocuk sahibi olduğunu veya başka bir durumda olduğunu iddia
edecek olursa, onun bu hali -güç yetirilirse durumu açığa çıkartılır diyenlerin
aksine- açığa çıkartılmaya çalışılmaz. Çünkü hadiste: "Ben yoksul bir
adamım ve yolcuyum, senden bir koyun istiyorum" denilmekte, buna karşılık
yolcu olduğunu ispatlamakla onu mükellef tuttuğundan söz edilmemektedir. Ancak
mükâteb olduğunu iddia eden bir kimseden, mükâteb olduğunu ispatlaması istenir.
Çünkü, hürriyeti tesbit edilinceye kadar kölede aslolan köleliktir.[368]
Kişinin nafakalarım
sağlamakla yükümlü olduğu kimselere zekâttan bir-şeyler vermesi caiz değildir.
Nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseler; anne-baba, çocuk ve
hanımıdır. Eğer imam bir adamın zekâtını, adamın kendi çocuğuna, babasına ve
zevcesine verecek olursa caiz olur. Ancak, kişinin bunu bizzat kendisinin
vermesi caiz değildir. Çünkü kişi, bu şekilde bir ödemede bulunmakla kendisi
üzerinde farz olan bir şeyi ıskat etmiş olur.
Ebu Hanife der ki:
Kişi zekâtını, oğlunun oğluna da, kızının kızına da veremez. Yine kendisiyle
mükâtebede bulunmuş kölesine de, müdebberine de, umm veledine de, yarısını azad
etmiş olduğu köleye de zekâttan bir şey veremez. Çünkü kişi, fakirin
ihtiyacını gidermek suretiyle malı Allah için çıkartıp vermekle emrolunmuştur.
Mülkiyeti altında bulunan bu tür kimseler ile kendisi arasında ortak menfaatler
vardır. İşte bundan dolayı bunların birbirleri lehine şahidlikleri de kabul
edilmez. (Ebu Hanife) der ki: Mükâtep, üzerinde ödemekle yükümlü olduğu bir
dirhem kaldığı sürece bir köledir. Çünkü bunu Ödemekten aciz kalabilir, o
durumda mükâtebin kazancı efendisinin olur. Ebu Hanife'ye göre bir bölümü azad
edilmiş olan köle de mükâtep seviyesindedir. İki arkadaşı Ebu Yusuf ve
Muhammed'e göre ise, üzerinde borç bulunan bir hür durumundadır, o bakımdan ona
zekât verilmesi caiz olur.[369]
Zekâtını nafakalarını
sağlamakla yükümlü olmadığı kimselere verenin durumu hakkında farklı görüşler
vardır. Kimisi bunu caiz kabul ederken, kimisi bunu mekruh görmektedir. Malik,
minnet altında kalma korkusu vardır, demiştir. Mutarrıf in de şöyle dediği
nakledilmektedir: Ben Malik'i, zekâtını yakın akrabalarına verirken gördüm.
Vakidî de der ki: Malik dedi ki: Zekâtını verdiğin en faziletli yer, bakmakla
yükümlü olmadığın akrabalarındır. Peygamber (sav) de Abdullah b. Mes'ud'un
hanımına şöyle demiştir: "(Kocana vermek suretiyle) senin için biri
akrabalık dolayısıyla ecir, diğeri de sadaka ecri olmak üzere iki ecir
vardır."[370]
Ancak, ilim adamları,
kadının zekâtını kocasına vermesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn
Habib'ten, nakledildiğine göre o, hanımının kendisine verdikleri ile hanımının
nafakasını denkleştirmeye çalışırdı.
Ebu Hanife, bu caiz
olmaz derken, iki arkadaşı ona muhalefet ederek: Caizdir demişlerdir. Daha
sahih olan da budur. Çünkü, sabit olduğuna göre Abdullah fb. Mes'ud) in hanımı
Zeyneb, Rasûlullalı (sav)'a giderek şöyle demiştir: Ben kocama sadaka vermek
istiyorum bu benim için geçerli olur mu? Hz. Peygamber de şöyle buyurdu:
"Evet, senin için biri sadaka ecri, diğeri de akrabalık ecri olmak üzere
iki ecir vardır."[371]
Sadaka mutlak olarak
zikredildiği takdirde zekât anlaşılır. Çünkü hanımın üzerinde kocası lehine
nafaka mükellefiyeti yoktur, O bakımdan kocası hanımı için yabancı
durumundadır. Ebu Hanife, görüşüne gerekçe göstererek şöyle der: Mülkiyet
menfaatleri ikisi arasında ortaktır. Öyle ki, onlardan birinin diğeri lehine
şahitliği kabul edilmez. Hadis, nafile sadaka hakkında yorumlanmalıdır.
Şafiî, Ebu Sevr ve
Eşheb bunu şu şartla caiz kabul ederler: Eğer koca ondan aldığını hanımı
lehine yerine getirmekle yükümlü olduğu mükellefiyetler alanında harcamayıp
kendisinin nafakasını ve giyimini karşılamak üzere harcar, hanımına da kendi
malından infak ederse, olur.[372]
Yine fukahâ (zekât
almak hakkına sahip olanlara) ne miktarda verileceği hususunda farklı
görüşlere sahiptir. Borçlu olan kimseye borcu kadarı verilir, faki/ ve yoksula
da kendilerine ve aile fertlerine yetecek kadarı verilir. Bunlara nisab
miktarı, yahut ondan daha az miktarın verilmesinin cevazı hususunda farklı
görüşler vardır. Bu farklı görüşlerin esasını ise, daha önce geçen zekât
almayı caiz kılan fakirlik sının ile ilgili görüş ayrılığı teşkil eder.
Ali b. Ziyad ve İbn
Nâfi'in rivayetlerine göre bu hususta bir sınır yoktur. Bu, verilecek miktar
valinin içtihadına göre tesbit edilir. Kimi zaman yoksullar azalabilir ve
zekât artabilir. O takdirde fakire bir yıllık geçimini karşılayacak kadar
verilir. Muğire'nin rivayetine göre ise fakire nisabdan daha aşağı miktar
verilir ve hiçbir zaman nisab miktarına ulaşılmaz.
Müteahhir alimlerden
kimisi de şöyle der: Eğer bir şehirde birisi nakit, diğeri de ziraat
mahsulleri olmak üzere iki ayrı zekât varsa, fakire, öbürünün zekât vaktine
kadar kendisini ulaştıracak bir miktar verilir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Benim görüşüme göre fakire nisab miktarı verilir. İsterse o şehirde iki veya
daha fazla tür zekât alınmış olsun. Çünkü maksat zengin oluncaya kadar fakiri
ihtiyaçtan kurtarmaktır. O bu miktarı aldıktan sonra diğer zekât gelecek olur
da yanında kendisine yetecek kadar bir miktar varsa, bu sefer onu başkası
alır.
Derim ki: Nisab
miktarının verilmesi hususunda rey ashabının görüşü de budur. Ancak Ebu Hanife,
caiz görmekle birlikte, bunun mekruh olduğu görüşündedir. Ebu Yusuf İse mutlak
olarak caiz kabul eder ve şöyle der: Çünkü onun aldığı zekât miktarının bir
bölümü şu andaki ihtiyacı içindir. Dolayısıyla şu andaki ihtiyacından arta
kalan miktar da (nisab olan) ikiyüz dirhemden daha aşağıdadır. Eğer bir defada
ikiyüz dirhemden fazla fakire verecek olursa, bu sefer şu an için duyduğu
ihtiyaç miktarından arta kalan ikiyüz dirhem kadar olur, bundan dolayı bu
kadar bir miktarı vermek caiz olmaz.
Hanefi alimlerin
müteahhirleri arasında şöyle diyenler de vardır: Eğer böyle bir kimsenin
geçindirmekle yükümlü olduğu aile efradı yoksa, borcu da bulunmuyorsa hüküm
böyledir. Eğer üzerinde borcu varsa, borcunu ödemesi halinde elinde ikiyüz
dirhemden az bir miktar kalacaksa ona ikiyüz dirhem ya da daha fazla vermekte
bir mahzur yoktur. Şayet geçindirmekle yükümlü olduğu aile efradı varsa,
verilen miktar aile efradına paylaştırılması halinde herbirisine ikiyüz
dirhemden daha aşağı bir miktar isabet edecek kadar vermesinde bir mahzur yoktur.
Çünkü böyle birisine tasaddukta bulunmak, hem ona, hem de aile halkına
tasaddukta bulunmak demektir. Bu da güzel bir görüştür.[373]
Şunu bil ki, yüce
Allah'ın: "...Fakirlere..." buyruğu mutlaktır. Bunda herhangi bir
şart veya bir kayıt bulunmamaktadır. Aksine bu buyrukta Ha-şimoğullarından
olsunlar olmasınlar bütün fakirlere zekât vermenin caiz olduğuna delâlet
vardır. Ancak, sünnet-i seniyye birtakım şartların nazar-ı itibara alınacağı
doğrultusunda varid olmuştur. Bu şartlardan birisi, bu fakirlerin
Haşimoğullanndan olmaması ve sadaka (zekât) verenin nafakasını sağlamakla
yükümlü bulunmadığı kimselerden olmasıdır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur.
Üçüncü bir şart ise sadaka alacak kimsenin kazanabilecek güce sahip olmaması
şeklindedir. Çünkü Hz. Peygamber: "Sadaka (zekât), zengin ve azaları (gücü
kuvveti) yerinde herhangi bir kimseye helal değildir"[374] diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar
önceden geçmiş bulunmaktadır.
Yine, İslâm alimleri
arasında farz sadakanın, Peygamber (say) "e de, Ha-fimoğullarına da,
onların mevlalarına da helal olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ebu
Yusuf tan ise, Haşimoğullanndan birisinin sadakası (zekâtı) nın, yine
Haşimoğullarına mensup bir başka kimseye verilmesinin caiz olduğuna dair bir
görüş rivayet edilmiştir ki, bunu el-Kiyâ et-Taberî nakletmektedir.[375] Kimi ilim adamı garip bir istisna teşkil
ederek şöyle der: Haşimoğullarının mevlalarına hiçbir sadaka türü haram
değildir. Ancak bu, Peygamber (sav.)'den sabit olana muhaliftir. Çünkü o,
mevlâsı Ebu Rafı': "Bir kavmin mevlası (azadlı kölesi) onlardandır"[376] diye buyurmuştur.[377]
Haşimoğullanna nafile
sadaka vermenin cevazı hususunda da ilim adamları arasında görüş ayrılığı
vardır. İlim ehlinin çoğunlukla kabul ettiği sahih olan görüşe göre nafile
sadakanın Haşimoğullanna ve onların mevlâlanna verilmesinde bir mahzur yoktur.
