Cenab-ı Hak bu hususu,
"Eğer içinizde
onlar da savaşa çiksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan
başka bir şey yapmazlar, aranıza muhakkak ki fitne
sokmak isteyerek
bozgunculuğa
koşarlardı. İçinizde onlara iyice kulak verecekler de vardır.
Allah o zalimleri çok
iyi bilendir"
(Tevbe. 47).
ayetiyle beyan
etmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ bu
ayette, onların savaşa katılmaları halinde meydana gelecek şu üç çeşit fesatlarını
beyan etmiştir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Eğer sizinle birlikte onlar da
savaşa çıksalardi.
sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlardı ayetinin ifade ettiği
husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[1]
Hebal kelimesi, her
şeyde meydana gelen şer ve bozukluk
anlamına
gelir, Nitekim bunaklığın hebel; bunağın da
mahbul diye
adlandırılması bu anlamdadır. Müfessirler bu
kelimeye, değişik manalar vermişlerdir: Kelbî, şer; Yemân, tuzak ve
hîle manalarını, vermişlerdir. Bu kelimeye, "azgınlık ve tuğyan"
manası da verilmiştir. Dahhâk, bunun manasının, zulüm ve gadr olduğunu
söylemiştir. Hebal kelimesinin, düşüncede tereddüt anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bu, ihtilaf etsinler ve sözleri birlik olmasın diye, bir şeyin
bir topluma güzel, bir topluma da çirkin gösterilmesiyle sağlanır.
[2]
Bazı nahivciler illâ
hebâlâ ifadesinin, istisnâ-i munkatî
olduğunu
söylemiştir. İstisnâ-i munkatî,
müstesnanın,
müstesna minh'in
cinsinden olmamasıdır. Bu, tıpkı senin
meselâ,
"Onlar sizin hayrınızı değil, fakat sıkıntınızı artırdılar"
demen gibidir. Halbuki ayette, müstesna minh
zikredilmemiştir. Müstesna minh zikredilmeyince de, istisna, daha umumî olan
bir şeyden yapılmış olur. Daha umumî olan da, "şey" kelimesidir. Binâenaleyh
müstesna, müstesnâ-i muttasıl olup, kelamın
takdiri şeklinde olur.
[3]
Mu'tezile şöyle
demektedir: "Allah Teâlâ, önceki ayetteki onların savaşa çıkmalarını
istemeyip kerih gördüğünü; bu
ayette de, bu davranmanın fesada, şerre ve fitneye
sebebiyyet vereceğini bildiği için, onu kerih
gördüğünü beyan buyurmuştur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın mutlak olarak şerri,
fitneyi, fesadı kerih gördüğüne, sadece hayra razı olduğuna ve sadece, tâatı
dilediğine delâlet eder.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın "aranıza muhakkak ki fitne
sokmak isteyerek (bozgunculuğa) koşarlardı..." ayetinin ifade ettiği
husustur. Bu ayetin izahı hususunda, Vâhidî'nin nakletmiş olduğu iki görüş
bulunmaktadır:
Birinci görüş: Bu,
ekseri dil âlimlerinin görüşü olup, buna .göre kelimesi, deveyi düşmanın
üzerine sürmek anlamına gelir. Deve, kendi başına hızlı ve istekli bir biçimde
yürüdüğü zaman, tabiri kullanılmaz. Ama, deve, kendi başına koştuğu zaman,
binicisi onu bir şey üzerine
sürdüğü zaman
da, denilir."
Ferrâ da şöyle
demektedir. "Arablar,
demektedirler.
Bazan onlar, binicinin
sürmesi hakkında, vada'a kelimesini kullanırlar. "
İkinci görüş: Ahfeş ve
Ebu Ubeyd'in görüşü olup, buna göre, devefindi kendine ve arzulu bir biçimde
koştuğunda binicisinin onu koşturduğu majm da murad edilmeksizin, denilir.. Ebu
Ubeyd, Hz. Peygamber (s.a.s)’in vakarlı
ve
sakin bir biçimde Arafat'tan çıktığını, sonra da devesinin, MuhassirVadisi'ne
doğru koştuğunu rivayet etmiştir.
Lebîd şöyle demiştir:
'Kendimizin, yiyecek
içecekleri bırakarak, gaybm hükmüne doğru koşan kimseler
gibi olduğunu görüyorum..."
Lebîd, mûdı'ine
kelimesinden, müsriîne "hızlı olarak" "koşarak" manasını
kasdetmiştir. Bu ifadeyle, şairin, onların develerini koşturduklarını murad
etmiş olması caiz değildir. Çünkü, şair bununla, devenin yolda yürümesini murad
etmemiştir. Ömer İbn Ebî Rebîa ise şöyle
demiştir:
"Kahrolsunlar,
düşmanlıklar o kadınların başına!., Çünkü onlar beni tanıdılar ve "O.
haddi aşan. yiyen ve sonra da çekip giden birisidir" dediler!..
Vahidî, ayetin, Ahfeş
ve Ebu Ubeyd'in görüşünü desteklediğini söylemiştir,
Bil ki, her iki görüşe
göre de ayetten kastedilen, müslümanların arasını bozmak ve söz götürüp
getirmek hususunda, münafıkların" gösterdiği çalışma kastedilmiştir.
Binâenaleyh, şayet biz birinci görüşü nazar-ı dikkate alırsak, ayetin manası,
"Onlar, binitlerini aramızda koşturmuşlardır. Yani, aramızda aralıksız
olarak söz götürüp getirmişlerdir. Çünkü binitli olan, yayadan daha
hızlıdır..." şeklinde olur. Şayet, ikinci görüşü nazar-ı dikkate alırsak,
bu tabirden kastedilen. "Onlar bozgunculuk çıkarmaya koşarlar...'
manasıdır.
[4]
Keşşaf sahibi,
İbn Zübeyr'in, bu
kelimeyi şeklinde okuduğunu nakletmiştir ki bu, Arapların, deve hızlı
yürüyüp de. (sırtından attığı sahibinin boynunu
kırdığında)
söyledikleri tabirinden alınmıştır. Bu
ifade, (bırakırlar,
düşürürler) şeklinde de okunmuştur.
Buna göre şayet. "Kur'an-ı Kerim'e, niçin bir
elif ziyadesiyle şeklinde
yazılmıştır?"
denilirse. Keşşaf sahibi buna şu şekilde cevap vermiştir: "Arap yazısından
önce fethâ, elif ile ifade ediliyordu. Arap yazısı, Kur'an'ın nüzulüne yakın
bir zamanda icâd edilmişti. Binâenaleyh, Arapların,
zihninde bu eliften bir iz kaldı. Böylece onlar, hemzenin şeklini elif olarak
yazdılar ve onu, diğer bir elif ile de fethalı
yaptılar." Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onu herhalde
çetin bir azaba
uğratacağım
"(Nemi, 21} ayeti de bu şekilde yazılmıştır..
[5]
Ayetteki hılâleküm
ifadesinin manası, "aranıza>
aranızda..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın
"Onların arasından bir de ırmak fışkırtmıştık" (Kehf. 33) ve "Onlar evlerin aralarına
kadar girip araştırdılar."
(isra. 5)
ayetlerindeki hilâl
kelimeleri de böyledir. Bu kelimenin aslı, halel kelimesidir ki. halel
kelimesi, iki şey arasındaki boşluk olup, bunun çoğulu hilâldir Hak Teâlâ'nın.
''Sonra görüyorsun ki yağmur bunların arasından çıkıyor... "(Nur.
43)
buyruğu da bu manadadır. Bu ayetteki
(Nur, 43) bu kelime, min hatedh şeklinde de okunmuş olup, yağmur tanelerinin
kendisinden çıkıp döküldüğü yer anlamına gelir. Esmaî şöyle demektedir:
"Arapça'da sen, aralarına girdiğin zaman, "Kavmin arasına
girdim"; "evlerinin arasında, ortasında oturduk. " manasında
olmak
üzere de,
denilir, denilir.
Bunu iyice anladığın
zaman biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, "Lâf götürüp getirme ve
fesad. çıkarma ile-.." manasında; ifadesi de, "sizin için fitne
isterler..." anlamındadır. Esmaî şöyle demektedir: "Arapça'da,
"onu benim için iste, taleb et!" manasında, denilir. O halde ifadelerinin manası aynıdır.
Binâenaleyh, bir kimse ,jfcî| dediğinde bunun manası, "Arzuladığım o şey
hususunda bana yardım
et!. " demektir.
Bu ayette geçen "fitne" kelimesi ise, söz birliğinin bulunmaması ve
karışıklık çıkarma, anlamına gelir.
Bil ki, bu
açıklamalara göre sözün neticesi şudur: "Onlar, şayet o müslümanların
arasında savaşa çıkarlarsa, onlar, onlara *'habâl"dan başka bir şey
arttırmalar. "Habâl" ise, görüş ihtilaflarına sebebiyet veren
bozgunculuk anlamındadır ki, bu, savaş esnasında sakınılması gereken şeylerin
başında gelir. Çünkü, fikirlerde ihtilaf ve ayrılıklar meydana geldiğinde de
hezimet ve hüsran pek kolayca tahakkuk eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların,
bununla yetinmeyip, aksine, ileri gelenler arasında söz götürüp
getireceklerini, dedikodu yapacaklarını beyan buyurmuştur ki, bu şekilde
ifsâd daha da
çoğalacaktır. İşte bu da,
Cenâb-ı Hakk'ın,
ayetiyle murad edilen husustur.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın "İçinizde onlara iyice kulak vereceklerde vardır.
buyruğunun ifade
ettiği husustur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
a)
"Aranız da sizden duyduklarını onlara ileten gözcüleri bulunmaktadır.
" manası murad edilmiştir. Bu,
Mücahid ve İbn Zeyd'in görüşüdür.
b) Katâde buna şu manayı vermiştir:
"Aranızda, onların sözlerine kulak veren ve onların görüşlerini kabul
edenler bulunmaktadır. " Binâenaleyh onlar onlara, kalblerinin
zayıflamasına sebep olacak çeşitli sözler telkin ettiklerinde, berikiler o
sözleri kabul eder ve bundan dolayı cihad işini lâyıkıyla yerine getirmede
gevşeklik gösterirler.
Eğer, "Dinleri ve
cihad niyetleri çok kuvvetli olduğu halde, mü'minler için böyle bir şey nasıl
düşünülebilir?" denilirse, biz de deriz ki: Münafıkların sözlerinin,
İslam'a yeni girmiş kimseler üzerinde tesirli olması imkansız değildir. Yine
bazı kimselerin, korkak, gevşek ve zayıf kalbli olarak yaratılmış olması da
imkansız değildir. Binaenaleyh münafıkların sözleri, bu gibi kimselere tesir
eder. Yine, bazı müslümanların, ileri gelen münafıkların akrabaları olmaları ve
bundan dolayı münafıkların onları pohpohlayarak, maksadlarındar? geri çevirme
ihtimalleri de yok değildir. İşte bu sebeple, münafıkların reislerinin sözleri,
onlar üzerinde tesir edebilir. Şöyle de denebilir: Münafıklar iki kısımdırlar:
Birincisi, Mü'nafıklıkla yetinip, ayrıca yeryüzünde fesat çıkarmaya
çalışmayanlardır. İkinci grup ise, müminlere şüpheler ve asılsız haberler
telkin ederek, birinci guruptakileri yeryüzünde fesat çıkarmaya sevkedenlerdir.
Allah Teâlâ daha sonra
bu ayeti, "Allah o zalimleri çok iyi bilendir"
diye bitirmiştir. Bu,
"Allah, kâfir ve münafık olmak sureti ile kendi kendilerine zulmedenlerle,
başkalarını çeşitli belalara ve ihtilaflara, çekişmelere düşürmek suretiyle,
başkalarına zulmedenleri bilir" demektir. Allah en iyi bilendir.
[6]
"Andolsun ki
onlar bundan evvel de fitne peşine düşmüş ve senin hakkında birtakım işler
çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onların hoşuna gitmemiş olsa da, Allah'ın
emri ortaya çıktı. Onlardan kimi de, "Bana izin ver, beni
fitneye düşürme"
diyeceklerdir. Haberin olsun ki onlar zaten fitne çukuruna düşmüşlerdir.
Cehennem o kâfirleri mutlaka çepeçevre kuşatacaktır"
(Tevbe 48-49).
Bil ki bu ayette,
münafıkların tuzaklarından ve içlerinde -sakladıkları kötü niyetlerden bir
çeşidi mevzubahs edilmekledir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki
onlar bundan evvel de yani Tebük savaşından
daha önce de. fitne peşine düşmüşlerdi" buyurmuştur. İbn Cüreyc,
bunu şu şekilde anlatır: "Münafıklardan oniki tanesi Hz. Peygamber
(s.a.s)'i öldürmek için, Akabe gecesi Seniyyetu'l-Veda'da pusu kurmuşlardı
Ayrıca denilmiştir ki: ^'Ayetteki bu ifadeyle, Abdullah b. Übeyyin, Uhud Günü,
yandaşları ile birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)'den ayrılıp gitmeleri
kastedilmiştir. Bu ifadeye, "Onlar senin ashabını dinlerinden çevirip
küfre döndürmeyi ve insanları senden ayırmayı isterler" manası da
verilmiştir. Buna göre ayetteki "fitne" kelimesi ile, "daha önce
sevgi ve muhabbet varken, ayrılığı doğuran ihtilaf" manası kastedilmiştir
ki işte münafıkların, müslümanlar hakkında niyetlendikleri şey budur."
Allah müslümanlan bu fitneden korusun (âmin).
Cenâb-ı Allah,
"Senin hakkında birtakım işler çevirmişlerdir
buyurmuştur. "İş
çevirmek", bir iş hususunda düşünüp tefekkür etmek için, onu evirip
çevirmektir. Yani "Onlar senin aleyhine tuzaklar kurmak, sana karşı hile
yapmak için çalışıp çabalarlar" demektir. Nitekim Arapça'da, çeşitli
hileler yapan kimse
hakkında
"falanca huvvel ve kullebdir" denir, yani "envai türlü hileleri
bilmekte mahir olduğu böylece anlatılır" demektir.
[7]
Allah Teâlâ daha sonra,
"Onların hoşuna
gitmemiş olsa da.
Allah'ın emri ortaya çıktı" buyurmuştur. Bu, "O münafıklar, zahiren
dinleri olan hak gelinceye kadar, çeşitli hile ve tuzaklar kurmaya, fitneleri
deşmeye ve insanları dini kabulden soğutmaya devam ederler" demektir. Ayetteki
"hak" kelimesi ile, "Kur'an" ve "Hz. Muhammed
(s.a.s)'in tebliği (dini)" murad edilmiştir. Sanki üstü örtülü imiş gibi
olan Allah'ın emri artık ortaya çıkmıştır. Ayetteki, 'Allah'ın emri"
ifadesi ile, Allah'ın ortaya çıkardığı ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatının
kuvvetlenmesinde müessir kıldığı sebepler kasdedilmiştir. O münafıklar ise
bunu, yani hakkın gelmesini ve Allah'ın emrinin ortaya çıkmasını hoş
görmüyorlardı. Bu ifadede, münafıkların şerrin yayılması için çalışıp
çabalamalarının hile ve tuzaklarının bir tesiri olmadığına dikkat
çekilmektedir. Çünkü onlar hile ve tuzak □eşinde oldukları müddetçe,
Allah, onların hilelerini kendi ibaşlarına geçirmiş; gaye ve maksadlarını
altüst etmiş ve istediklerinin zıddını yaratmıştır. Binâenaleyh durum geçmişte
böyle olunca, gelecekte de böyle olacaktır.
[8]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, 'Onlardan kimi de.
"Bana izin ver,
beni fitneye düşürme" buyurmuştur. Allah Teâlâ bununla, "Savaşa
gitmeme hususunda bana müsaade et, savaşa çıkmamı emrederek, beni fitneye
düşürme" manasını kastetmiştir. Alimler bu hususta şu izahları
yapmışlardır:
1) "Beni fitneye düşürme" ifadesi,
"Bana müsade etmemek suretiyle, fitneye yani günaha düşmeme sebep olma.
Çünkü eğer sen beni savaşa katılmamaktan men edersen ve ben de senin iznin
olmadığı halde savaşa gitmezsem, günaha düşmüş olurum" demektir. Bu manaya
göre, o münafıkların bu sözü alay ederek söylemiş olmaları ihtimali olduğu
gibi, ciddi olarak da söylemiş olabilirler. Çünkü o münafık, her ne kadar münafık
da olsa -kesin inancı olmasa bile- en azından Hz. Muhammed (s.a.s)'in sâdık
olduğu hususunda zann-ı galibi vardır.
2) Bu,
"Beni ölüme sürükleme. Çünkü şu zaman, sıcakların şiddetli olduğu bir
andır ve benim sıcağa tahammülüm yok" demektir.
3) Bu, "Eğer seninle savaşa gidersem, malım
ve evlad-u iyalim helak olur" demektir.
4) Ced b.
Kays "Ensar, benim kadınlara düşkün olduğumu bilir. Binâenaleyh sen,
Rumların sarışın kızları yüzünden fitneye düşürme. Fakat sana, (savaşa) mal
vererek yardım ederim. Benim yakamı bırak"
demiştir. Bu kelime, tf'al babından, şeklinde de okunmuştur.
Cenâb-ı Allah,
"Haberin okun ki onlar zaten fitne (çukuruna)
düşmüşlerdir"
buyurmuştur. Bu,"Onlar fitneye düşmekten sakınıyorlar ama, zaten fitnenin
içine düşmüş haldeler. Çünkü en büyük fitne, Allah'ı ve Resûlullah'ı inkâr
etmek ve mükellefiyetleri kabul etmemekte ısrar etmektir" demektir. Yine
onlar, müslümanlara karşı muhalefette kalmışlar ve Allah'ın, nifaklarını
açıklayacak ayetler indirerek kendilerini rezil ü rüsvay etmesinden
korkmuşlardır. Übeyy b. Ka'b (r.a)'ın
Mushaf'ında
bu kelime şeklinde (müfred olarak) geçmiştir. Çünkü ayetteki edatı lafzen
müfred, mana itibarı ile cemidir. Meânî âlimleri şöyle demişlerdir:
Su ifadede, Allah'ın,
herhangi bir niyet ve gayeden ötürü isyan eden kimsenin o niyet ve maksadını
Allah Teâlâ'nın mutlaka boşa çıkaracağına bir işaret vardır. Baksana,
münafıklar bir fitneye düşmemek için savaşa katılmama yolunu tercih etmişler,
Allah Teâlâ da onların fitnenin ta göbeğinde, içinde olduklarını ve zaten ona
düşmüş bulunduklarını bildirmiştir.
Allah Teâlâ daha
sonra, 'Cehennem o kâfirleri mutlaka
çepeçevre kuşatacaktır" buyurmuştur. Buna, "cehennem, Kıyamet günü
onları kuşatır" manası verildiği gibi, "Kuşatma sebepleri şu anda
mevcut olduğu için, onlar sanki şu anda cehennemin ortasındadırlar" manası
da verilmiştir.
İslâm feylesofları
şöyle demişlerdir: "Onlar, marifetullah, meleklere, kitaplara,
peygamberlere ve Kıyamet gününe iman nurundan mahrumdurlar. Onlar, dünya ve
dünyevî mal-makam dışında, bir saadet ve kemale inanmazlar. Hem sonra onlar,
halk arasında nifak, dini tenkid ve peygambere kötülük yapmayı düşünme işleri
ile meşhurdurlar. Onlar İslam devletinin devamlı olarak gelişip yüceldiğini ve
kuvvetinin arttığını görüp müşahede ediyorlar, böylece de canları, mallan ve
evlâd-u iyalleri hususunda çok endişe ediyorlardı. Velhasıl onlar her türlü
ruhi ve manevi mutluluktan mahrum olmuşlar, böylece de dünya menfaatleri
hususunda çok şiddetli bir korkuya düşmüşlerdi. İleri derecedeki cehaletle birlikte
bulunan böyle bir korku ise, ruhi cezaların en büyüğüdür. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, münafıkların bu hallerini, "Cehennem o kâfirleri mutlaka
çepeçevre kuşatmıştır" diye anlatmıştır."
[9]
"Eğer sana bir
iyilik isabet ederse, bu onların hiç hoşuna gitmez. Eğer sana
bir musibet gelirse. "Biz. daha önceden
tedbirimizi almışızdır" derler ve
böb'ürlene
böbürlene dönüp giderler. De ki: "Allah'ın bizim için yazıp (takdir
ettiğinden) başkası asla bize erişmez. O. bizim
Mevlâmızdır. Öyleyse,
mii'minler sadece
Allah'a tevekkül etsinler"
(Tevbe.
50-51)
Bil ki bu.
münafıkların tuzaklarından ve içlerinde sakladıkları pisliklerden bir diğer
çeşididir. Bunun manası şöyledir: "Eğer, bir savaşta sana, ister bir zafer
ve ganimet, ister etrafındaki bir krallığın sana boyun eğmesi şeklinde bir
iyilik isabet ederse, bu, o münafıkları üzer Ama başına bir bela, bir sıkıntı,
bir felaket, bir kötülük ve bir musîbet gelirse, onlar buna sevinerek,
"Biz, evvelden beri yapmakla meşhur olduğumuz işi yapmıştık, yani uyanık
davranarak tedbirimizi almıştık" derler." Ayetteki, "daha
önceden" tabiri, "bu musibetten önce" demektir. Onlar bu sözü
söyledikleri o toplantı yerinden dönüp, sevinçli olarak ve böbürlenerek kendi
ailelerinin yanına giderler. İbn Abbas (r.a) ayetteki "hasene" (bir
iyilik) ve "musibet" kelimelerini. Bedir'deki iyilik ve Uhud'da
uğranılan musibet diye tefsir etmiştir. Eğer muradın bu mana olduğu bir haber
ile sabit ise, bu manayı tercih etmek gerekir. Aksi halde bunları, her türlü
iyilik ve her türlü musîbet manasına hamletmek gerekir. Çünkü münafıkların
bilinen genel halleri, her iyilik ve her musibete karşı Allah'ın bahsettiği
gibidir.
[10]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "De ki: "Allah'ın bizim için
yazıp (takdir ettiğinden) başkası
asla bize erişmez" buyurmuştur. Bu hususta birkaç görüş vardır:
Birinci görüş: Mana,
"Bize isabet eden, her türlü hayır ve şer, korku ve ümid, bolluk ve
darlık, bizim için takdir edilmiş ve Allah katında yazılmıştır. Bütün bunların
Allah katında yazılıp takdir edilmiş olması, hepsinin Allah tarafından
bilindiğine ve böyle hükmedildiğine delâlet eder. Çünkü Allah'ın dışında bütün
varlıklar, "mümkin"dir. Mümkin varlığın, varlığı ancak
vacibu'l-vücudun (Allah'ın) tercihi ile, yokluğuna tercih edilmiştir.
"Mümkin" olan bütün varlıklar, Allah'ın kaza ve kaderine dayanır.
Bil ki âlimlerimiz bu
ayetle, Allah'ın kazasının bütün "muhdes" varlıkları kapsadığı ve
Allah'ın hükmettiği birleyin değişmesinin mümkün olmadığına istidlal
etmişlerdir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:
a) Mevcud varlıklar, ya vacibu'l-vücûd, ya
mümkinü'l-vücûddur. Mümkin olan varlıkların iki tarafından birinin, diğerine
kendiliğinden üstün gelmesi imkansızdır. Öyleyse bu hususun, zatı gereği vâcib
olanın tercihine dayanması gerekir. Zâtı gereği vâcib olan varlığın dışındaki
herşeyin, o yüce varlığın7aratması, tesiri ve var etmesi
ile olması gerekir.
İşte bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.s), ''Kader kalemi. Kıyamete kadar olacak
şeyleri yazmış, mürekkebi kurumuştur "[11]
buyurmuştur.
b) Allah
Teâlâ, b'ütün bu halleri, Levh-i Mahfuz'da yazmış olduğuna göre, onları bilmiş
ve onlara bu şekilde hükmetmiştir. Binaenaleyh iş, takdir edildiğinin aksine
olacak olsa, o zaman Allah'ın ilmi, cehalete; doğru ilmi, yalana dönüşmüş olur.
Halbuki bütün bunlar
imkansızdır. Biz bu konuyu, (Bakara. 6j ayetinin tefsirinde uzunca anlattık.
Eğer denilse ki:
"Allah Teâlâ bu sözü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in üzülmesinden ve başına
gelen musibetlerden dolayı münafıkların sevinmelerine karşı, peygamberini
teselli için zikretmiştir. Öyleyse bu izahın ayetle ne ilgisi var?" Biz
deriz ki: "Bunun
sebebi, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in "Kim Allah'ın kader ile ilgili sırrını bilirse, ona musibetler
kolay gelir" hadis-i şerifinde anlattığı husustur. Çünkü insan, vaki olan
şeyin, vaki olmamasının imkansız olduğunu bildiği zaman, nefsindeki karşı koyma
zail olur ve olana razı olma hali meydana gelir.
İkinci görüş; Mana,
"Bizim düşmana galip ve üstün gelme işimizde, bize ancak
Allah'ın yazdığı şey
isabet eder" şeklindedir. Bu ifadenin gayesi, peygamberin ve müslümanların
halleri, her nekadar sevinç ve keder arasında değişse de, neticede üstünlüğün,
fethin ve zaferin onlar tarafında olacağını münafıklara bildirmektir. Bu,
münafıkları öfkelendirir ve onların bu sevincini kursaklarında bırakır.
Üçüncü görüş: Zeccâc
şöyle demiştir: "Bu ifade, "Biz mağlûb olduğumuz zaman, büyük bir
ecre ve büyük bir mükafaata müstehak oluruz. Galip geldiğimizde ise, âhirette
mükafaata, dünyada büyük mal ve ganimet ile şan-şeref elde ederiz. Durum böyle
olunca da, bu yüce dereceleri kazanma hususunda, öyle musîbet ve sakıntılara
katlanılır" demektir'Bu görüşlerin hepsi de güzel ise de, birinci görüş
daha doğru ve gerçektir.
Daha sonra ayette
"O bizim mevlâmızdır" buyurulmuştur. Bununla
kastedilen, âlimlerimizin de söylediği gibi, şu
manadır: 'Âlemin mâliki ve yaratıcısı olduğuna ve hiçbir fiiline itiraz
edilemeyeceğine göre, Allah Teâlâ'nın, âlemde istediği ve dilediği şekilde
tasarrufta bulunması, pek güzel ve yerindedir." İşte bu izah da. daha önce
geçen şeyle, görüşle, tıpatıp uyum halindedir. Bundan dolayı biz diyoruz ki:
Allah Teâİâ. kullarından bazısına şayet çeşitli musibetler, belalar verirse,
onlara razı olmak gerekir. Çünkü Allah, onların mevtaları» onlarsa O'nun kullarıdır.
Binâenaleyh, Allah tarafından yapılan o tasarruflar, sırf O'nun, onların
mevlâsı olması ve fiillerinden herhangi birinde kendisine itiraz edilememesi
sebebiyle, güzel ve yerindedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Öyleyse, mü'minler sadece
Allah'a
tevekkül etsinler" buyurmuştur. Bu, "Her ne kadar, kullarından
herhangi birisinin Allah üzerinde vacib olan herhangi bir hakkı yok ise de,
ancak ne var ki O. bununla birlikte rahmeti geniş, fazl-ü ihsanı çok olandır.
Öyleyse, mü'min kimsenin, esasen sadece O'na tevekkül etmesi ve O'nun fazl-ü
kereminden ümit kesmemesi gerekir " anlamındadır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın,
"Öyleyse, mü'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler" ayeti, hasr
ifade eder. Bu, münafıkların hallerinin, mü'minlerin hallerine uymadığı ve
onların, sadece dünyevi sebeplere, geçici olan dünyevi izzetlere tevekkül edip,
onlara güvendiklerine adeta dikkat çekmektedir.
[12]
"De ki:
"Siz. bize iki güzel şeyden birinin gelmesinden başkasını mı
bekliyorsunuz? Halbuki biz Allah'ın size ya kendi
katından, yahud bizim
elimizle bir azâb
getireceğini bekliyoruz.. Haydi siz gözetleyip durun, biz de
sizinle beraber bekliyoruz"
(Tevbe, 52).
Bil ki bu,
münafıkların mü'minlerin başına gelen musibetlere sevinmelerine karşı verilen
ikinci cevaptır. Bu böyledir. Çünkü müslüman savaşa çıktığında, eğer mağlup
olur, öldürülürse, dünyada güzel bir isim, ahirette de, Cenâb-ı Hakk'ın
şehidler için hazırlamış olduğu büyük bir mükâfaat elde etmiş olur. Yok eğer
galip gelirse, dünyada helâl mal (ganimet) ile, kahramanlık, saltanat ve kuvvet
demek olan güzel bir nam ile büyük âhiret mükâfaatı elde eder. Ama münafığa
gelince, evinde oturup kalırsa, kınanır ve korkaklığa, gevşekliğe, kalbî
zayıflığa ve kadınların, çocukların, acuzelerin müşterek olduğu, dünyada âdî
olan şeylerle yetinme ahlâkına izafe edilir. İşi gücü bu değersiz şeylerle
uğraşmak olur. Sonra bunlar, kendileri çoluk-çocuklan ve mallan hususunda
devamlı bir endişe içinde olurlar. Bunlar öldüklerinde, âhirette, Kıyamette
devamlı bir azaba dûçâr olurlar. Eğer Cenâb-ı Hak, dünyada iken onların
öldürülmelerine izin verirse, onlar öldürülme, esir alınma ve mallarının
yağmalanması gibi şeylerin içine düşer ve böylece de dünyadan cehennem azabına
geçerler. Binâenaleyh münafık, mü'min hakkında bahsedilen iki durumdan birini
gözetir durur. Halbuki bu iki durumun her biri de, yüce, kıymetli ve
şereflidir.
[13]
Müslüman da, münafığın
bahsedilen şu iki durumundan birini gözetir. Bu iki durum, hor ve hakirlik içinde,
rezilü rüsvay olarak dünyada kalmak; yahut da bu hor ve hakirliğın yanısıra,
öldürülmeleri, mallarının yağmalanması ve böylece ahiret azabına geçmeleridir.
Bu iki durumun herbiri son derece âdî ve değersizdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, münafıklara. yani, "siz
bizim için, şu iki şerefli halden birisini
gözetleyedurun! Çünkü biz de sizinle beraber, sizin o iki âdî ve değersiz
halden birisine düşmenizi bekleyip duruyoruz' (de)" buyurmuştur. Vahidî
şöyle demiştir: "Arapça'da birisi, bir insanın başına bir kötülük
gelmesini bekleyip durduğunda, denilir." Bu
hususta, daha önce izah geçmişti. Meânî âlimleri şöyle derler: Terabbus,
birşeyin zamanının gelmesini gözleyip durmaktır. İşte bundan ötürü, bir kimse,
malının (yiyeceğinin)
fiyatının artmasının
zamanını beklemeye takılıp kaldığında denilir. "Hüsnâ",
"ahsen" (daha iyi ve güzel) kelimesinin müennesidir.
Alimler ayetteki,
"kendi katından yahut bizim elimizle bir azap" buyruğunun tefsiri
hususunda ihtilaf etmişlerdir. "Allah katından, yani Allah'ın onların başına
dünyada iken indireceği bir azab; bizim ellerimizle, yani Allah'ın sizi
öldürmemize izin ve müsaade vermesiyle olacak bir azab" manası verildiği
gibi. "Allah katından bir azab" tabirinin, dünya ve âhiret azabını
kapsadığı, yahut "ellerimizle" ifadesinin ise "öldürülmeyi"
ifade ettiği de söylenmiştir. Buna göre eğer, "Şayet onlar münafık iseler,
zahiren mü'min olduklarını söyledikleri için, onları öldürmek helal değildir.
Öyle ise Cenâb-ı Hak, niçin böyle buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki:
"Hasan el-Basrî, ''bizim elimizle bir azab" tabirine, "Şayet
münafık olduğunuz ortaya çıkarsa, ellerimizden tadacağınız bir azab..."
manasını vermiştir. Çünkü onların münafık oldukları ortaya çıktığında, onlar
mü'minler için bir harbî (kendilerine karşı savaşılacak kimse) olma bakımından,
tıpkı diğer müşrikler gibi olurlar. Ayetteki, "gözetleyip durun"
ifadesi, bir emir sîgası ise de, bununla bir va'id murad edilmiştir. Bu tıpkı,
"Tat o azabı! Çünkü sen. (evet iddianca) çok ulu ve çok şerefli idin!"
(Duhan. 49) ayetinde olduğu gibidir.
[14]
"De ki:
"Gerek gönül rızasıyla infâk edin, gerek istemeyerek. Sizden, hiç birşey
kabul olunmayacak. Çünkü siz. fâstklar güruhundan oldunuz"
(Tevbe. 53).
Bil ki Allah Teâiâ.
önceki ayette, o münafıkların akıbetlerinin, hem dünyada, hem de âhirette azâb
olduğunu bildirince, bu ayette de, her türlü iyiliği yapsalar bile, ahirette
bundan fayda göremiyeceklerini beyan buyurmuştur. Bu ayetin gayesi, dünya ve
âhiretteki azab sebeplerinin, münafıklar hakkında bir araya geldiğini, rahat ve
hayır sebeplerinin ise hem dünyada, hem âhirette onlardan zail olduğunu beyan
etmektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[15]
Hamza ve Kisâî, hem bu
ayette, hem de Nisa ve Ahkâf
sûrelerinde kelimeyi,
kâf harfinin zammesi ile kürhen;
Asım ve İbn Âmir,
Ahkâf suresinde, "sıkıntı ve meşakkat"
manasına olmak üzere yine kâfin zammesiyle kürhen; Nisa suresinde ve
burada "ikrah" (zorlamak) manasında fethaiı olarak
"kerhen"; diğer kıraat imamları ise
hepsinde de kâfin fethası ile kerhen şeklinde okumuşlardır. Kelimenin bu
iki kıraatinin, aynı manaya gelen iki kulanıllışı, olduğu söylendiği gibi,
kâfin zammesi ile, "sıkıntı ve meşakkat" manasına; fethası ile def
"ikrah" manasına geldiği de söylenmiştir.
[16]
İbn Abbas (r.a), bu
ayetin, Ced b. Kays'in, Hz. Peygamber (s.as)'e, "Bana müsaade et, savaşa
katılmayayım. Sana
şu malımla yardım
ederim" dediği zaman, onun hakkında
nazil
olduğunu söylemiştir. Bil ki, ayetin nüzul sebebi hususî ise de, hükmü
umumidir. Bundan dolayı. "'Gerek gönül rızasıyla infâk edin. gerek
istemeyerek..." tabiri, her ne kadar zahiren emir şeklinde ise de, bir
şart ve ceza (cevap) manasındadır. Bunun manası, 'ister isteyerek, ister
isteksiz olarak infâk edin. yaptığınız infâk kesinlikle kabul
olunmayacaktır" şeklindedir. Bil ki haber ve emir şeklindeki cümleler,
birbirine yakındırlar. Binâenaleyh bunların herbirinin, diğeri yerinde
kullanılması güzel ve yerindedir. Emir cümlesinin, haber makamında kullanılışı,
hem bu ayette, hem de "Onlar için ister istiğfar et. ister etme.."
fîevoe. eo) ve "De ki: "Kim sapıklık içinde ise. Rahman (Allah) ona
yardım ete/n "(Meryem. 75) ayetlerinde olduğu gibidir. Haber sîgasınrn,
emir yerinde kullanılışı ise, "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç
hayız ve temizlenme müddeti beklerler (yani beklesinler)"(Bakara,228) ve
"Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" (yani
emzirsinler)" (Bakara. 233) ayetlerinde olduğu gibidir. Nitekim
Kuseyyir de "Ey
sevgili, bize ister cevr~ü cefa et. istersen iyi davran!.. O sevgili bize kızıp
buğzetse de, biz onu ne kınarız, ne de ona buğzederiz..." demiştir.
Cenâb-ı Hak. tav'an ev
kerha "Gerek gönül rızasıyla gerek istemeyerek" buyurmuştur. Bu iki
masdar ile ism-i fail manası kastedilmiştir. Yani bunlar, "isteyenler veya
istemeyenler olarak" demektir. Bu hususta iki izah
yapılmıştır:
a) "İsteyenler" yani, kendilerine
Allah ve Resülullah tarafından yüklenmiş bir mecburiyet olmaksızın (infâk
edenler) demektir. Yine "istemeyenler olarak", "Allah ve
Resülullah tarafından zorlanılmış olarak" demektir. Onlar münafık
oldukları için, mecburiyet onlar hakkında ikrah (zorlama) gibi olmuştur.
Binâenaleyh Allah'ın onlara infâkı vâcıb ve mecbur kılması, tıpkı' bir zorlama
gibi onlara zor gelmiştir.
b) Bunun takdiri, "Liderlerinizden bir
zorlama olmaksızın, kendiniz isteyerek, yahut onlarca zorlanmış olarak..."
şeklindedir. Çünkü münafıkların reisleri, kendilerine uyanları, infakta bir
fayda gördükleri için, onları infâka zorluyorlardı.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Sizden hiç bir şey kabul olunmayacak" buyurmuştur. Bu ifade
ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onlardan infak edecekleri mallan kabul etmemesi
kastedilmiş olabileceği gibi, infâk edilen o malların Allah katında makbul
olmayacakları manası da kastedilmiş olabilir.
Daha sonra Allah
Teâla, "Çünkü siz, fâsıkiar güruhundan oldunuz" buyurmuştur. Bu,
infak ettikleri mallarının kabul edilmeyişinin, onların fâsık olmaları yüzünden
olduğuna bir işarettir. Cübbâî şöyle demektedir: "Ayet, fasıklığın, taat
ve ibadetleri boşa çıkardığına delâlet etmektedir. Zira Allah Teâlâ, onların
intaklarının kesinlikle kabu! edilmeyeceğini beyan buyurmuş ve bunu onların
fasık olmalarına bağlamıştır. Kabulün manası, mükâfaat vermek, medh-ü sena
etmektir. Binâenaleyh bunlar kabul edilmeyeceğine göre, bu kabul edilmeyiş,
"Onlar için herhangi bir medih ve mükâfaat yoktur" manasına getir.
Cenab-ı Hak bunu fasıklığa bağlayınca, bu, fışkın mükâfaat ve medhin
olmayışında müessir olduğuna delâlet eder." Cübbâî, bu hususu, daha sonra
bu konudaki meşhur şu delili ile te'kid etmiştir: "'Fısk, devamlı bir
kınamayı ve ikâbı; taat ise devamlı bir medh ve mükâfaatı gerektirir. Bu
ikisini birlikte bulundurmak imkansızdır. Şu halde bunların ha ketti rece ki
eri şeylerin de birlikte bulunması imkansızda."
Bil ki Cübbai'ye
düşen, Cenâb-ı Hakk'ın bu şüpheyi en beliğ bir şekilde gidermesinden sonra,
böyle bir istidlalde bulunmaması idi. Şüpheyi gideren bu şekilde, Hak Teâlâ'nm,
"İnfaklannm onlardan kabul edilmesine mani olan, (başka birşey değil),
ancak Allah ve Resulünü inkâr edip. namaza üşene üşene
gelmeIeridir"(Tevbe. 54) ayetinin ifade ettiği husustur. Böylece Allah
Teâlâ, onların amellerinin kabul edilmeyişinde tesirli olan esas şeyin sadece
inkârları olduğunu açıkça beyan buyurmuştur. Bu durumda ayetin bu tabiri
fasıklığın (günahın), tâatları boşa çıkarmadığına delâlet eden en açık bir
delil olur. Zira Allah Teâlâ, "Çünkü siz, fâsıkiar güruhundan
oldunuz" buyurunca, sanki birisi ona bir soru sorarak, şöyle demiştir:
"Bu hüküm, işlerin fısk olarak damgalanmasına dair hüküm ile mi mualleldir
(sebeplendirilmiştir)t yoksa o işlerin, bu fısk sebebiyle nitelendirilmesi
itibariyle hususi
hüküm ile mi
mualleldir? Allah Teâlâ bu şüpheyi giderecek tarzda şöyle cevap vermiştir:
"Kabul etmeme genel hüküm halinde îısk sebebine bağlı olmayıp, buradaki
özel durumuna yani o fışkın küfür olması durumuna bağlıdır. Öyleyse bu tarzdaki
istidlalin batıl olduğu meydana çıkar.
[17]
"İnfaklarının
onlardan kabul edilmesine manî olan (başka birşey değil), sırf
Allah'ı ve Resulünü ipkar edip. namaza üşene üşene
gelmeleridir. Onlar.
ancak isteksiz olarak
intakta bulunurlar"
(Tevbe, 54).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[18]
Bu ayet, intakların
kabul edilmeyişinde, fışkın, bir fısk olarak tesiri olmadığına
açıkça delalet etmektedir.
Bu da. demin özetlediğimiz ve
açıkladığımız üzere, Mu'tezile'nin görüşünün bâtıl olduğu hususunda açık bir
delildir.
[19]
Ayetin zahiri, şu üç
şeyin yani Allah ve Resûiuilah'ı inkâr, namazı ancak üşene üşene kılmak ve
isteksiz olarak intakta bulunma hususlarının topunun birden bulunuşunun, bu
kabul edilmeyişe sebep olduğuna delâlet etmektedir.
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Allahı inkâr etmek, onların intaklarının kabui edilmeyişinde,
tek başına yeterli bir sebeptir... Böyle, tek başına bir sebebin bulunması
halinde, diğerlerinin herhangi bir tesiri kalmaz.., Şu halde bu hüküm, diğer
iki sebebe ayrıca nasıl isnâd edilebilir?"
Cevap: Bu problem,
Mutezüe'nin görüşüne yöneliktir.. Çünkü onlar, "Küfür, bir küfür olduğu
için bu hükme tesir eder" demektedirler. Ama bize göreyse, fiillerden
herhangi bir şey, muhakkak olarak ne mükâfaatı ne de ikâbı gerektirmez. Bunlar,
ancak birtakım tarif edicilerdir. Aynı şey üzerinde, müteaddit tarif edici
bulunması imkânsızdır. Hatta biz diyoruz ki Hiç şüphesiz bu, bu fiillerin bu
hükümlerde, kendilerine raci pek çok durumdan dolayı müessir olmadığına dair
yakînî ve katî delillerin en kuvvetlilerindendir. Bunun delili de şudur:
"Allah Teâlâ, o münafıklarda bu üç şeyin bulunduğunu beyan etmiştir. Şayet
bunlardan herbiri, bu hükmün, tam bir mucibi, gerekçesi olsaydı, o zaman tek
bir netice üzerinde, pek çok müstakil sebebin içtima etmesi, müessir olması
gerekirdi. Halbuki bu, imkânsızdır. Çünkü eser (malûl), o sebeplerden herbiri
sayesinde, diğerlerinden müstağni olabilir. Binaenaleyh eserin, bütün
müessirlerin, aynı anda hem tamamen muhtaç, hem de tamamen onlardan müstağni
olması lazım gelir ki bu da muhaldir. Böylece, bu fiillerden herbirinin, o
hükümlerde müessir olduğunu söylemek, bizi muhale, imkânsızlığa götürür. Dolayısiyle, bunun böyle olduğunu söylemek
bâtıl olur.
[20]
Bu ayet, Allah'ı inkâr
eden kimsenin, iyi amellerinden herhangi bir şeyinin, Allah katında makbul
olamayacağına
delâlet etmektedir.
[21]
Buna göre şayet, bu
ayetle Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa,
onun mükâfaatını görecek..."(Zıizai.7)ayetinin arası nasıl
uzlaştırılabilir?" denilirse, biz deriz ki:
Bunu, "Cezanın
hafifletilmesinde müessir olmak" manasına yorumlamak gerekir.
Yine ayet, namazın
kâfirlere de vâcib olduğuna delâlet etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Cenab-ı
Hak, onları (o münafıkları) üşene üşene namaz kılmalarından dolayı tenkid
etmezdi.
Eğer bu hususta
muarızlar: "Zemmi, tenkidi gerektiren, namazı terketmek değil, aksine o
namazı, kıyam ve kuûd gibi diğer rükûnlarını tembel bir şekilde ifa
etmeleridir. Onların (mü'minlerin) tembel bir şekilde kuudları, taatlarının
kabulüne mani olmadığı gibi, namaz onlara vâcib olmasa dahi, kıyam ve kuûd
onların (kılmaları halinde) namazlarında da vâcibtir" denilmesi niçin caiz
olmasın? Derlerse…[22]
Küsâlâ lafzının
tefsiri, Nisa süresindeki 142.
ayetin
tefsirinde geçmişti. Keşşaf sahibi, gerek
kâfin dammesi, gerekse fethasıyla olan
kusâlâ ve kesâlâ lafzının, keslân
kelimesinin
çoğulu olduğunu, bunun tıpkı, sekran (sarhoş)
ve hayran (şaşkın) kelimelerinin çoğulu olan sükârâ ve huyâra
kelimeleri gibi olduğunu söylemiştir. Müfessirler şöyle demektedirler:
"Burada geçen (tembellik) küsâla kelimesinin manası, "Şayet o, bir
toplum içinde bulunursa, namaz kılar, yok eğer yalnız başına olursa
kılmaz" şeklindedir." Musannif (Râzî) şöyle demektedir: "İşte bu
manadır ki onların taatlarının kabul edilmeyişinde müessir olmaktadır. Çünkü bu
mana, o kimsenin, namazını, Allah'ın emri olan bir taat olarak kabul edip
kılmadığına, onun o namazı, sadece insanların kınamasından çekindiği için
kıldığına delâlet eder. Bu kadarcık bir şey, onun küfrüne delâlet etmez. Ama,
Cenâb-ı Hak bu hususu, onları küfürle tavsif ettikten sonra zikredince, bu, o
tembellik ve üşenmenin, onların ancak, o namazın vâcib olmadığına inandıkları
için meydana geldiğine delâlet eder ki, işte küfrü gerektiren de budur."
[23]
Ayet-i kerimedeki "Onlar, ancak isteksiz olarak infakta
bulunurlar..." buyruğunun manası, "Onlar,
Allah'a itaat maksadıyla infak etmeyip, aksine zahirî bir menfaat gözettikleri
için infâkta bulunurlar " şeklindedir. Bu böyledir, zira onlar, infâkı,
boşa yapılmış bir harcama ve bir ziyan addederler ki, bu da, zekât verirken ya
da Allah yolunda bir harcamada bulunulurken, nefsin hoşnut olması gerektiğini
gösterir. Zira Allah Teâlâ, münafıkları, infâkı gönülden istemeyip kerih
görmelerinden dolayı kınamıştır. Bu Hz. Peygamber
(s.a.s)'in "mallarınızın zekâtını, gönülleriniz hoşnut olarak
veriniz" hadisinin ifade ettiği husustur. Binâenaleyh bir kimse, zekâtını,
hoş karşılamayarak, istemeye istemeye verirse, bu küfür ve nifak alâmetlerinden
olmuş olur. Musannif (Râzî), sözünü şöyle sürdürmektedir: "Bu bahislerin
neticesi, tâatların özünün, onları sırf kulluk maksadıyla yapmak ve taâtta tam
inkıyâd içinde bulunmak olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, şayet kişi bu tâatlarını
bu maksatla yapmazsa, onda herhangi bir fayda olmaz; aksine çoğu kez bu, onu
yapan üzerine bir yük olmuş olur.
[24]
Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunu.Hamza ve
Kisaî, yukbele; diğer kıraat imamları ise, müennes
sîğasıyla
tukbele şeklinde
okumuşlardır. Fiili müzekker okuyanlar,
nefekât
kelimesini, (müzekker olan) infak manasına alarak okumuşlardır. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, (Bakara, 275) ayetinde olduğu gibidir.
Bunu, bu fiili müennes okuyanlar ise, bu fiilin bir müennes isme isnad edilmiş
olmasından dolayı
böyle okumuşlardır.
Keşşaf sahibi, bu kelimenin hem müfred, hem de cemî sîğasıyla nefekâtühüm ve
nefeketühüm şeklinde okunduğunu söylemiştir, Sülemî de, fiilin
failini Allah kabul ederek, "Allah'ın onlardan,
nafakalarını kabul etmesi (...)" şeklinde okunmuştur..
[25]
"Artık onların ne
mallan, ne evlâdları seni imrendirmesin.
Allah bunlar sebebiyle ancak kendilerini dünya hayatında azaba çarptırmayı ve
canlarının, kendileri kâfir olarak, güçlükle çıkmasını murad eder
(Tevbe. 55).
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette, münafıkların, bütün ahiret menfaatlarından ümidlerini kesince,
onların, faydasını umdukları şeylerin ancak dünya hayatında olduğunu beyan
buyurmuştur. Çünkü Allah Teâlâ o şeyleri, onların bu dünyada tazim edilmelerinin,
aynı zamanda da, sıkıntı ve belâların onlar üzerinde toplanıp bir araya
gelmesinin sebebi kılmıştır. Binâenaleyh, kim bu ayetleri iyiden iyiye
düşünürse, bunların çok güzel bir biçimde sıralanmış olduklarını anlar. Çünkü
yüce Allah, onların fiillerinin çirkinliğini, amellerinin de rezilliğini beyan
buyurunca, onlar için ahirette meydana gelecek olan çok şiddetli azâb ile, bu
dünyada meydana gelecek çeşitli bela ve sıkıntıları da beyân etmiştir. Bundan
sonra da, onların yapmış oldukları o iyi amellerden, ahirette kesinlikle
yararlanamıyacaklarını açıklamıştır. Daha sonra bu ayette de, onların, dünyevi
faydalardan addettikleri o şeylerin, gerçekte onların azap ye belâya
uğramalarının ve sıkıntılarının artmasının bir sebebi olduğunu beyân Duyurmuştur.
Bu durumda da. nifakın, gerek dini, gerekse dünyevi hususlarda, bütün afetleri
ve bütün belâları celbettiği ve gerek dinî gerekse dünyevi hususlardaki bütün
layırlan iptal edip boşa çıkardığı ortaya çıkar. İnsan, bu tertibe iyice vakıf
olunca, sözü, bundan daha güzel bir biçimde sıralamanın mümkün olamıyacağını
anlar. Muvaffakiyet ancak Allah'dandır.
Bu hususta birkaç mesele vardır:
[26]
Bu hitâb, zahirde her
ne kadar Hz. Peygamber'e tahsis edilmisse de, ancak ne var ki aslında bundan
maksat, bütün
mü'minlerdir. Yani, "Ey mü'minler, o
münafık ve kâfirlerin
matlarına,
çocuklarına ve Allah'ın onlara vermiş olduğu
diğer nimetlere imrenmeyiniz" demektir. Bunun bir benzeri de,
"Onlardan bir sınıfa. kendilerini fitneye düşürmemiz için.
faidelendirdiğimiz bu dünya hayatına ait zinetlere ve debdebelere sakın
gözlerini dikme..." (Taht, i3t) ayetidir.
[27]
İ'cab kelimesi, bir
çeşit iftihar duyarak ve başkasında da, ona denk herhangi bir şeyin
bulunmadığına inanarak, bir şeyden ötürü sevinmektir. İşte bu durum, nefsin, o şeye
gark olduğuna ve Allah'tan uzaklaştığına delâlet eder.
Çünkü Allah'ın hükmünde, o şeyi o insandan alıp
başkasına vermesi uzak bir ihtimal değildir. İnsan, işte her ne zaman bu hususu
düşünürse, onun, herhangi bir şeyden dolayı kendisini beğenme hali yok olur.
İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s),
"Şu üç şey helak edicidir: İtaat olunan hırs: tabi olunan hevâ,
heves: ve kişinin kendisini beğenmesi..."[28]
buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), "müksirön. helak olmuştur...
"[29] ve
Senin malından
ancak, yeyip bitirdiğin. giyip eskittiğin
veyahut da tasadduk edip de üzerinde durmadığın senindir..."[30]
buyurmuştur. Ubeycl b. Umeyr'in Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği merfû
bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kimin malı çok
olursa. (Kıyamette) hesabı da zor olur. Kimin alışverişi çok olursa, şeytanları
da çok olur. Kimin sultana (idarecilere) yakınlığı artarsa, o nisbette de
Ailah'dan uzaklığı artar."[31] Bu
konuya uygun hadisler pek çoktur. Bu hadislerin gayesi, insanı dünyaya
meyletmekten alıkoymak ve dünya sevgisi uğruna kendisini adetâ helak etmesinden
ve onunla böbürlenmekten men etmektir.
Ba2i muhakkik âlimler
şöyle demişlerdir: Varlıklar, aklın taksimine göre dört kısımdır:
a) Ezelî ve
ebedî olan varlık. Bu, Allah celle
celâluhudur.
b) Ne ezelî, ne de ebedî olan. Bu, dünyadır.
c) Ezelî
olup, ebedi olmayan:. Böyle birşeyin var olması imkansızdır. Çünkü deliller ile
ezelîliği sabit olan bir şeyin, ademinin (yok olmasının) imkansız olduğu sabit
olmuştur.
d) Ebedî
olup, ezelî olmayan. Bu da âhiret
hayatı ve bütün mükellef varlıklardır. Çünkü ahiretin bir başlangıcı vardır,
ama sonu yoktur. Mükellef varlıklar da böyledir. İster itaatkâr olsun ister
günahkâr olsun, onun hayatının bir başlangıcı vardır, ama sonu yoktur.
Bu sabit olunca,
mükellef insan ile ahiret arasında mevcut olan münasebetin, insan ile dünya
arasındaki münasebetten daha sıkı olduğu sabit olur. Yine bundan, insanın dünya
için değil, âhiret için yaratılmış olduğu; binâenaleyh onun dünyaya fazla
hayranlık duymaması ve kalbinin dünyaya meyletmemesi gerektiği ortaya çıkar.
Çünkü onun gerçek yurdu, dünya değil, âhirettir.
Ayet-i kerimedeki
"Allah, bunlar sebebiyle
ancak kendilerini
dünya hayatında azaba çarptırmayı murad eder" buyruğu ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[32]
Nahiv âlimleri şöyle
demişlerdir: Bu ayette, muhzuf bir ifade bulunmaktadır. Sanki şöyle
denilmektedir: "Allah, sırf onlara
azab etmek için, bu
dünyada onlara mühlet
vermeyi murad eder." Yine ayetteki ta'lil lâm'ının, "Allah size
açıkça bildirmek er"(Nisa.26)ayetindeki lâm gibi, manasına olması da mümkündür. (Yani «-ij-uv
J1 "Onlara azab etmeyi" manasındadır.)
[33]
Mücâhid, Süddî ve
Katâde şöyle demişlerdir: "Ayette bir takdim-tehir bulunmaktadır. Buna
göre ayetin takdiri şu
şekildedir:
"Sakın, onların malları ve çocukları seni dünya
hayatına imrendirmesin. Muhakkak ki Allah Teâlâ, bu
mal ve çocuklardan dolayı onlara âhirette azab etmeyi murad ediyor."
Kâdî şöyle demiştir:
"Burada iki soru bulunmaktadır:
1) Şöyle
denilebilir: "Mal ve evlâd, bir azab olamazlar. Bilakis bunlar, Allah
Teâlâ'nın kullarına olan nimetleri cümlesindendir. Bu güçlüğü gidermek için,
âlimler takdim-te'hir çaresine başvurdular. Oysa bu çare müşkili halletmez. Zira bu
takdim-te'hirden sonra şöyle denilebilir: "Mal ve
evlat nasıl azab olabilir?" Öyleyse, onların ister istemez kelamda bir
hazf bulunduğunu söylemeleri gerekir. Mesela onlar, azaba sebep teşkil etmeleri
itibariyle, onlarla azaplandırmayı kasdetmiş olduğunu söyleyebilirler. Bu izahı
benimsemeleri halinde ise takdim-te'hir çaresine ihtiyaçları kalmaz. Zira
"onlar azaba sebep olmaları itibariyle Allah dünyada onlarla (mal ve
evlatla) kendilerini azaplandırmayı diler" denilmesi makul ve geçerlidir.
Keza "onların dünya hayatındaki mallan ve evlatları seni
imrendirmesin" buyurulsaydı, buradaki "dünya hayatındaki"
ilavesinin fazla bir manası olmazdı, Zira mal ve evladın sadece dünyada bir
hoşlanma sebebi olduğu zaten malumdur; oysa azap hali böyle değildir, çünkü
azap bazan ahirette olduğu gibi bazan dünyada da olabilir. Böylece takdim-tehir
çaresinin pek de zikre değer izah olmadığı meydana çıkar."
[34]
Mal ve evlâdın dünyada
bir azab vesilesi olması muhtemel olduğu
gibi, ahirette de
bir azab vesilesi
olması
muhtemeldir.
[35]
Bunların dünyada bir
azâb sebebi oluşları birkaç bakımdandır:
a) Birşeyi
aşın derecede seven bir kimsenin, o şeyi kaybetmekten dolayı duyacağı hüzün ve
kalb elemi, o derece fazla ve onu kaybetme endişesi de aynı şekilde büyük olur.
Çok malı ve evladı olan kimselere gelince, eğer mal ve evladlan yanlarında
iseler, odları kaybetmekten son derece korkarlar ve endişe duyarlar. Eğer bu
şeyler yok ve helak olmuş iseler, o zaman da bunların kaybolmasından dolayı
şiddetli bir üzüntü ve elem içinde olurlar. Böylece anlaşılır ki maddî saadetin
vesilesi olan bu şeyler, mal ve evlad bulunduğu zaman bile ya onları ilende
kaybetme endişesiyle veya onları kaybetmiş olmaktan dolayı duyulan hüzün ve
keder ile. kalb daima elem içinde bulunur.
b) Bu
şeylerin, elde edilip kazanılmasında, şiddetli bir yorgunluğa ve büyük bir
meşakkate düşülür. Sonra bunlar elde edildiği zaman da, onları korumak için,
çok yorgunluklara, zorluklara ve meşakkatlere dûçâr olunur. Böylece de, elde
ettikten sonra malı korumak ve muhafaza etmek, onu kazanmaktan daha zor olur.
Bu şekilde de, her zaman için mala ve evlâda çok düşkün olan kimse, malını yok
olmaktan koruma ve muhafaza etme yorgunluğuna düşer. Hem sonra o kimse malından
da çok az istifade edebilir. Kısaca, çok yorgunluk, az fayda...
c) İnsanın
mal ve evlâd sevgisi çok olduğunda bu mal ve evlâd, ömrünün sonuna kadar ya
onun yanında kalır, ya da kalmayıp, zayi olur. Birinci durum söz konusu
olursa, insanın ölümü esnasında duyacağı hüzün ve
hasret çok şiddetli olur. Çünkü sevilen şeylerden ayrılmak çok zordur. Sevileni
terketmek çok acı ve meşakkatlidir. Bu şeylerin, daha insan hayatta iken zayi
olması şeklindeki ikinci durumda da, insanın bunlardan dolayı üzüntüsü çok
büyük olur ve kalbi çok şiddetli elem duyar. Böylece çok mal ve evlâda sahib
oluşun, daha dünyada iken azab ve sıkıntı sebebi olduğu ortaya çıkar.
d) Dünya
tatlı ve güzeldir. İnsanın hisleri ona meyleder. Dünyanın güzellikleri, çok ve
peşpeşe olduğu zaman, duyular dünyada boğulur ve gönül tamamen ona yönelir.
Böylece bu, onun Allah'ın zikrinden mahrum olmasına bir sebep haline gelir.
Sonra onun kalbinde bir çeşit kasvet, katılık ve bir kahır meydana gelir. İşte
her nezaman mal ve makam çok olsa, bu kasvet de o zaman o derece fazla olur.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü insan, kendisini malı sebebi ile ihtiyaçtan, azade
gördüğü için, muhakkak azar"<Aiak.6-7)ayeti ile işte buna işaret
edilmektedir. Böylece mal ve evlad çokluğunun, Allah sevgisi ite âhiret
sevgisinin kalbten uzaklaşmasına, bunların yerine kalbte dünya sevgisi ile
arzularının meydana gelmesine kuvvetli bir sebeb olduğu ortaya çıkar. Böyiece
de, ölüm esnasında insan bir bahçeden, adeta bir hapishaneye; yakınlar ve
dostlar meclisinden, gurbete ve bir sıkıntı diyarına geçmiş olur da elemi
büyür, şiddetli pişmanlık ve üzüntü duyar. Sonra haşr vaktinde ise, dünyanın
helal malları hesab vesilesi, haram malları da ikâb ve ceza sebebi olur.
Böylece mal ve evlad çokluğunun dünya ve ahirette azab sebebi olduğu anlaşılır.
[36]
Eğer, "Bu husus
herkes için söz konusudur. O halde bu azabın, münafıklara has olduğunu
söylemenin hikmeti nedir?" denilirse, biz şöyle deriz: Bu konuda
münafıkların durumu özellikle fazlalık arzeder. Şöyle ki:
1) Kişi, Allah'a ve ahiret gününe iman ettiği
zaman bilir ki, kendisi dünya için değil âhiret için yaratılmıştır. İşte bu
bilgisinden dolayı, onun dünyaya olan sevgisi zayıflar. Ama münafık mutluluğun
sadece bu dünyevi mal ve. mülklerde olduğuna inandığı için, onun bunlara
rağbeti çok olur ve bunları fazlasıyla sever. Bunları kaybetmekten ötürü,
meydana gelecek elem ve acılarda, o münafık için daha fazladır. Bu elem ve
acılar, ölüm yaklaşıp, alâmetleri belirmeye başladığında daha da kuvvetlenir.
İşte azabın bu çeşidi mala ve evlada olan sevgileri sebebiyle daha dünyada iken
onların başına gelir.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s), onları bu malları hayır yollarında infâk etmekle mükellef
kılıyor ve onlara mal veevlâdlarını. savaşa harcamayı ve göndermeyi teklif
ediyordu. Bu ise. çoluk çocuğu öldürülmeye maruz bırakmayı gerektirmektedir. O
münafıklar
ise, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah
tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğu hususunda doğru söylemediğine
inanıyorlar ve bu sebeble de mallarını infâk etmenin, onları boşuboşuna
harcayıp, zâyî etmek ve çocuklarını ölüme göndermenin de, faydasız olup arzu
edilmeyen bu sıkıntılı işi yüklenmek olduğunu düşünüyorlardı. Şüphesiz ki bu
duıiım, kalbe daha ağır ve meşakkatli gelir. İşte azab duymada bu fazlalık
münafıklar için söz konusudur.
3) Onlar
kalbleri ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'e buğzediyorlar, sonra da, ona hizmet için
(mecburen) mallarını, çocuklarını ve canlarını seferber ediyorlardı. Şüphe yok
ki bu, son derece zor ve meşakkatli bir haldir.
4) Onlar,
rezil ve rüsvay edilmekten, nifak ve küfürlerinin tam olarak ortaya çıkıp da,
böylece kâfir olan diğer harbi kâfirler durumuna düşüp, o zaman da
Resûlullah'ın kendilerini öldürmeye, çoluk-çocuklarını esir etmeye ve mallarını
ellerinden almaya yönelmesinden korkuyorlardı. Onlar, ne zaman bir ayet inse,
bununla kendi rezil ve rüsvaylıklarının ortaya çıkmasından endişe ediyorlardı.
Yine Hz. Peygamber (s.a.s), onları çağırsa, belki de onun kendilerinin
yaptıkları çeşitli hile ve kötülüklerden birine vâkıf olmuş olmasından
korkuyorlardı. İşte bütün bunlar, onların kalblerinin çok acı duymasına ve çok
azab çekmelerine sebeb oluyordu.
5) Pek çok
münafığın, muttaki çocukları olmuştur. (Şehid düştüğünde) melekler tarafından
yıkanan Hanzala b, Ebi Âmir ve Abdullah b. Übey gibi: ki bu Abdullah Bedir
Savaşına katılmıştır ve Allah katında üstün bir mertebesi vardır. İşte böyle
olaniar, nifaktan uzak çok sayıda bir topluluk olup. babalarının nifak
yollarını kabul etmemişler, onları tenkid etmişler ve onlara itiraz etmişlerdi.
Oğul böyle olunca, (münafık) babanın ondan dolayı duyacağı elem, sıkıntı ve
keder daha büyük olur. Böylece de böylesi evlâdlarının bulunması, onlar için
azab vesilesi haline gelir.
6) Sahabenin
yoksul ve güçsüzleri, savaşlara katılarak, Resûlullah'ın hizmetine koşuyorlar;
sonra da şerefti bir nam, büyük bir medh-ü sena ve elde ettikleri pek çok
ganimetle geri dönüyorlardı. Münafıklar ise, çok olan mallarına ve güçlü
kuvvetli evlâdlarına rağmen, adetâ yatalak, zayıf ve güçsüz kimseler gibi
evlerinin köşesinde kalakalıyorlardı. Sonra herkes onlara hınç ve istihza ile
bakıyor, onları nifak damgalı görüyorlardı. Sanki mal ve evlad çokluğu, onlar
için bu hallerin meydana gelmesine bir sebep olmuştur. Yapılan bu izahlar ile, münafıkların
mal ve evlâdlarının çokluğunun, dünyada iken onların daha çok azab
çekmelerine sebep olduğu ortaya çıkar.
[37]
Alimlerimiz, varlık
alemine giren herşeyin, Allah Teâlâ'nın
iradesi
ile olduğunu isbaî hususunda "Allah, onların canlarının, kendileri kâfir
olarak, güçlükle
çıkmasını diler"
ayetini delil getirip şöyle demişlerdir:
"Çünkü
ayetin manas;, "Allah Teâlâ, onların canlarını kâfir olarak çıkarmayı
dilemiştir" şeklindedir. Bunun böyle olmasını irade eden, küfrü de murad
etmiş demektir."
Cübbâî buna şöyle
diyerek cevap vermiştir: "Ayetin manası, "Allah Teâlâ'nın, onlar
kâfir olarak, onların canını çıkarmayı irade eder" şeklindedir. Bu ise,
Hak Teâlâ'nın küfrü murad etmiş olmasını gerektirmez. Baksana, hasta bazan
doktora "Ben, hasta iken, yanıma gelmeni isterim" diyebilir. İşte bu
isteme, o kişinin kendisinin hasta olmasını istediği manasına gelmez. Doktora
o, bazan da şöyle der: "Yaralarımı iyileştirmeni isterim." Bu söz de,
hastanın, bu yaranın olmasını istediği manasına gelmez. Bir padişah
askerlerine, bazan. "savaşa kalkıştıklarında o azgın ve asîleri
öldürün" diyebilir. Bu söz, hükümdarın böyle bir harbi istediği manasına
delalet etmez, İşte bu ayette de böyledir."
Buna şöyle cevap
verilebilir: Cübbâî'nin bu sözü, enterasan bir aldatmacadır. Çünkü onun
getirdiği bütün misaller, neticede bir noktada toplanır. Bu da, birşeyi
"izale etmeyi, gidermeyi" istemektir. Buna göre hasta, doktoruna,
"Ben, hasta iken, yantma gelmeni isterim" dediğinde, bu "Hastalığımı
gidermeye çalışmanı istiyorum" demektir. Yine doktora, "Yaralarımı
iyileştirmeni isterim" dediğinde, bu, "o yaralan benden gidermeni
istiyorum" demektir. Hükümdar da, "Savaşa kalkıştıklarında o azgın ve
asileri öldürün" dediğinde bu. "Böyle bir savaşı izale etmenizi,
tesirini boşa çıkarmanızı ve yok etmenizi istiyorum" demektir. Böylece
sabit olur ki, bütün bu misallerde istenilen müşterek taraf, bahsedilen
şeylerin izale edilip, giderilmesidir. Binâenaleyh ayette olanın hilâfına
olarak, bu şeyleri yok etmenin murad edilmiş olması imkansızdır. Çünkü kâfirin
canını almak, onun küfrünü gidermek değildir. Yine bu can alış, böyle bir
gidermeyi de gerektirmez. Aksine bu ikisi, birbirine uygun (beraber
bulunabilecek) iki durum olup, aralarında kesin olarak bir terslik yoktur. İşte
Hak Teâlâ bu ayette, onların canını kâfir olarak çıkarmayı dilediğini
zikredince. O'nun bu can çıkarma işinin olduğu anda, onların kâfirler olmasını
murad etmiş olması gerekir. Bu tıpkı şunun gibidir: Bir kimse, "Evde
bulunduğu bir sırada falancayla karşılaşmak istiyorum" dese, bu ifade o
kimsenin,, ötekinin evde olmasını istemiş olmasını gerektirir. Bu
değerlendirmede, söylenebilecek olan son söz şudur: Allah'ın, kâfir iken
kâfirin canını alması, ancak o küfrün mevcud olması halinde mümkün olur. Birşeyi
isteyen, irâde eden, aynı zamanda o şeyin zaruri neticelerini ve ayrılmaz
hususiyetlerini de istiyor demektir. İşte Allah Teâlâ, onların canını, onlar
kâfir iken almayı murad edip,-birşeyi murad edinir o şeyin zaruri neticelerini,
ayrılmaz
hususiyetlerini de istemiş
olacağı sabit olunca, Allah Teâlâ'nın o küfrü murad etmiş
olması gerekir. Bu şekilde de Cübbai'nin zikrettiği
bütün misallerin sırf bir aldatmaca olduğu ortaya çıkar.
[38]
"Onlar
muhakkak'sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden
değildir. Fakat onlar daima korkan bir kavimdirler. Eğer sığınacak bir yer.
yahut barınabilecek mağaralar veya girecek bir delik buisalardı. yüzlerini o
tavafa çevirip koşarlardı"
(Tevbe.
56-57)
Bil ki Allah Teâlâ,
onların her türlü dünya ve ahiret zararını toplamış olduklarını ve her türlü
dünya ve ahiret faydasından ellerinin boş kaldığını beyan edince, yine onların
kabahatlarını ve rezil işlerini zikretmeye dönüp, onların yalancı bir imana
yöneldiklerini beyan ederek, Yani, "Münafıklar,
beraber oturdukları
zaman, m'umın)ere.
"Biz sizdeniz". "Sizin dininiz üzereyiz" diye yemin
ederler" demektir.
Sonra Cenâb-ı Hak "Halbuki onlar sizden değildir. yani
sizin dininizde değildirler. Fakat onlar öldürülmekten korkan: bundan dolayı
da, /âHiren mümin görülüp nifaklarını gizleyen bir kavimdir" buyurmuştur.
Bu, "Onlar iman edenlere rastladıkları zaman. İnandık!" derler.
Şeytanlarıyla yalnızca (başbaşa) kalınca ise. "Emin olun. biz sizinle
beraberiz. Biz ancak istihza edicileriz" derler" (Bakara, H) ayeti
gibidir.
Ferak kelimesi korku
anlamına gelir. Bu kökten olarak, "çok korkan adam" anlamında
denilir. Bu ayetin manalarından birisi de şöyledir: "Eğer onlar,
içine sığınıp da, kendilerini sizden emin hissedecekleri
bir sığmak buisalardı, oraya kaçar ve sizi terkederlerdi. Zannetmeyin ki
onların size, mesken ve yurt hususundaki muvafakatlan, sizlerle birlikte
oluşları7katblerinden gelmektedir..."
[39]
Ayetteki melce
ifadesi, "sığınak, korunak" anlamına gelir. Hemzeli ve
"maksûr" olarak okunan kelimesi de bunun gibidir. Bu kelimenin
aslı, (Falan yere sığındı) fiilinden
gelmektedir., lltecee fiili de bunun gibidir. übrJi tabiri de, "Onu şuna
zorladım, mecbur kıldım" anlamındadır.
Ayetteki megârat
kelimesi, megâre kelimesinin çoğuludur. Bu, insanın içine girip gizlendiği,
saklandığı yer, mağara anlamındadır. Ebû Ubeyde, "içine girip de
kaybolduğun bir yere megâre denilir..." demiştir. Yine bu kökten olmak
üzere,
"Su toprağın içinde kayboldu-Göze
kayboldu, battı..." denilir" demektedir.
Ayetteki kelimesi hususunda Zeccâc: "Bu kelimenin
aslı. dır. Dâl'dan
sonraki te harfi,
dala çevrilmiştir.. Çünkü te harfi "hems" sıfatına; dal harfi de cehr
sıfatına sahiptir; aynı zamanda her ikisi de tek bir mahreçten çıkmaktadır. Bu
kelime. duhûl kelimesinden müfteal kalıbında bir kelimedir. Vülûc (girmek)
kelimesinden olan müttelec (girilen yer, medhal) kelimesi de böyledir. Buna
göre müddehal kelimesi, içine girilerek gizlenilen, saklanılan gedik
anlamındadır" demiştir. Kelbî ve İbn Zeyd, "Bu kelime, köstebeğin
çıkış yolu, kanal, tünel gibi bir yer anlamına gelir" demişlerdir. Buna
göre ayetin manası, "Münafıklar, bu üçünden birisini bulsalar, onlar en
kötü yerler olmasına rağmen, hemencecik kaçıp oraya giderlerdi, rüoû
ederlerdi" şeklindedir.
Arapçada. bir kimse
bir yere yönetip gittiğinde başkasını götürdüğündeyse. "onu götürdü, oraya
çevirdi" denilir. Ayetteki tabiri, "Onlar hiçbir şey geri
dönderemiyecek bir biçimde süratle giderler; gemi azıya almışçasına..."
anlamındadır. Bu manada, Arapçada "At, gemi azıya aldı" denilir.
Yine, binildiğinde gemle dizginlenemeyen ata da, denilir. Ayetteki bu tabirden
maksad şudur: "O münafıklar, Hz. Peygamber ve
müslümanlardan son derece korkup, çekindikleri ve adeta onlardan eziyyet
gördükleri için, bu halde oldular. "
Bil ki Allah Teâlâ,
burada üç şey zikretmiştir: Melce', megâra, ve müddehal... Doğruya en yakın
olan, bunların herbirini, diğerinden farklı bir manaya hamletmektir,
Binâenaleyh "melce" kaleler; "magârât" dağlardaki oyuk ve
mağaralar; "müddehalen" kelimesi de kuyu, v.b. toprağın altındaki
menfezler, kanallar manasına hamledilir. Keşşaf sahibi şöyle demiştirDehale
fiilinden olan müddehal kelimesi, edhale'den (girdirdi)'den ism-i mekân olarak,
müdhalen şeklinde de
okunmuştur. Bu,
insanların, kendilerini soktukları yer anlamındadır." Ubeyy İbn Ka'b,
bu kelimeyi mütedehhelen şeklinde ve kelimesini de
şeklinde
okumuştur ki, bu,
"oraya sığınır, iltica ederler" anlamındadır. Enes (r.h). yecmehûn
kelimesini (hızlıca koşarlar) şeklinde okumuştu . Ona bundan sorulunca, o şöyle
dedi:" aynı anlamlara gelir. "[40]
"İçlerinden
sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayacaklar da var. Çünkü.
eğer içlerinden kendilerine diledikleri bir şey
verilirse} hoşlanırlar. Şayet, yine
kendilerinden olanlara diledikleri şey verilmezse,
derhal kızarlar. Eğer onlar.
Allah ve Resulü kendilerine ne verdiyse, buna razı
olsalardı da. "Bize Allah
yeter, yakında bize
lütf-u kereminden verir. Resulü de... Biz ancak Allah'a
rağbet ederiz, ümidimiz hep O'na
bağlıdır"deselerdi (ne olurdu)?"
(Tevbe,
58-59).
Bil ki bundan maksat,
o münafıkların rüsvaylıkları ile kabahatlerinin bir başka çeşidini açıklamaktır
ki, bu da onların, zenginlerden sadaka alması sebebiyle, Allah'ın Resulünü
tenkit etmeleri ve "O, sadakaları, kendi yakınlarından ve sevdiği
kimselerden dilediğine veriyor" diyerek, O'nun adaletsizlik yaptığını
söylemeleridir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[41]
Ebû Saîd (r.a) şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), mal taksim ediyordu. Derken O'nun yanına, Mikdâd İbn
Zî'l-Huvaysıra,
et-Temîmî denilen, Hurkûs İbn Züheyr –ki
Hurkûs,
(daha sonra) Haricîlerin reisi olmuştur- gelir, "Adil ol ya
Resûlailah" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Yazıklar olsun
sana, ben adalet yapmazsam kim yapar?" deyince, bu ayet nazil olur.
Kelbî şöyle elemiştir:
"Münafıklardan Ebu'l-Cüraz denilen bir adam, Hz. Peygamber (s.a.s)'e:
"Sen, Allah'ın sana, sadakaları fakirlere ve yoksullara vermeni
emrettiğini iddia ediyorsun. O halde niçin koyun çobanlarına sadaka
veriyorsun?" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ey babasız kaiasıca!
Musa çoban değil miydi? Davûd çoban değil miydi?" der. Adam çekip gidince,
H2. Peygamber: "Bu adamdan ve bunun arkadaşlarından sakının, çünkü onlar
münafıktırlar..." buyurur.
Ebu Bekir el-Esamm
(r.h), tefsirinde şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s),
ashabından birisine: "Falanca hakkında ne biliyorsun?" dedi. O da:
"Onun hakkında hiçbir bilgim yok. Bildiğim ancak odur ki, siz onu
meclisinizde kendinize yakın oturtuyor ve ona boî atiyyeler veriyorsunuz "
deyince, Hz. Peygamber {s.a.s): "O münafıktır: ama. nifakına rağmen onu
İdare edip geçiştiriyorum- Onun. kendisinden başkasına kötülük yapmasından korkuyorum
' buyurdu. Bunun üzerine o sahabî: "Keşke, ona verdiğinin birazını da
falancaya verseydin " deyince, Hz Peygamber: "O. mü'mindir. Onu.
imanına havale ediyorum, ama öbürü ise, münafıktır: onun fesadından korktuğum
için. onu idare ediyorum " der.
[42]
Ayetteki yelmizuke
tabiri hakkında Leys şöyle demiştir:
"Kelimenin
masdan olan lemz (ayıplamak) kelimesi, yüze
karşı ayıplamak anlamına gelen hemz kelimesi gibidir.
Yüzüne karşı seni ayıplayan adama, gıyabında
seni ayıplayanada denilir."Zeccâc şöyle demiştir:
"Birisini ayıpladığın zaman, dersin. Yine birini ayıpladığın zaman, aynı
şekilde dersin. Hümeze ve lümeze
kelimeleri, insanları ayıplayıp onların gıybetini yapan kimseye denilir."
Bu, Zeccâcın hemz ile lemz kelimelerini aynı manaya aldığına delâlet eder.
Ezherî, hemz ve lemz
kelimelerinin asıl manası, "savuşturmaktır. "'8ir şeyi
savuşturdum" manasında denilir" demiştir.
Ebu Bekr el-Esamm, bu
iki kelimenin farklı manalarda olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: "Lemz
kelimesi, kişinin arkadaşına, beraber oturduğu kimsenin ayıbını ve kusurunu
göstermesidir. Hemz kelimesi ise, kişinin, beraber oturduğu kimse aleyhinde,
arkadaşına göz kırpmasıdır."
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: İbn Abbas (r.a), ayette geçen yelmizuke tabirine:
"Senin gıybetini yaparlar"; Katâde, "Seni tenkid ederler";
Kelbî de: "Herhangi birşey hususunda seni ayıplarlar" manasını
vermiştir. Bu rivayetler arasında sadece görünüşte-lafzen bir farklılık vardır.
Ebu Ali el-Fârisî, bunda bir
hazfin bulunduğunu ve
bunun takdirinin de: "Sadakaların taksimi hususunda seni ayıplarlar"
şeklinde olduğunu söylemiştir. Allâme Mevlâna Dâî-ilallah şöyle demiştir:
"Kurandaki lafız, yani "içlerinden bazısı sadakaların taksimi
hususunda seni ayıplar(...)" ifadesi, bu ayıplamanın, rivayette geçen
sebepten olduğuna delâlet etmez. Ancak ne var ki, bahsettiğimiz o rivayetler,
ayetteki ayıplamanın o sebepten olduğunu gösterir. Binâenaleyh eğer bu
rivayetler olmasaydı, ayet bu rivayetlerin ifade ettiğinden başka şu manalara da
gelebilirdi:
1) Onların,
"Zekat almak mutlak manada caiz değildir. Çünkü insanın mal ve kazancını
elinden çıkarması caiz değildir" demeleridir. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Zekat ve
sadakayı alan, onu fakirlere vermek için almıştır. Fakat onlardan câhil
olanlar, "Allah zenginlerin en zenginidir. Binâenaleyh fakir kullarının
menfaatine olacak şeyleri Allah'ın üstlenmesi gerekir. Onun, bize zekatı
emretmesi makul değildir'1 demişlerdir. Bahsettiğimiz bu şey, Cenâb-ı Allah'ın
bazı yahudilerden naklettiği, ''Gerçekten Allah fakirdir, biz ise
zenginiz" <aı-ı imran. isi) sözünün ifade ettiği husustur.
2) Onların
şöyle demeleridir: "Farzet ki sen zekatları topluyorsun. Fakat senin
aldığın nisbet çoktur. Binâenaleyh daha az nisbette alman gerekir."
3) Onların
şöyle demeleridir. "Farzet ki sen, zekatı böyle fazla nisbette alıyorsun.
Fakat bunu, yerinde harcamıyor (ehline vermiyorsun)." İşteHz. Peygamberi
ayıplayıp tenkid edenlerin bu manaları kastettiklerine, bu haberler delâlet
etmektedir.
Meânî alimleri şöyle
demişlerdir: "Bu ayet o münafıkların ahlâklarının zayıflığına ve
karakterlerinin düşüklüğüne delâlet etmektedir. Zira onlar sadaka ve zekat alma
hususundaki aşırı hırslarından dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'i ayıplamışlar ve
böylece de O'nun, insanlar içinde dünyaya meyletmekten en uzak kimse olmasına
rağmen. zekatın ve sadakanın taksimatında haksızlık yaptığını
söylemişlerdir." Dahhak şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s),
Cenâb-ı Hakk'ın kendisine verdiği az veya çok her malı onlar arasında taksim
ediyordu. Mü'min olanlar kendilerine düşene razı oluyor ve bundan ötürü Allah'a
hamdediyorlardı. Münafıklar ise, eğer kendilerine fazla verilirse seviniyorlar,
az verilirse kızıyorlardı. Bu da onların razı oluş ve kızışlarının, dinî bir
meseleden ötürü değil, aldıkları paydan dolayı olduğunu gösterir." Şu da
söylenmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), o gün Mekkeiilerin kalblerini,
kendilerine bol ganimet vererek hoşnut ediyordu. İşte münafıklar, bu sebeple
kızmışlardır." Ayetteki
"Derhal
kizarlar"buyruğundaki iza edatı "müfâce'e" (sürpriz) manasını
ifade eder. Buna göre ayetin manası, "Eğer o
münafıklara ganimetten birşey verilmezse hemen kızarlar" şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Onlar.
az da olsa Resûlullah'ın kendilerine verdiği ganimete razı olup,
gönülleri bundan hoşnud olsa ve: "Bu bize yeter. Allah bize başka
ganimetler de nasib eder. Böylece de Resûlullah (s.a.s), o zaman, bugün
verdiğinden daha fazlasını bize verir. Biz ancak Allah'a itaata, O'nun lütuf ve
ihsanına rağbet ederiz" deselerdi. " Bil ki buradaki lev
"eğer" edatının cevabı mahzûf olup, takdiri, "Bu, onlar için
daha hayırlı olurdu ve onlara daha uygun düşerdi" şeklindedir. Bu
böyledir. Çünkü münafıklıkları ağır basıp, kalblerinde de iman mevcut olmadığı
için, onlar tam manada Allah'a tevekkül edememişlerdir. Bu gibi yerlerde cevabı
hazfetmek (getirmemek), daha müessir ve daha müthiş bir mana ifade eder. Bu
tıpkı birisine, cevâbını (neticesini) söylemeksizin, "Bir bize
gelsen!.." demen gibidir. Bu, "Eğer sen bunu yapmış olsaydın, pek
memnun olacağın bir iş yapmış olurdun" demektir.
[43]
Ayet, dünya peşinde
koşanların, dinî hususlardaki işlerinin
neticede
nifaka varıp dayanacağına delâlet eder. Ama Allah
Teâlâ'nın müsaade ettiği nisbette dünyalık peşinde olup.
bundan esas gayesi de dini birtakım maslahat ve
faydaları
elde etmek olan kimseye gelince, işte
bunun yolu gerçek yoldur. Bu hususta esas kaide, insanın Allah'ın kaza ve
kaderine razı olmasıdır. Baksana Cenab-ı Hak. "Eğer onlar, Allah ve Resulü
kendilerine ne verdiyse, buna razı olsalardı da. "Bize Allah yeter ve O,
yakında bize lütf-u kereminden verir. Resulü de... Biz. ancak Allah 'a rağbet
ederiz. (Ümidimiz ve arzumuz hep O'na bağlıdır)" deselerdi (ne
olurdu)" buyurmuş ve burada dört mertebeden bahsetmiştir:
Birinci mertebe:
İnsanın, Allah'ın abesten ve hatadan münezzeh, işlerin neticesini en iyi bilen
bir hakîm olduğunu bildiği için, Allah ve Resûlullah'ın verdiğine razı
olmasıdır. Allah'ın hükmü ve takdiri olan herşey doğru ve gerçek olup, bu
hususta O'na itiraz edilemez.
İkinci mertebe: Bu
razı oluşun neticesinin, insanın lisanında ifadesini bulmasıdır. Bu da,
onların, "Allah bize yeter" şeklindeki sözleridir. Bu, "Bizden
başkaları daha çok mal aldılar. Biz Allah'ın hüküm ve kazasına razı olduğumuz
için, bu büyük kulluk mertebesine nail olduk. Binâenaleyh bize Allah
yeter" demektir.
Üçüncü mertebe:
İnsanın kendisine ulaşıldığında "Allah bize yeter" denilen o yüksek
derece ve makama ulaşamadığında, diğer bir mertebeye inip "Allah, yakında
bize lütf-u kereminden verir, Resulü de..." demesidir. Bu lütf-u kerem, ya
takdîr-i ilahi gereği bu dünyada olur, yahut da ahirette olur. Ahirette olması
daha efdaldir.
Dördüncü mertebe:
İnsanın "Biz ancak Allah'a rağbet ederiz. Biz iman ve taat
ile, mal alıp dünyevî makamlar elde etmeyi
istemiyoruz. Bizim gayemiz ya âhiret saadetlerini elde etmek, yahut da,
"Biz ancak Allah'a rağbet ederiz" ifadesinin de delâlet ettiği gibi,
kulluğa gark olmaktır" demesidir. Bunlar, "Biz, Allah'ın vereceği
mükâfaata rağbet ederiz" dememişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, H2. İse
(a.s), Allah'ı zikretmekte olan bir topluluğa rastladı da: "Sizi buna
sevkeden nedir?" diye sordu. Onlar: "Allah'ın cezasından duyduğumuz
korkudur" dediler. H2. İsa (a.s) da: "İsabet ettiniz" dedi.
Sonra Allah'ı zikreden bir başka topluluğa rastladı ve "Sizi buna sevkeden
nedir?" diye sordu. Onlar, "Allah'ın vereceği mükafaatı elde etme
arzumuzdur" dediler. Hz. İsa (a.s) da, "İsabet ettiniz. (Doğru
yapıyorsunuz)" buyurdu. O, daha sonra yine zikrullah ile meşgul olan
üçüncü bir topluluğa uğradı ve aynı soruyu sordu. Onlar. "Biz Allah'ı, ne
ikâbından korktuğumuz, ne de mükafaatını umduğunuz için zikretmiyoruz. Aksine
biz ubûdtyyetin zilletini ve rububiyyetin izzetini ortaya koymak, kalbi marifetullah
ile ve lisanı O'nun kutsiyyetine ve izzetine delâlet eden lafızlarla
şereflendirmek için O'nu zikrediyoruz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine
Hz. isa (a.s), "Siz hakkı bulmuşsunuz" dedi.
"Sadakalar.
Allah'dan bir farz olarak, ancak fakirlere, yoksullara, bu iş
üzerine memur olanlara, kalbleri alıştırılmak
istenenlere, kölelere, esirlere,
borçlulara.
Allah yolunda ve yolda kalmış/ara mahsustur. Allah alîm ve
hakîmdir. (Tevbs. 60).
[44]
Bil ki münafıklar, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i, zekat ve sadaka dağıtımı hususunda tenkid edip
ayıplayınca, Hz. Peygamber onlara, sadakaların (zekatların) verileceği
kimselerin ancak bunlar olduğunu, kendisinin bununla bir ilgisi olmadığını ve
onlardan kendisi için hiç bir pay olmadığını beyan etmiştir. Böylece geriye,
münafıkların, sadaka (zekat) aldı diye Hz. Peygamber'! tenkid edecek bir
tutamakları kalmamıştır. Bu ayetle ilgili birkaç makam vardır:
Birinci makam:
Zenginlerin malından az miktarda bir kısmının alınıp, muhtaç insanlara verilmesinin
hikmetini izah hususundadır.
İkinci makam: Bu
ayette bahsedilen o sekiz sınıfın durumlarını beyan etme hususundadır.
[45]
Birinci makam
hususunda deriz ki: Zekatın farz kılınmasının hikmetleri, bir kısmı zekatı
verenle, bir kısmı da zekatı olanla ilgili olmak üzere pek çoktur.
[46]
Birinci, yani zekatı
verenlerle ilgili hikmetler şunlardır:
1) Mal,
tabiî olarak sevilir. Bu sevginin sebebi şudur: Güç ve kudret, bir kemâl sıfatı
olup, başka birşeyden dolayı değil, li-zâtihi (kendisi itibariyle) sevilir.
Çünkü, "Herşey, başka bir şeyden ötürü sevilir" denilemez. Aksi halde
ya teselsül yadevr-i fasit lâzım gelir ki bunların ikisi de imkansızdır.
