Savaşa Katılan Münafıkların Bozgunculuğu. 7

Birinci Mesele. 7

İkinci Mesele. 7

Üçüncü Mesele. 7

Dördüncü Mesele. 8

Beşinci Mesele. 8

Münafıkların Fitne Çıkarma Peşinde Olmaları 9

Allah Onların Hitelerini Fâş Eder 9

Münafıklar Cihadı Fitne Sayarlar 9

Musibet Geldiğinde Münafıkların Tutumu. 10

Allah'ın Takdirinden Başkası Olmaz. 10

Mümine İki Güzel Şeyden En Az Biri Verilir 11

Münafığın. Akibeti İki Kötüden Biridir 11

Münafığın İnfakı Kabul Edilmez. 12

Birinci Mesele. 12

İkinci Mesele. 12

Fısk Konusunda Mu'teziie'nin Yanlışı 13

Başlıca Münafıklık Sıfatları 13

İmansız Amel Makbul Değildir 14

Her Amelin Fayda Veya Zararı Meselesi 14tiri

Namazdaki Üşengeçliğin Tahlili 14

Zekât Gönül Ferahlığı İle Verilmelidir 14

Beşinci Mesele. 14

Kâfirlerin Servetine İmrenmeyiniz. 15

Ayetteki Hitap Meselesi 15

İ'cab: Kendini Beğenme. 15

Birinci Mesele. 16

İkinci Mesele. 16

Mal ve Evlâdın Azap Sebebi Olması 16

Dünyada Azap Sebebi Olması 16

Münafıklara Özellikle Azap Sebebi Olması 17

Mutezile'nin Bu Ayeti Tevili 17

Münafıklar Yalandan Mü'minlerle Olduklarına Yemin Ederler 18

Melce, Meğâra ve Müddehal Kelimelerinin İzahı 18

Hz. Peygmaberi Kınama Edepsizliği 19

Birinci Mesele. 19

Lemz Kelimesinin Manası 19

Allah'ın Verdiğine Razı Olmak. 20

Ayetin Makabli İle Münasebeti 21

Zenginden Yoksula Zekât Çıkarmanın Hikmeti 21

Zekâtın, Zekât Veren Yönünden Hikmetleri 21

Zekâtın, Alan Yönünden Hikmetleri 23

Zekât Sadece Sekiz Sınıfa Aittir 24

İkinci Mesele. 24

Üçüncü Mesele. 25

Zekâtın Sekize Taksimi Gerekmez. 25

Zekâtın Sarf Yerlerinin Tarifi 26

Şafiî'nin Miskin Konusundaki Görüşünün Delilleri 26

Miskinin Fakirden Daha Yoksul Olduğu. 27

Razının İki Tarafı Karşılaştırması 28

Müellefe-i Kulûb. 28

Köleler 29

Borçlular 30

Beşinci Mesele. 30

Bu Ayette "Sadaka" Zekât Manasınadır 30

Zekâtın Toplanması ve Dağıtılması İdareye Aittir 31

İmamın Zekat Alıp Alamayacağı 31

Zekât Memuru Zengin İse Pay Alabilir mi?. 31

Münafıkların Hz. Peygamberi İncitmeleri 32

Üzn Kelimesinin Okunuşu. 32

İkinci Mesele. 32

Üçüncü Mesele. 33

Hz. Peygamber'in Mü'minlere İnanmasının Manası 33

Dördüncü Mesele. 33

Beşinci Mesele. 34

Münafıkların Müminlere Yaltaklanmaları 34

Birinci Mesele. 35

Münafıkların Fâş Edilme Korkuları 35

Münafıkların Hz. Peygambere Suikasd Teşebbüsleri 36

Ayetin Nüzul Sebebi 37

Birinci Mesele. 37

Allah İle Alay Etmek Ne Demektir?. 37

Birinci Mesele. 38

İtizar Kelimesinin Manası 38

İkinci Mesele. 38

Dinle Alay Etmenin Bazı Hükümleri 38

Kıraat Farklılıkları 38

İkinci Mesele. 39

Üçüncü Mesele. 39

Münafıkların Şerri Yayıp İyiliği Önlemeleri 40

Allah'ın, Kâfirleri Unutmasının Manası 40

Kâfir ve Münafıkların Cezası 40

Onlardan Önceki Kâfir Topluluklar 42

Mü'minlerin Sıfatları 42

Allah'ın Rahmetinin Meyveleri 43

Adn Cennetleri Hakkında. 44

En Büyük Mükâfaat: Allah'ın Rızası 44

Kâfirler ve Münafıklarla Cihad. 45

Ayetin Nüzul Sebebi 46

Münafıkların Zenginleşmelerinden Maksad. 47

Münafıkları Bekleyen Azap. 47

Münafıkların Kısımları 47

Ayetin Nüzul Sebebi 48

Sa'lebe'nin Kıssası 48

Vaadinde Durmamak Nifak Alâmetidir 48

Münafığın Ahdi Olabilir mi?. 48

Ahid Kalbden Niyetlenmekle Olur mu?. 49

Allah Mal Verdiğinde Münafıkın Tutumu. 50

Birinci Mesele. 50

İkinci Mesele. 51

Sözde Durmamak Münafıklığa Götürür 51

Dördüncü Mesele. 51

Beşinci Mesele. 51

Necvâ Kelimesinin İzahı 52

Gönülden Maddi Yardımda Bulunanları Münafıkların Tenkidi 52

Ayetin Nüzul Sebebi: Münafıklar 53

İkinci Mesele. 54

"Yetmiş1' Kaydmı Muteber Sayarlar 54

Kâfir ve Münafık Hakkında  İstiğfar Etme Caiz midir?. 54

Beşinci Mesele. 55

Muhallef ile Mütehallif Arasındaki Fark. 55

Münafıklar Az Gülüp Çok Ağlamalıdır 56

Münafıkların Sefere Çıkmaması Daha İyidir 56

"Münafıkların Cenaze Namazını Kılma". 57

Vahyin Hz. Ömer'i Teyid Etmesi 58

Hz. Peygamber Neden İbn Übey'in Namazını Kıldırmak İstedi?. 58

Hz. Peygamber'in, Gömleğini İbn Übeyy'e Göndermesi 58

Fısk, Küfürden Beter midir?. 59

Münafığın Cenaze Namazının Hükmü. 59

Benzeri Olan Tevbe 55 Ayeti İle Farkı 59

Aynı Mananın Tekrarlanmasının Sebebi 60

Münafıkların Savaşa Çıkmayıp Âcizlerle Birlikte Oturmaları 60

Mü'mine İman Etme Emri Verilebilir mi?. 61

Kalbin Mühürlenmesi Meselesi 61

Mü'minferin Güzel Sıfatları 61

Savaştan Muaf Olanlar 63

Harpten Kaçıp Cezayı Hakedenler 65

Münafıkların Yalan Yere Yemin ve Mazeret Beyan Etmeleri 65

Bedeviler Nifakta Daha İleridir 66

A'râb İle E'râb Arasındaki Fark. 66

Bu Ayette Muayyen Bedeviler Kasdedilmıştir. 67

Üçüncü Mesele. 67

Makbul ve Salih Bedeviler 68

"Sabikûn" (Öncüler) 68

Birinci Mesele. 68

Bu Övgu Butun Sahabeye Şamil midir?. 70

Üçüncü Mesele. 71

Dördüncü Mesele. 71

Beşinci Mesele. 71

Nifakta Uzmanlaşanlar 71

Mürûd Kelimesinin İzahı 72

Münafıkların Çekeceği İki Nevi Azap. 72

Nifaktan Dönenler 73

Birinci Mesele. 73

Tebük Seferine Katılmadıklarına  Pişman Olanlar 73

Üçüncü Mesele. 73

İtiraf  Tevbe  Sayılır mı?. 73

Allah Hakkında Asâ (Olur ki) Tabirinin İzahı 74

Zekât Ruhu Temizler 74

Birinci Mesele. 75

Belli Bir Sadakadır İlgili Hükümler 75

Mal, Kişinin Kendi Malı Olmalıdır 76

Zekât, Baliğ Olana Farzdır 76

Sadakanın Temizlenmesi 76

Dördüncü Mesele. 76

Hz. Peygamberin Mü'minler Hakkında Duası 77

Birinci Mesele. 77

İkinci Mesele. 77

Salât Kelimesinin Manası Hakkında. 77

Dördüncü Mesele. 77

Selamün Aleyküm Sözündeki Bazı İncelikler 78

Yaratılıştaki Huylar Hakkında Değerlendirme. 78

Şerri Savmak Hayrı Celbetmekten Önce Gelir 79

Selamda Çoğul Sigası Kullanılmasının Hikmeti 79

Altıncı Mesele. 80

Allah'ın Tevbeyi Kabul Buyurması 80

Birinci Mesele. 80

İkinci Mesele. 80

Üçüncü Mesele. 81

Peygamber Tevbe Kabul Edemez. 81

Allah'ın Tevbeyi Kubûlü   Vacip Değildir 81

Beşinci Mesele. 81

"Allah Zekat Alır" Tabirinin Manası 82

Birinci Mesele. 82

Ayetten Çıkarılan Usül meseleleri 83

Allah'ın Kalbî Fiilleri Görmesi Konusunda Mutezile'nin Hatası 83

Üçüncü Mesele. 83

Ahiretteki Şahitlik Hakkında. 84

Burada "Gayb'ın Manası 84

Birinci Mesele. 84

İkinci Mesele. 84

Mürcie Hakkında. 85

Cihadden Geri Kalan Gruplar 85

Ayetin Nüzul Sebebi 85

Haklarındaki Hüküm Ertelenen Üç Kişi 85

Akıbetleri Hakkında, Ayette  Müphem ifade Kullanılması 86

İkinci Mesele. 86

Tevbenin Şartları 86

Üçüncü Mesele. 86

Af Hakkında Genel Hüküm Verilip Muayyen Kişinin Akıbeti Bilinmez. 86

Birinci Mesele. 87

Mescid-i Dırâr Yapanlar 87

"Dırar" Kelimesinin Manası 87

İslam'a Harb Açan Ebu Amir'i Gözleyenler 87

Mescid-i Dırar'da Namaz Kılınmaz. 88

Takva Mescidi Nerededir?. 89

Temizlenmenin Buradaki Manası 89

Temizlenenlerden Maksad Ensardır 89

Aynı Anda Hem Hakikî Hem Mecazî Mananın Olması 89

Mescid-i Dırar'ı Yapanların Göğüslerindeki Sıkıntı 90

Canını ve Maiını Allah'a Satmak. 91

Ayetin Akabe Biati Vesilesi  İle İnmesi 91

Ayetin Üslûbundaki İncelik. 91

Ayet-i Kerimedeki Bazı İncelikler 92

Allah Yolunda Öldürmek ve Öldürülmek. 92

Emr-i Marufun Savaşmaktan Üstün Olduğu. 92

Semavi Kitapların Vaadi 93

Ayetteki Te'kid Unsurları 93

Müminlerin Bariz Vasıflan. 94

Birinci Mesele. 94

İkinci Mesele. 94

İbadet Ederler 94

Hamdederler 95

Oruç Tutup Öğrenim İçin Gurbete Çıkarlar 95

Rükû ve Secde Ederler 96

Marufu Emreder, Münkerİ Yasaklarlar 96

Önceki Sıfatların Atfedflmeyip Sonrakilerin Vâv'la Atfedilmesi 96

Allah'ın Sınırlarını Korurlar 96

Celb-i Menafi Yönünden Mükellefiyetler 96

Def-i Mefasid  Şeklindeki  Mükellefiyetler 97

Kâfirlerden Beri Olmak. 98

Ayetin Nüzul Sebebi 98

Kâfirler Hakkında İstiğfar Edilmez. 99

İkinci Mesele. 99

Hz. İbrahim'in Babası İçin İstiğfarı 100

Birinci Mesele. 100

Hz. ibrahim'in, Basası İçin Af  Dilemesinin İzahı 100

Üçüncü Mesele. 101

Evvah Kelimesinin İzahı 101

Daha Önceki Kısımla Münasebet 101

Mu'tezile'nin İdlal Konusundaki   İddiasına Cevap. 102

Göklerin ve Yerlerin Hâkimiyeti Allah'ındır 102

Allah'ın, Peygamberi ve Diğer Mü'minleri Affetmesi 102

Tedük Seferine Katılanların Medhedilmeyip Noksan Bulunmaları 103

Tebuk Seferine “Güçlük Ordusu” Denilmesinin Sebebi 103

Kâde Fiilinin Manası Hakkında. 104

Tevbe Meselesini Başta ve Sonda Anmanın Sebebi 104

Haklarındaki Hüküm Ertelenen Üç Kişi 104

Birinci Mesele. 105

İkinci Mesele. 105

Üçüncü Mesele. 105

Seferden Geri Kalan Üç Sahabi 105

Ka'b b. Malik (r.a.)'in Meselesi 106

Üç Sahabinin Müşterek Vasıfları 106

Bu Sahabilerin Tevbelerinin Kabulü. 106

Birinci Mesele. 106

Allah'ın Tevbeyi  Kabul Etmesi   Vacip Değildir 107

Doğru Kişilerle Beraber Olmanın Lüzumu. 107

Ayetin Icmaa Delil Olması 108

Şia'nın Masum İmam İddiasının Reddi 108

Doğruluğun Lüzum ve Fazileti, Yalanın Çirkinliği 109

Medine'nin Çevresindeki Bedeviler 110

Cihada Çıkanların Kazançları 110

Din Âlimi Yetiştirmenin  Gerekli Olduğu. 111

Dinde Derinleşenler Savaşa Çıkmayanlardır 111

Dinde Derinleşenler Savaşa Çıkanlardır 112

İlim Öğrenmek İçin Yolculuk Şart mıdır?. 112

Lev    İle  Hellâ Edatları   Hakkında. 112

Bu Ayet. Haber-ı Vahidin Hüccet  Oluşuna Delildir 113

Kâdî Abdülcebbar'm Buna İtirazı ve Ona Verilen Cevap. 113

Dördüncü Mesele. 113

Kâfirlerin Hepsiyle Birden Değil, En Yakında Olanlarla Savaşmak. 114

Kâfirler Sizi Sert ve Ciddi Bulsunlar 114

İnen Sûreler Müminlerin İmanlarını Artırır 115

Münafıkların Başlarına Gelen   Belalardan İbret Almayışları 116

İkinci Mesele. 116

Bahsedilen Fitne ve Belanın   Mahiyeti 117

Münafıkların Kuran la Alay Etmeleri 117

Şefkatli Peygamber 118

Birinci Mesele. 118

İkinci Mesele. 118

Meşakkate Maruz Kalmanız Ona Ağır Gelir 119

Sîze Çok Düşkündür 119

Rauf ve Rahim Olması 119

Halk Yüz Çevirirse Allah Sana Yeteri 120

Burada Arşın Anılmasının Sebebi 120

Görülmeyen Arş Azamete Delil Olur mu?. 120


Savaşa Katılan Münafıkların Bozgunculuğu

 

Cenab-ı Hak bu hususu,

"Eğer içinizde onlar da savaşa çiksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, aranıza muhakkak ki fitne sokmak isteyerek bozgunculuğa koşarlardı. İçinizde onlara iyice kulak verecekler de vardır.

Allah o zalimleri çok iyi bilendir" (Tevbe. 47).

ayetiyle beyan etmiştir.

Bil ki Allah Teâlâ bu ayette, onların savaşa katılmaları halinde meydana gelecek şu üç çeşit fesatlarını beyan etmiştir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer sizinle birlikte onlar da

savaşa çıksalardi. sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlardı ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[1]

 

Birinci Mesele

 

Hebal kelimesi, her şeyde meydana gelen şer ve bozukluk anlamına gelir, Nitekim bunaklığın hebel; bunağın da

mahbul diye adlandırılması bu anlamdadır. Müfessirler bu kelimeye, değişik manalar vermişlerdir: Kelbî, şer; Yemân, tuzak ve hîle manalarını, vermişlerdir. Bu kelimeye, "azgınlık ve tuğyan" manası da verilmiştir. Dahhâk, bunun manasının, zulüm ve gadr olduğunu söylemiştir. Hebal kelimesinin, düşüncede tereddüt anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu, ihtilaf etsinler ve sözleri birlik olmasın diye, bir şeyin bir topluma güzel, bir topluma da çirkin gösterilmesiyle sağlanır. [2]

 

İkinci Mesele

 

Bazı nahivciler illâ hebâlâ ifadesinin, istisnâ-i munkatî olduğunu söylemiştir.   İstisnâ-i  munkatî,  müstesnanın,

müstesna minh'in cinsinden olmamasıdır. Bu, tıpkı senin meselâ, "Onlar sizin hayrınızı değil, fakat sıkıntınızı artırdılar" demen gibidir. Halbuki ayette, müstesna minh zikredilmemiştir. Müstesna minh zikredilmeyince de, istisna, daha umumî olan bir şeyden yapılmış olur. Daha umumî olan da, "şey" kelimesidir. Binâenaleyh müstesna, müstesnâ-i muttasıl olup, kelamın takdiri  şeklinde olur. [3]

 

Üçüncü Mesele

 

Mu'tezile şöyle demektedir: "Allah Teâlâ, önceki ayetteki onların savaşa çıkmalarını istemeyip kerih gördüğünü; bu ayette de,  bu davranmanın fesada,  şerre ve fitneye sebebiyyet vereceğini bildiği için, onu kerih gördüğünü beyan buyurmuştur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın mutlak olarak şerri, fitneyi, fesadı kerih gördüğüne, sadece hayra razı olduğuna ve sadece, tâatı dilediğine delâlet eder.

2) Cenâb-ı Hakk'ın  "aranıza muhakkak ki fitne sokmak isteyerek (bozgunculuğa) koşarlardı..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayetin izahı hususunda, Vâhidî'nin nakletmiş olduğu iki görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu, ekseri dil âlimlerinin görüşü olup, buna .göre kelimesi, deveyi düşmanın üzerine sürmek anlamına gelir. Deve, kendi başına hızlı ve istekli bir biçimde yürüdüğü zaman, tabiri kullanılmaz. Ama, deve, kendi başına koştuğu zaman, binicisi onu bir şey üzerine sürdüğü zaman da,  denilir."

Ferrâ da şöyle demektedir. "Arablar,  demektedirler.

Bazan onlar, binicinin sürmesi hakkında, vada'a kelimesini kullanırlar. "

İkinci görüş: Ahfeş ve Ebu Ubeyd'in görüşü olup, buna göre, devefindi kendine ve arzulu bir biçimde koştuğunda binicisinin onu koşturduğu majm da murad edilmeksizin, denilir.. Ebu Ubeyd, Hz. Peygamber (s.a.s)’in vakarlı ve sakin bir biçimde Arafat'tan çıktığını, sonra da devesinin, MuhassirVadisi'ne doğru koştuğunu rivayet etmiştir.

Lebîd şöyle demiştir:

'Kendimizin, yiyecek içecekleri bırakarak, gaybm hükmüne doğru koşan kimseler gibi olduğunu görüyorum..."

Lebîd, mûdı'ine kelimesinden, müsriîne "hızlı olarak" "koşarak" manasını kasdetmiştir. Bu ifadeyle, şairin, onların develerini koşturduklarını murad etmiş olması caiz değildir. Çünkü, şair bununla, devenin yolda yürümesini murad etmemiştir.  Ömer İbn Ebî Rebîa ise şöyle demiştir:

"Kahrolsunlar, düşmanlıklar o kadınların başına!., Çünkü onlar beni tanıdılar ve "O. haddi aşan. yiyen ve sonra da çekip giden birisidir" dediler!..

Vahidî, ayetin, Ahfeş ve Ebu Ubeyd'in görüşünü desteklediğini söylemiştir,

Bil ki, her iki görüşe göre de ayetten kastedilen, müslümanların arasını bozmak ve söz götürüp getirmek hususunda, münafıkların" gösterdiği çalışma kastedilmiştir. Binâenaleyh, şayet biz birinci görüşü nazar-ı dikkate alırsak, ayetin manası, "Onlar, binitlerini aramızda koşturmuşlardır. Yani, aramızda aralıksız olarak söz götürüp getirmişlerdir. Çünkü binitli olan, yayadan daha hızlıdır..." şeklinde olur. Şayet, ikinci görüşü nazar-ı dikkate alırsak, bu tabirden kastedilen. "Onlar bozgunculuk çıkarmaya koşarlar...' manasıdır. [4]

 

Dördüncü Mesele

 

Keşşaf  sahibi,   İbn  Zübeyr'in,   bu  kelimeyi şeklinde okuduğunu nakletmiştir ki bu, Arapların, deve hızlı yürüyüp de. (sırtından attığı sahibinin boynunu kırdığında) söyledikleri tabirinden alınmıştır. Bu ifade,  (bırakırlar, düşürürler) şeklinde de okunmuştur. Buna göre şayet. "Kur'an-ı Kerim'e, niçin bir elif ziyadesiyle şeklinde yazılmıştır?" denilirse. Keşşaf sahibi buna şu şekilde cevap vermiştir: "Arap yazısından önce fethâ, elif ile ifade ediliyordu. Arap yazısı, Kur'an'ın nüzulüne yakın bir zamanda icâd edilmişti. Binâenaleyh, Arapların, zihninde bu eliften bir iz kaldı. Böylece onlar, hemzenin şeklini elif olarak yazdılar ve onu, diğer bir elif ile de fethalı  yaptılar."   Cenâb-ı   Hakk'ın,  "Onu   herhalde  çetin   bir  azaba uğratacağım "(Nemi, 21} ayeti de bu şekilde yazılmıştır.. [5]

 

Beşinci Mesele

 

Ayetteki   hılâleküm   ifadesinin   manası,    "aranıza> aranızda..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onların arasından bir de ırmak fışkırtmıştık" (Kehf. 33) ve  "Onlar evlerin  aralarına  kadar girip  araştırdılar." (isra. 5)

ayetlerindeki hilâl kelimeleri de böyledir. Bu kelimenin aslı, halel kelimesidir ki. halel kelimesi, iki şey arasındaki boşluk olup, bunun çoğulu hilâldir   Hak Teâlâ'nın. ''Sonra görüyorsun ki yağmur bunların arasından çıkıyor... "(Nur. 43) buyruğu da bu manadadır. Bu ayetteki (Nur, 43) bu kelime, min hatedh şeklinde de okunmuş olup, yağmur tanelerinin kendisinden çıkıp döküldüğü yer anlamına gelir. Esmaî şöyle demektedir: "Arapça'da sen, aralarına girdiğin zaman, "Kavmin arasına girdim"; "evlerinin arasında, ortasında oturduk. " manasında olmak üzere de,  denilir, denilir.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, "Lâf götürüp getirme ve fesad. çıkarma ile-.." manasında; ifadesi de, "sizin için fitne isterler..." anlamındadır. Esmaî şöyle demektedir: "Arapça'da, "onu benim için iste, taleb et!" manasında,  denilir. O halde ifadelerinin manası aynıdır. Binâenaleyh, bir kimse ,jfcî| dediğinde bunun manası, "Arzuladığım o şey hususunda bana yardım et!. " demektir. Bu ayette geçen "fitne" kelimesi ise, söz birliğinin bulunmaması ve karışıklık çıkarma, anlamına gelir.

Bil ki, bu açıklamalara göre sözün neticesi şudur: "Onlar, şayet o müslümanların arasında savaşa çıkarlarsa, onlar, onlara *'habâl"dan başka bir şey arttırmalar. "Habâl" ise, görüş ihtilaflarına sebebiyet veren bozgunculuk anlamındadır ki, bu, savaş esnasında sakınılması gereken şeylerin başında gelir. Çünkü, fikirlerde ihtilaf ve ayrılıklar meydana geldiğinde de hezimet ve hüsran pek kolayca tahakkuk eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların, bununla yetinmeyip, aksine, ileri gelenler arasında söz götürüp getireceklerini, dedikodu yapacaklarını beyan buyurmuştur ki, bu şekilde ifsâd daha da  çoğalacaktır. İşte bu da,    Cenâb-ı   Hakk'ın, ayetiyle murad edilen husustur.

3) Cenâb-ı Hakk'ın "İçinizde onlara iyice kulak vereceklerde vardır.

buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) "Aranız da sizden duyduklarını onlara ileten gözcüleri bulunmaktadır. " manası murad edilmiştir.  Bu, Mücahid ve İbn Zeyd'in görüşüdür.

b)  Katâde buna şu manayı vermiştir: "Aranızda, onların sözlerine kulak veren ve onların görüşlerini kabul edenler bulunmaktadır. " Binâenaleyh onlar onlara, kalblerinin zayıflamasına sebep olacak çeşitli sözler telkin ettiklerinde, berikiler o sözleri kabul eder ve bundan dolayı cihad işini lâyıkıyla yerine getirmede gevşeklik gösterirler.

Eğer, "Dinleri ve cihad niyetleri çok kuvvetli olduğu halde, mü'minler için böyle bir şey nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz de deriz ki: Münafıkların sözlerinin, İslam'a yeni girmiş kimseler üzerinde tesirli olması imkansız değildir. Yine bazı kimselerin, korkak, gevşek ve zayıf kalbli olarak yaratılmış olması da imkansız değildir. Binaenaleyh münafıkların sözleri, bu gibi kimselere tesir eder. Yine, bazı müslümanların, ileri gelen münafıkların akrabaları olmaları ve bundan dolayı münafıkların onları pohpohlayarak, maksadlarındar? geri çevirme ihtimalleri de yok değildir. İşte bu sebeple, münafıkların reislerinin sözleri, onlar üzerinde tesir edebilir. Şöyle de denebilir: Münafıklar iki kısımdırlar: Birincisi, Mü'nafıklıkla yetinip, ayrıca yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışmayanlardır. İkinci grup ise, müminlere şüpheler ve asılsız haberler telkin ederek, birinci guruptakileri yeryüzünde fesat çıkarmaya sevkedenlerdir.

Allah Teâlâ daha sonra bu ayeti, "Allah o zalimleri çok iyi bilendir"

diye bitirmiştir. Bu, "Allah, kâfir ve münafık olmak sureti ile kendi kendilerine zulmedenlerle, başkalarını çeşitli belalara ve ihtilaflara, çekişmelere düşürmek suretiyle, başkalarına zulmedenleri bilir" demektir. Allah en iyi bilendir. [6]

 

Münafıkların Fitne Çıkarma Peşinde Olmaları

 

"Andolsun ki onlar bundan evvel de fitne peşine düşmüş ve senin hakkında birtakım işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onların hoşuna gitmemiş olsa da, Allah'ın emri ortaya çıktı. Onlardan kimi de, "Bana izin ver, beni

fitneye düşürme" diyeceklerdir. Haberin olsun ki onlar zaten fitne çukuruna düşmüşlerdir. Cehennem o kâfirleri mutlaka çepeçevre kuşatacaktır" (Tevbe 48-49).

Bil ki bu ayette, münafıkların tuzaklarından ve içlerinde -sakladıkları kötü niyetlerden bir çeşidi mevzubahs edilmekledir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki onlar bundan evvel de yani Tebük savaşından daha önce de. fitne peşine düşmüşlerdi" buyurmuştur. İbn Cüreyc, bunu şu şekilde anlatır: "Münafıklardan oniki tanesi Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürmek için, Akabe gecesi Seniyyetu'l-Veda'da pusu kurmuşlardı Ayrıca denilmiştir ki: ^'Ayetteki bu ifadeyle, Abdullah b. Übeyyin, Uhud Günü, yandaşları ile birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)'den ayrılıp gitmeleri kastedilmiştir. Bu ifadeye, "Onlar senin ashabını dinlerinden çevirip küfre döndürmeyi ve insanları senden ayırmayı isterler" manası da verilmiştir. Buna göre ayetteki "fitne" kelimesi ile, "daha önce sevgi ve muhabbet varken, ayrılığı doğuran ihtilaf" manası kastedilmiştir ki işte münafıkların, müslümanlar hakkında niyetlendikleri şey budur." Allah müslümanlan bu fitneden korusun (âmin).

Cenâb-ı Allah, "Senin hakkında birtakım işler çevirmişlerdir

buyurmuştur. "İş çevirmek", bir iş hususunda düşünüp tefekkür etmek için, onu evirip çevirmektir. Yani "Onlar senin aleyhine tuzaklar kurmak, sana karşı hile yapmak için çalışıp çabalarlar" demektir. Nitekim Arapça'da, çeşitli hileler yapan kimse hakkında "falanca huvvel ve kullebdir" denir, yani "envai türlü hileleri bilmekte mahir olduğu böylece anlatılır" demektir. [7]

 

Allah Onların Hitelerini Fâş Eder

 

Allah Teâlâ daha sonra, "Onların hoşuna gitmemiş olsa da. Allah'ın emri ortaya çıktı" buyurmuştur. Bu, "O münafıklar, zahiren dinleri olan hak gelinceye kadar, çeşitli hile ve tuzaklar kurmaya, fitneleri deşmeye ve insanları dini kabulden soğutmaya devam ederler" demektir. Ayetteki "hak" kelimesi ile, "Kur'an" ve "Hz. Muhammed (s.a.s)'in tebliği (dini)" murad edilmiştir. Sanki üstü örtülü imiş gibi olan Allah'ın emri artık ortaya çıkmıştır. Ayetteki, 'Allah'ın emri" ifadesi ile, Allah'ın ortaya çıkardığı ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatının kuvvetlenmesinde müessir kıldığı sebepler kasdedilmiştir. O münafıklar ise bunu, yani hakkın gelmesini ve Allah'ın emrinin ortaya çıkmasını hoş görmüyorlardı. Bu ifadede, münafıkların şerrin yayılması için çalışıp çabalamalarının hile ve tuzaklarının bir tesiri olmadığına dikkat çekilmektedir. Çünkü onlar hile ve tuzak □eşinde oldukları müddetçe, Allah, onların hilelerini kendi ibaşlarına geçirmiş; gaye ve maksadlarını altüst etmiş ve istediklerinin zıddını yaratmıştır. Binâenaleyh durum geçmişte böyle olunca, gelecekte de böyle olacaktır. [8]

 

Münafıklar Cihadı Fitne Sayarlar

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Onlardan kimi de. "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" buyurmuştur. Allah Teâlâ bununla, "Savaşa gitmeme hususunda bana müsaade et, savaşa çıkmamı emrederek, beni fitneye düşürme" manasını kastetmiştir. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1)  "Beni fitneye düşürme" ifadesi, "Bana müsade etmemek suretiyle, fitneye yani günaha düşmeme sebep olma. Çünkü eğer sen beni savaşa katılmamaktan men edersen ve ben de senin iznin olmadığı halde savaşa gitmezsem, günaha düşmüş olurum" demektir. Bu manaya göre, o münafıkların bu sözü alay ederek söylemiş olmaları ihtimali olduğu gibi, ciddi olarak da söylemiş olabilirler. Çünkü o münafık, her ne kadar münafık da olsa -kesin inancı olmasa bile- en azından Hz. Muhammed (s.a.s)'in sâdık olduğu hususunda zann-ı galibi vardır.

2) Bu, "Beni ölüme sürükleme. Çünkü şu zaman, sıcakların şiddetli olduğu bir andır ve benim sıcağa tahammülüm yok" demektir.

3)  Bu, "Eğer seninle savaşa gidersem, malım ve evlad-u iyalim helak olur" demektir.

4) Ced b. Kays "Ensar, benim kadınlara düşkün olduğumu bilir. Binâenaleyh sen, Rumların sarışın kızları yüzünden fitneye düşürme. Fakat sana, (savaşa) mal vererek yardım ederim. Benim yakamı bırak" demiştir. Bu kelime, tf'al babından, şeklinde de okunmuştur.

Cenâb-ı Allah, "Haberin okun ki onlar zaten fitne (çukuruna)

düşmüşlerdir" buyurmuştur. Bu,"Onlar fitneye düşmekten sakınıyorlar ama, zaten fitnenin içine düşmüş haldeler. Çünkü en büyük fitne, Allah'ı ve Resûlullah'ı inkâr etmek ve mükellefiyetleri kabul etmemekte ısrar etmektir" demektir. Yine onlar, müslümanlara karşı muhalefette kalmışlar ve Allah'ın, nifaklarını açıklayacak ayetler indirerek kendilerini rezil ü rüsvay etmesinden korkmuşlardır. Übeyy b. Ka'b (r.a)'ın Mushaf'ında bu kelime şeklinde (müfred olarak) geçmiştir. Çünkü ayetteki edatı lafzen müfred, mana itibarı ile cemidir. Meânî âlimleri şöyle demişlerdir:

Su ifadede, Allah'ın, herhangi bir niyet ve gayeden ötürü isyan eden kimsenin o niyet ve maksadını Allah Teâlâ'nın mutlaka boşa çıkaracağına bir işaret vardır. Baksana, münafıklar bir fitneye düşmemek için savaşa katılmama yolunu tercih etmişler, Allah Teâlâ da onların fitnenin ta göbeğinde, içinde olduklarını ve zaten ona düşmüş bulunduklarını bildirmiştir.

Allah Teâlâ daha sonra,  'Cehennem o kâfirleri mutlaka çepeçevre kuşatacaktır" buyurmuştur. Buna, "cehennem, Kıyamet günü onları kuşatır" manası verildiği gibi, "Kuşatma sebepleri şu anda mevcut olduğu için, onlar sanki şu anda cehennemin ortasındadırlar" manası da verilmiştir.

İslâm feylesofları şöyle demişlerdir: "Onlar, marifetullah, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve Kıyamet gününe iman nurundan mahrumdurlar. Onlar, dünya ve dünyevî mal-makam dışında, bir saadet ve kemale inanmazlar. Hem sonra onlar, halk arasında nifak, dini tenkid ve peygambere kötülük yapmayı düşünme işleri ile meşhurdurlar. Onlar İslam devletinin devamlı olarak gelişip yüceldiğini ve kuvvetinin arttığını görüp müşahede ediyorlar, böylece de canları, mallan ve evlâd-u iyalleri hususunda çok endişe ediyorlardı. Velhasıl onlar her türlü ruhi ve manevi mutluluktan mahrum olmuşlar, böylece de dünya menfaatleri hususunda çok şiddetli bir korkuya düşmüşlerdi. İleri derecedeki cehaletle birlikte bulunan böyle bir korku ise, ruhi cezaların en büyüğüdür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, münafıkların bu hallerini, "Cehennem o kâfirleri mutlaka çepeçevre kuşatmıştır" diye anlatmıştır." [9]

 

Musibet Geldiğinde Münafıkların Tutumu

 

"Eğer sana bir iyilik isabet ederse, bu onların hiç hoşuna gitmez. Eğer sana bir musibet gelirse. "Biz. daha önceden tedbirimizi almışızdır" derler ve böb'ürlene böbürlene dönüp giderler. De ki: "Allah'ın bizim için yazıp (takdir ettiğinden) başkası asla bize erişmez. O. bizim Mevlâmızdır. Öyleyse, mii'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler" (Tevbe. 50-51)

Bil ki bu. münafıkların tuzaklarından ve içlerinde sakladıkları pisliklerden bir diğer çeşididir. Bunun manası şöyledir: "Eğer, bir savaşta sana, ister bir zafer ve ganimet, ister etrafındaki bir krallığın sana boyun eğmesi şeklinde bir iyilik isabet ederse, bu, o münafıkları üzer Ama başına bir bela, bir sıkıntı, bir felaket, bir kötülük ve bir musîbet gelirse, onlar buna sevinerek, "Biz, evvelden beri yapmakla meşhur olduğumuz işi yapmıştık, yani uyanık davranarak tedbirimizi almıştık" derler." Ayetteki, "daha önceden" tabiri, "bu musibetten önce" demektir. Onlar bu sözü söyledikleri o toplantı yerinden dönüp, sevinçli olarak ve böbürlenerek kendi ailelerinin yanına giderler. İbn Abbas (r.a) ayetteki "hasene" (bir iyilik) ve "musibet" kelimelerini. Bedir'deki iyilik ve Uhud'da uğranılan musibet diye tefsir etmiştir. Eğer muradın bu mana olduğu bir haber ile sabit ise, bu manayı tercih etmek gerekir. Aksi halde bunları, her türlü iyilik ve her türlü musîbet manasına hamletmek gerekir. Çünkü münafıkların bilinen genel halleri, her iyilik ve her musibete karşı Allah'ın bahsettiği gibidir. [10]

 

Allah'ın Takdirinden Başkası Olmaz

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: "Allah'ın bizim için yazıp  (takdir ettiğinden)   başkası  asla bize  erişmez"   buyurmuştur. Bu hususta birkaç görüş vardır:

Birinci görüş: Mana, "Bize isabet eden, her türlü hayır ve şer, korku ve ümid, bolluk ve darlık, bizim için takdir edilmiş ve Allah katında yazılmıştır. Bütün bunların Allah katında yazılıp takdir edilmiş olması, hepsinin Allah tarafından bilindiğine ve böyle hükmedildiğine delâlet eder. Çünkü Allah'ın dışında bütün varlıklar, "mümkin"dir. Mümkin varlığın, varlığı ancak vacibu'l-vücudun (Allah'ın) tercihi ile, yokluğuna tercih edilmiştir. "Mümkin" olan bütün varlıklar, Allah'ın kaza ve kaderine dayanır.

Bil ki âlimlerimiz bu ayetle, Allah'ın kazasının bütün "muhdes" varlıkları kapsadığı ve Allah'ın hükmettiği birleyin değişmesinin mümkün olmadığına istidlal etmişlerdir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:

a)  Mevcud varlıklar, ya vacibu'l-vücûd, ya mümkinü'l-vücûddur. Mümkin olan varlıkların iki tarafından birinin, diğerine kendiliğinden üstün gelmesi imkansızdır. Öyleyse bu hususun, zatı gereği vâcib olanın tercihine dayanması gerekir. Zâtı gereği vâcib olan varlığın dışındaki herşeyin, o yüce varlığın7aratması, tesiri ve var etmesi

ile olması gerekir. İşte bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.s), ''Kader kalemi. Kıyamete kadar olacak şeyleri yazmış, mürekkebi kurumuştur "[11] buyurmuştur.

b) Allah Teâlâ, b'ütün bu halleri, Levh-i Mahfuz'da yazmış olduğuna göre, onları bilmiş ve onlara bu şekilde hükmetmiştir. Binaenaleyh iş, takdir edildiğinin aksine olacak olsa, o zaman Allah'ın ilmi, cehalete; doğru ilmi, yalana dönüşmüş olur.

Halbuki bütün bunlar imkansızdır. Biz bu konuyu, (Bakara. 6j ayetinin tefsirinde uzunca anlattık.

Eğer denilse ki: "Allah Teâlâ bu sözü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in üzülmesinden ve başına gelen musibetlerden dolayı münafıkların sevinmelerine karşı, peygamberini teselli için zikretmiştir. Öyleyse bu izahın ayetle ne ilgisi var?" Biz deriz ki: "Bunun sebebi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Kim Allah'ın kader ile ilgili sırrını bilirse, ona musibetler kolay gelir" hadis-i şerifinde anlattığı husustur. Çünkü insan, vaki olan şeyin, vaki olmamasının imkansız olduğunu bildiği zaman, nefsindeki karşı koyma zail olur ve olana razı olma hali meydana gelir.

İkinci görüş; Mana, "Bizim düşmana galip ve üstün gelme işimizde, bize ancak

Allah'ın yazdığı şey isabet eder" şeklindedir. Bu ifadenin gayesi, peygamberin ve müslümanların halleri, her nekadar sevinç ve keder arasında değişse de, neticede üstünlüğün, fethin ve zaferin onlar tarafında olacağını münafıklara bildirmektir. Bu, münafıkları öfkelendirir ve onların bu sevincini kursaklarında bırakır.

Üçüncü görüş: Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ifade, "Biz mağlûb olduğumuz zaman, büyük bir ecre ve büyük bir mükafaata müstehak oluruz. Galip geldiğimizde ise, âhirette mükafaata, dünyada büyük mal ve ganimet ile şan-şeref elde ederiz. Durum böyle olunca da, bu yüce dereceleri kazanma hususunda, öyle musîbet ve sakıntılara katlanılır" demektir'Bu görüşlerin hepsi de güzel ise de, birinci görüş daha doğru ve gerçektir.

Daha sonra ayette "O bizim mevlâmızdır" buyurulmuştur. Bununla kastedilen, âlimlerimizin de söylediği gibi, şu manadır: 'Âlemin mâliki ve yaratıcısı olduğuna ve hiçbir fiiline itiraz edilemeyeceğine göre, Allah Teâlâ'nın, âlemde istediği ve dilediği şekilde tasarrufta bulunması, pek güzel ve yerindedir." İşte bu izah da. daha önce geçen şeyle, görüşle, tıpatıp uyum halindedir. Bundan dolayı biz diyoruz ki: Allah Teâİâ. kullarından bazısına şayet çeşitli musibetler, belalar verirse, onlara razı olmak gerekir. Çünkü Allah, onların mevtaları» onlarsa O'nun kullarıdır. Binâenaleyh, Allah tarafından yapılan o tasarruflar, sırf O'nun, onların mevlâsı olması ve fiillerinden herhangi birinde kendisine itiraz edilememesi sebebiyle, güzel ve yerindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Öyleyse, mü'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler" buyurmuştur. Bu, "Her ne kadar, kullarından herhangi birisinin Allah üzerinde vacib olan herhangi bir hakkı yok ise de, ancak ne var ki O. bununla birlikte rahmeti geniş, fazl-ü ihsanı çok olandır. Öyleyse, mü'min kimsenin, esasen sadece O'na tevekkül etmesi ve O'nun fazl-ü kereminden ümit kesmemesi gerekir " anlamındadır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyleyse, mü'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler" ayeti, hasr ifade eder. Bu, münafıkların hallerinin, mü'minlerin hallerine uymadığı ve onların, sadece dünyevi sebeplere, geçici olan dünyevi izzetlere tevekkül edip, onlara güvendiklerine adeta dikkat çekmektedir. [12]

 

Mümine İki Güzel Şeyden En Az Biri Verilir

 

"De ki: "Siz. bize iki güzel şeyden birinin gelmesinden başkasını mı bekliyorsunuz? Halbuki biz Allah'ın size ya kendi katından, yahud bizim elimizle bir azâb getireceğini bekliyoruz.. Haydi siz gözetleyip durun, biz de sizinle beraber bekliyoruz" (Tevbe, 52).

Bil ki bu, münafıkların mü'minlerin başına gelen musibetlere sevinmelerine karşı verilen ikinci cevaptır. Bu böyledir. Çünkü müslüman savaşa çıktığında, eğer mağlup olur, öldürülürse, dünyada güzel bir isim, ahirette de, Cenâb-ı Hakk'ın şehidler için hazırlamış olduğu büyük bir mükâfaat elde etmiş olur. Yok eğer galip gelirse, dünyada helâl mal (ganimet) ile, kahramanlık, saltanat ve kuvvet demek olan güzel bir nam ile büyük âhiret mükâfaatı elde eder. Ama münafığa gelince, evinde oturup kalırsa, kınanır ve korkaklığa, gevşekliğe, kalbî zayıflığa ve kadınların, çocukların, acuzelerin müşterek olduğu, dünyada âdî olan şeylerle yetinme ahlâkına izafe edilir. İşi gücü bu değersiz şeylerle uğraşmak olur. Sonra bunlar, kendileri çoluk-çocuklan ve mallan hususunda devamlı bir endişe içinde olurlar. Bunlar öldüklerinde, âhirette, Kıyamette devamlı bir azaba dûçâr olurlar. Eğer Cenâb-ı Hak, dünyada iken onların öldürülmelerine izin verirse, onlar öldürülme, esir alınma ve mallarının yağmalanması gibi şeylerin içine düşer ve böylece de dünyadan cehennem azabına geçerler. Binâenaleyh münafık, mü'min hakkında bahsedilen iki durumdan birini gözetir durur. Halbuki bu iki durumun her biri de, yüce, kıymetli ve şereflidir. [13]

 

Münafığın. Akibeti İki Kötüden Biridir

 

Müslüman da, münafığın bahsedilen şu iki durumundan birini gözetir. Bu iki durum, hor ve hakirlik içinde, rezilü rüsvay olarak dünyada kalmak; yahut da bu hor ve hakirliğın yanısıra, öldürülmeleri, mallarının yağmalanması ve böylece ahiret azabına geçmeleridir. Bu iki durumun herbiri son derece âdî ve değersizdir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, münafıklara.  yani, "siz bizim için, şu iki şerefli halden birisini gözetleyedurun! Çünkü biz de sizinle beraber, sizin o iki âdî ve değersiz halden birisine düşmenizi bekleyip duruyoruz' (de)" buyurmuştur. Vahidî şöyle demiştir: "Arapça'da birisi, bir insanın başına bir kötülük gelmesini bekleyip durduğunda, denilir." Bu hususta, daha önce izah geçmişti. Meânî âlimleri şöyle derler: Terabbus, birşeyin zamanının gelmesini gözleyip durmaktır. İşte bundan ötürü, bir kimse, malının (yiyeceğinin)

fiyatının artmasının zamanını beklemeye takılıp kaldığında denilir. "Hüsnâ", "ahsen" (daha iyi ve güzel) kelimesinin müennesidir.

Alimler ayetteki, "kendi katından yahut bizim elimizle bir azap" buyruğunun tefsiri hususunda ihtilaf etmişlerdir. "Allah katından, yani Allah'ın onların başına dünyada iken indireceği bir azab; bizim ellerimizle, yani Allah'ın sizi öldürmemize izin ve müsaade vermesiyle olacak bir azab" manası verildiği gibi. "Allah katından bir azab" tabirinin, dünya ve âhiret azabını kapsadığı, yahut "ellerimizle" ifadesinin ise "öldürülmeyi" ifade ettiği de söylenmiştir. Buna göre eğer, "Şayet onlar münafık iseler, zahiren mü'min olduklarını söyledikleri için, onları öldürmek helal değildir. Öyle ise Cenâb-ı Hak, niçin böyle buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: "Hasan el-Basrî, ''bizim elimizle bir azab" tabirine, "Şayet münafık olduğunuz ortaya çıkarsa, ellerimizden tadacağınız bir azab..." manasını vermiştir. Çünkü onların münafık oldukları ortaya çıktığında, onlar mü'minler için bir harbî (kendilerine karşı savaşılacak kimse) olma bakımından, tıpkı diğer müşrikler gibi olurlar. Ayetteki, "gözetleyip durun" ifadesi, bir emir sîgası ise de, bununla bir va'id murad edilmiştir. Bu tıpkı, "Tat o azabı! Çünkü sen. (evet iddianca) çok ulu ve çok şerefli idin!" (Duhan. 49) ayetinde olduğu gibidir. [14]

 

Münafığın İnfakı Kabul Edilmez

 

"De ki: "Gerek gönül rızasıyla infâk edin, gerek istemeyerek. Sizden, hiç birşey kabul olunmayacak. Çünkü siz. fâstklar güruhundan oldunuz" (Tevbe. 53).

Bil ki Allah Teâiâ. önceki ayette, o münafıkların akıbetlerinin, hem dünyada, hem de âhirette azâb olduğunu bildirince, bu ayette de, her türlü iyiliği yapsalar bile, ahirette bundan fayda göremiyeceklerini beyan buyurmuştur. Bu ayetin gayesi, dünya ve âhiretteki azab sebeplerinin, münafıklar hakkında bir araya geldiğini, rahat ve hayır sebeplerinin ise hem dünyada, hem âhirette onlardan zail olduğunu beyan etmektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [15]

 

Birinci Mesele

 

Hamza ve Kisâî, hem bu ayette, hem de Nisa ve Ahkâf sûrelerinde kelimeyi, kâf harfinin zammesi ile kürhen;

Asım ve İbn Âmir, Ahkâf suresinde, "sıkıntı ve meşakkat" manasına olmak üzere yine kâfin zammesiyle kürhen; Nisa suresinde ve burada "ikrah" (zorlamak) manasında fethaiı olarak "kerhen"; diğer kıraat imamları ise  hepsinde de kâfin fethası ile kerhen şeklinde okumuşlardır. Kelimenin bu iki kıraatinin, aynı manaya gelen iki kulanıllışı, olduğu söylendiği gibi, kâfin zammesi ile, "sıkıntı ve meşakkat" manasına; fethası ile def "ikrah" manasına geldiği de söylenmiştir. [16]

 

İkinci Mesele

 

İbn Abbas (r.a), bu ayetin, Ced b. Kays'in, Hz. Peygamber (s.as)'e, "Bana müsaade et, savaşa katılmayayım. Sana

şu malımla yardım ederim" dediği zaman, onun hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bil ki, ayetin nüzul sebebi hususî ise de, hükmü umumidir. Bundan dolayı. "'Gerek gönül rızasıyla infâk edin. gerek istemeyerek..." tabiri, her ne kadar zahiren emir şeklinde ise de, bir şart ve ceza (cevap) manasındadır. Bunun manası, 'ister isteyerek, ister isteksiz olarak infâk edin. yaptığınız infâk kesinlikle kabul olunmayacaktır" şeklindedir. Bil ki haber ve emir şeklindeki cümleler, birbirine yakın­dırlar. Binâenaleyh bunların herbirinin, diğeri yerinde kullanılması güzel ve yerindedir. Emir cümlesinin, haber makamında kullanılışı, hem bu ayette, hem de "Onlar için ister istiğfar et. ister etme.." fîevoe. eo) ve "De ki: "Kim sapıklık içinde ise. Rahman (Allah) ona yardım ete/n "(Meryem. 75) ayetlerinde olduğu gibidir. Haber sîgasınrn, emir yerinde kullanılışı ise, "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler (yani beklesinler)"(Bakara,228) ve "Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" (yani emzirsinler)" (Bakara. 233) ayetlerinde olduğu gibidir. Nitekim

Kuseyyir de "Ey sevgili, bize ister cevr~ü cefa et. istersen iyi davran!.. O sevgili bize kızıp buğzetse de, biz onu ne kınarız, ne de ona buğzederiz..." demiştir.

Cenâb-ı Hak. tav'an ev kerha "Gerek gönül rızasıyla gerek istemeyerek" buyurmuştur. Bu iki masdar ile ism-i fail manası kastedilmiştir. Yani bunlar, "isteyenler veya istemeyenler olarak" demektir. Bu hususta iki izah yapılmıştır:

a)  "İsteyenler" yani, kendilerine Allah ve Resülullah tarafından yüklenmiş bir mecburiyet olmaksızın (infâk edenler) demektir. Yine "istemeyenler olarak", "Allah ve Resülullah tarafından zorlanılmış olarak" demektir. Onlar münafık oldukları için, mecburiyet onlar hakkında ikrah (zorlama) gibi olmuştur. Binâenaleyh Allah'ın onlara infâkı vâcıb ve mecbur kılması, tıpkı' bir zorlama gibi onlara zor gelmiştir.

b)  Bunun takdiri, "Liderlerinizden bir zorlama olmaksızın, kendiniz isteyerek, yahut onlarca zorlanmış olarak..." şeklindedir. Çünkü münafıkların reisleri, kendilerine uyanları, infakta bir fayda gördükleri için, onları infâka zorluyorlardı.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Sizden hiç bir şey kabul olunmayacak" buyurmuştur. Bu ifade ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onlardan infak edecekleri mallan kabul etmemesi kastedilmiş olabileceği gibi, infâk edilen o malların Allah katında makbul olmayacakları manası da kastedilmiş olabilir.

Daha sonra Allah Teâla, "Çünkü siz, fâsıkiar güruhundan oldunuz" buyurmuştur. Bu, infak ettikleri mallarının kabul edilmeyişinin, onların fâsık olmaları yüzünden olduğuna bir işarettir. Cübbâî şöyle demektedir: "Ayet, fasıklığın, taat ve ibadetleri boşa çıkardığına delâlet etmektedir. Zira Allah Teâlâ, onların intaklarının kesinlikle kabu! edilmeyeceğini beyan buyurmuş ve bunu onların fasık olmalarına bağlamıştır. Kabulün manası, mükâfaat vermek, medh-ü sena etmektir. Binâenaleyh bunlar kabul edilmeyeceğine göre, bu kabul edilmeyiş, "Onlar için herhangi bir medih ve mükâfaat yoktur" manasına getir. Cenab-ı Hak bunu fasıklığa bağlayınca, bu, fışkın mükâfaat ve medhin olmayışında müessir olduğuna delâlet eder." Cübbâî, bu hususu, daha sonra bu konudaki meşhur şu delili ile te'kid etmiştir: "'Fısk, devamlı bir kınamayı ve ikâbı; taat ise devamlı bir medh ve mükâfaatı gerektirir. Bu ikisini birlikte bulundurmak imkansızdır. Şu halde bunların ha ketti rece ki eri şeylerin de birlikte bulunması imkansızda."

Bil ki Cübbai'ye düşen, Cenâb-ı Hakk'ın bu şüpheyi en beliğ bir şekilde gidermesinden sonra, böyle bir istidlalde bulunmaması idi. Şüpheyi gideren bu şekilde, Hak Teâlâ'nm, "İnfaklannm onlardan kabul edilmesine mani olan, (başka birşey değil), ancak Allah ve Resulünü inkâr edip. namaza üşene üşene gelmeIeridir"(Tevbe. 54) ayetinin ifade ettiği husustur. Böylece Allah Teâlâ, onların amellerinin kabul edilmeyişinde tesirli olan esas şeyin sadece inkârları olduğunu açıkça beyan buyurmuştur. Bu durumda ayetin bu tabiri fasıklığın (günahın), tâatları boşa çıkarmadığına delâlet eden en açık bir delil olur. Zira Allah Teâlâ, "Çünkü siz, fâsıkiar güruhundan oldunuz" buyurunca, sanki birisi ona bir soru sorarak, şöyle demiştir: "Bu hüküm, işlerin fısk olarak damgalanmasına dair hüküm ile mi mualleldir (sebeplendirilmiştir)t yoksa o işlerin, bu fısk sebebiyle nitelendirilmesi itibariyle hususi hüküm ile mi mualleldir? Allah Teâlâ bu şüpheyi giderecek tarzda şöyle cevap vermiştir: "Kabul etmeme genel hüküm halinde îısk sebebine bağlı olmayıp, buradaki özel durumuna yani o fışkın küfür olması durumuna bağlıdır. Öyleyse bu tarzdaki istidlalin batıl olduğu meydana çıkar. [17]

 

"İnfaklarının onlardan kabul edilmesine manî olan (başka birşey değil), sırf Allah'ı ve Resulünü ipkar edip. namaza üşene üşene gelmeleridir. Onlar. ancak isteksiz olarak intakta bulunurlar"

(Tevbe, 54).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [18]

 

Fısk Konusunda Mu'teziie'nin Yanlışı 

 

Bu ayet, intakların kabul edilmeyişinde, fışkın, bir fısk olarak tesiri   olmadığına   açıkça  delalet  etmektedir.   Bu  da. demin özetlediğimiz ve açıkladığımız üzere, Mu'tezile'nin görüşünün bâtıl olduğu hususunda açık bir delildir. [19]

 

Başlıca Münafıklık Sıfatları     

 

Ayetin zahiri, şu üç şeyin yani Allah ve Resûiuilah'ı inkâr, namazı ancak üşene üşene kılmak ve isteksiz olarak intakta bulunma hususlarının topunun birden bulunuşunun, bu kabul edilmeyişe sebep olduğuna delâlet etmektedir.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Allahı inkâr etmek, onların intaklarının kabui edilmeyişinde, tek başına yeterli bir sebeptir... Böyle, tek başına bir sebebin bulunması halinde, diğerlerinin herhangi bir tesiri kalmaz.., Şu halde bu hüküm, diğer iki sebebe ayrıca nasıl isnâd edilebilir?"

Cevap: Bu problem, Mutezüe'nin görüşüne yöneliktir.. Çünkü onlar, "Küfür, bir küfür olduğu için bu hükme tesir eder" demektedirler. Ama bize göreyse, fiillerden herhangi bir şey, muhakkak olarak ne mükâfaatı ne de ikâbı gerektirmez. Bunlar, ancak birtakım tarif edicilerdir. Aynı şey üzerinde, müteaddit tarif edici bulunması imkânsızdır. Hatta biz diyoruz ki Hiç şüphesiz bu, bu fiillerin bu hükümlerde, kendilerine raci pek çok durumdan dolayı müessir olmadığına dair yakînî ve katî delillerin en kuvvetlilerindendir. Bunun delili de şudur: "Allah Teâlâ, o münafıklarda bu üç şeyin bulunduğunu beyan etmiştir. Şayet bunlardan herbiri, bu hükmün, tam bir mucibi, gerekçesi olsaydı, o zaman tek bir netice üzerinde, pek çok müstakil sebebin içtima etmesi, müessir olması gerekirdi. Halbuki bu, imkânsızdır. Çünkü eser (malûl), o sebeplerden herbiri sayesinde, diğerlerinden müstağni olabilir. Binaenaleyh eserin, bütün müessirlerin, aynı anda hem tamamen muhtaç, hem de tamamen onlardan müstağni olması lazım gelir ki bu da muhaldir. Böylece, bu fiillerden herbirinin, o hükümlerde müessir olduğunu söylemek, bizi muhale, imkânsızlığa götürür.  Dolayısiyle, bunun böyle olduğunu söylemek bâtıl olur. [20]

 

İmansız Amel Makbul Değildir   

 

Bu ayet, Allah'ı inkâr eden kimsenin, iyi amellerinden herhangi bir şeyinin, Allah katında makbul olamayacağına

delâlet etmektedir. [21]

 

Her Amelin Fayda Veya Zararı Meselesi

 

Buna göre şayet, bu ayetle Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onun mükâfaatını görecek..."(Zıizai.7)ayetinin arası nasıl uzlaştırılabilir?" denilirse, biz deriz ki:

Bunu, "Cezanın hafifletilmesinde müessir olmak" manasına yorumlamak gerekir.

Yine ayet, namazın kâfirlere de vâcib olduğuna delâlet etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Cenab-ı Hak, onları (o münafıkları) üşene üşene namaz kılmalarından dolayı tenkid etmezdi.

Eğer bu hususta muarızlar: "Zemmi, tenkidi gerektiren, namazı terketmek değil, aksine o namazı, kıyam ve kuûd gibi diğer rükûnlarını tembel bir şekilde ifa etmeleridir. Onların (mü'minlerin) tembel bir şekilde kuudları, taatlarının kabulüne mani olmadığı gibi, namaz onlara vâcib olmasa dahi, kıyam ve kuûd onların (kılmaları halinde) namazlarında da vâcibtir" denilmesi niçin caiz olmasın? Derlerse…[22]

 

Namazdaki Üşengeçliğin Tahlili

 

Küsâlâ   lafzının  tefsiri,   Nisa süresindeki   142.   ayetin tefsirinde geçmişti. Keşşaf sahibi, gerek kâfin dammesi,  gerekse fethasıyla olan kusâlâ ve kesâlâ lafzının, keslân kelimesinin çoğulu olduğunu, bunun tıpkı, sekran (sarhoş) ve hayran (şaşkın) kelimelerinin çoğulu olan sükârâ ve huyâra kelimeleri gibi olduğunu söylemiştir. Müfessirler şöyle demektedirler: "Burada geçen (tembellik) küsâla kelimesinin manası, "Şayet o, bir toplum içinde bulunursa, namaz kılar, yok eğer yalnız başına olursa kılmaz" şeklindedir." Musannif (Râzî) şöyle demektedir: "İşte bu manadır ki onların taatlarının kabul edilmeyişinde müessir olmaktadır. Çünkü bu mana, o kimsenin, namazını, Allah'ın emri olan bir taat olarak kabul edip kılmadığına, onun o namazı, sadece insanların kınamasından çekindiği için kıldığına delâlet eder. Bu kadarcık bir şey, onun küfrüne delâlet etmez. Ama, Cenâb-ı Hak bu hususu, onları küfürle tavsif ettikten sonra zikredince, bu, o tembellik ve üşenmenin, onların ancak, o namazın vâcib olmadığına inandıkları için meydana geldiğine delâlet eder ki, işte küfrü gerektiren de budur." [23]

 

Zekât Gönül Ferahlığı İle Verilmelidir

 

Ayet-i kerimedeki  "Onlar, ancak isteksiz olarak infakta bulunurlar..." buyruğunun manası, "Onlar, Allah'a itaat maksadıyla infak etmeyip, aksine zahirî bir menfaat gözettikleri için infâkta bulunurlar " şeklindedir. Bu böyledir, zira onlar, infâkı, boşa yapılmış bir harcama ve bir ziyan addederler ki, bu da, zekât verirken ya da Allah yolunda bir harcamada bulunulurken, nefsin hoşnut olması gerektiğini gösterir. Zira Allah Teâlâ, münafıkları, infâkı gönülden istemeyip kerih görmelerinden dolayı kınamıştır. Bu Hz. Peygamber (s.a.s)'in "mallarınızın zekâtını, gönülleriniz hoşnut olarak veriniz" hadisinin ifade ettiği husustur. Binâenaleyh bir kimse, zekâtını, hoş karşılamayarak, istemeye istemeye verirse, bu küfür ve nifak alâmetlerinden olmuş olur. Musannif (Râzî), sözünü şöyle sürdürmektedir: "Bu bahislerin neticesi, tâatların özünün, onları sırf kulluk maksadıyla yapmak ve taâtta tam inkıyâd içinde bulunmak olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, şayet kişi bu tâatlarını bu maksatla yapmazsa, onda herhangi bir fayda olmaz; aksine çoğu kez bu, onu yapan üzerine bir yük olmuş olur. [24]

 

Beşinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın  buyruğunu.Hamza ve Kisaî, yukbele; diğer kıraat imamları ise, müennes sîğasıyla

tukbele şeklinde okumuşlardır. Fiili müzekker okuyanlar, nefekât kelimesini, (müzekker olan) infak manasına alarak okumuşlardır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, (Bakara, 275) ayetinde olduğu gibidir. Bunu, bu fiili müennes okuyanlar ise, bu fiilin bir müennes isme isnad edilmiş olmasından dolayı böyle okumuşlardır. Keşşaf sahibi, bu kelimenin hem müfred, hem de cemî sîğasıyla nefekâtühüm ve nefeketühüm şeklinde okunduğunu söylemiştir, Sülemî de, fiilin failini Allah kabul ederek, "Allah'ın onlardan, nafakalarını kabul etmesi (...)" şeklinde okunmuştur.. [25]

 

Kâfirlerin Servetine İmrenmeyiniz

 

"Artık onların ne mallan, ne evlâdları  seni imrendirmesin. Allah bunlar sebebiyle ancak kendilerini dünya hayatında azaba çarptırmayı ve canlarının, kendileri kâfir olarak, güçlükle çıkmasını murad eder (Tevbe. 55).

Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette, münafıkların, bütün ahiret menfaatlarından ümidlerini kesince, onların, faydasını umdukları şeylerin ancak dünya hayatında olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü Allah Teâlâ o şeyleri, onların bu dünyada tazim edilmelerinin, aynı zamanda da, sıkıntı ve belâların onlar üzerinde toplanıp bir araya gelmesinin sebebi kılmıştır. Binâenaleyh, kim bu ayetleri iyiden iyiye düşünürse, bunların çok güzel bir biçimde sıralanmış olduklarını anlar. Çünkü yüce Allah, onların fiillerinin çirkinliğini, amellerinin de rezilliğini beyan buyurunca, onlar için ahirette meydana gelecek olan çok şiddetli azâb ile, bu dünyada meydana gelecek çeşitli bela ve sıkıntıları da beyân etmiştir. Bundan sonra da, onların yapmış oldukları o iyi amellerden, ahirette kesinlikle yararlanamıyacaklarını açıklamıştır. Daha sonra bu ayette de, onların, dünyevi faydalardan addettikleri o şeylerin, gerçekte onların azap ye belâya uğramalarının ve sıkıntılarının artmasının bir sebebi olduğunu beyân Duyurmuştur. Bu durumda da. nifakın, gerek dini, gerekse dünyevi hususlarda, bütün afetleri ve bütün belâları celbettiği ve gerek dinî gerekse dünyevi hususlardaki bütün layırlan iptal edip boşa çıkardığı ortaya çıkar. İnsan, bu tertibe iyice vakıf olunca, sözü, bundan daha güzel bir biçimde sıralamanın mümkün olamıyacağını anlar. Muvaffakiyet ancak Allah'dandır.  Bu hususta birkaç mesele vardır: [26]

 

Ayetteki Hitap Meselesi       

 

Bu hitâb, zahirde her ne kadar Hz. Peygamber'e tahsis edilmisse de, ancak ne var ki aslında bundan maksat, bütün mü'minlerdir. Yani, "Ey mü'minler, o münafık ve kâfirlerin matlarına, çocuklarına ve Allah'ın onlara vermiş olduğu diğer nimetlere imrenmeyiniz" demektir. Bunun bir benzeri de, "Onlardan bir sınıfa. kendilerini fitneye düşürmemiz için. faidelendirdiğimiz bu dünya hayatına ait zinetlere ve debdebelere sakın gözlerini dikme..." (Taht, i3t) ayetidir. [27]

 

İ'cab: Kendini Beğenme      

 

İ'cab kelimesi, bir çeşit iftihar duyarak ve başkasında da, ona denk herhangi bir şeyin bulunmadığına inanarak, bir şeyden ötürü sevinmektir.  İşte bu durum, nefsin, o şeye gark olduğuna ve Allah'tan uzaklaştığına delâlet eder. Çünkü Allah'ın hükmünde, o şeyi o insandan alıp başkasına vermesi uzak bir ihtimal değildir. İnsan, işte her ne zaman bu hususu düşünürse, onun, herhangi bir şeyden dolayı kendisini beğenme hali yok olur. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s),  "Şu üç şey helak edicidir: İtaat olunan hırs: tabi olunan hevâ, heves: ve kişinin kendisini beğenmesi..."[28] buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), "müksirön. helak olmuştur... "[29] ve Senin malından ancak, yeyip bitirdiğin. giyip eskittiğin veyahut da tasadduk edip de üzerinde durmadığın senindir..."[30] buyurmuştur. Ubeycl b. Umeyr'in Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği merfû bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kimin malı çok olursa. (Kıyamette) hesabı da zor olur. Kimin alışverişi çok olursa, şeytanları da çok olur. Kimin sultana (idarecilere) yakınlığı artarsa, o nisbette de Ailah'dan uzaklığı artar."[31] Bu konuya uygun hadisler pek çoktur. Bu hadislerin gayesi, insanı dünyaya meyletmekten alıkoymak ve dünya sevgisi uğruna kendisini adetâ helak etmesinden ve onunla böbürlenmekten men etmektir.

Ba2i muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: Varlıklar, aklın taksimine göre dört kısımdır:

a) Ezelî ve ebedî olan varlık.  Bu, Allah celle celâluhudur.

b)  Ne ezelî, ne de ebedî olan. Bu, dünyadır.

c) Ezelî olup, ebedi olmayan:. Böyle birşeyin var olması imkansızdır. Çünkü deliller ile ezelîliği sabit olan bir şeyin, ademinin (yok olmasının) imkansız olduğu sabit olmuştur.

d) Ebedî olup, ezelî olmayan.   Bu da âhiret hayatı ve bütün mükellef varlıklardır. Çünkü ahiretin bir başlangıcı vardır, ama sonu yoktur. Mükellef varlıklar da böyledir. İster itaatkâr olsun ister günahkâr olsun, onun hayatının bir başlangıcı vardır, ama sonu yoktur.

Bu sabit olunca, mükellef insan ile ahiret arasında mevcut olan münasebetin, insan ile dünya arasındaki münasebetten daha sıkı olduğu sabit olur. Yine bundan, insanın dünya için değil, âhiret için yaratılmış olduğu; binâenaleyh onun dünyaya fazla hayranlık duymaması ve kalbinin dünyaya meyletmemesi gerektiği ortaya çıkar. Çünkü onun gerçek yurdu, dünya değil, âhirettir.

Ayet-i kerimedeki "Allah, bunlar sebebiyle ancak kendilerini dünya hayatında azaba çarptırmayı murad eder" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [32]

 

Birinci Mesele

 

Nahiv âlimleri şöyle demişlerdir: Bu ayette, muhzuf bir ifade bulunmaktadır. Sanki şöyle denilmektedir:  "Allah, sırf onlara azab etmek için, bu dünyada onlara mühlet vermeyi murad eder." Yine ayetteki ta'lil lâm'ının, "Allah size açıkça bildirmek er"(Nisa.26)ayetindeki lâm gibi,  manasına olması da mümkündür. (Yani «-ij-uv J1 "Onlara azab etmeyi" manasındadır.) [33]

 

İkinci Mesele

 

Mücâhid, Süddî ve Katâde şöyle demişlerdir: "Ayette bir takdim-tehir bulunmaktadır. Buna göre ayetin takdiri şu şekildedir: "Sakın, onların malları ve çocukları seni dünya hayatına imrendirmesin. Muhakkak ki Allah Teâlâ, bu mal ve çocuklardan dolayı onlara âhirette azab etmeyi murad ediyor."