Çünkü Hz. Ali, Hz. Abbas ve Hz. Fatıma Allah onlardan razı
olsun-Haşimoğullanndan bir grup kimseye sadaka vermişler, onlar lehine
vakıflar yapmışlardır. Onların yaptıkları vakıf sadakaları ise bilinmektedir ve
meşhurdur.
İbnü'l-Macişun ile
Mutarrif, Esbağ ve İbn Habib derler ki: Haşimoğullarına farz sadakadan da,
nafile sadakan da birşey verilmez. İbnü'l-Kasım ise şöyle demektedir:
Haşimoğullanna nafile sadaka verilebilir. Yine İbnü'1-Kasim der ki: Peygamber
(sav)'den gelen: "Sadaka Muhammed'in âline helal değildir"[378] şeklindeki hadis, sadece zekât hakkındadır,
nafile sadaka ile ilgili değildir. İbn Huveyzimendad da bu görüşü tercih etmiş,
Ebu Yusuf ve Muhammed de bu görüşü benimsemişlerdir.
İbn Kasım der ki:
Onların mevtalarına (azad ettiklerine) her iki sadaka türünden de verilebilir.
Malik de “el Vâdiha" şöyle demektedir Muhammed âline nafile sadaka
verilmez. Îbnü'l-Kasım der ki: Malik'e, ya onların mevlalarına (verilir mi?)
diye sorulunca, ben mevlalardan kastın ne olduğunu bilmiyorum, diye cevap
verdi. Bu sefer ben ona, Hz. Peygamber'in: "Bir kavmin mevlası
onlardandır" buyruğunu ona karşı delil gösterince, bu sefer (bana: yine
Hz. Peygamber): "Bir kavmin kızkardeşi de onlardandır" diye buyurmuştur
dedi. Esbağ dedi ki: Ancak bu, iyilik ve hürmet konusunda böyledir.[379]
"Allah'tan bir
farz olarak" buyruğu Sibeveyh'e göre mastar olarak nasb edilmiştir. Yani;
"Allah sadakaları kafi bir şekilde (böylece) farz kılmıştır,"
anlamındadır. Bununla birlikte el-Kisaî'nin görüşüne göre kat1 ile (önceki
kelime üzerinde durak yapmak sureti ile) ref edilmesi de caizdir. Yani; bunlar
farzdır, anlamında olur. ez-Zeccâc der ki: Ben bu buyruğun bu şekilde (reP ile)
okunduğuna dair bir şey bilmiyorum.
Derim ki: İbrahim b.
Ebi Able bunu haber yaparak böylece okumuştur. Nitekim; "Zeyd ancak
dışarı çıkmakta olandır," demek de buna benzemektedir.[380]
61.
Peygambere eziyet eden ve: "O bir kulaktır" diyenler de onlardandır.
De ki; "O sizin için hayırlı bir kulaktır. Allah'a İnanır ve müminler’in sözüne inanır. O, İçinizden iman
edenler için de bir rahmettir." Allah'ın RastUünü incitenler için can
yakıcı bir azap vardır.
Yüce Allah münafıklar
arasında Peygamber (sav)i incitecek sözler söyleyerek ileri geri konuşup
dillerini uzatan ve: Eğer bu konuda bana sitem edecek olursa ben ona böyle bir şey söylemedim diye yemin ederim,
o da bunu kabul eder. Çünkü o her söyleneni dinleyen bir kulaktır, diye düşünen
kimseler olduğunu beyan etmektedir.
el-Cevherî der ki; Bir
kimse her söyleyenin sözünü dinliyor ise ona; "Kulak kesilen bir
adam" denilir. Tekil ve çoğulu aynıdır.
Ali b. Ebi Tatha, İbn
Abbas'tan yüce Allah'ın: "O bir kulaktır" buyruğu hakkında: Söyleyeni
dinleyen ve kabul eden kimse demektir, diye açıkladığını rivayet eder.
Bu âyet-i kerime Attâb
b. Kuşeyr hakkında inmiştir. O: Muhammed ancak kendisine söylenen herşeyi kabul
eden bir kulaktır, demişti. Bir başka görüşe göre bu kişi Nebtel b.
el-Hâris'tir. Bu açıklamayı de îbn İshak yapmıştır. Nebtel iri yarı, saçı
sakalı birbirine karışmış, esmer, gözleri kızıl, yanaklarının siyahlığına
kırmızılık karışmış acaib hilkatli birisiydi. Kendisi hakkında Hz. Peygamberin:
"Bir şeytanı görmek isteyen kimse Nebtel b. el-Hâris'e baksın" diye
buyurduğu kişi de odur.[381]
Kulak" kelimesi,
"zel" harfi ötreli de sakin de okunmuştur.
"De ki: O, sizin
için hayırlı bir kalaktır" buyruğu o, sizin için hayırlı bir kulaktır,
kötü bir kulak değildir, demektir. Yani o, sizin için hayırlı olanı işitir,
kötü olanı işitmez. Bu buyruk; el-Hasen ve Ebu Bekr'in rivayetine göre Asım
tarafından; şeklinde ötreli ve tenvinli olarak okunmuştur. Diğerleri ise,
İzafet ile (yani "nun" harfi tek ötreli, ondan sonraki kelime ise
iki esreli) okunmuştur. Hamza ise, Cmü'minlere inanır" anlamındaki
buyruktan sonra gelen): "bir rahmet" kelimesini esreli okumuştur.
(Bu kıraate dair açıklamalar biraz sonra gelecektir). Diğerleri ise bu
kelimeyi; "Bir kulaktır" buyruğuna atfederek ref ile okumuşlardır.
İfadenin takdiri ise şöyle olur: O, sizin için hayırh bir kulaktır ve bir
rahmettir. Yani o. hayırlı şeyleri işitendir. Şer şeyleri işiten değildir. Bu
da şu demektir. O, sevdiği (bir diğer nüshadaki kelimeye göre: İşitilmesi
gereken) şeyi işitir ve o bir rahmettir. Ancak, "rahmet" kelimesinin
esreli okunuşuna (ki, Hamza 'nın kıraatidir) göre ise bu kelime;
"Hayır" kelimesine atfederek okunmuştur.
en-Nehhâs der ki: Bu,
Arap dili bilginlerine göre açıklanma ihtimali uzak bir okuyuştur. Çünkü, her
iki isim arasında uzaklık meydana gelmiştir. Esreli okuyuşta ise bu oldukça
çirkindir.
el-Mehdevî der ki:
"Rahmet" kelimesi "hayırlı" kelimesine atf ile esreli
okunur. Yani: O, hayırh şeyleri işiten bir kulaktır ve rahmet olan şeyleri işitendir,
demek olur. Çünkü rahmet de hayır kapsamı içeresindedir. "Rahmet"
kelimesinin, "mü'minler" kelimesine atfedilmesi doğru olamaz. Çünkü
bu: O, Allah'a da inanır, mü'mintere de inanır (güvenir), anlamındadır.
Buna göre Kûfelilerin
görüşüne göre, "mü'minler" anlamındaki kelimenin başındaki
"ra" zaiddir. Yüce Allah'ın: "Onlar Rabblerinden
kor-karlar" (el-A'raf, 7/154) buyruğunda da böyledir,
("Rabbleri" kelimesinin başındaki "lam" zaiddir). Ebu Ali
de der ki: Bu, yüce Allah'ın: "0 size ulaşmış bulunuyor" (en-Neml,
27/72) buyruğundaki gibidir.
el-Müberred'e göre ise
bu lam, fiilin kendisine delâlet ettiği bir mastara taalluk etmektedir ki,
ifadenin takdiri: O, kâfirleri değil de mü'minleri tasdik eder, anlamında olmak
üzere; şeklindedir. Mana nazar-1 itibara
alınarak lam getirilmiş olabilir. Çünkü;
İnanır" kelimesi, "Doğrular, tasdik eder"; anlamındadır.
Burada da yüce Allah'ın: "Önündekini tasdik edici" (el-Bakara, 2/97;
Âl-i İmran, 3/3) buyruğunda olduğu gibi, "lam" ile teaddi etmiştir
(geçişli fiil haline gelmiştir).[382]
62. Sizi
hoşnut etmek için huzurunuzda Allah'a yemin ederler. Halbuki daha doğru olan,
Allah'ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleridir; eğer mü'mln iseler.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
üç başlık halinde sunacağız:[383]
Rivayete göre
aralarında el-Cülâs b. Süveyd ile Vedîa b. Sâbit'in bulunduğu münafıklardan
bir topluluk bir arada bulunuyordu. Yanlarında Ensar'dan Âmir b. Kays adında
bir genç çocuk da vardı. Onu önemsemediler, ileri geri konuştular ve şöyle
dediler: Eğer Muhammed'in dediği gerçekse biz elbette eşeklerden daha kötü bir
durumdayız.
Genç delikanlı buna
kızdı ve: Allah'a and olsun ki onun söylediği gerçektir ve siz de eşeklerden
daha kötüsünüz dedi. Peygamber (sav)'e de onların söylediklerini bildirdi.
Münafıklar ise Âmir'İn yalan söylediğine dair yemin ettiler. Amir ise, hayır
yalancılar onlardır, dedi ve buna dair yemin edip; Allah'ım, bizi
birbirimizden ayrılmadan doğru söyleyenin doğruluğunu, yalan söyleyenin de
yalancılığını ortaya çıkar, dedi.
Bunun üzerine şanı
yüce Allah: "Sizi hoşnut etmek İçin huzurunuzda Allah'a yemin ederler*
buyruğunun da yer aldığı bu âyet-i kerimeyi
[384]indirdi.[385]
Yüce Allah'ın: Halbuki, daha doğru olan Allah'ı ve Rasûlünü
hoşnut etmeleridir" buyruğu mübtedâ ve haberdir. Sibe-veyh'in görüşüne
göre ifadenin takdiri, "Daha doğru olan Allah'ı hoşnut etmeleridir, yine
daha doğru olan O'nun Rasûlünü hoşnut etmeleridir" şeklinde olup, daha
sonra hazfedilmiştir. Nitekim şairlerden birisi şöyle demiştir:
"Biz
yanımızdakine, sen de yanımdakine razısın. Görüş derimiz) ise farklıdır."
Muhammed b. Yezid der
ki: İfadede herhangi bir hazf yoktur. İfadenin takdiri; "Daha doğru olan
Allah'ı razı etmeleridir, Rasûlünü de" şeklinde olup takdim ve tehir
vardır.
el-Ferrâ der ki:
İfadenin anlamı, "daha doğru olan ise Rasûlünü razı etmeleridir"
şeklindedir. "Allah" lafzı ise bir söz başlangıcıdır. Nitekim, Allah
dilerse ve sen dilersen ifadesi de böyledir.
en-Nehhâs ise der ki:
Sibeveyh'in görüşü bunların en uygun olanıdır. Çünkü Peygamber (sav)'den:
"Allah dilerse ve sen dilersen" demenin nehy edildiği sahih
rivayetle sabit olmuştur. Herhangi bir ifadenin eğer manası da doğru ise,
hiçbir ifadede ne takdim, ne de tehir takdirine gidilmez. Derim ki: Şöyle de
denilmiştir: Şanı yüce Allah, rızasını Rasûlünün rızası ile iç içe kılmıştır.