Binâenaleyh sevilen şeyler hususunda işin neticede li-zatihi sevilen şeylere
varıp dayanması gerekir. Kemâl (mükemmellik), zâtı gereği sevilir. Noksan
(eksiklik) de, yine zâtı gereği sevilmez. Binâenaleyh güç ve kudret bir kemal
sıfatı olup, kemal sıfatları da zatı gereği sevilen şeylerden olduğuna göre,
kudret de zâtı gereği sevilir. Mal, insan için bir kudret ve mükemmellik
vasıtasıdır. Dolayısiyle mal, insan için güç ve kudret sebeplerinin en
kuvvetlilerindendir.Sevginin varıp dayandığı şey sevilir. Binaenaleyh mal da
sevilir. İşte malın, sevilen bir şey olmasının sebebi budur.
Fakat onu çok fazla
sevmek, insanı Allah sevgisinden ve âhiret hazırlığından alıkor. İşte bundan
ötürü ilâhî hikmet, mal sahibine, nefsinin mala olan aşırı sevgisini kırmak,
onu tamamen mal sevgisine düşmekten men etmek ve insanın saadetinin, mal elde
etme peşinde koşmakla olmayıp aksine Allah rızası için, mal infak etmekle elde
edileceğine dikkat çekmek için, malının bir bölümünü çıkarıp vermesini farz
kılmıştır.
Öyleyse zekâtı farz
kılmak, dünya sevgisi hastalığını kalbden silmek için, belirlenmiş en uygun
ilaçtır. İşte bu hikmetten ötürü Allah Teâlâ, zekatı farz kılmıştır. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka (zekat) al ki. bununla kendilerini
günahlarından temizlemiş ve onların iyiliklerini bereketlendirmiş olasın"
(Tevbe. 1O3) ayetinden kastedilen budur. Bu, "sen onları dünya talebine
garkolma kirinden temizlemiş olasın" demektir.
2) Mal
çokluğu, güç ve kudret çokluğuna sebep olur. Mal çokluğu, kudret çokluğuna;
kudret çokluğu da, o kudretle daha fazla lezzet almaya vesiledir. Daha fazla
tad ve lezzet almak da, inşanı daha fazla lezzet elde etme sebebi olan malı
elde etmeye koşmaya sevkeder. Böylece de, bu bir devr-i dâim (halka) olur,
Çünkü vcsar, koşuşturdukça malı artar, ma! da kudreti artırır. Bu da, dünyadan
daha fazla tad almaya sebep olur. Bu tad ve lezzet de insanı, daha îaz")a
mal ve paray2aroy sevkeder. Mesele, bir devr-i daim mese\esı o\unca, buram b\r
durağı ve sonu olmaz. Bundan dolayı şeriat buna bir durak ve son tesbit
etmiştir. Bu da, mal saYYfoVne, o sonu olmayan zulmânî (karanlık) yoldan dönsün
ve böylece de Allah'a kulluk ve Allah'ın rızâsını talep âlemine yönelsin diye,
o malının bir kısmını Allah rızası için infâk etmeyi farz kılmadır.
3) Mal
çokluğu, azgınlığın ve kalbin kararmasının sebebidir. Bunun sebebi de,
bahsettiğimiz şu husustur; Mal çokluğu, güç ve kuvvet sahibi olmanın bir
vesilesidir. Kudret, zâtı gereği sevilen bir şeydir. Aşık maşukuna ulaştığında,
onda âdeta boğulur. O halde de, insan mal talebine gark olur. Binâenaleyh,
insan için bu yolda bir mâni çıkarsa o, malı ve kudreti ile o engeli aşmaya
çalışır. İşte, tuğyandan maksad da
budur. Cenâb-ı Hakk, bu hususa "Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan müstağni
gördü diye, muhakkak ki azar"(Aiak, 6-7) ayetiyle işaret etmiştir. Buna binaen zekatı farz kılmak, tuğyanı
azaltır ve kalbi Rahman'ın rızasını talep etmeye yöneltir.
4) İnsanın, iki kuvveti vardır;
a) Nazarî kuvvet.
b) Ajnelî
kuvvet.
Nazari kuvvetin en
mükemmeli, Allah'ın emrine ta'zim göstermededir.
Amelî kuvvetin en
mükemmeli de, Allah'ın mahlûkatına şefkat duymadadır. Binâenaleyh, Cenab-ı Hak,
ruh cevheri için böyle bir kemal ve mükemmellik meydana gelsin diye, zekâtı
farz kılmıştır. Bu kemal de, o zekât veren kimsenin, mahlûkata iyilikte
bulunmak, onlara hayırları ulaştırmak için sa'y-ü gayret göstermek ve onlardan
afetleri, belâları gidermek gibi hasletlerle muttasıf olmasıdır. İşte bu
incelikten dolayı
Hz. Peygamber
(s.a.s), "Allah'ın ahlakıyla
ahlâktanım?"buyurmuştur.
5) İnsanlar,
bir kimsenin, kendilerine hayır ve hasenatın
ulaştırılması ve kendilerinden belâların savuşturulması için gayret
gösterdiğini bildiklerinde, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in
de: "Kalbier. kendilerine iyilik
edenleri sevmek ve kendilerine kötülük edenlere de buğzetmek duygusu üzerine
yaratılmışlardır "[47]
buyurduğu gibi, onlar o insanı, tabiatları gereği sever ve muhakkak ki
nefisleri o kimseye meyleder. Binâenaleyh, fakir kimseler, zengin bir kimsenin
malının bir kısmını kendilerine verdiğini ve ne zaman onun malı daha çok
olursa, onun o maldan onlara daha fazlasını vereceğini bildiklerinde o kimseye
dua ve gayretleriyle yardımcı olurlar. Çünkü, kalblerin tesiri, ruhların
(müessir) bir harareti bulunmaktadır. Böylece o dualar, o insanın hayır ve
bolluk içinde kalmasına sebep olurlar. İşte bu hususa Cenâb-ı Hak,
"İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince: İşte bu, yeryüzünde kalır
" (Rau 17) ayetıyie, Hz. Peygamber de "Mallarınızı, zekâtlarınızla
koruma ve muhafaza[48]
altına alınız" ifadesiyle
işaret etmişlerdir.
6) Bir "şey"den müstağni olmak, bir
şeyle müstağni olmaktan daha büyük bir makamdır. Çünkü, bir şeyle müstağni
olmak, ona muhtaç olmayı gerektirir. Ancak ne var ki bununla, başka bir şeyden
müstağni olma hali sağlanmış olur. Ama, bir şeyden müstağni olmaya gelince,
işte tam ve mükemmel müstağni olma hali budur. İşte bundan dolayı "Bir
şeyden müstağni olma, Hakk'm; bir şeyie müstağni olma da, halkın, mahlûkatın
sıfatıdır" denilmiştir. Binâenaleyh, Allah Teâlâ, bir kuluna çok mal
verince, onu "bir şey ile müstağni olma" babından büyük ve tam bir
pay ile nasîblendirmiş olur. Bu sebeple. Cenâb-ı Hak bu kimseye zekât ve/mesini
emredince, O'nun bundan maksadı, o kimseyi, "Bir şey ile müstağni
olma" derecesinden, ondan daha üstün ve daha şerefli olan bir makama
yükseltmek olur ki, bu makam da, "bir şeyden müstağni olma"
makamıdır.
7) Mala,
herkesin çok fazla meyli olduğu için, "mat" adı verilmiştir.
Binâenaleyh o, gelip gidici bir şeydir; ve çok çabuk yok olan, daima dağılıp
parçalanma ile yüzyüze bulunan bir şeydir. Bu sebeple, mal, bir kimsenin elinde
uzun müddet kaldığında, o. yokluk ve bölünüp parçalanma ile yüzyüze gelmiş gibi
olur. Bu sebeple insan onu, çeşitli
hayır ve yararlı işlerde harcadığında, o zaman mal, zevali mümkün olmayan bir
beka ile devam eder. Çünkü o durumda bu mal, dünyada devamlı bir övgüyü;
ahirette de, devamlı bir mükafaatt gerektirir, hak ettirir. Birisinin, "İnsan, altınını kabre
götüremez " dediğini duyduğumda. "Aksine, bu mümkündür, zira o, o
malını Alah'ın en büyük rızasını talep etme hususunda infâk edip harcadığında,
onu kabrine götürmüş ve Kıyamete kadar taşımış olur " dedim.
8) Malı
infâk etmek, melekler ve peygamberlere benzemek demektir. Onu harcamayıp tutmak
ise, kınanmış olan cimri kimselere benzemek demektir. Şu halde malı harcamak,
infak etmek daha uygundur.
9) Bu hal
hayır ve rahmet lütfetmek, Hak Teâlâ'mn sıfatların d andır. Binâenaleyh, mümkün
olduğu kadarıyla, böylesi bir sıfatı elde etme hususunda gayret sarfetmek,
AHah'tn edebiyle edeblsnme otur ki, bu da, insanlık kemâl ve olgunluğunun son
noktasıdır.
10) İnsanın üç şeyi bulunmalıdır: Ruh, beden ve
mal. Binâenaleyh, insan iman G\mekle
emrolunduğunda, ruhunun cevheri,
teklife garkolur. O,
namazla emrolunduğunda, lisanı, zikir ve Kur'an okumaya garkolur, bedeni
de o ametiere dalmış olur. Geriye sadece malı kalır. Binâenaleyh, şayet malı,
en uygun iyilik ve hayır cihetine sarfedilip harcanmazsa, insanın, malına olan
tutku ve ihtirasının, ruh ve bedenine olan hırsının üzerine çıkmış olması
gerekir ki bu bir cehalettir. Zira, saadetin dereceleri üçtür:
a) Ruhanî saadetler;
b)
Bedenî-cismani saadetler, ki bu orta derecede bulunur ve,
c)
Haricîsaadetler ki, bunlar da mal ve makamdır.
İşte mal ve makam mertebeleri nefsânî mutluluklara hizmet eden şeyler
gibi olmuş olurlar. Binaenaleyh ruh, kulluk makamında iyice bezledüip, daha
sonra da malı harcama hususunda bir cimrilik ve ihtiras meydana gelirse, o
zaman hizmet eden
pozisyonunda olan mal ve makamın, asit hizmet edilen ruhanî
mutlulukların üzerine çıkarılmış olması gerekir ki, bu cehalettir. Öyleyse aklı
olan kimsenin Allah rızasını elde etmek için, malını harcayıp sarfetmesi
"gerektiği sabit olmuş olur.
11) Alimler
şöyle demiştir: "Nimetin şükrü, onu, in'âm edenin rızasını elde etmek için
harcamaktan ibarettir. Zekât, nimetin bir şükrüdür. Binâenaleyh, in'âm edene,
nimet verene şükretmenin farz olduğu sabit olduğu için, zekatın farz olduğuna
hükmetmek gerekir.
12) Zekâtı farz kılmak, müslümanlar arasında bir
ülfet ve sevginin meydana gelmesini, onlardan kin ve hasedin giderilmesini sağlar. Bütün bunlarsa mühim şeylerdendir.
İşte bunlar, zekâtın
farz kılınmasından, onu verenle ilgili olarak ortaya çıkan hikmetlerin beyanı
hususunda, nazar-ı dikkate alman muteber açıklamalardır.
[49]
Zekâtın farz kılınmasından,
onu alanlarla ilgili olan fayda ve hikmetlere gelince, bunlar da pekçoktur;
1) Allahu
Teâîâ, malları yaratmıştır. O mallardan elde edilmek istenen, onların kendileri
ve zâtları değildir. Çünkü, altın ve gümüşün bizzat kendilerinden, pek az
durumlar hariç, istifade etmek mümkün değildir. Tam aksine, bunların
yaratılmasının maksadı, bunlar vasıtasıyla, bazı faydalar temin edip, muhtemel
zararları savuşturmaktır. Binâenaleyh insanın ihtiyacı kadar malı bulunduğunda,
bu insan o malını elinde tutmaya, kendisi için ayırmaya, başkalarından daha
layıktır. Çünkü muhtaç olmak noktastnda, diğer muhtaç kimseler de, o malda
müşterektirler. Halbuki mal sahibi, onlardan o malı elde etmek için, sa'y-ü
gayreti ile o diğer kimselerden ayrılmıştır. Binâenaleyh o malın ona tahsis
edilmesi, başkalarına verilmesinden daha uygundur. Ama, ihtiyacından fazla malı
olup, muhtaç olan bir başka kimse de bulunduğunda, burada her biri o malı mülk
edinmeyi gerektirecek iki sebep bulunmuş olur:
a)
"Malik" hakkında söz konusu olan sebebe gelince, bu, onun o malı
kazanma ve elde etme hususunda gayret göstermesidir. Bir de onun, kalbinin bu
mal ile daha fazla ilgilenmesi, meşgul olmasıdır. Zira böyle bir ilgi de, bir çeşit
ihtiyaçtır.
b) "Fakir" hakkında söz konusu olan
sebebe gelince, bu fakirin o mala olan ihtiyacı, onun o mal ile bir alâkasının
bulunmasını gerektirir. Binâenaleyh, birbiriyle çelişen böylesi iki sebep
ortaya çıkınca, ilahî hikmet, imkân nisbetinde bu iki sebepten herbirini
gözetmeyi gerektirmiştir. Bundan dolayı
da şöyle denilmiştir: Mâlikin, (o malda), onu
kazanmış olma hakkı ile, kalbinin o mal ile alâkalanma hakkı bulunmaktadır. Fakirin
de o malda, ihtiyaç hakkı hasıl olmuştur. Böylece biz, deliller arasını imkân
nisbetinde uyuşturmak, telif etmek için, mâlikin tarafına ağırlık verip malın
çoğunu onun elinde bıraktık ve fakire de o malın pek cüz'î bir kısmını verdik..
2) İnsan, asıl ihtiyacından fazla olan malını
elinde tuttuğunda, o mal, yaratılış gayesinden uzak olarak, başıboş bir biçimde
evde kalmış olur. Bu da, Allah'ın
hikmetinin zuhur etmesini önleme çabasından ibaret olur. Böylece Allah Teâlâ,
malın yaratılmasındaki hikmet tamamiyle geçersiz kılınmış olmasın diye, o malın
bir kısmının fakire verilmesini emretmiştir.
3) Fakirler,
Allah'ın iyâli, (hane halkı) durumunda olan kimselerdir. Çünkü Allah
Teâlâ, ''Yerde yürüyen hiçbir canlı
hariç olmamak üzere, rızıkian Allah'ın
üstünedir..." (Hüd,6)buyurmuştur. Zenginler, Alfah'tn hazinelerinin
bekçileridirler.
Çünkü, onların
ellerindeki mallar, Allah'ın mallarıdır. Cenâb-ı Hak, o malları onların eline
vermeseydi, onlar o maldan tek bir daneye bile malik olamazlardı. Nice akıllı
ve zekî kimseler vardır ki, iyice gayret sarfederler de, karınlarını doyuracak
bir yiyecek elde edemezler. Nice ahmak ve beceriksiz kimse de bulunur ki, çok
kolay bir biçimde dünyalık elde ederler. Bunun sahibi olan Allah'ın böyle
olduğu sabit olunca, gerçek mal bekçisine, "O hazinede bulunan mallardan
bir kısmını muhtaç olan kullarıma ver!" demiş olması, yadırganacak bir şey
değildir.
4) Şöyle denilebilir: "Mal, ona muhtaç
olmadığı halde, tamamiyle zenginin elindedir.
Halbuki kazanmaktan tamamiyle âciz olan fakirin tarafını ihmal etmek,
Hakim ve Rahîm olanın hikmetine uygun düşmez. Binâenaleyh, zengine, o malın bir
kısmını fakire vermesini farz kılması gerekirdi.
5) Şeriat,
mal sahibinin elinde, o malın daha çoğunu bırakıp, onun çok az bir kısmını
fakire verince, mal sahibi, geride elinde kalan o mal ile ticaret yapıp, kazanç
sağlamak suretiyle o noksanlığı telâfi etme imkânı bulur, böylece o eksiklik
giderilmiş olur. Ama fakire gelince, onun hiçbir şeyi yoktur. Binâenaleyh
zenginlerin malından o fakire bir kısım mal verilmemiş olsaydı, o fakir başı
boş, metruk bir biçimde kalmış olur ve yarasını saracak herhangi bir şey
bulamamış olurdu. Bu sebeple, zenginin fakire, malının bir bölümünü vermesi
uygun olur.
6) Zenginler, fakirlerin işlerini düzeltmemiş
olsalardı, çoğu kez, fakirin içinde bulunduğu şiddetli ihtiyaç ve miskinliğin
getirmiş olduğu mazarrat, o fakirleri, ya müslüman zenginlerin düşmanlarına
katılmaya, veyahut da hırsızlık v.s. gibi kötü fiilleri yapmaya sevketmiş
olurdu. Binâenaleyh zekâtı farz kılmak, böyle bir hikmeti ortaya koyar. Bu sebeple, zekâtın farz olduğuna hükmetmek
gerekir.
7) Hz.
Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: J&. Jduj jl# uCaj JL£aî
"iman İkiye
ayrılır: Yansı sabır, yarısı da şükürdür." Mal, tabiî olarak sevilen bir
şeydir. Bu sebeple onu elde etmek, şükrü; kaybetmek de sabretmeyi gerektirir.
Buna göre sanki, "Ey zengin, sana mal verdim, şükrettin.. Böylece de
şükredicilerden oldun. Haydi, şimdi de onun bir kısmını elinden çıkar ki, ondan
ötürü sabretmen sebebiyle, sabredenlerden olasın. Ey fakir! Sana çok mal
vermedim, ama sabrettin ve böylece de, sabredicilerden oldun. Ancak ne var ki
ben, o miktar (sadaka, zekât miktarı) mal senin mülküne girdiğinde, bana
şükredesin ve böylece de şükredicilerden olasın diye, zengine, o malının bir
kısmını sana vermesini farz kıldım!.." denilmek istenmiştir. Şu halde
zekâtı farz kılmak, bütün mükelleflerin beraberce, sabır ve şükür sıfatlarıyla
bezenmelerine bir vesîle olmuş olur.
8) Hak
Teâlâ, fakire sanki, "Sana çok mal vermediysem de, ben kendimi, sana
karşı borçlu addettim. Ben, zengine çok mal verdiysem
de ben onu, o miktar malı kendisinden kabul etmen için senin peşinde koşup,
sana yalvarıp yakarmakla mükellef tuttum. Böylece de sanki sen, onu cehennem
azabından kurtarmış olduğun için (o sana değil, aksine) sen ona in'-âmda
bulunmuş gibi olursun. Şayet o zengin, "sana bu dünyada, in'âmda ve
ihsanda bulundum" derse, ey fakir, "Seni dünyada kınanmaktan ve
utanmaktan; ahirette de, cehennem azabından kurtardığım için, aksine ben sana
in'âmda bulundum " de!" demiştir.
Zekâtın farz
kılınmasının hikmeti hususunda, bazısı yakînî, bazısı da iknâî olmak üzere,
yapılan izahların tamamı budur. Allah'ın hükümlerinin ve hikmetlerinin
sırlarını, sadece kendisi bilir. Allah en iyi bilendir.
İkinci makam: Bu
makamla ilgili birkaç mesele vardır:
[50]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sadakalar, ancak
fakirlere (...)
mahsustur" buyruğu, sadakalarda bu sekiz
çeşit kimsenin dışında hiç kimsenin hakkı olmadığına
delâlet etmektedir,
Bu hüküm, üzerinde icmâ ve ittifak
edilen bir husustur.
Hem, innema edatı, hasr ifade eder. Bunun böyle oluşunun delilleri şunlardır:
a) İnnema
kelimesi, in ve ma harflerinden meydana gelmiştir. Halbuki in kelimesi isbat,
ma kelimesi ise, nefy içindir. Bunlar bir araya geldiğinde, aynı mana üzere
kalmaları gerekir. Böylece de, bu iki harfin mezkûr şeyin varlığını, onun
dışındaki şeylerin ise bulunmamasını ifade etmeleri gerekir,
b) İbn
Abbas, "fadl ribâ"sının bulunmadığı hususunda Hz. Peygamber
(s.a.s)'in ""Riba ancak, nesîededir..."[51] ifadesine tutunmuştur. Bu lafız şayet hasr
ifade etmeseydi, durum böyle olmazdı.
Hem bazı sahabe, "haşefe" miktarının girmesinin guslü
gerektirmeyeceği hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Su (gusül), ancak sudan (meniden) ötürüdür"
[52]hadisine
tutunmuşlardır. Bu kelime şayet hasr ifade etmeseydi, bu böyle olmazdı..
Cenâb-ı Hak da, "Allah, ancak bir tek tanrıdır" (Nisa, iri)
buyurmuştur.
O'nun bu ifadeden
maksadı, başkasında ulûhiyyet niteliğinin bulunmadığını beyan etmektir.
c)Şiirdir...
Nitekim A'şâ, 'Sayıcaonlardan daha çok değilsin; izzet ve şeref de ancak;
(sayıca) çok olanındır...": Ferazdak
da:
ce namusu müdafaa edip savunan ve koruyan biriyim!.. Onların kadr ü
kıymetlerini de, ancak ben veya benim gibiler müdafaa edebilir"
demişlerdir. Bütün bu açıklamalarla, innemâ kelimesinin "hasr" ifade
ettiği sabit olur. Sadakaların (zekâtların), sadece bu sekiz
kısma verileceğine, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir
kimseye: "Şayet sen, sekiz kısımdan
birisinden isen, o sadakalarda hakkın vardır. Aksi halde, alman o sadaka, başta
bir ağrı ve karında da bir hastalık olur"
[53]
demiş olması delâlet etmektedir. Yine
Hz.
Peygember "Zenginin ve gücü kuvveti
yerinde olan kimsenin sadaka alması helâl olmaz"
[54]
buyurmuştur.
[55]
Bil ki Allah Teâlâ,
münafıkların, Hz. Peygamber (s.a.s.)'i, sadakaları alma hususunda
ayıpladıklarını haber verince, o peygamberin, sadakaları sırf bu sekiz kısım
kimse için alıp, kendisi, akrabaları ve ilgisi bulunduğu kimseler için
almadığını beyan buyurmuştur. Biz, zenginin malından alınan o az miktardaki
malın, fakirin ihtiyacını gidermek için ona verilmesindeki hikmet ve maslahatın
bu olduğumu beyan etmiştik. Durum böyle olunca, münafıkların, (Hz. Peygamber
(s.a.s)'i) ayıplayıp tenkit etmeleri, beyinsizliğin ve cehaletin ta kendisi
olmuş oiur. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), "Ben size (o
zekâtlardan, sadakalardan), ne bir şey veririm, ne de sizi onlardan men ederim.
Ben ancak emrolunduğunu yerli yerinde yapan bir memurum"
[56]buyurmuştur.
[57]
Ebu Hanîfe (r.h.)'ye
göre zekât mallarını bu kısımlardan sadece bazısına vermek caizdir. Bu, Hz.
Ömer, Huzeyfe, İbn Abbas, Said İbn Cübeyr, Ebu'l-Aliye ve en-Nehâî'nin
görüşleridir.
Saîd İbn Cübeyr'in
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şayet ben, müslümanlardan olan bir ev
halkının, fakir ve iffetli olduklarını görürsem, bu zekâtları onlara vermek
bana daha hoş gelir. "
Şafiî {r.h) ise,
"zekât mallarının mutlaka sekiz kısma verilmesi gerekir " elemiştir.
Bu, Ikrime, Zührî ve Ömer İbn Abdİlaziz'in görüşüdür. Şafiî, şu şekilde delil
getirmiştir: "Allah Teâtâ, bu taksimatı Kur'an'tn nassında zikretmiş,sonra
da bunu, "Allah'dan bir farz olarak..." (Tevte, eoj ifadesiyle tekid
etmiştir. Binâenaleyh, her sınıftan mutlaka üç kimsenin bulunması gerekir.
Çünkü, cem'in en azı üçtür; bu sebeple bir kimse, üç ve daha yukarı sayıdaki
fakirin hissesini iki fakire verse, üçüncüsünün payını tazmin etmesi gerekir ki
bu pay, fukaranın toplam paylarının üçte biridir. Bu sekiz kısım kimsenin
hisselerinin mutlaka eşit olması gerekir. Meselâ sen, on dirhem tasadduk etmen
gerekir de, sen de bunlardan beş grubu bulabilirsen, her hisse, iki dirhem
olmak üzere on dirhemi beş hisseye ayırırsın. Bu kısımlardan birine fazla
vermen caiz olmaz. Daha sonra senin, bu her kısma ikişer dirhem vermen gerekir.
O gruplardan her birinin asgari sayısı, üçtür. Bu üç kişi arasında eşit
davranman gerekmez. Meselâ sen {fakir grubundan) bir kimseye bir dirhem, diğer
fakire 5/6 dirhem, diğer fakire de 1/6 dirhem verebilirsin." İşte Şafiî
(r.h.)'nin mezhebine göre, zekâtın taksim edilme şekli budur.
[58]
Allah'a dua eden, O'na
çağıran Musannif (r.h) şöyle der: "Ayette, Şafiî (r.h.)'nin görüşü
hususunda herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Çünkü Allah Teâlâ, sadakaların
tamamını, bu sekiz kısım kimseye vermiştir.
Bu da mesela, Zeyd'in bizzat sadakasının, bu sekiz kimsenin tamamına
verilmesini gerektirmez. Bunun delili
ise, hem aklî hem de naklidir.
Naklî olan delile
gelince: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin
mutlaka beşte biri Allah'ın, Resulünün, hısımların, yetimlerin, yoksulların,
yolcularındır..." (Eni*. 4i) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Hak, ganimet
mallarının beşte birinin bu beş kısım kimseye ait olduğunu beyan etmiştir. Hiç
kimse, ganimet olarak alınan her şeyin bizzat kendilerinin bu beş gruba
dağıtılrr.alarmın vâcib olduğunu söylememiştir. Aksine âlimler, bundan muradın,
ganimet mallarının toplamının bu gruplar için olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Ama, o ganimet mallarının her çeşidinin ve her parçasının bu
kimselere taksim edilmesine gelince, bunun böyle olduğunu hiç kimse
söylememiştir. İşte burada da böyledir. Sadakaların toplamı, bu sekiz kısım
kimsenin hepsine aittir. Ama, Zeyd'e ait sadakanın bizzat bu sekiz gruba
dağıtılmasının farz olduğunun söylenmesine gelince, ayetin lafzı, kesinlikle
buna delâlet etmemektedir.
Aklî delil de şudur:
Toplam hakkında sabit olan hükmün, o toplamın parçalarından her bir parçada
tahakkuk etmesi gerekmez. Ve yine, küll ile cüz arasında hiç bir farkın
bulunmayacağı da söz konulu değildir. Ayetin lafzının, Şafiî'nin söylediğine
delâlet etmediği, işte yapmış olduğumuz bu açıklama ile sabit olmuş olur.
Bizim görüşürhüzün
doğruluğuna şunlar delâlet etmektedir:
a) Sadece yirmi dinarı olan bir kimsenin, yarım
dinarı zekât olarak vermesi vâcibtir. Binâenaleyh biz, bu kimseye, o yarım
dinarını yirmidört parçaya (8x3 = 24) ayırmasını teklif etsek, o zaman, bu
parçalardan her biri, son derece küçük ve önemsiz bir miktar olur; böylece de,
önemli işlerde yarartanılamayacak derecede az bir hale gelir.
b) Şayet, bu
sekiz kısmı buluncaya kadar beklemek muteber olsaydı, o zaman sahabenin ileri
gelenlerinin, bunu nazar-t dikkate almaları, ona riayet etmeleri daha uygun
olurdu. Şayet durum böyle olsaydı, bu haber, Ömer İbnıTI-Hattâb'a, İbn Abbas'a,
Huzeyfe'ye ve diğer büyük sahabîlere ulaşmış olurdu. Bu da onlara ulaşmış
olsaydı, onlar böyle bir şeye muhalefet etmezlerdi. Onlar buna uymadıklarına
göre, biz bunun nazar-ı dikkate alınmayan bir şey olduğunu anlamış oluyoruz.
c) Şafiî
(r.h.)'den zekâtın nakledilmesinin, (başka bir beldeye götürülmesi) caiz olup
olmadığı hususunda iki ayrı görüş nakledilmiştir. Meselâ, zekât vermesi gereken
bir kimsenin herhangi bir köyde oturmakta olduğunu düşünelim. Orada, ne "mükâteb" bir köle, ne
gazi olan bir mücahid, ne âmil (zekât toplayıcı), ne müellefe-i kulûb'dan bir
kimse olmasın ve oraya hiçbir yolcu da uğramasın. O köyde de, tesadüf bu ya, borçlu
hiçbir kimse bulunmasın. Bu kimsenin,
zekâtla ilgili mükellefiyeti nasıl olacaktır? Şimdi biz kalksak,
"Bu kimsenin, zekâtını, bu grupları bulabileceği bir beldeye nakletmesi
için yolculuk yapması ona farzdır" dersek, bu âlimlerden hiçbirinin
söylemediği bir görüş olmuş olur. Biz, bundan böylesi bir mükellefiyeti
kaldırdığımızda, o zaman bizim görüşümüz doğru olur. İşte bu konuda bizim
söyleyeceğimiz bundan ibarettir. Allah
en iyi bilendir.
[59]
Bu mesele, bu sekiz
kısmın tarifi hususundadır. Fakir ve Miskinler
Birincisi ve ikincisi:
Birinci ve ikincisi fakirler ve yoksullardır. Bunların, gelirleri giderlerini
karşılamayan muhtaç kimseler olduğu hususunda şüphe yoktur Ama alimler,
bunları birbirinden ayırdetmek için ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olmak
üzere bazı âlimler, daha fazla muhtaç olan, fakirdir derken -ki bu Şafii (r.h.)
ve ashabının görüşüdür-; diğer bazıları da "daha muhtaç olan miskindir,
yoksuldur" demişlerdir ki bu da Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşüdür.
Bazıları da "fakirle miskin arasında bir farkın bulunmadığını, aynı
oldukları halde Allahu Teâlâ'nın onları
bu
iki vasıfla vasfettiğini söylemişlerdir ki bu da Ebu Yusuf ve Muhammed (r.h)'in
görüşü olup, Ebu Ali el-Cübbaî'nin tercihidir. Bu ihtilafın olumlu neticesi
şöyle bir meselede ortaya çıkar: Meselâ bir kimse (malının bir kısmını)
falancaya, fakirlere ve miskinlere vasiyyet etse, "Fakir, miskinden
başkasıdır" görüşünü benimseyenler, "Falancaya, o malın üçte biri
düşer" derler. "Fakirle miskin aynı kimsedir" diyenler de,
"Falanca"ya, o malın yarısı düşer" hükmünü verirler. Cübbaî
şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, fakir ve miskini, zekât hususundaki
durumlarını iyice kuvvetlendirmek, güven altına almak için, iki ayrı isimle
zikretmiştir. Çünkü bu sekiz kısım içinde aslolan, vazgeçilemiyecek olanlar,
fakir ve miskinlerdir. Hem, bunun diğer bir faydası da, diğerleri gibi değit,
sadakalardan buna iki hissenin verilmesidir. "
Bil ki bu ihtilafın
neticesi, sadakaların dağıtılmasında ortaya çıkmayıp, ancak "vasiyyef'le
ilgili hususlarda ortaya çıkar. Bu, mesela bir kimsenin, "Fakirlere (200),
miskinlere de (50) (dirhem) vasiyyet ediyorum.." demesi halinde, Şafii
(r.h.)'ye göre ikiyüzü, daha fazla muhtaç olana; Ebu Hanîfe (r.h.)'ye göreyse,
daha az muhtaç olana vermek gerekir.
Şafiî (r.h.)'nin delili şunlardır:
[60]
1) Allah Teâlâ, ihtiyaçlarını gidermek,
maslahatlarını görmek için, zekâtın, sadakaların bu sekiz kısma verileceğini
belirtmiştir. Bu, ilk başta sayılanın,
daha fazla muhtaç olan olduğuna delâlet eder.
Çünkü zahir olan durum, "ehemırTin mühimden önce getirilmesi
gerektiğidir. Baksana Ebu Bekr ve Ömer diye söze başlanır, Hz. Osman'ı Hz.
Ali'ye üstün görenler, onlardan bahsederlerken, "Osman..., Ali...; Ali'yi
Osman'dan üstün görenler, "Ali, Osman..." derler. Hz. Ömer, öğüt
verici olarak, yaşlılık ve İslâm kâfidir... " beytini terennüm etmiş ve
"Keşke şair, İslâm'ı yaşlılıktan önce zikretseydi" demiştir. Binâenaleyh,
ayette önce fakirlerle başlanınca, fakirlerin miskinlerden daha muhtaç olmaları
gerekir.
2) Ahmed İbn Ubeyd şöyle demiştir: "Fakir,
miskinden daha kötü durumda olandır. Çünkü Arapça'da, "fakir"
kelimesinin aslı mefkûr olup, bu da "Omurga kemiği dışarı çıkmış"
adam demektir. Sonra mefkur yerine fakîr denilmiştir. Zaten Arapça'da bu cari
olup, mesela matbûh yerine tabîh, mecruh yerine cerîh denilebilir.
Böylece fakirin
şiddetli bir ihtiyaç içinde olduğu halde, fakirliğinden ötürü yerinden
kalkamadığından bu adı almış olduğu sabit olur. Bu kötürümlük hali, onun
çalışıp çabalamak için hareket etmesine mani olur. Düşkünlükte, fakirlikte,
darlık içinde
bulunmada bundan daha fazlasının
düşünülemeyeceği malumdur, Dilciler Lebîd'in şu beytini nakletmişlerdir:
Ibnu'l-A'rabî bu
beyitteki "fakîr"in, omurgaları kırılmış kimse anlamına geldiğini, iş
göremez bir düşkün için bir darb-ı mesel olduğunu söylemiştir..
Fakirin, daha fazla
muhtaç olan kimse olduğunu, Cenâb-ı Hakkın, "O 3ün bazı yüzler
kasvetlidir.. Anlar ki, kendisine, bel kemiklerini kıracak (fakire) bir iş
yapılacakf" (Kıyame. 24-25) ayeti de delâlet etmektedir.. Cenâb-ı Hak bu
ayette fakire lafzını, belâ ve musibet nevilerinden en büyüğüne bir kinaye
tutmuştur.
3) Rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), fakirlikten (Allah'a) sığınarak, "Fakirlik, neredeyse küfür
olacaktı..."[61]'buyurmuş,
daha sonra da, "Allah'ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve
beni, miskinler zümresi içinde hasret"[62]
demiştir. Halbuki miskin, fakirden daha kötü durumda olan birisi olsaydı, o
zaman bu iki hadis birbiriyle çelişirdi. Çünkü (bu durumda), Hz. Peygamber
fakirlikten Allah'a sığınmış, sonra da, ondan daha kötü olan bir şeyi Allah'dan
istemiş olurdu. Ama biz. fakirin miskinden daha fazla muhtaç olduğunu söylersek,
o zaman bu iki hadis arasında kesinlikle bir tenakuz olmaz.
4) Bir kimsenin miskin olması, onun herhangi bir
mal sahibi olmasına mani değildir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gemiye gelince: O. denizde iş yapan
yoksullarındı.." (Kehf, 79) ayetidir. Cenâb-ı Hak bu ayette, epey miktar
altına denk olan gemisi olan bir kimseyi, miskin olmakla vasfetmiştir. Halbuki,
Allah'ın, kitabında herhangi bir insanın bir şeye mâlik olduğu halde, fakir
diye nitelendirdiğini görememekteyiz.
Eğer onlar,
"Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah ganîdir, siz
ise fakirlersiniz..." (Muhammet), 38)
ayetidir. Böylece Cenâb-ı Hak, bütün
insanları, birçok şeye sahip olmalarına rağmen, fakir olmakla
vasfetmiştir" derlerse, biz deriz ki:
Bu. zıddına daha uygun
düşer. Çünkü Allahu Teâlâ onları, kendisine nisbetle 'fakirler" olarak
nitelemiştir. Zira, Allah'ın dışında kafan herkes, AHah'a nisbetfe, katiyyetle
hiçbir şeye sahip değillerdir. O halde, bizim görüşümüz doğru olmuş olur.
5) Hak
Teâlâ'nın, "Yahut, bir açlık gününde yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir
yetime.. Yahud, toprakta sürünen bir yoksula (miskine)" (Beied, 14-16);
(*f.'J^> ^sN-fj1) ayetidir. Halbuki bu ayette şiddetli ihtiyacından dolayı
toprağa belenmiş, toprakta sürünen miskin, yani fakir murad edilmiştir. Binâenaleyh,
bu ayette geçen "miskin" kelimesini, "toprakta sürünen"
ifadesiyle kayıtlamak, bazan böyle olmayan bir miskinin bulunabileceğini
gösterir. Bu da ancak o kimsenin bir şeye malik olması halinde böyle olur. O
halde, bu o kimsenin miskin olmasının bazı şeylere malik olmasına mani
olmadığına delâlet eder.
6) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Fakir, hiçbir şey bulamayan muhtaç kimsedir..
Bunlar, ehl-i suffe, yani Mescid-i Nebt'nin sefasında kalan kimselerdir.
Bunlar, evleri barklan olmayan dörtyüz civarında müslümandı. Binâenaleyh fazla
yiyeceği bulunan her müslüman, yiyecek fazlasını akşam olunca onlara getirirdi.
"Miskinler" ise, gezip dilenen kimselerdir" Bu istidlalin özü
şudur: Ehl-i Suffe'nin alabildiğine fakir olduğu mütevâtir olarak bilinen bir husustur.
Binâenaleyh İbn Abbas, "fakirler"i ehl-i suffe olarak;
"miskinleri" de gezip dilenen kimseler olarak tefsir etmiş,
insanlardan herhangi birşey isteyemeyen muhtaç kimselerin durumlarının, muhtaç
olup da dilenenlerden daha güç olduğu sabit olduğuna göre, "fakir"in,
"miskin"den daha zor durumda olması gerektiği ortaya çıkmış olur
demiştir.
7)
"Meskenet", "sükûn" masdarından türemiştir. Binâenaleyh
fakir kimse, insanlardan dilenip, yardım istediğinde onların birşeyler
vereceğini anlayınca kalbi diner, korkusu ve acizliği zail olur. Bu kimsenin,
kendisine red ve men ile karşılık verildiğinde dineceği, sakinleşeceği,
kalbinin yatışacağı ve istemeyi tekrar edeceği için bu adı almış olması da
muhtemeldir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, temeskünü, yani miskinliği,
"başkasından isteme ve yalvarma"dan kinaye kılmıştır. Nitekim
Arapça'da,
yumuşayıp, boyun
eğdiğinde, denilir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, namaz kılan kimseye,ffmütevazi ve
huşu içinde ol" manasını kastederek demiş olması da bu manadadır. Böylece
bu, miskinin dilenen kimse olduğuna delâlet etmiş olur.
Bu sabit olunca biz
deriz ki: Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde "Onların mallanndan sâilin ve
mahrumun (yoksulun) da bir hakkı vardır" (Zânyat. 19) buyurmuştur.
Binâenaleyh bizim burada zikrettiklerimizle, "miskin"in, dilenen
kimse olduğu sabit olunca, "mahrum"un da, fakir kimse olması gerekir.
"Mahrum" kelimesinin, iyice mahrum olmayı ifade ettiğinde şüphe
yoktur. Böylece fakirin, miskinden daha kötü ve güç durumda olduğu sabit olmuş
olur.
8) Hz. Peygamber
(s.a.s) "Allahım, beni "miskin" olarak yaşat"[63]
buyurmuştur. Zahir olan odur ki, Allah Teâlâ O'nun
duasını kabul etmiş, O'nu bir miskin olarak öldürmüştür. Hz. Peygamber {s.a.s)
vefat ederken, bir çok şeye sahipti. Binâenaleyh bu, bir kimsenin
"miskin" olmasının, bazı şeylerin sahibi olmasına mani olmadığına
delâlet eder. "Fakir"e gelince, bu kelime daha fazla muhtaç olmayı
gösterir. Zira Hz. Peygamber {s.a.s) "Fakirlik
neredeyse
küfür olacaktı"[64]
buyurmuştur. Bununla, fakirliğin, miskinlikten daha ileri derecede olduğu sabit
olmuş olur.
9) İnsanlar,
tıpkı siyah ve beyazın birbirinin zıddı olması gibi, fakirlik ve zenginliğin
iki zıd şey olduğu hususunda ittifak etmişler, ama hiç kimse zenginlik ve
miskinliğin iki zıt şey olduğunu söylememiş; aksine onlar şeref ve meskenetin
birbirine zıd olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh herkese boyun eğen,
herkesten korkan, herkesin kötülüğüne katlanıp, cevap veremeyen, onlara
yalvarıp yakaran kimseler hakkında, insanlar "Falanca zillet ve
meskenetini ortaya koydu. O miskindir, âcizdir" derler. Ama
"fakir" kelimesine gelince, insanlar bunu zenginliğin zıddı manada
kullanmışlardır. Hal böyle olunca da onlar, (haksızlıklara karşı) boyun eğip
itaat gösterdiğinde ve karşı çıkmadığında, zengin olan kimseyi de bazen
"miskin" diye; yine boyun eğmekten ve zilletten uzak duran fakir
kimseyi de "şerefli, asit" diye tavsif ederler. Böylece fakirliğin,
malı bulunmama; miskinliğin de, zillet manasında olduğu sabit olur. Birincisi
malın bulunması manasına ters olup, ikincisi malın bulunmasına ters değildir.
10) Hz.
Peygamber (s.a.s), Mu'âz (r.a)'a zekat konusunda "Onu onların
zenginlerinden al, fakirlerine
ver"[65] demiştir.
Şayet, "miskin" daha fazla muhtaç manasına
olsaydı, o zaman Hz. Peygamber (s.a.s)'in "O zekatı, onların miskinlerine
ver" demesi gerekirdi. Çünkü daha mühim olanın zikredilmesi daha uygundur.
İşte yaptığımız bütün bu izahlar, "fakir"in "miskin"den
daha zor durumda olduğuna delâlet eder.
[66]
"Miskin"in,
"fakir"den daha zor durumda olduğunu söyleyenlerin delilleri de
şunlardır:
1) Bu
görüşte olanlar, "Yahut toprakta sürünen bir miskine.. "(Beied, 16)
ayetini deül getirmişler ve şöyle demişlerdir:
"Cenâb-ı Allah, bu ayette miskini, "toprağa belenmiş" diye
tavsif etmiştir. Bu da onun, son derece fakr-u zaruret içinde olduğuna delâlet
eder. Hem sonra Cenâb-ı Hak, yiyecek cinsinden verilecek keffâretlerin
miskinlere verilmesini emretmiştir. Halbuki, açlığı gidermekten daha büyük bir
ihtiyaç yoktur.
2) Bu görüşte olanlar bir çobanın şu şiirini
defil getirmişlerdir:
"Sağımlık
hayvanları kendi çoluk çocuğuna göre olan fakire gelince, efendi(si) ona (süt,
v.b) bir şey bırakmadı." Şair burada, sağımlık hayvanları olan kimseyi
"fakir" diye isimlendirmiştir.
3) Miskin, içinde istirahat edip sükunet
bulacağı bir evi olmadığı için, bulduğu yerde yatan ve istirahat eden kimsedir.
Bu da "miskin"in son derece sıkıntı ve güçlük içerisinde bulunduğuna
delâlet eder.
4) Onlar,
Esmâî ve Ebu Amr b. el-Alâ'nın şöyle dediklerini nakletmişlerdir: "Fakir,
yiyeceği olan; miskin ise, hiçbirşeyi bulunmayan kimsedir." Yunus da:
"Fakir, kendisine yetecek kadar birşeyleri bulunan; miskin ise, hiçbirşeyi
olmayandır" demiştir. Ben de, bir bedeviye: "Sen fakir misin?"
diye sorduğumda: "Yok, vallahi daha da beterim, miskinim" cevabını
verdi.
[67]
Bu görüşte olanların,
zikrettikleri ayete tutunmalarına şöyle cevap verilir: Biz, o ayetin, bizim
lehimize bir delil olduğunu beyan etmiştik. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ayette
bahsedilen "miskin"i, "toprağa belenmiş" diye tavsif edince
bu, bazan böyle bir sıfatta olmayan bir miskinin de olabileceğine delâlet etmiş
olur. Aksi halde bü kaydın (sıfatın), bir hikmeti olmaz. Onların, "Allah
keffaretlerde vacib olan yiyeceği miskinlere ait kılmıştır" şeklindeki
görüşlerine karşı deriz ki: "Evet, Allah Teâlâ, (keffarette yedirilmesi
gereken) o yiyeceğin, "toprağa belenmiş" sıfatına sahip miskin için
olacağını söylemiştir. Bu, Allah'ın o keffaretin, mutlak manada miskine
verilmesini vacib kıldığına delâlet etmez.
Bu görüşte olanların,
bir çobanın şiiri ile istidlallerine de şöyle cevap verilir: "O, şu anda
fakir olan bu kimsenin, daha önce sağımlık hayvanları olduğunu, ama efendisinin
kendisine birşey bırakmadığını söylemektedir. Binâenaleyh niçin şöyle denilemesin:
Onun sağımlık hayvanları vardı. Ama efendisi, kendisine hiçbirşey bırakmayınca,
artık fakir olarak tavsif edildi.
Onların, "Miskin,
evi bulunmadığı için, bolduğu yerde yatıp istirahat eden kimsedir"
şeklindeki görüşlerine de şöyle cevap verilir: Aksine miskin, dilenmede ısrar
eden ve insanların peşinde dönüp dolaşan kimsedir. O, ya insanlar onu kovup
ittiklerinde bile, onlardan uzaklaşmadığı için; yahut da, çok isterse,
insanların kendisini boş çevirmeyeceklerini bildiği için, kalbi sükûnette ve rahat
olduğu için, bu ismi almıştır.
Onların Ebu Amr ve
Yunus'dan rivayet ettikleri hususlara gelince, bu da, İmam Şafiî ve
İbnü'l-Enbarî'nin sözleri ile çelişki teşkil, eder. Hem sonra
Kaffâl^Tefsİr'inde, Cabir b. Abdullah (r.a)'ın şöyle dediğini nakletmiştir:
"Ayette bahsedilen fakirler, muhacirlerin fakirleri; miskinler de, hicret
etmemiş olan müslümanlardır."
Hasan el-Basrf'den de
şu nakledilmiştir: "Fakir, evinde oturup bekleyen; miskin ise dilenmek
için koşuşturandır."
Mücahid: "Fakir,
istemeyen; miskin ise isteyen (dilenen) yoksuldur" derken; Zührî:
"Fakir, utandığından dilenmek için çıkamayan yoksul; miskin ise dilenen
yoksullardır" demiştir. Allah'a dua eden hocamtz[68]der
ki: "Bütün bu görüşler, fakirin, dilenmeyen; miskinin ise dilenen yoksul
olduğu noktasında birleşmektedir. Binaenaleyh kim dilenirse, birşeyler bulur.
Bu sebeple miskin, İhtiyacı ve mağduriyeti daha az olan olmuş olur."
Üçüncü kısım: "Zekât işinde çalışanlar"
fıkrasının ifade ettikleridir.
Bunlar, zekat
toplamakla görevli memurlardır. Bunlara, yaptıkları iş nisbetinde ücret
verilir. Bu, İmam Şafiî (r.h) ile Abdullah b. Ömer (r.a) ve İbn Zeyd'in
görüşüdür. Mücahid ve Dahhak, "Bunlara zekatın sekizde biri verilir"
demişlerdir. Ayetin lafzının zahiri Mücahid'den yanadır. Fakat İmam Şafiî şöyle
der: "Bu, yapılan işin ücretidir. Binâenaleyh, işe göre ayarlanmalıdır.
Doğrusu şudur: Haşim ve Beni Muttalib kabileleri mensuplarının, azadlılarının
zekat malından birşeyler alabilmeleri için, zekat memurları olmaları caiz
değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Ebu Râfî'yi, zekat toplamak için
görevlendirmek istemiş ve "Bir kavmin mevlalannın (azadlılannın) da
onlardan sayıldığını bilmiyor musun?" demiştir. Allah Teâlâ, 'Ve onun
(zekatın) üzerine memur olanlar" buyurmuştur. Çünkü alâ edatı velayet (idare,
himaye) manası
ifade eder. Nitekim bir kimse bir şehrin
valisi olduğu zaman, "Falanca, falan belde üzerinde idarecidir"
denilir.
[69]
Dördüncü kısım,
"Kalbleri alıştırılmak istenenler..." kelimesinin
ifade ettiği
kimselerdir. İbn Abbas (r.a): "Bunlar, her kabilenin asilzadelerinden
meydana gelen bir topluluktur. H2. Peygamber (s.a.s), Huneyn Günü bunlara
zekattan vermiştir. Hepsi onbeş kişi olup, şunlardır: Ebu Süfyan, Akra b.
Habis; Uyeyne b. Hısn; Huveytıb b. Abduluzza, ÂmiroğuMartndan Sehl b. Amr,
Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr el-Cühenî, Ebu's-Senâbil, Hakîm b. Hizam, Malik
b. Avf, Safvan b. Ümeyye, Abdurrahman b. Yerbû, Ced b. Kays;Amr b. Mirdâs ve
Alâ b. ei-Haris. Hz. Peygamber (s.a.s), bunlardan herbirine yüz deve vermiş ve
böylece onları İslâm'a celbetmek istemiştir. Fakat Abdurrahman b. Yerbû'a elli
deve, Hakîm b. Hizâm'a yetmiş deve verince, bu: "Ya Resufallah, ben hiçbir
insanı senin bu bağışına benden daha lâyık görmüyorum" dedt. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.s), ona on tane deve daha verdi. O yine istedi. Peygamber
(s.a.s), ona on tane deve daha verdi. O yine istedi, Peygamber (s.a.s) yine
verdi. Böyle böyle deve sayısı yüze ulaştı. Daha sonra o: "Ya Resuîallah,
senin tarafından bana ilk defa verilip de benim yeterli bulmadığım mı daha
hayırlı, yoksa yeterli bulduğum şu miktar mı daha hayıriı?" dedi. Hz.
Peygamber (s.a.s) de: "Senin yeterli bulmadığın..." dedi. Bunun
üzerine Hakîm: "Allah'a yemin olsun ki, o miktardan fazlasını
almayacağım" dedi" demiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hakîm öldüğü
zaman, Kureyş içinde en çok malı olan kimse idi. Bu atıyyeleri onlara vermek,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e ağır gelmişti ama O, onları bununla İslam'a
ısındırmıştı.
Musannif (Râzî) (r.h)
şöyle der:"Bu atıyyeier ve hediyeler Huneyn Günü olmuştur. Bunların
zekatlarla ilgisi yoktur. Ben, İbn Abbas (r.a)'ın bu hadiseyi, niçin bu ayetin
tefsiri sadedinde zikrettiğini bilmiyorum. Belki de onun bundan kastı,
mallardan bir kısmının müelleferi kulûba verilebileceğini anlatmaktır. Ama bu
hadisenin, zekatın müellefe-i kulübe verilmesi hususunda bir tefsir olarak
zikredilmesi, İbn Abbas (r.a)'a uygun düşmez.
Kaffâl: "Ebu
Bekr(r.a), irtidâd hadiseleri günlerinde, gerek kendisinin, gerekse kavminin
zekatlarını toplayıp getiren Adiyy b. Hâtim'e mal vermiştir" diye
nakletmiş ve şöyle demiştir: "Maksad, devlet başkanı (olan Hz. Ebu
Bekr'in) müellefe-i kulûb vasıtasıyla zenginlerin zekatlarını
toplamasıdır."
Vahidî: "Allah
Teâlâ müslümanları, müşriklerin kalblerini İslam'a ısındırmaktan (yani
müellefe-i kulûbtan) artık müstağnî kılmıştır. Binaenaleyh İslam devlet
başkanı, müslüman oldukları takdirde, müslümanlara fayda verecek olan bir
topluluğun kalbini İslam'a ısındırmak isterse (yani onlara müellefe-i kulûb
olarak davranırsa), bu caizdir. Çünkü
malların zekatından, müşriklere
birşey vermek caiz
değildir. Fakat
müşriklerden müellefe-i kulûb olanlara gelince, onlara
zekaca demiştir. Ben derim ki: Vahidî, "Allah, müslümanları art-İslâm'a
ısındırmaktan müstağni kılmıştır" sözünü, Hz. Peygamoe zekattan pay ayırıp
verdiği zannını gidermek için söylemiştir. Fakat biz kesinlikle böyle olmadığını beyan ettik.
Hem sonra ayette,
"müellefe-i kulûb"un müşrikler olduğuna delâlet eden herhangi birşey
yoktur. Aksine Cenâb-ı Hak, "Kalbleri alıştırılmak istenenler buyurmuş
olup, bu, müslim- gayr-ı müslim hakkında umumi bir ifadedir.
Doğrusu şudur: Bu
hüküm, mensûh değildir. İslâm devlet başkanı bu özellikte birtakım kimselerin
kalblerini İslam'a ısındırmak için, onlara zekattan müellefe-i kulübün
hissesini verebilir. Çünkü, bu hükmün neshedildiğine dair hiçbir delil yoktur.
[70]
Beşinci kısım,
ayetteki rikab (köleler, esirler) kelimesinin anlattığı kimselerdir. Zeccâc
şöyle demiştir; "Bu ifadede hazif bulunup, takdiri "köle
azadında..." şeklindedir. Bu ifadenin tefsiri, Bakara suresinde (Bakara,
177) ayetinin tefsirinde uzunca geçmişti. Bu ifadenin tefsiri ile ilgili olarak
şu görüşler var:
Birinci görüş:
Kölelerin zekattan hissesi, bu hisse ile azâd edilsinler diye, mükâteb köleler
için ayrılır. Bu, Şafiî (r.h)rnin ve Leys b. Sa'd'in içtihadıdır. Bunlar İbn
Abbas (r.a)'dan rivayet edilen şu ifade ile istidlal etmişlerdir: O, bu ifade
ite ilgili olarak: "Allah bununla mükâteb köleleri kastetmiştir"
demiştir. Bu tefsir, "Onlara fyani mükâteb kölelere), Allah'ın size
verdiği maldan verin" (Nur, 33) ayeti ile kuvvetlenir.
İkinci görüş: İmam
Malik İmam Ahmed ve İshak (b. Râhûye'nin) görüşü olup bunlara göre, zekattan
kölelere ait olan bu hisse, köle azadı için ayrılır ve harcanır. Bununla, köle
satın alınıp âzâd edilir.
Üçüncü görüş: İmam Ebu
Hanîfe'nın talebelerinin,Sa'îd b. Cübe/r'in ve en-Nehâî'nin görüşü olup buna
göre, zekat parası ile bir köle tamamen azad edilemez. Ancak o zekattan köleler
için bir pay ayrılır ve bundan mükâteb köle de istifade eder. Çünkü ayetteki,
"köleler" kelimesi, o kölenin bunda bir payının bulunmasını
gerektirir, ama onun bu hususta tam hisse sahibi olmasına ters düşer.
Dördüncü görüş:
Zührî'nin görüşü olup, buna göre, kölelerin zekattaki payları
ikiye ayrılır: Yarısı müslüman mükâteb köleler
içindir. Diğer yarısı ile de namaz kılan, oruç tutan ve daha önce müslüman
olmuş olan kölelerden satın alınır ve azâd edilirler.
Alimlerimiz şöyle
derler: Kölelere âit zekattaki hisse ile ilgifi ihtiyatlı olan, mükâteb kölenin
müsaadesi ile, bu hissenin efendisine verilmesidir. Bunun delili şudur: Allah
Teâlâ, önceden zikredilmiş olan dört grup için zekatı lâm-ı temlik ile
vermiştir. Bu
"Sadakalar ancak fakirlere..."
ifadesidir. Cenabı Hak, kölelerden bahsederken bu lam harf-i cerrinin (lâm-ı
temlikin-malikiyyeti gösteren lâm'ın) yerine fî harfi cenini getirerek
buyurmuştur. Binâenaleyh
bu farkın mutlaka bir hikmetinin olması gerekir. O
hikmet de şudur: Daha önce zikredilen o dört grup insana, üzerinde istedikleri
gibi tasarruf edebilsinler diye, zekattan alacakları hisseleri, bizzat
kendilerine verilir. Ama kölelerin zekattan hisseleri, boyunlarının kölelikten
kurtulması için ayrılır. Dolayısıyla o hisse onların kendilerine verilmez ve
onlar o hissede istedikleri gibi tasarrufta bulunamazlar. Aksine bu hisse,
onlar için ödenmek suretiyle, kölelikten kurtulmaları için harcanır.
Borçlular hakkındaki
hüküm de böyledir: Bunların zekattan alacakları pay, kendilerine verilmeyip,
borçlarının ödenmesi için kullanılır. Gaziler, Allah yolunda savaşa gidenler hakkındaki
hüküm de böyledir: Onların zekattan-alacakları o hisse, savaşta ihtiyaç
duyacakları şeylerin tedarik ve hazırlığında kullanılır. Yol oğulları yani,
yolda kalmış olanlar hakındaki hüküm de aynıdır. Netice olarak deriz ki: İlk
dört grup hakkındaki hüküm şudur: Bunların zekattan alacakları mal bizzat
kendilerine verilir ve bunlar o hissede (malda) istedikleri gibi tasarrufta
bulunabilirler. Ama son dört grup hakkındaki hüküm şöyledir: Bunların zekattan
alacakları mal, bizzat kendilerine verilmez, aksine zekattan pay almalarına
sebep olan özelliklerine göre muteber ihtiyaçlarına harcanır.
[71]
Altıncı kısım:
Ayetteki gârimîn kelimesinin anlattığı kimselerdir. Zeccâc şöyle der:
"Arapça'da garm kelimesinin asıl manası, güç bir şeyi üstlenmektir. Geram
kelimesi de, devamlı olan azab manasınadır. Aşk'a da, meşakkatli ve devamlı
olduğu için, "garam" denilmiştir. Birisi, kadınlara düşkün olduğu
zaman, bu kökten olarak,
denilir. Borç da,
insana zor gelip, insan ödemediği sürece ondan
kurtulamadığı için, 'garâm" diye adlandırılmıştır. Binâenaleyh
ayetteki, "gârimîn" -kelimesi ile borçlular kastedilmiştir. Buna göre
diyoruz ki: Eğer borç bir günah sebebiyle meydana gelmiş ise, o. bu ifadenin
hükmüne girmez. Çünkü ayette bahsedilen hisse, yardım maksadıyla verilir. Günah
ise, yardımı gerektirmez. Eğer borç bir günah sebebiyle meydana gelmemiş ise,
bu durumda o iki çeşittir:
a) Zaruri
nafaka {geçim) veya bir maslahattan (ihtiyaçtan) dolayı meydana gelmiş olan
borçlar.
b) Diyet ve
insanların arasını ıslah bulma sebebi ile doğan borçlar. Bunların ikisi de ayetin hükmüne dahildir.
el-Esamm, Tefsir'inde
şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) ceninin (ana karnındaki
çocuğun) diyeti hususunda, köle azâd edilmesine hükmedince, âkile (yani
cezalının akrabaları), "Ya Resulallah, bizim hiç kölemiz yok"
dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), o gün (toplanmış) zekat malları
üzerinde görevli olan Hamd b. Mâlik b. en-Nâbiğa'ya, "Müslümanların
zekatlarından, bir köle azad ederek, onlara yardımcı oV buyurmuştur.
Yedinci kısım: Ayette
"Allah yoluna "diye geçmekte olup müfessirler Cenâb-ı Hakk'ın bu
tabirle gazileri (savaşa gidenleri) kastettiğini söylemişlerdir. Şafii (r.h):
"Savaşa gidenler, zengin de olsalar, zekat alabilirler" demiştir. Bu aynı
zamanda, İmam Malik, İshak ve Ebu Ubeydin görüşüdür.
Ebu Hanîfe ve iki
arkadaşı (yani, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) (r.h) ise: "Savaşa
gidenler, ancak muhtaç İseler, zekattan alabilirler" demişlerdir.
Bil ki, "Allah
yolunda" tabirinin zahiri, bu hükmün savaşan müslümanlara (mücahidlere)
hasredilmesin i gerektirmez. İşte bundan dolayı Kaffâl, Tefsiri'nde bazı
fakihlerin, ölülere kefen alıp onları kefenleme, kaleler yapma, mescidleri bina
ve imar etme gibi hayır işlerine zekat mallarının harcanabileceğini söylediklerini
nakletmiştir. Çünkü ayetteki, "Allah yolunda" tabiri böyle olan
herşey hakkında umûmî bir ifadedir.
Sekizinci kısım:
Ayetteki "yolcular" tabirinin anlattığı kimselerdir. Şafif r.h) şöyle
der: "Zekata müstehak olan yolcu günah için olmayan bir yolculuğa niyetlenip
de, bu yolculuğunu, herhangi bir yardım olmadığı takdirde yapamayacak olan
kimsedir." Alimlerimiz, kendi beldesinden, bir ihtiyaçtan dolayı yolculuğa
çıkmaya niyetlenen kimseye, zekattan hisse verilmesinin caiz olduğunu
söylemişlerdir. Bu sekiz kısım ile ilgili izahımız bundan ibarettir.
[72]
Bu mesele, o sekiz
kısımla ilgili hükümler hakkındadır:
[73]
Birinci hüküm:
Alimler, ayetteki "sadakalar" tabirine, farz olan zekatın girdiği
hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü farz olan zekata da, "sadaka"
ismi verilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların mallarından sadaka al"
çrevbe, i3) buyurmuştur. Hz.
Peygamber (s.a.s)
de,
"Beşten daha az
devede ve beş vesakîan (ölçekten) daha az malda sadaka yani zekat yoktur"[74]
buyurmuştur.
Fakat âlimler,
"sadakalar" ifadesine nafile olan (farz olmayan) sadakaların dâhil
olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları,
onların da bu ayetin hükmüne girdiğini söylemiş ve "Çünkü
"sadaka" kelimesi, aslında nafile olanlara hastır. Binaenaleyh biz bu
kelimenin içine, farz olan zekatı dahil ettiğimize göre, nafile olan sadakalar
buna haydi haydi girer ve bunun sağladığı netice şudur: Bütün sadakaların
verileceği yerler de sadece bunlardır" demişlerdir. Doğruya en yakın olan,
bu ayetteki "sadakalar" İle, farz zekatların kastedilmiş olmasıdır.
Bunun delilleri şunlardır:
a) Allah
Teâlâ, bu sadakaların lam-ı temlik ile, sekiz kısım için olduğunu bildirmiştir.
Bu grupların mülkü olan sadaka ise, farz olan zekatlardır
b) Ayetin
zahiri, sadakaların verildiği kimselerin, sadece bu sekiz kısım insan olduğuna
delâlet eder. Halbuki ayetin ifade ettiği bu hasr, ancak ayetteki
"sadakalar"!, farz olan zekatlar manasına hamlettiğimizde doğru olur.
Fakat eğer buna nafile sadakaları da sokacak olursak, bu hasr manası doğru
olmamış olur. Çünkü nafile sadakaların, mescidlerin, hanların, kalelerin,
medreselerin, okulların yapım ve imârına, ölülerin kefenlenmesi ve teçhizine ve
diğer hayırlara harcanması caizdir.
c) Ayetteki,
"Sadakalar... ancak fakirlere mahsustur" ifadesi, sözün o manaya
gelebilmesi için, ancak o sadakaların ve kısımlarının daha önce zikredilmiş
olmaları halinde güzel olur. Daha önce kendilerinden bahsedilen ve izah edilen
sadakalar ise, farz olan sadakalardır. Dolayısiyle, ayetteki
"sadakalar"\ bu manaya hamletmek gerekir.
[75]
İkinci hüküm: Bu ayet
zekatın alımını ve dağıtımını, İslam devlet başkanı veys onun tarafından
görevlendirilecek birisinin üstleneceğine delâlet eder. Bunun delil Hak
Teâlâ'nın zekatı toplamakla görevli olanlara da, zekat mallarından bir pay
ayırmış olmasıdır. Bu da, zekatın ifasında mutlaka bir görevlinin bulunması
gerektiğine delâle-eder, O görevli ise, devlet başkanının kendisini zekat toplamak
için tayin ettiğ kimsedir. Şu hatde bu nass, zekatları imâmın (devlet
başkanının) alıp topiayacağıra delâlet eder. Bu husus, "Onların
mallarından sadaka a/"(Tevbe,ıo3)ayeti île de kuvve" kazanır. Bundan
dolayı mal sahibinin, bâtını (herkesin bilmediği) mallarının zekatın,
kendisinin vermesinin caiz oluşu, ancak başka bir delil ile anlaşılmıştır.
Bunun böyle olduğunu isbat hususunda, "Onların mallarında sâilin
(dilenenin) ve mahrumun (iffetinden dolayı dilenemeyenin) bir hakkı
vardır" (Zanyaı 19) ayetine tutunmak da mümkündür. Buna göre bu
"hak", hem sailin hem de mahrumun olduğuna göre, mal sahibinin bunu o
mahruma (dilenmekten utanana) doğrudan doğruya vermesinin caiz olması gerekir.
[76]
Üçüncü hüküm: Ayetin
nassı, zekat memurunun, zekat malında bir hakkı bulunduğuna delâlet etmektedir.
Fakat alimler, imamın (devlet başkanının) da zekatta bir hakkı (hissesi) olup
olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler, onun böyle bir hakkı
olduğunu kabul ederek, "Çünkü zekat memuru, bu işi imamın tayin ve desteği
ile yapabilmiştir. Binâenaleyh gerçekte "âmil" yani zekatı
toplayan,imamtn (devlet başkanının) kendisidir" demişlerdir. Bazıları da
bunu kabul etmeyerek: "Ayet, zekat mallarının bu sekiz sınıf insana has
olduğunu göstermektedir. İmam ise bu sekiz sınıfın dışındadır. Binâenaleyh
bundan ona verilemez" demişlerdir.
[77]
Dördüncü hüküm:
Alimler, zekat memurunun zengin bir kimse olması halinde (topladığı) zekattan
bir hisse alıp alamayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir: Hasan el-Basri,
"onun, ancak ihtiyaçlı olması halinde bu maldan alabileceğini"
söylemiş; diğer âlimler ise, "zengin de olsa, onun bundan bir hisse
alabileceğini, çünkü onun bunu, yaptığı işin bir karşılığı olarak aldığım"
söylemişlerdir.
Ulemâ, bu payın
miktarı hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bazıları onun, zekat malındaki
payının "sekizde bir" olduğunu, çünkü Allah Teâlâ'nın zekatı sekiz
kısım kimseye taksim ettiğini, bundan dolayı zekat memurunun payının da sekizde
bir olarak belirlenmesi gerektiğini ve bunun tıpkı, bir kimsenin, malını sekiz
kimseye vasiyet
etmesi halinde, onlardan herbirine, o
maldan sekizde bir hisse düşmesi tarzında olduğunu söylemişlerdir. Ekseri
alimler ise, zekat memurunun hissesinin, o zekatı toplayıp bir araya getirirken
yapmış olduğu mesai ntsbetinde olacağını söylemişlerdir.
Beşinci hüküm:
Alimler, zekat mallarının bu sekiz kısım kimsenin dışında kalanlara
verilemiyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat onlar, bu zekatın, o sekiz
gruptan sadece bazısına verilip verilemiyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu iki meselenin delilleri daha önce geçmişti. Fakat biz, zekatın o kısımlardan
sadece bazılarına verilebileceğini söylediğimizde, bu ancak âmilin (zekat
memurunun) dışındakiler hakkındadır. Fakat bütün zekatın, (bu sekiz sınıftan,
başka hiçbiri bulunmaksfzın), zekat memuruna verilmesi, ittifakla caiz
değildir.
Altıncı hüküm:
Zamanımızda ne zekat memuru vardır, ne de müellefe-i kulûb. Binâenaleyh zekatla
ilgili geriye altı sınıf bulunmaktadır. Evlâ olan, Şafiî'nin dediği gibi,
zekatı bu altı sınıfın hepsine vermektir. Çünkü en ihtiyatlı davranış budur.
Ama bu yapılamıyorsa, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, diğerleri (yani
bulunanlar) kifayet eder.
Yedinci hüküm:
Ayetteki, "Fakirlere ve yoksullara" tabirinin umumi oluşu, kâfir ve
müslüman (fakir ve yoksulları) içine alır. Fakat hadisler, zekatın ancak
müslüman olan fakir, yoksul ve diğer zekat alabileceklere verilebileceğine
delâlet etmektedir.
Bil ki Allah Teâlâ, bu
sekiz sınıfı zikredip onların durumlarını iyice anlatınca, "Allah'dan bir
farz olarak" buyurmuştur. Zeccâc, fariza ifadesinin, te'kîd olarak mansûb
olduğunu söylemiştir. Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın, ifadesi,
tıpkı, "Allah sadakaları, onlara kendisinden bir
farz
olarak farz kılmıştır"
takdirindedir. Bunun bu manada oluşu da, âdeta, ayetin zahirine muhalefet etmekten
bir men' ve
zecr içindir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'den,
"Cenâb-ı Hak. ne mukarreb bir meleğin ne de
mürse! bir nebinin, zekâtın dağıtımını üstlenmesine razı olmadı. İşte bundan
dolayı da. zekâtın dağıtımını bizzat kendisi üstlendi" dediği rivayet
edilmiştir. Bütün bu vurgulu ifadelerin kullanılmasının maksadı, zekâtın bu sekiz kişinin dışındakilere verilmesinin haram olduğunu
göstermektedir..
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, maslahatların
miktarlarını en iyi bilendir" ve "yalnız en
doğru ile en uygun olan hükmü veren bir hakîmdir" demektir. Allah en iyisini bilendir.
[78]
"Yine o
münafıkların içlerinde öyle kimseler vardır ki, peygambere ezâ eder, incitirler
ve: "O, her söyleneni dinleyen bir kulaktır" derler. De ki: "O,
sizin için bir hayır kulağıdır, Allah'a inanır, mü'minler(in sözün)e inanır,
içinizden iman edenler için de bir rahmettir O. Allah'ın Resulünü incitenler
(yok mu?)
En acıklı azâb onlarındır"
(Tevbe. 61).
Bil ki bu,
münafıkların cehaletinin bir başka çeşididir. Zira onlar, ta'n ve tenkid etmek
amacıyla, Allah'ın Resulü hakkında, "O, bir kulaktır" demişlerdir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[79]
A'meş'ın ve
Abdurrahman'm Ebu Bekr'den, Ebu Bekrin de, Asımdan yaptığı rivayete göre Âsim:
"Eğer o, sizin dediğiniz gibi ise, bir kulaktır. Sizin için hayırlı olan
kulak,
sizin söylediğiniz şeyleri kabul eder ve
o, sizi tasdik eder. O, sizin için, sizi yalanlamasından daha hayırlıdır "
manasında olmak üzere, her
iki kelimeyi de merfû
ve tenvinli olarak şeklinde okumuştur. Diğer kıraat imamları ise izafetle
şeklinde okumuşlardır ki bu: "O, şerrin kulağı değil,
hayrın kulağıdır " anlamındadır. Nâfi, Kur'an'ın
her yerinde, zât harfinin sükûnu ile üzn şeklinde okurken; diğer kıraat
imamları zâlın dammesiyle üzün diye okumuşlardır ki bu.tıpkı unk veya unuk
(boyun), zufr veya zufur (tırnak) kelimeleri gibi, iki kullanış şeklidir..
[80]
İbn Abbas (r.a) şöyle
demektedir: "Bir grub münafık, Hz. Peygamber'i, (O'na) yakışmayan sözlerle
yadetmektey-
diler. Mesela
bazıları: "Yapmayınız, zira biz, söylediğimiz
şeyin, onun kulağına varacağından endişe ediyoruz
" dediklerinde, Cülas İbn Suveyd: "Tam aksine biz, dilediğimizi
konuşur, sonra da ona gider: "Biz söylemedik!"
diye yemin ederiz, o da bizim sözümüze inanır. Zira
Muhammed, ancak dinleyen, her söyleneni dinleyip kabul eden bir
kulaktır!.." deyince, işte o zaman bu ayet-i kerime nazil oldu. "
Hasan el-Basrî de
şöyle demiştir; "Münafıklar, "Bu adam sadece (dinleyen) bir kulaktır.
İsteyen onu dilediği yere çevirir. Onun bir kararlılığı, azmi bulunmamaktadır
" diyorlardı'.'
Esamm da şunu rivayet
etmiştir: "O münafıklardan birisi kavmine: "Eğer, Muhammed'in
söylediği hak ve gerçek ise, biz, eşekden daha adi ve kötüyüz" deyince,
karısının oğlu bunu duydu ve: "Vallahi o, gerçektir; vallahi sen, kendi
eşeğinden daha şerli ve kötüsün..." dedi. Sonra da, bu sözü Hz. Peygamber
(s.a.s)'e ulaştırdı. Bunun üzerine o münafıkların bir kısmı: "Muhammed
ancak, (her şeyi dinleyen) bir kulaktır. Şayet sen onunla karşılaşır da, bunu
söylemediğine dair yemin edersen, o seni tasdik edip sözünü doğrular "
deyince, bu ayet, işte onun o sözünü nakletmek üzere nazil ofdu." Bunun
üzerine, o sözü Hz. Peygamber'e ileten kimse: "Ya Resûlallah, ben de
bundan önce müslüman olmamıştım. Şüphesiz, bu delikanlının, benim katımdaki
değeri büyüktür. Allah'a andolsun ki, ona teşekkür borçluyum" dedi. "
Daha sonra Esamm, sözüne devamla şöyle der: "Allah, peygamberi için bir
hüccet ofsun ve o münafıklar, yaptıklarından vazgeçsinler diye, münafıkların
saklamış olduğu çeşitli küfürlerini ortaya koyarak, (bir ayetinde),
"içlerinden sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayacaklar da
var..." (Tevbe58); peşinden, "(Yine o münafıkların) içlerinde öyle
kimseler vardır ki, peygambere eza ederler..." (Tevt». 6i); daha sanra da,
"İçlerinden kimi de Allah'a şöyle ahdetmişti..."(jevbe, 75) buyurmuş,
bunların dışmda da, gayble ilgili olan diğer haberleri muhtelif ayetlerinde
bildirmiştir. Bütün bunlarda, O'nun Allah katından gönderilmiş gerçek bir nebi
olduğuna dair deliller bulunmaktadır.
[81]
Bil ki Allah Teâlâ,
münafıkların içinde Hz. Peygamber'e eziyyet verenler olduğunu anlatmış, sonra
da bu eziyyet
vermeyi, onların,
Hz. Peygamber'e "Bu,
ancak bir
kulaktır " şeklindeki sözleriyle beyan etmiştir.
O münafıkların, bu sözleriyle kastettikleri. "O peygamberin zekâsı yoktur,
anlayışı kıttır... kalbi saf ve duyduğu her şeye de çabucak inanandır"
şeklindeki bir manadır. İşte bu sebepten dolayı münafıklar Hz. Peygamber'i
"O, bir kulaktır" diye vasfetmişlerdir. Bu tıpkı, "casus"a,
"ayn" (göz) adının
verilmesine benzer. Nitekim Arapça'da,
"Falanca, üzerimize bir göz, casus, gözleyici kılındı "
denilir. Yani,
"İşlerimizi iyiden iyiye araştıran
bir casus kılındı" manası kastedilir. İşte burada da böyledir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların bu sözüne, "De ki: "O. sizin için
bir hayır kulağıdır" diyerek cevap verdi. Bu
tabir "Farzediniz ki, o bir kulak olsun. Ancak ne var ki o, sizin için
daha hayırlıdır " takdirindedir. Hak Teâlâ'nın üzünü
(hayr) tabiri tıpkı "Falanca, sadık ve doğru bir
adam: âdi! bir şâhiddir" denilmesi gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz.
Peygamber'in hayırlı bir kulak olduğunu,
"Allah'a inanır,
mü'minlerin sözüne
inanır.. içinizden iman edenler için de bir rahmettir o" ayetiyle beyan
etmiştir. Cenâb-ı Hak bu üç şeyi, Hz. Peygamber'in "hayır kulağı"
olmasının gerekçesi gibi kılmıştır. Öyleyse biz, bunların bu hayırlılığı nasıl
gerektirdiğini beyan etmeye çalışalım:
Birincisi: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Allah'a inanır" tabiridir. Çünkü, Allah'a iman eden herkes,
Allah'dan ittikâ eder. Altah'dan korkan ise, bâtıl şeyler sebebiyle eziyyet
etmeye yönelmez.
[82]
İkincisi:
"Mü'minlere inanır " buyruğudur. Bu "O peygamber, mü'minlerin
sözlerini kabul eder" demektir. Bu da, "O mü'minler, bir görüş
üzerinde ittifak ettiklerinde, Hz. Peygamber onların o görüşünü kabul
eder" anlamında olup, bu onun kalbinin anlayışsız saf ve çabuk aldanan
olmasına mânidir.
.,
Buna göre şayet,
yü'minu fiili niçin, Lafzatuüah'la birlikte kullanıldığında bâ harf-i cerriyle;
"mü'minîn" kelimesiyle kullanıldığında da, lâm harf-i cerriyle
müteaddi olmuştur?" denilirse biz deriz ki:
Lafzatullah'a taalluk
eden imandan maksat, küfrün zıddı olan tasdik olduğu için bâ harf-i cerriyle;
mü'minlerle ilgili olan iman lafzının manası da, onlan dinlemek ve harf-i
cerriyle müteaddi
olmuştur.. Bu,
tıpkı "Sen bize inama
değilsin" (Yusuf, i7)"Musa'ya kavminin gençlerinden başkası iman
etmedi" "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken, sana iman eder
miyiz?" (Şuâra.m) ve "Ben size izin yermeden siz ona iman ettiniz
ha!" (şuara.gayetlerinde olduğu gibidir.
Üçüncüsü
"İçinizden iman edenler için de bir rahmettir o..." buyruğudur. Bu da
hayırlılığı gerektirir. Zira bu, "O peygamber, sizin işlerinizi, zahire
göre yerine
getirir. İçinizdekileri iyice araştırmaz
ve sırlarınızı ortaya koyma hususunda gayret göstermez" demektir.
Binâenaleyh, bütün bu üç vasıftan herbirinin, Hz. Peygamber'in bir hayır kulağı
olmasını gerektirdiği kesinleşir. Cenâb-ı Hak bunun, bir hayır ve rahmet sebebi
olduğunu beyan buyurunca, O'na eziyyet eden herkesin, elîm bir azaba dûçâr
olacağını da beyan etmiştir. Çünkü o peygamber o münafıkların son derece adi,
rezit ve kepaze olmalarına rağmen, onlara hayrı ve rahmeti ulaştırma hususunda
çaba sarfedip, sonra da onlar buna rağmen, onun iyiliğine kötülükle,
hayırlarına da serlerle mukabele edince, onların, Allah tarafından çok şiddetli
bir azaba müstehak kılınacaklarında şüphe olmaz.
[83]
Bu iki kelimeyi tenvin
ile şeklinde okuyanların bu şekilde okumalarının sebebi hususunda da şu izahlar
yapılabilir;
1) Kelamın
takdiri, "Habibim, de ki: "Anlayan, kavrayan, hakkı duyan kulak,
sizin için, zikretmiş olduğunuz o fasit, yanlış tenkitlerden daha
hayırlıdır" şeklindedir. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, bu tenkidin yersiz ve
yanlış olduğuna delâlet eden, "Allah'a inanır, mü'minlerin sözüne
inanır... içinizden iman edenler İçin de bir rahmettir o" buyurmuştur.
Buna göre mana, "Bu sıfatları taşıyan kimse, nasıl tönkid edilebilir ve bu
kimse nasıl saflıkla ve çabuk aldanmakla nitelendiririlir?" şeklinde
olur...
2) Bu
ifadenin başına, bir mübteda getirilerek, takdirin, "O, sizin
için hayırlı olan bir kulaktır,." şeklinde
olmasıdır. Bu, "O, sizin hakkınızda hayırlı olmakla vasfedilrntş bir
kulaktır. Çünkü o, sizin mazeretlerinizi kabul eder ve sizin cahilliklerinize
aldırış etmez. O halde daha nasıl siz bu durumu onun hakkında bir tenkit konusu
yapabiliyorsunuz!" anlamındadır.
3) Bu,
en-Nazm adlı eserin sahibinin ileri sürdüğü, zoraki ve tekellüflü bir izahtır.
Buna göre üzün kelimesi, her ne kadar zahiri itibariyle mübteda olarak merfû
kılınmış
se de, kelimenin yeri, hal olmak üzere
nasb olup, bunun tevili, De ki:"o, bir kulak olarak, hayırlıdır"
şeklindedir. Yani, "O bir kulak olduğu zaman, sizin için daha hayırlı
olur. Zira o, sizin mazeretlerinizi kabul etmektedir " demektir.
Bu ifadenin bir
benzeri de, "O, bir bekçi olarak, sizin için
hayırlıdır" ifadesidir. Yani, "O, bir koruyucu olması
halinde, sizin için daha hayırlıdır" demektir. Fakat, işbu "hale
kevnihi" hazfedilince, hâl müptedâ yerine konularak,
takdiri, "O, sizin için hayırlı olan bir
bekçidir, koruyucudur.." şeklinde olmuştur. Kur'an'dahüve kelimesi, çokça
hazfedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, ihü 4jIj4h "Üçdür..."
diyecekler.." (Kehf, 22) buyurmuştur, Yani,"Onlar, üçtür"
demektir. Her ne kadar Vahidî, bunu çok güzel bulmuşs da, ancak ne var ki bu,
son derece zorlamalı bir açıklamadır.
[84]
Hamza, hayr kelimesine
atfederek, cer ile ve rahmetû şeklinde okumuştur. Buna göre sanki,
denilrre-istenmiştir. Yani "O, hayır ve rahmetin sebebi olan sez.
dinleyendir.." demektir.
Buna göre şayet,
"Rahmet olan her şey, bir hayırdır. O halde, "hayır" kelimesmr
peşinden "rahmet" kelimesinin getirilmesinin faydası ve hikmeti
nedir?" denilirse biz deriz ki: Hayır çeşitlerinin en kıymetlisi
"rahmef'dir. Binâenaleyh, "hayır" kelimesinc-r-sonra
"rahmet" kelimesinin getirilmesi güzeldir. Bu tıpkı, (Bakara, 98);
ayetinde olduğu gibidir. Ebû Ubeyd, bu şekilde okumanın tuhaf olduğun, zira,
matuf ile matufun aleyhin birbirine uzak kaldığını ileri sürerken, Ebu Ali
el-Farisî "Uzaatfın yapılmasına mâni değildir. Baksana, ''Onun,
"Yârab" demesi... "(Zuhrut. sa ayetini bu şekilde okuyanlar,
bunu Cenâb-ı Hakk'ın, "O saatin İlmi şüphesiz ki Allah'ın
nezdindedir" (Lokman, 34) ayetine atfederek kelamın takdirinin, "Saatin,
Kıyametin ve onun.... şeklindek sözünün ilmi, Allah katındadir " şeklinde
olduğunu söylemişlerdir.
Buna göre şayet,
"İbn Amir'in, nasb ile rahmeten şeklinde okuması nasıl izah edilir?"
denilirse, biz deriz ki: Bu neticesi hazfedilmiş bir illettir. Buna göre
ifadenin takdiri "Rahmet olsun diye" size izin vermektedir"
şeklindedir. Ancak ne var tabiri buna delalet ettiği için, bu kelime hazfedil m
iştir,
[85]
'Size gelip gönlünüzü
hoş etmek için Allah'a andederler. Eğer bunlar mümin iseler, Allah ve Resulünü
razı etmeleri daha doğrudur"
(Tevbe,
62).
Bil ki bu,
münafıkların çirkin Millerinin bir başkası olup, bu da onların, yalan yere
yemin etmeleridir. Bunun, daha önce geçenlere binaen söylenmiş bir tabir
olduğu, yani, "Onlar, Peygambere eziyyet ediyor, O'nun hakkında kötü söz
söylüyor, sonra da size, bunu söylemediklerine dair yemin ediyorlar"
anlamına geldiği ileri sürüldüğü gibi, bunun, Tebük Savaşı'na katılmayan ve Hz.
Peygamber (s.a.s.) Medine'ye dönünce O'na gelerek mazeret beyanında bulunup,
yemin eden bir grup münafık hakkrnda nazil olduğu da ileri sürülmüştür. Buna
göre mana: "Onlar, mü'minleri, yeminleriyle hoşnut etmek için, kendileri
hakkında nakledilen şeyleri söylemediklerine dair yemin ve andettiler. Halbuki,
gerekli ve vâcib olan, onların, Allah'ı gizledikleri şeyin aksini ortaya koymak
suretiyle değil, ihlâs ve tevbe ile razı etmeleridir" şeklinde olur.
Bunun bir benzeri de
Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 14) ayetidir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
ayette "Allah ve Resûlullah'dan bahsettikten sonra, zamiri müfred
getirerek yurdunu "Onu razı etmeleri "buyurması ile ilgili olarak şu
izahlar yapılmıştır;
1) Allah
Teâla, başkası ile birlikte mücmel olarak (yani zamirle) zikredilmez. Aksine
O’na tazim için. O'nun
müstakil alarak zikredilmesi
aerekır.
2) Büıün
laal ve itıacletlerın gayesi, Allan'lır.
Binâenaleyh burudu (u mOlıeO
zamlı
ile) sadece o
zikredilerek yetinilmiştir. Rivayet olunduğuna göre bir kâfir, yüksek sesle,
"Ben Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e değil" dedi. Hz. Peygamber
(s.a.s.) bunu duyunca, "Hakkı ehline verdi " buyurdu.
3) Bu ifade
ile, "o ikisini razı etmeleri..." manası kastedilmiş olup, ama sadece
birini zikretmekle yetinilmiş
olması da caizdir.
Bu tıpkı şairin
şu şiirinde
olduğu gibidir. "Görüşler farklı oha da, biz,
bizdeki (görüşe), sen de sendekine razısın (ondan hoşlanırsın)."
4) Sırları
ve katbleri bilen Allah'dır. Kalblerin ihlaslı olup olmadığını da sadece o
bilir. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, sadece kendisini zikretti.
5) Peygamberin
rızasının Allah'ın rızasına uygun olması gerektiği, aralarında bir muhalefet
ve başkalığın bulunması
imkânsız olduğu için,
ikisinden birisinin
zikredilmesiyle yetinilmiştir. Bu
tıpkı, "Zeyd'in (bana) ihsanı ve güzel davranışı, beni mutlu kıldı
ve bütün dertlerimi unutturdu" denilmesi gibidir.
6)
Takdirin, "onlar tarafından, Allah
razı edilmeye daha layıktır; O'nun Resulü de böyledir" şeklinde olmasıdır,
Cenâb-ı Hak,
"Eğer buniar mümin iseler" buyurmuştur. Bu hususta iki açıklama vardır:
a) "Şayet onlar, iddia ettikleri üzere,
inanmış iseler.." demektir.
b) Onlar, Resulün dininin doğru olduğunu
biliyorlardı. Ancak ne var ki onlar,
inadlarından ve hasetlerinden dolayı, küfürlerinde diretip ısrar ettiler. İşte
bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "Eğer bunlar mü'min iseler"
buyurmuştur. Bu ayette, kalbin tasdiki eşlik etmediği sürece, sadece
"iman" kelimesini izhar etmekle, Allah'ın rızasının tahakkuk
etmeyeceğine bir delalet bulunmaktadır. Bu ayet-i kerime, imanın, sadece
lisanın ikrarı ve ifâdesi olduğunu iddia eden Kerramiyye'nin görüşünü iptal
eder.
"Hâlâ şu hakikati
anlamadılar mı ki: Kim Allah'a ve Resulüne karşı koyarsa oha içinde ebedî
kalıcı olmak üzere, cehennem ateşi vardır.
Bu (ebedî kalış)
ise. en büyük
rüsvaylıktır"
(Tevbe, 63).
Bil ki-ayetin gayesi
de Tebûk Savaşı'na katılmayan münafıkların durumlarını açıklamaktır. Bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[86]
Ehl-i meânî şöyle
demiştir: Elem ta'lem "Anlamadın mı?" tabiri uzun bir süre bir şeyi
öğrenmek için çaba gösterip
de bu hususta iyice gayret gösteren, sonra da onu
öğrenemeyen bir kimseye hitabtır. Bunun üzerine, işte bu kimseye:
"Bu kadar uzun zaman sonra, hâlâ öğrenemedin mi?" denilir (Ayette de)
böyle bir ifadenin getirilmiş olması, son derece isabetlidir, yerindedir, çünkü
Hz. Peygamber (s.a.s), uzun bir süre o münafıklarla birlikte bulunmuş ve O'nun,
Aİlah'a isyan etmekten sakındırmak ve O'na itaata teşvik etmek için, emir ve
yasakları çok olmuştur. Ennehû kelimesindeki
zamir, iş ve durum (emir ve şe'n) zamiridir. Buna göre
mana, "Hiç şüphesiz, iş ve durum şöyle şöyle... dir" şeklinde olur.
Bu zamirin getirilmiş olmasının faydası şudur: Şayet enne kelimesinden sonra o
mübteda ve haber (açıkça) getirilecek olsa, bunun (gönüllerde) pek fazla tesiri
oimaz. Ama sen, "Durum ve iş, şöyle şöyle...dir" dediğin zaman bu
ifade, o sözün kıymet ve müessiriyetini, heybetini daha da çok artırır.
Cenâb-ı Hakk'ın tabiri hakkında Leys şöyle demektedir:
Arapçada kelimesinin manası "Ona
muhalefet ettim" demektir. kelimesi tıpkı, (uzaklaşmak), (düşmanlık
yapmak), ve (muhalefet etmek) kelimeleri gibidir. Bu kelime, "sınır
çizmek" anlamına gelen hadd kelimesinden türemiştir deyiminin manası,
"Falanca falancanın tarafından başka tarafta yer aldı" şeklindedir.
Bu tıpkı, bir
kimsenin demesi gibidir. Yani, "Onun
aksi tarafında bulundu" demektir. Buna göre tabirinin manası, "Kim,
muhalefet etmek suretiyle, Allah'ın dostlarının ve velilerinin tarafından,
başka bir yerde bulunursa..." şeklinde olur, " Ebu Müslim bu
kelimenin, "silahın demiri" manasına gelen hadîd lafzından türediğini
söylemiştir. Müfessirlerin bu ketime hakkındaki ifadeleri farklı farklı
olmuştur:
a) "Kim, Allah'a muhalefet edeçse..."
b) "Kim, Allah'la muharebe ederse.."
c) "Kim, Allah'a karşı inad edip diretirse..."
d) "Kim, Allah'a karşı haddi aşarsa.."
gibi...