Kâdî şöyle demiştir: "Burada iki soru bulunmaktadır:

1) Şöyle denilebilir: "Mal ve evlâd, bir azab olamazlar. Bilakis bunlar, Allah Teâlâ'nın kullarına olan nimetleri cümlesindendir. Bu güçlüğü gidermek için, âlimler takdim-te'hir çaresine başvurdular. Oysa bu çare müşkili  halletmez. Zira bu takdim-te'hirden sonra şöyle denilebilir: "Mal ve evlat nasıl azab olabilir?" Öyleyse, onların ister istemez kelamda bir hazf bulunduğunu söylemeleri gerekir. Mesela onlar, azaba sebep teşkil etmeleri itibariyle, onlarla azaplandırmayı kasdetmiş olduğunu söyleyebilirler. Bu izahı benimsemeleri halinde ise takdim-te'hir çaresine ihtiyaçları kalmaz. Zira "onlar azaba sebep olmaları itibariyle Allah dünyada onlarla (mal ve evlatla) kendilerini azaplandırmayı diler" denilmesi makul ve geçerlidir. Keza "onların dünya hayatındaki mallan ve evlatları seni imrendirmesin" buyurulsaydı, buradaki "dünya hayatındaki" ilavesinin fazla bir manası olmazdı, Zira mal ve evladın sadece dünyada bir hoşlanma sebebi olduğu zaten malumdur; oysa azap hali böyle değildir, çünkü azap bazan ahirette olduğu gibi bazan dünyada da olabilir. Böylece takdim-tehir çaresinin pek de zikre değer izah olmadığı meydana çıkar." [34]

 

Mal ve Evlâdın Azap Sebebi Olması

 

Mal ve evlâdın dünyada bir azab vesilesi olması muhtemel olduğu   gibi,   ahirette   de   bir  azab  vesilesi   olması muhtemeldir. [35]

 

Dünyada Azap Sebebi Olması

 

Bunların dünyada bir azâb sebebi oluşları birkaç bakımdandır:

a) Birşeyi aşın derecede seven bir kimsenin, o şeyi kaybetmekten dolayı duyacağı hüzün ve kalb elemi, o derece fazla ve onu kaybetme endişesi de aynı şekilde büyük olur. Çok malı ve evladı olan kimselere gelince, eğer mal ve evladlan yanlarında iseler, odları kaybetmekten son derece korkarlar ve endişe duyarlar. Eğer bu şeyler yok ve helak olmuş iseler, o zaman da bunların kaybolmasından dolayı şiddetli bir üzüntü ve elem içinde olurlar. Böylece anlaşılır ki maddî saadetin vesilesi olan bu şeyler, mal ve evlad bulunduğu zaman bile ya onları ilende kaybetme endişesiyle veya onları kaybetmiş olmaktan dolayı duyulan hüzün ve keder ile. kalb daima elem içinde bulunur.

b) Bu şeylerin, elde edilip kazanılmasında, şiddetli bir yorgunluğa ve büyük bir meşakkate düşülür. Sonra bunlar elde edildiği zaman da, onları korumak için, çok yorgunluklara, zorluklara ve meşakkatlere dûçâr olunur. Böylece de, elde ettikten sonra malı korumak ve muhafaza etmek, onu kazanmaktan daha zor olur. Bu şekilde de, her zaman için mala ve evlâda çok düşkün olan kimse, malını yok olmaktan koruma ve muhafaza etme yorgunluğuna düşer. Hem sonra o kimse malından da çok az istifade edebilir. Kısaca, çok yorgunluk, az fayda...

c) İnsanın mal ve evlâd sevgisi çok olduğunda bu mal ve evlâd, ömrünün sonuna kadar ya onun yanında kalır, ya da kalmayıp, zayi olur. Birinci durum söz konusu olursa, insanın ölümü esnasında duyacağı hüzün ve hasret çok şiddetli olur. Çünkü sevilen şeylerden ayrılmak çok zordur. Sevileni terketmek çok acı ve meşakkatlidir. Bu şeylerin, daha insan hayatta iken zayi olması şeklindeki ikinci durumda da, insanın bunlardan dolayı üzüntüsü çok büyük olur ve kalbi çok şiddetli elem duyar. Böylece çok mal ve evlâda sahib oluşun, daha dünyada iken azab ve sıkıntı sebebi olduğu ortaya çıkar.

d) Dünya tatlı ve güzeldir. İnsanın hisleri ona meyleder. Dünyanın güzellikleri, çok ve peşpeşe olduğu zaman, duyular dünyada boğulur ve gönül tamamen ona yönelir. Böylece bu, onun Allah'ın zikrinden mahrum olmasına bir sebep haline gelir. Sonra onun kalbinde bir çeşit kasvet, katılık ve bir kahır meydana gelir. İşte her nezaman mal ve makam çok olsa, bu kasvet de o zaman o derece fazla olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü insan, kendisini malı sebebi ile ihtiyaçtan, azade gördüğü için, muhakkak azar"<Aiak.6-7)ayeti ile işte buna işaret edilmektedir. Böylece mal ve evlad çokluğunun, Allah sevgisi ite âhiret sevgisinin kalbten uzaklaşmasına, bunların yerine kalbte dünya sevgisi ile arzularının meydana gelmesine kuvvetli bir sebeb olduğu ortaya çıkar. Böyiece de, ölüm esnasında insan bir bahçeden, adeta bir hapishaneye; yakınlar ve dostlar meclisinden, gurbete ve bir sıkıntı diyarına geçmiş olur da elemi büyür, şiddetli pişmanlık ve üzüntü duyar. Sonra haşr vaktinde ise, dünyanın helal malları hesab vesilesi, haram malları da ikâb ve ceza sebebi olur. Böylece mal ve evlad çokluğunun dünya ve ahirette azab sebebi olduğu anlaşılır. [36]

 

Münafıklara Özellikle Azap Sebebi Olması

 

Eğer, "Bu husus herkes için söz konusudur. O halde bu azabın, münafıklara has olduğunu söylemenin hikmeti nedir?" denilirse, biz şöyle deriz: Bu konuda münafıkların durumu özellikle fazlalık arzeder. Şöyle ki:

1)  Kişi, Allah'a ve ahiret gününe iman ettiği zaman bilir ki, kendisi dünya için değil âhiret için yaratılmıştır. İşte bu bilgisinden dolayı, onun dünyaya olan sevgisi zayıflar. Ama münafık mutluluğun sadece bu dünyevi mal ve. mülklerde olduğuna inandığı için, onun bunlara rağbeti çok olur ve bunları fazlasıyla sever. Bunları kaybetmekten ötürü, meydana gelecek elem ve acılarda, o münafık için daha fazladır. Bu elem ve acılar, ölüm yaklaşıp, alâmetleri belirmeye başladığında daha da kuvvetlenir. İşte azabın bu çeşidi mala ve evlada olan sevgileri sebebiyle daha dünyada iken onların başına gelir.

2) Hz. Peygamber (s.a.s), onları bu malları hayır yollarında infâk etmekle mükellef kılıyor ve onlara mal veevlâdlarını. savaşa harcamayı ve göndermeyi teklif ediyordu. Bu ise. çoluk çocuğu öldürülmeye maruz bırakmayı gerektirmektedir. O münafıklar ise, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğu hususunda doğru söylemediğine inanıyorlar ve bu sebeble de mallarını infâk etmenin, onları boşuboşuna harcayıp, zâyî etmek ve çocuklarını ölüme göndermenin de, faydasız olup arzu edilmeyen bu sıkıntılı işi yüklenmek olduğunu düşünüyorlardı. Şüphesiz ki bu duıiım, kalbe daha ağır ve meşakkatli gelir. İşte azab duymada bu fazlalık münafıklar için söz konusudur.

3) Onlar kalbleri ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'e buğzediyorlar, sonra da, ona hizmet için (mecburen) mallarını, çocuklarını ve canlarını seferber ediyorlardı. Şüphe yok ki bu, son derece zor ve meşakkatli bir haldir.

4) Onlar, rezil ve rüsvay edilmekten, nifak ve küfürlerinin tam olarak ortaya çıkıp da, böylece kâfir olan diğer harbi kâfirler durumuna düşüp, o zaman da Resûlullah'ın kendilerini öldürmeye, çoluk-çocuklarını esir etmeye ve mallarını ellerinden almaya yönelmesinden korkuyorlardı. Onlar, ne zaman bir ayet inse, bununla kendi rezil ve rüsvaylıklarının ortaya çıkmasından endişe ediyorlardı. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), onları çağırsa, belki de onun kendilerinin yaptıkları çeşitli hile ve kötülüklerden birine vâkıf olmuş olmasından korkuyorlardı. İşte bütün bunlar, onların kalblerinin çok acı duymasına ve çok azab çekmelerine sebeb oluyordu.

5) Pek çok münafığın, muttaki çocukları olmuştur. (Şehid düştüğünde) melekler tarafından yıkanan Hanzala b, Ebi Âmir ve Abdullah b. Übey gibi: ki bu Abdullah Bedir Savaşına katılmıştır ve Allah katında üstün bir mertebesi vardır. İşte böyle olaniar, nifaktan uzak çok sayıda bir topluluk olup. babalarının nifak yollarını kabul etmemişler, onları tenkid etmişler ve onlara itiraz etmişlerdi. Oğul böyle olunca, (münafık) babanın ondan dolayı duyacağı elem, sıkıntı ve keder daha büyük olur. Böylece de böylesi evlâdlarının bulunması, onlar için azab vesilesi haline gelir.

6) Sahabenin yoksul ve güçsüzleri, savaşlara katılarak, Resûlullah'ın hizmetine koşuyorlar; sonra da şerefti bir nam, büyük bir medh-ü sena ve elde ettikleri pek çok ganimetle geri dönüyorlardı. Münafıklar ise, çok olan mallarına ve güçlü kuvvetli evlâdlarına rağmen, adetâ yatalak, zayıf ve güçsüz kimseler gibi evlerinin köşesinde kalakalıyorlardı. Sonra herkes onlara hınç ve istihza ile bakıyor, onları nifak damgalı görüyorlardı. Sanki mal ve evlad çokluğu, onlar için bu hallerin meydana gelmesine bir sebep olmuştur. Yapılan  bu izahlar ile,  münafıkların  mal ve evlâdlarının çokluğunun, dünyada iken onların daha çok azab çekmelerine sebep olduğu ortaya çıkar. [37]

 

Mutezile'nin Bu Ayeti Tevili     

 

Alimlerimiz, varlık alemine giren herşeyin, Allah Teâlâ'nın iradesi ile olduğunu isbaî hususunda "Allah, onların canlarının, kendileri kâfir olarak, güçlükle çıkmasını diler" ayetini delil getirip şöyle demişlerdir: "Çünkü ayetin manas;, "Allah Teâlâ, onların canlarını kâfir olarak çıkarmayı dilemiştir" şeklindedir. Bunun böyle olmasını irade eden, küfrü de murad etmiş demektir."

Cübbâî buna şöyle diyerek cevap vermiştir: "Ayetin manası, "Allah Teâlâ'nın, onlar kâfir olarak, onların canını çıkarmayı irade eder" şeklindedir. Bu ise, Hak Teâlâ'nın küfrü murad etmiş olmasını gerektirmez. Baksana, hasta bazan doktora "Ben, hasta iken, yanıma gelmeni isterim" diyebilir. İşte bu isteme, o kişinin kendisinin hasta olmasını istediği manasına gelmez. Doktora o, bazan da şöyle der: "Yaralarımı iyileştirmeni isterim." Bu söz de, hastanın, bu yaranın olmasını istediği manasına gelmez. Bir padişah askerlerine, bazan. "savaşa kalkıştıklarında o azgın ve asîleri öldürün" diyebilir. Bu söz, hükümdarın böyle bir harbi istediği manasına delalet etmez, İşte bu ayette de böyledir."

Buna şöyle cevap verilebilir: Cübbâî'nin bu sözü, enterasan bir aldatmacadır. Çünkü onun getirdiği bütün misaller, neticede bir noktada toplanır. Bu da, birşeyi "izale etmeyi, gidermeyi" istemektir. Buna göre hasta, doktoruna, "Ben, hasta iken, yantma gelmeni isterim" dediğinde, bu "Hastalığımı gidermeye çalışmanı istiyorum" demektir. Yine doktora, "Yaralarımı iyileştirmeni isterim" dediğinde, bu, "o yaralan benden gidermeni istiyorum" demektir. Hükümdar da, "Savaşa kalkıştıklarında o azgın ve asileri öldürün" dediğinde bu. "Böyle bir savaşı izale etmenizi, tesirini boşa çıkarmanızı ve yok etmenizi istiyorum" demektir. Böylece sabit olur ki, bütün bu misallerde istenilen müşterek taraf, bahsedilen şeylerin izale edilip, giderilmesidir. Binâenaleyh ayette olanın hilâfına olarak, bu şeyleri yok etmenin murad edilmiş olması imkansızdır. Çünkü kâfirin canını almak, onun küfrünü gidermek değildir. Yine bu can alış, böyle bir gidermeyi de gerektirmez. Aksine bu ikisi, birbirine uygun (beraber bulunabilecek) iki durum olup, aralarında kesin olarak bir terslik yoktur. İşte Hak Teâlâ bu ayette, onların canını kâfir olarak çıkarmayı dilediğini zikredince. O'nun bu can çıkarma işinin olduğu anda, onların kâfirler olmasını murad etmiş olması gerekir. Bu tıpkı şunun gibidir: Bir kimse, "Evde bulunduğu bir sırada falancayla karşılaşmak istiyorum" dese, bu ifade o kimsenin,, ötekinin evde olmasını istemiş olmasını gerektirir. Bu değerlendirmede, söylenebilecek olan son söz şudur: Allah'ın, kâfir iken kâfirin canını alması, ancak o küfrün mevcud olması halinde mümkün olur. Birşeyi isteyen, irâde eden, aynı zamanda o şeyin zaruri neticelerini ve ayrılmaz hususiyetlerini de istiyor demektir. İşte Allah Teâlâ, onların canını, onlar kâfir iken almayı murad edip,-birşeyi murad edinir o şeyin zaruri neticelerini, ayrılmaz

hususiyetlerini de istemiş olacağı sabit olunca, Allah Teâlâ'nın o küfrü murad etmiş olması gerekir. Bu şekilde de Cübbai'nin zikrettiği bütün misallerin sırf bir aldatmaca olduğu ortaya çıkar. [38]

 

Münafıklar Yalandan Mü'minlerle Olduklarına Yemin Ederler

 

"Onlar muhakkak'sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar daima korkan bir kavimdirler. Eğer sığınacak bir yer. yahut barınabilecek mağaralar veya girecek bir delik buisalardı. yüzlerini o tavafa çevirip koşarlardı" (Tevbe. 56-57)

Bil ki Allah Teâlâ, onların her türlü dünya ve ahiret zararını toplamış olduklarını ve her türlü dünya ve ahiret faydasından ellerinin boş kaldığını beyan edince, yine onların kabahatlarını ve rezil işlerini zikretmeye dönüp, onların yalancı bir imana yöneldiklerini beyan ederek, Yani, "Münafıklar, beraber oturdukları zaman, m'umın)ere. "Biz sizdeniz". "Sizin dininiz üzereyiz" diye yemin ederler" demektir.

Sonra Cenâb-ı Hak  "Halbuki onlar sizden değildir. yani sizin dininizde değildirler. Fakat onlar öldürülmekten korkan: bundan dolayı da, /âHiren mümin görülüp nifaklarını gizleyen bir kavimdir" buyurmuştur. Bu, "Onlar iman edenlere rastladıkları zaman. İnandık!" derler. Şeytanlarıyla yalnızca (başbaşa) kalınca ise. "Emin olun. biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza edicileriz" derler" (Bakara, H) ayeti gibidir.

Ferak kelimesi korku anlamına gelir. Bu kökten olarak, "çok korkan adam" anlamında denilir. Bu ayetin manalarından birisi de şöyledir: "Eğer onlar, içine sığınıp da, kendilerini sizden emin hissedecekleri bir sığmak buisalardı, oraya kaçar ve sizi terkederlerdi. Zannetmeyin ki onların size, mesken ve yurt hususundaki muvafakatlan, sizlerle birlikte oluşları7katblerinden gelmektedir..." [39]

 

Melce, Meğâra ve Müddehal Kelimelerinin İzahı

 

Ayetteki melce ifadesi, "sığınak, korunak" anlamına gelir. Hemzeli ve "maksûr" olarak okunan kelimesi de bunun gibidir. Bu kelimenin aslı,  (Falan yere sığındı) fiilinden gelmektedir., lltecee fiili de bunun gibidir. übrJi tabiri de, "Onu şuna zorladım, mecbur kıldım" anlamındadır.

Ayetteki megârat kelimesi, megâre kelimesinin çoğuludur. Bu, insanın içine girip gizlendiği, saklandığı yer, mağara anlamındadır. Ebû Ubeyde, "içine girip de kaybolduğun bir yere megâre denilir..." demiştir. Yine bu kökten olmak üzere, "Su toprağın içinde kayboldu-Göze kayboldu, battı..." denilir" demektedir.

Ayetteki  kelimesi hususunda Zeccâc: "Bu kelimenin aslı. dır. Dâl'dan sonraki te harfi, dala çevrilmiştir.. Çünkü te harfi "hems" sıfatına; dal harfi de cehr sıfatına sahiptir; aynı zamanda her ikisi de tek bir mahreçten çıkmaktadır. Bu kelime. duhûl kelimesinden müfteal kalıbında bir kelimedir. Vülûc (girmek) kelimesinden olan müttelec (girilen yer, medhal) kelimesi de böyledir. Buna göre müddehal kelimesi, içine girilerek gizlenilen, saklanılan gedik anlamındadır" demiştir. Kelbî ve İbn Zeyd, "Bu kelime, köstebeğin çıkış yolu, kanal, tünel gibi bir yer anlamına gelir" demişlerdir. Buna göre ayetin manası, "Münafıklar, bu üçünden birisini bulsalar, onlar en kötü yerler olmasına rağmen, hemencecik kaçıp oraya giderlerdi, rüoû ederlerdi" şeklindedir.

Arapçada. bir kimse bir yere yönetip gittiğinde başkasını götürdüğündeyse. "onu götürdü, oraya çevirdi" denilir. Ayetteki tabiri, "Onlar hiçbir şey geri dönderemiyecek bir biçimde süratle giderler; gemi azıya almışçasına..." anlamındadır. Bu manada, Arapçada "At, gemi azıya aldı" denilir. Yine, binildiğinde gemle dizginlenemeyen ata da,  denilir. Ayetteki bu tabirden maksad şudur: "O münafıklar, Hz. Peygamber ve müslümanlardan son derece korkup, çekindikleri ve adeta onlardan eziyyet gördükleri için, bu halde oldular. "

Bil ki Allah Teâlâ, burada üç şey zikretmiştir: Melce', megâra, ve müddehal... Doğruya en yakın olan, bunların herbirini, diğerinden farklı bir manaya hamletmektir, Binâenaleyh "melce" kaleler; "magârât" dağlardaki oyuk ve mağaralar; "müddehalen" kelimesi de kuyu, v.b. toprağın altındaki menfezler, kanallar manasına hamledilir. Keşşaf sahibi şöyle demiştirDehale fiilinden olan müddehal kelimesi, edhale'den (girdirdi)'den ism-i mekân olarak, müdhalen şeklinde de okunmuştur. Bu, insanların, kendilerini soktukları yer anlamındadır." Ubeyy İbn Ka'b, bu kelimeyi mütedehhelen şeklinde ve kelimesini de şeklinde

okumuştur ki, bu, "oraya sığınır, iltica ederler" anlamındadır. Enes (r.h). yecmehûn kelimesini (hızlıca koşarlar) şeklinde okumuştu . Ona bundan sorulunca, o şöyle dedi:" aynı anlamlara gelir. "[40]

 

Hz. Peygmaberi Kınama Edepsizliği

 

"İçlerinden sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayacaklar da var. Çünkü. eğer içlerinden kendilerine diledikleri bir şey verilirse}  hoşlanırlar. Şayet, yine kendilerinden olanlara diledikleri şey verilmezse, derhal kızarlar.   Eğer onlar. Allah ve Resulü kendilerine ne verdiyse, buna razı olsalardı da. "Bize Allah yeter, yakında bize lütf-u kereminden verir. Resulü de... Biz ancak Allah'a rağbet ederiz, ümidimiz hep O'na bağlıdır"deselerdi (ne olurdu)?" (Tevbe, 58-59).

Bil ki bundan maksat, o münafıkların rüsvaylıkları ile kabahatlerinin bir başka çeşidini açıklamaktır ki, bu da onların, zenginlerden sadaka alması sebebiyle, Allah'ın Resulünü tenkit etmeleri ve "O, sadakaları, kendi yakınlarından ve sevdiği kimselerden dilediğine veriyor" diyerek, O'nun adaletsizlik yaptığını söylemeleridir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [41]

 

Birinci Mesele

 

Ebû Saîd (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), mal taksim ediyordu.   Derken O'nun yanına, Mikdâd  İbn Zî'l-Huvaysıra, et-Temîmî denilen, Hurkûs İbn Züheyr –ki Hurkûs, (daha sonra) Haricîlerin reisi olmuştur- gelir, "Adil ol ya Resûlailah" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Yazıklar olsun sana, ben adalet yapmazsam kim yapar?" deyince, bu ayet nazil olur.

Kelbî şöyle elemiştir: "Münafıklardan Ebu'l-Cüraz denilen bir adam, Hz. Peygamber (s.a.s)'e: "Sen, Allah'ın sana, sadakaları fakirlere ve yoksullara vermeni emrettiğini iddia ediyorsun. O halde niçin koyun çobanlarına sadaka veriyorsun?" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ey babasız kaiasıca! Musa çoban değil miydi? Davûd çoban değil miydi?" der. Adam çekip gidince, H2. Peygamber: "Bu adamdan ve bunun arkadaşlarından sakının, çünkü onlar münafıktırlar..." buyurur.

Ebu Bekir el-Esamm (r.h), tefsirinde şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), ashabından birisine: "Falanca hakkında ne biliyorsun?" dedi. O da: "Onun hakkında hiçbir bilgim yok. Bildiğim ancak odur ki, siz onu meclisinizde kendinize yakın oturtuyor ve ona boî atiyyeler veriyorsunuz " deyince, Hz. Peygamber {s.a.s): "O münafıktır: ama. nifakına rağmen onu İdare edip geçiştiriyorum- Onun. kendisinden başkasına kötülük yapmasından korkuyorum ' buyurdu. Bunun üzerine o sahabî: "Keşke, ona verdiğinin birazını da falancaya verseydin " deyince, Hz Peygamber: "O. mü'mindir. Onu. imanına havale ediyorum, ama öbürü ise, münafıktır: onun fesadından korktuğum için. onu idare ediyorum " der. [42]

 

Lemz Kelimesinin Manası      

 

Ayetteki yelmizuke tabiri hakkında Leys şöyle demiştir: "Kelimenin masdan olan lemz (ayıplamak) kelimesi, yüze karşı ayıplamak anlamına gelen hemz kelimesi gibidir. Yüzüne karşı seni ayıplayan adama, gıyabında seni ayıplayanada denilir."Zeccâc şöyle demiştir: "Birisini ayıpladığın zaman, dersin. Yine birini ayıpladığın zaman, aynı şekilde  dersin. Hümeze ve lümeze kelimeleri, insanları ayıplayıp onların gıybetini yapan kimseye denilir." Bu, Zeccâcın hemz ile lemz kelimelerini aynı manaya aldığına delâlet eder.

Ezherî, hemz ve lemz kelimelerinin asıl manası, "savuşturmaktır. "'8ir şeyi savuşturdum" manasında denilir" demiştir.

Ebu Bekr el-Esamm, bu iki kelimenin farklı manalarda olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: "Lemz kelimesi, kişinin arkadaşına, beraber oturduğu kimsenin ayıbını ve kusurunu göstermesidir. Hemz kelimesi ise, kişinin, beraber oturduğu kimse aleyhinde, arkadaşına göz kırpmasıdır."

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: İbn Abbas (r.a), ayette geçen yelmizuke tabirine: "Senin gıybetini yaparlar"; Katâde, "Seni tenkid ederler"; Kelbî de: "Herhangi birşey hususunda seni ayıplarlar" manasını vermiştir. Bu rivayetler arasında sadece görünüşte-lafzen bir farklılık vardır. Ebu Ali el-Fârisî, bunda bir hazfin bulunduğunu ve bunun takdirinin de: "Sadakaların taksimi hususunda seni ayıplarlar" şeklinde olduğunu söylemiştir. Allâme Mevlâna Dâî-ilallah şöyle demiştir: "Kurandaki lafız, yani "içlerinden bazısı sadakaların taksimi hususunda seni ayıplar(...)" ifadesi, bu ayıplamanın, rivayette geçen sebepten olduğuna delâlet etmez. Ancak ne var ki, bahsettiğimiz o rivayetler, ayetteki ayıplamanın o sebepten olduğunu gösterir. Binâenaleyh eğer bu rivayetler olmasaydı, ayet bu rivayetlerin ifade ettiğinden başka şu manalara da gelebilirdi:

1) Onların, "Zekat almak mutlak manada caiz değildir. Çünkü insanın mal ve kazancını elinden çıkarması caiz değildir" demeleridir.   Bu konuda söylenecek son söz şudur: Zekat ve sadakayı alan, onu fakirlere vermek için almıştır. Fakat onlardan câhil olanlar, "Allah zenginlerin en zenginidir. Binâenaleyh fakir kullarının menfaatine olacak şeyleri Allah'ın üstlenmesi gerekir. Onun, bize zekatı emretmesi makul değildir'1 demişlerdir. Bahsettiğimiz bu şey, Cenâb-ı Allah'ın bazı yahudilerden naklettiği, ''Gerçekten Allah fakirdir, biz ise zenginiz" <aı-ı imran. isi) sözünün ifade ettiği husustur.

2) Onların şöyle demeleridir: "Farzet ki sen zekatları topluyorsun. Fakat senin aldığın nisbet çoktur. Binâenaleyh daha az nisbette alman gerekir."

3) Onların şöyle demeleridir. "Farzet ki sen, zekatı böyle fazla nisbette alıyorsun. Fakat bunu, yerinde harcamıyor (ehline vermiyorsun)." İşteHz. Peygamberi ayıplayıp tenkid edenlerin bu manaları kastettiklerine, bu haberler delâlet etmektedir.

Meânî alimleri şöyle demişlerdir: "Bu ayet o münafıkların ahlâklarının zayıflığına ve karakterlerinin düşüklüğüne delâlet etmektedir. Zira onlar sadaka ve zekat alma hususundaki aşırı hırslarından dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'i ayıplamışlar ve böylece de O'nun, insanlar içinde dünyaya meyletmekten en uzak kimse olmasına rağmen. zekatın ve sadakanın taksimatında haksızlık yaptığını söylemişlerdir." Dahhak şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Cenâb-ı Hakk'ın kendisine verdiği az veya çok her malı onlar arasında taksim ediyordu. Mü'min olanlar kendilerine düşene razı oluyor ve bundan ötürü Allah'a hamdediyorlardı. Münafıklar ise, eğer kendilerine fazla verilirse seviniyorlar, az verilirse kızıyorlardı. Bu da onların razı oluş ve kızışlarının, dinî bir meseleden ötürü değil, aldıkları paydan dolayı olduğunu gösterir." Şu da söylenmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), o gün Mekkeiilerin kalblerini, kendilerine bol ganimet vererek hoşnut ediyordu. İşte münafıklar, bu sebeple kızmışlardır." Ayetteki

"Derhal kizarlar"buyruğundaki iza edatı "müfâce'e" (sürpriz) manasını ifade eder. Buna göre ayetin manası, "Eğer o münafıklara ganimetten birşey verilmezse hemen kızarlar" şeklindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Onlar. az da olsa Resûlullah'ın kendilerine verdiği ganimete razı olup, gönülleri bundan hoşnud olsa ve: "Bu bize yeter. Allah bize başka ganimetler de nasib eder. Böylece de Resûlullah (s.a.s), o zaman, bugün verdiğinden daha fazlasını bize verir. Biz ancak Allah'a itaata, O'nun lütuf ve ihsanına rağbet ederiz" deselerdi. " Bil ki buradaki lev "eğer" edatının cevabı mahzûf olup, takdiri, "Bu, onlar için daha hayırlı olurdu ve onlara daha uygun düşerdi" şeklindedir. Bu böyledir. Çünkü münafıklıkları ağır basıp, kalblerinde de iman mevcut olmadığı için, onlar tam manada Allah'a tevekkül edememişlerdir. Bu gibi yerlerde cevabı hazfetmek (getirmemek), daha müessir ve daha müthiş bir mana ifade eder. Bu tıpkı birisine, cevâbını (neticesini) söylemeksizin, "Bir bize gelsen!.." demen gibidir. Bu, "Eğer sen bunu yapmış olsaydın, pek memnun olacağın bir iş yapmış olurdun" demektir. [43]

 

Allah'ın Verdiğine Razı Olmak   

 

Ayet, dünya peşinde koşanların, dinî hususlardaki işlerinin neticede nifaka varıp dayanacağına delâlet eder. Ama Allah Teâlâ'nın müsaade ettiği nisbette dünyalık peşinde olup. bundan esas gayesi de dini birtakım maslahat ve faydaları elde etmek olan kimseye gelince, işte bunun yolu gerçek yoldur. Bu hususta esas kaide, insanın Allah'ın kaza ve kaderine razı olmasıdır. Baksana Cenab-ı Hak. "Eğer onlar, Allah ve Resulü kendilerine ne verdiyse, buna razı olsalardı da. "Bize Allah yeter ve O, yakında bize lütf-u kereminden verir. Resulü de... Biz. ancak Allah 'a rağbet ederiz. (Ümidimiz ve arzumuz hep O'na bağlıdır)" deselerdi (ne olurdu)" buyurmuş ve burada dört mertebeden bahsetmiştir:

Birinci mertebe: İnsanın, Allah'ın abesten ve hatadan münezzeh, işlerin neticesini en iyi bilen bir hakîm olduğunu bildiği için, Allah ve Resûlullah'ın verdiğine razı olmasıdır. Allah'ın hükmü ve takdiri olan herşey doğru ve gerçek olup, bu hususta O'na itiraz edilemez.

İkinci mertebe: Bu razı oluşun neticesinin, insanın lisanında ifadesini bulmasıdır. Bu da, onların, "Allah bize yeter" şeklindeki sözleridir. Bu, "Bizden başkaları daha çok mal aldılar. Biz Allah'ın hüküm ve kazasına razı olduğumuz için, bu büyük kulluk mertebesine nail olduk. Binâenaleyh bize Allah yeter" demektir.

Üçüncü mertebe: İnsanın kendisine ulaşıldığında "Allah bize yeter" denilen o yüksek derece ve makama ulaşamadığında, diğer bir mertebeye inip "Allah, yakında bize lütf-u kereminden verir, Resulü de..." demesidir. Bu lütf-u kerem, ya takdîr-i ilahi gereği bu dünyada olur, yahut da ahirette olur. Ahirette olması daha efdaldir.

Dördüncü mertebe: İnsanın "Biz ancak Allah'a rağbet ederiz. Biz iman ve taat ile, mal alıp dünyevî makamlar elde etmeyi istemiyoruz. Bizim gayemiz ya âhiret saadetlerini elde etmek, yahut da, "Biz ancak Allah'a rağbet ederiz" ifadesinin de delâlet ettiği gibi, kulluğa gark olmaktır" demesidir. Bunlar, "Biz, Allah'ın vereceği mükâfaata rağbet ederiz" dememişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, H2. İse (a.s), Allah'ı zikretmekte olan bir topluluğa rastladı da: "Sizi buna sevkeden nedir?" diye sordu. Onlar: "Allah'ın cezasından duyduğumuz korkudur" dediler. H2. İsa (a.s) da: "İsabet ettiniz" dedi. Sonra Allah'ı zikreden bir başka topluluğa rastladı ve "Sizi buna sevkeden nedir?" diye sordu. Onlar, "Allah'ın vereceği mükafaatı elde etme arzumuzdur" dediler. Hz. İsa (a.s) da, "İsabet ettiniz. (Doğru yapıyorsunuz)" buyurdu. O, daha sonra yine zikrullah ile meşgul olan üçüncü bir topluluğa uğradı ve aynı soruyu sordu. Onlar. "Biz Allah'ı, ne ikâbından korktuğumuz, ne de mükafaatını umduğunuz için zikretmiyoruz. Aksine biz ubûdtyyetin zilletini ve rububiyyetin izzetini ortaya koymak, kalbi marifetullah ile ve lisanı O'nun kutsiyyetine ve izzetine delâlet eden lafızlarla şereflendirmek için O'nu zikrediyoruz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. isa (a.s), "Siz hakkı bulmuşsunuz" dedi.

 

"Sadakalar. Allah'dan bir farz olarak, ancak fakirlere, yoksullara, bu iş üzerine memur olanlara, kalbleri alıştırılmak istenenlere, kölelere, esirlere, borçlulara. Allah yolunda ve yolda kalmış/ara mahsustur. Allah alîm ve hakîmdir. (Tevbs. 60). [44]

 

Ayetin Makabli İle Münasebeti

 

Bil ki münafıklar, Hz. Peygamber (s.a.s)'i, zekat ve sadaka dağıtımı hususunda tenkid edip ayıplayınca, Hz. Peygamber onlara, sadakaların (zekatların) verileceği kimselerin ancak bunlar olduğunu, kendisinin bununla bir ilgisi olmadığını ve onlardan kendisi için hiç bir pay olmadığını beyan etmiştir. Böylece geriye, münafıkların, sadaka (zekat) aldı diye Hz. Peygamber'! tenkid edecek bir tutamakları kalmamıştır. Bu ayetle ilgili birkaç makam vardır:

Birinci makam: Zenginlerin malından az miktarda bir kısmının alınıp, muhtaç insanlara verilmesinin hikmetini izah hususundadır.

İkinci makam: Bu ayette bahsedilen o sekiz sınıfın durumlarını beyan etme hususundadır. [45]

 

Zenginden Yoksula Zekât Çıkarmanın Hikmeti

 

Birinci makam hususunda deriz ki: Zekatın farz kılınmasının hikmetleri, bir kısmı zekatı verenle, bir kısmı da zekatı olanla ilgili olmak üzere pek çoktur. [46]

 

Zekâtın, Zekât Veren Yönünden Hikmetleri

 

Birinci, yani zekatı verenlerle ilgili hikmetler şunlardır:

1) Mal, tabiî olarak sevilir. Bu sevginin sebebi şudur: Güç ve kudret, bir kemâl sıfatı olup, başka birşeyden dolayı değil, li-zâtihi (kendisi itibariyle) sevilir. Çünkü, "Herşey, başka bir şeyden ötürü sevilir" denilemez. Aksi halde ya teselsül yadevr-i fasit lâzım gelir ki bunların ikisi de imkansızdır. Binâenaleyh sevilen şeyler hususunda işin neticede li-zatihi sevilen şeylere varıp dayanması gerekir. Kemâl (mükemmellik), zâtı gereği sevilir. Noksan (eksiklik) de, yine zâtı gereği sevilmez. Binâenaleyh güç ve kudret bir kemal sıfatı olup, kemal sıfatları da zatı gereği sevilen şeylerden olduğuna göre, kudret de zâtı gereği sevilir. Mal, insan için bir kudret ve mükemmellik vasıtasıdır. Dolayısiyle mal, insan için güç ve kudret sebeplerinin en kuvvetlilerindendir.Sevginin varıp dayandığı şey sevilir. Binaenaleyh mal da sevilir. İşte malın, sevilen bir şey olmasının sebebi budur.

Fakat onu çok fazla sevmek, insanı Allah sevgisinden ve âhiret hazırlığından alıkor. İşte bundan ötürü ilâhî hikmet, mal sahibine, nefsinin mala olan aşırı sevgisini kırmak, onu tamamen mal sevgisine düşmekten men etmek ve insanın saadetinin, mal elde etme peşinde koşmakla olmayıp aksine Allah rızası için, mal infak etmekle elde edileceğine dikkat çekmek için, malının bir bölümünü çıkarıp vermesini farz kılmıştır.

Öyleyse zekâtı farz kılmak, dünya sevgisi hastalığını kalbden silmek için, belirlenmiş en uygun ilaçtır. İşte bu hikmetten ötürü Allah Teâlâ, zekatı farz kılmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka (zekat) al ki. bununla kendilerini günahlarından temizlemiş ve onların iyiliklerini bereketlendirmiş olasın" (Tevbe. 1O3) ayetinden kastedilen budur. Bu, "sen onları dünya talebine garkolma kirinden temizlemiş olasın" demektir.

2) Mal çokluğu, güç ve kudret çokluğuna sebep olur. Mal çokluğu, kudret çokluğuna; kudret çokluğu da, o kudretle daha fazla lezzet almaya vesiledir. Daha fazla tad ve lezzet almak da, inşanı daha fazla lezzet elde etme sebebi olan malı elde etmeye koşmaya sevkeder. Böylece de, bu bir devr-i dâim (halka) olur, Çünkü vcsar, koşuşturdukça malı artar, ma! da kudreti artırır. Bu da, dünyadan daha fazla tad almaya sebep olur. Bu tad ve lezzet de insanı, daha îaz")a mal ve paray2aroy sevkeder. Mesele, bir devr-i daim mese\esı o\unca, buram b\r durağı ve sonu olmaz. Bundan dolayı şeriat buna bir durak ve son tesbit etmiştir. Bu da, mal saYYfoVne, o sonu olmayan zulmânî (karanlık) yoldan dönsün ve böylece de Allah'a kulluk ve Allah'ın rızâsını talep âlemine yönelsin diye, o malının bir kısmını Allah rızası için infâk etmeyi farz kılmadır.

3) Mal çokluğu, azgınlığın ve kalbin kararmasının sebebidir. Bunun sebebi de, bahsettiğimiz şu husustur; Mal çokluğu, güç ve kuvvet sahibi olmanın bir vesilesidir. Kudret, zâtı gereği sevilen bir şeydir. Aşık maşukuna ulaştığında, onda âdeta boğulur. O halde de, insan mal talebine gark olur. Binâenaleyh, insan için bu yolda bir mâni çıkarsa o, malı ve kudreti ile o engeli aşmaya çalışır.  İşte, tuğyandan maksad da budur. Cenâb-ı Hakk, bu hususa "Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan müstağni gördü diye, muhakkak ki azar"(Aiak, 6-7) ayetiyle işaret etmiştir.  Buna binaen zekatı farz kılmak, tuğyanı azaltır ve kalbi Rahman'ın rızasını talep etmeye yöneltir.

4)  İnsanın, iki kuvveti vardır;

a)  Nazarî kuvvet.

b) Ajnelî kuvvet.

Nazari kuvvetin en mükemmeli, Allah'ın emrine ta'zim göstermededir.

Amelî kuvvetin en mükemmeli de, Allah'ın mahlûkatına şefkat duymadadır. Binâenaleyh, Cenab-ı Hak, ruh cevheri için böyle bir kemal ve mükemmellik meydana gelsin diye, zekâtı farz kılmıştır. Bu kemal de, o zekât veren kimsenin, mahlûkata iyilikte bulunmak, onlara hayırları ulaştırmak için sa'y-ü gayret göstermek ve onlardan afetleri, belâları gidermek gibi hasletlerle muttasıf olmasıdır. İşte bu incelikten dolayı

Hz. Peygamber (s.a.s),  "Allah'ın ahlakıyla ahlâktanım?"buyurmuştur.

5) İnsanlar, bir kimsenin, kendilerine hayır ve hasenatın  ulaştırılması ve kendilerinden belâların savuşturulması için gayret gösterdiğini bildiklerinde, Hz.

Peygamber (s.a.s)'in de:  "Kalbier. kendilerine iyilik edenleri sevmek ve kendilerine kötülük edenlere de buğzetmek duygusu üzerine yaratılmışlardır "[47] buyurduğu gibi, onlar o insanı, tabiatları gereği sever ve muhakkak ki nefisleri o kimseye meyleder. Binâenaleyh, fakir kimseler, zengin bir kimsenin malının bir kısmını kendilerine verdiğini ve ne zaman onun malı daha çok olursa, onun o maldan onlara daha fazlasını vereceğini bildiklerinde o kimseye dua ve gayretleriyle yardımcı olurlar. Çünkü, kalblerin tesiri, ruhların (müessir) bir harareti bulunmaktadır. Böylece o dualar, o insanın hayır ve bolluk içinde kalmasına sebep olurlar. İşte bu hususa Cenâb-ı Hak, "İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince: İşte bu, yeryüzünde kalır " (Rau 17) ayetıyie, Hz. Peygamber de "Mallarınızı, zekâtlarınızla koruma ve muhafaza[48] altına alınız"      ifadesiyle işaret etmişlerdir.

6)  Bir "şey"den müstağni olmak, bir şeyle müstağni olmaktan daha büyük bir makamdır. Çünkü, bir şeyle müstağni olmak, ona muhtaç olmayı gerektirir. Ancak ne var ki bununla, başka bir şeyden müstağni olma hali sağlanmış olur. Ama, bir şeyden müstağni olmaya gelince, işte tam ve mükemmel müstağni olma hali budur. İşte bundan dolayı "Bir şeyden müstağni olma, Hakk'm; bir şeyie müstağni olma da, halkın, mahlûkatın sıfatıdır" denilmiştir. Binâenaleyh, Allah Teâlâ, bir kuluna çok mal verince, onu "bir şey ile müstağni olma" babından büyük ve tam bir pay ile nasîblendirmiş olur. Bu sebeple. Cenâb-ı Hak bu kimseye zekât ve/mesini emredince, O'nun bundan maksadı, o kimseyi, "Bir şey ile müstağni olma" derecesinden, ondan daha üstün ve daha şerefli olan bir makama yükseltmek olur ki, bu makam da, "bir şeyden müstağni olma" makamıdır.

7) Mala, herkesin çok fazla meyli olduğu için, "mat" adı verilmiştir. Binâenaleyh o, gelip gidici bir şeydir; ve çok çabuk yok olan, daima dağılıp parçalanma ile yüzyüze bulunan bir şeydir. Bu sebeple, mal, bir kimsenin elinde uzun müddet kaldığında, o. yokluk ve bölünüp parçalanma ile yüzyüze gelmiş gibi olur.  Bu sebeple insan onu, çeşitli hayır ve yararlı işlerde harcadığında, o zaman mal, zevali mümkün olmayan bir beka ile devam eder. Çünkü o durumda bu mal, dünyada devamlı bir övgüyü; ahirette de, devamlı bir mükafaatt gerektirir, hak ettirir.  Birisinin, "İnsan, altınını kabre götüremez " dediğini duyduğumda. "Aksine, bu mümkündür, zira o, o malını Alah'ın en büyük rızasını talep etme hususunda infâk edip harcadığında, onu kabrine götürmüş ve Kıyamete kadar taşımış olur   " dedim.

8) Malı infâk etmek, melekler ve peygamberlere benzemek demektir. Onu harcamayıp tutmak ise, kınanmış olan cimri kimselere benzemek demektir. Şu halde malı harcamak, infak etmek daha uygundur.

9) Bu hal hayır ve rahmet lütfetmek, Hak Teâlâ'mn sıfatların d andır. Binâenaleyh, mümkün olduğu kadarıyla, böylesi bir sıfatı elde etme hususunda gayret sarfetmek, AHah'tn edebiyle edeblsnme otur ki, bu da, insanlık kemâl ve olgunluğunun son noktasıdır.

10)  İnsanın üç şeyi bulunmalıdır: Ruh, beden ve mal. Binâenaleyh, insan iman G\mekle  emrolunduğunda,   ruhunun   cevheri,   teklife   garkolur.   O,   namazla emrolunduğunda, lisanı, zikir ve Kur'an okumaya garkolur, bedeni de o ametiere dalmış olur. Geriye sadece malı kalır. Binâenaleyh, şayet malı, en uygun iyilik ve hayır cihetine sarfedilip harcanmazsa, insanın, malına olan tutku ve ihtirasının, ruh ve bedenine olan hırsının üzerine çıkmış olması gerekir ki bu bir cehalettir. Zira, saadetin dereceleri üçtür:

a)  Ruhanî saadetler;

b) Bedenî-cismani saadetler, ki bu orta derecede bulunur ve,

c) Haricîsaadetler ki, bunlar da mal ve makamdır.   İşte mal ve makam mertebeleri nefsânî mutluluklara hizmet eden şeyler gibi olmuş olurlar. Binaenaleyh ruh, kulluk makamında iyice bezledüip, daha sonra da malı harcama hususunda bir cimrilik ve ihtiras meydana gelirse, o zaman   hizmet   eden    pozisyonunda  olan   mal ve makamın, asit hizmet edilen ruhanî mutlulukların üzerine çıkarılmış olması gerekir ki, bu cehalettir. Öyleyse aklı olan kimsenin Allah rızasını elde etmek için, malını harcayıp sarfetmesi "gerektiği sabit olmuş olur.

11) Alimler şöyle demiştir: "Nimetin şükrü, onu, in'âm edenin rızasını elde etmek için harcamaktan ibarettir. Zekât, nimetin bir şükrüdür. Binâenaleyh, in'âm edene, nimet verene şükretmenin farz olduğu sabit olduğu için, zekatın farz olduğuna hükmetmek gerekir.

12)  Zekâtı farz kılmak, müslümanlar arasında bir ülfet ve sevginin meydana gelmesini, onlardan kin ve hasedin giderilmesini sağlar.  Bütün bunlarsa mühim şeylerdendir.

İşte bunlar, zekâtın farz kılınmasından, onu verenle ilgili olarak ortaya çıkan hikmetlerin beyanı hususunda, nazar-ı dikkate alman muteber açıklamalardır. [49]

 

Zekâtın, Alan Yönünden Hikmetleri

 

Zekâtın farz kılınmasından, onu alanlarla ilgili olan fayda ve hikmetlere gelince, bunlar da pekçoktur;

1) Allahu Teâîâ, malları yaratmıştır. O mallardan elde edilmek istenen, onların kendileri ve zâtları değildir. Çünkü, altın ve gümüşün bizzat kendilerinden, pek az durumlar hariç, istifade etmek mümkün değildir. Tam aksine, bunların yaratılmasının maksadı, bunlar vasıtasıyla, bazı faydalar temin edip, muhtemel zararları savuşturmaktır. Binâenaleyh insanın ihtiyacı kadar malı bulunduğunda, bu insan o malını elinde tutmaya, kendisi için ayırmaya, başkalarından daha layıktır. Çünkü muhtaç olmak noktastnda, diğer muhtaç kimseler de, o malda müşterektirler. Halbuki mal sahibi, onlardan o malı elde etmek için, sa'y-ü gayreti ile o diğer kimselerden ayrılmıştır. Binâenaleyh o malın ona tahsis edilmesi, başkalarına verilmesinden daha uygundur. Ama, ihtiyacından fazla malı olup, muhtaç olan bir başka kimse de bulunduğunda, burada her biri o malı mülk edinmeyi gerektirecek iki sebep bulunmuş olur:

a) "Malik" hakkında söz konusu olan sebebe gelince, bu, onun o malı kazanma ve elde etme hususunda gayret göstermesidir. Bir de onun, kalbinin bu mal ile daha fazla ilgilenmesi, meşgul olmasıdır.   Zira böyle bir ilgi de, bir çeşit ihtiyaçtır.

b)  "Fakir" hakkında söz konusu olan sebebe gelince, bu fakirin o mala olan ihtiyacı, onun o mal ile bir alâkasının bulunmasını gerektirir. Binâenaleyh, birbiriyle çelişen böylesi iki sebep ortaya çıkınca, ilahî hikmet, imkân nisbetinde bu iki sebepten herbirini gözetmeyi gerektirmiştir.  Bundan dolayı da şöyle denilmiştir: Mâlikin, (o malda), onu  kazanmış olma hakkı  ile,  kalbinin o mal  ile alâkalanma hakkı bulunmaktadır. Fakirin de o malda, ihtiyaç hakkı hasıl olmuştur. Böylece biz, deliller arasını imkân nisbetinde uyuşturmak, telif etmek için, mâlikin tarafına ağırlık verip malın çoğunu onun elinde bıraktık ve fakire de o malın pek cüz'î bir kısmını verdik..

2)  İnsan, asıl ihtiyacından fazla olan malını elinde tuttuğunda, o mal, yaratılış gayesinden uzak olarak, başıboş bir biçimde evde kalmış olur.   Bu da, Allah'ın hikmetinin zuhur etmesini önleme çabasından ibaret olur. Böylece Allah Teâlâ, malın yaratılmasındaki hikmet tamamiyle geçersiz kılınmış olmasın diye, o malın bir kısmının fakire verilmesini emretmiştir.

3) Fakirler, Allah'ın iyâli, (hane halkı) durumunda olan kimselerdir. Çünkü Allah Teâlâ,  ''Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere,  rızıkian Allah'ın üstünedir..." (Hüd,6)buyurmuştur. Zenginler, Alfah'tn hazinelerinin bekçileridirler. Çünkü, onların ellerindeki mallar, Allah'ın mallarıdır. Cenâb-ı Hak, o malları onların eline vermeseydi, onlar o maldan tek bir daneye bile malik olamazlardı. Nice akıllı ve zekî kimseler vardır ki, iyice gayret sarfederler de, karınlarını doyuracak bir yiyecek elde edemezler. Nice ahmak ve beceriksiz kimse de bulunur ki, çok kolay bir biçimde dünyalık elde ederler. Bunun sahibi olan Allah'ın böyle olduğu sabit olunca, gerçek mal bekçisine, "O hazinede bulunan mallardan bir kısmını muhtaç olan kullarıma ver!" demiş olması, yadırganacak bir şey değildir.

4)  Şöyle denilebilir: "Mal, ona muhtaç olmadığı halde, tamamiyle zenginin elindedir.  Halbuki kazanmaktan tamamiyle âciz olan fakirin tarafını ihmal etmek, Hakim ve Rahîm olanın hikmetine uygun düşmez. Binâenaleyh, zengine, o malın bir kısmını fakire vermesini farz kılması gerekirdi.

5) Şeriat, mal sahibinin elinde, o malın daha çoğunu bırakıp, onun çok az bir kısmını fakire verince, mal sahibi, geride elinde kalan o mal ile ticaret yapıp, kazanç sağlamak suretiyle o noksanlığı telâfi etme imkânı bulur, böylece o eksiklik giderilmiş olur. Ama fakire gelince, onun hiçbir şeyi yoktur. Binâenaleyh zenginlerin malından o fakire bir kısım mal verilmemiş olsaydı, o fakir başı boş, metruk bir biçimde kalmış olur ve yarasını saracak herhangi bir şey bulamamış olurdu. Bu sebeple, zenginin fakire, malının bir bölümünü vermesi uygun olur.

6)  Zenginler, fakirlerin işlerini düzeltmemiş olsalardı, çoğu kez, fakirin içinde bulunduğu şiddetli ihtiyaç ve miskinliğin getirmiş olduğu mazarrat, o fakirleri, ya müslüman zenginlerin düşmanlarına katılmaya, veyahut da hırsızlık v.s. gibi kötü fiilleri yapmaya sevketmiş olurdu. Binâenaleyh zekâtı farz kılmak, böyle bir hikmeti ortaya koyar.  Bu sebeple, zekâtın farz olduğuna hükmetmek gerekir.

7) Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: J&. Jduj jl# uCaj JL£aî

"iman İkiye ayrılır: Yansı sabır, yarısı da şükürdür." Mal, tabiî olarak sevilen bir şeydir. Bu sebeple onu elde etmek, şükrü; kaybetmek de sabretmeyi gerektirir. Buna göre sanki, "Ey zengin, sana mal verdim, şükrettin.. Böylece de şükredicilerden oldun. Haydi, şimdi de onun bir kısmını elinden çıkar ki, ondan ötürü sabretmen sebebiyle, sabredenlerden olasın. Ey fakir! Sana çok mal vermedim, ama sabrettin ve böylece de, sabredicilerden oldun. Ancak ne var ki ben, o miktar (sadaka, zekât miktarı) mal senin mülküne girdiğinde, bana şükredesin ve böylece de şükredicilerden olasın diye, zengine, o malının bir kısmını sana vermesini farz kıldım!.." denilmek istenmiştir. Şu halde zekâtı farz kılmak, bütün mükelleflerin beraberce, sabır ve şükür sıfatlarıyla bezenmelerine bir vesîle olmuş olur.

8) Hak Teâlâ, fakire sanki, "Sana çok mal vermediysem de, ben kendimi, sana karşı borçlu addettim. Ben, zengine çok mal verdiysem de ben onu, o miktar malı kendisinden kabul etmen için senin peşinde koşup, sana yalvarıp yakarmakla mükellef tuttum. Böylece de sanki sen, onu cehennem azabından kurtarmış olduğun için (o sana değil, aksine) sen ona in'-âmda bulunmuş gibi olursun. Şayet o zengin, "sana bu dünyada, in'âmda ve ihsanda bulundum" derse, ey fakir, "Seni dünyada kınanmaktan ve utanmaktan; ahirette de, cehennem azabından kurtardığım için, aksine ben sana in'âmda bulundum " de!" demiştir.

Zekâtın farz kılınmasının hikmeti hususunda, bazısı yakînî, bazısı da iknâî olmak üzere, yapılan izahların tamamı budur. Allah'ın hükümlerinin ve hikmetlerinin sırlarını, sadece kendisi bilir. Allah en iyi bilendir.

İkinci makam: Bu makamla ilgili birkaç mesele vardır: [50]

 

Zekât Sadece Sekiz Sınıfa Aittir  

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Sadakalar, ancak fakirlere (...) mahsustur" buyruğu, sadakalarda bu sekiz çeşit kimsenin dışında hiç kimsenin hakkı olmadığına delâlet etmektedir,  Bu hüküm, üzerinde icmâ ve ittifak

edilen bir husustur. Hem, innema edatı, hasr ifade eder. Bunun böyle oluşunun delilleri şunlardır:

a) İnnema kelimesi, in ve ma harflerinden meydana gelmiştir. Halbuki in kelimesi isbat, ma kelimesi ise, nefy içindir. Bunlar bir araya geldiğinde, aynı mana üzere kalmaları gerekir. Böylece de, bu iki harfin mezkûr şeyin varlığını, onun dışındaki şeylerin ise bulunmamasını ifade etmeleri gerekir,

b) İbn Abbas, "fadl ribâ"sının bulunmadığı hususunda Hz. Peygamber (s.a.s)'in ""Riba ancak, nesîededir..."[51]     ifadesine tutunmuştur. Bu lafız şayet hasr ifade etmeseydi, durum böyle olmazdı.   Hem bazı sahabe, "haşefe" miktarının girmesinin guslü gerektirmeyeceği hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Su (gusül), ancak sudan (meniden) ötürüdür" [52]hadisine tutunmuşlardır. Bu kelime şayet hasr ifade etmeseydi, bu böyle olmazdı.. Cenâb-ı Hak da,  "Allah,  ancak bir tek tanrıdır" (Nisa, iri) buyurmuştur.

O'nun bu ifadeden maksadı, başkasında ulûhiyyet niteliğinin bulunmadığını beyan etmektir.

c)Şiirdir... Nitekim A'şâ, 'Sayıcaonlardan daha çok değilsin; izzet ve şeref de ancak; (sayıca) çok olanındır...": Ferazdak da: ce namusu müdafaa edip savunan ve koruyan biriyim!.. Onların kadr ü kıymetlerini de, ancak ben veya benim gibiler müdafaa edebilir" demişlerdir. Bütün bu açıklamalarla, innemâ kelimesinin "hasr" ifade ettiği sabit olur. Sadakaların (zekâtların), sadece bu sekiz kısma verileceğine, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir kimseye:  "Şayet sen, sekiz kısımdan birisinden isen, o sadakalarda hakkın vardır. Aksi halde, alman o sadaka, başta bir ağrı ve karında da bir hastalık olur" [53] demiş olması  delâlet etmektedir. Yine Hz. Peygember "Zenginin ve gücü kuvveti yerinde olan kimsenin sadaka alması helâl olmaz" [54] buyurmuştur. [55]

 

İkinci Mesele

 

Bil ki Allah Teâlâ, münafıkların, Hz. Peygamber (s.a.s.)'i, sadakaları alma hususunda ayıpladıklarını haber verince, o peygamberin, sadakaları sırf bu sekiz kısım kimse için alıp, kendisi, akrabaları ve ilgisi bulunduğu kimseler için almadığını beyan buyurmuştur. Biz, zenginin malından alınan o az miktardaki malın, fakirin ihtiyacını gidermek için ona verilmesindeki hikmet ve maslahatın bu olduğumu beyan etmiştik. Durum böyle olunca, münafıkların, (Hz. Peygamber (s.a.s)'i) ayıplayıp tenkit etmeleri, beyinsizliğin ve cehaletin ta kendisi olmuş oiur. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), "Ben size (o zekâtlardan, sadakalardan), ne bir şey veririm, ne de sizi onlardan men ederim. Ben ancak emrolunduğunu yerli yerinde yapan bir memurum" [56]buyurmuştur. [57]

 

Üçüncü Mesele

 

Ebu Hanîfe (r.h.)'ye göre zekât mallarını bu kısımlardan sadece bazısına vermek caizdir. Bu, Hz. Ömer, Huzeyfe, İbn Abbas, Said İbn Cübeyr, Ebu'l-Aliye ve en-Nehâî'nin görüşleridir.

Saîd İbn Cübeyr'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şayet ben, müslümanlardan olan bir ev halkının, fakir ve iffetli olduklarını görürsem, bu zekâtları onlara vermek bana daha hoş gelir. " Şafiî {r.h) ise, "zekât mallarının mutlaka sekiz kısma verilmesi gerekir " elemiştir. Bu, Ikrime, Zührî ve Ömer İbn Abdİlaziz'in görüşüdür. Şafiî, şu şekilde delil getirmiştir: "Allah Teâtâ, bu taksimatı Kur'an'tn nassında zikretmiş,sonra da bunu, "Allah'dan bir farz olarak..." (Tevte, eoj ifadesiyle tekid etmiştir. Binâenaleyh, her sınıftan mutlaka üç kimsenin bulunması gerekir. Çünkü, cem'in en azı üçtür; bu sebeple bir kimse, üç ve daha yukarı sayıdaki fakirin hissesini iki fakire verse, üçüncüsünün payını tazmin etmesi gerekir ki bu pay, fukaranın toplam paylarının üçte biridir. Bu sekiz kısım kimsenin hisselerinin mutlaka eşit olması gerekir. Meselâ sen, on dirhem tasadduk etmen gerekir de, sen de bunlardan beş grubu bulabilirsen, her hisse, iki dirhem olmak üzere on dirhemi beş hisseye ayırırsın. Bu kısımlardan birine fazla vermen caiz olmaz. Daha sonra senin, bu her kısma ikişer dirhem vermen gerekir. O gruplardan her birinin asgari sayısı, üçtür. Bu üç kişi arasında eşit davranman gerekmez. Meselâ sen {fakir grubundan) bir kimseye bir dirhem, diğer fakire 5/6 dirhem, diğer fakire de 1/6 dirhem verebilirsin." İşte Şafiî (r.h.)'nin mezhebine göre, zekâtın taksim edilme şekli budur. [58]

 

Zekâtın Sekize Taksimi Gerekmez

 

Allah'a dua eden, O'na çağıran Musannif (r.h) şöyle der: "Ayette, Şafiî (r.h.)'nin görüşü hususunda herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Çünkü Allah Teâlâ, sadakaların tamamını, bu sekiz kısım kimseye vermiştir.  Bu da mesela, Zeyd'in bizzat sadakasının, bu sekiz kimsenin tamamına verilmesini gerektirmez.  Bunun delili ise, hem aklî hem de naklidir.

Naklî olan delile gelince: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Resulünün, hısımların, yetimlerin, yoksulların, yolcularındır..." (Eni*. 4i) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Hak, ganimet mallarının beşte birinin bu beş kısım kimseye ait olduğunu beyan etmiştir. Hiç kimse, ganimet olarak alınan her şeyin bizzat kendilerinin bu beş gruba dağıtılrr.alarmın vâcib olduğunu söylememiştir. Aksine âlimler, bundan muradın, ganimet mallarının toplamının bu gruplar için olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ama, o ganimet mallarının her çeşidinin ve her parçasının bu kimselere taksim edilmesine gelince, bunun böyle olduğunu hiç kimse söylememiştir. İşte burada da böyledir. Sadakaların toplamı, bu sekiz kısım kimsenin hepsine aittir. Ama, Zeyd'e ait sadakanın bizzat bu sekiz gruba dağıtılmasının farz olduğunun söylenmesine gelince, ayetin lafzı, kesinlikle buna delâlet etmemektedir.

Aklî delil de şudur: Toplam hakkında sabit olan hükmün, o toplamın parçalarından her bir parçada tahakkuk etmesi gerekmez. Ve yine, küll ile cüz arasında hiç bir farkın bulunmayacağı da söz konulu değildir. Ayetin lafzının, Şafiî'nin söylediğine delâlet etmediği, işte yapmış olduğumuz bu açıklama ile sabit olmuş olur.

Bizim görüşürhüzün doğruluğuna şunlar delâlet etmektedir:

a)  Sadece yirmi dinarı olan bir kimsenin, yarım dinarı zekât olarak vermesi vâcibtir. Binâenaleyh biz, bu kimseye, o yarım dinarını yirmidört parçaya (8x3 = 24) ayırmasını teklif etsek, o zaman, bu parçalardan her biri, son derece küçük ve önemsiz bir miktar olur; böylece de, önemli işlerde yarartanılamayacak derecede az bir hale gelir.

b) Şayet, bu sekiz kısmı buluncaya kadar beklemek muteber olsaydı, o zaman sahabenin ileri gelenlerinin, bunu nazar-t dikkate almaları, ona riayet etmeleri daha uygun olurdu. Şayet durum böyle olsaydı, bu haber, Ömer İbnıTI-Hattâb'a, İbn Abbas'a, Huzeyfe'ye ve diğer büyük sahabîlere ulaşmış olurdu. Bu da onlara ulaşmış olsaydı, onlar böyle bir şeye muhalefet etmezlerdi. Onlar buna uymadıklarına göre, biz bunun nazar-ı dikkate alınmayan bir şey olduğunu anlamış oluyoruz.

c) Şafiî (r.h.)'den zekâtın nakledilmesinin, (başka bir beldeye götürülmesi) caiz olup olmadığı hususunda iki ayrı görüş nakledilmiştir. Meselâ, zekât vermesi gereken bir kimsenin herhangi bir köyde oturmakta olduğunu düşünelim.   Orada, ne "mükâteb" bir köle, ne gazi olan bir mücahid, ne âmil (zekât toplayıcı), ne müellefe-i kulûb'dan bir kimse olmasın  ve oraya  hiçbir yolcu da uğramasın.   O köyde de, tesadüf bu ya,  borçlu  hiçbir kimse bulunmasın.    Bu  kimsenin,  zekâtla ilgili mükellefiyeti nasıl olacaktır? Şimdi biz kalksak, "Bu kimsenin, zekâtını, bu grupları bulabileceği bir beldeye nakletmesi için yolculuk yapması ona farzdır" dersek, bu âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir görüş olmuş olur. Biz, bundan böylesi bir mükellefiyeti kaldırdığımızda, o zaman bizim görüşümüz doğru olur. İşte bu konuda bizim söyleyeceğimiz bundan ibarettir.  Allah en iyi bilendir. [59]

 

Zekâtın Sarf Yerlerinin Tarifi

 

Bu mesele, bu sekiz kısmın tarifi hususundadır. Fakir ve Miskinler

Birincisi ve ikincisi: Birinci ve ikincisi fakirler ve yoksullardır. Bunların, gelirleri giderlerini karşılamayan muhtaç kimseler ol­duğu hususunda şüphe yoktur Ama alimler, bunları birbirinden ayırdetmek için ihtilaf et­mişlerdir. Bu cümleden olmak üzere bazı âlimler, daha fazla muhtaç olan, fakirdir derken -ki bu Şafii (r.h.) ve ashabının görüşüdür-; diğer bazıları da "daha muhtaç olan miskindir, yoksuldur" demişlerdir ki bu da Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşüdür. Bazıları da "fakirle miskin arasında bir farkın bulunmadığını, aynı oldukları halde Allahu Teâlâ'nın onları bu iki vasıfla vasfettiğini söylemişlerdir ki bu da Ebu Yusuf ve Muhammed (r.h)'in görüşü olup, Ebu Ali el-Cübbaî'nin tercihidir. Bu ihtilafın olumlu neticesi şöyle bir meselede ortaya çıkar: Meselâ bir kimse (malının bir kısmını) falancaya, fakirlere ve miskinlere vasiyyet etse, "Fakir, miskinden başkasıdır" görüşünü benimseyenler, "Falancaya, o malın üçte biri düşer" derler. "Fakirle miskin aynı kimsedir" diyenler de, "Falanca"ya, o malın yarısı düşer" hükmünü verirler. Cübbaî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, fakir ve miskini, zekât hususundaki durumlarını iyice kuvvetlendirmek, güven altına almak için, iki ayrı isimle zikretmiştir. Çünkü bu sekiz kısım içinde aslolan, vazgeçilemiyecek olanlar, fakir ve miskinlerdir. Hem, bunun diğer bir faydası da, diğerleri gibi değit, sadakalardan buna iki hissenin verilmesidir. "

Bil ki bu ihtilafın neticesi, sadakaların dağıtılmasında ortaya çıkmayıp, ancak "vasiyyef'le ilgili hususlarda ortaya çıkar. Bu, mesela bir kimsenin, "Fakirlere (200), miskinlere de (50) (dirhem) vasiyyet ediyorum.." demesi halinde, Şafii (r.h.)'ye göre ikiyüzü, daha fazla muhtaç olana; Ebu Hanîfe (r.h.)'ye göreyse, daha az muhtaç olana vermek gerekir.  Şafiî (r.h.)'nin delili şunlardır: [60]

 

Şafiî'nin Miskin Konusundaki Görüşünün Delilleri

 

1)  Allah Teâlâ, ihtiyaçlarını gidermek, maslahatlarını görmek için, zekâtın, sadakaların bu sekiz kısma verileceğini belirtmiştir.  Bu, ilk başta sayılanın, daha fazla muhtaç olan olduğuna delâlet eder.   Çünkü zahir olan durum, "ehemırTin mühimden önce getirilmesi gerektiğidir. Baksana Ebu Bekr ve Ömer diye söze başlanır, Hz. Osman'ı Hz. Ali'ye üstün görenler, onlardan bahsederlerken, "Osman..., Ali...; Ali'yi Osman'dan üstün görenler, "Ali, Osman..." derler. Hz. Ömer, öğüt verici olarak, yaşlılık ve İslâm kâfidir... " beytini terennüm etmiş ve "Keşke şair, İslâm'ı yaşlılıktan önce zikretseydi" demiştir. Binâenaleyh, ayette önce fakirlerle başlanınca, fakirlerin miskinlerden daha muhtaç olmaları gerekir.

2)  Ahmed İbn Ubeyd şöyle demiştir: "Fakir, miskinden daha kötü durumda olandır. Çünkü Arapça'da, "fakir" kelimesinin aslı mefkûr olup, bu da "Omurga kemiği dışarı çıkmış" adam demektir. Sonra mefkur yerine fakîr denilmiştir. Zaten Arapça'da bu cari olup, mesela matbûh yerine tabîh, mecruh yerine cerîh denilebilir.

Böylece fakirin şiddetli bir ihtiyaç içinde olduğu halde, fakirliğinden ötürü yerinden kalkamadığından bu adı almış olduğu sabit olur. Bu kötürümlük hali, onun çalışıp çabalamak için hareket etmesine mani olur. Düşkünlükte, fakirlikte, darlık içinde bulunmada bundan daha fazlasının düşünülemeyeceği malumdur, Dilciler Lebîd'in şu beytini nakletmişlerdir:

Ibnu'l-A'rabî bu beyitteki "fakîr"in, omurgaları kırılmış kimse anlamına geldiğini, iş göremez bir düşkün için bir darb-ı mesel olduğunu söylemiştir..

Fakirin, daha fazla muhtaç olan kimse olduğunu, Cenâb-ı Hakkın, "O 3ün bazı yüzler kasvetlidir.. Anlar ki, kendisine, bel kemiklerini kıracak (fakire) bir iş yapılacakf" (Kıyame. 24-25) ayeti de delâlet etmektedir.. Cenâb-ı Hak bu ayette fakire lafzını, belâ ve musibet nevilerinden en büyüğüne bir kinaye tutmuştur.

3) Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), fakirlikten (Allah'a) sığınarak,  "Fakirlik, neredeyse küfür olacaktı..."[61]'buyurmuş, daha sonra da, "Allah'ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve beni, miskinler zümresi içinde hasret"[62] demiştir. Halbuki miskin, fakirden daha kötü durumda olan birisi olsaydı, o zaman bu iki hadis birbiriyle çelişirdi. Çünkü (bu durumda), Hz. Peygamber fakirlikten Allah'a sığınmış, sonra da, ondan daha kötü olan bir şeyi Allah'dan istemiş olurdu. Ama biz. fakirin miskinden daha fazla muhtaç olduğunu söylersek, o zaman bu iki hadis arasında kesinlikle bir tenakuz olmaz.

4)  Bir kimsenin miskin olması, onun herhangi bir mal sahibi olmasına mani değildir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın,  "Gemiye gelince: O. denizde iş yapan yoksullarındı.." (Kehf, 79) ayetidir. Cenâb-ı Hak bu ayette, epey miktar altına denk olan gemisi olan bir kimseyi, miskin olmakla vasfetmiştir. Halbuki, Allah'ın, kitabında herhangi bir insanın bir şeye mâlik olduğu halde, fakir diye nitelendirdiğini görememekteyiz.

Eğer onlar, "Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah ganîdir, siz ise fakirlersiniz..." (Muhammet), 38) ayetidir.   Böylece Cenâb-ı Hak, bütün insanları, birçok şeye sahip olmalarına rağmen, fakir olmakla vasfetmiştir" derlerse, biz deriz ki:

Bu. zıddına daha uygun düşer. Çünkü Allahu Teâlâ onları, kendisine nisbetle 'fakirler" olarak nitelemiştir. Zira, Allah'ın dışında kafan herkes, AHah'a nisbetfe, katiyyetle hiçbir şeye sahip değillerdir. O halde, bizim görüşümüz doğru olmuş olur.

5) Hak Teâlâ'nın, "Yahut, bir açlık gününde yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetime.. Yahud, toprakta sürünen bir yoksula (miskine)" (Beied, 14-16); (*f.'J^> ^sN-fj1) ayetidir. Halbuki bu ayette şiddetli ihtiyacından dolayı toprağa belenmiş, toprakta sürünen miskin, yani fakir murad edilmiştir. Binâenaleyh, bu ayette geçen "miskin" kelimesini, "toprakta sürünen" ifadesiyle kayıtlamak, bazan böyle olmayan bir miskinin bulunabileceğini gösterir. Bu da ancak o kimsenin bir şeye malik olması halinde böyle olur. O halde, bu o kimsenin miskin olmasının bazı şeylere malik olmasına mani olmadığına delâlet eder.

6) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Fakir, hiçbir şey bulamayan muhtaç kimsedir.. Bunlar, ehl-i suffe, yani Mescid-i Nebt'nin sefasında kalan kimselerdir. Bunlar, evleri barklan olmayan dörtyüz civarında müslümandı. Binâenaleyh fazla yiyeceği bulunan her müslüman, yiyecek fazlasını akşam olunca onlara getirirdi. "Miskinler" ise, gezip dilenen kimselerdir" Bu istidlalin özü şudur: Ehl-i Suffe'nin alabildiğine fakir olduğu mütevâtir olarak bilinen bir husustur. Binâenaleyh İbn Abbas, "fakirler"i ehl-i suffe olarak; "miskinleri" de gezip dilenen kimseler olarak tefsir etmiş, insanlardan herhangi birşey isteyemeyen muhtaç kimselerin durumlarının, muhtaç olup da dilenenlerden daha güç olduğu sabit olduğuna göre, "fakir"in, "miskin"den daha zor durumda olması gerektiği ortaya çıkmış olur demiştir.

7) "Meskenet", "sükûn" masdarından türemiştir. Binâenaleyh fakir kimse, insanlardan dilenip, yardım istediğinde onların birşeyler vereceğini anlayınca kalbi diner, korkusu ve acizliği zail olur. Bu kimsenin, kendisine red ve men ile karşılık verildiğinde dineceği, sakinleşeceği, kalbinin yatışacağı ve istemeyi tekrar edeceği için bu adı almış olması da muhtemeldir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, temeskünü, yani miskinliği, "başkasından isteme ve yalvarma"dan kinaye kılmıştır. Nitekim Arapça'da,

yumuşayıp, boyun eğdiğinde, denilir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, namaz kılan kimseye,ffmütevazi ve huşu içinde ol" manasını kastederek demiş olması da bu manadadır. Böylece bu, miskinin dilenen kimse olduğuna delâlet etmiş olur.

Bu sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde "Onların mallanndan sâilin ve mahrumun (yoksulun) da bir hakkı vardır" (Zânyat. 19) buyurmuştur. Binâenaleyh bizim burada zikrettiklerimizle, "miskin"in, dilenen kimse olduğu sabit olunca, "mahrum"un da, fakir kimse olması gerekir. "Mahrum" kelimesinin, iyice mahrum olmayı ifade ettiğinde şüphe yoktur. Böylece fakirin, miskinden daha kötü ve güç durumda olduğu sabit olmuş olur.

8) Hz. Peygamber (s.a.s) "Allahım, beni "miskin" olarak yaşat"[63] buyurmuştur. Zahir olan odur ki, Allah Teâlâ O'nun duasını kabul etmiş, O'nu bir miskin olarak öldürmüştür. Hz. Peygamber {s.a.s) vefat ederken, bir çok şeye sahipti. Binâenaleyh bu, bir kimsenin "miskin" olmasının, bazı şeylerin sahibi olmasına mani olmadığına delâlet eder. "Fakir"e gelince, bu kelime daha fazla muhtaç olmayı gösterir. Zira Hz. Peygamber {s.a.s) "Fakirlik neredeyse küfür olacaktı"[64] buyurmuştur. Bununla, fakirliğin, miskinlikten daha ileri derecede olduğu sabit olmuş olur.