Nitekim O'nun: "Rasûle itaat eden Allah'a itaat etmiş olur (enNisâ,4/80)
buyruğu da bunu göstermektedir. er-Rabi' b. Haysem, bu âyet-i kerimeyi okudu
mu durur, sonra da şöyle dermiş: Öyle bir buyruk ki, hem ne buyruk! Allah bu
işi ona havale etti ve o bize hayırdan başka birşey emretmez.[386]
(Mezhebimize mensup.)
ilim adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerime, yemin edenin yeminini -kendisine
yemin edilen kişinin razı olma yükümlülüğü bulunmasa dahi- kabul etmenin
gerektiğini ihtiva etmektedir. Yemin, davacının bir hakkıdır.
Yine âyet-i kerime,
daha önceden de geçtiği üzere yeminin yüce Allah'ın adına yapılması
gerektiğini de ihtiva etmektedir. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"Yemin eden ya Allah adtna yemin etsin, yahut sussun.[387] Kendisine yemin edilen kişi de tasdik
etsin."
Yeminlere ve
yeminlerden istisna yapmaya (inşaallah demeye) dair yeterli açıklamalar daha
önceden el-Maide Sûresi'nde (5/89. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.[388]
63. Hâlâ
bilmezler mi ki, kim Allah'a ve Rasûtüne karşı sınır mücadelesine kalkışırsa
ona içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. En büyük rüsvaylık işte
budur.
Yüce Allah'ın:
"Hâlâ bilmezler mi ki" buyruğunda kastedilenler münafıklardır. İbn
Hürmüz ile el-Hasen ise bunu muhatap kipi olarak; "Bilmez (mi)
siniz?" diye okumuşlardır. lafzı, Bil(mez)ler" ile nasb mahaliindedir.
"He" zamiri İse söylenen söze ait bir zamirdir. "Kim Allah'a...
karşı sınır mücadelisine kalkışırsa" buyruğu mübtedâ olarak ref
mahaliindedir. "Sınır mücadelesine kalkışmak" ise,
"Ayrılık" kelimesinde olduğu gibi birisinin bir sınırda, diğerinin de
bir sınırda kalması, bulunması demektir. Mesela, Filan filana karşı sınır
mücadelesine girişti," ifadesi kullanılır ve bir kimsenin kendisine ait
olmayan bir sınır içerisinde bulunması başka sınıra düşmesi anlamı kastedilir.
"Ona... cehennem
ateşi vardır" buyruğu ile ilgili olarak şöyle denmektedir: Şart cünlesinde
"fe" harfinden sonra gelen (cevap cümlesi) mübtedâ kabul edilir. O
bakımdan, burada hemze esreli olarak;
denilmesi gerekirdi. el-Halil ve Sibeveyh de burada esreli olarak
okunmasını caiz kabul etmişlerdir. Sibeveyh, bu da güzeldir der ve şu
beyitleri (tanık olarak) nakleder:
"Uğrayanların
azlığı dolayısıyla (tadı) değişen suları bilirim hâlâ da. Uzun süre yal
aldıklarından dolayı yorgun düşmüş develer hızla yol alırlar. Şüphesiz binek
develerim uzun süre konup göçmekten usanırlarsa da Ben yine de bu işten aonunda
payımı elde etmek için muhakkak ısrarla
yoluma devam
ederim."
Şu kadar var ki,
genelde herkes; şeklinde hemzeyi üstün
ile okumaktadırlar.
Yine el-Halil ve
Sibeveyh şöyle demektedirler: (âyet-i kerimedeki) ikinci (ît); birincisinden
bedeldir. El Müberred, bu görüşün makbul olmadığını, doğru olanın ise
el-Cermî'nin açıklaması olduğunu iddia ederek şöyle der: İkincisi, araya uzunca
ifadeler gelmiş olduğu için te'kid maksadıyla tekrar edilmiştir. Bunun benzeri
yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:
"Ve âhirette de
en büyük hüsrana uğrayacaklar onlardır" (en-Neml, 27/5). Yüce Allah'ın şu
buyruğu da böyledir: " Sonra ikisinin de akibetleri muhakkak ikisi de
orada ebedi olmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır." (elHaşr,59/17)
el-Ahreş der ki: Bu
âyette buyruğun anlamı böyle bir kimseye ateşin vacip olacağıdır.
el-Müberred bunu kabul
etmeyerek şöyle der: Bu bir hatadır. Çünkü şeddeli ve üstün olan; mübtedâ olarak kullanılıp haber hazfedilmez,
Ali b. Süleyman da der ki: Mana; Vacip olan onun için cehennem ateşi
olduğudur, şeklindedir. Buna göre ikincisi, mahzut bir mübtedânsn haberidir.
Ytne şöyle
denilmiştir: İfade; Onun için ona
muhakkak cehennem ateşi vardır, takdirindedir. Buna göre; (öl) edatı,
"fe" ile arasında mecrur olan
ismin takdiri üzere ref mahallındedir.[389]
64.
Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bîr sûrenin
tepelerine indirilmesinden çekiniyorlar. De ki: "Siz alay edin bakalım!
Şüphesiz Allah çekindiğinizi açığa çıkarandır."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[390]
Yüce Allah'ın:
"Münafıklar... çekiniyorlar" buyruğu bir haberdir, emir değildir.
Bunun haber olduğuna bundan sonra gelen: "Şüphesiz Allah çekindiğinizi
açığa çıkarandır" buyruğu delildir. Çünkü onlar inâdî olarak küfre
sapmışlardı.
es-Süddî der ki: Kimi
münafıkların: Allah'a yemin ederim, hakkımızda bizi rezil edecek bir şeyler
inmesindense öne çıkan lıp bana yüz sopa vurulmasını daha çok arzu ederim,
demesi üzerine bu âyet-İ kerime nazil oldu.[391]
"Çekiniyorlar"
buna karşı kendilerini korumaya çalışıyorlar, anlamındadır. ez-Zeccac dedi ki:
Buyruğun anlamı, çekinsinler şeklinde olup emirdir. Nitekim (emir vermek kastı
ile): Bunu yapar, demek de buna benzemektedir.[392]
Yüce Allah'ın:
"Tepelerine indirilmesinden..." buyruğun-daki; "(öl): ...
me..." nasb mahallinde olup "indirilmesinden" anlamını kazandırmaktadır.
Sibeveyh'in görüşüne göre ise bu edatın;" den"in hazfine göre cer
mahallinde olması da mümkündür. Ayrıca; "Çekinirler" fiilinin^mefûlü
olarak nasb mahallinde olması da mümkündür. Çünkü Sibeveyh Zeyd'den
çekindim," tabirinin kullanılmasını uygun görmekte ve (bu kullanılışa
örnek olmak üzere de) şöyle bir beyit nakletmektedir:
."Zarar
vermeyecek işlerden çekinmekte, bununla birlikte güven duymaktadır Kendisini
kaderlerden korumayacak şeylerde."
Ancak el-Müberred bunu
caiz kabul etmemektedir. Çünkü "çekinmek" kişinin tavırlarında
görülen bir iştir.
"Tepelerine"
ifadesinin anlamı, müminler üzerine demektir. "Bir sûre'den kasıt ise
münafıklar hakkında müminlere münafıkların gülünçlüklerini, kötülüklerini ve
ayıplarını anlatacak bir sûre indirilmesinden çekinirler, demektir. İçte
bundan dolayı bu sûreye, sûrenin tefsirinin baş taraflarında da geçtiği gibi
"el-Fâdıha (iç yüzleri açıklayan, rezil eden)" "el-Musîre (açıklayan,
yayan" ve "el-Muba'sire (araştıran)" adlan verilmiştir. el-Hasen
der ki: Müslümanlar bu sûreyi "ei-Haffâre (kazıcı)" diye de
adlandırırlardı. Çünkü bu sûre münafıkların kalplerinde bulunanları kazıyarak
ortaya çıkarmıştır.[393]
Yüce Allah'ın:
"De ki: Siz alay edin bakalım" buyruğu korkutma ve tehdit ihtiva
eden bir emirdir. 'Şüphesiz Allah çekindiğinizi açığa çıkarandır" sîzin
açığa çıkmasından korkup çekindiğiniz şeyi ortaya çıkarandır.
İbn Abbas der ki:
Allah münafıkların isimlerini de indirdi. Bunlar yetmiş kişi idiler. Daha sonra
bu isimler O'nun refet ve rahmetinin bir tecellisi olarak Kur'ân-ı Rerîm'den
nesh edildi. Çünkü onların çocukları müslüman idi ve insanlar birbirlerini
ayıplayabiliyorlardı. Buna göre yüce Allah; "Şüphesiz Allah çekindiğnizi
açığa çıkarandır" buyruğunda sözünü ettiği vaadini gerçekleştirmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Yüce Allah'ın açığa çıkarması, Peygamberine onların hallerini ve isimlerini
bildirmesi sureti ile olmuştur. Yoksa onların adlarını Kur'ân-ı Kerîm'de
İndirmesi şeklinde değil. Zaten yüce Allah bir başka yerde: "Sen onları
muhakkak söyleyişlerinden de bilirsin" (Mulıammed, 47/30) diye
buyurmaktadır. Bu ise bir çeşit ilhamdır. Münafıklar arasında tereddüt içerisinde
bulunan ve Mulıammed (sav)ı yalanlamak ya da onu tasdik etmek hususunda kesin
bir kanaate varmayan kimseler de vardı. Aralarında onun doğruluğunu bildikleri
halde iman etmeyip inatiaşanlar da vardı.[394]
65. Andolsun
onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir: "Biz sadece şakalaşıp
eğleniyorduk" De ki: "Allah İle, O'nun âyetleri İle ve Rasûlü ile mi
alay ediyordunuz?"
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[395]
Bu âyet-i kerime Tebûk
gazvesi hakkında inmiştir. Taberî ve başkaları Ka-tade'den şöyle dediğini
naklederler: Peygamber (sav) Tebuk gazvesinde yolda giderken münafıklardan bir
kesim de önünde yol alıyorlar ve şöyle diyorlardı: Şu Şam (Suriye) Saraylarını
fethedecek ve sanoğullarınm (.Bizanslıların) kalelerini zaptedecek kimseye bir
bakın!