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Ona... cehennem ateşi vardır"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır:
1) "Cehennem ateşinin onun için olması
vâcib ve gerekli oldu."
2)
"Cehennem ateşi, onun içindir..." Bu manaya göre enne kelimesi te'kid
için getirilmiştir.
3) Bizim ifadesindeki ji 'in cevabının mahzuf
olduğunu, kelamın takdirinin, "Onlar, Allah ve Resulü ile mücadele
edenlerin helak olduklarını ve cehennem
ateşinin onlar için
olacağını bilmediler mi?"
şeklinde olduğunu söylememizdir.
Zeccflc, fâ'dan sonra müste'nef bir söz olarak elif nün maddesinin
meksûr okunmasının caiz olduğunu, ancak fetha ile
okumanın daha güzel olacağını söylemiştir. Ka'bî de, tefsirinde bu ifadenin
meksur olarak okunduğunu da nakletmiştir. Ebu Müslim şöyle demektedir
"Cehennem, ateşin isimterindendir. Dil âlimîeri Arapların, çok derin olan
kuyuyu cihnâm diye isimlendirdiklerini nakletmektedirler. Binâenaleyh,
"cehennem" kelimesinin bu lafızdan alınmış olması mümkündür. Dibinin
derin olması da, cehennem azabının nihayeti olmadığı manasındadır. Ayette geçen
hafiden kelimesi "devamlı kalmak üzere" anlamında olup, hizy kelimesi
de, bazan pişmanlık, bazan da utanma anlamına gelir. Burada pişmanlık anlamına
gelmesi daha uygundur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bunlar azabı görünce,
pişmanlıklarını içlerine atarlar.."(Sebe. 33) buyurmuştur.
[87]
"Münafıklar.
kaJbJerinde olanı açıkça haber verecek bir sûrenin tepelerine
indirilmesinden daima endişe ederler. De ki: "Siz
maskaralık yapadurun,
Allah
gocunageldiğiniz şeyi, meydana çıkaracaktır"
(Tevbe, 64).
Bil ki âlimler, Berâe
suresini, münafıkların kalbterindekini eşip ortaya koyduğu için diye adlandırmışlardır.
Hasan el-Basrt şöyle
dernektedir: "Oniki münafık, münafıklık olan bir iş hususunda anlaştılar.
Cebraîl (a.s.), Hz. Peygamber'e onların isimlerini bildirdi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s) de: "Birtakım kimseler, şöyle şöyle anlaşmışlar...
Binâenaleyh, onlar kalksınlar ve itirafta bulunsunlar Rablerinden
bağışlanmalarını dilesinler ki. ben de onlara şefaatçi olayım!." dedi.
Ama, hiçbiri kalkmadı. Müteakiben Hz. Peygamber (s.a.s): "Falanca,
falanca; sen, sen... kalkın" dedi ve bu kimselerin yanına geldi. Daha
sonra onlar; "Biz suçumuzu kabul ediyor ve affımızı
istiyoruz..." dediklerinde, Hz. Peygamber
(s.a.s): ''Şuanda ben, hiçbir şey olmamış gibi şefaatçi olmayı gönülden
arzuluyorum. Allah da, çabucak kabul edecektir. Onun için, yanımdan çıkın
" dedi. Bunun üzerine, hiç kimse bir şey söylemeden, orayı tamamen
boşalttılar. "[88]
Esamm da şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Tebük'ten dönerken, oniki kişi, onu
öldürmek amacıyla durmuşlardı ve onlar, karanlık bir gecede de yüzlerine birer
maske takmışlardı. Derken, Cebrail (a.s) bunu Hz. Peygamber'e haber verdi ve
ona, onların binitlerinin yüzlerine vuracak olan birisini onlara göndermesini
emretti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bu işi Huzeyfe'ye emretti. Huzeyfe de, onların binitlerinin yüzüne vurup
onları kovaladı, böylece bu kimseleri uzaklaştırdı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, Huzeyfe'ye: "Onların
hangi topluluktan, kabileden olduğunu
anlayabildin mi?" deyince Huzeyfe: "Hiç birisini tanıyamadım " dedi. Sonra Hz. Peygamber {s.a.s)
onların isimlerini teker teker sayarak: "Bunu bana Cebrail haber
verdi" dedi. Bunun üzerine de Huzeyfe: "Sen, onların öldürülmeleri
için onlara gönderilmedin mi? " deyince, Hz. Peygamber (s.a.s):
"Arapların, "Muhammed, kendi adamlarıyla savaştı. Zafere kavuşunca da onları öldürmeye
başladı " demesinden
korkuyorum. Allah, bu hususta bize kâfidir "[89]
buyurdu.
İmdi şayet,
"Münafık, kâfirdir. Binaenaleyh, Hz. Peygamber'e vahyin inmesinden nasıl
korkabilir ki? denilirse, biz deriz ki:
Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
a) Ebu
Müslim şöyle demektedir: "Bu, münafıklar Hz. Peygamber'in her şeyi
söylediğini ve söylediği her şeyin vahiy kaynaklı olduğunu iddia ettiğini
gördüklerinde, alay ederek izhar ettikleri bir sakınma, korkudur. Münafıklar,
kendi aralarında bu hususu kabul etmeyip yalanlıyorlardı. Bunun üzerine Allah, bunu resulüne haber
verdi ve O'na, o münafıklara, ortaya çıkmasından korkup sakındıkları sırlarını
ortaya
çökeceğini
bildirmesini emretti. Cenâb-ı Hakk'ın,
"siz alay edin, maskaralık vapadurun..." buyruğunda da, bizim
bu söylediğimize bir delâlet bulunmaktadır. "
b)
Münafıklar, her ne kadar Hz. Peygamber'in dinini kabul etmiyor iseler de,
onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, saklayıp gizledikleri her şeyi onlara haber
verdiğini
müşahede ediyorlardı. İşte böyle bir
gözlem ve tecrübeden dolayı, onların kalblerine böyle bir korku ve sakınma
hissi düşmüştü.
c) Esamm
şöyle demektedir: "O münafıklar, Hz. Peygamber'in, Allah katından
gönderilmiş gerçek bir peygamber olduğunu biliyorlardı."
Kadı: "Allah'ı,
O'nun Resulünü, Resulünün getirdiği dinin doğruluğunu bilen kimsenin, Allah ve
Resûlullah ile mücadele etmesi uzak bir ihtimaldir" demiştir.
ed-Dâı ilallah[90] O
şöyle demektedir: "Bu, pek uzak bir ihtimal değildir. Çünkü, kalbte hased
hissi iyice kuvvetlenince, elle tutulur gözle görülür şeyler hususunda bile,
çekişilmeye başlanır. "
d)
Ayetteki yahzeru kelimesi,
sakınmayı emretmek anlamındadır. Yani, "münafıklar bundan
sakınsınlar..." demektir.
e) Onlar,
Hz. Peygamberin nübüvvetinin doğruluğu hususunda şüphe ediyorlardı. O
nübüvvetin yanlışlığı hususunda kesin ve kafi bir kanaata sahip
değildiler, Şüphe eden korkar. İşte bu sebepten dolayı onlar, durumları
hakkında, kendilerini rezil rüsvay edecek olan bir şeyin, Hz. Peygamber'e inmesinden
korkuyorlardı.
Daha sonra Keşşaf
sahibi şöyle demektedir: "Hak Teâlâ'nın, buyruğundaki zamirler,
mü'minlere; ifadesindeki zamir de münafıklara
râcidir. Bütün bu zamirlerin, münafıklara raci olması da mümkündür.
Çünkü bu sûre, onların kalblerindeki fikirler ve gayeler hakkında nazil
olmuştur. Binâenaleyh, bu sûre,
onların
aleyhine olarak nazil olmuş demektir. O halde, ifadesinin
manası, "Sûre, onlara, sanki "kalblerinizde
şunlar şunlar vardır..." demektedir" şeklindedir. Yani "bu sure,
onların sırlarını iyiden iyiye ifşa ediyor ve böylece de sanki onlara haber
veriyor. "
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Siz maskaralık yapadurun..." buyurmuştur.
Bu, tehditvari bir
emirdir ve bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkt, "De ki: "Yapın.. Çünkü
hareketinizi Allah (...) görecektir!" (Tevbe, 105) ayeti gibidir.
Cenâb-ı Hak,
buyurmuştur. Yani, "Allah, sizin sakındığınız,
korktuğunuz o şeyi mutlaka varlık âlemine
çıkaracaktır" demektir. Çünkü bir şey, yok iken meydana gelince, o işi
yapan, onu yokluktan varlığa çıkarmış olur.
"Şayet onlara
sorsan, andolsun ki, "Biz ancak (yol zahmetini hissetmemek için lafa)
dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk" derler. De ki: "Allah ile mi
eğleniyordunuz?" özür dilemeye kalkmayın. Siz imanınızdan sonra kâfir
oldunuz. İçinizden bir zümreyi affetsek
bile, mücrim oldukları için öteki
güruhu
azablandıracağız'
(Tevbe. 6S-66I)
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[91]
Alimler, bu ayetin
sebeb-i nüzulü hakkında birkaç şey
zikretmişlerdir:
1) İbn Ömer
(r.a) şunu rivayet etmiştir: "Münafıklardan
birisi, Resûlullah (s.a.s) ve mü'minleri kastederek. Tebük Savaşı'nda:
"Bunlardan daha korkak, bunlardan daha yalancı ve bunlardan daha ödlek
kimse görmedim" dedi. Bunun üzerine sahabeden biri, "Yalan
söylüyorsun. Sen bir münafıksın" dedi ve bunu Hz. Peygamber (s.a.s)'e
haber vermek için gitti ve kendisi daha oraya varmadan, Hz. Peygamber'e bu
ayetlerin indiğini gördü. O münafık da, devesine binmiş olarak, Hz. Peygambere
geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, biz şaka yapıyorduk ve yoiu (kolayca) katedelim
diye kervancılar gibi (abuk-sabuk) konuşuyorduk" dedi. O münafık,
"Biz ancak (yol zahmetini hissetmemek için lafa) dalmış bulunuyor,
şakalaşıyorduk" deyip duruyor, Resulullah (s.a.s) da: "Allah ile,
O'nun ayetleriyle, O'nun Resulü ile mi eğleniyordunuz" diyor, münafığın
sözüne hiç aldırış etmiyor, bu sözden başka birşey söylemiyordu."
2) Hasan ve
Katâde şöyle demektedirler: "Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük'e
hareket edince,
münafıklar aralarında, "Siz bu Muhammed'in Şam'a galip geleceğini, Şam'ın
kalelerini ve köşklerini alabileceğini mi sanıyorsunuz? O nerede, bu
nerede?" diyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük'ten dönünce onları
çağırdı ve: "Siz şöyle şöyle diyordunuz" dedi. Onlar da: "Biz
bunu ciddi olarak söylememiştik. Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk"
dediler.
3) Rivayet olunduğuna göre savaşa
katılmayanlardan, ne yaptıkları ve niçin katılmadıkları sorulunca, onlar da bu
sözü söylediler.
4) Biz, Ebu
Müslim'in, "Münafıklar, kalblerinde olanı açıkça haber verecek bir surenin
inmesinden daima endişe ederler" frevbe, 64) ayetinin tefsirinde şöyle
dediğini nakletmiştik: "O münafıklar, bu sakınma ve endişe tavrını,
istihzâvârî ortaya koymuşlardı. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bu ayette, onlara
"Niçin böyle yaptınız" denildiğinde, onlar, "Biz bunu tenkid
için değil, lafa dalıp şakalaşmak için yaptık" dediklerini bildirmiştir.
5) Bil ki bu
ayetianlamak için, bu rivayetlere ihtiyaç yoktur. Çünkü ayet onların tenkid ve
istihza yolu ile fasit bir söz söylediklerini anlatmaktadır. Binâenaleyh
Resûlutlah (s.a.s) onlara böyle söylemiş olduklarını haber verince, onlar
endişeye kapılarak: "Biz o sözü ciddi olarak değil, bir şaka olarak
söyledik" diyerek özür beyan ettiler ki işte onların, ''Biz ancak {yol
zahmetini hissetmemek için lafa) dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk"
şeklindeki sözlerinin manası budur. Yani, "Biz bunu sırf şaka olsun diye
söyledik" demektir. Bu, innema kelimesinin hasr manası ifade ettiğine
delalet eder. Çünkü eğer böyle olmasaydı, onların eğlenceye dalıp şakalaşmalarından dolayı,
istihza eden kimseler olmamaları gerekmezdi. Bu durumda da, onların bu mazeret
ve cevapları, tam bir mazeret ve cevap olmaz. Vahidî şöyle demektedir:
"Havd kelimesinin asıl manası, su ve çamur gibi sıvı bir şeye dalmaktır.
Bu kelime daha sonra çokça kullanılarak, kendisinde bir bulaşma ve eziyet
bulunan her bir şeye dalma manasına geldi. Buna göre mana; "Biz,
kervancıların yolu katetme işine dalmaları gibi, bâtıl sözlere daldık ve
şakalaştık" şeklindedir. Hz. Peygamber (s.a.s) de
onlara, "Allah ile,
O'nun ayetleriyle, O'nun
Resulü ile mi eğleniyordunuz"? diye cevap
vermiştir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:
[92]
Senin, "(Allah
ile istihza mı ediyorsun?)" sözün ile (Allah ile mi istihza ediyorsun?)
sözün
arasında fark vardır: Birincisi, istihza
işinin yadırganışını;
ikincisi ise, bu
istihzanın Allah İte ilgili oluşunun yadırganışını ifade eder. Bu şu demektir:
"Hadi diyelim ki sen, istihza ediyorsun? Ama nasıl oluyor da bu istihzayı
Allah hakkında yapabiliyorsun?" Bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın
"Orada bir humar (başağrısı) da yoA"{Satfât,47)ayetidir. Cenâb-ı
Hakk'ın bu tabirden maksadı, baş ağrısının hiç bulunmadığını değil, cennet
içkilerinde humar (baş ağrısı) bulunmadığını anlatmaktır.
[93]
Allah Teâlâ, o
münafıkların, Atlah ile, Allah'ın ayetleri ile
ve ResûluHah ile istihza ettiklerini anlatmıştır. Halbuki
malumdur
ki Allah ile
istihza etmek imkansızdır.
Binâenaleyh bunu te'vil etmek gerekir. Bu hususta şu teviller
yapılmıştır;
1)
"Allah ile istihza etmek"ten maksad, O'nun teklifleri ile (hükümleri
ile) istihza etmektir.
2) Bundan
maksad, Allah'ın zikri ile istihza etmek olabilir. Çünkü mü'min Allah'ın
isimlerine saygı gösterip Allah'ı ululadığı gibi, kâfir de bazan o isimlerle
istihza edebilir. Niîekim Cenâb-ı Hak, "Rabbini, yüce ismini teşbih
et" (Aia, d buyurarak, mü'mine Allah'ın isimlerine ta'zim göstermesini
emretmiştir. Yine Allah Teâlâ, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na
bunlarla dua ed/n"(A-raU80) buyurmuştur. Binâenaleyh, "Allah ile
mi?" denilip de, bununla "Allah'ın zikri ile mi?" manasının
kastedilmiş olması imkansız değildir.
3) Belki de münafıklar, "Muhammed Şam
kalelerini ve köşklerini nasıl ele geçirecek?" dediklerinde, bazı
müslümaniar, "Bu işte Allah ona yardım eder ve size karşı O'nu
destekler" dediler. Sonra da bazı cahil münafıklar bu sözü, tıpkı dinsiz
cahillerin âdeti üzere, Allah'ın kudretini zedeleyecek bir tarzda
söylemişlerdir. İşte bundan maksat budur. Ayette geçen "O'nun aletleriyle..."
tabiri ile, Kur'an ve din ile ilgili diğer şeyler kastedilmiştir. "O'nun
Resulü" İfadesiyle, kimin kastedildiği açıktır. Bütün bu izahlar,
münafıkların, o sözü istihza yollu söylediklerine delâlet eder.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Özür dilemeye kalkmayın.
Çünkü
siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[94]
Vahidî, ayetteki
kelimesi hakkında, dilcilerin şu iki görüşünü nakletmiştir:
[95]
Birinci görüş: Bu,
"Günahların bağışlanmasını istemeyin" demektir ve Arapların, evler
eskiyip yıprandığında söyledikleri tabirlerinden alınmıştır. Nitekim Arapça'da
"Eski bir eve rastladım" denilir. "Binâenaleyh
"i'tizâr", "eskimek"
"silinmek" ve "silinmesini istemek"tir. Özür beyan eden de,
günah ve kusurlarının izlerinin silinmesine uğraşmış olur.
İkinci görüş:
İbnü'l-A'râbî şunu nakleder: "l'Uzar' kesmek" manasın^ Nitekim
Arapça'da (sünnet edilirken) kesildiği için, erkeğin tenasül uzvunun uçunca
kılıfına (deriye), denilir. Kızın
bekâretine de denilir. Çünkü o da kesit parçalanır. Sular kesildiği zaman, denilir. Binâenaleyh,
"özür
kınamanın kesilip
sona ermesine bir vesile olduğu için bu adı almıştır. Vahidî he-iki görüşün
birbirine yakın olduğunu, çünkü günahın eserini silme ile kınamanın
kesilmesinin birbirine yakın şeyler olduğunu söylemiştir.
[96]
Allah Teâiâ, bu
istihzanın bir küfür olduğunu beyan
buyurmuştur.
Akıl da, eğlence olsun diye, küfür (inkâr)
olacak bir
şeyi yapmanın caiz
olmadığını gösterir.
Binâenaleyh, onların "Biz lafa dalmış,
şakalaşıyorduk" şeklindeki sözlerinin, istihza hususunda geçerli bir
mazeret olmadığı sabit olmuş olur. Dolayısiyle, aslında bu bir özür olmayınca,
Allah Teâlâ onları mazeret olarak bunu ileri sürmekten men etmiştir. Çünkü
bâtıl sözlerden men etmek gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Özür
dilemeye kalkmayın", yani "Bu suçu savuşturmak için, böyle bir
mazeret ileri sürmeyipiz" buyurmuştur.
[97]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"(Çünkü) siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz" buyruğu bazı hükümlere
delalet eder:
Birinci hüküm: Din ile
istihza, nasıl Allah'ı inkâr saydır? Bu böyledir, çünkü istihza hafife almaya
delalet eder.
Halbuki Allah'a iman
hususundaki en büyük gaye, bütün
imkânlar
kullanılarak Allah'a ta'zimdir. Bu iki şeyi (yani tazim ile hafife almayı)
birleştirmek imkânsızda.
İkinci hüküm: Bu,
"küfür (inkâr), sadece kalbe ait fiillerde (niyet, düşünce ve inançta)
olur" diyenlerin görüşünün bâtıl olduğunu gösterir.
Üçüncü hüküm: Bu, daha
önce münafıkça davransalar bile, onlardan çıkan bu sözün gerçekte bir inkâr
olduğuna ve inkârın kâfirden, zaman zaman tekrar sâdır olacağına delalet eder.
Dördüncü hüküm: Bu,
onların küfrünün mü'min olmalarından sonra meydana geldiğini gösterir.
Birisi "onlar
münafık oldukları halde, onlara nasıl "mü'min" denilebilmiştir?"
diyebilir. Biz de deriz ki: '"Hasan el-Basri şöyle demektedir: "Bu
söz, 'Mü'min olduğunuzu açıklamanızdan sonra, kâfir oldunuz"
demektir." Başka alimlerde bunun, "Mü'minler nazarında müslüman
olduğunuz halde, o mü'minlerce kâfir olduğunuz anlaşıldı" manasında
olduğunu söylemişlerdir ki bu iki görüş, biribirine yakındır.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "İçinizden bir zümreyi
affetsek
bile, (diğer) bir zümreyi azablandıracağız" buyurmuştur. Bu ifade ile
ilgili birkaç mesele vardır:
[98]
Âsim, bunu nun ile ve
zal harfinin kesresi ile nuazzib ve mansub olarak tâifeten şeklinde okumuştur.
Buna göre, Allah Teâlâ kendisinin,
onların içinden bir
zümreyi
affedeceğini, diğer bir zümreye de azab
edeceğini bildirmiştir. Diğer kıraat imamları ise,-bunu yâ ile ve yâ'nın
zammesi ile müzekker meçhul olarak in yu'fe (Eğer bir zümre affolunur
ise);devamını ise müennes meçhul olarak (Diğer Dir zümreye de azab edilir)
şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi, Mücahid'in bunu
müennes meçhul olarak diye okuduğunu naklederek şöyle
demiştir; "En uygun olan, bu fiili müzekker okumaktır. Çünkü burada
müsnedün ileyh (nâib-i fail), bir zarftır. Bu tıpkı Arapların "Hayvan
sürülüp götürüldü" deyip.de, (müennes fiil ile) dememesine benzer.
Mücahid'in bunu neden böyle okumuş olduğunun izahı şudur: Belki de o, bunun
manasının
"Eğer
bir zümre affolunursa, sen de affolunu'rsun" şeklinde olduğunu düşünerek
bunu böyle okumuştur. Bu mana garibtir, doğru değildir. Güzel oian, ekseri
imamların
okuduğu gibi, birincisini müzekker olarak
şeklinde, ikincisini de müennes olarak, üiU? şeklinde okumaktır.
[99]
Müfessirler şunu
anlatmışlardır: Her iki grub da üç kişi idiler. İkisi alay etmiş, biri de
gülmüştü. O halde birinci grup
gülen, ikincisi de
eğlenen, alay eden gruptur. Gülen grubun
günâhı
daha hafif olunca, Allah onu affetti. Alay edip eğlenenlerinki daha ağır
olunca, Allah onları affetmedi.
Kâdî şöyle demektedir:
Bu uzak bir ihtimaldir. Zira Allah her iki grubun da kâfir olduğunu
bildirmiştir. Hem de Allah, kâfiri, ancak tevbe edip İslâm'a dönmesinden sonra
affeder. Yine Allah kâfire, ancak küfründe ısrar ettiği için azab eder. Ama
tevbe edip İslâm'a dönmesi halinde Allah kâfire azab etmez. Binaenaleyh, Alteh,
bir topluluğu affedip diğerine azab ettiğini bildirince, burada affettiğini
haber verdiği o grubun, küfürlerinden tevbe edip İslâm'a dönmüş olmalarının;
kendilerine azab ettiğini haber verdiği o grubun da, küfürlerinde ısrar edip
İslâm'a dönmediklerinin tahmin edilmesi gerekir. Belki de o tek grup, tenkid ve
ta'n etme hususunda ileri gitmeyip, bu hususta diğerlerine uymadığı için küfrü
hafif olmuş, daha sonra da Allah, onu iman etmeye ve küfürden çıkmaya muvaffak
kılmıştır. İşte bu bâtıl bir işe dalan kimsenin, onu azaltma gayretine girmesi
gerektiğine delalet eder. Zira onun, bunu
azaltmasının
bereketiyle, Cenab-ı Hakk'ın, onun, o halinin tümü hususunda tövbesini kabul
etmesi ve O'nu buna muvaffak kılması umulur.
[100]
Alimler şöyle demişlerdir:
Ayette bahsedilen bu iki grupun üç kişi oldukları rivayetlerle sabit olmuştur
Binaenaleyh bu
iki gruptan birisinin tek bir insan
olması gerekir. Zeccac
şöyle der: Arapçada
"taife" kelimesinin asıl manası, cemaat ve topluluktur. Çünkü
"taife" bir şeyi sarması mümkün olan miktar demektir. Ama tek bir
şeyin de "taife" ismini alması, tek bir şeye de taife denmesi
mümkündür. Nitekim Cenab-ı Hak, "Müminlerden bir kısım da bunların azabına
şahid olsun" (Nur, 2) buyurmuştur, Topluluğun en azı bir kişidir.
Ferra, İbni Abbas'ın
şöyle dediğini senediyle birlikte rivayet etmiştir: "Taife" bir ve
birin üzerinde olan kimselerdir. Tek bir şahsın, "taife" diye
adlandırılması hususunda şu izahlar yapılabilir:
a) Bir
mezhebi tercih edip onu destekleyen kimse, onu devamlı müdafaa eder ve onu
destekler. Böylece de o kimse sanki, kalbiyle o şeyi kuşatmış ve onu, her
taraftan savunmuş gibi olur. İşte bu sebeple de, tek bir kimsenin,
"taife" diye isimlendirilmesi uzakta Vvrc\at
b) İbnu'l
Enbarî şöyle demektedir: "Araplar cem'i (çoğulu), müfred (tekil) yerinde
kullanır ve mesela şöyle derler: "falanca, develer üzerinde Mekke'ye
yollandı..." Allah Teâlâ da, Nu'aym İbn Mesûd el-Eşcaî'yi kastederek
"Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, "insanlar, sizin
aleyhinizde ordu topladılar. Öyleyse onlardan çekinin(...)" (Ai-iimran,
173) buyurmuştur." "Taife kelimesiyle, tekil mana murad edildiğinde,
aslının taifen
şeklinde olup, mübalağa manası ifade
etsin diye, sonuna tâ (*-.) harfinin getirilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ikinci gruba azâb etmiş olmasını, onların "mücrimler",
günahkârlar olmasına bağlamıştır. Bil ki, her iki grup da küfürde müşterek
olunca, suçta da müşterek olurlar. Halbuki, azâb etmeyi bu iki kısımdan birine
tahsis edip» hususi bir hükmü umumî bir sebebe bağlamak caiz değifdir. Hem azâb
etmek, o anda meydana gelen bir hükümdür. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar
mücrim idiler" buyruğu, bu suçun, geçmiş zamanda onlardan sâdır olduğuna
delalet eder. Şu anda tahakkuk eden bir hükmü,geçmiş (önceki) bir sebebe
bağlamak mümkün değildir.
Tam aksine evlâ olan,
ayetteki ifâde şeklinin, "Onlar, günahkâr oldukları için" şeklinde
olmasıydı.
Bil ki buna şu şekilde
cevap verebiliriz: Bu, ikinci grubun suçunun, birincisinden daha ağır ve daha
çok olduğuna dikkat çekmektir. Binâenaleyh, hüküm, bu ağır suça bağlanmış olur.
Hem bu ifadede, bu suçun hâlâ devam ettiğine, bitmediğine ve dolayısıyla da,
azab etmeyi gerektirdiğine bir dikkat çekme bulunmaktadır.
[101]
"Münafık erkekler
de, münafık kadınlar da birbirinin tamamlayıcı parçasıdırtar
(hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü emrederler,
iyilikten vazgeçirmeye
uğraşırlar, ellerini
cimrilikle sımsıkı yumarlar. Onlar Allah'ı unuttular, Oda
onları unuttu. Şüphesiz ki münafıklar, fâsıklann tâ
kendileridir"
(T«vbe, 67).
Bil ki bu, o
münafıkların kepazeliklerinin ve kötülüklerinin bir başka çeşidinin
açıklanmasıdır ki bunun maksadı, o kötü ameller ve çirkin fiiller hususunda,
onların kadınlarının da erkekleri gibi olduğunu beyan etmektir. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı
Hak, "Münafık erkeklerle münafık
kadınlar nifak sıfatı hususunda, birbirinin tamamlayıcı parçasıdıriar"
buyurmuştur. Bu, bir insanın tıpkı, "Sen benden; ben de sendenim"
demesi gibidir Yani "İşimiz ve
durumumuz aynıdır; bu hususta seninle benim aramda bir fark yok "
demektir.
Cenâb-ı Hak, bu küllî
ifadeyi zikrettikten sonra, onun tafsilatını da zikrederek "Onlar kötülüğü
emrederler, iyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar, ellerini cimrilikle sımsıkı yumarlar"
buyurmuştur. Münker kelimesinin muhtevasına, çirkin ve kötü olan ner şey girer.
Ancak ne var ki burada bunların en büyüğü, Hz. Peygamber'i yalanlamaktır.
Ma'ruf kelimesinin muhtevasına
da, her türlü iyilik
dahildir. Ancak ne var ki, burada
marufun en büyüğü, Hz. Peygamber (s.a.s)'e iman etmektir.
Allah'ın Ellerini cimrilikte (sımsıkı) yumarlar"
buyruğuna şu manalar verilmiştir:
a) Her türlü, her çeşit hayırdan.
b) Zekât,
sadaka ve Allah yolundan infakta bulunmak gibi, farz olan her çeşit
hayırdan.
Bu ikinci izah,
doğruya daha yakındır. Çünkü, Allah Teâlâ onları, ancak vacib olanı
terketmelerinden dolayı kınamıştır ki, bunun hükmüne, cihâd yolunda harcamada
bulunmama da dahildir. Ve böylece Cenâb-ı Hak bu ifadeyle de, onların cihâda
iştirak etmediklerine dikkat çekmek istemiştir. Bu tabirin kullanıltşıyla
ilgili olan esas husus şudur: Bir şey veren kimse elini uzatır ve onu verirken
elini açar. İşte bundan dolayı, vermeyen, cimri olan kimseye de, "elini
yumdu, sıktı " denilmiştir.
[102]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak: Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu..." buyurmuştur.
Bil ki, bu ifadeyi
zahirî şekliyle anlamak mümkün değildir, Zira, bu tabiri hakiki manada
"unutmak" anlamına aldığımızda, onlar bu unutmaktan dolayı birzemme,
tenkide müstehak olmazlar. Çünkü unutmak, beşerin takati dahilinde değildir.
Hem bu unutma işi, Allah hakkında imkânsızdır. Öyleyse, bu tabiri tevil etmek
gerekir. Bu tevil, şu iki yönden yapılabilir:
a) Bunun
manası: "Onlar, Allah'ın emrini terkettiler. Böylece de, Allah âdeta
unutulan biri durumunda oldu, Allah ise onları, mükâfaat ve rahmetinden mahrum
haline getirmekle, adeta unutmakla cezalandırdı" şeklindedir. Böylece bu
tabir en güzel bir biçimde (mukabele
üslûbu üzere) gelmiştir. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme)
drr.." (Şûrâ, 40) ayeti gibidir.
b) Unutmak,
hatırlamanın zıddıdır. Binaenaleyh, o münafıklar, Allah'ı ibadetleriyle
zikretmeyi ve O'na sena etmeyi terkedince, Allah da onları, rahmet ve insanıyla
zikretmeyi, hatırlamayı terketmiştir. Unutmanın, hatırianmamadan kinaye
yapılması, son derece güzel bir üslubtur. Zira, bir şeyi unutan, onu
hatırlayamaz. Böylece,
"melzınV'un (unutma) ismi, "lâzım"dan
(hatırlamama)dan kinaye kılınmış olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki münafıklar,
{âşıkların
tâ kendileridir..." buyurmuştur.
Yani: "O münafıklar, fıskda, dinden çıkmada, hiçbir eksikliği bulunmayan,
tam fâsık olan kimselerdir..." demektir. Allah, en iyisini bilendir.
[103]
"Allah, erkek
münafıklara da, kadın münafıklara da, kafirlere de, -kendileri içinde ebedî
kalıcı olmak üzere-, cehennem ateşini va'ad etti. Bu, onlara
yeter. Allah, onları rahmetinden kovdu. Onlara bitip tükenmeyen bir azâb
vardır. (Ey münafıklar), siz de tıpkı kendinizden
evvelkiler gibisiniz. Halbuki onlar
kuvvetçe sizden daha yamandı, malları, evlâdları daha çoktu. (Bu
dünyadaki)
nasibleri kadar faydalanmak istediler, İşte, sizden evvelkiler nasıl Öyle
nasiblerince yaşamak istedilerse, siz de yine kısmetinizce fayda aradınız. Siz
de (o batağa) dalanlar gibi daldınız.
Onların dünyada da, ahirette de
yaptıkları
boşa gitti. İşte bunlar da, hüsran İçinde kalanların tâ kendileridir"
(Tevbe, 68-69).
Bil ki Allah Teâtâ,
daha önceki ayette, münafık erkek ve münafık kadınları unuttuğunu, yani onları,
Allah'ın tâattna sarılmamaları sebebiyle cezalandırdığını beyan edince, bu
tehdidini kuvvetlendirip, bu hususta münafıkları, kâfirlere katarak
"Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de cehennem
ateşini va'ad etti" buyurmuştur. Ebedî olan ateşin, en büyük ceza
olduğunda şüphe yoktur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bu, onlara yeter" buyurmuştur. Bu,
"Bu ceza onlara yeterlidir. Bundan daha şiddetli
olan başka bir azâb yoktur, buna başkasını ilave etmek de mümkün değildir
" manasındadır.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Allah, onları rahmetinden kovdu" buyurdu.
Yani, "Cenâb-ı Hak, o şiddetli cezaya, hor hakir
kılmayı, zemmetmeyi ve rahmetinden kovmayı da ilave etmiştir" demektir.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Onlara bitip tükenmeyen bir azâb vardır"
buyurmuştur. Bir kimse şöyle diyebilir: "Azabın,
mukîm (bitip tükenmez) olmasıyla, hâlid (devamlı, nihayetsiz) olması aynı
şeydir. O halde, bu ifade bir tekrar olmuş olur.
Buna şu şekilde cevap
verilir: "Bu, bir tekrar değildir. Bu ikisi arasında, birkaç yönden fark
bulunmaktadır:
a) Onlar
için, daha önce bahsedilen cehennem azabının ve onda ebedî kalışın dışında,
devamlı, hiç bitip tükenmeyen başka bir azab bulunmaktadır. Bu (ebedi kalış)
cehennem ateşiyle olan azabın, devamlı olduğuna delalet etmez. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'tn: "Onlara bitip
tükünmeyen bir azab vardır" buyruğu, onlar için, bunun yanında başka bir
çeşit azabın bulunduğuna delalet eder." •
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Yaptığınız bu tevil müşkildir. Zira Cenâb-ı Hak,
"muhalled, sürekli olan ateş" hakkında, "Bu, onlara yeter"
buyurdu. O ateşin yetmesi, başka bir şeyin ona ilave edilmesine mânidir. "
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: "O, cehennem ateşi, onların canlarını yakma, acı ve sızı
verme hususunda kâfi ve yeterlidir. Bununla birlikte bu azaba, onlara daha
fazla azâb edebilmek için, bir başka çeşit azâb da ilâve edilebilir. "
b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara, bitip
tükenmeyen bir azâb vardır", buyruğu ile onların bu dünyada, yakalarını
kurtaramadıkları bir azâb kasdedilmiştir. Bu da onların, nifakın vermiş olduğu
yorgunluğu Hz. Peygamber'in onların sırlarına, içlerine muttali olma korkusuna
ve çok çeşitli bir biçimde rezil kepaze edilmekten çekinmeye katlanmalarıdır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk'ın: münafıklar), siz de tıpkı kendinizden evvelkiler gibisiniz..."
buyurmuştur. Bil ki, bu ifade gaibten hitab sigasına geçme olup, ifadenin
başında bulunan kâf, teşbih içindir. Binaenaleyh bu ifade, şu manalara
gelebilir:
a) Ferrâ
şöyle demiştir: "Bu: "Siz, sizden öncekilerin yaptığı gibi yaptınız
" anlamındadır. Buna göre mana şu şekilde olur: "Allah Teâlâ,
münafıkları, münkeri
emredip ma'rûf'dan
nehyetme ve ellerini hayırdan geri tutma hususunda, kendilerinden önce geçmiş
olan kâfirlere benzetmiş, sonra da o kâfirleri, o münafıklardan daha güçlü, mal
ve evlâd bakımından daha fazla olmakla nitelemiştir. Daha sonra da onların,
dünyada bunlardan bir müddet faydalandıklarını, sonra da yok olup helak olarak
deva: nb, bitip tükenmeyen bir azabın içine düştüklerini beyan buyurmuştur.
" O halde, ey münafıklar siz, daha zayıf olduğunuz ve malınız da daha az
olduğu için, haydi haydi böyle olacaksınız " denilmek istenmiştir.
b) Allah
Teâlâ, münafıkları, dünya lezzetini taleb etmek, elde etmek amacıyla Allah'ın
tâatından yüz çevirmiş olmaları hususunda, kendilerinden önce yaşamış olan
önceki kâfirlere benzetmiştir. Daha sonra da o kâfirleri, mallan ve çoluk
çocukları çok olmakla, kendi nasiblerince yaşamış olmakla vasfetmiştir. Ayette
geçen halâk kelimesi "nasib" anlamına gelmekte olup,
"nasîb" insan için takdir edilip yaratılan
mal demektir. Nitekim,
"onun bir kısmeti var" anlamında onun bir hissesi, payı var manasında
da, denilmektedir.. Yani, "Bunlar, onun için sabittir, kesindir"
demektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin kendi nasiblerinden .
faydalandığını zikretmiştir. (Bu sebeple Cenâb-ı Hak), "Ey münafıklar, o
kâfirlerin, kendi nasib ve kısmetlerinden istifade etmeleri gibi, siz de kendi
nasib ve hissenizden istifade eder, yararlanırsınız" demek istemişti".
Buna göre şayet:
"Cenâb-ı Hakk'ın, öncekiler hakkında, "nasiblerinden yararlanma"
hususunu bir kere zikretmesinin; sonra da bu hususu münafıklar hakkında ikinci
olarak; sonra bunu tekrar öncekiler hakkında üçüncü kez getirmesinin faydası
nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Bunun hikmeti şudur:
Allah Teâlâ, öncekileri, dünyevî hazlara, zevklere dalmaları sebebiyle, dünyevî
hazları ve zevkleri yerine getirmek suretiyle bunlardan yararlanıp böylece de
uhrevî saadetlerden mahrum otmalarr sebebiyle zemmetmiş, kınamıştır.
Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, onları kınadıktan sonra, söze yeniden başlayarak,
münafıkların durumunu kâfirlerin durumuna benzetti. Dolayısıyla, bu tabir
mübalağa ve te'kîdin zirvesine çıkmış olur.
Bunun bir benzeri de şudur: Bazı zalimlerin zulümlerinin çirkinliğine,
onların dikkatlerini çekmek isteyen kimse, o kimselere, "Sen tıpkı Firavun
gibisin. Çünkü o, suçsuz yere cana kıyıyor ve hiçbir sebep olmadan azab
ediyordu. Sen, tıpkı onun yaptığını yapıyorsun
" der. Netice olarak diyebiliriz ki, buradaki tekrar bir te'kid
ifade etmek içindir.
Cenâb-ı Hak, o
münafıkların dünyayı elde etme, ahiretten de yüz çevirme hususunda,
kendilerinden önce geçen kâfirlere benzediklerini beyan buyurunca, bu iki grup
arasında, peygamberleri yalanlama, onlara tuzaklar kurup hilefer yapma ve
onlara zulmetme hususunda bir benzerliğin bulunduğunu
da beyan ederek Siz de o batağa dalanlar gibi daldınız" buyurmuştur,
Ferra, bu ifadeye: "Cenâb-ı Hak, bununla "Siz, o dalanların dalışı
gibi daldınız.." manasını kasdetmiştir" anlamını vermiştir. Buna
göre, ayette geçen ellezi kelimesi, fiilin delalet ettiği ve hazfedilmiş
bulunan bir masdarın sıfatı olmuş olur..
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Onların dünyada da. ahiretîe de yaptıklar boşa gitti..."
buyurmuştur. Yani, "Onların iyi amelleri, iyilikleri, bu dünyada, ölümleri
fakirlikleri ve izzetten zillete, kuvvet halinden de zayıflığa geçmeleri
sebebiyle: amellerine bir mükafaatın verilmemesi, aksine en şiddetli bir azaba
duçar olmaları sebebiyle de ahirette bâtıl olmuş, boşa çıkmıştır. bunlar da
hüsran içinde kalanların ta kendileridir." Çünkü onlar
nebilere ve resullere sed çekme hususunda kendilerini
yormuşlar ve bu hareketleriyle. üüTvyaıe ahvelle hayvr û\a şeylevle Aen
kaçuarak üünvüave atûrette bw cezaum içine düşmüşlerdir. Bu ifadenin maksadı
şudur: Allahu Teâlâ, o münafıkların durumunu o kâfirlere benzetince böylece
Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin o münafıklardan daha güçlü; mal ve çoluk çocuk
bakımından da daha fazla olmalarına rağmen, onların başına gelmiş olan şeyin
amellerinin boşa çıkmış olması, rezil ve rüsvay kılınmış olduğunu; bu çirkin
ameler hususunda onlara benzeyen münafıkların da haydi haydi dünya ve ahiret
azabına düşeceklerini ve dünya ve ahiret hayırlarından mahrum olacakların;
beyan buyurmuştur...
[104]
"Onlara
kendilerinden evvelkilerin, Nûh. Ad, Semûd kavminin, İbrahim
kavminin, Medyen sahiplerinin, Mûtefikelehn haberi de
gelmedi mi?
Peygamberleri onlara apaçık mucizeler
getirmişti. Demek ki Allah, onlara
zulmediyor
değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı"
(Tevbe, 70)
Bil ki Allah Teâlâ,
münafıkları, dünyayı arzulama, peygamberleri yalanlama ve onlara, alabildiğince
ezada bulunup işkence etme hususunda, kendilerinden önce yaşamış olan kâfirlere
benzetince, onlardan önce yaşamış olan o kâfirlerin de kimler olduğunu beyan
ederek, işte şu altı kısmı zikretmiştir:
Birincisi, Nûh
Kavmi'dir ki, Allah onları suda boğmakla yok etmişti . İkincisi, Âd Kavmi'dir
ki, Allah Teâlâ onları faydasız, kısır bir rüzgârı üzerlerine salıvermekle imha
etmişti. Üçüncüsü Semûd Kavmi'dir ki, Allah onları, sayha ve yıldırım
göndermekle imha etmişti. Dördüncüsü İbrahim'in Kavmi'dir ki, Allah onları,
nimetlerini kendilerinden çekip almak ve haberlerde varid olan rivayetlere göre
Nemrûd'un beynine bir kara sinek musallat etmekle helak etmişti. Beşincisi,
Şuayb (a.s.)'tn Kavmi'dir ki, bunlar Medyen Halkıdır Bunlara bu isim, Medyen
İbn İbrahim'in soyundan olmaları sebebiyle verilmiştir. Allah bunları da,
"gölge günü" azabıyla helak etmişti. Altıncısı da, Mû'tefike, yani
Lût (a.s)'un Kavmi'dir ki,Allah bunları da, arazilerinin üstünü altına, altını
da üstüne çevirmek ve üzerlerine taş yağdırmak suretiyle helak etmişti.
Vahidî şöyle demiştir:
"Mû'tefikât, mû'tefike kelimesinin çoğuludur. Arapça'da, kelimesi, çevrilmek,
altüst olmak anlamına gelir. O halde, o belde, halkıyla beraber altüst oldu,
altı üstüne geldi, yani üstü altına, altı da üstüne çevrildi, demektir. Nitekim
denilir, Yani, "O, onu döndürdü, o da döndü "
demektir.
Bu açıklamaya göre "mû'tefike" o beldenin sıfatı olmuş olur. Bu tabire "O beldenin halkının iyi
hallerinin şerre dönüşmesi " manası da verilmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ,
ayetin başırida: "Onlara, kendinden
evvelkilerin
(...) haberi de gelmedi mi?" buyurmuş ve bu altı grubu zikretmiştir. Allah
böyle beyan buyurmuştur; zira onlara, onların haberi, bazan onların bu
haberleri halktan duymaları, bazan da, bu kavimlerin beldelerinin -ki bunlar,
Şam beldeleridir-Arapların beldelerine yakın olmaları ve o beldelerde eski
kavimlerin izlerinin görülüp müşahede edilmesi yoluyla ulaşmıştır. Ayetteki
"gelmedi mi?" tabiri her ne kadar bir soru ise de, bu cümle ile,
takrir manası murad edilmiş olup, "Onlara o kavimlerin haberleri
ulaştı.." anlamındadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak "Peygamberleri onlara...
mucizeler
getirmişti.." buyurmuştur ki, bu o
grupların hepsiyle alâkalı bir hüküm ve cümledir. Burada mutlaka hazfedilen bir
kısmın bulunduğunu, takdirinin de, "O peygamberler mucizeleri getirdiler
de [Kavimleri, onları yalanladı; böylece de Allah Teâlâ, onları hemencecik imha
etti" şeklinde olduğunu söylemek gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,"Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendi
kendilerine zulmediyorlardı" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın onlara
ulaştırdığı o azab, Allah tarafından yapılmış bir zulüm değildir. Çünkü onlar o
azabı, kendi çirkin fiilleri ve peygamberlerini alabildiğine yalanlamaları
sebebiyle hak etmişlerdi. Aksine, onlar kendilerine zulmettiler..."
demektir.
Mutezile şöyle
demiştir: "Bu ayet, Allah Teâlâ'dan zulüm filinin sudur etmesinin doğru
olmayacağına delalet'eder. Aksi halde Cenâb-ı Hakk'ın zulmetmemekle övünmesi,
yerinde ve güzel olmazdı. Bu, O'nun kesinlikle zulmetmeyeceğine delalet
etmektedir. Yine bu, Allah'ın, kâfirde küfrü yaratıp, sonra da ona bu küfründen
dolay azâb etmeyeceğine delâlet eder. Yine zulmü işleyenin kul olduğuna,
Allah'ın "Fakar onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı " buyurması
da deialet etmiştir. Onların bu iddialarını bu kitapta defalarca öle almış
bulunuyoruz.
"Mü'min erkekler
de mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir. Bunlar iyiliği
emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı
dosdoğru kılarlar, zekatı
verirler, Allah'a ve
Resulüne itaat ederler. İşte bunlar yok mu? Allah onları,
rahmetine mazhar edecektir. Muhakkak ki O, azizdir,
hakimdir"
(Tevbe. 71).
Bil ki Allah Teâlâ,
münafıkları, bozuk amelleri ve çirkin fiilleri ile iyice vasfedip bunun
peşinden de onlarla ilgili, gerek dünyevi gerekse uhrevi çeşitli tehditlerini
zikredince müteakiben bu ayette, münafıkların sıfatlarının aksine,mü'minleri
hayırlı sıfatlar ve iyi amellerle nitelemiş, bundan sonra, burada,
omü"minleriçin hazırladığı daimi mükâfaatlan ve devamlı nimetleri
zikretmiştir.
[105]
Mü'minlerin
sıfatlarına gelince bu, "Mü'min erkekler de mü'min kadınlar da birbirlerinin
velileridir..." buyruğunda bildirilmiştir.
Şayet "Cenab-ı
Hakk'tn, münafıkların sıfatı hakkında, "Münafık erkekler de, münafık
kadınlar da birbirlerinin tamamlayıcı parçasidırlar..." (Tevt». 67)
buyurup, bu ayette mü'minlerin sıfatı hakkında da, "Mü'min erkekler de
mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir..." buyurmuş olmasının sebebi
nedir? O, niçin, münafıklarla
ilgili oîan ayette min
lafzını, mü'minlerle ilgili olan ifadede de (veliler) lafzını
zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Cenâb-ı Hakk'ın,
münafıkların sıfatıyla alakalı olarak, buyurması,
tâbi olanların nifakının, seleflerinin, kendilerinden önce geçmiş
olanların" nifakına dayandığına ve ondan filizlenmiş bir şey gibi olduğuna
işaret etmektedir. Durum, haddizatında da böyledir. Çünkü halkın, tebaanın
küfür ve nifakı, büyüklerini taküt etmeleri ve hevâ, huy ve âdetlerinin
muktezası sebebiyle meydana gelmiştir. Ama, mü'minler arasında meydana gelen
uyum, ahenk, bir temayül ve bjr âdet sebebiyle değil, aksine istidlalde,
tevfik-i ilahîde ve hidayet üzre bulunmada müşterek olmaları sebebiyle meydana
gelmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, münafıklar hakkında
mü'minler hakkında da buyurmuştur.
Bil ki, velayet
adavetin, düşmanlığın zıddıdır. Daha önce, "velayet" lafzında aslolan
mananın, yakınlık, kurbiyyet olduğunu söylemiştik. Bu mâna,
"velayet"İn "adâvef'in zıddı olmasıyla da kuvvet kazanır.
"Adavet" kelimesi de, bir kimse bir
şeyden vazgeçtiğinde söylenilen
tabirinden alınmıştır.
Bil ki Allah Teâlâ,
mü'minleri birbirlerinin velisi, dostu olmakla vasfedtnce, bunun peşinden, o
dostluğun adeta bir tefsin ve izah) olacak şeyleri de zikrederek,
"Bunlar
iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılar,
zekatı verir, Allah'a ve Resulüne itaat ederler " buyurmuş ve böylece,
mü'minin münafıktan ayrılmış olduğu bu beş hususu zikretmiştir. O halde münafık
Cenâb-ı Hakk'ın geçen ayetinde de vasfettiği gibi, kötülüğü emredip iyilikten
sakındırmaya çalışır; mü'min ise, bunun aksini yapar. Münafık, namaza, bir tür
tembellikle kalkar; mü'min ise, bunun aksi haldedir. "Ellerini (cimrilikle
sımsıkı) yumarlar" (Tevt». 67) ayetinde de buyurulduğu üzere, münafık,
zekat ve diğer farzlar hususunda cimrilik eder, mü'min ise, aksine zekatını ve
diğer vecibelerini yerine getirir.
Allah'ın da vasfettiği
gibi, Allah ve Resulü, münafığa cihada koşmasını emrettiğinde, o, kendisi cihda
katılmadığı gibi, başkalarını da katılmaktan alıkoymak ister. Halbuki mü'min
bunun aksini yapar ki, işte bu husus ayette "Allah'a ve Resulüne itaat ederler"
lafzıyla beyan edilmiştir.
Cenâb-ı Hak,
mü'minlerin sıfatlarını belirtince, münafıklara cehennem ateşini vaadetmesine
karşılık mü'minlere de gelecekteki rahmetini, yani ahiretteki mükâfaatını
vaadettiğini beyan
ederek, İşte bunlar yok mu? Allah onları rahmetine mazhar edecektir"
buyurmuştur. kelimesinde sin harfinin getirilmesi, tekid ve mübalağa manasını
ifade etmek içindir. Bu, senin tıpkı, "Senden bir gün intikamımı
alacağım" sözündeki tehdidi, sin harfiyle ifade etmen gibidir. Yani, "Geç de olsa, sen elime
düşeceksin. Benden kaçamayacaksın '
demektir. Bunun benzen olan ayetlerde "Rahman
olan (Allah), onlar için bir sevgi verecektir" (Meryem, 96); "Elbette
Rabbin sana verecek, sen de hoşnut olacaksın,. " (Duha, 5)ve
"Mükafaatlar. kendilerine verilecektir... " (Nisa. isi) ayetleridir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Muhakkak ki O, azizdir, hakimdir"
buyurmuştur. Bu ayet, tam bir teşvik ve sakındırmayı ifade eder. Çünkü
"azîz", kulları hakkındaki rahmet ve cezasına dair murad etmiş olduğu
hükümlerden vazgeçirilemeyen; "hakim" ise, adeletin ve doğruluğun
gerektirdiği bir biçimde, kullarının işlerini yöneten kimse demektir.
[106]
"Allah, mü'min
erkeklere de, mü'min kadınlara da -kendileri, içinde ebedî
kalıcı olmak üzere- altından ırmaklar akan Adn
cennetlerini ve çok güzel
meskenler va'adetti.
Allah'ın rızası ise mükâfaatların en büyüğüdür, işte bu,
en büyük saadettir"
(Tevbe, 72).
Bil ki Allah Teâla,
önceki ayette va'adini kısaca zikredince, bu ayette de bu va'adi, tafsilatlı
bir biçimde anlatmıştır. Bu böyledir, zira O {önceki ayette rahmetini
va'adetmişti. Bu ayette ise. bu rahmetin şunlar olduğunu beyan buyuruyor:
[107]
Birincisi: Ayetteki "O - kendileri içinde ebedî
kalıcı olmak üzere altından ırmaklar akan Adn
cennetlerini... " kısmında bildirilen husustur. Doğruya en yakın olanı,
Allah Teâlâ'nın bu ayetteki "cennetler" sözüyle, bakan kimsenin bakış
alanı içinde olan bahçeleri kasdetmiş olduğunun söylenmesidir. Zira Cenâb-ı Hak
bu ifadeden sonra, ıVe çok güzel meskenler va adetti.." buyurmuştur.
Matufun, ma'tuîun aleyhden başka olması gerekir. O halde o cennet ehlinin
meskenleri Adn cennetleri; manzaraları da, etrafındaki bahçeler olmuş olur.
Binaenaleyh, o cennetleri Adn olarak vasıflamanın anlamı, o bahçelerin
insanların iskân etmiş olduğu evler yerine geçmiş olmasından dolayıdır. Diğer
cennetlere gelince, buntar. insanın gezip dolaşmak ve dostlarıyla karşılaşmak
için gittiği bağlan, bahçeler yerine geçmiş olur.
[108]
İkincisi: Cenâb-ı
Hakk'tn "Adn cennetlerinde güzel
meskenler
va'adetti " ayetinin ifade ettiği husustur. Hadisçiler, Adn cennetlerinin
sıfatı hakkında çok söz söylemişlerdir. Hasan el-Basri şöyle demiştir:
"İmrân İbn
el-Husayn ile Ebu Hureyre'ye,Cenâb-ı
Hakk'ın buyruğunun ne demek olduğunu sordum da onlar: "Tam adamına
rastladın, (bilenine rastladın)" diyerek sözlerine şöyle devam ettiler:
"Biz bunu Hz. Peygamber'e sormuştuk. O da şöyle demişti: "Bunlar,
cennette incilerden yapılmış olan köşklerdir. Her köşkte kırmızı yakuttan yetmiş
"dâr"'[109]
her"dâr"da yeşil zümrütten yetmiş ev; her evde yetmiş divan: her
divan üzerinde yetmiş yatak: her yatak üzerinde de. pek güzel huriler vardır.
Her evde. yetmiş sofra, her sofra üzerinde de yetmiş çeşit yiyecek: her evde de
yetmiş hizmetçi vardır. Her sabah vaktinde mü'min kimseye, bütün bu hurilerle
bir araya gelebilecek kuvvet verilir.." İbn Abbas'tan Cenâb-ı Hakk'ın bu
ifadeyle, hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kimsenin de aklına gelmeyen, kendi
evlerini kasdettiği nakledilmiştir. Ben derim ki, İbn Abbas belki de şunu demek
istemiştir: "Bunlar, Allah katında dereceleri iteri olan (mukarreb)
kimselerin evlendir." Zira, İbn Abbas, Allah'ın herhangi bir evinin
olamayacağını herkesten daha iyi bilendir. Ebu Hureyre (r.a)'den de şu rivayet
edilmiştir: "Ya Resûlailah, bana cennetten bahset! Onlar neden
yapılmıştır?"
dediğimde, Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Altın ve gümüş kerpiçlerden, ki bunların sıva
çamurları, alabildiğince kokan misk;
topraklan za'feran, çakıl taşları
inci. ve yakutlardır. Orada, külfetsiz elde edilen nimetler, ölümsüz bir ebedî
hayat bulunur. Oradakilerin elbisesi eskimez, gençlikleri de son bulmaz...
"'[110]'buyurdu
İbn Mes'ud: "Adn
cennetleri, cennetin "butnân"ı (tam ortası)dır " demiştir.
Ezberi, Cennetin "butnânının", cennetlerin tam ortası, merkezi manasına
geldiğini, "vadilerin butnânı" ifadesinin de, sel sularının içinde
biriktiği yerler anlamına geldiğini, bu kelimenin müfredinin de batn (karın,
göbek) kelimesi olduğunu söylemiştir.
Atâ, İbn Abbas'm şöyle
dediğini söylemiştir: "Adn cenneti, cennetin kasabası oiup, tavanı, Rahman
olan Allah'ın Arş'ıdır. Burası peygamberlerin, nebilerin, şehidlerin ve
hidayete ileten imamların, önderlerin bulunduğu şehirdir, Diğer cennetler ise,
bunun etraftndadır. Ve orada, Tesnîm Pınarı vardır. Yine orada, inci, yakut ve
altından yapılmış köşkler bulunmaktadır. Arş'ın altından güzel bir rüzgar eser
ve böylece orada bulunanların üzerine alabildiğince kokan misk yığınları
serper, savurur. "
Abdullah İbn Amr da
şöyle demiştir: "Cennette, kendisine Adn denilen bir köşk vardır ki, bunun
etrafında burçlar bulunur. O köşkün, beşbin kapısı, her kapıda da, beşbin hür
ve âzâde kadın bulunmaktadır. Oraya ancak nebiler, sıddîkler veya şehidler
girebilir."
Ben derim ki: Adn
cennetleri hususundaki sözün özü şudur:
a) Bu,
cennette belirli bir yerin adıdır. Naklettiğimiz bu hadis ve haberler de, bu
görüşü kuvvetlendirmektedir. Keşşaf
sahibi de, "Adn kelimesi, bir "alem" (özel) isim olup, bunun
delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kullarına gıyaben va'ad buyurduğu Ad
cennetleridir,. " (Meryem, 6ij ayetidir" demiştir.
b) Bu,
cennetin sıfatıdır. Ezherî şöyle.demiştir, "Adn" kelimesi, Arapların,
bir kimsenin bir yerde ikamet etmesini ifade etmek için söyledikleri tabirinden
alınmıştır. Araplar yine, "Falanca kabilenin develerini, devamlı kalmak
üzere falanca yere bıraktım" demektedirler. Bu, senin o deveyi o yerde
kalmaya zorlaman ve böylece de o devenin oraya alışarak oradan ayrılmaması
anlamına gelir. Cevherlerin yaratıldığı ve bulunduğu yere de "ma'din"
adının verilmesi bundandır." Bu iştikakı benimseyen kimseler, cennetlerin
hepsinin "Adn cenneti" olduğunu söylemişlerdir.
[111]
Üçüncüsü: Cenâb-ı
Hakk'ın bu ayetle va'adetmiş olduğu üçüncü mükâfaat buyruğunun ifade ettiği
husustur. Bu, "Allah'ın rızast, biraz önce bahsedilenlerin hepsinden daha
büyük bu mükâfaattır" demektir. Bil ki bu, ruhani mutlulukların maddi
saadetlerden daha kıymetli ve daha üstün olduğunun kesin delilidir. Bu
böyledir, zira sevinmek işi, ya Mevtasının o kimseden razı olmasıyla, yahut o rıza
sebebiyle, herhangi bir maddi lezzete nail olmasıyla olmuştur, yahut da
böyle-olmamış, aksine o kimsenin, Rabbinin kendisinden razı olduğunu
bilmesinin, kendisiyle başka bir şey tateb edilmeksizin, zatı gereği bir
mutluluk ve sevinci gerektirmestdir. Birincisi bâtıldır; çünkü, bir şeyin
vesilesi o gayeden daha yüce olamaz. Binaenaleyh, şayet Allah'ın rızasından
maksat, o rıza sebebiyle, Allah'ın cennette hazırlamış olduğu yeme içme gibi
lezzetlere ulaşmak olsaydı, o zaman bu rıza ile duyulan sevinç ve mutluluk,
vesileyi elde etmekle erişilen bir sevinç ve o lezzetlerle meydana gelen sevinç
de, maksadın hasıl olmasıyla meydana gelen sevinç olmuş olurdu. Halbuki biz,
vesile ile meydana gelen sevincin gaye ile elde edilen sevinçten, mutlaka daha
az olması gerektiğini söylemiştik. Böyle olması halinde, Allah'ın rızasının,
cennetler ve güze! meskenler elde etmekten daha az değerli ve daha aşağı
derecede olması gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allah Teâlâ,
rızasını elde etmenin daha yüce, daha ulu, daha muazzam ve daha büyük olduğunu
açık bir biçimde belirtmiştir. İşte bu, ruhani ve manevi mutlulukların, maddi
mutluluklardan daha mükemmel ve daha kıymetli olduğuna kesin bir delildir.
Bil ki, hak ve doğru
olan görüş, Allah'ın bu ayette ikisini birleştirdiği gibi, her ikisini birden
kabul etmenin gerekli olmasıdır.
Cenâb-ı Hak, bu üç
şeyi beyan buyurunca: "İşte bu}ası!
bu, en büyük saadettir,." buyurdu. Bu ifadeyle alâkalı olarak şu iki
açıklama yapılmıştır:
1) İnsan,
birisi latîf, ulvî, ruhanî; diğeri de kesif, cismanî ve süflî olmak üzere iki
cevherden yaratılmıştır. İşte bu iki cevhere, bir mutluluk ve bir de mutsuzluk
bitişmiştir. İmdi maddî hayırlar meydana gelip, bu hayırlara da ruhani
mutlulukların gerçekleşmesi eklenince rûh, kendisine uygun mutlulukları elde
etmiş olur; beden de, kendisine uygun saadetlere ulaşmış olur. İşte bunun, en büyük kurtuluş olduğunda
şüphe yoktur.
2) Allah
Teâlâ, münafıkları vasfederken, onların, dünyevi nimet ve lezzetlerden istifade
etme bakımından kendilerinden önce yaşamış olan kâfirlere benzemekte
olduklarını beyan etmiştir. Daha sonra
da bu ayette, mü'minlere va'adedilen mükâfaati vasfetmiş, bundan sonra da,
'İşte bu, asıl bu, en büyük saadettir"
buyurmuştur. Bu, "münafık ve kâfirlerin peşine düştükleri
dünyadaki lezzetli şeylerden istifade etmek değil, evet, en büyük kurtuluş
budur!" demektir. Rivayet olunduğuna göre Cenâb-ı Hak, cennetliklere,
"Razı oldunuz mu?" der. Bunun üzerine onlar, "Sen bize,
yaratıklarından hiç kimseye vermemiş olduğun şeyi vermişken, biz daha nasıl
razı olmayalım?,." derler. Cenâb-ı Hak da, "Bundan daha üstününü
yereyim mi size?" dediğinde, cennetlikler, "Bundan daha üstünü nedir
ki?" derler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Size rıdvanımı, rızamı
hela! kıldım. Size ebediyen gazablanmayacağim"[112]
buyurur.
Bil ki, ruhanî
mutlulukların maddi mutluluklardan daha üstün olduğuna bu hadisin delaleti,
tıpkı ayetin delaleti gibidir. Ayetin izahı ise, en mükemmel bir biçimde
geçmişti.
[113]
"Ey peygamber,
kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Karşılarında çetin ol. Onların barınakları
cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!"
(Tevbe. 73).
Biz, Allah Teâlâ'nın
münafıkları, çirkin birtakım sıfatlarla nitelediğini, onları çeşitli cezalarla
tehdit ettiğini ve âdetullahın da Kur'an-ı Kerim'de, her tehditle beraber güzel
bir va'ad zikretmek şeklinde cereyan ettiğini söylemiştik. İşte bu sebeple hiç
şüphesiz Cenâb-ı Hak, bunun peşinden mü'minleri kıymetli, temiz ve güzel
birtakım sıfatlarla vasfetmiş ve onlara, yüce mükafaatlar ve yüksek payeler
vaadetmiştir. Daha sonra da bu
ayette, kâfir ve münafıkların
hallerini açıklamaya yeniden başlayarak
''Ey
peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla mücadele et" buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili
olarak şöyle bir soru hatıra gelmektedir: "Ayet, münafıklarla cihadın farz
olduğuna delalet etmektedir. Halbuki, bu caiz değildir. Zira münafık, küfrünü
gizleyen ve lisanıyla onu inkâr eden kimsedir. Durum böyle olduğuna göre,
onunla savaşmak caiz olmaz."
Bil ki alimler, işte
bu müşkil vesilesiyle birtakım görüşler beyan etmişlerdir:
Birinci görüş:
"Kâfirlerle savaşmak, münafıklara da ağır söz söylemek..." Bu,
Dahhak'ın görüşüdür. Bu, uzak bir ihtimaldir. Zira Cenâb-ı Hakk'ın
"Kâfirlerle ve münafıklarla mücadele et" buyruğunun zahiri, bu
grupların her ikisiyle birden
savaşılmasını
gerektirir. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, j£j* Jâklj "karşılarında çetin ol"
emrinin zahiri de, bu iki grubun ikisiyle de alakalıdır.
İkinci görüş: Allah
Teâlâ; Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, zahire göre hükmetmesi gerektiğini beyan
edince, Hz. Peygamber de,
"Biz, zahire
göre hükmederiz" buyurdu. Binaenaleyh, münafıklar
müslüman olduklarını söyleyip küfürlerini gizlediklerine göre, onlarla savaşmak
caiz olmaz.
Üçüncü görüş: Doğru
olan bu görüşe göre cihad, "Gayretin ve gücün, adamakıllı sarfedilmesi"
anlamındadır. Ayetin lafzında, bu cihadın kılıçla mı, lisanla mı veya başka bir
yolla mı yapılacağına delalet edecek herhangi bir şey bulunmamaktadır. Bu
sebeple diyoruz ki ayet, bu iki grupla cihad etmenin vacib olduğuna delalet
ediyor. Ama bu mücahedenin nasıl yapılacağına gelince, ayetin lafzında buna
delatet edecek herhangi bir şey bulunmamaktadır. Aksine bu husus, ancak bir
başka delilden anlaşılabilir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Diğer deliller, kâfirlerle yapılan cihadın, kılıçla
yapılması; münafıklarla yapılan cihadın da bazan hüccet ve delil getirmekle,
bazan yumuşak davranmayı bırakıp sert davranmakla, bazan da onları kovmakla
olması gerektiğine delalet etmektedir. Abdullah (İbn Mes'ûd), Hak Teâlâ'nın,
"kafirlerle ve münafıklarla mücahede et!" ayetinin tefsirinde, şöyle
demektedir: "Bu, bazan el İle, bazan da dil ile yapılır. Bunlara gücü
yetmeyense, onunla karşılaşınca, kin ve gayzdan dişlerini göstersin. Buna da
gücü yetmeyen kalbi ile büğz etsin."
Hasan el-Basri,
münafıklarla cihad etmeyi, onlar sebeplerini işlediklerinde, onlara had ve
cezaların uygulanması anlamına hamletmiştir.
Kâdî şöyle demiştir:
"Hasanın söylediği bu görüş bir şey ifade etmez. Çünkü, münafık olmayan
kimselere de, "had"leri ikame etmek farzdır. Binaenaleyh, bunun,
münafıklara mahsus olması söz konusu olamaz." O,
sözüne devamla şöyle der; "Hasan el-Basri, bu tefsiri, şu iki şeyden
birisiiçin yapmıştır: "Ya, her fâsık münafık olduğu için, yahud da, Hz.
Peygamber (s.a.s.) zamanında, genel olarak kendilerine had tatbik edilenlerin
münafıklar ofmasından ötürü..."
'Münafıklar
söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Andolsun, o küfür
kelimesini söylemişlerdir. Onlar müslümanlıklarmdan
sonra yine kâfir oldular.
Başaramadıkları bir
şeye de yeltendiler onlar. Halbuki, peygambere ve
mü'minlere karşs kin besleyip intikam almaya yeltenmeleri için, Allah
ile
peygamberinin lütf-u inayeti ile onları
zenginleştirmiş olmasından başka bir
sebep
de yoktu. Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur. Eğer yüz
çevirirlerse, Allah onları dünyada da, ahirette de pek
acıklı bir azaba uğratır,
yeryüzünde onlar için
ne bir yâr, ne bir yardımcı da olamaz"
(Tevbe, 74).
[114]
Bil ki bu ayet, bir
grup münafığın, birtakım yanlış ve hata olan şeyler söylediklerine ve fakat
onlara: "Siz, şöyle şöyle söylemişsiniz" denildiğinde, korkup böyle
söylemediklerine dair yemin ettiklerine delalet etmektedir. Müfessirler, bu
ayetin nüzul sebebi olarak şunları ileri sürmüşlerdir:
1) Rivayet
olunduğuna göre Hz. Peygamber, Tebûk Gazvesi'nde iki ay geçirdi. Bu arada
kendisine Kur'an ayetleri nâzi! oluyor ve savaşa katılmayan münafıkları
ayıplıyordu. Bu sırada, Cülâs İbn Süveyd: "Allah'a yemin ederim ki, bizim
en şereflilerimiz olan ve Medine'de bırakmış olduğumuz kardeşlerimiz hakkında
Muhammed'in söylemiş olduğu şeyler şayet doğru ise, biz eşekten daha adiyiz,
kötüyüz, demektir" dedi. Bunun üzerine, Amir İbn
Kays el-Ensari, Cülas'a "Evet, Allah'a yemin ederim ki, Hz. Muhammed
doğrudur. Sen, eşekten dana adisin!" dedi. Bu söz, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'e ulaştı. Bunun üzerine Cülas, Hz. Peygamberin huzuruna çıkarıldı. Ve,
o bunu söylemediğine dair, Allah'a yemin etti. Bunun üzerine Amir, ellerini
yukarıya kaldırarak: "Allah'ım kuluna ve peygamberine, doğru olanı tasdik
eden; yalancıyı da tekzib eden hükmünü, ayetini indir!" diye dua etti.
İşte, bunun üzerine de bu ayet nazil oldu. Bunun peşinden de Cülas: "Hiç
şüphesiz Allah, bu ayette tevbeden bahsetmektedir. Ben bu sözü söyledim, Amir
doğrudur " dedi. Tevbe etti ve tevbesinde hep samimi kaldı.
2) Rivayet olunduğuna göre bu ayet, Abdullah İbn
Ubeyy hakkında nazil olmuştur. Çünkü o, Hz. Peygamberi kastederek:
"Andolsun ki, şayet Medine'ye dönersek, aziz ve şerefli olanlar, zelil
olanları Medine'den çıkaracaktır " dedi. Zeyd İbn Erkam bunu duydu ve Hz.
Peygamber'e haber verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Abdullah İbn Übeyy'i öldürmeye
niyetlendi. Bundan dolayı, Abdullah gelerek bunu söylemediğine yemin etti de,
hemen bu ayet nazil oldu.
3) Katâde
şunu rivayet etmiştir: "Biri Cüheyne, biri de Gıfâr Kabilesinden olmak
üzere, iki adam
birbiriyle dövüştüler. Gıfâr
Kabilesi'nden olan, Cüheyne Kabilesi'nden olana üstün geldi. Bunun üzerine Abdullah İbn* Übeyy: "Ey Evsoğuiları, kardeşinize
yardım ediniz. Allah'a
yemin olsun ki,
bizim ve Muhammed'in misali,
tıpkı "köpeğini besle, seni yesin"darb-ı meselinde olduğu gibidir
" diye bağırdı. Bunun, üzerine,
orada bulunanlar, bunu Hz. Peygambere söylediler. Abdullah, bu sözü söylemediğini ileri
sürerek, yemin etmeye başladı. "
Kâdî şöyle demektedir:
"Bütün bu hadiselerin, ayetten maksud olmasL uzak bir ihtimal değildir.
Zira, Cenab-ı Hakk'ın, ifadeleri, sonuna kadar çoğul sığasında
gelmektedir. Çoğul sığasını tekit
manasına almak, aslolan kaidenin hilafına bir durumdur.
Şayet, "Belki de
bu tek kimse, bu sözü bir mecliste söylemiş ve orada bulunanlar da buna ses
çıkarmamışlardır" denilirse, biz deriz ki: "Bu da. zahirin
hilâfınadır. Çünkü sözü söyleyene değil de onu dinleyip ona razı olana isnat
etmek, astolanın hilâfınadır Aksine evlâ olan, bu ayetin, rivayet edilen şu
hususa hamledilmesidir; Münafıklar, Hz. Peygamber (s.a.s)'i Tebük'den dönerken,
O'nu öldürmeyi planladılar. Bunların sayısı onbeş olup, gecenin karanlığı Akabe
Tepesi'ni bürüdüğünde, Hz. Peygamber'! binitinden indirerek uçuruma yuvarlamayı
kararlaştırmışlardı. Ammar İbn Yâsir, Hz. Peygamber'in binitinin yularını
tutmuş, Kuzeyfe de, o hayvanın arkasından onu sürulorau. Derken, Huzeyfe
ansızın deve ayaklarının kalkıp indiğini ve silah seslerini duydu. Geriye
dönünce, maskeli bazı
kimselerle
karşılaştı. Bunun üzerine, Huzeyfe: "Savulun! Savulun! Ey Allah'ın
düşmanları!.." dedi. Bu nida üzerine onlar da kaçtılar. " Görünen
odur ki onlar, işte böyle bir gaye için bir araya geldiklerine göre, Hz.
Peygamberin nübüvvetini tenkit ediyor, nübüvvet iddiasında O'nu
yalanlıyorlardı. İşte, Cenab-ı Hakk'ın ayette bahsetmiş olduğu "küfür
kelimesi"nin manası budur. " Bu görüş, Zeccâc'ın tercih ettiği bir
görüştür.
"Onlar müslümanhklanndan sonra yine kâfir
oldular"
buyruğuna gelince, bir kimse şöyle
diyebilir: "Onlar müslüman idiyseler, daha naşı bu sözü, yani küfür
kelimesini söylemeleri münasip olur?"
Buna şu iki bakımdan
cevap verebiliriz:
a) Ayette
bahsedilen "İslâm" sözü
ile, "Savaş"in zıddı
olan barış hah kastedilmiştir.
(Böylece mana: "müslümanlıklarından sonra" yerine, "zahiren
boyur eğip barış yaptıktan sonra" olur.) Çünkü ontar, münafık olunca,
inkîyad edip barış istemişler, barışa yönelmişlerdi. Ama onlar, açıkça savaş
ilan edince, onlarla savaşmak vâcib olmuştur.
b) Onlar,
müslüman olduklarını izhâr
ettikten sonra,"
küfürlerini ortaya koymuşlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Başaramadıkları bir şeye de yeltendiler onlar "
buyruğuna gelince,
bununla, onların Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürme hususundaki anlaşmaları
kastedilmiştir. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'e bunu haber vermişti
Böylece de, Hz. Peygamber onlardan korunmuş, onlar da amaçlarına
ulaşamamışlardı.
[115]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Halbuki peygambere
ve müminlere karşı
kin besleyip intikam almaya yeltenmeleri için, Allah ile peygamberinin lütf-u
inayeti İle onları zenginleştirmiş olmasından başka, meydanda bir sebep de
yoktu.." buyruğu ile ilgili iki bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Ayette
bahsedilen kelimesiyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:
a) O
münafıklar, Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelmezden önce, bir geçim sıkıntısı
içinde bulunuyorlardı. Ne at yüzü
görebiliyorlardı, ne de ganimet elde edebiliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s)
Medine'ye geldikten sonraysa, bol ganimetler aldılar, mallar edindiler, böylece
güç ve kuvvete erdiler. Bu da, onların,
o peygamberi sevmelerine, O'nun uğruna can ve mallarını bezletmede gayret
göstermelerine yol açtı.
b) Rivayet olunduğuna göre Cülâs'ının bir kölesi
öldürülür. Bunun üzerine Hz Peygamber (s.a.s), o kölenin diyeti olarak onikibin
dirhem verilmesini emreder. Böylece de Cülâs, zengin olur.
İkinci bahis: Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesi, ortada, kendisi sebebiyle intikam alınacak herhangi bir şeyin
bulunmadığına bir dikkat çekmedir. Bu, şairin tıpkı, "Onların Emeviler
aleyhinde olmalarının tek sebebi, onların
öfkelendikleri sırada hilim ile davranıp muarızlarını hemen
cezalandırmayışlandır."
Ve Nabiğâ'nın
"Onların, ordularla savaşmaktan ötürü kılıçlarında pekçok kırıkların
bulunmasından başka, hiçbir kusur ve ayıbı yoktur"demesi gibidir. Yani,
"Onlarda asla kusur yoktur" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur.." buyurmuştur.
Bu ifadeyle, bu büyük suçun kendilerinden sâdır olmasından sonra, kalblerinin
yumuşatılması amaçlanmıştır. Ayetin zahirinde, "onların ancak, tevbe
etmeleri halinde hayır elde edecekleri" hükmünden başka bir hüküm
bulunmamaktadır. Ama onların, bilfiil tevbe etmeleri hususuna gelince, bu,
ayette yer almamaktadır. Biz, âlimlerin, Cülâs'ın tevbe etmesine dair
söyledikleri sözü demin zikretmiştik.
[116]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer,
onlar tevbe etmekten
yüz çevirirlerse. Allah onları dünyada da. âhirette de pek acıklı bir azaba
uğratır" buyurmuştur. Allah'ın ahiretteki azabı malumdur. Ama. onlara bu
dünyada yapacağı azaba gelince, bu hususta şunlar ileri sürülmüştür:
a) Bununla
şu murad edilmiştir: "İnsanlar arasında, onların kâfir oldukları anlaşılıp
yayılınca, onlar tıpkı bir ehl-i harb,
"harbî" gibi oldular.
Böylece de onların
öldürülmeleri,
onlarla savaşılması, çoluk çocuklarının esir, mallarının da ganimet olarak
alınması helâl olmuş olur.
b) Bununla,
onların ölürken ve azâb meleklerini bizzat görürken başlarına gelen murad
edilmiştir.
c) Bununla
kabir azabı murad edilmiştir. Cenâb-i Hakk'ın, "Yeryüzünde onlar için ne
bir yâr. ne bir yardımcı da olamaz"
buyruğuna
gelince bu, "Allah'ın azabı vacib olunca, kimseye, hiçbir dost ve yardımcı
fayda veremez!" demektir.
[117]
"İçlerinden kimi
de Allah'a (şöyle) ahdetmişti: "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse,
andolsun. zekât vereceğiz, muhakkak ki salihlerden olacağız. Allah, kendilerine
lütfundan verince de onunla cimrilik edip, arka çevirdiler.
Onlar öyle dönektirler. Nihayet. Allah'a olan
va'adlerini tutmadıkları, yalan söyledikleri için. O da bu fiillerinin
âkibetini kalblerinde. kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar sürecek bir
nifak yaptı. Münafıklar,hâîâ bilmediier mi
fci,
Allah şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de, fısıltılarını da biliyor ve
muhakkak ki. Allah gaybleri çok iyi bilendir"
(Tevbe. 75-78).
Bil ki bu sûrenin
ekseriyeti, münafıkların hallerini açıklamakla ilgilidir. Münafıkların
hallerinin çeşit çeşit olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Bu sebepten dolayı
Cenâb-ı
Hak o münafıkları ve onların hallerini,
ayrıntılı bir şekilde zikrederek, şöyle buyurmuştur: "Yine o münafıkların
içlerinde öyle kimseler vardır ki, peygambere eziyyet ederler..." (Tevbe.
61); "İçlerinden sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayacaklar da
var"(Tevbe. sa); "Onlardan kimi de: "Bana izin ver, beni fitneye
düşürme" (Tevbe. 49); felçlerinden kimi de, Allah'a şöyle ahdetmişti:
"Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse."
[118]
İbn Abbas (r.a) şunu
anlatmıştır: "Hâtıb İbn Ebî Belte'a'nın, mallarının Şam'dan gelmesi
gecikmiş, o da sıkıntıya düşmüştü. Bunun üzerine, Ensâr meclislerinden
birisinde bulunduğu bir sırada Allah'a yemin ederek, "şayet bize lütf-u
kereminden verirse, ben tasaddukta bulunacağım; Allah'ın vereceği maldaki
hakkını, zekâtı vereceğim ve böylece muhakkak ki salihlerden olacağım..."
demişti."
[119]
Bu ayetin en meşhur
nüzul sebebi olarak şu hadise anlatılmıştır: "Sa'lebe İbn Hâtıb, "Ya
Resulallah, Allah'a dua et de, bana mal mülk versin.." dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber: "Ey Sa'lebe, şükrünü eda edebileceğin az mal, takat
getiremiyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.. "[120]dedi.
Sa'lebe, Hz. Peygamber'e tekrar müracaat ederek: "Seni hak olarak gönderen
Allah'a yemin ederim ki, şayet, Allah bana mal verirse, her hak sahibine
hakkını vereceğim..." dedi. Bunun üzerine de Hz. Peygamber onun için dua
etti. Derken o, bir koyun edindi. Bu koyun, tıpkı kurtların üreyip çoğalması
gibi çoğaldı. Öyle ki, koyun sürüleri Medine'ye sığmaz oldu. Bunun üzerine
Sa'lebe, koyun sürülerini bir vadiye götürdü. Ve, öğlen ve ikindi namazlarını
kılmaya, diğerlerini ise ktlmamaya başladı. Sürü iyice üreyip çoğalınca da,
cuma namazları hariç, bütün namazları kılmaz oldu. Daha sonra da, cumayı da terketti.
Derken kervancılarla karşılaştığında, "ne var, ne yok?" diye
soruyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) Sa'lebe'nin durumunu sorduğunda O'na onun
durumu anlatıldı. Bunun üzerine, Hz. Peygamber: "Yazıklar olsun sana,
Sa'lebe!" dedi. İşte bunun üzerine de, "Onların mallarından sadaka
al..."(Tevbe, 103)ayeti nazil oldu. Bundan dolayı Hz. Peygamber Sa'lebe'ye
iki adam yollayarak: "Sa'lebe'ye gidiniz ve zekâtını alınız..." dedi.
Bu adamlar Sa'lebe'nin yanına varıp da ona Hz. Peygamberin emrini ilettiklerinde
O: "Bu, bir cizyedir; ya da, cizyenin benzeridir "
dedi ve zekatını
vermedi. İşte bunun üzerine de Cenâb-ı Hak,ayetini indirdi. Hakkında, bu ayetin
inzal buyurulduğu haber verildiğinde,Hz.
Peygamber
(s.a.s)'e gelerek, kendisinden zekatını kabul etmesini istedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber: "Allah beni, bunu kabul etmekten men etti " buyurdu.
O, yüzüne gözüne toprak saçmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s):
"Ben sana söyledim, ama sen beni dinlemedin'' buyurdu. Hz. Peygamber'in
evine vardığında, Hz. Peygamber ona kapısını açmadı. Sonra, zekâtını Ebu
Bekir'e getirdi, Hz. Peygamber kabul etmediği için, Ebu Bekir de onu kabul
etmedi. Daha sonra da, Hz. Ömer de, Ebu Bekir'e uyarak o zekâtı kabul etmedi.
Hz. Osman da kabul etmedi. Ve Sa'lebe, Hz. Osman'ın hilafeti zamanında ölüp
helak oldu.
İmdi şayet,
"Allah Teâlâ, Sa'lebe İbn Hâtıb'e zekâtını vermesini emretmişti. O halde,
peygamberin, onun zekatını kabul etmemesi nasıl caiz olabilir?" denilirse,
biz deriz ki:
Şöyle denilmesi uzak
bir ihtimal değildir: Allahu Teâlâ Hz. Peygamber (s. a.s)'i, başkaları bundan
ibret alsın ve böylece de, zekâtlarını vermekten imtina etmesinler diye,
Sa'lebe'yi hor ve hakîr kılmak için, zekâtını kabul etmekten men etmişti.
Şöyle de denilebilir:
O, zekâtını ihlâslı bir biçimde değil, riya maksadıyla getirmişti: Allah Teâlâ,
bunu Hz. Peygamber'e bildirdi de, O da işte bundan dolayı o zekâtı kabul
etmedi.
Şu da muhtemeldir:
Allah "Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizlemiş
(....) olasın"(Tevbe, 103) buyurup, böyle bir maksad da, münafıklığı
sebebiyle Sa'İebe'de mevcut olmayınca, Hz. Peygamber (s.a.s), onun zekâtını
almaktan geri durmuştur. Allah, en iyisini bilendir.
[121]
Ayetin zahiri, bazı
münafıkların, Allah'ın kendilerine mal vermesi halinde, o malın bir kısmını
hayır yerlerine sarfedeceleri hususunda Allah'a yemin ettiklerine; Allah
Teâlâ'nın da o kimseye mal verdiğinde, onun bu ahdini yerine getirmediğine
delâlet etmektedir. Bu tabirle ilgili birkaç soru bulunmaktadır:
[122]
Birinci soru;
"Münafık, kâfir olan kimsedir. Halbuki, kâfirin Allah'a ahdetmesi nasıl
mümkün olabilir?"
Cevap: Münafık, bazan
Allah'ı bilen, tanıyan kimse olabilir. Ancak ne var ki o kimse, Hz. Muhammed'in
nübüvvetini kabul etmez. Allah'ı tanımış olmast sebebiyle,
Allah'a andetmesi; Hz. Muhammed (s.a.s.)'ın
peygamberliğini inkâr etmiş olması sebebiyle kâfir olmuş olması mümkündür. Ben
bunu nasıl söylemeyeyim ki? Dünyadaki insanların ekserisi, kadir bir
yaratıcının varlığını itiraf etmektedirler. Kâfir çeşitferi arasında, Allah'ı
inkâr eden pek azdır. Hemen hemen hepsi de, insanlara hayır kapılarını açanın
Allah Teâlâ olduğunu itiraf ediyor ye itâatta bulunmakla, mahlûkata iyilik ve
ihsanda bulunmakla Allah'a yakınlaşabilmenin mümkün olduğunu biliyorlar. İşte
bunlar insanların ekserisinin, üzerinde mutabık oldukları şeylerdendir. Yine şu
da mümkündür: O, Allah'a böyle bir ahidde bulunduğu zaman müslüman idi. Sonra,
malında cimrilik yapıp ahdini yerine getirmeyince, münafık olmuştur.. Ayetin
lafzı da, bizim zikrettiğimiz açıklamayı ihsas ettirmektedir. Çünkü Cenab-rHak,
"O da, bu fiillerinin akıbetini, kaiblerinde (...) bir nifak
yaptı..." buyurmuştur.
[123]
İkinci soru: Bu ahdi,
dil ile ifade etmek bu andlaşmamn şartından mıdır, yoksa kalbiyle niyet etmesi
halinde, onu telaffuz etmeye bir gerek olmadan da bu iş, bu andlaşmamn
kapsamına dahil olur mu?
Cevap: Alimlerden
bazıları şöyle demişlerdir: Kişinin lisanıyla ifade ettiği veya lisanen ifade
etmeyip de kalbiyle niyetlenmiş olduğu her şey, bu ahde dahildir."
Mu'temir İbn Süleyman'ın şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Deni2de
şiddetli bir fırtınaya tutulduk. Derken, içimizden bazıları, çeşitli adaklarda
bulundular. Ben de bir şeye niyetlendim, ama onu dilimle ifade etmedim.
Basra'ya geldiğimde, babama bu hususu sorduğumda, o da, "Evladım, bu
adağını yerine getir!" dedi. "
Bu görüşü savunanlar
şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan kimi de Allah'a şöyle
ahdetmişti..." ifadesi, onların, içlerinden herhangi bir şeyle niyetlenmiş
olduklarını ifade eder. Baksana, Allah Teâlâ da "Münafıklar hâlâ
bilmediler mi ki, Allah, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de,
fısıltılarını da biliyor." buyurmuştur.
Muhakkik alimler ise
şöyle demişlerdir: Bu ahid verme, dilin ifade etmiş olduğu lâfızlarla
mukayyeddir. Bunun delili, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Allah, benim
ümmetimden, içlerinden geçen fakat lisanlanyla ifade etmedikleri şeyi
bağışlamış, affetmiştir..." buyurmuş olmasıdır. Veyahut da.Hz. Peygamber
bunu, manası bu olan başka lafızlarla ifade etmiştir. Hem Cenâb-ı Hakk'ın,
"içlerinden kimi de Allah 'a şöyle ahdetmişti; "Eğer bize lütf-u
kereminden ihsan ederse, andolsun, zekât vereceğiz buyruğu, o ahid verenin, bu
sözü söylediğini haber vermektedir. Sözü söylemek ise, onun bunu, lisanıyla
ifade ettiğini göstermektedir.
Üçüncü soru: Ayetteki
"andolsun, zekâtını vereceğiz" ifadesinden maksat,
herhangi bir miktar malı çıkarıp vermektir. Sonra,
malı çıkarıp vermek iki kısma ayrılır: Bu, bazan farz olur, bazan otmaz. Farz
olan da ikiye ayrılır; Vacib olan zekât ve nafakaların verilmesi gibi,
doğrudan, şeriatın mecbur tutmasıyla vâcib olan kısım; diğeri de, kişinin,
meselâ nezrettiği adaklar gibi, kendiliğinden yerine getirmeyi iltizâm ettiği,
üstlendiği farz kısım. Bu üç kısmı iyice öğrendiğinde, biz diyoruz ki:
"Andolsun. zekâtı vereceğiz" sözü, bu üç kısmın üçünü de içine alır
mı almaz mı?
Cevap: Biz diyoruz ki;
Farz olmayan sadakalar, bu ayetin hükmüne dahi değildirler. Bunun deüli Cenâb-t
Hakk'ın, o sadakayı "Onunla cimrilik ederler'
ifadesiyle vasfetmiş olmasıdır. Şeriat örfünde
"buhl" (cimrilik) vâcib olanı vermeme* demektir. Hem Allah Teâlâ, onları, bunu
vermemelerinden dolayı tenkit etmiştr Halbuki mendûb, nâfite olanları terkedenler,
bir zemme, tenkide müstehak olmazla' Geriye kalan iki kısımdan, şeriatın mecbur
tutmasıyla farz olanlar, şüphesiz ayetır hükmüne dahildirler. Bunlar, zekâtlar, haccda ve savaşta
harcanılmasına ihtiyaç duyulan mallar ve farz olan nafakaların tedariki
hususunda ihtiyaç duyulan mallardır.
Geriye şöyle denilmesi
kalmıştır: "Ayet, bu sözü söyleyen kimsenin, nezr, adak yoluyla herhangi
bir malı çıkarıp vermeyi üstlendiğine delalet eder mi?" Görünen odur ki,
ayetin lafzı, buna delalet etmez. Çünkü ayette zikredilen, onun sadece, "Eğer
bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun. zekâtın) vereceğiz"
şeklindeki sözüdür. Bu ise, herhangi bir adağı ihsas ettirmemektedir. Çünkü bu,
bir kimse. Allah'ın kendisini zengin kılması halinde, Rabbi ile farz olan
infâkları yerine getirme hususunda da bir ahidleşmede bulunabileceğine delâlet
eder. Böylece bu, o kimseye vâcib olanın, işte bu iltizam edip üstlenmeden
dolayı farz olduğuna delâlet eder. Halbuki zekât, bu üstlenme, iltizâm etme
sebebiyle farz olmayıp, "nisâb" miktarına sahip olması ve o malın
üzerinden de tam bir yılın geçmesiyle farz olmuştur.