9) İnsanlar, tıpkı siyah ve beyazın birbirinin zıddı olması gibi, fakirlik ve zenginliğin iki zıd şey olduğu hususunda ittifak etmişler, ama hiç kimse zenginlik ve miskinliğin iki zıt şey olduğunu söylememiş; aksine onlar şeref ve meskenetin birbirine zıd olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh herkese boyun eğen, herkesten korkan, herkesin kötülüğüne katlanıp, cevap veremeyen, onlara yalvarıp yakaran kimseler hakkında, insanlar "Falanca zillet ve meskenetini ortaya koydu. O miskindir, âcizdir" derler. Ama "fakir" kelimesine gelince, insanlar bunu zenginliğin zıddı manada kullanmışlardır. Hal böyle olunca da onlar, (haksızlıklara karşı) boyun eğip itaat gösterdiğinde ve karşı çıkmadığında, zengin olan kimseyi de bazen "miskin" diye; yine boyun eğmekten ve zilletten uzak duran fakir kimseyi de "şerefli, asit" diye tavsif ederler. Böylece fakirliğin, malı bulunmama; miskinliğin de, zillet manasında olduğu sabit olur. Birincisi malın bulunması manasına ters olup, ikincisi malın bulunmasına ters değildir.

10) Hz. Peygamber (s.a.s), Mu'âz (r.a)'a zekat konusunda "Onu onların zenginlerinden  al,  fakirlerine  ver"[65] demiştir. Şayet, "miskin" daha fazla muhtaç manasına olsaydı, o zaman Hz. Peygamber (s.a.s)'in "O zekatı, onların miskinlerine ver" demesi gerekirdi. Çünkü daha mühim olanın zikredilmesi daha uygundur. İşte yaptığımız bütün bu izahlar, "fakir"in "miskin"den daha zor durumda olduğuna delâlet eder. [66]

 

Miskinin Fakirden Daha Yoksul Olduğu

 

"Miskin"in, "fakir"den daha zor durumda olduğunu söyleyenlerin delilleri de şunlardır:

1) Bu görüşte olanlar, "Yahut toprakta sürünen bir miskine.. "(Beied, 16) ayetini deül getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Allah, bu ayette miskini, "toprağa belenmiş" diye tavsif etmiştir. Bu da onun, son derece fakr-u zaruret içinde olduğuna delâlet eder. Hem sonra Cenâb-ı Hak, yiyecek cinsinden verilecek keffâretlerin miskinlere verilmesini emretmiştir. Halbuki, açlığı gidermekten daha büyük bir ihtiyaç yoktur.

2)  Bu görüşte olanlar bir çobanın şu şiirini defil getirmişlerdir: "Sağımlık hayvanları kendi çoluk çocuğuna göre olan fakire gelince, efendi(si) ona (süt, v.b) bir şey bırakmadı." Şair burada, sağımlık hayvanları olan kimseyi "fakir" diye isimlendirmiştir.

3)  Miskin, içinde istirahat edip sükunet bulacağı bir evi olmadığı için, bulduğu yerde yatan ve istirahat eden kimsedir. Bu da "miskin"in son derece sıkıntı ve güçlük içerisinde bulunduğuna delâlet eder.

4) Onlar, Esmâî ve Ebu Amr b. el-Alâ'nın şöyle dediklerini nakletmişlerdir: "Fakir, yiyeceği olan; miskin ise, hiçbirşeyi bulunmayan kimsedir." Yunus da: "Fakir, kendisine yetecek kadar birşeyleri bulunan; miskin ise, hiçbirşeyi olmayandır" demiştir. Ben de, bir bedeviye: "Sen fakir misin?" diye sorduğumda: "Yok, vallahi daha da beterim, miskinim" cevabını verdi. [67]

 

Razının İki Tarafı Karşılaştırması

 

Bu görüşte olanların, zikrettikleri ayete tutunmalarına şöyle cevap verilir: Biz, o ayetin, bizim lehimize bir delil olduğunu beyan etmiştik. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ayette bahsedilen "miskin"i, "toprağa belenmiş" diye tavsif edince bu, bazan böyle bir sıfatta olmayan bir miskinin de olabileceğine delâlet etmiş olur. Aksi halde bü kaydın (sıfatın), bir hikmeti olmaz. Onların, "Allah keffaretlerde vacib olan yiyeceği miskinlere ait kılmıştır" şeklindeki görüşlerine karşı deriz ki: "Evet, Allah Teâlâ, (keffarette yedirilmesi gereken) o yiyeceğin, "toprağa belenmiş" sıfatına sahip miskin için olacağını söylemiştir. Bu, Allah'ın o keffaretin, mutlak manada miskine verilmesini vacib kıldığına delâlet etmez.

Bu görüşte olanların, bir çobanın şiiri ile istidlallerine de şöyle cevap verilir: "O, şu anda fakir olan bu kimsenin, daha önce sağımlık hayvanları olduğunu, ama efendisinin kendisine birşey bırakmadığını söylemektedir. Binâenaleyh niçin şöyle denilemesin: Onun sağımlık hayvanları vardı. Ama efendisi, kendisine hiçbirşey bırakmayınca, artık fakir olarak tavsif edildi.

Onların, "Miskin, evi bulunmadığı için, bolduğu yerde yatıp istirahat eden kimsedir" şeklindeki görüşlerine de şöyle cevap verilir: Aksine miskin, dilenmede ısrar eden ve insanların peşinde dönüp dolaşan kimsedir. O, ya insanlar onu kovup ittiklerinde bile, onlardan uzaklaşmadığı için; yahut da, çok isterse, insanların kendisini boş çevirmeyeceklerini bildiği için, kalbi sükûnette ve rahat olduğu için, bu ismi almıştır.

Onların Ebu Amr ve Yunus'dan rivayet ettikleri hususlara gelince, bu da, İmam Şafiî ve İbnü'l-Enbarî'nin sözleri ile çelişki teşkil, eder. Hem sonra Kaffâl^Tefsİr'inde, Cabir b. Abdullah (r.a)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Ayette bahsedilen fakirler, muhacirlerin fakirleri; miskinler de, hicret etmemiş olan müslümanlardır."

Hasan el-Basrf'den de şu nakledilmiştir: "Fakir, evinde oturup bekleyen; miskin ise dilenmek için koşuşturandır."

Mücahid: "Fakir, istemeyen; miskin ise isteyen (dilenen) yoksuldur" derken; Zührî: "Fakir, utandığından dilenmek için çıkamayan yoksul; miskin ise dilenen yoksullardır" demiştir. Allah'a dua eden hocamtz[68]der ki: "Bütün bu görüşler, fakirin, dilenmeyen; miskinin ise dilenen yoksul olduğu noktasında birleşmektedir. Binaenaleyh kim dilenirse, birşeyler bulur. Bu sebeple miskin, İhtiyacı ve mağduriyeti daha az olan olmuş olur."

Üçüncü kısım:  "Zekât işinde çalışanlar" fıkrasının ifade ettikleridir.

Bunlar, zekat toplamakla görevli memurlardır. Bunlara, yaptıkları iş nisbetinde ücret verilir. Bu, İmam Şafiî (r.h) ile Abdullah b. Ömer (r.a) ve İbn Zeyd'in görüşüdür. Mücahid ve Dahhak, "Bunlara zekatın sekizde biri verilir" demişlerdir. Ayetin lafzının zahiri Mücahid'den yanadır. Fakat İmam Şafiî şöyle der: "Bu, yapılan işin ücretidir. Binâenaleyh, işe göre ayarlanmalıdır. Doğrusu şudur: Haşim ve Beni Muttalib kabileleri mensuplarının, azadlılarının zekat malından birşeyler alabilmeleri için, zekat memurları olmaları caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Ebu Râfî'yi, zekat toplamak için görevlendirmek istemiş ve "Bir kavmin mevlalannın (azadlılannın) da onlardan sayıldığını bilmiyor musun?" demiştir. Allah Teâlâ, 'Ve onun (zekatın) üzerine memur olanlar" buyurmuştur. Çünkü alâ edatı velayet (idare, himaye) manası ifade eder. Nitekim bir kimse bir şehrin valisi olduğu zaman, "Falanca, falan belde üzerinde idarecidir" denilir. [69]

 

Müellefe-i Kulûb

 

Dördüncü kısım, "Kalbleri alıştırılmak istenenler..." kelimesinin

ifade ettiği kimselerdir. İbn Abbas (r.a): "Bunlar, her kabilenin asilzadelerinden meydana gelen bir topluluktur. H2. Peygamber (s.a.s), Huneyn Günü bunlara zekattan vermiştir. Hepsi onbeş kişi olup, şunlardır: Ebu Süfyan, Akra b. Habis; Uyeyne b. Hısn; Huveytıb b. Abduluzza, ÂmiroğuMartndan Sehl b. Amr, Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr el-Cühenî, Ebu's-Senâbil, Hakîm b. Hizam, Malik b. Avf, Safvan b. Ümeyye, Abdurrahman b. Yerbû, Ced b. Kays;Amr b. Mirdâs ve Alâ b. ei-Haris. Hz. Peygamber (s.a.s), bunlardan herbirine yüz deve vermiş ve böylece onları İslâm'a celbetmek istemiştir. Fakat Abdurrahman b. Yerbû'a elli deve, Hakîm b. Hizâm'a yetmiş deve verince, bu: "Ya Resufallah, ben hiçbir insanı senin bu bağışına benden daha lâyık görmüyorum" dedt. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), ona on tane deve daha verdi. O yine istedi. Peygamber (s.a.s), ona on tane deve daha verdi. O yine istedi, Peygamber (s.a.s) yine verdi. Böyle böyle deve sayısı yüze ulaştı. Daha sonra o: "Ya Resuîallah, senin tarafından bana ilk defa verilip de benim yeterli bulmadığım mı daha hayırlı, yoksa yeterli bulduğum şu miktar mı daha hayıriı?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Senin yeterli bulmadığın..." dedi. Bunun üzerine Hakîm: "Allah'a yemin olsun ki, o miktardan fazlasını almayacağım" dedi" demiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hakîm öldüğü zaman, Kureyş içinde en çok malı olan kimse idi. Bu atıyyeleri onlara vermek, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ağır gelmişti ama O, onları bununla İslam'a ısındırmıştı.

 

Musannif (Râzî) (r.h) şöyle der:"Bu atıyyeier ve hediyeler Huneyn Günü olmuştur. Bunların zekatlarla ilgisi yoktur. Ben, İbn Abbas (r.a)'ın bu hadiseyi, niçin bu ayetin tefsiri sadedinde zikrettiğini bilmiyorum. Belki de onun bundan kastı, mallardan bir kısmının müelleferi kulûba verilebileceğini anlatmaktır. Ama bu hadisenin, zekatın müellefe-i kulübe verilmesi hususunda bir tefsir olarak zikredilmesi, İbn Abbas (r.a)'a uygun düşmez.

Kaffâl: "Ebu Bekr(r.a), irtidâd hadiseleri günlerinde, gerek kendisinin, gerekse kavminin zekatlarını toplayıp getiren Adiyy b. Hâtim'e mal vermiştir" diye nakletmiş ve şöyle demiştir: "Maksad, devlet başkanı (olan Hz. Ebu Bekr'in) müellefe-i kulûb vasıtasıyla zenginlerin zekatlarını toplamasıdır."

Vahidî: "Allah Teâlâ müslümanları, müşriklerin kalblerini İslam'a ısındırmaktan (yani müellefe-i kulûbtan) artık müstağnî kılmıştır. Binaenaleyh İslam devlet başkanı, müslüman oldukları takdirde, müslümanlara fayda verecek olan bir topluluğun kalbini İslam'a ısındırmak isterse (yani onlara müellefe-i kulûb olarak davranırsa), bu caizdir. Çünkü   malların   zekatından,   müşriklere   birşey   vermek   caiz   değildir.   Fakat müşriklerden müellefe-i kulûb olanlara gelince, onlara zekaca demiştir. Ben derim ki: Vahidî, "Allah, müslümanları art-İslâm'a ısındırmaktan müstağni kılmıştır" sözünü, Hz. Peygamoe zekattan pay ayırıp verdiği zannını gidermek için söylemiştir. Fakat biz kesinlikle  böyle olmadığını beyan ettik.

Hem sonra ayette, "müellefe-i kulûb"un müşrikler olduğuna delâlet eden herhangi birşey yoktur. Aksine Cenâb-ı Hak, "Kalbleri alıştırılmak istenenler buyurmuş olup, bu, müslim- gayr-ı müslim hakkında umumi bir ifadedir.

Doğrusu şudur: Bu hüküm, mensûh değildir. İslâm devlet başkanı bu özellikte birtakım kimselerin kalblerini İslam'a ısındırmak için, onlara zekattan müellefe-i kulübün hissesini verebilir. Çünkü, bu hükmün neshedildiğine dair hiçbir delil yoktur. [70]

 

Köleler

 

Beşinci kısım, ayetteki rikab (köleler, esirler) kelimesinin anlattığı kimselerdir. Zeccâc şöyle demiştir; "Bu ifadede hazif bulunup, takdiri "köle azadında..." şeklindedir. Bu ifadenin tefsiri, Bakara suresinde (Bakara, 177) ayetinin tefsirinde uzunca geçmişti. Bu ifadenin tefsiri ile ilgili olarak şu görüşler var:

Birinci görüş: Kölelerin zekattan hissesi, bu hisse ile azâd edilsinler diye, mükâteb köleler için ayrılır. Bu, Şafiî (r.h)rnin ve Leys b. Sa'd'in içtihadıdır. Bunlar İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilen şu ifade ile istidlal etmişlerdir: O, bu ifade ite ilgili olarak: "Allah bununla mükâteb köleleri kastetmiştir" demiştir. Bu tefsir, "Onlara fyani mükâteb kölelere), Allah'ın size verdiği maldan verin" (Nur, 33) ayeti ile kuvvetlenir.

İkinci görüş: İmam Malik İmam Ahmed ve İshak (b. Râhûye'nin) görüşü olup bunlara göre, zekattan kölelere ait olan bu hisse, köle azadı için ayrılır ve harcanır. Bununla, köle satın alınıp âzâd edilir.

Üçüncü görüş: İmam Ebu Hanîfe'nın talebelerinin,Sa'îd b. Cübe/r'in ve en-Nehâî'nin görüşü olup buna göre, zekat parası ile bir köle tamamen azad edilemez. Ancak o zekattan köleler için bir pay ayrılır ve bundan mükâteb köle de istifade eder. Çünkü ayetteki, "köleler" kelimesi, o kölenin bunda bir payının bulunmasını gerektirir, ama onun bu hususta tam hisse sahibi olmasına ters düşer.

Dördüncü görüş: Zührî'nin görüşü olup, buna göre, kölelerin zekattaki payları ikiye ayrılır: Yarısı müslüman mükâteb köleler içindir. Diğer yarısı ile de namaz kılan, oruç tutan ve daha önce müslüman olmuş olan kölelerden satın alınır ve azâd edilirler.

Alimlerimiz şöyle derler: Kölelere âit zekattaki hisse ile ilgifi ihtiyatlı olan, mükâteb kölenin müsaadesi ile, bu hissenin efendisine verilmesidir. Bunun delili şudur: Allah Teâlâ, önceden zikredilmiş olan dört grup için zekatı lâm-ı temlik ile vermiştir. Bu "Sadakalar ancak fakirlere..." ifadesidir. Cenabı Hak, kölelerden bahsederken bu lam harf-i cerrinin (lâm-ı temlikin-malikiyyeti gösteren lâm'ın) yerine fî harfi cenini getirerek buyurmuştur.  Binâenaleyh bu farkın mutlaka bir hikmetinin olması gerekir. O hikmet de şudur: Daha önce zikredilen o dört grup insana, üzerinde istedikleri gibi tasarruf edebilsinler diye, zekattan alacakları hisseleri, bizzat kendilerine verilir. Ama kölelerin zekattan hisseleri, boyunlarının kölelikten kurtulması için ayrılır. Dolayısıyla o hisse onların kendilerine verilmez ve onlar o hissede istedikleri gibi tasarrufta bulunamazlar. Aksine bu hisse, onlar için ödenmek suretiyle, kölelikten kurtulmaları için harcanır.

Borçlular hakkındaki hüküm de böyledir: Bunların zekattan alacakları pay, kendilerine verilmeyip, borçlarının ödenmesi için kullanılır. Gaziler, Allah yolunda savaşa gidenler hakkındaki hüküm de böyledir: Onların zekattan-alacakları o hisse, savaşta ihtiyaç duyacakları şeylerin tedarik ve hazırlığında kullanılır. Yol oğulları yani, yolda kalmış olanlar hakındaki hüküm de aynıdır. Netice olarak deriz ki: İlk dört grup hakkındaki hüküm şudur: Bunların zekattan alacakları mal bizzat kendilerine verilir ve bunlar o hissede (malda) istedikleri gibi tasarrufta bulunabilirler. Ama son dört grup hakkındaki hüküm şöyledir: Bunların zekattan alacakları mal, bizzat kendilerine verilmez, aksine zekattan pay almalarına sebep olan özelliklerine göre muteber ihtiyaçlarına harcanır. [71]

 

Borçlular

 

Altıncı kısım: Ayetteki gârimîn kelimesinin anlattığı kimselerdir. Zeccâc şöyle der: "Arapça'da garm kelimesinin asıl manası, güç bir şeyi üstlenmektir. Geram kelimesi de, devamlı olan azab manasınadır. Aşk'a da, meşakkatli ve devamlı olduğu için, "garam" denilmiştir. Birisi, kadınlara düşkün olduğu zaman, bu kökten olarak, denilir. Borç da, insana zor gelip, insan ödemediği sürece ondan kurtulamadığı için, 'garâm" diye adlandırılmıştır. Binâenaleyh ayetteki, "gârimîn" -kelimesi ile borçlular kastedilmiştir. Buna göre diyoruz ki: Eğer borç bir günah sebebiyle meydana gelmiş ise, o. bu ifadenin hükmüne girmez. Çünkü ayette bahsedilen hisse, yardım maksadıyla verilir. Günah ise, yardımı gerektirmez. Eğer borç bir günah sebebiyle meydana gelmemiş ise, bu durumda o iki çeşittir:

a) Zaruri nafaka {geçim) veya bir maslahattan (ihtiyaçtan) dolayı meydana gelmiş olan borçlar.

b) Diyet ve insanların arasını ıslah bulma sebebi ile doğan borçlar.   Bunların ikisi de ayetin hükmüne dahildir.

el-Esamm, Tefsir'inde şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) ceninin (ana karnındaki çocuğun) diyeti hususunda, köle azâd edilmesine hükmedince, âkile (yani cezalının akrabaları), "Ya Resulallah, bizim hiç kölemiz yok" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), o gün (toplanmış) zekat malları üzerinde görevli olan Hamd b. Mâlik b. en-Nâbiğa'ya, "Müslümanların zekatlarından, bir köle azad ederek, onlara yardımcı oV buyurmuştur.

Yedinci kısım: Ayette "Allah yoluna "diye geçmekte olup müfessirler Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirle gazileri (savaşa gidenleri) kastettiğini söylemişlerdir. Şafii (r.h): "Savaşa gidenler, zengin de olsalar, zekat alabilirler" demiştir. Bu aynı zamanda, İmam Malik, İshak ve Ebu Ubeydin görüşüdür.

Ebu Hanîfe ve iki arkadaşı (yani, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) (r.h) ise: "Savaşa gidenler, ancak muhtaç İseler, zekattan alabilirler" demişlerdir.

Bil ki, "Allah yolunda" tabirinin zahiri, bu hükmün savaşan müslümanlara (mücahidlere) hasredilmesin i gerektirmez. İşte bundan dolayı Kaffâl, Tefsiri'nde bazı fakihlerin, ölülere kefen alıp onları kefenleme, kaleler yapma, mescidleri bina ve imar etme gibi hayır işlerine zekat mallarının harcanabileceğini söylediklerini nakletmiştir. Çünkü ayetteki, "Allah yolunda" tabiri böyle olan herşey hakkında umûmî bir ifadedir.

Sekizinci kısım: Ayetteki "yolcular" tabirinin anlattığı kimselerdir. Şafif r.h) şöyle der: "Zekata müstehak olan yolcu günah için olmayan bir yolculuğa niyetlenip de, bu yolculuğunu, herhangi bir yardım olmadığı takdirde yapamayacak olan kimsedir." Alimlerimiz, kendi beldesinden, bir ihtiyaçtan dolayı yolculuğa çıkmaya niyetlenen kimseye, zekattan hisse verilmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu sekiz kısım ile ilgili izahımız bundan ibarettir. [72]

 

Beşinci Mesele

 

Bu mesele, o sekiz kısımla ilgili hükümler hakkındadır: [73]

 

Bu Ayette "Sadaka" Zekât Manasınadır

 

Birinci hüküm: Alimler, ayetteki "sadakalar" tabirine, farz olan zekatın girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü farz olan zekata da, "sadaka" ismi verilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların mallarından sadaka al" çrevbe, i3) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de, 

"Beşten daha az devede ve beş vesakîan (ölçekten) daha az malda sadaka yani zekat yoktur"[74] buyurmuştur.

Fakat âlimler, "sadakalar" ifadesine nafile olan (farz olmayan) sadakaların dâhil olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, onların da bu ayetin hükmüne girdiğini söylemiş ve "Çünkü "sadaka" kelimesi, aslında nafile olanlara hastır. Binaenaleyh biz bu kelimenin içine, farz olan zekatı dahil ettiğimize göre, nafile olan sadakalar buna haydi haydi girer ve bunun sağladığı netice şudur: Bütün sadakaların verileceği yerler de sadece bunlardır" demişlerdir. Doğruya en yakın olan, bu ayetteki "sadakalar" İle, farz zekatların kastedilmiş olmasıdır. Bunun delilleri şunlardır:

a) Allah Teâlâ, bu sadakaların lam-ı temlik ile, sekiz kısım için olduğunu bildirmiştir. Bu grupların mülkü olan sadaka ise, farz olan zekatlardır

b) Ayetin zahiri, sadakaların verildiği kimselerin, sadece bu sekiz kısım insan olduğuna delâlet eder. Halbuki ayetin ifade ettiği bu hasr, ancak ayetteki "sadakalar"!, farz olan zekatlar manasına hamlettiğimizde doğru olur. Fakat eğer buna nafile sadakaları da sokacak olursak, bu hasr manası doğru olmamış olur. Çünkü nafile sadakaların, mescidlerin, hanların, kalelerin, medreselerin, okulların yapım ve imârına, ölülerin kefenlenmesi ve teçhizine ve diğer hayırlara harcanması caizdir.

c) Ayetteki, "Sadakalar... ancak fakirlere mahsustur" ifadesi, sözün o manaya gelebilmesi için, ancak o sadakaların ve kısımlarının daha önce zikredilmiş olmaları halinde güzel olur. Daha önce kendilerinden bahsedilen ve izah edilen sadakalar ise, farz olan sadakalardır. Dolayısiyle, ayetteki "sadakalar"\ bu manaya hamletmek gerekir. [75]

 

Zekâtın Toplanması ve Dağıtılması İdareye Aittir

 

İkinci hüküm: Bu ayet zekatın alımını ve dağıtımını, İslam devlet başkanı veys onun tarafından görevlendirilecek birisinin üstleneceğine delâlet eder. Bunun delil Hak Teâlâ'nın zekatı toplamakla görevli olanlara da, zekat mallarından bir pay ayırmış olmasıdır. Bu da, zekatın ifasında mutlaka bir görevlinin bulunması gerektiğine delâle-eder, O görevli ise, devlet başkanının kendisini zekat toplamak için tayin ettiğ kimsedir. Şu hatde bu nass, zekatları imâmın (devlet başkanının) alıp topiayacağıra delâlet eder. Bu husus, "Onların mallarından sadaka a/"(Tevbe,ıo3)ayeti île de kuvve" kazanır. Bundan dolayı mal sahibinin, bâtını (herkesin bilmediği) mallarının zekatın, kendisinin vermesinin caiz oluşu, ancak başka bir delil ile anlaşılmıştır. Bunun böyle olduğunu isbat hususunda, "Onların mallarında sâilin (dilenenin) ve mahrumun (iffetinden dolayı dilenemeyenin) bir hakkı vardır" (Zanyaı 19) ayetine tutunmak da mümkündür. Buna göre bu "hak", hem sailin hem de mahrumun olduğuna göre, mal sahibinin bunu o mahruma (dilenmekten utanana) doğrudan doğruya vermesinin caiz olması gerekir. [76]

 

İmamın Zekat Alıp Alamayacağı

 

Üçüncü hüküm: Ayetin nassı, zekat memurunun, zekat malında bir hakkı bulunduğuna delâlet etmektedir. Fakat alimler, imamın (devlet başkanının) da zekatta bir hakkı (hissesi) olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler, onun böyle bir hakkı olduğunu kabul ederek, "Çünkü zekat memuru, bu işi imamın tayin ve desteği ile yapabilmiştir. Binâenaleyh gerçekte "âmil" yani zekatı toplayan,imamtn (devlet başkanının) kendisidir" demişlerdir. Bazıları da bunu kabul etmeyerek: "Ayet, zekat mallarının bu sekiz sınıf insana has olduğunu göstermektedir. İmam ise bu sekiz sınıfın dışındadır. Binâenaleyh bundan ona verilemez" demişlerdir. [77]

 

Zekât Memuru Zengin İse Pay Alabilir mi?

 

Dördüncü hüküm: Alimler, zekat memurunun zengin bir kimse olması halinde (topladığı) zekattan bir hisse alıp alamayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir: Hasan el-Basri, "onun, ancak ihtiyaçlı olması halinde bu maldan alabileceğini" söylemiş; diğer âlimler ise, "zengin de olsa, onun bundan bir hisse alabileceğini, çünkü onun bunu, yaptığı işin bir karşılığı olarak aldığım" söylemişlerdir.

Ulemâ, bu payın miktarı hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bazıları onun, zekat malındaki payının "sekizde bir" olduğunu, çünkü Allah Teâlâ'nın zekatı sekiz kısım kimseye taksim ettiğini, bundan dolayı zekat memurunun payının da sekizde bir olarak belirlenmesi gerektiğini ve bunun tıpkı, bir kimsenin, malını sekiz kimseye vasiyet etmesi halinde, onlardan herbirine, o maldan sekizde bir hisse düşmesi tarzında olduğunu söylemişlerdir. Ekseri alimler ise, zekat memurunun hissesinin, o zekatı toplayıp bir araya getirirken yapmış olduğu mesai ntsbetinde olacağını söylemişlerdir.

Beşinci hüküm: Alimler, zekat mallarının bu sekiz kısım kimsenin dışında kalanlara verilemiyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat onlar, bu zekatın, o sekiz gruptan sadece bazısına verilip verilemiyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu iki meselenin delilleri daha önce geçmişti. Fakat biz, zekatın o kısımlardan sadece bazılarına verilebileceğini söylediğimizde, bu ancak âmilin (zekat memurunun) dışındakiler hakkındadır. Fakat bütün zekatın, (bu sekiz sınıftan, başka hiçbiri bulunmaksfzın), zekat memuruna verilmesi, ittifakla caiz değildir.

Altıncı hüküm: Zamanımızda ne zekat memuru vardır, ne de müellefe-i kulûb. Binâenaleyh zekatla ilgili geriye altı sınıf bulunmaktadır. Evlâ olan, Şafiî'nin dediği gibi, zekatı bu altı sınıfın hepsine vermektir. Çünkü en ihtiyatlı davranış budur. Ama bu yapılamıyorsa, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, diğerleri (yani bulunanlar) kifayet eder.

Yedinci hüküm: Ayetteki, "Fakirlere ve yoksullara" tabirinin umumi oluşu, kâfir ve müslüman (fakir ve yoksulları) içine alır. Fakat hadisler, zekatın ancak müslüman olan fakir, yoksul ve diğer zekat alabileceklere verilebileceğine delâlet etmektedir.

Bil ki Allah Teâlâ, bu sekiz sınıfı zikredip onların durumlarını iyice anlatınca, "Allah'dan bir farz olarak" buyurmuştur. Zeccâc, fariza ifadesinin, te'kîd olarak mansûb olduğunu söylemiştir. Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın, ifadesi, tıpkı, "Allah sadakaları, onlara kendisinden bir farz olarak farz kılmıştır" takdirindedir. Bunun bu manada oluşu da, âdeta, ayetin zahirine muhalefet  etmekten   bir   men'   ve  zecr  içindir.    Hz.   Peygamber  (s.a.s)'den, "Cenâb-ı Hak. ne mukarreb bir meleğin ne de mürse! bir nebinin, zekâtın dağıtımını üstlenmesine razı olmadı. İşte bundan dolayı da. zekâtın dağıtımını bizzat kendisi üstlendi" dediği rivayet edilmiştir. Bütün bu vurgulu ifadelerin kullanılmasının maksadı, zekâtın  bu sekiz kişinin dışındakilere verilmesinin  haram olduğunu

göstermektedir..

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, maslahatların miktarlarını en iyi bilendir" ve "yalnız en doğru ile en uygun olan hükmü veren bir hakîmdir" demektir.  Allah en iyisini bilendir. [78]

 

Münafıkların Hz. Peygamberi İncitmeleri

 

"Yine o münafıkların içlerinde öyle kimseler vardır ki, peygambere ezâ eder, incitirler ve: "O, her söyleneni dinleyen bir kulaktır" derler. De ki: "O, sizin için bir hayır kulağıdır, Allah'a inanır, mü'minler(in sözün)e inanır, içinizden iman edenler için de bir rahmettir O. Allah'ın Resulünü incitenler (yok mu?) En acıklı azâb onlarındır" (Tevbe. 61).

Bil ki bu, münafıkların cehaletinin bir başka çeşididir. Zira onlar, ta'n ve tenkid etmek amacıyla, Allah'ın Resulü hakkında, "O, bir kulaktır" demişlerdir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [79]

 

Üzn Kelimesinin Okunuşu     

 

A'meş'ın ve Abdurrahman'm Ebu Bekr'den, Ebu Bekrin de, Asımdan yaptığı rivayete göre Âsim: "Eğer o, sizin dediğiniz gibi ise, bir kulaktır. Sizin için hayırlı olan kulak, sizin söylediğiniz şeyleri kabul eder ve o, sizi tasdik eder. O, sizin için, sizi yalanlamasından daha hayırlıdır " manasında olmak üzere, her iki kelimeyi de merfû ve tenvinli olarak şeklinde okumuştur. Diğer kıraat imamları ise izafetle şeklinde okumuşlardır ki bu: "O, şerrin kulağı değil, hayrın kulağıdır " anlamındadır. Nâfi, Kur'an'ın her yerinde, zât harfinin sükûnu ile üzn şeklinde okurken; diğer kıraat imamları zâlın dammesiyle üzün diye okumuşlardır ki bu.tıpkı unk veya unuk (boyun), zufr veya zufur (tırnak) kelimeleri gibi, iki kullanış şeklidir.. [80]

 

İkinci Mesele

 

İbn Abbas (r.a) şöyle demektedir: "Bir grub münafık, Hz. Peygamber'i, (O'na) yakışmayan sözlerle yadetmektey-

diler. Mesela bazıları: "Yapmayınız, zira biz, söylediğimiz şeyin, onun kulağına varacağından endişe ediyoruz " dediklerinde, Cülas İbn Suveyd: "Tam aksine biz, dilediğimizi konuşur, sonra da ona gider: "Biz söylemedik!" diye yemin ederiz, o da bizim sözümüze inanır. Zira Muhammed, ancak dinleyen, her söyleneni dinleyip kabul eden bir kulaktır!.." deyince, işte o zaman bu ayet-i kerime nazil oldu. "

Hasan el-Basrî de şöyle demiştir; "Münafıklar, "Bu adam sadece (dinleyen) bir kulaktır. İsteyen onu dilediği yere çevirir. Onun bir kararlılığı, azmi bulunmamaktadır " diyorlardı'.'

Esamm da şunu rivayet etmiştir: "O münafıklardan birisi kavmine: "Eğer, Muhammed'in söylediği hak ve gerçek ise, biz, eşekden daha adi ve kötüyüz" deyince, karısının oğlu bunu duydu ve: "Vallahi o, gerçektir; vallahi sen, kendi eşeğinden daha şerli ve kötüsün..." dedi. Sonra da, bu sözü Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaştırdı. Bunun üzerine o münafıkların bir kısmı: "Muhammed ancak, (her şeyi dinleyen) bir kulaktır. Şayet sen onunla karşılaşır da, bunu söylemediğine dair yemin edersen, o seni tasdik edip sözünü doğrular " deyince, bu ayet, işte onun o sözünü nakletmek üzere nazil ofdu." Bunun üzerine, o sözü Hz. Peygamber'e ileten kimse: "Ya Resûlallah, ben de bundan önce müslüman olmamıştım. Şüphesiz, bu delikanlının, benim katımdaki değeri büyüktür. Allah'a andolsun ki, ona teşekkür borçluyum" dedi. " Daha sonra Esamm, sözüne devamla şöyle der: "Allah, peygamberi için bir hüccet ofsun ve o münafıklar, yaptıklarından vazgeçsinler diye, münafıkların saklamış olduğu çeşitli küfürlerini ortaya koyarak, (bir ayetinde), "içlerinden sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayacaklar da var..." (Tevbe58); peşinden, "(Yine o münafıkların) içlerinde öyle kimseler vardır ki, peygambere eza ederler..." (Tevt». 6i); daha sanra da, "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle ahdetmişti..."(jevbe, 75) buyurmuş, bunların dışmda da, gayble ilgili olan diğer haberleri muhtelif ayetlerinde bildirmiştir. Bütün bunlarda, O'nun Allah katından gönderilmiş gerçek bir nebi olduğuna dair deliller bulunmaktadır. [81]

 

Üçüncü Mesele

 

Bil ki Allah Teâlâ, münafıkların içinde Hz. Peygamber'e eziyyet verenler olduğunu anlatmış, sonra da bu eziyyet

vermeyi,  onların,  Hz.   Peygamber'e  "Bu,  ancak  bir kulaktır " şeklindeki sözleriyle beyan etmiştir. O münafıkların, bu sözleriyle kastettikleri. "O peygamberin zekâsı yoktur, anlayışı kıttır... kalbi saf ve duyduğu her şeye de çabucak inanandır" şeklindeki bir manadır. İşte bu sebepten dolayı münafıklar Hz. Peygamber'i "O, bir kulaktır" diye vasfetmişlerdir. Bu tıpkı, "casus"a, "ayn"     (göz)     adının     verilmesine     benzer.       Nitekim     Arapça'da, "Falanca, üzerimize bir göz, casus, gözleyici kılındı " denilir. Yani, "İşlerimizi iyiden iyiye araştıran bir casus kılındı" manası kastedilir. İşte burada da böyledir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu sözüne, "De ki: "O. sizin için bir hayır kulağıdır" diyerek cevap verdi. Bu tabir "Farzediniz ki, o bir kulak olsun. Ancak ne var ki o, sizin için daha hayırlıdır " takdirindedir. Hak Teâlâ'nın üzünü (hayr) tabiri tıpkı "Falanca, sadık ve doğru bir adam: âdi! bir şâhiddir" denilmesi gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber'in hayırlı bir kulak olduğunu,  "Allah'a inanır, mü'minlerin sözüne inanır.. içinizden iman edenler için de bir rahmettir o" ayetiyle beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak bu üç şeyi, Hz. Peygamber'in "hayır kulağı" olmasının gerekçesi gibi kılmıştır. Öyleyse biz, bunların bu hayırlılığı nasıl gerektirdiğini beyan etmeye çalışalım:

Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a inanır" tabiridir. Çünkü, Allah'a iman eden herkes, Allah'dan ittikâ eder. Altah'dan korkan ise, bâtıl şeyler sebebiyle eziyyet etmeye yönelmez. [82]

 

Hz. Peygamber'in Mü'minlere İnanmasının Manası

 

İkincisi: "Mü'minlere inanır " buyruğudur. Bu "O peygamber, mü'minlerin sözlerini kabul eder" demektir. Bu da, "O mü'minler, bir görüş üzerinde ittifak ettiklerinde, Hz. Peygamber onların o görüşünü kabul eder" anlamında olup, bu onun kalbinin anlayışsız saf ve çabuk aldanan olmasına mânidir.                                .,

Buna göre şayet, yü'minu fiili niçin, Lafzatuüah'la birlikte kullanıldığında bâ harf-i cerriyle; "mü'minîn" kelimesiyle kullanıldığında da, lâm harf-i cerriyle müteaddi olmuştur?" denilirse biz deriz ki:

Lafzatullah'a taalluk eden imandan maksat, küfrün zıddı olan tasdik olduğu için bâ harf-i cerriyle; mü'minlerle ilgili olan iman lafzının manası da, onlan dinlemek ve harf-i cerriyle müteaddi olmuştur.. Bu, tıpkı  "Sen bize inama değilsin" (Yusuf, i7)"Musa'ya kavminin gençlerinden başkası iman etmedi" "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken, sana iman eder miyiz?" (Şuâra.m) ve "Ben size izin yermeden siz ona iman ettiniz ha!" (şuara.gayetlerinde olduğu gibidir.

Üçüncüsü "İçinizden iman edenler için de bir rahmettir o..." buyruğudur. Bu da hayırlılığı gerektirir. Zira bu, "O peygamber, sizin işlerinizi, zahire göre yerine getirir. İçinizdekileri iyice araştırmaz ve sırlarınızı ortaya koyma hususunda gayret göstermez" demektir. Binâenaleyh, bütün bu üç vasıftan herbirinin, Hz. Peygamber'in bir hayır kulağı olmasını gerektirdiği kesinleşir. Cenâb-ı Hak bunun, bir hayır ve rahmet sebebi olduğunu beyan buyurunca, O'na eziyyet eden herkesin, elîm bir azaba dûçâr olacağını da beyan etmiştir. Çünkü o peygamber o münafıkların son derece adi, rezit ve kepaze olmalarına rağmen, onlara hayrı ve rahmeti ulaştırma hususunda çaba sarfedip, sonra da onlar buna rağmen, onun iyiliğine kötülükle, hayırlarına da serlerle mukabele edince, onların, Allah tarafından çok şiddetli bir azaba müstehak kılınacaklarında şüphe olmaz. [83]

 

Dördüncü Mesele

 

Bu iki kelimeyi tenvin ile şeklinde okuyanların bu şekilde okumalarının sebebi hususunda da şu izahlar

yapılabilir;

1) Kelamın takdiri, "Habibim, de ki: "Anlayan, kavrayan, hakkı duyan kulak, sizin için, zikretmiş olduğunuz o fasit, yanlış tenkitlerden daha hayırlıdır" şeklindedir. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, bu tenkidin yersiz ve yanlış olduğuna delâlet eden, "Allah'a inanır, mü'minlerin sözüne inanır... içinizden iman edenler İçin de bir rahmettir o" buyurmuştur. Buna göre mana, "Bu sıfatları taşıyan kimse, nasıl tönkid edilebilir ve bu kimse nasıl saflıkla ve çabuk aldanmakla nitelendiririlir?" şeklinde olur...

2) Bu ifadenin başına, bir mübteda getirilerek, takdirin, "O, sizin için hayırlı olan bir kulaktır,." şeklinde olmasıdır. Bu, "O, sizin hakkınızda hayırlı olmakla vasfedilrntş bir kulaktır. Çünkü o, sizin mazeretlerinizi kabul eder ve sizin cahilliklerinize aldırış etmez. O halde daha nasıl siz bu durumu onun hakkında bir tenkit konusu yapabiliyorsunuz!" anlamındadır.

3) Bu, en-Nazm adlı eserin sahibinin ileri sürdüğü, zoraki ve tekellüflü bir izahtır. Buna göre üzün kelimesi, her ne kadar zahiri itibariyle mübteda olarak merfû kılınmış se de, kelimenin yeri, hal olmak üzere nasb olup, bunun tevili, De ki:"o, bir kulak olarak, hayırlıdır" şeklindedir. Yani, "O bir kulak olduğu zaman, sizin için daha hayırlı olur. Zira o, sizin mazeretlerinizi kabul etmektedir " demektir.

Bu ifadenin bir benzeri de, "O, bir bekçi olarak, sizin için hayırlıdır" ifadesidir. Yani, "O, bir koruyucu olması halinde, sizin için daha hayırlıdır" demektir. Fakat, işbu "hale kevnihi" hazfedilince, hâl müptedâ yerine konularak, takdiri, "O, sizin için hayırlı olan bir bekçidir, koruyucudur.." şeklinde olmuştur. Kur'an'dahüve kelimesi, çokça hazfedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, ihü 4jIj4h "Üçdür..." diyecekler.." (Kehf, 22) buyurmuştur, Yani,"Onlar, üçtür" demektir. Her ne kadar Vahidî, bunu çok güzel bulmuşs da, ancak ne var ki bu, son derece zorlamalı bir açıklamadır. [84]

 

Beşinci Mesele

 

Hamza, hayr kelimesine atfederek, cer ile ve rahmetû şeklinde okumuştur. Buna göre sanki, denilrre-istenmiştir. Yani "O, hayır ve rahmetin sebebi olan sez. dinleyendir.." demektir.

Buna göre şayet, "Rahmet olan her şey, bir hayırdır. O halde, "hayır" kelimesmr peşinden "rahmet" kelimesinin getirilmesinin faydası ve hikmeti nedir?" denilirse biz deriz ki: Hayır çeşitlerinin en kıymetlisi "rahmef'dir. Binâenaleyh, "hayır" kelimesinc-r-sonra "rahmet" kelimesinin getirilmesi güzeldir. Bu tıpkı, (Bakara, 98); ayetinde olduğu gibidir. Ebû Ubeyd, bu şekilde okumanın tuhaf olduğun, zira, matuf ile matufun aleyhin birbirine uzak kaldığını ileri sürerken, Ebu Ali el-Farisî "Uzaatfın yapılmasına mâni değildir. Baksana, ''Onun, "Yârab" demesi... "(Zuhrut. sa ayetini bu şekilde okuyanlar, bunu Cenâb-ı Hakk'ın, "O saatin İlmi şüphesiz ki Allah'ın nezdindedir" (Lokman, 34) ayetine atfederek kelamın takdirinin, "Saatin, Kıyametin ve onun.... şeklindek sözünün ilmi, Allah katındadir " şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Buna göre şayet, "İbn Amir'in, nasb ile rahmeten şeklinde okuması nasıl izah edilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu neticesi hazfedilmiş bir illettir. Buna göre ifadenin takdiri "Rahmet olsun diye" size izin vermektedir" şeklindedir. Ancak ne var tabiri buna delalet ettiği için, bu kelime hazfedil m iştir, [85]

 

Münafıkların Müminlere Yaltaklanmaları

 

'Size gelip gönlünüzü hoş etmek için Allah'a andederler. Eğer bunlar mümin iseler, Allah ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur" (Tevbe, 62).

Bil ki bu, münafıkların çirkin Millerinin bir başkası olup, bu da onların, yalan yere yemin etmeleridir. Bunun, daha önce geçenlere binaen söylenmiş bir tabir olduğu, yani, "Onlar, Peygambere eziyyet ediyor, O'nun hakkında kötü söz söylüyor, sonra da size, bunu söylemediklerine dair yemin ediyorlar" anlamına geldiği ileri sürüldüğü gibi, bunun, Tebük Savaşı'na katılmayan ve Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'ye dönünce O'na gelerek mazeret beyanında bulunup, yemin eden bir grup münafık hakkrnda nazil olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre mana: "Onlar, mü'minleri, yeminleriyle hoşnut etmek için, kendileri hakkında nakledilen şeyleri söylemediklerine dair yemin ve andettiler. Halbuki, gerekli ve vâcib olan, onların, Allah'ı gizledikleri şeyin aksini ortaya koymak suretiyle değil, ihlâs ve tevbe ile razı etmeleridir" şeklinde olur.

Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 14) ayetidir.

Cenâb-ı Hakk'ın, ayette "Allah ve Resûlullah'dan bahsettikten sonra, zamiri müfred getirerek yurdunu "Onu razı etmeleri "buyurması ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır;

1) Allah Teâla, başkası ile birlikte mücmel olarak (yani zamirle) zikredilmez. Aksine O’na tazim  için.   O'nun   müstakil  alarak   zikredilmesi  aerekır.

2) Büıün laal ve itıacletlerın gayesi, Allan'lır.  Binâenaleyh  burudu (u mOlıeO zamlı

ile) sadece o zikredilerek yetinilmiştir. Rivayet olunduğuna göre bir kâfir, yüksek sesle, "Ben Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e değil" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu duyunca, "Hakkı ehline verdi " buyurdu.

3) Bu ifade ile, "o ikisini razı etmeleri..." manası kastedilmiş olup, ama sadece birini  zikretmekle  yetinilmiş  olması   da  caizdir.   Bu  tıpkı   şairin  şu  şiirinde olduğu gibidir. "Görüşler farklı oha da, biz, bizdeki (görüşe), sen de sendekine razısın (ondan hoşlanırsın)."

4) Sırları ve katbleri bilen Allah'dır. Kalblerin ihlaslı olup olmadığını da sadece o bilir. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, sadece kendisini zikretti.

5) Peygamberin rızasının Allah'ın rızasına uygun olması gerektiği, aralarında bir muhalefet ve  başkalığın  bulunması  imkânsız  olduğu   için,   ikisinden   birisinin

zikredilmesiyle  yetinilmiştir.   Bu  tıpkı, "Zeyd'in (bana) ihsanı ve güzel davranışı, beni mutlu kıldı ve bütün dertlerimi unutturdu" denilmesi gibidir.

6) Takdirin,   "onlar tarafından, Allah razı edilmeye daha layıktır; O'nun Resulü de böyledir" şeklinde olmasıdır,

Cenâb-ı Hak, "Eğer buniar mümin iseler" buyurmuştur. Bu hususta iki açıklama vardır:

a)  "Şayet onlar, iddia ettikleri üzere, inanmış iseler.." demektir.

b)  Onlar, Resulün dininin doğru olduğunu biliyorlardı.  Ancak ne var ki onlar, inadlarından ve hasetlerinden dolayı, küfürlerinde diretip ısrar ettiler. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "Eğer bunlar mü'min iseler" buyurmuştur. Bu ayette, kalbin tasdiki eşlik etmediği sürece, sadece "iman" kelimesini izhar etmekle, Allah'ın rızasının tahakkuk etmeyeceğine bir delalet bulunmaktadır. Bu ayet-i kerime, imanın, sadece lisanın ikrarı ve ifâdesi olduğunu iddia eden Kerramiyye'nin görüşünü iptal eder.

 

"Hâlâ şu hakikati anlamadılar mı ki: Kim Allah'a ve Resulüne karşı koyarsa oha içinde ebedî kalıcı olmak üzere, cehennem ateşi vardır.   Bu (ebedî kalış) ise. en büyük rüsvaylıktır" (Tevbe, 63).

Bil ki-ayetin gayesi de Tebûk Savaşı'na katılmayan münafıkların durumlarını açıklamaktır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [86]

 

Birinci Mesele

 

Ehl-i meânî şöyle demiştir: Elem ta'lem "Anlamadın mı?" tabiri uzun bir süre bir şeyi öğrenmek için çaba gösterip de bu  hususta iyice gayret gösteren,  sonra da onu öğrenemeyen bir kimseye hitabtır. Bunun üzerine, işte bu kimseye: "Bu kadar uzun zaman sonra, hâlâ öğrenemedin mi?" denilir (Ayette de) böyle bir ifadenin getirilmiş olması, son derece isabetlidir, yerindedir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), uzun bir süre o münafıklarla birlikte bulunmuş ve O'nun, Aİlah'a isyan etmekten sakındırmak ve O'na itaata teşvik etmek için, emir ve yasakları çok olmuştur.   Ennehû kelimesindeki zamir, iş ve durum (emir ve şe'n) zamiridir. Buna göre mana, "Hiç şüphesiz, iş ve durum şöyle şöyle... dir" şeklinde olur. Bu zamirin getirilmiş olmasının faydası şudur: Şayet enne kelimesinden sonra o mübteda ve haber (açıkça) getirilecek olsa, bunun (gönüllerde) pek fazla tesiri oimaz. Ama sen, "Durum ve iş, şöyle şöyle...dir" dediğin zaman bu ifade, o sözün kıymet ve müessiriyetini, heybetini daha da çok artırır.

Cenâb-ı Hakk'ın  tabiri hakkında Leys şöyle demektedir: Arapçada  kelimesinin manası "Ona muhalefet ettim" demektir. kelimesi tıpkı, (uzak­laşmak), (düşmanlık yapmak), ve (muhalefet etmek) kelimeleri gibidir. Bu kelime, "sınır çizmek" anlamına gelen hadd kelimesinden türemiştir deyiminin manası, "Falanca falancanın tarafından başka tarafta yer aldı" şeklindedir. Bu tıpkı, bir kimsenin demesi gibidir. Yani, "Onun aksi tarafında bulundu" demektir. Buna göre tabirinin manası, "Kim, muhalefet etmek suretiyle, Allah'ın dostlarının ve velilerinin tarafından, başka bir yerde bulunursa..." şeklinde olur, " Ebu Müslim bu kelimenin, "silahın demiri" manasına gelen hadîd lafzından türediğini söylemiştir. Müfessirlerin bu ketime hakkındaki ifadeleri farklı farklı olmuştur:

a)  "Kim, Allah'a muhalefet edeçse..."

b)  "Kim, Allah'la muharebe ederse.."

c)  "Kim, Allah'a karşı inad edip diretirse..."

d)  "Kim, Allah'a karşı haddi aşarsa.." gibi...

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ona...  cehennem ateşi vardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır:

1)  "Cehennem ateşinin onun için olması vâcib ve gerekli oldu."

2) "Cehennem ateşi, onun içindir..." Bu manaya göre enne kelimesi te'kid için getirilmiştir.

3)  Bizim ifadesindeki ji 'in cevabının mahzuf olduğunu, kelamın takdirinin, "Onlar, Allah ve Resulü ile mücadele edenlerin helak olduklarını ve cehennem   ateşinin   onlar   için   olacağını   bilmediler   mi?"   şeklinde  olduğunu söylememizdir. Zeccflc, fâ'dan sonra müste'nef bir söz olarak elif nün maddesinin meksûr okunmasının caiz olduğunu, ancak fetha ile okumanın daha güzel olacağını söylemiştir. Ka'bî de, tefsirinde bu ifadenin meksur olarak okunduğunu da nakletmiştir. Ebu Müslim şöyle demektedir "Cehennem, ateşin isimterindendir. Dil âlimîeri Arapların, çok derin olan kuyuyu cihnâm diye isimlendirdiklerini nakletmektedirler. Binâenaleyh, "cehennem" kelimesinin bu lafızdan alınmış olması mümkündür. Dibinin derin olması da, cehennem azabının nihayeti olmadığı manasındadır. Ayette geçen hafiden kelimesi "devamlı kalmak üzere" anlamında olup, hizy kelimesi de, bazan pişmanlık, bazan da utanma anlamına gelir. Burada pişmanlık anlamına gelmesi daha uygundur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bunlar azabı görünce, pişmanlıklarını içlerine atarlar.."(Sebe. 33) buyurmuştur. [87]

 

Münafıkların Fâş Edilme Korkuları

 

"Münafıklar. kaJbJerinde olanı açıkça haber verecek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden daima endişe ederler. De ki: "Siz maskaralık yapadurun, Allah gocunageldiğiniz şeyi, meydana çıkaracaktır" (Tevbe, 64).

Bil ki âlimler, Berâe suresini, münafıkların kalbterindekini eşip ortaya koyduğu için  diye adlandırmışlardır.

Hasan el-Basrt şöyle dernektedir: "Oniki münafık, münafıklık olan bir iş hususunda anlaştılar. Cebraîl (a.s.), Hz. Peygamber'e onların isimlerini bildirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Birtakım kimseler, şöyle şöyle anlaşmışlar... Binâenaleyh, onlar kalksınlar ve itirafta bulunsunlar Rablerinden bağışlanmalarını dilesinler ki. ben de onlara şefaatçi olayım!." dedi. Ama, hiçbiri kalkmadı. Müteakiben Hz. Peygamber (s.a.s): "Falanca, falanca; sen, sen... kalkın" dedi ve bu kimselerin yanına geldi. Daha sonra onlar; "Biz suçumuzu kabul ediyor ve affımızı istiyoruz..." dediklerinde, Hz. Peygamber (s.a.s): ''Şuanda ben, hiçbir şey olmamış gibi şefaatçi olmayı gönülden arzuluyorum. Allah da, çabucak kabul edecektir. Onun için, yanımdan çıkın " dedi. Bunun üzerine, hiç kimse bir şey söylemeden, orayı tamamen boşalttılar. "[88]

 

Münafıkların Hz. Peygambere Suikasd Teşebbüsleri

 

Esamm da şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Tebük'ten dönerken, oniki kişi, onu öldürmek amacıyla durmuşlardı ve onlar, karanlık bir gecede de yüzlerine birer maske takmışlardı. Derken, Cebrail (a.s) bunu Hz. Peygamber'e haber verdi ve ona, onların binitlerinin yüzlerine vuracak olan birisini onlara göndermesini emretti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bu işi Huzeyfe'ye emretti.  Huzeyfe de, onların binitlerinin yüzüne vurup onları kovaladı, böylece bu kimseleri uzaklaştırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Huzeyfe'ye:  "Onların hangi topluluktan,  kabileden olduğunu anlayabildin mi?" deyince Huzeyfe: "Hiç birisini tanıyamadım   " dedi. Sonra Hz. Peygamber {s.a.s) onların isimlerini teker teker sayarak: "Bunu bana Cebrail haber verdi" dedi. Bunun üzerine de Huzeyfe: "Sen, onların öldürülmeleri için onlara gönderilmedin mi? " deyince, Hz. Peygamber (s.a.s): "Arapların, "Muhammed, kendi adamlarıyla savaştı.  Zafere kavuşunca da onları öldürmeye başladı    " demesinden korkuyorum.     Allah,  bu hususta bize kâfidir "[89] buyurdu.

İmdi şayet, "Münafık, kâfirdir. Binaenaleyh, Hz. Peygamber'e vahyin inmesinden nasıl korkabilir ki? denilirse, biz deriz ki:

Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Ebu Müslim şöyle demektedir: "Bu, münafıklar Hz. Peygamber'in her şeyi söylediğini ve söylediği her şeyin vahiy kaynaklı olduğunu iddia ettiğini gördüklerinde, alay ederek izhar ettikleri bir sakınma, korkudur. Münafıklar, kendi aralarında bu hususu kabul etmeyip yalanlıyorlardı.  Bunun üzerine Allah, bunu resulüne haber verdi ve O'na, o münafıklara, ortaya çıkmasından korkup sakındıkları sırlarını ortaya

çökeceğini bildirmesini emretti. Cenâb-ı Hakk'ın,  "siz alay edin, maskaralık vapadurun..." buyruğunda da, bizim bu söylediğimize bir delâlet bulunmaktadır. "

b) Münafıklar, her ne kadar Hz. Peygamber'in dinini kabul etmiyor iseler de, onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, saklayıp gizledikleri her şeyi onlara haber verdiğini müşahede ediyorlardı. İşte böyle bir gözlem ve tecrübeden dolayı, onların kalblerine böyle bir korku ve sakınma hissi düşmüştü.

c) Esamm şöyle demektedir: "O münafıklar, Hz. Peygamber'in, Allah katından gönderilmiş gerçek bir peygamber olduğunu biliyorlardı."

Kadı: "Allah'ı, O'nun Resulünü, Resulünün getirdiği dinin doğruluğunu bilen kimsenin, Allah ve Resûlullah ile mücadele etmesi uzak bir ihtimaldir" demiştir.

ed-Dâı ilallah[90] O şöyle demektedir: "Bu, pek uzak bir ihtimal değildir. Çünkü, kalbte hased hissi iyice kuvvetlenince, elle tutulur gözle görülür şeyler hususunda bile, çekişilmeye başlanır. "

d) Ayetteki  yahzeru   kelimesi,   sakınmayı   emretmek  anlamındadır.    Yani, "münafıklar bundan sakınsınlar..." demektir.

e) Onlar, Hz. Peygamberin nübüvvetinin doğruluğu hususunda şüphe ediyorlardı. O nübüvvetin yanlışlığı hususunda kesin ve kafi bir kanaata sahip değildiler,   Şüphe eden korkar.  İşte bu sebepten dolayı onlar, durumları hakkında, kendilerini rezil rüsvay edecek olan bir şeyin, Hz. Peygamber'e inmesinden korkuyorlardı.

Daha sonra Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Hak Teâlâ'nın, buyruğundaki zamirler, mü'minlere; ifadesindeki zamir de münafıklara râcidir. Bütün bu zamirlerin, münafıklara raci olması da mümkündür. Çünkü bu sûre, onların kalblerindeki fikirler ve gayeler hakkında nazil olmuştur. Binâenaleyh, bu sûre, onların aleyhine olarak nazil olmuş demektir. O halde, ifadesinin manası, "Sûre, onlara, sanki "kalblerinizde şunlar şunlar vardır..." demektedir" şeklindedir. Yani "bu sure, onların sırlarını iyiden iyiye ifşa ediyor ve böylece de sanki onlara haber veriyor. "

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Siz maskaralık yapadurun..." buyurmuştur.

Bu, tehditvari bir emirdir ve bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkt, "De ki: "Yapın.. Çünkü hareketinizi Allah (...) görecektir!" (Tevbe, 105) ayeti gibidir.

Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, sizin sakındığınız, korktuğunuz o şeyi mutlaka varlık âlemine çıkaracaktır" demektir. Çünkü bir şey, yok iken meydana gelince, o işi yapan, onu yokluktan varlığa çıkarmış olur.

"Şayet onlara sorsan, andolsun ki, "Biz ancak (yol zahmetini hissetmemek için lafa) dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk" derler. De ki: "Allah ile mi eğleniyordunuz?" özür dilemeye kalkmayın. Siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz.   İçinizden bir zümreyi affetsek bile, mücrim oldukları için öteki

güruhu azablandıracağız' (Tevbe. 6S-66I)

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [91]

 

Ayetin Nüzul Sebebi             

 

Alimler, bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç şey zikretmişlerdir:

1) İbn Ömer (r.a) şunu rivayet etmiştir: "Münafıklardan birisi, Resûlullah (s.a.s) ve mü'minleri kastederek. Tebük Savaşı'nda: "Bunlardan daha korkak, bunlardan daha yalancı ve bunlardan daha ödlek kimse görmedim" dedi. Bunun üzerine sahabeden biri, "Yalan söylüyorsun. Sen bir münafıksın" dedi ve bunu Hz. Peygamber (s.a.s)'e haber vermek için gitti ve kendisi daha oraya varmadan, Hz. Peygamber'e bu ayetlerin indiğini gördü. O münafık da, devesine binmiş olarak, Hz. Peygambere geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, biz şaka yapıyorduk ve yoiu (kolayca) katedelim diye kervancılar gibi (abuk-sabuk) konuşuyorduk" dedi. O münafık, "Biz ancak (yol zahmetini hissetmemek için lafa) dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk" deyip duruyor, Resulullah (s.a.s) da: "Allah ile, O'nun ayetleriyle, O'nun Resulü ile mi eğleniyordunuz" diyor, münafığın sözüne hiç aldırış etmiyor, bu sözden başka birşey söylemiyordu."

2) Hasan ve Katâde şöyle demektedirler: "Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük'e

hareket edince, münafıklar aralarında, "Siz bu Muhammed'in Şam'a galip geleceğini, Şam'ın kalelerini ve köşklerini alabileceğini mi sanıyorsunuz? O nerede, bu nerede?" diyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük'ten dönünce onları çağırdı ve: "Siz şöyle şöyle diyordunuz" dedi. Onlar da: "Biz bunu ciddi olarak söylememiştik. Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk" dediler.

3)  Rivayet olunduğuna göre savaşa katılmayanlardan, ne yaptıkları ve niçin katılmadıkları sorulunca, onlar da bu sözü söylediler.

4) Biz, Ebu Müslim'in, "Münafıklar, kalblerinde olanı açıkça haber verecek bir surenin inmesinden daima endişe ederler" frevbe, 64) ayetinin tefsirinde şöyle dediğini nakletmiştik: "O münafıklar, bu sakınma ve endişe tavrını, istihzâvârî ortaya koymuşlardı. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bu ayette, onlara "Niçin böyle yaptınız" denildiğinde, onlar, "Biz bunu tenkid için değil, lafa dalıp şakalaşmak için yaptık" dediklerini bildirmiştir.

5) Bil ki bu ayetianlamak için, bu rivayetlere ihtiyaç yoktur. Çünkü ayet onların tenkid ve istihza yolu ile fasit bir söz söylediklerini anlatmaktadır. Binâenaleyh Resûlutlah (s.a.s) onlara böyle söylemiş olduklarını haber verince, onlar endişeye kapılarak: "Biz o sözü ciddi olarak değil, bir şaka olarak söyledik" diyerek özür beyan ettiler ki işte onların, ''Biz ancak {yol zahmetini hissetmemek için lafa) dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk" şeklindeki sözlerinin manası budur. Yani, "Biz bunu sırf şaka olsun diye söyledik" demektir. Bu, innema kelimesinin hasr manası ifade ettiğine delalet eder. Çünkü eğer böyle olmasaydı, onların  eğlenceye dalıp şakalaşmalarından dolayı, istihza eden kimseler olmamaları gerekmezdi. Bu durumda da, onların bu mazeret ve cevapları, tam bir mazeret ve cevap olmaz. Vahidî şöyle demektedir: "Havd kelimesinin asıl manası, su ve çamur gibi sıvı bir şeye dalmaktır. Bu kelime daha sonra çokça kullanılarak, kendisinde bir bulaşma ve eziyet bulunan her bir şeye dalma manasına geldi. Buna göre mana; "Biz, kervancıların yolu katetme işine dalmaları gibi, bâtıl sözlere daldık ve şakalaştık" şeklindedir. Hz. Peygamber (s.a.s)  de   onlara,   "Allah   ile,   O'nun   ayetleriyle,   O'nun   Resulü   ile   mi eğleniyordunuz"? diye cevap vermiştir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: [92]

 

Birinci Mesele

 

Senin, "(Allah ile istihza mı ediyorsun?)" sözün ile (Allah ile mi istihza ediyorsun?) sözün arasında fark vardır: Birincisi, istihza işinin yadırganışını; ikincisi ise, bu istihzanın Allah İte ilgili oluşunun yadırganışını ifade eder. Bu şu demektir: "Hadi diyelim ki sen, istihza ediyorsun? Ama nasıl oluyor da bu istihzayı Allah hakkında yapabiliyorsun?" Bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın "Orada bir humar (başağrısı) da yoA"{Satfât,47)ayetidir. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden maksadı, baş ağrısının hiç bulunmadığını değil, cennet içkilerinde humar (baş ağrısı) bulunmadığını anlatmaktır. [93]

 

Allah İle Alay Etmek Ne Demektir?  

 

Allah Teâlâ, o münafıkların, Atlah ile, Allah'ın ayetleri ile ve ResûluHah ile istihza ettiklerini anlatmıştır. Halbuki malumdur   ki   Allah   ile   istihza   etmek   imkansızdır. Binâenaleyh bunu te'vil etmek gerekir. Bu hususta şu teviller yapılmıştır;

1) "Allah ile istihza etmek"ten maksad, O'nun teklifleri ile (hükümleri ile) istihza etmektir.

2) Bundan maksad, Allah'ın zikri ile istihza etmek olabilir. Çünkü mü'min Allah'ın isimlerine saygı gösterip Allah'ı ululadığı gibi, kâfir de bazan o isimlerle istihza edebilir. Niîekim Cenâb-ı Hak, "Rabbini, yüce ismini teşbih et" (Aia, d buyurarak, mü'mine Allah'ın isimlerine ta'zim göstermesini emretmiştir. Yine Allah Teâlâ, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua ed/n"(A-raU80) buyurmuştur. Binâenaleyh, "Allah ile mi?" denilip de, bununla "Allah'ın zikri ile mi?" manasının kastedilmiş olması imkansız değildir.

3)  Belki de münafıklar, "Muhammed Şam kalelerini ve köşklerini nasıl ele geçirecek?" dediklerinde, bazı müslümaniar, "Bu işte Allah ona yardım eder ve size karşı O'nu destekler" dediler. Sonra da bazı cahil münafıklar bu sözü, tıpkı dinsiz cahillerin âdeti üzere, Allah'ın kudretini zedeleyecek bir tarzda söylemişlerdir. İşte bundan maksat budur. Ayette geçen "O'nun aletleriyle..." tabiri ile, Kur'an ve din ile ilgili diğer şeyler kastedilmiştir. "O'nun Resulü" İfadesiyle, kimin kastedildiği açıktır. Bütün bu izahlar, münafıkların, o sözü istihza yollu söylediklerine delâlet eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Özür dilemeye kalkmayın. Çünkü siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [94]

 

Birinci Mesele

 

Vahidî, ayetteki kelimesi hakkında, dilcilerin şu iki görüşünü nakletmiştir: [95]

 

İtizar Kelimesinin Manası

 

Birinci görüş: Bu, "Günahların bağışlanmasını istemeyin" demektir ve Arapların, evler eskiyip yıprandığında söyledikleri tabirlerinden alınmıştır. Nitekim Arapça'da "Eski bir eve rastladım" denilir. "Binâenaleyh "i'tizâr", "eskimek" "silinmek" ve "silinmesini istemek"tir. Özür beyan eden de, günah ve kusurlarının izlerinin silinmesine uğraşmış olur.

İkinci görüş: İbnü'l-A'râbî şunu nakleder: "l'Uzar' kesmek" manasın^ Nitekim Arapça'da (sünnet edilirken) kesildiği için, erkeğin tenasül uzvunun uçunca kılıfına (deriye),  denilir. Kızın bekâretine de denilir. Çünkü o da kesit parçalanır.  Sular kesildiği zaman, denilir.  Binâenaleyh,  "özür kınamanın kesilip sona ermesine bir vesile olduğu için bu adı almıştır. Vahidî he-iki görüşün birbirine yakın olduğunu, çünkü günahın eserini silme ile kınamanın kesilmesinin birbirine yakın şeyler olduğunu söylemiştir. [96]

 

İkinci Mesele

 

Allah Teâiâ, bu istihzanın bir küfür olduğunu beyan buyurmuştur. Akıl da, eğlence olsun diye, küfür (inkâr)

olacak   bir  şeyi  yapmanın  caiz  olmadığını  gösterir. Binâenaleyh, onların "Biz lafa dalmış, şakalaşıyorduk" şeklindeki sözlerinin, istihza hususunda geçerli bir mazeret olmadığı sabit olmuş olur. Dolayısiyle, aslında bu bir özür olmayınca, Allah Teâlâ onları mazeret olarak bunu ileri sürmekten men etmiştir. Çünkü bâtıl sözlerden men etmek gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Özür dilemeye kalkmayın", yani "Bu suçu savuşturmak için, böyle bir mazeret ileri sürmeyipiz" buyurmuştur. [97]

 

Dinle Alay Etmenin Bazı Hükümleri   

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "(Çünkü) siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz" buyruğu bazı hükümlere delalet eder:

Birinci hüküm: Din ile istihza, nasıl Allah'ı inkâr saydır? Bu böyledir, çünkü istihza hafife almaya delalet eder.

Halbuki Allah'a iman hususundaki en büyük gaye, bütün imkânlar kullanılarak Allah'a ta'zimdir. Bu iki şeyi (yani tazim ile hafife almayı) birleştirmek imkânsızda.

İkinci hüküm: Bu, "küfür (inkâr), sadece kalbe ait fiillerde (niyet, düşünce ve inançta) olur" diyenlerin görüşünün bâtıl olduğunu gösterir.

Üçüncü hüküm: Bu, daha önce münafıkça davransalar bile, onlardan çıkan bu sözün gerçekte bir inkâr olduğuna ve inkârın kâfirden, zaman zaman tekrar sâdır olacağına delalet eder.

Dördüncü hüküm: Bu, onların küfrünün mü'min olmalarından sonra meydana geldiğini gösterir.

Birisi "onlar münafık oldukları halde, onlara nasıl "mü'min" denilebilmiştir?" diyebilir. Biz de deriz ki: '"Hasan el-Basri şöyle demektedir: "Bu söz, 'Mü'min olduğunuzu açıklamanızdan sonra, kâfir oldunuz" demektir." Başka alimlerde bunun, "Mü'minler nazarında müslüman olduğunuz halde, o mü'minlerce kâfir olduğunuz anlaşıldı" manasında olduğunu söylemişlerdir ki bu iki görüş, biribirine yakındır.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "İçinizden bir zümreyi affetsek bile, (diğer) bir zümreyi azablandıracağız" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [98]

 

Kıraat Farklılıkları           

 

Âsim, bunu nun ile ve zal harfinin kesresi ile nuazzib ve mansub olarak tâifeten şeklinde okumuştur. Buna göre, Allah   Teâlâ   kendisinin,   onların   içinden   bir   zümreyi affedeceğini, diğer bir zümreye de azab edeceğini bildirmiştir. Diğer kıraat imamları ise,-bunu yâ ile ve yâ'nın zammesi ile müzekker meçhul olarak in yu'fe (Eğer bir zümre affolunur ise);devamını ise müennes meçhul olarak (Diğer Dir zümreye de azab edilir) şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi, Mücahid'in bunu müennes meçhul olarak diye okuduğunu naklederek şöyle demiştir; "En uygun olan, bu fiili müzekker okumaktır. Çünkü burada müsnedün ileyh (nâib-i fail), bir zarftır. Bu tıpkı Arapların "Hayvan sürülüp götürüldü" deyip.de, (müennes fiil ile) dememesine benzer. Mücahid'in bunu neden böyle okumuş olduğunun izahı şudur: Belki de o, bunun manasının   "Eğer bir zümre affolunursa, sen de affolunu'rsun" şeklinde olduğunu düşünerek bunu böyle okumuştur. Bu mana garibtir, doğru değildir. Güzel oian, ekseri imamların okuduğu gibi, birincisini müzekker olarak şeklinde, ikincisini de müennes olarak, üiU? şeklinde okumaktır. [99]

 

İkinci Mesele

 

Müfessirler şunu anlatmışlardır: Her iki grub da üç kişi idiler. İkisi alay etmiş, biri de gülmüştü. O halde birinci grup gülen, ikincisi de eğlenen, alay eden gruptur. Gülen grubun günâhı daha hafif olunca, Allah onu affetti. Alay edip eğlenenlerinki daha ağır olunca, Allah onları affetmedi.