Yüce Allah kalplerinde
olanı ve aralarında konuştuklarını Peygamberine haber verince şöyle buyurdu:
"Şu önden gidenleri ben yanlarına gelinceye kadar alıkoyun," Daha
sonra yanlarına varıp: "Siz şöyle şöyle dediniz" diye söyleyince
yemin ederek: "Biz ancak şakalaşıyor ve eğleniyorduk" dediler ve
bununla söylediklerinde ciddi olmadıklarım anlatmak istediler.
Taberî, Abdullah b.
Ömer'den şöyle dediğini nakleder: Ben bu sözü söyleyen kişi olan ve Rebia b.
Sabit'i Rasûlullah (sav)'ın devesine asılarak onunla beraber sürüklenip
dururken, taşlar sebebiyle yolun şurasına burasına değip, bu arada da: Biz
sadece şakalaşıyor ve eğleniyorduk derken gördüm. Peygamber (sav) ise:
"Allah İle, O'nun âyetlerlyle ve Rasûlü île mi alay ediyordunuz?"
diyordu.
en-Nekkaş ise, Hz.
Peygamberin devesine bu şekilde asılan kişinin Abdullah b. Ubeyy b, Selûl
olduğunu nakletmektedir. el-Kuşeyrî de İbn Ömer'den böylece nakletmektedir. İbn
Atiyye der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü Abdullah b. Ubeyy Tebuk'e
katılmamıştır. el-Kuşeyrî ayrıca der ki: Hz. Peygamberin bu sözlerini Vedia b.
Sâbit'e söylediği de ifade edilmiştir. Vedîa münafıklardan idi ve Tebûk gazvesine
katılmıştır.
(Mealde) şakalaşmak
anlamı verilen: aslında, suya dalmak demektir. Daha sonra kendisinde itham ve
eziyet verici ifadeler bulunan her-şey hakkında kullanılır olmuştur.[396]
Kadı Ebu Bekr b.
el-Arabi der ki: Onların bu söyledikleri sözler ciddi de olabilirdi, şaka da
olabilirdi. Ancak ne olursa olsun bu sözler küfürdür. Çünkü küfür sözleri şaka
yollu söylemenin de küfür olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı
yoktur. Tahkik, ilim ve hakkın; şaka ve ciddiyetsizlik ise batıl ve cehaletin
kardeşidir. İlim adamlarımız derler ki: (Bu konuda isterseniz) yüce Allah'ın:
"Sen bizi ataya mı alıyorsun dediler. O: Cahillerden olmaktan Allah'a
sığınırım, dedi" (el-Bakara, 2/67) buyruğuna bakabilirsiniz.[397]
İlim adanılan şakanın,
ahş-veriş, nikâh ve boşama gibi sair hükümlerde etkisi hususunda üç ayrı görüş
ortaya atmışlardır.
Bir görüşe göre
kayıtsız ve şartsız olarak şaka yollu söylenen bu sözler bu hükümlerde
bağlayıcı değildir.
İkinci görüş, mutlak
olarak bağlayıcıdır.
Üçüncü görüş ise,
alış-veriş ile diğer hükümler arasında fark gözeten görüştür. Buna göre nikâh
ve talakta bağlayıcıdır. Bu, talak hususunda tek bir görüş olarak Şafiî'nin
görüşüdür, alış-verişte ise şakanın bağlayıcı bir hükmü yoktur.
Malik ise,
"Muhammed'in Kitab"mda şöyle demektedir: Şaka ve eğlenen kimsenin
nikâhı bağlayıcıdır. Ebu Zeyd, Îbnü'l-Kasmı'dan "el-Utebiye"dt
bağlayıcı olmadığını nakletmektedir. Ali b. Ziyad ise, bu durumda nikâh önce
de olsa, sonra da (farkedilse) fesh edilir.
Şakalaşan kimsenin
satışı hususunda Şafiî'nin iki görüşü vardır. Bizim (Malikî) mezhebimizin ilim
adamlarının görüşlerinden de bu şekilde iki görüş çı-kartıiabilir. İbnü'l-Münzir
ise, boşamanın ciddisinin de şakasının da aynı olduğu hususunda icma
bulunduğunu nakletmektedir. Mezhebimize mensup müteahhir kimi ilim adamı da
şöyle demiştir Her iki taraf da nikâhta olsun ahş-verişte olsun şaka yollu
söylediklerini ittifakla belirtirlerse bağlayıcı olmaz. Ancak, bu konuda
aralarında ayrılık doğarsa, ciddi olduğu şaka olduğu iddiasına baskın kabul
edilir.
Ebû Dâvûd, Tirmizî ve
Dârakutnî, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Rasûlullah (sav.)
buyurdu ki: "Üç şey vardır ki bunların ciddisi de ciddidir, şakaları da
ciddidir: Nikâh, boşama ve ricat." Tîrmizî der ki: Bu, hasen, garip bîr
hadistir. Peygamber (sav) ashabından olsun, diğerlerinden olsun, İlim ehlince
uygulama da buna göredir.[398]
Derim ki: Evet,
hadiste bu şekilde: "...ric'at" ifadesi de geçmektedir. Ma-lik'in
Muvattaı'nda ise Yahya b. Saıd'den, o, Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediği
nakledilmektedir: "Üç şey vardır ki, bunlarda oyun olmaz. Nikâh, talak ve
köle azad etmek."[399] Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Mes'ud ve
Ebu'd-Der-dâ'dan da böyle rivayet edilmiş ve onların hepsi şöyle demişlerdir:
Üç şey vardır ki bunlarda eğlenme de olmaz, geri dönüş de olmaz. Eğlensin diye
de bunları yapan, ciddi olarak da bunları yapan (aynı durumdadır): Nikâh, talak
ve köle azad etmek.
Said b.
el-Müseyyeb'den, Hz. Ömer'in şöyle dediğini nakletmektedir: Dört şey vardır ki
bunlar herkesin hakkında caiz (geçerli )dirl er: Köle azadı, boşama, nikâh ve
adaklar. Dahhak'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Üç şey vardır ki,
bunlarda oyun olmaz. Nikâh, boşama ve
[400]adaklar.[401]
66. Özür
dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz. İçinizden bir
grubu affetsek bile, günahkâr kimseler oldukları İçin diğer bir grubu
azaplandıracağız.
Yüce Allah'ın:
"Özür dilemeyin. Sias, iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz"
buyruğu azar olmak üzere söylenmiş bir sözdür. Şöyle bu-yurulmuş gibidir: Fayda
vermeyecek bir iş yapmaya kalkışmayın. Bundan sonra haklarında kâfir oldukları
ve günahlarından dolayı özür dilemenin Fayda sağlamayacağı hükmü verilmektedir.
"Özür
diledi" ifadesi, mazereti oldu anlamınadır. Şair Lebîd şöyle der:
"Tam bîr yıl
ağlayan bir kimse, artık özür dilemiş (mazereti kabul edilmiş) olur."
Özür dilemek O'tizâr)
ise, (kalpte) duyulan (olumsuz duyguların izlerini, etkilerini silmek
demektir. Mesela; "Evlerin izleri silindi, gitti," denilir. İ'tizar
da silinip gitmek manasınadır. Şair der ki:
"Yoksa aen,
el-Vedkâ (denilen yer, ya da kum tepesin) de alışageldiğin İzlerin silinip
gittiği yerin alametlerini biliyor muydun?"
İbnü'l-A'râbî der ki:
Bu kelimenin asıl anlamı kesmektir. Ona, itizar ettim demek, onun kalbinde
bulunan (bana karşı) olumsuz duygulan kestim, sona erdirdim demektir. Sünnet
edildiği vakit çocuktan kesilen et parçacığına;
denilmesi de buradan geldiği gibi, kız çocuğunun sünnet edilmesi
halinde kesilen et parçacığına da; Yüce Allah'ın: "İçinizden bir grubu
affetsek bile günahkâr kimseler oldukları için diğer bir grubu
azaplandıracağız" buyruğu ile ilgili olarak denildiğine göre bunlar üç
kişi idiler. İkisi alay etmiş, bir diğeri de gülmüştü. Af olunan kişi, gülen ve
herhangi bir söz söylemeyen kişi idi.
"Grup"
(anlamı verilen: taife), topluluk, cemaat demektir. Bir kişiye de mana
itibariyle "taife" denilebilir. İbn'ul-Enbârî der ki: Bazan çoğul
anlam ifade eden bir lafız tek kişi hakkında da kullanılır. Mesela: "Filan
kişi katırlarla çıktı," demek gibi. Yine der ki: "Taife"
kelimesi ile tek kişi kastedilecek olursa, sonundaki "yuvarlak te"nin
mübalağa için gelmesi de mümkündür.
Affedilen kişinin adı
hakkında farklı görüşler vardır İbn İshak adının, Mah-şî b. Humeyyir olduğunu
söylerken, İbn Hişam, adının İbn Mahşî olduğu söylenmektedir, der. Halife b.
Hayyât ise "Tarihimde bunun adı, Muhâşin b. Humevyir'dir demektedir. İbn
Abdi'1-Berr ise, Muhâşin el-Himyerî olduğunu zikrederken, es-Süheylî ise,
Muhaşşin b. Humeyyir olduğunu belirtmektedir. Hepsi de bu kişinin Yemame'de
şehid düştüğünü naklederler. Bu kişi tevbe etmiş ve ona Abdurrahman adı
verilmişti. O da şehid olarak öldürülüp, kabrinin nerede olduğunun bilinmemesi
için Allah'a dua etmişti. Bunun, o vakit münafık mı, yahut müslüman mı olduğu
hususunda da farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre önce münafıktı, daha
sonra samimi bir şekilde tevbe etti. Bir diğer görüşe göre ise müslümandi. Ancak,
münafıkların sözlerini işitince bundan dolayı gülmüş, münkerlerini
değiştirmemişti.[402]
67. Münafık
erkeklerle münafık kadınlar da birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder
iyilikten alıkoyarlar, ellerini de siki tutarlar. Onlar, Allah'ı unuttular, O
da onları unuttu. Şüphesiz münafıklar fasddarın tâ kendileridirler.
Yüce Allah'ın:
"Münafık erkeklerle münafık kadınlar" (mealindeki) buyruğu
mübtedâdır. "Birbirleri" ikinci mübtedâdır, bedel de olabilir.
Haberi ise; ".lerindendir" buyruğudur.
"Bİrbirlerİndendlr"
buyruğu, onların dinden çıkması aynı şey gibidir, anlamındadır. ez-Zeccâc der
ki: Bu yüce Allah'ın: "Onlar muhakkak sizden olduklarına dair Allah'a
yemin ederler" (et-Tevbe, 9/56) buyruğu İle ilişkilidir. Yani, onlar
mü'minlerden değildirler. Aksine, birbirlerindendirler. Bu da onların münkeri
emredip maruftan alıkoymak hususunda birbirlerine benzedikleri anlamına gelir.