Biz deriz ki,
"elbette zekât vereceğiz"
tabiri, onların, bu işi hemen
yapmalarını
gerektirmez. Çünkü bu, bu fiilin ileride de yapılabileceğine dair bir haberdir.
Ayetteki bu kadarcık bir ifâde, onun hemen yapılması gerektiği manasına gelmez.
Buna göre sanki onlar, "Biz, muayyen bir zamanda tasadduk ederiz"
demiş gibi olurlar. Bu, onların tıpkı, "Namazın farz olduğu vakitlerde,
biz salihlerden oluruz" demeleri gibidir. Böylece, zikrettiğimiz bu takdirden
şu netice çıkmıştır: Bu ahidleşmenin hükmüne giren, şeriatın doğrudan doğruya
mecbur kilmasıyla verilmesi gereken malları vermektir. Bu husus, bizim bu
ayetin, zekâtını vermeyenler hakkında nazil olduğuna dair nakletmiş olduğumuz
rivayetlerle de kuvvet kazanır. Böylece, Cenâb-ı Hak sanki, o münafıkların
durumunun, tıpkı peygambere ve mü'minlere karşı nifak içinde bulundukları gibi,
Rableriyle anlaştıkları konularda da Rablerine karşı nifak içinde
bulunduklarını ve söylediklerini yerine getirmediklerini beyân etmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın bundan
maksadı ise, onları tam bir nifak içinde bulunmakla nitelemektir. Bu bölümlerin
ekserisi, Kâdî'nin sözüdür.
Dördüncü soru:
Ayetteki kelimesinde "fadl"dan
ne kasdedilmiştir?
Cevap: Bununla, hangi
yolla olursa olsun, yani ister ticaret, ister üretim, isterse bu ikisinin
dışındaki bir yolla olsun, mutlak manada mal-mülk vermek kasdedilmiştir.
Beşinci soru: kelimesi
nasıl iştikak etmiştir?
Cevap: Zeccâc şöyle
demiştir: "Bu kelimenin aslı 'dir. Ancak ne var ki,
mahreçleri yakın olduğu için tâ harfi sâd harfine
idgâm edilmiştir." Leys şöyle demiştir: "Arapça'da,
"musaddık", veren kimseye; "mutasaddık" da isteyen sâile
denilir." Esma'îveFerrâbu mananın bir hata ve yanılma olduğunu; veren
kimseye
"mutasaddık"
denildiğini, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da, 'Hakkımızda ayrıca lütufkârlık da et.
Zira Allah lütufkârlan mükafaatlandmr " (Yusuf. sb> buyurduğunu
söylemişlerdir.
Altıncı soru:
Ayetteki "Salihlerden
olacağız" tabirinden maksad nedir?
Cevap:
"Salih", "müfsid"in zıddıdır. "Müfsid",
mükellefiyet hususunda kendisine farz olan şeylerde cimrilik yapan kimse
demektir. Binâenaleyh, "Sâlih"in de, mükellefiyette kendisine farz
olan husustan yerine getiren kimse olması gerekir. İbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir: "Sa'lebe, Allah'ın kendisine hayır kapılarını açması halinde
tasadduk edeceğine, hacca gideceğine dair Allah'a ahid vermişti. "
Ben derim ki: Ayeti
kayıtlamak hususunda bir delil bulunmamaktadır. Tam aksine, ayet-i kerimedeki
"andolsun. zekâtını vereceğiz" tabiri farz olan zekâtın verilmesine;
salihlerden olacağız.." tabiri de, mutlak manada verilmesi gerekli olan
her şeyin verileceğine bir işarettir.
[124]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah, kendilerine lütfundan verince de onunla cimrilik edip, arka
çevirdiler. Onlar işte Öyle dönektirler..." buyurmuştur. Bu, Allah
Teâlâ'nın, onları şu üç sıfatla vasfettiğine delâlet eder:
1)
Cimrilik. Bu, hak olanı vermemek
demektir.
2) Ahidden dönmek.
3) Allah'ın mükellefiyetlerinden ve emirlerinden
yüz çevirmek.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Nihayet... o da bu
fiillerin akibetini
kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar sürecek bir nifak
yaptı" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.
[125]
Cenâb-ı Hakk'ın,
tabiri daha önce geçmiş olan bir
şeye
isnâd edilmesi gereken bir fiildir. Daha önce geçen ifadeler ise,
"Allah", "ahidleşme", "tasaddukta bulunma",
"salâh", "buhl", "tevelli-yüz
çevirme" ve"i'râz" kelimeleridir. kelimesini,
muahedeye, yahut tasadduka; yahud salâh'a isnâd etmek (bunları onun
faili kabul etmek) caiz değildir. Çünkü, bu üç şey hayır amelleridir. Şu halde
nifakın meydana gelmesinde bunları müessir saymak mümkün değildir. Bu kelimeyi,
"buhl", "tevelli" ve "i'râz"a isnâd etmek de
mümkün değildir. Çünkü, bu üçünün bulunması halinde, o kimse farzları yerine
getirmeyi terketmiş olur. Binâenaleyh, bunları, kalbdeki nifakın meydana
gelmesinde müessir addetmek mümkün değildir. (Farzları terketmek, bir nifak
alâmeti değildir.) Çünkü bu nifak, küfür demek olup küfürde cehalettir, Allah'ı
tanımamadır. Halbuki, bazı farzları terketmenin kalbte cehaletin (küfrün)
meydana gelmesinde müessir kabul etmek caiz değildir. Bir defa, vacibi
terketmek yokluktur. Cehalet ise, varlıktır. Halbuki yok olan, var olanda
müessir olamaz. İkinci olarak: bu "buhl", "tevellî" ve
"i'râz", kendilerinde nifak olmadığı halde, pekçok fasıkta da
bulunabilir. Üçüncü olarak: Bu (farzları) terk, şayet kalbte bir küfrün meydana
gelmesini gerektirseydi, bu terk, ister şer'an caiz olsun, isterse şer'an haram
olsun, onu gerektirirdi. Çünkü, şer'î hükümlerin ihtilâf sebeplen,
"müessir" olanı müessir olmaktan çıkarmaz. Dördüncü olarak: Cenâb-ı
Hak bu tabirin peşinden, "Allah'a olan va'adlerini tutmadıkları, yalan
söyledikleri için " buyurmuştur.
Binâealeyh,
şayet "buhl",
"tevellî" ve"i'râz"a isnâd edilmiş olsaydı, o zaman ayetin
takdiri, "Allah'a olan va'adlerini tutmadıkları
ve yalan söyledikleri için, onların cimrilikleri, yüz çevirmeleri ve
döneklikleri, onların akibetini kalplerinde bir nifak haline getirdi.."
şeklinde olurdu ki, bu da caiz değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "tevelT"
ile, bu tevellî ile kalbte meydana gelen nifakın arasını birbirinden
ayırmıştır. Halbuki bunun yanlış bir söz olduğu
malumdur. Dolayısıyla yaptığımız
bütün bu. izahlarla, fiilini, Cenâb-ı
Hakk'ın dışında, daha önce zikredilmiş olan şeylerden birisine
isnâd etmenin caiz olmadığı sabit olmuş olur.
Binâenaleyh bu fiilin Allah'a isnâd edilmesi gerekir. Böylece de mâna,
"Onların akibetini, kalblerinde nifak haline getiren Allahı Teâlâ'dır..."
şeklinde olur. Bu da, kalblerde küfrü
yaratanın Allahu Teâlâ
olduğuna delâlet
eder. İşte bu, Zeccâc'ın söylemiş olduğu şu husustur: "Bu ayetin manası,
"onlar geçmişte sapıtınca, Allah da, gelecekte onları dinden saptırmıştır
"
şeklindedir." fiilinin failinin
Allah olduğu görüşünü, O'nun ifadesi de desteklemektedir. Zira, daki zamir
Allah'a râcidir. Binâenaleyh daha uygun olan, fiilinin de, Allah'a isnâd
edilmiş olmasıdır.
Kadı şöyle demektedir:
"Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinden kasd-edilen mana "Allah, nifaklarından
ötürü, akıbette onlara ceza verdi"
şeklinde
olur. O ukubet de, onların kalblerinde meydana gelen keder, gönül sıkıntısı,
başlarına gelen zillet ve kınanma v.b" dir. Ve bu, onlarla birlikte
ahirete kadar devam eder." Biz deriz ki bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu,
delilsiz ve herhangi bir şüphe bulunmadan, zahiri terketmektir. Eğer Kâdî,
"Aklî deliller, Allah Teâlâ'nın, küfrü yaratmadığına delâlet ediyor!"
derse, biz de onların delillerine sapasağlam dağları bile çökertecek kuvvette
aklî delillerle mukabele ederiz.
[126]
Leys şöyle demektedir:
"Birisinin işinin akıbetini pişmanlık kıldığında, yani onu pişman olacak
duruma getirdiğinde
dersin." Hüzeli
de şöyle
demektedir:
"Oğullarım helak
olup gittiler ve ölümlerinden sonra geriye bana, hasretle hiç sona ermeyen
gözyaşları bıraktılar:" yine Arapça'da
alanca, neticede kendisini hasta edecek olan bir lokma yedi"
ve "Allah onun akıbetini hayır
kıldı" denilir. Velhasıl Arapça'da, bir şey bir şeyin peşinden meydana
geldiğinde, deyimi kullanılır."
[127]
Ayetin zahiri,
ahdi bozup, sözünden caymanın nifakı
doğuracağına delalet etmektedir. Bu sebeple
müsiümanın,
bundan olabildiğince sakınması,
kaçınması gerekir.
Binâenaleyh bir kimse, herhangi bir iş hususunda
Allah'la
ahidleştiğinde, onu yerine getirmek için
gücünün yettiğince gayret göstermelidir. Hasan el-Basrî (r.h.)'nin görüşüne
göre, işte bu husus hiç şüphesiz bir nifaka yol açar. O bu hükmünde, hem bu
ayete, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.)'in: "Kendisinde şu üç şey bulunan
kimse, namaz kılsa da, oruç tutsa da ve kendisinin mü'min olduğunu iddia etse
de münafıktır: Söylediğinde yalan söyleyen, va'adettiği zaman va'adinden dönen
ve kendisine bir şey emânet olarak bırakıldığında ona hıyanet eden".[128]
hadisine tutunmuştur.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s.)'den, "Siz, benim için şu altı şeyi kabul edin, ben de sizin için
cenneti tekeffül edeyim: Konuştuğunuzda yalan söylemeyiniz, söz verdiğinizde
caymayınız, size bir şey emânet edildiğinde ona ihanet etmeyiniz, gözlerinizi,
ellerinizi ve avretlerinizi koruyup haramdan men ediniz. Gözlerinizi
hıyanetten; ellerinizi hırsızlıktan, avret mahallerinizi de zinadan..."
dediği rivayet edilmiştir.
Atâ İbn Ebî Rabâh
şöyle der: "Bana, Câbir İbn Abdullah, Hz. Peygamber (S.a.s.)'in,
"Kendisinde şu üç şey bulunan kimse münafıktır.."[129]
'hadisini, peygamberle konuştuklarında, O'na yalan söyleyen, sırrını
kendilerine emanet ettiğinde ona hiyânet eden ve kendisiyle birlikte sefere
çıkacaklarına söz verdiklerinde cayan münafıklar hakkında söylediğini anlattı.
" Amr İbn Ubeyd bu hadisi tefsir ederek şöyle dedi: "Allah namına
konuştuğunda O'nun dinine ve Resulüne karşı yalan söyler. Va'adettiğinde,
Allah'ın kendisiyle ahidleşenler hakkında söylediği gibi, sözünden cayar;
Allah'ın dini hususunda kendisine itimâd edildiğinde, o gizlice hiyânet
eder. Böylece de kalbi, lisanından başka
bir durumda olur."
Vâsıl İbn Atâ'ntn
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hasan el-Basrı'ye birisi gelerek;
"Yakûb( a.s.)'un çocukları: "Yusuf'u kurt yedi.." şeklinde bir
söz söylediler, ama yalan söylediler. "Biz onu, mutlaka himaye
edeceğiz.." (Yusuf, 63) sözlerinde de , ona söz verdiler, ama bundan
caydılar. Babalan, Yusuf hakkında onlara güvendi, ama onlar ona hiyânet
ettiler. Binâenaleyh, şimdi biz bunların münafık olduklarına hükmedebilir
miyiz?"deyince, Hasan el-Basrî (r.h.) durdu, bir şey söyleyemedi.
[130]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar" buyruğu,
bu söz verenin,
münafık olarak
öldüğüne delâlet
eder. Bu ayetin
verdiği haber,
kendisinden haber verilen hâdiseye uygun olarak
tahakkuk etmiştir. Zira, rivayet olunduğuna göre Sa'lebe, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'e zekâtını getirmiş, bunun üzerine Hz. Peygamber de: "Allah,
benî, senin zekâtını kabul etmekten men etti!" buyurmuştur. Ve o, bu hal
üzere kalmış ve onun sadakasını, zekâtını, o ölünceye kadar kimse kabul
etmemiştir. Böylece bu, bu haberin bildirdiği şeyin, habere uygun olarak
meydana geldiğine delalet eder. Böylece de bu, gaybtan bir haber vermek olmuş
olur. Bu sebeple de bir mucize olmuş olur.
[131]
Cübbai şöyle
demiştir:'fMüşebbihe, Allah'ın görülmesini
isbat
hususunda, O'nun, "Kendisine kavuşacakları gün..."
(Ahzâb. 44) ayetine sarılmışlardır. Halbuki
"lika", görmek
demek değildir. Bunun
delili, Cenâb-ı Hakk'ın, münafıklarla ilgili olarak, "Kendisinin huzuruna
çıkacakları güne kadar.." ayetidir. Hem ulemâ, kâfirlerin Allah'ı
göremeyecekleri hususunda icmâ etmişlerdir. Binâenaleyh, bütün bunlar
"likâ"nın görmek demek olmadığına delâlet eder. Bu görüşümüzü, Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in, "Bir müslümanm hakkını gasbetmek için yalan yere
yemin eden kimse, Allah kendisine gazab etmiş olduğu halde, Allah'a mülaki
olur"[132] hadisi de
desteklemektedir. Yine ulemâ, bu hadiste geçen"likâ"dan maksadın,
"O kimsenin, Allah katında olan ceza ile yüz yüze kalması..." olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. İşte burada da böyledir." Kâdî, Cübbaî'nin
bu sözünü çok beğenmiştir.
Ben derim ki: Ben,
böylesi zeki kimselerin, bu tür zayıf ve tutarsız misallerle nasıl yeti nebi
İdi kteri ne çok şaşıyorum. Bu böyledir, zira biz, "lika" lafzını
gerek bu ayette ve gerekse bu hadiste, ayrı bir delil sebebiyle
"görmek" manasına hamletmedik. Fakat bu durum, diğer hallerde
likâ'nın "görmek" anlamını terketmemizi gerektirmez. Baksana bizim,
umûm olan bazı ifadeleri, ayrı bir delilden dolayı tahsis etmemizden, ayni şeyi
umûmî bütün ifâdeler hakkında delilsiz olarak uygulamamızı gerektirmez.
Binâenaleyh o gerekmediği gibi, bu da gerekmez.
İmdi şayet o "Bu
söz, ancak Arapça'da "lika" kelimesinin "görmek" manasından
ibaret olması halinde kuvvet kazanır; oysa ki bu, kabul edilemez" derse,
biz deriz ki: "ükâ"nın, ulaşmak, vasıl olmak anlamına geldiğinde
şüphe yoktur. Binâenaleyh bir şeyi gören, ona ulaşır, vasıl olur. Bu sebeple
de, "idrâk" kelimesi ulaşmak, yetişmek anlamına geldiği gibi,
"rü'yet" (görmek) de "lika" anlamına gelmiş olur. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Musa'nın ashabı dedi ki: "İşte yakalandık!"
(Şuara, ei) buyurmuştur. Sonra biz, "likâ"yı, "rü'yet"
(görmek) manasına hamlettik. İşte burada da böyledir. Sonra biz şöy!e diyoruz:
Buradaki "iikâ"nın görmek anlamına gelmediğinde şüphe yoktur. Tam
aksine, Cenâb-ı Hakk'ın, da, bu fiillerinin akıbetini kalblerinde, kendisinin
huzuruna çıkacakları güne kadar sürecek bir nifak yaptı" buyruğundan
kastedilen mana, "O'nun hüküm ve kazasının ifâ edildiği güne
kadar..."şeklindedir. Bu tıpkı, bir kimsenin "Sen yarın amelinle
karşılaşırsın, onunla başbaşa kalırsın.." demesine benzer. Yani,
"Ameline göre karşılık görürsün..." demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın
buyruğunun manası: "Allah
Teâlâ bundan önce
sözlerinden cayıp yalan söylemeye cüret ettikleri için, kalblerinde o nifakı
meydana getirmek suretiyle onlara azâb etmiştir" demektir.
[133]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Münafıklar hâlâ
biimediler mi ki,
Allah, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de, fısıltılarını da
biliyor..." buyurmuştur. "Sır" onların kalblerinin gizleyip
sakladığı şeydir. "Necvâ" ise kendi aralarında birbirleriyle
fısıldaşarak görüşmeleridir. Necvâ, necve'den gelir Bu kelime de gizli söz,
gizli konuşmak demektir. Buna göre, fısıldaşan iki kimse, sanki başkasının
kendileriyle birlikte olmasını önlemişler ve kendileri dışındakilerder
uzaklaşmışlar demektir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu çok münâcaa:
eden bir kimse olarak yaklaştırdık... (Meryem, 52); "Vakta ki artık ondan
ümitlerin: kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler" (Yusuf, eo);
"günahı, düşmanlığı... fısıldaşmaym. İyiliği, takvayı fısıldasın..."
(Mücadele,9)ve, "Siz peygambere mahrerr. bir şey arzetmek istediğiniz
vakit, bu mahrem konuşmanızdan evvel sadaka verin (Mücadele, 12) ayetleridir.
Sen, "sır"
ile "necvâ" arasındaki farkı kavradığın zaman, ayetten kastedilen
mana şöyle olur: Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, benim sırrı ve fısıldaşmayı bildiğimi,
bundan haberdar olduğumu bilmezler mi? Onlar daha nasıl benim, onların
hallerini, zâhin bildiğim gibi bildiğimi ve zahire göre azâb ettiğim gibi,
gizli olan şeylere göre de azâfc edeceğimi bildikleri halde, aslında aralarında
sırlaşmak ve fısıldaşmak demek olar nifaka cüret edebiliyorlar?.." demek
istemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ve muhakkak ki Allah, gaybleri
çok
iyi bilendir.." buyurmuştur. Allâm, âlim kelimesinin mübalağa veznidir.
"Gayb". canlılardan gizli saklı olan şey demektir. Binâenaleyh, bu
tabir ile kastedilen, Allah Teâlâ'nın zatının, bütün eşyayı bilmeyi
gerektirdiğidir. Binâenaleyh O'nun bütür malumatı bilmiş olması gerekir. Bu
sebeple de O'nun, kalblerde ve gönüllerde olan herşeyi bilmesi gerekir. O
halde, daha nasıl (herhangi bir şey) ondan saklı tutulabilir? Bu ayetteki bu
ifadenin bir benzeri de, Hz. İsa'nın, "Şüphesiz ki gayblan hakkıyla bilen
sensin sen..."[Maıde, ne)şeklindeki sözüdür. Cenab-ı Hakk'ı, allâme
kelimesiyle vasfetmek O'na bu ismi vermek ise caiz değildir. Çünkü bu sîga, bu
kalıp, bir çeş ; öğrenme külfetini i hatıra getirmektedir. Halbuki, Allah
hakkında tekellüf ise düşünülemez.
[134]
''Sadakalar hususunda
mü'minlerden gönüllü verenlerle güçlerinin
yetebildiğinden
başkasını bulamayan (fakir)lerle eğlenenler (yok mu7) Allah
onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için, pek acıklı
bir azâb vardır"
(Tevbe, 79).
Bil ki bu, onların bir
başka çirkin fiilleridir. Bu da, o münafıkların, gönüllü ve samimi olarak
sadaka veren kimseleri ayıplayıp tenkid etmeleridir. İbn Abbâs (r.a) şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün, bir hutbe okudu ve ashabı
sadaka vermeye teşvik etti. Bunun üzerine Abdurrahman İbn Avf, (sadaka olarak)
dörtbin dirhem getirerek şöyle dedi: "Benim sekizbin dirhemim vardı.
Bundan dörtbin dirhemini kendim ve çoluk çocuğum için geriye bıraktım; şu
dörtbtnini de Rabbimin ahiretteki vaadine güvenerek O'nun yoluna
yatırdım." Bunun üzerine Hz. Peygamber de: "Verdiğin ve vermediğin
şeyleri, Allah senin için mübarek kılsın!" buyurdu. Allah'ın, Hz.
Peygamber (s,a.s.)'in bu husustaki duasını kabul ettiği, öyle ki hanımı
Tümâdır'ın sekizdebirin dörtte bir hissesi olarak, seksenbin dirhem aldığı
söylenmiştir.[135]
Hz. Ömer de, aynı
miktarda sadaka getirdi. Asım İbn Adiyy el-Ensari de, yetmiş ölçek hurma sadaka
getirdi. Osman İbn Affân da, çok büyük miktarda bir sadaka getirdi. Ebû Akil
de, bir "sâ" hurma getirerek "Dün gece, hurmalıklarına su salmak
için, bir adama ücretli olarak çalıştım. Ve böylece iki "sâ" hurma elde
ettim. Bunlardan birisini çotuk çocuğuma bıraktım, diğerini de Rabbimin
ahiretteki vaadine güvenerek O'nun yoluna verdim" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber(s.a.s), onun da zekât mallarının içine konulmasını emretti. İşte
bunun üzerine münafıklar tenkid ederek: ''Onlar sadakalarını ancak, bir
gösteriş ve desinler diye getirdiler. Ebu Akil bir "sâ"hurmasını,
diğer büyük sahabilerle birlikte anılsın diye getirdi'.... Halbuki Allah, onun
bir "sâ" hurmasına muhtaç değildir" dediler de, işte bunun
üzerine Allah bu ayeti inzal buyurdu.
Lemz kelimesinin hangi
manaya geldiği, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tevbe. 58) ayetinin tefsirinde geçmişti..
kelimesinin aslı, kelimesidir. "Tatavvu"
"nafile" demek olup bu da, farz olmayan,
nafile bir şeyi yapmak suretiyle Allah'a itaatta bulunmak demektir. Tâ harfinin
tî'ya idgâm edilmesinin sebebi ise, bu iki harfin mahreçlerinin birbirine yakın
olmasıdır. Leys: "Cühd, fakir kimsenin kendisiyle kıt-kanaat yaşadığı az
bir şeydir" demektedir. Zeccâc da, bu kelimenin, cimin hem dammesi, hem de
fethası ile kullanıldığını söylerken, Ferrâ, dammeyle (cühd) okumantn
Htcazlıların; fetha ile (cehd) okumanın ise, başkalarının kullanışı olduğunu
söylemektedir. İbn Sifckît bu iki kullanılış arasında fark bulunduğunu
naklederek:
"Cühd, takat ve
güç demektir. Meselâ, gücüm ve kuvvetim manasında, "Gücüm takatim
bu.." dersin" demektedir.
Sen bunu iyice
anladığın zaman, bil ki Hak Teâlâ'nın, ''Sadakalar hususunda gönüllü
verenler" ifadesiyle, fazla sadakaları getiren o zenginler;
"güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan (fakir)ler..."
tabiriyle de, bir "sâ" hurma getirdiği için, Ebu Akil kastedilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, münafıkların onlarla alay ettiğini, Allah'ın da,
onların alaylarına karşılık verdiğini beyân buyurmuştur.
Bil ki, Allah rızası
İçin mal vermek, zekâtlarda ve diğer farz olan harcamalarda olduğu gibi, bazan
vâcib, bazan da nafile olur. İşte bu ayetten, nafile olanı kastedilmiştir.
Sonra nafile sadakayı veren, Abdurrahman İbn Avf ve Osman İbn Affân gibi, bazan
zengin kimseler olur da böylece de çok sadaka getirmiş olurlar. Bazan da, fakir
olur da, az sadaka getirir ki bu "az", güç ve sıkıntı içinde yaşayan
kimsenin, son takatini kullanarak getirdiği şeydir. Mükâfaata müstehak olmak
hususunda bu iki miktar sadaka arasında bir fark bulunmamaktadır. Zira zahiri
amellerden maksad, niyetin keyfiyeti ile şartların, yani saikferin ve
engellerin nazar-ı itibara alınmasıdır. Binaenaleyh bazan, fakirin getirip
vermiş olduğu o az miktar, Allah katında, zenginin getirmiş olduğu o çok
miktardan daha kıymetli olur.
Sonra o cahil
münafıkların bakışları, fikirleri, işlerin zahirini aşamaz, böylece de az
sadaka getiren fakiri ayıplar, tenkit ederler. Onların bu ayıplamaları, şu
birkaç sebepten ileri gelmiş olabilir:
1) Onların,
"O fakir olduğu için, ona muhtaçtır; o halde daha nasıl bunutasadduk
edebilir?" demeleridir. Ancak ne
var ki (onlar bilmiyorlar ki), bu, faziletten neş'et eden bir husustur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "kendilerinde
fakr-u ihtiyaç olsa bile, onları, kendi öz canlarından daha üstün tutarlar,.
" <Haşr, 9) buyurmuştur.
2) Onların,
"Bu azıcık şeyin ne tesiri olacak ki?" demeleridir. Bu da bir
cehalettir. Zira bu adam, sadece buna gücü yetip bunu getirdiğinde,
yapabileceği her şeyi yapmıştır. Binâenaleyh, bu kimsenin ameli, Allah katında
başkasının amelinden daha kıymetli olur. Zira o, kalbinin alâkasını, elindeki
dünya malından uzaklaştırıp kesmiş ve Allah'a tevekkül etmekle yetinmiştir.
3) Onların
şöyte demeleridir: "Bu fakir kimse, o az sadakayı, bu durumda, bu makamda,
kendisini, büyük ve ileri gelen kimseler arasına katmak için vermiştir."
Bu da bir cehalettir, çünkü insanın kendisini hayır ve din ehline katmaya
çatışması, onun kendisini tembel, işsiz güçsüz kimselere katmasından daha
hayırlıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın
buyruğu hakkında yapılmış olan temel açıklamayı[136]
sen biliyorsun. Esamm
şöyte demektedir: "Bundan maksad şudur: Allah, o münafıkların, iyilik
nev'inden olan o amellerini zahiren kabul eder; fakat ahifette o amellerinin
mükâfaatını vermez. İşte bu da, onlarla alay etme kabilinden olur."
"Onlar için ister
İstiğfar et, ister etme. Eğer onlar için yetmiş defa istiğfar
dahi etsen, yine Allah onları kesinlikle bağışlayacak
değildir. Bu. böyledir.
Çünkü Allah'ı ve
Resulünü İnkâr ederek kâfir olmuşlardır. Allah ise. fâsık bir
kavmi hidâyete ulaştırmaz"
(Tevbe. 80)
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[137]
İbn Abbas (r.a.) şöyle
der: "Önceki ayet, münafıklar
hakkında
nazil olunca onlar, "Ya Resulallah. bizim için
mağfiret taleb et!" dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber
(s.a.s.), "Sizin için mağfiret
talebinde bulunacağım " dedi
ve onlar için mağfiret talebine yöneldi de, bunun
üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bundan ötürü de Allah'ın Resulü, mağfiret
talebinde bulunmaktan vazgeçti."
Hasan el-Basrî de
şöyle demektedir: "Onlar Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelerek, özür beyanında
bulunuyor ve, "Biz sadece en güze! olanı, iyilik ve muvaffakiyet arzu
ettik" ( Nisa, 62) diyorlardı. İşte
bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu."
Esamm şunu rivayet
etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) hutbe okurken, Abdullah İbn Ubeyy İbn
Selûl ayağa kalktı:"Bu, Allah'ın kendisine ikramda bulunup aziz kıldığı,
yardım edip desteklediği Allah'ın elçisidir." dedi. Uhud muharebesinden
sonra da böyle bir şey için ayağa kalkınca, Hz. Ömer ona: "Ey Allah'ın
düşmanı, otur! Küfrün ortaya çıkıp aşikâr oldu!" dedi. Bunun üzerine,
orada bulunanların hepsi ona cephe alıp, onu lanetlediler. O da, namaz kılmadan
mescidden çıktı. Derken, kavminden birisi ona rastladı ve: "Senin mescidden
çıkmana sebep nedir? Nereye gidiyorsun?" dedi. Bunun üzerine o da, cereyan
eden olayı anlattı. O adam, ona: "Allah'ın Resulüne dön ve senin için
mağfiret talebinde bulunmasını iste!" dedi, O da: "Benim için
mağfiret talebinde bulunsun ya da bulunmasın; artık aldırmıyorum!" dedi.
İşte bunun üzerine: ''Onlara, 'Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret
talebinde bulunsun!" denildiği zaman, başlarını çevirdiler.."
(Münafikûn, 5) ayeti nazil oldu. Uhud'dan sonra münafıklar, (Hz. Peygamberin
yanma) gelerek, özür beyanında bulundular ve birtakım sudan bahaneler ileri
sürerek, kendileri için istiğfar etmesini istediler.
[138]
Cenâb-ı Hak,
"Eğer
onlar için yetmiş kere dahi istiğfar
etsen, yine Allah onları bağışlayacak değildir' buyurmuştur.
Şa'bî'nin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Abdullah İbn Abdullah İbn Übeyy İbn
Selûl, Allah'ın Resulü
<s.a.s.)'nü, babasının cenazesine çağırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s.) "Sen kimsin?" deyince o: "Ben, Hubab İbn
Abdullah'ım" dedi. Bunun üzerine de, Hz, Peygamber (s.a.s); "Hayır,
sen Abdullah İbn Abdullah'sın. Zira "Hubab" şeytanın adıdır"
dedi, sonra da bu ayeti okudu.
Kâdî, "Cenâb-ı
Hakk'ın," "Onlar için ister istiğfar et, ister etme" ayetinin
zahiri, münafıkların Hz. Peygamber'den mağfiret talebinde bulunmasını
istediklerine delâlet eder gibidir" dedi. Ben bu husustaki haberleri
naklettim.
Bu ayetin daha önceki
ifadelerle en yakın ilgi ve alâkası, İbn Abbas (r.a)'ın bildirdiği şu husustur:
"İstiğfar talebinde bulunanlar, Hz. Peygamberi ayıplayıp tenkit edenlerdir. İşte bunun üzerine de bu ayet nazil
olmuştur."
[139]
Bazı alimler şöyle
demişlerdir: "Muayyen bir sayı ile,
umumi
bir lafzı tahsis etmek, durum ve keyfiyetin, o sayının
dışında kalanlar hakkında, tahsis edilen hükmün aksine
olduğuna
delalet eder. Bu,
"hitab delili"ni
benimseyenlerin görüşüdür.. Onlar şöyle demişlerdir:
"Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer onlar için yetmiş kere
dahi istiğfar etsen, yine Allah onları
bağışlayacak değildir1' ayeti nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s.),
"Allah'a yemin ederim ki, yetmiş
kereden de fazla istiğfar ederim " dedi ve Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onlar için ister istiğfar et, ister etme. haklarında birdir"
(Münafikûn, 6) ayeti nazil oluncaya kadar istiğfar talebinden vazgeçmedi. Bu
ayet (Münafikûn, 6) nazil olunca da, bundan vazgeçti.
Bir kimse çıkıp şöyle
diyebilir: Bu istidlal, bu görüşün aksi için daha uygundur. Zira Allah Teâlâ,
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, onları kesinlikle bağışlamayacağını beyan edince,
durumun zikredilen bu adedin dışında kalanlar hakkında da, zikredilen aded için
söz konusu olan duruma müsavi olduğu sabit olmuş olur. Bu da, adedle
kayıtlamanın, mezkûr hükmü değiştirmediğini gösterir.
[140]
Bazı âlimler de şöyle
demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s),
münafıklar
için mağfiret talebinde bulunmaya yönelince, Allah onu bundan men etti.
Bazıları da şöyfe
demişlerdir: Münafıklar, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, kendileri için mağfiret
talebinde bulunmasını
istediler. Allah
Teâlâ da Hz. Peygamber'i böyle bir şeyden nehyetti. Halbuki bir şeyi nehyetmek,
nehyedilenin o fiilden önce bulunmuş olmasına delâlet etmez. Biz, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in şu sebeplerden ve delillerden dolayı, o münafıklar için mağfiret
talebinde bulunmaya yönelmediğini söylüyoruz:
a) Münafık,
kâfirdir. Halbuki, Hz. Peygamberin getirdiği şeriatta, kâfir için mağfiret
talebinde bulunmanın caiz olmadığı açıktır.
İşte bu sebepten dolayı Allah, Hz. Peygamber'e İbrahim (a.s.)'in babası
hakkındaki, "Muhakkak senin bağışlanmanı isteyeceğim.." (Mümtenine,
4) sözü hariç, Hz. İbrahim'e uymasını emretmiştir. Bu, şeriatta meşhur, ve
maruf olunca, buna yönelmek nasıl caiz olabilir?
b)
Başkasının bir başkası için bir mağfiret talebinde bulunması, o başkası, günah
ve isyanda israr ettiği sürece fayda vermez.
c) Hz.
Peygamberin, münafıklar için mağfiret talebinde bulunmaya yönelmesi, günaha
yeltenmeye ve onu işlemeye teşvik etmek gibi olur.
d) Cenâb-ı Hak, peygambere bu hususta icabet
etmediği zaman, Peygamber (s.a.s.)'in duası, O'nun katında merdûd olmuş olur.
Bu da, Hz. Peygamberin makam ve mertebesine halel gelmesini, noksanlığını
iktizâ eder.
e)
Peygamberin yapmış olduğu bu duâ Allah tarafından kabul görseydi, o zaman
icabetin meydana gelmesi hususunda, duanın sayısının azı da, çoğu gibi olur,
arada bir fark bulunmazdı.
Böylece, bu sözün
maksadının şu olduğu sabit olmuş olur: Münafıklar Hz. Peygamber (s.a.s)'den
kendileri için mağfiret talebinde bulunmasını istediklerinde Allah,
Peygamberini bundan men etmiştir. Bu ayette zikredilen sayıdan maksat ise. men
etmeyi sınırlamak, (yani, "Yetmiş defadan fazla duâ edersen kabul
ederim." demek) değildir; aksine bu ifade, tıpkı, kendisinden bir
ihtiyacının yerine getirilmesini isteyen kimseye, o kimsenin: "Bunu
benden, yetmiş defa dahi istesen, ben onu yapmam !" demesi gibidir. Bu
kimse bu ifadesiyle, o kimsenin, yetmişden fazla talebte bulunması halinde onu
yapacağı manasını kasdetmemiştir. İşte burada da böyledir. Bu görüşü, Cenâb-ı
Hakk'ın, ayetteki, "Bu böyledir. Çünkü onlar. Allah'; ve Resulünü inkâr
ederek kâfir oldular" ifâdesi de tekid etmektedir. Böylece Cenâb-ı Hak
sayısı yetmişlere ulaşsa dahi Peygamberin istiğfarının onlara fayda
vermemesinin sebebinin, onların küfür ve fısklan olduğunu beyan etmiştir. Bu
sebep, yetmişden fazla olanda da söz konusudur. Böylece bu illet, bu ayetten
kastedilenin, küfürde İsrar ettikleri sürece, Peygamberin onlar için mağfiret
talebinde bulunmasının kendilerine fayda vereceğine dair taşıdıkları ümidi
ortadan kaldırmak olduğunun bir
delili
olmuş olur. Bu izah, Hak Teâlâ'nın "Allah ise, fâsık
bir kavmi hidâyete ulaştırmaz " buyruğu da teyid
etmektedir. Zira bu ifâde, "Onların fısklan hidâyete mânidir"
demektir. Böylece, doğru olanın, bizim bahsetmiş olduğumuz şeyler olduğu sabit
olmuş olur.
[141]
Müteahhirûndan olan
müfessirler şöyle demişlerdir: "Araplarca "yetmiş" sayısı, son
ve nihaî bîr zirvedir. Zira
"yetmiş",
yedinin on katının toplamı demektir.
"Yedi.
kıymetli bir sayıdır.
Çünkü göklerin, yerin, denizlerin, mıntıkaların, yıldızların ve uzuvların
sayısı da yedidir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak bu sayıyı
burada, özellikle şundan dolayı zikretmiştir: Çünkü rivayet olunduğuna göre,
Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Hamza'nın cenaze namazında yetmiş defa tekbir
aldı. Bunun üzerine sanki, "Hamza'ya kıldırdığın namazda, yetmiş defa, o
müşrikler için mağfiret talebinde bulunsan dahi (...)" denilmek
istenmiştir, Bu hususta temei
kaidenin, Cenâb-ı Hakk'ın "...yedi başak veren,
her başakta yüz "dâne" bulunan bir tek tohumun hali gibidir1'
(Bakara. 261) ayeti ile, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
iyiliğim mükâfaatı, on katından başlayıp yediyüz
misline kadar çıkar..."[142]
hadisinin ifâde ettiği husus olduğu da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hak bu sayıyı katlama sadedinde olmak üzere Resûtü için zikretmiş olunca, bu,
bu hususta temel bir sayı olmuş oldu.
[143]
"Allah Resulüne
muhalefet için savaştan geri kalan münafıklar, oturmalarımla
sevindiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd
etmekten hoşlandılar
ve: "Bu sıcakta
harbe çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennemin ateşi daha
sıcak!" Ah bir iyice anlasalar! Artık irtikâb
etmekte oldukları günahın cezası
olmak
üzere, az gülsünler, çok ağlasınlar onlar"
(Tevbe, 81-82).
Bil ki bu,
münafıkların çirkin amellerinin bir başka çeşidi olup, bu da onların savaşa
katılmamaktan mutluluk duyup, onu çirkin görmeleridir. İbn Abbas (r.a.),
Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirle, Tebük Savaşı'nda Hz. Peygamberle savaşa katılmayan
münafıkları kastettiğini söylemiştir. Öyleyse, muhallef kelimesi, gidenlerden
geri kalan kimse anlamına gelir.
Buna göre şayet:
"Onlar, savaşa katılmamak için çareler, yollar aramışlardır.
Binâenaleyh evlâ olan,
ayette "Geride kalanlar sevindiler" denilmesi gerekir idi.."
denilirse, buna birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s.), fesâd çıkarıp ortalığı karıştıracaklarını bildiği için,
bazı kimseleri, kendisiyle birlikte savaşa katılmaktan men etmiştir. İşte bunlar, "geri kalanlar"
değil, "geri bırakılanlar" olmuş olurlar.
b) O savaşa
katılmayanlar, bu ayetten sonra gelen şu ayette de, "muhallefûn"
(geri bırakılanlar) diye vasfed Hm iştir: "Eğer Allah seni (Tebük'ten) Medine'ye onlardan (orada kalmış
olanlardan) bir zümrenin (münafıkların) yanma döndürür de başka bir savaşa
çıkmaya senden izin isterlerse de ki:
"Bundan sonra benimle birlikte katiyyen ve ebedî (sefere)
çıkamazsınız..." (Tevbe. 83). Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, o münafıkları Hz.
Peygamberle beraber savaşa katılmaktan men edince, işte bu sebeple onlar
"savaştan geri bırakılanlar" olmuş oldular.
c) Hz. Peygamber (s.a.s.), rnü'minterle beraber
savaşa çıktıktan sonra, onunfa beraber savaşa katılmayanlar, sefere çıkmayıp
şehirde kaldıkları için, "muhallefûn1' (geriye bırakılanlar) diye vasfedilmişlerdir. İbn Abbas
tabiri ile Allah Teâlâ'nın Medine'yi kastettiğini söylemektedir. Buna
göre ayetteki bu kelime, ism-ı mekân (oturulan yer manasında) olmuş olur. Mukâtil, bu tabire
"oturmalarıyla..." anlamını vermiştir. Buna göre de bu kelime, masdar
(masdar mîmi) olmuş olur.
Cenâb-ı Hakk'ın
''Allah Resulüne muhalefet için." buyurmuştur Bu hususta şu iki açıklama
yapılmıştır:
1) Bu, Kutrub, Müerric ve Zeccâc'ın görüşü olup,
"Hz. Peygamber hareket ederken,
onların durup kalmaları
sebebiyle O'na muhalefet
etmek için.." anlamındadır.
Bunlar, bu kelimenin "mefûlün leh" olması sebebiyle, mansub olduğunu
söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah'ın Resulüne (s.a.s.) muhalefet
etmek için oturup kalmalarıyla sevindiler.." şeklinde olur.
2) Ahfeş
şöyle demiştir: "Buradaki hilâfe
kelimesi, halfe (arka,
geri) manasındadır. Yunus, İsa İbn Ömer'den, bunun manasının, "Allah'ın
Resulünün
peşinden, ondan
sonra..." şeklinde olduğunu rivayet etmiştir. " Bu ayeti
"Allah'ın Resulünün peşinden, arkasından..." şeklinde okuyanların
kıraati de, bu görüşü destekler. Buna göre hilaf kelimesi, tıpkı half kelimesi
gibi, muayyen bir cihetin adı olmuş olur. Bunun, bu manaya gelmesinin sebebi
şudur: İnsan, öne doğru yönelmiştir. Binâenaleyh onun arkada kalan ciheti,
kendisine müteveccih bir yön olması hususunda, ön tarafına muhalif ve ters bir
yöndür. Hilaf kelimesi, half manasına kullanılmıştır. Nitekim, Ebû Ubeyde,
Ahvas'ın, şu beytini nakletmiştir.
Bu
beyitte, hilaf halt (arka) manâsına kullanılmıştır.
buyruğunun
manası:"Onlar,
savaşa katılmama
sebebiyle sevindiler, savaşa gitmeyi kerih gördüler" demektir. Bil ki,
savaşa katılmama, geride kalma ile sevinmek, savaşa katılmayı kerih görmeye
delâlet eder. Ancak ne var ki, Cenab-ı Hak bu ifadeyi tekid için
tekrarlamıştır. Bir de belki de bundan maksad, onlar o beldeye alışıp oranın
halkı ile ünstyyet kesbettikleri için, orada kalmaya meyletmiş; malı ve canı
öldürmeye ve heder etmeye maruz bırakmak olduğu için de, savaşa çıkmayı uygun
görmemişlerdir. Hem onları bundan alıkoyan başka bir husus da, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in savaşa çıktığı
o zamanın çok sıcak
olmasıdır ki, işte bu husus, ayet-i kerîmede, 'Ve, "Bu sıcakta harbe
çıkmayın..." dediler' diye beyan edilmiştir. Cenâb-ı Hak, onların bu son
mazeretlerine, "De ki: "Cehennemin ateşi daha sıcak!" Ah bir
iyice anlasalar!" buyurarak cevap vermiştir: Bu, "Bu dâr-ı dünyadan
sonra, başka bir dâr, yurt; bu hayattan sonra bir başka hayat daha vardır. Hem
bu son bulan bir meşakkattir. O âhiretinki ise, devam eden bir meşakkat ve
sıkıntıdır ' demektir. Keşşaf sahibi şairlerden birisinden şu mısraları
nakletmiştir:
"Uzun çağların
bir sürür ve neşesi ki, kendisinden sonra, kötülüğü dağlar misali olan bir
günle karşılaştın. Peki, bitiminin hemen arkasında uzun çağların kötülükleri
bulunan bir saatlik mutlulukİa karşılaşman hakkında ya ne düşünürsün?..."
[144]
Daha sonra Cenâb1! Hak
"Artık ...az gülsünler,
çok
ağlasınlar..." buyurmuştur.. Bu, her ne kadar emir sîgasıyla gelmiş bir
ifade ise de, bunun manası, bu durumun ileride vaki olacağını bildirmektir.
Bunun delili, Cenab-ı
Hakk'ın bu ifadenin
hemen peşinden getirmiş olduğu
"îrtikab etmekte oldukları (günahın) cezası olmak üzere"
şeklindeki İfadedir. Buna göre ayetin manası, "Onlar, bütün ömürleri
boyunca sevinseler ve gülseler dahi, bu az bir şeydir, önemsizdir. Çünkü,
dünyanın tamamı ve her şeyi önemsizdir, kıymetsizdir. Ama, onların ahiretteki
kederleri ve ağlayışları ise çok fazladır. Zira bu, sona ermeyen bir cezadır. Devam
edene, nihayete ermeyene nisbetle, sona eren azdır, önemsizdir"
şeklindedir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "Artık ...az gülsünler,
çok ağlasınlar" buyurmuştur. Zeccâc, ayette geçen cezâen kelimesinin,
"mef'ûlün leh" olduğunu ve ayetin manasının, "işte bundan dolayı
ağlasınlar..."
şeklinde olduğunu
söylemiştir. Cenâb-ı Hak, "irtikâb
etmekte
oldukları, dünyadaki nifakları
sebebiyle" buyurmuştur. Mutezile'nin, kulun, kendi fiillerinin yaratıcısı
olduğuna; Allah Teâlâ'nın da, onlara, kendi kesbleri sebebiyle deği de,
doğrudan bir zarar ve azâb ulaştırması halinde, zâlim olacağına dair bu ayetle
yapmış oldukları istidlalleri meşhurdur. Onların bu görüşlerini reddeden
görüşler ise. tekrar etmeye gerek bırakmayacak şekilde, daha önce geçmişti.
[145]
'Eğer Allah seni
(Tebük'den Medine'ye), onlardan (orada kalmış olanlardan)
bir zümrenin (münafıkların) yanma döndürür de başka
bir savaşa çıkmaya
senden izin
isterlerse, de ki: ''Bundan sonra benim/e birlikte katiyyen sefere
çıkamazsınız. Benimle beraber biç bir düşmanla
muharebe edemezsiniz.
Zünkü siz ilk defa
oturmayı hoş gördünüz. Artık bundan böyle siz}geri kalan
kadın ve çocuklarla beraber oturun"
(Tevbo, 83).
Allah Teâlâ
münafıkların rüsvaylıklarını ve kötü gidişlerini açıklayınca, onlar ıkkındaki
bunca tecrübeden sonra en münasip davranışın, onları sefere »türmemekte olduğunu
açıkladı. Zira onların
Hz. Peygamber ile
savaşa
(maları, birçok müşküata sebep ötüyordu.
Şöyle buyurdu: "Eğer Allah seni (Tebük'ten
ıdineye), onlardan, yani münafıklardan bir zümrenin yanma döndürürde,
başka savaşa çıkmaya senden izin isterlerse, de ki: "Bundan sonra benimle
birlikte
tiyyen sefere çıkamazsınız"
buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, İW iUsrj OÜ ifadesiyie, ayet, Allah seni tekrar
Medine'ye döndürürse.." manast murad edilmiştir. Rec' imesi bir şeyin,
daha önce bulunduğu yere dönmesi demektir. Nitekim Arapça'da,
"Onu, geri çevirdim" denilir. Bu, senin
tıpkı, lâj *Bij "Onu, iyice
reddettim, döndürdüm.." demen gibidir, Cenab-ı
Hak, "onlardan bir gruba"
buyurmuştur; zira, Medine'dekilerin tamamı münafık olmayıp, aksine onların bir
kısmı
ihlâslı ve mazereti bulunan
kimselerdi. "Şayet onlar, seninle
beraber
(başka) bir savaşa çıkmak için senden
izin isterlerse, de ki: "Bundan sonra artık, siz benimle beraber herhangi
bir savaşa katiyyen çıkamazsınız..." Bu, onları tenkîd etme, onları
rahmetten uzaklaştırma ve onların nifaklarını ve rüsvaylıklarını ortaya koyma,
teşhir etme yerine geçen bir ifadedir. Bu böyledir, zira müslümanları cihada
teşvik etmek, Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu dinde zarurî olarak yer alan bir
hükümdür. Onların, savaşa çıkmak için izin talebinde bulunmaya yönelmelerinden
sonra, bundan men edilmeleri, onların İslâm'dan çıktıklarının, çeşitli hile ve
desiselerle nitelenmiş olduklarının açık bir delilidir. Zira Hz. Peygamber
(s.a.s) onları, hile ve tuzaklarından sakınmak amacıyla savaşa katılmaktan men
etmiştir. İşte bu husus, bu bakımdan onları lanetleme ve tardetme, kovma gibi
olmuştur. Bunun bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın, "Siz ganimetler almak
için gittiğiniz vakit, o geri bırakılanlar diyecek ki: "Bırakın, biz de
arkanıza düşelim. " Onlar (bununla) Allah'ın sözünü değiştirmek isterler.
De ki: "Bizim arkamıza asla düşemezsiniz siz..." <fmih. ıs>
ayetidir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu men etme işini, "Çünkü siz
ilkin
oturmayı hoş gördünüz" ayetinin ifade ettiği hususa bağlanıştır. Bununla,
onların Tebük Savaşı'na katılmamaları murad edilmiştir. Buna göre bu, "İlk
defa sizin muvafakatınıza duyulan ihtiyaç daha fazla idi. Bu ihtiyaç sona erip
ve siz de, bizim sizin katılmanıza çok ihtiyacımız olan bir şuada savaşa
katılmadığınıza göre, şimdi biz de sizi kabul etmiyor ve size iltifat
etmiyoruz..." anlamındadır. Bu ayette geçen merre (kere) kelimesiyle
ilgili olarak, Keşşaf sahibi şu açıklamayı yapar: Hak Teâlâ'mn bu ayetteki
merre kelimesi, merrât (defaatle, birçok kere) anlamında olmak üzere
zikredilmiştir. Bu kelimeye evvel kelimesi muzâf kılınmıştır. Evvel kelimesi,
merrât kelimesinin müfredine
delâlet etmiş, onun
yerine kullanılmıştır.
Binâenaleyh, evlâ olan
ifade tarzının, şeklinde olmasıydı. Yine kendisi, bu soruya şu şekilde cevap
vermektedir: Bu iki kullanılışın genel ve umumi olanı, "Hind, kadınların
en büyüğüdür" denilip de, denilmeyişidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Artık bundan böyle siz geri kalan kadın ve çocuklarla beraber
oturun" buyurmuştur.
Alimler hâlif
kelimesinin tefsiri hususunda şunları söylemişlerdir:
1) Ahfeş ve
Ebu Ubeyde şöyle demektedirler: kelimesi çoğul olup, bunun müfredî halif'dir.
Halif ise, kavmi içinde birine halef olan, onun yerine
geçen kimse demektir. Buna göre bunun manası:
"Evde halef olup, başkasının yerine geçip oradan ayrılmayan erkeklerle
beraber... oturunuz" demektir.
2) Hâlifîn
kelimesi, "muhalefet edenler" anlamındadır. Ferrâ şöyle demektedir:
"Arapça'da, birisi bir kimseye muhalefet ettiğinde, ona denilir."
Ahfeş, evdekilere muhalif olduğu zaman, o kimseye "Falanca, kendi ev
halkına çok muhalefet edendir.." denilir. " Leys de, "Muhalefeti
çok ve fazla" anlamında, "Bu adam, çok muhalefet edendir" ve
"Muhalefet eden kavim, topluluk denilir" demiştir, Bu kelimeyi çoğul
yaptığındaysa, hâlifûn dersin.
3) Halif kelimesi, "Fasit olan,
bozulan" anlamına gelir.
Esmaî şöyle demiştir:
"Arapça'da, tamamiyle uzaklaşıp, bozulduğunda, işe yaramadığında, o şey
hakkında (Hiçbir işe yaramadı, bozuldu) denilir. Yine bozulup işe
yaramadığında"süt bozuldu"; ve
"şıra bozuldu.." denilir."
Sen bu üç manayı iyice
kavradığın zaman, bilesin ki, lafzın bu manalardan her birine hamledilebileceğinde
hiç şüphe yoktur. Çünkü o münafıklarda bütün bu sıfatlar bulunmaktaydı. Bil ki
bu ayet, bir kimse, kendisiyle yakın alâkası bulunan kimselerden hile, desise
ve tuzak görüp, bunların gereğini yerine getirme hususunda bütün gücüyle gayret
sarfettiklerini müşahede ederse, bu kimsenin onlarla olan münasebetini sona
erdirmesinin ve onlarla dost olmaktan kaçınmasının şart ve gerekli olduğuna
delâlet eder.
[146]
"Onlardan ölen
hiç bir kimsenin asla cenaze namazını kılma!.. Kabrinin başında da durma. Çünkü
onlar Allah) ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular ve
onlar fastk olarak öldüler... "
(Tevbe. 64).
Bil ki Allah Teâlâ.
Resulüne, onları yardımsız bırakma, hor ve hakir kılma, zelil etme hususunda
sa'yü gayret göstermesini emretmiştir. Önceki ayette bahsedilen, "Onların
peygamberle beraber savaşa çıkmaktan men edilmeleri" hususu, onların
zelil, hor ve hakir kılınmasını gerektiren sebeplerin en güçlüsüdür. Cenâb-ı
Hakk'ın bu ayette bahsetmiş olduğu, "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onlardan
ölen kimselere namaz kılmaktan men edilmesi" hususu da, onlam zelil
kılınıp yardımsız, kimsesiz ve çaresiz bırakılmalarını gerektirecek diğer bir
güçlü sebeptir.
İbn Abbas (r.a)'ın
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İbn Selûl hastalanınca Hz. Peygamber
(s.a.s) onu ziyaret etti. Bunun üzerine Abdullah İbn Ubeyy, Hz. Peygamber'den.
öldüğünde namazını kıldırmasını ve kabri başınaa dua etmesini istedi. Daha
sonra da, Hz. Peygamber (s.a.s)'e kendisine kefen olsun diye, gömleğini
istetmek üzere birisini yolladı. Hz. Peygamber de ona, dışından giydiği
gömleğini gönderdi. Abdullah bunu gen yollayarak, içten giydiği ve derisine
dokunan gömleğini istedi. Bunun üzerine Hz. Ömer fr.a): "O pis, necıs
kimseye, gömleğini niçin veriyorsun?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s):
"Benim gömleğim, ondan, Allah'ın azabından herhangi bir şeyi savuşturamaz.
Fakat umulur ki. Cenabı Hak. bu sayede o münafıkların bin adedini İslâm'a
girdirir" dedi.Zira münafıklar, Abdullah dan ayrılmazlardı. Onlar onun, bu
gömleğin peşinde olduğunu ve ondan bir fayda umduğunugörünce. o gün onlardan
bin adedi müslüman oldu. . .
Abdullah öldüğünde,
oğlu, bu haberi Hz. Peygamber'e duyurmak için geldi. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
oğluna: "Nama2inı kıldır ve onu defnet!" deyince, oğlu: "Ya
Resulallah, eğer sen onun namazını kılmazsan, hiçbir müslüman kılmaz!"
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) namazını kıldırmak için ayağa
kalkınca, Hz. Ömer de ayağa kalktı ve Hz. Peygamber onun namazını kıldırmasın
diye, Hz. Peygamber ile kıblenin arasına geçerek durdu. İşte bunun üzerine, bu
ayet nazi! oldu. Cebrail (a.s) de, Hz. Peygamberin elbisesinden tutarak
"Onlardan, ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma" dedi.
[147]
Bil ki bu husus, Hz.
Ömer (r.a)'in, medhe değer hususiyetlerinden büyük bir menkîbesine delâlet
eder, Gerçekten vahiy, birçok ayette, Hz. Ömer'in görüşüne uygun olarak
gelmiştir. Meselâ bunlardan birincisi, daha önce de bahsedildiği üzere, Bedir
esirlerinden fidye alınması; ikincisi, içkinin haram kılınması; üçüncüsü,
kıblenin değiştirilmesi; dördüncüsü, kadınların örtünmesini emreden ayetin
inmesi; taşincisi de işte bu ayetin nüzulüdür. Böylece ayetlerin. Hz. Ömer
(r.a)'in görüşüne muvafık olarak inmesi, onun dindeki mertebesinin çok yüksek
ve derecesinin çok kıymetli olduğuna delâlet eder. İşte bundan dolayı Hz.
Peygamber (s.a.s) Hz. Ömer hakkında:
"Ey
Ömer. şayet ben peygamber olarak göderilmeseydim, peygamber olarak mutlaka sen
gönderilirdin''[148]demiştir.
[149]
Şayet, "Onun
kâfir olduğunu ve küfür üzere öleceğini ve bir peygamberin böylesi bir
Kirtisenin namazını kılmasının onu tebcil ve tazim etme yerine geçeceğini
bilmesine rağmen, Hz. Peygamber'in onun namazını kıldırması nasıl caiz olur?
Hem, Peygamber onun namazını kıldığı zaman, ona dua edecektir; halbuki bu,
sakıncalı bir şeydir. Çünkü Allah Teâlâ, Peygamberine, kâfirleri kesinlikle
bağışlamayacağını bildirmiştir. Yine, gömleğini ona vermesi, ona değer
verilmesi manasına gelir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir;
Bunun sebebi, belki de
şudur: O, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, kefenlenmek için, iç gömleğini yollamak
üzere, ona adam gönderdiğinde, Peygamber, zann-ı galibiyle, onun iman ettiğini
düşünmüş olabilirdi. Çünkü ömrün sonu, günahkârın tevbe, kâfirin de iman
edeceği bir vakittir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber, Abdullah ibn Übeyy'in,
müslüman olduğunu izhâr ettiğini görüp,ondan İslâm'a girdiğine dair bu
emareleri de müşahede edince, zann-ı galibiyle, onun müslüman olduğunu
düşünmüş, buna binâen de onun namazını kıldırmayı arzulamıştır. Ama. Cebrail
(a.s) gelip ona, onun küfrü ve nifakı üzere öldüğünü haber verince, onun
üzerine namaz kılmaktan çekinmiştir.
[150]
Hz. Peygamber'in.
gömleğini Abdullah İbn Ubeyy ibn Selûl'e vermesi meselesine gelince, alimler bu
hususta da şu izahları yapmışlardır:
1) Hz.
Peygamberin amcası Abbas, Bedir'de esir alındığında, üzerine giydirecek bir
gömlek bulamadılar. Zira o, uzun boylu bir kimse idi. Derken, Abdullah İbn
Ubeyy, ona gömleğini giydirdi.
2) Müşrikler
Hudeybiye Günü Abdullah'a: "Biz Muhammed'e boyun eğmiyoruz. Ancak seni
tanıyoruz " demişlerdi. Bunun üzerine de: "Hayır, benim için,
Al/ah'ın Resulünde güzel örnekler vardır " dedi. İşte bundan dolayı,
Allah'ın Resû'ü ona (gömleğini vermekle) teşekkür etmiş oldu.
3) Allah Teâlâ, Hz. Peygambere: "İsteyeni
sakin azarlayıp kovma" (Duha, 10) buyruğu ile, dileneni geri çevirmemesini
emretmiştir. Abdullah İbn Ubeyy Hz. Peygamber'den gömleğini isteyince, işte bu
sebeple, isteğini yerine getirmişti.
4) Gömleği vermemek kerem ehline yakışmaz.
5) Abdullah İbn Ubeyy'in oğlu Abdullah, salih ve
iyi kimselerdendi. Hz. Peygamber (s.a.s) de, oğlundan ötürü, ona ikramda
bulunmuştur.
6) Belki de Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e
"Sen ona gömleğini verdiğinde, bu, münafıklardan binlercesinin İslâm'a
girmesine sebep olur" diye vahyetmişti. İşte. Hz. Peygamber de bu maksatla
böyle yaptı. Rivayet olunduğuna göre onlar, bunu görüp müşahede edince,
binlercesi müslüman oldu.
7) Hz.
Peygamber'in, genel vasfı, şefkat ve merhamet etmektir. Nitekim Cenâb-ı HakT
"B/z, seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik..."(Enbiya, ıo?) ve
"Sen Aliah'dan bir merhamet sayesindedir ki, onlara yumuşak
davrandm.." (âı-i imran 159) buyurmaktadır. Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)
Allah'ın emrini göstererek, onun namazını kılmaktan kaçındı re'fet ve
rahmetini, şefkatini izhar etmek için de, ona gömleğini verdi.
Bunu iyice
kavradığında biz deriz ki, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan ölen hiç bir
kimsenin asla cenaze namazını kılma!" ayetindeki mâte fiilinin, Vahidî,
mecrûr makamında olduğunu, zira bunun belirsiz olan ehad kelimesinin sıfatı
ofduğunu, buna göre sanki, "Onlardan ölmüş olan hiçkimse üzerine namaz
kılma, dua etme.." denilmek istendiğini söylemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, ebedâ
kelimesi, ehad kelimesiyle alâkalı bir kelimedir. Buna göre kelamın takdiri,
"Onlardan birisi üzerine ebediyyen, asla namaz kılma, dua etme"
şeklinde olur. Bil ki Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesi, ya
nefy işinin, ya da nefy edilen şeyin tebîdini (ebediyen
yapılmamasını) ifade-edebilir. Ama bu ayetin maksadı,
birincisidir. Çünkü, bu ayetin vermiş olduğu ipuçları ve karineler, bundan
maksadın, Hz, Peygamber (s.a.s)'in,
onlardan
herhangi birisinin namaztnı kılmaktan, onun için dua etmekten ebediyyen ve
tamamen men edilmiş olduğuna delâlet etmektedir.
Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "Kabrinin başında da durma" buyurmuştur. Bu
hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Zeccâc şöyle demektedir: "Hz. Peygamber (s.a.s), bir ölüyü
defnedip gömdüğünde, onun kabri başında durur ve ona dua ederdi. İşte burada,
bundan men edilmiştir."
b) Kelbî, bunun manasının, "Sen onun kabir
işlerini düzenlemekle uğraşma" şeklinde olduğunu, bunun, bir kimse birinin
işini üstlenip onu deruhte ettiğinde,
Arapların
söylemiş oldukları deyiminden alındığını söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'i onun namazını kılmaktan ve onun kabri başında
durmaktan men edişini,
Çünkü onlar Allah ı
ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular ve onlar fasık olarak öldüler ayetinin
muhtevasına bağladığını beyan etmektedir. Bu ifadeyle ilgili birkaç
so-buiunmaktadır[151]
Birinci soru: Fısk,
küfürden daha aşağı derecededir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak. bu yasaklamanın
sebebi olarak onun kâfir olduğunu beyan edince, bundan sonra onu fasık olarak
vasfetmesinin fayda ve hikmeti nedir?
Cevap:
"Kâfir", dini hususunda bazan adil olabilir. Bazan ise fasık, adi ve
kavmince merdûd olabilir. Yalan söylemek, nifak, hilekârlık, tuzak ve
düzenbazlık v.b bütün dinlerde çirkin görülmüş bir husustur. Binâenaleyh
münafıklar bu sıfatlan taşıyınca, Cenâb-ı Hak, nifak yolunun herkes nezdinde
kötü, kınanmış bir yol, davranış şekli olduğuna dikkat çekmek için. onları
küfürle vasfettikten sonra da, fıskla vasfetmiştir.
[152]
İkinci soru: Kâfir
olduğu halde münafık iman izhar ettiğinden, öldüğünde ona namaz kılınmaz mı?
Cevap:
Mükellefiyetler, zahire bina edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)
"Biz zahire göre hükmederiz. Gizli haller ise Allah'a aittir"
buyurmuştur.
Üçüncü soru: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Çünkü onlar Allah) ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular, ve onlar
fasık olarak öldüler" buyruğu, bu men'in, yasaklamanın, bu illete
bağlanmış olduğu hususunda sarih bir ifadedir. Bu ise, Allah'ın hükümlerinin
b'r sebebe bağlanmasını iktiza eder. Halbuki bu, olamaz, mümkün değildir. Zira,
AllahV hükümleri kadimdir. Halbuki illetlerse. muhdestir. Kadîmi muhdese
bağlamak ise imkânsızdır.
Cevap: Allah'ın
hükümlerini, kulun yararına olan şeylere, maslahatlara bağlamanın caiz olup
olmadığına dair söz, uzundur. Ayetin zahirinin buna delâle: ettiğinde şüphe
yoktur.
[153]
"Onların ne
mallan, ne evlâdlan seni imrendirmesin. Allah bunları bu
varlıkları, sırf onlar sebebiyle kendilerini dünyada
azaba çarptırmayı ve
canlarının, onlar
kâfir oldukları halde, güçlükle çıkmasını diler"
(Tevbe. 85).
[154]
Bil ki bu ayet,
aynısıyla, bu sûrede geçmişti. Burada da zikredilmiştir. Bu iki ayet arasında,
lafız bakımından farklılıklar bulunmaktadır:
1) Cenâb-ı
Hak, önceki ayette, fâ harfiyle (Tevbe, 55) buyurmuş, burada ise, vav harfiyle
buyurmuştur.
2) Allah
Teâlâ, orada, buyurmuş, burada ise, edatını getirmeyerek buyurmuştur.
3) Orada,
buyurmuş, burada da lâm harfinin yerine en edatını getirerek buyurmuştur.
4) Orada
buyurduğu halde, burada kelimesini hazfederek, sadece buyurmuştur. Böylece bu
iki ayet arasında, işte bu dört bakımdan farklılık meydana gelmiştir.
Binaenaleyh, bizim öncelikle, bu dört yönden tezahür eden farklılığın
faydalarını ele almamız, sonra da, ayetin mükerrer olmasının faydasını
incelememiz gerekmektedir.
Birinci makama
gelince, biz diyoruz ki:
Birinci tür farklılık
ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, birinci ayette fa harfiyle olmak üzere ikinci ayette de
vav ile, şeklinde getirmesidir. Evet bu
farklılığın sebebi şudur: Önceki ayette, Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, "Onlar
Allah yolunda ma! harcadıklarında ancak isteksiz harcarlar" (Tevbe. 54)
ayetinin hemen peşinden getirmiş, böylece
onları infâk etmekten
hoşlanmamakla vasfetmiştir.
Onlar bu infâki, o
malların çokluğundan hayrete düşüp, onlara meftun olduklarından dolayı kerih
görmüşlerdir. İşte böyle bir sebeplen dolayı Allah Teâlâ onları, bu meftun
oluştan, imrenmeden, başında takibiyye fâ'sı bulunan ifadeyle nehyederek, yi buyurmuştur. Ama bu ayette, sözün daha
öncek: kısımla münasebeti olmadığı için, bu nehiy, vav harfiyle getirilmiştir.
İkinci çeşit
farklılığa gelince ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, önceki ayette dediği halde, bu
ayette demesidir, bunun sebebi şudur:
Böylesi sıralamalar en düşüğünden başlayarak, en kıymetlisine doğru yükselir.
Meselâ, "Ben, ne emîrin durumuna imrenirim, ne de, vezirin durumuna"[155]
denilir. Bu da, o münafıkların, çoluk çocukları ile böbürlenmelerinin
mallarıyla olanından fazla olduğuna delâlet eder. Bu ayetteki sıralamaysa,
onlar nezdinde, bu iki şey arasında bir fark bulunmadığına delâlet eder.
Üçüncü çeşit farklılık
ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın orada, buyurup, buradaysa demesidir. Bu farklılığın
faydası, Allah Teâlâ'nın hükümlerinin herhangi bir illete bağlanmasının muhal
olduğuna ve her nerede talîl lamı gelirse, bu lamın en manasına geldiğine
dikkat çekmektir. Bu, tıpkı, "Oysa kendilerine yalnız Allah'a ibadet
etmeleri emrolunmuştu" (Beyyine. 5) ayeti gibidir. Yani, demektir.
Dördüncü çeşit
farklılığa gelince bu, önceki ayette bu ayette ise buyurulmuş olmasıdır. Cenâb-ı Hak bu ayette,
dünya hayatının değersizlikte 'hayat" olarak isimlendirilmeyecek bir
seviyede bulunduğuna dikkat çekmek için,
kelimesini zikretmemiştir. Yine onun değersizliğine dikkat çekmek için,
"dünya" zikredildiğinde, sadece bu lafızla yetinmek gerektiğine
dikkat çekmiştir. İşte bu, lafızlar arasındaki farklılıkların izahı bu olup,
Kur'an'ın hakikatlerini, özlerini bilense, ancak Allah Teâlâ'dır.
[156]
İkinci makam'a
gelince, bu ayetin niçin mükerrer olduğunun izahı olup, bunun sebebi şudur:
Kalbleri en fazla kendisine çeken ve gönülleri dünya ile meşgul olmaya sevkeden
şeyler, ma! ve evlad ile meşgul olmaktır. Böyle olan şeylerdense, defalarca
sakındırmak gerekir. Mü'min kimse içinse, en fazla
matlûb olan ve nazar-ı dikkate alınması gereken şey ise, Allah'ın mağfireti ve
bağışlaması olduğu için, Cenâb-ı Hak pek yerinde olarak, "Şüphesiz ki
Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği
kimseler için, bağışlar"{Nisa, 48) buyruğunu, Nisa sûresinde iki defa
getirmiştir (Nisa, ne> Netice olarak diyebiliriz ki, buradaki tekrar, tekîd
ve iyice sakındırmak içindir. Mağfiret ayetindeki tekrar da, iyice
ferahlandırıp ümit vermek içindir. Şöyle de denilmiştir: Allah, birinci ayetiyle,
o ayet inerken kendilerinin mallan ve çocukları bulunan bir grup münafığı; bu
ayetiyle de, başka bir grup münafığı kastettiği için tekrar etmiştir. Aynı
sözün, farklı farklı zamanlarda, birçok yerde birçok defa birçok kimseyle
birlikte zikredilmesine ihtiyaç duyulduğunda, o sözün onlardan bazılarının
yanında zikredilip söylenmesi, onun, diğerlerinin yanında da söylenmesine manı
olmaz ve tekrarlanmasından müstağni kılmaz.
[157]
''Allah'a iman edin,
Resulünün maiyetinde cihada gidin" diye bir sûre indirildiği zaman
içlerinden servet sahibi olanlar, senden izin isteyip: "Bırak bizi, harbe
gitmeyip oturanlarla beraber olalım..." derler. Onar. Oturanlarla beraber
olmalarını hoş gördüler. Kalblerine mühür vurulmuş onlann. Onlar
artık pek anlamazlar"
(Tevbe S&-87).
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayetlerinde, münafıkların Hz. Peygamber (s.a.s)'den geri kalma ve savaşa
katılmama müsaadesi alma hususunda yollar ve çareler aradıklarını beyan etmiş,
bu ayette de buna şöyie bir incelik ilave etmiştir: Her ne zaman, iman etmeyi
ve Hz. Peygamber'le bera Md etmeyi
ihtiva eden, kapsayan bi<" ayet nazil olduğunda, onlann servet ve
zenginlik sahibi olanları, savaşa katılmamak
için izin isteyerek, Hz. Peygamber {s.a.s)'e, "Bizi bırak, aciz
kimselerle veşehirde oturup kalanlarla bir olalım.," derlerdi.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'a iman edin.
Resulünün maiyetinde
cihada gidin" diye bir sûre indirildiği zaman" buyruğu hakkında
birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Tıpkı, "Kur'an"
ve "Kitab" lafızlarının, Kur'an'ın tamamı veya bir kısmı için
kullanılabilmesi gibi, bu ayette bulunan "sûre" kelimesiyle de, bu
sûrenin tamamının veya bir kısmının murad edilmiş olmasi caizdir. Burada geçen
"sûre" kelimesiyle, içinde hem iman, hem de cihadı emreden ayetler
bulunduğu için, "Berâe Suresi"nin kasdedilmiş olduğu söylenmiştir.
İkinci bahis: Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesindeki en edatının i'rabtaki
yerinin, Vahidî şu şekilde olduğunu söylemiştir: "Bu kelimenin
başına geldiği cümlenin, bu edattan harf-i cerrin hazfedilmiş olması sebebiyle,
mahallen mansûb
olup takdiri de, şeklindedir. Yani, "İman
edesiniz..." demektir.
[158]
Üçüncü bahis: Bir
kimse şöyle diyebilir: "Cenâb-ı- Hak, mü'minlere, iman etmelerini nasıl
emretmiştir? Çünkü böyle bir emir, hâsılı tahsil etmeyi istemek olur ki bu
muhaldir."
Alimler buna da şu
şekilde cevap vermişlerdir: Mü'minlere imanı emretmenin manası, o imana devam
etmelerini ve ileride de ona sımsıkı sarılmalarını istemek demektir. Ben derim
ki, böyle bir cevaba gerek yoktur. Çünkü emir, o (münafıklara yöneliktir.
Cenâb-ı Hak, iman etme emrini, cihad etmek emrinden önce zikretmiştir. Çünkü
kelamın takdiri şöyledir: Buna göre münafıklara sanki, "Sizin, iman
etmeden önce cihada yönelmeniz, hiçbir şey ifade etmez. Öyleyse sizin önce iman
etmeniz, sonra da, cihadla meşgul olmanız gerekir, ve cihadfa meşguf ofmanız
dinde, ancak bundan sonra sizin için bir mâna ifade eder" denilmek
istenmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu sûre nazil olduğunda, onların neler söylediğini de naklederek: "içlerinden servet
sahibi olanlar, senden
izin isteyip: "Bırak bizi, harbe gidemeyip oturanlarla beraber
olalım" derler,.,"buyurmuştur. Bu ayette bulunan, "servet
sahipleri"ifadesiyle ilgili iki açıklama yapılmıştır:
1) İbn Abbas ve Hasan el-Basri, bundan, malî
yönden zenginler murad
edilmiştir"
derlerken;
2) Esamm,
"Bundan maksad, bakışların kendisine yöneldiği liderlerdir" demiştir.
Burada, özellikle
"servet sahipleri" tabirinin zikredilmesi hakkında da şu iki görüş
ileri sürülmüştür:
a) Sefere ve
cihada çıkabilecek durumda olduklarından, çıkmamalarından ötürü onlar kınanmaya
müstahak olmuşlardır.
b) Mal ve sefere çıkma kudreti olan kimse, izin
istemeye ihtiyaç duymaz.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onlar, oturanlarla beraber olmalarını hoş gördüler"
buyurmuştur. Hâlif kelimesinin ne demek olduğunu, (Tevbe, 83) ayetinin
tefsirinde ele alıp açıklamıştık. Burada bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Ferrâ
şöyle demiştir: "Hevalif kelimesi, evinde oturan, oradan hiç ayrılmayan
kadınlar demektir. Buna göre mana, "Onlar, cihada katılmama hususunda,
kadınlar gibi olmaya razı oldular" şeklinde olur.
b) Bu
kelimenin, hâlife kelimesinin cem'i olması da mümkündür. Hâlife kelimesi ise,
asîl olmayan kimse anlamına gelir."
Ferrâ sözüne devamla
şöyle der: "Arapça'da fâris (fevâris) (binici, süvari) ve halik (hevalik)
(helak olan...) kelimeleri hariç çoğulu fevail vezninde olan fail vezninden
kelime bulunmamaktadır, "
Birinci görüş daha
tercihe şayandır. Zira, bu kelime kıllet ve zillete daha fazla delâlet eder.
Müfessirter, "Münafıklara, kendilerinin kadınlara benzetilmesi çok zor
geliyordu" demişlerdir.
[159]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Kalblerine mühür vurulmuş
onların.
Artık onlar pek anlamazlar" buyurmuştur. Sen, biz ehl-i sünnete göre
"tab ve hatm"in, imanın tahakkuk etmesine mani olan ve küfrü
gerektiren kuvvetli bir sebebin bulunması demek olduğunu biliyorsun. Bu
böyledir, zira herhangi bir fiilin sebepsiz olarak meydana gelmesi muhal olunca,
küfr için kuvvetli ve derin bir sebep bulununca, kalb, âdeta küfür üzere
mühürlenmiş gibi olur. Sonra o sebebin tahakkuku şayet kul tarafından olursa, o
zaman teselsül gerekir. Eğer Allah tarafından ise, o zaman maksat hasıl olmuş
demektir.
Hasan el-Basri şöyle
demiştir: "Tab, kalbin, küfre meyletmek hususunda sanki iman etmeye karşı
ölmüş bir hale, bir noktaya varıp ulaşması demektir."
Mutezile'ye göre ise
tab , kalbte meydana gelen bir alâmet ve emare demektir. Bu husustaki
tafsilatlı açıklama, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki (Bakara. 6) ayetinin tefsirinde geçmişti.
Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yaıi "Onlar, Allah'ın cihadı emretmesindeki
hikmetinin sırlarını anlayamazlar" demek
[160]
"Fakat o
peygamber ve onun beraberinde bulunan mü'minler mallarıyla,
canlarıyla savaştılar. İşte onlar var ya, bütün
hayırlar onlarındır. Allah onlar
için
-kendileri, içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altından ırmaklar akan
cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük saadettir"
(Tevbe, 88-89).
Bil ki Allah Teâlâ
münafıkların cihaddan kaçma hususundaki hallerini ortaya koyunca, peygamber ve
ona iman edenlerin durumlarının, bunlarınkine benzemediğini beyân buyurmuştur.
Çünkü, Hz. Peygamber ve iman edenfer, Allah'ın rızasını talep ve O'na yaklaşma
hususunda mallarını ve canlarını harcamışlardır
Cenâb-ı Hakk'ın, bu
ayete lâkin edatıyla başlamasının hikmeti de şudur: Bu, "O münafıklar,
savaşa katılmaktan geri dururlarsa, o savaşa, onlardan daha hayırlı, niyyeî ve
itikad bakımından daha samimi ve ihlaslı olanlar katılmışlardır" demektir.
Bu tıpkı. "Şimdi bunlar bunları tanımayıp da kâfir olurlarsa, biz ona,
bunu inkâr etmeyen bir kavmi vekîl kılmişızdır" (En’am, 69) ve "Eğer
kibirlenmek isterlerse, Rabbinin nezdinde bulunan melekler hiç usanmadan gece
gündüz O'nu teşbih ve takdis ederler" (Fussiiei, asj ayetleri gibidir.
Cenâb-ı Hak onları,
çabucak cihada koşmakla vasfedince, onların elde edeceği fayda ve menfaatları
da beyan etmiş olup, bunlar şunlardır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Bütün hayırlar onlarındır'1 ayetinin ifade ettiği husus. Bil ki
hayrat lafzı, mutlak olarak zikredildiği için, her iki dünyanın hayır ve
menfaatlerini de içine alır. "İçlerinde güzel huylu, qüzel vüzlü
kadınlar vardır" (Rahman, toj ayetinden dolayı,
bu kelimenin, huriler anlamına geldiği de söylenmiştir.
2)
"Onlar umduklarına kavuşanların ta kendileridir" ayetinin ifade
ettiği husustur. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu ile ilahi mükâfaat, buyruğu
ile de ikab ve azabtan kurtuluş kastedilmiştir
3)Allah
onlar için kendileri.
içinde ebedî kalıcı
olmak üzere altından ırmaklar akan
cennetler hazırladı" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayette bulunan
cennat lafzının, hayrat ve müflihûn lafızlarının tefsin olması muhtemel olduğu
gibi, hayrat ve müflihûn lafızlarının savaş, ikram, servet, güç, kuvvet ve üstün
gelme gibi dünya menfaatleri; cennât lafzının da, ahiret mükâfaatı manasına
gelmesi de muhtemeldir.
Cenâb-ı Hak, 'İşte
bu, en büyük saadettir"
buyurmuştur. Bu, o halin, yüce bir mertebe ve yüksek bir derece olduğunu ifade
eder.
''Bedevilerden özür
dermeyan edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler.
Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup
kaldılar. İçlerinde kâfir
olanları pek acıklı
bir azâb çarpacaktır'
(Tevbe, 90).
Bil ki Allah Teâlâ,
Medine'deki münafıkların durumlarını bildirince, bedevi olan münafıkların
durumlarını açıklamaya başlayarak, buyurmuştur. Ayetin başındaki kelimesinde iki kıraat vardır: Birincisi Dahhak'ın İbn
Abbas'dan naklettiği
muazzirûn kıraatidir. İbn Abbas bu ayeti okuduğunda: "Allah lanet etsin
muazzirlere!" demişti. Öyle anlaşılıyor ki, ona göre muazzir: "Özrü
olmadığı halde özür uyduran kimse" manasına gelmektedir. Gerçek özrü otan
kimseye ise mazur denir.
Netice olarak
diyebiliriz ki özürünü iyice anlatabilmek için çaba sarfeden kimse demektir.
Arapların, "Başına gelecek şeylerden seni
sakındıran kimse, artık mazurdur" ifadesi de böyledir. Bu kıraate
göre ayetin manası "Allahu Teâlâ, özrü olanlarla, yalan söyleyenleri
birbirinden ayırmıştır" şeklinde
olur O halde,
özür beyan edip mazeretlerini ortaya koyan kimseler
demek olur. Bunların, Esed ve Katafân Kabileleri
olduğu ileri sürülmüştür. Zira onlar: "Bizim çoluk çocuğumuz var; bizim
sıkıntımız var. O halde, savaşa katılmamamız hususunda bize müsaade et"
demişlerdir. Bunların. Amir İbn Tufeyl'in kavmi olduğu da ileri sürülmüştür.
Zira onlar: "Şayet biz seninle beraber savaşırsak, Tayy Kabilesi'nin
bedevileri bize hücum eder" demişlerdi. Bunun üzerine de Allah'ın Resulü,
onlara izin vermişti. Mücahid'den, bunların, özür beyan eden bir kısım
Katafanlı olduğu da rivayet edilmiştir.
Bu kelimeyi, şeddeli
olarak şeklinde okuyanlara gelince ki bu, âmmenin kıraatidir. Bunun Arapça
bakımından iki tür izahı yapılabilir:
1) Ferrâ,
Zeccâc ve İbnu'l-Enbarî'nin ileri sürmüş olduğu husus. Buna göre bu lafzın
aslı, mutezirun'dur. Tâ'nın fethası ayın'a verilip, zel ta'dan ipdal edilip,
zel'e idğam edilmiştir. Böylece de zel, şeddeli olmuştur. İ'tizar, bazan yalan
söyleme ile
de olur. Bu,
tıpkı"Onlara döndüğün vakit, size özür
beyan ederler" (Tevbe. 94) ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak,
bu özür beyan etmenin fasit ve yanlış olduğunu, "De ki:"Özür
dilemeyin " (Tevte, 94) ifadesiyle beyan
buyurmuştur. Bazan da
doğru olabilir. Bu, Lebîd'in tıpkı,
"Kim
tam bir yıl ağlarsa, mazur sayılır" yani, "gerçek bir özür izhar
etmiş olur..."
sözünde olduğu
gibidir.
2) Muazzirûn
kelimesinin,taksirde bulunmak anlamına gelen ta'zîr kelimesinden vezninde bir
kelime olmasıdır. Nitekim Arapça'da, bir
kimse bir şeyde ileri gitmeyip, mübalağada bulunmayıp geri durduğunda denilir. Mesela sen, birisini bir işte
yeterli bulup işte kusur işlediğinde
"Falanca, bu işi eksik yaptı" dersin.
Binâenaleyh, şayet biz bu kelimeyi şeddesiz olarak okursak, o zaman bu kelime
yalan söyleyenler anlamını ifade eder. Ama bu kelimeyi şeddeli okur
vemu'tezirun anlamına alırsak bu durumda onların bu hususta, doğru olmaları da,
yalancı olmaları da muhtemel olur.
Bazı
müfessirler şöyle demişlerdir: Burada bahsedilen mu'azzirûn kelimesiyle, doğru
söyleyenler kastedilmiştir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan sonra,
"Allah 'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar"
kısmını getirmiş olmasıdır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak
onları, yalan söyleyen gruptan ayırınca, bu onların yalancı olmadıklarına
delâlet etmiş olur.
Vahidî, Ebû Amr'dan,
senediyle beraber şunu rivayet etmiştir: "Ona bu ayet sorulduğunda O:
"Birtakım kimseler, aslı esası olmayan birtakım mazeretler ileri
sürmüşlerdi ki,Cenâb-ı Hakk'ın, "özür dermeyân edenler... geldiler"
buyruğuyla işte bunlar kastedilmiştir. Diğerleri de, hiçbir mazeret ya da, bir
mazeret şüphesi bulunmaksızın doğrudan doğruya, Allah'a karşı gelerek savaştan
geri kalanlardır ki, Hak Teâlâ'nın "Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler
de oturup kaidı(lar)" buyruğuyla da işte bunlar kastedilmiştir." Ebu
Amr'ın ileri sürdüğü bu açıklama muhtemel olup, ancak ne var ki, birinci görüş
daha açıktır.
Cenâb-ı Hak,
"Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar"
buyurmuştur. Bu ayetle kastedilenler, gelmeyen ve özür de beyan etmeyen bedevi
münafıklardır. Böylece bu ifadeyle onların, iman iddialarında, Allah ve
Resûlullah'ı yalanladıkları ortaya çıkmıştır. Übeyy, şeddeli olmak üzere,
kezzebû şeklinde okumuştur.
Cenâb-ı Hak, "İçlerinde kâfir olanları pek
acıklı bir azâb çarpacaktır" buyurmuştur. Onların
başına gelecek olan bu elîm azab, dünyada öldürülmeleri, ahirette de, cehennem
ateşine duçar olmalarıyla tahakkuk etmiştir. Cenâb-ı Hak, "içlerinde"
buyurdu; zira O, ilmi ile onların bir kısmının ilerde iman edeceklerini ve
böylece de bu cezadan kurtulacaklarını biliyordu. İşte bundan dolayı, kısmîlik
(teb'îz) ifade eden min edatını
zikretmiştir.
[161]
"Allah ve Resulü
hakkında iyi düşünmeleri şartıyla, ne zayıflara, ne hastalan ne de
fakirliklerinden dolayı seferde harcayacak şey bulamayanlara bir günar
yoktur, iyilik edenlere karşı da muahezeye bir yo!
yoktur. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Bir de şunlara günah
yoktur: Kendiieı yüklemen için ne zaman sana geldilerse "Size bir binek bulamıyorum"
dedir, ve harcayacak bir şey bulamadılar da. kederlerinden gözleri paş döke
döke
döndüler "
(Tevbe. 91-92).
Bil ki Allah Teâlâ,
özrü bulunmaksızın mazereti varmış zannı uyandıranlar hakkındaki tehdidini
bildirince, gerçek mazeret sahiplerini de beyân buyurmuş ve bunların savaş ve
cihâdla ilgili mükellefiyetlerden muaf olduklarını açıklamıştır. Bunlar birkaç
kısımdır;
Birinci kısım:
İhtiyarlar gibi, sıhhatli fakat bünyesi zayıf olan ve yaratılışça narin
olanlar. İşte, ayette "duafâ" (zayıflar) kelimesi ile kastedilenler
bunlardır. Bunun delili
Cenâb-ı Hakk'ın 'Ve
hastalar" kelimesini buna atfetmiş olmasıdır. Matuf ise ma'tûfun aleyhten
başkadır. Ayette geçen "duafâ" kelimesini bizim söylediğimiz manaya
hamletmeyenler, onları hastalardan ayrı saymamışlardır.
İkinci kısım:
Hastalardır. Bu kısma körler, kötürümler, müzmin hastalar girer. Yine
kendisinde muharebe etmesine mani olan herhangi bir hastalığı bulunanlar da bu
kısma dahildir.
Üçüncü kısım: Bunlar
da hazırlığı, yiyeceği içeceği ve biniti olmayan kimselerdir ve bunlar,
harcayacak birşey bulamayan kimselerdir. Çünkü bu gibi kimseler, ancak kendi
ihtiyaçlarını karşılayabildikleri takdirde savaşa katılmaları faydalı olur. Bu
kimseler,ya kendi mallarından yahut da başka bir kimsenin yardımı ile bu imkânı
elde edebilirler. Böylesi bir güç ve imkanı bulamayanlar mücahidlere külfet
olur, mücahidleri esas maksadlarıyla meşgul olmaktan engellerler.
Cenâb-ı Hak bu üç
kısmı zikrettikten sonra, bunlar için "herhangi bir günah olmadığını"
beyan buyurmuştur ki bundan maksadı, bunların savaşa katılmayabileceklerini
beyan etmektir. Yoksa bu ayette, onların savaşa katılmalarının haram olduğunu
gösteren bir ifade yoktur. Çünkü şayet bunlardan biri, kendisini o mücahidlere
bir yük ve bir külfet kılmama şartıyla, ya onların eşyalarını koruyarak yahut
da sayılarını çoğaltarak, gücü nisbetinde mücahidlere yardım etmek için savaşa
katılırsa, bu makbul bir taat ve ibadet olmuş olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu katılmayabilme hususunda belli bir şart koşmuştur. O da,. "Allah
ve Resulü hakkında iyi düşünme/eri şartıy/a..." ayetinin ifade ettiği
husustur. Bu, "Onlar şehirde kaldıkları süre içerisinde asılsız
haberler yaymaktan ve fitne çıkarmaktan kaçınmaları,
ve savaşa katılan mücahidlerin evlerinin işlerini görmek, yahut da mücahidlerin
evlerine sevindirici haberler ulaştırmaya gayret göstererek, onlara bayır
ulaştırma hususunda çaba sarfetmeleri şartıyla" demektir İşte bütün
bunlar, mücahidlere yardım etmek demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, edenlere karşı da muahezeye bir yol yoktur" buyurmuştur. Alimier,
cihada katılmamaları sebebi ile haklarında bir günah söz konusu olmayanların,
bu ifâdenin hükmüne girmiş oldukları hususunda ittifak etmiş, ama bu tabirin
umum ifâde edip etmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak
bazıları, lafzın bu manaya tahsis edilmiş olduğunu, çünkü ayetin bunlar
hakkında nazil olduğunu ileri sürerlerken, bazıları da nazar-ı dikkate alınacak
şeyin, sebeb-i nüzulün hususiliği değil, lafzın umumiliği olacağını
söylemişlerdir.