Kâdî şöyle demektedir: Bu uzak bir ihtimaldir. Zira Allah her iki grubun da kâfir olduğunu bildirmiştir. Hem de Allah, kâfiri, ancak tevbe edip İslâm'a dönmesinden sonra affeder. Yine Allah kâfire, ancak küfründe ısrar ettiği için azab eder. Ama tevbe edip İslâm'a dönmesi halinde Allah kâfire azab etmez. Binaenaleyh, Alteh, bir topluluğu affedip diğerine azab ettiğini bildirince, burada affettiğini haber verdiği o grubun, küfürlerinden tevbe edip İslâm'a dönmüş olmalarının; kendilerine azab ettiğini haber verdiği o grubun da, küfürlerinde ısrar edip İslâm'a dönmediklerinin tahmin edilmesi gerekir. Belki de o tek grup, tenkid ve ta'n etme hususunda ileri gitmeyip, bu hususta diğerlerine uymadığı için küfrü hafif olmuş, daha sonra da Allah, onu iman etmeye ve küfürden çıkmaya muvaffak kılmıştır. İşte bu bâtıl bir işe dalan kimsenin, onu azaltma gayretine girmesi gerektiğine delalet eder. Zira onun, bunu azaltmasının bereketiyle, Cenab-ı Hakk'ın, onun, o halinin tümü hususunda tövbesini kabul etmesi ve O'nu buna muvaffak kılması umulur. [100]

 

Üçüncü Mesele

 

Alimler şöyle demişlerdir: Ayette bahsedilen bu iki grupun üç kişi oldukları rivayetlerle sabit olmuştur Binaenaleyh bu iki gruptan birisinin tek bir insan olması gerekir. Zeccac şöyle der: Arapçada "taife" kelimesinin asıl manası, cemaat ve topluluktur. Çünkü "taife" bir şeyi sarması mümkün olan miktar demektir. Ama tek bir şeyin de "taife" ismini alması, tek bir şeye de taife denmesi mümkündür. Nitekim Cenab-ı Hak, "Müminlerden bir kısım da bunların azabına şahid olsun" (Nur, 2) buyurmuştur, Topluluğun en azı bir kişidir.

Ferra, İbni Abbas'ın şöyle dediğini senediyle birlikte rivayet etmiştir: "Taife" bir ve birin üzerinde olan kimselerdir. Tek bir şahsın, "taife" diye adlandırılması hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) Bir mezhebi tercih edip onu destekleyen kimse, onu devamlı müdafaa eder ve onu destekler. Böylece de o kimse sanki, kalbiyle o şeyi kuşatmış ve onu, her taraftan savunmuş gibi olur. İşte bu sebeple de, tek bir kimsenin, "taife" diye isimlendirilmesi uzakta Vvrc\at

b) İbnu'l Enbarî şöyle demektedir: "Araplar cem'i (çoğulu), müfred (tekil) yerinde kullanır ve mesela şöyle derler: "falanca, develer üzerinde Mekke'ye yollandı..." Allah Teâlâ da, Nu'aym İbn Mesûd el-Eşcaî'yi kastederek "Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, "insanlar, sizin aleyhinizde ordu topladılar. Öyleyse onlardan çekinin(...)" (Ai-iimran, 173) buyurmuştur." "Taife kelimesiyle, tekil mana murad edildiğinde, aslının taifen şeklinde olup, mübalağa manası ifade etsin diye, sonuna tâ (*-.) harfinin getirilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ikinci gruba azâb etmiş olmasını, onların "mücrimler", günahkârlar olmasına bağlamıştır. Bil ki, her iki grup da küfürde müşterek olunca, suçta da müşterek olurlar. Halbuki, azâb etmeyi bu iki kısımdan birine tahsis edip» hususi bir hükmü umumî bir sebebe bağlamak caiz değifdir. Hem azâb etmek, o anda meydana gelen bir hükümdür. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar mücrim idiler" buyruğu, bu suçun, geçmiş zamanda onlardan sâdır olduğuna delalet eder. Şu anda tahakkuk eden bir hükmü,geçmiş (önceki) bir sebebe bağlamak mümkün değildir.

Tam aksine evlâ olan, ayetteki ifâde şeklinin, "Onlar, günahkâr oldukları için" şeklinde olmasıydı.

Bil ki buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu, ikinci grubun suçunun, birincisinden daha ağır ve daha çok olduğuna dikkat çekmektir. Binâenaleyh, hüküm, bu ağır suça bağlanmış olur. Hem bu ifadede, bu suçun hâlâ devam ettiğine, bitmediğine ve dolayısıyla da, azab etmeyi gerektirdiğine bir dikkat çekme bulunmaktadır. [101]

 

Münafıkların Şerri Yayıp İyiliği Önlemeleri

 

"Münafık erkekler de, münafık kadınlar da birbirinin tamamlayıcı parçasıdırtar (hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü emrederler, iyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar, ellerini cimrilikle sımsıkı yumarlar. Onlar Allah'ı unuttular, Oda onları unuttu. Şüphesiz ki münafıklar, fâsıklann tâ kendileridir" (T«vbe, 67).

Bil ki bu, o münafıkların kepazeliklerinin ve kötülüklerinin bir başka çeşidinin açıklanmasıdır ki bunun maksadı, o kötü ameller ve çirkin fiiller hususunda, onların kadınlarının da erkekleri gibi olduğunu beyan etmektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Münafık erkeklerle münafık kadınlar nifak sıfatı hususunda, birbirinin tamamlayıcı parçasıdıriar" buyurmuştur. Bu, bir insanın tıpkı, "Sen benden; ben de sendenim" demesi gibidir Yani  "İşimiz ve durumumuz aynıdır; bu hususta seninle benim aramda bir fark yok " demektir.

Cenâb-ı Hak, bu küllî ifadeyi zikrettikten sonra, onun tafsilatını da zikrederek "Onlar kötülüğü emrederler, iyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar, ellerini cimrilikle sımsıkı yumarlar" buyurmuştur. Münker kelimesinin muhtevasına, çirkin ve kötü olan ner şey girer. Ancak ne var ki burada bunların en büyüğü, Hz. Peygamber'i yalanlamaktır. Ma'ruf kelimesinin muhtevasına da, her türlü iyilik dahildir. Ancak   ne var ki, burada marufun en büyüğü, Hz. Peygamber (s.a.s)'e iman etmektir.

Allah'ın  Ellerini cimrilikte (sımsıkı) yumarlar" buyruğuna şu manalar verilmiştir:

a)  Her türlü, her çeşit hayırdan.

b) Zekât, sadaka ve Allah yolundan infakta bulunmak gibi, farz olan her çeşit hayırdan.

Bu ikinci izah, doğruya daha yakındır. Çünkü, Allah Teâlâ onları, ancak vacib olanı terketmelerinden dolayı kınamıştır ki, bunun hükmüne, cihâd yolunda harcamada bulunmama da dahildir. Ve böylece Cenâb-ı Hak bu ifadeyle de, onların cihâda iştirak etmediklerine dikkat çekmek istemiştir. Bu tabirin kullanıltşıyla ilgili olan esas husus şudur: Bir şey veren kimse elini uzatır ve onu verirken elini açar. İşte bundan dolayı, vermeyen, cimri olan kimseye de, "elini yumdu, sıktı " denilmiştir. [102]

 

Allah'ın, Kâfirleri Unutmasının Manası

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak: Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu..." buyurmuştur.

Bil ki, bu ifadeyi zahirî şekliyle anlamak mümkün değildir, Zira, bu tabiri hakiki manada "unutmak" anlamına aldığımızda, onlar bu unutmaktan dolayı birzemme, tenkide müstehak olmazlar. Çünkü unutmak, beşerin takati dahilinde değildir. Hem bu unutma işi, Allah hakkında imkânsızdır. Öyleyse, bu tabiri tevil etmek gerekir. Bu tevil, şu iki yönden yapılabilir:

a) Bunun manası: "Onlar, Allah'ın emrini terkettiler. Böylece de, Allah âdeta unutulan biri durumunda oldu, Allah ise onları, mükâfaat ve rahmetinden mahrum haline getirmekle, adeta unutmakla cezalandırdı" şeklindedir. Böylece bu tabir en güzel bir biçimde (mukabele  üslûbu üzere)  gelmiştir.  Bu, Cenâb-ı  Hakk'ın "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme) drr.." (Şûrâ, 40) ayeti gibidir.

b) Unutmak, hatırlamanın zıddıdır. Binaenaleyh, o münafıklar, Allah'ı ibadetleriyle zikretmeyi ve O'na sena etmeyi terkedince, Allah da onları, rahmet ve insanıyla zikretmeyi, hatırlamayı terketmiştir. Unutmanın, hatırianmamadan kinaye yapılması, son derece güzel bir üslubtur. Zira, bir şeyi unutan, onu hatırlayamaz.  Böylece, "melzınV'un (unutma) ismi, "lâzım"dan (hatırlamama)dan kinaye kılınmış olur. Daha sonra  Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki münafıklar, {âşıkların tâ kendileridir..." buyurmuştur. Yani: "O münafıklar, fıskda, dinden çıkmada, hiçbir eksikliği bulunmayan, tam fâsık olan kimselerdir..." demektir. Allah, en iyisini bilendir. [103]

 

Kâfir ve Münafıkların Cezası

 

"Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kafirlere de, -kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere-, cehennem ateşini va'ad etti. Bu, onlara yeter. Allah, onları rahmetinden kovdu.   Onlara bitip tükenmeyen bir azâb vardır. (Ey münafıklar), siz de tıpkı kendinizden evvelkiler gibisiniz.   Halbuki onlar kuvvetçe sizden daha yamandı, malları, evlâdları daha çoktu.   (Bu dünyadaki) nasibleri kadar faydalanmak istediler, İşte, sizden evvelkiler nasıl Öyle nasiblerince yaşamak istedilerse, siz de yine kısmetinizce fayda aradınız. Siz de (o batağa) dalanlar gibi daldınız.   Onların dünyada da, ahirette de yaptıkları boşa gitti. İşte bunlar da, hüsran İçinde kalanların tâ kendileridir" (Tevbe, 68-69).

Bil ki Allah Teâtâ, daha önceki ayette, münafık erkek ve münafık kadınları unuttuğunu, yani onları, Allah'ın tâattna sarılmamaları sebebiyle cezalandırdığını beyan edince, bu tehdidini kuvvetlendirip, bu hususta münafıkları, kâfirlere katarak "Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de cehennem ateşini va'ad etti" buyurmuştur. Ebedî olan ateşin, en büyük ceza olduğunda şüphe yoktur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, onlara yeter" buyurmuştur. Bu, "Bu ceza onlara yeterlidir. Bundan daha şiddetli olan başka bir azâb yoktur, buna başkasını ilave etmek de mümkün değildir " manasındadır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, onları rahmetinden kovdu" buyurdu. Yani, "Cenâb-ı Hak, o şiddetli cezaya, hor hakir kılmayı, zemmetmeyi ve rahmetinden kovmayı da ilave etmiştir" demektir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara bitip tükenmeyen bir azâb vardır" buyurmuştur. Bir kimse şöyle diyebilir: "Azabın, mukîm (bitip tükenmez) olmasıyla, hâlid (devamlı, nihayetsiz) olması aynı şeydir. O halde, bu ifade bir tekrar olmuş olur.

Buna şu şekilde cevap verilir: "Bu, bir tekrar değildir. Bu ikisi arasında, birkaç yönden fark bulunmaktadır:

a) Onlar için, daha önce bahsedilen cehennem azabının ve onda ebedî kalışın dışında, devamlı, hiç bitip tükenmeyen başka bir azab bulunmaktadır. Bu (ebedi kalış) cehennem ateşiyle olan azabın, devamlı olduğuna delalet etmez.   Halbuki, Cenâb-ı Hakk'tn: "Onlara bitip tükünmeyen bir azab vardır" buyruğu, onlar için, bunun yanında başka bir çeşit azabın bulunduğuna delalet eder." •

Bir kimse şöyle diyebilir: "Yaptığınız bu tevil müşkildir. Zira Cenâb-ı Hak, "muhalled, sürekli olan ateş" hakkında, "Bu, onlara yeter" buyurdu. O ateşin yetmesi, başka bir şeyin ona ilave edilmesine mânidir. "

Buna şu şekilde cevap verilebilir: "O, cehennem ateşi, onların canlarını yakma, acı ve sızı verme hususunda kâfi ve yeterlidir. Bununla birlikte bu azaba, onlara daha fazla azâb edebilmek için, bir başka çeşit azâb da ilâve edilebilir. "

b)  Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara, bitip tükenmeyen bir azâb vardır", buyruğu ile onların bu dünyada, yakalarını kurtaramadıkları bir azâb kasdedilmiştir. Bu da onların, nifakın vermiş olduğu yorgunluğu Hz. Peygamber'in onların sırlarına, içlerine muttali olma korkusuna ve çok çeşitli bir biçimde rezil kepaze edilmekten çekinmeye katlanmalarıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın: münafıklar), siz de tıpkı kendinizden evvelkiler gibisiniz..." buyurmuştur. Bil ki, bu ifade gaibten hitab sigasına geçme olup, ifadenin başında bulunan kâf, teşbih içindir. Binaenaleyh bu ifade, şu manalara gelebilir:

a) Ferrâ şöyle demiştir: "Bu: "Siz, sizden öncekilerin yaptığı gibi yaptınız " anlamındadır. Buna göre mana şu şekilde olur: "Allah Teâlâ, münafıkları, münkeri emredip ma'rûf'dan nehyetme ve ellerini hayırdan geri tutma hususunda, kendilerinden önce geçmiş olan kâfirlere benzetmiş, sonra da o kâfirleri, o münafıklardan daha güçlü, mal ve evlâd bakımından daha fazla olmakla nitelemiştir. Daha sonra da onların, dünyada bunlardan bir müddet faydalandıklarını, sonra da yok olup helak olarak deva: nb, bitip tükenmeyen bir azabın içine düştüklerini beyan buyurmuştur. " O halde, ey münafıklar siz, daha zayıf olduğunuz ve malınız da daha az olduğu için, haydi haydi böyle olacaksınız " denilmek istenmiştir.

b) Allah Teâlâ, münafıkları, dünya lezzetini taleb etmek, elde etmek amacıyla Allah'ın tâatından yüz çevirmiş olmaları hususunda, kendilerinden önce yaşamış olan önceki kâfirlere benzetmiştir. Daha sonra da o kâfirleri, mallan ve çoluk çocukları çok olmakla, kendi nasiblerince yaşamış olmakla vasfetmiştir. Ayette geçen halâk kelimesi "nasib" anlamına gelmekte olup, "nasîb" insan için takdir edilip yaratılan

mal demektir. Nitekim, "onun bir kısmeti var" anlamında onun bir hissesi, payı var manasında da, denilmektedir.. Yani, "Bunlar, onun için sabittir, kesindir" demektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin kendi nasiblerinden . faydalandığını zikretmiştir. (Bu sebeple Cenâb-ı Hak), "Ey münafıklar, o kâfirlerin, kendi nasib ve kısmetlerinden istifade etmeleri gibi, siz de kendi nasib ve hissenizden istifade eder, yararlanırsınız" demek istemişti".

Buna göre şayet: "Cenâb-ı Hakk'ın, öncekiler hakkında, "nasiblerinden yararlanma" hususunu bir kere zikretmesinin; sonra da bu hususu münafıklar hakkında ikinci olarak; sonra bunu tekrar öncekiler hakkında üçüncü kez getirmesinin faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Bunun hikmeti şudur: Allah Teâlâ, öncekileri, dünyevî hazlara, zevklere dalmaları sebebiyle, dünyevî hazları ve zevkleri yerine getirmek suretiyle bunlardan yararlanıp böylece de uhrevî saadetlerden mahrum otmalarr sebebiyle zemmetmiş, kınamıştır. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, onları kınadıktan sonra, söze yeniden başlayarak, münafıkların durumunu kâfirlerin durumuna benzetti. Dolayısıyla, bu tabir mübalağa ve te'kîdin zirvesine çıkmış olur.    Bunun bir benzeri de şudur: Bazı zalimlerin zulümlerinin çirkinliğine, onların dikkatlerini çekmek isteyen kimse, o kimselere, "Sen tıpkı Firavun gibisin. Çünkü o, suçsuz yere cana kıyıyor ve hiçbir sebep olmadan azab ediyordu. Sen, tıpkı onun yaptığını yapıyorsun   " der. Netice olarak diyebiliriz ki, buradaki tekrar bir te'kid ifade etmek içindir.

Cenâb-ı Hak, o münafıkların dünyayı elde etme, ahiretten de yüz çevirme hususunda, kendilerinden önce geçen kâfirlere benzediklerini beyan buyurunca, bu iki grup arasında, peygamberleri yalanlama, onlara tuzaklar kurup hilefer yapma ve onlara zulmetme hususunda bir benzerliğin bulunduğunu da beyan ederek Siz de o batağa dalanlar gibi daldınız" buyurmuştur, Ferra, bu ifadeye: "Cenâb-ı Hak, bununla "Siz, o dalanların dalışı gibi daldınız.." manasını kasdetmiştir" anlamını vermiştir. Buna göre, ayette geçen ellezi kelimesi, fiilin delalet ettiği ve hazfedilmiş bulunan bir masdarın sıfatı olmuş olur..

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onların dünyada da. ahiretîe de yaptıklar boşa gitti..." buyurmuştur. Yani, "Onların iyi amelleri, iyilikleri, bu dünyada, ölümleri fakirlikleri ve izzetten zillete, kuvvet halinden de zayıflığa geçmeleri sebebiyle: amellerine bir mükafaatın verilmemesi, aksine en şiddetli bir azaba duçar olmaları sebebiyle de ahirette bâtıl olmuş, boşa çıkmıştır. bunlar da hüsran içinde kalanların ta kendileridir." Çünkü onlar nebilere ve resullere sed çekme hususunda kendilerini yormuşlar ve bu hareketleriyle. üüTvyaıe ahvelle hayvr û\a şeylevle Aen kaçuarak üünvüave atûrette bw cezaum içine düşmüşlerdir. Bu ifadenin maksadı şudur: Allahu Teâlâ, o münafıkların durumunu o kâfirlere benzetince böylece Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin o münafıklardan daha güçlü; mal ve çoluk çocuk bakımından da daha fazla olmalarına rağmen, onların başına gelmiş olan şeyin amellerinin boşa çıkmış olması, rezil ve rüsvay kılınmış olduğunu; bu çirkin ameler hususunda onlara benzeyen münafıkların da haydi haydi dünya ve ahiret azabına düşeceklerini ve dünya ve ahiret hayırlarından mahrum olacakların; beyan buyurmuştur... [104]

 

Onlardan Önceki Kâfir Topluluklar

 

"Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nûh. Ad, Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen sahiplerinin, Mûtefikelehn haberi de gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı" (Tevbe, 70)

Bil ki Allah Teâlâ, münafıkları, dünyayı arzulama, peygamberleri yalanlama ve onlara, alabildiğince ezada bulunup işkence etme hususunda, kendilerinden önce yaşamış olan kâfirlere benzetince, onlardan önce yaşamış olan o kâfirlerin de kimler olduğunu beyan ederek, işte şu altı kısmı zikretmiştir:

Birincisi, Nûh Kavmi'dir ki, Allah onları suda boğmakla yok etmişti . İkincisi, Âd Kavmi'dir ki, Allah Teâlâ onları faydasız, kısır bir rüzgârı üzerlerine salıvermekle imha etmişti. Üçüncüsü Semûd Kavmi'dir ki, Allah onları, sayha ve yıldırım göndermekle imha etmişti. Dördüncüsü İbrahim'in Kavmi'dir ki, Allah onları, nimetlerini kendilerinden çekip almak ve haberlerde varid olan rivayetlere göre Nemrûd'un beynine bir kara sinek musallat etmekle helak etmişti. Beşincisi, Şuayb (a.s.)'tn Kavmi'dir ki, bunlar Medyen Halkıdır Bunlara bu isim, Medyen İbn İbrahim'in soyundan olmaları sebebiyle verilmiştir. Allah bunları da, "gölge günü" azabıyla helak etmişti. Altıncısı da, Mû'tefike, yani Lût (a.s)'un Kavmi'dir ki,Allah bunları da, arazilerinin üstünü altına, altını da üstüne çevirmek ve üzerlerine taş yağdırmak suretiyle helak etmişti.

Vahidî şöyle demiştir: "Mû'tefikât, mû'tefike kelimesinin çoğuludur. Arapça'da, kelimesi, çevrilmek, altüst olmak anlamına gelir. O halde, o belde, halkıyla beraber altüst oldu, altı üstüne geldi, yani üstü altına, altı da üstüne çevrildi, demektir. Nitekim denilir, Yani, "O, onu döndürdü, o da döndü   " demektir. Bu açıklamaya göre "mû'tefike" o beldenin sıfatı olmuş olur.  Bu tabire "O beldenin halkının iyi hallerinin şerre dönüşmesi " manası da verilmiştir.

Bil ki Allah Teâlâ, ayetin başırida: "Onlara, kendinden evvelkilerin (...) haberi de gelmedi mi?" buyurmuş ve bu altı grubu zikretmiştir. Allah böyle beyan buyurmuştur; zira onlara, onların haberi, bazan onların bu haberleri halktan duymaları, bazan da, bu kavimlerin beldelerinin -ki bunlar, Şam beldeleridir-Arapların beldelerine yakın olmaları ve o beldelerde eski kavimlerin izlerinin görülüp müşahede edilmesi yoluyla ulaşmıştır. Ayetteki "gelmedi mi?" tabiri her ne kadar bir soru ise de, bu cümle ile, takrir manası murad edilmiş olup, "Onlara o kavimlerin haberleri ulaştı.." anlamındadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak  "Peygamberleri onlara... mucizeler getirmişti.." buyurmuştur ki, bu o grupların hepsiyle alâkalı bir hüküm ve cümledir. Burada mutlaka hazfedilen bir kısmın bulunduğunu, takdirinin de, "O peygamberler mucizeleri getirdiler de [Kavimleri, onları yalanladı; böylece de Allah Teâlâ, onları hemencecik imha etti" şeklinde olduğunu söylemek gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak,"Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın onlara ulaştırdığı o azab, Allah tarafından yapılmış bir zulüm değildir. Çünkü onlar o azabı, kendi çirkin fiilleri ve peygamberlerini alabildiğine yalanlamaları sebebiyle hak etmişlerdi. Aksine, onlar kendilerine zulmettiler..." demektir.

Mutezile şöyle demiştir: "Bu ayet, Allah Teâlâ'dan zulüm filinin sudur etmesinin doğru olmayacağına delalet'eder. Aksi halde Cenâb-ı Hakk'ın zulmetmemekle övünmesi, yerinde ve güzel olmazdı. Bu, O'nun kesinlikle zulmetmeyeceğine delalet etmektedir. Yine bu, Allah'ın, kâfirde küfrü yaratıp, sonra da ona bu küfründen dolay azâb etmeyeceğine delâlet eder. Yine zulmü işleyenin kul olduğuna, Allah'ın "Fakar onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı " buyurması da deialet etmiştir. Onların bu iddialarını bu kitapta defalarca öle almış bulunuyoruz.

"Mü'min erkekler de mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir. Bunlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlar yok mu? Allah onları, rahmetine mazhar edecektir. Muhakkak ki O, azizdir, hakimdir" (Tevbe. 71).

Bil ki Allah Teâlâ, münafıkları, bozuk amelleri ve çirkin fiilleri ile iyice vasfedip bunun peşinden de onlarla ilgili, gerek dünyevi gerekse uhrevi çeşitli tehditlerini zikredince müteakiben bu ayette, münafıkların sıfatlarının aksine,mü'minleri hayırlı sıfatlar ve iyi amellerle nitelemiş, bundan sonra, burada, omü"minleriçin hazırladığı daimi mükâfaatlan ve devamlı nimetleri zikretmiştir. [105]

 

Mü'minlerin Sıfatları

 

Mü'minlerin sıfatlarına gelince bu, "Mü'min erkekler de mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir..." buyruğunda bildirilmiştir.

Şayet "Cenab-ı Hakk'tn, münafıkların sıfatı hakkında, "Münafık erkekler de, münafık kadınlar da birbirlerinin tamamlayıcı parçasidırlar..." (Tevt». 67) buyurup, bu ayette mü'minlerin sıfatı hakkında da, "Mü'min erkekler de mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir..." buyurmuş olmasının sebebi nedir? O, niçin, münafıklarla

ilgili oîan ayette min lafzını, mü'minlerle ilgili olan ifadede de (veliler) lafzını zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Cenâb-ı Hakk'ın, münafıkların sıfatıyla alakalı olarak, buyurması, tâbi olanların nifakının, seleflerinin, kendilerinden önce geçmiş olanların" nifakına dayandığına ve ondan filizlenmiş bir şey gibi olduğuna işaret etmektedir. Durum, haddizatında da böyledir. Çünkü halkın, tebaanın küfür ve nifakı, büyüklerini taküt etmeleri ve hevâ, huy ve âdetlerinin muktezası sebebiyle meydana gelmiştir. Ama, mü'minler arasında meydana gelen uyum, ahenk, bir temayül ve bjr âdet sebebiyle değil, aksine istidlalde, tevfik-i ilahîde ve hidayet üzre bulunmada müşterek olmaları sebebiyle meydana gelmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, münafıklar hakkında mü'minler hakkında da buyurmuştur.

Bil ki, velayet adavetin, düşmanlığın zıddıdır. Daha önce, "velayet" lafzında aslolan mananın, yakınlık, kurbiyyet olduğunu söylemiştik. Bu mâna, "velayet"İn "adâvef'in zıddı olmasıyla da kuvvet kazanır. "Adavet" kelimesi de, bir kimse bir şeyden vazgeçtiğinde söylenilen  tabirinden alınmıştır. Bil ki Allah Teâlâ, mü'minleri birbirlerinin velisi, dostu olmakla vasfedtnce, bunun peşinden, o dostluğun adeta bir tefsin ve izah) olacak şeyleri de zikrederek,  "Bunlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılar, zekatı verir, Allah'a ve Resulüne itaat ederler " buyurmuş ve böylece, mü'minin münafıktan ayrılmış olduğu bu beş hususu zikretmiştir. O halde münafık Cenâb-ı Hakk'ın geçen ayetinde de vasfettiği gibi, kötülüğü emredip iyilikten sakındırmaya çalışır; mü'min ise, bunun aksini yapar. Münafık, namaza, bir tür tembellikle kalkar; mü'min ise, bunun aksi haldedir. "Ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar" (Tevt». 67) ayetinde de buyurulduğu üzere, münafık, zekat ve diğer farzlar hususunda cimrilik eder, mü'min ise, aksine zekatını ve diğer vecibelerini yerine getirir.

Allah'ın da vasfettiği gibi, Allah ve Resulü, münafığa cihada koşmasını emrettiğinde, o, kendisi cihda katılmadığı gibi, başkalarını da katılmaktan alıkoymak ister. Halbuki mü'min bunun aksini yapar ki, işte bu husus ayette "Allah'a ve Resulüne itaat ederler" lafzıyla beyan edilmiştir.

Cenâb-ı Hak, mü'minlerin sıfatlarını belirtince, münafıklara cehennem ateşini vaadetmesine karşılık mü'minlere de gelecekteki rahmetini, yani ahiretteki mükâfaatını

vaadettiğini beyan ederek, İşte bunlar yok mu? Allah onları rahmetine mazhar edecektir" buyurmuştur. kelimesinde sin harfinin getirilmesi, tekid ve mübalağa manasını ifade etmek içindir. Bu, senin tıpkı, "Senden bir gün intikamımı alacağım" sözündeki tehdidi, sin harfiyle ifade etmen gibidir.   Yani, "Geç de olsa, sen elime düşeceksin.  Benden kaçamayacaksın ' demektir. Bunun benzen olan ayetlerde "Rahman olan (Allah), onlar için bir sevgi verecektir" (Meryem, 96); "Elbette Rabbin sana verecek, sen de hoşnut olacaksın,. " (Duha, 5)ve "Mükafaatlar. kendilerine verilecektir... " (Nisa. isi) ayetleridir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki O, azizdir, hakimdir" buyurmuştur. Bu ayet, tam bir teşvik ve sakındırmayı ifade eder. Çünkü "azîz", kulları hakkındaki rahmet ve cezasına dair murad etmiş olduğu hükümlerden vazgeçirilemeyen; "hakim" ise, adeletin ve doğruluğun gerektirdiği bir biçimde, kullarının işlerini yöneten kimse demektir. [106]

 

"Allah, mü'min erkeklere de, mü'min kadınlara da -kendileri, içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altından ırmaklar akan Adn cennetlerini ve çok güzel meskenler va'adetti. Allah'ın rızası ise mükâfaatların en büyüğüdür, işte bu, en büyük saadettir" (Tevbe, 72).

Bil ki Allah Teâla, önceki ayette va'adini kısaca zikredince, bu ayette de bu va'adi, tafsilatlı bir biçimde anlatmıştır. Bu böyledir, zira O {önceki ayette rahmetini va'adetmişti. Bu ayette ise. bu rahmetin şunlar olduğunu beyan buyuruyor: [107]

 

Allah'ın Rahmetinin Meyveleri

 

Birincisi:   Ayetteki "O - kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetlerini... " kısmında bildirilen husustur. Doğruya en yakın olanı, Allah Teâlâ'nın bu ayetteki "cennetler" sözüyle, bakan kimsenin bakış alanı içinde olan bahçeleri kasdetmiş olduğunun söylenmesidir. Zira Cenâb-ı Hak bu ifadeden sonra, ıVe çok güzel meskenler va adetti.." buyurmuştur. Matufun, ma'tuîun aleyhden başka olması gerekir. O halde o cennet ehlinin meskenleri Adn cennetleri; manzaraları da, etrafındaki bahçeler olmuş olur. Binaenaleyh, o cennetleri Adn olarak vasıflamanın anlamı, o bahçelerin insanların iskân etmiş olduğu evler yerine geçmiş olmasından dolayıdır. Diğer cennetlere gelince, buntar. insanın gezip dolaşmak ve dostlarıyla karşılaşmak için gittiği bağlan, bahçeler yerine geçmiş olur. [108]

 

Adn Cennetleri Hakkında

 

İkincisi: Cenâb-ı Hakk'tn "Adn cennetlerinde güzel meskenler va'adetti " ayetinin ifade ettiği husustur. Hadisçiler, Adn cennetlerinin sıfatı hakkında çok söz söylemişlerdir. Hasan el-Basri şöyle demiştir: "İmrân İbn el-Husayn ile Ebu Hureyre'ye,Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun ne demek olduğunu sordum da onlar: "Tam adamına rastladın, (bilenine rastladın)" diyerek sözlerine şöyle devam ettiler: "Biz bunu Hz. Peygamber'e sormuştuk. O da şöyle demişti: "Bunlar, cennette incilerden yapılmış olan köşklerdir. Her köşkte kırmızı yakuttan yetmiş "dâr"'[109] her"dâr"da yeşil zümrütten yetmiş ev; her evde yetmiş divan: her divan üzerinde yetmiş yatak: her yatak üzerinde de. pek güzel huriler vardır. Her evde. yetmiş sofra, her sofra üzerinde de yetmiş çeşit yiyecek: her evde de yetmiş hizmetçi vardır. Her sabah vaktinde mü'min kimseye, bütün bu hurilerle bir araya gelebilecek kuvvet verilir.." İbn Abbas'tan Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyle, hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kimsenin de aklına gelmeyen, kendi evlerini kasdettiği nakledilmiştir. Ben derim ki, İbn Abbas belki de şunu demek istemiştir: "Bunlar, Allah katında dereceleri iteri olan (mukarreb) kimselerin evlendir." Zira, İbn Abbas, Allah'ın herhangi bir evinin olamayacağını herkesten daha iyi bilendir. Ebu Hureyre (r.a)'den de şu rivayet edilmiştir: "Ya Resûlailah, bana cennetten bahset! Onlar neden yapılmıştır?" dediğimde, Hz. Peygamber (s.a.s.): "Altın ve gümüş kerpiçlerden, ki bunların sıva çamurları,  alabildiğince kokan  misk;  topraklan za'feran,  çakıl taşları inci. ve yakutlardır. Orada, külfetsiz elde edilen nimetler, ölümsüz bir ebedî hayat bulunur. Oradakilerin elbisesi eskimez, gençlikleri de son bulmaz... "'[110]'buyurdu

İbn Mes'ud: "Adn cennetleri, cennetin "butnân"ı (tam ortası)dır " demiştir. Ezberi, Cennetin "butnânının", cennetlerin tam ortası, merkezi manasına geldiğini, "vadilerin butnânı" ifadesinin de, sel sularının içinde biriktiği yerler anlamına geldiğini, bu kelimenin müfredinin de batn (karın, göbek) kelimesi olduğunu söylemiştir.

Atâ, İbn Abbas'm şöyle dediğini söylemiştir: "Adn cenneti, cennetin kasabası oiup, tavanı, Rahman olan Allah'ın Arş'ıdır. Burası peygamberlerin, nebilerin, şehidlerin ve hidayete ileten imamların, önderlerin bulunduğu şehirdir, Diğer cennetler ise, bunun etraftndadır. Ve orada, Tesnîm Pınarı vardır. Yine orada, inci, yakut ve altından yapılmış köşkler bulunmaktadır. Arş'ın altından güzel bir rüzgar eser ve böylece orada bulunanların üzerine alabildiğince kokan misk yığınları serper, savurur. "

Abdullah İbn Amr da şöyle demiştir: "Cennette, kendisine Adn denilen bir köşk vardır ki, bunun etrafında burçlar bulunur. O köşkün, beşbin kapısı, her kapıda da, beşbin hür ve âzâde kadın bulunmaktadır. Oraya ancak nebiler, sıddîkler veya şehidler girebilir."

Ben derim ki: Adn cennetleri hususundaki sözün özü şudur:

a) Bu, cennette belirli bir yerin adıdır. Naklettiğimiz bu hadis ve haberler de, bu görüşü kuvvetlendirmektedir.  Keşşaf sahibi de, "Adn kelimesi, bir "alem" (özel) isim olup, bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kullarına gıyaben va'ad buyurduğu Ad cennetleridir,. " (Meryem, 6ij ayetidir" demiştir.

b) Bu, cennetin sıfatıdır. Ezherî şöyle.demiştir, "Adn" kelimesi, Arapların, bir kimsenin bir yerde ikamet etmesini ifade etmek için söyledikleri tabirinden alınmıştır. Araplar yine, "Falanca kabilenin develerini, devamlı kalmak üzere falanca yere bıraktım" demektedirler. Bu, senin o deveyi o yerde kalmaya zorlaman ve böylece de o devenin oraya alışarak oradan ayrılmaması anlamına gelir. Cevherlerin yaratıldığı ve bulunduğu yere de "ma'din" adının verilmesi bundandır." Bu iştikakı benimseyen kimseler, cennetlerin hepsinin "Adn cenneti" olduğunu söylemişlerdir. [111]

 

En Büyük Mükâfaat: Allah'ın Rızası

 

Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetle va'adetmiş olduğu üçüncü mükâfaat buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu, "Allah'ın rızast, biraz önce bahsedilenlerin hepsinden daha büyük bu mükâfaattır" demektir. Bil ki bu, ruhani mutlulukların maddi saadetlerden daha kıymetli ve daha üstün olduğunun kesin delilidir. Bu böyledir, zira sevinmek işi, ya Mevtasının o kimseden razı olmasıyla, yahut o rıza sebebiyle, herhangi bir maddi lezzete nail olmasıyla olmuştur, yahut da böyle-olmamış, aksine o kimsenin, Rabbinin kendisinden razı olduğunu bilmesinin, kendisiyle başka bir şey tateb edilmeksizin, zatı gereği bir mutluluk ve sevinci gerektirmestdir. Birincisi bâtıldır; çünkü, bir şeyin vesilesi o gayeden daha yüce olamaz. Binaenaleyh, şayet Allah'ın rızasından maksat, o rıza sebebiyle, Allah'ın cennette hazırlamış olduğu yeme içme gibi lezzetlere ulaşmak olsaydı, o zaman bu rıza ile duyulan sevinç ve mutluluk, vesileyi elde etmekle erişilen bir sevinç ve o lezzetlerle meydana gelen sevinç de, maksadın hasıl olmasıyla meydana gelen sevinç olmuş olurdu. Halbuki biz, vesile ile meydana gelen sevincin gaye ile elde edilen sevinçten, mutlaka daha az olması gerektiğini söylemiştik. Böyle olması halinde, Allah'ın rızasının, cennetler ve güze! meskenler elde etmekten daha az değerli ve daha aşağı derecede olması gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allah Teâlâ, rızasını elde etmenin daha yüce, daha ulu, daha muazzam ve daha büyük olduğunu açık bir biçimde belirtmiştir. İşte bu, ruhani ve manevi mutlulukların, maddi mutluluklardan daha mükemmel ve daha kıymetli olduğuna kesin bir delildir.

Bil ki, hak ve doğru olan görüş, Allah'ın bu ayette ikisini birleştirdiği gibi, her ikisini birden kabul etmenin gerekli olmasıdır.

Cenâb-ı Hak, bu üç şeyi beyan buyurunca:  "İşte bu}ası! bu, en büyük saadettir,." buyurdu. Bu ifadeyle alâkalı olarak şu iki açıklama yapılmıştır:

1) İnsan, birisi latîf, ulvî, ruhanî; diğeri de kesif, cismanî ve süflî olmak üzere iki cevherden yaratılmıştır. İşte bu iki cevhere, bir mutluluk ve bir de mutsuzluk bitişmiştir. İmdi maddî hayırlar meydana gelip, bu hayırlara da ruhani mutlulukların gerçekleşmesi eklenince rûh, kendisine uygun mutlulukları elde etmiş olur; beden de, kendisine uygun saadetlere ulaşmış olur.   İşte bunun, en büyük kurtuluş olduğunda şüphe yoktur.

2) Allah Teâlâ, münafıkları vasfederken, onların, dünyevi nimet ve lezzetlerden istifade etme bakımından kendilerinden önce yaşamış olan kâfirlere benzemekte olduklarını beyan etmiştir.    Daha sonra da bu ayette, mü'minlere va'adedilen mükâfaati vasfetmiş, bundan sonra da, 'İşte bu, asıl bu, en büyük saadettir" buyurmuştur. Bu, "münafık ve kâfirlerin peşine düştükleri dünyadaki lezzetli şeylerden istifade etmek değil, evet, en büyük kurtuluş budur!" demektir. Rivayet olunduğuna göre Cenâb-ı Hak, cennetliklere, "Razı oldunuz mu?" der. Bunun üzerine onlar, "Sen bize, yaratıklarından hiç kimseye vermemiş olduğun şeyi vermişken, biz daha nasıl razı olmayalım?,." derler. Cenâb-ı Hak da, "Bundan daha üstününü yereyim mi size?" dediğinde, cennetlikler, "Bundan daha üstünü nedir ki?" derler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Size rıdvanımı, rızamı hela! kıldım. Size ebediyen gazablanmayacağim"[112] buyurur.

Bil ki, ruhanî mutlulukların maddi mutluluklardan daha üstün olduğuna bu hadisin delaleti, tıpkı ayetin delaleti gibidir. Ayetin izahı ise, en mükemmel bir biçimde geçmişti. [113]

 

Kâfirler ve Münafıklarla Cihad

 

"Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Karşılarında çetin ol. Onların barınakları cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!" (Tevbe. 73).

Biz, Allah Teâlâ'nın münafıkları, çirkin birtakım sıfatlarla nitelediğini, onları çeşitli cezalarla tehdit ettiğini ve âdetullahın da Kur'an-ı Kerim'de, her tehditle beraber güzel bir va'ad zikretmek şeklinde cereyan ettiğini söylemiştik. İşte bu sebeple hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, bunun peşinden mü'minleri kıymetli, temiz ve güzel birtakım sıfatlarla vasfetmiş ve onlara, yüce mükafaatlar ve yüksek payeler vaadetmiştir. Daha sonra da bu  ayette,  kâfir ve münafıkların hallerini açıklamaya yeniden başlayarak ''Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla mücadele et" buyurmuştur.

Bu ayetle ilgili olarak şöyle bir soru hatıra gelmektedir: "Ayet, münafıklarla cihadın farz olduğuna delalet etmektedir. Halbuki, bu caiz değildir. Zira münafık, küfrünü gizleyen ve lisanıyla onu inkâr eden kimsedir. Durum böyle olduğuna göre, onunla savaşmak caiz olmaz."

Bil ki alimler, işte bu müşkil vesilesiyle birtakım görüşler beyan etmişlerdir:

Birinci görüş: "Kâfirlerle savaşmak, münafıklara da ağır söz söylemek..." Bu, Dahhak'ın görüşüdür. Bu, uzak bir ihtimaldir. Zira Cenâb-ı Hakk'ın "Kâfirlerle ve münafıklarla mücadele et" buyruğunun zahiri, bu grupların her ikisiyle birden savaşılmasını gerektirir. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, j£j* Jâklj "karşılarında çetin ol" emrinin zahiri de, bu iki grubun ikisiyle de alakalıdır.

İkinci görüş: Allah Teâlâ; Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, zahire göre hükmetmesi gerektiğini beyan edince,  Hz.  Peygamber de,  "Biz,  zahire göre hükmederiz" buyurdu. Binaenaleyh, münafıklar müslüman olduklarını söyleyip küfürlerini gizlediklerine göre, onlarla savaşmak caiz olmaz.

Üçüncü görüş: Doğru olan bu görüşe göre cihad, "Gayretin ve gücün, adamakıllı sarfedilmesi" anlamındadır. Ayetin lafzında, bu cihadın kılıçla mı, lisanla mı veya başka bir yolla mı yapılacağına delalet edecek herhangi bir şey bulunmamaktadır. Bu sebeple diyoruz ki ayet, bu iki grupla cihad etmenin vacib olduğuna delalet ediyor. Ama bu mücahedenin nasıl yapılacağına gelince, ayetin lafzında buna delatet edecek herhangi bir şey bulunmamaktadır. Aksine bu husus, ancak bir başka delilden anlaşılabilir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Diğer deliller, kâfirlerle yapılan cihadın, kılıçla yapılması; münafıklarla yapılan cihadın da bazan hüccet ve delil getirmekle, bazan yumuşak davranmayı bırakıp sert davranmakla, bazan da onları kovmakla olması gerektiğine delalet etmektedir. Abdullah (İbn Mes'ûd), Hak Teâlâ'nın, "kafirlerle ve münafıklarla mücahede et!" ayetinin tefsirinde, şöyle demektedir: "Bu, bazan el İle, bazan da dil ile yapılır. Bunlara gücü yetmeyense, onunla karşılaşınca, kin ve gayzdan dişlerini göstersin. Buna da gücü yetmeyen kalbi ile büğz etsin."

Hasan el-Basri, münafıklarla cihad etmeyi, onlar sebeplerini işlediklerinde, onlara had ve cezaların uygulanması anlamına hamletmiştir.

Kâdî şöyle demiştir: "Hasanın söylediği bu görüş bir şey ifade etmez. Çünkü, münafık olmayan kimselere de, "had"leri ikame etmek farzdır. Binaenaleyh, bunun, münafıklara mahsus olması söz konusu olamaz." O, sözüne devamla şöyle der; "Hasan el-Basri, bu tefsiri, şu iki şeyden birisiiçin yapmıştır: "Ya, her fâsık münafık olduğu için, yahud da, Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında, genel olarak kendilerine had tatbik edilenlerin münafıklar ofmasından ötürü..."

 

'Münafıklar söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Andolsun, o küfür kelimesini söylemişlerdir. Onlar müslümanlıklarmdan sonra yine kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye de yeltendiler onlar. Halbuki, peygambere ve mü'minlere karşs kin besleyip intikam almaya yeltenmeleri için, Allah ile peygamberinin lütf-u inayeti ile onları zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep de yoktu. Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse, Allah onları dünyada da, ahirette de pek acıklı bir azaba uğratır, yeryüzünde onlar için ne bir yâr, ne bir yardımcı da olamaz" (Tevbe, 74). [114]

 

Ayetin Nüzul Sebebi

 

Bil ki bu ayet, bir grup münafığın, birtakım yanlış ve hata olan şeyler söylediklerine ve fakat onlara: "Siz, şöyle şöyle söylemişsiniz" denildiğinde, korkup böyle söylemediklerine dair yemin ettiklerine delalet etmektedir. Müfessirler, bu ayetin nüzul sebebi olarak şunları ileri sürmüşlerdir:

1) Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber, Tebûk Gazvesi'nde iki ay geçirdi. Bu arada kendisine Kur'an ayetleri nâzi! oluyor ve savaşa katılmayan münafıkları ayıplıyordu. Bu sırada, Cülâs İbn Süveyd: "Allah'a yemin ederim ki, bizim en şereflilerimiz olan ve Medine'de bırakmış olduğumuz kardeşlerimiz hakkında Muhammed'in söylemiş olduğu şeyler şayet doğru ise, biz eşekten daha adiyiz, kötüyüz, demektir" dedi. Bunun üzerine, Amir İbn Kays el-Ensari, Cülas'a "Evet, Allah'a yemin ederim ki, Hz. Muhammed doğrudur. Sen, eşekten dana adisin!" dedi. Bu söz, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ulaştı. Bunun üzerine Cülas, Hz. Peygamberin huzuruna çıkarıldı. Ve, o bunu söylemediğine dair, Allah'a yemin etti. Bunun üzerine Amir, ellerini yukarıya kaldırarak: "Allah'ım kuluna ve peygamberine, doğru olanı tasdik eden; yalancıyı da tekzib eden hükmünü, ayetini indir!" diye dua etti. İşte, bunun üzerine de bu ayet nazil oldu. Bunun peşinden de Cülas: "Hiç şüphesiz Allah, bu ayette tevbeden bahsetmektedir. Ben bu sözü söyledim, Amir doğrudur " dedi. Tevbe etti ve tevbesinde hep samimi kaldı.

2)  Rivayet olunduğuna göre bu ayet, Abdullah İbn Ubeyy hakkında nazil olmuştur. Çünkü o, Hz. Peygamberi kastederek: "Andolsun ki, şayet Medine'ye dönersek, aziz ve şerefli olanlar, zelil olanları Medine'den çıkaracaktır " dedi. Zeyd İbn Erkam bunu duydu ve Hz. Peygamber'e haber verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Abdullah İbn Übeyy'i öldürmeye niyetlendi. Bundan dolayı, Abdullah gelerek bunu söylemediğine yemin etti de, hemen bu ayet nazil oldu.

3) Katâde şunu rivayet etmiştir: "Biri Cüheyne, biri de Gıfâr Kabilesinden olmak üzere,   iki   adam   birbiriyle   dövüştüler.   Gıfâr  Kabilesi'nden  olan,   Cüheyne Kabilesi'nden olana üstün geldi.   Bunun üzerine Abdullah İbn* Übeyy:  "Ey Evsoğuiları,   kardeşinize   yardım   ediniz.   Allah'a  yemin   olsun   ki,   bizim   ve Muhammed'in misali, tıpkı "köpeğini besle, seni yesin"darb-ı meselinde olduğu gibidir " diye bağırdı.  Bunun, üzerine, orada bulunanlar, bunu Hz. Peygambere söylediler.   Abdullah, bu sözü söylemediğini ileri sürerek, yemin etmeye başladı. "

Kâdî şöyle demektedir: "Bütün bu hadiselerin, ayetten maksud olmasL uzak bir ihtimal değildir. Zira, Cenab-ı Hakk'ın, ifadeleri, sonuna kadar çoğul sığasında gelmektedir.   Çoğul sığasını tekit manasına almak, aslolan kaidenin hilafına bir durumdur.

Şayet, "Belki de bu tek kimse, bu sözü bir mecliste söylemiş ve orada bulunanlar da buna ses çıkarmamışlardır" denilirse, biz deriz ki: "Bu da. zahirin hilâfınadır. Çünkü sözü söyleyene değil de onu dinleyip ona razı olana isnat etmek, astolanın hilâfınadır Aksine evlâ olan, bu ayetin, rivayet edilen şu hususa hamledilmesidir; Münafıklar, Hz. Peygamber (s.a.s)'i Tebük'den dönerken, O'nu öldürmeyi planladılar. Bunların sayısı onbeş olup, gecenin karanlığı Akabe Tepesi'ni bürüdüğünde, Hz. Peygamber'! binitinden indirerek uçuruma yuvarlamayı kararlaştırmışlardı. Ammar İbn Yâsir, Hz. Peygamber'in binitinin yularını tutmuş, Kuzeyfe de, o hayvanın arkasından onu sürulorau. Derken, Huzeyfe ansızın deve ayaklarının kalkıp indiğini ve silah seslerini duydu. Geriye dönünce, maskeli bazı kimselerle karşılaştı. Bunun üzerine, Huzeyfe: "Savulun! Savulun! Ey Allah'ın düşmanları!.." dedi. Bu nida üzerine onlar da kaçtılar. " Görünen odur ki onlar, işte böyle bir gaye için bir araya geldiklerine göre, Hz. Peygamberin nübüvvetini tenkit ediyor, nübüvvet iddiasında O'nu yalanlıyorlardı. İşte, Cenab-ı Hakk'ın ayette bahsetmiş olduğu "küfür kelimesi"nin manası budur. " Bu görüş, Zeccâc'ın tercih ettiği bir görüştür.

 "Onlar müslümanhklanndan sonra yine kâfir oldular" buyruğuna gelince, bir kimse şöyle diyebilir: "Onlar müslüman idiyseler, daha naşı bu sözü, yani küfür kelimesini söylemeleri münasip olur?"

Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a)  Ayette  bahsedilen  "İslâm"  sözü  ile,   "Savaş"in  zıddı  olan  barış hah kastedilmiştir. (Böylece mana: "müslümanlıklarından sonra" yerine, "zahiren boyur eğip barış yaptıktan sonra" olur.) Çünkü ontar, münafık olunca, inkîyad edip barış istemişler, barışa yönelmişlerdi. Ama onlar, açıkça savaş ilan edince, onlarla savaşmak vâcib olmuştur.

b)  Onlar,   müslüman   olduklarını   izhâr   ettikten   sonra," küfürlerini  ortaya koymuşlardır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Başaramadıkları bir şeye de yeltendiler onlar "

buyruğuna gelince, bununla, onların Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürme hususundaki anlaşmaları kastedilmiştir. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'e bunu haber vermişti Böylece de, Hz. Peygamber onlardan korunmuş, onlar da amaçlarına ulaşamamışlardı. [115]

 

Münafıkların Zenginleşmelerinden Maksad

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki peygambere ve müminlere karşı kin besleyip intikam almaya yeltenmeleri için, Allah ile peygamberinin lütf-u inayeti İle onları zenginleştirmiş olmasından başka, meydanda bir sebep de yoktu.." buyruğu ile ilgili iki bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Ayette bahsedilen kelimesiyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:

a) O münafıklar, Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelmezden önce, bir geçim sıkıntısı içinde bulunuyorlardı.   Ne at yüzü görebiliyorlardı, ne de ganimet elde edebiliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye geldikten sonraysa, bol ganimetler aldılar, mallar edindiler, böylece güç ve kuvvete erdiler.   Bu da, onların, o peygamberi sevmelerine, O'nun uğruna can ve mallarını bezletmede gayret göstermelerine yol açtı.

b)  Rivayet olunduğuna göre Cülâs'ının bir kölesi öldürülür. Bunun üzerine Hz Peygamber (s.a.s), o kölenin diyeti olarak onikibin dirhem verilmesini emreder. Böylece de Cülâs, zengin olur.

İkinci bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, ortada, kendisi sebebiyle intikam alınacak herhangi bir şeyin bulunmadığına bir dikkat çekmedir. Bu, şairin tıpkı, "Onların Emeviler aleyhinde olmalarının tek sebebi, onların öfkelendikleri sırada hilim ile davranıp muarızlarını hemen cezalandırmayışlandır."

Ve Nabiğâ'nın "Onların, ordularla savaşmaktan ötürü kılıçlarında pekçok kırıkların bulunmasından başka, hiçbir kusur ve ayıbı yoktur"demesi gibidir. Yani, "Onlarda asla kusur yoktur" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur.." buyurmuştur. Bu ifadeyle, bu büyük suçun kendilerinden sâdır olmasından sonra, kalblerinin yumuşatılması amaçlanmıştır. Ayetin zahirinde, "onların ancak, tevbe etmeleri halinde hayır elde edecekleri" hükmünden başka bir hüküm bulunmamaktadır. Ama onların, bilfiil tevbe etmeleri hususuna gelince, bu, ayette yer almamaktadır. Biz, âlimlerin, Cülâs'ın tevbe etmesine dair söyledikleri sözü demin zikretmiştik. [116]

 

Münafıkları Bekleyen Azap

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer, onlar tevbe etmekten yüz çevirirlerse. Allah onları dünyada da. âhirette de pek acıklı bir azaba uğratır" buyurmuştur. Allah'ın ahiretteki azabı malumdur. Ama. onlara bu dünyada yapacağı azaba gelince, bu hususta şunlar ileri sürülmüştür:

a) Bununla şu murad edilmiştir: "İnsanlar arasında, onların kâfir oldukları anlaşılıp yayılınca, onlar tıpkı bir ehl-i harb,  "harbî" gibi oldular.   Böylece de onların öldürülmeleri, onlarla savaşılması, çoluk çocuklarının esir, mallarının da ganimet olarak alınması helâl olmuş olur.

b) Bununla, onların ölürken ve azâb meleklerini bizzat görürken başlarına gelen murad edilmiştir.

c) Bununla kabir azabı murad edilmiştir. Cenâb-i Hakk'ın, "Yeryüzünde onlar için ne bir yâr. ne bir yardımcı da olamaz" buyruğuna gelince bu, "Allah'ın azabı vacib olunca, kimseye, hiçbir dost ve yardımcı fayda veremez!" demektir. [117]

 

Münafıkların Kısımları

 

"İçlerinden kimi de Allah'a (şöyle) ahdetmişti: "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun. zekât vereceğiz, muhakkak ki salihlerden olacağız. Allah, kendilerine lütfundan verince de onunla cimrilik edip, arka çevirdiler. Onlar öyle dönektirler. Nihayet. Allah'a olan va'adlerini tutmadıkları, yalan söyledikleri için. O da bu fiillerinin âkibetini kalblerinde. kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar sürecek bir nifak yaptı. Münafıklar,hâîâ bilmediier mi fci, Allah şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de, fısıltılarını da biliyor ve muhakkak ki. Allah gaybleri çok iyi bilendir" (Tevbe. 75-78).

Bil ki bu sûrenin ekseriyeti, münafıkların hallerini açıklamakla ilgilidir. Münafıkların hallerinin çeşit çeşit olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak o münafıkları ve onların hallerini, ayrıntılı bir şekilde zikrederek, şöyle buyurmuştur: "Yine o münafıkların içlerinde öyle kimseler vardır ki, peygambere eziyyet ederler..." (Tevbe. 61); "İçlerinden sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayacaklar da var"(Tevbe. sa); "Onlardan kimi de: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" (Tevbe. 49); felçlerinden kimi de, Allah'a şöyle ahdetmişti: "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse." [118]

 

Ayetin Nüzul Sebebi

 

İbn Abbas (r.a) şunu anlatmıştır: "Hâtıb İbn Ebî Belte'a'nın, mallarının Şam'dan gelmesi gecikmiş, o da sıkıntıya düşmüştü. Bunun üzerine, Ensâr meclislerinden birisinde bulunduğu bir sırada Allah'a yemin ederek, "şayet bize lütf-u kereminden verirse, ben tasaddukta bulunacağım; Allah'ın vereceği maldaki hakkını, zekâtı vereceğim ve böylece muhakkak ki salihlerden olacağım..." demişti." [119]

 

Sa'lebe'nin Kıssası

 

Bu ayetin en meşhur nüzul sebebi olarak şu hadise anlatılmıştır: "Sa'lebe İbn Hâtıb, "Ya Resulallah, Allah'a dua et de, bana mal mülk versin.." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ey Sa'lebe, şükrünü eda edebileceğin az mal, takat getiremiyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.. "[120]dedi. Sa'lebe, Hz. Peygamber'e tekrar müracaat ederek: "Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, şayet, Allah bana mal verirse, her hak sahibine hakkını vereceğim..." dedi. Bunun üzerine de Hz. Peygamber onun için dua etti. Derken o, bir koyun edindi. Bu koyun, tıpkı kurtların üreyip çoğalması gibi çoğaldı. Öyle ki, koyun sürüleri Medine'ye sığmaz oldu. Bunun üzerine Sa'lebe, koyun sürülerini bir vadiye götürdü. Ve, öğlen ve ikindi namazlarını kılmaya, diğerlerini ise ktlmamaya başladı. Sürü iyice üreyip çoğalınca da, cuma namazları hariç, bütün namazları kılmaz oldu. Daha sonra da, cumayı da terketti. Derken kervancılarla karşılaştığında, "ne var, ne yok?" diye soruyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) Sa'lebe'nin durumunu sorduğunda O'na onun durumu anlatıldı. Bunun üzerine, Hz. Peygamber: "Yazıklar olsun sana, Sa'lebe!" dedi. İşte bunun üzerine de, "Onların mallarından sadaka al..."(Tevbe, 103)ayeti nazil oldu. Bundan dolayı Hz. Peygamber Sa'lebe'ye iki adam yollayarak: "Sa'lebe'ye gidiniz ve zekâtını alınız..." dedi. Bu adamlar Sa'lebe'nin yanına varıp da ona Hz. Peygamberin emrini ilettiklerinde O: "Bu, bir cizyedir; ya da, cizyenin benzeridir "

dedi ve zekatını vermedi. İşte bunun üzerine de Cenâb-ı Hak,ayetini indirdi. Hakkında, bu ayetin inzal buyurulduğu haber verildiğinde,Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek, kendisinden zekatını kabul etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Allah beni, bunu kabul etmekten men etti " buyurdu. O, yüzüne gözüne toprak saçmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Ben sana söyledim, ama sen beni dinlemedin'' buyurdu. Hz. Peygamber'in evine vardığında, Hz. Peygamber ona kapısını açmadı. Sonra, zekâtını Ebu Bekir'e getirdi, Hz. Peygamber kabul etmediği için, Ebu Bekir de onu kabul etmedi. Daha sonra da, Hz. Ömer de, Ebu Bekir'e uyarak o zekâtı kabul etmedi. Hz. Osman da kabul etmedi. Ve Sa'lebe, Hz. Osman'ın hilafeti zamanında ölüp helak oldu.

İmdi şayet, "Allah Teâlâ, Sa'lebe İbn Hâtıb'e zekâtını vermesini emretmişti. O halde, peygamberin, onun zekatını kabul etmemesi nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki:

Şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Allahu Teâlâ Hz. Peygamber (s. a.s)'i, başkaları bundan ibret alsın ve böylece de, zekâtlarını vermekten imtina etmesinler diye, Sa'lebe'yi hor ve hakîr kılmak için, zekâtını kabul etmekten men etmişti.

Şöyle de denilebilir: O, zekâtını ihlâslı bir biçimde değil, riya maksadıyla getirmişti: Allah Teâlâ, bunu Hz. Peygamber'e bildirdi de, O da işte bundan dolayı o zekâtı kabul etmedi.

Şu da muhtemeldir: Allah "Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizlemiş (....) olasın"(Tevbe, 103) buyurup, böyle bir maksad da, münafıklığı sebebiyle Sa'İebe'de mevcut olmayınca, Hz. Peygamber (s.a.s), onun zekâtını almaktan geri durmuştur. Allah, en iyisini bilendir. [121]

 

Vaadinde Durmamak Nifak Alâmetidir

 

Ayetin zahiri, bazı münafıkların, Allah'ın kendilerine mal vermesi halinde, o malın bir kısmını hayır yerlerine sarfedeceleri hususunda Allah'a yemin ettiklerine; Allah Teâlâ'nın da o kimseye mal verdiğinde, onun bu ahdini yerine getirmediğine delâlet etmektedir. Bu tabirle ilgili birkaç soru bulunmaktadır: [122]

 

Münafığın Ahdi Olabilir mi?

 

Birinci soru; "Münafık, kâfir olan kimsedir. Halbuki, kâfirin Allah'a ahdetmesi nasıl mümkün olabilir?"

Cevap: Münafık, bazan Allah'ı bilen, tanıyan kimse olabilir. Ancak ne var ki o kimse, Hz. Muhammed'in nübüvvetini kabul etmez. Allah'ı tanımış olmast sebebiyle, Allah'a andetmesi; Hz. Muhammed (s.a.s.)'ın peygamberliğini inkâr etmiş olması sebebiyle kâfir olmuş olması mümkündür. Ben bunu nasıl söylemeyeyim ki? Dünyadaki insanların ekserisi, kadir bir yaratıcının varlığını itiraf etmektedirler. Kâfir çeşitferi arasında, Allah'ı inkâr eden pek azdır. Hemen hemen hepsi de, insanlara hayır kapılarını açanın Allah Teâlâ olduğunu itiraf ediyor ye itâatta bulunmakla, mahlûkata iyilik ve ihsanda bulunmakla Allah'a yakınlaşabilmenin mümkün olduğunu biliyorlar. İşte bunlar insanların ekserisinin, üzerinde mutabık oldukları şeylerdendir. Yine şu da mümkündür: O, Allah'a böyle bir ahidde bulunduğu zaman müslüman idi. Sonra, malında cimrilik yapıp ahdini yerine getirmeyince, münafık olmuştur.. Ayetin lafzı da, bizim zikrettiğimiz açıklamayı ihsas ettirmektedir. Çünkü Cenab-rHak, "O da, bu fiillerinin akıbetini, kaiblerinde (...) bir nifak yaptı..." buyurmuştur. [123]

 

Ahid Kalbden Niyetlenmekle Olur mu?

 

İkinci soru: Bu ahdi, dil ile ifade etmek bu andlaşmamn şartından mıdır, yoksa kalbiyle niyet etmesi halinde, onu telaffuz etmeye bir gerek olmadan da bu iş, bu andlaşmamn kapsamına dahil olur mu?

Cevap: Alimlerden bazıları şöyle demişlerdir: Kişinin lisanıyla ifade ettiği veya lisanen ifade etmeyip de kalbiyle niyetlenmiş olduğu her şey, bu ahde dahildir." Mu'temir İbn Süleyman'ın şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Deni2de şiddetli bir fırtınaya tutulduk. Derken, içimizden bazıları, çeşitli adaklarda bulundular. Ben de bir şeye niyetlendim, ama onu dilimle ifade etmedim. Basra'ya geldiğimde, babama bu hususu sorduğumda, o da, "Evladım, bu adağını yerine getir!" dedi. "

Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan kimi de Allah'a şöyle ahdetmişti..." ifadesi, onların, içlerinden herhangi bir şeyle niyetlenmiş olduklarını ifade eder. Baksana, Allah Teâlâ da "Münafıklar hâlâ bilmediler mi ki, Allah, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de, fısıltılarını da biliyor." buyurmuştur.

Muhakkik alimler ise şöyle demişlerdir: Bu ahid verme, dilin ifade etmiş olduğu lâfızlarla mukayyeddir. Bunun delili, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Allah, benim ümmetimden, içlerinden geçen fakat lisanlanyla ifade etmedikleri şeyi bağışlamış, affetmiştir..." buyurmuş olmasıdır. Veyahut da.Hz. Peygamber bunu, manası bu olan başka lafızlarla ifade etmiştir. Hem Cenâb-ı Hakk'ın, "içlerinden kimi de Allah 'a şöyle ahdetmişti; "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun, zekât vereceğiz buyruğu, o ahid verenin, bu sözü söylediğini haber vermektedir. Sözü söylemek ise, onun bunu, lisanıyla ifade ettiğini göstermektedir.

Üçüncü soru: Ayetteki "andolsun, zekâtını vereceğiz" ifadesinden maksat, herhangi bir miktar malı çıkarıp vermektir. Sonra, malı çıkarıp vermek iki kısma ayrılır: Bu, bazan farz olur, bazan otmaz. Farz olan da ikiye ayrılır; Vacib olan zekât ve nafakaların verilmesi gibi, doğrudan, şeriatın mecbur tutmasıyla vâcib olan kısım; diğeri de, kişinin, meselâ nezrettiği adaklar gibi, kendiliğinden yerine getirmeyi iltizâm ettiği, üstlendiği farz kısım. Bu üç kısmı iyice öğrendiğinde, biz diyoruz ki: "Andolsun. zekâtı vereceğiz" sözü, bu üç kısmın üçünü de içine alır mı almaz mı?

Cevap: Biz diyoruz ki; Farz olmayan sadakalar, bu ayetin hükmüne dahi değildirler. Bunun deüli Cenâb-t Hakk'ın, o sadakayı "Onunla cimrilik ederler' ifadesiyle vasfetmiş olmasıdır. Şeriat örfünde "buhl" (cimrilik) vâcib olanı vermeme* demektir.   Hem Allah Teâlâ, onları, bunu vermemelerinden dolayı tenkit etmiştr Halbuki mendûb, nâfite olanları terkedenler, bir zemme, tenkide müstehak olmazla' Geriye kalan iki kısımdan, şeriatın mecbur tutmasıyla farz olanlar, şüphesiz ayetır hükmüne dahildirler.  Bunlar, zekâtlar, haccda ve savaşta harcanılmasına ihtiyaç duyulan mallar ve farz olan nafakaların tedariki hususunda ihtiyaç duyulan mallardır.

Geriye şöyle denilmesi kalmıştır: "Ayet, bu sözü söyleyen kimsenin, nezr, adak yoluyla herhangi bir malı çıkarıp vermeyi üstlendiğine delalet eder mi?" Görünen odur ki, ayetin lafzı, buna delalet etmez. Çünkü ayette zikredilen, onun sadece, "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun. zekâtın) vereceğiz" şeklindeki sözüdür. Bu ise, herhangi bir adağı ihsas ettirmemektedir. Çünkü bu, bir kimse. Allah'ın kendisini zengin kılması halinde, Rabbi ile farz olan infâkları yerine getirme hususunda da bir ahidleşmede bulunabileceğine delâlet eder. Böylece bu, o kimseye vâcib olanın, işte bu iltizam edip üstlenmeden dolayı farz olduğuna delâlet eder. Halbuki zekât, bu üstlenme, iltizâm etme sebebiyle farz olmayıp, "nisâb" miktarına sahip olması ve o malın üzerinden de tam bir yılın geçmesiyle farz olmuştur.

Biz deriz ki, "elbette zekât vereceğiz"  tabiri, onların, bu işi hemen yapmalarını gerektirmez. Çünkü bu, bu fiilin ileride de yapılabileceğine dair bir haberdir. Ayetteki bu kadarcık bir ifâde, onun hemen yapılması gerektiği manasına gelmez. Buna göre sanki onlar, "Biz, muayyen bir zamanda tasadduk ederiz" demiş gibi olurlar. Bu, onların tıpkı, "Namazın farz olduğu vakitlerde, biz salihlerden oluruz" demeleri gibidir. Böylece, zikrettiğimiz bu takdirden şu netice çıkmıştır: Bu ahidleşmenin hükmüne giren, şeriatın doğrudan doğruya mecbur kilmasıyla verilmesi gereken malları vermektir. Bu husus, bizim bu ayetin, zekâtını vermeyenler hakkında nazil olduğuna dair nakletmiş olduğumuz rivayetlerle de kuvvet kazanır. Böylece, Cenâb-ı Hak sanki, o münafıkların durumunun, tıpkı peygambere ve mü'minlere karşı nifak içinde bulundukları gibi, Rableriyle anlaştıkları konularda da Rablerine karşı nifak içinde bulunduklarını ve söylediklerini yerine getirmediklerini beyân etmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı ise, onları tam bir nifak içinde bulunmakla nitelemektir. Bu bölümlerin ekserisi, Kâdî'nin sözüdür.

Dördüncü soru: Ayetteki  kelimesinde "fadl"dan ne kasdedilmiştir?

Cevap: Bununla, hangi yolla olursa olsun, yani ister ticaret, ister üretim, isterse bu ikisinin dışındaki bir yolla olsun, mutlak manada mal-mülk vermek kasdedilmiştir.

Beşinci soru: kelimesi nasıl iştikak etmiştir?

Cevap: Zeccâc şöyle demiştir: "Bu kelimenin aslı 'dir. Ancak ne var ki, mahreçleri yakın olduğu için tâ harfi sâd harfine idgâm edilmiştir." Leys şöyle demiştir: "Arapça'da, "musaddık", veren kimseye; "mutasaddık" da isteyen sâile denilir." Esma'îveFerrâbu mananın bir hata ve yanılma olduğunu; veren kimseye

"mutasaddık" denildiğini, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da, 'Hakkımızda ayrıca lütufkârlık da et. Zira Allah lütufkârlan mükafaatlandmr " (Yusuf. sb> buyurduğunu söylemişlerdir.

Altıncı soru: Ayetteki  "Salihlerden olacağız" tabirinden maksad nedir?

Cevap: "Salih", "müfsid"in zıddıdır. "Müfsid", mükellefiyet hususunda kendisine farz olan şeylerde cimrilik yapan kimse demektir. Binâenaleyh, "Sâlih"in de, mükellefiyette kendisine farz olan husustan yerine getiren kimse olması gerekir. İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Sa'lebe, Allah'ın kendisine hayır kapılarını açması halinde tasadduk edeceğine, hacca gideceğine dair Allah'a ahid vermişti. "

Ben derim ki: Ayeti kayıtlamak hususunda bir delil bulunmamaktadır. Tam aksine, ayet-i kerimedeki "andolsun. zekâtını vereceğiz" tabiri farz olan zekâtın verilmesine; salihlerden olacağız.." tabiri de, mutlak manada verilmesi gerekli olan her şeyin verileceğine bir işarettir. [124]

 

Allah Mal Verdiğinde Münafıkın Tutumu

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, kendilerine lütfundan verince de onunla cimrilik edip, arka çevirdiler. Onlar işte Öyle dönektirler..." buyurmuştur. Bu, Allah Teâlâ'nın, onları şu üç sıfatla vasfettiğine delâlet eder:

1) Cimrilik.  Bu, hak olanı vermemek demektir.

2)  Ahidden dönmek.

3)  Allah'ın mükellefiyetlerinden ve emirlerinden yüz çevirmek.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet... o da bu fiillerin akibetini kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar sürecek bir nifak yaptı" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır. [125]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri daha önce geçmiş olan bir şeye isnâd edilmesi gereken bir fiildir. Daha önce geçen ifadeler ise, "Allah", "ahidleşme", "tasaddukta bulunma", "salâh", "buhl", "tevelli-yüz çevirme" ve"i'râz" kelimeleridir.  kelimesini, muahedeye, yahut tasadduka; yahud salâh'a isnâd etmek (bunları onun faili kabul etmek) caiz değildir. Çünkü, bu üç şey hayır amelleridir. Şu halde nifakın meydana gelmesinde bunları müessir saymak mümkün değildir. Bu kelimeyi, "buhl", "tevelli" ve "i'râz"a isnâd etmek de mümkün değildir. Çünkü, bu üçünün bulunması halinde, o kimse farzları yerine getirmeyi terketmiş olur. Binâenaleyh, bunları, kalbdeki nifakın meydana gelmesinde müessir addetmek mümkün değildir. (Farzları terketmek, bir nifak alâmeti değildir.) Çünkü bu nifak, küfür demek olup küfürde cehalettir, Allah'ı tanımamadır. Halbuki, bazı farzları terketmenin kalbte cehaletin (küfrün) meydana gelmesinde müessir kabul etmek caiz değildir. Bir defa, vacibi terketmek yokluktur. Cehalet ise, varlıktır. Halbuki yok olan, var olanda müessir olamaz. İkinci olarak: bu "buhl", "tevellî" ve "i'râz", kendilerinde nifak olmadığı halde, pekçok fasıkta da bulunabilir. Üçüncü olarak: Bu (farzları) terk, şayet kalbte bir küfrün meydana gelmesini gerektirseydi, bu terk, ister şer'an caiz olsun, isterse şer'an haram olsun, onu gerektirirdi. Çünkü, şer'î hükümlerin ihtilâf sebeplen, "müessir" olanı müessir olmaktan çıkarmaz. Dördüncü olarak: Cenâb-ı Hak bu tabirin peşinden, "Allah'a olan va'adlerini tutmadıkları, yalan söyledikleri için    " buyurmuştur. Binâealeyh, şayet "buhl", "tevellî" ve"i'râz"a isnâd edilmiş olsaydı, o zaman ayetin takdiri, "Allah'a olan va'adlerini tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, onların cimrilikleri, yüz çevirmeleri ve döneklikleri, onların akibetini kalplerinde bir nifak haline getirdi.." şeklinde olurdu ki, bu da caiz değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "tevelT" ile, bu tevellî ile kalbte meydana gelen nifakın arasını birbirinden ayırmıştır. Halbuki bunun yanlış bir söz olduğu  malumdur.   Dolayısıyla yaptığımız bütün  bu. izahlarla, fiilini, Cenâb-ı Hakk'ın dışında, daha önce zikredilmiş olan şeylerden birisine isnâd etmenin caiz olmadığı sabit olmuş olur. Binâenaleyh bu fiilin Allah'a isnâd edilmesi gerekir. Böylece de mâna, "Onların akibetini, kalblerinde nifak haline getiren Allahı Teâlâ'dır..." şeklinde olur.  Bu da, kalblerde küfrü yaratanın Allahu Teâlâ olduğuna delâlet eder. İşte bu, Zeccâc'ın söylemiş olduğu şu husustur: "Bu ayetin manası, "onlar geçmişte sapıtınca, Allah da, gelecekte onları dinden saptırmıştır " şeklindedir." fiilinin failinin Allah olduğu görüşünü, O'nun ifadesi de desteklemektedir. Zira, daki zamir Allah'a râcidir. Binâenaleyh daha uygun olan, fiilinin de, Allah'a isnâd edilmiş olmasıdır.