Ellerini sıkı
tutmaları ise, onların cihadı terk etmeleri ve yerine getirmeleri gereken
haklar hususunda cimrilik etmeleri demektir.
Burada
"unutmak" terketmek anlamındadır. Yani, onlar Allah'ın kendilerine
verdiği emirleri terkettîler, O da şüpheleri içerisinde kendilerini terke-dip
bıraktı. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, yüce Allah'ın emirlerini adeta
unutulmuş hale gelinceye kadar terkedip durdular. O da onları sevap ve mükâfatından
unutulmuşlar seviyesine düşürdü. Katade der ki: "Onları unuttu",
hayırdan onları mahrum bıraktı anlamındadır. Kötülükten ise onları unutmadı.
(Kötülük işlemeye devam ettiler).
Fısk, itaat ve dinin
dışına çıkmak anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden Cel-Bakara,
2/26'da) geçmiş bulunmaktadır.[403]
68. Allah,
erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de orada ebediyyen
kalıcılar olmak üzere cehennem ateşini va'detti. Bu onlara yeter. Allah onlara
lanet etmiştir. Onlara bitip tükenmeyen bir azap vardır.
"Allah, erkek
münafıklara da... va'detti." Va'dediten şey, hayır ise; Allah va'detti, denilir. Eğer bir kötülük
ise, (isim ve maştan): ) şeklinde gelir.
"Ebediyyen kalıcılar olmak üzere" buyruğu hal olarak nasb
edilmiştir. Âmili ise mahzufdur. Orayı ebedi kalıcılar olma"k üzere
boylarlar," demektir.
"Bu onlara
yeter" buyruğu mübtedâ ve haberdir. Yani bu, (cehennem ateşi ve azap)
onların amellerinin karşılığı olmak üzere yeterlidir.
"Lanet
(edilmek)", uzak düşmek demektir. Yani, Allah'ın rahmetinden uzak
düşmüşlerdir anlamında olup, lanete dair açıklamalar daha önceden (el-Ba-kara,
2/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Onlara bitip
tükenmeyen" devamlı ve kalıcı "bir azap vardır."[404]
69. Siz de
kendinizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden daha güçlü idi Malları ve
evladan da daha çoktu. Onlar payları kadar faydalandılar. Sizden öncekiler
kendi payları kadar faydalandıkları gibi, siz de payınız kadar faydalandınız ve
onlar daldıkları gibi siz de daldınız. Onlar, dünyada da âhirette de amelleri
boşa gitmiş olanlardır. Zarara uğrayanların tâ kendileri de işte bunlardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[405]
Yüce Allah'ın:
"Sîz de kendinizden öncekiler gibisiniz" buyruğu ite İlgili olarak
ez-Zeccâc der ki: Buradaki "kef" (.gibi anlamındaki edat), nasb
ma-hallindedir. Yanı, yüce Allah onlardan öncekilere cehennem ateşini
va'det-tiğî gibi diğer kâfirlere de cehennem ateşini va'detmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Buyruk, siz münkeri emredip maruftan alıkoymak hususunda sizden öncekilerin
yaptıkları gibi yaptınız, şeklindedir ve burada muzaf hazmedilmiştir.
Bir diğer açıklama da
şöyledir: Siz de sizden öncekiler gibisiniz. Buna göre buradaki benzetme edatı
ref mahallindedîr. Çünkü hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir.
"O: Daha
güçlü" kelimesinin munsanf olmayışı; vezninde sıfat-ı müşebbehe olduğundan
dolayıdır. Bu kelimenin aslı şeklindedir. Yani onlar, sizden daha çetin bir
güce sahip oldukları halde, yüce Allah'ın azabını kaldırmak imkân ve fırsatını
bulamamışlardı.[406]
Said (b. el-Müseyyeb),
Ebu Hureyre'den, o, Peygamber (,sav)'den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Sizden önceki ümmetlerin gittikleri yolda siz de arşın arşın, karış
karış, kulaç kulaç gideceksiniz. Öyle ki, onlardan herhangi bir kimse bir
keler deliğine dahi girecek olsa, şüphesiz siz de oraya gireceksiniz." Ebu
Hureyre dedi ki: Dilerseniz Kur'ân-ı Kerîmedeki şu buyruğu) okuyunuz:
"Siz de kendinizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden daha güçlü İdi.
Malları ve evlatları da daha çoktu. Dolar payları kadar faydalandılar."
Ebu Hureyre der ki: Buradaki "pay"dan kasıt dindir. "Sizden öncekiler
kendi payları kadar faydalandıkları gibi, siz de payınız kadar
faydalandınız" buyruğunu âyeti bitirinceye kadar okudu. CAslıab")
dediler ki: Ey Allah'ın Peygamberi, yahudi ve hristiyanlann yaptıklarını mı
yapacağız? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Zaten insan diye onlardan başka
kim var?"[407]
Yine Sahih'te de Ebu
Hureyre'den Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Sizden
öncekilerin yollarını karış karış, arşın arşın izleyeceksiniz. Hatta onlar
keler deliğine girecek olsalar siz de oradan gireceksiniz." Ey Allah'ın
Rasûtü, yahudi ve hıristiyanların mı? dediler, Hz. Peygamber: "Ya başka
kim olabilir?" diye buyurdu.[408] İbn Abbas da dedi ki: Bu gece düne ne kadar
da benziyor! İşte şu İsrailoğullarına benzedik çıktık. îbn Mes'ud'dan da buna
benzer bir söz nakledilmiştir.[409]
Yüce Allah'ın:
"Onlar paylan kadar faydalanddar." Yani, kendilerinden öncekilerin
yaptıkları gibi onlar da dinlerinden paylanna düşen ile yararlandılar.
"... Siz de daldınız" ifadesi ile de gaib zamirden hitap sigasma
geçilmektedir, "Daldıkları gibi" yani, onların dalışları gibi
daldınız. "Gibi* anla~ mini veren "kef" ise, hazfedilmiş bir
mastara sıfat olarak nasb mahallindedir. Yani, siz de dalanların dalışı gibi
daldınız demektir. ise, Kim, kimse gibi nakıs bir isimdir ve bu hem tekil, hem
de çoğul hakkında kullanılır. el-Bakara Sûresi'nde (2/17.âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Suya daldım,
dalarım" denilir. Dalınan yere de
denilir. Bu da insanların gerek piyade, gerekse binekli olarak
ka-tettikleri yer demektir. Çoğulu ise,
şekillerinde gelir. Bu açıklama Ebu Zeyd'den nakledilmiştir.
"Bineğini suya daldırdım," ise, "binekleri suya daldı"
demektir. "Zorlu, sıkıntılı işlere daldım," demektir. kılıcını
sapladığı kimsenin içinde hareket ettirdi," manasına gelir, "Kanında
daldırdı" ifadesi mübalağa olarak kullanılır. İçecek şeylerin yayılması
için kullanılan aracın adıdır. "İçeceği çalkaladım," ifadesi de buradan
gelmektedir. Karşılıklı olarak konuşup söze dalmayı anlatmak üzere de;
tabirleri kullanılır. Buna göre ifadenin anlamı şudur: Siz de oyun ve eğlence
ile dünyevî işler arasına dalıp gittiniz. Muham-med (sav)'ın işini yalanlamaya
daldınız diye de açıklanmıştır.
"Onlar...
amelleri" yani, hasenatları "boşa gitnüş" batıl olmuş
"olanlardır." Buna dair açıklamalar daha önceden (2/217. âyet, 8.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Zarara uğrayanların tâ kendileri de işte
bunlardır." Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/28.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.[410]
70. Onlara
kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd, Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin,
Medyen ashabının, Mu'tefikelerin haberi gelmedi mti Peygamberleri onlara
apaçık mucizelerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmediyor değildi. Fakat onlar
kendi kendilerine zulmediyorlardı.
"Onlara
kendilerinden öncekilerin... haberi gelmedi mi?" Buradaki soru, takrir
(gerçeği söyletmek) ve sakındırmak anlamındadır. Yani onlar, bizim daha
önceden kâfirleri helak ettiğimizi işitmediler mi? "Nuh, Âd, Semud
kavimlerinin" buyruğu "ler" anlamını veren; den bedeldir.
"İbrahim kavminin" yani, Kenan oğlu Nemrud'un ve kavminin;
"Medyen ashabının" Medyen, Hz. Şuayb'ın yaşadığı şehrin adı idi.
Medyenliler Yevmu'z-Zulle azabı ile helak edildiler.
"Mu'tefikelerifi" denildiğine göre bununla Lût kavmi kastedilmektedir.
Çünkü, onların yaşadıkları yer kendileri de içlerinde olduğu halde alt üst
oldu. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Bir görüşe göre de
"Mu'teflkeler" helak edilen herkes demektir. Mesela, dünya başlarına
yıkıldı, demeye benzer.
"Peygamberleri
onlara apaçık mucizelerle gelmişlerdi." Burada (sözü-geçen kavimlere
gönderilen) bütün peygamberler kastedilmektedir. Bir görüşe göre de,
Mu'tefikelere peygamberleri gelmişti, diye de açıklanmıştır. Buna göre onların
peygamberleri yalnız başına Hz. Lût'tur. Ancak, her bir kasabaya bir peygamber
gönderilmiştir. Mu'tefikeler ise üç kasaba idi. Dört olduğu da söylenmiştir.
Bîr başka yerde tekil olarak yalnızca "el-Mu'tefike" (en-Necm, 53/53)
şeklindeki buyruğu ise, cinsi anlatmak için gelmiştir.
Bir diğer görüşe
göre "peygamberler” ile tek bir peygamber kastedilmiştir. Yüce Allah'ın:
"Ey Peygamberler, hoş ve temiz şeylerden yeyiniz" (el-Mu'mi-nun,
23/51) buyruğunda olduğu gibi. Oysa, Hz. Peygamber asrında ondan başka bir
peygamber yoktu. Derim ki: Ancak, bu görüş tartışılır. Çünkü Peygamber
(sav)'den gelen sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah,
Peygamberlere verdiği emrin aynısı ile mü'minlere hitab etmiştir.[411] Bu hadis, bunun böyle olmadığına işaret
etmektedir ki, bu da el-Bakara Sûresi'nde (2/172, ayetin tefsirinde) geçmiş
idi. O halde kastedilenler bütün peygamberlerdir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Allah onlara zulmediyor değildi." Yani, Allah kendilerine bir
peygamber göndermedikçe onları helak etmedi. "Fakat onlar kendi kendilerine
zulmediyorlardı.'' Ancak onlar, kendilerine karşı deliller ortaya
konulmasından sonra kendi kendilerine zulmettiler.[412]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/117.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/117.
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/117.