"Muhsin",
"ihsan" fiilini yapan kimsedir. İhsan kapılannın en başta geleni ise,
"lâ ilahe illallah'' sözüdür. Bu kelime-i tevhidi söyleyen ve buna bu
şekilde inanan herkes "müslümanlar"dan olmuş olur. O halde ayetteki,
"Muhsinlere (iyilik edenlere) karşı bir yol yoktur" ifadesi, bütün
müslümanlara karşı bir yolun olmadığını anlatır. Binaenaleyh bu ifâde, umûmi
olması hasebiyle her müslümanın halinde, berâet-i zimmetin asıl olduğunu ve o
müslümanın gerek malı, gerek nefsi hakkında başkasının bir talebinin bulunmamasını
gerektirir. Böylece bu, başka bir delil bulunmadığı zaman, kişinin canı
hakkında asıl olanın, onun öldürülmesinin haram olduğuna; yine ayrı bir delil
(dayanak) bulunmadığı müddetçe malının alınmasının haram olduğuna; yine ayrı
bir delil olmadığı müddetçe kişiye herhangi bir mükellefiyetin
yönelttlemeyeceğine delâlet eder. Böylece bu ayet, işte bu izah ile, berâet-i
zimmetin asıl olduğunu gösterme hususunda, şeriatta nazar-ı dikkate alınan bir
esas olmuş olur. Binâenaleyh eğer, hususi bir hâdisede, belli bir hükmün
gerekli olduğunu gösteren bir nass vârid olursa, o zaman hâss olanı, âmm olana
takdim etmek için, bu husûsi nass ile hükmederiz. Aksi halde bujıass, berâet-i
asliyyenin bulunduğu hususunda yeterli olur.
Kıyası kabul etmeyen
âlimler, bu ayette bu hususta istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu
nass, asıl olanın, berâet-i zimmet olup mükellef tutmama olduğuna delâlet eder.
O halde kıyas, ya zimmetin berâetine, ya zimmetin meşguliyetine delâlet eder.
Birincisi bâtıldır, çünkü beraet-i zimmet bu nassın muktezası ile sabit olunca,
artık onu kıyas ile isbât etmek abes olur. İkincisi de bâtıldır, çünkü bu
takdirde bu kıyas, bu nassın umumiliğini tahsis etmiş olur ki, bu caiz
değildir. Zira nassın kıyastan daha güçlü olduğu sabittir. İşte bu yolla şeriat
zabt-u rabt altına alınmış olur, belirlenmiş olur, özetlenmiş olur ve
nihayetsiz ihtilaf ve karışıklıklardan uzak olmuş olur. Bu böyledir. Çünkü
padişah bir valisini, bir beldeye idareci olarak gönderdiğinde, ona
"Efendi! Benim sana ve o memleket halkına teklifim şu şudur" der ve
mesela ona yüz çeşit teklif vaadinde bulunur, daha sonra da sözüne devamla,
"işte bu mükellefiyetler dışında, onlar üzerinde
hiç kimsenin bir yolu yoktur" dediğinde, bu söz padişah tarafından, o halk
üzerinde, bahsedilen o yüz çeşit teklif dışında herhangi bir yükümlülüğün
bulunmadığı hususunda, açık bir ifade olmuş olur. Eğer bu padişah, bu yüz şeyin
dışında kalan yasakları ayrıntılı bir biçimde, açıkça belirtme mükellefiyetini
üzerine alsa, bunu yapamaz, bu imkansız olur. Çünkü yasaklar sınırsızdır.
Aksine o padişahın, yasak koyma hususunda, "Zikredip tafsilatta bulunduğum
şeyler hariç, hiç kimsenin hiç kimseye karşı bir yolu yoktur" demiş olması
yeterli olur. İşte burada da böyledir. Allah Teâla, "iyilik edenlere karşı
bir yo! yoktur" buyurunca bu, hiç kimseye karşı bir yolun olmamasını
gerektirir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de bin veya daha az
veya daha çok mükellefiyetten bahsedince, bu, mükellefiyetin bahsedilen o bin
şeye münhasır olduğu hususunda açık bir ifade olmuş olur. Fakat bunun dışında,
Allah'ın mahlûkât üzerinde, herhangi bir mükellefiyeti, emri ve yasağı yoktur.
İşte bu yolla da şeriatın hükümleri güzelce belirlenmiş, kolay istifade edilir
ve çok yardımlı olmuş olur. Kur'an, bütün mükellefiyet ve hükümlerin beyanını
tastamam yerine getirmiş, işte o zaman Hak Teâlâ'nın "Bugün sizin dîninizi
kemale erdirdim'\Mâ<öe, 3)
ayetinin ifâde ettiği husus gerçekleşmiş ve işte o zaman Cenâb-ı Hakk'ın,
"insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasm diye, biz sana
Kur'an'ı indirdik" (Hahi, 44)ayetinin ifâde ettiği husus tahakkuk etmiş
olur. Herhangi bir hüküm hususunda kıyasa tutunmaya da kesinlikle ihtiyaç
kalmaz." İşte Dâvûd el-İsfehânî (ez-Zâhiri) ve arkadaşları gibi,
Zahirîlerin bu konudaki izahları bundan ibarettir.
Bil ki Allah Teâlâ
ayette zayıfları, hastaları ve fakirleri zikredince, Allah ve Resulü hakkında
iyi düşünmeleri şartıyla, cihâda katılmamalarının caiz olduğunu ve onların
muhsinlerden olduğunu, onlara karşı hiç kimsenin bir yolu olmadığını beyan
buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, mazur
sayılacak olanların dördüncü kısmını zikrederek "Bir de şunlara günah
yoktur: Kendilerini yüklemen için ne zaman sana geldilerse, "Size bir
binek bulamıyorum"dedin ve harcayacak birşey bulamadılar da kederlerinden
gözleri yaş döke döke döndüler " buyurmuştur. Buna göre şayet,
"Bunlar ayetteki, "Ne de fakirliklerinden dolayı, seferde
harcayacaklarını bulamayanlara bir günah yoktur" ifâdesinin hükmüne dâhil
değiller midir? Binâenaleyh bunun tekrar edilmesinin hikmeti nedir?"
denilirse, biz deriz ki: "Harcayacaklarını bulamayanlar",
nafakalarından başka kendilerinde birşey bulunmayan fakirlerdir; ayetin bu son
ifâdesinde bahsedilenler ise nafakaya sahip olup da, binecek birşey
bulamayanlardır.
Müfessirler bu ayetin
sebeb-i nüzulü hususunda şunları söylemişlerdir:
1) Mücâhid, "Ayette bahsedilenler üç kardeş
olup, Mukarrinoğulları Ma'kil, Süveyd ve Nu'man'dırlar. Bunlar, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'den, kendilerini çarıklar ve nâlinlerle (yani yaya olarak) savaşa
göndermesini istemişler, Hz. Peygamber (s.a.s.) de: "S/ze bir binek bulamıyorum"
deyince, onlar ağlaya ağlaya gen dönmüşlerdi " demiştir.
2) Hasan
el-Basri şöyle demiştir: Bu ayet, Ebü Musa el-Eş'ârî ve arkadaşları hakkında
nazil olmuştur. Bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelmişler ve kendilerini
savaşa göndermesini istemişlerdi. Ama Hz. Peygamber (s.a.s.), bu isteği öfke
ile karşılayarak: "Vallahi ben sizi
sevkedemem ve sizi
bindirecek birşey de bulamıyorum"[162]dedi.
Bunun üzerine onlar da ağlayarak gerisin geriye dönüp gittiler. Derken Hz.
Peygamber (s.a.s.) onları geri çağırdı ve onlara en güzel develerden bir zevd
(üçten ona kadar sürü) verdi. Bunun üzerine Ebu Musa (r.a.), "Sen yemin
etmemiş miydin ya Resûlallah?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurdu: "Ama
inşaaliah ben, bir yemin
edip de. ondan
daha hayırlısını gördüğümde, o
hayırlı olanı yaparım ve yeminime keffaret verinm."[163]
3) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir:"0nlar, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den, kendilerine bir
binek vermesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), "Size
bir binek bulamıyorum"demişti. Çünkü yolculuk uzjndu. İnsan (böyle
yolculuklarda) birisi bineceği, diğeri de azığını ve eşyasını yükleyeceği iki
deveye muhtaçtır."
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: "Ayetteki tabiri, "Göz,yaş akıtır" sözün gibidir.
Bu, "O, gözünün yaşını akıtır" ifadesinden daha beliğdir. Çünkü
bunda, yaş akıtan gözün kendisi kılınmıştır.
"Mesuliyet ancak
o kimseleredir ki zengin oldukları halde senden izin isterler.
Bunlar geri kalanlarla beraber olmaya nzâ gösterdiler.
Allah da kaiblerini mühürledi. Artık onlar bilmezler. Onlara döndüğünüz vakit,
size özür beyan
ederler. De ki: "Özür dilemeyin,
size katiyyen inanmıyoruz. Allah, bize haberlerinizi vermiştir. (Bundan
sonraki) hareketinizi de hem Allah, hem de
Resulü
görecektir. En sonunda gizliyi ve aşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O
size. neler yapıyordunuz, hepsini haber verecektir"
(Tövbe. 93-94).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[164]
Cenâb-ı Hak,
bir önceki ayette
"İyilik edenlere
(muhsinlere-müslimlere) karşı bir yol
yoktur" buyurunca,
"Mesuliyet ancak
şöyle şöyle olanlaradır.." buyurmuştur.
Sonraki birinci ayetteki,
"Muhsinlere karşı bir yol,
bir
mes'uliyet
yoktur" ifâdesi ile kastedilenin, savaş ve cihad hususunda olduğunu ve bu
ayette bahsedilen "yol olmayış" hükmünün savaşa has olduğunu
söyleyenler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın muhsinlere karşı
olmadığını söylediği o yol, yani mes'uliyet, münafıklar için söz konusu olan
mesuliyet olup, bu da, cihadla ilgili olan yoldur. Buna göre mana, "Savaşa
katılmama hususunda senden izin isteyen o zenginler yok mu, Allah'ın (muaheze)
yolu onlar üzerine gereklidir. Allah'ın onlara, savaşa gitmeleriyle ilgili olan
mükellefiyeti, onlara yöneltilmiştir ve onların savaşa katılmama hususunda
kesinlikle bir mazeretleri yoktur" şeklindedir."
Buna göre şayet,
"Ayetteki radû "rıza gösterdiler.." ifâdesinin i'rabtaki yeri
nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu, bir müste'nef cümle olup, sanki
"Onlar zengin oldukları halde, niçin izin istiyorlar?" denilmiş de,
"Onlar alçaklığa, düşüklüğe, kadınlar içinde oturup kalmaya razı oldular
ve Allah onların kaiblerini mühürledi" şeklinde cevap verilmiştir. Yani,
"Onların cihaddan nefret etmelerinin sebebi, Allah'ın kaiblerini
mühürlemiş olmasıdır. İşte bu mühürleme yüzünden, onlar cihaddaki dinî ve
dünyevî faydaların nefer olduğunu bilememişlerdir" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Onlara döndüğünüz vakit size özür beyân ederler. De ki: "özür
dilemeyin, size katiyyen inanmıyoruz" buyurmuştur. Bu, özür beyân etmekten
men etmenin bir sebebidir. Çünkü özür beyan edenin maksadı, özürünü kabul
ettirmektir. Binaenaleyh (karşısındaki) topluluğun, kendisinin herhangi bir
hususta yalan söylediğini bildiğinde, insanın, özür beyan etmeyi bırakması
gerekir. Ayetteki, "Allah bize haberlerinizi vermiştir" buyruğu
onlara inanmamanın ifletidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Resulünü, onların
kalblerindeki kötülüklere, hilelere ve nifaka muttali kılınca, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in onları, ileri sürdükleri bu özürleri hususunda tasdik etmesi
imkânsız olur.
Allah Teâlâ daha sonra
' "Bundan sonraki hareketlerinizi
de
hem Allah, hem Resulü görecektir" buyurmuştur. Bu, "Onlar, bu
mazeretlerini ifâde ederken, kendiliklerinden peygamberi ve mü'minleri sevdikleri
, onlara şefkat duyup, yardım etmek istedikleri zannını uyandırıyorlardı. İşte
bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Bundan sonraki hareketlerinizi de hem Allah,
hem Resulü görecektir", yani ^llah ve Resulü, zahiren gösterdiğiniz
doğruluk ve saflık üzere kalıp kalmayacağınızı bilir" buyurmuştur.
" .
Daha sonra Cenâb-ı
Hak En sonunda gizliyi
ve aşikârı bilen (Allah'a) döndürüleceksiniz"
buyurmuştur. Eğer "Allah amelinizi görecek" buyurduğuna göre, niçin
"Siz O'na döndürüleceksiniz" demeyip, bunun başına sümme edatını
getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ'yı "gaybın ve
aşikârın alimi" diye tavsif etmede, O'nun, onların pis batınlarına ve hile
ile, yalan ile dopdolu kalblerine muttali olduğuna bir delâlet vardır. Bu
ifâdede çok şiddetli bir korkutma ve onlar için büyük bir sakındırma vardır.
[165]
"Onlara
döndüğünüz zaman, kendilerini muaheze etmekten vazgeçmeniz için Allah'a yemin
ederler. O halde onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.
İrtikâb edegeldiklerinin cezası olarak varacakları yer
cehennemdir.
Kendilerinden razı olmanız için size
yemin edecekler. Fakat eğer siz onlardan
razı
olursanız, şüphesiz Allah o fâsıklar güruhundan razı olmaz"
(Tevbe, 95-96).
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette, onların mazeret beyanında bulunduklarını nakledince, bu ayette
de onların o mazeretlerini, yalan yeminlerle kuvvetlendirmek stediklerini
belirtmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara döndüğünüz zaman,
kendilerini muaheze etmekten vazgeçmeniz için Allah a yemin ederler"
ifâdesine gelince, bif ki bu söz onların, Allah'a yemin ettiklerine delâlet
etmekle beraber yeminin konusuna delâlet etmiyor. İşte bu sebeple "Onla
cihâda çıkamadıklarına dair yemin etmişlerdir" denilmiştir. Onlar buna,
"Siz onlarda-yüz çeviresiniz, yani vazgeçesiniz ve onları kınamaktan geri
durasınız diye yemm etmişlerdir" de denilmiştir.
Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "O halde onlardan yüz çevirir.
buyurmuştur.
İbn Abbas şöyle
demiştir: "Cenâb-ı Hak bu emirle onlarla konuşmanın ve selâmı"
terkedilmesini kasdetmiştir.."
Mukâtil şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.s.s) Medine'ye geldiğinde, "Onlar, oturup
kalkmayın; onlarla konuşmayın!"[166]
buyurdu."
Ehl-i maâni de şöyle demiştir:
"Onlar yakalarının bırakılması manasında yüz çevirilmesini istediler de,
onlara, buğzedilmeme suretiyle, yüz çevirilme cezası verile Daha sonra da,
onlardan yüz çevirmenin vâcib olmasının sebebini zikrederek
''Çünkü onlar murdardır" buyurdu. Bu, "zira
onların içlerindeki pislik ve necaset, rûhan? bir pisliktir, Maddi pisliklerden
kaçınıldığına göre, manevî pislikler -insana sirayet etmesinden kaçınmak ve
insanın tabiatının o tür amelle-e meyletmesinden sakınmak için onlardan
uzaklaşmak öncelikle gerekli olur" demekt.-
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"htikâb edegeldiklerinır cezası olarak varacakları yer cehennemdir "
buyurmuş olup, bunun manası açıktır
Cenâb-ı Hak, bu
ayette, müsiümanlar kendilerine eziyyetten yüz çevirsinler diye onların Allah'a
yemin ettiklerini beyân buyurunca, onların müslümanlan razı etmek için de yemin
ettiklerini açıklamış, daha sonra da, müslümanlan onlardan hoşnu" olmaktan
nehyederek "Eğer siz onlardan razı
olursanız, şüphesiz Allah o fâsıklar güruhundan razı olmaz buyurmuştur.
Bu, "Allah onlardan hoşnut ve razı olmadığı halde, şayet siz onlarda' razı
olursanız, sizin isteğiniz Allah'ın isteğine aykırı olmuş olur. Halbuki, bu
caiz değildir" demektir.
Ben diyorum ki, bu
manalar önceki ayetlerde de bulunuyordu. Allah bu manalar» burada tekrarladı.
Öyle sanıyorum ki, önceki ayetler, Medine'deki münafıklara; bu
ise, bedevi münafıklara ve çöldekilere bir hilâbdır.
İster şehirde, isterse çölde olsunlar, münafıkların metod ve yolları birbirine
yakın olunca, şüphesiz ki, onlarla alâkalı olan söz de, birbirine yakın üslup
üzere îrad edilmiştir.
[167]
"Bedeviler, küfür
ve nifak bakımından daha şiddetli; Allah'ın. Resulü üzerine
indirdiğinin sınırlarını tanımamaya da daha
hazırdırlar, Allah, kemâliyle
bilendir, tam bir
hüküm ve hikmet sahibidir. Bedevilerden öyle kimse vardır
ki, harcayacağını bir angarya sayar ve size belâlar
gelmesini bekler durur. O
belâlar kendi
başlarına olsun! Allah hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir"
(Tevbe. 97-98).
Bil ki bu ayet, bizim
söylediğimiz şu hususun doğruluğuna delâlet etmektedir: Allah Teâlâ bu
hükümlere tekrar yer vermiştir. Çünkü bu ayetlerle bedevi münafıklara hitâb
murad edilmiştir. İşte bu sebeple onların küfür ve nifaklarının daha şiddetli
olup Allah'ın indirdiği hükümlerin hududlarını tanımamaya da daha hazır
olduklarını beyân buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[168]
Dilciler şöyle
demektedirler; "Arapça'da, soy bakımından
Arap olan bir kimseye, denilir ki, bu kelimenin
çoğulu,
kelimesidir. Bu tıpkı (mecusi) ve
(yahudi) denilip
de, cemilerinde nisbet
yâ'sı
hazfedilerek
(mecusiler) ve (yahudiler) denilmesi gibidir. Yine Arapça'da, ister Arap
ırkından, isterse mevaliden olsun, çölde yaşayan ve yağmurların yağıp otun
bittiği yerleri araştıran kimseye de, elif ile, Bedevî adam denilip, bunun da
çoğulu (bedeviler...) kelimeleridir. Bu
nedenle,
bedeviye, "Ey Arap! (Ey Arabî)"
denildiğinde sevinir, ama, irken Arap olanlara, "Ey A'rabî!"
denildiğindeyse kızar. O halde, Arap beldelerine yerleşerek oralarda
yaşayanlara Arab; çölde yaşayanlara ise "e'râb" ismi verilir. Bu
ikisinin farklı şeyler olduğuna şunlar da delâlet eder;
a) Hz.
Peygamber (s.a.s) "Arapları sevmek imandandır"[169]
buyurmuştur. Ama, arabîleri (bedevileri) Cenâb-ı Hak, bu ayette kınamıştır.
b)
Muhacir ve ensar için, e'râb denilmesi caiz
değildir. Zira onlar ancak Arab olup, dinin mertebelerinde e'rabîlerden Önce
gelirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.): "Hiçbir kadın, erkeğe: fâsık. mü'mine: bedevî de muhacire
idareci yapılmaz "[170]
buyurmuştur.
c) Arapların, Arap olarak isimlendirilmesi
şundandır: Çünkü, Hz. İsmail'in çocukları "Arebe"de doğup
büyümüşlerdir. Arebe ise, Tihâme (Çöl) bölgesindendir. Böylece o çocuklar,
beldelerine nisbet edilmişlerdir. Arap yarımadasında meskûn olan ve onların
dillerini konuşanlar da, onlardandır. Çünkü bunlar da Hz. İsmail'in
çocuklarındandır.
Yine, Arapların
"Arap" adını almalarının sebebinin, onların lisanlarının
kalblerindeki şeyleri i'râb yani ifade etmesi olduğu da ileri sürülmüştür.
Arapça'nın, diğer dillerde bulunmayan pekçok fesahat ve akıcılık üslûbu ihtiva
ettiğinde de şüphe yoktur.
Hikmet erbabından
birinin,yazmış olduğu bir kitapta şöyle dediğini gördüm: "Rumların hikmeti
beyinlerindedir. Zira onlar, çok acayip terkibler meydana getirebilirler.
Hindlilerin hikmeti vehimlerinde,Yunanlıların hikmetiyse kalblerindedir Bu
böyledir, zira çok mal elde etmek, akılla alâkalı bir şeydir. Arapların hikmeti
de, lisanlarındadır. Bu, onların lafızlarının çok tatlı ve ibarelerinin de çok
çekici olmasındandır."
[171]
Bazı kimseler şöyle
demiştir: Başında elif-lâm bulunan
çoğul
kelimelerde asıl olan, onun daha önce geçmiş
belirli bir şeye ait olmasıdır. Binaenaleyh, daha önce
geçmiş belirli bir şey bulunmazsa, bu kelime zorunlu
olarak
istiğrak
manasına hamledilir. Zira,
çoğul sîgaların
manalarının tahakkuk etmesinde, üç veya daha fazla
miktarın bulunması kâfidir. Elif-lâm, tarif ifâde eder. Öyleyse daha önce
geçmiş, malum olan bir topluluk bulunursa, bu kelimenin onlara hamledilmesi
gerekir. Yok eğer bulunmazsa.
mücmellikten kaçınmak
için, istiğrak manasına hamledilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki:
Cenâb-ı Hakk'ın el-e'râb kelimesiyle, muayyen bir grup bedevi münafık
kastedilmiştir ki onlar, Medineli münafıklarla dost idiler. Binaenaleyh, bu
lafız onlara aittir.
[172]
Allah Teâlâ, bedevi
Araplar hakkında şu iki hükmü vermiştir:
Birinci
hüküm: Onların küfür ve nifak bakımından daha
beter olmalarıdır. Bunun
sebebi şunlardır:
1)
Bedeviler, vahşîlere benzerler.
2) Kuru ve
yakıcı havanın onları istilâ etmesi. Bu onların, daha fazla şaşırmalarına,
kibirlenmelerine, böbürlenmelerine, büyülenmelerine ve tökezleyip yanılmalarına
yol açar.
3) Onlar,
bir idarecinin idaresi, bir terbiyecinin terbiyesi, bir amirin kontrolü ve emri
altında değillerdi. Bu sebeple, diledikleri gibi yaşıyorlardı. Kim böyle
olursa, her yönden en büyük fesatçı olur.
4) Akşam sabah Hz. Peygamber'in va'z-u
nasihatini, şifalı açıklamalarını ve mükemmel terbiyesini müşahede edip gören
kimse, nasıl olur da bu hayırlardan etkilenmeyen ve onun bu kutlu haberini
duymayan kimseye müsavi olabilir?
5) Şehirde yaşayanlarla çölde yaşayanlar
arasındaki farkı bilmek için dağda yetişen yabanî meyveleri, bağda-bahçede
yetişen meyvelerle mukayese et!
İkinci hüküm:
''Allah'ın, Resulü üzerine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya da daha
hazırdırlar" ayetinin ifâde ettiği husustur. Ayetteki ecder kelimesinin
manası, daha müsait,daha lâyık" demektir. Bu ayette, takdiri şeklinde olan
bir hazf bulunmaktadır, ifâdesinin tefsiri hususunda, "mükellefiyetlerin
ve hükümlerinin miktarı"; "adi, tevhid, nübüvvet ve meâdın
delillerinin dereceleri" dir denilmiştir. Allah, "Maklûkatın
kalbierindekini en iyi bilen, farz kıldığı farzlar hakkında da en iyi
hükmedendir' buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak
"Bedevilerden öyle kimse vardır ki, harcayacağını bir angarya
sayar.." buyurmuştur. Mağrem, gerâme gibi masdardır. Bunun manası şudur:
"Bedevî Araplardan, Allah yolunda infâk edilen şeyin bir angarya ve ziyan
olduğuna inananlar bulunmaktadır. Onun böyle düşünmesinin sebebi şudur: O zatın
Allah rızası için ve O'nun mükâfaatını beklediği için değil. Sırf müslümanların
tenkidinden korunup gösteriş yapmak için harcamaktadır.
Cenâb-ı Hak, 'Ve size,
belâlar gelmesini bekler durur" buyurmuştur. Yani, "ölümünüzü,
öldürülmenizi gözetirler" takdirindedir." Bu, "Hz. Pevaamberin
ölümü sebebiyle işlerinizin alt üst olmasını ve müşriklerin de size galip
gelmesini gözetirler" demektir.
Cenâb-ı Hak sonra,
bunu onlara iade ederek, "O belâlar kendi başlarına olsun!"
buyurmuştur. Dâire kelimesinin tekil bir kelime olması mümkün olduğu gibi,
bunun sıfât-ı galibe, mevsûfu hazfolan bir sıfat olması da mümkündür. Bu ancak,
tıpkı bir daire gibi insanı kuşatan ve kendisinden kurtulunması mümkün olmayan
bir belâ,bir musibet hakkında kullanılır, kelimesi sin harfinin hem ötresi hem
de fethası ile okunmuştur. Ferrâ, şöyle demektedir: "Bu kelimeyi, sin'in
fethasıyla okumak daha uygundur. Zira, bu senin (kötü olmak) şeklindeki sözünün
bir masdandır. Sin harfini ötre ile okuyan, bu kelimeyi isim kabul etmiştir. Bu
da tıpkı senin: "Belâ ve azâb dairesi, onların üzerine olsun" demen
gibidir. Ne ''Senin baban kötü bir adam değildi.," (Meryem. 28) ve de, "Kötü
zanda bu1 ondunuz" (Fetih, 12) ayetlerinde sini damme okumak caiz
değildir. Aksi halde ayetin takdiri "Senin baban, azâb olan bir adam
değildir" ve "azâb zanda bulundunuz" şeklinde olurdu. Bunun
böyle olmayacağı malûmdur."
Ahfeş ve Ebu Ubeyd
şöyle demişlerdir: "Kim sini fetha ile okursa, bu tıpkı senin şeklindeki
sözün gibi olur. Daha sonra da, başına da elif lâm getirilerek "kötü
adam" denilir" Bu hususta Ahfeş şu beyti nakletmiştir:
"Sen, bir gün
sahibinin (arkadaşının) üzerinde bir kan gördüğünde hemen kanın üzerine atılan
kötü bir kurt gibisin."
Sin'i ötre ile
okuyanlar ise, sözüyle, zarar vermeyi,
şerri, belâyı ve kötülüğü murad etmişlerdir. Buna göre sanki, "Hezimet ve
belâ dairesi onların başına olsun. Bu, onların başına insin!" denilmek
istenmiştir.
Ebu Ali el-Farisî de
şöyle demiştir: "Şayet daire kelimesi, sev' veya sû kelimelerine muzaf
kılınmazsa, bundan (doğrudan doğruya) kötülük manası murad edilir. Zira
"Zamanın belâ ve musibeti" tabiri ancak, kötülük hakkında
kullanılır."
Bunun iyice kavradığında
biz diyoruz ki: Buna göre mana, "Belâ ve hüzün, onlar üzerinde dönüp
dolaşsın. Onlar, Muhammed (s.a.s) ve O'nun dini hususunda, ancak kendilerini
üzen şeyi görsünler" şeklinde olur.
Daha sonra Cenab-ı
Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah onların sözlerini bihakkın, niyyetlerini de
bihakkın bilendir" demektir.
[173]
"Bedevilerden
öyle adam da vardır ki Allah'a ve ahiret gününe inanır, infak
edecey ı Allah
yanında yakınlıklara ve Peygamberin dualarına vesile edinir.
Haberiniz olsun ki bu. onlar için gerçek bir
yakınlıktır. Allah, onları rahmetine
koyacaktır.
Şüphesiz ki Allah çok affeden, çok merhametli olandır"
(Tevbe. 99).
Bil ki Allah Teâlâ,
bedeviler içinde Allah yolundaki infakını, bir angarya kabul edenler olduğunu
beyan edince, yine onların içinde iman etmiş, salih ve Allah yolundaki
intakını, Allah'a yakınlık vesilesi kabul eden mücahid kimseler bulunduğunu da
beyân buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ bu
iki grubu, şu iki vasıfla nitelemiştir:
a) Onun,
Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olması. Bu tabirin gayesi, bütün tâatlerde
önce mutlaka iman asimin bulunmasına dikkat çekmektir. Bu, cihâdda da böyledir.
b) Onun, yaptığı intakını, Allah'a ve Resulün
dualarına yakınlaşma vesilesi bilmesidir.
Bu ifâde hakkında iki
bahis bulunmaktadır:
1)
Zeccâc kelimesinde, râ'nın ötresi ile
kurubat; fethası ile karubat ve sükûnu ile kurbât şeklinde olmak üzere, üç
vechin caiz olduğunu" söylemiştir.
2) Keşşaf
sahibi şöyle demektedir: "Kurubât kelimesi, i*ui (edinir) fiilinin ikinci
mef'ulüdür. Buna göre mana, "Onun infakı, Allah'a yakınlığın ve Resulünün
dualarının meydana gelmesi içindir; çünkü Resul, tasadduk edenlere hayır ve
bereket duaları edip, onlar için mağfiret talebinde bulunur" şeklinde
olur. Bu Hz. Peygamber'in tıpkı "Allah'ım, sen Ebu Evfâ'nm. aile ve çoluk
çocuğuna rahmet et!" demesi gibidir." Cenâb-ı Hak da, "Onlara
duâ ef.r(Tevbeıo3) buyurmuştur. Binâenaleyh, o kimsenin infak ettiği şeyler,
Allah'a yaklaşma ve Resulünün dualarının meydana gelme vesilesi olunca,
"O, infak ettiği şeylere, Allah'a yakınlık ve Resulünün duâfarına bir
vesile edindi" denilmiştir.
Cenâb-ı Hak da,
"Haberiniz olsun ki bu, onlar için gerçek bir yakınlıktır"
buyurmuştur. Bu ifâde, Allah tarafından, tasaddukta bulunan kimse için,
infâkının Allah'a yakınlaşma ve Peygamberinin dualarına vesîle olduğuna dair
inancı konusunda bir şehâdettir. Cenâb-ı Hak bu şehâdetini, hem harf-i tenbih
olan {dikkat edin, iyi bilin) edatı, hem
de tahkik harfi olan edatı ilete'kid etmiştir.
Daha sonra bu tekidi
iyice arttırarak "Allah onları rahmetine koyacaktır" buyurmuştur,
Biz, sîn harfinin,
te'kîdi iyice arttırdığını söylemiştik. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.
Yani "Allah onların günahlarını bağışlayan, onları böylesi tâatlere
muvaffak kıldığı için de, onlara merhamet edendir" demektir. Nafi. râ'nın
dammesi ile kurubetun şeklinde okumuştur ki, aslolan budur. Daha sonra bu
kelime tıpkı kutb (kitaplar); rusl
(peygamberler) ve tunb (uzun ip)
kelimelerinde olduğu gibi, tahfifle okunmuştur. Bu kelimelerde de aslolan ötre
ile okunmaktır. Bu harfleri sükunla okumak, tahfif ile okumak demektir.
[174]
"islam'da birinci
dereceyi kazanan, muhacirler ve ensâr ile, onlara güzellikle
tâbi olanlardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar
da Allah'dan razi
olmuşlardır. Allah
bunlar için, kendileri, içinde ebedî kalıcılar olmak üzere
altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı, işte
bu, en büyük bahtiyarlıktır"(Tevbe, 100).
Bil ki Allah Teâlâ,
infak ettikleri şeyleri Allah'a yaklaşma ve Resulünün duasına bir vesîle bilen
bedevî Arapların faziletlerini ve onlar için hazırlamış olduğu mükâfaatı
zikredince onların makam ve mevkilerinden daha yüce makamlar bulunduğunu
söylemiştir ki, bunlar da birinci dereceyi kazananların mertebeleridir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele bulunmaktadır:
[175]
Alimler, muhacir ve
ensardan br ncı dereceyi kazananların kimler olduğu hususunda ihtilâf etmişler
ve bu hususta birkaç görüş beyân etmişlerdir:
a) İbn Abbas
(r.a), bunların her iki kıbleye dönerek namaz kılan ve Bedir'e iştirak edenler
olduğunu söylerken; Şa'bî'den bunların Bey'atu'r'rıdvân'da bulunanlar olduğu
nakledilmiştir. Bana göre bu hususta doğru olanın, bunların, hicret ve yardım
etme hususunda birinci dereceyi almış ofan kimseler olmasıdır. Bunun böyle
olduğuna şu delâlet etmektedir: Cenâb-ı Hak, bunları "öncüler" diye
nitelemiş, ama onların hangi hususta ilk ve birinciler olduğunu beyân
etmemiştir Böylece lafız, mücmel olarak gelmiştir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak
onları muhacir ve ensâr olmakla vasfetmiştir. Binâenaleyh bu lafzı onları
muhacir ve ensâr kılan manasına hamletmek gerekir ki, bu da onların hicret
edip, yardımda bulunmalarıdır. Binâenaleyh, bundan muradın, lafzın mücmelliğini
gidermek için, hicret ve yardımda birinci dereceyi işgal eden olması gerekir.
Hicretin nefislere güç gelen ve tabiatlara da ters düşen bir iş olması
sebebiyle hicret hususunda yarışmak büyük bir tâattır. Binaenaleyh, buna kim
önce koşarsa, bu taât hususunda, başkalarına önder olmuş olur ve bu aynı
zamanda da Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbini takviye etmiş ve O'nun gönlündeki
yalnızlık duygusunu silip yok etmeye bir sebep olmuş olur, Yardım etme
hususundaki yarışma da böyledir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye
geldiğinde, şüphe yok ki O'na yardım ve hizmet hususunda yarışanlar,
"Bunu. önce ben yapayım" diyenler, büyük bir makama nail olmuşlardır.
İşte bütün bu sebeplerden dolayı ayetteki bu tabirden muradın, "hicrette
birinci dereceyi işgal edenler" olması gerekir.
Bu sabit olunca biz
diyoruz ki: İnsanlar içinde hicrete ilk koşan, Hz. Ebu Bekir'dir; çünkü Ebu
Bekir, Hz. Peygamber'in hizmetinde ve O'nun, her yerde, her zaman arkadaşı idi.
Binâenaleyh, onun bu makamdan alacağı hisse ve pay, başkalarının-kinden daha
yücedir. Ali İbn Ebî Talib, her ne kadar ilk hicret edenler arasında ise de, ne
var ki o, ancak Hz. Peygamber (s.a.s)'in hicretinden sonra hicret edebilmiştir.
Hz. Alî'nin, Hz. Peygamber'in işlerinden dolayı Mekke'de kaldığında şüphe
yoktur. Ancak ne var ki, hicrete ilk koşma sıfatı, fiili Ebu Bekir için
tahakkuk etmiştir. Şu halde Ebu Bekir'in bu faziletten alacağı pay, daha fazla
olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hz. Ebu Bekir, Allah'ın
kendisinden, kendisinin de Allah'dan razt olmuş olduğuna hükmedilen bir zât
olmuş olur ki, bu da üstünlük derecelerinin en üstündedir. Bunun böyle olduğu
da sabit olunca, O'nun. Allah'ın Resulünden sonra hak imam, halife olması
gerekir. Çünkü, şayet Ebu Bekir'in imamlığı ve halifeliği bâtıt olmuş olsaydı,
o zaman Ebu Bekir, laneti ve gazab olunmayı hak etmiş olurdu ki, bu da, böylesi
bir üstünlük ve ta'zîmin bulunması ile bağdaşmaz. Böylece bu ayet, Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Ömer (r.a.)'in üstünlüğüne ve halife olmalarının muteber ve
yerinde olduğuna en açık bir biçimde delâlet eden delillerden olmuş olur.
Buna göre şayet:
"Ayetin bu ifâdesinden, muhacir ve ensârdan, İslâm'a ilk girenlerin murad
edilmiş olması niçin mümkün olmasın? Çünkü bunlar iman etmişlerdir. Gerek
Mekke'deki, gerekse Medine'deki müslümanların sayısı az idi, aynı zamanda da
güçsüz, zayıf idiler. Böylece İslâm, bunlar sebebiyle kuvvetlenmiş,
müslümanların sayısı da, bunların müslüman olması sebebiyle çoğalmış; onların
müslümaniığı sebebiyle Hz, Peygamberin kalbi güçlenip kuvvetlenmiş ve başkaları
da onları görüp örnek almış; onları kendilerine önder edinmişlerdir. Binâenaleyh,
onların bu husustaki durumları, güzel bir çığır açanın durumu gibidir. Böylece
o yoldan elde edilecek mükâfaat ve o yola göre amel edenlerin mükâfaatı
Kıyamete kadar, aynı zamanda bu kimseye de yazılır.
Sonra biz diyoruz ki:
Farzet ki Ebu Bekir, muhacirlerin ilki olması sebebiyle bu ayetin hükmüne dahil
olmuş olsun. Ancak ne var ki siz onun bu hal üzere devam ettiğini neye
dayanarak söyleyebitiyorsunuz? Onun bu halini değiştirdiği ve halifeliğe
yönelmesi sebebiyle, bu üstünlüğün kendisinden silinip gittiğinin söylenilmesi
niçin caiz olmasın?" denilirse, bunun birincisine şu şekilde cevap
verebiliriz:
Ayetteki sabikûn
(öncüler) lafzını, zaman itibariyle öne geçenler manasına hamletmek, hakkında
deli! bulunmayan bir iddiadır. Çünkü ayette geçen sabikûn lafzı, mutlak bir
ifadedir. Binâenaleyh bunu, müddet bakımından öncelik manasına hamletmek, diğer
hususlardaki öncelik manasına hamletmekten daha gerekli değildir. Halbuki biz
bunu, hicret hususundaki öncelik anlamına almanın daha uygun olduğunu beyân etmiştik.
Bu soruyu soranın, "Bundan maksadın, müslüman olmadaki öncelik olması
mümkün değil midir!" şeklindeki sorusuna da şöyle cevap veriyoruz.
Biz deriz ki:
Hicretteki öncelik, müslüman olmadaki önceliği de içine alır. Halbuki müslüman
olmadaki öncelik, hicret hususundaki önceliği içine almaz. O halde, bu lafzı,
hicretteki öncelik anlamına hamletmek evlâ olur. Farzet ki biz, bu lafzı,
imandaki öncelik manasına alalım. Ancak ne var ki Sabikûne'l-evvelûn kelimesi
çoğul bir ifâdedir. Binâenaleyh bu kelimeleri bir cemâat ve topluluk anlamına
hamletmek gerekir. Böyle olunca da, bu ifâdenin içine, hem Hz. Ali (r.a.), hem
de başkaları girmiş olur. Farzedelim ki alimler, Hz. Ebu Bekir'in mi, Hz.
Ali'nin mi daha önce iman ettiği hususunda ihtilâf etmiş olsunlar. Ancak ne var
ki onlar, Hz. Ebu Bekir'in ilk dereceyi alanlardan olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Hadisciler de, erkeklerden ilk önce müslüman olanların Hz. Ebu
Bekir, kadınlardan Hz. Hatice, çocuklardan Hz. Ali, kölelerden de Zeyd İbn
Sabit olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Böyle olması halinde de, Ebu Bekir,
birinci dereceyi alanlardan olmuş olur.Hem biz, ilk önce iman etmenin, ancak
kendisiyle Hz. Peygamber'in kalbinin kuvvet kazanması ve başkalarına da önder
ve örnek, "muktedâ bih" olması açısından büyük fazilet ve üstünlüğü
gerektirdiğini beyan etmiştik. Böylesi bir mana, Hz. Ebu Bekir'de daha ileri
derecededir. Zira, Hz. Ebu Bekir müslüman olduğunda yaşı ilerlemiş ve
insanlarca da tanınan bir kimse idi. Kendisine de bu
hususta, Sahabe (r.a.)'nin önde gelenlerinden bir grup uymuştur. Zira, Hz. Ebu
Bekir müslüman olunca, Talha, Zübeyir ve Osman İbn Affan'a gittiği, onlara
İslam'ı arzettiği, birkaç gün sonra onları Hz. Peygambere getirdiği ve onların
da Hz. Peygamberin huzurunda müslüman oldukları nakledilmiştir. Böylece, Hz.
Ebu Bekir'in İslâm'a girmesi sebebiyle İslâm'a kuvvet katıldığı ve Hz. Ebu
Bekir'in, başkalarına bir örnek olduğu ortaya çıkmış olur. Halbuki bütün bu
hususlar Hz. Ali (r.a.) için söz konusu değildir. Çünkü Hz. Ali o zamanlar küçük
yaştaydı ve evin içinde dolaşan bir çocuk gibiydi. Onun o vakitte müslüman
olmasıyla, İslâm'uı kuvvetinde bir artış olmamıştı ve o zaman, başkalarına da
bir örnek olamamıştı. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın "Birinci dereceyi kazanan
muhacirler ve ensâr..." buyruğunda işaret edilen önderin Hz. Ebu Bekir'den
başkası olmadığı sabit olmuş olur.
Ama, bu soruyu
soranın, "Siz niçin Ebu Bekir'in, imamete yönelmesinden sonra da bu hal
üzere kaldığını söyleyebiliyorsunuz?" şeklindeki sözüne gelince; biz
diyoruz ki:
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır"
buyruğu bütün halleri ve zamanlan içine alan bir ifâdedir. Bunun böyle
olduğunun delili, her vaktin ve her durumun, bu ifadeden istisna edilebilip de,
"Allah, onlardan imamet talep etme zamanı hariç," razı olmuştur"
denilebilmesidir. Halbuki istisnanın gereği, istisna yapılmadığı zaman,
istisnanın hükmüne dahil olan şeyleri, hükümden çıkarıp atmaktır, Veyahut biz
şöyle diyoruz: "Biz, Allah Teâlâ'nın, onları, "birinci dereceyi işgal
eden muhacirler.." diye vasfetmiş olduğunu beyân etmiştik. Bu da bundan
muradın, onların, hicret hususunda birinciler olmasını iktizâ eder.
Sonra Cenab-ı Hak
onlan bu vasıfla niteleyince, onlar için tazim ihtiva eden bir ifadeye yer
vermiştir ki bu da O'nun: "Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da
Allah'dan razı olmuşlardır" sözüdür. Hicret hususundaki öncelik, tazim
edip saygı duymanın uygun ve münasip bir vasfıdır. Halbuki hükmün, kendisine
münasib bir vasfın peşinden zikredilmesi, o hükmün o vasfa bağlandığını
gösterir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'm: "Allah onlardan razı olmuştur,
onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" ifadesinden hasıl olan tazim ve
saygının, onların hicret hususunda en önde bulunmuş olmalarına bağlanmış
olduğuna delâlet eder. İllet bulunduğu sürece, illete bağlı olan (ma'lûl)ün de
o illete terettüp edip bağlı olması gerekir. Onların, hicret hususunda
birinciler olması, onların bütün ömürleri boyunca, devam eden bir vasıftır.
Binâenaleyh bu ndvan-ı ilahinin de onların yaşadıkları süre içinde bulunması
gerekir. Veyahut da biz şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hak "Allah bunlar için,
altlanndan ırmaklar akan cennetler hazırladı" buyurmuştur. Bu da, Allah
Teâlâ'nın, o cennetleri onlar için hazırlayıp onlara tayin etmiş olmasını
iktiza eder.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın
böyle yapması da, onları cennete layık kılan sıfat üzere bulunmalarını
gerektirir.
Hiç kimse şöyle
diyemez: "Bu ifadeyle "Allah o cennetleri onlara, onlar iman sıfatı
üzere kalmaları halinde hazırlamıştır" manası kastedilmiştir." Zira,
biz diyoruz ki bu, aşırı bir takdir yapmak olup, bu da zahirin hilafına bir
durumdur. Hem böyle olması halinde, haklarında böyles> bir medıh
zikredilenlerle diğer kimseler arasında bir fark kalmaz. Çünkü Allah, iman
etmeleri halinde, Firavun, Hâman, Ebû Cehl ve Ebu Leheb için de.
"alîlanndan nehirler akan cennetler hazırlamış olur. Halbuki Cenâb-ı
Hakk'ın bu sözü, büyük bir medh ve mükemmel bir övgü, sena sadedinde söylediği
malumdur. Binâenaleyh bunu, onların ileri sürdükleri manaya hamletmek, bu medh
ve övgünün batıl olmasını gerektirir. Böylece bu soru sakıt olur. Bu ayetin,
Hz. Ebu Bekir (r.a)'in faziletine ve onun imametinin (devlet reisliğinin)
kesinlikle doğru olduğuna delâlet eden bir ayet ofduğu ortaya çıkmış olur.
[176]
Alimler, bu ayetteki
medhin bütün sahabeyi içine alıp
almadığı
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarakbazıları bu ayetin, sadece
hicret ve yardımda birinci
dereceyi alanlara
şamil olduğumu söylemişlerdir. Bu görüşe göre bu ayet, sadece sahabenin ileri
gelenlerini içine almış olur. Çünkü min edatı teb'îz (kısmîlik) ifade eder.
Bazı âlimler de: "Hayır, bu ifade bütün sahabeye şamildir. Çünkü sahabenin
hepsi, diğer müslümanlara nazaran "birinciler (sabikûnfolarak tavsif
edilmişlerdir. Ayetteki "Muhacirlerden ve ensardan" ifadesinin
başındaki edatı, "teb'iz" için
değil, aksine tebyin içindir. Buna göre bunun manası, "Muhacir ve ensâr
olarak tavsif edilen sabikûn (öncüler)..." şeklindedir. Bu tıpkı, "O halde murdar putlardan
kaçınınız" (Hacc, 30) ayetinde olduğu gibidir. Alimlerin çoğu bu görüşü
benimsemişlerdir.
Humeyd b. Ziyâd'ın
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir gün Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'ye,
aralarında çıkmış olan fitneyi (kargaşayı) kastederek, "Resûlullah'ın
ashabının aralarında meydana gelen şey hususundaki durumlarını bana söyle"
dedim. Bunun üzerine o da bana: "Allah Teâlâ onların hepsini
bağışlamıştır. Onların iyj davrananlarına da, kötü davranmış olanlarına da
cenneti vâcib (kesin) kıldığını Kur'an'ında bildirmiştir" dedi. Ben ona, "Allah,
Kur'an'ın neresinde, onlara cenneti vacib kıldığını belirtiyor?" dediğimde
de, o: "Sübhanallah! Sen, Cenâb-ı Hakk'ın, "islam'da birinci dereceyi
kazanan, muhacirler ve ensar ile, onlara güzellikle tabi olanlardır. Allah
onlardan razı olmuştur. Onlarda Allah'dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için
-kendileri, içinde ebedi kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akan
cennetler hazırladı, işte bu en büyük bahtiyarlıktır" ayetini okumaz
mısın? Allah, peygamberin bütün ashabına bu ayette cenneti ve rıdvanını
(rızasını) vâcib kılmış,
onlara tabi olanlara
da, onlara şart koştuğu şey* şart koşmuştur" dedi. Ben. "O şar!
nedir?" deyince de o, "Tabiîne, onlara aTieide (ibadetle) ihsan ile
tâbi olmalarını şart koşmuştur ki bu da, tabiînin, sahabe-ı kiramın iyi islerinde
onlara uyup, başka hususlarda onlara uymamalarıdır" dedi. Şöyle de
denilebilir: Bundan murad, tabiînin (sahabeye uyanların), onlara söz hususunda
güzeiükle tâbi olmalarıdır Bu da o tabiînin ashab hakkında kötü söz
söylememeleri ve onları, yaptıklar' bazı şey:eK hususunda ta'n etmeye (tenkide)
yönelmemeleridir. Humeyd b. Ziyâd: "Ben o anda sanki bu ayeti hiç
okumamışım gibi hissettim" dedi.
[177]
Rivayet olunduğuna
göre, Hz. Ömer b. el-Hattâb (r.a)
ayetini
okuyor ve "ensâr" kelimesini merfü
kılarak "sabikün" kelimesi
Lzenne
atfediyor, ifadesinin başınaakı vâvı
hazfederek bunL, "ensar' kelimesinin sıfatı kabul ediyordu. (Bu. "En
öne geçen muhacirler ve onlara güzelce tâbi olan ensar" manasında olmuş
olur.) Yine rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer (r.a) (bir gün) bu ayeti bu
şekilde okuyordu.Ubeyyb. Ka'b(r.a): "Allah'a yemin ederim ki, sen Bakî
semtinde karaz[178]
satmakla meşgul olurken, Hz. Peygamberden ayrılmayan bana, Resuiullah böyle
yani (Mushaf-ı Şerifteki gibi) şeklinde okutmuştu1' dedi. Hz. Ömer (r.a) de:
"Doğru söyledin. Çünkü sız bulundunuz, biz ise bulunamadık. Siz öbür
işleri bırakıp Resulün yânında oldunuz. biz ise başka şeylerle meşgul olduk.
Yemin olsun ki ıstesen, "Biz, muhacirleri şöyle barındırdık, onlara şöyle
yardım ettik, şunu yaptık, bunu yaptık" da diyebilirsin?" dedi.
Rivayet olunduğuna
göre bu münazara (konuşma). Hz. Ömer ile Zeyd b. Sabit (r.a) arasında
geçmis,ti. Zeyd, Übeyy b. Ka'b'ı delil olarak ileri sürmüştü.
Bu iki kıraat
arasındaki fark şudur: Hz. Ömer'in kıraatine göre. ayetteki "İslam'da
birinci dereceyi kazananlar..." ifadesindeki övgü ve ta'zim, muhacirlere
has olup. ensar bu "ta'zinrTde onlarla ortak olmamış olur. Böylece de
muhacirine daha fazla paye ve övgü gerekmiş olur. Allah en iyi bilendir.
Rivayet olunduğuna
göre Übeyy (r.a), meşhur olan kıraatin doğruluğuna Enfa! suresinin sonundaki
"Henüz iman etmiş ve hicret etmiş o/ân/ar..." (Enfai, 75) ayeti ile
istidlal etmiştir: "Cenab-ı Hak bu ayeti, bundan önceki ayette muhacir ve
ensardan bahsettikten sonra getirmiştir."demiştir
Yine Übeyy (r.a), Haşr
suresinin "Bunların arkalarından
gelenler..." (Haşc 10) ve
"Onlardan, henüz kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerleri...
"(Cuma. 3) ayetleri ile istidlal etmiştir.
[179]
Ayetteki, "sabikûn"
kelimesi merfû ve mubteda; "Allah
onlardan razı olmuştur" kısmı da, onun haberidir.
Bu, "Allah
onlardan, amelleri ve taatlannın çokluğu sebebi
ile razı olmuştur Onlar da. Allah'ın kendilerine, gerek dinî, gerek
dünyevi hususlarda yağmur gibi bol bol verdiği yüce nimetlerinden ötürü,
Allah'dan razı olmuşlardır" demektir. Mekkelüerin mushafında şeklinde
yazılmıştır ki bu, İbn Kesir'in kıraatidir. Diğer mushaflarda ıse.min
olmaksızın ; şeklinde yazılmıştır.
[180]
Cenab-ı Hak
"Onlara, güzelce tabî
olanlar." buyurmuştur. Atâ, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Cenab-ı Hak bu ifade
ilie, o tâbi
olanların, muhacir ve ensarı, cennetle ve
rahmetle yâd ettiklerini, onlar için dua ettiklerini ve onların iyiliklerini
sayıp döktüklerini anlatmıştır." Bir başka rivayette de, bu ifadeye,
"Onlara, dinleri hususunda Kıyamete kadar güzel bir şekilde tabî
olanlar..." manası verilmiştir. Bil ki bu ayet. onlara (yani sahabeye)
tâbi olanların. rıza-yı ilâhiye ve mükafaata hak kazanmalarının, onların
sahabeye güzellikle tâbi olmaları şartına bağlı olduğunu gösterir. Biz ayette
geçen "ihsan" (güzellik) lafzını, "onlar hakkında güzel sözler
söylemek" manasında tefsir ettik. Bir şarta bağlı olan hüküm, o şart
bulunmadığı zaman, bulunamaz. Binâenaleyh muhacir ve ensar hakkında güzel söz
söylemeyenlerin Allah'ın rıdvânına (rızasına) müstehak olmamaları ve bu yüzden
mükafaata erenlerden olmamaları gerekir. Çünkü dindarlar, Resûlullah'ın
ashabına saygıda ellerinden geleni yapmışlar, onlar hakkında dillerini
tutmuşlar ve onları, onlara yakışmayan şeylerle yâd etmemişlerdir.
[181]
"Çevrenizdeki
bedevilerden ve Medine ahâlisinden birtakım münafıklar vardır
ki onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır. Sen
bunları bilmezsin. Onları biz
bilir: Biz onları iki. kere. azaba uğratacağız.
Sonra da onlar daha büyük bir
azaba
döndürüleceklerdir"
(Tevbe. 101)
Bil ki Allah Teâlâ,
Medineli münafıkların hallerini açıkladı. Daha sonra da bedevilerin yani çöl
Araplannın münafıklarından bahsetti. Bunun peşisıra da: bedevi Araplar içinde,
mü'min, sâlih ve ihlasiı kimselerin de bulunduğunu bildirdi. Daha sonra da
mü'minlerin ileri gelenlerini ve bunların, birinci dereceyi kazanmış olan
muhacirler ile ensar olduğunu beyân buyurdu. Bu ayette ise,"Siz onların
böyle olduklarını bilmeseniz dahi, Medine'nin etrafında münafık sıfatına sahip
bazı kimselerin bulunduğunu haber vererek, "Çevrenizdeki bedevilerden...
birtakım münafıklar vardır" buyurmuştur Bunlar Cüheyne, Eşlem, Eşca' ve
Gıfâr kabileleri olup, Medine'nin etrafında yerleşmiş vaziyette idiler.
Hak Teâlâ'nın "Ve
Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır ki onlar nifak üzerinde idman
yapmışlardır" ifadesi ile ilgili iki bahis vardır:
1) Birinci
bahis: Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ifadede bir takdim-tehir söz konusu
olup, ayetin takdiri "Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden
birtakım münafıklar vardır. Onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır"
şeklindedir."
2)
İbnü'l-Enbari "Bu ayetin takdirinin, "Ve Medine ehlinden de, nifak
üzerine idman yapmış olanlar vardır" şeklinde olabileceğini ve min edatı
delâlet ettiği için, bu men kelimesinin mahzûf olduğunu, bunun, tıpkı
"Bizim herbirimiz için belli bir makam vardır" (Saffat, ı«) ayetinde
olduğu gibi olduğunu ve bu ayetin takdirinde olduğunu" söylemiştir.
[182]
İkinci bahis:
Arapça'da, biri azıp serkeşlik ettiğinde, denilir. İnsan ve cin şeytanlarına da
"merid" (azgın) denilir, Yine birisi azıp, haddi aştığında, (O, bize
karşı haddi aştı) denilir, İbnü'l-Arâbî şöyle demiştir: Merad kelimesi, çokça
kibir gösterip günah işlemek manasınadır. Ayetteki, tabiri de bu manadadır.
"Mürûd'!un aslı, yumuşak olup, sert olmamaktır. (Uzun ve pürüzsüz köşk) ve
(Tüysüz çocuk) ifadeleri de bu köktendir. Mirdâ' kelimesi, üzerine birşey
bitmeyen tepe manastndadır. Bu/ sanki başkasının sözünü kabul etmeyen ve ona
iltifat etmeyen (değer vermeyen) birisinin, kendisinde hiçbir değişiklik
olmaksızın, olduğu gibi, asıl hali üzere kalan şey gibi olmasıdır. İşte melâse
(pürüzsüzlük, yumuşaklık) budur.
Lafzın
asıl manasının bu olduğunu iyice kavradığında biz deriz ki: "Ayetteki
tabirinin manası, "Onlar bu nifak üzere uzun müddet kaldılar, ona devam
ettiler ve ondan dönmediler" şeklinde olur.
Allah Teâlâ daha sonra
"Sen bunları bilmezsin. Onları biz
biliriz"
buyurmuştur. Bu tıpkı "Siz onları bilmezsiniz. Allah onları bilir"
(Enfai, eo) ayeti gibidir. Bu, "Onlar nifak sanatında alıştırma yaptılar.
Böylece nifak hususunda ustalaştılar ve senin zekân, anlayışın ve kavrayışın
kuvvetli olmasına rağmen, onlar, senin kendilerinin münafık olduğunu
kestiremeyeceğin bir seviyeye vardılar" demektir.
[183]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Biz onları iki kere azaba uğratacağız" buyurmuştur. Alimler bu
ifadedeki "iki kere"nin ne demek olduğu hususunda pek çok izahlar
yapmışlardır:
Birinci izah: İbn
Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Cenab-ı Hak bununla, onların dünyada iken
hastalanmalarını ve ahirette iken çekecekleri azabı kastetmiştir, Çünkü
mü'minin hastalığı, günahlarının affolunmasına vesile olur. Kâfirin hastalığ
ise, inkârının ve nankörlüğünün artmasına sebeb olur."
İkinci izah: Süddî,
Enes b. Mâlik (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber
(s.a.s.) bir cuma günü hutbe okurken, "Ey falanca çık. çünkü sen
münafıksın. Ey falanca, çık! Çünkü sen de münafıksın" dedi ve bu şekilde
Mescidden bazı kimseleri çıkardı ve onları rezil-rüsvay etti. İşte bu iki
azabtan biri budur, biri de kabir azabıdır."
Üçüncü izah: Mücahid
şöyle demiştir: "Bu azaplar, dünyada iken öldürülmeleri ve esir
edilmeleri, bundan sonra da kabirde azab edilmeleridir."
Dördüncü izah: Katâde
şöyle demiştir: "Bu iki azab, çıban ile kabir azabıdır. Çünkü Peygamber
(s.a.s) Huzeyfe (r.a)'ye oniki münafığı gizlice bildirip şöyle demiştir:
"Cenâb-ı Hak onların akısını, herbirini yakalayan ve göğsünde çıkan ateşli
bir çıbana mübtela eder. Altısı da (mûtâd) ölümle ölürler,"
Beşinci izah: Hasan
el-Basrî: "Bu iki azabın biri, onların mallarından zekat almak, diğeri ise
kabir azabıdır" demiştir.
Altıncı izah: Muhammed
b. İshak şöyle der: "Bunlar, o münafıkların içine dolan İslâm'a karşı
öfkelen ve gönülsüz olarak girmeleri ile kabirde görecekleri azablandır."
Yedinci izah: Bu iki
azabtan birisi, meleklerin onların yüzlerine ve arkalarına vurmalarıdır. Diğeri
ise öldükten sonra dirilirken boğazlarına ateşten bir halkanın geçirilmesidir.
En uygun olan görüş,
şunu söylemektir: Hayat, üç türlüdür: Dünya hayatı, kabir hayatı ve Kıyamet
hayatı, Binaenaleyh Cenâb-ı Allah'ın bu ifadesinden murad, her türlüsü ile
dünya azabı ve kabir azabıdır.
Ayetteki, "Sonra
da onlar daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir" ifadesi ile de, onların
üçüncü hayatta, yani Kıyamet hayatında görecekleri azab kastedilmiştir.
Cenâb-ı Allah ayetin
sonunda. "Sonra da onlar daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir"
buyurmuştur. Bu. "Onlar, ebedi ve devamlı olan bir azaba duçar
kılınacaklardır" demektir.
[184]
“Onlardan diğer bir
kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar iyi ameli, başka
kötü amel ile karıştırmışlardır. Olur ki Allah onların
tevbelerini kabul eder.
Çünkü Allah gafur ve
rahimdir. Onların mallarından sadaka al ki bununla
kendilerini temizleyesin ve tezkiye edesin. Onlar için
dua et. Çünkü senin
duan onlar için bir
sükûnettir. Allah semi ve alimdir"
(Tevbe.
102-103)
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[185]
Ayetteki,
"Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler" buyruğu
hususunda iki görüş vardır:
1) Bunlar,
nifaklarından tevbe edip
dönen bir grup münafıktır.
2) Bunlar,
kâfir ve münafık oldukları için değil, tembel oldukları için Tebük seferine
katılmayan bir kısım müslümanlar olup, yaptıklarına pişman olarak tevbe
etmişlerdir.
Birinci görüşü
benimseyenler, görüşlerine şöyle delil getirmişlerdir: "Ayetteki âherun
'Ve diğer bir kısmı" kelimesi, "Çevrenizdeki bedevilerden.-, birtakım
münafıklar vardır" (Tevbe, ıoı) kelimesine atıftır. Atıf, ortak kılma
zannı uyandırır. Fakat Allah bunları tevbe etmeye nuvaffak kıldı ve bunlar
tevbe edip (nifaktan) döndüler. Cenâb-ı Allah birinci grubun nifakta idmanlı
olup o hususta ileri gittiklerini belirtince; bu grubun da tevbe ettiklerini ve
nifaktan tamamen çıktıklarını bildirmiştir.
[186]
Rivayet olunduğuna
göre bu ayette bahsedilenler üç kişi
olup.
Ebu Lübâbe Mervan b. Abdilmunzir, Evs b. Sa'iebe
ve Vedi'a b. Hizam idi. Bunların on kişi oldukları da
söylenmiştir. Onlardan yedisi, savaşa katılmayanlarla
ilgili
olarak
inen ayetler kendilerine
ulaşınca, kendilerini
bağladılar. Kendilerinin helak olmuş olduklarına kesin
olarak inandılar ve kendilerini mescidin direklerine bağladılar. Hz. Muhammed
(s a.s) savaştan dönüp, mescide girdi ve iki rekat namaz kıldı. O, hep böyle
yapardı. Hz. Peygamber (s.a.s) seferden dönüp onları bağlı olarak görünce,
onlara bunun sebebini sordu. Onlar, Allah'ın Resûlu kendilerini çözmedikçe,
kendi kendilerini çözmemeye yemin ettiklerini söylediler. Hz. Peygamber (s.as)
de, "Bu hususta bana emir verilmediği müddetçe. yemin ederim ki sizleri
çözmeyeceğim" buyurdu. Bu ayet inince, onları çözdü ve affetti. Bunun
üzerine onlar, "Ya Resûlallah, iste mallarımız. Biz. onlar yüzünden senden
geri kaldık. Binâenaleyh onları tasadduk et ve bizi temizle" dediler. Hz.
Peygamber (s.a.s) de: "Ben sizin mallarınızdan birşey almakla emroiunmadım"
deyince, "Onların mallarından sadaka al.
" ayeti nazil oldu.
[187]
Hak Teâlâ. "Onlar
günâhların) itiraf ettiler" buyurmuştur.
Dil âlimleri şöyle derler: "İtiraf, birşeyi bilerek ve mahiyetini
anlayarak kabul etmek demektir." Buna göre ayet, "Onlar
günahlarını anladılar ve kabul ettiler"
manasındadır. Burada bir incelik vardır: Sanki şöyle denilmektedir:
"Onlar, savaşa katılmamış olmaları hususunda, diğerleri gibi aslı esası
olmayan mazeretler ileri sürmediler. Ama yaptıklarının çok kötü olduğunu
anlayıp kabul ettiler, pişmanlıklarını ortaya koydular ve bundan ötürü de,
kendilerini kınadılar."
[188]
jmdi eğer: 'Günahı
kabul ve itiraf etmek, tevbe sayılır mı. sayılmaz mı?" denilirse, biz
deriz ki: "Günahı sadece itiraf etmek tevbe olmaz. Ama buna ilaveten,
eskiden yaptığına pişman olup, aynı şeyi ileride de yapmamaya azmeder ve
pişmanlık da o şeyin Allah tarafından yasaklanmış olmasından dolayı olursa,
işte bunların toplamı tevbe olur. Fakat delil, ayette bahsedilenlerin tevbe ettiklerini
göstermektedir. Bu delil de. ayetteki "Olur ki Allah onların tevbelerini
kabul eder" ifadesidir. Müfessirler Cenâb-ı Allah tarafından kullanılan
(olur ki. belki) kelimesinin, kesinlik ifade ettiğini söylemişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Onlar iyi ameli, başka kötü
amel ile karıştırmışlardır" buyurur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:
Birinci bahis: Ayetin
bu ifadesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:
1) Ayette
bahsedilen "sâlih (iyi) amel", günahı itiraf etmek, ona pişman olup
tevbe etmektir: "kötü (amel)" ise. savaşa katılmamadır.
2)
"Salih amel", onların. Hz. Peygmber(s.a.s) ile birlikte, önceki
savaşlara çıkmış olmaları; "kötü (amel)" ise. Tebük savaşına
katılmamış olmalarıdır.
3) Ayet,
müslümanlar hakkındadır. Binâenaleyh iyi amel. müslümanlardan sâdır olan iyi
amellere yönelmeleridir.
İkinci bahis: Birisi
şöyle diyebilir: Ayette iyi ve kötü amellerden herbirı
"karıştırılmış" olarak tavsif edilmiştir. Öyleyse bunların
karıştırıldığı sey nedir"
Cevap: Karıştırma,
mutlak manada bir araya getirmek, toplamak demektir. Senin "onu
karıştırdım" şeklindeki sözün ancak, iki şeyden herbirinin diğerine
karışıp herbirinin bu karışma sebebi ile asıl özelliklerini kaybettikleri
durumlarda doğru ve yerinde söylenmiş olur. Bu tıpkı "suyu süt ile
karıştırdım" demen gibidir. Halbuki ayete uygun olan
"karıştırma" ise. mutlak manada toplama, birlikte yapmadır. Çünkü
amel-i salih ile kötü amel yapıldığında, bunlardan herbiri. bizim görüşümüze
göre. olduğu gibi kalır. Çünkü bize göre, amellerin boşa gitmesi meselesi
yanlıştır. Taat. medhi ve mükafaatı, masiyet (günah) ise zemmi ve cezayı
gerektırici olarak kalırlar. O haldeayetteki, "Onlar iyi bir ameli, başka
bir körü ile karıştırmışlardır" ifadesinde, amellerin boşa gitmediğine ve
herbirinin, birbirine tesir etmeksizin, oldukları gibi kaldıklarına bir dikkat
çekme vardır. Amellerin boşa gitmediğine. Allah Teâlâ'nın bu ayette, amel-i
salih ile kötü ameli, "karıştırma" sıfatı ile nitelemesi de delâlet
eder Çünkü birbirine kansan iki şeyin, karıştıkları zaman mutlaka kalmaları
{yok olmamaları) gerekir. Zira "karışma", karışanların hepsinin
sıfatıdır. Mevsuf olmaksızın, bir sıfatın bulunması imkansızdır. Binâenaleyh
bu, o iki çeşit amelin, karışma esnasında yok olmadıklarına delâlet eder.
[189]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah ,Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" buyurmuştur, Bu ifade
ile ilgili olarak da birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Burada
şöyle bir soru akla gelmektedir: "Asâ (otur ki, belki) kelimesinde bir
ihtimal manası vardır. Halbuki ihtimali bilme Allah hakkında imkansızdır."
Bu soruya birkaç şekilde cevap verilir:
Birinci izah:
Müfessirler, Atlah Teâlâ'nın kendisi için kullandığı asâ kelimesinin kesinlik
ifade ettiğini söylemişlerdir. Bunun delili "Belki Allah, fethi müyesser
kılacak"(makjs. 52»ayetidir. Cenâb-ı Hak böyle buyurmuş ve bunu bu şekilde
yapmıştır.
Bu hususta sözün özü
şudur: Kur'an-ı Kerim, insanların (Arapların), konuşma örfüne göre inmiştir.
Mesela büyük bir padişahtan, bir muhtaç birşey istediğinde, padişah ona, hiç
kimsenin-kendisine herhangi bir şeyi mecbur edemeyeceğine ve onu hiçbirşeyle
mükellef tutamayacağına, aksine her yaptığını, bir lütuf olarak ve
üstünlüğünden dolay* yaptığına dikkat çekmek için. asâ
ve lealte (umulur ki, olur ki. belki) kelimelerini Kullanarak, bir ümid verme
yoluyla cevap verir. Bundan dolayı o padişah, o kimsenin ihtiyacına cevap
vereceğini kesin olarak göstermekle birlikte. işte bu incelikten dolayı, asâ
(belki) kelimesini kullanır.
İkinci izah: Bunu
kullanmaktan maksad, mükellefin b'r korku ve ümid arasında olması gerektiğini
göstermektir. Çünkü Allah Teâlâ'nm. söylediği bu şeyi yapmaması ve İhmal etmesi
düşünülemez.
İkinci bahis:
Alimlerimiz, ayetteki "Olur ki Allah onîar:n tevbelerini kabul eder"
ifadesinin, tevbenin de. ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda
açık bir delif olduğunu söylemişlerdir. Akıl da buna delâlet etmektedir: Çünkü
tevbede asıl olan. pişmanlıktır. Pişmanlık ise (sırf) kulun ihtiyarı ile
meydana gelmez. Zira bir şeyi yapmayı veya yapmamayı irade etmek eğer kulun
kendi fiili olursa, kul o fiilini meydana geTırme hususunda, başka bir iradeye
muhtaç olur. Hem sonra insan bazan, belli bir şeyi yapmaya çok istekli olur.
ama sonra aynı şeyi yaptığından ötürü pişman olur. Binâenaleyh o bunu yapmayı
çok istediği sırada, onun bu isteğini kalbinden söküp atmak mümkün değildir. Bu
isteği pişmanlığa dönüştüğünde de, yine o pişmanlığı kalbinden söküp atmak da
mümkün olmaz. Binâenaleyh bu durum, kulun ne bir pişmanlığı ne de bir arzuyu
kendi kendine meydana getirmeye kadir olmadığına delâlet eder.
Mu tezıle ayetteki,
ifadesini, "Allah onların tevbesini kabul eder" manasında
almışlardır. Mu'tezile'ye şöyle cevap veririz: "Sözün zahirini bırakmak
(mecazi manasına dönmek), ancak sözü zahiri manasına hamletmenin imkansızlığı
delil ile sabit olduğu zaman makul ve yerinde olur. Halbuki burada, aklî delil,
ayetin lafzının ancak zahiri manasına hamletmenin mümkün olduğunu
göstermektedir. Binaenaleyh ayeti tevil etmek (ona mecazi mana vermek), artık
nasıl makul olabilir?
Üçüncü bahis: Hak
Teâlâ'nm "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" buyruğu, bu
tevbenin ileride meydana geleceğini gösterir. O'nun "Onlardan diğer bir
kısmı da günahlarını itiraf ettiler" buyruğu ise, bu itirafın geçmişte
olduğuna, yapılmış bulunduğuna delâlet eder. Buda, "itirafın" bizzat
"tevbe" olmayıp, aksine onun bir başlangıcı olduğuna ve tevbenin
ancak bu girişten sonra olacağına delâlet eder.
[190]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini temizlemesin ve
tezkiye edesin" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[191]
Alimler, bu tabirden
maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir Bu cümleden olarak
1)
Bazıları, bu tabirin, tevbe eden o kimselerle ilgili
olduğunu söylemişlerdir Zira onlar mallarını, sadaka
için getirmişlerdi. Cenab-ı Allah da o malların alınmasını vacıb kılmıştı ve
bu. onlar için tıpkı bir keffaret gibi olsun diye, tevbelerinin mükemmel olması
hususunda, esas kabul edilmiştir. Bu. Hasan el-Basri'nin görüşüdür O şöyle
demiştir: "Bu ayetle, farz sadakalar (yani zekat) murad edilmemiştir. Bu,
onlardan sâdır olan günahın keffaretinin sadakasıdır."
2) Onlara
zekat farzdır. Binâenaleyh onlar savaşa katılmamış olmalarından dolayı tevbe edip güzelce
müslüman olup zekatlarını
da verince. Cenâb-ı
Hak peygamberine, onlardan zekatlarını almasını emretmiştir.
3) Ayetteki
bu cümle, yeni başlayan (müstakil) bir cümle olup, zenginlerden zekat almanın
farziyyetini ifade eder. Fukahanın çoğu bu ayeti, zekatın farziyyetıne delil
getirip, "zekat temizleyicidir" dedikleri zaman, bu görüş
üzeredirler.
Birinci görüşte
olanlar, görüşlerinin doğruluğuna şu şekilde delil getirmişlerdir:
"Ayetler arasında mutlak münasebet bulunması gerekir. Fakat biz bu ayeti,
muhtevadan bağımsız olarak zekatı farz kılan ayet kabul edersek, onun ne
öncesi. ne de sonrası ile ilgisi kalır ve dolayısı ile, araya girmiş yabancı
bir cümle haline gelir. Bu ise, Allah'ın kelâmı için uygun düşmez." Fakat
"Bu ayet ile farz olan zekâtın alınması kastedilmiştir" diyenler ise
şöyle demişlerdir: "Böyle dedjğimizde de. ayetler arasında bir ilgi ve
münasebet olur. Çünkü onlar. Tebük savaşına katılmamış olduklarından ötürü
pişmanlıklarını ve tevbelerini ortaya koyup, bu katılmamanın sebebinin,
mallarını çok sevmeleri ve onları infaktan son derece sakınmaları olduğunu
ikrar ettikleri zaman, onlara sanki şöyle denilmiştir: "Farz olan
zekatınızı verip, ve bunu yaparken bir sıkıntı ve zorlanma hissetmemeniz
halinde, ancak o tevbe ve pişmanlık iddianızdaki doğruluğunuz ortaya çıkmış
olur. Çünkü iddia ancak, gereği yapıldığı zaman isbatlanmış olur. İnsanın ancak
imtihan ile değerli mi değersiz mi olduğu meydana çıkar. Şu halde, onlar
zekatlarını, içlerinden gelerek verirlerse, onların o tevbe ve pişmanlıkta
samimi oldukları ortaya çıkar. Aksi halde, işte bu yol ile yalancı ve sahtekâr
oldukları anlaşılır. Fakat ne var ki bu ayeti, ayetler arasındaki ilgi ve
münasebet salim olarak kalması ile birlikte, "farzdan zekatı verme"
manasına almak daha evlâdır, Hak Teâlâ'nın, "Bununla kendilerini
temizlemesin ve tezkiye edesin" buyruğu da bununla farz olan zekatların
murad edildiğine delâlet etmektedir Buna göre bu ifade, "Sen onları, farz
zekatlarını alarak günahlarından temizlersin" manasında olur. Halbuki bu
söz, ancak, "O sadaka alınmaz ise, onlar için bir günah söz konusu
olur" dediğimiz takdirde geçerli olabilir. Bu da ancak, farz olan zekatın
verilmemesi halinde söz konusudur.
Birinci görüşü
savunanlar şöyle demişlerdir: Hz, Peygamber (s.a.s), o tevbe edenleri affedip
onları salıverdiğinde onlar, "Ya Resulallah, işte bizi seninle beraber
sefere çıkmaktan alıkoyan mallarımız! O halde onları,
bizim namımıza tasadduk et, bizi temizle ve bizim için mağfiret talebinde
bulun" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber de, "Ben, mallarınızdan
herhangi bir şey almakla emrolunmadım" dediğinde Allah Teâlâ işte bu
ayetleri gönderdi. Bunun üzerine Allanın Resulü de, onların mallarının üçte
birini alıp, üçte ikisini bıraktı. Zira Cenâb-ı Hak, "Onlarm mallarından
sadaka al..."buyurmuş, "mallarını al" dememiştir. Min edatı,
ba'ziyyet ifade eder.
Bil ki bu rivayet,
bizim tercih ettiğimiz görüşe mani değildir. Onlara sanki, "Siz, farz
olmayan sadakaları vermeye razı olduğunuza göre, farz olan zekatları haydi
haydi verirsiniz " denilmek istenmiştir.
Bu Ayetten Çıkarılan
Zekatla Bu ayet, zekâtın pekçok
hükmüne delâlet eder:
Birinci hüküm: Sadaka
Vasıfları[192]
Cenab-ı Hakk'ın,
"Onların mallarından al..." buyruğu,
alınan miktarın, malın tamamı değil, bir kısmı olduğuna
delalet eder. Zira, o
kısmın miktarı da burada açıkça
zikredilmemiştir.
Aksine burada zikredilen, sadece "sadaka" kelimesidir. Buradaki
"sadaka" lafzıyla nekire, belirsizlik manasının kastedilmediği ve
böylece de, tek bir buğday tanesi veya altının çok küçük ve önemsiz miktardaki
bir parçası gibi son derece az olan herhangi bir cüzün, kısmın alınmasının
yeterli olmayacağı malumdur. Binaenaleyh bununla, onlarca, niteliği, keyfiyyeti
ve miktarı bilinen bir sadakanın kasdedilmiş olması gerekir ki, Cenab-ı
Hakk'ın, ''Onların mallarından sadaka al,." buyruğu, o malum ve belirli
sadakayı almak ile ilgili bir emir olsun ve böylece de ayetteki mücmellik
kalkmış olsun. O sadakanın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in vasfedip keyfiyyetini
beyan ettiği "sadaka"dan başka bir sadaka olmadığı malumdur. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, niteliklerini belirlemiş olduğu sadaka ise şudur:
Yirmibeş devede bir "bint-i mehâd" (gebe deve); otuzaltı devede bir
"bint-i lübûd" (iyice tüylenmiş deve) alınmasını, ve devenin
zekâtıyla ilgili diğer mertebelerdeki hükümleri emretmiş olmasıdır. O halde
Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka al" emri, o hususi
şeylerin ve o hususi "ayn"ların alınmasıyla ilgili bir emir olmuş
olur. Ayetin zahiri vücûb ifade eder. Bu halde bu ayet, o malların alınmasının
farz olduğuna delâlet eder. Bu da Şafii'nin görüşü istikametinde, malın
kıymetini ödemenin yeterli olmayacağına delâiet eder.
[193]
İkinci hüküm: Cenab-ı
Hakk'ın, "mallarından sadaka al" emri, malın, onların kendi malı
olmasını gerektirir. Durum böyle olduğuna göre fakir, "nisâb"
hususunda, mal sahibine ortak olmaz. Bu durumda da zekâtın zimmete taalluk
etmesi, onun "nisâb" miktarı ile kesinlikle herhangi bir alâkasının
bulunmaması gerekir. Bunun böyle olduğu
sabit
olunca biz. deriz ki, bir kimse zekât verme hususunda ihmalkâr davransa; derken
"nisâb" miktarı helak olsa, onun zekâtı sakıt olmaz. Aksine zekât
hakkı, olduğu gibi devam etmektedir. Binâenaleyh, o farziyyetin nisâb miktarının
helak olmasından sonra da, olduğu gibi kalması gerekir. İşte-bu Şafii
(r.h.)'nin görüşüdür.
Üçüncü hüküm: Bu umûm
olan ifâdenin zahiri, "medyun" (borçlu olan)ın mallarıyla, tazminat
mallarından da zekâtın alınması gerektiğini ifade eder ki bu durum açıktır.
[194]
Dördüncü hüküm: Ayetin
zahiri, zekâtın ancak, günahlardan bir temizleyici olmak üzere farz kılındığına
delâlet eder. Binâenaleyh zekât ancak, günahlardan temizleyici olduğu yerlerde
farz olur. Zekâtın günahlardan temizleyici olması ise, ancak günahların
bulunmasının mümkün olduğu yerlerde tahakkuk eder. O halde bu ancak, buluğa
ermiş, reşid kimse hakkında düşünülebilir. Binâenaleyh zekâtın farz olması, Ebu
Hanife (r.h)'nin de dediği gibi, ancak baliğ olan kişi için söz konusudur.
Ancak ne var ki Şafii (r.h.), Ebu Hanife'nin bu görüşüne cevap vererek şöyle
der: Ayet, onların mallarından sadaka alınmasına delâlet eder. Onların
mallarından sadaka almak ise, onların mallarının temizleyici olmasını
gerektirir. O halde, daha niçin siz, çocuğun ve delinin mallarından zekât
almanın temizleyici olduğunu söylediniz? Zira belirli bir sebebin
bulunmayışından, hükmün de, mutlak olarak, bulunmaması gerekmez.
[195]
Cenab-ı Hakk'ın
"Bununla kendilerini
temizlemesin" ifadesi hakkında birkaç söz
vardır:
1)
Ayetin takdirî manası, "Ey Muhammed, onların mallarından sadaka al. Zira sen
onları (böylece) temizlemiş olursufi" şeklindedir.
2) Bu
tabirin, sadakayla ilgili bir tabir olmasıdır. Buna göre ayetin manası,
"Sen onların mallarından onları temizleyen bir sadaka al" şeklinde
olur. "Sadaka, insanların kiridir" şeklinde (hadisler) varid olduğu
için, sadakaya temizleyicilik vasfını vermek güzel ve yerinde olur.
Binâenaleyh, sen sadakayı aldığında, o kirler savuşmuş, gitmiş olur. O halde bu
kirlerin bertaraf olması, temizleme yerine geçmiş olur. Allah en iyisini
bilendir.
Bu görüşe göre, bizim,
Cenâb-ı Hakk'ın ffff^j "ve tezkiye edesin" ifadesinin, birinci ifade
ile ilgi ve alâkası bulunmadığını ve takdirin, "Ey Muhammed, onların
mallarından, kendilerini temizleyen sadakayı, o sadakayı al ve sen o sadaka
ile, onları temizle" şeklinde olması gerektiğini söylememiz gerekir.
3)
kelimelerindeki tâ harfinin, muhatab zamiri kabul edilmesidir.
Buna göre mana, "Ey zekat alan! Sen, onlardan
zekât almakla onları temizliyor ve o zekât vasıtasıyla da onları tezkiye
ediyorsun" şeklinde olur.
[196]
Keşşaf sahibi şöyfe
demektedir: "Bu ifade, yine. temizlemek
manasında olmak üzere,
if'âl babından
tüthiruhum ve emrin
cevâbı ve meczûm olmak üzere de.
tuthirhum
şeklinde okunurken; ji-^/Jî kelimesi sadece yâ'nın bulunmamasıyla meczum
olmaksızın okunur."
Cenâb-ı Hak, sonra,
"ve onları tezkiye edesin" buyurmuştur. Bil ki, "onları tezkiye
edesin" tabiri ifadesine
atfedilince aralarında bir başkalık ve farklılığın bulunması gerekir. İşte bu
sebeple tezkiye, "tathîr"in ileri derecesidir denildiği gibi;
"tezkiye"nin büyütme ve arttırma manasına geldiği de ileri
sürülmüştür. Buna göre mana, "Allah Teâlâ zekât miktarınca, (malda)
meydana gelen noksanlığı, o malın artıp çoğalmasına sebep kılmıştır"
şeklinde olur. Bu iki tabire şöyle bir mana da verilmiştir; "Sadaka,
onları, günah ve ma'siyet pisliğinden temizler. Hz. Peygamber de, onlar o
malları çıkarıp fakirlere verdiğinde, onları tezkiye eder, şanlarını yüceltir
ve onları medh u sena eder."
[197]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onlar İçin dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[198]
Hamza, Kisaî ve
Asım'ın ravisi Hafs, vâvsız ve tâ'nın fethasıyla müfred olarak salâteke
şeklinde okumuşlardır ki,
bununla cins
manası murad edilmiştir.
Bunlar Hûd
süresindeki kelimesini de vâvsız ve müfred olarak
salâtüke okumuşlardır (Hûd, 87). Diğer kıraat imamları da hem buradaki, hem de
Hûd süresindeki kelimeyi vâv ile çoğul olarak salavâtuke şeklinde okumuşlardır.
Ebu Ubeyde şöyle
demiştir: Birinci okuyuş, daha üstündür. Zira salât lafzı birden fazla ve daha
çok namaza delalet eder. Baksana, Cenâb-ı Hak "Namazı kılınız"
(Bakara, no> buyurmuştur. Salavât kelimesi cem-i ktllettir. Nitekim sen,
"üç vakit namaz, beş vakit namaz..." dersin.
Ebu Hatim şöyle
demektedir: "Bu, yanlıştır. Çünkü salâvat kalıbı, kıllet ifade etmez. Zira
Allah Teâlâ, "Allah'ın kelimeleri tükenmez" (Lukman. 27) buyurmuş,
ama azlık manasını murad etmemiştir. Yine Allah, (Sebe.37)ve (Ahzâb, 35)
buyurmuş, ama kıllet manasını kasdetmemiştir.
[199]
Hz. Ebu Bekr'in
hilafeti zamanında, zekât vermeyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle
demişlerdir: "Allah Teâlâ,
peygamberine, onlardan
zekâtlarını almasını emretmiş,
sonra da
peygamberine, onlara dua etmesini emrederek, onun duasının, onlar için bir
sükûnet ve itminan kaynağı olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh, zekâtın
farziyyeti, böylesi bir sükûnetin bulunmasına bağlanmıştır. Hz. Peygamber'in
dışındakilerin, bu sükûnet ve itminanın meydana gelmesinde onun yerini
tutamayacaktan malûmdur. Binâenaleyh, zekâtın, Hz. Peygamber'in dışında herhangi
bir kimseye verilmemesi gerekir." Bil ki bu görüş tutarsızcflr. Çünkü,
diğer ayetler zekatın, ancak, fakirin ihtiyacını gidermek için farz kılınmış
olduğuna delâlet eder. Bu tıpkı, (Tevbe, 60) ve
'Onların mallarında sâilin ve yoksulun da bir hakkı vardır" (Zanyat
t9) ayetlerinde olduğu gibidir.
[200]
Arapça'da
"salât" lafzının aslında dua etmek anlamına
geldiğinde şüphe yoktur. Mesela biz, "Falanca,
falancaya dua etti" dediğimizde bu cümle, asıl
manası itibariyle, dua manasını ifade eder. Ama bu
cümle,
(Arapların) örfüne göre, o kimsenin o
kimseye, "Allah'ım, ona merhamet et!" demiş olduğunu ifade eder. İşte
bundan dolayı, müfessirler bu tabirin manası "hakkında ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Ab bas (r.a.)'ın, "Bunun manası,
"onlara dua et" şeklindedir" dediği rivayet edilmiştir. (Bu
sebeple) Şafii (r.h) şöyle demiştir: "İmamın, (halifentn.zekât memurunun)
zekât alırken zekât veren kimseye dua etmesi ve "Allah verdiğin bu şeyden
dolayı senin ecrini versin; vermeyip geriye bıraktıklarını da mübarek kılarak
arıtırsın" demesi sünnettir!' Diğer alimler ise bunun manasının zekat alan
kimsenin zekat verene, "Allah'ım, falancaya merhamet et!" şeklinde
demesi olduğunu söylemişler ve Hz. Peygamber (s.a.s)'den, Ebu Evfa'nın ailesi,
zekâtlarını kendisine getirip verince, O'nun "Allah'fm, Ebu Evfâ'nın
ailesine merhamet et" dediğini nakletmişlerdir.
Kâdî, tef si rinde;
Ka'bî'nin Tefsir'inde şöyle dediğini nakletmiştir: "Hz. Ali, Hz. Ömer
(r.a) ölüp de üzeri örtüldüğünde, ona "Sana, salât ve selam olsun!"
dedi. Bazı alimler bunu kabul etmeyerek, İbn Abbas (r.a)'ın, "Hz.
Peygamber (s,a.s) hariç, hiç kimsenin hiç kimse hakkında bu ifadeyi kullanması
doğru olmaz" dediğini nakletmişferdir.
[201]
Alimlerimiz, Hz. Peygamber
(s.a.s) hariç, hiç kimse hakkında ve ifadelerinin
kullanılamıyacağını söylemişlerdir. Şiîler ise, bu tabirleri
Hz. Ali ve onun çocukları hakkında kullanarak, buna şu
şekilde delil getirmişlerdir: "Kur'an'ın nassı, böylesi bir ifadenin,
zekâtını veren kimse hakkında kullanılmasının
caiz olduğuna delâlet etmektedir. O halde bunun Hz. Ali, Hasan ve
Hüseyin (r.a) hakkında kullanılmasına nasıl mani olunabilir?" Bazı
kimselerin şöyle dediğini gördüm: "Birisi, "Selâmun aleyküm"
dediğinde, ona (cevaben), "Ve aleykümüsselam" denilmiyor mu?
Binaenaleyh bu, işte bu lafzın, müslümanların ekserisi hakkında kullanılmasının
caiz olduğuna delâlet eder. O halde daha nasıl bu lafzın, Hz. Peygamber
(sa.s)'in ehl-i beyti hakkında kullanılması imkânsız olur?"
Kâdî şöyle demektedir:
"Bu, Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında caizdir. Bunun delili sahabe-i kiramın
"Ya Resulallah, sana nasıi selam edeceğimizi biliyoruz, fakat salât
vazifemizi nasıl ifa
edeceğimizi bilmiyoruz" dediklerinde
o, talîm yoluyla Allah’ım İbrahim ve İbrahim'in
ehline merhamet ettiğin gibi, Hz. Muhammed'e ve O'nun ehline de merhamet
et!" deyiniz" buyurdu. Hz. Peygamberin ehli arasında bir peygamberin
bulunmadığı malûmdur. Binâenaleyh bu, Hz. İbrahim'in ehli hakkında caiz olduğu
gibi, Hz. Ali'yi de içine alır. Allah en iyisini bilendir."
[202]
İnsanların birbirlerine
"Selamün aleyküm"
demeleri
hususunda, bazı incelikler bulunduğunu
hatırladım. Bunları
burada yazmak uygun
düşmez. Ama ne var ki ben, zayi
olup
unutulmasınlar diye, onları burada yazmak istiyorum.
Bu sebeple ben diyorum ki, bir kimse bir başkasına
selamün aleyküm dediğinde, onun selamün lafzı, nekire
olan bir mübtedadır. Nahivciler, nekre bir kelimenin mübteda yapılmasının caiz
olmayacağını iddia ederek şöyle dediler: "Zira, haber vermek, ancak malûm
olan hakkında, malûm olmayan bir durum bildirildiğinde bir şeyler ifade ederi'
Nahivciler, nekire bir kelimenin tavsif edildiği zaman, mübteda olmasının güzel
ve yerinde olacağını söylemişlerdir. Mesela "Mü'min bir köle, müşrikten
daha hayırlıdır" (Bakara, 221) ayeti buna misal teşkil eder.