Kadı şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinden kasd-edilen mana "Allah, nifaklarından ötürü, akıbette onlara ceza verdi" şeklinde olur. O ukubet de, onların kalblerinde meydana gelen keder, gönül sıkıntısı, başlarına gelen zillet ve kınanma v.b" dir. Ve bu, onlarla birlikte ahirete kadar devam eder." Biz deriz ki bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu, delilsiz ve herhangi bir şüphe bulunmadan, zahiri terketmektir. Eğer Kâdî, "Aklî deliller, Allah Teâlâ'nın, küfrü yaratmadığına delâlet ediyor!" derse, biz de onların delillerine sapasağlam dağları bile çökertecek kuvvette aklî delillerle mukabele ederiz. [126]

 

İkinci Mesele

 

Leys şöyle demektedir: "Birisinin işinin akıbetini pişmanlık kıldığında, yani onu pişman olacak duruma getirdiğinde dersin." Hüzeli de  şöyle  demektedir: "Oğullarım helak olup gittiler ve ölümlerinden sonra geriye bana, hasretle hiç sona ermeyen gözyaşları bıraktılar:" yine Arapça'da  alanca, neticede kendisini hasta edecek olan bir lokma yedi" ve  "Allah onun akıbetini hayır kıldı" denilir. Velhasıl Arapça'da, bir şey bir şeyin peşinden meydana geldiğinde, deyimi kullanılır." [127]

 

Sözde Durmamak Münafıklığa Götürür

 

Ayetin zahiri, ahdi  bozup, sözünden caymanın nifakı doğuracağına delalet etmektedir. Bu sebeple müsiümanın,

bundan   olabildiğince  sakınması,   kaçınması   gerekir. Binâenaleyh bir kimse, herhangi bir iş hususunda Allah'la ahidleştiğinde, onu yerine getirmek için gücünün yettiğince gayret göstermelidir. Hasan el-Basrî (r.h.)'nin görüşüne göre, işte bu husus hiç şüphesiz bir nifaka yol açar. O bu hükmünde, hem bu ayete, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.)'in: "Kendisinde şu üç şey bulunan kimse, namaz kılsa da, oruç tutsa da ve kendisinin mü'min olduğunu iddia etse de münafıktır: Söylediğinde yalan söyleyen, va'adettiği zaman va'adinden dönen ve kendisine bir şey emânet olarak bırakıldığında ona hıyanet eden".[128] hadisine tutunmuştur.

Yine Hz. Peygamber (s.a.s.)'den, "Siz, benim için şu altı şeyi kabul edin, ben de sizin için cenneti tekeffül edeyim: Konuştuğunuzda yalan söylemeyiniz, söz verdiğinizde caymayınız, size bir şey emânet edildiğinde ona ihanet etmeyiniz, gözlerinizi, ellerinizi ve avretlerinizi koruyup haramdan men ediniz. Gözlerinizi hıyanetten; ellerinizi hırsızlıktan, avret mahallerinizi de zinadan..." dediği rivayet edilmiştir.

Atâ İbn Ebî Rabâh şöyle der: "Bana, Câbir İbn Abdullah, Hz. Peygamber (S.a.s.)'in, "Kendisinde şu üç şey bulunan kimse münafıktır.."[129] 'hadisini, peygamberle konuştuklarında, O'na yalan söyleyen, sırrını kendilerine emanet ettiğinde ona hiyânet eden ve kendisiyle birlikte sefere çıkacaklarına söz verdiklerinde cayan münafıklar hakkında söylediğini anlattı. " Amr İbn Ubeyd bu hadisi tefsir ederek şöyle dedi: "Allah namına konuştuğunda O'nun dinine ve Resulüne karşı yalan söyler. Va'adettiğinde, Allah'ın kendisiyle ahidleşenler hakkında söylediği gibi, sözünden cayar; Allah'ın dini hususunda kendisine itimâd edildiğinde, o gizlice hiyânet eder.  Böylece de kalbi, lisanından başka bir durumda olur."

Vâsıl İbn Atâ'ntn şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hasan el-Basrı'ye birisi gelerek; "Yakûb( a.s.)'un çocukları: "Yusuf'u kurt yedi.." şeklinde bir söz söylediler, ama yalan söylediler. "Biz onu, mutlaka himaye edeceğiz.." (Yusuf, 63) sözlerinde de , ona söz verdiler, ama bundan caydılar. Babalan, Yusuf hakkında onlara güvendi, ama onlar ona hiyânet ettiler. Binâenaleyh, şimdi biz bunların münafık olduklarına hükmedebilir miyiz?"deyince, Hasan el-Basrî (r.h.) durdu, bir şey söyleyemedi. [130]

 

Dördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar"   buyruğu,   bu   söz   verenin,   münafık   olarak

öldüğüne  delâlet  eder.    Bu  ayetin  verdiği   haber, kendisinden haber verilen hâdiseye uygun olarak tahakkuk etmiştir. Zira, rivayet olunduğuna göre Sa'lebe, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e zekâtını getirmiş, bunun üzerine Hz. Peygamber de: "Allah, benî, senin zekâtını kabul etmekten men etti!" buyurmuştur. Ve o, bu hal üzere kalmış ve onun sadakasını, zekâtını, o ölünceye kadar kimse kabul etmemiştir. Böylece bu, bu haberin bildirdiği şeyin, habere uygun olarak meydana geldiğine delalet eder. Böylece de bu, gaybtan bir haber vermek olmuş olur. Bu sebeple de bir mucize olmuş olur. [131]

 

Beşinci Mesele

 

Cübbai şöyle demiştir:'fMüşebbihe, Allah'ın görülmesini isbat hususunda, O'nun, "Kendisine kavuşacakları gün..." (Ahzâb. 44) ayetine sarılmışlardır. Halbuki "lika", görmek demek değildir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, münafıklarla ilgili olarak, "Kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar.." ayetidir. Hem ulemâ, kâfirlerin Allah'ı göremeyecekleri hususunda icmâ etmişlerdir. Binâenaleyh, bütün bunlar "likâ"nın görmek demek olmadığına delâlet eder. Bu görüşümüzü, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Bir müslümanm hakkını gasbetmek için yalan yere yemin eden kimse, Allah kendisine gazab etmiş olduğu halde, Allah'a mülaki olur"[132] hadisi de desteklemektedir. Yine ulemâ, bu hadiste geçen"likâ"dan maksadın, "O kimsenin, Allah katında olan ceza ile yüz yüze kalması..." olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İşte burada da böyledir." Kâdî, Cübbaî'nin bu sözünü çok beğenmiştir. Ben derim ki: Ben, böylesi zeki kimselerin, bu tür zayıf ve tutarsız misallerle nasıl yeti nebi İdi kteri ne çok şaşıyorum. Bu böyledir, zira biz, "lika" lafzını gerek bu ayette ve gerekse bu hadiste, ayrı bir delil sebebiyle "görmek" manasına hamletmedik. Fakat bu durum, diğer hallerde likâ'nın "görmek" anlamını terketmemizi gerektirmez. Baksana bizim, umûm olan bazı ifadeleri, ayrı bir delilden dolayı tahsis etmemizden, ayni şeyi umûmî bütün ifâdeler hakkında delilsiz olarak uygulamamızı gerektirmez. Binâenaleyh o gerekmediği gibi, bu da gerekmez.

İmdi şayet o "Bu söz, ancak Arapça'da "lika" kelimesinin "görmek" manasından ibaret olması halinde kuvvet kazanır; oysa ki bu, kabul edilemez" derse, biz deriz ki: "ükâ"nın, ulaşmak, vasıl olmak anlamına geldiğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh bir şeyi gören, ona ulaşır, vasıl olur. Bu sebeple de, "idrâk" kelimesi ulaşmak, yetişmek anlamına geldiği gibi, "rü'yet" (görmek) de "lika" anlamına gelmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Musa'nın ashabı dedi ki: "İşte yakalandık!" (Şuara, ei) buyurmuştur. Sonra biz, "likâ"yı, "rü'yet" (görmek) manasına hamlettik. İşte burada da böyledir. Sonra biz şöy!e diyoruz: Buradaki "iikâ"nın görmek anlamına gelmediğinde şüphe yoktur. Tam aksine, Cenâb-ı Hakk'ın, da, bu fiillerinin akıbetini kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar sürecek bir nifak yaptı" buyruğundan kastedilen mana, "O'nun hüküm ve kazasının ifâ edildiği güne kadar..."şeklindedir. Bu tıpkı, bir kimsenin "Sen yarın amelinle karşılaşırsın, onunla başbaşa kalırsın.." demesine benzer. Yani, "Ameline göre karşılık görürsün..." demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası: "Allah Teâlâ bundan önce sözlerinden cayıp yalan söylemeye cüret ettikleri için, kalblerinde o nifakı meydana getirmek suretiyle onlara azâb etmiştir" demektir. [133]

 

Necvâ Kelimesinin İzahı

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Münafıklar hâlâ biimediler mi ki, Allah, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de, fısıltılarını da biliyor..." buyurmuştur. "Sır" onların kalblerinin gizleyip sakladığı şeydir. "Necvâ" ise kendi aralarında birbirleriyle fısıldaşarak görüşmeleridir. Necvâ, necve'den gelir Bu kelime de gizli söz, gizli konuşmak demektir. Buna göre, fısıldaşan iki kimse, sanki başkasının kendileriyle birlikte olmasını önlemişler ve kendileri dışındakilerder uzaklaşmışlar demektir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu çok münâcaa: eden bir kimse olarak yaklaştırdık... (Meryem, 52); "Vakta ki artık ondan ümitlerin: kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler" (Yusuf, eo); "günahı, düşmanlığı... fısıldaşmaym. İyiliği, takvayı fısıldasın..." (Mücadele,9)ve, "Siz peygambere mahrerr. bir şey arzetmek istediğiniz vakit, bu mahrem konuşmanızdan evvel sadaka verin (Mücadele, 12) ayetleridir.

Sen, "sır" ile "necvâ" arasındaki farkı kavradığın zaman, ayetten kastedilen mana şöyle olur: Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, benim sırrı ve fısıldaşmayı bildiğimi, bundan haberdar olduğumu bilmezler mi? Onlar daha nasıl benim, onların hallerini, zâhin bildiğim gibi bildiğimi ve zahire göre azâb ettiğim gibi, gizli olan şeylere göre de azâfc edeceğimi bildikleri halde, aslında aralarında sırlaşmak ve fısıldaşmak demek olar nifaka cüret edebiliyorlar?.." demek istemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve muhakkak ki Allah, gaybleri çok iyi bilendir.." buyurmuştur. Allâm, âlim kelimesinin mübalağa veznidir. "Gayb". canlılardan gizli saklı olan şey demektir. Binâenaleyh, bu tabir ile kastedilen, Allah Teâlâ'nın zatının, bütün eşyayı bilmeyi gerektirdiğidir. Binâenaleyh O'nun bütür malumatı bilmiş olması gerekir. Bu sebeple de O'nun, kalblerde ve gönüllerde olan herşeyi bilmesi gerekir. O halde, daha nasıl (herhangi bir şey) ondan saklı tutulabilir? Bu ayetteki bu ifadenin bir benzeri de, Hz. İsa'nın, "Şüphesiz ki gayblan hakkıyla bilen sensin sen..."[Maıde, ne)şeklindeki sözüdür. Cenab-ı Hakk'ı, allâme kelimesiyle vasfetmek O'na bu ismi vermek ise caiz değildir. Çünkü bu sîga, bu kalıp, bir çeş ; öğrenme külfetini i hatıra getirmektedir. Halbuki, Allah hakkında tekellüf ise düşünülemez. [134]

 

Gönülden Maddi Yardımda Bulunanları Münafıkların Tenkidi

 

''Sadakalar hususunda mü'minlerden gönüllü verenlerle güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan (fakir)lerle eğlenenler (yok mu7) Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için, pek acıklı bir azâb vardır" (Tevbe, 79).

Bil ki bu, onların bir başka çirkin fiilleridir. Bu da, o münafıkların, gönüllü ve samimi olarak sadaka veren kimseleri ayıplayıp tenkid etmeleridir. İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün, bir hutbe okudu ve ashabı sadaka vermeye teşvik etti. Bunun üzerine Abdurrahman İbn Avf, (sadaka olarak) dörtbin dirhem getirerek şöyle dedi: "Benim sekizbin dirhemim vardı. Bundan dörtbin dirhemini kendim ve çoluk çocuğum için geriye bıraktım; şu dörtbtnini de Rabbimin ahiretteki vaadine güvenerek O'nun yoluna yatırdım." Bunun üzerine Hz. Peygamber de: "Verdiğin ve vermediğin şeyleri, Allah senin için mübarek kılsın!" buyurdu. Allah'ın, Hz. Peygamber (s,a.s.)'in bu husustaki duasını kabul ettiği, öyle ki hanımı Tümâdır'ın sekizdebirin dörtte bir hissesi olarak, seksenbin dirhem aldığı söylenmiştir.[135]

Hz. Ömer de, aynı miktarda sadaka getirdi. Asım İbn Adiyy el-Ensari de, yetmiş ölçek hurma sadaka getirdi. Osman İbn Affân da, çok büyük miktarda bir sadaka getirdi. Ebû Akil de, bir "sâ" hurma getirerek "Dün gece, hurmalıklarına su salmak için, bir adama ücretli olarak çalıştım. Ve böylece iki "sâ" hurma elde ettim. Bunlardan birisini çotuk çocuğuma bıraktım, diğerini de Rabbimin ahiretteki vaadine güvenerek O'nun yoluna verdim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber(s.a.s), onun da zekât mallarının içine konulmasını emretti. İşte bunun üzerine münafıklar tenkid ederek: ''Onlar sadakalarını ancak, bir gösteriş ve desinler diye getirdiler. Ebu Akil bir "sâ"hurmasını, diğer büyük sahabilerle birlikte anılsın diye getirdi'.... Halbuki Allah, onun bir "sâ" hurmasına muhtaç değildir" dediler de, işte bunun üzerine Allah bu ayeti inzal buyurdu.

Lemz kelimesinin hangi manaya geldiği, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tevbe. 58) ayetinin tefsirinde geçmişti.. kelimesinin aslı, kelimesidir. "Tatavvu" "nafile" demek olup bu da, farz olmayan, nafile bir şeyi yapmak suretiyle Allah'a itaatta bulunmak demektir. Tâ harfinin tî'ya idgâm edilmesinin sebebi ise, bu iki harfin mahreçlerinin birbirine yakın olmasıdır. Leys: "Cühd, fakir kimsenin kendisiyle kıt-kanaat yaşadığı az bir şeydir" demektedir. Zeccâc da, bu kelimenin, cimin hem dammesi, hem de fethası ile kullanıldığını söylerken, Ferrâ, dammeyle (cühd) okumantn Htcazlıların; fetha ile (cehd) okumanın ise, başkalarının kullanışı olduğunu söylemektedir. İbn Sifckît bu iki kullanılış arasında fark bulunduğunu naklederek:

"Cühd, takat ve güç demektir. Meselâ, gücüm ve kuvvetim manasında, "Gücüm takatim bu.." dersin" demektedir.

Sen bunu iyice anladığın zaman, bil ki Hak Teâlâ'nın, ''Sadakalar hususunda gönüllü verenler" ifadesiyle, fazla sadakaları getiren o zenginler; "güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan (fakir)ler..." tabiriyle de, bir "sâ" hurma getirdiği için, Ebu Akil kastedilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, münafıkların onlarla alay ettiğini, Allah'ın da, onların alaylarına karşılık verdiğini beyân buyurmuştur.

Bil ki, Allah rızası İçin mal vermek, zekâtlarda ve diğer farz olan harcamalarda olduğu gibi, bazan vâcib, bazan da nafile olur. İşte bu ayetten, nafile olanı kastedilmiştir. Sonra nafile sadakayı veren, Abdurrahman İbn Avf ve Osman İbn Affân gibi, bazan zengin kimseler olur da böylece de çok sadaka getirmiş olurlar. Bazan da, fakir olur da, az sadaka getirir ki bu "az", güç ve sıkıntı içinde yaşayan kimsenin, son takatini kullanarak getirdiği şeydir. Mükâfaata müstehak olmak hususunda bu iki miktar sadaka arasında bir fark bulunmamaktadır. Zira zahiri amellerden maksad, niyetin keyfiyeti ile şartların, yani saikferin ve engellerin nazar-ı itibara alınmasıdır. Binaenaleyh bazan, fakirin getirip vermiş olduğu o az miktar, Allah katında, zenginin getirmiş olduğu o çok miktardan daha kıymetli olur.

Sonra o cahil münafıkların bakışları, fikirleri, işlerin zahirini aşamaz, böylece de az sadaka getiren fakiri ayıplar, tenkit ederler. Onların bu ayıplamaları, şu birkaç sebepten ileri gelmiş olabilir:

1) Onların, "O fakir olduğu için, ona muhtaçtır; o halde daha nasıl bunutasadduk edebilir?" demeleridir.   Ancak ne var ki (onlar bilmiyorlar ki), bu, faziletten neş'et eden bir husustur.    Nitekim Cenâb-ı Hak, "kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile, onları, kendi öz canlarından daha üstün tutarlar,. " <Haşr, 9) buyurmuştur.

2) Onların, "Bu azıcık şeyin ne tesiri olacak ki?" demeleridir. Bu da bir cehalettir. Zira bu adam, sadece buna gücü yetip bunu getirdiğinde, yapabileceği her şeyi yapmıştır. Binâenaleyh, bu kimsenin ameli, Allah katında başkasının amelinden daha kıymetli olur. Zira o, kalbinin alâkasını, elindeki dünya malından uzaklaştırıp kesmiş ve Allah'a tevekkül etmekle yetinmiştir.

3) Onların şöyte demeleridir: "Bu fakir kimse, o az sadakayı, bu durumda, bu makamda, kendisini, büyük ve ileri gelen kimseler arasına katmak için vermiştir." Bu da bir cehalettir, çünkü insanın kendisini hayır ve din ehline katmaya çatışması, onun kendisini tembel, işsiz güçsüz kimselere katmasından daha hayırlıdır.

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu hakkında yapılmış olan temel açıklamayı[136]

sen biliyorsun. Esamm şöyte demektedir: "Bundan maksad şudur: Allah, o münafıkların, iyilik nev'inden olan o amellerini zahiren kabul eder; fakat ahifette o amellerinin mükâfaatını vermez. İşte bu da, onlarla alay etme kabilinden olur."

"Onlar için ister İstiğfar et, ister etme. Eğer onlar için yetmiş defa istiğfar dahi etsen, yine Allah onları kesinlikle bağışlayacak değildir. Bu. böyledir. Çünkü Allah'ı ve Resulünü İnkâr ederek kâfir olmuşlardır. Allah ise. fâsık bir kavmi hidâyete ulaştırmaz" (Tevbe. 80)

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [137]

 

Ayetin Nüzul Sebebi: Münafıklar

 

İbn Abbas (r.a.) şöyle der: "Önceki ayet, münafıklar hakkında nazil olunca onlar, "Ya Resulallah. bizim için mağfiret taleb et!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), "Sizin için mağfiret talebinde bulunacağım   " dedi ve onlar için mağfiret talebine yöneldi de, bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bundan ötürü de Allah'ın Resulü, mağfiret talebinde bulunmaktan vazgeçti."

Hasan el-Basrî de şöyle demektedir: "Onlar Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelerek, özür beyanında bulunuyor ve, "Biz sadece en güze! olanı, iyilik ve muvaffakiyet arzu ettik" ( Nisa, 62) diyorlardı.  İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu."

Esamm şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) hutbe okurken, Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl ayağa kalktı:"Bu, Allah'ın kendisine ikramda bulunup aziz kıldığı, yardım edip desteklediği Allah'ın elçisidir." dedi. Uhud muharebesinden sonra da böyle bir şey için ayağa kalkınca, Hz. Ömer ona: "Ey Allah'ın düşmanı, otur! Küfrün ortaya çıkıp aşikâr oldu!" dedi. Bunun üzerine, orada bulunanların hepsi ona cephe alıp, onu lanetlediler. O da, namaz kılmadan mescidden çıktı. Derken, kavminden birisi ona rastladı ve: "Senin mescidden çıkmana sebep nedir? Nereye gidiyorsun?" dedi. Bunun üzerine o da, cereyan eden olayı anlattı. O adam, ona: "Allah'ın Resulüne dön ve senin için mağfiret talebinde bulunmasını iste!" dedi, O da: "Benim için mağfiret talebinde bulunsun ya da bulunmasın; artık aldırmıyorum!" dedi. İşte bunun üzerine: ''Onlara, 'Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret talebinde bulunsun!" denildiği zaman, başlarını çevirdiler.." (Münafikûn, 5) ayeti nazil oldu. Uhud'dan sonra münafıklar, (Hz. Peygamberin yanma) gelerek, özür beyanında bulundular ve birtakım sudan bahaneler ileri sürerek, kendileri için istiğfar etmesini istediler. [138]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar için yetmiş kere dahi istiğfar etsen, yine Allah onları bağışlayacak değildir' buyurmuştur.

Şa'bî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Abdullah İbn Abdullah İbn Übeyy İbn

Selûl, Allah'ın Resulü <s.a.s.)'nü, babasının cenazesine çağırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) "Sen kimsin?" deyince o: "Ben, Hubab İbn Abdullah'ım" dedi. Bunun üzerine de, Hz, Peygamber (s.a.s); "Hayır, sen Abdullah İbn Abdullah'sın. Zira "Hubab" şeytanın adıdır" dedi, sonra da bu ayeti okudu.

Kâdî, "Cenâb-ı Hakk'ın," "Onlar için ister istiğfar et, ister etme" ayetinin zahiri, münafıkların Hz. Peygamber'den mağfiret talebinde bulunmasını istediklerine delâlet eder gibidir" dedi. Ben bu husustaki haberleri naklettim.

Bu ayetin daha önceki ifadelerle en yakın ilgi ve alâkası, İbn Abbas (r.a)'ın bildirdiği şu husustur: "İstiğfar talebinde bulunanlar, Hz. Peygamberi ayıplayıp tenkit edenlerdir.  İşte bunun üzerine de bu ayet nazil olmuştur." [139]

 

"Yetmiş1' Kaydmı Muteber Sayarlar  

 

Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Muayyen bir sayı ile, umumi bir lafzı tahsis etmek, durum ve keyfiyetin, o sayının dışında kalanlar hakkında, tahsis edilen hükmün aksine olduğuna   delalet    eder.      Bu,    "hitab    delili"ni benimseyenlerin görüşüdür.. Onlar şöyle demişlerdir: "Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer onlar için yetmiş kere dahi istiğfar etsen, yine  Allah onları bağışlayacak değildir1' ayeti nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s.), "Allah'a yemin ederim ki, yetmiş  kereden de fazla istiğfar ederim " dedi ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için ister istiğfar et, ister etme. haklarında birdir" (Münafikûn, 6) ayeti nazil oluncaya kadar istiğfar talebinden vazgeçmedi. Bu ayet (Münafikûn, 6) nazil olunca da, bundan vazgeçti.

Bir kimse çıkıp şöyle diyebilir: Bu istidlal, bu görüşün aksi için daha uygundur. Zira Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, onları kesinlikle bağışlamayacağını beyan edince, durumun zikredilen bu adedin dışında kalanlar hakkında da, zikredilen aded için söz konusu olan duruma müsavi olduğu sabit olmuş olur. Bu da, adedle kayıtlamanın, mezkûr hükmü değiştirmediğini gösterir. [140]

 

Kâfir ve Münafık Hakkında  İstiğfar Etme Caiz midir?         

 

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s), münafıklar için mağfiret talebinde bulunmaya yönelince, Allah onu bundan men etti.

Bazıları da şöyfe demişlerdir: Münafıklar, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, kendileri için mağfiret talebinde bulunmasını istediler. Allah Teâlâ da Hz. Peygamber'i böyle bir şeyden nehyetti. Halbuki bir şeyi nehyetmek, nehyedilenin o fiilden önce bulunmuş olmasına delâlet etmez. Biz, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu sebeplerden ve delillerden dolayı, o münafıklar için mağfiret talebinde bulunmaya yönelmediğini söylüyoruz:

a) Münafık, kâfirdir. Halbuki, Hz. Peygamberin getirdiği şeriatta, kâfir için mağfiret talebinde bulunmanın caiz olmadığı açıktır.   İşte bu sebepten dolayı Allah, Hz. Peygamber'e İbrahim (a.s.)'in babası hakkındaki, "Muhakkak senin bağışlanmanı isteyeceğim.." (Mümtenine, 4) sözü hariç, Hz. İbrahim'e uymasını emretmiştir. Bu, şeriatta meşhur, ve maruf olunca, buna yönelmek nasıl caiz olabilir?

b) Başkasının bir başkası için bir mağfiret talebinde bulunması, o başkası, günah ve isyanda israr ettiği sürece fayda vermez.

c) Hz. Peygamberin, münafıklar için mağfiret talebinde bulunmaya yönelmesi, günaha yeltenmeye ve onu işlemeye teşvik etmek gibi olur.

d)  Cenâb-ı Hak, peygambere bu hususta icabet etmediği zaman, Peygamber (s.a.s.)'in duası, O'nun katında merdûd olmuş olur. Bu da, Hz. Peygamberin makam ve mertebesine halel gelmesini, noksanlığını iktizâ eder.

e) Peygamberin yapmış olduğu bu duâ Allah tarafından kabul görseydi, o zaman icabetin meydana gelmesi hususunda, duanın sayısının azı da, çoğu gibi olur, arada bir fark bulunmazdı.

Böylece, bu sözün maksadının şu olduğu sabit olmuş olur: Münafıklar Hz. Peygamber (s.a.s)'den kendileri için mağfiret talebinde bulunmasını istediklerinde Allah, Peygamberini bundan men etmiştir. Bu ayette zikredilen sayıdan maksat ise. men etmeyi sınırlamak, (yani, "Yetmiş defadan fazla duâ edersen kabul ederim." demek) değildir; aksine bu ifade, tıpkı, kendisinden bir ihtiyacının yerine getirilmesini isteyen kimseye, o kimsenin: "Bunu benden, yetmiş defa dahi istesen, ben onu yapmam !" demesi gibidir. Bu kimse bu ifadesiyle, o kimsenin, yetmişden fazla talebte bulunması halinde onu yapacağı manasını kasdetmemiştir. İşte burada da böyledir. Bu görüşü, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki, "Bu böyledir. Çünkü onlar. Allah'; ve Resulünü inkâr ederek kâfir oldular" ifâdesi de tekid etmektedir. Böylece Cenâb-ı Hak sayısı yetmişlere ulaşsa dahi Peygamberin istiğfarının onlara fayda vermemesinin sebebinin, onların küfür ve fısklan olduğunu beyan etmiştir. Bu sebep, yetmişden fazla olanda da söz konusudur. Böylece bu illet, bu ayetten kastedilenin, küfürde İsrar ettikleri sürece, Peygamberin onlar için mağfiret talebinde bulunmasının kendilerine fayda vereceğine dair taşıdıkları ümidi ortadan kaldırmak olduğunun bir delili olmuş olur.   Bu izah, Hak Teâlâ'nın  "Allah ise, fâsık bir kavmi hidâyete ulaştırmaz " buyruğu da teyid etmektedir. Zira bu ifâde, "Onların fısklan hidâyete mânidir" demektir. Böylece, doğru olanın, bizim bahsetmiş olduğumuz şeyler olduğu sabit olmuş olur. [141]

 

Beşinci Mesele

 

Müteahhirûndan olan müfessirler şöyle demişlerdir: "Araplarca "yetmiş" sayısı, son ve nihaî bîr zirvedir. Zira

"yetmiş", yedinin on katının toplamı demektir.   "Yedi. kıymetli bir sayıdır. Çünkü göklerin, yerin, denizlerin, mıntıkaların, yıldızların ve uzuvların sayısı da yedidir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak bu sayıyı burada, özellikle şundan dolayı zikretmiştir: Çünkü rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Hamza'nın cenaze namazında yetmiş defa tekbir aldı. Bunun üzerine sanki, "Hamza'ya kıldırdığın namazda, yetmiş defa, o müşrikler için mağfiret talebinde bulunsan dahi (...)" denilmek istenmiştir,   Bu hususta temei kaidenin, Cenâb-ı Hakk'ın "...yedi başak veren, her başakta yüz "dâne" bulunan bir tek tohumun hali gibidir1' (Bakara. 261) ayeti ile,  Hz.  Peygamber (s.a.s.)'in iyiliğim mükâfaatı, on katından başlayıp yediyüz misline kadar çıkar..."[142] hadisinin ifâde ettiği husus olduğu da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu sayıyı katlama sadedinde olmak üzere Resûtü için zikretmiş olunca, bu, bu hususta temel bir sayı olmuş oldu. [143]

 

Muhallef ile Mütehallif Arasındaki Fark

 

"Allah Resulüne muhalefet için savaştan geri kalan münafıklar, oturmalarımla sevindiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd etmekten hoşlandılar ve: "Bu sıcakta harbe çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennemin ateşi daha sıcak!" Ah bir iyice anlasalar! Artık irtikâb etmekte oldukları günahın cezası olmak üzere, az gülsünler, çok ağlasınlar onlar" (Tevbe, 81-82).

Bil ki bu, münafıkların çirkin amellerinin bir başka çeşidi olup, bu da onların savaşa katılmamaktan mutluluk duyup, onu çirkin görmeleridir. İbn Abbas (r.a.), Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirle, Tebük Savaşı'nda Hz. Peygamberle savaşa katılmayan münafıkları kastettiğini söylemiştir. Öyleyse, muhallef kelimesi, gidenlerden geri kalan kimse anlamına gelir.

Buna göre şayet: "Onlar, savaşa katılmamak için çareler, yollar aramışlardır.

Binâenaleyh evlâ olan, ayette "Geride kalanlar sevindiler" denilmesi gerekir idi.." denilirse, buna birkaç yönden cevap verilebilir:

a) Hz. Peygamber (s.a.s.), fesâd çıkarıp ortalığı karıştıracaklarını bildiği için, bazı kimseleri, kendisiyle birlikte savaşa katılmaktan men etmiştir.    İşte bunlar, "geri kalanlar" değil, "geri bırakılanlar" olmuş olurlar.

b) O savaşa katılmayanlar, bu ayetten sonra gelen şu ayette de, "muhallefûn" (geri bırakılanlar) diye vasfed Hm iştir: "Eğer Allah seni  (Tebük'ten) Medine'ye onlardan (orada kalmış olanlardan) bir zümrenin (münafıkların) yanma döndürür de başka bir savaşa çıkmaya senden  izin isterlerse de ki: "Bundan sonra benimle birlikte katiyyen ve ebedî (sefere) çıkamazsınız..." (Tevbe. 83). Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, o münafıkları Hz. Peygamberle beraber savaşa katılmaktan men edince, işte bu sebeple onlar "savaştan geri bırakılanlar" olmuş oldular.

c)  Hz. Peygamber (s.a.s.), rnü'minterle beraber savaşa çıktıktan sonra, onunfa beraber savaşa katılmayanlar, sefere çıkmayıp şehirde kaldıkları için, "muhallefûn1' (geriye bırakılanlar) diye vasfedilmişlerdir.   İbn Abbas  tabiri ile Allah Teâlâ'nın Medine'yi kastettiğini söylemektedir. Buna göre ayetteki bu kelime, ism-ı mekân (oturulan yer   manasında) olmuş olur. Mukâtil, bu tabire "oturmalarıyla..." anlamını vermiştir. Buna göre de bu kelime, masdar (masdar   mîmi) olmuş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın ''Allah Resulüne muhalefet için." buyurmuştur Bu hususta şu iki açıklama yapılmıştır:

1)  Bu, Kutrub, Müerric ve Zeccâc'ın görüşü olup, "Hz. Peygamber hareket ederken,   onların   durup   kalmaları   sebebiyle   O'na  muhalefet   etmek   için.." anlamındadır. Bunlar, bu kelimenin "mefûlün leh" olması sebebiyle, mansub olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah'ın Resulüne (s.a.s.) muhalefet etmek için oturup kalmalarıyla sevindiler.." şeklinde olur.

2)   Ahfeş   şöyle   demiştir:   "Buradaki   hilâfe   kelimesi,   halfe   (arka,   geri) manasındadır. Yunus, İsa İbn Ömer'den, bunun manasının, "Allah'ın Resulünün

peşinden, ondan sonra..." şeklinde olduğunu rivayet etmiştir. " Bu ayeti "Allah'ın Resulünün peşinden, arkasından..." şeklinde okuyanların kıraati de, bu görüşü destekler. Buna göre hilaf kelimesi, tıpkı half kelimesi gibi, muayyen bir cihetin adı olmuş olur. Bunun, bu manaya gelmesinin sebebi şudur: İnsan, öne doğru yönelmiştir. Binâenaleyh onun arkada kalan ciheti, kendisine müteveccih bir yön olması hususunda, ön tarafına muhalif ve ters bir yöndür. Hilaf kelimesi, half manasına kullanılmıştır. Nitekim, Ebû Ubeyde, Ahvas'ın, şu beytini nakletmiştir. Bu beyitte, hilaf halt (arka) manâsına kullanılmıştır. buyruğunun  manası:"Onlar, savaşa katılmama sebebiyle sevindiler, savaşa gitmeyi kerih gördüler" demektir. Bil ki, savaşa katılmama, geride kalma ile sevinmek, savaşa katılmayı kerih görmeye delâlet eder. Ancak ne var ki, Cenab-ı Hak bu ifadeyi tekid için tekrarlamıştır. Bir de belki de bundan maksad, onlar o beldeye alışıp oranın halkı ile ünstyyet kesbettikleri için, orada kalmaya meyletmiş; malı ve canı öldürmeye ve heder etmeye maruz bırakmak olduğu için de, savaşa çıkmayı uygun görmemişlerdir. Hem onları bundan alıkoyan başka bir husus da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in savaşa çıktığı o zamanın çok sıcak olmasıdır ki, işte bu husus, ayet-i kerîmede, 'Ve, "Bu sıcakta harbe çıkmayın..." dediler' diye beyan edilmiştir. Cenâb-ı Hak, onların bu son mazeretlerine, "De ki: "Cehennemin ateşi daha sıcak!" Ah bir iyice anlasalar!" buyurarak cevap vermiştir: Bu, "Bu dâr-ı dünyadan sonra, başka bir dâr, yurt; bu hayattan sonra bir başka hayat daha vardır. Hem bu son bulan bir meşakkattir. O âhiretinki ise, devam eden bir meşakkat ve sıkıntıdır ' demektir. Keşşaf sahibi şairlerden birisinden şu mısraları nakletmiştir:

"Uzun çağların bir sürür ve neşesi ki, kendisinden sonra, kötülüğü dağlar misali olan bir günle karşılaştın. Peki, bitiminin hemen arkasında uzun çağların kötülükleri bulunan bir saatlik mutlulukİa karşılaşman hakkında ya ne düşünürsün?..." [144]

 

Münafıklar Az Gülüp Çok Ağlamalıdır

 

Daha sonra Cenâb1! Hak "Artık ...az gülsünler, çok ağlasınlar..." buyurmuştur.. Bu, her ne kadar emir sîgasıyla gelmiş bir ifade ise de, bunun manası, bu durumun ileride vaki olacağını bildirmektir. Bunun delili, Cenab-ı

Hakk'ın  bu  ifadenin  hemen peşinden getirmiş olduğu  "îrtikab etmekte oldukları (günahın) cezası olmak üzere" şeklindeki İfadedir. Buna göre ayetin manası, "Onlar, bütün ömürleri boyunca sevinseler ve gülseler dahi, bu az bir şeydir, önemsizdir. Çünkü, dünyanın tamamı ve her şeyi önemsizdir, kıymetsizdir. Ama, onların ahiretteki kederleri ve ağlayışları ise çok fazladır. Zira bu, sona ermeyen bir cezadır. Devam edene, nihayete ermeyene nisbetle, sona eren azdır, önemsizdir" şeklindedir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "Artık ...az gülsünler, çok ağlasınlar" buyurmuştur. Zeccâc, ayette geçen cezâen kelimesinin, "mef'ûlün leh" olduğunu ve ayetin manasının, "işte bundan dolayı ağlasınlar..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Cenâb-ı Hak,  "irtikâb etmekte oldukları, dünyadaki nifakları sebebiyle" buyurmuştur. Mutezile'nin, kulun, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğuna; Allah Teâlâ'nın da, onlara, kendi kesbleri sebebiyle deği de, doğrudan bir zarar ve azâb ulaştırması halinde, zâlim olacağına dair bu ayetle yapmış oldukları istidlalleri meşhurdur. Onların bu görüşlerini reddeden görüşler ise. tekrar etmeye gerek bırakmayacak şekilde, daha önce geçmişti. [145]

 

Münafıkların Sefere Çıkmaması Daha İyidir

 

'Eğer Allah seni (Tebük'den Medine'ye), onlardan (orada kalmış olanlardan) bir zümrenin (münafıkların) yanma döndürür de başka bir savaşa çıkmaya senden izin isterlerse, de ki: ''Bundan sonra benim/e birlikte katiyyen sefere çıkamazsınız. Benimle beraber biç bir düşmanla muharebe edemezsiniz. Zünkü siz ilk defa oturmayı hoş gördünüz. Artık bundan böyle siz}geri kalan kadın ve çocuklarla beraber oturun" (Tevbo, 83).

Allah Teâlâ münafıkların rüsvaylıklarını ve kötü gidişlerini açıklayınca, onlar ıkkındaki bunca tecrübeden sonra en münasip davranışın, onları sefere »türmemekte   olduğunu   açıkladı.   Zira   onların   Hz.   Peygamber   ile   savaşa (maları, birçok müşküata sebep ötüyordu. Şöyle buyurdu: "Eğer Allah seni (Tebük'ten ıdineye), onlardan, yani münafıklardan bir zümrenin yanma döndürürde, başka savaşa çıkmaya senden izin isterlerse, de ki: "Bundan sonra benimle birlikte tiyyen sefere çıkamazsınız" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, İW iUsrj OÜ ifadesiyie, ayet, Allah seni tekrar Medine'ye döndürürse.." manast murad edilmiştir. Rec' imesi bir şeyin, daha önce bulunduğu yere dönmesi demektir. Nitekim Arapça'da, "Onu, geri çevirdim" denilir. Bu, senin tıpkı,  lâj *Bij "Onu, iyice reddettim, döndürdüm.." demen gibidir, Cenab-ı Hak,  "onlardan bir gruba" buyurmuştur; zira, Medine'dekilerin tamamı münafık olmayıp, aksine onların bir kısmı ihlâslı ve mazereti bulunan kimselerdi.  "Şayet onlar, seninle beraber (başka) bir savaşa çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: "Bundan sonra artık, siz benimle beraber herhangi bir savaşa katiyyen çıkamazsınız..." Bu, onları tenkîd etme, onları rahmetten uzaklaştırma ve onların nifaklarını ve rüsvaylıklarını ortaya koyma, teşhir etme yerine geçen bir ifadedir. Bu böyledir, zira müslümanları cihada teşvik etmek, Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu dinde zarurî olarak yer alan bir hükümdür. Onların, savaşa çıkmak için izin talebinde bulunmaya yönelmelerinden sonra, bundan men edilmeleri, onların İslâm'dan çıktıklarının, çeşitli hile ve desiselerle nitelenmiş olduklarının açık bir delilidir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s) onları, hile ve tuzaklarından sakınmak amacıyla savaşa katılmaktan men etmiştir. İşte bu husus, bu bakımdan onları lanetleme ve tardetme, kovma gibi olmuştur. Bunun bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın, "Siz ganimetler almak için gittiğiniz vakit, o geri bırakılanlar diyecek ki: "Bırakın, biz de arkanıza düşelim. " Onlar (bununla) Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Bizim arkamıza asla düşemezsiniz siz..." <fmih. ıs> ayetidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu men etme işini, "Çünkü siz ilkin oturmayı hoş gördünüz" ayetinin ifade ettiği hususa bağlanıştır. Bununla, onların Tebük Savaşı'na katılmamaları murad edilmiştir. Buna göre bu, "İlk defa sizin muvafakatınıza duyulan ihtiyaç daha fazla idi. Bu ihtiyaç sona erip ve siz de, bizim sizin katılmanıza çok ihtiyacımız olan bir şuada savaşa katılmadığınıza göre, şimdi biz de sizi kabul etmiyor ve size iltifat etmiyoruz..." anlamındadır. Bu ayette geçen merre (kere) kelimesiyle ilgili olarak, Keşşaf sahibi şu açıklamayı yapar: Hak Teâlâ'mn bu ayetteki merre kelimesi, merrât (defaatle, birçok kere) anlamında olmak üzere zikredilmiştir. Bu kelimeye evvel kelimesi muzâf kılınmıştır. Evvel kelimesi, merrât   kelimesinin   müfredine   delâlet   etmiş,   onun   yerine   kullanılmıştır.

Binâenaleyh, evlâ olan ifade tarzının, şeklinde olmasıydı. Yine kendisi, bu soruya şu şekilde cevap vermektedir: Bu iki kullanılışın genel ve umumi olanı, "Hind, kadınların en büyüğüdür" denilip de, denilmeyişidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık bundan böyle siz geri kalan kadın ve çocuklarla beraber oturun" buyurmuştur.

Alimler hâlif kelimesinin tefsiri hususunda şunları söylemişlerdir:

1) Ahfeş ve Ebu Ubeyde şöyle demektedirler: kelimesi çoğul olup, bunun müfredî halif'dir. Halif ise, kavmi içinde birine halef olan, onun yerine geçen kimse demektir. Buna göre bunun manası: "Evde halef olup, başkasının yerine geçip oradan ayrılmayan erkeklerle beraber... oturunuz" demektir.

2) Hâlifîn kelimesi, "muhalefet edenler" anlamındadır. Ferrâ şöyle demektedir: "Arapça'da, birisi bir kimseye muhalefet ettiğinde, ona denilir." Ahfeş, evdekilere muhalif olduğu zaman, o kimseye "Falanca, kendi ev halkına çok muhalefet edendir.." denilir. " Leys de, "Muhalefeti çok ve fazla" anlamında, "Bu adam, çok muhalefet edendir" ve "Muhalefet eden kavim, topluluk denilir" demiştir, Bu kelimeyi çoğul yaptığındaysa, hâlifûn dersin.

3)  Halif kelimesi, "Fasit olan, bozulan" anlamına gelir.

Esmaî şöyle demiştir: "Arapça'da, tamamiyle uzaklaşıp, bozulduğunda, işe yaramadığında, o şey hakkında (Hiçbir işe yaramadı, bozuldu) denilir. Yine bozulup işe yaramadığında"süt bozuldu"; ve  "şıra bozuldu.." denilir."

Sen bu üç manayı iyice kavradığın zaman, bilesin ki, lafzın bu manalardan her birine hamledilebileceğinde hiç şüphe yoktur. Çünkü o münafıklarda bütün bu sıfatlar bulunmaktaydı. Bil ki bu ayet, bir kimse, kendisiyle yakın alâkası bulunan kimselerden hile, desise ve tuzak görüp, bunların gereğini yerine getirme hususunda bütün gücüyle gayret sarfettiklerini müşahede ederse, bu kimsenin onlarla olan münasebetini sona erdirmesinin ve onlarla dost olmaktan kaçınmasının şart ve gerekli olduğuna delâlet eder. [146]

 

"Münafıkların Cenaze Namazını Kılma"

 

"Onlardan ölen hiç bir kimsenin asla cenaze namazını kılma!.. Kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah) ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular ve onlar fastk olarak öldüler... " (Tevbe. 64).

Bil ki Allah Teâlâ. Resulüne, onları yardımsız bırakma, hor ve hakir kılma, zelil etme hususunda sa'yü gayret göstermesini emretmiştir. Önceki ayette bahsedilen, "Onların peygamberle beraber savaşa çıkmaktan men edilmeleri" hususu, onların zelil, hor ve hakir kılınmasını gerektiren sebeplerin en güçlüsüdür. Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette bahsetmiş olduğu, "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onlardan ölen kimselere namaz kılmaktan men edilmesi" hususu da, onlam zelil kılınıp yardımsız, kimsesiz ve çaresiz bırakılmalarını gerektirecek diğer bir güçlü sebeptir.

İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İbn Selûl hastalanınca Hz. Peygamber (s.a.s) onu ziyaret etti. Bunun üzerine Abdullah İbn Ubeyy, Hz. Peygamber'den. öldüğünde namazını kıldırmasını ve kabri başınaa dua etmesini istedi. Daha sonra da, Hz. Peygamber (s.a.s)'e kendisine kefen olsun diye, gömleğini istetmek üzere birisini yolladı. Hz. Peygamber de ona, dışından giydiği gömleğini gönderdi. Abdullah bunu gen yollayarak, içten giydiği ve derisine dokunan gömleğini istedi. Bunun üzerine Hz. Ömer fr.a): "O pis, necıs kimseye, gömleğini niçin veriyorsun?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s): "Benim gömleğim, ondan, Allah'ın azabından herhangi bir şeyi savuşturamaz. Fakat umulur ki. Cenabı Hak. bu sayede o münafıkların bin adedini İslâm'a girdirir" dedi.Zira münafıklar, Abdullah dan ayrılmazlardı. Onlar onun, bu gömleğin peşinde olduğunu ve ondan bir fayda umduğunugörünce. o gün onlardan bin adedi müslüman oldu. .   .

Abdullah öldüğünde, oğlu, bu haberi Hz. Peygamber'e duyurmak için geldi. Hz. Peygamber (s.a.s) de, oğluna: "Nama2inı kıldır ve onu defnet!" deyince, oğlu: "Ya Resulallah, eğer sen onun namazını kılmazsan, hiçbir müslüman kılmaz!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) namazını kıldırmak için ayağa kalkınca, Hz. Ömer de ayağa kalktı ve Hz. Peygamber onun namazını kıldırmasın diye, Hz. Peygamber ile kıblenin arasına geçerek durdu. İşte bunun üzerine, bu ayet nazi! oldu. Cebrail (a.s) de, Hz. Peygamberin elbisesinden tutarak "Onlardan, ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma" dedi. [147]

 

Vahyin Hz. Ömer'i Teyid Etmesi

 

Bil ki bu husus, Hz. Ömer (r.a)'in, medhe değer hususiyetlerinden büyük bir menkîbesine delâlet eder, Gerçekten vahiy, birçok ayette, Hz. Ömer'in görüşüne uygun olarak gelmiştir. Meselâ bunlardan birincisi, daha önce de bahsedildiği üzere, Bedir esirlerinden fidye alınması; ikincisi, içkinin haram kılınması; üçüncüsü, kıblenin değiştirilmesi; dördüncüsü, kadınların örtünmesini emreden ayetin inmesi; taşincisi de işte bu ayetin nüzulüdür. Böylece ayetlerin. Hz. Ömer (r.a)'in görüşüne muvafık olarak inmesi, onun dindeki mertebesinin çok yüksek ve derecesinin çok kıymetli olduğuna delâlet eder. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Ömer hakkında: "Ey Ömer. şayet ben peygamber olarak göderilmeseydim, peygamber olarak mutlaka sen gönderilirdin''[148]demiştir. [149]

 

Hz. Peygamber Neden İbn Übey'in Namazını Kıldırmak İstedi?

 

Şayet, "Onun kâfir olduğunu ve küfür üzere öleceğini ve bir peygamberin böylesi bir Kirtisenin namazını kılmasının onu tebcil ve tazim etme yerine geçeceğini bilmesine rağmen, Hz. Peygamber'in onun namazını kıldırması nasıl caiz olur? Hem, Peygamber onun namazını kıldığı zaman, ona dua edecektir; halbuki bu, sakıncalı bir şeydir. Çünkü Allah Teâlâ, Peygamberine, kâfirleri kesinlikle bağışlamayacağını bildirmiştir. Yine, gömleğini ona vermesi, ona değer verilmesi manasına gelir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir;

Bunun sebebi, belki de şudur: O, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, kefenlenmek için, iç gömleğini yollamak üzere, ona adam gönderdiğinde, Peygamber, zann-ı galibiyle, onun iman ettiğini düşünmüş olabilirdi. Çünkü ömrün sonu, günahkârın tevbe, kâfirin de iman edeceği bir vakittir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber, Abdullah ibn Übeyy'in, müslüman olduğunu izhâr ettiğini görüp,ondan İslâm'a girdiğine dair bu emareleri de müşahede edince, zann-ı galibiyle, onun müslüman olduğunu düşünmüş, buna binâen de onun namazını kıldırmayı arzulamıştır. Ama. Cebrail (a.s) gelip ona, onun küfrü ve nifakı üzere öldüğünü haber verince, onun üzerine namaz kılmaktan çekinmiştir. [150]

 

Hz. Peygamber'in, Gömleğini İbn Übeyy'e Göndermesi

 

Hz. Peygamber'in. gömleğini Abdullah İbn Ubeyy ibn Selûl'e vermesi meselesine gelince, alimler bu hususta da şu izahları yapmışlardır:

1) Hz. Peygamberin amcası Abbas, Bedir'de esir alındığında, üzerine giydirecek bir gömlek bulamadılar. Zira o, uzun boylu bir kimse idi. Derken, Abdullah İbn Ubeyy, ona gömleğini giydirdi.

2) Müşrikler Hudeybiye Günü Abdullah'a: "Biz Muhammed'e boyun eğmiyoruz. Ancak seni tanıyoruz " demişlerdi. Bunun üzerine de: "Hayır, benim için, Al/ah'ın Resulünde güzel örnekler vardır " dedi. İşte bundan dolayı, Allah'ın Resû'ü ona (gömleğini vermekle) teşekkür etmiş oldu.

3)  Allah Teâlâ, Hz. Peygambere: "İsteyeni sakin azarlayıp kovma" (Duha, 10) buyruğu ile, dileneni geri çevirmemesini emretmiştir. Abdullah İbn Ubeyy Hz. Peygamber'den gömleğini isteyince, işte bu sebeple, isteğini yerine getirmişti.

4)  Gömleği vermemek kerem ehline yakışmaz.

5)  Abdullah İbn Ubeyy'in oğlu Abdullah, salih ve iyi kimselerdendi. Hz. Peygamber (s.a.s) de, oğlundan ötürü, ona ikramda bulunmuştur.

6)  Belki de Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e "Sen ona gömleğini verdiğinde, bu, münafıklardan binlercesinin İslâm'a girmesine sebep olur" diye vahyetmişti. İşte. Hz. Peygamber de bu maksatla böyle yaptı. Rivayet olunduğuna göre onlar, bunu görüp müşahede edince, binlercesi müslüman oldu.

7) Hz. Peygamber'in, genel vasfı, şefkat ve merhamet etmektir. Nitekim Cenâb-ı HakT "B/z, seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik..."(Enbiya, ıo?) ve "Sen Aliah'dan bir merhamet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandm.." (âı-i imran 159) buyurmaktadır. Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s) Allah'ın emrini göstererek, onun namazını kılmaktan kaçındı re'fet ve rahmetini, şefkatini izhar etmek için de, ona gömleğini verdi.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan ölen hiç bir kimsenin asla cenaze namazını kılma!" ayetindeki mâte fiilinin, Vahidî, mecrûr makamında olduğunu, zira bunun belirsiz olan ehad kelimesinin sıfatı ofduğunu, buna göre sanki, "Onlardan ölmüş olan hiçkimse üzerine namaz kılma, dua etme.." denilmek istendiğini söylemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, ebedâ kelimesi, ehad kelimesiyle alâkalı bir kelimedir. Buna göre kelamın takdiri, "Onlardan birisi üzerine ebediyyen, asla namaz kılma, dua etme" şeklinde olur. Bil ki Cenâb-ı

Hakk'ın, ifadesi, ya nefy işinin, ya da nefy edilen şeyin tebîdini (ebediyen yapılmamasını) ifade-edebilir. Ama bu ayetin maksadı, birincisidir. Çünkü, bu ayetin vermiş olduğu ipuçları ve karineler, bundan maksadın, Hz, Peygamber (s.a.s)'in, onlardan herhangi birisinin namaztnı kılmaktan, onun için dua etmekten ebediyyen ve tamamen men edilmiş olduğuna delâlet etmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı  Hak,   "Kabrinin  başında da durma" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a)  Zeccâc şöyle demektedir:  "Hz. Peygamber (s.a.s), bir ölüyü defnedip gömdüğünde, onun kabri başında durur ve ona dua ederdi. İşte burada, bundan men edilmiştir."

b)  Kelbî, bunun manasının, "Sen onun kabir işlerini düzenlemekle uğraşma" şeklinde olduğunu, bunun, bir kimse birinin işini üstlenip onu deruhte ettiğinde, Arapların söylemiş oldukları deyiminden alındığını söylemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'i onun namazını kılmaktan ve onun kabri başında durmaktan men edişini, Çünkü onlar Allah ı ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular ve onlar fasık olarak öldüler ayetinin muhtevasına bağladığını beyan etmektedir. Bu ifadeyle ilgili birkaç so-buiunmaktadır[151]

 

Fısk, Küfürden Beter midir?

 

Birinci soru: Fısk, küfürden daha aşağı derecededir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak. bu yasaklamanın sebebi olarak onun kâfir olduğunu beyan edince, bundan sonra onu fasık olarak vasfetmesinin fayda ve hikmeti nedir?

Cevap: "Kâfir", dini hususunda bazan adil olabilir. Bazan ise fasık, adi ve kavmince merdûd olabilir. Yalan söylemek, nifak, hilekârlık, tuzak ve düzenbazlık v.b bütün dinlerde çirkin görülmüş bir husustur. Binâenaleyh münafıklar bu sıfatlan taşıyınca, Cenâb-ı Hak, nifak yolunun herkes nezdinde kötü, kınanmış bir yol, davranış şekli olduğuna dikkat çekmek için. onları küfürle vasfettikten sonra da, fıskla vasfetmiştir. [152]

 

Münafığın Cenaze Namazının Hükmü

 

İkinci soru: Kâfir olduğu halde münafık iman izhar ettiğinden, öldüğünde ona namaz kılınmaz mı?

Cevap: Mükellefiyetler, zahire bina edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Biz zahire göre hükmederiz. Gizli haller ise Allah'a aittir" buyurmuştur.

Üçüncü soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü onlar Allah) ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular, ve onlar fasık olarak öldüler" buyruğu, bu men'in, yasaklamanın, bu illete bağlanmış olduğu hususunda sarih bir ifadedir. Bu ise, Allah'ın hükümlerinin b'r sebebe bağlanmasını iktiza eder. Halbuki bu, olamaz, mümkün değildir. Zira, AllahV hükümleri kadimdir. Halbuki illetlerse. muhdestir. Kadîmi muhdese bağlamak ise imkânsızdır.

Cevap: Allah'ın hükümlerini, kulun yararına olan şeylere, maslahatlara bağlamanın caiz olup olmadığına dair söz, uzundur. Ayetin zahirinin buna delâle: ettiğinde şüphe yoktur. [153]

 

"Onların ne mallan, ne evlâdlan seni imrendirmesin. Allah bunları bu varlıkları, sırf onlar sebebiyle kendilerini dünyada azaba çarptırmayı ve canlarının, onlar kâfir oldukları halde, güçlükle çıkmasını diler" (Tevbe. 85). [154]

 

Benzeri Olan Tevbe 55 Ayeti İle Farkı

 

Bil ki bu ayet, aynısıyla, bu sûrede geçmişti. Burada da zikredilmiştir. Bu iki ayet arasında, lafız bakımından farklılıklar bulunmaktadır:

1) Cenâb-ı Hak, önceki ayette, fâ harfiyle (Tevbe, 55) buyurmuş, burada ise, vav harfiyle buyurmuştur.

2) Allah Teâlâ, orada, buyurmuş, burada ise, edatını getirmeyerek buyurmuştur.

3) Orada, buyurmuş, burada da lâm harfinin yerine en edatını getirerek  buyurmuştur.

4) Orada buyurduğu halde, burada kelimesini hazfederek, sadece buyurmuştur. Böylece bu iki ayet arasında, işte bu dört bakımdan farklılık meydana gelmiştir. Binaenaleyh, bizim öncelikle, bu dört yönden tezahür eden farklılığın faydalarını ele almamız, sonra da, ayetin mükerrer olmasının faydasını incelememiz gerekmektedir.

Birinci makama gelince, biz diyoruz ki:

Birinci tür farklılık ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, birinci ayette fa harfiyle olmak üzere ikinci ayette de vav ile,  şeklinde getirmesidir. Evet bu farklılığın sebebi şudur: Önceki ayette, Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, "Onlar Allah yolunda ma! harcadıklarında ancak isteksiz harcarlar" (Tevbe. 54) ayetinin hemen peşin­den   getirmiş,   böylece   onları   infâk   etmekten   hoşlanmamakla   vasfetmiştir.

Onlar bu infâki, o malların çokluğundan hayrete düşüp, onlara meftun olduklarından dolayı kerih görmüşlerdir. İşte böyle bir sebeplen dolayı Allah Teâlâ onları, bu meftun oluştan, imrenmeden, başında takibiyye fâ'sı bulunan ifadeyle nehyederek,  yi buyurmuştur. Ama bu ayette, sözün daha öncek: kısımla münasebeti olmadığı için, bu nehiy, vav harfiyle getirilmiştir.

İkinci çeşit farklılığa gelince ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, önceki ayette dediği halde, bu ayette  demesidir, bunun sebebi şudur: Böylesi sıralamalar en düşüğünden başlayarak, en kıymetlisine doğru yükselir. Meselâ, "Ben, ne emîrin durumuna imrenirim, ne de, vezirin durumuna"[155] denilir. Bu da, o münafıkların, çoluk çocukları ile böbürlenmelerinin mallarıyla olanından fazla olduğuna delâlet eder. Bu ayetteki sıralamaysa, onlar nezdinde, bu iki şey arasında bir fark bulunmadığına delâlet eder.

Üçüncü çeşit farklılık ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın orada, buyurup, buradaysa demesidir. Bu farklılığın faydası, Allah Teâlâ'nın hükümlerinin herhangi bir illete bağlanmasının muhal olduğuna ve her nerede talîl lamı gelirse, bu lamın en manasına geldiğine dikkat çekmektir. Bu, tıpkı, "Oysa kendilerine yalnız Allah'a ibadet etmeleri emrolunmuştu" (Beyyine. 5) ayeti gibidir. Yani, demektir.

Dördüncü çeşit farklılığa gelince bu, önceki ayette bu ayette ise  buyurulmuş olmasıdır. Cenâb-ı Hak bu ayette, dünya hayatının değersizlikte 'hayat" olarak isimlendirilmeyecek bir seviyede bulunduğuna dikkat çekmek için,  kelimesini zikretmemiştir. Yine onun değersizliğine dikkat çekmek için, "dünya" zikredildiğinde, sadece bu lafızla yetinmek gerektiğine dikkat çekmiştir. İşte bu, lafızlar arasındaki farklılıkların izahı bu olup, Kur'an'ın hakikatlerini, özlerini bilense, ancak Allah Teâlâ'dır. [156]

 

Aynı Mananın Tekrarlanmasının Sebebi

 

İkinci makam'a gelince, bu ayetin niçin mükerrer olduğunun izahı olup, bunun sebebi şudur: Kalbleri en fazla kendisine çeken ve gönülleri dünya ile meşgul olmaya sevkeden şeyler, ma! ve evlad ile meşgul olmaktır. Böyle olan şeylerdense, defalarca sakındırmak gerekir. Mü'min kimse içinse, en fazla matlûb olan ve nazar-ı dikkate alınması gereken şey ise, Allah'ın mağfireti ve bağışlaması olduğu için, Cenâb-ı Hak pek yerinde olarak, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için, bağışlar"{Nisa, 48) buyruğunu, Nisa sûresinde iki defa getirmiştir (Nisa, ne> Netice olarak diyebiliriz ki, buradaki tekrar, tekîd ve iyice sakındırmak içindir. Mağfiret ayetindeki tekrar da, iyice ferahlandırıp ümit vermek içindir. Şöyle de denilmiştir: Allah, birinci ayetiyle, o ayet inerken kendilerinin mallan ve çocukları bulunan bir grup münafığı; bu ayetiyle de, başka bir grup münafığı kastettiği için tekrar etmiştir. Aynı sözün, farklı farklı zamanlarda, birçok yerde birçok defa birçok kimseyle birlikte zikredilmesine ihtiyaç duyulduğunda, o sözün onlardan bazılarının yanında zikredilip söylenmesi, onun, diğerlerinin yanında da söylenmesine manı olmaz ve tekrarlanmasından müstağni kılmaz. [157]

 

Münafıkların Savaşa Çıkmayıp Âcizlerle Birlikte Oturmaları

 

''Allah'a iman edin, Resulünün maiyetinde cihada gidin" diye bir sûre indirildiği zaman içlerinden servet sahibi olanlar, senden izin isteyip: "Bırak bizi, harbe gitmeyip oturanlarla beraber olalım..." derler. Onar. Oturanlarla beraber olmalarını hoş gördüler. Kalblerine mühür vurulmuş onlann. Onlar artık pek anlamazlar"

(Tevbe S&-87).

Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayetlerinde, münafıkların Hz. Peygamber (s.a.s)'den geri kalma ve savaşa katılmama müsaadesi alma hususunda yollar ve çareler aradıklarını beyan etmiş, bu ayette de buna şöyie bir incelik ilave etmiştir: Her ne zaman, iman etmeyi ve Hz. Peygamber'le bera  Md etmeyi ihtiva eden, kapsayan bi<" ayet nazil olduğunda, onlann servet ve zenginlik sahibi olanları, savaşa katılmamak için izin isteyerek, Hz. Peygamber {s.a.s)'e, "Bizi bırak, aciz kimselerle veşehirde oturup kalanlarla bir olalım.," derlerdi.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a iman edin. Resulünün maiyetinde cihada gidin" diye bir sûre indirildiği zaman" buyruğu hakkında birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Tıpkı, "Kur'an" ve "Kitab" lafızlarının, Kur'an'ın tamamı veya bir kısmı için kullanılabilmesi gibi, bu ayette bulunan "sûre" kelimesiyle de, bu sûrenin tamamının veya bir kısmının murad edilmiş olmasi caizdir. Burada geçen "sûre" kelimesiyle, içinde hem iman, hem de cihadı emreden ayetler bulunduğu için, "Berâe Suresi"nin kasdedilmiş olduğu söylenmiştir.

İkinci bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesindeki en edatının i'rabtaki yerinin, Vahidî şu şekilde olduğunu söylemiştir: "Bu kelimenin başına geldiği cümlenin, bu edattan harf-i cerrin hazfedilmiş olması sebebiyle, mahallen mansûb

olup takdiri de,  şeklindedir. Yani, "İman edesiniz..." demektir. [158]

 

Mü'mine İman Etme Emri Verilebilir mi?

 

Üçüncü bahis: Bir kimse şöyle diyebilir: "Cenâb-ı- Hak, mü'minlere, iman etmelerini nasıl emretmiştir? Çünkü böyle bir emir, hâsılı tahsil etmeyi istemek olur ki bu muhaldir."

Alimler buna da şu şekilde cevap vermişlerdir: Mü'minlere imanı emretmenin manası, o imana devam etmelerini ve ileride de ona sımsıkı sarılmalarını istemek demektir. Ben derim ki, böyle bir cevaba gerek yoktur. Çünkü emir, o (münafıklara yöneliktir. Cenâb-ı Hak, iman etme emrini, cihad etmek emrinden önce zikretmiştir. Çünkü kelamın takdiri şöyledir: Buna göre münafıklara sanki, "Sizin, iman etmeden önce cihada yönelmeniz, hiçbir şey ifade etmez. Öyleyse sizin önce iman etmeniz, sonra da, cihadla meşgul olmanız gerekir, ve cihadfa meşguf ofmanız dinde, ancak bundan sonra sizin için bir mâna ifade eder" denilmek istenmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sûre nazil olduğunda, onların neler söylediğini de naklederek:  "içlerinden servet

sahibi olanlar, senden izin isteyip: "Bırak bizi, harbe gidemeyip oturanlarla beraber olalım" derler,.,"buyurmuştur. Bu ayette bulunan, "servet sahipleri"ifadesiyle ilgili iki açıklama yapılmıştır:

1)  İbn Abbas ve Hasan el-Basri, bundan, malî yönden zenginler murad

edilmiştir" derlerken;

2) Esamm, "Bundan maksad, bakışların kendisine yöneldiği liderlerdir" demiştir.

Burada, özellikle "servet sahipleri" tabirinin zikredilmesi hakkında da şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Sefere ve cihada çıkabilecek durumda olduklarından, çıkmamalarından ötürü onlar kınanmaya müstahak olmuşlardır.

b)  Mal ve sefere çıkma kudreti olan kimse, izin istemeye ihtiyaç duymaz.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar, oturanlarla beraber olmalarını hoş gördüler" buyurmuştur. Hâlif kelimesinin ne demek olduğunu, (Tevbe, 83) ayetinin tefsirinde ele alıp açıklamıştık. Burada bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Ferrâ şöyle demiştir: "Hevalif kelimesi, evinde oturan, oradan hiç ayrılmayan kadınlar demektir. Buna göre mana, "Onlar, cihada katılmama hususunda, kadınlar gibi olmaya razı oldular" şeklinde olur.

b) Bu kelimenin, hâlife kelimesinin cem'i olması da mümkündür. Hâlife kelimesi ise, asîl olmayan kimse anlamına gelir."

Ferrâ sözüne devamla şöyle der: "Arapça'da fâris (fevâris) (binici, süvari) ve halik (hevalik) (helak olan...) kelimeleri hariç çoğulu fevail vezninde olan fail vezninden kelime bulunmamaktadır, "

Birinci görüş daha tercihe şayandır. Zira, bu kelime kıllet ve zillete daha fazla delâlet eder. Müfessirter, "Münafıklara, kendilerinin kadınlara benzetilmesi çok zor geliyordu" demişlerdir. [159]

 

Kalbin Mühürlenmesi Meselesi

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Kalblerine mühür vurulmuş onların. Artık onlar pek anlamazlar" buyurmuştur. Sen, biz ehl-i sünnete göre "tab ve hatm"in, imanın tahakkuk etmesine mani olan ve küfrü gerektiren kuvvetli bir sebebin bulunması demek olduğunu biliyorsun. Bu böyledir, zira herhangi bir fiilin sebepsiz olarak meydana gelmesi muhal olunca, küfr için kuvvetli ve derin bir sebep bulununca, kalb, âdeta küfür üzere mühürlenmiş gibi olur. Sonra o sebebin tahakkuku şayet kul tarafından olursa, o zaman teselsül gerekir. Eğer Allah tarafından ise, o zaman maksat hasıl olmuş demektir.

Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Tab, kalbin, küfre meyletmek hususunda sanki iman etmeye karşı ölmüş bir hale, bir noktaya varıp ulaşması demektir."

Mutezile'ye göre ise tab , kalbte meydana gelen bir alâmet ve emare demektir. Bu husustaki tafsilatlı açıklama, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki   (Bakara. 6) ayetinin tefsirinde geçmişti. Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yaıi "Onlar, Allah'ın cihadı emretmesindeki hikmetinin sırlarını anlayamazlar" demek [160]

 

 

Mü'minferin Güzel Sıfatları

 

"Fakat o peygamber ve onun beraberinde bulunan mü'minler mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte onlar var ya, bütün hayırlar onlarındır. Allah onlar için -kendileri, içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük saadettir" (Tevbe, 88-89).

Bil ki Allah Teâlâ münafıkların cihaddan kaçma hususundaki hallerini ortaya koyunca, peygamber ve ona iman edenlerin durumlarının, bunlarınkine benzemediğini beyân buyurmuştur. Çünkü, Hz. Peygamber ve iman edenfer, Allah'ın rızasını talep ve O'na yaklaşma hususunda mallarını ve canlarını harcamışlardır

Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayete lâkin edatıyla başlamasının hikmeti de şudur: Bu, "O münafıklar, savaşa katılmaktan geri dururlarsa, o savaşa, onlardan daha hayırlı, niyyeî ve itikad bakımından daha samimi ve ihlaslı olanlar katılmışlardır" demektir. Bu tıpkı. "Şimdi bunlar bunları tanımayıp da kâfir olurlarsa, biz ona, bunu inkâr etmeyen bir kavmi vekîl kılmişızdır" (En’am, 69) ve "Eğer kibirlenmek isterlerse, Rabbinin nezdinde bulunan melekler hiç usanmadan gece gündüz O'nu teşbih ve takdis ederler" (Fussiiei, asj ayetleri gibidir.

Cenâb-ı Hak onları, çabucak cihada koşmakla vasfedince, onların elde edeceği fayda ve menfaatları da beyan etmiş olup, bunlar şunlardır:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bütün hayırlar onlarındır'1 ayetinin ifade ettiği husus. Bil ki hayrat lafzı, mutlak olarak zikredildiği için, her iki dünyanın hayır ve menfaatlerini de içine alır. "İçlerinde güzel huylu, qüzel vüzlü kadınlar vardır" (Rahman, toj ayetinden dolayı, bu kelimenin, huriler anlamına geldiği de söylenmiştir.

2) "Onlar umduklarına kavuşanların ta kendileridir" ayetinin ifade ettiği husustur. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu ile ilahi mükâfaat, buyruğu ile de ikab ve azabtan kurtuluş kastedilmiştir

3)Allah onlar için kendileri. içinde ebedî kalıcı olmak üzere  altından ırmaklar akan cennetler hazırladı" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayette bulunan cennat lafzının, hayrat ve müflihûn lafızlarının tefsin olması muhtemel olduğu gibi, hayrat ve müflihûn lafızlarının savaş, ikram, servet, güç, kuvvet ve üstün gelme gibi dünya menfaatleri; cennât lafzının da, ahiret mükâfaatı manasına gelmesi de muhtemeldir.

Cenâb-ı Hak, 'İşte bu,  en büyük saadettir" buyurmuştur. Bu, o halin, yüce bir mertebe ve yüksek bir derece olduğunu ifade eder.

''Bedevilerden özür dermeyan edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. İçlerinde kâfir olanları pek acıklı bir azâb çarpacaktır' (Tevbe, 90).