[4] Bu râvî'nin Yezîd er-Rukaşî
değil de Yezîd d-Fârisî olması gerekliğine dair Tirmizl, Tefsir 9. sûre 1.
başjığn sonunda gerekli açıklamaları yapmış bulunmaktadır
[5]
Tirmizî, Tefsir 9. sûre 1.
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/117-119.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/119.
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/120.
[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/120.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/120-121.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/121.
[12] Nesaî, Mendik 187 (yakın
lafızlarla).
[13] Tirmizî. Hacc 44; Nesat,
Menâsik 161; Dâriml, Menüsik 74; Müsaed II, 299.
[14]
Buhârt, Tefsir 9. sûre 8, Bed'ul-Halk 2, Meğ3zî 77, Eclâlıî 5, Tevhîd 24;
Müslim, Kasâ-ıne 29; Ebâ Davûd, Menâsik 67; Müsned, V, 37, 73.
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/121-126.
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/126.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/126.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/126-127.
[19] Buhâri, Hacc 132; Ebü Dâvûd.
Menâsik 66: İbn Mâce Menasİk 76.
[20]
Buhari, Cizye 16, Tefsir 9. sûre 4.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/127-128.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/128-129.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/129-130.
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/130.
[25]
Kurtubide birinci mısra'tun sonunda yer alan: "kablehu: ondan önce"
kelimesi, Lisâ-nu'l Arab(II,25)’da; "Mislehû: Onun gibi" şeklindedir.
Anlam itibariyle böyle olması daha uygun görüldüğünden tercüme de ona göre
yapılmıştır.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/130-131.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/131-132.
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an,
Buruc Yayınları: 8/132.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/132-133.
[30] Buhâri, iman 17, Salat 28,
Zekât 1, İ'tisâan 2, 28; Müslim, İman 32-36; Ebû Dâvud, Cihâd 95; Tirmizî,
Tefsir 88. sûre; Nesaî, Zekât 3; İbn Mace, Fiten 1; Darimi, Siyer 10; Müs-ned,
IV, 8.
[31] Buhâri, iman 17, İ'tisâm 28;
Müslim, îman 34-36; Tirmizî, îman 1, Tefsir 88. sûre; Ne-sai, Cihâd 1,
Tahrîmu'd-Dem 1; tbn Mâce, Fiten 1...
[32]
Buhûri, Diyat 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebu Dâvûd, Hudûd 1; Tirmizi, Hudûd 1.5,
Diyât 10; Nesaî, Kasâme 6,14, Tahrîmu'd-Dem 5, 11, 14; İbn Mace, Hudûd 1;
Dârimi, Sîyer U; Müsned, 1, 61, 63...
[33]İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/133-135.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/135.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/136.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/136.
[37]
Ebû Dâvud, Cihad 147, Diyât 11; Nesai, Kasâme 10: İbn Mâce, Diyat 31; Müsned,
1,119, 122, II 180, 192, 211, 215.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/136-137.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/138.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/138.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an,
Buruc Yayınları: 8/139-140.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/140-142.
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/142.
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/142-143.
[45] Kaynağını tesbir edemedik.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/143.
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/144.
[48]
Buhârî, Eymân 2, Fedâilu's-Sahâbe 17, Meğazî 43, 87; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 63,
64; Tirmizi, Menâkıb 39; Müsned, II, 20, B9, 106, 110.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/144-145.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/145-146.
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/146.
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/147.
[53] Ebû Dâvûd, Hudud 2; Nesaî,
Tahrîmu'd-Dem 16, 17.
[54] Ebû Dâvûd, Hudud 2: Nesai,
Tahrimud-Dem 16: Dârakutni, III, 112.
[55]
Dârakutni, III, 113.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/147-148.
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/148.
[58] Arapça baskıyı hazırlayanın
kaydettiğine göre bu hususıa Ebû Hayyün şöyle demektedir: "... Basra'lı
nahivciierin başı Ebfl Amr b. el-Alâ, Mekke'nin kıırrâsı İbn Kesîr ve Medine'nin
kıırrasj Nâfi' bu şekilde okumuşken, bunun bir lahn olduğu nasıl söylenebilir?"
Ayrıca bk. Âlusî, Ruhu'l-Meanî, X, 59.
[59]
Buhâri, Tefsir 9. sûre 5.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/148-150.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/150-151.
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/151-153.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/153-155.
[64]
Suyûtî, ed-Durrul-Mensûr, IV, 145-146.
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/155-156.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/156-157.
[67] Tirmizî, Tefsir 9. sûre 9:
İbn Mâce, Mesâcid 19: Dârimî, Salât 23; Müsned, III, 68, 76.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/157.
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/157.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/157-158.
[71]
Ancak, başlıklar iki değil, yalnızca bir başlıktır.
[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/158.
[73]
Müslim. İmâre 111; Müsned, IV, 269.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/158-160.
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/161.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/161-162.
[77]
Buhâri, Hibe 29, Cizye 18, Edeb 8; Müslim, Zekât 50; Ebû Davüd, Zekât 34;
Müsned, VI, 344, 347, 355.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/162-163.
[79]
Nesai, Cihâd 19; Mûsned, III, 483.
[80] Müsned, III, 483'te:
"Sebre b. Ebî Fâkih" diye; Tirmizt, Tahâre 23'te:
"İbnu'l-Fâkih" diye kaydetmektedir, İbn Hacer, Tekztb, III, 393'te:
"İbnu'l-Fflkih, İbn Ebi'l-Fakih, İbnu'l-Fükihe ve İbn Ebi'l-Fâkihe" şekillerinin
zikrediljniş olduğunu belirtmektedir
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/163-166.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/166.
[83] Nesâi, Buyu' 97; İbn Mâce,
Sadakat 16; Müsned, IV, 36.
[84]
Tirmizl, Fiten 18; Müsned, V, 218.
[85] Müslim, Cihâd 76; Müsned. I,
207.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/167-169.
[87] Bu hadis, daha önce,
el-Enfal, 8/41. ayet 4. başlıkta geçmişti. Kaynaklar için oraya bakılabilir.
Bu
hadis, daha önce, el-Enfal, 8/41. ayet 4. başlıkta geçmişti. Kaynaklar için
oraya bakılabilir.
[88] Ebü Dâvûd, Nikâh 44;
Tirmizi, Siyer 15; Dârimî, Talâk 18; Müsned, III, 62, 87.
[89]
Muvatta", Nikâh 44.
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/169-170.
[91]
Burada el-Ferrâ'nin ifadeleri pek sağlıklı bir şekilde nakledilmemiş. Bu
ifadeler aynen, en-Nehhâs, Î'rabu'l-Kur'an, II, ll'den nakledilmiştir. d-Ferrö;
bıı kelimenin gayr-i ınunsanf olduğunu söylerken, gerekçe olarak, ortada
bulunan eliften ve sonra ikişer harfin bulunmasını göstermekte ve buna:
Mesürid: mescidler, temâsfl; tünsâtlcr gibi kelimeleri örnek göstermekte ve
açıklamalarını sürdürmektedir. Bk. el-Ferra, Meâni'l-Kur'ân, I, 428.
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/170-171.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/171-172.
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/172.
[95]
Müslim, Cihad 79, ayrıca bk. 78, 80, 81; Buhari, Meğazî, 54 (kısmen).
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/172-173.
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/173.
[98] Buhari, Edeb 18, Müslim,
Tevbe 22.
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/173-175.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/175.
[101] İbn Hibhân'ın sahili
hadisleri toplamak gayesiyle telif ettiği, "et-Tekâsîmu ve'1-Envâ"
adlı eseri. (el-Ketmnî, er-Risâletu'l-Mustatrefe, s,20)
[102]
Buhârî, Salat 76, Meğâzî 70; Müslim, Cihad 59; Ebû Davûd, Cihâd 114; Nesâî,
Tahâre 127; Müsned, II, 246, 304, 452.
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/175-176.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/176-177.
[105] Müslim,Tahare
100;Müsned,III,191.
[106]
Ebâ Dûvud, Tahare 92; İbn Mâce, Tahâre 126.
[107]
el-Heysemî, Mecmau'z Zevâid, IV, 10'da:
Hz. Câbir, Peygamber (sav)'dün şöyle buyurduğunu nakleteınektedir: "Bu
Mescidimize İçinde bulunduğumuz bu yıldan sonra ancak Kitap Ehli ve onların
hizmetçileri -bir rivayette: . ..ve sizin hizmetçileriniz- girebilir." Bu
iıadisi Ahmed (b. Hanbel) rivayet etmiş olup senedinde Eş'as b. Sevvâr denilen
şahıs vardır. Bir parça zayıftır. Güvenilir olduğu da söylenmiştir.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/177-179.
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/179.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/179-180.
[111] Buhârî'de tesbit edemedik.
Tirmizi, Zühd 33; İbn Mâce, Zühd U; Müsned, I, 30, 52.
[112] Tirmizt, Sıfatu'l-Kıyâme 60.
[113] Buhârî, Mevâkît 41.
[114] Buhârî, Cîhad 88; Müsned,
II, 50, 92. Tirmizî'de tesbit edemedik.
Buhârî,
Cîhad 88; Müsned, II, 50, 92. Tirmizî'de tesbit edemedik.
[115]
Buharî, Buyû' 15. Sadece elinin emeğinden yediğini belirten bölümü: Enbiyâ 37;
Müsned, II, 314.
[116] Buhari, Zekât 18, İstikraz
2; İbn Mâce, Sadakat 11; Müsned, II. 361, 417.
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/180-183.
[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/183.
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/183.
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/183-184.
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/184-185.
[122] Muvatta', Zekât 42. Aynen
bk. Buhâri, Cizye 1; Tirmizi, Siyer 31: Muvatta' Zekât 41.
[123] İbn Abdi'1-Berr,
el-lstizkâr, IX, 292-296.
[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/185-186.
[125] Buhâri, Cizye 1, Meğâzî 12,
Rikaak 7; Müslim, Sulh 6; İbn Mace Fiten 18; Müsned, IV,
137,
327.
[126]
Ebû Dâvûd, Zekât 5, Harac 30; Tirmizî, Zekât 5; Nesâî, Zekât 8; İbn Mace, Zekât
12;Müsned, V, 230, 233, 247
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/186-187.
[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/187.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/188.
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/188-189.
[131] Ebû Davûd, Harâc 32;
Tirmizi, Zekât 11; Müsned, I. 223. 285.
[132]
Ebû Dâuûd, Harâc 32.
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/189-190.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/190.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/190.
[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/190-191.
[137] Müslim, Birr 117-119;
Müsned, 111, 403, 404.
[138] Ebû Dûvud, Harac 31.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/191.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/191.