Bunu iyice kavradığın
zaman bil ki burada şu iki izah yapılabilir
a) Nekirelik
mükemmeliyete delâlet eder. Baksana Cenab-ı Hak da (Bakara, 96) buyurmuştur
(Bu, "Sen onları, devamlı mükemmel ve son bulmayan bir hayata düşkün olan
insanların en muhterisi olarak bulursun, görürsün" demektir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, selamün kelimesi nekire (belirsiz) bir kelimedir. Binâenaleyh
bundan kastedilen mana, "Tam ve mükemmel olan bir selâm" şeklinde
olur. Böyle olması halinde de, bu 'nekire" isim tavsif edilmiş, böylece de
mübteda yapılması caiz olmuş olur. Bu mübteda olunca da haber de bulunur ki bu
da, aleyküm sözüdür. Buna göre ifadenin takdiri, "Kâmil ve tam olan selam sizin üzerinize
olsun" şeklinde otur.
b) Aleyküm
lafzı, selamün lafzının sıfatı olup, bu iki lafzın toplamı mübteda kabul
edilerek, haberin de takdir edilmesidir. Buna göre ifadenin takdiri,
"Üzerinize olan selâm tahakkuk etti; tahakkuk etsin!" şeklindedir.
Haberin hazfedilmesi çoğu kez tefhîme ve tazime daha çok delâlet eder.
Bunu da iyice
kavradığın zaman biz diyoruz ki: Kendisine selam verilen kimse, karşılık
verirken bu sıranın tertibini bozarak, der. Bunun sebebi, Sîbeveyh'in de dediği
gibi, Arapların daha mühim gördükleri şeyi en önce zikretmeleridir.
Binâenaleyh, selam alan kimse deyince bu, selam alan kimsenin, selam veren
kimsenin durumuna tam manasıyla ehemmiyet verip ihtimam gösterdiğine delâlet
eder. Hem selâmı alan kimsenin, şeklindeki sözü, "hasr" ifade eder.
Buna göre o kimse (selam verene) sanki, "Madem ki sen bana selam verdin,
ben de Cenâb-ı Hakk'ın 'Bir selam ile selamlandığınız vakit, siz ondan daha
güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın" (Nisa. 86) ayetine
uyarak, buna ilavede bulunuyor, sefamı sana tahsis ve hasrediyorum" demiş
oluyor.
demenin
inceliklerinden birisi de şudur: Bu tabir, kişinin şeklindeki sözünden daha
mükemmeldir. Çünkü onun, sözünün manası, "kâmil, tam, kıymetli ve yüce bir
sefam, senfrı üzerine olsun" demektir. Ama onun şeklindeki ifadesine gelince, onun es-selam
sözü, başında eliflam bulunan müfred bir kelimedir. Bu, mahiyyetin aslından,
kendisinden başka hiçbir şey ifade etmez. Mahiyyetin astına delâlet eden
lafızda da, mahiyyete arız olan haller ve onun kemâlini bildiren herhangi bir
şey bulunmaz. O halde, kişinin şeklindeki sözü, onun sözünden daha mükemmel ve anlamlı olmuş olur.
Bu hususu, Allah tarafından kullanılan "selâm" sözünün nekire,
belirsiz olarak kullanılmış olması da teyid etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın
"Ayetlerimize iman edenler sana geldiği zaman de ki; "Selâm
sizlere..." (En'âm. 54) ve , "Selâm olsun onun beğenip seçtiği
kullarına.." (Nemi, 59) ayetlerinde durum böyledir. Kur'an-ı Kerim'de bu
tür ifadeler pek çoktur. Ama eliflamlı olarak ^O lafzına gelince, bu,
peygamberler tarafından bu şekilde kullanılmıştır. Meselâ Hz. Musa'nın
"Biz sana Rabbinden hakiki bir ayet getirdik. Selâm doğruya tâbi olanlara
olsun.. "rrfc.47)sözünde olduğu gibi. Meryem suresinde Cenâb-ı Hak, Yahya
(a.s.)'dan bahsederken de ''Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de, ona
selam olsun"(Meryem, ) buyurmuştur ki, bu selam da, Allah tarafından olan
bir selamdır. Ama Hz. İsa (a.s) kıssasında Cenâb-ı Hak, "Doğduğum gün de,
öleceğim gün de. ... selam benim üzerimedir" (Meryem, 33) varid olmuş olup
bu, Hz. İsa'nın sözüdür.. Böylece bütün bu açıklamalarla, sözünün, sözünden
daha mükemmel ve anlamlı olduğu sabit olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı İmam
Şafii (r.h.), teşehhüdde, nekire olarak, şeklindeki okuyuşu tercih etmiştir.
[203]
Selâmın
inceliklerinden birisi de şudur: Bu âlemin, serlerin, afetlerin, belâların ve
muhalefetlerin kaynağı ve ocağı olduğunda şüphe yoktur. Huyların inceliklerini
araştıran âlimler, canlıların yaratılışlarında aslolanın hayır mı veya şer mi
olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların bazıları şöyle
demiştir: "Canlıların karakterlerinde aslolan "şer"dir. Bu,
bütün insan fertleri arasında tahakkuk etmiş bir icma gibidir." Biz buna
ilavede bulunuyor ve diyoruz ki: Bu bütün canlılar arasında, üzerinde ittifak
edilen bir husus gibidir. Bunun böyle olduğunun delili şudur: "Kendisini
tanımadığı halde, kendisine saldıran bir insan gören her insanın karakteri, o
kimseyi, saldıran o kimseden sakınmaya ve o kimseye karşı müdafaaya geçmeye
sevkeder. Şayet onun hilkat ve karakteri, insanda asıl ve temel olan şeyin, şer
olduğuna şehadet etmeseydi, akıl fıtratı, kendisine saldıran o kimsenin şerrini
savuşturmak için hazırlık yapmayı gerektirmezdi." Bu âlimler sözlerine
devamla şöyle demişlerdir: "Bu husus, bütün canlılar hakkında söz
konusudur. Çünkü, kendisine bir başka canlının saldırdığı her canlı, o saldıran
canlıdan kaçar ve ondan korunmaya çalışır. Binâenaleyh şayet o canlının
yaratılışında, kendisine yaklaşan bu canlıda teme] unsurun "hayır"
olduğuna dair bir inanç, bir fıtrî güdü olsaydı, o zaman (ondan kaçmaz), aksine
yerinde durması gerekirdi. Çünkü, yaratılışın temeli, canlıyı, hayırı elde etme
arzusuna yöneltir. Canlıların karakter ve yaratılışında aslolan, şayet hayır ve
şerrin dengeli bir biçimde bulunmaları hali olsaydı, o zaman, kaçmayla durmanın
da dengeli olması gerekirdi. Durum böyle olmayıp, aksine, kendisine göre ne
olduğu belli olmayan bir canlının kendisine yöneldiği her canlı, sırf aslî
fıtratı sebebiyle ondan kaçınca, biz, her canlıda aslolanın şer olduğunu
anlamış oluruz."
[204]
Bunun böy\e olduğu
sabit olunca b\z diyoruz ki; Şerri def, hayrı celbetmekten daha mühimdir. Bunun
böyle olduğunun delilleri şunlardır:
1) Şerri
defetmek, aslı ibka etmenin, fazlalığı elde etmekten daha mühim olmasını
gerektirir.
2) Herkese hayır ulaştırmak, insanın gücü
dahilinde değildir. Ama, herkesten, şerrini önlemek insanın gücü dahilindedir.
Çünkü birincisi fiil (bir şey yapmak ), ikincisi ise, "terk"dir.
Halbuki, nihayeti olmayan şeyleri yapmak, imkân dahilinde değildir. Ama, nihayeti olmayan şeyleri yapmamak
mümkündür.
3) Şerri def etme tahakkuk etmediğinde, şer
bulunmuş olur. Şerrin tahakkuk
etmesi ise, elem ile
kederin tahakkukunu gerektirir. Elem ve keder ise, son derece güç şeylerdir.
Ama, (başkalarına) hayır ulaştırmak tahakkuk etmediğinde, insan, ne hayır ne de
şer içinde bulunmayıp, tam aksine aslî olan selâmet üzere kalakalır. Halbuki bu
duruma tahammül etmek kolaydır. Binaenaleyh şerri def etmenin, hayır
ulaştırmaktan, yapmaktan daha mühim olduğu sabit olmuş olur. Dünyanın serler,
âfetler, belâlar ve sıkıntılar yurdu olduğu da kesinlik kazanmıştır. Yine,
canlıların yaratılışlarında aslolan ve fıtratları gereği olan şeyin, o
canlıların, serlerin kaynağı olduğu da sabit olmuş olur. Binaenaleyh bir kimse
bir kimseye yaklaştığında, mühim olan şeylerin en ehemmiyetlisi, onun karşıdaki
kimsenin bir emniyet, bir selâmet ve esenlik içinde bulunduğunu bildirmesidir.
İşte bu sebepten dolayı, söze başlamadan önce selâm vemek, bir örf, gelenek
halini almıştır. Bu da kişinin "setâmunaleykum!" demesidir.
[205]
"Selamun
aleykum" demenin inceliklerinden birisi de şudur: Bu ifadenin zahiri, bu
selâmın bir topluluğa verildiğini göstermektedir. Hem akla, hem de şeriata göre
durum böyledir. Şeriata göre böyledir, zira Kur'an-ı Kerim, insanın, kendisini
koruyan, işlerini görüp gözeten bir melekler cemaatinden hâlî bulunmadığını
göstermektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Halbuki sizin üzerinizde hakiki
bekçiler, çok şerefli yazıcılar bulunmaktadır"(hmar, ıo-nj buyurmuştur.
Akıl da buna delâlet eder.-Zira beşeri ruhlar çeşit çeşittir. Bir kısmı
hayırlı, akıllı; bir kısmı bulanık, pis; bir kısmı şehvanî, bir kısmı
gazabîdir. Beşeri, süfli ruhların her biri için o beşeri ruhların atası
durumunda olan ulvi ve kuvvetli bir ruh bulunmaktadır. Bu ruhların utvi ruha
nisbeti, oğulların babaya nisbeti gibidir. İşte o beşeri ruhlara, bazan
uyanıkken, bazan da uykudayken ilhamlar tahsis eden, bu ulvî ruhtur. Hem gerek
sıfatlan, gerek karakterleri gerekse özelliklen bakımından o ruhtara benzeyip
bedenlerden ayrı olan o ruhların, benzerlikleri ve cins müştereklikleri
sebebiyle, bu bedenlerle bir tür ilişkileri ve alâkalan bulunmaktadır. Böylece
o ruhlar bu ruhların, amelleri hususunda yardımcıları gibi olmuş olur. Eğer
amelleri hayır ise, yardım da, hayır hususunda olur. Şer ise, şer konusunda
olur. Bu sırrı iyice kavradığın zaman, insanın mutlaka kendisinin hemcinsi olan
o ruhlarla beraber olduğunu anlamış olursun. Binaenaleyh, kişinin "selâmun
aleykum" sözü, bu muayyen şahsın, ruhanî arkadaşlık sebebiyle, kendisinden
ayrılmayan ve kendisinin arkadaşı olan bütün ruhlara selam verdiğini ifade
eder.
Bu sözün
inceliklerinden birisi de şudur: İnsanî ruhlar, hakiki bilgiler ve üstün
huylarla muttasıf olup, bunlar kuvvetlenerek, arızî şeylerden soyutlanır, sonra
da bunların birbirlerine olan ilgisi kuvvetlenirse karşılıklı olarak
yerleştirilmiş bulunan parlak aynaların, görüntüleri artırarak yansıtması gibi,
onların da nurları birbirine yansır durur. İşte bundan dolayı, dersini, ödevini
hocasına okuyarak yerine getirmek isteyen kimseden beklenen edeb, bu okuyuşuna,
Allah'a hamd, meleklerine ve peygamberlerine sena ile başlayarak, daha sonra
hocasına dua etmesi, en nihayet
de
okumasına başlamasıdır. Bu Kimsenin bundan gayesi, kendi ruhu ile o kudsi
ruhlar arasındaki münasebeti güçlendirmektir. Öyle ki, bu ilginin kuvvetlenmesi
sebebiyle çoğu kez, o talebenin ruhunda o yüce ruhların nur ve tesirlerinden
bir şeyler tezahür eder. ve o talebenin aklında da o ruhlardan feyezan eden
ruhlar, manevi güçler yerleşir. Onun ruhu, bu feyzin yardımıyla, bilgi ve
ilimleri daha fazla kavramaya başlar. Sen bunun böyle olduğunu bilip, bir
başkası da birisine "selâmun aleykurn" dediğinde, onunla o kimse
arasında sıkı bir (manevi) münasebet oluşur. Bu münasebet sebebiyle de ruhların
birbiriyle uyuşması ve nurların yansıması tahakkuk eder. Biz bu konuda, bu
kadarla yetinelim; çünkü biz bu konunun, burayla ilgisi olmayan, yabancı bir
konu olduğunu söylemiştik. Allah en iyisini bilendir.
[206]
Cenâb-ı Hak,
"Çünkü senin duan, onlar için bir sükûnettir." buyurmuştur. Vahidî
şöyle
demektedir: "Arapça'da seken
kelimesi, vasıtasıyla
sükûnete erdiğin şey" anlamına gelir. Buna göre
bu tabirin manası, "Senin onlara yapmış olduğun duan, onların nefislerinin
sende sükûnete ermesini gerektirir" seklinde olur." Müfessirlerin bu
husustaki açıklamaları farklı farklıdır. Mesela İbn Abbas (r.a): "Senin
duan, onlar için bir rahmettir"; Katâde: "Senin duan onlar için bir
vakar ve onur, saygınlık vesilesidir"; Kelbî: "Senin duan, onlar için
bir itminandır" derlerken; Ferrâ da: "Sen onlar için mağfiret taleb
ettiğinde, onların nefisleri, Allah'ın tevbelerini kabul edeceği hususunda
sükûnete erer, yatışır" anlamını vermiştir.
Ben de derim ki:
"'Hz. Muhammed'in ruhu, güçlü, parlak, saf ve berrak bir ruhtur.
Binâenaleyh, Hz. Muhammed onlara dua edip onları hayırla yâd edince, onun
ruhani kuvvetinden, onların ruhlarına birtakım tesirler akar. Böylece de
onların ruhları aydınlanır, gönülleri de saflaşır. Bu sebeple de onlar,
zulmetten nura, maddeden manaya geçmiş olurlar. Bunun ne demek olduğu,
Beşinci Mesele'de izah edildi.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, onların sözlerini bihakkın duyan;
niyetlerini de bihakkın bilendir" demektir.
[207]
"Onlar bilmediler
mi ki Allah, kullarından (sâdır olan) tevbeyi kabul edecek, sadakaları alacak
olan ancak kendisidir ve hakikatte "tevvâb" ve "rahîm"
yalnız O'dur"
(Tevbe. 104).
Bil ki, Allah Teâlâ,
bahisleri geçen kimselerin günahlarından tevbe ettiklerini ve tasaddukta
bulunduklarını naklederek, o ayette, "Olur ki Allah onların tevbelerini
kabul eder" rrevbe, 102) ifadesinden başka bir şey zikretmeyip, bu da
tevbelerinin kabulü hususunda sarih bir ifade olmayınca, bu ayette, tevbelerini
kabul ettiğinden, sadakalarını da aldığından bahsetmiştir ki, bundan maksat,
tevbe etmeyenleri tevbeye; bütün asileri de itaata teşvik etmektir. Ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[208]
Ebu Müslim:
"Ayetteki "Onlar bilmediler mi?" ifadesi, istifham üslûbunda ise
de, bundan "Onlar bunu pekâlâ
bildiler" manası
kastedilmiştir. Çünkü muhatabı hem şekke
düşürme,
hem de onun şek ve şüphesini giderme hususunda, "Sana birşeyler öğreten
kimseye hizmet etmen gerektiğini bilmez misin? Sana iyilikte bulunana teşekkür
etmen gerektiğini bilmez misin?" gibi ifadeler kullanmak, Arapların
örfüdür. Binaenaleyh Hak Teâlâ tevbe eden o kimselerin tevbe ve sadakalarını
kabul ettiğini müjdelemiştir" demiştir.
Cenâb-ı Hak bu hususu,
"Hakikatte tevvâb ve rahim olan yalnız O'dur" diye te'kid etmiştir.
[209]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir. "Ayetteki tabiri hem yâ'lı, hem de tâ'h olarak, (Siz bilmediniz
mi) şeklinde okunmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılır:
1) Bu ayetten şu mana kastedilmiştir: "O
tevbe edenler, tevbelerinin ve sadakalarının kabul edilmesinden önce, Allah
Teâlâ'nın doğru tevbeleri ve halis niyetle verilecek sadakaları kabul edeceğini
bilmediler mi?"
2) Bu
ayetten, tevbeye teşvik için, tevbe etmeyenler murad edilmiştir. Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), o kimselerin tevbelerinin doğruluğuna
hükmedince, tevbe etmemiş olanlar, "O tevbe edenler, dün bizlerle beraber,
bizler gibi idiler, ne kendileriyle konuşuluyor, ne de oturulup kalkılıyordu.
Peki nasıl oldu da büyük oldular?" dediler ve bunun üzerine bu ayet nazil
oldu.
[210]
Hak Teâlâ'nın, "O tevbeyi kabul eder" ifadesi ile
ilgili, bazı hikmetler vardır:
Birinci hikmet: Allah
Teâlâ bu ayette, "Allah" adını zikretmiş, sonra da onun peşine bu
ifadeyi getirmiştir. Bunun böyle oluşunda, Allah'ın, tevbeyi kabul eden bir
ilah olduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, çünkü ilah, hakkında fazlalık ve
noksanlık söz konusu olmayan zattır. Yine ilah, itaat edenlerin taatı ile
durumunda zatında bir artış olmayan ve günahkârların isyanları ile zatına bir
noksanlık erişmeyen varlıktır. Yine ilah kulların taatına arzu duymayan ve
masiyetten nefret etmeyen zattır. Bundandır ki O'nun nefret ve gazabının
kendisini intikama sevkettiği de söylenemez. Aksine O'nun günahı yasaklayıp,
taata teşvik etmekten maksadı şudur: İnsanın kalbini âhiret âlemine ve sa'îdler
(cennetlikler) makamına davet eden, bâtıl ve cismani şeylerle meşgul olmaktan
alıkoyacak olan her türlü ibadet, gerçek amel ve salih yoldur. Bunların zıddı
olan herşey de, masiyet (günah) ve bâtıl ameldir. Binâenaleyh günahkâr
olansadece kendisine zarar vermiş, yine itaat eden de sadece kendisine fayda
vermiş olur. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer iyilik ederseniz, kendinize
iyilik etmiş olursunuz, eğer kötülük ederseniz yine kendinize kötülük etmiş
olursunuz" (isra, n ayetinde ifade edildiği gibidir. Binâenaleyh eğer
ilah, rahîm, hakîm ve kerîm olur, O'nun günahkâra olan gazabı da, günahkârın
isyanının ilaha zarar verdiğinden ötürü olmaz ise ve kul da günahtan itaata
geçiş yaparsa, İlah'ın keremi, kulun tevbesini kabul etmeyi, âdeta kendisine
gerekli (vâcib) kılmış gibi olur. Böylece "İlah" olmanın, mutlak
manada müstağni olmadan ibaret olup, mutlak müstağni olma da, İlah'ın dışındaki
varlıklar için imkansız olunca, başka varlıkların tevbeleri kabul etmesinin,
başka sebepler, muarız ve zıd şeyler olmadığ müddetçe âdeta imkans'ız olduğu
sabit olmuş olur.
[211]
İkinci hikmet: Tevbeyi
kabul etmek, Hz. Peygamber (s.a.s)'m elinde olan birşey değildir. Tevbeyi
kabul, bazan kabul eden, bazan da etmeyen Allah'a ait bir iştir. O halde,
tevbelerinizde yalnız Allah'a yönelin. O tevbe edenlere şöyle denilmiştir:
"Çalışınız, çünkü amelleriniz, -hayır olsun, şer olsun- Allah'a saklı
değildir.'[212]
Mu'tezile
"Tevbeyi kabul etmek, akten, Alah için vacibtir"
demişler; âlimlerimiz ise "Tevbe'yi kabul etmek
Allah için,
Allah'ın vaadi, lutfu ve ihsanı itibarı
ile vâcibtir, yoksa aklen
vâcib değildir"
demişlerdir. Âlimlerimizin, Allah'ın tevbeleri
kabul etmesinin aklen vâcib olmadığı hususundaki delilleri şunlardır:
1) Vâcib,
failin, yapmadığı zaman zemme müstehak olduğu şeydir. Binaenaleyh eğer tevbeyi
kabul etmek. Allah Teâlâ için vâcib olsaydı, tevbeyi kabul etmediği zaman zemme
(kınanmaya) müstehak olurdu ki, bu imkansızdır. Çünkü böyle olan kimse,
"kabul etme" ile kâmil ve tam olmuş olurdu, Başka bir şey ile tam ve
kâmil olan şey ise, zâtı gereği "noksan" demektir. Allah hakkında ise
"noksanlık" imkansızdır.
2) Zemm (kınama), ancak o zemmi duyduğu zaman
kişi müteessir olup, nefsi ondan hoşlanmadığı zaman, kişinin onu yapmasına manî
olabilir ve bu yüzden onun halinde bir noksanlık söz konusu olmuş olur. Fakat
şehvetten, nefretten, noksanlıktan ve fazlalıktan yüce ve münezzeh olan zât
hakkında, bu manadabir vücubun (gerekliliğin) mevcudiyeti düşünülemez.
3) Allah
Teâlâ bu ayette, tevbeleri kabul ettiğini bildirerek kendisini medh-ü sena
etmiştir. Eğer tevbeleri kabul etmek vacib olsaydı, Allah bununla kendisin
medh-ü sena edemezdi. Çünkü vazifeyi (vacib-gerekli bir şeyi) yapmak, medhi, senayı
ve tazimi gerektirmez.
[213]
Hak Teâlâ'nın tabirindeki an edatı hakkında da şu iki izah
yapılmıştır:
1) Burada an
veya min kullanılması arasında manaca bir
fark
yoktur. Nitekim Arapça'da ile aynı manaya gelip "Senden bunu aldım"
demektir.
2) Kâdî
şöyle der: "Burada an edatının kullanılmasının daha beliğ olduğu
söylenebilir. Çünkü bu kelime, kabul edilen o tevbeye giden yolu kolaylaştırma
ile birlikte o tevbenin kabul edildiğini ifade eder."
Ben derim ki: Kâdî, an
edatının, bu manaya nasıl delâlet ettiğini açıklamamıştır.
Bana göre, an ve min harf-i çerleri, manaca biribirine
yakın iki kelimedir. Fakat an
uzaklaşma manasını
taşır. Mesela "Falanca, padişahın
sağ
tarafına oturdu" denildiğinde bu, o kimsenin sağ tarafta biraz uzağa
oturduğunu ifade eder. O halde ayetteki an ibadihi lafzı da, tevbe eden
kimsenin o günahı sebebiyle Allah'ın kendisini kulluğuna kabulünden uzak
düştüğüne inanıp, efendisince kovulmuş olmadan ötürü gönlünde bir kırıklık ve
burukluk olması gerektiğini ifade eder. İşte an edatı, tevbe eden kimsenin bu
şuuru taşıması gerektiğine üstü kapalı bir uyarı ihtiva eder.
[214]
Ayetteki,
"Sadakaları alır" ifadesi ile İfgili şöyle bir soru söz konusudur: Bu
ifadenin zahiri, zekatı Allah'ın aldığını; "Onların mallarından
sadaka al" (Tevbe, 103)
ifadesi, o zekatı Hz. Peygamber (s.a.s)'in aldığını,
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in Muâz (r.a.)'a: "Zekatı, onların zenginlerinden
al"şeklindeki hadisi de, zekâtı alanın Muaz (r.a) olduğunu ve fakire zekat
verdiğiniz zaman, hislerin (ve gözün), o zekatı fakirin aldığını
göstermektedir. Binâenaleyh bu durumlar nasıl bağdaştırabilir?
Buna şu iki şekilde
cevap verilir:
1) Allah Teâla, "Onların mallarından sadaka
(zekat) al'7 (Tevbe. 103) ayetinde, zekatı alanın Hz. Peygamber (s.a.s)
olduğunu beyan edip; bu ayette de zekatı alanın, kendisi olduğunu belirtince,
bundan murad, Hz. Peygamber (s.a.s)'in almasının, tıpkı Allah'ın alması gibi
olduğunu göstermek olmuş olur. Bunun maksadı da, Hz. Peygamberin zekat almasının,
adetâ Allah'ın bizzat alması gibi olması itibariyle, Peygamberin sânının
yüceliğine dikkat çekmektir. Allah Teâlâ'nın, "Gerçekten, sana biat
edenler, Allah'a biat etmiş olurlar" (Fetih, 10) ve "Allah'a ve
Resulüne eza verenler var ya.." (Ahzâb, 57) ayetleri de bunun bir
benzeridir. Burada bahsedilen "Allah'a eza vermek"ten maksad,
Peygamber (s.a.s)'e yapılan ezâ ve cefâdır.
2) Zekât
alma işi. Peygambere zekatı almayı emretmek ve Allah'ın zekatla ilgili hükmünü
insanlara tebliğ etmek manasında; fakire de o zekatı bizzat alma manasında
izafe edilmiştir. Bu tıpkı Allah'ın can alma işini, "Geceleyin sizi
öldüren... O'dur" (Enam,69)ayetinde kendi zâtına; "De ki: "Size
müvekkel olan Ölüm meleği canınızı alacak"(Secde. 11) ayetinde ölüm meleği
(Azrail <a.s)"e) ve "Herhangi birinize ölüm geldi mi. elçilerimiz onun ruhunu alır" (En'am,
6i) ayetinde de Öİüm meleğinin yardımcısı olan meleklere izafe etmesi gibidir.
Binâenaleyh can alma işi, yaratma bakımından Allah'a; {bu işi yapanların) reisi
olması bakımından Azrail'e ve Allah ölümü yarattığı anda bu işi bilfiil yapan
ölüm meleğinin yardımcısı olan meleklere nisbet edilmiştir. İşte burada da
böyledir. Bunu iyice kavradığın zaman diyoruz ki: "O Allah, sadakaları
alır" tabiri, bu sadaka (zekat) itaatına büyük bir şeref ve kıymet
kazandırmıştır. Bu hususta, Hz. Peygamber (s.a.s)'den gelen rivayetler de pek
çoktur. O, mesela bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Allah
sadakaları, sadakalardan güzel olanları kabul eder. O, onları eline alıp kabul
eder ve onları, tıpkı sizden birinin tayını, deve yavrusunu büyütmesi gibi,
sahibi (vereni) için büyütüp çoğaltır bereketlendirir. Öyle ki bir lokma sadaka
Allah katında Uhud dağından daha büyük olur."[215]
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s) "Muhammed'in canı kudret elinde
olan Allah'a yemin ederim ki, sadaka veren her müslüman kulun verdiği sadaka,
ması uğruna verdiği zata ulaşır, binaenaleyh o sadaka, Allah'ın eline
geçer"
[216]buyurmuştur. Hasan
el-Basrî bu iki hadisi rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "Allah'ın sağ eli,
avucu ve kabzası tavsif edilemez. Çünkü "O'nun benzen gibisi
yoktur"{Şura, n) Bil ki yemin {sağ el) ve keff (avuç) kelimeleri,
takdisten (Allah'ın münezzehliğine yaraşan manalar verilmesi gereken
kelimelerdendir."
"De ki;
"Dilediğinizi yapın. Çünkü Allah da Resulü de, mü'minler de işlerinizi
görecektir. Sonra gizliyi ve aşikârı bilen Allah'a
döndürüleceksiniz. O, size,
yapmakta olduğunuz
şeyleri haber verecektir"
(Tevbe, 105)
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[217]
Bil ki bu, her türlü
teşvik ve sakındırmayı içinde toplayan bir sözdür. Çünkü ma'bûd (tapılan
varlık), tapanların ne
yaptığını bilmediği
zaman, tapanlar, yaptıkları ibadetlerden
istifade
edemezler. İşte bundan dolayı, Hz. İbrahim (a.s) babasına: "İşitmez,
görmez ve sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?"(Meryem,
42) demiştir. Ben, bazı toplantılarda Hz. İbrahim (a.s)'in getirdiği bu
delilden esas kastının, putların ulûhiyyetini tenkid olmadığını söyledim. Çünkü
herkes bunların taş ve odun parçalarından ibaret olduğunu, tasarruf edenlerin
tasarrufları ile (yaptıkları işlerle) yüzyüze bulunduklarını, her isteyenin
onları yakıp kırabileceğini, bu durumda olan bir varlığın ilah olamayacağını
kesin olarak bilir. Aksine Hz. İbrahim (a.s)'in bu delilden maksadı şudur: Onun
zamanındaki putperestlerin çoğu, kâinatın ilâhının mûcıb-i bizzat bir varlık
olup; hür ve irade sahibi bir mûcid olmadığını iddia eden felsefecilerin
görüşünde idiler. İşte bundan dolayı, Hz. İbrahim
(a.s), "İlah, mücib-i bizzat (yapacağını otomatik olarak yapan), hayırları
bilmeyen, fayda veya zarar veremeyen, ihtiyaç ve duaları işitemeyen ve
muhtaçların yalvarıp yakarmalarının farkında olamayan bir varlık olduğunda, ona
ibadet etmenin ne faydası (manası) var?" demek istemiştir. O halde, Hz.
İbrahim (a.s)'in bu delilden maksadı, âlemin ilâhının "zâtı gereği
mûcib" bir varlık olduğunu söyleyenleri tenkid etmektir. Fakat, âlemin
ilahı hür ve irâde sahibi bir fail, cüz'iyyatı ve külliyatı (herşeyi) bilen bir
âlim olduğu takdirde, kullar ibadet ve dualarından büyük fayda elde ederler.
Çünkü kul ibadet ettiğinde ma'bud, onun taat ve ibadetini bilir, hem bu
dünyada, hern de ahirette ona mükafaat verebilir; yine kul isyan edip günah
işlediğinde, ma'bûd, hem dünyada, hem ahirette ona ceza verebilir. O halde Hak
Teâlâ'mn, "De ki: "(Dilediğinizi) yapın. Çünkü işlerinizi Allah (...)
görecektir" ifadesi, itaatkarlar için büyük bir teşvik, günahkârlar için
de büyük bir korkutma ve tehdid ifade eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah sanki
şöyle demektedir: "Haydi bakalım, çalışınız! Çünkü amellerinizin, hem bu
dünyada, hem de ahirette birer hükmü vardır. Onların bu dünyadaki hükmü (ve
durumu), Allah'ın, Resulullah'ın ve müslümaniarın onları görmesidir. Eğer o
ameliniz bir taat olursa, ondan ötürü, hem bu dünyada, hem de ahirette büyük
bir övgü ve mükafaat söz konusudur. Yok eğer o, bir günah olur ise, ondan ötürü
bu dünyada büyük bir zemm (kınama), ahirette ise çetin bir azab meydana
geiir." Binâenaleyh bu tek cümlenin, insanın dini, dünyası, hayatı ve
âhireti hususunda muhtaç olduğu herşeyi içinde toplayan bir cümle olduğu sabit
olmuş olur.
[218]
Bu ayet, usül ile
ilgili bazı meselelere delildir.
Rü'yet Kelimesinin
Görmek ve Bilmek Manası
Birinci hüküm: Bu
ayet, Allah Teâlâ'mn, görülebilecek
şeyleri
gördüğüne delâlet eder. Çünkü bir mef'ul alan "rü'yet" fiili
"görmek" manasına; iki mef'ul alan ise "bilmek" manasına
gelir. İki mef'ul alışı, mesela senin
iyi
"Zeyd'i fakih gördüm (yani fakih olduğunu bilip, anladım)" şeklindeki
sözünde olduğu gibidir. Ayetteki reâ fiili bir mef'ul almıştır ve dolayısıyla
"görmek" manasına gelir. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın, herşeyi gördüğüne
delâlet eder. Bu, tıpkı Hz. İbrahim'in "İşitmez ve görmez., şeylere niçin
tapıyorsun?" (Meryem, 42) buyruğunun Allah Teâlâ'mn görüşü olduğuna ve
eşyayı gördüğüne delalet etmesi gibidir. Bu ayetteki "rü'yet" i
"bilmek" manasına almanın mümkün olmadığını, Hak Teâlâ'mn, kendisini,
hemen bu ifadenin peşi sıra "bilme" vasfı ile tavsif ederek,
"Gizliyi ve aşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz" buyurmuş olması
da te'yîd eder, Eğer ayetteki "rü'yet", "bilme" manasına
gelmiş olsaydı, o zaman faydasız ve lüzumsuz bir tekrar yapılmış olurdu. Bu
ise, (Kur'an için) düşünülemez.
[219]
İkinci hüküm: Ehl-i Sünnet
alimlerimize göre, mevcud olan herşey görülebilir. Alimlerimiz, bu görüşlerine
bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Biz, bu ayette geçen
"ru'yet" kelimesinin, tek bir mef'ut aldığını delille gösterdik. Dil
kaideleri de, bir mef'ul alan ,"ru'yet" kelimesinin,
"görmek" manasına geldiğine şehadet etmektedir. Öyle ise bu ayetteki
ru'yet "görmek" manasındadır. Cenâb-ı Hak, buradaki reâ fiiline,
mef'ul olarak onların "işlerini" getirmiştir.
Ameller, (iradeler,
hoşlanmayışlar ve fikirler gibi) kalb amelleri ile organların amelleri (hareket
ve hareketsizlik gibi) olmak üzere ikiye ayrılır. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın
bütün bunlart görüyor olması gerekir. Bu da, herşeyin Allah tarafından
görüldüğüne delâlet eder."
Cübbaî bu ayeti, Allah
Teâlâ'nın sadece, hareket, hareketsizlik, bir araya gelme ve ayrılma gibi,
organların amellerini gördüğüne delil getirmiştir. Ona, "(ehl-i sünnetin)
istidlali eğer doğru ise, senin de, Cenâb-ı Hakk'ın kalbî amelleri de gördüğüne
inanman gerekir" denildiğinde, o buna: "Allah Teâlâ ayette, bu ifade
üzerine, "Resul" ve "mü'minler" kelimelerini de
atfetmiştir. Resûlullah ve mü'minler ise, sadece insanların uzuvlarının
fiillerini (zahirî fiilleri) görürler. Binâenaleyh ayetteki ru'yet,
atfedilenler (yani Resul ve mü'minler) hakkında, uzuvların fiillerini görme ile
sınırlı olunca, bunu ma'tufun aleyh olan "Allah" hakkında da aynı
sınırla sınırlamak gerekir" diye cevap vermiştir. Bu, tuhaf bir görüştür,
Çünkü atıf (ma'tuf ife ma'tufun aleyh arasında), sadece asılda (yani burada,
görme işinde) müşterek oluşu ifade eder. Binâenaleyh ma'tuf ile ma'tufun
aleyhin her bakımdan eşit olmaları gerekli değildir. Bu sebeple, ma'tufta bir
tahsisin (sınırlamanın) bulunması, ma'tufun aleyhin de tahsisini gerektirmez.
Ehl-i Sünnet'in istidlalinin aslrna şu şekilde cevap verilebilir: "Allah
Teâiâ şu anda da görmektedir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü
Allah, (...) işlerinizi görecektir" ifadesinin delâlet ettiği şey, şu anda
mevcut değildir. Çünkü se yerâ (görecek) fiilinin başındaki sin harfi, gelecek
zamanı gösterir. Böylece bu görme işinden muradın, onların amel ve
hareketlerine karşılık (mükafaat veya ceza) verme manası olduğu ortaya çıkar. O
halde, ifadesi, "Allah size, işlerinizin karşılığını verecektir"
manasında olur.
Cübbai'nin bu görüşüne,
birisi şöyle cevap verebilir: "Onların amellerine karşılık verme işi
ayette, "O. size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" ifadesi
ile anlatılmıştır. Binaenaleyh eğer biz, buradaki "rü'yef'i, "işlere
karşılık verme" manasına hamledersek, lüzumsuz bir tekrar söz konusu olur.
Bu ise caiz değildir."
[220]
Ayetteki, "Çünkü
Allah da. Resulü de, mü'minler de işlerinizi görecektir'' buyruğu ile ilgili
bir soru vardır. O da şudur: Onların amellerini, herkes görmemektedir. Öyleyse
bu sözün manası nedir?
Cevap: Bunun manası,
bu amelin haberinin herkese ulaşmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s): "Eğer bir
adam, hiçbir kapısı ve penceresi olmayan bir kaya içinde, bir iş yapsa, mutlaka
onun işi, olduğu gibi insanlara çıkar (ulaşır)"[221]
buyurmuştur.
İmdi eğer,
"Ayette, "Allah" isminden sonra Resûlullah'ın ve mü'minlerin, o
tevbe edenlerin amellerini gördükleri manasında zikredilmesinin hikmeti
nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun, iki izahı vardır:
1) Kişiyi,
amel-i salih yapmaya sevkeden en kuvvetti etken, onu yapması neticesinde elde
edeceği övgü, itibar ve şereftir. Kişi, bu fiili yaptığı zaman, Resûlullah'ın
ve mü'minlerin kendisine önem vereceklerini bildiği zaman, bundan dolayı ayrıca
sevinir ve o işe karşı arzusu kuvvetlenir. Bu inceliğe dikkat çeken şeylerden
birisi de şudur: Allah Teâtâ, ayette önce kendinin görmesini zikretti. Bunun
peşisıra Resûlullah'm ve mü'minlerin görmesini zikretti, binâenaleyh sanki
şöyle denildi: "Eğer sen, Hakk'a kullukta doğruyu bulmuş eht-i tahkîk'ten
isen, Allah için salih ameller işle. Yok eğer, halkın medh-ü senası ile
oyalanan zayıf kimselerden isen, halkın, yani Resulullah'ın ve mü'minlerin
övgüsüne nail olmak için, yine salih ameller işle."
[222]
2) Ebu
Müslim'in sormuş olduğu bu soruya, ikinci olarak da şöyle cevap verilir:
"Mü'minler, Cenâb-ı Hakk'm, "Böylece sizi, (Ey Muhammed ümmeti) vasat
(örnek) ^bîr ümmet yaptık.." (Bakara, 143) ayetinde buyurduğu gibi,
Kıyamet günü, Allah'ın şâhidleridir. Hz. Peygamber de, Cenâb-ı Hakk'ın
"Her ümmetten birer şâhid, onların üzerine de seni bir şâhid olarak
getirdiğimiz zaman onların hali nice olur?" (Nisa. 4i) ayetinde buyurduğu
gibi, ümmet için şâhiddir. Binâenaleyh Resûlullah'ın ve mü'minlerin, Kıyamet
günü Alah için şâhidler olacağı sabit olmaktadır. Şâhidlik ise, ancak (şahidlik
yapılacak şeyi) gördükten sonra doğru olur. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bu
ayette Resulünün ve mü'minlerin, o kimselerin hareketlerini gördüğünü
zikretmiştir. Bundan maksad, onların Kıyamet günü, geçmiş-gelecek herkesin huzurunda,
şahidlik yapacaklarına, çünkü onların sıdk, doğruluk, iffet ve rüşd sahibi
kimseler olduklarına dikkat çekmektir,
[223]
Allah Teâlâ daha
sonra "Gizliyi ve aşikarı bilene
döndürüleceksiniz" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[224]
İbn Abbas (r.a):
"Gayb, onların (insanların) gizledikleri şeylerdir; "şehadet" de,
açıkça yapıp, gizlemedikleri
şeylerdir"
demiştir. Ben de diyorum ki: "Gayb"ın, onfarın
kalplerinde meydana gelen, amelleri yapmaya veya
amellerden geri durmaya sevkeden niyetler manasına; "şehâdef'in de,
azaları ile yapıp ortaya koydukları ameller manasına olması uzak bir ihtimal
değildir.
Yine diyorum ki:
"İslam feylesoflarının görüşü şudur: "His ve duyulara gâib olan (yani
hissedilemeyen-görülemeyen) varlıklar, hissedilen (görülen) varlıkların
illetleri (sebebleri) veya illet (sebeb) gibi olan şeyleridir." Bu görüşte
olanlara göre, illeti (sebebi) bilmek, malûlü (sebebe bağlı) şeyi bilmek için
bir illettir (sebebtir). Bundan dolayı gaybı bilme işinin, şehadeti bilme
işinden önce olmuş olması gerekir. İşte bu sebebten ötürü Kur'an'da bu ifade ne
zaman yer alsa, "gayb", "şehadeften önce gelir.
[225]
Eğer biz, Hak
Teâlâ'nın, Allah (...)işlerinizi görecektir" ifadesini, bizzat
"görme" manasına
alsak, o zaman bunun
manasının, ''Gizliyi ve aşikarı bilene
döndürüleceksiniz"
ifadesinin manasından farklı olduğu ortaya çıkar. Yok eğer biz bu
"rü'yeti" "bilme" veya "(o amellere karşılık) mükâfaat
verme" manasına hamledersek, ayetteki "Gizliyi ve aşikarı bilen
Allah'a döndürüleceksiniz"tabirinin "Allah (...) işlerinizi
görecektir" ifadesinin tefsiri yerine geçmiş olduğunu kabul etmiş oluruz.
O zaman "Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" ifadesinin
manası şöyle olur: "Aşikârı (şehadeti), yani dünyada iken ortaya konulan
medhi, senayı, saygıyı veya bunların zıdlannı, gizliyi (gaybı), yani Kıyamette,
ortaya çıkacak mükâfaat veya ceza durumunu bilen Allah'a
döndürüleceksiniz."
Allah Teâlâ daha
sonra, "O. size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir"
buyurmuştur. Bu, "O, si2in amellerinizin durumlarını biliyor, sonra size,
onlara göre karşılık verecektir. Çünkü âhirette Allah'ın karşılık vermesi
(mücâzâtı), ancak bilmeden sonra hâsıl olur. Çünkü o zaman herkes, kendisinin
başına gelen, kendisine ulaşan şeyin zulüm değil, bir adalet olduğunu bilir.
Eğer sevab ehlinden ise sevinç ve saadeti daha fazla; yok eğer ikâb ehlinden
ise, kederi ve pişmanlığı daha fazla olur" manasındadır.
İslâm feylesofları
şöyle demişlerdir: "Allah (...) işlerinizi görecektir" ifadesinden
murad, ruhanî (yani ruh'a verilecek) sevaba bir işarettir. Çünkü kul,
mevlâstnın kendisine emretmiş olduğu birçok meşakkatli işi yüklenip yapınca ve
mevlasının, onun bu meşakkatlerini yüklendiğini görmekte olduğunu bilince, çok
sevinir ve o husustaki sevinci artar. Bu, ona göre, şahane elbiselerden ve çok
maldan daha kıymetli ve tatlı olur. Ama Cenâb-ı Hakk'ın "Gizliyi ve
aşikârı bilene döndürüleceksiniz" buyruğuna gelince, bundan maksat, rezîl
ve rüsvay kılınmak
suretiyle verilecek
olan azabın tarif edilmesidir. Bu, şuna benzer: Sultanın kendisine çok çeşitli
lütuf ve ihsanlarda bulunmuş olan kul, çok çeşitli isyan işlemiş olsun... Bu
köle sultanın yanına gelse ve sultan da onun işlemiş olduğu çok çeşitli kabahat
ve kusurları, bir bir sayıp dökse... İşte o zaman, o kulun hüznü artar, gam ve
kederi büyür, çok mahcûb olur. İşte bu, bir tür ruhanî bir azabtır. Akıllı
kimseler çoğu kez, bundan ve diğerlerinden kaçınıp korunmak için en şiddetli
maddî ve cismanî azablara, acılara katlanır, razı olurlar.
[226]
"(Savaşa
gitmeyenlerden) diğer birtakımı da, Allah'ın emrine (intizaren),
haklarındaki hüküm ertelenmiştir. O,, bunları ya azaba
uğratacak, yahut
tevbelerini, kabul
edecektir. Allah, çok iyi bilen, tam bir hikmetle yapandır"
(Tevbe. 106).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[227]
Hamza, Nâfi, Kisaî ve
Asım'ın ravisi Hafs, hemzesiz
olmak üzere mürcevne;
diğer kıraat imamları da, hemze
ile
mürceûne okumuşlardır ki, bu,iki kullanıştır. Arapça'da,
bir şeyi ertelediğinde, hemzeli ve hemzesiz olmak
üzere
"Onu tehir ettim" denilir.
Tevbe edenin mutfak bağışlanacağını söylemeyip, bu mağfireti Allah'ın
meşîetine, iradesine havale ettikleri, bıraktıkları içindir ki,
"Mürcie" mezhebine bu ad verilmiştir. Evzâî'ye göre onlara bu adın
verilmesinin sebebi ameli imandan geri bırakmaları, yani ayrı düşürmeleridir.
[228]
Bil ki Allahu Teâlâ,
cihaddan geri kalanları üç kısma ayırmıştır:
1) Nifak
üzere talimli olan münafıklar.
2) Tevbe
edenler. "Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf
ettiler" (Jevbe, ıo2)ayetiyle kasdedilenler
bunlar olup, Cenâb-ı Hak, onların tevbelerini kabul buyurduğunu açıklamıştır.
[229]
3)
Alıkonarak, bekleyerek, geride kalanlar ki, bu ayette zikredilenler de
bunlardır.
İkinci kısımdakilerle
bunlar arasındaki fark şudur: Ötekiler hemen îevbe etmeye koşmuşlarken, bunlar
tevbeye yönelmemişlerdir.
İbn Abbas (r.a) ise
şöyle demiştir: "Bu ayet, Ka'b İbn Malik, Mürare Ibnu'r-Rebî ve Hilal İbn
Ümeyye hakkında nazil olmuştur. Ka'b: 'Medine'deki en hızlı deve benimdir; bu
sebeble, dilediğimde Hz. Peygamber'e ulaşırım " der ve günlerce gecikir.
Daha sonra da, Hz. Peygamber'e ulaşmaktan ümidini keser ve yaptığı şeye pişman
olur; aynı şekilde arkadaşları da. Hz. Peygamber (s.a.s), Medine'ye geri
döndüğünde Ka'b'a, Hz. Peygambere git ve yaptığından dolayı O'ndan özür dile
" denildiğindeyse o: "Hayır, tevbenin kabulüne dair bir hüküm, ayet
nazil olmadıkça, gitmeyeceğim vallahi" der. Diğer iki arkadaşı ise, Hz.
Peygamber'e giderek özür beyanında bulunurlar. Hz. Peygamber, onlara:
"Sizin, bana katılmayarak geride kalmanızın sebebi nedir?" dediğinde
onlar: "Hatadan başka bir mazeretimiz, haklı gerekçemiz yoktur"
cevabını verirler.. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Savaşa gitmeyenlerden
diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren. haklarındaki hüküm
ertelenmiştir" ayeti nazil olur.
[230]
Bunun üzerine, bu
ayetin nüzulünden sonra Hz. Peygamber orrtarı (haklarında hüküm ininceye kadar
bir yerde) durdurtur. İnsanları, onlarla oturup kalkmaktan men eder; onlara,
hanımlarından ayrılmalarını ve onları, ana babalarının yanına yollamalarını
emreder. Derken, kendisine yiyecek getirmek arzusuyla, Hilâl'in hanımı gelir;
çünkü Hilal, son derece yaşit bir kimsedir. Sadece ona izin verilir. Şam'dan
ise bir elçi gelmiş, Ka'b'ı kendilerine (Bizans'a) katılmaya teşvik etmektedir.
Bunun üzerine Ka'b: "Yaptığım hata öyle bir dereceye ulaşmıştır ki,
müşrikler bile benden bir şey umar haie geldiler. Onca genişliğine rağrnen.
yeryüzü bana dar geldi" der. Hilâl İbn Ümeyye ise öylesine ağladı ki,
gözlerinin kör olacağından korkuldu. Elli gün geçtikten sonra, onların
tevbelerinin kabul edildiğine dair, ''Allah, peygamberinin tevbesini kabul
buyurdu "(Tevbe, 117) ve, "Savaştan geri bırakılan üç kişinin
(tevbelerini de kabul etti) (Tevbe. us) ayetleri nazil oldu.
Hasan el-Basri şöyfe
demiştir: "İşbu ayetinde bahsedilen
kimseler, Resulü İlah'm, kendi huzurundan uzaklaştırdığı bir münafık
güruhudur." Esamm da, Cenab-ı Hakk'ın bu ayetle münafıkları kastettiğini
ve bunun tıpkı, "Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden birtakım
münafıklar vardır ki" (Tevbe, ıoıt ifadesi gibi olduğunu söyleyerek,
sözünü şöyle sürdürmüştür: "Allah, onlar hakkındaki hükmü ertelemiş, onlar
hakkında bildiği şeyi haber vermemiş ve tevbe etmemeleri halinde, haklarında
ayet ineceğini bildirerek, onları bu ayetle korkutmuştur.
İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak "O, bunları ya
azaba uğratacak, yahud tevbelerini kabul edecektir"
buyurmuştur." Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[231]
Bir kimse şöyle
diyebilir: "İmma kelimesi, şek ifade eder.
Halbuki Cenab-ı Hak, şekden münezzeh ve beridir." Buna
şu şekilde cevap verilebilir: "Bundan murad,
"Onların içleri.
korku ve ümit üzere
olsun" manasıdır." Böylece, bazı
insanlar, "Allah onlar hakkında, mazeretlerinin kabul
edildiğini bildiren bir ayet indirmezse, onlar helak
olurlar"; diğer bazıları da, "Umulur ki Allah onları bağışlar,
affeder" demeye başladılar.
[232]
Bunların savaştan geri
kaldıklarına ve Hz. Peygamber'e
katılmadıklarına
pişman olduklarında şüphe yoktur. Allah
Teâlâ
da onların tevbe ettiklerine hükmetmeyip, aksine "O.
bunları ya azaba uğratacak, yahud tevbelerini kabul
edecektir" buyurmuştur. Bu da sadece pişman olmanın, tevbenin sahih olması
için yeterli olmayacağına delâlet eder.
[233]
Eğer, "Tevbenin
şartları nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Beiki de onlar, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, kendilerine 'eziyyet edilmesini emretmesinden;veyahut da
mahcûb ve rezil kepaze olmaktan çekinmişlerdir. Böyle olması halinde, onların
tevbeleri doğru ve makbul olmaz. Tevbelerinin kabul edilmeyişi meselesi,
insanların, onları tenkid veya medhetmeleri hususundaki durumları, onlar
nezdinde önemini yitirip hafifleyinceye kadar devam etmiştir. İşte, iş bu
noktaya gelince, onlar, yapmış oldukları günantan, sırf günah olduğu için,
pişman olmuşlardır. İşte o zaman da, yapmış oldukları tevbe sahih ve makbul
olmuş olur.
[234]
Cübbai, bu ayet ile
Allah Teâlâ'nın, tevbe etmeyenleri affetmeyeceği hususunda istidlalde
bulunmuştur. Ona
göre bu
böyledir, zira Cenâb-ı
Hak, o günahkârlar
hakkında, "O, bunları ya azaba uğratacak yahut
tevbelerini kabul edecektir" buyurmuştur. Bu ifade, hükmün şu iki şeyden,
yani, azab etmekten veya tevbelerini kabul etmekten biri olduğuna delalet eder.
Tevbe etmeksizin günahların affedilmesi meselesi üçüncü bir kısım olmuş olur.
Allah Teâlâ ise bu üçüncü kısımdan bahsetmeyince, bu bahsetmeyiş böyle bir
hükmün bâtıl olduğuna, onun muteber olmadığına delâlet eder.
[235]
Buna şöyle cevap
verilir: Biz, bütün günahların affedileceğine dair kesin hüküm veremeyiz.
Aksine biz, genel manada, affın bulunacağına dair kesin hüküm verebiliyoruz.
Ama bu alim, biza\\h1aanca hakkında tahakkuk edip etmeyeceği
meselesine gelince, bu şüphelidir. Baksana Cenab-ı
Hak, "Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa. 48)
buyurmuştur. Böylece Allah, şirkin dışında kalan günahların bağışlanacağına
kesin hüküm vermiş, ancak, bu herkes hakkında değildir. Tam aksine, bu aff,
Cenâb-ı Hakk'ın dilediği kimseler hakkında böyledir. Binâenaleyh, onlar
hakkında affın bulunmamasından, mutlak manada affın olmayacağı neticesi çıkmaz.
Hem, zikredilmemiş olma, yokluğa (o şeyin bulunmadığına) delâlet etmez.
Baksana, Cenâb-ı Hak: "O gün yüzler vardır parıl parıl parlayıcıdır,
güleçtir, sevinçlidir" (Abese. 38-39) buyurmuştur ki bunlar, mü'minlerdir.
Yine, "O gün yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak bürümüştür. Onları da
bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır, işte bunlar kâfirler ve
facirlerdir" (Abese 40-42) buyurmuştur. Bu ifadelerde bahsedilenler ise ya
mü'minlerdir, ya kâfirlerdir. Üçüncü bir kısmın zikredilmemesi, Cübbaî'ye göre
de, bulunmadığına delâlet etmez. İşte, bu ayette de böyledir.
Cenâb-ı Hak,
buyurmuştur.Yani, "Allah, o mü'minlerin kalblerinde olanı bihakkın bilen,
onlar hakkında hükmettiğinde hakim olandır" demektir.
[236]
"Bir de
müslümanlara zarar vermek için, küfr için, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak
için ve daha evvel Allah ve Resulüne harb edeni gözlemek için bir
mescid edinenler ve "bununla iyilikten başka bir
şey kasdetmedik" diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah şahidlik
eder ki, onlar seksiz
şüphesiz
yalancıdırlar"
(Tevbe, 107).
Bil ki Allah Teâlâ,
münafıkların çeşitlerinden.ve muhtelif yol ve metodlarından bahsedince
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[237]
Nafi ve İbn Amr,
vavsız olarak ellezine diye okumuşlardır
ki
bu, Medinelilerin mushafında da böyledir. Diğer kıraat
imamları ise vav ile vellezine diye okumuşlardır ki
bu,
Mekke ve Iraklıların mushaflarında
böyledir. Birinci kıraat ifadesinden
bedel olarak böyle okunmuş; ikincisi de, kelamın takdirinin şeklinde olması
sebebiyle böyte okunmuştur.
[238]
Vahidî şöyle
demektedir: "İbn Abbas, Mücahid, Katâde ve bütün müfessirler (r.a), Dırâr
Mescidi'nt yapanların oniki
münafık olduğunu; bunların
kendisiyle Küba
Mescidi'ne
bir zarar verecekleri bir mescid yaptıklarını söylemişlerdir." Ben de
diyorum ki, Cenab-ı Hak bunları şu dört sıfatla nitelemiştir:
[239]
Birinci sıfat: Dırâren
lafzının ifade ettiği manadır. Darar (zarar) kelimesi, tıpkı şikak kelimesinin,
güç ve zor gelen şeyi yapmaya gayret etmek anlamına gelmesi gibi, "zarar
vermeye gayret sarfetmek" anlamına gelmektedir. Zeccâc şöyle demektedir:
"Mefûlün leh olduğu için, dırâren kelimesi mansubtur. Buna göre mana,
"O mescidi, zarar vermek ve (ayette bahsedilen) diğer hususlar için
edindiler" şeklinde olur. Binâenaleyh lâm hazfedilince, fiil doğrudan
doğruya bu kelimeyi kendisine mefûl aldı da, böylece de bu kelime mansub oldu.
Bu kelimenin mana itibariyle bir mefûl-ü mutfak olması da caizdir. Buna göre
kelamın takdiri, "Onlar adamakıllı zarar verecekleri bir mescid
edindiler" şeklinde olur,
İkinci sıfat: Ve
kufren kelimesinin delâlet ettiği husustur. İbn Abbas (r.a), "Cenab-ı
Hakk'ın bu iki kelime ile, "Mü'minlere zarar vermek, peygamberi ve onun
getirdiğini inkâr etmek için" manasını kastettiğini söylerken, başkaları
da, bu ifadeye, "onlar, o mescidi Hz. Peygamber (s.a.s)'i ta'n ederek,
içinde küfre dalmak için edindiler" manasını vermişlerdir.
Üçüncü sıfat:
Mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için.."
buyruğunun ifade ettiği husustur. Yani, "Onlar, o mescid
vesilesiyle mü'minlerin cemaatini parçalamak için... edindiler" demektir.
Bu böyledir; zira münafıklar: "Biz, bir mescid yaptık. Onun içinde namaz
kılacağız. Biz, Hz. Muhammed'in arkasında namaz kılmayız. Eğer o, mescidimize
gelirse beraberce namaz kılarız. Böylece de, Peygamberle O'nun mescidinde namaz
kılanların arasını açmış oluruz. Bu durum da, onların birlik ve
beraberliklerinin bozulmasına ve aralarındaki sevginin sona ermesine yol
açar" diyorlardı.
[240]
Dördüncü sıfat:
"Ve daha evvel Allah ve Resulü ile harbedenigözlemek için..."
ayetinin ifade ettiği husustur. Alimler, bu hususta da
şöyle demişlerdir: "Bu ifadeyle,
gasîlu'l-melâike(meleklerce yıkanan) Hanzala'nın babası rahib Ebu Amir murad
edilmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.s), onu fasık olarak adlandırmıştı.
Cahiliyyede hristiyan olmuş, ibadet etmek için manastıra çekilerek, ilim
talebinde bulunmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s), peygamberliğini ilan edince O'na
düşman oldu. Çünkü böylece, onun liderliği sona erecekti. Ve o: "Seninle
savaşan bir topluluk bulduğumda, mutlaka onlarJa birlik olur, sana karşı
savaşırım" demişti. Huneyn Gününe kadar, bu savaştan ve mücadelesinden geri
durmadı. Hevazin Kabilesi hezimete uğrayınca, Şam'a gitti. Ve münafıklara:
"Gücünüzün yettiğince kuvvet ve siiah hazırlayın, benim için bir mescid
yapın; zira ben, şimdi Kayser'e gidiyorum. Kayser'in yanında bulunan orduları
alıp geleceğim. Böylece de, Muhammed ve yanındakilere karşı kıyam
edeceğim" diye haber yolladı. Bunun üzerine de onlar bu mescidi yaptılar
ve o mescidde kendilerine namaz kıldırması için, Ebu Amir'in gelmesini gözleyip
durdular." Zeccac, irsâd kelimesi beklemek manasına gelir" derken,
İbn Kuteybe, "bunun (norma! bir bekleyiş) olmayıp, düşmanlık duygusuyla
bekleme" manasına geldiğini söylemiştir. Ekseri ulemâ ise, irsad
kelimesinin "hazırlık yaparak beklemek" manasına geldiğini
söylemişlerdir. Nitekim Cenab-ı Hak da "Çünkü Rabbin, şüphesiz ki rasad
yerindedir" {Fect, 14) buyurmaktadır.
"daha evvel"
buyruğundan maksad "Dırar Mescidipin yapımından önce" demektir.
Cenab-ı Hak, bu
mescidi bu dört vasıfla niteleyince, "Bununla iyilikten başka bir şey
kastetmedik" diye yemin edeceklerdir" buyurdu. Bu, "Onlar, bu
mescidi yapmakla, güzel bir iş yaptıklarına yemin ederler" demektir. Bu
güzel iş de, zayıflarının, hastalarının ve Allah Resulünün mescidine gidemeyen
acizlerin işlerini kolaylaştırmak amacıyla, müslümanlara duydukları şefkattir!
Bu böyledir, zira onlar Allah'ın Resulüne, "Biz, hastalıklı ve muhtaç
olanlar ile; yağmurlu ve soğuk gecelerden dolayı bir mescid yaptık "
diyorlardı.
Daha sonra, Cenab-ı
Hak, "Allah şahidlik eder ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar"
buyurmuştur. Bu, "'Allah, Resulünü onların yalan yere yemin ettikleri
yemine muttali kıldı" demektir. Bif ki, bu ayetin başındaki vellezine
kelimesi, mübteda olmak üzere mahallen merfû olup, haberi hazfedilmiştir.
Kelamın takdiriyse, "Mescid yapanlar da bahsettiklerimizdendir" şeklindedir.
[241]
"(Habibim) onun
içerisinde hiçbir vakit namaza durma. Ta ilk gününde,
temeli takva üzerine tesis edilen mescid, senin,
içinde ibadete kıyamına
elbette daha
lâyıktır. Orada tertemiz olmalarını arzu etmekte olan kimseler
bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever.
Binasını Allah korkusu ve
rızası üzerine kuran
kimse mi hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın,
uçurumun kenarına kurup da, onunla beraber kendisi de
cehennem ateşine
çöküp giden kimse mi?
Allah, zalimler topluluğuna hidayet etmez. Onların
kurdukları bina, kalblerinde daimî bir şek olacaktır.
Meğer ki kalbleri ölümle
parçalanmış olsun.
Allah çok İyi bilendir, tam bir hüküm.ve hikmet sahibidir"
(Tevbe, 108-110).
Müfessirler şöyle
demektedirler: Münafıklar Hz. Peygamber (s.a.s), Tebük Savaşı'na giderken o
bozuk maksatları için bu mescidi yapınca, "Ya Resulellah, biz, hastalar
ile yağmurlu ve soğuk geceter sebebiyle bir mescid yaptık. Biz, senin de
bizimle beraber orada namaz kılmanı ve bize, bereket ve hayır dualarda
bulunmanı arzuluyoruz" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de:
"Şimdi ben, bir sefer hazırlığı içindeyim. İnşaallah, döndüğümüzde orada
namaz kılarız" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s), Tebük Savaşı'ndan dönünce, o
münafıklar O'nun, yaptıkları mescide gelmesini istediler de, işte bunun üzerine
bu ayet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber bazı kimseleri
çağırtarak: "Ehli, zalim olan o mescide gidiniz; orayı yıkıp harap
ediniz" buyurdu. Onlar da, böyle yaptılar. Hz. Peygamber (s.a.s), o
mescidin yerininse, içine çerçöp atılan bir yer edinilmesini emretti.
Hasan el-Basri şöyle
demektedir: "Hz. Peygamber (s.a.s), mescide gitmeye yönelince, Cebrail
(a.s), "Onun içerisinde hiçbir vakit namaza durma" diye niyaz etti.
Bunu iyice
kavradığın zaman biz
diyoruz ki: "Cenâb-ı Hakk'ın
"Onun içerisinde hiçbir vakit
namaza kıyam etme" buyruğu, Hz. Peygamber'i orada bulunmaktan
nehyetmektir, yaksaklamaktır."
îbn Cüreyc, şöyle
demektedir: "Onlar o mescidi cuma günü yapıp tamamladılar ve orada o gün,
cumartesi ve pazar günleri namaz kılabildiler. Pazartesi günü ise mescid, çöküp
yıkıldı." Cenab-ı Hak, bu yasaKiamanın illetini şu şekilde beyan
buyurmuştur: "Bu iki mescidden biri, ta ilk günden beri takva üzere bina
edilmiş olup, başka bir mescidde namaz kılmak da, Takva mescidi'nde namaz
kılmaya manı olunca, ikinci mescidde namaz kılmanın yasak ve memnu olduğu,
zaruri olarak bilinmiş olur.
Buna göre şayet,
"İki mescidden birinin daha üstün olması, diğerinde namaz kılmaktan men
etmeyi gerektirmez" denilirse biz deriz ki:
İllet, şu iki hususun,
yani Dırâr mescidinin ayette bahsedilen dört fesada sebep olması ile Takva
Mescidinin de, pekçok hayırlar ihtiva etmesine bağlanmıştır.
Bazı Rafızîler şöyle
demektedirler: "Allah Teâlâ, ta ilk günden beri takva üzere bina edilmiş
mescidinin, böyle olmayan mescidden, nama2 kılınmaya daha lâyık olduğunu beyan
buyurmuştur. Hz. Ali"nin bir an dahi o'sun, Allah'ı inkâr etmediği
malumdur. Binaenaleyh onun, işin başında, Allah'ı inkar edenlerden, imamete
daha uygun olması gerekir."
Bizim buna karşı
cevabımız, ayetteki illetin ayette zikredilen iki şeyin toplamına birden
bağlanmış olduğu şeklindedir. Böylece de bu soru, zail olmuş olur.
[242]
Alimler, "Takva
Mescidi"nin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Burasının, Küba
Mescidi olduğu ve Hz. Peygamber'in, her sene oraya gelerek orada namaz kıldığı
ileri sürülmüş ise de, ekseri alimler, burasının Mescid-i Nebevi olduğu
kanaatindedirler.
Said İbnu'l-Müseyyeb
şöyle demektedir: "Takva üzere temeli atılmış olan mescid, Hz.
Peygamber'in mescididir (Mescid-i Nebevi). İki kişi bu hususta ihtilafa
düştüler. Onlardan birisi, burasının Mescid-i Nebevi olduğunu; diğeriyse
burasının Küba Mescidi olduğunu savundu. Bunun üzerine her ikisi de bu meseleyi
Hz. Peygamber'e sorduklarında, Hz. Peygamber, "Burası, benim şu
mescidimdir" buyurdu."
Kadî: "Her
ikisinin de, ayetin muhtevasına girmesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Çünkü,
Cenâb-ı Hak, "temeli takva üzerine tesis edilen mescid" buyurmuştur.
Bu ttpkı bir kimsenin, "Salih kimselerle oturup kalkman daha
uygundur" demesine benzer. Binâenaleyh bu söz, o salih kimselerden
birisine hasredilmiş olmaz" demiştir.
Buna göre şayet,
"Diğerinde namaz kılmak caiz olmadığı halde, Cenâb-ı Hak niçin, "...
içinde kıyamına elbette daha layıktır" buyurmuştur?" denilirse, biz
deriz ki:
Bu: "Her ne kadar
bu caiz ise de, bahsedilen sebepten dofayı, berikisinde kıyama durmak daha
evlâdır" anlamındadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak. "Orada tertemiz olmayı arzu eden kimseler bulunmaktadır. Allah da çok
temizlenenleri sever" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Allah
Teâla, Takva Mescidini, şu iki sebepten dolayı tercih etmiştir:
a) Onun,
takva üzere bina edilmiş olması ki bunun ne demek olduğu, daha önce geçmişti.
b)
O mescidde tertemiz olmayı seven adamların
bulunması.
[243]
Bu ayette bahsedilen
temizliğin ne demek olduğu hususunda iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci görüş: Bununla
günah ve isyanlardan temizlenmek kasdedilmiştir. Bu görüş, şu sebeplerden
dolayı teayyün edip belirginleşmiştir:
1) Günah ve
isyanlardan temizlenmek, Allah'a yaklaşmada, O'nun mükafaat ve medhini hak
etmede müessir olan bir husustur.
2) Allah
Teâlâ, Dırar Mescidİ'nin ashabını, müslumaniara zarar vermek, Allah'ı inkar
etmek ve müslümanların arasını açmak gibi şeylerle vasfetmiştir. Binâenaleyh,
diğer mescidin ehlinin, bunların taşımış oldukları sıfatların zıddıyla muttasıf
olmaları gerekir. Bu da onların, küfür ve masiyyetten uzaklaşmalarıdır.
3) Allah
katında, zahirî temizliğin, bâtının küfür ve isyanlardan temizlenmiş olması
halinde bir tesir ve kıymeti bulunmaktadır. Ama bâtının küfür ve masiyetlerden
temizlenip de zahirî temizlik tahakkuk etmediğinde, (her halükârda) batınî
temizliğin zahirî temizliğe bir tesiri söz konusudur. Dolayısıyla batını
temizlik daha evla olur.
[244]
4) Keşşaf
sahibi şunu rivayet etmiştir: "Bu ayet nazil olunca, yanında bir kısım
muhacirler olarak, Hz. Peygamber yürümeye başladı. Derken, Küba mescidinin
kapısına varınca orada durdu. Orada, ensardan bazıları oturuyordu. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Siz mü'min misiniz?" diye sordu.
Topluluk susunca, Hz. Peygamber bu soruyu tekrarladı. Bunun üzerine Hz. Ömer,
"Ya Resulellah, onlar mü'mindirler, ben de onlarla beraberim"
deyince, Hz. Peygamber (s.a.s): "Kaza ve kadere razı oldunuz değil
mi?" dedi. Onlar "Evet" deyince de, Hz. Peygamber: ''Belalara
sabrediyor musunuz?" dedi. Onlar, "Evet!" dediler. Hz.
Peygamber:
"(Bolluk zamanı) nimetlere şükrediyor
musunuz?" deyince, onlar "Evet!" dediler. Bunun üzerine de, Hz.
Peygamber: "Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki, bunlar mümindirler"
dedi ve sözüne devamla: "Ey ensar topluluğu, Allah sizi övdü. Abdest
alırken ne yaptınız?" diye sorduğunda, onlar da, "Taharet yaparken
önce taş ile istincada bulunduk, sonra da su ife temizlendik" dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Orada tertemiz olmalarını arzu
etmekte olan kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever'1 ayetini
okudu."[245]
İkinci görüş: Bundan
murad. taş ile yapılan istincadan sonra, su ile temizlenmektir. Bu,
hadiscilerden olan ekseri müfessirin görüşüdür. Bu hususta üçüncü bir görüş de,
bunun, her iki manaya da birden hamledilmesidir. Böyle olması halinde şöyle bir
soru sorulabilir: "Taharet lafzı, aynî necislerden temizlenme hususunda
hakikat; günah ve isyanlardan uzak kalma hususunda ise, mecazdır. Halbuki, tek
bir lafzı, aynı anda hem hakiki, hem de mecazî manaya almak caiz değildir,"
Cevap:
"Necis" lafzı, "pis" olan şeye verilen bir addır. İşte bu
kadarcık bir mana (yani, "pislik" manası) her iki kısımda da
müşterektir. Böyle olması halinde, bu soru giderilmiş otur. .
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, birinci sebebi ki bu, mescidin takva üzerine bina edilmiş olmasıdır:
tekrarlayarak "Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi
hayırlıdır?..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Bünyan
tıpkı gufran gibi bir masdar olup, ism-i mef'ûl, yani "bina edilen
şey" manası kastedilmiştir. Masdarın, ism-i mef'ûl yerinde kullanılması,
meşhur bir mecazdır. Nitekim Arapça'da, "Onun dövdüğü" ve, "Onun
dokuduğu" anlamında olmak üzere, denilir. Vahidî şöyle demektedir:
"Bünyan" kelimesinin, sen onu isim kabul ettiğinde kelimesinin çoğulu
olması mümkündür. Zira Araplar, bu kelimenin müfredinde demektedirler.
İkinci bahis: Nâfi ve
İbn Amir, meçhul olarak, şeklinde okumuşlardır ki bu meçhul fiilin (hazfedilen)
faili, onu yapan ve onu tesis edendir. Cenâb-t Hakk'ın, ifadesi, "Allah'ın
ikâbından korkma ve O'nun mükafaatını umma üzerine" demektir. Bu böyledir,
zira taat, ancak böyle bir korku ve böyle bir ümit bulunduğu zaman taat adını
alır. Netice olarak diyebiliriz ki, bunu yapan kimse, bu binayı, Allah
rızası,O'nun ikâbından korunmak ve mükâfaatını da ummak için yapınca, bu bina,
bu yapı, Allah'ı inkâr etmeye ve kullarına zarar
vermeye sebep olsun diye o kimsenin yaptığı o binadan daha üstün ve
daha mükemmel olur.
"... yoksa
yapısını yıkılacak bir yarın, uçurumun kenarına kurup da, onunla beraber
kendisi de cehennem ateşine çöküp giden kimse mi?" ayetiyle ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci bahis: İbn
Amir, Hamza ve Asım'ın ravisi Ebu Bekr, râ harfinin sükûnuyla cürf; diğer
kıraat imamları ise, rayı ötre ile okuyarak cüruf şeklinde okumuşlardır ki, her
ikisi de aynı manaya kullanılan iki kullanıştır. Tıpkı, şuğl ve şuğul
(meşguliyyet) ve unk ve unuk (boyun) kelimeleri gibi, cürf ve cüruf şeklinde
kullanılır.
İkinci bahis: Ebu
Ubeyde şöyle demiştir: "Şefâ "kenar, uç, kıyı" anlamına gelir.
demek, "birşeyin ucu, kıyısı, kenarı" demektir. Bir kimse bir şeye
yaklaştığında, denilmesi de, bu köktendir. Sel akıp, böylece vadi yarılarak
selin aktığı kıyıda, her an düşmekle karşı karşıya olan, (altı boşalmış) zayıf
bir toprak parçası kalır ki, işte buna Arapça'da cüruf (yar, uçurum, kıyı)
denilir Hâr kelimesi hakkında Leys şöyle demektedir: "Hevr kelimesi,
"Yar, uçurum yıkıldı" deyimindeki hâre fiilinin masdarıdır. Bu, bir
şey, arkasından yarılıp da henüz, olduğu gibi yerinde kalan şeydir ki, işte
buna, "düşmek üzere olan, düşmek üzere bulunan bir uçurum" denilir.
Bu düştüğünde ise, "uçtu, yıkıldı" denilir.
Sen, bu lafızların
manasını iyice anladığında biz diyoruz ki: Buna göre ayetin manası,
"Dininin temelini, çok muhkem ve kuvvetli bir esasarki bu esas da, Alla h'ın takvası veO'nun rızası olan hak
esastır-bina eden mi daha hayırlıdır; yoksa dinini, temellerin en zayıfı ve en
az kalıcı olanı olan batıl esas üzerine bina eden mi hayırlıdır?" şeklinde
olur. işte bu nifakın misali, tıpkı, cehennem vadilerinin kenarında ve uçmak
üzere olan bir yarın, bir uçurumun durumu gibidir. Bu yar, "uçan, çöken bu
tenarda olduğu" için, daima düşmek ve yıkılmakla yüzyüzedir. Bu münafık
da, cehennemin kenarında olduğu için, bu yardan yuvarlandığında mutlaka,
cehennemin ta dibim boylayacaktır. Biz, âlemde, münafıkların haline uygun olan
bundan daha güzel bir misal bulamaya. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu binadan birisim yapan, bu binası ile Allah'ın
takvasın, ve O'nun rızasın,; diğeri ise, mas.yyet ve kûfrû kasdetmiştir.
Binaenaleyh, ilk yapı daha kıymetli ve bekas, gerek», olan; ıkınc.s. ıse, âdi
ve yıkılması gerekli olan bir bina olmuş olur.
[246]
Daha sonra Cenab-,
Hak: bina kalblerinde daimi bir sek
olacaktır" buyurmuştur. Bu, "Bu tananm yaponu onlann ka.b.erine bir
şüphenin düşmesine sebep olmuştur. Dolayıs.yle o b.nanın
bizzat kendisi, şüpheye sebebiyyet verdiği için
"bir şüphe" olarak nitelendirilmiştir." O binanın şüphe sebebi
olmast hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1)
Münafıklar, Dırar Mescidi'ni yapmakla, fazlaca sevinmişlerdi. Dolayısiyle, Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in, o binanın yıkılmasını emretmesi, onlara son derece ağır
gelmiş ve bu yüzden onların Hz. Peyamber'e olan kızgınlıkları ve O'nun
nübüvvetine dair şüpheleri artmıştı.
2) Hz. Peygamber (s.a.s) o mescidin yıktırılmasını
emredince, onlar, sırf hasedinden dolayı bunu emrettiğini düşündüler. Böylece
de, onların Hz. Peygamber'e olan güvenleri ortadan kalktı ve her an, şiddetli
bir biçimde ondan korkmaya başladılar. Neticede, Hz. Peygamber'in onları kendi
hallerine bırakacağı veyahut da, kendilerinin öldürülmelerini, mallarının
yağmalanmasını emredeceğine dair bir şüphe içine düştüler.
3)
Onlar, kendilerinin, o
mescidi yapma hususunda
iyi niyet taşıdıkları inanandaydılar. Binâenaleyh,
Hz. Peygamber (s.a.s), o
mescidin yıkılmasını emredince,
onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hangi sebepten dolayı o mescidin yıkılmasını
emrettiği hususunda şek ve şüphe içinde kalakaldılar.
4) Onlar,
Cenâb-ı Hakk'ın o günahı, o mescidi yapmada gösterdikleri çabayı bağışlayıp
bağışlamayacağı hususunda şüphe içinde kalakaldılar. -Bu izahlardan doğru olanı
birincisidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak "Meğer ki kalbleri (ölümle)
parçalanmış olsun" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgifi birkaç bahis
bulunmaktadır:
Birinci bahis: İbn
Amir, Asım'ın ravisi Hafs ve Hamza, tanın fethası ve şeddeli tî harfiyle olmak
üzere, tekatta'a şeklinde okumuşlardır ki, bu
manasındadır. böylece iki te'den birisi hazfedilmiştir. Diğer kıraat
imamları ise, fiili, meçhul olarak te'nin zammesi ve tı'nın şeddesi
iletukatta'a; İbn Kesirde ,fiili tı'nın fethası, kâfin
İt
sükûnu ile, tekta'a
ve kelimesini mansûb olarak okumuştur ki onun okuyuşuna göre mana "onların
kalblerini sen parçaladın" şeklinde olur. kıraatinin manası da şöyle olur:
"Onların kalbleri parça parça oldu. Kılıçlar veya keder ve ağlamalarla
paramparça oldu. İşte böyle olunca da onların kalblerindeki o şüphe zail olup
gitti." Bu, "O şüphe onların kalblerinde ebediyyen kalacaktır ve
onlar bu nifakları üzere öleceklerdir" demektir. Bu ifadenin "Onlar
pişmanlıktan ve yaptıkları ihmalkarlığa üzüntülerinden dolayı, kalblerini
paramparça eden bir tevbede bulunmadıkça" manasında olduğu da
söylenmiştir. Yine bunun, "Onların kalbleri, gam ve keder yüzünden
çatlayıncaya kadar" manasına geldiği de söylenmiştir.
Hasan el-Basri, bu
ayeti şeklinde okumuştur. Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'un kıraatinde ise, bu,
(Onların kalbleri parçalansa da) şeklindedir.
Talha (r.a)'nın. bunu
Hz. Peygamber (s.a.s)'e veya herbir insana hitab olarak, (Onların kalblerini
parçalasan da) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, buyurmuştur. Bu, "Allah, onların hallerini hakkıyla bilen ve onlar
için verdiği hükümlerde de hakîm (hikmetli) olandır" demektir.
[247]
"Allah,
karşılığında cenneti vererek, mü'minlerden canlarım ve mallarını satın
almıştır. Onlar Allah yolunda savaşır, öldürürler veya
öldürülürler, Tevrat'ta,
incil'de ve Kur'an'da (bulunan bu vaad), kendi üzerine
hak bir vaaddir. Allah
kadar ahdine vefa
eden kim olabilir ki? O halde, ey mü'minler yapmış
olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. Bu en büyük
bir nâıliyettir"
(Tevbe. 111)
Bil ki Cenâb-ı Hak,
Tebük Savaşı'na katılmadıkları için münafıkların, çirkin fiillerini,
hakirliklerini açıklamaya başlayıp, bu izahı bitirmeyi müteakip münafıkların
kısımlarından bahsedip, her kısımla ilgili hüküm ve durumlardan bahsedince,
cihadın faziletini ve hakikatini açıklamaya yönelerek, buyurmuştur. Bu ifade ile
ilgili birkaç mesele vardır:
[248]
el-Kurtubî şöyle
demektedir: "Sayıları yetmiş olan bir kısım
ensar, Akabe Gecesi'nde Mekke'de
Hz. Peygamber
(s.a.s)'e biat
edince, Abdullah b. Revâha (r.a):
"Ya
Rasulallah, bize, hem Rabbin için, hem de
kendin için
istediğin şartı
koş" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Ben Rabbim hakkında, sadece O'na ibadet etmenizi ve O'na
hiçbirşeyi ortak koşmamanızı; kendi hakkımda da, kendinizi ve mallarınızı
tehlikeden koruduğunuz
gibi beni de
korumanızı şart koşuyorum " deyince, ensar, "Bunu yaptığımız
takdirde, bizim içn ne var?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s):
"Cennet" cevabını verdi. Biat eden bu kimseler: "Alış-verişimiz
kârlı oldu. Biz bu alış-verişimizi ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz"
dediler. İşte bunun üzerine, bu ayet nazil oldu. Mücahid, Hasan ve Mukatil:
"Allah onlara bir fiyat biçti ve fiyatlarını çok yüksek tesbit etti"
dediler,
[249]
Meânî âlimleri şöyle
demişlerdir: Allah'ın, gerçekte herhangi
bir
şeyi satın alması söz konusu değildir. Çünkü müşteri,
sahib olmadığı şeyi satın alır. İşte bundan ötürü,
Hasan
el-Basrî bu ayete: "Allah, bazı
canları satın aldı ki onları
zaten kendisi
yaratmıştı. Yine bazı malları da satın aldı ki o malları onlara rızık olarak
veren de zaten kendisidir. Fakat Cenâb-ı Hak bunu, lütufkâr bir şekilde taata
çağırmak için böyle beyan buyurmuştur. Bunun özü şudur: Mü'min, ne zaman Allah
yolunda savaşır ve bu uğurda öldürülür, ruhu çıkar ve malı da .Allah yolunda
harcanırsa, âhirette Allah Teâlâ'dan, yaptığı bu şeylere karşılık cenneti alır.
Böylece bu, bir değiş-tokuş ve ,bir alış-veriş olmuş olur ki işte ayetteki,
"Allah karşılığında cenneti vererek canlarını ve mallarım satın
almıştır" ifadesi bu manayadır" demiştir. Hz. Ömer'in ve A'meş'in
kıraati de şeklindedir.
Hasan el-Basri şöyle
demiştir: "Dinleyiniz, Allah'a yemin olsun ki bu, çok kârlı bir
alış-veriştir. Bu, Allah'ın her mü'min ile yaptığı pek çok kârlı bir
alışveriştir. Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde bu biata dahil olmayan tek
mü'min yoktur. Sâdıku'1-vaad olan Hz. Peygamber (ş.a.s), "Sizin
bedenlerinizin (canlarınızın) fiyatı, ancak cennettir. Binâenaleyh onları,
ancak o cennet karşılığında satın" buyurmuştur.
Ayette "...ve
mallarını..." buyurulmuştur. Allah Teâlâ bu tabir ile onların Allah
yolunda harcadıkları malları ile, kendileri için, çoluk-çocukları için
harcadıkları malları kastetmiştir. Bu ayet-i kerimede birkaç incelik vardır:
[250]
Birinci incelik: Her
müşterinin, mutlaka bir satıcısı bulunması gereklidir. Burada ise, satan da,
alan da Allah Teâlâ'dır. Satanın ve alanın aynı kimse olması,ancak alış-verişte
faydasına olan şeylere aklı ermeyen bir çocuğun işlerini yerine getiren kayyım
hakkında doğru olur. Bu alış-veriş, memnunluk verici olması şartına bağlıdır.
Binâenaleyh ayetteki bu mesel (benzetme), kulun, adetâ kendi işlerini
yürütemeyen bir çocuğa; Allah Teâlâ'nın da, İyi ve mükemmel bir kayyime
benzetildiğini gösterir. Bundan maksad, Cenab-t Hakk'ın müsamahakâr olup
günahları affedeceğine ve kullarını her türlü hayır ve saadet mertebelerine
ulaştıracağına işaret etmektir.
İkinci incelik: Allah
Teâlâ, canlan ve ms'hrt, (onların canlan ve malları) diye kulların kendisine
izafe etmiştir. Binaenaleyh canların ve malların kullara nisbet
edilmesi, kulların kendilerinin dışında iki şeyin
bulunmasını gerektirir. Aslında durum da böyledir. Çünkü insan, "devamlı
kalan asfîcevher"den ibarettir. Bu beden, o asfî cevherin aleti, edevatı
ve bineği durumundadır. Ma! da, bu bineğin faydasına olarak yaratılmıştır. İşte
Hak Teâlâ insandan bu bineği ile malını, cennet karşılığında satın almıştır.
Doğrusu da budur. Çünkü insanın, bu durmadan değişen maddeler âleminin
faydalarına mal ve bedenle ilgili faydalara kalbi bağlı kaldığı müddetçe, yüce
mutluluklara ve kıymetti derecelere ulaşması imkansız olur. Fakat insanın bu
faydalara olan ilgisi kesilir ve bu ilgi, bedeni ölüme; malı da, Allah'ın
rızasını kazanmak için harcama derecesine gelirse, o kimse, hidayeti heva-vü hevesine;
Mevlâ'yı dünyaya, âhireti ûlâ'ya (dünyaya) tercih etmiş olur. Dolayısıyla da
saîdlerden, iyiler (ebrâr)dan, faziletli ve hayırlı kimselerden olur. O halde,
burada aslında satıct olan, (insanın) o kutsi ruh cevheridir, müşteri (satın
alan) da Allah Teâlâ'dır. Bu iki bedelden birisi çürümeye mahkûm beden ile fani
maldır, diğeri ise, devamlı cennet ve bakî mutluluklardır. O halde büyük bir
kazanç elde edilmiş, gam ve keder zail olmuş olur. İşte bundan ötürü Cenâb-t
Hak, "O halde (ey mü'minler) yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı
sevinin" buyurmuştur.
[251]
Allah Teâlâ daha sonra
"Allah yolanda savaşır, ölür veya öldürülürler" buyurmuştur. Keşşaf
sahibi: "Ayetteki ifadesi, tıpkı "mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda
mücahede edersiniz" (Sat, inayetinde olduğu gibi, emir manasındadır,
"savaşsınlar" demektir" demiştir. Bu tabirin, o alış-verişin bir
izahı ve onun için gerekli bir şart gibi olduğu da söylenmiştir. Hamza ve
Kisâî, ayetteki fiillerin yerini değiştirip, birincisini meçhul, ikincisini
malûm olarak, ("öldürülür veya öldürürler)" şeklinde okumuşlardır.
Bu, o kimselerin savaşta öldürülmeleridir. Diğer kıraat imamları ise, bu
fiillerin birincisini malum, ikincisini meçhul olarak, şeklinde okumuşlardır.
Bu kıraata göre, ifadenin manası açıktır. Çünkü bu, "onlar kâfirleri
öldürürler ve ölünceye kadar onları öfdürmekten,onlarla savaşmaktan geri
durmazlar" demektir.
Fakat fiillerden
birincisinin meçhul, ikincisinin malûm olarak okunması durumunda, bunun manası,
"Müslümanlardan büyük bir kısmı öldürülse bile, bu diğer müslümanları
savaşmaktan caydırmaz. Aksine geride kalanlar, bundan sonra da düşmanla
vuruşmaya devam eder ve ellerinden geldiğince onları öldürürler. Bu tıpkı,
"Onlar, Allah yolunda, başlarına gelen belalardan dolayı ne gevşeklik
gösterdiler, ne de zayıflık,.. "(aı-i imran. 146). yani "onlardan
geri kalanlar acze düşüp, gevşeklik göstermediler" ayetinde olduğu
gibidir.
[252]
Alimler, deliller ile
emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yaparak düşmanla mücadele ve münakaşa etmenin, bu
ayetin hükmüne girip girmediği hususunda ihtilaf etmişler,
bazıları, bunun vuruşarak cihad etme ile ilgili
olduğuna, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bu alış verişi, "Allah yolunda savaşır,
öldürürler veya öldürülürler..." ifadesi ile, "savaşma"
manasında tefsir etmiş olduğunu söylemişler; diğer bazıları ise, bu ifadeye,
her türlü cihad çeşidinin dahil olduğunu söyleyerek, şöyle demişlerdir:
"Bunun delili, bizim Abdullah b. Revâha (r.a)'dan (yukarıda) rivayet etmiş
olduğumuz hadistir. Hem, hüccet getirerek ve tevhidin delillerini ortaya
koyarak yaptlan cihad, savaştan daha tesirlidir. İşte bundan ötürü Hz.
Peygamber (s.a.s), Hz. Ali (r.a)'ye, "Allah Teâlâ'nm, senin elinle
(vasıtanla) bir insana hidayet etmesi, senin için, güneşin üzerine doğduğu
şeylerden yani dünyada herşeyden daha hayırlıdır"[253]
buyurmuştur. Bir de, savaşarak yaptlan cihadın tesiri delillerle yapılan
cihaddan sonra mükemmel ve güzel olur. Deliller ile yapılan cihadın ise,
savaşarak yapılan cihada ihtiyacı yoktur. "Nefis" (can), kıymetli bir
cevher (öz) olup, Allah o cevhere bu âlemde, son derece kıymet vermiştir. Onun
zatında bir bozukluk yoktur. Bozukluk, onunla beraber bulunan küfür ve cehalet
sıfatındadır. Binaenaleyh asıl cevhere dokunmadan, ondaki fasit sıfatı izale
edip gidermek mümkün olduğu zaman, bunu yapmak daha evlâ otur. Baksana, ölen
hayvanın derisinden, bazı bakımlardan istifade etmek mümkün olduğu için, şeriat
onu aslı üzere bırakmaya teşvik ederek, "Keşke o hayvanın (leş'in) derisini
alıp, dabaklasaydınız ve ondan istifade etseydiniz" demiştir. O halde,
deliller ile yapılan cihad, tıpkı deriyi dabaklayıp temizleme gibidir. Bu da,
fasit sıfatları giderip, cevheri (özü), aslı üzere (temiz olarak) bırakmaktır.
Vuruşarak cihad etmek ise, cevherin (canın) kendisini ortadan kaldırmaktır.
Binâenaleyh birincisi daha evlâ ve üstündür.
[254]
Allah Teâlâ daha
sonra, "Tevrat'ta, incil'de ve Kur'an'da (bulunan bu vaad O'nun üzerine
hak bir vaaddir" buyurmuştur. Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki
"vaad" kelimesi, mana bakımından mef'ûl-ü mutlak olduğu için mansub
kılınmıştır. Çünkü ifadesi "Allah
onlara cenneti vaadetti" manasındadır. Buna göre "vaad",
kelimesi, te'kid için gelmiş olan mefûl-ü mutlak olur." Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın kitaplarındaki, yani Tevrat, İncil ve Kur'an'daki şeyin ne olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Birinci görüş: Aİlah
Teâlâ'nm, Allah yolunda cihad edenlere yaptığı bu vaad, gerçek bir vaad olup,
Allah onû Kur'an'da belirtip, var olduğunu haber verdiği gibi, Tevrat ve
İncil'de de olduğunu bildirmiştir.