Bil ki Allah Teâlâ, Medine'deki münafıkların durumlarını bildirince, bedevi olan münafıkların durumlarını açıklamaya başlayarak, buyurmuştur. Ayetin başındaki  kelimesinde iki kıraat vardır:  Birincisi Dahhak'ın İbn

Abbas'dan naklettiği muazzirûn kıraatidir. İbn Abbas bu ayeti okuduğunda: "Allah lanet etsin muazzirlere!" demişti. Öyle anlaşılıyor ki, ona göre muazzir: "Özrü olmadığı halde özür uyduran kimse" manasına gelmektedir. Gerçek özrü otan kimseye ise mazur denir.

Netice olarak diyebiliriz ki özürünü iyice anlatabilmek için çaba sarfeden kimse demektir. Arapların, "Başına gelecek şeylerden seni sakındıran kimse, artık mazurdur" ifadesi de böyledir. Bu kıraate göre ayetin manası "Allahu Teâlâ, özrü olanlarla, yalan söyleyenleri birbirinden ayırmıştır" şeklinde olur   O halde,  özür beyan edip mazeretlerini ortaya koyan kimseler demek olur. Bunların, Esed ve Katafân Kabileleri olduğu ileri sürülmüştür. Zira onlar: "Bizim çoluk çocuğumuz var; bizim sıkıntımız var. O halde, savaşa katılmamamız hususunda bize müsaade et" demişlerdir. Bunların. Amir İbn Tufeyl'in kavmi olduğu da ileri sürülmüştür. Zira onlar: "Şayet biz seninle beraber savaşırsak, Tayy Kabilesi'nin bedevileri bize hücum eder" demişlerdi. Bunun üzerine de Allah'ın Resulü, onlara izin vermişti. Mücahid'den, bunların, özür beyan eden bir kısım Katafanlı olduğu da rivayet edilmiştir.

Bu kelimeyi, şeddeli olarak şeklinde okuyanlara gelince ki bu, âmmenin kıraatidir. Bunun Arapça bakımından iki tür izahı yapılabilir:

1) Ferrâ, Zeccâc ve İbnu'l-Enbarî'nin ileri sürmüş olduğu husus. Buna göre bu lafzın aslı, mutezirun'dur. Tâ'nın fethası ayın'a verilip, zel ta'dan ipdal edilip, zel'e idğam edilmiştir. Böylece de zel, şeddeli olmuştur. İ'tizar, bazan yalan söyleme ile

de olur. Bu, tıpkı"Onlara döndüğün vakit, size özür beyan ederler" (Tevbe. 94) ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak, bu özür beyan etmenin fasit ve yanlış olduğunu, "De ki:"Özür dilemeyin " (Tevte, 94) ifadesiyle beyan

buyurmuştur. Bazan da doğru olabilir. Bu, Lebîd'in tıpkı, "Kim tam bir yıl ağlarsa, mazur sayılır" yani, "gerçek bir özür izhar etmiş olur..." sözünde olduğu gibidir.

2) Muazzirûn kelimesinin,taksirde bulunmak anlamına gelen ta'zîr kelimesinden vezninde bir kelime olmasıdır.  Nitekim Arapça'da, bir kimse bir şeyde ileri gitmeyip, mübalağada bulunmayıp geri durduğunda  denilir. Mesela sen, birisini bir işte yeterli bulup işte kusur işlediğinde  "Falanca, bu işi eksik yaptı" dersin. Binâenaleyh, şayet biz bu kelimeyi şeddesiz olarak okursak, o zaman bu kelime yalan söyleyenler anlamını ifade eder. Ama bu kelimeyi şeddeli okur vemu'tezirun anlamına alırsak bu durumda onların bu hususta, doğru olmaları da, yalancı olmaları da muhtemel olur. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Burada bahsedilen mu'azzirûn kelimesiyle, doğru söyleyenler kastedilmiştir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan sonra, "Allah 'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar" kısmını getirmiş olmasıdır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onları, yalan söyleyen gruptan ayırınca, bu onların yalancı olmadıklarına delâlet etmiş olur.

Vahidî, Ebû Amr'dan, senediyle beraber şunu rivayet etmiştir: "Ona bu ayet sorulduğunda O: "Birtakım kimseler, aslı esası olmayan birtakım mazeretler ileri sürmüşlerdi ki,Cenâb-ı Hakk'ın, "özür dermeyân edenler... geldiler" buyruğuyla işte bunlar kastedilmiştir. Diğerleri de, hiçbir mazeret ya da, bir mazeret şüphesi bulunmaksızın doğrudan doğruya, Allah'a karşı gelerek savaştan geri kalanlardır ki, Hak Teâlâ'nın "Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaidı(lar)" buyruğuyla da işte bunlar kastedilmiştir." Ebu Amr'ın ileri sürdüğü bu açıklama muhtemel olup, ancak ne var ki, birinci görüş daha açıktır.

Cenâb-ı Hak, "Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar" buyurmuştur. Bu ayetle kastedilenler, gelmeyen ve özür de beyan etmeyen bedevi münafıklardır. Böylece bu ifadeyle onların, iman iddialarında, Allah ve Resûlullah'ı yalanladıkları ortaya çıkmıştır. Übeyy, şeddeli olmak üzere, kezzebû şeklinde okumuştur.

Cenâb-ı Hak,  "İçlerinde kâfir olanları pek acıklı bir azâb çarpacaktır" buyurmuştur. Onların başına gelecek olan bu elîm azab, dünyada öldürülmeleri, ahirette de, cehennem ateşine duçar olmalarıyla tahakkuk etmiştir. Cenâb-ı Hak, "içlerinde" buyurdu; zira O, ilmi ile onların bir kısmının ilerde iman edeceklerini ve böylece de bu cezadan kurtulacaklarını biliyordu. İşte bundan dolayı, kısmîlik (teb'îz) ifade eden  min edatını zikretmiştir. [161]

 

Savaştan Muaf Olanlar

 

"Allah ve Resulü hakkında iyi düşünmeleri şartıyla, ne zayıflara, ne hastalan ne de fakirliklerinden dolayı seferde harcayacak şey bulamayanlara bir günar yoktur, iyilik edenlere karşı da muahezeye bir yo! yoktur. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Bir de şunlara günah yoktur: Kendiieı yüklemen için ne zaman sana geldilerse "Size bir binek bulamıyorum" dedir, ve harcayacak bir şey bulamadılar da. kederlerinden gözleri paş döke döke

döndüler " (Tevbe. 91-92).

Bil ki Allah Teâlâ, özrü bulunmaksızın mazereti varmış zannı uyandıranlar hakkındaki tehdidini bildirince, gerçek mazeret sahiplerini de beyân buyurmuş ve bunların savaş ve cihâdla ilgili mükellefiyetlerden muaf olduklarını açıklamıştır. Bunlar birkaç kısımdır;

Birinci kısım: İhtiyarlar gibi, sıhhatli fakat bünyesi zayıf olan ve yaratılışça narin olanlar. İşte, ayette "duafâ" (zayıflar) kelimesi ile kastedilenler bunlardır. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın 'Ve hastalar" kelimesini buna atfetmiş olmasıdır. Matuf ise ma'tûfun aleyhten başkadır. Ayette geçen "duafâ" kelimesini bizim söylediğimiz manaya hamletmeyenler, onları hastalardan ayrı saymamışlardır.

İkinci kısım: Hastalardır. Bu kısma körler, kötürümler, müzmin hastalar girer. Yine kendisinde muharebe etmesine mani olan herhangi bir hastalığı bulunanlar da bu kısma dahildir.

Üçüncü kısım: Bunlar da hazırlığı, yiyeceği içeceği ve biniti olmayan kimselerdir ve bunlar, harcayacak birşey bulamayan kimselerdir. Çünkü bu gibi kimseler, ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayabildikleri takdirde savaşa katılmaları faydalı olur. Bu kimseler,ya kendi mallarından yahut da başka bir kimsenin yardımı ile bu imkânı elde edebilirler. Böylesi bir güç ve imkanı bulamayanlar mücahidlere külfet olur, mücahidleri esas maksadlarıyla meşgul olmaktan engellerler.

Cenâb-ı Hak bu üç kısmı zikrettikten sonra, bunlar için "herhangi bir günah olmadığını" beyan buyurmuştur ki bundan maksadı, bunların savaşa katılmayabileceklerini beyan etmektir. Yoksa bu ayette, onların savaşa katılmalarının haram olduğunu gösteren bir ifade yoktur. Çünkü şayet bunlardan biri, kendisini o mücahidlere bir yük ve bir külfet kılmama şartıyla, ya onların eşyalarını koruyarak yahut da sayılarını çoğaltarak, gücü nisbetinde mücahidlere yardım etmek için savaşa katılırsa, bu makbul bir taat ve ibadet olmuş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu katılmayabilme hususunda belli bir şart koşmuştur. O da,. "Allah ve Resulü hakkında iyi düşünme/eri şartıy/a..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "Onlar şehirde kaldıkları süre içerisinde asılsız haberler yaymaktan ve fitne çıkarmaktan kaçınmaları, ve savaşa katılan mücahidlerin evlerinin işlerini görmek, yahut da mücahidlerin evlerine sevindirici haberler ulaştırmaya gayret göstererek, onlara bayır ulaştırma hususunda çaba sarfetmeleri şartıyla" demektir İşte bütün bunlar, mücahidlere yardım etmek demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, edenlere karşı da muahezeye bir yol yoktur" buyurmuştur. Alimier, cihada katılmamaları sebebi ile haklarında bir günah söz konusu olmayanların, bu ifâdenin hükmüne girmiş oldukları hususunda ittifak etmiş, ama bu tabirin umum ifâde edip etmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, lafzın bu manaya tahsis edilmiş olduğunu, çünkü ayetin bunlar hakkında nazil olduğunu ileri sürerlerken, bazıları da nazar-ı dikkate alınacak şeyin, sebeb-i nüzulün hususiliği değil, lafzın umumiliği olacağını söylemişlerdir.

"Muhsin", "ihsan" fiilini yapan kimsedir. İhsan kapılannın en başta geleni ise, "lâ ilahe illallah'' sözüdür. Bu kelime-i tevhidi söyleyen ve buna bu şekilde inanan herkes "müslümanlar"dan olmuş olur. O halde ayetteki, "Muhsinlere (iyilik edenlere) karşı bir yol yoktur" ifadesi, bütün müslümanlara karşı bir yolun olmadığını anlatır. Binaenaleyh bu ifâde, umûmi olması hasebiyle her müslümanın halinde, berâet-i zimmetin asıl olduğunu ve o müslümanın gerek malı, gerek nefsi hakkında başkasının bir talebinin bulunmamasını gerektirir. Böylece bu, başka bir delil bulunmadığı zaman, kişinin canı hakkında asıl olanın, onun öldürülmesinin haram olduğuna; yine ayrı bir delil (dayanak) bulunmadığı müddetçe malının alınmasının haram olduğuna; yine ayrı bir delil olmadığı müddetçe kişiye herhangi bir mükellefiyetin yönelttlemeyeceğine delâlet eder. Böylece bu ayet, işte bu izah ile, berâet-i zimmetin asıl olduğunu gösterme hususunda, şeriatta nazar-ı dikkate alınan bir esas olmuş olur. Binâenaleyh eğer, hususi bir hâdisede, belli bir hükmün gerekli olduğunu gösteren bir nass vârid olursa, o zaman hâss olanı, âmm olana takdim etmek için, bu husûsi nass ile hükmederiz. Aksi halde bujıass, berâet-i asliyyenin bulunduğu hususunda yeterli olur.

Kıyası kabul etmeyen âlimler, bu ayette bu hususta istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu nass, asıl olanın, berâet-i zimmet olup mükellef tutmama olduğuna delâlet eder. O halde kıyas, ya zimmetin berâetine, ya zimmetin meşguliyetine delâlet eder. Birincisi bâtıldır, çünkü beraet-i zimmet bu nassın muktezası ile sabit olunca, artık onu kıyas ile isbât etmek abes olur. İkincisi de bâtıldır, çünkü bu takdirde bu kıyas, bu nassın umumiliğini tahsis etmiş olur ki, bu caiz değildir. Zira nassın kıyastan daha güçlü olduğu sabittir. İşte bu yolla şeriat zabt-u rabt altına alınmış olur, belirlenmiş olur, özetlenmiş olur ve nihayetsiz ihtilaf ve karışıklıklardan uzak olmuş olur. Bu böyledir. Çünkü padişah bir valisini, bir beldeye idareci olarak gönderdiğinde, ona "Efendi! Benim sana ve o memleket halkına teklifim şu şudur" der ve mesela ona yüz çeşit teklif vaadinde bulunur, daha sonra da sözüne devamla, "işte bu mükellefiyetler dışında, onlar üzerinde hiç kimsenin bir yolu yoktur" dediğinde, bu söz padişah tarafından, o halk üzerinde, bahsedilen o yüz çeşit teklif dışında herhangi bir yükümlülüğün bulunmadığı hususunda, açık bir ifade olmuş olur. Eğer bu padişah, bu yüz şeyin dışında kalan yasakları ayrıntılı bir biçimde, açıkça belirtme mükellefiyetini üzerine alsa, bunu yapamaz, bu imkansız olur. Çünkü yasaklar sınırsızdır. Aksine o padişahın, yasak koyma hususunda, "Zikredip tafsilatta bulunduğum şeyler hariç, hiç kimsenin hiç kimseye karşı bir yolu yoktur" demiş olması yeterli olur. İşte burada da böyledir. Allah Teâla, "iyilik edenlere karşı bir yo! yoktur" buyurunca bu, hiç kimseye karşı bir yolun olmamasını gerektirir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de bin veya daha az veya daha çok mükellefiyetten bahsedince, bu, mükellefiyetin bahsedilen o bin şeye münhasır olduğu hususunda açık bir ifade olmuş olur. Fakat bunun dışında, Allah'ın mahlûkât üzerinde, herhangi bir mükellefiyeti, emri ve yasağı yoktur. İşte bu yolla da şeriatın hükümleri güzelce belirlenmiş, kolay istifade edilir ve çok yardımlı olmuş olur. Kur'an, bütün mükellefiyet ve hükümlerin beyanını tastamam yerine getirmiş, işte o zaman Hak Teâlâ'nın "Bugün sizin dîninizi kemale erdirdim'\Mâ<öe, 3) ayetinin ifâde ettiği husus gerçekleşmiş ve işte o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasm diye, biz sana Kur'an'ı indirdik" (Hahi, 44)ayetinin ifâde ettiği husus tahakkuk etmiş olur. Herhangi bir hüküm hususunda kıyasa tutunmaya da kesinlikle ihtiyaç kalmaz." İşte Dâvûd el-İsfehânî (ez-Zâhiri) ve arkadaşları gibi, Zahirîlerin bu konudaki izahları bundan ibarettir.

Bil ki Allah Teâlâ ayette zayıfları, hastaları ve fakirleri zikredince, Allah ve Resulü hakkında iyi düşünmeleri şartıyla, cihâda katılmamalarının caiz olduğunu ve onların muhsinlerden olduğunu, onlara karşı hiç kimsenin bir yolu olmadığını beyan buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, mazur sayılacak olanların dördüncü kısmını zikrederek "Bir de şunlara günah yoktur: Kendilerini yüklemen için ne zaman sana geldilerse, "Size bir binek bulamıyorum"dedin ve harcayacak birşey bulamadılar da kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler " buyurmuştur. Buna göre şayet, "Bunlar ayetteki, "Ne de fakirliklerinden dolayı, seferde harcayacaklarını bulamayanlara bir günah yoktur" ifâdesinin hükmüne dâhil değiller midir? Binâenaleyh bunun tekrar edilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Harcayacaklarını bulamayanlar", nafakalarından başka kendilerinde birşey bulunmayan fakirlerdir; ayetin bu son ifâdesinde bahsedilenler ise nafakaya sahip olup da, binecek birşey bulamayanlardır.

Müfessirler bu ayetin sebeb-i nüzulü hususunda şunları söylemişlerdir:

1)  Mücâhid, "Ayette bahsedilenler üç kardeş olup, Mukarrinoğulları Ma'kil, Süveyd ve Nu'man'dırlar. Bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den, kendilerini çarıklar ve nâlinlerle (yani yaya olarak) savaşa göndermesini istemişler, Hz. Peygamber (s.a.s.) de:  "S/ze bir binek bulamıyorum" deyince, onlar ağlaya ağlaya gen dönmüşlerdi " demiştir.

2) Hasan el-Basri şöyle demiştir: Bu ayet, Ebü Musa el-Eş'ârî ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelmişler ve kendilerini savaşa göndermesini istemişlerdi. Ama Hz. Peygamber (s.a.s.), bu isteği öfke ile karşılayarak: "Vallahi  ben sizi sevkedemem  ve  sizi   bindirecek   birşey  de bulamıyorum"[162]dedi. Bunun üzerine onlar da ağlayarak gerisin geriye dönüp gittiler. Derken Hz. Peygamber (s.a.s.) onları geri çağırdı ve onlara en güzel develerden bir zevd (üçten ona kadar sürü) verdi. Bunun üzerine Ebu Musa (r.a.), "Sen yemin etmemiş miydin ya Resûlallah?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurdu:  "Ama  inşaaliah   ben,   bir yemin  edip  de.   ondan  daha  hayırlısını gördüğümde, o hayırlı olanı yaparım ve yeminime keffaret verinm."[163]

3) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:"0nlar, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den, kendilerine bir binek vermesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), "Size bir binek bulamıyorum"demişti. Çünkü yolculuk uzjndu. İnsan (böyle yolculuklarda) birisi bineceği, diğeri de azığını ve eşyasını yükleyeceği iki deveye muhtaçtır."

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Ayetteki tabiri, "Göz,yaş akıtır" sözün gibidir. Bu, "O, gözünün yaşını akıtır" ifadesinden daha beliğdir. Çünkü bunda, yaş akıtan gözün kendisi kılınmıştır.

 

"Mesuliyet ancak o kimseleredir ki zengin oldukları halde senden izin isterler. Bunlar geri kalanlarla beraber olmaya nzâ gösterdiler. Allah da kaiblerini mühürledi. Artık onlar bilmezler. Onlara döndüğünüz vakit, size özür beyan ederler. De ki: "Özür dilemeyin, size katiyyen inanmıyoruz. Allah, bize haberlerinizi vermiştir. (Bundan sonraki) hareketinizi de hem Allah, hem de Resulü görecektir. En sonunda gizliyi ve aşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size. neler yapıyordunuz, hepsini haber verecektir" (Tövbe. 93-94).

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: [164]

 

Harpten Kaçıp Cezayı Hakedenler    

 

Cenâb-ı   Hak,   bir   önceki   ayette   "İyilik   edenlere  (muhsinlere-müslimlere) karşı bir yol yoktur" buyurunca,

"Mesuliyet ancak şöyle şöyle olanlaradır.." buyurmuştur. Sonraki birinci ayetteki,  "Muhsinlere karşı bir yol,  bir

mes'uliyet yoktur" ifâdesi ile kastedilenin, savaş ve cihad hususunda olduğunu ve bu ayette bahsedilen "yol olmayış" hükmünün savaşa has olduğunu söyleyenler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın muhsinlere karşı olmadığını söylediği o yol, yani mes'uliyet, münafıklar için söz konusu olan mesuliyet olup, bu da, cihadla ilgili olan yoldur. Buna göre mana, "Savaşa katılmama hususunda senden izin isteyen o zenginler yok mu, Allah'ın (muaheze) yolu onlar üzerine gereklidir. Allah'ın onlara, savaşa gitmeleriyle ilgili olan mükellefiyeti, onlara yöneltilmiştir ve onların savaşa katılmama hususunda kesinlikle bir mazeretleri yoktur" şeklindedir."

Buna göre şayet, "Ayetteki radû "rıza gösterdiler.." ifâdesinin i'rabtaki yeri nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu, bir müste'nef cümle olup, sanki "Onlar zengin oldukları halde, niçin izin istiyorlar?" denilmiş de, "Onlar alçaklığa, düşüklüğe, kadınlar içinde oturup kalmaya razı oldular ve Allah onların kaiblerini mühürledi" şeklinde cevap verilmiştir. Yani, "Onların cihaddan nefret etmelerinin sebebi, Allah'ın kaiblerini mühürlemiş olmasıdır. İşte bu mühürleme yüzünden, onlar cihaddaki dinî ve dünyevî faydaların nefer olduğunu bilememişlerdir" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlara döndüğünüz vakit size özür beyân ederler. De ki: "özür dilemeyin, size katiyyen inanmıyoruz" buyurmuştur. Bu, özür beyân etmekten men etmenin bir sebebidir. Çünkü özür beyan edenin maksadı, özürünü kabul ettirmektir. Binaenaleyh (karşısındaki) topluluğun, kendisinin herhangi bir hususta yalan söylediğini bildiğinde, insanın, özür beyan etmeyi bırakması gerekir. Ayetteki, "Allah bize haberlerinizi vermiştir" buyruğu onlara inanmamanın ifletidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Resulünü, onların kalblerindeki kötülüklere, hilelere ve nifaka muttali kılınca, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in onları, ileri sürdükleri bu özürleri hususunda tasdik etmesi imkânsız olur.

Allah Teâlâ daha sonra ' "Bundan sonraki hareketlerinizi de hem Allah, hem Resulü görecektir" buyurmuştur. Bu, "Onlar, bu mazeretlerini ifâde ederken, kendiliklerinden peygamberi ve mü'minleri sevdikleri , onlara şefkat duyup, yardım etmek istedikleri zannını uyandırıyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Bundan sonraki hareketlerinizi de hem Allah, hem Resulü görecektir", yani ^llah ve Resulü, zahiren gösterdiğiniz doğruluk ve saflık üzere kalıp kalmayacağınızı bilir" buyurmuştur.                                                                                    "   .

Daha sonra Cenâb-ı Hak  En sonunda gizliyi ve aşikârı bilen (Allah'a) döndürüleceksiniz" buyurmuştur. Eğer "Allah amelinizi görecek" buyurduğuna göre, niçin "Siz O'na döndürüleceksiniz" demeyip, bunun başına sümme edatını getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ'yı "gaybın ve aşikârın alimi" diye tavsif etmede, O'nun, onların pis batınlarına ve hile ile, yalan ile dopdolu kalblerine muttali olduğuna bir delâlet vardır. Bu ifâdede çok şiddetli bir korkutma ve onlar için büyük bir sakındırma vardır. [165]

 

Münafıkların Yalan Yere Yemin ve Mazeret Beyan Etmeleri

 

"Onlara döndüğünüz zaman, kendilerini muaheze etmekten vazgeçmeniz için Allah'a yemin ederler. O halde onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. İrtikâb edegeldiklerinin cezası olarak varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden razı olmanız için size yemin edecekler. Fakat eğer siz onlardan razı olursanız, şüphesiz Allah o fâsıklar güruhundan razı olmaz" (Tevbe, 95-96).

Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette, onların mazeret beyanında bulunduklarını nakledince, bu ayette de onların o mazeretlerini, yalan yeminlerle kuvvetlendirmek stediklerini belirtmiştir.

Cenâb-ı  Hakk'ın "Onlara döndüğünüz zaman, kendilerini muaheze etmekten vazgeçmeniz için Allah a yemin ederler" ifâdesine gelince, bif ki bu söz onların, Allah'a yemin ettiklerine delâlet etmekle beraber yeminin konusuna delâlet etmiyor. İşte bu sebeple "Onla cihâda çıkamadıklarına dair yemin etmişlerdir" denilmiştir. Onlar buna, "Siz onlarda-yüz çeviresiniz, yani vazgeçesiniz ve onları kınamaktan geri durasınız diye yemm etmişlerdir" de denilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı  Hak,  "O halde onlardan yüz çevirir. buyurmuştur.

İbn Abbas şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak bu emirle onlarla konuşmanın ve selâmı" terkedilmesini kasdetmiştir.."

Mukâtil şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.s.s) Medine'ye geldiğinde, "Onlar, oturup kalkmayın; onlarla konuşmayın!"[166] buyurdu."

Ehl-i maâni de şöyle demiştir: "Onlar yakalarının bırakılması manasında yüz çevirilmesini istediler de, onlara, buğzedilmeme suretiyle, yüz çevirilme cezası verile Daha sonra da, onlardan yüz çevirmenin vâcib olmasının sebebini zikrederek ''Çünkü onlar murdardır" buyurdu. Bu, "zira onların içlerindeki pislik ve necaset, rûhan? bir pisliktir, Maddi pisliklerden kaçınıldığına göre, manevî pislikler -insana sirayet etmesinden kaçınmak ve insanın tabiatının o tür amelle-e meyletmesinden sakınmak için onlardan uzaklaşmak öncelikle gerekli olur" demekt.-

Daha sonra Cenâb-ı Hak "htikâb edegeldiklerinır cezası olarak varacakları yer cehennemdir " buyurmuş olup, bunun manası açıktır

Cenâb-ı Hak, bu ayette, müsiümanlar kendilerine eziyyetten yüz çevirsinler diye onların Allah'a yemin ettiklerini beyân buyurunca, onların müslümanlan razı etmek için de yemin ettiklerini açıklamış, daha sonra da, müslümanlan onlardan hoşnu" olmaktan nehyederek  "Eğer siz onlardan  razı  olursanız,   şüphesiz Allah  o fâsıklar güruhundan razı olmaz buyurmuştur. Bu, "Allah onlardan hoşnut ve razı olmadığı halde, şayet siz onlarda' razı olursanız, sizin isteğiniz Allah'ın isteğine aykırı olmuş olur. Halbuki, bu caiz değildir" demektir.

Ben diyorum ki, bu manalar önceki ayetlerde de bulunuyordu. Allah bu manalar» burada tekrarladı. Öyle sanıyorum ki, önceki ayetler, Medine'deki münafıklara; bu ise, bedevi münafıklara ve çöldekilere bir hilâbdır. İster şehirde, isterse çölde olsunlar, münafıkların metod ve yolları birbirine yakın olunca, şüphesiz ki, onlarla alâkalı olan söz de, birbirine yakın üslup üzere îrad edilmiştir. [167]

 

Bedeviler Nifakta Daha İleridir

 

"Bedeviler, küfür ve nifak bakımından daha şiddetli; Allah'ın. Resulü üzerine indirdiğinin sınırlarını tanımamaya da daha hazırdırlar, Allah, kemâliyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Bedevilerden öyle kimse vardır ki, harcayacağını bir angarya sayar ve size belâlar gelmesini bekler durur. O belâlar kendi başlarına olsun! Allah hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir" (Tevbe. 97-98).

Bil ki bu ayet, bizim söylediğimiz şu hususun doğruluğuna delâlet etmektedir: Allah Teâlâ bu hükümlere tekrar yer vermiştir. Çünkü bu ayetlerle bedevi münafıklara hitâb murad edilmiştir. İşte bu sebeple onların küfür ve nifaklarının daha şiddetli olup Allah'ın indirdiği hükümlerin hududlarını tanımamaya da daha hazır olduklarını beyân buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [168]

 

A'râb İle E'râb Arasındaki Fark   

 

Dilciler şöyle demektedirler; "Arapça'da, soy bakımından Arap olan bir kimseye, denilir ki, bu kelimenin çoğulu,  kelimesidir. Bu tıpkı  (mecusi) ve  (yahudi)  denilip  de,   cemilerinde  nisbet  yâ'sı

hazfedilerek (mecusiler) ve (yahudiler) denilmesi gibidir. Yine Arapça'da, ister Arap ırkından, isterse mevaliden olsun, çölde yaşayan ve yağmurların yağıp otun bittiği yerleri araştıran kimseye de, elif ile, Bedevî adam denilip, bunun da çoğulu  (bedeviler...) kelimeleridir. Bu nedenle, bedeviye, "Ey Arap! (Ey Arabî)" denildiğinde sevinir, ama, irken Arap olanlara, "Ey A'rabî!" denildiğindeyse kızar. O halde, Arap beldelerine yerleşerek oralarda yaşayanlara Arab; çölde yaşayanlara ise "e'râb" ismi verilir. Bu ikisinin farklı şeyler olduğuna şunlar da delâlet eder;

a) Hz. Peygamber (s.a.s) "Arapları sevmek imandandır"[169] buyurmuştur. Ama, arabîleri (bedevileri) Cenâb-ı Hak, bu ayette kınamıştır.

b)  Muhacir ve ensar için, e'râb denilmesi caiz değildir. Zira onlar ancak Arab olup, dinin mertebelerinde e'rabîlerden Önce gelirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.): "Hiçbir kadın,  erkeğe: fâsık. mü'mine: bedevî de muhacire idareci yapılmaz "[170] buyurmuştur.

c)  Arapların, Arap olarak isimlendirilmesi şundandır: Çünkü, Hz. İsmail'in çocukları "Arebe"de doğup büyümüşlerdir. Arebe ise, Tihâme (Çöl) bölgesindendir. Böylece o çocuklar, beldelerine nisbet edilmişlerdir. Arap yarımadasında meskûn olan ve onların dillerini konuşanlar da, onlardandır. Çünkü bunlar da Hz. İsmail'in çocuklarındandır.

Yine, Arapların "Arap" adını almalarının sebebinin, onların lisanlarının kalblerindeki şeyleri i'râb yani ifade etmesi olduğu da ileri sürülmüştür. Arapça'nın, diğer dillerde bulunmayan pekçok fesahat ve akıcılık üslûbu ihtiva ettiğinde de şüphe yoktur.

Hikmet erbabından birinin,yazmış olduğu bir kitapta şöyle dediğini gördüm: "Rumların hikmeti beyinlerindedir. Zira onlar, çok acayip terkibler meydana getirebilirler. Hindlilerin hikmeti vehimlerinde,Yunanlıların hikmetiyse kalblerindedir Bu böyledir, zira çok mal elde etmek, akılla alâkalı bir şeydir. Arapların hikmeti de, lisanlarındadır. Bu, onların lafızlarının çok tatlı ve ibarelerinin de çok çekici olmasındandır." [171]

 

Bu Ayette Muayyen Bedeviler Kasdedilmıştir.             

 

Bazı kimseler şöyle demiştir: Başında elif-lâm bulunan çoğul kelimelerde asıl olan, onun daha önce geçmiş belirli bir şeye ait olmasıdır. Binaenaleyh, daha önce geçmiş belirli bir şey bulunmazsa, bu kelime zorunlu olarak istiğrak   manasına   hamledilir.   Zira,   çoğul   sîgaların manalarının tahakkuk etmesinde, üç veya daha fazla miktarın bulunması kâfidir. Elif-lâm, tarif ifâde eder. Öyleyse daha önce geçmiş, malum olan bir topluluk bulunursa, bu kelimenin onlara hamledilmesi gerekir. Yok eğer bulunmazsa. mücmellikten kaçınmak için, istiğrak manasına hamledilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın el-e'râb kelimesiyle, muayyen bir grup bedevi münafık kastedilmiştir ki onlar, Medineli münafıklarla dost idiler. Binaenaleyh, bu lafız onlara aittir. [172]

 

Üçüncü Mesele

 

Allah Teâlâ, bedevi Araplar hakkında şu iki hükmü vermiştir: Birinci hüküm: Onların küfür ve nifak bakımından daha beter     olmalarıdır.     Bunun     sebebi     şunlardır:

1) Bedeviler, vahşîlere benzerler.

2) Kuru ve yakıcı havanın onları istilâ etmesi. Bu onların, daha fazla şaşırmalarına, kibirlenmelerine, böbürlenmelerine, büyülenmelerine ve tökezleyip yanılmalarına yol açar.

3) Onlar, bir idarecinin idaresi, bir terbiyecinin terbiyesi, bir amirin kontrolü ve emri altında değillerdi. Bu sebeple, diledikleri gibi yaşıyorlardı. Kim böyle olursa, her yönden en büyük fesatçı olur.

4)  Akşam sabah Hz. Peygamber'in va'z-u nasihatini, şifalı açıklamalarını ve mükemmel terbiyesini müşahede edip gören kimse, nasıl olur da bu hayırlardan etkilenmeyen ve onun bu kutlu haberini duymayan kimseye müsavi olabilir?

5)  Şehirde yaşayanlarla çölde yaşayanlar arasındaki farkı bilmek için dağda yetişen yabanî meyveleri, bağda-bahçede yetişen meyvelerle mukayese et!

İkinci hüküm: ''Allah'ın, Resulü üzerine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya da daha hazırdırlar" ayetinin ifâde ettiği husustur. Ayetteki ecder kelimesinin manası, daha müsait,daha lâyık" demektir. Bu ayette, takdiri şeklinde olan bir hazf bulunmaktadır, ifâdesinin tefsiri hususunda, "mükellefiyetlerin ve hükümlerinin miktarı"; "adi, tevhid, nübüvvet ve meâdın delillerinin dereceleri" dir denilmiştir. Allah, "Maklûkatın kalbierindekini en iyi bilen, farz kıldığı farzlar hakkında da en iyi hükmedendir'  buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak "Bedevilerden öyle kimse vardır ki, harcayacağını bir angarya sayar.." buyurmuştur. Mağrem, gerâme gibi masdardır. Bunun manası şudur: "Bedevî Araplardan, Allah yolunda infâk edilen şeyin bir angarya ve ziyan olduğuna inananlar bulunmaktadır. Onun böyle düşünmesinin sebebi şudur: O zatın Allah rızası için ve O'nun mükâfaatını beklediği için değil. Sırf müslümanların tenkidinden korunup gösteriş yapmak için harcamaktadır.

Cenâb-ı Hak, 'Ve size, belâlar gelmesini bekler durur" buyurmuştur. Yani, "ölümünüzü, öldürülmenizi gözetirler" takdirindedir." Bu, "Hz. Pevaamberin ölümü sebebiyle işlerinizin alt üst olmasını ve müşriklerin de size galip gelmesini gözetirler" demektir.

Cenâb-ı Hak sonra, bunu onlara iade ederek, "O belâlar kendi başlarına olsun!" buyurmuştur. Dâire kelimesinin tekil bir kelime olması mümkün olduğu gibi, bunun sıfât-ı galibe, mevsûfu hazfolan bir sıfat olması da mümkündür. Bu ancak, tıpkı bir daire gibi insanı kuşatan ve kendisinden kurtulunması mümkün olmayan bir belâ,bir musibet hakkında kullanılır, kelimesi sin harfinin hem ötresi hem de fethası ile okunmuştur. Ferrâ, şöyle demektedir: "Bu kelimeyi, sin'in fethasıyla okumak daha uygundur. Zira, bu senin (kötü olmak) şeklindeki sözünün bir masdandır. Sin harfini ötre ile okuyan, bu kelimeyi isim kabul etmiştir. Bu da tıpkı senin: "Belâ ve azâb dairesi, onların üzerine olsun" demen gibidir. Ne ''Senin baban kötü bir adam değildi.," (Meryem. 28) ve de, "Kötü zanda bu1 ondunuz" (Fetih, 12) ayetlerinde sini damme okumak caiz değildir. Aksi halde ayetin takdiri "Senin baban, azâb olan bir adam değildir" ve "azâb zanda bulundunuz" şeklinde olurdu. Bunun böyle olmayacağı malûmdur."

Ahfeş ve Ebu Ubeyd şöyle demişlerdir: "Kim sini fetha ile okursa, bu tıpkı senin şeklindeki sözün gibi olur. Daha sonra da, başına da elif lâm getirilerek "kötü adam" denilir" Bu hususta Ahfeş şu beyti nakletmiştir:

"Sen, bir gün sahibinin (arkadaşının) üzerinde bir kan gördüğünde hemen kanın üzerine atılan kötü bir kurt gibisin."

Sin'i ötre ile okuyanlar ise,  sözüyle, zarar vermeyi, şerri, belâyı ve kötülüğü murad etmişlerdir. Buna göre sanki, "Hezimet ve belâ dairesi onların başına olsun. Bu, onların başına insin!" denilmek istenmiştir.

Ebu Ali el-Farisî de şöyle demiştir: "Şayet daire kelimesi, sev' veya sû kelimelerine muzaf kılınmazsa, bundan (doğrudan doğruya) kötülük manası murad edilir. Zira "Zamanın belâ ve musibeti" tabiri ancak, kötülük hakkında kullanılır."

Bunun iyice kavradığında biz diyoruz ki: Buna göre mana, "Belâ ve hüzün, onlar üzerinde dönüp dolaşsın. Onlar, Muhammed (s.a.s) ve O'nun dini hususunda, ancak kendilerini üzen şeyi görsünler" şeklinde olur.

Daha sonra Cenab-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah onların sözlerini bihakkın, niyyetlerini de bihakkın bilendir" demektir. [173]

 

Makbul ve Salih Bedeviler

 

"Bedevilerden öyle adam da vardır ki Allah'a ve ahiret gününe inanır, infak edecey  ı Allah yanında yakınlıklara ve Peygamberin dualarına vesile edinir. Haberiniz olsun ki bu. onlar için gerçek bir yakınlıktır. Allah, onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah çok affeden, çok merhametli olandır" (Tevbe. 99).

Bil ki Allah Teâlâ, bedeviler içinde Allah yolundaki infakını, bir angarya kabul edenler olduğunu beyan edince, yine onların içinde iman etmiş, salih ve Allah yolundaki intakını, Allah'a yakınlık vesilesi kabul eden mücahid kimseler bulunduğunu da beyân buyurmuştur.

Bil ki Allah Teâlâ bu iki grubu, şu iki vasıfla nitelemiştir:     

a) Onun, Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olması. Bu tabirin gayesi, bütün tâatlerde önce mutlaka iman asimin bulunmasına dikkat çekmektir. Bu, cihâdda da böyledir.

b)  Onun, yaptığı intakını, Allah'a ve Resulün dualarına yakınlaşma vesilesi bilmesidir.

Bu ifâde hakkında iki bahis bulunmaktadır:

1) Zeccâc  kelimesinde, râ'nın ötresi ile kurubat; fethası ile karubat ve sükûnu ile kurbât şeklinde olmak üzere, üç vechin caiz olduğunu" söylemiştir.

2) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Kurubât kelimesi, i*ui (edinir) fiilinin ikinci mef'ulüdür. Buna göre mana, "Onun infakı, Allah'a yakınlığın ve Resulünün dualarının meydana gelmesi içindir; çünkü Resul, tasadduk edenlere hayır ve bereket duaları edip, onlar için mağfiret talebinde bulunur" şeklinde olur. Bu Hz. Peygamber'in tıpkı "Allah'ım, sen Ebu Evfâ'nm. aile ve çoluk çocuğuna rahmet et!" demesi gibidir." Cenâb-ı Hak da, "Onlara duâ ef.r(Tevbeıo3) buyurmuştur. Binâenaleyh, o kimsenin infak ettiği şeyler, Allah'a yaklaşma ve Resulünün dualarının meydana gelme vesilesi olunca, "O, infak ettiği şeylere, Allah'a yakınlık ve Resulünün duâfarına bir vesile edindi" denilmiştir.

Cenâb-ı Hak da, "Haberiniz olsun ki bu, onlar için gerçek bir yakınlıktır" buyurmuştur. Bu ifâde, Allah tarafından, tasaddukta bulunan kimse için, infâkının Allah'a yakınlaşma ve Peygamberinin dualarına vesîle olduğuna dair inancı konusunda bir şehâdettir. Cenâb-ı Hak bu şehâdetini, hem harf-i tenbih olan  {dikkat edin, iyi bilin) edatı, hem de tahkik harfi olan edatı ilete'kid etmiştir.

Daha sonra bu tekidi iyice arttırarak "Allah onları rahmetine koyacaktır" buyurmuştur,

Biz, sîn harfinin, te'kîdi iyice arttırdığını söylemiştik. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani "Allah onların günahlarını bağışlayan, onları böylesi tâatlere muvaffak kıldığı için de, onlara merhamet edendir" demektir. Nafi. râ'nın dammesi ile kurubetun şeklinde okumuştur ki, aslolan budur. Daha sonra bu kelime tıpkı kutb (kitaplar); rusl  (peygamberler) ve tunb  (uzun ip) kelimelerinde olduğu gibi, tahfifle okunmuştur. Bu kelimelerde de aslolan ötre ile okunmaktır. Bu harfleri sükunla okumak, tahfif ile okumak demektir. [174]

 

"Sabikûn" (Öncüler)

 

"islam'da birinci dereceyi kazanan, muhacirler ve ensâr ile, onlara güzellikle tâbi olanlardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razi olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri, içinde ebedî kalıcılar olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı, işte bu, en büyük bahtiyarlıktır"(Tevbe, 100).

Bil ki Allah Teâlâ, infak ettikleri şeyleri Allah'a yaklaşma ve Resulünün duasına bir vesîle bilen bedevî Arapların faziletlerini ve onlar için hazırlamış olduğu mükâfaatı zikredince onların makam ve mevkilerinden daha yüce makamlar bulunduğunu söylemiştir ki, bunlar da birinci dereceyi kazananların mertebeleridir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: [175]

 

Birinci Mesele

 

Alimler, muhacir ve ensardan br ncı dereceyi kazananların kimler olduğu hususunda ihtilâf etmişler ve bu hususta birkaç görüş beyân etmişlerdir:

a) İbn Abbas (r.a), bunların her iki kıbleye dönerek namaz kılan ve Bedir'e iştirak edenler olduğunu söylerken; Şa'bî'den bunların Bey'atu'r'rıdvân'da bulunanlar olduğu nakledilmiştir. Bana göre bu hususta doğru olanın, bunların, hicret ve yardım etme hususunda birinci dereceyi almış ofan kimseler olmasıdır. Bunun böyle olduğuna şu delâlet etmektedir: Cenâb-ı Hak, bunları "öncüler" diye nitelemiş, ama onların hangi hususta ilk ve birinciler olduğunu beyân etmemiştir Böylece lafız, mücmel olarak gelmiştir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak onları muhacir ve ensâr olmakla vasfetmiştir. Binâenaleyh bu lafzı onları muhacir ve ensâr kılan manasına hamletmek gerekir ki, bu da onların hicret edip, yardımda bulunmalarıdır. Binâenaleyh, bundan muradın, lafzın mücmelliğini gidermek için, hicret ve yardımda birinci dereceyi işgal eden olması gerekir. Hicretin nefislere güç gelen ve tabiatlara da ters düşen bir iş olması sebebiyle hicret hususunda yarışmak büyük bir tâattır. Binaenaleyh, buna kim önce koşarsa, bu taât hususunda, başkalarına önder olmuş olur ve bu aynı zamanda da Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbini takviye etmiş ve O'nun gönlündeki yalnızlık duygusunu silip yok etmeye bir sebep olmuş olur, Yardım etme hususundaki yarışma da böyledir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye geldiğinde, şüphe yok ki O'na yardım ve hizmet hususunda yarışanlar, "Bunu. önce ben yapayım" diyenler, büyük bir makama nail olmuşlardır. İşte bütün bu sebeplerden dolayı ayetteki bu tabirden muradın, "hicrette birinci dereceyi işgal edenler" olması gerekir.

Bu sabit olunca biz diyoruz ki: İnsanlar içinde hicrete ilk koşan, Hz. Ebu Bekir'dir; çünkü Ebu Bekir, Hz. Peygamber'in hizmetinde ve O'nun, her yerde, her zaman arkadaşı idi. Binâenaleyh, onun bu makamdan alacağı hisse ve pay, başkalarının-kinden daha yücedir. Ali İbn Ebî Talib, her ne kadar ilk hicret edenler arasında ise de, ne var ki o, ancak Hz. Peygamber (s.a.s)'in hicretinden sonra hicret edebilmiştir. Hz. Alî'nin, Hz. Peygamber'in işlerinden dolayı Mekke'de kaldığında şüphe yoktur. Ancak ne var ki, hicrete ilk koşma sıfatı, fiili Ebu Bekir için tahakkuk etmiştir. Şu halde Ebu Bekir'in bu faziletten alacağı pay, daha fazla olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hz. Ebu Bekir, Allah'ın kendisinden, kendisinin de Allah'dan razt olmuş olduğuna hükmedilen bir zât olmuş olur ki, bu da üstünlük derecelerinin en üstündedir. Bunun böyle olduğu da sabit olunca, O'nun. Allah'ın Resulünden sonra hak imam, halife olması gerekir. Çünkü, şayet Ebu Bekir'in imamlığı ve halifeliği bâtıt olmuş olsaydı, o zaman Ebu Bekir, laneti ve gazab olunmayı hak etmiş olurdu ki, bu da, böylesi bir üstünlük ve ta'zîmin bulunması ile bağdaşmaz. Böylece bu ayet, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.a.)'in üstünlüğüne ve halife olmalarının muteber ve yerinde olduğuna en açık bir biçimde delâlet eden delillerden olmuş olur.

Buna göre şayet: "Ayetin bu ifâdesinden, muhacir ve ensârdan, İslâm'a ilk girenlerin murad edilmiş olması niçin mümkün olmasın? Çünkü bunlar iman etmişlerdir. Gerek Mekke'deki, gerekse Medine'deki müslümanların sayısı az idi, aynı zamanda da güçsüz, zayıf idiler. Böylece İslâm, bunlar sebebiyle kuvvetlenmiş, müslümanların sayısı da, bunların müslüman olması sebebiyle çoğalmış; onların müslümaniığı sebebiyle Hz, Peygamberin kalbi güçlenip kuvvetlenmiş ve başkaları da onları görüp örnek almış; onları kendilerine önder edinmişlerdir. Binâenaleyh, onların bu husustaki durumları, güzel bir çığır açanın durumu gibidir. Böylece o yoldan elde edilecek mükâfaat ve o yola göre amel edenlerin mükâfaatı Kıyamete kadar, aynı zamanda bu kimseye de yazılır.

Sonra biz diyoruz ki: Farzet ki Ebu Bekir, muhacirlerin ilki olması sebebiyle bu ayetin hükmüne dahil olmuş olsun. Ancak ne var ki siz onun bu hal üzere devam ettiğini neye dayanarak söyleyebitiyorsunuz? Onun bu halini değiştirdiği ve halifeliğe yönelmesi sebebiyle, bu üstünlüğün kendisinden silinip gittiğinin söylenilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, bunun birincisine şu şekilde cevap verebiliriz:

Ayetteki sabikûn (öncüler) lafzını, zaman itibariyle öne geçenler manasına hamletmek, hakkında deli! bulunmayan bir iddiadır. Çünkü ayette geçen sabikûn lafzı, mutlak bir ifadedir. Binâenaleyh bunu, müddet bakımından öncelik manasına hamletmek, diğer hususlardaki öncelik manasına hamletmekten daha gerekli değildir. Halbuki biz bunu, hicret hususundaki öncelik anlamına almanın daha uygun olduğunu beyân etmiştik. Bu soruyu soranın, "Bundan maksadın, müslüman olmadaki öncelik olması mümkün değil midir!" şeklindeki sorusuna da şöyle cevap veriyoruz.

Biz deriz ki: Hicretteki öncelik, müslüman olmadaki önceliği de içine alır. Halbuki müslüman olmadaki öncelik, hicret hususundaki önceliği içine almaz. O halde, bu lafzı, hicretteki öncelik anlamına hamletmek evlâ olur. Farzet ki biz, bu lafzı, imandaki öncelik manasına alalım. Ancak ne var ki Sabikûne'l-evvelûn kelimesi çoğul bir ifâdedir. Binâenaleyh bu kelimeleri bir cemâat ve topluluk anlamına hamletmek gerekir. Böyle olunca da, bu ifâdenin içine, hem Hz. Ali (r.a.), hem de başkaları girmiş olur. Farzedelim ki alimler, Hz. Ebu Bekir'in mi, Hz. Ali'nin mi daha önce iman ettiği hususunda ihtilâf etmiş olsunlar. Ancak ne var ki onlar, Hz. Ebu Bekir'in ilk dereceyi alanlardan olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hadisciler de, erkeklerden ilk önce müslüman olanların Hz. Ebu Bekir, kadınlardan Hz. Hatice, çocuklardan Hz. Ali, kölelerden de Zeyd İbn Sabit olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Böyle olması halinde de, Ebu Bekir, birinci dereceyi alanlardan olmuş olur.Hem biz, ilk önce iman etmenin, ancak kendisiyle Hz. Peygamber'in kalbinin kuvvet kazanması ve başkalarına da önder ve örnek, "muktedâ bih" olması açısından büyük fazilet ve üstünlüğü gerektirdiğini beyan etmiştik. Böylesi bir mana, Hz. Ebu Bekir'de daha ileri derecededir. Zira, Hz. Ebu Bekir müslüman olduğunda yaşı ilerlemiş ve insanlarca da tanınan bir kimse idi. Kendisine de bu hususta, Sahabe (r.a.)'nin önde gelenlerinden bir grup uymuştur. Zira, Hz. Ebu Bekir müslüman olunca, Talha, Zübeyir ve Osman İbn Affan'a gittiği, onlara İslam'ı arzettiği, birkaç gün sonra onları Hz. Peygambere getirdiği ve onların da Hz. Peygamberin huzurunda müslüman oldukları nakledilmiştir. Böylece, Hz. Ebu Bekir'in İslâm'a girmesi sebebiyle İslâm'a kuvvet katıldığı ve Hz. Ebu Bekir'in, başkalarına bir örnek olduğu ortaya çıkmış olur. Halbuki bütün bu hususlar Hz. Ali (r.a.) için söz konusu değildir. Çünkü Hz. Ali o zamanlar küçük yaştaydı ve evin içinde dolaşan bir çocuk gibiydi. Onun o vakitte müslüman olmasıyla, İslâm'uı kuvvetinde bir artış olmamıştı ve o zaman, başkalarına da bir örnek olamamıştı. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın "Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensâr..." buyruğunda işaret edilen önderin Hz. Ebu Bekir'den başkası olmadığı sabit olmuş olur.

Ama, bu soruyu soranın, "Siz niçin Ebu Bekir'in, imamete yönelmesinden sonra da bu hal üzere kaldığını söyleyebiliyorsunuz?" şeklindeki sözüne gelince; biz diyoruz ki:

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" buyruğu bütün halleri ve zamanlan içine alan bir ifâdedir. Bunun böyle olduğunun delili, her vaktin ve her durumun, bu ifadeden istisna edilebilip de, "Allah, onlardan imamet talep etme zamanı hariç," razı olmuştur" denilebilmesidir. Halbuki istisnanın gereği, istisna yapılmadığı zaman, istisnanın hükmüne dahil olan şeyleri, hükümden çıkarıp atmaktır, Veyahut biz şöyle diyoruz: "Biz, Allah Teâlâ'nın, onları, "birinci dereceyi işgal eden muhacirler.." diye vasfetmiş olduğunu beyân etmiştik. Bu da bundan muradın, onların, hicret hususunda birinciler olmasını iktizâ eder.

Sonra Cenab-ı Hak onlan bu vasıfla niteleyince, onlar için tazim ihtiva eden bir ifadeye yer vermiştir ki bu da O'nun: "Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" sözüdür. Hicret hususundaki öncelik, tazim edip saygı duymanın uygun ve münasip bir vasfıdır. Halbuki hükmün, kendisine münasib bir vasfın peşinden zikredilmesi, o hükmün o vasfa bağlandığını gösterir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'm: "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" ifadesinden hasıl olan tazim ve saygının, onların hicret hususunda en önde bulunmuş olmalarına bağlanmış olduğuna delâlet eder. İllet bulunduğu sürece, illete bağlı olan (ma'lûl)ün de o illete terettüp edip bağlı olması gerekir. Onların, hicret hususunda birinciler olması, onların bütün ömürleri boyunca, devam eden bir vasıftır. Binâenaleyh bu ndvan-ı ilahinin de onların yaşadıkları süre içinde bulunması gerekir. Veyahut da biz şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hak "Allah bunlar için, altlanndan ırmaklar akan cennetler hazırladı" buyurmuştur. Bu da, Allah Teâlâ'nın, o cennetleri onlar için hazırlayıp onlara tayin etmiş olmasını iktiza eder.

İşte Cenâb-ı Hakk'ın böyle yapması da, onları cennete layık kılan sıfat üzere bulunmalarını gerektirir.

Hiç kimse şöyle diyemez: "Bu ifadeyle "Allah o cennetleri onlara, onlar iman sıfatı üzere kalmaları halinde hazırlamıştır" manası kastedilmiştir." Zira, biz diyoruz ki bu, aşırı bir takdir yapmak olup, bu da zahirin hilafına bir durumdur. Hem böyle olması halinde, haklarında böyles> bir medıh zikredilenlerle diğer kimseler arasında bir fark kalmaz. Çünkü Allah, iman etmeleri halinde, Firavun, Hâman, Ebû Cehl ve Ebu Leheb için de. "alîlanndan nehirler akan cennetler hazırlamış olur. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü, büyük bir medh ve mükemmel bir övgü, sena sadedinde söylediği malumdur. Binâenaleyh bunu, onların ileri sürdükleri manaya hamletmek, bu medh ve övgünün batıl olmasını gerektirir. Böylece bu soru sakıt olur. Bu ayetin, Hz. Ebu Bekir (r.a)'in faziletine ve onun imametinin (devlet reisliğinin) kesinlikle doğru olduğuna delâlet eden bir ayet ofduğu ortaya çıkmış olur. [176]

 

Bu Övgu Butun Sahabeye Şamil midir?  

 

Alimler, bu ayetteki medhin bütün sahabeyi içine alıp almadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarakbazıları bu ayetin, sadece hicret ve yardımda birinci

dereceyi alanlara şamil olduğumu söylemişlerdir. Bu görüşe göre bu ayet, sadece sahabenin ileri gelenlerini içine almış olur. Çünkü min edatı teb'îz (kısmîlik) ifade eder. Bazı âlimler de: "Hayır, bu ifade bütün sahabeye şamildir. Çünkü sahabenin hepsi, diğer müslümanlara nazaran "birinciler (sabikûnfolarak tavsif edilmişlerdir. Ayetteki "Muhacirlerden ve ensardan" ifadesinin başındaki  edatı, "teb'iz" için değil, aksine tebyin içindir. Buna göre bunun manası, "Muhacir ve ensâr olarak tavsif edilen sabikûn (öncüler)..." şeklindedir. Bu tıpkı,  "O halde murdar putlardan kaçınınız" (Hacc, 30) ayetinde olduğu gibidir. Alimlerin çoğu bu görüşü benimsemişlerdir.

Humeyd b. Ziyâd'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir gün Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'ye, aralarında çıkmış olan fitneyi (kargaşayı) kastederek, "Resûlullah'ın ashabının aralarında meydana gelen şey hususundaki durumlarını bana söyle" dedim. Bunun üzerine o da bana: "Allah Teâlâ onların hepsini bağışlamıştır. Onların iyj davrananlarına da, kötü davranmış olanlarına da cenneti vâcib (kesin) kıldığını Kur'an'ında bildirmiştir" dedi. Ben ona, "Allah, Kur'an'ın neresinde, onlara cenneti vacib kıldığını belirtiyor?" dediğimde de, o: "Sübhanallah! Sen, Cenâb-ı Hakk'ın, "islam'da birinci dereceyi kazanan, muhacirler ve ensar ile, onlara güzellikle tabi olanlardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlarda Allah'dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için -kendileri, içinde ebedi kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı, işte bu en büyük bahtiyarlıktır" ayetini okumaz mısın? Allah, peygamberin bütün ashabına bu ayette cenneti ve rıdvanını (rızasını) vâcib kılmış, onlara tabi olanlara da, onlara şart koştuğu şey* şart koşmuştur" dedi. Ben. "O şar! nedir?" deyince de o, "Tabiîne, onlara aTieide (ibadetle) ihsan ile tâbi olmalarını şart koşmuştur ki bu da, tabiînin, sahabe-ı kiramın iyi islerinde onlara uyup, başka hususlarda onlara uymamalarıdır" dedi. Şöyle de denilebilir: Bundan murad, tabiînin (sahabeye uyanların), onlara söz hususunda güzeiükle tâbi olmalarıdır Bu da o tabiînin ashab hakkında kötü söz söylememeleri ve onları, yaptıklar' bazı şey:eK hususunda ta'n etmeye (tenkide) yönelmemeleridir. Humeyd b. Ziyâd: "Ben o anda sanki bu ayeti hiç okumamışım gibi hissettim" dedi. [177]

 

Üçüncü Mesele

 

Rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer b. el-Hattâb (r.a) ayetini okuyor ve "ensâr" kelimesini   merfü  kılarak   "sabikün"   kelimesi   Lzenne atfediyor, ifadesinin başınaakı vâvı hazfederek bunL, "ensar' kelimesinin sıfatı kabul ediyordu. (Bu. "En öne geçen muhacirler ve onlara güzelce tâbi olan ensar" manasında olmuş olur.) Yine rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer (r.a) (bir gün) bu ayeti bu şekilde okuyordu.Ubeyyb. Ka'b(r.a): "Allah'a yemin ederim ki, sen Bakî semtinde karaz[178] satmakla meşgul olurken, Hz. Peygamberden ayrılmayan bana, Resuiullah böyle yani (Mushaf-ı Şerifteki gibi) şeklinde okutmuştu1' dedi. Hz. Ömer (r.a) de: "Doğru söyledin. Çünkü sız bulundunuz, biz ise bulunamadık. Siz öbür işleri bırakıp Resulün yânında oldunuz. biz ise başka şeylerle meşgul olduk. Yemin olsun ki ıstesen, "Biz, muhacirleri şöyle barındırdık, onlara şöyle yardım ettik, şunu yaptık, bunu yaptık" da diyebilirsin?" dedi.

Rivayet olunduğuna göre bu münazara (konuşma). Hz. Ömer ile Zeyd b. Sabit (r.a) arasında geçmis,ti. Zeyd, Übeyy b. Ka'b'ı delil olarak ileri sürmüştü.

Bu iki kıraat arasındaki fark şudur: Hz. Ömer'in kıraatine göre. ayetteki "İslam'da birinci dereceyi kazananlar..." ifadesindeki övgü ve ta'zim, muhacirlere has olup. ensar bu "ta'zinrTde onlarla ortak olmamış olur. Böylece de muhacirine daha fazla paye ve övgü gerekmiş olur. Allah en iyi bilendir.

Rivayet olunduğuna göre Übeyy (r.a), meşhur olan kıraatin doğruluğuna Enfa! suresinin sonundaki "Henüz iman etmiş ve hicret etmiş o/ân/ar..." (Enfai, 75) ayeti ile istidlal etmiştir: "Cenab-ı Hak bu ayeti, bundan önceki ayette muhacir ve ensardan bahsettikten sonra getirmiştir."demiştir

Yine Übeyy (r.a), Haşr suresinin  "Bunların arkalarından gelenler..." (Haşc 10) ve  "Onlardan, henüz kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerleri... "(Cuma. 3) ayetleri ile istidlal etmiştir. [179]

 

Dördüncü Mesele

 

Ayetteki, "sabikûn" kelimesi merfû ve mubteda;  "Allah onlardan razı olmuştur" kısmı da, onun haberidir.

Bu, "Allah onlardan, amelleri ve taatlannın çokluğu sebebi ile razı olmuştur Onlar da. Allah'ın kendilerine, gerek dinî, gerek dünyevi hususlarda yağmur gibi bol bol verdiği yüce nimetlerinden ötürü, Allah'dan razı olmuşlardır" demektir. Mekkelüerin mushafında şeklinde yazılmıştır ki bu, İbn Kesir'in kıraatidir. Diğer mushaflarda ıse.min olmaksızın ; şeklinde yazılmıştır. [180]

 

Beşinci Mesele

 

Cenab-ı Hak "Onlara, güzelce tabî  olanlar." buyurmuştur. Atâ, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Cenab-ı Hak bu ifade ilie, o tâbi olanların, muhacir ve ensarı, cennetle ve rahmetle yâd ettiklerini, onlar için dua ettiklerini ve onların iyiliklerini sayıp döktüklerini anlatmıştır." Bir başka rivayette de, bu ifadeye, "Onlara, dinleri hususunda Kıyamete kadar güzel bir şekilde tabî olanlar..." manası verilmiştir. Bil ki bu ayet. onlara (yani sahabeye) tâbi olanların. rıza-yı ilâhiye ve mükafaata hak kazanmalarının, onların sahabeye güzellikle tâbi olmaları şartına bağlı olduğunu gösterir. Biz ayette geçen "ihsan" (güzellik) lafzını, "onlar hakkında güzel sözler söylemek" manasında tefsir ettik. Bir şarta bağlı olan hüküm, o şart bulunmadığı zaman, bulunamaz. Binâenaleyh muhacir ve ensar hakkında güzel söz söylemeyenlerin Allah'ın rıdvânına (rızasına) müstehak olmamaları ve bu yüzden mükafaata erenlerden olmamaları gerekir. Çünkü dindarlar, Resûlullah'ın ashabına saygıda ellerinden geleni yapmışlar, onlar hakkında dillerini tutmuşlar ve onları, onlara yakışmayan şeylerle yâd etmemişlerdir. [181]

 

Nifakta Uzmanlaşanlar

 

"Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahâlisinden birtakım münafıklar vardır ki onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır. Sen bunları bilmezsin. Onları biz bilir:  Biz onları iki. kere. azaba uğratacağız. Sonra da onlar daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir"   (Tevbe. 101)

Bil ki Allah Teâlâ, Medineli münafıkların hallerini açıkladı. Daha sonra da bedevilerin yani çöl Araplannın münafıklarından bahsetti. Bunun peşisıra da: bedevi Araplar içinde, mü'min, sâlih ve ihlasiı kimselerin de bulunduğunu bildirdi. Daha sonra da mü'minlerin ileri gelenlerini ve bunların, birinci dereceyi kazanmış olan muhacirler ile ensar olduğunu beyân buyurdu. Bu ayette ise,"Siz onların böyle olduklarını bilmeseniz dahi, Medine'nin etrafında münafık sıfatına sahip bazı kimselerin bulunduğunu haber vererek, "Çevrenizdeki bedevilerden... birtakım münafıklar vardır" buyurmuştur Bunlar Cüheyne, Eşlem, Eşca' ve Gıfâr kabileleri olup, Medine'nin etrafında yerleşmiş vaziyette idiler.

Hak Teâlâ'nın "Ve Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır ki onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır" ifadesi ile ilgili iki bahis vardır:

1) Birinci bahis: Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ifadede bir takdim-tehir söz konusu olup, ayetin takdiri "Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır. Onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır" şeklindedir."

2) İbnü'l-Enbari "Bu ayetin takdirinin, "Ve Medine ehlinden de, nifak üzerine idman yapmış olanlar vardır" şeklinde olabileceğini ve min edatı delâlet ettiği için, bu men kelimesinin mahzûf olduğunu, bunun, tıpkı "Bizim herbirimiz için belli bir makam vardır" (Saffat, ı«) ayetinde olduğu gibi olduğunu ve bu ayetin takdirinde olduğunu" söylemiştir. [182]

 

Mürûd Kelimesinin İzahı

 

İkinci bahis: Arapça'da, biri azıp serkeşlik ettiğinde, denilir. İnsan ve cin şeytanlarına da "merid" (azgın) denilir, Yine birisi azıp, haddi aştığında, (O, bize karşı haddi aştı) denilir, İbnü'l-Arâbî şöyle demiştir: Merad kelimesi, çokça kibir gösterip günah işlemek manasınadır. Ayetteki, tabiri de bu manadadır. "Mürûd'!un aslı, yumuşak olup, sert olmamaktır. (Uzun ve pürüzsüz köşk) ve (Tüysüz çocuk) ifadeleri de bu köktendir. Mirdâ' kelimesi, üzerine birşey bitmeyen tepe manastndadır. Bu/ sanki başkasının sözünü kabul etmeyen ve ona iltifat etmeyen (değer vermeyen) birisinin, kendisinde hiçbir değişiklik olmaksızın, olduğu gibi, asıl hali üzere kalan şey gibi olmasıdır. İşte melâse (pürüzsüzlük, yumuşaklık) budur. Lafzın asıl manasının bu olduğunu iyice kavradığında biz deriz ki: "Ayetteki tabirinin manası, "Onlar bu nifak üzere uzun müddet kaldılar, ona devam ettiler ve ondan dönmediler" şeklinde olur.

Allah Teâlâ daha sonra "Sen bunları bilmezsin. Onları biz biliriz" buyurmuştur. Bu tıpkı "Siz onları bilmezsiniz. Allah onları bilir" (Enfai, eo) ayeti gibidir. Bu, "Onlar nifak sanatında alıştırma yaptılar. Böylece nifak hususunda ustalaştılar ve senin zekân, anlayışın ve kavrayışın kuvvetli olmasına rağmen, onlar, senin kendilerinin münafık olduğunu kestiremeyeceğin bir seviyeye vardılar" demektir. [183]

 

Münafıkların Çekeceği İki Nevi Azap

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz onları iki kere azaba uğratacağız" buyurmuştur. Alimler bu ifadedeki "iki kere"nin ne demek olduğu hususunda pek çok izahlar yapmışlardır:

Birinci izah: İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Cenab-ı Hak bununla, onların dünyada iken hastalanmalarını ve ahirette iken çekecekleri azabı kastetmiştir, Çünkü mü'minin hastalığı, günahlarının affolunmasına vesile olur. Kâfirin hastalığ ise, inkârının ve nankörlüğünün artmasına sebeb olur."

İkinci izah: Süddî, Enes b. Mâlik (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bir cuma günü hutbe okurken, "Ey falanca çık. çünkü sen münafıksın. Ey falanca, çık! Çünkü sen de münafıksın" dedi ve bu şekilde Mescidden bazı kimseleri çıkardı ve onları rezil-rüsvay etti. İşte bu iki azabtan biri budur, biri de kabir azabıdır."

Üçüncü izah: Mücahid şöyle demiştir: "Bu azaplar, dünyada iken öldürülmeleri ve esir edilmeleri, bundan sonra da kabirde azab edilmeleridir."

Dördüncü izah: Katâde şöyle demiştir: "Bu iki azab, çıban ile kabir azabıdır. Çünkü Peygamber (s.a.s) Huzeyfe (r.a)'ye oniki münafığı gizlice bildirip şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak onların akısını, herbirini yakalayan ve göğsünde çıkan ateşli bir çıbana mübtela eder. Altısı da (mûtâd) ölümle ölürler,"

Beşinci izah: Hasan el-Basrî: "Bu iki azabın biri, onların mallarından zekat almak, diğeri ise kabir azabıdır" demiştir.

Altıncı izah: Muhammed b. İshak şöyle der: "Bunlar, o münafıkların içine dolan İslâm'a karşı öfkelen ve gönülsüz olarak girmeleri ile kabirde görecekleri azablandır."

Yedinci izah: Bu iki azabtan birisi, meleklerin onların yüzlerine ve arkalarına vurmalarıdır. Diğeri ise öldükten sonra dirilirken boğazlarına ateşten bir halkanın geçirilmesidir.

En uygun olan görüş, şunu söylemektir: Hayat, üç türlüdür: Dünya hayatı, kabir hayatı ve Kıyamet hayatı, Binaenaleyh Cenâb-ı Allah'ın bu ifadesinden murad, her türlüsü ile dünya azabı ve kabir azabıdır.

Ayetteki, "Sonra da onlar daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir" ifadesi ile de, onların üçüncü hayatta, yani Kıyamet hayatında görecekleri azab kastedilmiştir.

Cenâb-ı Allah ayetin sonunda. "Sonra da onlar daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir" buyurmuştur. Bu. "Onlar, ebedi ve devamlı olan bir azaba duçar kılınacaklardır" demektir. [184]

 

Nifaktan Dönenler

 

“Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar iyi ameli, başka kötü amel ile karıştırmışlardır. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah gafur ve rahimdir. Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini temizleyesin ve tezkiye edesin. Onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir. Allah semi ve alimdir" (Tevbe. 102-103)

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [185]

 

Birinci Mesele

 

Ayetteki, "Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler" buyruğu hususunda iki görüş vardır:

1)  Bunlar,   nifaklarından  tevbe   edip  dönen   bir  grup münafıktır.

2) Bunlar, kâfir ve münafık oldukları için değil, tembel oldukları için Tebük seferine katılmayan bir kısım müslümanlar olup, yaptıklarına pişman olarak tevbe etmişlerdir.

Birinci görüşü benimseyenler, görüşlerine şöyle delil getirmişlerdir: "Ayetteki âherun 'Ve diğer bir kısmı" kelimesi, "Çevrenizdeki bedevilerden.-, birtakım münafıklar vardır" (Tevbe, ıoı) kelimesine atıftır. Atıf, ortak kılma zannı uyandırır. Fakat Allah bunları tevbe etmeye nuvaffak kıldı ve bunlar tevbe edip (nifaktan) döndüler. Cenâb-ı Allah birinci grubun nifakta idmanlı olup o hususta ileri gittiklerini belirtince; bu grubun da tevbe ettiklerini ve nifaktan tamamen çıktıklarını bildirmiştir. [186]

 

Tebük Seferine Katılmadıklarına  Pişman Olanlar            

 

Rivayet olunduğuna göre bu ayette bahsedilenler üç kişi olup. Ebu Lübâbe Mervan b. Abdilmunzir, Evs b. Sa'iebe ve Vedi'a b.  Hizam idi.  Bunların on kişi oldukları da söylenmiştir. Onlardan yedisi, savaşa katılmayanlarla ilgili olarak   inen   ayetler   kendilerine   ulaşınca,   kendilerini bağladılar. Kendilerinin helak olmuş olduklarına kesin olarak inandılar ve kendilerini mescidin direklerine bağladılar. Hz. Muhammed (s a.s) savaştan dönüp, mescide girdi ve iki rekat namaz kıldı. O, hep böyle yapardı. Hz. Peygamber (s.a.s) seferden dönüp onları bağlı olarak görünce, onlara bunun sebebini sordu. Onlar, Allah'ın Resûlu kendilerini çözmedikçe, kendi kendilerini çözmemeye yemin ettiklerini söylediler. Hz. Peygamber (s.as) de, "Bu hususta bana emir verilmediği müddetçe. yemin ederim ki sizleri çözmeyeceğim" buyurdu. Bu ayet inince, onları çözdü ve affetti. Bunun üzerine onlar, "Ya Resûlallah, iste mallarımız. Biz. onlar yüzünden senden geri kaldık. Binâenaleyh onları tasadduk et ve bizi temizle" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Ben sizin mallarınızdan birşey almakla emroiunmadım" deyince, "Onların mallarından sadaka al.    " ayeti nazil oldu. [187]

 

Üçüncü Mesele

 

Hak Teâlâ. "Onlar günâhların) itiraf ettiler" buyurmuştur. Dil âlimleri şöyle derler: "İtiraf, birşeyi bilerek ve mahiyetini anlayarak kabul etmek demektir." Buna göre ayet, "Onlar günahlarını anladılar ve kabul ettiler" manasındadır. Burada bir incelik vardır: Sanki şöyle denilmektedir: "Onlar, savaşa katılmamış olmaları hususunda, diğerleri gibi aslı esası olmayan mazeretler ileri sürmediler. Ama yaptıklarının çok kötü olduğunu anlayıp kabul ettiler, pişmanlıklarını ortaya koydular ve bundan ötürü de, kendilerini kınadılar." [188]

 

İtiraf  Tevbe  Sayılır mı?

 

jmdi eğer: 'Günahı kabul ve itiraf etmek, tevbe sayılır mı. sayılmaz mı?" denilirse, biz deriz ki: "Günahı sadece itiraf etmek tevbe olmaz. Ama buna ilaveten, eskiden yaptığına pişman olup, aynı şeyi ileride de yapmamaya azmeder ve pişmanlık da o şeyin Allah tarafından yasaklanmış olmasından dolayı olursa, işte bunların toplamı tevbe olur. Fakat delil, ayette bahsedilenlerin tevbe ettiklerini göstermektedir. Bu delil de. ayetteki "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" ifadesidir. Müfessirler Cenâb-ı Allah tarafından kullanılan (olur ki. belki) kelimesinin, kesinlik ifade ettiğini söylemişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah  "Onlar iyi ameli, başka kötü amel ile karıştırmışlardır" buyurur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:

Birinci bahis: Ayetin bu ifadesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:

1) Ayette bahsedilen "sâlih (iyi) amel", günahı itiraf etmek, ona pişman olup tevbe etmektir: "kötü (amel)" ise. savaşa katılmamadır.