[141] Buhari, Zekat 18; Müslim,
Zekât 94; Ebû Dâvûd, Zekat 28; Nesai, Zekât 52; Darimi,
Zekât
22; Muvatta, Sadaka 8; Müsned, II, 67, 98.
[142]
Nesaî, Zekat 51; Darimî, Zekât 22; Müsned, II 226, IV, 64, V, 377.
[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/192.
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/192.
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/192-193.
[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/193.
[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/193-194.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/194.
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/195.
[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/195
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/196.
[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/196-197.
[153]
Tirmizî, Tefsir 9. sure 10.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/197-199.
[155] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/199-200.
[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/200-201.
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/201.
[158] Bk. el'Mu'cemu'l-Vasît, II,
809.
[159] Bu uzunca kıssayı Ahmed b.
Hanbel Müsned, V, 441 v.d. nakletmektedir.
[160] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/201-202.
[161]
Bu hadîs, 7. başlıkta tamamiyle kaydedilecektir. Kaynakları için oraya
bakılabilir.
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/202-203.
[163] Buhari, Zekat 4, Tefsir 9.
sûre 6.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/203-204.
[165] Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî,
Zekât 10; İbn Mace, Zekât 5; Müsned. I, 148.
[166]
Kurtubî'nin kaydettiği şekiiyie tek bir rivayet halinde olmayıp altının
zekâtına dair bölümü ile gümüşün zekâtına dair böKlınti ayrı rivayetler
halinde olınak üzere: Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizl, Zekât 3; îbn Mâce, Zeküt 4;
Nesût, Zekât 18.
[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/204-205.
[168] Buhâri, Zekât 3, Telsîr 3.
sîıre 14; Nesai, Zekat 20; Müsned, II, 355- Aynı hadisin Abdullah b.
Mes'ûd'dan rivayeti: Nesai, Zekât 2; İbn Mâce, Zekât 2; Müsned, I, 377; yakın
lafızlarla İbn Ömer'den rivayeti: Nesât, Zekât 20; Müsned, II, 98, 137, 156.
[169] Buhârî, Zekât 43; Müslim,
Zekât 30; Nesaî, Zekât 2, 11; îbn Mâce, Zekât 29, Başka saha bilerden gelen
benzer rivayetler: Buhâri, Zekât 3; Müslim, Zekat 26, 27; Ebû Davûd, Zekât 32;
Nesât, Zekât 9; Dârimî, Zekât 3.
[170]
Buhârî, Zekât 4. Tefsir 9. sûre 7.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/205-207.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/207.
[173] Ebû Dâvûd, Zekât 32.
[174]
Tirmizi, Tefsir 9. sûre 9; îbn Mâce, Nikâh 5.
[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/208.
[176] Buradaki: yuâsu"
kelimesi, beyitin Lisanu'l-Arab, III, 29’daki şekli olan: "yuadu" (yani
"sâd" yerine “dâd” harfi) imlasına göre tercüme edilmiştir.
[177] Dolayısıyla burada sondaki
eliften önce "ye" harfi olmamalı, "sâd" harfi de “dad"
olmalıdır.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/208-210.
[179] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/210.
[180]
Buhâri, Zekât 4; Müslim, Zekât 34, 35ı Müsned, V, 169 (az farkta).
[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/210.
[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/211.
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/211.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/211-212.
[185] et-Tevbe, 9/34. ayet, 10. başlık.
[186] Müslim, Zekât 24, 26.
[187] et-Tevbe, 9/34. âyet, 5.
başlık.
[188] Bir önceki notta belirtilen
yer.
[189]
Buhâri, Tefsir 19. sûre 1; Müslim, Cennet 40; Tirmizi, Sıfau'l-Cenne 20, Tefsir
19 sure 2; Müsned, II, 377,111, 9.
[190] Muvatta, Zekât 22; Buhâri,
Zekât 3, Tefsir 3. süre 14; Nesai, Zekat 20; Müsned, II, 98,137, 156...
[191] Burada ağzının köpürmesi
anlamını ifade eden fiil ile hadiste yılanın niteliği ite ilgili
geçen "iki ben" diye tercüme edilen kelime aynı kökten
gelmektedir.
[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/212-214.
[193] Taberî, Câmiu'l-Beyân, X,
119.
[194] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr,
IV, 181.
[195]
Suyûti, a.g.e., IV, 180, 181.
[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/214-215.
[197] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/215.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/215-216.
[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/216.
[200]
et-Tevbe, 9/2, ayet, 2. kaşlığın sonlarında zikredilen bu hadisin kaynakları da
orada gösterilmiştir.
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/216-217.
[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/217.
[203] Buhari, Bedu-l Halk 2,
Meğazî 77, Tefsir 9. sûre 8, Edâhî 5, Tevhîd 24; Müslim, Kasâme 29; Ebu Davûd,
Menasik 67; Müsned, V, 37.
[204]
Buhari, Meğâzî 70.
[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/218.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/218.
[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/218-219.
[208] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/219-220.
[209]
Âyette zamirin bu şekilde kullanılmış olması, -dil açısmdan- dön ay olan Haram
Aylar'ın öncelikli olarak kastedildiğinin delilidir. el-Ferrâ ve en-Nehhâs buna
böylece işaret etmektedirler. el-Ferrâ. her iki kullanım şeklinin de yer
değiştirebileceğini ayrıca belirtmektedir. (el-Ferra, Me'ani'l-Kur'an, I, 435;
en-Nehhâs, Î'râbu'l-Kur'ân, II, 16).
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/220-221.
[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/221-222.
[212]
Buhari, Buyû' 13, Edeb 12; Müslim, Birr 20, 21; Ebû Dâvûd, Zekât 45.
[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/222-223.
[214]
Bu hadis ve kaynakları daha önceden et-Tevbe, 9/2. ayet 2. başlığın sonlarında
geçmişti.
[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/223-225.
[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/225-226.
[217] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/227.
[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/227.
[219] Buhârî, Umre 8; Müslim, Hacc
126; Müsned, VI, 43.
[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/227-229.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/229.
[222] Ebû Dâvûd, Cihad 18.
[223]
Ebû Dâvûd, Cihad 18.
[224] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/229-231.
[225] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/231.
[226] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/231-232.
[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/232.
[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/232-233.
[229] Hicrete dair sahih
rivayetlerin önemü bir bölümünü bir arada görmek ve bunlarla burada
anlatılanlar ile benzeri diğer rivayetler arasında bir karşılaştırma yapmak
üzere; özellikle: Buhâri, Menükıbu'l-Ensar 45'e başvurulabilir.
[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/233-234.
[231] Buhârî, İcâr 3, 4,
Menakıbu'l-Ensâr 45.
[232] Buhârî, İcare 3.
[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/234-235.
[234]
Buhâri, Tefsir 9- sûre 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 1; Tırmizt, Tefsir 9. sûre
11; Müsned, 1, 4.
[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/235-236.
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/236-237.
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/237.
[238] İbn Mace, İkametu's-Salât
142.
[239]
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, V, 182. el-Heysemî, hadisin sonunda şunları söylemektedir:
"İbn Mâce, bu hadisin bir bölümünü rivayet etmiştir. Hadisi (bütünüyle)
Taberanî rivayet etmiş olup, senedindeki râviler (sika) güvenilir kimselerdir." Ayrıca
bk. Buhûri. Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 2-5; Nesai, fmmne 1; Müsned, I, 21.
[240] Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe 4.
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/237-239.
[242]
Buhâri, Tefsir 7. sûre 3. Fedüilu Ahsâbi'n-Nebiyy 5.
[243] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/239.
[244] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/239-240.
[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/240.
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/241.
[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/241-242.
[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/242-243.
[249] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/243-244.
[250]
Buhâri, Cihâd 38: Müslim, İmâre 135, 136; Ebû Dâvûd, Cihâd 20; Tirnizi, Fedâilu'l-Cihad
6; Nesai, Cihâd, 44; Müsned, IV, 17, V, 193, 234.
[251] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/244.
[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/245.
[253]
Ebû Dâvûd, Cîhad 18; Nesat, Cihad 1; Dârimî, Cihâd 38; Müsned III, 124, 153,
251; ayrıca bk. Müsned, III, 456, VI, 387.
[254] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/245-246.
[255] Buhârî, Ezan 29, Ahkâm 52;
Muslin. Mesacid 251; Nesai, İmame 49;
Dârimî, Salât 19;
Muvatta', Salâtu'l-Cemâa 3;
Müsned 244, 376...
[256]
Tirmizî, Hacc 4, Tefsir 3. sûre 6, 63. sûre 5; İbn Mâce, Menasik 6.
[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/246-247.
[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/248-249.
[259]
Ebü Dâvüd, Cihad 159.
[260] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/249-250.
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/250-251.
[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/251-252.
[263] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/252-253.
[264] Aynı manada yakın bir
rivayet; Taberenî. el-Mu'cemu'l-Evsat, VI, 281.
[265]
İbnu'1-Esir, Usdu'l-Ğabe, I, 218.
[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/253-255.
[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/255-256.
[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/256-257.
[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/257.
[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/257-258.
[271] Müslim, İman 365; Müsned, VI,
93.
[272] Müslim, Sifâtu'l-Münafikın
56; Müsned, III, 123, 283.
[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/258-259.
[274]
Buhârî, Zekât .24, Buyu' 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, İman 194, 195; Müsned, III,
402.
[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/259-260.
[276] Müslim, İman 358.
[277] Buharî, Menakıbu'l-Ensâr 40;
Müslim, îman 360; Müsned, III, 50, 55.
[278] Buhari, Menakbu'l-Ensâr 40T
Edeb 115; Müslim, İman 357; Müsned, I, 206, 210.
[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/260.
[280] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/260-261.
[281] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/261.
[282]
Bk. Müslim, Mesacid 195; Ebü Dâvûd, Salât, 5; Timizî, Salât 6; Nesâî, Mevâkît,
9; Muvatta, Kur'ân 46; Müsned, III, 149.
[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/261.
[284] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/261.
[285] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/261-262.
[286] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/263-264.
[287]
Buhâri, Menâkıb 25, Edeb 95; Müslim, Zekat 142, 148; Müsned, II, 219, III, 56,
65.
[288] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/265-266.
[289] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/266.
[290] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/266.
[291] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/266-267.
[292] Ebû Dâvûd, Zekât 23;
Dârakutni, II, 137.
[293]
”... Onlara, mallarında zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen bir sadaka
(zekât) bulunduğunu bildir" anlamındaki hadisin bir bölüınü olmak üzere:
Buhârî, Zekât 1, 41, 63, Meğâzî, 60; Müslim, İman 29, 31; Ebu Dâvud, Zekât 5;
Ttrmizl, Zekât 6; Nesat, Zekât, 1, 46; İbn Mâce, Zek3t 1; Dârimî, Zekat 1;
Müsned, I, 233.
[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/267-268.