İkinci görüş: Bu
"Allah Teâlâ, Kur'an'da beyan ettiği gibi, Tevrat ve İncil'de
de, ümmet-i Muhammedin canlarını ve mallarını, cennet
karşılığında satın aldığını beyan buyurmuştur" demektir.
Üçüncü görüş: Bu,
"cihad ve savaşla ilgili emir, her şeriatta mevcuttur" demektir.
Allah Teâlâ daha
sonra, "Allah kadar ahdine kim vefa gösterebilir ki!" buyurmuştur.
Bu, "Ahdi bozmak yalandır, hiledir, tuzaktır. Bütün bunlar kabîh ve çirkin
ofan şeylerden olup, muhtaç olmalarına ve noksanlıklarına rağmen, her insan
tarafından çirkin görülen şeylerdir. O halde, hertürlü noksanlıktan ve
ihtiyaçtan uzak olan Allah'ın bu tür şeylerden münezzeh olması daha
evladır" demektir. Hak Teâla'nın bu ifadesi inkârı manada/ed manasında bir
istifham olup, "Vaadini Allah'dan daha iyi yerine getirecek bir kimse
yok" manasındadır.
[255]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, 'O halde (ey mü'minler) yapmış
olduğunuz bu ahş-verişten dolayı sevinin. Bu en büyük bir nâiliyettir"
buyurur. Bil ki bu ayette pek çok te'kid
nev'i vardır:
Birincisi:
"Şüphesiz ki Allah, mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığı
satın almıştır" ifadesidir. Buna göre, satın alan, yalandan ve hainlikten
münezzeh olan Allah Teâlâ olmuş olur ki bu da, bunun son derece güçlp bir ahd
(antlaşma) olduğuna delâlet eder.
İkincisi: Cenâb-ı Hak,
mü'minlere mükafaat verişini, bir alış-veriş olarak beyan etmiştir ki bu da,
te'kidle beyan edilmiş bir gerçektir.
Üçüncüsü: "Bir
vaaddir" ifadesidir. Çünkü Allah'ın vaadi haktır.
Dördüncüsü:
"Kendi üzerine" kelimesinin ifade ettiği husustur. Çünkü (üzerine) kelimesi, "vucûb"
(kesinlik-mecburiyet) ifade eder.
Beşincisi:
"Hak" kelimesinin ifade ettği husustur. Bu da, tahkiki te'kid ifade
eder.
Altıncısı:
"Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da" ifadesinin ortaya koyduğu
husustur.
Bu, bütün ilahi
kitâbların ve bütün peygamberlerin, o alış-verişe şahid olmaları demektir.
Yedincisi: "Allah
kadar ahdine vefa eden kim olabilir /r/?"ayetinin ifade ettiği husustur.
Bu ifade de, te'kidde zirvedir.
Sekizincisi: "O
halde (ey mü'minler) yapmış olduğunuz bu ahş-verişten dolayı sevinin!"
ifadesidir. Bu da, son derece te'kidli bir ifadedir.
Dokuzuncusu: "Bu,
bir farz (nâiliyyet)tir" tabiri.
Onuncusu: Bu ise,
"büyük" lafzının ifade ettiği husustur. Böylece bu ayet-i kerimenin,
işte bu on te'kid ve pekiştirmeyi ihtiva ettiği sabit olmuş olur.
Biz bu ayeti, şöyle
bir sonuçla bitirelim: Ebu'l-Kasım el-Belhî, çocukların ve
hayvanların da, çektikleri elemlerden ötürü mutlaka
bir karşılık (mükâfaat) alacaklarına bu ayeti delil getirerek şöyle demiştir:
"Zira ayet, mükellef olanlara, cennet fiatı verilmedikçe canlarının ve
matlarının alınamayacağına delalet eder. O bedel de cennettir. İşte bundan
ötürü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah... müminlerin canlarını ve mallarını
cennet karşılığında satın almıştır" buyurmuştur. Binâenaleyh bunun,
çocuklar ve diğer canlılar hakkında da böyle olması gerekir. Eğer bunlar bir
temennide butunabilselerdi, bu kıymetli dereceleri ve yüksek bedeli elde edebilmek
için, elem ve acılarının kat kat daha fazla olmasını isterlerdi."
Biz de şöyle diyoruz:
"Çocukların ve diğer canlıların çektikleri elemler karşılığında, birtakım
mükafaatlar elde edeceklerini inkâr etmiyoruz. Aramızdaki ihtilaf şu
husustadır: Biz (ehl-i sünnete) göre, insanlara bir karşılık (mükâfaat) vermek,
Allah üzerine vâcib (mecbur) değildir. Size (Mu'tezile'ye) göre ise, bu,Allah
üzerine vâcibtir. Bu ayet, böyle bir vâcib oluşu göstermemektedir."
[256]
"Tevbe edenler,
ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler,
ma'rufu emredenler, münkerden nehyedenler ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar
(yok mu, işte onlar da cennet ehlidir). Sen, o
mü'minleri
müjdele"
(Tevbe, 112).
Bil ki Cenab-ı Hak,
önceki ayette mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığnda satın
aldığını beyan edince; bu ayette de, o mü'minlerin dokuz sıfatla mevsûf olan
kimseler olduklarını beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:
[257]
Ayetteki, bu dokuz
sıfatın merfû oluşu hususundaşu izahlar yapılmıştır:
1) Bunlar,
"medh" üzere merfu olup, takdiri, "onlar, tevbe edici olan, hamd
edici olan., kimselerdir" şeklindedir. Bu,
"Şüphesiz ki Allah., mü'minlerden canlarım ve mallarını., satın
aldı'1 ayetinde bahsedilen mü'minler, teybe eden, ibadet eden.,
mü'minlerdir" manasına gelir.
2) Zeccâc
şöyle demiştir: "Ayetteki "tâibûn" (ve diğer sıfatlar), haberi
mahzûf olan birer mübtedadtr ve takdiri "cihad etmeseler dahi, tevbe eden,
ibadet eden.. kimseler de^ cennet ehlindendir" şeklinde olabilir. Bu
tıpkı, J-^1 İM itj y£j "Allah, onlardan herbirine cenneti vaadetmiştir
" (Hadrd, ıoj ayetinde bahsedildiği gibidir." Bu güzel bir izahtır.
Çünkü buna göre cennet vaadi, bütün mü'minler için söz konusu olmuş olur. Fakat
biz, "tâibûn" {ve devamını), kendinden önceki ayetle ilgili kılarsak,
o zaman cennet vaadi sadece mücahidler için söz konusu olur.
3)
"Tâibûn" (ve devamı)
mübtedadır yahut da,
(önceki ayetteki) öjstâ "muharebe ederler" fiilinin
failinden bedeldir.
4) "Tâibûn"
kelimesi mübteda, "âbidûn" ve sonrakiler ise, haber ve haberden sonra
gelen (ikinci, üçüncü, dördüncü) haberlerdir. Yani bu, "İnkârlarından
gerçek manada tevbe edenler, ibadet eden, hamdeden v.s. v.s. olan
kimselerdir" demektir.
Übeyy b. Ka'b (r.a) ve
Abdullah b. Mes'ûd (r.a) bu kelimeleri yâ ile ... şekillerinde okumuşlardır. Bu
kıraatle ilgin olarak da şu iki izah
yapılabilir:
a) Bu kelimeler "medh" üzere mansûb
kılınmışlardır.
b)
Bunlar, (önceki ayetteki)
"mü'minlerden" ifadesinin sıfatları olarak mecrûrdurlar.
[258]
Bu, ayetteki dokuz
sıfatın tefsiri hususundadır. Tövbe Ederler
Birinci sıfat,
tâibûn sıfatıdır. İbn
Ab bas (r.a): "Bu,
"şirklerinden tevbe edenler"
manasınadır" derken; Hasan el-Basri buna, "şirkten ve nifaktan tevbe
edenler" manasını vermiştir.
Usulcüler de buna,
"Her türlü günah ve masiyetten, tevbe edenler" manasını vermişlerdir.
Bu mana daha uygundur. Çünkü tevbe, bazan küfürden (inkârdan), bazan da
günahtan dolayı yapılır. Ayetteki "et-Tâibûn" kelimesi, başında
eltf-lâm bulunan, umum bir kelimedir. O halde bu, bunların hepsini (her ikisini
de) içine alır. Bu sebeble, bunu "küfürden tevbe"ye tahsis etmek, bir
tahakkümdür (delilsiz iddiadır).
Bil ki biz tevbenin ne
demek olduğu hususunda, *Jt"Otj* (Bakara. 37) ayetinin tefsirinde uzun
uzun açıklamada bulunmuştuk. Bil ki tevbe ancak şu dört şart bulunduğunda,
gerçek bir tevbe olur:
a) Kalbin, o
anda, kendisinden öylesi bir günahın sâdır olmasından dolayı yanıp
tutuşmastdır.
b) Yaptığından ötürü tam pişmanlık duymak.
c) İleride bir daha onu yapmamaya azmetmek.
d) Onu bu üç
şeye sevkedenin, Allah rızası ile kulluk arzusu olması. Çünkü kişinin
bunlardan maksadı, insanların
kınamasını kendisinden savuşturmak,
medh-ü senalarını elde etmek veya başka bir maksad olursa, tevbe etmiş
olmaz.
[259]
İkinci sıfat,
"âbidûn" sıfatıdır. İbn Abbas(r.a), "Bunlar, Allah'a ibadet
etmeyi, kendilerine görev bilen kimselerdir" derken, Kelamctlar:
"Bunlar, ibadet eden kimselerdir. İbadet ise, Allah'a alabildiğine ta'zim
etmek ve bu ta'zimi gösteren bir iş yapmaktır" demişlerdir. Bu görüşe
karşı İbn Abbas (r.a) şöyle diyebilir: "Allah'ı tanımak ve O'na itaatin
farz olduğunu kabul etmek, kalbin amellerinden biridir. Olumlu yönde bir ismin
ve sıfatın meydana gelmesi için, o yönde, o (ismin) mahiyetinin fertlerinden
birisinin bulunması yeterli olur."
Hasan el-Basrî bu
kelimeye, "Bollukta ve darlıkta, sıkıntılı ve sevinçli zamanlarda Allah'a ibadet
edenler" manasını vermiş.
Katâde,
"Gecelerinde ve gündüzlerinde, bedenlerinden birşeyler alan (yani ibadet
için onları yıpratan) kimselerdir" demiştir.
[260]
Üçüncü sıfat:
el-Hâmidûn sıfatıdır. Bunlar gerek dinî, gerek dünyevî hususlardaki Cenâb-ı
Hakk'ın nimetlerine karşı şükürlerini bi-hakkın yerine getiren ve bunu ortaya
koymayı kendileri için bir adet haline getiren kimselerdir. Biz teşbih, tehlil
ve tahmidin (subhanallah, la ilahe illallah, elhamdülillah'ın), dünya
yaratılmazdan önce Allah'a ibadet eden varlıkların, yani meleklerin sıfatı ve
hali olduğundan bahsetmiştik. Çünkü Allah Teâlâ, onların, Hz. Adem (a.s)
yaratılmazdan önce: "Biz seni hamdinle teşbih ve seni takdis
ederiz"(Bakara, a» dediklerini haber vermiştir. Bu, dünya harab olduktan
sonra Allah.'a ibadet edenlerin de sıfatıdır. Çünkü Allah Teâlâ, cennetliklerin
Allah'a hamdettiklerini haber vermiştir ve "Onların dua (ve niyazlarının)
sonu "elhamdüliîlahi Rabbii âlemindir" (Yunus, 10) buyurmuştur. İşte
bu ayetteki, "hamd edenler (hâmidûnf kelimesi ile kastedilenler, bütün
bunlardır.
[261]
Dördüncü sıfat,
es-Sâihûn sıfatıdır. Bu hususta birkaç görüş vardır:
Birinci görüş: Bütün
müfessirler, bununla oruç tutanların kastedildiğini söylemişlerdir. İbn Abbas
(r.a): "Kur'an'da yer alan, bütün "seyahat" kökünden müştak
lâfızlarla "oruç" kastedilmiştir" der. Hz. Peygamber (s.a.s),
"ümmetimin seyahati, oruçtur" buyurmuştur.
Hasan el-Basri:
"Bu, "sâihûn" (seyahat edenler) ifadesi ile, farz oruçlarını
tutanlar manasının kastedildiğini söylemiştir. Buna, "oruca devam
edenler" manası da verilmiştir. "Sâih" kelimesinin, sâim (oruç
tutan) manasına alınmasının sebebi hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Ezheri
şöyle der: "Oruç tutan kimseye "sâih" (seyahat eden)
denilmiştir, çünkü oruç tutanın, yemeden kendisini alıkoyması gibi, ibadet
maksadı ite, azıksız olarak yeryüzünde dolaşan kimse de kendisini yemekten
alıkoymuştur. İşte bu benzerlikten ötürü, oruç tutana "sâih" (seyahat
eden) denilmiştir."
b) "Seyahaf'ın
esas manası, tıpkı akıp giden su gibi, yeryüzünde devamlı gitmektir. Oruç tutan
kimse de, taat olan şeyleri yapmaya ve arzu duyduğu yemeyi, içmeyi ve cinsî
münasebeti terketmeye devam etmektedir.
Bana göre bu hususta
şöyle bir diğer izah da yapılabilir: İnsan yemekten, içmekten ve cinsi
münasebette bulunmaktan kaçınıp, kendisi için, hertürlü şehevi şeylere karşı
bir engel koyunca, hikmet kapıları ona açılır ve celâl âleminin nurları ona
tecellî etmeye başiar. İşte bundan ötürü Hz, Peygamber (s.a.s) Kim. Allah için
ihlash olarak kırk gün sabahlarsa (yan; itilasını kırk gün korursa), onun
kalbinden lisanına hikmet kaynakları fışkırır'[262]
buyurmuştur. Böylece bu kimse, Allah'ın celâr âleminde, makamdan makama ve
dereceden dereceye yürüyüp "seyahat eden" kimselerden olmuş olur. Bu
kimse için, ruhaniyet aleminde bir seyahat gerçekleşmiş olur.
İkinci görüş:
"Sâihûn" (seyahat edenler) ifadesi ile, ilim elde etmek için diyar
diyar dolaşan ilim talebeleri kastedilmiştir. Bu, İkrime'nin görüşüdür.
Vehb b. Münebbih'den,
şu rivayet edilmiştir: "Seyahat, İsrailoğullarında da vardı. Bir insan,
kırk yi! gezip dolaştığında, kendinden önceki seyyahların gördüklerini görürdü.
Böylece, İsrailoğullanndan veled-i zina olan bir çocuk kırk yıl seyahat etti
ama, hiçbir şey göremedi (yani mükâşefeye eremedi). Bunun üzerine "Ya
Rabbi, anamın yaptığı kötülükte (zinada) benim günahım ne..?" dedi. İşte o
esnada Allah, seyahat edenlere gösterdiği şeyleri ona da gösterdi."
Ben derim ki: Nefsin
olgunlaşmasında (kemale ermesinde), seyahatin büyük bir tesiri vardır. Çünkü
insanın baştna seyahat esnasında çeşitli sıkıntılar getir, o da onlara
sabretmek durumunda kaltr. Bazan azığı biter, Allah'a tevekkül etme ihtiyacını
duyar; bazan çeşitli fâzıl kimselerle karşılaşır ve herbirinden belli bir
hususta istifade eder. Yine o, bazı büyük zatlarla karşılaşır ve böylece de,
kendisini, onlara nisbet ettiğinde hakir (küçük) görür. Bu kimse, seyahati
esnasında, umduğu pek çok şeyi elde eder ve onlardan istifade eder. Cenâb-ı
Hakk'ın her tarafta, hususi birtakım şeyler yaratmış
olması sebebi ile, dünya ahalisinin farkfı farktı
hallerini görüp müşahede eder ve böylece marifetuilahı ve inancı kuvvet
kazanır. Velhasıl seyahatin dinî bakımdan çok büyük tesir (ve faydalan) vardır.
Üçüncü görüş: Ebu Müslim
şöyte demiştir: "Bu ifade jle, yeryüzünde gezip dolaşanlar kastedilmiştir.
Bu, akansuyun akması manasında bir kelime olup, bununla cihad ve hicret
maksadıyla evinden-yurdundan çıkınlar kastedilmiştir" Allah Teâtâ, bir
önceki ayette mü'minleri cihada teşvik etmiştir. Bu ayeti de, mücahidlerin
sıfatlarım beyan etmek için getirmiştir. Binâenaleyh onların bütün bu (dokuz)
sıfatla tam mevsuf olmaları gerekir.
[263]
Beşinci ve altıncı
sıfat, "râkiûn ve sâcidûn" sıfatlandır. Bu sıfatlarla namaz kılanlar
kastedilmiştir.
Kâdî şöyle demektedir:
"Cenâb-ı Hak, rükû ve secdeyi, namazdan kinaye olarak zikretmiştir. Çünkü
namaz kılamn, (namazdaki) diğer şekilleri, âdetine (her zamanki hallerine)
uygundur. Bu da onun kalkması ve oturmasıdır. Bu hususta, âdetin dışına çıkan
şey, rükû ve secdedir. İşte bu ikisi ile namaz kılan ve kılmayan arasındaki
fark ortaya çıkmaktadır." Şöyle de denebilir: Kıyam {ayakta durma), Allah
için gösterilen tevazünün ilk basamağı; rükû, ortası; secde ise en son basamağıdır.
Bundan dolayı, namaz kılmaktan maksadın, alabildiğine huşu, huzu ve ta'zim
gösterme olduğuna dikkat çekmek üzere huşunun ve kulluğun nihai noktasına
delâlet ettikleri için, (namaz kılma manasında) bilhassa rükû ve secde
zikredilmiştir.
[264]
Yedinci ve sekizinci
sıfat: Bil ki, mârufu emir ve münkeri nehiy ile ilgili hükümlerin yer aldtğı
böiüm, usûl ilminde ele alınan büyük ve önemli bir bölümdür. Binaenaleyh onu
burada ele alıp zikretmek mümkün değildir. Bu ifadede, cihadın farz kılınışına
bir işaret vardır. Çünkü marufun (iyiliğin) başı, Allah'a iman; münkerin
(kötülüğün başı) ise, Allah'ı inkârdır. Cihad, imana teşviki ve küfürden
alıkoymayı gerektirir. Bundan dolayı cihad, "marufu emir ve münkeri
nehiy" konusuna dahildir.
[265]
Ayetteki iijkû\j
"ve nehyedenler." ifadesinin başına "vav" edatının
getirilmesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:
Birinci izah: Eşitlik,
bazan vâv ile, bazan da "vâv"sız olarak gösterilir. Bu tıpkı,
"(O), günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden. azabı çetin olan ve fazl-u
ikram sahibi olan (Allah 'dır)" ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak bu
ayette bazı sıfatları vâv ile, bazılarını da vâvsız olarak zikretmiştir.
İkinci izah: Bu
ayetlerin maksadı, cihada teşvik etmektir. Dolayısiyle, Cenâb-ı
Hak, önce bu altı sıfatı zikretmiş, daha sonra da,
"ma'rufu emredenler, münkerden nehyedenler.." buyurmuştur. Buna göre
kelamın takdiri, "Şu aUı sıtatı taşıyanlar, ma'rufu emredip münkerden
nehyedenterdir'' şeklinde olur. Biz, emr-i maruf nehy-i münkerin başının cihad
olduğunu söyledik. O halde, bu ifadenin başına vâv getirilmesinin maksadı,
bahsettiğimiz bu hususa dikkat çekmektir.
Bu kelimelerin başına
vâv harfi getirilmiş olmasının üçüncü İzahı şudur: Geçen her sıfat, insanın
kendisi için yaptığı ibadetler olup, onların başkasıyla ilgisi ve alâkası
yoktur. Ama, nehy-i münker meselesi ise, başkasıyla ilgisi olan bir ibadettir.
Bu nehy ve yasaklama, öfkenin kabarmasına ve düşmanlığın ortaya çıkmasına sebebiyet
verir. Çoğu kez, nehyedilen kimse, kendisini nehyedeni dövmeye ve onu öldürmeye
yeltenir. Böylece, nehy-i münker, ibadet ve taat çeşitlerinin en zoru olmuş
olur. İşte bu sebeple, daha çok sıkıntı ve meşakkatin bulunduğuna dikkat çekmek
için, "nehyedenler" kelimesinin başına vav getirilmiştir,
[266]
Dokuzuncu sıfat:
"Allah'ın sıfatlarını koruyanlar" kısmının ifade ettiği husustur. Bu
sıfattan maksad şudur: Allah'ın buyurduğu mükellefiyetler çok olup başlıca şu
iki kısma ayrılmıştır:
a) İbadetle ilgili olanlar.
b)
Muamelatla ilgili olanlar. İbadetle ilgili olanlara gelince; bunlar, Allah'ın,
dünyevi bir fayda gözetmeyip aksine dinî hususta gözetilen bir faydadan ötürü
emrettiği şeyler olup, namaz, zekât, oruç," hacc, cihad, köle azadı,
adaklar ve diğer iyi amellerdir.
Muamelâtla ilgili
olanlara gelince bunlar da, ya celb-i menfaat, yahud da zararı def etmek için
yapılırlar.
[267]
Menfaati temin ile
ilgili olan birinci kısma gelince, bu menfaatler ya bizatihi maksuddurlar,
yahut da ikinci derecede kastedilirler. Bizatihi maksud olan menfaatler, beş
duyu organı tarafından elde edilen yarar ve menfaatlerdir.
Bu algılanan şeylerin
birincisi, tadılanlardır. Fıkhın, yiyecekler ve içeceklere dair hükümleri,
tadılanlar bölümüne dahildirler. Yiyecekler bazan bitkisel, bazan da hayvansal
olup, hayvanların yenilmesi de ancak boğazlandıktan sonra caiz olup, Aılah
Teâlâ da, kesme ve boğazlamayla ilgili birtakım şartlar koyunca, avlanma ve
kesme ile ilgili bölümler ve hitablar ile, kurban kesimiyle ilgili bölümler,
böylece fıkhın içine girmiştir.
Bunların ikincisi
kendisine dokunulabilenlerdir. Bu ifadenin içine, cinsi münasebetle ilgili
hükümler ve cinsi münasebetin helal olduğunu ifade eden hususlar dahil olur. Bu
da fıkhın, nikâh bölümüdür. "Süt emzirme" bölümü de bu bölümdendir.
Nikahın,
mihir, nafaka ve mesken gibi ayrıimaz
vasıflarından bahseden hususlar da bu bölüme dahildirler. Zevceler arasındaki
gece sırası ve onların geçimsizlikleriyle ilgili meseleler de bu konuyu
alâkadar eder. Nikâhı ortadan kaldıran sebepleri inceleyen kısım da, bu bölüme
dahildir. Nikahı ortadan kaldıran sebepler kısmına da boşama, hul {para
karşılığı boşanma), ftâ, zihar ve lian gibi hususlar girmektedir. Giyilmesi
helâl olan olmayan, kullanılması helâl olan ve gümüş ve altın kaplar gibi
kullanılması helal olmayan şeyleri inceleyen konular da, işte bu dokunulan
şeylerle ilgili bölüme dahildirler. Alimlerin, bu konudaki sözü çok uzundur.
Üçüncüsü,
görülenlerdir. Bu da, bakılması hetâl olanlar ile helâl olmayanlar bölümüdür.
Dördüncüsü,
duyulanlardır. Bu da, işitilmesi helâl olanlarla helâl olmayanlara dair
hükümdür.
Beşincisi,
koklayanlardır. Fukahâ, bu alanla ilgilenmemiştir.
İkinci derecede
kastedilenler ise, mallardır. Mallardan şu üç yönden bahsedilmiştir:
a)
Mülkiyyeti ifade eden sebepler. Bu sebepler, ya alışveriş olur veya başkası
olur. Alışveriş de, ya "ayn"lann, bizzat malın kendisinin alınıp
satılması; yahut da, menfaatlerinin alınıp satılmasıdır. Bizzat malların alınıp
satılması da, ya "ayn"a mukabil "ayn" ile, yahut
"ayn"a mukabil borç ile ofur ki, bu selemdir; ya da bir kimsenin,
borçlanarak bir şeyi satın alması gibi, borç mukabilinde "ayn"ı satın
alması veya satmasıdır, Veyahut da borcun borç mukabilinde alınıp satılmasıdır.
Bunun caiz oimadığı ileri sürülmüştür. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, borcu
borç ile değişmekten nehyettiği rivayet edilmiştir. Ancak ne var ki, dinde,
bunun örneği bulunmaktadır ki bu da iki borcun birbiriyle (takas edilip)
karşılıklı ödenmesidir.
Menfaatlerinin alınıp
satılmasına gelince, bu ifadenin içine, kiralar, ücretler ve mudarebe, ortaklık
akidleri dahildir.
Mülkiyeti gerektiren
diğer sebeplere gelince bunlar, varis olmak, hibe, vasiyyet, ihyâu'l-mevât,
(ölü, verimsiz, metruk araziyi ihya edip verimli hale getirmek), bulunan
yitikler, fey ve ganimet almak, zekat v.s. yollarla mal edinmektir. Mülkiyyet
sebeplerini tam olarak belirlemenin yolu, ancak iyiden iyiye incelemedir.
b) Fukahanın
ilgi alanına giren konulardan birisi de, malik olmayan kimseye, o şeyde
tasarruf edebilmesini gerektiren sebeplerin incelenmesidir. Bu da vekalet,
emanet ve bunlara benzeyen diğer şeylerdir.
c) Maliki, kendi mülkünde tasarrufta bulunmaktan
men eden sebepler. Bu da, rehin, iflâs, icâre (kiraya verme) vs.dir.
İşte, Allah'ın, celb-i
menfaat konusunda yüklediği mükellefiyetlerin tesbiti bundan ibarettir.
[268]
Allah'ın "def-i
mefsedet" meselesindeki mükellefiyetlerine gelince, biz diyoruz ki: Zarar,
beş çeşittir. Zira zarar, ya canlar, ya mallar, ya dinler, ya nesebler veyahut
da akıllar hususunda olur.
Canlar hakkında
meydana gelen zarar, ya canın tamamı hakkında olur ki, bu husustaki hüküm, ya
kısas, ya diyet veyahut da keffârettir. Yahut da zarar, canın bir kısmı hakkında
olur ki; bu meselâ, elin v.s.nin kesilmesi gibidir, bu hususta vacib olan, ya
kısas, ya diyet veyahut da "erş"tir.
Mallar hakkındaki
zarara gelince bu zarar, ya alenî, açıktan meydana gelir ki, bu fıkıhtaki
"gasb" konusunu teşkil eder. Ya da bu zarar, gizli olarak meydana
gelir ki, bu da fıkıhtaki "Kitâbu's-serika" konusunun ortaya
konulmasına sebep olmuştur.
Dinler hususunda
meydana gelen zarar da ya küfürdür, ya da bid'attir. Küfre gelince, bunun
içine, mürtedlerle ilgili hükümler girer {Fukaha bu meseleyi, mürtedlerle
ilgili bölümde ele almıştır). Fukahânın, bid'atçilerle ilgili olarak yazmış
oldukları muayyen bir kitap ve fasıl bulunmamaktadır.
Neseb, soy hususunda
meydana gelen zarara gelince, "zina" ve "livata"nın haram
kılınması ve bu hususta meşru kılınan cezanın beyanı bununla ilgilidir. Zina
isnadının cezası ile "li'ân" bölümleri de, bu kısma dahildir. Burada,
söz konusu olan bir başka bahis daha vardır ki, o da şudur: Hiç kimsenin,
menfaatlerine ve kendisinden zararları def etmeye dair haklarını tastamam
yerine getirmesi mümkün değildir. Çünkü, çoğu zaman bu kişi zayıf olur, karşı
taraf da onun bu yönünden -istifade ederek, onun bu haklarına aldırış etmez.
İşte bu incelikten dolayı Cenab-ı Hak, hükümleri infaz etmek için, imam, halife
tayin etmiştir. Bu devlet reisi ve imamın, birtakım nâib ve vekillerinin olması
da gerekir ki bunlar, emirler ve kadılardır. Bir kimsenin sözünün, bir başkası
nezdinde makbul olması, ancak delil ile olup, şeriat da hakkın ortaya konulması
için hususî bir hüccet olan şehadeti benimseyip, davanın ve delilin ikame
edilmesi için de, mutlaka birtakım hususi şartların bulunması gerekince,
mutlaka, (fıkıhta) bunları içine alan bir konunun da bulunması gerekir. İşte,
Allah'ın hükümlerinin, mükellefiyetlerinin ve hududunun ana noktalarının
tesbiti bundan ibarettir. Bunlar, pekçok olup, Allah Teâlâ da bunları,
Kur'an'ın tamamır.Ja bazan tafsilatlı bir biçimde beyan buyurup, bazan da Hz.
Peygamber'e, mükelleflere bunu beyan etmesini emrederek bu şekilde ortaya
koyunca, pek yerinde olarak, Cenab-ı Hak, bu hükümlerini ve bu hududunu bu
ayette, mücmel ve kısa olarak ele alarak "Allah'ın sınırlarını
koruyanlar" buyurmuştur. İşte bu ifade, bütün mükellefiyetleri içine alır.
Bil ki fukahâ,
zikrettikleri bütün bu şeylerin, mükellefiyetlerin beyanı hususunda kâfi
olduğunu sanmışlardır. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Zira mükellefin
amelleri ikiye ayrılır:
a) Uzuvlarla ilgili amelleri,
b) Kalblerie ilgili amelleri.
Fıkıh kitapları,
uzuvlarla ilgili mükellefiyetlerin kısfrnîannı izah etmeyi ihtiva etmektedir.
Ama, kalbin
amelleriyle ilgili mükellefiyetlere gelince fukahâ, bunlardan kesinlikle
bahsetmemiş ve bunlar hakkında da herhangi bir kitap, bir bâb ve bir fasıl
ayırmamış ve bunların inceliklerinden bahsetmemişlerdir. Bunlardan bahsetmenin
daha mühim ve bunların hakikatlannı iyice ortaya koymanın daha evla olduğunda
şüphe yoktur. Zira, uzuvlarla ilgili ameller, ancak kalbî amelleri
gerçekleştirmek gayesiyle istenirler. Allah'ın kitabı Kur'anda, pek çok ayette
bunu bildirmektedir,
Cenab-ı Hakk'ın,
"Allah'ın sınırlarım koruyanlar" buyruğu da, bütün bu kısımları ihata
ve şümul yoluyla kapsamaktadır.
Bil ki Cenâb-ı Hak, bu
dokuz sıfattan bahsedince, "sen o mü'minleri müjdele..." buyurmuştur.
Bundan maksat şudur: Allah Teâlâ bir önceki ayette, "O halde yapmış
olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin" (Tevbe, mj buyurmuş ve bunun
peşinden bu dokuz sıfatı zikretmiş, bütün bunlardan sonra da,
"sevinin..." buyruğundaki beşaretin sadece bu sıfatlarla muttasıf
olan mü'minleFi kapsadığına dikkat çekmek için, "Sen o müminleri
müjdele" buyurmuştur.
Buna göre eğer,
"Cenab-ı Hakk'ın, bu sekiz sıfatı mufassal bir biçimde zikredip, bunun
peşinden de dokuzuncu sıfatta, diğer mükellefiyetleri kısaca ele alarak
zikretmesinin sebebi nedir?" denilirse biz deriz ki:
Tevbe, ibadet, hamd
ile meşgul olmak, İlim talebi için seyahatta bulunmak, rükû ve secde etmek,
emr-i maruf nehy-i münkerde bulunmak, mükellefin çoğunlukla yaptığı şeylerdir.
İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak bunları ayrıntılı bir biçimde zikretmiştir..
Geriye kalanlar ise, mesela alışverişle ilgili hükümler, suçlarla ilgili
hükümleri bilme gibi hususlarsa, mükellefin çoğu kez haberdar olmadığı
şeylerdir. Hem, o sekiz iş, her ne kadar uzuvlarla ilgili amellerden ise de,
aynı zamanda kalble ilgili amellerdendir. Çünkü bütün bunların gayesi, kalbin
hallerinin ortaya konulmasıdır. Kalbin hallerini görüp gözetmenin, uzuvların
amellerini görüp gözetmeden daha mühim olduğunu anladın. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak bu kısmı ayrıntılı bir biçimde zikretmiş, diğer kısmı da kısaca ele
almıştır.
[269]
"Müşriklerin,
cehennemlik oldukları meydana çıktıktan sonra, artık onların
lehine, velev akraba olsunlar, ne peygamberin, ne de
m'üminlerin istiğfar
etmeleri doğru
değildir. İbrahim'in, babasına olan istiğfarı ancak ona ettiği bir
vaadden dolayı idi-
Yoksa onun Allah'ın bir düşmanı olduğu kendisince besbelli olunca o.
Ondan uzaklaştı. İbrahim cidden pek çok tazarru ve niyaz
eden, gerçekten sabırlı idi"
(Tevbe. 113-114)
Bil ki Allah Teâlâ, bu
surenin başından buraya kadar, her bakımdan, kâfir ve münafıklardan uzak
durmayı açıkça bildirmenin farz olduğunu beyan edince, bu ayette de, kişinin
babası annesi gibi en yakın akrabalarından -ister ölmüş ister hayatta olsunlar-
dahi berî olduğunu bildirmesini gerekli kılmıştır. Bundan maksat, onlarla ilgi
ve münasebetin alabildiğine kesildiğini ve onlarla hiçbir suretle münasebet
kurulamayacağını beyan etmektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[270]
Alimler, bu ayetin sebeb-i
nüzulü hakkında şunları nakletmişlerdir:
1) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: Allah, Mekke'nin fethini
müyesser kılınca, Hz.
Peygamber (s.a.s), ebeveyninden
hangisinin
kendisine en yakın zamanda öldüğünü sordu. Bunun üzerine, "Annen!" denildi.
Hz. Peygamber de, annesinin kabrine gitti ve onun yanında durdu. Sonra da başı
ucunda oturarak ağladı. Bunun üzerine Hz. Ömer {r.a), Hz. Peygamber'e.
"Sen, bizi kabirleri ziyaret etmekten ve ağlamaktan nehyettin. Ama sonra
da sen, kabirleri ziyaret etmeğe başladın!" diye sorunca, Hz. Peygamber.
"Bu hususta bana müsaade edildi. Ben, annemin içine düştüğü azabı görüp ve
Allah'tan anneme gelecek olan azâb hususunda da elimden hiçbir şey gelmeyince,
ona merhametimden dolayı ağladım' dedi.
2) Said
İbnu'l-Müseyyeb'ten, babasının şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ölüm, Ebu
Talib'e gelip çatınca, Hz. Peygamber(s.a.s) ona,"Amcacığım, Ta ilahe
illallah"de!
Ben, bu cümleyle
Allah katında seni savunurum..." dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil, Abdullah
İbn Übeyy İbn Ümeyye: "Abdulmuttalib'in dininden yüz mü
çeviriyorsun?!.." deyince de Ebu Talib: "Benimsemiş olduğumuz din
üzereyim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Allah beni
yasaklamadığı sürece senin için mağfiret taieb edeceğim..." deyince de,
"Gerçekten sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin"(Kasas. 56)
ayeti nazil oldu."
Vahidî şöyle
demektedir: "Hüseyin İbn el-Fadl, bu açıklamayı tuhaf gördü. Çünkü bu
Tevbe sûresi, Kur'an'ın en son nazil olan sûrelerindendir. Halbuki Ebu Talib'in
vefatı, İslâm'ın ilk yıllarında Mekke'de olmuştur."
Ben derim ki, bana
göre de, bu uzak görme, uzak görülmüştür. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, o
vakitte, o ayetin nazil olduğu vakte kadar, Ebu Talib için mağfiret talebinde
bulunduğunun söylenilmesinde ne sakınca var? Zira kâfirlere karşı sert ve
şiddetli davranma, bu sûrede ortaya çıkmıştır. Belki de mü'minler kendilerinin,
kâfir olan ebeveynlerine mağfiret talebinde bulunmalarının caiz olduğu
kanaatindeydiler. Hz. Peygamber (s.a.s) de bunu yapıyordu. Sonra bu sûre nazil
olunca, Allah onları bundan nehyetti. Bu, genel olarak uzak ihtimal görülmez.
3) Hz. Ali'den şu rivayet edilmiştir: "O,
müşrik ebeveynine mağfiret talebinde bulunan bir adamı işitince, şöyle dedi:
"Ben o adama, "müşrik oldukları halde-ebeveynine mağfiret talebinde
mi bulunuyorsun?" deyince o adam: "İbrahim de, ebeveyni müşrik olduğu
halde, onlar için mağfiret talebinde bulunmamış mıdır?" cevabını verdi.
Bunun üzerine ben bunu Allah'ın Resulüne söyleyince, işte bu ayet-i kerime
nazil oldu.
4)
Rivayet olunduğuna göre, bir kimse Hz.
Peygamber'e gelerek şöyle dedi: "Cahiliyye çağında babam sıla-i rahimde
bulunur, misafirlere ikram eder, malından bağtş ve hibede bulunurdu. (O halde
ey Allah'ın Resulü), şimdi babam nerede?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s),
"Müşrik olarak mı öldü?" diye sordu. O adam, "Evet" deyince
de, Hz. Peygamber, "Fazla derin olmayan bir ateş çukurundadır" dedi.
Bunun üzerine adam, ağlayarak geri döndü. Hz. Peygamber onu çağırarak,
"Benim, senin ve İbrahim'in babası ateştedir. Zira senin baban, hiçbir gün, "Ateşten
Allah'a sığınırım" dememiştir" dedi.
[271]
Cenâb-ı Hakk'ın iyi "Ne peygamberin ne de mü'minlerin
müşrikler için istiğfar etmeleri doğru değildir" buyruğunun manasının,
"Bu ona
yakışmaz" şeklinde olması muhtemeldir.
Böylece bu
ifade bir vasıf gibi
olmuş olur. Yine bunun manasının, nehiy manasında olmak üzere, "Bu onun
için olmaz" şeklinde olması da muhtemeldir. Binâenaleyh, birincisinin
manası, "Nübüvvet ve iman, müşrikler hakkında mağfiret taleb etmeye
mânidir" şeklinde olur. İkincisinin manası ise, "Sizler, mağfiret
talebinde bulunmayınız"
şeklinde olur ki, bu
iki mana, birbirine yakındırlar. Bu men ve yasaklamanın sebebi, Cenâb-ı
Hakk'ın, ''onların, cehennemlik oldukları meydana çıktıktan sonra" ayetinde
zikrettiği husustur. Ayrıca Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş
koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler İçin
bağışlar'(Nisa. 48] buyurmuştur. Buna göre mana, "Allah Teâlâ, onları
cehenneme sokacağını haber verince, onlar için mağfiret talebinde bulunmak,
Allah'ın, vaad ve vaîdinden caymasını taleb etmek gibi olur ki, bu caiz
değildir. Hem, Allah Teâlâ'nın, daha önceki hükmü onlara azab edeceği şeklinde
olunca, bu sebeple onlar, onun bağışlanmasını taleb ettiklerinde, hiç şüphesiz
onların bu talebleri reddedilmiş olur ki bu da, Hz. Peygamberin derecesinin
noksan ve mertebesinin de düşük oimasını gerektirir.
Hem yine Cenâb-ı Hak,
"Bana dua edin. Size icabet edeyim'' (Mü'min, 60} buyurmuş, onlar hakkında
da, "Onlar, cehennemliktir" buyurmuştur. Binâenaleyh bu mağfiret
talebinde bulunma, iki nasstan birinden caymayı gerektirir ki, bu caiz
değildir. Ebu Haşim, kulun, Allah'ın yapmayacağını haber vermesinden sonra da,
o şeyi Rabbinden istemesini caiz görmüş; buna da, cehennemliklerin, Aflah'ın
onu yapmayacağını bilmelerine rağmen, "Ya Rabb! bizi buradan çıkar. Eğer
(yine küfre) dönersek artık hiç şüphesiz ki biz zalimlerizdir'' (Mû'minun, 107)
demeleriyle İstidlal etmiştir. Ebu Haşim'in istidlali, şu sebeplerden dolayı son
derece tuhaf bir istidlaldir:
a) Bu, kendi mezhebi ve görüşü olan,
"Ahirettekiler cahil olamaz ve yalan söyleyemezler" şeklindeki
görüşüne bina edilmiştir ki, bu görüş kabul edilemez. Aksine Kur'an'ın,
"Sonra onların fitnesi. "Rabbimiz olan sen Allah'a andederizki, biz
eş tutanlardan değildik" demelerinden başka bir şey olmadı. Bak,
vicdanlarınıza karşı nasıl yalan söylediler!" (Enam, 23-2*) şeklindeki
nassı, böyle bir iddiayı çürütür.
b) Onlar
hakkında, onların bu isteklerinin reddedilmesi ve onların susturulması güzel ve
yerinde olur. Ama bu, Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında caiz değildir. Zira bu,
O'nun makam ve mertebesinin noksanlaşmasını gerektirir.
c)
Kendisinde herhangi bir faydanın olmadığı bilinen bu gibi istekler, ya abes
veya bir ma'siyet olur. Bu iki şey. cehennemlikler hakkında düşünülebilirse de,
büyük peygamberler hakkında düşünülemez.
[272]
Allahu Teâlâ, mağfiret
talebinde bulunmaya mani olan sebebin,
onların, cehennemliklerden olduklarının ortaya
çıkması olduğunu beyan
etmiştir. Bu illet, onların yakın veya
uzak akraba olmaları
halinde değişmez. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "En yakın akraba dahi
olsalar" buyurmuştur. Sebeb-i nüzulün, bizim naklettiğimiz şey olması, bu
görüşü takviye etmektedir.
[273]
Cenâb-ı Hakk'ın
"İbrahim'in.
babasına olan
istiğfarı, ancak ona ettiği bir vaadden dolayı idi" buyruğuna gelince, bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[274]
Bu ayetin, kendinden
önceki ayetle münasebeti hususunda birkaç izah yapılmıştır:
a) Bundan
maksat, hiçbir insanın, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz.
İbrahim'e müsaade
ettiği şeylerin bir kısmından Hz. Muhammed'i men ettiği vehmine kapılmamasıdır.
b) Bizim, bu
ayetin, kendinden önceki ifadelerle münasebetinin izahı hususunda bahsetmiş
olduğumuz, "Kâfirlerin ölülerinden ve dirilerinden her türlü ilgi ve
münasebetin kesilmesi gerektiği" şeklindeki görüş de söylenebilir. Sonra
da Cenâb-ı Hak, bu hükmün, Hz. Muhammed'in dinine has kılınmadığını, aksine,
kâfirlerle her türlü ilgi ve münasebetin kesilmesinin gerekliliğinin, Hz.
İbrahim {a.s.)'in dininde de meşru olduğunu beyan buyurmuştur. Böylece,
kâfirlerle olan ilgi ve münasebetin kesilmesinin vücubiyyeti, daha kuvvetli bir
biçimde ifade edilmiş olur.
c) Allah
Teâlâ, bu ayette Hz. İbrahim (a.s.)'i, "halım", yani kızgınlığı az;
"evvâh" yani, "insanların başına belâ ve musibet geldiğinde, çok
feryâd edip ağlayan" olarak vasfetmiştir. Bundan maksad da, böylesi
sıfatları taşıyan herkesin, babasına mağfiret talebinde bulunma hususunda
kalbinde taşımış olduğu temayülün şiddetli olduğunu açıklamaktır. Buna göre
sanki şöyfe denilmek istenmiştir: "Hz. İbrahim'in kadrinin ve kıymetinin
son derece yüce olmasına ve "halîm" ve "evvâh" olmakla
nitelenmiş olmasına rağmen, Allah Teâiâ onu, kâfir-olan babası için mağfiret
talebinde bulunmaktan nehyetmiştir. Binâenaleyh, başkasının bundan men edilmesi
haydi haydi evlâ olur.
[275]
Kur'an-ı Kerim, Hz. İbrahim (a.s.)'in, babası
için mağfiret
talebinde bulunduğuna delâlet eder.
Nitekim Cenâb-ı Hak
bunu, "Babamı da
bağışla. Çünkü o, sapıklardandır"
(Şuara. 86);
"Va Rabbi. beni. ana ve babamı a/fef"(ibrahim, 4i;
"Sana selâm olsun. Senin için Rabbime İstiğfar
edeceğim"
,Meryem. 47) ve "Muhakkak ki senin
bağışlanmanı İsteyeceğim "(Mûmiehine, 4) şeklinde bahsetmiştir, Böylece,
kâfir kimse için mağfiret talebinde bulunmanın caiz olmadığı sabit olmuş olur.
Bu şekilde de bu, bu günahın Hz. İbrahim'den sudur ettiğine delâlet eder.
Bil ki Allah Teâiâ bu
müşkile, "İbrahim'in, babasına o!an istiğfarı ancak, ona ettiği bir
vaadden dolayı idi" ifadesiyle cevap vermiştir. Bu ifadeyle ilgili iki
görüş bulunmaktadır:
a) Vaad
edenin, Hz. İbrahim'in babası olmasıdır. Buna göre mana, "Onun babası ona,
iman edeceğini vaad etti.Böylece de İh -hlsn (a.s.), işte bundan dolayı
mağfiret talebinde bulundu. Ama ne zaman ki, Hz. İbrahim, babasının iman
etmediğini, onun
Allah'ın düşmanı
olduğunu anlayınca, ondan uzaklaştı ve bu mağfiret talebinden vazgeçti"
şeklinde olur.
b) Vaad
edenin Hz. İbrahim olması. Bu böyledir, zira Hz. İbrahim, babasının müslüman
olacağı ümidiyle, onun için mağfiret talebinde bulunacağını babasına vaad etti.
Hz. İbrahim'e, onun, Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkınca, o zaman babasından
uzaklaştı. Bu tefsirin doğruluğuna. Hasan el-Basrî'nin, bâ harfiyle olmak
üzere, (iyyahu ~ ona) yerine,(ebahu
babasına) şeklinde okuması da delil teşkil eder.
Bazı âlimler, buna
cevaben şu iki açıklamayı yapmışlardır:
1) Hz.
İbrahim'in, babasına mağfiret talebinde bulunmasından maksat, onun onu iman ve
İslâm'a davet etmesidir. O, babasına: "İman et. Böylece ikâbtan kurtul,
mağfirete nail ol!" diyordu. Hz. İbrahim, Allah'ın, mağfireti gerektiren
imanı babasına nasib etmesi hususunda Allah'a yalvarıp yakarıyordu ki,
mağfiret talebinde bulunmaktan maksat budur, Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim'e,
babasının küfür üzerinde ısrar ederek öleceğini haber verince, o zaman o, bu
talebten vazgeçti.
2) Bazı
alimlerde, Cenâb-ı Hakk'ın, "ne peygamberin, ne de mümin olanlarır
müşrikler için mağfiret talebinde bulunmaları doğru değildir.. " ayetinin
ifade ettiğ hususu, cenaze namazına hamletmişlerdir. İşte bu yolla, bu
istiğfarda, azâb hafifletmek gayesi bulunduğu için, kâfir için istiğfarda
bulunmada bir sakınca olmadığı ortaya çıkmış olur. Bunlar sözlerini şöyle
sürdürmüşlerdir: "Bunun delili, bundan muradın, bizim zikretmiş olduğumuz
şu husus olmasıdır: Allah Teâlâ, "Onlardan ölen hiç bir kimseye ebedî
olarak dua etme" (Tevbe, 84) ayetiyle, münafıklara namaz kılmaktan men
etti. Bu ayette de bu hükmü tamîm etmiş; ister münafık olsun, isterse şirkini
izhar etmiş olsun, müşrikler üzerine cenaze namazı kılmaktan men
etmiştir." Bu, garip bir görüştür.
[276]
Hz. İbrahim'in neye
dayanarak babasının Allah'ın düşmanı olduğunu anladığı hususunda alimler ihtilaf
etmişlerdir. Bu
cümleden olarak bazıları, bunun küfürde
ısrar ve küfür
üzere ölüm olduğunu; bazıları da, sadece
küfürde ısrar olduğunu söylerken; diğer bazıları da, Allah Teâlâ'nın, ona bunu
vahiy ile bildirmesinin, onun da bundan dolayı babasından teberrî etmesinin
uzak bir ihtimal olmayacağını söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle
demiş olur: "Hz. İbrahim babasının Allah'ın düşmanı olduğunu anladığında,
o ondan uzaklaştığına göre, siz de böyle olunuz. Zira ben size, Hz. İbrahim'e uymanızı
emrettim." Çünkü Allah Teâlâ "Allah) birleyici olarak ibrahim'in
dinine uy" (An İmran, 95» buyurmuştur.
[277]
AHahu Teâlâ, bu
hadisede Hz. İbrahim'in durumundan bahsedince, "İbrahim cidden pekçok
tazarru ve niyaz eden, gerçekten sabırlı idi" buyurdu. Bil ki, evvah
kelimesi, bir kimsenin, kederi iyice artınca söylediği, "ah!"
sözünden türemiştir. Bunun sebebi şudur: İnsan hüzünlendiğinde, kalbi ruh,
kalbin içinde sıkışıp tıkanmaya, boğulmaya başlar, böylece alabildiğince yanar.
İnsan da, kendisinde bulunan bazı kederleri hafifletmek için, kalbinden bu
yanan nefesini (ah! diyerek) çıkarır. İşte bu lafzın iştikakı hususundaki temel
izah budur. Müfessirlerin bu ifadeyi tefsirleri hususunda değişik açıklamaları
bulunmaktadır, Hz. Peygamber (s.a.s)"den şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Evvâh, huşûlu olan ve
yalvarıp yakaran demektir. "
H. Ömer (r.a)'den
rivayet edildiğine göre o, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Evvâh ne
demektir?" diye sorduğunda. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Çok dua
edendir" cevabını vermiştir.
Rivayet olunduğuna
göre, Zeyneb (r.anha), Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında, onun çehresini
değiştirecek (yani kızdıracak) şekilde konuştu. Hz. Ömer (r.a.), bunu
yadırgayınca da, Hz. Peygamber (s.a.s), "Onu bırak, çünkü o,
evvâhtır" buyurdu. Kendisine: "Ya Resutellah, "evvâh"
nedir?" denince de, "Huşu ve tazarru içinde duâ eden"
demektir" buyurdu. Hz..İbrahim (a.s.)'in "evvâh" olmasının
sebebinin, "Her nezaman kendisinin bir kusurunu hatırlasa veya kendisine
âhiretin şiddetli hallerinden birşey hatırlatılsa, bundan korkarak ve bunu çok
önemli görerek, "ah! ah!" demesi olduğu da söylenmiştir.
İbn Abbas (r.a.)'ın,
"Evvâh, haşyet (korku) içinde olan rnü'mindir" dediği rivayet
edilmiştir.
Hz. İbrahim (a.s.)'in
'"halim" olarak vasfedümesine gelince, bunun manası malumdur. Bil ki
Allah Teâlâ. Hz. İbrahim'i bu ayette, bu iki vasıfla tavsif etmiştir. Çünkü onu
alabildiğine rikkatli, şefkatli, korku ve endişeli olarak vasfetmiştir. İşte
bundan ötürü onun, babasına ve çocuklarına duyduğu rikkat fazla olmuştur.
Böylece Allah Teâlâ bu vasıfları taşımasına rağmen onun,, babasının küfürde
ısrar ettiğini görünce, babasından uzaklaştığını ve.ona1 karşı sert
davrandığını beyan etmiştir. Binâenaleyh (ey mü'minler), böyle olmak size daha
uygun düşer. Hz. İbrahim (a.s)'in "halim" vasfına sahib oluşu da
böyledir. Çünkü hilm sebeblerinden birisi de, kalbin rikkatli ve alabildiğine
merhametli olmasıdır. Çünkü insanın durumu böyle olunca, öfkeli anında da hilmi
artar.
[278]
"Allah bir
topluluğa hidayet ettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine
apaçık bildirmedikçe, onları saptıracak değildir.
Şüphesiz ki Allah her şeyi
hakkıyla bilendir.
Göklerin ve yerin hakimiyeti hakikaten Allah'ındır. O, hem
diriltir, hem öldürür. Sizin Allah'dan başka ne bir
veliniz, ne bir yardımcınız
yoktur"
(Tevbe, 115-116).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[279]
Bil ki Allah Teâlâ,
mü'minleri müşrikler için mağfiret taleb
etmekten
(istiğfardan) men edip, müslümanlar da, bu ayet
inmezden önce, küfür üzere ölen babalan, anaları ve diğer
akrabaları hakkında mağfiret talebinde bulunmuş olduklarından
dolayı, müşrikler için mağfiret talebinde bulunmuş olunca, bu ayet indiğinde,
daha önce müşrikler hakkında mağfiret talebinde bulunmuş olmalarından ötürü
endişeye kapıldılar. Hem sonra müşrikler için mağfiret talebinde bulunmuş olan
bazı müslümanlar, bu ayet nazil olmazdan önce ölmüşlerdi. Bundan dolayı
müsiümanların kalbine, onların hallerinin nice olacağı endişesi düştü. İşte
bunun üzerine, Allah Teâla, bu ayetle o korku ve endişeyi onlardan gidererek,
ancak, kaçınmaları ve ittika etmeleri gereken şeyleri beyân ettikten sonra
onları muaheze edeceğini beyan buyurmuştur. Ayetin, kendinden önceki âyetlerle
ilgi ve münasebeti hususunda bu, son derece güzel bir izahtır.
Şu izah da
yapılmıştır: Bu sûre, başından buraya kadar, kâfirlerle ve münafıklarla
içli-dışlı olmaktan men etmeyi beyan etmekte, onlarla birlikte olmamanın ve
onları dost edinmekten kaçınmanın vâcib olduğunu açıklamaktadır. Binâenaleyh
sanki, "O kâfir ve münafıklar hakkında böylesine şiddetli<Javranma,
rahim ve kerim olan İlah'a naşı! uygun düşer?" denilmiş de, buna şöyle
cevap verilmiştir: "Allah Teâlâ, ancak kendilerini (hidâyete) davet
ettikten ve dolayısıyla onlara korunulması gerekli olan şeyleri beyan ettikten
sonra, bir kavmi ceza ile muaheze eder. Fakat bunu beyan ettikten ve her türlü
mazeret kapısını kapadıktan sonra onları Cenâb-ı Hakk'ın, en şiddetli ceza ve
hesab ile muaheze etme hakkı vardır.
Hak Teâlâ'nın tabiri
ile ilgili şu izahlar vardır:
a) Bundan
murad, Allah'ın, onları cennet yolundan saptırmasıdır. Yani "Allah, onları
ondan çevirmiş ve onları cennete yönelmekten men etmiştir" demektir.
b) Mu'tezile
"Bu ayette bahsedilen, "saptırma", "onların sapmış
olduklarına hükmetmek" manasınadır" demişler ve görüşlerine,
Kümeyt'in "Bir taife, sizi sevdiğim için beni küfre nisbet ettiler, benim
kâfir olduğum hükmüne vardılar" şeklindeki beytini delil getirdiler.
Ebu Bekir el-Enbârî
şöyle demiştir: "Bu açıklama yanlıştır. Çünkü Araplar böyle bir mana (yani
hükmetme manasını) kastettiklerinde, tef'il babını kullanır. Meselâ, (Onu
dalâlete nisbet etti, saptığına hükmetti) derler. Mu'tezile'nin Kümeyt'in beyti
ile yapmış oldukları istidlal geçersizdir. Çünkü bizim "Hüküm cihetinden
onun kâfir olduğunu söyledi" şeklindeki sözümüzden, edalle
"saptırdı" manasının doğruluğu gerekmez. Çünkü, fe'ale şeklinin (yani
sülasisinin) kullanılması doğru olmaz. Baksana kesereh "Onu kırdı"
denilmesi caiz olduğu halde, bu manada ekserehu denilmesi caiz değildir. Aksine
bu hususlarda sema'a- (yani Arapların kullanmasına) başvurulması- itibar
edilmesi gerekir.
c) Allah,
onlara hidayet ettikten sonra, kalblerine artık delâleti sokmaz ki azaba
müstehak olacakları şey onlardan sâdır olsun.
[280]
Mutezile şöyle
demektedir: "Ayetin neticesi şuraya varır:
Allah Teâlâ, ancak, kendisine o fiilin çirkin ve yasak
olduğunu açıkladıktan
sonra bir kimseyi muaheze eder.
Cenab-ı
Hak bu hususu,bütün malûmatı (herşeyi) bildiğini
"Şüphesiz ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir" buyruğu ile
ve bütün mümkinata (herşeye) kadir olduğunu,
"Göklerin ve yerin hakimiyeti, hakîkaten Allah'ındır. O hem diriltir, hem
öldürür" buyruğu ile açıklayarak bildirmiştir. O halde ifadelerin takdiri
(neticesi), "Kim bu şekilde âlim ve kadir olursa, muhtaç olmaz. Âlim,
kadir ve müstağni olanın ise, bir açıklama yapmadan ve her türlü mazereti
ortadan kaldırmadan önce, kabih olanı ve azabı yapması kabih (çirkin) olur.
Binâenaleyh Allah Teâlâ'nın böyle yapmaması gerekir" İşte böylece ayetin
daha önceki kısımla münasebeti ancak bu şekilde tefsir ettiğimizde doğru ve
yerinde olur. Bu da, Allah Teâlâ'nın doğrudan doğruya ceza vermesinin kabih
(çirkin) olmasını gerektirir ki siz böyle söylemiyorsunuz (kabul etmiyorsunuz)."
Buna şöyle cevap
verilir: "Bahsettiğiniz bu husus, Allah Teâlâ'nın ancak, açıklamada
bulunup, hertürlü özür sebeplerini ortadan kaldırdıktan sonra ceza vereceğine
delâlet eder. Ayette, Allah Teâlâ için, bunun (yani beyân etmeksizin ceza
vermesinin) söz konusu olmadığı hususunda bir delâlet yoktur. Binaenaleyh sizin
(Mutezile'nin) zikrettiği şeyler sakıt olur.
[281]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Göklerin ve yerin hakimiyeti, hakikaten Allah'ındır. O, hem diriltir, hem
öldürür" buyurmuştur. Bu ifadenin, burada zikredilmesinin hikmetleri
şunlardır:
a) Allah
Teâlâ. kâfirlerden uzak kalmayı emredince, göklerin ve yerin mülkünün kendisine
ait olduğunu beyan buyurmuştur. Binaenaleyh "O, sizin yardımcınız ve
veliniz olursa, kâfirler size zarar veremezler" denilmektedir.
b) Bir
grup müslüman şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak bize
kâfirlerden kopmamızı, onlarla olan ilgi ve münasebetimizi kesmemizi
emredince, bizim baba, çoluk-çocuk ve kardeşlerimizle biraraya gelmemiz mümkün
olmaz. Çünkü bunlardan pek çoğu kâfirdirler." Binâenaleyh ayetten
kastedilen mana şöyle olur: "Siz, her nekadar onların yardım ve
desteğinden mahrum kalacak olsanız da, göklerin ve yerin sahibi olan, dirilten
ve öldüren o Allah sizin yardımcınızdır. Binâenaleyh onların sizden kopmaları
size zarar vermez."
c) Allah
Teâlâ, bu zor mükellefiyetleri emredince, sanki, "Ben sizin ilahınız, siz
de benim kullarım olduğunuz için, benim hüküm ve mükellefiyetlerime boyun
eğmeniz gerekir" demek istemiştir.
[282]
"Andolsun ki
Allah, Peygamberini ve içlerinden bir kısmının gönülleri hemen hemen eğrilmek
üzere iken, güçlük zamanında ona tabi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye
muvaffak kıldı ve sonra onların tövbelerini kabul eyledi.
Çünkü O, raûf ve rahimdir"
(Tevbe, 117).
Bil ki Allah Teâlâ,
Tebük Savaşı'nın durumlarını iyice açıklayıp, o savaşa katılmayanların
hallerini beyan ederek, bu tefsirde özetle sunduğumuz sıraya göre.
bu konuda enine-boyuna söz edince, bu ayette de, o
savaşla ilgili geriye kalan hükümleri açıklamaya yöneldi. Hz. Peygamber
(s.a.s)'den, evlâ olanı terk manasında olan bir tür zellenin sâdır olması ve
mü'minlerden bir çeşit zellenin (hatanın) sâdır olması da, geriye kalan o
hükümlerdendir. Dolayısıyla Allah Teâlâ onlara, o zellelerinden dolayı, lütufla
tevbelerini kabul ettiğini belirterek, "Andoisun ki Allah., tevbeye
muvaffak kıldı" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[283]
İleride de izah
edileceği üzere, çeşitli hadisler, bu (savaş)
yolculuğunun, gerek Hz. Peygamber (s.a.s)'e, gerekse
mü'miniere çok zor ve güç geldiğine delâlet
etmektedir. Bu
husus, onları medh-ü sena etmeyi
gerektirir. O halde onlar
hakkında, "Andolsun ki
Allah peygamberini ve..
muhacirlerle ensarı da
tevbeye muvaffak kıldı" denilmesi nasıl uygun düşer? Buna birkaç izahla
cevap verilebilir:
Birinci izah: Hz.
Peygamber (s.a.s)'den terk-i evlâ (daha iyi olan davranışı terketme) babında bir
şey (zelle-hata) sâdır olmuştur ki Cenâb-ı Hak buna, "Allah seni affetsin,
neden izin verdin onlara..? (Tövbe, 13) ayetiyle işaret etmiştir. Hem sonra,
ileride de beyan edileceği üzere, o zamanda savaş, mü'cninlere çok ağır
gelmişti. Çoğu kez onların kalbinde, bu sefere karşı bir isteksizlik hissi
doğmuş, yine hazflarının hatırına, "Acaba bundan kaçamaz mıyız?"
düşüncesi gelmişti. Ben demiyorum ki, onlar buna kesin karar vermişlerdi.
Aksine ben, onların kalbine birtakım vesveselerin girmiş olduğunu söylüyorum.
İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, sûrenin sonunda, onların, fazl-ı ilahisi ile bu
kusurunu affettiğini beyan ederek, "Andolsun ki Allah, peygamberini ve
içlerinden bir kısminin gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere İken. güçlük
zamanında ona tâbi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak kıldı"
buyurmuştur.
İkinci izah: İnsan,
ömrü boyunca, ister küçük günahlar kabilinden olsun, ister terk-i evla
kabilinden olsun, birtakım zellelerden ve tökezlemelerden hâlî olamaz. Sonra
Hz. Peygamber (s.a.s) ve diğer mü'minler, bu seferin güçlüklerine ve
yorgunluklarına katlanıp, o sıktntı ve mihnetlere sabredince. Allah Teâlâ, o
sıkıntılara katlanmanın, ömürleri boyunca onlardan sâdır olmuş olan bütün
zedelerin keffareti yerine geçtiğini ve hepsinden ihlasla sâdır olmuş bir tevbe
yerine geçtiğini haber vermiştir. İşte bu sebebten ötürü, "Andolsun ki
Allah, Peygamberini ve.. muhacirlerle ensarı tevbeye muvaffak kıldı"
buyurmuştur.
Üçüncü izah: O
seferde, zaman (mevsim) onlara çok ağır gelip, çeşitli vesveseler de kalblerine
girince, ne zaman onlardan birinin kalbine böyle bir vesvese düşse, onlar
bundan ötürü Allah'a yönelir ve onu kalblerinden gidermesi için, Allah'a
yalvarıp yakarırlardı. İşte o
vesveselerin kalblerine girmesi yüzünden,
çokça tevbeye
yönelmelerinden
ötürü, Cenâb-ı Hak, 'Andohun ki Allah., (onları) tevbeye muvaffak kıldı"
buyurmuştur.
Dördüncü izah: O
müslümanlardan bazı günahların sâdır olmuş olması uzak bir ihtimal değildir.
Fakat Cenâb-t Hak o seferin sıkıntılarına katlanmalarından ötürü, onları
tevbeye muvaffak kılmış ve affetmiştir. Onların din yönünden yüksek bir makamda
bulunduklarına ve tevbenin kabulü hususunda Resulullah ile beraber zikredilecek
bir dereceye ulaştıklarına dikkat çekmek için Allah Teâİâ, Resulullah'ı da
onlara ilave etti.
[284]
Ayette bahsedilen
"güçlük zamanı
(sâati'l-usre)'den
maksadın ne olduğu
hususunda iki görüş bulunmaktadır:
Birinci
görüş: Bu, Tebük Savaşı'na tahsis edilmiştir.
Bundan, o seferde, sahabeye cidden çok zor gelmiş olan
bir zaman kastedilmiştir. "Usre", işin
zorluğu ve çetinliği
demektir. Cabir
(r.a): "(O zamanda), binit, su ve azık sıkıntısı bulunuyordu"
demiştir. Binit sıkıntısına gelince, Hasan ef-Basri bu hususta:
"Müslümanlardan (her) on kişi, savaşmak için, aralarında değiştirerek
bindikleri bir deve üzerinde savaşa çıkıyordu. Azık sıkıntısına gelince,
müslümanlar çoğu kez tek bir hurmayı, hurmada sadece çekirdeğinden başka hiçbir
şey kalmayıncaya kadar, sırayla emiyorlardı. Onların yanında güvelenmiş arpa
(ekmeği) bulunuyordu. Böylece, onlardan birisi, bu ekmekten yapılmış bir
lokmayı ağzına koyduğu zaman, lokmanın kokusundan dolayı burnunu tutuyordu
" demiştir.
Su sıkıntısına gelince
Ömer (r.a): "Biz çok şiddetli bir sıcak zamanında bu harbe çıktık. Biz, bu
harpte çok da susamıştık. Öyle ki, bir kimse devesini boğazlıyor, onun
işkembesini sıkıyor ve onu içiyordu" demiştir.
Bil ki, bu savaşa
"Gazvetu'l-Usre"; bu savaşa katılanlara "Ceyşu'l-Usre" adı
verilmiştir. Bu orduyu, Hz. Osman ile, onun dışındaki bazı sahabiler donatmış
ve teçhiz etmişti.
İkinci görüş: Ebu
Müslim, şöyle demiştir: "(Ayette bahsedilen) "Güçlük zamanının ,
peygambere ve mü'minlere zor gelen bütün haller ve zamanlar olması mümkündür.
Böylece, Hendek ve diğer savaşlar da bunun kapsamına girer. Allah Teâlâ bu
savaşların bir kısmını, kitabında zikretmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'tn, "O
zaman gözler yılmış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı"(Ahzab, 10) ve:
"Andolsun ki Allah'ın size olan vaadi O'nun izni ile onları (düşmanları kolayca)
Öldüregeldiğiniz (...) zamana kadar, yerine gelmişti. (Sonra) siz yılgınlık
gösterdiniz.." (AH imran, 152) ayetlerinde ifade edildiği gibidir. (O
halde) bundan maksat, muhacir ve ensarı en zor zamanlarda ve durumlarda dahi,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e uymakla tavsif edip nitelendirmektir ki bu, tam
anlamıyla bir övülmeyi ifade eder.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "içlerinden bir kısmının
gönülleri
hemen hemen eğrilmek üzere iken..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç
bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Ayette
geçen kâde fiilinin failinin, kulûb lafzının olması ve takdirinin de, şeklinde
olması mümkündür. Burada "emr ve şe'n zamiri" sözkonusu otup, fiil ve
failin o emr ve şen'in tefsiri olması da mümkündür. Bu ikinci şıkka göre mana:
"Onlar, zorluğun şiddetinden dolayı, o savaşta, Hz. Peygamber'e ittiba
etmede, neredeyse sebat gösteremiyeceklerdi" şeklinde olur.
İkinci bahis: Hamza ve
Âsım'ın ravisi Hafs, fiilin önce geçmiş olmasından dolayı yâ ile yezîğu; diğer
kıraat imamları da, kulûb lafzının (çoğul olduğu için) müennes olmasından
dolayı tâ ile teziğu şeklinde okumuşlardır.. Abdullah İbn Mesûd ise,
bu ayeti, "Onlardan bir grubun kalblerinin
meyledip eğrilmesinden sonra..." şeklinde okumuştur.
[285]
Üçüncü bahis:
Bazılarına göre kâde, sadece "mukarebe" (yaklaşma) manası ifade eder.
Diğer bazılarına göreyse, (o işin) olmamasıyla beraber, yakınlık manasını ifade
eder. O halde, ayette bahsedilen o tevbe, o "yaklaşma ve "neredeyse
olayazma"dan dolayı olmuş olur. Alimler, onların kalblerine düşen o şeyin
ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, "Onfarın
bazıları, o şiddetli ve güçlük anında Hz. Peygamber (s.a.s)'den ayrılma eğilimi
gösterdiler. Ancak ne var ki, buna sabrettiler ve kendilerini alıkoydular"
denilmiştir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, onlar sabr ve sebat gösterip bu
önemsiz şeyden dolayt nedamet duyduklarından ötürü de, ^IU vü İ* "Sonra
onian tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur. Diğer bazıları da, bu tevbenin,
bir şeyi fiiliyata dökmeden önceki safhada yer atan eğilim ve yeltenmeden
dolayı yapıldığını söylemişlerdir. Binâenaleyh, onlar böyle bir sıkıntıyla
karşı karşıya kalınca, onların kalbine böyle birşey düşmüştür. Bununla beraber
onlar, bunun bir ma'siyyet ve günah olacağı endişesinden dolayı, kalblerine
düşen bu önemsiz şeyi tevbe ile telafi etmişlerdir. İşte bundan dolayı da
Genâb-ı Hak. "Sonra onları tevbeye muvaffak kıldı." buyurmuştur..
[286]
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hak, hem ayetin başında, hem de sonunda tevbeden bahsetmiştir. O
halde bu tekrarın faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
Birinci izah: Allah
Teâlâ, onların kalblerini hoşnut etmek için (sözüne), günahlarından bahsetmeden
önce, tevbeyi zikrederek başlamış; sonra, onların günahlarından bahsetmiş, daha
sonra da, bunun peşinden tekrar tevbeden bahsetmiştir ki, Cenab-ı Hakk'ın
bundan maksadt onları övmektir.
İkinci izah:
"Sultan, falancayı affetti; sonra onu afvetti" denildiğinde bu, bu
affın, kuvvet ve mükemmellikte zirveye ulaşmış müekked bir aff olduğuna delâlet
eder. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Cenâb-ı Hak. müs!üman bir
kimsenin günahını yirmi defa affeder "[287]
buyurmuştur ki. İbn Abbasın. "Sonra onları tevbeye muvaffak kıldı."
ayeti hakkında, "Aliah bununla, onlardan fazlasıyla razı olduğunu murad
etmiştir" demesinin manası budur.
Üçüncü izah:
"Andoisun ki Allah. Peygamberini ve güçlük zamanında O'na tabi olan
muhacirlerle ensan da tevbeye muvaffak kıldı.." ayetindeki sıralama,
Cenâb-ı Hakk'ıri, o güçlük zamanında, onların kalblerine düşen vesveselerden
dolayı. yapmış oldukları tevbeleri kabul ettiğine delâlet eder. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, buna ilavede bulunarak, "içlerinden bir kısmının gönülleri
hemen hemen eğrilmek üzere iken" buyurmuştur. Binaenaleyh bu ilave, bazı
kuvvetli vesveselerin bulunup tahakkuk ettiğini ifade eder. İşte bundan dolayı,
pek yerinde olarak, onların o vesveselerle muaheze edilecekleri hususunda hiç
kimsenin gönlünde herhangi bir şüphe kalmasın diye, Cenab-ı Allah bu ifadenin
peşinden tekrar tevbeyi zikretmiştir.
Daha sonra,
"Çünkü o raûf ve rahîmdir" buyurmuştur, Rauf ve Rahîm, Allah'ın birer
sıfatı olup, manaları birbirlerine yakındjr. Re'fet'in, zararı gidermek,
rahmetin ise fayda ulaştırmak için çalışmaktan ibaret sayıldığı anlaşılmaktadır.
Bunlardan birisinin, geçmiş olan rahmet için; diğerinin de, gelecek, müstakbel
rahmet için kutartti da söylenmiştir[288]
"Haklarındaki
hüküm ertelenen üç kişinin tevbelerini de Allah kabul etti.
Çünkü yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar
gelmiş, vicdanları
kendilerini sıktıkça
sıkmıştı. Nihayet AMı'dan, yine Allah'dan başka
sığınacak hiç bir yer olmadığını anladılar da bundan sonra Allah,
onları da
eski hallerine dönsünler diye, tevbeye
muvaffak buyurdu. Şüphesiz ki Allah.
(ancak)
O. tevbeyi en çok kabul eden. hakkıyla merhamet edendir"
118)
Ayetle İlgili birkaç
mesele bulunmaktadır;
[289]
Bu ifade, önceki ayete
atfedilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Andolsun ki Allah, peygamberin
güçlük saatinde
O'na tabi olan muhacirlerin, ensârın ve
haklarındaki hüküm
ertelenenlerin
tevbelerini affetti..." şeklindedir. Bu atıftaki fayda şudur: Daha önce
ifade ettiğimiz üzere, tevbenin, Hz. Peygamber'in tevbesinin yanında
zikredilmesi, o tevbeyi yapan şahsın mertebesinin büyüklüğüne ve tazim
edildiğine delâlet etmektedir. Bu atıf, Hz. Peygamber'in, muhacirlerin ve
ensarın tevbelerinin kabulünün, aynı hükme dahil olmasını gerektirir. Bu da,
onların durumlarının yüceliğini ve onların buna müstehak olmalarını gerektirir.
[290]
Ayette bahsedilen üç
kişi. Cenâb-ı Hakk'ın, "diğer birtakımı
da Allah'ın emrine
intizaren haklarındaki hüküm
ertelenmiş olanlardır" (Tevbe. Ioe) ayetinde bahsetmiş
olduğu kimselerdir. Alimler, onların, haklarında hüküm gecikmiş olanlar
şeklinde vasfedilmiş olmalarının sebebinde ihtilâf ederek, şu açıklamaları
yapmışlardır:
a)
"Buradaki "hullifû/'dan maksad, onlara, savaştan geri kalma emri
verilmiş olması: veyahut da. Hz. Peygamber'in buna razı olması değildir. Aksine
bu. senin arkadaşına; "Falancayı, nerede terkettin?" deyip de, onun
da: "Falanca yerde" demesine benzer. Bu cevabı veren kimse, büyük
ihtimal, onun orada kalmasını istememiş, hatta geri kalmaktan men etmiştir.
Fakat böyle söylemekle, sadece onun kendisinden geride kaldığını bildirmek
ister.
b) O üç
kimsenin, savaşa gitme kararlılığı içinde olmaları, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
de. onlara, âlet ve edevat, savaş teçhizatı elde edebilecekleri bir süre kadar
müsaade etmiş olması; onlar, muayyen bir zaman gecikip kalınca da, o kimselerde
gevşeklik ve tembelliğin zuhur etmiş olması, böylece de "Peygamber onları
geride bıraktı" denilmiş olması da imkânsız değildir.
c) Cenâb-ı Hak burada, bir topluluğun kıssasını
anlatmıştır ki bunlar, "Diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren
geciktirilmişlerdir" (Tevbe. ıo5) buyruğundan kasdedilenlerdir.
Bunların geciktirilmiş olmasından murad, tevbelerinin kabulü
hususundaki hükmün, ilk gruptan sonraya kalmış olmasıdır. Bu üç kişiden birisi
olan Ka'b İbn Mâlik şöyle demişti: "Cenâb-ı Hakk'ın, bizim
hakkımızdaki buyurmasından maksad,
savaştan geri kalmamız olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren
geciktirilmişlerdir"(Tevbe, 106)ayetinde işaret edildiği üzere, Allah
Resulünün bizim hakkımızdaki hükmü ertelemesidir."
[291]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: "Bu tabir "Gazaya
çıkanlara Medine'de halef oldular" anlamında olmak üzere
helefû şeklinde
okunmuştur. Bu kıraat, hâlife (ahmak) veya
helûf
(ağız kokusu) manası esas alınırsa "akılsızlık ettiler ve bozuldular"
manasına da gelebilir. Ca'fer es-Sadık, bu kelimeyi hâlefû (muhalefet ettiler)
şeklinde okurken, A'meş, şeklinde
okumuştur.
[292]
Bu üç kişi, şâir olan
Ka'b İbn Mâlik; hakkında Liân ayeti nazil olmuş olan Hilâl
İbn Ümeyye ve Mürâre İbn
er-Rebî'dir.
Alimlerin, bu hadiseyle alâkalı iki görüşü
bulunmaktadır:
Birinci görüş: Bu
görüşe göre onlar, Hz. Peygamber'in arkasından gitmişlerdir. Hasan el-Basri
bunu şöyle anlatmaktadır: "Onlardan birisinin, bedeli yüzbin dirhem olan
bir arazisi bulunuyordu. Bunun üzerine o: "Ey arazi, beni Allah'ın
Resulünden, sen geri bıraktın sen! Git, seni Allah yoluna, O'nun rızasına
vakfediyorum. Ben, Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar, sahraları dolaşıp katedeceğim"
dedi ve bunu yaptı da. İkincisinin de bir ailesi bulunuyordu. Bunun üzerine o:
"Bak, hanım! Beni Allah'ın Resulünden sen geri bıraktın, sen! Artık ben de
seni bırakıp, O'na ulaşıncaya kadar sahraları katedeceğim" dedi ve böyle
yaptı. Üçüncüsünün de, ne malı ne de çoluk çocuğu bulunuyordu. Bunun üzerine o:
"Benim bu hususta, hayata olan düşkünlüğümden başka mazeretim yoktur.
Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Resulüne ulaşıncaya kadar, sahraları katedip
gideceğim!" dedi. Böylece onlar, Allah'ın Resûlü'ne katıldılar, Bunun
üzerine Allahu Teâlâ da, "diğer birtakımı da, Allah'ın emrine intizaren
geciktirilmişlerdir" (Tevbe. 106) ayetini inzal buyurdu.
[293]
Ekserî ulemânın görüşü
olan ikinci görüşe göre onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peşinden
gitmemişlerdir. Ka'b, bunu şöyle anlatır: "Hz. Peygamber (s.a.s), benim
sözümden hoşlanırdı. Binâenaleyh, savaşa katılma hususunda O'ndan geri
kaldığımda, Hz. Peygamber: "Ka'b'ı savaştan alıkoyan şey nedir?"
demiş. Binâenaleyh, Hz. Peygamber Medine'ye geri dönünce, münafıklar mazeret
beyanında bulunmuşlar, Hz. Peygamber de onları mazur görmüştü. Ben de Hz.
Peygamber'in yanına vardım ve: "Benim atım da, silahım da hazırdı.
Sebepsiz yere geri kaldım. O halde, benim bağışlanmamı dile!" dedim.
Allah'ın Resulü bunu kabul etmedi. Sonra, Hz. Peygamber (s.a.s), ashabı bu üç
kişiyle oturup kalkmaktan men etti ve onlardan uzak durulmasını emretti. Hatta,
bunu, onların karılarına bile emir buyurdu. Böylece, yer, onca genişliğine
rağmen onlara dar geldi. Derken, Hilal İbn Ümeyye'nin karısı, Hz. Peygamber'e
gelerek: "Ey Allah'ın Resutü, andolsun ki Hilal durmadan
ağlıyor; öyle ki ben, onun gözlerinin kör olacağı
endişesini duyuyorum!" dedi. Elli gün kadar geçmişti ki Allah; ayetiyle,
(Tevbe, 1gayetlerini indirdi. Bu esnada Hz. Peygamber (s.a.s), Ümmü Seleme'nin
yanından odasına çıkarak, "Allahu Ekber!. Allah, arkadaşlarımızın mazur
oldukları hususunda ayet indirdi" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s), sabah
namazını kıldırdıktan sonra, bunu, ashabına açtı ve onlara, Allah'ın o
kimselerin tevbesini kabul ettiği müjdesini verdi. Bunun üzerine o üç kişi Hz.
Peygamber'e geldiler. Hz. Peygamber de, haklarında nazil olan ayeti okudu,Bunun
üzerine Ka'b (r.a): "Benim Allah'a karşı yapacağım tevbe, bütün malımı
sadaka olarak vermemdir" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s): "Hayır"
dedi. Ka'b da: "Malımın yansını vereyim" deyince, Hz. Peygamber
(s.a.s) yine: "Hayır" dedi. Ka'b: "Üçte birini" deyince,
Hz. Peygamber (s.a.s): "Evet öyle yap" buyurdu.
[294]
Bil ki Cenâb-ı Allah,
bu üç kişiyi şu üç sıfatla nitelemiştir:
Birinci sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın "Yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş.. "
buyruğunun ifade ettiği husustur. Müfessirler bunun manasının şöyle olduğunu
söylemişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s), onlardan yüz çevirmiş, onlara iltifat
etmemiş, mü'minleri onlarla konuşmaktan men etmiş, onların hanımlarına, ayrı
durmalarını emretmiş ve onlar, bu hal üzere elli veya daha fazla gün
beklemişlerdi. Hak Teâlâ'nın "Yeryüzü bunca genişliğine rağmen. onlara dar
gelmişti" buyruğunun tefsiri, bu sûrede daha evvel geçmişti.
İkinci sıfat: Hak
Teâlâ'nın: "Vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı" buyruğunun
ifade ettiği husustur. Bu ifade ile, onların üzüntüleri, kederleri, eş ve
dostlarından ayrı kalmaları ve insanların kendilerine hor bakmaları sebebi ile,
içlerinin daralması kastedilmiştir.
Üçüncü sıfat: Hak
Teâlâ'nın "Nihayet Allah'dan. yine Allah'dan başka sığınacak hiç bir yer
olmadığını anladılar" buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu ayetin manası,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, dua ederken söylediği:"Ey Allahım! Senin
gazabından yine senin nzana; kızgınlığından affına ve senden yine sana
sığmıyorum "[295]
şeklindeki sözünün manasına yakındır.
Bazı âlimler de, bu
ayetin başındaki zannû sözünün tıpkı Bakara süresindeki ^îj ijilü ^i jjüaj
jjJJi (Bakara. 46) ayetinde olduğu gibi, "dildiler" manasına
geldiğini söylemişlerdir. Bu kelimenin bu manaya olduğunun delili, Allah
Teâlâ'nın
bu vasfı, onlar hakkında bir medh (övgü)
sadedinde zikretmesidir. Bu. onların ancak. Allah'ın hışmından yine Allah'a
sığınılacağını bilmeleri ile mümkün olur.
Diğer bazı alimler de
şöyle demişlerdir: "Bunların durumları vahye dayanmıştır Onlar, Allah
Teâlâ'nın kendilerinin nifaktan uzak oldukları hususunda ayet indireceğim kafi
olarak bilmiyorlardı. Fakat, o sıkıntılar içinde kalma müddetlerinin
uzayabileceğine ihtimal veriyorlardı. O halde tenkid, o müddetin kısa olmasını
muhtemel görme ile ilgili olmuş olur.
[296]
Allah Teâlâ onları bu
üç sıfatla niteleyince "Sonra Allah
onları tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[297]
Bil ki burada mutlaka
mukadder bir ifade vardır ve bunun takdiri şu şekildedir: "Yeryüzü bunca
genişliğine rağmen
onlara dar gelmiş,
vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmış ve
nihayet
Allah'dan yine Allah'dan başka sığınacak bir yer olmadığını anlayınca,
Alla1-onları tevbeye muvaffak kılmış ve sonra yine onları tevbeye muvaffak
kılmış."
İfadedeki bu tekrarın faydası nedir?
Biz deriz ki: Bu tekrar, te'kidden ötürü güzel ve
yerindedir. Bg tıpkı, hükümdarın, bazı köleleri için affını gösterme hususunda
mübalağa etmek, yani bunu iyice ortaya koymak istediğinde, "Seni affettim,
afettim, affettim!" demesi gibidir.
Buna göre eğer.
"Ayetteki "Tevbe etmeleri için, Allah onları tevbeye muvaffak
kıldı" tabirinin manası nedir?" denilirse biz deriz ki: "Bu
hususta şu izahlar yapılmıştır:
1)
Alimlerimiz, bundan maksadın, kulun fiilini Allah Teâlâ'nın yarattığını beyan
etmek olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh
ayetteki, ifadesi,
tevbenin
Allah'ın fiili (yaratması)
olduğuna; "tevbe
etmeleri için"
ifadesi ise, tevbenin kulun fiili (kesbi) olduğuna
delâlet etmektedir ki, bizim görüşümüz de budur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı
Hakk'ın "Hakikat şu ki:'Güldüren de. ağlatan da
A//a/ı'c/jr"(Necm,gayetinin yanısıra, "Onlar, az gülsünler, çok
ağlasınlar" CTevbe.82)ayetinin; "Kâfirler o (Muhammedi Mekke'den)
çıkardıkları zaman.."(Tevbe. 40)ayetinin yanısıra, "Rabbin, seni
evinden harbe çıkardığı zaman.. (Enfâi.5)ayetinin ve"Deki: "Yerde
gezin, dolaşın.. "(Nemi, 69)ayetinin yanısıra, "'O (Allah), sizi
karada ve denizde gezdir endir.. (Yunus 22) ayetinin bulunuşudur.
2) Bundan
maksad, "Bu, sizin ileride tevbe etmenize sebeb olsun diye, Allah'ın
geçmişte sizi tevbeye muvaffak kılmasıdır" manasıdır.
3)
"Tevbe"nin, kök manası "dönmek,
rucû etmek"tir. Binâenaleyh
ayet, "Mü'minlerle içli-dışlı olma ve aradaki ayrılığın kalkması ve
böylece gönüllerinin
yatışmış olması
şeklindeki eski hallerine ve âdetlerine dönmeleri için, Atlan onlart tevbeye
muvaffak kılmıştır" manasındadır.
4) Bu ifade, "Onlar tevbeye devam etsinler
ve tevbelerini bozacak bir şeye dönmesinler diye Allah onları tevbeye muvaffak
kıldı" manasındadır.
5) Bu,
"Tevbelerinden istifade etsinler ve bol sevap kazansınlar diye, Allah
onları tevbe etmeye muvaffak kılmıştır. Bu iki fayda, ancak Allah'ın onları
tevbeye muvaffak kılmasından sonra gerçekleşir."
[298]
Âlimlerimiz, Allah'ın
tevbeleri kabul etmesinin, aklen Allah'a
vâcib
olmadığı hususunda bu ayeti delil getirerek şöyle
demişlerdir: "Çünkü bu kimseler hakkında tevbe şartları,
taa işin başından
beri mevcuttu. Buna
rağmen Hz.
Peygamber (s.a.s), onları kabul etmemiş, onlara
iltifat
etmemiş ve onları elli ve hatta daha
fazla gün terketmiştir. Binâenaleyh eğer Allah'ın tevbeyi kabulü aklen ve
mantıken vâcib olsaydı, peygamberin böyle yapması caiz olmazdı.
Cübbâî, ehA-i sünnetin
bu görüşüne şöyle diyerek cevap vermiştir; ' 'O tevbenin ta işin başından
itibaren makbul olduğu, ama Hz. Peygamber (s.a.s)'in, cihad ve benzeri
hususlarda emrettiği şeylerde, hiç kimse bu şeylerden geri alma cüretini göstermesin diye, onlar üzerine
bu mükellefiyetin ağır olmasını kasdetmiş olduğu söylenebilir. Hem, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, onlarla konuşmaktan mü'minleri yasaklamış olması bir ceza
olmayıp, mükellefiyeti ağırlaştırmak için olmuştur." Kadî (Abdulcebbâr)
şöyle demiştir: "Onlar gerçeği anlasınlar, günahlarını ve başlarına gelen
şeyi kabul etsinler diye, Hz. Peygamber (s.a.s), bu ağır mükellefiyeti o üç
kişiye yüklemiştir. İşte onların bu durumu, özürlerini açıkça söyleyen
münafıkların başına gelenden caydırma hususunda daha ileridir.
(Mu'tezılî olan bu
şahıslara) şöyle cevap verilir: Biz, ayetteki "Sonra Allah onları tevbeye
muvaffak kıldı" buyruğunun zahirî manasına tutunuyoruz. Çünkü
"sonra" kelimesi terâhî{zaman bakımından sonralığı göstermek)
içindir. Bu kelime, tevbenin kabulünün, sonra olduğunu gösterir. Binâenaleyh
siz bunu, o kabulün ortaya konulmasının (belirtilmesinin) geciktirilmesi
manasına alırsanız bu, bir delil olmaksızın, ayetin zahirî manasını bırakma
olmuş olur. Buna göre eğer onlar, "Ayetin zahirini bırakmayı gerektiren,
"O. kullarının tevbesini kabul eder.." (Şûra. 25) ayetidir"
derlerse, biz de deriz ki: "Bu ayetteki "kabul eder' kelimesi,
gelecek zaman içindir. Gelecek zaman kalıbı ise, icmâ ileT asla fevriliği
(hemen yapmayı) ifade etmez."
Sonra Allah Teâlâ bu
ayetini "Şüphesiz ki Allah (ancak) o. tevbeyi en çok kabul eden. hakkıyla
merhamet edendir" buyurarak bitirmiştir. Bil ki Allah Teâlâ'nın
"tevvâb" sıfatının peşinden "rahîm" sıfatını getirmesi,
tevbeleri,
kendisine vâcib olduğu için değil, sırf
rahmet ve kereminden ötürü kabul ettiğine delâlet eder. Bu da, biz (ehl-i
sünnetin), "Aklen, tevbeleri kabul etmek, Allah üzerine vacib
değildir" şeklindeki görüşümüzü kuvvetlendirir.
[299]
"Ey iman edenler.
Allah'ı sayın ve sadıklarla beraber olun"
(Tevbe. 119).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
üç kişinin tevbelerini kabul ettiğini bildirince, bahsi geçen şeyi, yani
cihadda, Hz. Peygamber (s.a.s)'den geri kalmayı men etme sadedinde bir ifade
zikrederek, "£y iman edenler, Resûlullah'm emrine muhalefet etme hususunda
Allah 'dan korkun ve savaşlarda (doğru olanlarla, yani Resul ve ashabı ile
birlikte olun. sakın savaştan geri kalanlardan ve münafıklarla birlikte
evlerinde oturup kalanlardan olmayın" buyurmuştur.
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[300]
Allah Teâlâ-
mü'minferle, sâdıklarla
beraber olmayı .emretmiştir.