2) "Salih amel", onların. Hz. Peygmber(s.a.s) ile birlikte, önceki savaşlara çıkmış olmaları; "kötü (amel)" ise. Tebük savaşına katılmamış olmalarıdır.

3) Ayet, müslümanlar hakkındadır. Binâenaleyh iyi amel. müslümanlardan sâdır olan iyi amellere yönelmeleridir.

İkinci bahis: Birisi şöyle diyebilir: Ayette iyi ve kötü amellerden herbirı "karıştırılmış" olarak tavsif edilmiştir. Öyleyse bunların karıştırıldığı sey nedir"

Cevap: Karıştırma, mutlak manada bir araya getirmek, toplamak demektir. Senin "onu karıştırdım" şeklindeki sözün ancak, iki şeyden herbirinin diğerine karışıp herbirinin bu karışma sebebi ile asıl özelliklerini kaybettikleri durumlarda doğru ve yerinde söylenmiş olur. Bu tıpkı "suyu süt ile karıştırdım" demen gibidir. Halbuki ayete uygun olan "karıştırma" ise. mutlak manada toplama, birlikte yapmadır. Çünkü amel-i salih ile kötü amel yapıldığında, bunlardan herbiri. bizim görüşümüze göre. olduğu gibi kalır. Çünkü bize göre, amellerin boşa gitmesi meselesi yanlıştır. Taat. medhi ve mükafaatı, masiyet (günah) ise zemmi ve cezayı gerektırici olarak kalırlar. O haldeayetteki, "Onlar iyi bir ameli, başka bir körü ile karıştırmışlardır" ifadesinde, amellerin boşa gitmediğine ve herbirinin, birbirine tesir etmeksizin, oldukları gibi kaldıklarına bir dikkat çekme vardır. Amellerin boşa gitmediğine. Allah Teâlâ'nın bu ayette, amel-i salih ile kötü ameli, "karıştırma" sıfatı ile nitelemesi de delâlet eder Çünkü birbirine kansan iki şeyin, karıştıkları zaman mutlaka kalmaları {yok olmamaları) gerekir. Zira "karışma", karışanların hepsinin sıfatıdır. Mevsuf olmaksızın, bir sıfatın bulunması imkansızdır. Binâenaleyh bu, o iki çeşit amelin, karışma esnasında yok olmadıklarına delâlet eder. [189]

 

Allah Hakkında Asâ (Olur ki) Tabirinin İzahı

 

Daha sonra Cenâb-ı Allah ,Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" buyurmuştur, Bu ifade ile ilgili olarak da birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: "Asâ (otur ki, belki) kelimesinde bir ihtimal manası vardır. Halbuki ihtimali bilme Allah hakkında imkansızdır." Bu soruya birkaç şekilde cevap verilir:

Birinci izah: Müfessirler, Atlah Teâlâ'nın kendisi için kullandığı asâ kelimesinin kesinlik ifade ettiğini söylemişlerdir. Bunun delili "Belki Allah, fethi müyesser kılacak"(makjs. 52»ayetidir. Cenâb-ı Hak böyle buyurmuş ve bunu bu şekilde yapmıştır.

Bu hususta sözün özü şudur: Kur'an-ı Kerim, insanların (Arapların), konuşma örfüne göre inmiştir. Mesela büyük bir padişahtan, bir muhtaç birşey istediğinde, padişah ona, hiç kimsenin-kendisine herhangi bir şeyi mecbur edemeyeceğine ve onu hiçbirşeyle mükellef tutamayacağına, aksine her yaptığını, bir lütuf olarak ve üstünlüğünden dolay* yaptığına dikkat çekmek için. asâ ve lealte (umulur ki, olur ki. belki) kelimelerini Kullanarak, bir ümid verme yoluyla cevap verir. Bundan dolayı o padişah, o kimsenin ihtiyacına cevap vereceğini kesin olarak göstermekle birlikte. işte bu incelikten dolayı, asâ (belki) kelimesini kullanır.

İkinci izah: Bunu kullanmaktan maksad, mükellefin b'r korku ve ümid arasında olması gerektiğini göstermektir. Çünkü Allah Teâlâ'nm. söylediği bu şeyi yapmaması ve İhmal etmesi düşünülemez.

İkinci bahis: Alimlerimiz, ayetteki "Olur ki Allah onîar:n tevbelerini kabul eder" ifadesinin, tevbenin de. ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda açık bir delif olduğunu söylemişlerdir. Akıl da buna delâlet etmektedir: Çünkü tevbede asıl olan. pişmanlıktır. Pişmanlık ise (sırf) kulun ihtiyarı ile meydana gelmez. Zira bir şeyi yapmayı veya yapmamayı irade etmek eğer kulun kendi fiili olursa, kul o fiilini meydana geTırme hususunda, başka bir iradeye muhtaç olur. Hem sonra insan bazan, belli bir şeyi yapmaya çok istekli olur. ama sonra aynı şeyi yaptığından ötürü pişman olur. Binâenaleyh o bunu yapmayı çok istediği sırada, onun bu isteğini kalbinden söküp atmak mümkün değildir. Bu isteği pişmanlığa dönüştüğünde de, yine o pişmanlığı kalbinden söküp atmak da mümkün olmaz. Binâenaleyh bu durum, kulun ne bir pişmanlığı ne de bir arzuyu kendi kendine meydana getirmeye kadir olmadığına delâlet eder.

Mu tezıle ayetteki, ifadesini, "Allah onların tevbesini kabul eder" manasında almışlardır. Mu'tezile'ye şöyle cevap veririz: "Sözün zahirini bırakmak (mecazi manasına dönmek), ancak sözü zahiri manasına hamletmenin imkansızlığı delil ile sabit olduğu zaman makul ve yerinde olur. Halbuki burada, aklî delil, ayetin lafzının ancak zahiri manasına hamletmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Binaenaleyh ayeti tevil etmek (ona mecazi mana vermek), artık nasıl makul olabilir?

Üçüncü bahis: Hak Teâlâ'nm "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" buyruğu, bu tevbenin ileride meydana geleceğini gösterir. O'nun "Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler" buyruğu ise, bu itirafın geçmişte olduğuna, yapılmış bulunduğuna delâlet eder. Buda, "itirafın" bizzat "tevbe" olmayıp, aksine onun bir başlangıcı olduğuna ve tevbenin ancak bu girişten sonra olacağına delâlet eder. [190]

 

Zekât Ruhu Temizler

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini temizlemesin ve tezkiye edesin" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [191]

 

Birinci Mesele

 

Alimler, bu tabirden maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir Bu cümleden olarak

1) Bazıları,  bu tabirin,  tevbe eden o kimselerle ilgili olduğunu söylemişlerdir Zira onlar mallarını, sadaka için getirmişlerdi. Cenab-ı Allah da o malların alınmasını vacıb kılmıştı ve bu. onlar için tıpkı bir keffaret gibi olsun diye, tevbelerinin mükemmel olması hususunda, esas kabul edilmiştir. Bu. Hasan el-Basri'nin görüşüdür O şöyle demiştir: "Bu ayetle, farz sadakalar (yani zekat) murad edilmemiştir. Bu, onlardan sâdır olan günahın keffaretinin sadakasıdır."

2) Onlara zekat farzdır. Binâenaleyh onlar savaşa katılmamış olmalarından dolayı tevbe edip  güzelce   müslüman   olup zekatlarını da  verince.  Cenâb-ı   Hak peygamberine, onlardan zekatlarını almasını emretmiştir.

3) Ayetteki bu cümle, yeni başlayan (müstakil) bir cümle olup, zenginlerden zekat almanın farziyyetini ifade eder. Fukahanın çoğu bu ayeti, zekatın farziyyetıne delil getirip, "zekat temizleyicidir" dedikleri zaman, bu görüş üzeredirler.

Birinci görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğuna şu şekilde delil getirmişlerdir: "Ayetler arasında mutlak münasebet bulunması gerekir. Fakat biz bu ayeti, muhtevadan bağımsız olarak zekatı farz kılan ayet kabul edersek, onun ne öncesi. ne de sonrası ile ilgisi kalır ve dolayısı ile, araya girmiş yabancı bir cümle haline gelir. Bu ise, Allah'ın kelâmı için uygun düşmez." Fakat "Bu ayet ile farz olan zekâtın alınması kastedilmiştir" diyenler ise şöyle demişlerdir: "Böyle dedjğimizde de. ayetler arasında bir ilgi ve münasebet olur. Çünkü onlar. Tebük savaşına katılmamış olduklarından ötürü pişmanlıklarını ve tevbelerini ortaya koyup, bu katılmamanın sebebinin, mallarını çok sevmeleri ve onları infaktan son derece sakınmaları olduğunu ikrar ettikleri zaman, onlara sanki şöyle denilmiştir: "Farz olan zekatınızı verip, ve bunu yaparken bir sıkıntı ve zorlanma hissetmemeniz halinde, ancak o tevbe ve pişmanlık iddianızdaki doğruluğunuz ortaya çıkmış olur. Çünkü iddia ancak, gereği yapıldığı zaman isbatlanmış olur. İnsanın ancak imtihan ile değerli mi değersiz mi olduğu meydana çıkar. Şu halde, onlar zekatlarını, içlerinden gelerek verirlerse, onların o tevbe ve pişmanlıkta samimi oldukları ortaya çıkar. Aksi halde, işte bu yol ile yalancı ve sahtekâr oldukları anlaşılır. Fakat ne var ki bu ayeti, ayetler arasındaki ilgi ve münasebet salim olarak kalması ile birlikte, "farzdan zekatı verme" manasına almak daha evlâdır, Hak Teâlâ'nın, "Bununla kendilerini temizlemesin ve tezkiye edesin" buyruğu da bununla farz olan zekatların murad edildiğine delâlet etmektedir Buna göre bu ifade, "Sen onları, farz zekatlarını alarak günahlarından temizlersin" manasında olur. Halbuki bu söz, ancak, "O sadaka alınmaz ise, onlar için bir günah söz konusu olur" dediğimiz takdirde geçerli olabilir. Bu da ancak, farz olan zekatın verilmemesi halinde söz konusudur.

Birinci görüşü savunanlar şöyle demişlerdir: Hz, Peygamber (s.a.s), o tevbe edenleri affedip onları salıverdiğinde onlar, "Ya Resulallah, işte bizi seninle beraber sefere çıkmaktan alıkoyan mallarımız! O halde onları, bizim namımıza tasadduk et, bizi temizle ve bizim için mağfiret talebinde bulun" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber de, "Ben, mallarınızdan herhangi bir şey almakla emrolunmadım" dediğinde Allah Teâlâ işte bu ayetleri gönderdi. Bunun üzerine Allanın Resulü de, onların mallarının üçte birini alıp, üçte ikisini bıraktı. Zira Cenâb-ı Hak, "Onlarm mallarından sadaka al..."buyurmuş, "mallarını al" dememiştir. Min edatı, ba'ziyyet ifade eder.

Bil ki bu rivayet, bizim tercih ettiğimiz görüşe mani değildir. Onlara sanki, "Siz, farz olmayan sadakaları vermeye razı olduğunuza göre, farz olan zekatları haydi haydi verirsiniz " denilmek istenmiştir.

Bu Ayetten Çıkarılan Zekatla    Bu ayet, zekâtın pekçok hükmüne delâlet eder:

Birinci hüküm: Sadaka Vasıfları[192]

 

Belli Bir Sadakadır İlgili Hükümler              

 

Cenab-ı Hakk'ın, "Onların mallarından al..." buyruğu, alınan miktarın, malın tamamı değil, bir kısmı olduğuna

delalet eder. Zira, o kısmın miktarı da burada açıkça zikredilmemiştir. Aksine burada zikredilen, sadece "sadaka" kelimesidir. Buradaki "sadaka" lafzıyla nekire, belirsizlik manasının kastedilmediği ve böylece de, tek bir buğday tanesi veya altının çok küçük ve önemsiz miktardaki bir parçası gibi son derece az olan herhangi bir cüzün, kısmın alınmasının yeterli olmayacağı malumdur. Binaenaleyh bununla, onlarca, niteliği, keyfiyyeti ve miktarı bilinen bir sadakanın kasdedilmiş olması gerekir ki, Cenab-ı Hakk'ın, ''Onların mallarından sadaka al,." buyruğu, o malum ve belirli sadakayı almak ile ilgili bir emir olsun ve böylece de ayetteki mücmellik kalkmış olsun. O sadakanın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in vasfedip keyfiyyetini beyan ettiği "sadaka"dan başka bir sadaka olmadığı malumdur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, niteliklerini belirlemiş olduğu sadaka ise şudur: Yirmibeş devede bir "bint-i mehâd" (gebe deve); otuzaltı devede bir "bint-i lübûd" (iyice tüylenmiş deve) alınmasını, ve devenin zekâtıyla ilgili diğer mertebelerdeki hükümleri emretmiş olmasıdır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka al" emri, o hususi şeylerin ve o hususi "ayn"ların alınmasıyla ilgili bir emir olmuş olur. Ayetin zahiri vücûb ifade eder. Bu halde bu ayet, o malların alınmasının farz olduğuna delâlet eder. Bu da Şafii'nin görüşü istikametinde, malın kıymetini ödemenin yeterli olmayacağına delâiet eder. [193]

 

Mal, Kişinin Kendi Malı Olmalıdır

 

İkinci hüküm: Cenab-ı Hakk'ın, "mallarından sadaka al" emri, malın, onların kendi malı olmasını gerektirir. Durum böyle olduğuna göre fakir, "nisâb" hususunda, mal sahibine ortak olmaz. Bu durumda da zekâtın zimmete taalluk etmesi, onun "nisâb" miktarı ile kesinlikle herhangi bir alâkasının bulunmaması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz. deriz ki, bir kimse zekât verme hususunda ihmalkâr davransa; derken "nisâb" miktarı helak olsa, onun zekâtı sakıt olmaz. Aksine zekât hakkı, olduğu gibi devam etmektedir. Binâenaleyh, o farziyyetin nisâb miktarının helak olmasından sonra da, olduğu gibi kalması gerekir. İşte-bu Şafii (r.h.)'nin görüşüdür.

Üçüncü hüküm: Bu umûm olan ifâdenin zahiri, "medyun" (borçlu olan)ın mallarıyla, tazminat mallarından da zekâtın alınması gerektiğini ifade eder ki bu durum açıktır. [194]

 

Zekât, Baliğ Olana Farzdır

 

Dördüncü hüküm: Ayetin zahiri, zekâtın ancak, günahlardan bir temizleyici olmak üzere farz kılındığına delâlet eder. Binâenaleyh zekât ancak, günahlardan temizleyici olduğu yerlerde farz olur. Zekâtın günahlardan temizleyici olması ise, ancak günahların bulunmasının mümkün olduğu yerlerde tahakkuk eder. O halde bu ancak, buluğa ermiş, reşid kimse hakkında düşünülebilir. Binâenaleyh zekâtın farz olması, Ebu Hanife (r.h)'nin de dediği gibi, ancak baliğ olan kişi için söz konusudur. Ancak ne var ki Şafii (r.h.), Ebu Hanife'nin bu görüşüne cevap vererek şöyle der: Ayet, onların mallarından sadaka alınmasına delâlet eder. Onların mallarından sadaka almak ise, onların mallarının temizleyici olmasını gerektirir. O halde, daha niçin siz, çocuğun ve delinin mallarından zekât almanın temizleyici olduğunu söylediniz? Zira belirli bir sebebin bulunmayışından, hükmün de, mutlak olarak, bulunmaması gerekmez. [195]

 

Sadakanın Temizlenmesi   

 

Cenab-ı   Hakk'ın   "Bununla  kendilerini temizlemesin" ifadesi hakkında birkaç söz vardır:  

1) Ayetin   takdirî  manası, "Ey Muhammed,   onların mallarından sadaka al. Zira sen onları (böylece) temizlemiş olursufi" şeklindedir.

2) Bu tabirin, sadakayla ilgili bir tabir olmasıdır. Buna göre ayetin manası, "Sen onların mallarından onları temizleyen bir sadaka al" şeklinde olur. "Sadaka, insanların kiridir" şeklinde (hadisler) varid olduğu için, sadakaya temizleyicilik vasfını vermek güzel ve yerinde olur. Binâenaleyh, sen sadakayı aldığında, o kirler savuşmuş, gitmiş olur. O halde bu kirlerin bertaraf olması, temizleme yerine geçmiş olur. Allah en iyisini bilendir.

Bu görüşe göre, bizim, Cenâb-ı Hakk'ın ffff^j "ve tezkiye edesin" ifadesinin, birinci ifade ile ilgi ve alâkası bulunmadığını ve takdirin, "Ey Muhammed, onların mallarından, kendilerini temizleyen sadakayı, o sadakayı al ve sen o sadaka ile, onları temizle" şeklinde olması gerektiğini söylememiz gerekir.

3) kelimelerindeki tâ harfinin, muhatab zamiri kabul edilmesidir. Buna göre mana, "Ey zekat alan! Sen, onlardan zekât almakla onları temizliyor ve o zekât vasıtasıyla da onları tezkiye ediyorsun" şeklinde olur. [196]

 

Dördüncü Mesele

 

Keşşaf sahibi şöyfe demektedir: "Bu ifade, yine. temizlemek   manasında  olmak   üzere,   if'âl   babından

tüthiruhum ve emrin cevâbı ve meczûm olmak üzere de. tuthirhum şeklinde okunurken; ji-^/Jî kelimesi sadece yâ'nın bulunmamasıyla meczum olmaksızın okunur."

Cenâb-ı Hak, sonra, "ve onları tezkiye edesin" buyurmuştur. Bil ki, "onları tezkiye edesin" tabiri  ifadesine atfedilince aralarında bir başkalık ve farklılığın bulunması gerekir. İşte bu sebeple tezkiye, "tathîr"in ileri derecesidir denildiği gibi; "tezkiye"nin büyütme ve arttırma manasına geldiği de ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Allah Teâlâ zekât miktarınca, (malda) meydana gelen noksanlığı, o malın artıp çoğalmasına sebep kılmıştır" şeklinde olur. Bu iki tabire şöyle bir mana da verilmiştir; "Sadaka, onları, günah ve ma'siyet pisliğinden temizler. Hz. Peygamber de, onlar o malları çıkarıp fakirlere verdiğinde, onları tezkiye eder, şanlarını yüceltir ve onları medh u sena eder." [197]

 

Hz. Peygamberin Mü'minler Hakkında Duası

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar İçin dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: [198]

 

Birinci Mesele

 

Hamza, Kisaî ve Asım'ın ravisi Hafs, vâvsız ve tâ'nın fethasıyla müfred olarak salâteke şeklinde okumuşlardır ki,

bununla  cins  manası   murad  edilmiştir.   Bunlar  Hûd süresindeki kelimesini de vâvsız ve müfred olarak salâtüke okumuşlardır (Hûd, 87). Diğer kıraat imamları da hem buradaki, hem de Hûd süresindeki kelimeyi vâv ile çoğul olarak salavâtuke şeklinde okumuşlardır.

Ebu Ubeyde şöyle demiştir: Birinci okuyuş, daha üstündür. Zira salât lafzı birden fazla ve daha çok namaza delalet eder. Baksana, Cenâb-ı Hak "Namazı kılınız" (Bakara, no> buyurmuştur. Salavât kelimesi cem-i ktllettir. Nitekim sen, "üç vakit namaz, beş vakit namaz..." dersin.

Ebu Hatim şöyle demektedir: "Bu, yanlıştır. Çünkü salâvat kalıbı, kıllet ifade etmez. Zira Allah Teâlâ, "Allah'ın kelimeleri tükenmez" (Lukman. 27) buyurmuş, ama azlık manasını murad etmemiştir. Yine Allah, (Sebe.37)ve (Ahzâb, 35) buyurmuş, ama kıllet manasını kasdetmemiştir. [199]

 

İkinci Mesele

 

Hz. Ebu Bekr'in hilafeti zamanında, zekât vermeyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir:  "Allah Teâlâ,

peygamberine, onlardan zekâtlarını almasını emretmiş, sonra da peygamberine, onlara dua etmesini emrederek, onun duasının, onlar için bir sükûnet ve itminan kaynağı olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh, zekâtın farziyyeti, böylesi bir sükûnetin bulunmasına bağlanmıştır. Hz. Peygamber'in dışındakilerin, bu sükûnet ve itminanın meydana gelmesinde onun yerini tutamayacaktan malûmdur. Binâenaleyh, zekâtın, Hz. Peygamber'in dışında herhangi bir kimseye verilmemesi gerekir." Bil ki bu görüş tutarsızcflr. Çünkü, diğer ayetler zekatın, ancak, fakirin ihtiyacını gidermek için farz kılınmış olduğuna delâlet eder. Bu tıpkı, (Tevbe, 60) ve  'Onların mallarında sâilin ve yoksulun da bir hakkı vardır" (Zanyat t9) ayetlerinde olduğu gibidir. [200]

 

Salât Kelimesinin Manası Hakkında   

 

Arapça'da "salât" lafzının aslında dua etmek anlamına geldiğinde şüphe yoktur. Mesela biz, "Falanca, falancaya dua etti" dediğimizde bu cümle, asıl manası itibariyle, dua manasını ifade eder. Ama bu cümle, (Arapların) örfüne göre, o kimsenin o kimseye, "Allah'ım, ona merhamet et!" demiş olduğunu ifade eder. İşte bundan dolayı, müfessirler bu tabirin manası "hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Ab bas (r.a.)'ın, "Bunun manası, "onlara dua et" şeklindedir" dediği rivayet edilmiştir. (Bu sebeple) Şafii (r.h) şöyle demiştir: "İmamın, (halifentn.zekât memurunun) zekât alırken zekât veren kimseye dua etmesi ve "Allah verdiğin bu şeyden dolayı senin ecrini versin; vermeyip geriye bıraktıklarını da mübarek kılarak arıtırsın" demesi sünnettir!' Diğer alimler ise bunun manasının zekat alan kimsenin zekat verene, "Allah'ım, falancaya merhamet et!" şeklinde demesi olduğunu söylemişler ve Hz. Peygamber (s.a.s)'den, Ebu Evfa'nın ailesi, zekâtlarını kendisine getirip verince, O'nun "Allah'fm, Ebu Evfâ'nın ailesine merhamet et" dediğini nakletmişlerdir.

Kâdî, tef si rinde; Ka'bî'nin Tefsir'inde şöyle dediğini nakletmiştir: "Hz. Ali, Hz. Ömer (r.a) ölüp de üzeri örtüldüğünde, ona "Sana, salât ve selam olsun!" dedi. Bazı alimler bunu kabul etmeyerek, İbn Abbas (r.a)'ın, "Hz. Peygamber (s,a.s) hariç, hiç kimsenin hiç kimse hakkında bu ifadeyi kullanması doğru olmaz" dediğini nakletmişferdir. [201]

 

Dördüncü Mesele

 

Alimlerimiz, Hz. Peygamber (s.a.s) hariç, hiç kimse hakkında ve ifadelerinin kullanılamıyacağını söylemişlerdir. Şiîler ise, bu tabirleri Hz. Ali ve onun çocukları hakkında kullanarak, buna şu şekilde delil getirmişlerdir: "Kur'an'ın nassı, böylesi bir ifadenin, zekâtını veren kimse hakkında kullanılmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir. O halde bunun Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin (r.a) hakkında kullanılmasına nasıl mani olunabilir?" Bazı kimselerin şöyle dediğini gördüm: "Birisi, "Selâmun aleyküm" dediğinde, ona (cevaben), "Ve aleykümüsselam" denilmiyor mu? Binaenaleyh bu, işte bu lafzın, müslümanların ekserisi hakkında kullanılmasının caiz olduğuna delâlet eder. O halde daha nasıl bu lafzın, Hz. Peygamber (sa.s)'in ehl-i beyti hakkında kullanılması imkânsız olur?"

Kâdî şöyle demektedir: "Bu, Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında caizdir. Bunun delili sahabe-i kiramın "Ya Resulallah, sana nasıi selam edeceğimizi biliyoruz, fakat salât vazifemizi   nasıl   ifa   edeceğimizi  bilmiyoruz"   dediklerinde  o,   talîm   yoluyla Allah’ım İbrahim ve İbrahim'in ehline merhamet ettiğin gibi, Hz. Muhammed'e ve O'nun ehline de merhamet et!" deyiniz" buyurdu. Hz. Peygamberin ehli arasında bir peygamberin bulunmadığı malûmdur. Binâenaleyh bu, Hz. İbrahim'in ehli hakkında caiz olduğu gibi, Hz. Ali'yi de içine alır. Allah en iyisini bilendir." [202]

 

Selamün Aleyküm Sözündeki Bazı İncelikler            

İnsanların  birbirlerine  "Selamün aleyküm"  demeleri hususunda, bazı incelikler bulunduğunu hatırladım. Bunları burada yazmak uygun düşmez. Ama ne var ki ben, zayi olup unutulmasınlar diye, onları burada yazmak istiyorum. Bu sebeple ben diyorum ki, bir kimse bir başkasına selamün aleyküm dediğinde, onun selamün lafzı, nekire olan bir mübtedadır. Nahivciler, nekre bir kelimenin mübteda yapılmasının caiz olmayacağını iddia ederek şöyle dediler: "Zira, haber vermek, ancak malûm olan hakkında, malûm olmayan bir durum bildirildiğinde bir şeyler ifade ederi' Nahivciler, nekire bir kelimenin tavsif edildiği zaman, mübteda olmasının güzel ve yerinde olacağını söylemişlerdir. Mesela "Mü'min bir köle, müşrikten daha hayırlıdır" (Bakara, 221) ayeti buna misal teşkil eder.

Bunu iyice kavradığın zaman bil ki burada şu iki izah yapılabilir

a) Nekirelik mükemmeliyete delâlet eder. Baksana Cenab-ı Hak da (Bakara, 96) buyurmuştur (Bu, "Sen onları, devamlı mükemmel ve son bulmayan bir hayata düşkün olan insanların en muhterisi olarak bulursun, görürsün" demektir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, selamün kelimesi nekire (belirsiz) bir kelimedir. Binâenaleyh bundan kastedilen mana, "Tam ve mükemmel olan bir selâm" şeklinde olur. Böyle olması halinde de, bu 'nekire" isim tavsif edilmiş, böylece de mübteda yapılması caiz olmuş olur. Bu mübteda olunca da haber de bulunur ki bu da, aleyküm sözüdür. Buna göre ifadenin takdiri,  "Kâmil ve tam olan selam sizin üzerinize olsun" şeklinde otur.                                                 

b) Aleyküm lafzı, selamün lafzının sıfatı olup, bu iki lafzın toplamı mübteda kabul edilerek, haberin de takdir edilmesidir. Buna göre ifadenin takdiri, "Üzerinize olan selâm tahakkuk etti; tahakkuk etsin!" şeklindedir. Haberin hazfedilmesi çoğu kez tefhîme ve tazime daha çok delâlet eder.

Bunu da iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: Kendisine selam verilen kimse, karşılık verirken bu sıranın tertibini bozarak, der. Bunun sebebi, Sîbeveyh'in de dediği gibi, Arapların daha mühim gördükleri şeyi en önce zikretmeleridir. Binâenaleyh, selam alan kimse deyince bu, selam alan kimsenin, selam veren kimsenin durumuna tam manasıyla ehemmiyet verip ihtimam gösterdiğine delâlet eder. Hem selâmı alan kimsenin, şeklindeki sözü, "hasr" ifade eder. Buna göre o kimse (selam verene) sanki, "Madem ki sen bana selam verdin, ben de Cenâb-ı Hakk'ın 'Bir selam ile selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın" (Nisa. 86) ayetine uyarak, buna ilavede bulunuyor, sefamı sana tahsis ve hasrediyorum" demiş oluyor.

demenin inceliklerinden birisi de şudur: Bu tabir, kişinin şeklindeki sözünden daha mükemmeldir. Çünkü onun, sözünün manası, "kâmil, tam, kıymetli ve yüce bir sefam, senfrı üzerine olsun" demektir. Ama onun  şeklindeki ifadesine gelince, onun es-selam sözü, başında eliflam bulunan müfred bir kelimedir. Bu, mahiyyetin aslından, kendisinden başka hiçbir şey ifade etmez. Mahiyyetin astına delâlet eden lafızda da, mahiyyete arız olan haller ve onun kemâlini bildiren herhangi bir şey bulunmaz. O halde, kişinin şeklindeki sözü, onun  sözünden daha mükemmel ve anlamlı olmuş olur. Bu hususu, Allah tarafından kullanılan "selâm" sözünün nekire, belirsiz olarak kullanılmış olması da teyid etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın "Ayetlerimize iman edenler sana geldiği zaman de ki; "Selâm sizlere..." (En'âm. 54) ve , "Selâm olsun onun beğenip seçtiği kullarına.." (Nemi, 59) ayetlerinde durum böyledir. Kur'an-ı Kerim'de bu tür ifadeler pek çoktur. Ama eliflamlı olarak ^O lafzına gelince, bu, peygamberler tarafından bu şekilde kullanılmıştır. Meselâ Hz. Musa'nın "Biz sana Rabbinden hakiki bir ayet getirdik. Selâm doğruya tâbi olanlara olsun.. "rrfc.47)sözünde olduğu gibi. Meryem suresinde Cenâb-ı Hak, Yahya (a.s.)'dan bahsederken de ''Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de, ona selam olsun"(Meryem, ) buyurmuştur ki, bu selam da, Allah tarafından olan bir selamdır. Ama Hz. İsa (a.s) kıssasında Cenâb-ı Hak, "Doğduğum gün de, öleceğim gün de. ... selam benim üzerimedir" (Meryem, 33) varid olmuş olup bu, Hz. İsa'nın sözüdür.. Böylece bütün bu açıklamalarla, sözünün, sözünden daha mükemmel ve anlamlı olduğu sabit olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı İmam Şafii (r.h.), teşehhüdde, nekire olarak, şeklindeki okuyuşu tercih etmiştir. [203]

 

Yaratılıştaki Huylar Hakkında Değerlendirme

 

Selâmın inceliklerinden birisi de şudur: Bu âlemin, serlerin, afetlerin, belâların ve muhalefetlerin kaynağı ve ocağı olduğunda şüphe yoktur. Huyların inceliklerini araştıran âlimler, canlıların yaratılışlarında aslolanın hayır mı veya şer mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların bazıları şöyle demiştir: "Canlıların karakterlerinde aslolan "şer"dir. Bu, bütün insan fertleri arasında tahakkuk etmiş bir icma gibidir." Biz buna ilavede bulunuyor ve diyoruz ki: Bu bütün canlılar arasında, üzerinde ittifak edilen bir husus gibidir. Bunun böyle olduğunun delili şudur: "Kendisini tanımadığı halde, kendisine saldıran bir insan gören her insanın karakteri, o kimseyi, saldıran o kimseden sakınmaya ve o kimseye karşı müdafaaya geçmeye sevkeder. Şayet onun hilkat ve karakteri, insanda asıl ve temel olan şeyin, şer olduğuna şehadet etmeseydi, akıl fıtratı, kendisine saldıran o kimsenin şerrini savuşturmak için hazırlık yapmayı gerektirmezdi." Bu âlimler sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Bu husus, bütün canlılar hakkında söz konusudur. Çünkü, kendisine bir başka canlının saldırdığı her canlı, o saldıran canlıdan kaçar ve ondan korunmaya çalışır. Binâenaleyh şayet o canlının yaratılışında, kendisine yaklaşan bu canlıda teme] unsurun "hayır" olduğuna dair bir inanç, bir fıtrî güdü olsaydı, o zaman (ondan kaçmaz), aksine yerinde durması gerekirdi. Çünkü, yaratılışın temeli, canlıyı, hayırı elde etme arzusuna yöneltir. Canlıların karakter ve yaratılışında aslolan, şayet hayır ve şerrin dengeli bir biçimde bulunmaları hali olsaydı, o zaman, kaçmayla durmanın da dengeli olması gerekirdi. Durum böyle olmayıp, aksine, kendisine göre ne olduğu belli olmayan bir canlının kendisine yöneldiği her canlı, sırf aslî fıtratı sebebiyle ondan kaçınca, biz, her canlıda aslolanın şer olduğunu anlamış oluruz." [204]

 

Şerri Savmak Hayrı Celbetmekten Önce Gelir

 

Bunun böy\e olduğu sabit olunca b\z diyoruz ki; Şerri def, hayrı celbetmekten daha mühimdir. Bunun böyle olduğunun delilleri şunlardır:

1) Şerri defetmek, aslı ibka etmenin, fazlalığı elde etmekten daha mühim olmasını gerektirir.

2)  Herkese hayır ulaştırmak, insanın gücü dahilinde değildir. Ama, herkesten, şerrini önlemek insanın gücü dahilindedir. Çünkü birincisi fiil (bir şey yapmak ), ikincisi ise, "terk"dir. Halbuki, nihayeti olmayan şeyleri yapmak, imkân dahilinde değildir.  Ama, nihayeti olmayan şeyleri yapmamak mümkündür.

3)  Şerri def etme tahakkuk etmediğinde, şer bulunmuş olur. Şerrin tahakkuk etmesi ise, elem ile kederin tahakkukunu gerektirir. Elem ve keder ise, son derece güç şeylerdir. Ama, (başkalarına) hayır ulaştırmak tahakkuk etmediğinde, insan, ne hayır ne de şer içinde bulunmayıp, tam aksine aslî olan selâmet üzere kalakalır. Halbuki bu duruma tahammül etmek kolaydır. Binaenaleyh şerri def etmenin, hayır ulaştırmaktan, yapmaktan daha mühim olduğu sabit olmuş olur. Dünyanın serler, âfetler, belâlar ve sıkıntılar yurdu olduğu da kesinlik kazanmıştır. Yine, canlıların yaratılışlarında aslolan ve fıtratları gereği olan şeyin, o canlıların, serlerin kaynağı olduğu da sabit olmuş olur. Binaenaleyh bir kimse bir kimseye yaklaştığında, mühim olan şeylerin en ehemmiyetlisi, onun karşıdaki kimsenin bir emniyet, bir selâmet ve esenlik içinde bulunduğunu bildirmesidir. İşte bu sebepten dolayı, söze başlamadan önce selâm vemek, bir örf, gelenek halini almıştır. Bu da kişinin "setâmunaleykum!" demesidir. [205]

 

Selamda Çoğul Sigası Kullanılmasının Hikmeti

 

"Selamun aleykum" demenin inceliklerinden birisi de şudur: Bu ifadenin zahiri, bu selâmın bir topluluğa verildiğini göstermektedir. Hem akla, hem de şeriata göre durum böyledir. Şeriata göre böyledir, zira Kur'an-ı Kerim, insanın, kendisini koruyan, işlerini görüp gözeten bir melekler cemaatinden hâlî bulunmadığını göstermektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Halbuki sizin üzerinizde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar bulunmaktadır"(hmar, ıo-nj buyurmuştur. Akıl da buna delâlet eder.-Zira beşeri ruhlar çeşit çeşittir. Bir kısmı hayırlı, akıllı; bir kısmı bulanık, pis; bir kısmı şehvanî, bir kısmı gazabîdir. Beşeri, süfli ruhların her biri için o beşeri ruhların atası durumunda olan ulvi ve kuvvetli bir ruh bulunmaktadır. Bu ruhların utvi ruha nisbeti, oğulların babaya nisbeti gibidir. İşte o beşeri ruhlara, bazan uyanıkken, bazan da uykudayken ilhamlar tahsis eden, bu ulvî ruhtur. Hem gerek sıfatlan, gerek karakterleri gerekse özelliklen bakımından o ruhtara benzeyip bedenlerden ayrı olan o ruhların, benzerlikleri ve cins müştereklikleri sebebiyle, bu bedenlerle bir tür ilişkileri ve alâkalan bulunmaktadır. Böylece o ruhlar bu ruhların, amelleri hususunda yardımcıları gibi olmuş olur. Eğer amelleri hayır ise, yardım da, hayır hususunda olur. Şer ise, şer konusunda olur. Bu sırrı iyice kavradığın zaman, insanın mutlaka kendisinin hemcinsi olan o ruhlarla beraber olduğunu anlamış olursun. Binaenaleyh, kişinin "selâmun aleykum" sözü, bu muayyen şahsın, ruhanî arkadaşlık sebebiyle, kendisinden ayrılmayan ve kendisinin arkadaşı olan bütün ruhlara selam verdiğini ifade eder.

Bu sözün inceliklerinden birisi de şudur: İnsanî ruhlar, hakiki bilgiler ve üstün huylarla muttasıf olup, bunlar kuvvetlenerek, arızî şeylerden soyutlanır, sonra da bunların birbirlerine olan ilgisi kuvvetlenirse karşılıklı olarak yerleştirilmiş bulunan parlak aynaların, görüntüleri artırarak yansıtması gibi, onların da nurları birbirine yansır durur. İşte bundan dolayı, dersini, ödevini hocasına okuyarak yerine getirmek isteyen kimseden beklenen edeb, bu okuyuşuna, Allah'a hamd, meleklerine ve peygamberlerine sena ile başlayarak, daha sonra hocasına dua etmesi, en nihayet de okumasına başlamasıdır. Bu Kimsenin bundan gayesi, kendi ruhu ile o kudsi ruhlar arasındaki münasebeti güçlendirmektir. Öyle ki, bu ilginin kuvvetlenmesi sebebiyle çoğu kez, o talebenin ruhunda o yüce ruhların nur ve tesirlerinden bir şeyler tezahür eder. ve o talebenin aklında da o ruhlardan feyezan eden ruhlar, manevi güçler yerleşir. Onun ruhu, bu feyzin yardımıyla, bilgi ve ilimleri daha fazla kavramaya başlar. Sen bunun böyle olduğunu bilip, bir başkası da birisine "selâmun aleykurn" dediğinde, onunla o kimse arasında sıkı bir (manevi) münasebet oluşur. Bu münasebet sebebiyle de ruhların birbiriyle uyuşması ve nurların yansıması tahakkuk eder. Biz bu konuda, bu kadarla yetinelim; çünkü biz bu konunun, burayla ilgisi olmayan, yabancı bir konu olduğunu söylemiştik. Allah en iyisini bilendir. [206]

 

Altıncı Mesele

 

Cenâb-ı Hak, "Çünkü senin duan, onlar için bir sükûnettir." buyurmuştur. Vahidî şöyle demektedir:   "Arapça'da   seken   kelimesi,   vasıtasıyla sükûnete erdiğin şey" anlamına gelir. Buna göre bu tabirin manası, "Senin onlara yapmış olduğun duan, onların nefislerinin sende sükûnete ermesini gerektirir" seklinde olur." Müfessirlerin bu husustaki açıklamaları farklı farklıdır. Mesela İbn Abbas (r.a): "Senin duan, onlar için bir rahmettir"; Katâde: "Senin duan onlar için bir vakar ve onur, saygınlık vesilesidir"; Kelbî: "Senin duan, onlar için bir itminandır" derlerken; Ferrâ da: "Sen onlar için mağfiret taleb ettiğinde, onların nefisleri, Allah'ın tevbelerini kabul edeceği hususunda sükûnete erer, yatışır" anlamını vermiştir.

Ben de derim ki: "'Hz. Muhammed'in ruhu, güçlü, parlak, saf ve berrak bir ruhtur. Binâenaleyh, Hz. Muhammed onlara dua edip onları hayırla yâd edince, onun ruhani kuvvetinden, onların ruhlarına birtakım tesirler akar. Böylece de onların ruhları aydınlanır, gönülleri de saflaşır. Bu sebeple de onlar, zulmetten nura, maddeden manaya geçmiş olurlar. Bunun ne demek olduğu, Beşinci  Mesele'de izah edildi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, onların sözlerini bihakkın duyan; niyetlerini de bihakkın bilendir" demektir. [207]

 

Allah'ın Tevbeyi Kabul Buyurması

 

"Onlar bilmediler mi ki Allah, kullarından (sâdır olan) tevbeyi kabul edecek, sadakaları alacak olan ancak kendisidir ve hakikatte "tevvâb" ve "rahîm" yalnız O'dur" (Tevbe. 104).

Bil ki, Allah Teâlâ, bahisleri geçen kimselerin günahlarından tevbe ettiklerini ve tasaddukta bulunduklarını naklederek, o ayette, "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" rrevbe, 102) ifadesinden başka bir şey zikretmeyip, bu da tevbelerinin kabulü hususunda sarih bir ifade olmayınca, bu ayette, tevbelerini kabul ettiğinden, sadakalarını da aldığından bahsetmiştir ki, bundan maksat, tevbe etmeyenleri tevbeye; bütün asileri de itaata teşvik etmektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [208]

 

Birinci Mesele

 

Ebu Müslim: "Ayetteki "Onlar bilmediler mi?" ifadesi, istifham üslûbunda ise de, bundan "Onlar bunu pekâlâ

bildiler" manası kastedilmiştir. Çünkü muhatabı hem şekke düşürme, hem de onun şek ve şüphesini giderme hususunda, "Sana birşeyler öğreten kimseye hizmet etmen gerektiğini bilmez misin? Sana iyilikte bulunana teşekkür etmen gerektiğini bilmez misin?" gibi ifadeler kullanmak, Arapların örfüdür. Binaenaleyh Hak Teâlâ tevbe eden o kimselerin tevbe ve sadakalarını kabul ettiğini müjdelemiştir" demiştir.

Cenâb-ı Hak bu hususu, "Hakikatte tevvâb ve rahim olan yalnız O'dur" diye te'kid etmiştir. [209]

 

İkinci Mesele

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir. "Ayetteki tabiri hem yâ'lı, hem de tâ'h olarak, (Siz bilmediniz mi) şeklinde okunmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılır:

1)  Bu ayetten şu mana kastedilmiştir: "O tevbe edenler, tevbelerinin ve sadakalarının kabul edilmesinden önce, Allah Teâlâ'nın doğru tevbeleri ve halis niyetle verilecek sadakaları kabul edeceğini bilmediler mi?"

2) Bu ayetten, tevbeye teşvik için, tevbe etmeyenler murad edilmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), o kimselerin tevbelerinin doğruluğuna hükmedince, tevbe etmemiş olanlar, "O tevbe edenler, dün bizlerle beraber, bizler gibi idiler, ne kendileriyle konuşuluyor, ne de oturulup kalkılıyordu. Peki nasıl oldu da büyük oldular?" dediler ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [210]

 

Üçüncü Mesele

 

Hak Teâlâ'nın,  "O tevbeyi kabul eder" ifadesi ile ilgili, bazı hikmetler vardır:

Birinci hikmet: Allah Teâlâ bu ayette, "Allah" adını zikretmiş, sonra da onun peşine bu ifadeyi getirmiştir. Bunun böyle oluşunda, Allah'ın, tevbeyi kabul eden bir ilah olduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, çünkü ilah, hakkında fazlalık ve noksanlık söz konusu olmayan zattır. Yine ilah, itaat edenlerin taatı ile durumunda zatında bir artış olmayan ve günahkârların isyanları ile zatına bir noksanlık erişmeyen var­lıktır. Yine ilah kulların taatına arzu duymayan ve masiyetten nefret etmeyen zattır. Bundandır ki O'nun nefret ve gazabının kendisini intikama sevkettiği de söylenemez. Aksine O'nun günahı yasaklayıp, taata teşvik etmekten maksadı şudur: İnsanın kalbini âhiret âlemine ve sa'îdler (cennetlikler) makamına davet eden, bâtıl ve cismani şeylerle meşgul olmaktan alıkoyacak olan her türlü ibadet, gerçek amel ve salih yoldur. Bunların zıddı olan herşey de, masiyet (günah) ve bâtıl ameldir. Binâenaleyh günahkâr olansadece kendisine zarar vermiş, yine itaat eden de sadece kendisine fayda vermiş olur. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz, eğer kötülük ederseniz yine kendinize kötülük etmiş olursunuz" (isra, n ayetinde ifade edildiği gibidir. Binâenaleyh eğer ilah, rahîm, hakîm ve kerîm olur, O'nun günahkâra olan gazabı da, günahkârın isyanının ilaha zarar verdiğinden ötürü olmaz ise ve kul da günahtan itaata geçiş yaparsa, İlah'ın keremi, kulun tevbesini kabul etmeyi, âdeta kendisine gerekli (vâcib) kılmış gibi olur. Böylece "İlah" olmanın, mutlak manada müstağni olmadan ibaret olup, mutlak müstağni olma da, İlah'ın dışındaki varlıklar için imkansız olunca, başka varlıkların tevbeleri kabul etmesinin, başka sebepler, muarız ve zıd şeyler olmadığ müddetçe âdeta imkans'ız olduğu sabit olmuş olur. [211]

 

Peygamber Tevbe Kabul Edemez

 

İkinci hikmet: Tevbeyi kabul etmek, Hz. Peygamber (s.a.s)'m elinde olan birşey değildir. Tevbeyi kabul, bazan kabul eden, bazan da etmeyen Allah'a ait bir iştir. O halde, tevbelerinizde yalnız Allah'a yönelin. O tevbe edenlere şöyle denilmiştir: "Çalışınız, çünkü amelleriniz, -hayır olsun, şer olsun- Allah'a saklı değildir.'[212]

 

Allah'ın Tevbeyi Kubûlü   Vacip Değildir            

 

Mu'tezile "Tevbeyi kabul etmek, akten, Alah için vacibtir" demişler; âlimlerimiz ise "Tevbe'yi kabul etmek Allah için, Allah'ın vaadi, lutfu ve ihsanı itibarı ile vâcibtir, yoksa aklen vâcib değildir" demişlerdir. Âlimlerimizin, Allah'ın tevbeleri kabul etmesinin aklen vâcib olmadığı hususundaki delilleri şunlardır:

1) Vâcib, failin, yapmadığı zaman zemme müstehak olduğu şeydir. Binaenaleyh eğer tevbeyi kabul etmek. Allah Teâlâ için vâcib olsaydı, tevbeyi kabul etmediği zaman zemme (kınanmaya) müstehak olurdu ki, bu imkansızdır. Çünkü böyle olan kimse, "kabul etme" ile kâmil ve tam olmuş olurdu, Başka bir şey ile tam ve kâmil olan şey ise, zâtı gereği "noksan" demektir. Allah hakkında ise "noksanlık" imkansızdır.

2)  Zemm (kınama), ancak o zemmi duyduğu zaman kişi müteessir olup, nefsi ondan hoşlanmadığı zaman, kişinin onu yapmasına manî olabilir ve bu yüzden onun halinde bir noksanlık söz konusu olmuş olur. Fakat şehvetten, nefretten, noksanlıktan ve fazlalıktan yüce ve münezzeh olan zât hakkında, bu manadabir vücubun (gerekliliğin) mevcudiyeti düşünülemez.

3) Allah Teâlâ bu ayette, tevbeleri kabul ettiğini bildirerek kendisini medh-ü sena etmiştir. Eğer tevbeleri kabul etmek vacib olsaydı, Allah bununla kendisin medh-ü sena edemezdi. Çünkü vazifeyi (vacib-gerekli bir şeyi) yapmak, medhi, senayı ve tazimi gerektirmez. [213]

 

Beşinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın  tabirindeki an edatı hakkında da şu iki izah yapılmıştır:

1) Burada an veya min kullanılması arasında manaca bir fark yoktur. Nitekim Arapça'da ile aynı manaya gelip "Senden bunu aldım" demektir.

2) Kâdî şöyle der: "Burada an edatının kullanılmasının daha beliğ olduğu söylenebilir. Çünkü bu kelime, kabul edilen o tevbeye giden yolu kolaylaştırma ile birlikte o tevbenin kabul edildiğini ifade eder."

Ben derim ki: Kâdî, an edatının, bu manaya nasıl delâlet ettiğini açıklamamıştır. Bana göre, an ve min harf-i çerleri, manaca biribirine yakın iki kelimedir. Fakat an uzaklaşma manasını taşır. Mesela "Falanca, padişahın sağ tarafına oturdu" denildiğinde bu, o kimsenin sağ tarafta biraz uzağa oturduğunu ifade eder. O halde ayetteki an ibadihi lafzı da, tevbe eden kimsenin o günahı sebebiyle Allah'ın kendisini kulluğuna kabulünden uzak düştüğüne inanıp, efendisince kovulmuş olmadan ötürü gönlünde bir kırıklık ve burukluk olması gerektiğini ifade eder. İşte an edatı, tevbe eden kimsenin bu şuuru taşıması gerektiğine üstü kapalı bir uyarı ihtiva eder. [214]

 

"Allah Zekat Alır" Tabirinin Manası  

 

Ayetteki, "Sadakaları alır" ifadesi ile İfgili şöyle bir soru söz konusudur: Bu ifadenin zahiri, zekatı Allah'ın   aldığını;   "Onların   mallarından   sadaka   al" (Tevbe, 103) ifadesi, o zekatı Hz. Peygamber (s.a.s)'in aldığını,

Hz. Peygamber (s.a.s)'in Muâz (r.a.)'a: "Zekatı, onların zenginlerinden al"şeklindeki hadisi de, zekâtı alanın Muaz (r.a) olduğunu ve fakire zekat verdiğiniz zaman, hislerin (ve gözün), o zekatı fakirin aldığını göstermektedir. Binâenaleyh bu durumlar nasıl bağdaştırabilir?

Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1)  Allah Teâla, "Onların mallarından sadaka (zekat) al'7 (Tevbe. 103) ayetinde, zekatı alanın Hz. Peygamber (s.a.s) olduğunu beyan edip; bu ayette de zekatı alanın, kendisi olduğunu belirtince, bundan murad, Hz. Peygamber (s.a.s)'in almasının, tıpkı Allah'ın alması gibi olduğunu göstermek olmuş olur. Bunun maksadı da, Hz. Peygamberin zekat almasının, adetâ Allah'ın bizzat alması gibi olması itibariyle, Peygamberin sânının yüceliğine dikkat çekmektir. Allah Teâlâ'nın, "Gerçekten, sana biat edenler, Allah'a biat etmiş olurlar" (Fetih, 10) ve "Allah'a ve Resulüne eza verenler var ya.." (Ahzâb, 57) ayetleri de bunun bir benzeridir. Burada bahsedilen "Allah'a eza vermek"ten maksad, Peygamber (s.a.s)'e yapılan ezâ ve cefâdır.

2) Zekât alma işi. Peygambere zekatı almayı emretmek ve Allah'ın zekatla ilgili hükmünü insanlara tebliğ etmek manasında; fakire de o zekatı bizzat alma manasında izafe edilmiştir. Bu tıpkı Allah'ın can alma işini, "Geceleyin sizi öldüren... O'dur" (Enam,69)ayetinde kendi zâtına; "De ki: "Size müvekkel olan Ölüm meleği canınızı alacak"(Secde. 11) ayetinde ölüm meleği (Azrail <a.s)"e) ve "Herhangi birinize ölüm geldi mi.  elçilerimiz onun ruhunu alır" (En'am, 6i) ayetinde de Öİüm meleğinin yardımcısı olan meleklere izafe etmesi gibidir. Binâenaleyh can alma işi, yaratma bakımından Allah'a; {bu işi yapanların) reisi olması bakımından Azrail'e ve Allah ölümü yarattığı anda bu işi bilfiil yapan ölüm meleğinin yardımcısı olan meleklere nisbet edilmiştir. İşte burada da böyledir. Bunu iyice kavradığın zaman diyoruz ki: "O Allah, sadakaları alır" tabiri, bu sadaka (zekat) itaatına büyük bir şeref ve kıymet kazandırmıştır. Bu hususta, Hz. Peygamber (s.a.s)'den gelen rivayetler de pek çoktur. O, mesela bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Allah sadakaları, sadakalardan güzel olanları kabul eder. O, onları eline alıp kabul eder ve onları, tıpkı sizden birinin tayını, deve yavrusunu büyütmesi gibi, sahibi (vereni) için büyütüp çoğaltır bereketlendirir. Öyle ki bir lokma sadaka Allah katında Uhud dağından daha büyük olur."[215] Yine Hz. Peygamber  (s.a.s) "Muhammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sadaka veren her müslüman kulun verdiği sadaka, ması uğruna verdiği zata ulaşır, binaenaleyh o sadaka, Allah'ın eline geçer" [216]buyurmuştur. Hasan el-Basrî bu iki hadisi rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "Allah'ın sağ eli, avucu ve kabzası tavsif edilemez. Çünkü "O'nun benzen gibisi yoktur"{Şura, n) Bil ki yemin {sağ el) ve keff (avuç) kelimeleri, takdisten (Allah'ın münezzehliğine yaraşan manalar verilmesi gereken kelimelerdendir."

"De ki; "Dilediğinizi yapın. Çünkü Allah da Resulü de, mü'minler de işlerinizi görecektir. Sonra gizliyi ve aşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O, size, yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" (Tevbe, 105)

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [217]

 

Birinci Mesele

 

Bil ki bu, her türlü teşvik ve sakındırmayı içinde toplayan bir sözdür. Çünkü ma'bûd (tapılan varlık), tapanların ne yaptığını bilmediği zaman, tapanlar, yaptıkları ibadetlerden istifade edemezler. İşte bundan dolayı, Hz. İbrahim (a.s) babasına: "İşitmez, görmez ve sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?"(Meryem, 42) demiştir. Ben, bazı toplantılarda Hz. İbrahim (a.s)'in getirdiği bu delilden esas kastının, putların ulûhiyyetini tenkid olmadığını söyledim. Çünkü herkes bunların taş ve odun parçalarından ibaret olduğunu, tasarruf edenlerin tasarrufları ile (yaptıkları işlerle) yüzyüze bulunduklarını, her isteyenin onları yakıp kırabileceğini, bu durumda olan bir varlığın ilah olamayacağını kesin olarak bilir. Aksine Hz. İbrahim (a.s)'in bu delilden maksadı şudur: Onun zamanındaki putperestlerin çoğu, kâinatın ilâhının mûcıb-i bizzat bir varlık olup; hür ve irade sahibi bir mûcid olmadığını iddia eden felsefecilerin görüşünde idiler. İşte bundan dolayı, Hz. İbrahim (a.s), "İlah, mücib-i bizzat (yapacağını otomatik olarak yapan), hayırları bilmeyen, fayda veya zarar veremeyen, ihtiyaç ve duaları işitemeyen ve muhtaçların yalvarıp yakarmalarının farkında olamayan bir varlık olduğunda, ona ibadet etmenin ne faydası (manası) var?" demek istemiştir. O halde, Hz. İbrahim (a.s)'in bu delilden maksadı, âlemin ilâhının "zâtı gereği mûcib" bir varlık olduğunu söyleyenleri tenkid etmektir. Fakat, âlemin ilahı hür ve irâde sahibi bir fail, cüz'iyyatı ve külliyatı (herşeyi) bilen bir âlim olduğu takdirde, kullar ibadet ve dualarından büyük fayda elde ederler. Çünkü kul ibadet ettiğinde ma'bud, onun taat ve ibadetini bilir, hem bu dünyada, hern de ahirette ona mükafaat verebilir; yine kul isyan edip günah işlediğinde, ma'bûd, hem dünyada, hem ahirette ona ceza verebilir. O halde Hak Teâlâ'mn, "De ki: "(Dilediğinizi) yapın. Çünkü işlerinizi Allah (...) görecektir" ifadesi, itaatkarlar için büyük bir teşvik, günahkârlar için de büyük bir korkutma ve tehdid ifade eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: "Haydi bakalım, çalışınız! Çünkü amellerinizin, hem bu dünyada, hem de ahirette birer hükmü vardır. Onların bu dünyadaki hükmü (ve durumu), Allah'ın, Resulullah'ın ve müslümaniarın onları görmesidir. Eğer o ameliniz bir taat olursa, ondan ötürü, hem bu dünyada, hem de ahirette büyük bir övgü ve mükafaat söz konusudur. Yok eğer o, bir günah olur ise, ondan ötürü bu dünyada büyük bir zemm (kınama), ahirette ise çetin bir azab meydana geiir." Binâenaleyh bu tek cümlenin, insanın dini, dünyası, hayatı ve âhireti hususunda muhtaç olduğu herşeyi içinde toplayan bir cümle olduğu sabit olmuş olur. [218]

 

Ayetten Çıkarılan Usül meseleleri

 

Bu ayet, usül ile ilgili bazı meselelere delildir.

Rü'yet Kelimesinin Görmek ve Bilmek Manası

Birinci hüküm: Bu ayet, Allah Teâlâ'mn, görülebilecek şeyleri gördüğüne delâlet eder. Çünkü bir mef'ul alan "rü'yet" fiili "görmek" manasına; iki mef'ul alan ise "bilmek" manasına gelir. İki mef'ul alışı, mesela senin iyi "Zeyd'i fakih gördüm (yani fakih olduğunu bilip, anladım)" şeklindeki sözünde olduğu gibidir. Ayetteki reâ fiili bir mef'ul almıştır ve dolayısıyla "görmek" manasına gelir. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın, herşeyi gördüğüne delâlet eder. Bu, tıpkı Hz. İbrahim'in "İşitmez ve görmez., şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42) buyruğunun Allah Teâlâ'mn görüşü olduğuna ve eşyayı gördüğüne delalet etmesi gibidir. Bu ayetteki "rü'yet" i "bilmek" manasına almanın mümkün olmadığını, Hak Teâlâ'mn, kendisini, hemen bu ifadenin peşi sıra "bilme" vasfı ile tavsif ederek, "Gizliyi ve aşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz" buyurmuş olması da te'yîd eder, Eğer ayetteki "rü'yet", "bilme" manasına gelmiş olsaydı, o zaman faydasız ve lüzumsuz bir tekrar yapılmış olurdu. Bu ise, (Kur'an için) düşünülemez. [219]

 

Allah'ın Kalbî Fiilleri Görmesi Konusunda Mutezile'nin Hatası

 

İkinci hüküm: Ehl-i Sünnet alimlerimize göre, mevcud olan herşey görülebilir. Alimlerimiz, bu görüşlerine bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Biz, bu ayette geçen "ru'yet" kelimesinin, tek bir mef'ut aldığını delille gösterdik. Dil kaideleri de, bir mef'ul alan ,"ru'yet" kelimesinin, "görmek" manasına geldiğine şehadet etmektedir. Öyle ise bu ayetteki ru'yet "görmek" manasındadır. Cenâb-ı Hak, buradaki reâ fiiline, mef'ul olarak onların "işlerini" getirmiştir.

Ameller, (iradeler, hoşlanmayışlar ve fikirler gibi) kalb amelleri ile organların amelleri (hareket ve hareketsizlik gibi) olmak üzere ikiye ayrılır. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın bütün bunlart görüyor olması gerekir. Bu da, herşeyin Allah tarafından görüldüğüne delâlet eder."

Cübbaî bu ayeti, Allah Teâlâ'nın sadece, hareket, hareketsizlik, bir araya gelme ve ayrılma gibi, organların amellerini gördüğüne delil getirmiştir. Ona, "(ehl-i sünnetin) istidlali eğer doğru ise, senin de, Cenâb-ı Hakk'ın kalbî amelleri de gördüğüne inanman gerekir" denildiğinde, o buna: "Allah Teâlâ ayette, bu ifade üzerine, "Resul" ve "mü'minler" kelimelerini de atfetmiştir. Resûlullah ve mü'minler ise, sadece insanların uzuvlarının fiillerini (zahirî fiilleri) görürler. Binâenaleyh ayetteki ru'yet, atfedilenler (yani Resul ve mü'minler) hakkında, uzuvların fiillerini görme ile sınırlı olunca, bunu ma'tufun aleyh olan "Allah" hakkında da aynı sınırla sınırlamak gerekir" diye cevap vermiştir. Bu, tuhaf bir görüştür, Çünkü atıf (ma'tuf ife ma'tufun aleyh arasında), sadece asılda (yani burada, görme işinde) müşterek oluşu ifade eder. Binâenaleyh ma'tuf ile ma'tufun aleyhin her bakımdan eşit olmaları gerekli değildir. Bu sebeple, ma'tufta bir tahsisin (sınırlamanın) bulunması, ma'tufun aleyhin de tahsisini gerektirmez. Ehl-i Sünnet'in istidlalinin aslrna şu şekilde cevap verilebilir: "Allah Teâiâ şu anda da görmektedir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü Allah, (...) işlerinizi görecektir" ifadesinin delâlet ettiği şey, şu anda mevcut değildir. Çünkü se yerâ (görecek) fiilinin başındaki sin harfi, gelecek zamanı gösterir. Böylece bu görme işinden muradın, onların amel ve hareketlerine karşılık (mükafaat veya ceza) verme manası olduğu ortaya çıkar. O halde, ifadesi, "Allah size, işlerinizin karşılığını verecektir" manasında olur.

Cübbai'nin bu görüşüne, birisi şöyle cevap verebilir: "Onların amellerine karşılık verme işi ayette, "O. size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" ifadesi ile anlatılmıştır. Binaenaleyh eğer biz, buradaki "rü'yef'i, "işlere karşılık verme" manasına hamledersek, lüzumsuz bir tekrar söz konusu olur. Bu ise caiz değildir." [220]

 

Üçüncü Mesele

 

Ayetteki, "Çünkü Allah da. Resulü de, mü'minler de işlerinizi görecektir'' buyruğu ile ilgili bir soru vardır. O da şudur: Onların amellerini, herkes görmemektedir. Öyleyse bu sözün manası nedir?

Cevap: Bunun manası, bu amelin haberinin herkese ulaşmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s): "Eğer bir adam, hiçbir kapısı ve penceresi olmayan bir kaya içinde, bir iş yapsa, mutlaka onun işi, olduğu gibi insanlara çıkar (ulaşır)"[221] buyurmuştur.

İmdi eğer, "Ayette, "Allah" isminden sonra Resûlullah'ın ve mü'minlerin, o tevbe edenlerin amellerini gördükleri manasında zikredilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun, iki izahı vardır:

1) Kişiyi, amel-i salih yapmaya sevkeden en kuvvetti etken, onu yapması neticesinde elde edeceği övgü, itibar ve şereftir. Kişi, bu fiili yaptığı zaman, Resûlullah'ın ve mü'minlerin kendisine önem vereceklerini bildiği zaman, bundan dolayı ayrıca sevinir ve o işe karşı arzusu kuvvetlenir. Bu inceliğe dikkat çeken şeylerden birisi de şudur: Allah Teâtâ, ayette önce kendinin görmesini zikretti. Bunun peşisıra Resûlullah'm ve mü'minlerin görmesini zikretti, binâenaleyh sanki şöyle denildi: "Eğer sen, Hakk'a kullukta doğruyu bulmuş eht-i tahkîk'ten isen, Allah için salih ameller işle. Yok eğer, halkın medh-ü senası ile oyalanan zayıf kimselerden isen, halkın, yani Resulullah'ın ve mü'minlerin övgüsüne nail olmak için, yine salih ameller işle." [222]

 

Ahiretteki Şahitlik Hakkında

 

2) Ebu Müslim'in sormuş olduğu bu soruya, ikinci olarak da şöyle cevap verilir: "Mü'minler, Cenâb-ı Hakk'm, "Böylece sizi, (Ey Muhammed ümmeti) vasat (örnek) ^bîr ümmet yaptık.." (Bakara, 143) ayetinde buyurduğu gibi, Kıyamet günü, Allah'ın şâhidleridir. Hz. Peygamber de, Cenâb-ı Hakk'ın "Her ümmetten birer şâhid, onların üzerine de seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman onların hali nice olur?" (Nisa. 4i) ayetinde buyurduğu gibi, ümmet için şâhiddir. Binâenaleyh Resûlullah'ın ve mü'minlerin, Kıyamet günü Alah için şâhidler olacağı sabit olmaktadır. Şâhidlik ise, ancak (şahidlik yapılacak şeyi) gördükten sonra doğru olur. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bu ayette Resulünün ve mü'minlerin, o kimselerin hareketlerini gördüğünü zikretmiştir. Bundan maksad, onların Kıyamet günü, geçmiş-gelecek herkesin huzurunda, şahidlik yapacaklarına, çünkü onların sıdk, doğruluk, iffet ve rüşd sahibi kimseler olduklarına dikkat çekmektir, [223]

 

Burada "Gayb'ın Manası

 

Allah Teâlâ daha sonra  "Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [224]

 

Birinci Mesele

 

İbn Abbas (r.a): "Gayb, onların (insanların) gizledikleri şeylerdir;  "şehadet"  de,  açıkça yapıp,  gizlemedikleri

şeylerdir" demiştir. Ben de diyorum ki: "Gayb"ın, onfarın kalplerinde meydana gelen, amelleri yapmaya veya amellerden geri durmaya sevkeden niyetler manasına; "şehâdef'in de, azaları ile yapıp ortaya koydukları ameller manasına olması uzak bir ihtimal değildir.

Yine diyorum ki: "İslam feylesoflarının görüşü şudur: "His ve duyulara gâib olan (yani hissedilemeyen-görülemeyen) varlıklar, hissedilen (görülen) varlıkların illetleri (sebebleri) veya illet (sebeb) gibi olan şeyleridir." Bu görüşte olanlara göre, illeti (sebebi) bilmek, malûlü (sebebe bağlı) şeyi bilmek için bir illettir (sebebtir). Bundan dolayı gaybı bilme işinin, şehadeti bilme işinden önce olmuş olması gerekir. İşte bu sebebten ötürü Kur'an'da bu ifade ne zaman yer alsa, "gayb", "şehadeften önce gelir. [225]

 

İkinci Mesele

 

Eğer biz, Hak Teâlâ'nın, Allah (...)işlerinizi görecektir" ifadesini, bizzat "görme" manasına alsak, o zaman bunun manasının, ''Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" ifadesinin manasından farklı olduğu ortaya çıkar. Yok eğer biz bu "rü'yeti" "bilme" veya "(o amellere karşılık) mükâfaat verme" manasına hamledersek, ayetteki "Gizliyi ve aşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz"tabirinin "Allah (...) işlerinizi görecektir" ifadesinin tefsiri yerine geçmiş olduğunu kabul etmiş oluruz. O zaman "Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" ifadesinin manası şöyle olur: "Aşikârı (şehadeti), yani dünyada iken ortaya konulan medhi, senayı, saygıyı veya bunların zıdlannı, gizliyi (gaybı), yani Kıyamette, ortaya çıkacak mükâfaat veya ceza durumunu bilen Allah'a döndürüleceksiniz."

Allah Teâlâ daha sonra, "O. size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" buyurmuştur. Bu, "O, si2in amellerinizin durumlarını biliyor, sonra size, onlara göre karşılık verecektir. Çünkü âhirette Allah'ın karşılık vermesi (mücâzâtı), ancak bilmeden sonra hâsıl olur. Çünkü o zaman herkes, kendisinin başına gelen, kendisine ulaşan şeyin zulüm değil, bir adalet olduğunu bilir. Eğer sevab ehlinden ise sevinç ve saadeti daha fazla; yok eğer ikâb ehlinden ise, kederi ve pişmanlığı daha fazla olur" manasındadır.

İslâm feylesofları şöyle demişlerdir: "Allah (...) işlerinizi görecektir" ifadesinden murad, ruhanî (yani ruh'a verilecek) sevaba bir işarettir. Çünkü kul, mevlâstnın kendisine emretmiş olduğu birçok meşakkatli işi yüklenip yapınca ve mevlasının, onun bu meşakkatlerini yüklendiğini görmekte olduğunu bilince, çok sevinir ve o husustaki sevinci artar. Bu, ona göre, şahane elbiselerden ve çok maldan daha kıymetli ve tatlı olur. Ama Cenâb-ı Hakk'ın "Gizliyi ve aşikârı bilene döndürüleceksiniz" buyruğuna gelince, bundan maksat, rezîl ve rüsvay kılınmak suretiyle verilecek olan azabın tarif edilmesidir. Bu, şuna benzer: Sultanın kendisine çok çeşitli lütuf ve ihsanlarda bulunmuş olan kul, çok çeşitli isyan işlemiş olsun... Bu köle sultanın yanına gelse ve sultan da onun işlemiş olduğu çok çeşitli kabahat ve kusurları, bir bir sayıp dökse... İşte o zaman, o kulun hüznü artar, gam ve kederi büyür, çok mahcûb olur. İşte bu, bir tür ruhanî bir azabtır. Akıllı kimseler çoğu kez, bundan ve diğerlerinden kaçınıp korunmak için en şiddetli maddî ve cismanî azablara, acılara katlanır, razı olurlar. [226]

 

"(Savaşa gitmeyenlerden) diğer birtakımı da, Allah'ın emrine (intizaren), haklarındaki hüküm ertelenmiştir. O,, bunları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerini, kabul edecektir. Allah, çok iyi bilen, tam bir hikmetle yapandır"

(Tevbe. 106).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [227]

 

Mürcie Hakkında            

 

Hamza, Nâfi, Kisaî ve Asım'ın ravisi Hafs, hemzesiz olmak üzere mürcevne; diğer kıraat imamları da, hemze ile mürceûne okumuşlardır ki, bu,iki kullanıştır. Arapça'da, bir şeyi ertelediğinde, hemzeli ve hemzesiz olmak üzere "Onu tehir ettim" denilir. Tevbe edenin mutfak bağışlanacağını söylemeyip, bu mağfireti Allah'ın meşîetine, iradesine havale ettikleri, bıraktıkları içindir ki, "Mürcie" mezhebine bu ad verilmiştir. Evzâî'ye göre onlara bu adın verilmesinin sebebi ameli imandan geri bırakmaları, yani ayrı düşürmeleridir. [228]

 

Cihadden Geri Kalan Gruplar   

 

Bil ki Allahu Teâlâ, cihaddan geri kalanları üç kısma ayırmıştır:

1) Nifak üzere talimli olan münafıklar.

2) Tevbe edenler. "Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler" (Jevbe, ıo2)ayetiyle kasdedilenler bunlar olup, Cenâb-ı Hak, onların tevbelerini kabul buyurduğunu açıklamıştır. [229]

 

Ayetin Nüzul Sebebi

 

3) Alıkonarak, bekleyerek, geride kalanlar ki, bu ayette zikredilenler de bunlardır.

İkinci kısımdakilerle bunlar arasındaki fark şudur: Ötekiler hemen îevbe etmeye koşmuşlarken, bunlar tevbeye yönelmemişlerdir.