[295] Tîrmîzi, Zühd 37; İbn Mâce
Zühd 7. Hadis ile ilgili mülahazalar için bk. tbn Mâce, belirtilen hadîsin
akabindeki "Zevaid" notiarı.
[296] Kölenin şahsî malı
olamayacağından, bara da mnl, mecazen köleye İzafe edilmiştir, demek
istemektedir.
Hadisin
devamında: "...o mal, onu satana aittir" denilmektedir. Buhâri,
Musakaat 17; Müslim, Buyu 80; Ebû Davûd, Buyu' 42; Tirmizi, Buyu' 25; Nesai,
Buyu 76; lbn Mace, Ticarat 31; Dârimi, Buyu' 27; Muvatta', Buyi 2; Müsned, II,
9, 78, 82, III, 301, 310, V, 326.
[297]
Bu şekilde bir izafeti hadiste tespit edemedik.
[298] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid,
I, 99.
[299] Müslim, Zühd 37.
[300] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/268-273.
[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/273.
[302]
Az önce 2. başlıkta geçmişti. İlgili nota bakınız.
[303] Dârakutni, II. 121.
[304] Dârakutnî, II, 122.
[305] Aynı yer.
[306] Dârakutnl, II, 122; Nesdî,
Zekat 87'de: "Elli dirhem..,"
[307] Yakın ifadelerle: Müsned,
IV. 36: Beylıakî, Sünen, VII. 38, 39- Ayrıca bk. Ebû Dâvâd, Zekât 24..
[308] Ebû Dâvûd, Zekât 24;
Tirmizİ, Zekât 23: Dâraiutnî, II, 119- Ancak, hadisi nakleden sa-
habi
Abdullah b, Ömer değil, Abdullah b. Amr'dır.
[309] Dârakutnî, II. 119.
[310] Ebû Dâvüd, Zekât 24;
Darakutnî, II, 119.
[311] Tirmizi, Zekât 23.
[312] Dârakutni, II, 121.
[313] Ebû Dâvûd, Zekat 24.
Dârakutni, II, 121. (2) Ebû Dâvûd, Zekat 24.
[314] 2. başhkta ilgili nouı
bakınız.
[315] Ebû Dâvad, Zekât 23; İbn
Mace, Zekât 14.
[316] Tîrmizi, Zekat 21.
[317] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/273-277.
[318] Buhari, Mezâlim 3, İkrah 7;
Müslim, Birr 58; Ebû Dâvûd, Edeb 38; Tirmizl, Hudûd 3; Müsned, II, 91.
[319] Dârakutnî, II, 100.
Dârnkııtnî, hadisin akabinde: "Bu hadis mürsddir, Tâvûs, Mııâz b. Cebel'e
yetişmemiştir' demektedir.
[320] Buhâri, Zekât 37: Ebû Dâvûd,
Zekât 5; Nesaî, Zekât 5, 10; İbn Mâce, Zekât 10.
[321] Dârakutnî, II, 153.
[322] Buhâri, Zekat 38: Ebu Dâvud,
Zekat 5; Nesaî, Zekât, 5. 10; îbn Mâce, Zekât 10.
[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/277-279.
[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/279.
[325] Müslim, Zekât 78; Nesât,
Zekât 47; Müsned, II, 322, 350.
[326] Kaynağını tespit edemedik.
[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/280-281.
[328] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/281.
[329] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/281.
[330] Buhari, Hibe 17, Hiyel 15,
Ahkâm 24, 41, Eyınan 3; Müslim, tınâre 26, 27; Ebû Dâvûd, Harâc 11; Dârimt,
Zekât 31. Siyer 52; Müsned, V, 423.
[331] Müslim, Zekât 167,168; Ebâ
Dâvûd, Harfe 20; Nesal, Zekât 95. Kasınıı'L-Fey" 15; Mu-oatta', Sn d aka
13; Müsned, VI, 66.
[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/281-283.
[333] Buhârî, Vesâyâ 32,
Fardu'l-Huıns 3, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd 55; Muvatta', Kekim 28; Müsned, II,
242, 376, 464.
[334] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/283.
[335] Buhâri, Fafdu'l-Hııms 19,
Meğdzî 56; Müslim, Zekât 132; Müsned, III, 166.
[336] Nîsbeten daha kısa rivayet
için bk. Müslim, Zekat 137.
[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/283-286.
[338] Biraz sonra bizzat merhum
Kurtubî'rıin ifadelerinde de geleceği üzere; meşhur oian bıı icmâ'ın Ebû Bekir
(r.a) döneminde değil. Ömer (r.a > döneminde gerçekleştiğidir.
[339] Müslim, İmân 232; Tirnüzl,
İman 13; îbn Mâce, Kiten 15; Dârinû, Rikaak 42: Müsned, 1, 184, 398. II, 389,
IV, 7,3.
[340] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/286-287.
[341] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/287.
[342] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/287-288.
[343] et-Taberârıî,
el-Mu'temu'l-Evsal, II, 189. Ayrıca bk. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 231;
el-Azîzi, es-Sirâcu'l-Munlr Şerku't-Câmİ'i's-Sağir, III, 414.
[344] el-Mâide, 5/103. âyet, 7.
başlık sonlarında da geçmiş bulunan bu hadisin kaynaklan orada gösterilmişti.
Kaynaklar için oraya bakılabilir.
[345] Dârimî, Ferâiz 52; hadis
olarak değil; Tâvûs, e]-Hasen ve benzerlerinin sözü olarak.
[346] İbn Mâce, Perâiz 7: Darimi,
Ferniz 31.
[347] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/288-287.
[348] Dârakutnî, II, 135.
[349] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/289-290.
[350] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/290.
[351] Müslim, Müsâkaat 19; Ebû
Dâvûd, BııyıT 58; Tirmizî, Zekât 24; Nesaî, Bııyır 30, 95; îbn Mâce, Ahkâm 25;
Müsned, III, 36.
[352] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/290-291.
[353] Müslim, Zekât 109; Ebû
Dâvûd, Zekât 26; Nesaî, Zekât 80, 86; Dârimî, Zekât 37; Müsned, V, 60.
[354] Ebû Davûd, Zekât 26;
Tirmizî, Zekât 23; İbn Mâce, Ticârat 25: Müsned, III 114, 127.
[355] Ebû Dâvûd, Zekât 25; İbn
Mâce, Zekât 27; Muvatta', Zekât 29.
[356] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/291-292.
[357] Aynı manada, az
farklılıklarla: Buhârî, Ferâiz 15, Nafakat 15, Tefsir 33. süre 1; Müslim,
Cııımıa 43, Ferâiz 14-17; EbûDûvûd, Haraç 15; Tirmizl, Feraiz 1; İbn Mâce,
Mukaddime 7, Siidakat 13; Dûriml, BııyıT 54; Müsned, II, 287, 318, 335, 356,
464, III, 338, 371.
[358] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/292.
[359] Buharî, Zekât 49; Müaned,
IV, 221.
[360] Buhâri, Zekât 49.
[361] Buhârî, Diyât 22; Müslim,
Kas3me 5; Ebû Dâvûd, Diyât 9; Nesat, Kasâme 3, 4.
[362] Baştarafı 20. başlığın
sonlarında zikredilen bu hadisin kaynaklan orada gösterilmişti.
[363] Ebü Dâvûd, Zekât 24;
Tirmizl, Zekât 23; Darakutni, II, 119.
[364] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/292-295.
[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/295.
[366] Müslim, Zekat 69; Müsned, IV,
358-359, 361.
[367] Buhâri, Enbiyâ 51; Müslim,
Zühcl 10.
[368] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/295-298.
[369] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/298.
[370] Buhârt, Zekât 48; Müslim,
Zekât 45-47; Nesaî, Zekât 82; îbn Mâee, Zekât 24; Dûrimt,
Zekat 23; Müsned, III, 502, vî, 363.
[371] Bir önceki rivayete dair
nota bakınız. Bir önceki rivayete dair nota bakınız.
[372] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/298-299.
[373] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/299-300.
[374] Bu hadis daha önce 5. ve 22.
başlıklarda geçmiş, kaynakları da orada gösterilmişti.
[375] el-Kiya et-Taberi,
Ahkâmu'l-Kur'ûn, III, 209. Ancak, el-îktiyar, 1, 121'de bu görüşün, Ebû
Hanîfe'ye aîı olduğu ve Ebû Yusuf un bu hususta ona muhalefet ettiği bel inil
inektedir.
[376] Ebû Dâvüd, Zekât 29;
Tirmizt, Zeküt 25; Nesâî, Zekât 97; Dûrimî, Siyer 82; Müsned, III, 448, IV,
340, VI, 8, 10, 390.
[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/300-301.
[378] Buhârî, Zekat 57; Müslim,
Zekât 167; Nesâi, Zekât 7, 95; Muvatta, Sadaka 13.
[379] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/301-302.
[380] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/302.
[381] el-Vâhidî, Esbâbu
Nuzûli'l-Kur'ân, s.254; Suyûlî, ed-Durru'l-Mensur, IV, 227.
[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/302-304.
[383] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/304.
[384] el-Vâhidî, a.g.e.,
s.254-255; buna yakın başka bir rivayet; Sııyûlî, a.g.e., I, 228.
[385] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/304-305.
[386] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/305.
[387] Buraya kadar: Bukârt,
Şehâcföt 26, Edeb 74, Eymân 4; Müslim, Eyman 3; Dârimî, Nüzür 6; Miıvatta',
Nüüftr 14; Müsned, II, 7, 11.
[388] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/305-306.
[389] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/306-307.
[390] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/307-308.
[391] el-Vâhıdî, Esbâbu
Nuzûli'l-Kur'an, s.255
[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/308.
[393] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/308-309.
[394] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/309.
[395] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/309-310.
[396] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/310.
[397] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/310.
[398] Ebû Dâvûd, Talâk 9; Tirmizi,
Talâk 9; îbn Afdce, Talak 13; Dârakutni, III, 256, IV, 19.
[399] Muvutta, Nikâh 56.
[400] Bk. İbn Abdi'1-Berr,
el-îstizkâr, XVI, 377-378.
[401] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/311-312.
[402] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/312-313.
[403] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/313-314.
[404] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/314-315.
[405] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/315.
[406] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/315-315.
[407] Taberî, Câmiu'l-Beyân, X,
176.
[408] Buhâri, Enbiyâ 50, t'tisâm
14; Müslim, İlm 6; İbn Mûce, Filen 17; Musned, II, 325, 327, 336..., III, 84,
89, 94.
[409] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/316.
[410] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/316-317.
[411] Müslim, Zekât 65; Tirmizl,
Tefsir 2. sûre 37; Dârimî, Rikaak 9: Müsned, II, 328.
[412] İmam Kurtubi, el-Camiu li-
Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/317-318.