Sâdıklarla birlikte olmak vâcib (şart) olduğuna
göre, her zaman ve devirde, sadıkların var olması gerekir.
Bu da herkesin, bâtıl
üzerinde ittifak etmesine mânidir. Herkesin bâtıl üzerinde ittifak sağlaması
imkansız olduğuna göre, yine herkes birşey üzerinde ittifak ettiklerinde, hakkı
bulmuş olmaları gerekir. İşte bu da, icma-ı ümmetin bir hüccet olduğuna delâlet
eder.
[301]
Eğer biri çıkıp derse
ki: "Hak Teâlâ'nın, "Sadıklarla beraber olun" buyruğu ile,
"Sâdıkların yolu üzere olun" manası kastedilmiş olabilir. Bu, tıpkı
bir kimsenin, çocuğuna: "Salihlerle (iyi kimselerle) beraber ol"
dediğinde,gayesi bu manayı ifade etmektir." Bunu kabul ederiz, amma
diyoruz ki:"Bu emir, sadece Hz. Peygamber
(s.a.s) zamanında vardı.
Binâenaleyh bu, peygamber (s.a.s) ile birlikte olma hususunda bir emirdir. 8u
sebeble de bu ifade, diğer zamanlarda da bir sadığın (peygamberin) bulunacağına
delâlet etmiş olmaz. Biz bunu da kabul ettik diyelim. O halde^Şia'nın da dediği
gibi, ayetteki "sâdık"ın, mükellefiyet zamanının (dünya hayatının)
onsuz olması imkansız olan "masum imam" manasına olması niçin caiz
olmasın?" denilir ise, birinciye şöyle cevap verilir: "Sadıklarla
beraber o/un "emri, sâdıklara uyma hususunda bir emir, onlara muhalefet
etme hususunda bir nehiydir. Bu ise, her zaman sâdıkların bulunması şartına
bağlıdır. Halbuki, vacibin ancak kendisi ile tamam olacağı şey de vâcibtir.
Binâenaleyh bu ayet, sâdıkların her zaman bulunacağına delâlet etmiş olur.
Bu soruyu soranın,
"Ayet, "sâdıkların yolu üzere olun" manasindadır"
şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: "Bu, ayetin zahirî manasını, bir
delil ve sebeb yok iken bırakmaktır."
Onun: "Bu emir,
Hz. Veygamber (s.a.s) zamanına ait bir emirdir" şeklindeki sözüne gelince,
biz deriz ki; Bu da şu sebeblerden ötürü yanlıştır:
1) Kur'an'da zikredilen mükellefiyetlerin,
Kıyamete kadar mükelleflere yönelik olduğu, Hz. Muhammed'in dininde açık bir
tevatürle sabittir. Binâenaleyh bu mükellefiyetin durumu da böyledir.
2) Bu sîga,
bütün vakitleri kapsar. Nitekim bu ifadeden istisna yapılabilmesi de bunun
delilidir.
3) Ayetin
lafzında, belli bir zaman zikredilmediği için, ayeti zamanların bir kısmına
hamletmek, diğer zamanlara hamletmekten daha evlâ olmaz. Bunu, bir kısım
zamanlara hamletmek, ta'tîle (ayeti muattal bırakmaya) götürür ki, bu bâtıldır.
Ayeti, bütün zamanlara hamletmeye gelince, işte elde etmek istediğimiz netice
de budur.
4) Cenâb-ı
Hakk'm, "Ey iman edenler, Allah'ı sayın!" buyruğu, onlara takvayı
emreden bir ifadedir. Bu emir, müttakî olmayacak olanları da kapsayabilir. Bu
da ancak, o kimsenin hata etme ihtimali olduğunda mümkün olur. Binaenaleyh
ayet, hata edebilecek olanların, ismetleri (hata etmemeleri) vâcib otan
kimselere uymaları gerektiğine delâlet etmiş olur. İsmetleri vâcib olanlar da
Allah'ın kendileri için "sâdıklar" hükmünü verdiği kimselerdir.
Bundan dolayı bu ayet, hatadan ma'sum olanın, hata edebilecek kimselerin
hatalarına manî olabilmesi için, hata edebilecek kimselerin, hatadan masum
olanlarla birlikte olmaları gerektiğine delalet eder. İşte bu, her zaman için
söz konusudur. Binâenaleyh bunun her zaman bulunması gerekir.
Soruyu soranın,
"Bundan muradın, mü'min kimsenin, her zaman mevcud olan ma'sum ile
birlikte olması manası olması niçin caiz olmasın?" şeklindeki sözüne
gelince, biz deriz ki: Biz de, mutlaka her zaman bir ma'sumun olması
gerektiğini kabul ederiz. Fakat biz bu ma'sumun, ümmet-i Muhammed'in topluluğu
olduğunu söylüyoruz. Siz ise, bu ma'sûm'un, ümmetten biri olduğunu iddia
ediyorsunuz. Bu
sebeble biz, bu ikincisinin yanlış
olduğunu söylüyoruz. Çünkü Allah Teâlâ, mü'minlerden herbirine sâdıklarla
birlikte olmayı vâcib kılmıştır. Bu ise, mü'min için ancak, o sâdığın kim
olduğunu bilmesi hâlinde mümkün olur. Bu, o sadığın kim olduğunu bilmeyen için
mümkün değildir. Binâenaleyh sadığın kim olduğunu bilmeyen de, sadıklarla
beraber olmakla emrolunmuş olsaydı, bu "teklif-i mâla yutak" olurdu.
Bu ise caiz değildir. Fakat biz, ismet sıfatını taşıyan belli bir insan bilemiyoruz.
Bizim, böylesi {ma'sum} bir insanı bilemiyeceğimizi bilmemiz, zaruri ve
kesindir. Öyleyse Hak Teâlâ'nın, "Sadıklarla beraber olun" emri,
belli bir şahısla birlikte olma hususunda bir emir olmamış olur. Bu yanlış
olunca, geriye bu ifadeden muradın, ümmetin topluluğu ile (geneli ile) birlikte
olma ihtimali kalır. Bu da, ümmetin genelinin görüsünün hak ve doğru olduğuna
delâlet eder. Bizim, "icma bir delildir" sözümüzün manası işte budur.
[302]
Ayet, doğruluğun (sıdk'ın)
faziletine ve derecesinin
yüceliğine delalet etmektedir. Durumun böyle olduğunu, şunlar da teyid etmektedir:
a) Rivayet
edildiğine göre birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'e
gelir ve: "Ben, sana iman etmek isteyen birisiyim. Fakat
içki içmeyi, zina
etmeyi, hırsızlık yapmayı ve yalan söylemeyi de severim. İnsanlar senin bütün
bunları haram kıldığını söylüyorlar. Ben ise, bunların hepsini bırakmaya takat
getiremem. Eğer sen bunlardan sadece birisinden vazgeçmemi kâfi görürsen, sana
iman ederim" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Yalanı
bırak" buyurur. O da bunu kabul eder ve müslüman olur. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yanından ayrılınca, birileri ona içki sunarlar. O, (kendi kendine)
"Eğer içersem, peygamber de bana içip içmediğimi sorar ve ben de yalan
söylersem, verdiğim sözde durmamış olurum. Yok eğer doğru söylersem, o zaman da
bana hadd (içki cezası) uygular" diye düşündü ve içki içmedi. Sonra ona
birileri zina teklifinde bulundular, Aynı düşünce hatırına gelince, ona da yanaşmadı,
Hırsızlık meselesinde de böyle oldu. Bunun üzerine bu şahıs, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e gelerek "Yaptığın, ne kadar güzel! Sen beni yalandan men edince,
bütün kötülük kapılarını bana kapatmış oldun" dedi ve herşeyden tevbe
etti.
b) İbn Mes'ûd (r.a)'un şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Size doğruluk gerekir. Çünkü doğruluk insanı birre (iyiliğe)
yaklaştırır. Birr de cennete yaklaştırır. Hiç şüphesiz kul doğru olur ve
böylece Allah katında sıddîk (dosdoğru) olarak yazılır. Aman yalandan sakınınız!
Çünkü yalan insanı fücura (günaha), fücur da cehenneme yaklaştırır. Hiç
şüphesiz adam yalan söyler ve böylece Allah katında kezzâb (yalancı) diye
yazılır. Baksana insanlar için cij> (Doğru oldun, doğru söyledin); oj^ (iyi
oldun), ve £jJ*j (azdın, günaha daldın), £İ&* (yalan söyledin) ifadeleri
kullanılır."
c) Cenâb-ı
Hakk'ın Kur'an'da iblisten naklettiği, "O, "senin izzetine andederim
ki, içlerinden ihlâsa erdirilmiş mü'min kulların müstesna, onlann hepsini
muhakkak
azdıracağım" (Sâd. 82-83) ifadesi
hakkında şu söylenmiştir: "İblis böyle bir istisna yapmıştır. Çünkü eğer o
bu İstisnayı yapmamış olsaydı, bütün insanları yoldan çıkarma iddiasında
yalancı olmuş olurdu. Böylece o. yalandan kaçınarak bu istisnayı yapmıştır.
Binâenaleyh yalan iblisin bile kaçındığı birşey olduğuna göre, müslümanın ondan
kaçınması haydi haydi şart olur.
d) İmanın,
diğer taatlardan değil de doğruluktan (sıdktan) sayılması, doğruluğun
faziletine; küfrün de, diğer günahlardan değil de yalandan sayılması, yalanın
kötülüğüne delâlet eder.
Alimler yalanın kabîh
(kötü ve çirkin) olmasını gerektiren şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. (Ehl-i sünnet) alimlerimiz onun kabih olmasını gerektiren şeyin,
yalanın hem âlemin hem de insanın işlerini bozması olduğunu söylemişlerdir.
Mu'tezile ise, yalanın kabih olmasını gerektiren şeyin, bizzat yalan oluşu
olduğunu söylemişlerdir. Bizim delilimiz. HakTeâlâ'nın. L'£y iman edenler, eğer
bir fâsık size bir haber getirirse, onu tahkik edin (araştırın). Yoksa
bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz''
(Hucurât. 6)ayetidir. Bu, ı:fâsığın sözünü kabul etmeyin. Çünkü çoğu zaman onun
sözü yalan olur. Böylece o yalanı kabul etmekten dolayı, sonunda pişman
olacağınız bir iş yaparsınız" demektir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ'nın
iyilikleri ihlal eden bir neticeye götürmesi ihtimalinden dolayı, yalan
olabilecek şeyleri reddetmeyi vacib kıldığına delâlet eder. Şundan dolayı.
yalanın kabîh olmasını gerektiren şey, onun zararlara sebeb olmasıdır.
Kadî de kendi görüşüne
şu şekilde delil getirmiştir: "Bir kimse bir menfaat elde etme veya bir
zararı giderme çabasına girer ve onun bunlara ulaşması da yalan ve doğru
söylemesi ile mümkün olursa, bu durumda onun doğruyu bırakıp yalana
başvurmasının caiz olmayacağı aklın bedaheti ile anlaşılır. Şayet o kimsenin bu
neticeye ulaşması iki doğru ile mümkün olmuş olsaydı, o zaman onun bu iki
doğrudan birisini bırakıp diğerine başvurması caiz olurdu. Binâenaleyh eğer
yalan, bir menfaatten veya bir zararı gidermeden ötürü güzel olmuş olsaydı,
yalanın durumu, doğrunun durumu gibi olurdu. Bu böyle olmadığına göre, yalanın
sadece her halükârda kâbih bir şey olmuş olduğu anlaşılır. Bir de eğer yalan
hasen (güzel) olmuş olsaydı, bir maslahat (fayda) söz konusu olduğunda,
Allah'ın onu emretmesinin caiz olması gerekirdi. Bu da, Allah'ın haberlerine
güvenümeme neticesine götürürdü." Kadî'nin tefsirinde yaptığı izah işte
budur.
Onun birinci iddiasına
şöyle cevap verilir: "İnsanlarca, yalan, âlemin maslahatlarını (düzenini)
bozduğu için, taa ömrünün başından itibaren, yalanın çirkin bir iş olduğu kabul
edilince, bu onun gözünün önünden hiç ayrılmayan ve hayali kaybolmayan bir
suret olmuş olur. Bu suretin bu hususta hüküm vermesi sözkonusu olursa, onda
kökleşmiş adet onun kabîh (çirkin) olduğuna hükmeder. Bundan dolayı eğer siz
insanın böylesi bir âdetten uzak bulunmasını ve neticeye ulaştırma bakımından
yalan ile doğrunun eşit olduğunu farzetmeniz halinde bir tercihin olabileceğini
kabul etmeyiz."
Kâdî'nin ikinci
deliline de şöyle cevap verilir: Size göre Allah Teâlâ'nın yalan söylemeyişinin
sebebi şudur: "Allah yalan söylemez, çünkü çirkindir. Allah bu çirkinliği
irtikâb etmez, çünkü yalandır!" Binâenaleyh Allah'dan yatanın sâdır
olmasının imkansız olması gerekçesi ile bu manayı kabul etmeniz halinde devr-i
fasit lâzım gelir ki, devir bâtıldır.
[303]
Ne Medinelilehn. ne de
çevrelerindeki bedevilerin, Allah'ın Resulünden geri
kalmaları ve bizzat kendisine, canla başla rağbet
etmemeleri olacak şey
değildir. Çünkü
onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık
(çekmeleri), kâfirleri kızdıracak bir yere ayak
basmaları, bir düşmana karşı bir
muvaffakiyete
nail olmaları yoktur ki mukabilinde kendileri için de bu sebeble
iyi bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah iyilik
edenlerin mükâfaatım zayi
etmez. Onlar, gerek
küçük, gerek büyük herhangi bir masraf yapmaya
dursunlar bir vadiyi geçmeyedursunlar, mutlaka Allah o yapageldikleri
şeyden
daha güzeliyle onlara mükâfaat vermek
için, (bütün onlar) hesablanna
yazılmıştır"
(Tevbe, 120-121).
Bil ki Allah Teâlâ:
"Sadıklarla beraber olun" buyruğu ile, bütün savaşlarda ve
toplantılarda Hz. Peygamber (s.a.s)'le birlikte olmanın vâcib olduğunu
bildirince, bunu
te'kid ederek, bu
ayette de, Peygamber'den ayrılmayı yasaklayıp, "Ne Medinelilerin ne de
çevrelerindeki bedevilerin, Allah'ın Resulünden geri kalmaları (...) olacak şey
değildir" buyurmuştur.
Medine'nin etrafında
yerleşmiş olan bedeviler: Müzeyne, Cüheyne. Eşca', Eşlem ve Gıfâr
Kabileleridir. Bunu, İbn Abbas (r.a) haber vermiştir.
Bu tabirin, Medine'nin
etrafında olan bütün bedevileri kapsadığı, çünkü lafzın umumi olduğu, bunu
tahsis etmenin delilsiz bir iddia olacağı da ileri sürülmüştür,
Her iki görüşe göre
de, Resûlullah (s.a.s) sıcak altında iken ve sıkıntı çekerken, kendilerinin Resûluliah'dan
ayrılıp canlarını koruma ve refah peşinde olmaları uygun olmaz.
Cenâb-ı Hak,
"Bizzat kendisine canla başla rağbet etmemeleri yasaktır"
buyurmuştur. Arapça'da "Ondan vazgeçtim, onu terkettim, ondan geri
durdum" manasında yine, "ona karşı harîsoldum, onu bırakmadım"
manasında denilir. Buna göre mana, "Onların, Peygamberin kendisi için
tercih ettiği şeyi, kendi nefisleri için istememeleri uyçun olmaz"
şeklinde olur.
Bil ki bu ifadenin
zahiri, onların hepsine cihadın farz olduğunu göstermektedir. Fakat biz, hasta,
zayıf ve âciz kimselerin, hem aklî detil ile hem, "Allah hiç kimseye
gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez '(Bakara. 2B6) ve "A'mâ olana bir
harec (günah) yok... "(Nur.et)ayetleri ile, bu ayetin genel hükmünün
dışında bırakıldıklarını söylüyoruz.
Cihadın farz-ı ayn
olmadığı meselesine gelince, bunun böyle olduğuna da icma delalet etmektedir.
Böylece bu da, ayetin umumi hükmünden tahsis edilmiş ve bu iki şeklin dışındaki
herkes, bu umumi hükmün muhtevasında kalmış olurlar.
[304]
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Peygamber'den geri kalmayt, yasaklayınca, onlara bu yolculukta isabet
edecek her çeşit güçlüğün Allah katında büyük bir ücrete vesile olduğunu beyan
buyurmuş ve sonra şu beş hususu zikretmiştir:
1) O'nun
Bunun sebebi şudur: Çünkü onların "Allah
yolunda bir susuzluk isabet etmez ki..." buyruğunun ifade ettiği
husus. Zama kelimesi, şiddetli susuzluk demektir. Nitekim Arapça'da bir kimse
iyice susadığında, J^İ Ut denilir
2) O'nun
"bir yorgunluk" kelimesinin ifade ettiği husus. Bu, "bitkinlik,
yorgunluk" demektir.
3) O'nun "Allah yolunda bir açlık..."
sözünün ifade
ettiği husus. Cenâb-ı Hak bununla,
kendisinde karnın adetâ sırta yapıştığı şiddetli açlığı murad etmiştir. Bu
manada, denilir.
4) O'nun
'Kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları" buyruğunun ifade ettiği
husus. Bu, "Mü'min ayağını, atı tırnağını, devesi tabanını bir yere
bastığı zaman, mutlaka bu kâfirlerin
gayzına sebeb olur" demektir. İbnu A râbî, Arapça'da, "Onu kızdırdı,
öfkelendirdi" manasında, tete ve
fiillerinin aynı manada olarak kullanıldığını söylemiştir.
5) O'nun "Bir düşmana karşı bir
muvaffakiyyete nail olmaları, yani bir esir almaları veya onları öldürmeleri,
az-çok onları bir hezimete uğratmaları yoktur ki mukabilinde kendileri için de
bu sebeble iyi bir amel yazılmış olmasın, yani bu. Allah katında bir ibadet ve
bir yakınlaşma sebebi olmamış olsun" ayetinin ifade ettiği husustur. Biz
diyoruz ki bu ayet, Allah'a itaatta bulunmaya niyetlenen herkesin, oturmasmın,
kalkmasının, yürümesinin, harekât ve sekenâtının, evet bütün bunların Allah
katında yazılmış birer hasene olduğuna delâlet eder. Masiyet ve günah
tarafındaki hüküm de böyledir. Binâenaleyh, tâatın bereketi, masiyetin de
uğursuzluğu ne kadar büyüktür!
Alimler bu ayetin
ifade ettiği hüküm hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Katâde
şöyle demiştir: "Bu hüküm, Resûlullah'a has olan hükümlerdendir.
Binâenaleyh, Resûlullah'ın bizzat kendisi savaştığı zaman, mazeretsiz olarak,
hiç kimsenin ondan ayrılması caiz olmaz."
İbn Zeyd de şöyle
demiştir: "Bu, müslümanlar az iken böyleydi. Onların sayısı çoğalınca,
Allah Teâlâ, bu ayetin ifade ettiği hükmü, "Mü'minlerin hepsinin topyekün
savaşa çıkmaları münasip değildir" (Tevbe, i22)ayetiyle
neshetmiştir." Atiyye ise şöyle demiştir: "Onların, Hz. Peygamber
(s.a.s) onları bir şeye davet edip onlara emrettiğinde, Allah'ın Resulünden
ayrılma ve O'nu yalnız bırakma hakları bulunmamaktadır. Doğru olan da budur.
Çünkü, Allah'ın Resulü bir şey emrettiğinde, ona itaat ve çağrısına icabet
etmek ister istemez gerekir. Görevlendiren veya tayin eden idarecilerin
emirleri de böyledir. Zira görevlendirilen birinin geri kalmasını tecviz
edersek, bu yalnız bir kimseye münhasır kalmaz ve neticede cihad muattal
olur."
Daha sonra ''Onlar,
gerek küçük, gerek büyük herhangi bir masraf yapmayadursunlar "
buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak bu beyanıyla, isterse bir hurma tanesi veya ondan da
az bir şey, isterse bir kılıçbağı veya ondan da az bir şeyi kasdetmiştir.
Yine Cenâb-ı Hak,
"Bir vadiyi geçmeye ursunlar" buyurmuştur. Vadi, dağlar ile tepeler
arasında kalan boşluğa, mekâna verilen isim oiup, çoğulu evdiye'dir.
Cenâb-ı Hak
"yazılmış olmasın" buyurmuştur. Yani, "Allah, o infâk ve o
hareketi, mutlaka onlar lehine olarak yazar" demektir.
Daha sonra
"Mutlaka Allah o yapageldikleri şeyden daha güzeliyle onlara mükâfaat
vermek için" buyurulmuştur. Bu ifadede, iki izah bulunmaktadır:
a) Ayette
geçen ahsen kelimesi, onların yapmış oldukları fiillerin sıfatlarındandır.
Onların yapmış oldukları fiiller içinde vâcib, mendûb ve mubah olanlar
bulunmaktadır. Allah Teâlâ onlara, kendilerinin yapmış oldukları en güzel fiile
göre mükâfaat vereceğini beyan buyurmuştur ki, bu durumda, bu "en
güzel" tabirine, mubah olanlar değil de, vâcib (farz) ve mendûb olanlar
girer.
b) Ahsen
lafzı. L'cezâ-mükâfaat" kelimesinin sıfatıdır.. Buna göre "Allah
onları, yapmış oldukları amellerine mukabil en güzel, en yüce ve en üstün
mükâfaatla ödüllendirir" ki işte bu da, Allah'ın verecek olduğu ilahi
mükâfaattır.
[305]
"Bununla beraber
mü'minierin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları münasip
değildir. O halde onların her sınıfından yalnız birer
zümre savaşa gitmeli, kimide -din ve şeriat ilimlerini iyice Öğrenmeleri ve
kavimleri savaştan dönüp
kendilerine
geldikleri zaman onları uyarmaları için- gitmeyip kalmalıdırlar.
Olur ki bu suretle mü'minler aykırı hareketlerden
kaçınırlar"
(Tevbe. 122),
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele bulunmaktadır:
[306]
Bil ki bu hususta şu
iki şey söylenebilir:
a) Bu
ayet, cihad hükümlerinin
geriye kalanlarından birisidir.
b) Bu,
cihadla herhangi bir münasebeti bulunmayan yeni bir sözdür.
Birinci ihtimale
gelince, İbn Abbas (r.a)'dan şöyle dediği
rivayet edilmiştir:
'"Hz. Peygamber (s.a.s) savaşa çıkarken, ondan, münafık veya mazereti
olanlardan başkası ayrılmaz, savaştan geri kalmazdı. Allah Teâlâ, münafıkları,
Tebük Savaşı vesilesiyle iyice ayıplayıp kınayınca mü'minler, "Allah'a
yemin olsun ki biz, hiçbir savaş ,ve hiçbir seriyyede Hz. Peygamber'den
ayrılmayacağız!.." dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelip kâfirler
üzerine seriyyeler gönderince, geride kalan müslümanlann tamamı da savaşa
gittiler ve Hz. Peygamberi Medine'de yapayalnız bıraktılar. İşte bunun üzerine
bu ayet-i kerime nazil olduwBuna göre ayetin ifade ettiği mana şu olur:
"Mü'minlerin topyekün savaşa gitmeleri uygun olmaz. Tam aksine, onların
iki kısma ayrılmaları gerekir. Bir kısım, Hz. Peygamber'in Hizmetinde kalırken,
diğeri de savaşa gider." Bu böyledir zira, o zam.an İslamiyyet, savaşmaya,
cihad etmeye ve kâfirleri ezip geçmeye muhtaç idi: bu gerekiyordu. Yine, yeni
yeni mükellefiyetler ortaya çıkıyor ve şer'i hükümler iniyordu. Müslümanların,
Hz. Peygamberin yanında kalmaya ve böylece de, o yeni hükümleri öğrenmeye, o
mükellefiyetleri bellemeye ve onları orada bulunmayanlara tebliğ etmeye
ihtiyaçları vardı. Böylece o zaman, gerekli ve şart olanın, Allah'ın Resûlü'nün
sahabesinin iki kısma ayrılması olduğu sabit olmuş olur. Bunlardan birisi,
savaş ve cihada gidecek, diğeri de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında kalacaktır
Böylece, s'avaşa giden kısım, savaşa katılmayanları da temsil etmiş olacak.
Medine'de, Hz. Peygamberin yanında kalan kısım da, dinî ilimleri öğrenme
hususunda savaşa iştirak etmiş olanları temsil etmiş olacaktır. İşte bu suretle
de, her iki kısmın dinî işleri tamamlanarak ifa edilmiş olacaktır
Sen bunu iyice
kavradığın zaman biz diyoruz ki: Bu görüşe göre şu iki ihtimal ortaya çıkar.
[307]
Birinci ihtimal:
Medine de kalan kısmın, dini öğrenen kısım olmasıdır. Şu sebeble ki onlar,
devamlı Hz. Peygamber'in hizmetinde bulunup vahyi ve ayetlerin nüzulünü
müşahade edip, her ne zaman bir mükellefiyet ve yeni bir hüküm geldiğinde, onu
öğrenip iyice bellerlerdi. Binâenaleyh, savaşa giden kısım onlara dönüp başvurduğunda,
Medine'de kalan bu kısım, öğrendikleri mükellefiyet ve hükümleri onlara tebliğ
ederek bildiriyordu. İşte bu izaha göre ayette bir takdir yapmak gerekir. Buna
göre ayetin takdiri, "Onlardan bir kısmının savaşa katılması; bir kısmının
da. Medine'de kalarak dini iyice öğrenip, kavimlerine, yani savaşa katılanlar,
savaştan döndükten sonra kendilerine başvurduğunda, onlara o hükümleri
bildirmeleri gerekmem miydi? Böylece de savaştan dönenler, o yeni hükümleri
öğrenince, Allah'a isyan ötmakten sakınmış olurlar" şeklinde otur.
[308]
İkinci ihtimal: Dini
öğrenme işinin, savaşa katılanlara ait olmasıdır. Bu, Hasan el-Basri'nin
görüşüdür. Buna göre ayetin manas;,
'Onlardan herbir fırkadan, bir
kısmın
savaşa katılması gerekmez mi? Böylece savaşa katılan o kısım, din hususunda
fakîhler olmuş olurlar. Böylece, onların fakîh olmasından maksad, ontarın.
müslümanlann müşriklere galip gelmelerini ve pek az sayıda olmalarına rağmen,
müşrikler dünyasına üstün gelmiş olduklarını müşahede etmiş olmalarıdır. O
durumda onlar bunun, Allah Teâlâ'nın, yardım ve desteğini onlara vermiş ve
tahsis etmiş olduğunu ve O'nun, Muhammed (s.a.s)'in dinini yüceltmeyi,
şeriatini kuvvetlendirmeyi murad etmiş olduğunu anlamış olurlar. Binâenaleyh
savaşa katılan bu topluluklardan bazı kimseler, kâfir olan kavimlerine, (hısım
ve akrabalarının) yanına vardıklarında, onları, müşahede etmiş oldukları
nusret, fetih ve muzafferiyyet mucize ve delilleriyle inzâr edip uyarırlar.
Böylece de o kâfir kimseler Ailah'a isyan etmekten sakınırlar da, küfrü, şekki
ve nifakı terkederler " şeklinde olur.
Bu görüş de, ihtimal
dahilindedir. Kadî, bu görüşü tenkid^ederek, "Bu müşahede, dinde fıkıh
{derinleşme) sayılmaz" demiştir.
Kadî'ye şu şekilde
cevap vermek mümkündür: Savaşa katılanlar, silahı, yiyeceği olmayan az
sayıdaki bir topluluğun, yiyeceği ve içeceği boUhtişamı çok olan büyük bir
kâfir topluluğuna galip geldiklerini görüp müşahede ettiklerinde, esas maksat
olan şeyi, iyiden iyiye kavramış olurlar. Bu esas maksat da, bu durumun (az bir
kimsenin, kalabalık bir gruba galip gelmesinin) Allah'dan olup beşer tarafından
olmayışıdır, Çünkü, şayet bu beşer tarafından yapılan bir şey olsaydı, o zaman,
az sayıdaki kimseler, kendilerinden kat kat fazla olan kimselere galip gelemezlerdi
ve bu din de her gün kat kat artarak ilerleyemezdi. Bu nükteyi ve inceliği
anlama uyanıklığını göstermek, hiç şüphesiz ki bir anlamda "fıkh"
(derin-anlayış)dtr.
Bir üçüncü ihtimale
gelince, bu da şudur: Bu ayetin, cihad hükümlerinden geriye kalanlardan
olmayıp, tam aksine bunun, kendi başına müstakil bir hüküm olduğunun
söylenmesidir. Bu şöyle izah edilebilir: Allah Teâlâ, bu surede hicret
meselesini beyan buyurup, sonra da cihadı emredince -ki bunlar, seferle ilgili
iki ibadettir- Hz. Peygamber'den öğrenilen fıkhın da bir ibadet olduğunu beyan
buyurmuştur ki, bunun da seferle ilgisi bulunmaktadır. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, "Dinde fakîh (derin anlayışlı) olmak için, topyekûn Hz.
Peygamberin yanında kalmaları uygun olmaz. Tam aksine bu. vâcib de değildir,
caiz de. Bunun durumu,özrü bulunmayan herkesin mutlaka katılması gereken ve
Peygamberle beraber yapılan cihadın durumu gibi olmaz " buyurmuştur.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, "Bununla beraber mü'minlerin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları
münasip değildir" buyurmuştur. Yani, "Şehirde eğleşen fırkalardan bir
kısmı, dinde derinleşmek, helâli haramı öğrenmek, vatanlarına dönüp,
küfürlerinden vazgeçsinler diye, kavimlerini uyanp sakındırmak için, Hz.
Peygamber'in huzuruna varsın " demektir. Takdirin böyle olması halinde
bundan
murad, dinde derin anlayışlı olmak ve
dinî meseleleri iyice öğrenmek için Hz. Peygamber'in huzuruna varmanın vacib
olması otur.
[309]
Buna göre şayet,
"Ayet, fıkh öğrenmek, dinde derinleşmek için, her dönemde sefer edip
gurbete çıkmanın vâcib olduğuna delâlet eder mi?" denilirse, biz deriz ki:
Fıkh öğrenmek, ancak,
o kimsenin sefere çıkmasıyla elde edilebiliyorsa, o kimsenin bu sefere çıkması
vâcib olur. Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında da durum böyleydi. Çünkü şerîat
(dinî hükümlerin bütünü), henüz nihayete ermemiş, aksine her gün yeni bir
hüküm, yeni bir mükellefiyet zuhur ediyordu. Halbuki, bizim zamanımızda ise,
şer'î hükümler kesinleşip yerleşmiştir. Binâenaleyh, bir kimse kendi vatanında (beldesinde)
ilim elde etme imkânına sahip ise, onun sefere çıkması vâcib olmaz. Ancak ne
var ki ayetin lafzı, sefer etmeye dair bir delil olunca, pek yerinde olarak,
biz de, kendisinden yararlanılan mübarek bir ilmin ancak seferde elde
edilebileceği kanaatine vardık.
[310]
Bu ayette
zikredilen lafızlarından tefsir
edilmesi
gerekenlerden birisi de lev lâ
kelimesidir. Bu kelime, fiilin
başına geldiği zaman,
hellâ edatı gibi, teşvik manasını ifade
eder:
(olmalı, olmalı değil miydi?) Lev lâ edatının, heflâ
manasını taşıması yerindedir. Zira hellâ da, iki
kelimeden
meydana gelmiş olup,
bunlardan birisi istifham ve arz (sunma) edatı olan hel, (diğeri
de lâ)dır. Çünkü sen bir kimseye "Yer
misin?" "Girer misin?" dediğinde, böylece sanki sen ona, bu yeme
ve girme işini arzetmiş olursun. Diğer kelime ise lâ edatıdır. Bu edat, inkar
ve cahd manasını ifade eder. O halde, hellâ birisi arz, diğeri cahd manası
ifade eden iki şeyden mürekkeb olmuş olur. Buna göre sen. "Keşke şunu
yapsaydın!" dediğinde, o zaman sen sanki, "Yaptın değil mi?"
demiş, sonra da, bununla birlikte lâ, yani, "Hayır sen onu yapmadın "
demiş olursun. Binâenaleyh, bu ifadede o fitlin vâcib (gerekli) olduğuna ve,
fiilin yapılmaması suretiyle, bu gerekliliğin ihlal edildiğine dikkat çekmek
söz konusudur, Aynı şey levlâ edatı hakkında da söylenilebilir. Çünkü sen,
(Yanıma girmeli değil miydin?) ; "yanımda yemeli değil miydin?"
dediğinde, bunun manası da, bir arz ve o işi yapması halinde, senin sevineceğini
haber vermektir. Aynı şey lev mâ hakkında da söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'ın
"...bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Hkı, i) ayeti de
böyledir. Böylece, (evlâ, hellâ ve levmâ'ntn manaları birbirine yakın olan
lafızlar olduğu sabit olmuş olur ki, hepsinden maksad da, terğîb ve teşviktir.
O halde Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "Onlar bunu yapmalı değil
miydi?" şeklinde olmuş olur.
[311]
Bu ayet, haber-i
vahidin bir hüccet olduğunu benimseyenler için, güçlü bir delildir. Biz bu
meseleyi, KitabuM-Mahsûl
Mine'l-Usûl adlı
eserimizde uzun uzadıya ele aldık. Bizim
burada
diyeceğimiz ise şudur: Her üç kişi bir fırkadır. Allah
Teâlâ. her fırkadan bir kısmın çıkmasını vacib
kılmıştır.
Üçten çıkan ya iki olur. ya da bir.
Binaenaleyh {savaşa çıkan) "taife'nin, ya iki veya bir olması gerekir.
Daha sonra Allah Teâlâ, onların haberlerine göre amel etmeyi vacib kılmıştır.
Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın. "... onları korkutmaları için "ifadesi,
onların haber vermelerinden ibarettir. O'nun, "Olur ki, kaçınırlar"
buyruğu ise, onların kavimlerine, onların haberlerine göre amel etmelerini
vacib kılmayı ifade eder. Bu da. bir veya iki kişinin haberinin, şeriatta bir
deli! olmasını iktiza eder.
[312]
Kâdî ise şöyle
demiştir: '"Bu ayet, haber-i vahidle amel etmenin vacib olduğuna delâlet
etmez. Çünkü "taife" bazan, haberinin bir hüccet olduğu bir topluluk,
cemaat olabilir. Bir de, Cenâb-ı Hakk'ın, "... onları korkutmalar] için"
ifadesi, kavim kabul etmese dahi, doğru olan bir sözdür. Nitekim, kabul
edilmesi gerekmese dahi, bir şahidin (çağırıldığı zaman) şehadette bulunması
gerekir. Bir diğer, husus da, "inzâr" kelimesinin, korkutma manasını
tazammun etmiş olmasıdır. Bu kadar şey, haber-i vâhidle amel etmenin vacib
olmasını gerektirmez'.'
Buna şöyle cevap
verilir: "'Onun, "taife" bazan bir cemaat olabilir"
şeklindeki görüşünün cevabı şudur: Biz, her "öç"ün bir fırka olduğunu
beyan ettik. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak wer fırkadan bir kısmın çıkmasını vacib
kılınca, o zaman taifenin ya iki veya bir olması gerekir. Bu da,
"tâife"nin, haberleriyle bir ilmin meydana geldiği cemaat manasına
gelmesi hususunu iptal eder."
Şayet onlar.
"Allah Teâlâ o grupların sözleriyle amel etmeyi vâcib kılmıştır. Belki de
onlar, sayı bakımından, sözleriyle ilmin tahakkuk edeceği bir sayıya
ulaşmışlardır" derlerse, biz deriz ki:
Allah Teâlâ. her
gruba, kendi kavimlerinin yanına dönmelerini vâcib kılmıştır. Bu da, her
kısmın, hususi bir topluluğa dönmesini gerektirir. Daha sonra Allah, o grubun
sözüyle amel etmeyi vacib kılmıştır ki, işte bu da neticeyi ifade eder.
Kadî'nin, "Hak Teâlâ'nın buyruğu, her ne kadar kabulü gerektirmese bile,
yerinde olan doğru bir sözdür" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki:
Biz, haber-i vahidle
amel etmenin vacib
olduğu hususunda. Cenâb-ı Hakk'ın
buyruğuna
değil, tam aksine
O'nun buyruğuna tutunmaktayız. Bu. bu
inzârın, yapılan o inzara uygun olarak amel etmeyi gerektirmesine binâen,
sakınma hususunda, Cenâb-ı Hak tarafından yapılan bir teşviktir. İşte bu
cevapla, Kadî'nin, "İnzâr, korkutma manasını ihtiva eder. Bu kadar şey de,
onunla amel etmenin vâcib olmasını gerektirmez" şeklindeki üçüncü sorusuna
da cevap verilmiş olur.
[313]
Ayet, dinde derin
anlayış sahibi olmak ve öğrenmek, taallümde bulunmaktan maksadın, halkı Hakk'a
davet
etmek ve onları, güçlü
olan İsfâm dinine, Sırat-ı Müstakîme
irşad
etmek olması gerektiğine delâlet eder. Çünkü âyet, onların kavimlerine
döndüklerinde, kavimlerini gerçek ve hak olan dinle inzâr edecekleri ve onların
da, cehalet ve masiyetten kaçınarak, dini kabul etmeye arzu duyacakları
gerekçesiyle, Allah Teâlâ'nın onlara dinde derin anlayışlı ve bilgili olmayı
emrettiğine delâlet eder. Binâenaleyh, işte bu gayeden dolayı, derin anlayışlı
olmak ve öğrenimde bulunmak isteyen herkes güçlü bir metod ve dosdoğru bir yol
üzerinde olmuş olur. Kim de bu yola iltifat etmez, dini âlet ederek dünyayı
talep ederse, amel bakımından, en çok ziyana uğrayanlardan olurlar. Öyle ki,
kendileri iyi yapıyor sanarak dünya hayatındaki say ü amelleri boşa gitmiş
olur.
[314]
"Ey iman edenler,
kâfirlerden size yakın olanlarla muharebe edin. Onlar sizde
büyük bir azim ve katılık bulsunlar. Bilin ki Allah,
muhakkak takva
sahipleriyle beraberdir"
(Tevbe, 123).
Bil ki Hasan
el-Basri'nin: "Bu ayet, bütün müşriklerle savaşmakla ilgili emir gelmeden
önce nazil oldu. Daha sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, ''Bütün müşriklerle savaşın
" pevbe, 36) ayetiyle neshedilmiştir" dediği nakledilmiştir.
Muhakkik ulemâya
gelince onlar, böyle bir neshi kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ,
bütün müşriklerle savaşmayı emredince, mü'minleri, bu konuda, en doğru ^e en
uygun olan yola seMtetmvştK Y\, bu da onlaun, clhad
davet işi de, aynt şekilde olmuştur. Zira Cenâb-t Hak,
"Sen (ilkin) en yakınlarını inzâr et" (şuara. 214) buyurmuştur. Savaş
da, aynı tertib ve usûle göre yapılmıştır. Zira Hz. Peygamber {s.a.s), ilk Önce
kavmiyle savaşmış, sonra onlardan diğer Araplarla savaşmaya geçmiş, diğer Araplarla savaştıktan sonra Şamlılarla savaşmaya
başlamıştır. Sahabe (r.a.) de, Şam'ın işini bitirince,
Irak'a girmiştir. Biz, şu sebeplerden dolayı, savaşa yakın bölgelerden
başlamanın daha uygun olduğunu söylüyoruz:
a)
Kâfirlerin tamamına, aynı anda mukabele etmek imkânsızdır. Küfür noktasında
müşterek olmalarından dolayı, onlarla savaşmanın ve onlarla muharebe etmenin
vâcib olması hususunda, onların hepsi aynı olup, aynı anda hepsiyle savaşmak da
imkânsız olunca, bunlar arasında bir tercih yapmak gerekir. Dine davette ve
diğer işlerde olduğu gibi, yakınlık apaçık bir tercih sebebidir. Baksana, emr-i
maruf nehy-i münkerde de, orada bulunanlarla işe başlamak, bu iş için uzak
beldelere gitmekten daha evlâdır. Binâenaleyh, işe en yakın ile başlamak
gerekir.
b) En yakından işe başlamak daha evlâdır. Çünkü
bu konuda yapılacak harcamalar daha azdır; aynı zamanda, binite, âlet ve
edevata duyulacak ihtiyaç da aynı şekilde azdır.
c) Savaşan
birlik, yakını bırakıp uzağa gittiğinde, kendi çoluk çocuğunu bir fitne ve
musibete maruz bırakmış olurlar.
d) İslâm
yurduna tecavüz edenler, ya güçlüdürler, ya da zayıf. Binâenaleyh, onlar
şayet güçlü iseler,
onların İslâm beldesine
saldırması, uzaktaki kâfirlerin saldırmasından daha kuvvetli ve
daha çok olur. En kuvvetli ve çok olan şerrin def edilmesi daha uygundur. Yok
eğer onlar, zayıf iseler, müslümanların onlara hükümran olması daha kolay;
onların hezimete uğramaları sebebiyle de, İslam'ın izzetinin tahakkuk etmesi
daha yakın ve daha kolay olmuş olur. Binâenaleyh en yakın ile işe başlamak daha
evladır.
e) İnsanın,
kendisine yakın olanların durumuna vâkıf olması, kendisinden daha uzak
olanların durumuna vâkıf olmasından daha kolaydır. Durum böyle olunca,
müslümanların gücü, kendilerine yakın olanların ne durumda olduklarını, ne
kadar silahları ve kaç adet askerleri bulunduğunu bildikleri için, oniarla
savaşmaya daha çok yeter.
f) İslam
diyarı geniştir. Dolayısıyla her belde halkı, kendine yakın olan kâfirlerle
savaşırsa, iş daha kolay olur ve gaye daha basit yoldan elde edilmiş olur.
g) İki vazife bir araya gelip, birisi daha basit
yoldan elde edilebiliyor ise onun öne alınması gerekir. Yakınlık, basit yoldan
elde etme sebebidir. Bundan dolayı işe en yakından başlamak gerekir.
h) Biz, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in gerek dine davette, gerek savaşlarında ve gerekse bütün
işlerinde, işe en yakından başladığını beyân etmiştik. Çünkü bir bedevi,
sofraya oturup elini sofranın uzak tarafına uzattığında, Hz. Peygamber (s.a.s),
"Önünden ye"[315]
buyururdu. Binâenaleyh bütün bu izahlar, önce en yakından,
sonra biraz daha uzaktan başlayarak işe girişmenin
vacib olduğuna delâlet eder.
İmdi şayet:
"Bazan yakını bırakıp, uzağa gitmek (uzaktan başlamak) daha faydalı olur.
Çünkü uzaktakinin kalbine, "O, yakındakine değer vermediği için, onu
bırakıp geldi" fikri düşer?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, tek bir
ihtimaldir. Ama bizim bahsettiğimiz ihtimaller ise daha çoktur. Dünyanın
işleri, fayda bakımından, daha çok olanın daha az olana tercih edilmesi
prensibine dayandırılmıştır. İşte bizim anlatmak istediğimiz de budur. Biz bu
sözü ancak, daha yakındakilerle birlikte, daha uzaktakilerle savaşmak imkansız
olduğu zaman söyleriz. Ama her ikisiyle birlikte savaşmak mümkün olduğunda,
ikisiyle birlikte savaşmanın daha evla olduğu hususunda hiçbirşey söylenemez.
Böylece bu ayetin mensûh olmadığı kesin olarak sabit olmuş olur.
[316]
Cenâb-t Hakk'ın
"Onlar sizde büyük bir azim ve katılık bulsunlar" emrine gelince,
Zeccâc şöyle demiştir: "Gılza kelimesi gayn harfinin fethası, kesresi ve
ötüresi ile, üç şekilde de kullanılır."
Keşşaf sahibi de şöyle
demiştir: "Bu kelime kesre ile okunduğunda, "büyük bir sertlik"
manasını ifade eder. Gilza kelimesi, da'te (*İfl*>)(sıkmak) gibi; gulza
kelimesi de şuhta (buğz-kin) gibidir." Bu ayet, onlara' katı davranmanın
emrolunduğuna delâlet eder. Bunun bir benzeri de, "(Kâfirlerin ve
münafıkların) karşısında çetin ol" (Tevbe, 73) ve ''Düşmanınız olan kavmi
aramakta gevşek davranmayın" (Nisa, 104) ayetleridir. Yine Allah Teâlâ'nın,
sahabenin tavsifi hususundaki "Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere
karşı onurlu ve zorlu" {Mart*. 54)ve "Kâfirlere karşı çetin (ve
metin)'"(Fetih,29)şeklindeki sözleri de bunun gibidir, Müfessirler,
"gılza" kelimesinin tefsiri hususunda değişik açıklamalarda
bulunmuşlardır. Bunun manasının, şecaat (kahramanlık), şiddet ve kin, öfke
olduğu söylenmiştir.
Bil ki
"gılza", "rikkat" (incelik)in zıddı olup, birisinden
intikam almada aşın gitmektir. Bunun faydası da, kötülüklerden men etme ve
engelleme hususunda daha fazla tesir meydana getirmiş olmasıdır. Sonra, bu
konuda durum her zaman aynı olmaz. Bazan, nazik davranma ve inceliğe, bazan da
sertliğe ihtiyaç duyulur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, sadece, muhakkak
olarak sertlik ve şiddetle yetinmenin caiz olmayacağına dikkat çekmek için,
"Onlar sizde, büyük bir azim ve katılık bulsunlar" buyurmuştur. Zira
sertlik, nefrete sebep olur ve topluluğun dağılmasını icab ettirir. Bundan
dolayı, "Onlar sizde, büyük bir azim ve katılık bulsunlar" buyruğu, sertliğin
azaltılmasına delâlet eder. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir:
"Onlar, sizin huy ve karakterlerinizi araştırdıklarında, onların mutlaka
sizde bir sertlik bulup görmeleri gerekir." Bu söz ancak genel halleri
rahmet ve şefkat olan, bununla beraber kendisinde bir tür sertlik ve katılık
bulunan kimseler hakkında doğru olabilir.
Bil ki, bu serttik,
ancak dine davetle ilgili şeyler hususunda nazar-t dikkate alınıp muteberdir.
Bu da ya, hüccet ve delil getirmek; yahut da savaşmak ve cihad etmek suretiyle
olur. Ama bu sertliğin, alışveriş, yeme içme ve oturup kalkma ile ilgili şeyler
hususunda olması meselesine gelince, bu doğru olmaz.
Daha sonra Cenab-ı
Hak, "Bilin ki Allah, muhakkak takva sahipleriyle beraberdir"
buyurmuştur. Bundan murad, o kişinin cihada ve savaşa, mal ve makam elde etme
arzusuyla değil, Allah'ın dinini kuvvetlendirme gayesiyle yönelmesidir.
Binâenaleyh o, karşısındakinin İslâm'ı kabul ettiğini görünce, onunla savaşmayı
bırakır. Yine onun, "cizye"yi kabul etmeye meylettiğini görünce,
onunla savaşı terkeder. Düşman çok olduğunda, ganimetleri, Allah'ın hükmüne
muvafık bir biçimde alır.
[317]
"Bir sûre
indirildiği zaman, içlerinden kimi: "Bu sûre hanginizin İmanını
artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince: Her inen sûre daima onların
imanın artırmıştır ve onlar. Kuran İndikçe
sevinçlerinden birbiriyle
müjdeleşirler. Fakat
kalblerinde bir maraz bulunanların küfürlerine küfür katıp
arttırdı ve onlar kâfir olarak öldüler"
(Tevbe, 124-125).
Bil ki Allah Teâlâ,
münafıkların kepazeliklerini ve çirkin işlerini dile getirince, "Bir sûre
indirildiği zaman münafıklardan kimisi. "Bu sûre hanginizin imanını
artırdı?" der" buyurmuştur. Alimler bu hususta ihtilâf ederek,
bazıları mesela şöyle demiştir: Bu sözü), münafıklar birbirlerine
söylüyorlardı. Maksatları da, kendi topluluklarını ıifak üzere tutabilmekti.
Diğer bazı alimler,
"Hayır, o münafıklar, bu sözü müslümanlara söylüyorlardı. Maksatları da,
müslümanları imandan çevirmekti " der.
Diğer bazıları da:
"Hayır, onlar bunu bir alay ve istihza olsun diye söylüyorlardı "
demişlerdir.
Bütün bu görüşler,
ihtimal dahilindedir. Ancak ne var ki, ayeti bütün bu görüşlere birden
hamletmek mümkün değildir. Çünkü, hâlin, (durumun) hikayesi, umûm ifade etmez.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, {münafıkların) bu sorusuna cevap vererek şöyle
demiştir: "Bu sûrenin inmesi sebebiyle hem mü'minler, hem de kâfirler için
iki şey tahakkuk etmiştir: Mü'minler için gerçekleşenin ilki ve birincisi, bu
sûrenin onların imanını artırmış olmasıdır. Çünkü, bu sûre inerken, onlar bunu
mutlaka okuyor ve onun, Allah katından indirilmiş gerçek olduğunu itiraf ve
kabul ediyorlardı' İmanın artıp eksilmesiyle ilgili olarak ileri sürülmüş olan
görüşleri, biz, Enfâl süresinin baş kısmında ayrıntılı olarak ele almıştık.
İkincisi de, onların duydukları ve elde ettikleri sevinçtir, müjdedir. Onlardan
bazıları bu müjdeyi, âhiretteki mükâfaat manasına; bazıları dünyada elde
ettikleri yardım ve muzafferiyete hamletmişlerdir. Bir kısmı da bunu,
kendisiyle daha fazla mükâfaat elde edilebileceği için, o yeni gelen
mükellefiyetler sebebiyle hasıl olan sevinç ve sürura hamletmişlerdir.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, mü'minler hakkında zikredilen bu iki şeye mukabil, münafıklar için de iki
şeyin meydana geldiğini bildirerek :
a)"Fakat
kajblerinde bir maraz bulunan münafıklara gelince, bu ayet,
onların küfürlerine küfür katıp artırdı" buyurmuştur. Ayette
bahsedilen rics (ricsen) kelimesinden murad, ya bâtıl inançlardır, yahut da
kötü huylardır. Eğer birinci mana kabul edilirse, buna göre ayetin manası,
"Onlar bundan önce de, nazil olan sûreyi yalanlıyorlardı. Şu anda da bu
yeni nazil olan sûreyi yalanıyorlar. Bu sebeple, küfür küfüre eklenmiştir
" şeklinde olur.
Eğer ikinci manayı
alırsak, o zaman ayetin manası, "Onlar hased, düşmanlık ve her türlü hile
ve tuzak kurma fiili içinde bulunuyorlardı. Şu anda da, bu yeni sûrenin nazil
olması sebebiyle, bu kötü huylan iyiden iyiye ilerledi, arttı"şeklinde
olur.
b) Onların,
küfür üzere ölmeleridir. Böylece bu durum, mü'minler için tahakkuk eden müjdeye
zıd bir şey gibi olmuş olur. Bu durum, birinci durumdan daha kötü ve daha
çirkindir. Zira, birinci durum, onların küfür pisliklerinin artmasından
ibarettir. Bu durum ise, küfürlerinin devamı ve o küfür üzere ölmeleri
demektir.
Alimlerimiz, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Küfürlerine küfür katıp artırdı." buyruğu ile,
O'nun,{insanı) bazan imandan alıkoyacağına ve çevireceğine istidlal ederek
şöyle demişlerdir: "Allahu Teâlâ, bu sûreyi dinlemenin, onların
kalblerinde hased ve kin meydana getireceğini ve bu hasedin de onların
kalblerindeki küfürlerinin artmasına sebeb olacağını biliyordu."
Mutezile bu görüşümüze
cevap vererek şöyle demiştir: "Bu sûrenin inişi, diğerlerinin bu aynı
sûreyi dinleyip, böylece de imanlarının artmış olmasının delaletiyle,
ilave bir küfrü gerektirmez. Böylece, o küfür
pisliğini, onların kendiliklerinden yapmış olduktan şahit olmuş olur."
Mutezile'nin görüşüne
mukabil şöyle diyoruz: Biz, küfür tarafını iman tarafına tercih etmede, bu
sûreyi dinlemenin başlı başına bir sebep olduğunu iddia etmiyoruz. Aksine biz
diyoruz ki, bu sûrenin, hususi ve muayyen şahıslar, muayyen huylar ve muayyen
âdetlerle vasfedilmiş olan kimseler tarafından dinlenilmesi, onların
küfürlerini gerektirmiştir. Bunun delili şudur: Hased eden bir kimse, hased huyunu
kendisinden izâle etmek istediğinde, onun, hasedini ortaya koyan fiillerini
terketmesi mümkündür. Ama, hased diye adlandırılan kalbiyle alâkalı duruma
gelince, onu kendisinden söküp atması mümkün değildir. Huyların tamamı
hakkındaki hüküm de böyledir. Binâenaleyh asıl kudret başka, fiil başka, huy da
başka şeydir. Zira, kudret (yapabilme), herkes İçin söz konusudur. Huya
gelince, insanlar bu hususta farklı farklıdırlar.
Netice olarak
diyebiliriz ki: Dünya sevgisinden arınmış, temiz, Allah ve âhiret sevgisinin
kendisine hükümrân olmasıyla tavsif edilmiş olan kimseler bu sûreyi
dinledikleri zaman, onu dinlemesi, âhirete karşt olan arzusunun ve dünyaya
karşı olan isteksizliğinin artmasını gerektirir. Ama, dünyaya düşkün, onun
lezzetlerine gömülmüş ve güzelliklerine vurulmuş olan, Allah ve âhiret
sevgisinden bihaber olan nefisler,'cihadı, nefsi ölüme, malı da yağma edilmeye
arzetmeyi kapsayan bu sûreyi dinlediklerinde, küfürlerine küfür katarlar.
Böylece bu sûrenin inişinin, kâfir hakkında, pisliğine pislik katmayı
gerektirdiği sabit olmuş olur. Bu sebeble, bu sürenin indirilmesi, kâfirin
kalbinde küfrünün kuvvetlenmesine sebep olmuş olur. Bu da, daha önce
bahsettiğimiz gibi, Allah Teâlâ'nın insanı bazan iman ve doğruluk yolundan men
edip alıkoyduğuna ve onu, sapıklık ve küfre düşürdüğüne delâlet eder.
Geriye ayetle ilgili
birkaç bahis kalmıştır:
a) ifadesindeki ma tekîd edilmiş bir sıladır.
b) "İstibşâr" müjdeyi hatırlayıp
durmaktır. Zira kişi, her ne zaman o nimeti natırlarsa, o zaman beşaret, müjde
de meydana gelmiş olur. Binânenaleyh o, bu hatırlama işini yenilemek
vasıtasıyla, beşareti de yenilemek ister.
c) Hak
Teâlâ'nın "Fakat kalblerinde bir maraz bulunanlara, gelince'' ifadesi,
ruhun da hastalığının bulunduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, ruhun hastalığı
küfür ve kötü huy; sıhhati de, ilim ve üstün ahlâktır. Allahen iyi bilendir.
"Münafıklar
görmüyorlar mı ki onlar her yıl ya bir. ya iki kere çeşitli belâlara
çarpılıyorlar da yine nifaklarından tevbe etmiyorlar ve onlar bundan ibret de
almıyorlar"
(Tevbe, 126).
Bil ki Allah Teâlâ,
kalblerinde hastalık olanların, kâfir olarak öleceklerini beyan buyurup, bu da
âhiret azabının mevcudiyetine delâlet edince, bundan sonra onların, her sene
bir veya iki defa dünya azabına duçar olacaklarını beyan etmiştir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele bulunmaktadır:
[318]
Hamza, mü'minlere
hitab olmak üzere, tâ ile terevne
"görmüyor
musunuz?"; diğer kıraat imamları da, münafık-
lardan bir haber olmak
üzere, yâ ile, yerevne şeklinde
okumuşlardır.
Muhatap sîğasıyla okunmasına göre, mana
şöyle olur: "Hiç
şüphesiz mü'minler, münafıkların tefekkür
ve
tedebbürden yüz çevirmeleri hususunda uyarıldılar." Gâib sîğasıyla
okuyanlara göre de, ayetin manası, "Münafıklara, haklarında ibret almayı
gerektiren şeylerden ders almadıklarına bir tariz" olmuş olur.
[319]
Vahidî (r.h.) şöyle
demektedir: "Hak Teâlâ'nın
ifadesinin başında bulunan elif, atıf vâvı üzerine gelmiş olan
bir istifham elifidir. Binâenaleyh, bu ayet de
münafıklarla ilgili
bir ayet olup, tenbîh
yoluyla bir hitabtır." Sîbeveyh, Halil İbn Ahmed'in, Hak Teâlâ'nın, (Hacc.
63) ayetinin manasının, ''Dikkat, Allah gökten bir su indirdi" şeklinde
olduğunu söylediğini nakletmiştir.
[320]
Alimler, ayette bahsedilen
"fitne"nin vâki olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Onlar her yıl bir veya iki defa hastalıklara
mübtelâ olurlardı da, yine de nifaklarından tevbe etmez ve mü'minler
hastalandığında bundan
ders aldıkları gibi,
onlar bu hastalıklarından ibret almazlardı. Zira mü'min, hastalandığında,
günahlarını ve Allah'ın huzuruna çıkıp duracağını hatırlar, bu da onun imanını
ve Allah'a karşı olan saygı ve haşyetini arttırır. Böylece de bu, o mü'min
kimsenin daha fazla rahmete ve Allah'dan olan bir rızaya müstehak olmasına
sebep olmuş olur.
2) Mücâbid, onların kıtlık ve açlıkla imtihan
olunduklarını söylemiştir.
3) Katâde, onların savaş ve cihadla imtihan edildiklerini,
zira Allah Teâlâ'nın, savaş ve cihadı emrettiğini, böylece de onların savaşa
katılmamaları halinde, lanet, kepazelik ve kötü bir şekilde yâdedilmek
suretiyle insanların diline düşeceklerini; kâfir olarak savaşa
katılmaları durumunda da, kendi inançlarına göre, kendilerini boşuboşuna ölüme, mallarını da
yağma edilmeye maruz bıraktıklarını söylemiştir.
4)
Mukâtil şöyle demiştir: "Allah'ın
Resulü, onların nifak ve küfürlerini ortaya koymak suretiyle, onları rezîl ve
rüsvây ediyordu." Şu da ileri sürülmüştür: "Onlar, Hz. Peygamber
(s.a.s)i tenkid etmek üzere biraraya geliyorlardı. Cibril (a.s), Hz.
Peygamber'e gelerek, onların kendisi
hakkında ne söylediklerini O'na haber veriyordu. Hz. Peygamber de,
hakkında söylenenleri onlara anlatıyor, onları bundan dolayı azarlıyor ve
onlara nasihat ediyordu. Ama onlar, ne nasihat dinliyorlar, ne de bu işten
vazgeçiyorlardı."
[321]
"Aleyhlerinde bir
sûre indirilince birbirine bakarlar da: "Sizi gören biri var
mı?" diye etrafı yoklayıp. sonra sıvışır
giderler. Allah onların gönüllerini ters
çevirmiştir.
Çünkü, onlar öyle bir kavimdir ki. ince anlayamazlar"
(Tevbe, 127).
Bil ki bu,
münafıkların rüsvaylıklarının bir başka çeşididir. O da şudur: Her ne zaman
münafıklardan bahseden ve onların zilletlerini ortaya koyan bir sûre iner,
onlar aa bunu dinlerlerse, onlar; bunu dinlemekten sıkılırlar ve kendi
aralarında, o sûreyi eleştirmeye,onunla alay etmeye ve onun şanını küçültmeye
delâlet edecek bir biçimde oirbirlerine bakarlardı. Belki de onların bu
tavırları, münafıkların rüsvaylıklartnı dile getiren o sûreye mahsus olmayıp,
genel olarak Kur'an'ı hafife aldıklarını da ifade edebilir. Binâenaleyh onlar,
her ne zaman bir sûre nazil olduğunu duysalar ve onu dinleseler, onunla alay
etmeye, onu tenkit etmeye başlar ve ta'n ve istihza yollu olarak
onu çekiştirmeye, aralarında gülüşmeye başlarlardı.
Sonra da biribirlerine, "Sakın sizi gören olmasın!" derlerdi. Yani,
"Şayet, ya birisi sizi gördüyse!" demektir.
Bu hususta da şu
izahlar yapılmıştır:
a) Bu bakışma, onların içindeki şiddetli inkâra
ve tam bir nefrete delâlet eder. Böylece onlar, müslümanlardan herhangi bir
kimsenin bu bakışmayı farkedip, onların küfür ve nifaklarına delâlet eden o
hali görmüş olmasından
endişeleniyorlardı da, işte o zaman, "sakın sizi bir gören olmasın!"
diyorlardı. Yani, "Onlardan birisi sizi, bu bakışma ve bu şekil üzere
gördüyse, mutlaka bu size cidden zarar verir" demektir.
b) Onlar bu
sûreyi dinlediklerinde, dinlemekten dolayı eziyet duyar ve mescidden
çıktıklarında biribirlerine. "sizi hiç kimse gördü mü?" derler. Bu
"Eğer sizi görürlerse, çıkmayınız. Yok eğer hiç kimse görmezse, bu
eziyetten kurtulmak için mescidden çıktnız" demektir.
c) Sizi gören biri olunca, "Mescidden
çıkmamızı gerektiren bir dı#rum oldu" diyebilirsiniz.
Cenâb-ı Allah, onların
"Sonra sıvışıp giderler" buyurmuştur. Bu ifade ile, bizzat vahyin
indiği yerden ve Kur'an'ı dinlemekten kaçmaları kasdedilebileceği gibi,
"Yerlerinde dursalar dahi, onlar Kur'an'ı dinlemekten onu tenkide geçtiler"
manası da kasdedilmiş olabilir.
Buna göre eğer,
"Bu ayet ile, "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden kimi. "Bu
sûre hanginizin imarımı artırdı" (Tevbe 124) ayeti arasında ne fark
var?" denilirse, biz deriz ki: O ayette, Cenâb-ı Hak onların, "Bu
sûre hanginizin imanını artırdı" şeklinde konuştuklarını; bu ayette ise,
onların alay etme üslûbu ile birbirlerine bakmakla yetinip, sıvışmak
istediklerini bildirmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Allah onların gönüllerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar öyle anlayışlı
bir topluluk değillerdir" buyurmuştur. Alimlerimiz bu ayeti Allah
Teâlâ'nın onları imandan döndürdüğüne ve imandan alıkoyduğuna delil
getirmişlerdir. Bu, bu hususta doğrudur. İbn Abbas (r.a), bu ayete "Allah
onların kalblerini her türlü rüşd, hayır ve hidayetten çevirmiştir"
manasını verirken, Hasan el-Basri: "Allah onların kalblerini çevirdi ve o
kalbferi küfür ile mühürledi" manasını vermiştir. Zeccâc da: "Allah
Teâlâ onları saptırdı" demiştir.
Mu'tezile şöyle der:
"Onîarı imandan çeviren eğer Allah Teâlâ olsaydı, o zaman daha niçin,
"Onlar nasıl da döndürülüyorlar!" (Mümin, 69) buyursun ve onlara,
imandan dönmelerinden dolayı azab etsin?" Kâdî de şöyle der: "Ayetin
zahiri bu döndürmenin, onların dönmelerinin bir cezası olduğuna delâîet eder.
Halbuki imandan döndürme bir ceza olmaz. Çünkü eğer böyle olsaydı, Cenâb-ı
Hakk'ın, peygamberlerine haddleri (şer'î hükümleri) yerine getirmelerini
emretmesi mümkün olduğu gibi, insanları imandan çevirmelerini emretmesi de
mümkün olurdu. Bunu caiz
görmek ise, peygamberlerin
getirdiği şeylere güvenmeme neticesine götürür." Kâdî sözüne şöyle devam
eder: "Bu ayette bahsedilen sarf (döndürme) şu iki manaya gelebilir:
a) Allah
Teâlâ onların kalblerini, onların içinde yarattığı gam, keder ve tuzak ile
çevirmiş (değiştirmiştir).
b) Allah
Teâiâ onları, iman edip hidayete eren kimselere nasib ettiği lütuf fiillerinden
çevirmiş (mahrum etmiştir)."
Kâdî'nin yaptığı bütün
bu izahların gerçekten bir zorlama olduğu açıktır. Fakat her akl-ı selim
sahibinin doğruluğunu kabul edeceği izah şudur: Fiil, sebebinin mevcut olmasına
dayanır. Aksi halde, herhangi bir müreccih (tercih edici-seçici) olmadan,
mümkin olanın iki tarafından birin diğerine {varlığını yokluğuna) tercih etmek
gerekir ki bu imkansızdır. Bu sebebin varlığı, kulun elinde değildir. Böyle
olsaydı, teselsül gerekirdi. Aksine bu, AHah'dandır, Binâenaleyh kul ancak,
kalbinde küfrün sebebi meydana geldiği zaman küfre (inkâra) yönelir. Bu sebebin
meydana gelişi ise, AHah'dandır. Sebep tahakkuk edince, o kalb iman tarafından
küfür tarafına döner ki, işte kalbin döndürülmesinden maksad budur. Bu, kesin
aklî delil ile sabit olan bir sözdür ve aynı zamanda bu ayete de tıpatıp
uygundur. Binâenaleyh açık ve net olma bakımından zirvededir.
Ayetle ilgili
meselelerden birisi de, Muhammed b. İshak'dan nakledilen şu husustur: (Namazdan
döndük) demeyiniz. Çünkü bir kısım insanlar (hakdan) döndü. Allah da onların
kalblerini döndürdü. Fakat siz, "Namazı ifa ettik" deyiniz. Muhammed
b. İshâk'ın bu sözden maksadı, uygun olmayan şeyler için kullanılan bu lafzı
bırakmayı bir uğur saymak ve hayırlı şeyler için kullanılan lafzı kullanmaya
teşvik etmektir. Çünkü Allah Teâlâ,
"Artık o namazı kılınca yeryüzüne dağılın.
Allah'ın
fazlından nasib arayın.. " (Cuma.
10) buyurmuştur.
[322]
"Andolsun, size
kendinizden Öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok
ağır geliT. Size çok düşkündür. Mü'minlere cidden ra'ûf
ve rahimdir
(Tevbe.
128).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[323]
Bil ki
Allah Teâla bu sûrede,
peygamberine, çeşitli
muvaffakiyyet ve keremini nasib ettiği kimseler hâriç,
tahammülü güç. çetin
ve zor mükellefiyetleri insanlara
tebliğ
etmesini emredince, o mükellefiyetleri sırtlanmayı kolaylaştıracak hususları
belirterek sûreyi sona erdirmiştir. O hususlar da şunlardır: "Bu Peygamber
(s.a.s) siz (insanlar)dandır. Binâenaleyh onun için, dünyada meydana gelecek
olan her türlü izzet ve şeref sizedir. Hem sonra o, sizin zarara uğramanız,
kendisine çok güç gelen, dünya ve ahiret hayırlarını size ulaştırmada son
derece istekli olan bir kimsedir. Bundan dolayı da sizin için tıpkı şefkatli
bir doktor ve merhametli bir baba gibidir. Şefkatli olan doktor, çoğu zaman
dayanılması güç, çetin ilaçlara yönelir. Merhametli baba da, çoğu kez. insana zor
ve ağır gelen eğitme usullerine başvurur. Fakat insan, doktorun bilgili,
sahasının ehli ve babasının da müşfik olduğunu bilince, o acı ilaçlara tahammül
edilir ve o güç terbiye usulleri de bir lütuf ve ihsan yerini tutar. İşte
burada da böyledir. Siz onun Allah katından gönderilmiş hak peygamber olduğunu
anladığınıza göre, her türlü hayrı elde etmek için, onun bu zor tekliflerini
kabul ediniz."
Cenâb-ı Hak, Resulüne:
"Eğer onlar bu mükellefiyetleri kabul etmez, yüz çevirip dönerlerse,
onları bırak ve onlara değer verme, Allah'a dayan ve bütün işlerinde Allah'a
tevekkül et" demiştir k\;'(Habîbim) deki: "Bana Allah yeter. O'ndan
başka hiçbir tanrı yok. Ben. ancak Ona güvenip dayandım. O. büyük Arşın
sahibidir" (Tevbe. 129) ayeti ile kastedilen mana budur. Tevbe sûresinin
bu ayetle son bulması, fevkalâde güzel ve mükemmeldir.
[324]
Bil ki Allah Teâlâ,
peygamberini bu ayette, şu beş sıfatla tavsif etmiştir: Hz. Peygamberin
Buracak! Beş Sıfatı İnsanlardan Olması
Birinci sıfat:
''Kendinizden" ifadesidir. Bunun, ne demek olduğu hususunda şu izahlar
yapılmıştır:
a) Cenâb-ı
Allah bununla, "O da sizin gibi bir insandır" manastnı kastetmiştir.
Bu tıpkı, İçlerinden bir ere vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi
oldu'J" (Yunus. 2) ve "De ki: "Ben. ancak sizin gibi bir
beşerim"<Kehf, no) ayetlerinde olduğu gibidir. Bunlardan maksad şudur:
En'am suresinde (9. ayet) de geçtiği gibi, eğer o peygamber, bir melek
cinsinden olsaydı, insanların işi, bundan dolayı zorlaşırdı.
b) Bu, "Araplardan" demektir. İbn
Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Araplarda Hz. Peygamber (s.a.s)'in, aynı
soydan olmadığı hiçbir kabile yoktur. İşte onların Mudar'ı, Rebî i. ve
Yemânisi. Meselâ Mudaroğutları
ve Rebîoğulları, Adnanî'dirler; Yemânîler de Kahtanî'dirler.
Bunun bir benzeri de, "Allah (o mü'minlere) içlerinden ve kendilerinden bir peygamber göndermiş olduğu
için, büyük bir lütufta bulunmuştur" (aı-ı imran.
164) ayetidir. Cenâb-ı Allah'ın bunlardan maksadı, Arapları peygambere yardım
etmeye ve O'na hizmete koşmaya bir teşviktir. Onlara sanki, "Bu dünyada o
peygamber için tahakkuk edecek her türlü devlet, yücelik, şan ve şeref, sizin
için de bir izzet ve övünme sebebidir. Çünkü o sizden ve soyunuzdandır"
denilmek istenmiştir.
c) Bu, Harem
ehline bir hitabtır. Çünkü Araplar Harem ahalisini, "Allah'ın ehl-ü
iyâli" diye adlandırmışlardı ve onlara hizmet edip, işlerini görürlerdi.
Bundan dolayı Araplara sanki şöyle denilmektedir: "Sizler, Hz. Muhammed
(s.a.s) gelmezden önce, O'nun
atalarına ve ecdadına
hizmet etmeye çabalıyor
ve bunu, ciddiyetle yapıyordunuz. Öyleyse, şeref ve
mevki itibariyle, cedlerine kıyas edilemeyecek derecede üstün olan bu zata
hizmet hususunda neden tembellik gösteriyorsunuz?"
d) Bu
sıfatın zikredilmesinden maksad, Hz. Peygamber (s.a.s)'in temiz olduğuna dikkat
çekmektir, Buna göre sanki şöyle denilmektedir: "O, sizin soyunuzdandır.
Siz, O'nun doğruluğunu, güvenilir, emin olduğunu, iffetli ve namuslu olduğunu
bilirsiniz. Yine siz, O'nun, sizden her türlü kötülüğü giderip, size her türlü
hayrı ulaştırmaya düşkün olduğunu pekiyi bilirsiniz. Bu vasıf ve özellikteki
bir kimsenin peygamber olarak gönderilmesi, Allah'ın üzerinizdeki en büyük
nimetlerinden biridir." Bu ifade
'Sizin en üstün ve en
şerefli olanlarınızdan..." manasında min enfesikum şeklinde de okunmuştur.
Denildiğine göre bunu, Hz. Peygamber (s.a.s). Hz. Fatıma (r.anha) ve Hz. Aişe
(r.anha) böyle de okumuşlar.
[325]
İkinci sıfat:
"Sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir" ifadesidir. Bil ki
"aziz" "gâlib ve çetin olan" demektir. Bunun masdarıolan
"izzet" de, galib olmak ve şiddetli (çetin) olmak manasınadır.
Binâenaleyh insanın başına bir sıkıntı geldiğinde, kendisinin onu
savuşturmaktan âciz olduğunu anlar. Çünkü eğer kendisi onu defetmeye kadir
olsaydı, bunu yapmakta kusur etmezdi. Onu başından defedemediğine göre,
kendisinin onu defetmekten âciz olduğunu ve onun kendisine gâlib geldiğini
anlar. İşte bundan dolayı insana bir şey zor geldiğinde, "Bu bana gâlib
geldi" der. Anet kelimesine gelince, bu şöyle kullanılır: Bir kimse,
içinden çıkamıyacağı bir darlığa ve sıkıntıya düştüğünde denilir. Hak.Teâlâ'nın (Nisa.25) ve
(Bakara.220) ayetlerinde de bu mana vardır.
Ferra şöyle der:
ifadesinin başındaki ma ism-i mevsûlü, ref mahallindedir.
Buna göre ayetin
manası, "Sizin sıkıntıya uğramanız
ona güç gelir" yani "sizin kötülüğe dûçâr olmanız, ona zor
gelir" şeklindedir. Giderilmesi gerekli olan kötülüklerin en önde geleni,
Allah'ın cezasının kötülüğüdür. İşte o peygamber, bu tür kötülüğü savuşturmak
için gönderilmiştir."
[326]
Üçüncü sıfat:
"Size çok düşkündür" ifadesidir. Bu düşkünlüğün, mü'minlerin zatları
ile alâkalı olması imkânsızdır. Binâenaleyh aksine bu, "O peygamber, dünya
ve ahiret hayırlarını size ulaştırmaya çok düşkün ve arzuludur"
manasındadır. Bil ki böyle olması halinde ayetteki, tabiri "Dünya ve
ahiret kötülüklerinden birinin sizin başınıza gelmesi, ona ağır gelir"
manasındadır, Bu takdirde ayette bir tekrar söz konusu değildir.
Ferrâ şöyle demiştir:
"Haris, cimri ve düşkün demektir. Binâenaleyh ayetin manası, "Sizin
cehenneme girmeniz ihtimaline karşı, size son derece düşkündür"
şeklindedir." Ferrâ'nın bu izahı, uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu izah, bu
ayetin faydadan uzak (manasız ve lüzumsuz) olmasını gerektirir.
[327]
Dördüncü ve beşinci
sıfatlar: "O. mü'minlere cidden râ'ûf ve rahimdir" ifadesidir. İbn
Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, peygamberini, kendi isimlerinden
bu iki isimle isimlendirmiştir."
Geriye ayetle ilgili
şu iki soru kalır:
Ümmetin Bunca
Mükellefiyeti ile Merhamet Nasıl Bağdaşır?
Birinci soru: Allah,
bu sûrede, kendinin muvaffak kıldığı kimseler hariç, tahammülü güç
mükellefiyetler ile müslümanları mükellef tutmuş iken, peygamberin ra'ûf ve
rahim olması nasıl mümkün olur?'[328]
Cevap: Biz, zaten
bundan dolayı maharetli doktor, müşfik baba darb-ı meselini verdik. Buna göre
mana, "Onlar, ebedî cezadan kurtulsunlar ve ebedi mükâfaatı elde etsinler
diye, Allah bunu onlara yapmıştır" şeklinde olur.
İkinci soru: Cenâb-ı
Hak, buyurunca, bu tertîb,
şeklinde
söylenilmesini gerektirmiştir. Binâenaleyh, Allah, neden bu tertibi bırakarak,
buyurmuştur?
Cevap: Cenâb-ı
Hakk'ın, bu şekilde buyurmuş olması, hasr ifade etmektedir. Bu,
"Peygamberin, sadece müminler için acıması ve merhameti vardır. Kâfirlere
gelince,
Peygamberin onlara karşı bir şefkat ve
merhameti söz konusu değildir" demektir. Bu, bu sûrede yer alan
"katılık ve sertlik" miktarının bir tamamlayıcısı gibidir. Buna göre,
o sanki, "Ben, bu sûrede çetinlikte ve katılıkta ileri gittiysem de, ancak
ne var ki bu katılığım kâfir ve münafıklara karşıdır. Rahmet ve acımam ise,
sadece mü'minlere mahsustur" demiştir. İşte bu incelikten dolayı, o tertib
değil de, bu tertib gözetil mistir.
[329]
"(Habİbim, sana
iman etmekten) yüz çevrirlerse de ki: "Bana Allah yeter. Ondan başka
hiçbir tanrı yok. Ben ancak O'na güvenip dayandım. O, büyük
Arş'm sahibidir"
(Tevbe, 129).
Cenâb-ı Hak, ijJjî oü
ifadesiyle, müşrikler ve münafıkları kastetmektedir. Daha sonra, (bunu tefsir
sadedinde),
a) Onlar senden yüz çevirirlerse,
b) Allah'a itaatten ve peygamberi tasdikten yüz
çevirirlerse;
c) Bu sûrede
ele alınan, bahsedilen güç teklifleri kabul etmekten yüz çevirirlerse,
d) Cihadda sana yardım etmekten yüz
çevirirlerse, manaları verilmiştir.
Bil ki bu ayetin
gayesi, kâfirlerin, yüz çevirmeleri ve bu teklifi kabul etmemeleri hafinde, Hz.
Peygamberin kalbine bir hüznün ve kederin gelmeyeceğini; zira Allah'ın,
düşmanlarına karşı O'na yardım etmede ve O'nu, çeşitli lütuf ve nimetlerinin
derecelerine ulaştırmada, o peygambere yeteceğini beyan edip açıklamaktır.
Cenâb-ı Hak,
"Ondan başka hiçbir tanrı yok" buyurmuştur. O'ndan başka ilah
olmayınca, mümkinât alemindeki her şeyin var edicisinin ve sonradan meydana
gelen varlıkların muhdisinin sadece O olması gerekir. Beni bu görevle gönderen
ve bana bu tebliğde bulunmamı emreden O olunca, yardımın O'na ait olması;
nusret ve desteğin de ancak O'ndan beklenmesi gerekir.
[330]
Ayetteki "Ben
ancak O'na güvenip dayandım" cümlesi, "hasr" , ifade etmekte
olup, "Ben, ancak ve ancak O'na güvenirim; O büyük Arş'ın Rabbidir"
anlamındadır,
Burada, özellikle
"Arş"ın zikredilmiş olmasının sebebi şudur: Eserler ne kadar büyük ve
ne kadar iyi, güzel olursa, o zaman müessirin, bunları var edenin akıl ve
kalblerdeki celâlinin ve ululuğunun zuhur etmesi de, o nisbette büyük ve
azametli olur. Cisimlerin en büyüğü Arş olunca, özellikle onun zikredilmesinden
maksat, Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın celâlini tazim etmek olur.
[331]
İmdi şayet sorulsa ki:
"Arş, hissi bir şey değildir. Binâenaleyh, onun mevcudiyeti ancak,
şeriatın ve dinin sabit olmasından sonra anlaşılır. Bu sebeple onun, Allah'ın
azametini ortaya koyma sadedinde zikredilmiş olması nasıl mümkün olur?"
derlerse, biz deriz ki:
Arş'ın varlığı,
bilinen ve meşhur olan bir husustur. Kâfirler, onu yahudi ve hristiyanlardan
duymuşlardı. Onların bunu, kendi atalarından duymuş olması da uzak bir ihtimal
değildir.
"Rabb"
kelimesinin sıfatı olsun diye, azim kelimesini merfû (öt're ile) okuyan kıraat
alimleri de bulunmaktadır. Ebu Bekr şöyle demektedir: "Bu kıraat, daha çok
mana ifade eder. Çünkü, azîm lafzını, Allah (c.c)'ın sıfatı kabul etmek, onu.
"Arş"ın sıfatı olarak kabul etmekten daha evlâdır. Hem, biz bunu,
"Arş" kelimesinin sıfatı kabul edersek, onun büyük olmasından murad,
haberlerde de yer aldığı gibi. onun kütlesinin, hacminin büyüklüğü ile
etrafının genişliği olmuş olur. Yok, eğer onu Allah (c.c)'ın sıfatı kabul
edersek, bu büyüklükten murad, O'nun varlığının vâcib olması, hacme sahip
olmaktan, tecezzi etmekten münezzeh olması, ilim ve kudrette ekmel ve mükemmel
olması, vehim ve hayallerde tasarlanmaktan ve idrâklerin ulaşmasından münezzeh
olması olur.
Hasan el-Basrî şöyfe
demektedir: "Bu iki ayet Allah Teâlâ'nın en son indirdiği ayettir ki,
bundan sonra Kur'an indirilmemiştir." Ubeyy İbn Ka'b da şöyle demiştir:
"Zaman bakımından Allah'ın en son indirdiği Kur'an ayeti bu iki
ayettir." Bu, aynı zamanda Saîd İbn Cübeyr'in de görüşüdür.
Bazıları da, Kur'an'ın
en son inen ayetinin, (Bakara, 2su ayeti olduğunu söylemişlerdir.
Huzeyfe'nin şöyle
dediği nakledilmiştir: "Siz bu sûreyi, Tevbe sûresi diye
adlandırıyorsunuz. Halbuki bu sûre, azâb süresidir. Siz, bu sûrenin içine
almadığı hiç kimse bırakmadınız. Allah'a yemin olsun ki, siz onun dörtte birini
okuyorsunuz."
Bil ki. bu rivayetin
yalanlanması gerekir. Zira, biz bunun böyle olduğunu kabul edecek olursak bu,
Kur'an'a bir fazlalığın ve noksanlığın arız olmuş olduğuna bir delil olmuş
olur. Binâenaleyh bu, Kur'an'ı bir hüccet olmaktan çıkarır. Bu sebeple, bu
haberin bâtıl olduğu açıktır. Allah Teâlâ, muradını en iyi bilendir.
Bu, bu sûrenin
tefsirinin sonudur. Hamd ve şükür, Allah'a mahsustur. Müellif, bu sûrenin
tefsirini, Hicrî 601 senesinin Ramazan ayının ondördüncü günü olan cuma gününde
bitirdi. Hamd, sadece Allah'a mahsustur. Salât ü sefam da, efendimiz Hz.
Muhammed'e, O'nun âline ve bütün ashabına olsun.
[332]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/5
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/5-6
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/6
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/6-7
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/7-8
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/8-9
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/10
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/11
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/11-12
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/13
[11] Keşlu'l-Hafa, 1/332
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/13-15
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/16
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/16-17
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/17-18
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/18
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/18-20
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/20
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/20
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/20-21
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/21
[22] Metinde noksanlık olduğu anlaşılıyor. (Ç.)
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/21
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/22
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/22
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/22-23
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/23
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/24
[28] Benzeri bir hadis: İbn Mâce, Fiten. 21 (2/1331).
[29] Kenzu'l-Ummâl, 3. Cilt. 6286- hadis.
[30] Müslim, Zühd, 3 (4/2273): Tirmizi, Zühd. 31 (4/572)
[31] Müsned, 2/371.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/24-25
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/25
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/25-26
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/26
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/26-27
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/27-28
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/29-30
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/30
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/31-32
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/32
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/32-33
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/33-35
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/35-36
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/36-37
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/37
[47] Keşful-Hafa. 1/330.
[48] Keşfu'l-Hafa, 1/361.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/37-40
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/41-43
[51] Buhârî, Buyu'. 79 (331): Müslim, Musâkât. 102
(3/1218).
[52] Müslim, Hayz, 81 (1/269); Tirmizî, Taharet, 81 (1/83).
[53] Müsnedi, 4/169.
[54] Tirmizî, Zekat, 23 (3/42); İbn Mâce, Zekât, 26
(1/589).
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/43-44
[56] Buhârî, Humus, 7 (4/49); Müslim, Zekat, 96 (2/718).
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/44
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/44-45
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/45-46
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/46-47
[61] Camiu s-Sağir. 2/89.
[62] Keşfu'l-Hafâ 1/181. (Tirmizi, Zühd. 37 ve İbn Mâce
Zühd, 7).
[63] Keşfu'l-Hafâ. 1/181.
[64] Câmius-Sağîr. 2/89
[65] Buhâri, Zekal. 1 (2/108); Müslim, iman. 29 (1/50).
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/47-50
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/5051
[68] Metinde diye
geçen bu zat, büyük ihtimal müfessir Razî'dir. Zira c.16. s 106'dadaal1 tabiri
buna yakın olup, kendisine ait olduğu meydandadır. (Ç.)
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/51-52
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/53-54
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/54-55
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/55-56
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/57
[74] Buhârî. Zekat
32 (2/121): Müslim, Zekat, 3-7 (2/674)
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/57
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/58
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/58
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/58-59
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/60
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/60
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/60-61
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/61-62
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/62-63
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/63-64
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/64
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/64-66
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/66-68
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/68-69
[89] Kenzu'l-Ummâl, 11. cilt, 31225.s
[90] Razî, kendisini kasdediyor (Ç.).
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/69-71
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/71-72
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/72
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/73
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/73
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/73-74
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/74
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/74-75
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/75
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/75-76
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/76-77
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/77-78
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/78-79
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/79-82
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/82-84
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/85-86
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/86-87
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/87
[109] İçinde ev v.b bulunan, duvarlarla çevrili saray gibi
geniş alan. (Ç.)
[110] Tirmİzl, Cennet, 2 (4/672).
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/87-88
[112] Buhârî, Rıkâk, 51 (7/200); Müslim, Cennet, 9 (4/2176)
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/89-90
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/90-92
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/92-94
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/94-95
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/95-96
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/96-97
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/97
[120] Kenzu'l-Ummâl, 3. cilt. 7104. hadis.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/97-98
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/98
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/98-99
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/99-101
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/101-102
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/102-103
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/103
[128] Benzen bir hadis: Müsned, 2/200
[129] Câmiu's-Sağîr, 1/132.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/103-104
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/104
[132] Buhâri, Husûmet, 4 (3/90).
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/105-106
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/106
[135] Vefatında dört hanımı olduğu anlaşılıyor (Ç.).
[136] Müfessır. bununla müşakeie demlen izah tarzına işaret
etmektedir. Bu konuda mesela Bakara, 15 ayetinin tefsirine bkz. (Ç.)
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/107-109
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/109-110
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/110
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/111
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/111-112
[142] Buhari, İman, 31 (1/15).
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/112-113
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/113-115
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/115-116
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/116-118
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/118-119
[148] Keşfu'l-Hafa (2/163).
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/119-120
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/120
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/120-122
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/122
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/122
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/123
[155] Misal uygun düşmemiş görülse de metinde böyledir (Ç).
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/123-124
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/124-125
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/125-126
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/126-127
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/127-128
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/128-131
[162] Buharı, Eyman, 18 (7/228); Müslim, Eyman, 9 (3/1270).
[163] Buharî, Eyman, 1 (7/216); Müslim, Eyman, 9 (3/1270).
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/131-136
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/136-137
[166] Keşfu'l-Hafa (2/395).
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/137-139
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/139
[169] Kenzu'l-Ummal, 12. Cilt. 33924. Hadis.
[170] Bu hadisi belli başlı kitap ve fihristlerde bulamadık.
Razi'de j*yi olarak nûn İledir. Fakat doğrusunun râ ile olup dizgi hatası
olduğunu zannediyoruz.
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/139-140
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/140-141
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/141-142
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/143-144
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/144
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/145-148
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/148-149
[178] Karaz: Tabaklama (debaget) işinde kullanılan selem
ağacı yaprağı (Ç).
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/149
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/150
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/150
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/150-151
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/151-152
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/152-153
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/153
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/153
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/154
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/154
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/154-155
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/155-156
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/156
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/157-158
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/158
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/158-159
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/159
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/159-160
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/160
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/160
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/160
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/161
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/161
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/161-162
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/162-164
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/164
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/164-165
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/165-166
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/166
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/166-167
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/167
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/167
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/168
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/168
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/168-169
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/169
[215] Buharı, Zekat. 8 (2/113).
[216] Benzer hadis: Müsned. (2/431).
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/170-171
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/171-172
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/172
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/173
[221] Müsned, (3/28).
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/173-174
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/174
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/174
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/175
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/175-176
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/176
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/176
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/176
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/176-177
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/177-178
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/178
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/178
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/178
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/178
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/178-179
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/179
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/179-180
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/180
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/180
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/180-181
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/182-183
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/183-184
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/184
[245] Kenzu'l-Ummal, 12. Cilt, 33709. Hadis.
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/184-185
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/185-186
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/186-188
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/188
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/188-189
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/189
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/189-190
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/190
[253] Buharî, Cihad, 143 (4/20); Müslim. Fezâilü's-Sahabe.
34 (4/1872).
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/190-191
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/191-192
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/192-193
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/193
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/193-194
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/194-195
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/195
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/195
[262] Kenzu'l-Ummal, 3. Cilt 5271, Hadis
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/195-197
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/197
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/197
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/197-198
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/198
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/198-199
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/200-201
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/202
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/202-203
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/203-204
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/04
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/204-205
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/205
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/205-206
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/206
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/206-207
[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/208
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/208-209
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/209
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/210
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/210-211
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/21-212
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/212-213
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/213
[287] Benzeri hadis Müsned, (5/174).
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/213-214
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/214-215
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/215
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/215-216
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/216
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/216
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/216-217
[295] Müslim, Salâl, 222 (1/352); Tirmizî,, Daavât, 76
(5/524).
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/217-218
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/218
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/218-219
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/219-220
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/220
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/220
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/220-222
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/222-224
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/224-225
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 12/225-227
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/227
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/227-228
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/228
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/228-230
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/230
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/230
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/231
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/231
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/232
[315] Buharı. Et'ime. 2 (6/196).
[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/232-234
[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/234-235
[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/235-238
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/238
[320] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/238
[321] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/238-239
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/239-241
[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/241-242
[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/242
[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/242-243
[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/243-244
[327] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/244
[328] "Resulün merhametli olması, ümmetinin yükünün
hafif olmasını gerektirmeli değil miydi?" manası kasdediliyor (Ç).
[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/244-245
[330] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/245
[331] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/246
[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 12/246-247