İbn Abbas (r.a) ise şöyle demiştir: "Bu ayet, Ka'b İbn Malik, Mürare Ibnu'r-Rebî ve Hilal İbn Ümeyye hakkında nazil olmuştur. Ka'b: 'Medine'deki en hızlı deve benimdir; bu sebeble, dilediğimde Hz. Peygamber'e ulaşırım " der ve günlerce gecikir. Daha sonra da, Hz. Peygamber'e ulaşmaktan ümidini keser ve yaptığı şeye pişman olur; aynı şekilde arkadaşları da. Hz. Peygamber (s.a.s), Medine'ye geri döndüğünde Ka'b'a, Hz. Peygambere git ve yaptığından dolayı O'ndan özür dile " denildiğindeyse o: "Hayır, tevbenin kabulüne dair bir hüküm, ayet nazil olmadıkça, gitmeyeceğim vallahi" der. Diğer iki arkadaşı ise, Hz. Peygamber'e giderek özür beyanında bulunurlar. Hz. Peygamber, onlara: "Sizin, bana katılmayarak geride kalmanızın sebebi nedir?" dediğinde onlar: "Hatadan başka bir mazeretimiz, haklı gerekçemiz yoktur" cevabını verirler.. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Savaşa gitmeyenlerden diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren. haklarındaki hüküm ertelenmiştir" ayeti nazil olur. [230]

 

Haklarındaki Hüküm Ertelenen Üç Kişi

 

Bunun üzerine, bu ayetin nüzulünden sonra Hz. Peygamber orrtarı (haklarında hüküm ininceye kadar bir yerde) durdurtur. İnsanları, onlarla oturup kalkmaktan men eder; onlara, hanımlarından ayrılmalarını ve onları, ana babalarının yanına yollamalarını emreder. Derken, kendisine yiyecek getirmek arzusuyla, Hilâl'in hanımı gelir; çünkü Hilal, son derece yaşit bir kimsedir. Sadece ona izin verilir. Şam'dan ise bir elçi gelmiş, Ka'b'ı kendilerine (Bizans'a) katılmaya teşvik etmektedir. Bunun üzerine Ka'b: "Yaptığım hata öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, müşrikler bile benden bir şey umar haie geldiler. Onca genişliğine rağrnen. yeryüzü bana dar geldi" der. Hilâl İbn Ümeyye ise öylesine ağladı ki, gözlerinin kör olacağından korkuldu. Elli gün geçtikten sonra, onların tevbelerinin kabul edildiğine dair, ''Allah, peygamberinin tevbesini kabul buyurdu "(Tevbe, 117) ve, "Savaştan geri bırakılan üç kişinin (tevbelerini de kabul etti) (Tevbe. us) ayetleri nazil oldu.

Hasan el-Basri şöyfe demiştir: "İşbu  ayetinde bahsedilen kimseler, Resulü İlah'm, kendi huzurundan uzaklaştırdığı bir münafık güruhudur." Esamm da, Cenab-ı Hakk'ın bu ayetle münafıkları kastettiğini ve bunun tıpkı, "Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır ki" (Tevbe, ıoıt ifadesi gibi olduğunu söyleyerek, sözünü şöyle sürdürmüştür: "Allah, onlar hakkındaki hükmü ertelemiş, onlar hakkında bildiği şeyi haber vermemiş ve tevbe etmemeleri halinde, haklarında ayet ineceğini bildirerek, onları bu ayetle korkutmuştur.

İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak  "O,  bunları ya azaba uğratacak, yahud tevbelerini kabul edecektir" buyurmuştur." Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: [231]

 

Akıbetleri Hakkında, Ayette  Müphem ifade Kullanılması     

 

Bir kimse şöyle diyebilir: "İmma kelimesi, şek ifade eder. Halbuki Cenab-ı Hak, şekden münezzeh ve beridir." Buna şu şekilde cevap verilebilir: "Bundan murad, "Onların içleri. korku ve ümit üzere olsun" manasıdır." Böylece, bazı insanlar,  "Allah onlar hakkında,  mazeretlerinin kabul edildiğini bildiren bir ayet indirmezse, onlar helak olurlar"; diğer bazıları da, "Umulur ki Allah onları bağışlar, affeder" demeye başladılar. [232]

 

İkinci Mesele

 

Bunların savaştan geri kaldıklarına ve Hz. Peygamber'e katılmadıklarına pişman olduklarında şüphe yoktur. Allah Teâlâ da onların tevbe ettiklerine hükmetmeyip, aksine "O. bunları ya azaba uğratacak, yahud tevbelerini kabul edecektir" buyurmuştur. Bu da sadece pişman olmanın, tevbenin sahih olması için yeterli olmayacağına delâlet eder. [233]

 

Tevbenin Şartları

 

Eğer, "Tevbenin şartları nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Beiki de onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kendilerine 'eziyyet edilmesini emretmesinden;veyahut da mahcûb ve rezil kepaze olmaktan çekinmişlerdir. Böyle olması halinde, onların tevbeleri doğru ve makbul olmaz. Tevbelerinin kabul edilmeyişi meselesi, insanların, onları tenkid veya medhetmeleri hususundaki durumları, onlar nezdinde önemini yitirip hafifleyinceye kadar devam etmiştir. İşte, iş bu noktaya gelince, onlar, yapmış oldukları günantan, sırf günah olduğu için, pişman olmuşlardır. İşte o zaman da, yapmış oldukları tevbe sahih ve makbul olmuş olur. [234]

 

Üçüncü Mesele

 

Cübbai, bu ayet ile Allah Teâlâ'nın, tevbe etmeyenleri affetmeyeceği hususunda istidlalde bulunmuştur. Ona

göre  bu   böyledir,   zira  Cenâb-ı   Hak,   o günahkârlar hakkında, "O, bunları ya azaba uğratacak yahut tevbelerini kabul edecektir" buyurmuştur. Bu ifade, hükmün şu iki şeyden, yani, azab etmekten veya tevbelerini kabul etmekten biri olduğuna delalet eder. Tevbe etmeksizin günahların affedilmesi meselesi üçüncü bir kısım olmuş olur. Allah Teâlâ ise bu üçüncü kısımdan bahsetmeyince, bu bahsetmeyiş böyle bir hükmün bâtıl olduğuna, onun muteber olmadığına delâlet eder. [235]

 

Af Hakkında Genel Hüküm Verilip Muayyen Kişinin Akıbeti Bilinmez

 

Buna şöyle cevap verilir: Biz, bütün günahların affedileceğine dair kesin hüküm veremeyiz. Aksine biz, genel manada, affın bulunacağına dair kesin hüküm verebiliyoruz. Ama bu alim, biza\\h1aanca hakkında tahakkuk edip etmeyeceği meselesine gelince, bu şüphelidir. Baksana Cenab-ı Hak, "Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa. 48) buyurmuştur. Böylece Allah, şirkin dışında kalan günahların bağışlanacağına kesin hüküm vermiş, ancak, bu herkes hakkında değildir. Tam aksine, bu aff, Cenâb-ı Hakk'ın dilediği kimseler hakkında böyledir. Binâenaleyh, onlar hakkında affın bulunmamasından, mutlak manada affın olmayacağı neticesi çıkmaz. Hem, zikredilmemiş olma, yokluğa (o şeyin bulunmadığına) delâlet etmez. Baksana, Cenâb-ı Hak: "O gün yüzler vardır parıl parıl parlayıcıdır, güleçtir, sevinçlidir" (Abese. 38-39) buyurmuştur ki bunlar, mü'minlerdir. Yine, "O gün yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak bürümüştür. Onları da bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır, işte bunlar kâfirler ve facirlerdir" (Abese 40-42) buyurmuştur. Bu ifadelerde bahsedilenler ise ya mü'minlerdir, ya kâfirlerdir. Üçüncü bir kısmın zikredilmemesi, Cübbaî'ye göre de, bulunmadığına delâlet etmez. İşte, bu ayette de böyledir.

Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.Yani, "Allah, o mü'minlerin kalblerinde olanı bihakkın bilen, onlar hakkında hükmettiğinde hakim olandır" demektir. [236]

 

"Bir de müslümanlara zarar vermek için, küfr için, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Resulüne harb edeni gözlemek için bir mescid edinenler ve "bununla iyilikten başka bir şey kasdetmedik" diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah şahidlik eder ki, onlar seksiz şüphesiz yalancıdırlar"

(Tevbe, 107).

Bil ki Allah Teâlâ, münafıkların çeşitlerinden.ve muhtelif yol ve metodlarından bahsedince buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: [237]

 

Birinci Mesele

 

Nafi ve İbn Amr, vavsız olarak ellezine diye okumuşlardır ki bu, Medinelilerin mushafında da böyledir. Diğer kıraat imamları ise vav ile vellezine diye okumuşlardır ki bu, Mekke ve Iraklıların mushaflarında böyledir. Birinci kıraat  ifadesinden bedel olarak böyle okunmuş; ikincisi de, kelamın takdirinin şeklinde olması sebebiyle böyte okunmuştur. [238]

 

Mescid-i Dırâr Yapanlar      

 

Vahidî şöyle demektedir: "İbn Abbas, Mücahid, Katâde ve bütün müfessirler (r.a), Dırâr Mescidi'nt yapanların oniki   münafık   olduğunu;   bunların   kendisiyle   Küba Mescidi'ne bir zarar verecekleri bir mescid yaptıklarını söylemişlerdir." Ben de diyorum ki, Cenab-ı Hak bunları şu dört sıfatla nitelemiştir: [239]

 

"Dırar" Kelimesinin Manası

 

Birinci sıfat: Dırâren lafzının ifade ettiği manadır. Darar (zarar) kelimesi, tıpkı şikak kelimesinin, güç ve zor gelen şeyi yapmaya gayret etmek anlamına gelmesi gibi, "zarar vermeye gayret sarfetmek" anlamına gelmektedir. Zeccâc şöyle demektedir: "Mefûlün leh olduğu için, dırâren kelimesi mansubtur. Buna göre mana, "O mescidi, zarar vermek ve (ayette bahsedilen) diğer hususlar için edindiler" şeklinde olur. Binâenaleyh lâm hazfedilince, fiil doğrudan doğruya bu kelimeyi kendisine mefûl aldı da, böylece de bu kelime mansub oldu. Bu kelimenin mana itibariyle bir mefûl-ü mutfak olması da caizdir. Buna göre kelamın takdiri, "Onlar adamakıllı zarar verecekleri bir mescid edindiler" şeklinde olur,

İkinci sıfat: Ve kufren kelimesinin delâlet ettiği husustur. İbn Abbas (r.a), "Cenab-ı Hakk'ın bu iki kelime ile, "Mü'minlere zarar vermek, peygamberi ve onun getirdiğini inkâr etmek için" manasını kastettiğini söylerken, başkaları da, bu ifadeye, "onlar, o mescidi Hz. Peygamber (s.a.s)'i ta'n ederek, içinde küfre dalmak için edindiler" manasını vermişlerdir.

Üçüncü sıfat: Mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için.." buyruğunun ifade ettiği husustur. Yani, "Onlar, o mescid vesilesiyle mü'minlerin cemaatini parçalamak için... edindiler" demektir. Bu böyledir; zira münafıklar: "Biz, bir mescid yaptık. Onun içinde namaz kılacağız. Biz, Hz. Muhammed'in arkasında namaz kılmayız. Eğer o, mescidimize gelirse beraberce namaz kılarız. Böylece de, Peygamberle O'nun mescidinde namaz kılanların arasını açmış oluruz. Bu durum da, onların birlik ve beraberliklerinin bozulmasına ve aralarındaki sevginin sona ermesine yol açar" diyorlardı. [240]

 

İslam'a Harb Açan Ebu Amir'i Gözleyenler

 

Dördüncü sıfat: "Ve daha evvel Allah ve Resulü ile harbedenigözlemek için..." ayetinin ifade ettiği husustur. Alimler, bu hususta da şöyle demişlerdir: "Bu ifadeyle, gasîlu'l-melâike(meleklerce yıkanan) Hanzala'nın babası rahib Ebu Amir murad edilmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.s), onu fasık olarak adlandırmıştı. Cahiliyyede hristiyan olmuş, ibadet etmek için manastıra çekilerek, ilim talebinde bulunmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s), peygamberliğini ilan edince O'na düşman oldu. Çünkü böylece, onun liderliği sona erecekti. Ve o: "Seninle savaşan bir topluluk bulduğumda, mutlaka onlarJa birlik olur, sana karşı savaşırım" demişti. Huneyn Gününe kadar, bu savaştan ve mücadelesinden geri durmadı. Hevazin Kabilesi hezimete uğrayınca, Şam'a gitti. Ve münafıklara: "Gücünüzün yettiğince kuvvet ve siiah hazırlayın, benim için bir mescid yapın; zira ben, şimdi Kayser'e gidiyorum. Kayser'in yanında bulunan orduları alıp geleceğim. Böylece de, Muhammed ve yanındakilere karşı kıyam edeceğim" diye haber yolladı. Bunun üzerine de onlar bu mescidi yaptılar ve o mescidde kendilerine namaz kıldırması için, Ebu Amir'in gelmesini gözleyip durdular." Zeccac, irsâd kelimesi beklemek manasına gelir" derken, İbn Kuteybe, "bunun (norma! bir bekleyiş) olmayıp, düşmanlık duygusuyla bekleme" manasına geldiğini söylemiştir. Ekseri ulemâ ise, irsad kelimesinin "hazırlık yaparak beklemek" manasına geldiğini söylemişlerdir. Nitekim Cenab-ı Hak da "Çünkü Rabbin, şüphesiz ki rasad yerindedir" {Fect, 14) buyurmaktadır.

"daha evvel" buyruğundan maksad "Dırar Mescidipin yapımından önce" demektir.

Cenab-ı Hak, bu mescidi bu dört vasıfla niteleyince, "Bununla iyilikten başka bir şey kastetmedik" diye yemin edeceklerdir" buyurdu. Bu, "Onlar, bu mescidi yapmakla, güzel bir iş yaptıklarına yemin ederler" demektir. Bu güzel iş de, zayıflarının, hastalarının ve Allah Resulünün mescidine gidemeyen acizlerin işlerini kolaylaştırmak amacıyla, müslümanlara duydukları şefkattir! Bu böyledir, zira onlar Allah'ın Resulüne, "Biz, hastalıklı ve muhtaç olanlar ile; yağmurlu ve soğuk gecelerden dolayı bir mescid yaptık " diyorlardı.

Daha sonra, Cenab-ı Hak, "Allah şahidlik eder ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar" buyurmuştur. Bu, "'Allah, Resulünü onların yalan yere yemin ettikleri yemine muttali kıldı" demektir. Bif ki, bu ayetin başındaki vellezine kelimesi, mübteda olmak üzere mahallen merfû olup, haberi hazfedilmiştir. Kelamın takdiriyse, "Mescid yapanlar da bahsettiklerimizdendir" şeklindedir. [241]

 

Mescid-i Dırar'da Namaz Kılınmaz

 

"(Habibim) onun içerisinde hiçbir vakit namaza durma. Ta ilk gününde, temeli takva üzerine tesis edilen mescid, senin, içinde ibadete kıyamına elbette daha lâyıktır. Orada tertemiz olmalarını arzu etmekte olan kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın, uçurumun kenarına kurup da, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine çöküp giden kimse mi? Allah, zalimler topluluğuna hidayet etmez. Onların kurdukları bina, kalblerinde daimî bir şek olacaktır. Meğer ki kalbleri ölümle parçalanmış olsun. Allah çok İyi bilendir, tam bir hüküm.ve hikmet sahibidir" (Tevbe, 108-110).

Müfessirler şöyle demektedirler: Münafıklar Hz. Peygamber (s.a.s), Tebük Savaşı'na giderken o bozuk maksatları için bu mescidi yapınca, "Ya Resulellah, biz, hastalar ile yağmurlu ve soğuk geceter sebebiyle bir mescid yaptık. Biz, senin de bizimle beraber orada namaz kılmanı ve bize, bereket ve hayır dualarda bulunmanı arzuluyoruz" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Şimdi ben, bir sefer hazırlığı içindeyim. İnşaallah, döndüğümüzde orada namaz kılarız" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s), Tebük Savaşı'ndan dönünce, o münafıklar O'nun, yaptıkları mescide gelmesini istediler de, işte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber bazı kimseleri çağırtarak: "Ehli, zalim olan o mescide gidiniz; orayı yıkıp harap ediniz" buyurdu. Onlar da, böyle yaptılar. Hz. Peygamber (s.a.s), o mescidin yerininse, içine çerçöp atılan bir yer edinilmesini emretti.

Hasan el-Basri şöyle demektedir: "Hz. Peygamber (s.a.s), mescide gitmeye yönelince, Cebrail (a.s), "Onun içerisinde hiçbir vakit namaza durma" diye niyaz etti.

Bunu   iyice   kavradığın   zaman   biz  diyoruz  ki: "Cenâb-ı Hakk'ın  "Onun içerisinde hiçbir vakit namaza kıyam etme" buyruğu, Hz. Peygamber'i orada bulunmaktan nehyetmektir, yaksaklamaktır."

îbn Cüreyc, şöyle demektedir: "Onlar o mescidi cuma günü yapıp tamamladılar ve orada o gün, cumartesi ve pazar günleri namaz kılabildiler. Pazartesi günü ise mescid, çöküp yıkıldı." Cenab-ı Hak, bu yasaKiamanın illetini şu şekilde beyan buyurmuştur: "Bu iki mescidden biri, ta ilk günden beri takva üzere bina edilmiş olup, başka bir mescidde namaz kılmak da, Takva mescidi'nde namaz kılmaya manı olunca, ikinci mescidde namaz kılmanın yasak ve memnu olduğu, zaruri olarak bilinmiş olur.

Buna göre şayet, "İki mescidden birinin daha üstün olması, diğerinde namaz kılmaktan men etmeyi gerektirmez" denilirse biz deriz ki:

İllet, şu iki hususun, yani Dırâr mescidinin ayette bahsedilen dört fesada sebep olması ile Takva Mescidinin de, pekçok hayırlar ihtiva etmesine bağlanmıştır.

Bazı Rafızîler şöyle demektedirler: "Allah Teâlâ, ta ilk günden beri takva üzere bina edilmiş mescidinin, böyle olmayan mescidden, nama2 kılınmaya daha lâyık olduğunu beyan buyurmuştur. Hz. Ali"nin bir an dahi o'sun, Allah'ı inkâr etmediği malumdur. Binaenaleyh onun, işin başında, Allah'ı inkar edenlerden, imamete daha uygun olması gerekir."

Bizim buna karşı cevabımız, ayetteki illetin ayette zikredilen iki şeyin toplamına birden bağlanmış olduğu şeklindedir. Böylece de bu soru, zail olmuş olur. [242]

 

Takva Mescidi Nerededir?

 

Alimler, "Takva Mescidi"nin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Burasının, Küba Mescidi olduğu ve Hz. Peygamber'in, her sene oraya gelerek orada namaz kıldığı ileri sürülmüş ise de, ekseri alimler, burasının Mescid-i Nebevi olduğu kanaatindedirler.

Said İbnu'l-Müseyyeb şöyle demektedir: "Takva üzere temeli atılmış olan mescid, Hz. Peygamber'in mescididir (Mescid-i Nebevi). İki kişi bu hususta ihtilafa düştüler. Onlardan birisi, burasının Mescid-i Nebevi olduğunu; diğeriyse burasının Küba Mescidi olduğunu savundu. Bunun üzerine her ikisi de bu meseleyi Hz. Peygamber'e sorduklarında, Hz. Peygamber, "Burası, benim şu mescidimdir" buyurdu."

Kadî: "Her ikisinin de, ayetin muhtevasına girmesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "temeli takva üzerine tesis edilen mescid" buyurmuştur. Bu ttpkı bir kimsenin, "Salih kimselerle oturup kalkman daha uygundur" demesine benzer. Binâenaleyh bu söz, o salih kimselerden birisine hasredilmiş olmaz" demiştir.

Buna göre şayet, "Diğerinde namaz kılmak caiz olmadığı halde, Cenâb-ı Hak niçin, "... içinde kıyamına elbette daha layıktır" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki:

Bu: "Her ne kadar bu caiz ise de, bahsedilen sebepten dofayı, berikisinde kıyama durmak daha evlâdır" anlamındadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak. "Orada tertemiz olmayı arzu eden kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Allah Teâla, Takva Mescidini, şu iki sebepten dolayı tercih etmiştir:

a) Onun, takva üzere bina edilmiş olması ki bunun ne demek olduğu, daha önce geçmişti.

b)  O mescidde tertemiz olmayı seven adamların bulunması. [243]

 

Temizlenmenin Buradaki Manası

 

Bu ayette bahsedilen temizliğin ne demek olduğu hususunda iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci görüş: Bununla günah ve isyanlardan temizlenmek kasdedilmiştir. Bu görüş, şu sebeplerden dolayı teayyün edip belirginleşmiştir:

1) Günah ve isyanlardan temizlenmek, Allah'a yaklaşmada, O'nun mükafaat ve medhini hak etmede müessir olan bir husustur.

2) Allah Teâlâ, Dırar Mescidİ'nin ashabını, müslumaniara zarar vermek, Allah'ı inkar etmek ve müslümanların arasını açmak gibi şeylerle vasfetmiştir. Binâenaleyh, diğer mescidin ehlinin, bunların taşımış oldukları sıfatların zıddıyla muttasıf olmaları gerekir. Bu da onların, küfür ve masiyyetten uzaklaşmalarıdır.

3) Allah katında, zahirî temizliğin, bâtının küfür ve isyanlardan temizlenmiş olması halinde bir tesir ve kıymeti bulunmaktadır. Ama bâtının küfür ve masiyetlerden temizlenip de zahirî temizlik tahakkuk etmediğinde, (her halükârda) batınî temizliğin zahirî temizliğe bir tesiri söz konusudur. Dolayısıyla batını temizlik daha evla olur. [244]

 

Temizlenenlerden Maksad Ensardır

 

4) Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Bu ayet nazil olunca, yanında bir kısım muhacirler olarak, Hz. Peygamber yürümeye başladı. Derken, Küba mescidinin kapısına varınca orada durdu. Orada, ensardan bazıları oturuyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Siz mü'min misiniz?" diye sordu. Topluluk susunca, Hz. Peygamber bu soruyu tekrarladı. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Ya Resulellah, onlar mü'mindirler, ben de onlarla beraberim" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s): "Kaza ve kadere razı oldunuz değil mi?" dedi. Onlar "Evet" deyince de, Hz. Peygamber: ''Belalara sabrediyor musunuz?" dedi. Onlar, "Evet!" dediler. Hz. Peygamber: "(Bolluk zamanı) nimetlere şükrediyor musunuz?" deyince, onlar "Evet!" dediler. Bunun üzerine de, Hz. Peygamber: "Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki, bunlar mümindirler" dedi ve sözüne devamla: "Ey ensar topluluğu, Allah sizi övdü. Abdest alırken ne yaptınız?" diye sorduğunda, onlar da, "Taharet yaparken önce taş ile istincada bulunduk, sonra da su ife temizlendik" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Orada tertemiz olmalarını arzu etmekte olan kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever'1 ayetini okudu."[245]

 

Aynı Anda Hem Hakikî Hem Mecazî Mananın Olması

 

İkinci görüş: Bundan murad. taş ile yapılan istincadan sonra, su ile temizlenmektir. Bu, hadiscilerden olan ekseri müfessirin görüşüdür. Bu hususta üçüncü bir görüş de, bunun, her iki manaya da birden hamledilmesidir. Böyle olması halinde şöyle bir soru sorulabilir: "Taharet lafzı, aynî necislerden temizlenme hususunda hakikat; günah ve isyanlardan uzak kalma hususunda ise, mecazdır. Halbuki, tek bir lafzı, aynı anda hem hakiki, hem de mecazî manaya almak caiz değildir,"

Cevap: "Necis" lafzı, "pis" olan şeye verilen bir addır. İşte bu kadarcık bir mana (yani, "pislik" manası) her iki kısımda da müşterektir. Böyle olması halinde, bu soru giderilmiş otur.    .

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, birinci sebebi ki bu, mescidin takva üzerine bina edilmiş olmasıdır: tekrarlayarak "Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır?..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Bünyan tıpkı gufran gibi bir masdar olup, ism-i mef'ûl, yani "bina edilen şey" manası kastedilmiştir. Masdarın, ism-i mef'ûl yerinde kullanılması, meşhur bir mecazdır. Nitekim Arapça'da, "Onun dövdüğü" ve, "Onun dokuduğu" anlamında olmak üzere, denilir. Vahidî şöyle demektedir: "Bünyan" kelimesinin, sen onu isim kabul ettiğinde kelimesinin çoğulu olması mümkündür. Zira Araplar, bu kelimenin müfredinde demektedirler.

İkinci bahis: Nâfi ve İbn Amir, meçhul olarak, şeklinde okumuşlardır ki bu meçhul fiilin (hazfedilen) faili, onu yapan ve onu tesis edendir. Cenâb-t Hakk'ın, ifadesi, "Allah'ın ikâbından korkma ve O'nun mükafaatını umma üzerine" demektir. Bu böyledir, zira taat, ancak böyle bir korku ve böyle bir ümit bulunduğu zaman taat adını alır. Netice olarak diyebiliriz ki, bunu yapan kimse, bu binayı, Allah rızası,O'nun ikâbından korunmak ve mükâfaatını da ummak için yapınca, bu bina, bu yapı, Allah'ı inkâr etmeye ve kullarına zarar vermeye sebep olsun diye o kimsenin yaptığı o binadan daha üstün ve daha mükemmel olur.

"... yoksa yapısını yıkılacak bir yarın, uçurumun kenarına kurup da, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine çöküp giden kimse mi?" ayetiyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: İbn Amir, Hamza ve Asım'ın ravisi Ebu Bekr, râ harfinin sükûnuyla cürf; diğer kıraat imamları ise, rayı ötre ile okuyarak cüruf şeklinde okumuşlardır ki, her ikisi de aynı manaya kullanılan iki kullanıştır. Tıpkı, şuğl ve şuğul (meşguliyyet) ve unk ve unuk (boyun) kelimeleri gibi, cürf ve cüruf şeklinde kullanılır.

İkinci bahis: Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Şefâ "kenar, uç, kıyı" anlamına gelir. demek, "birşeyin ucu, kıyısı, kenarı" demektir. Bir kimse bir şeye yaklaştığında, denilmesi de, bu köktendir. Sel akıp, böylece vadi yarılarak selin aktığı kıyıda, her an düşmekle karşı karşıya olan, (altı boşalmış) zayıf bir toprak parçası kalır ki, işte buna Arapça'da cüruf (yar, uçurum, kıyı) denilir Hâr kelimesi hakkında Leys şöyle demektedir: "Hevr kelimesi, "Yar, uçurum yıkıldı" deyimindeki hâre fiilinin masdarıdır. Bu, bir şey, arkasından yarılıp da henüz, olduğu gibi yerinde kalan şeydir ki, işte buna, "düşmek üzere olan, düşmek üzere bulunan bir uçurum" denilir. Bu düştüğünde ise, "uçtu, yıkıldı" denilir.

Sen, bu lafızların manasını iyice anladığında biz diyoruz ki: Buna göre ayetin manası, "Dininin temelini, çok muhkem ve kuvvetli bir esasarki bu esas da,  Alla h'ın takvası veO'nun rızası olan hak esastır-bina eden mi daha hayırlıdır; yoksa dinini, temellerin en zayıfı ve en az kalıcı olanı olan batıl esas üzerine bina eden mi hayırlıdır?" şeklinde olur. işte bu nifakın misali, tıpkı, cehennem vadilerinin kenarında ve uçmak üzere olan bir yarın, bir uçurumun durumu gibidir. Bu yar, "uçan, çöken bu tenarda olduğu" için, daima düşmek ve yıkılmakla yüzyüzedir. Bu münafık da, cehennemin kenarında olduğu için, bu yardan yuvarlandığında mutlaka, cehennemin ta dibim boylayacaktır. Biz, âlemde, münafıkların haline uygun olan bundan daha güzel bir misal bulamaya. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu  binadan birisim yapan, bu binası ile Allah'ın takvasın, ve O'nun rızasın,; diğeri ise, mas.yyet ve kûfrû kasdetmiştir. Binaenaleyh, ilk yapı daha kıymetli ve bekas, gerek», olan; ıkınc.s. ıse, âdi ve yıkılması gerekli olan bir bina olmuş olur. [246]

 

Mescid-i Dırar'ı Yapanların Göğüslerindeki Sıkıntı

 

Daha sonra Cenab-, Hak: bina  kalblerinde daimi bir sek olacaktır" buyurmuştur. Bu, "Bu tananm yaponu onlann ka.b.erine bir şüphenin düşmesine sebep olmuştur. Dolayıs.yle o b.nanın bizzat kendisi, şüpheye sebebiyyet verdiği için "bir şüphe" olarak nitelendirilmiştir." O binanın şüphe sebebi olmast hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Münafıklar, Dırar Mescidi'ni yapmakla, fazlaca sevinmişlerdi. Dolayısiyle, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, o binanın yıkılmasını emretmesi, onlara son derece ağır gelmiş ve bu yüzden onların Hz. Peyamber'e olan kızgınlıkları ve O'nun nübüvvetine dair şüpheleri artmıştı.

2) Hz.  Peygamber (s.a.s) o mescidin yıktırılmasını emredince, onlar, sırf hasedinden dolayı bunu emrettiğini düşündüler. Böylece de, onların Hz. Peygamber'e olan güvenleri ortadan kalktı ve her an, şiddetli bir biçimde ondan korkmaya başladılar. Neticede, Hz. Peygamber'in onları kendi hallerine bırakacağı veyahut da, kendilerinin öldürülmelerini, mallarının yağmalanmasını emredeceğine dair bir şüphe içine düştüler.

3) Onlar,   kendilerinin,   o  mescidi  yapma  hususunda  iyi   niyet  taşıdıkları inanandaydılar.   Binâenaleyh,  Hz.   Peygamber (s.a.s),  o  mescidin  yıkılmasını emredince, onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hangi sebepten dolayı o mescidin yıkılmasını emrettiği hususunda şek ve şüphe içinde kalakaldılar.

4) Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın o günahı, o mescidi yapmada gösterdikleri çabayı bağışlayıp bağışlamayacağı hususunda şüphe içinde kalakaldılar. -Bu izahlardan doğru olanı birincisidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak  "Meğer ki kalbleri (ölümle) parçalanmış olsun" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgifi birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: İbn Amir, Asım'ın ravisi Hafs ve Hamza, tanın fethası ve şeddeli tî harfiyle olmak üzere, tekatta'a şeklinde okumuşlardır ki, bu  manasındadır. böylece iki te'den birisi hazfedilmiştir. Diğer kıraat imamları ise, fiili, meçhul olarak te'nin zammesi ve tı'nın şeddesi iletukatta'a; İbn Kesirde ,fiili tı'nın fethası, kâfin İt sükûnu ile, tekta'a ve kelimesini mansûb olarak okumuştur ki onun okuyuşuna göre mana "onların kalblerini sen parçaladın" şeklinde olur. kıraatinin manası da şöyle olur: "Onların kalbleri parça parça oldu. Kılıçlar veya keder ve ağlamalarla paramparça oldu. İşte böyle olunca da onların kalblerindeki o şüphe zail olup gitti." Bu, "O şüphe onların kalblerinde ebediyyen kalacaktır ve onlar bu nifakları üzere öleceklerdir" demektir. Bu ifadenin "Onlar pişmanlıktan ve yaptıkları ihmalkarlığa üzüntülerinden dolayı, kalblerini paramparça eden bir tevbede bulunmadıkça" manasında olduğu da söylenmiştir. Yine bunun, "Onların kalbleri, gam ve keder yüzünden çatlayıncaya kadar" manasına geldiği de söylenmiştir.

Hasan el-Basri, bu ayeti şeklinde okumuştur. Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'un kıraatinde ise, bu, (Onların kalbleri parçalansa da) şeklindedir.

Talha (r.a)'nın. bunu Hz. Peygamber (s.a.s)'e veya herbir insana hitab olarak, (Onların kalblerini parçalasan da) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Bu, "Allah, onların hallerini hakkıyla bilen ve onlar için verdiği hükümlerde de hakîm (hikmetli) olandır" demektir. [247]

 

Canını ve Maiını Allah'a Satmak

 

"Allah, karşılığında cenneti vererek, mü'minlerden canlarım ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşır, öldürürler veya öldürülürler,  Tevrat'ta, incil'de ve Kur'an'da (bulunan bu vaad), kendi üzerine hak bir vaaddir. Allah kadar ahdine vefa eden kim olabilir ki? O halde, ey mü'minler yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. Bu en büyük bir nâıliyettir" (Tevbe. 111)

Bil ki Cenâb-ı Hak, Tebük Savaşı'na katılmadıkları için münafıkların, çirkin fiillerini, hakirliklerini açıklamaya başlayıp, bu izahı bitirmeyi müteakip münafıkların kısımlarından bahsedip, her kısımla ilgili hüküm ve durumlardan bahsedince, cihadın faziletini ve hakikatini açıklamaya yönelerek, buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [248]

 

Ayetin Akabe Biati Vesilesi  İle İnmesi               

 

el-Kurtubî şöyle demektedir: "Sayıları yetmiş olan bir kısım ensar,  Akabe Gecesi'nde Mekke'de Hz.  Peygamber  (s.a.s)'e biat edince, Abdullah b.  Revâha (r.a): "Ya Rasulallah, bize, hem Rabbin için, hem de kendin için

istediğin şartı koş" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ben Rabbim hakkında, sadece O'na ibadet etmenizi ve O'na hiçbirşeyi ortak koşmamanızı; kendi hakkımda da, kendinizi ve mallarınızı tehlikeden koruduğunuz gibi beni de korumanızı şart koşuyorum " deyince, ensar, "Bunu yaptığımız takdirde, bizim içn ne var?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s): "Cennet" cevabını verdi. Biat eden bu kimseler: "Alış-verişimiz kârlı oldu. Biz bu alış-verişimizi ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz" dediler. İşte bunun üzerine, bu ayet nazil oldu. Mücahid, Hasan ve Mukatil: "Allah onlara bir fiyat biçti ve fiyatlarını çok yüksek tesbit etti" dediler, [249]

 

Ayetin Üslûbundaki İncelik     

 

Meânî âlimleri şöyle demişlerdir: Allah'ın, gerçekte herhangi bir şeyi satın alması söz konusu değildir. Çünkü müşteri, sahib olmadığı şeyi satın alır. İşte bundan ötürü, Hasan el-Basrî bu ayete: "Allah, bazı canları satın aldı ki onları zaten kendisi yaratmıştı. Yine bazı malları da satın aldı ki o malları onlara rızık olarak veren de zaten kendisidir. Fakat Cenâb-ı Hak bunu, lütufkâr bir şekilde taata çağırmak için böyle beyan buyurmuştur. Bunun özü şudur: Mü'min, ne zaman Allah yolunda savaşır ve bu uğurda öldürülür, ruhu çıkar ve malı da .Allah yolunda harcanırsa, âhirette Allah Teâlâ'dan, yaptığı bu şeylere karşılık cenneti alır. Böylece bu, bir değiş-tokuş ve ,bir alış-veriş olmuş olur ki işte ayetteki, "Allah karşılığında cenneti vererek canlarını ve mallarım satın almıştır" ifadesi bu manayadır" demiştir. Hz. Ömer'in ve A'meş'in kıraati de şeklindedir.

Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Dinleyiniz, Allah'a yemin olsun ki bu, çok kârlı bir alış-veriştir. Bu, Allah'ın her mü'min ile yaptığı pek çok kârlı bir alışveriştir. Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde bu biata dahil olmayan tek mü'min yoktur. Sâdıku'1-vaad olan Hz. Peygamber (ş.a.s), "Sizin bedenlerinizin (canlarınızın) fiyatı, ancak cennettir. Binâenaleyh onları, ancak o cennet karşılığında satın" buyurmuştur.

Ayette "...ve mallarını..." buyurulmuştur. Allah Teâlâ bu tabir ile onların Allah yolunda harcadıkları malları ile, kendileri için, çoluk-çocukları için harcadıkları malları kastetmiştir. Bu ayet-i kerimede birkaç incelik vardır: [250]

 

Ayet-i Kerimedeki Bazı İncelikler

 

Birinci incelik: Her müşterinin, mutlaka bir satıcısı bulunması gereklidir. Burada ise, satan da, alan da Allah Teâlâ'dır. Satanın ve alanın aynı kimse olması,ancak alış-verişte faydasına olan şeylere aklı ermeyen bir çocuğun işlerini yerine getiren kayyım hakkında doğru olur. Bu alış-veriş, memnunluk verici olması şartına bağlıdır. Binâenaleyh ayetteki bu mesel (benzetme), kulun, adetâ kendi işlerini yürütemeyen bir çocuğa; Allah Teâlâ'nın da, İyi ve mükemmel bir kayyime benzetildiğini gösterir. Bundan maksad, Cenab-t Hakk'ın müsamahakâr olup günahları affedeceğine ve kullarını her türlü hayır ve saadet mertebelerine ulaştıracağına işaret etmektir.

İkinci incelik: Allah Teâlâ, canlan ve ms'hrt, (onların canlan ve malları) diye kulların kendisine izafe etmiştir. Binaenaleyh canların ve malların kullara nisbet edilmesi, kulların kendilerinin dışında iki şeyin bulunmasını gerektirir. Aslında durum da böyledir. Çünkü insan, "devamlı kalan asfîcevher"den ibarettir. Bu beden, o asfî cevherin aleti, edevatı ve bineği durumundadır. Ma! da, bu bineğin faydasına olarak yaratılmıştır. İşte Hak Teâlâ insandan bu bineği ile malını, cennet karşılığında satın almıştır. Doğrusu da budur. Çünkü insanın, bu durmadan değişen maddeler âleminin faydalarına mal ve bedenle ilgili faydalara kalbi bağlı kaldığı müddetçe, yüce mutluluklara ve kıymetti derecelere ulaşması imkansız olur. Fakat insanın bu faydalara olan ilgisi kesilir ve bu ilgi, bedeni ölüme; malı da, Allah'ın rızasını kazanmak için harcama derecesine gelirse, o kimse, hidayeti heva-vü hevesine; Mevlâ'yı dünyaya, âhireti ûlâ'ya (dünyaya) tercih etmiş olur. Dolayısıyla da saîdlerden, iyiler (ebrâr)dan, faziletli ve hayırlı kimselerden olur. O halde, burada aslında satıct olan, (insanın) o kutsi ruh cevheridir, müşteri (satın alan) da Allah Teâlâ'dır. Bu iki bedelden birisi çürümeye mahkûm beden ile fani maldır, diğeri ise, devamlı cennet ve bakî mutluluklardır. O halde büyük bir kazanç elde edilmiş, gam ve keder zail olmuş olur. İşte bundan ötürü Cenâb-t Hak, "O halde (ey mü'minler) yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin" buyurmuştur. [251]

 

Allah Yolunda Öldürmek ve Öldürülmek

 

Allah Teâlâ daha sonra "Allah yolanda savaşır, ölür veya öldürülürler" buyurmuştur. Keşşaf sahibi: "Ayetteki ifadesi, tıpkı "mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda mücahede edersiniz" (Sat, inayetinde olduğu gibi, emir manasındadır, "savaşsınlar" demektir" demiştir. Bu tabirin, o alış-verişin bir izahı ve onun için gerekli bir şart gibi olduğu da söylenmiştir. Hamza ve Kisâî, ayetteki fiillerin yerini değiştirip, birincisini meçhul, ikincisini malûm olarak, ("öldürülür veya öldürürler)" şeklinde okumuşlardır. Bu, o kimselerin savaşta öldürülmeleridir. Diğer kıraat imamları ise, bu fiillerin birincisini malum, ikincisini meçhul olarak, şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre, ifadenin manası açıktır. Çünkü bu, "onlar kâfirleri öldürürler ve ölünceye kadar onları öfdürmekten,onlarla savaşmaktan geri durmazlar" demektir.

Fakat fiillerden birincisinin meçhul, ikincisinin malûm olarak okunması durumunda, bunun manası, "Müslümanlardan büyük bir kısmı öldürülse bile, bu diğer müslümanları savaşmaktan caydırmaz. Aksine geride kalanlar, bundan sonra da düşmanla vuruşmaya devam eder ve ellerinden geldiğince onları öldürürler. Bu tıpkı, "Onlar, Allah yolunda, başlarına gelen belalardan dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne de zayıflık,.. "(aı-i imran. 146). yani "onlardan geri kalanlar acze düşüp, gevşeklik göstermediler" ayetinde olduğu gibidir. [252]

 

Emr-i Marufun Savaşmaktan Üstün Olduğu

 

Alimler, deliller ile emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yaparak düşmanla mücadele ve münakaşa etmenin, bu ayetin hükmüne girip girmediği hususunda ihtilaf etmişler, bazıları, bunun vuruşarak cihad etme ile ilgili olduğuna, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bu alış verişi, "Allah yolunda savaşır, öldürürler veya öldürülürler..." ifadesi ile, "savaşma" manasında tefsir etmiş olduğunu söylemişler; diğer bazıları ise, bu ifadeye, her türlü cihad çeşidinin dahil olduğunu söyleyerek, şöyle demişlerdir: "Bunun delili, bizim Abdullah b. Revâha (r.a)'dan (yukarıda) rivayet etmiş olduğumuz hadistir. Hem, hüccet getirerek ve tevhidin delillerini ortaya koyarak yaptlan cihad, savaştan daha tesirlidir. İşte bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ali (r.a)'ye, "Allah Teâlâ'nm, senin elinle (vasıtanla) bir insana hidayet etmesi, senin için, güneşin üzerine doğduğu şeylerden yani dünyada herşeyden daha hayırlıdır"[253] buyurmuştur. Bir de, savaşarak yaptlan cihadın tesiri delillerle yapılan cihaddan sonra mükemmel ve güzel olur. Deliller ile yapılan cihadın ise, savaşarak yapılan cihada ihtiyacı yoktur. "Nefis" (can), kıymetli bir cevher (öz) olup, Allah o cevhere bu âlemde, son derece kıymet vermiştir. Onun zatında bir bozukluk yoktur. Bozukluk, onunla beraber bulunan küfür ve cehalet sıfatındadır. Binaenaleyh asıl cevhere dokunmadan, ondaki fasit sıfatı izale edip gidermek mümkün olduğu zaman, bunu yapmak daha evlâ otur. Baksana, ölen hayvanın derisinden, bazı bakımlardan istifade etmek mümkün olduğu için, şeriat onu aslı üzere bırakmaya teşvik ederek, "Keşke o hayvanın (leş'in) derisini alıp, dabaklasaydınız ve ondan istifade etseydiniz" demiştir. O halde, deliller ile yapılan cihad, tıpkı deriyi dabaklayıp temizleme gibidir. Bu da, fasit sıfatları giderip, cevheri (özü), aslı üzere (temiz olarak) bırakmaktır. Vuruşarak cihad etmek ise, cevherin (canın) kendisini ortadan kaldırmaktır. Binâenaleyh birincisi daha evlâ ve üstündür. [254]

 

Semavi Kitapların Vaadi

 

Allah Teâlâ daha sonra, "Tevrat'ta, incil'de ve Kur'an'da (bulunan bu vaad O'nun üzerine hak bir vaaddir" buyurmuştur. Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki "vaad" kelimesi, mana bakımından mef'ûl-ü mutlak olduğu için mansub kılınmıştır. Çünkü ifadesi  "Allah onlara cenneti vaadetti" manasındadır. Buna göre "vaad", kelimesi, te'kid için gelmiş olan mefûl-ü mutlak olur." Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın kitaplarındaki, yani Tevrat, İncil ve Kur'an'daki şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:

Birinci görüş: Aİlah Teâlâ'nm, Allah yolunda cihad edenlere yaptığı bu vaad, gerçek bir vaad olup, Allah onû Kur'an'da belirtip, var olduğunu haber verdiği gibi, Tevrat ve İncil'de de olduğunu bildirmiştir.

İkinci görüş: Bu "Allah Teâlâ, Kur'an'da beyan ettiği gibi, Tevrat ve İncil'de de, ümmet-i Muhammedin canlarını ve mallarını, cennet karşılığında satın aldığını beyan buyurmuştur" demektir.

Üçüncü görüş: Bu, "cihad ve savaşla ilgili emir, her şeriatta mevcuttur" demektir.

Allah Teâlâ daha sonra, "Allah kadar ahdine kim vefa gösterebilir ki!" buyurmuştur. Bu, "Ahdi bozmak yalandır, hiledir, tuzaktır. Bütün bunlar kabîh ve çirkin ofan şeylerden olup, muhtaç olmalarına ve noksanlıklarına rağmen, her insan tarafından çirkin görülen şeylerdir. O halde, hertürlü noksanlıktan ve ihtiyaçtan uzak olan Allah'ın bu tür şeylerden münezzeh olması daha evladır" demektir. Hak Teâla'nın bu ifadesi inkârı manada/ed manasında bir istifham olup, "Vaadini Allah'dan daha iyi yerine getirecek bir kimse yok" manasındadır. [255]

 

Ayetteki Te'kid Unsurları

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak,  'O halde (ey mü'minler) yapmış olduğunuz bu ahş-verişten dolayı sevinin. Bu en büyük bir nâiliyettir" buyurur. Bil ki bu ayette  pek çok te'kid nev'i vardır:

Birincisi: "Şüphesiz ki Allah, mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığı satın almıştır" ifadesidir. Buna göre, satın alan, yalandan ve hainlikten münezzeh olan Allah Teâlâ olmuş olur ki bu da, bunun son derece güçlp bir ahd (antlaşma) olduğuna delâlet eder.

İkincisi: Cenâb-ı Hak, mü'minlere mükafaat verişini, bir alış-veriş olarak beyan etmiştir ki bu da, te'kidle beyan edilmiş bir gerçektir.

Üçüncüsü: "Bir vaaddir" ifadesidir. Çünkü Allah'ın vaadi haktır.

Dördüncüsü: "Kendi üzerine" kelimesinin ifade ettiği husustur. Çünkü  (üzerine) kelimesi, "vucûb" (kesinlik-mecburiyet) ifade eder.

Beşincisi: "Hak" kelimesinin ifade ettği husustur. Bu da, tahkiki te'kid ifade eder.

Altıncısı: "Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da" ifadesinin ortaya koyduğu husustur.

Bu, bütün ilahi kitâbların ve bütün peygamberlerin, o alış-verişe şahid olmaları demektir.

Yedincisi: "Allah kadar ahdine vefa eden kim olabilir /r/?"ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifade de, te'kidde zirvedir.

Sekizincisi: "O halde (ey mü'minler) yapmış olduğunuz bu ahş-verişten dolayı sevinin!" ifadesidir. Bu da, son derece te'kidli bir ifadedir.

Dokuzuncusu: "Bu, bir farz (nâiliyyet)tir" tabiri.

Onuncusu: Bu ise, "büyük" lafzının ifade ettiği husustur. Böylece bu ayet-i kerimenin, işte bu on te'kid ve pekiştirmeyi ihtiva ettiği sabit olmuş olur.

Biz bu ayeti, şöyle bir sonuçla bitirelim: Ebu'l-Kasım el-Belhî, çocukların ve hayvanların da, çektikleri elemlerden ötürü mutlaka bir karşılık (mükâfaat) alacaklarına bu ayeti delil getirerek şöyle demiştir: "Zira ayet, mükellef olanlara, cennet fiatı verilmedikçe canlarının ve matlarının alınamayacağına delalet eder. O bedel de cennettir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah... müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır" buyurmuştur. Binâenaleyh bunun, çocuklar ve diğer canlılar hakkında da böyle olması gerekir. Eğer bunlar bir temennide butunabilselerdi, bu kıymetli dereceleri ve yüksek bedeli elde edebilmek için, elem ve acılarının kat kat daha fazla olmasını isterlerdi."

Biz de şöyle diyoruz: "Çocukların ve diğer canlıların çektikleri elemler karşılığında, birtakım mükafaatlar elde edeceklerini inkâr etmiyoruz. Aramızdaki ihtilaf şu husustadır: Biz (ehl-i sünnete) göre, insanlara bir karşılık (mükâfaat) vermek, Allah üzerine vâcib (mecbur) değildir. Size (Mu'tezile'ye) göre ise, bu,Allah üzerine vâcibtir. Bu ayet, böyle bir vâcib oluşu göstermemektedir." [256]

 

Müminlerin Bariz Vasıflan

 

"Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, ma'rufu emredenler, münkerden nehyedenler ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar (yok mu, işte onlar da cennet ehlidir). Sen, o

mü'minleri müjdele" (Tevbe, 112).

Bil ki Cenab-ı Hak, önceki ayette mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığnda satın aldığını beyan edince; bu ayette de, o mü'minlerin dokuz sıfatla mevsûf olan kimseler olduklarını beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır: [257]

 

Birinci Mesele

 

Ayetteki, bu dokuz sıfatın merfû oluşu hususundaşu izahlar yapılmıştır:

1) Bunlar, "medh" üzere merfu olup, takdiri, "onlar, tevbe edici olan, hamd edici olan., kimselerdir" şeklindedir. Bu, "Şüphesiz ki Allah., mü'minlerden canlarım ve mallarını., satın aldı'1 ayetinde bahsedilen mü'minler, teybe eden, ibadet eden., mü'minlerdir" manasına gelir.

2) Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki "tâibûn" (ve diğer sıfatlar), haberi mahzûf olan birer mübtedadtr ve takdiri "cihad etmeseler dahi, tevbe eden, ibadet eden.. kimseler de^ cennet ehlindendir" şeklinde olabilir. Bu tıpkı, J-^1 İM itj y£j "Allah, onlardan herbirine cenneti vaadetmiştir " (Hadrd, ıoj ayetinde bahsedildiği gibidir." Bu güzel bir izahtır. Çünkü buna göre cennet vaadi, bütün mü'minler için söz konusu olmuş olur. Fakat biz, "tâibûn" {ve devamını), kendinden önceki ayetle ilgili kılarsak, o zaman cennet vaadi sadece mücahidler için söz konusu olur.

3) "Tâibûn"   (ve  devamı)  mübtedadır  yahut  da,   (önceki  ayetteki)   öjstâ "muharebe ederler" fiilinin failinden bedeldir.

4) "Tâibûn" kelimesi mübteda, "âbidûn" ve sonrakiler ise, haber ve haberden sonra gelen (ikinci, üçüncü, dördüncü) haberlerdir. Yani bu, "İnkârlarından gerçek manada tevbe edenler, ibadet eden, hamdeden v.s. v.s. olan kimselerdir" demektir.

Übeyy b. Ka'b (r.a) ve Abdullah b. Mes'ûd (r.a) bu kelimeleri yâ ile ... şekillerinde okumuşlardır. Bu kıraatle ilgin olarak da şu iki izah

yapılabilir:

a)  Bu kelimeler "medh" üzere mansûb kılınmışlardır.

b)   Bunlar, (önceki ayetteki) "mü'minlerden" ifadesinin sıfatları olarak mecrûrdurlar. [258]

 

İkinci Mesele

 

Bu, ayetteki dokuz sıfatın tefsiri hususundadır. Tövbe Ederler

Birinci sıfat, tâibûn  sıfatıdır.   İbn  Ab bas (r.a):   "Bu, "şirklerinden tevbe edenler" manasınadır" derken; Hasan el-Basri buna, "şirkten ve nifaktan tevbe edenler" manasını vermiştir.

Usulcüler de buna, "Her türlü günah ve masiyetten, tevbe edenler" manasını vermişlerdir. Bu mana daha uygundur. Çünkü tevbe, bazan küfürden (inkârdan), bazan da günahtan dolayı yapılır. Ayetteki "et-Tâibûn" kelimesi, başında eltf-lâm bulunan, umum bir kelimedir. O halde bu, bunların hepsini (her ikisini de) içine alır. Bu sebeble, bunu "küfürden tevbe"ye tahsis etmek, bir tahakkümdür (delilsiz iddiadır).

Bil ki biz tevbenin ne demek olduğu hususunda, *Jt"Otj* (Bakara. 37) ayetinin tefsirinde uzun uzun açıklamada bulunmuştuk. Bil ki tevbe ancak şu dört şart bulunduğunda, gerçek bir tevbe olur:

a) Kalbin, o anda, kendisinden öylesi bir günahın sâdır olmasından dolayı yanıp tutuşmastdır.                                                                                      

b)  Yaptığından ötürü tam pişmanlık duymak.

c)  İleride bir daha onu yapmamaya azmetmek.

d) Onu bu üç şeye sevkedenin, Allah rızası ile kulluk arzusu olması. Çünkü kişinin bunlardan  maksadı,  insanların  kınamasını  kendisinden  savuşturmak,  medh-ü senalarını elde etmek veya başka bir maksad olursa, tevbe etmiş olmaz. [259]

 

İbadet Ederler

 

İkinci sıfat, "âbidûn" sıfatıdır. İbn Abbas(r.a), "Bunlar, Allah'a ibadet etmeyi, kendilerine görev bilen kimselerdir" derken, Kelamctlar: "Bunlar, ibadet eden kimselerdir. İbadet ise, Allah'a alabildiğine ta'zim etmek ve bu ta'zimi gösteren bir iş yapmaktır" demişlerdir. Bu görüşe karşı İbn Abbas (r.a) şöyle diyebilir: "Allah'ı tanımak ve O'na itaatin farz olduğunu kabul etmek, kalbin amellerinden biridir. Olumlu yönde bir ismin ve sıfatın meydana gelmesi için, o yönde, o (ismin) mahiyetinin fertlerinden birisinin bulunması yeterli olur."

Hasan el-Basrî bu kelimeye, "Bollukta ve darlıkta, sıkıntılı ve sevinçli zamanlarda Allah'a ibadet edenler" manasını vermiş.

Katâde, "Gecelerinde ve gündüzlerinde, bedenlerinden birşeyler alan (yani ibadet için onları yıpratan) kimselerdir" demiştir. [260]

 

Hamdederler

 

Üçüncü sıfat: el-Hâmidûn sıfatıdır. Bunlar gerek dinî, gerek dünyevî hususlardaki Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerine karşı şükürlerini bi-hakkın yerine getiren ve bunu ortaya koymayı kendileri için bir adet haline getiren kimselerdir. Biz teşbih, tehlil ve tahmidin (subhanallah, la ilahe illallah, elhamdülillah'ın), dünya yaratılmazdan önce Allah'a ibadet eden varlıkların, yani meleklerin sıfatı ve hali olduğundan bahsetmiştik. Çünkü Allah Teâlâ, onların, Hz. Adem (a.s) yaratılmazdan önce: "Biz seni hamdinle teşbih ve seni takdis ederiz"(Bakara, a» dediklerini haber vermiştir. Bu, dünya harab olduktan sonra Allah.'a ibadet edenlerin de sıfatıdır. Çünkü Allah Teâlâ, cennetliklerin Allah'a hamdettiklerini haber vermiştir ve "Onların dua (ve niyazlarının) sonu "elhamdüliîlahi Rabbii âlemindir" (Yunus, 10) buyurmuştur. İşte bu ayetteki, "hamd edenler (hâmidûnf kelimesi ile kastedilenler, bütün bunlardır. [261]

 

Oruç Tutup Öğrenim İçin Gurbete Çıkarlar

 

Dördüncü sıfat, es-Sâihûn sıfatıdır. Bu hususta birkaç görüş vardır:

Birinci görüş: Bütün müfessirler, bununla oruç tutanların kastedildiğini söylemişlerdir. İbn Abbas (r.a): "Kur'an'da yer alan, bütün "seyahat" kökünden müştak lâfızlarla "oruç" kastedilmiştir" der. Hz. Peygamber (s.a.s), "ümmetimin seyahati, oruçtur" buyurmuştur.    

Hasan el-Basri: "Bu, "sâihûn" (seyahat edenler) ifadesi ile, farz oruçlarını tutanlar manasının kastedildiğini söylemiştir. Buna, "oruca devam edenler" manası da verilmiştir. "Sâih" kelimesinin, sâim (oruç tutan) manasına alınmasının sebebi hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Ezheri şöyle der: "Oruç tutan kimseye "sâih" (seyahat eden) denilmiştir, çünkü oruç tutanın, yemeden kendisini alıkoyması gibi, ibadet maksadı ite, azıksız olarak yeryüzünde dolaşan kimse de kendisini yemekten alıkoymuştur. İşte bu benzerlikten ötürü, oruç tutana "sâih" (seyahat eden) denilmiştir."

b) "Seyahaf'ın esas manası, tıpkı akıp giden su gibi, yeryüzünde devamlı gitmektir. Oruç tutan kimse de, taat olan şeyleri yapmaya ve arzu duyduğu yemeyi, içmeyi ve cinsî münasebeti terketmeye devam etmektedir.

Bana göre bu hususta şöyle bir diğer izah da yapılabilir: İnsan yemekten, içmekten ve cinsi münasebette bulunmaktan kaçınıp, kendisi için, hertürlü şehevi şeylere karşı bir engel koyunca, hikmet kapıları ona açılır ve celâl âleminin nurları ona tecellî etmeye başiar. İşte bundan ötürü Hz, Peygamber (s.a.s) Kim. Allah için ihlash olarak kırk gün sabahlarsa (yan; itilasını kırk gün korursa), onun kalbinden lisanına hikmet kaynakları fışkırır'[262] buyurmuştur. Böylece bu kimse, Allah'ın celâr âleminde, makamdan makama ve dereceden dereceye yürüyüp "seyahat eden" kimselerden olmuş olur. Bu kimse için, ruhaniyet aleminde bir seyahat gerçekleşmiş olur.

İkinci görüş: "Sâihûn" (seyahat edenler) ifadesi ile, ilim elde etmek için diyar diyar dolaşan ilim talebeleri kastedilmiştir. Bu, İkrime'nin görüşüdür.

Vehb b. Münebbih'den, şu rivayet edilmiştir: "Seyahat, İsrailoğullarında da vardı. Bir insan, kırk yi! gezip dolaştığında, kendinden önceki seyyahların gördüklerini görürdü. Böylece, İsrailoğullanndan veled-i zina olan bir çocuk kırk yıl seyahat etti ama, hiçbir şey göremedi (yani mükâşefeye eremedi). Bunun üzerine "Ya Rabbi, anamın yaptığı kötülükte (zinada) benim günahım ne..?" dedi. İşte o esnada Allah, seyahat edenlere gösterdiği şeyleri ona da gösterdi."

Ben derim ki: Nefsin olgunlaşmasında (kemale ermesinde), seyahatin büyük bir tesiri vardır. Çünkü insanın baştna seyahat esnasında çeşitli sıkıntılar getir, o da onlara sabretmek durumunda kaltr. Bazan azığı biter, Allah'a tevekkül etme ihtiyacını duyar; bazan çeşitli fâzıl kimselerle karşılaşır ve herbirinden belli bir hususta istifade eder. Yine o, bazı büyük zatlarla karşılaşır ve böylece de, kendisini, onlara nisbet ettiğinde hakir (küçük) görür. Bu kimse, seyahati esnasında, umduğu pek çok şeyi elde eder ve onlardan istifade eder. Cenâb-ı Hakk'ın her tarafta, hususi birtakım şeyler yaratmış olması sebebi ile, dünya ahalisinin farkfı farktı hallerini görüp müşahede eder ve böylece marifetuilahı ve inancı kuvvet kazanır. Velhasıl seyahatin dinî bakımdan çok büyük tesir (ve faydalan) vardır.

Üçüncü görüş: Ebu Müslim şöyte demiştir: "Bu ifade jle, yeryüzünde gezip dolaşanlar kastedilmiştir. Bu, akansuyun akması manasında bir kelime olup, bununla cihad ve hicret maksadıyla evinden-yurdundan çıkınlar kastedilmiştir" Allah Teâtâ, bir önceki ayette mü'minleri cihada teşvik etmiştir. Bu ayeti de, mücahidlerin sıfatlarım beyan etmek için getirmiştir. Binâenaleyh onların bütün bu (dokuz) sıfatla tam mevsuf olmaları gerekir. [263]

 

Rükû ve Secde Ederler

 

Beşinci ve altıncı sıfat, "râkiûn ve sâcidûn" sıfatlandır. Bu sıfatlarla namaz kılanlar kastedilmiştir.

Kâdî şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak, rükû ve secdeyi, namazdan kinaye olarak zikretmiştir. Çünkü namaz kılamn, (namazdaki) diğer şekilleri, âdetine (her zamanki hallerine) uygundur. Bu da onun kalkması ve oturmasıdır. Bu hususta, âdetin dışına çıkan şey, rükû ve secdedir. İşte bu ikisi ile namaz kılan ve kılmayan arasındaki fark ortaya çıkmaktadır." Şöyle de denebilir: Kıyam {ayakta durma), Allah için gösterilen tevazünün ilk basamağı; rükû, ortası; secde ise en son basamağıdır. Bundan dolayı, namaz kılmaktan maksadın, alabildiğine huşu, huzu ve ta'zim gösterme olduğuna dikkat çekmek üzere huşunun ve kulluğun nihai noktasına delâlet ettikleri için, (namaz kılma manasında) bilhassa rükû ve secde zikredilmiştir. [264]

 

Marufu Emreder, Münkerİ Yasaklarlar

 

Yedinci ve sekizinci sıfat: Bil ki, mârufu emir ve münkeri nehiy ile ilgili hükümlerin yer aldtğı böiüm, usûl ilminde ele alınan büyük ve önemli bir bölümdür. Binaenaleyh onu burada ele alıp zikretmek mümkün değildir. Bu ifadede, cihadın farz kılınışına bir işaret vardır. Çünkü marufun (iyiliğin) başı, Allah'a iman; münkerin (kötülüğün başı) ise, Allah'ı inkârdır. Cihad, imana teşviki ve küfürden alıkoymayı gerektirir. Bundan dolayı cihad, "marufu emir ve münkeri nehiy" konusuna dahildir. [265]

 

Önceki Sıfatların Atfedflmeyip Sonrakilerin Vâv'la Atfedilmesi

 

Ayetteki iijkû\j "ve nehyedenler." ifadesinin başına "vav" edatının getirilmesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

Birinci izah: Eşitlik, bazan vâv ile, bazan da "vâv"sız olarak gösterilir. Bu tıpkı, "(O), günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden. azabı çetin olan ve fazl-u ikram sahibi olan (Allah 'dır)" ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak bu ayette bazı sıfatları vâv ile, bazılarını da vâvsız olarak zikretmiştir.

İkinci izah: Bu ayetlerin maksadı, cihada teşvik etmektir. Dolayısiyle, Cenâb-ı Hak, önce bu altı sıfatı zikretmiş, daha sonra da, "ma'rufu emredenler, münkerden nehyedenler.." buyurmuştur. Buna göre kelamın takdiri, "Şu aUı sıtatı taşıyanlar, ma'rufu emredip münkerden nehyedenterdir'' şeklinde olur. Biz, emr-i maruf nehy-i münkerin başının cihad olduğunu söyledik. O halde, bu ifadenin başına vâv getirilmesinin maksadı, bahsettiğimiz bu hususa dikkat çekmektir.

Bu kelimelerin başına vâv harfi getirilmiş olmasının üçüncü İzahı şudur: Geçen her sıfat, insanın kendisi için yaptığı ibadetler olup, onların başkasıyla ilgisi ve alâkası yoktur. Ama, nehy-i münker meselesi ise, başkasıyla ilgisi olan bir ibadettir. Bu nehy ve yasaklama, öfkenin kabarmasına ve düşmanlığın ortaya çıkmasına sebebiyet verir. Çoğu kez, nehyedilen kimse, kendisini nehyedeni dövmeye ve onu öldürmeye yeltenir. Böylece, nehy-i münker, ibadet ve taat çeşitlerinin en zoru olmuş olur. İşte bu sebeple, daha çok sıkıntı ve meşakkatin bulunduğuna dikkat çekmek için, "nehyedenler" kelimesinin başına vav getirilmiştir, [266]

 

Allah'ın Sınırlarını Korurlar

 

Dokuzuncu sıfat: "Allah'ın sıfatlarını koruyanlar" kısmının ifade ettiği husustur. Bu sıfattan maksad şudur: Allah'ın buyurduğu mükellefiyetler çok olup başlıca şu iki kısma ayrılmıştır:

a)  İbadetle ilgili olanlar.

b) Muamelatla ilgili olanlar. İbadetle ilgili olanlara gelince; bunlar, Allah'ın, dünyevi bir fayda gözetmeyip aksine dinî hususta gözetilen bir faydadan ötürü emrettiği şeyler olup, namaz, zekât, oruç," hacc, cihad, köle azadı, adaklar ve diğer iyi amellerdir.

Muamelâtla ilgili olanlara gelince bunlar da, ya celb-i menfaat, yahud da zararı def etmek için yapılırlar. [267]

 

Celb-i Menafi Yönünden Mükellefiyetler

 

Menfaati temin ile ilgili olan birinci kısma gelince, bu menfaatler ya bizatihi maksuddurlar, yahut da ikinci derecede kastedilirler. Bizatihi maksud olan menfaatler, beş duyu organı tarafından elde edilen yarar ve menfaatlerdir.

Bu algılanan şeylerin birincisi, tadılanlardır. Fıkhın, yiyecekler ve içeceklere dair hükümleri, tadılanlar bölümüne dahildirler. Yiyecekler bazan bitkisel, bazan da hayvansal olup, hayvanların yenilmesi de ancak boğazlandıktan sonra caiz olup, Aılah Teâlâ da, kesme ve boğazlamayla ilgili birtakım şartlar koyunca, avlanma ve kesme ile ilgili bölümler ve hitablar ile, kurban kesimiyle ilgili bölümler, böylece fıkhın içine girmiştir.

Bunların ikincisi kendisine dokunulabilenlerdir. Bu ifadenin içine, cinsi münasebetle ilgili hükümler ve cinsi münasebetin helal olduğunu ifade eden hususlar dahil olur. Bu da fıkhın, nikâh bölümüdür. "Süt emzirme" bölümü de bu bölümdendir. Nikahın, mihir, nafaka ve mesken gibi ayrıimaz vasıflarından bahseden hususlar da bu bölüme dahildirler. Zevceler arasındaki gece sırası ve onların geçimsizlikleriyle ilgili meseleler de bu konuyu alâkadar eder. Nikâhı ortadan kaldıran sebepleri inceleyen kısım da, bu bölüme dahildir. Nikahı ortadan kaldıran sebepler kısmına da boşama, hul {para karşılığı boşanma), ftâ, zihar ve lian gibi hususlar girmektedir. Giyilmesi helâl olan olmayan, kullanılması helâl olan ve gümüş ve altın kaplar gibi kullanılması helal olmayan şeyleri inceleyen konular da, işte bu dokunulan şeylerle ilgili bölüme dahildirler. Alimlerin, bu konudaki sözü çok uzundur.

Üçüncüsü, görülenlerdir. Bu da, bakılması hetâl olanlar ile helâl olmayanlar bölümüdür.

Dördüncüsü, duyulanlardır. Bu da, işitilmesi helâl olanlarla helâl olmayanlara dair hükümdür.

Beşincisi, koklayanlardır. Fukahâ, bu alanla ilgilenmemiştir.

İkinci derecede kastedilenler ise, mallardır. Mallardan şu üç yönden bahsedilmiştir:

a) Mülkiyyeti ifade eden sebepler. Bu sebepler, ya alışveriş olur veya başkası olur. Alışveriş de, ya "ayn"lann, bizzat malın kendisinin alınıp satılması; yahut da, menfaatlerinin alınıp satılmasıdır. Bizzat malların alınıp satılması da, ya "ayn"a mukabil "ayn" ile, yahut "ayn"a mukabil borç ile ofur ki, bu selemdir; ya da bir kimsenin, borçlanarak bir şeyi satın alması gibi, borç mukabilinde "ayn"ı satın alması veya satmasıdır, Veyahut da borcun borç mukabilinde alınıp satılmasıdır. Bunun caiz oimadığı ileri sürülmüştür. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, borcu borç ile değişmekten nehyettiği rivayet edilmiştir. Ancak ne var ki, dinde, bunun örneği bulunmaktadır ki bu da iki borcun birbiriyle (takas edilip) karşılıklı ödenmesidir.

Menfaatlerinin alınıp satılmasına gelince, bu ifadenin içine, kiralar, ücretler ve mudarebe, ortaklık akidleri dahildir.

Mülkiyeti gerektiren diğer sebeplere gelince bunlar, varis olmak, hibe, vasiyyet, ihyâu'l-mevât, (ölü, verimsiz, metruk araziyi ihya edip verimli hale getirmek), bulunan yitikler, fey ve ganimet almak, zekat v.s. yollarla mal edinmektir. Mülkiyyet sebeplerini tam olarak belirlemenin yolu, ancak iyiden iyiye incelemedir.

b) Fukahanın ilgi alanına giren konulardan birisi de, malik olmayan kimseye, o şeyde tasarruf edebilmesini gerektiren sebeplerin incelenmesidir. Bu da vekalet, emanet ve bunlara benzeyen diğer şeylerdir.

c)  Maliki, kendi mülkünde tasarrufta bulunmaktan men eden sebepler. Bu da, rehin, iflâs, icâre (kiraya verme) vs.dir.

İşte, Allah'ın, celb-i menfaat konusunda yüklediği mükellefiyetlerin tesbiti bundan ibarettir. [268]

 

Def-i Mefasid  Şeklindeki  Mükellefiyetler

 

Allah'ın "def-i mefsedet" meselesindeki mükellefiyetlerine gelince, biz diyoruz ki: Zarar, beş çeşittir. Zira zarar, ya canlar, ya mallar, ya dinler, ya nesebler veyahut da akıllar hususunda olur.

Canlar hakkında meydana gelen zarar, ya canın tamamı hakkında olur ki, bu husustaki hüküm, ya kısas, ya diyet veyahut da keffârettir. Yahut da zarar, canın bir kısmı hakkında olur ki; bu meselâ, elin v.s.nin kesilmesi gibidir, bu hususta vacib olan, ya kısas, ya diyet veyahut da "erş"tir.

Mallar hakkındaki zarara gelince bu zarar, ya alenî, açıktan meydana gelir ki, bu fıkıhtaki "gasb" konusunu teşkil eder. Ya da bu zarar, gizli olarak meydana gelir ki, bu da fıkıhtaki "Kitâbu's-serika" konusunun ortaya konulmasına sebep olmuştur.

Dinler hususunda meydana gelen zarar da ya küfürdür, ya da bid'attir. Küfre gelince, bunun içine, mürtedlerle ilgili hükümler girer {Fukaha bu meseleyi, mürtedlerle ilgili bölümde ele almıştır). Fukahânın, bid'atçilerle ilgili olarak yazmış oldukları muayyen bir kitap ve fasıl bulunmamaktadır.

Neseb, soy hususunda meydana gelen zarara gelince, "zina" ve "livata"nın haram kılınması ve bu hususta meşru kılınan cezanın beyanı bununla ilgilidir. Zina isnadının cezası ile "li'ân" bölümleri de, bu kısma dahildir. Burada, söz konusu olan bir başka bahis daha vardır ki, o da şudur: Hiç kimsenin, menfaatlerine ve kendisinden zararları def etmeye dair haklarını tastamam yerine getirmesi mümkün değildir. Çünkü, çoğu zaman bu kişi zayıf olur, karşı taraf da onun bu yönünden -istifade ederek, onun bu haklarına aldırış etmez. İşte bu incelikten dolayı Cenab-ı Hak, hükümleri infaz etmek için, imam, halife tayin etmiştir. Bu devlet reisi ve imamın, birtakım nâib ve vekillerinin olması da gerekir ki bunlar, emirler ve kadılardır. Bir kimsenin sözünün, bir başkası nezdinde makbul olması, ancak delil ile olup, şeriat da hakkın ortaya konulması için hususî bir hüccet olan şehadeti benimseyip, davanın ve delilin ikame edilmesi için de, mutlaka birtakım hususi şartların bulunması gerekince, mutlaka, (fıkıhta) bunları içine alan bir konunun da bulunması gerekir. İşte, Allah'ın hükümlerinin, mükellefiyetlerinin ve hududunun ana noktalarının tesbiti bundan ibarettir. Bunlar, pekçok olup, Allah Teâlâ da bunları, Kur'an'ın tamamır.Ja bazan tafsilatlı bir biçimde beyan buyurup, bazan da Hz. Peygamber'e, mükelleflere bunu beyan etmesini emrederek bu şekilde ortaya koyunca, pek yerinde olarak, Cenab-ı Hak, bu hükümlerini ve bu hududunu bu ayette, mücmel ve kısa olarak ele alarak "Allah'ın sınırlarını koruyanlar" buyurmuştur. İşte bu ifade, bütün mükellefiyetleri içine alır.

Bil ki fukahâ, zikrettikleri bütün bu şeylerin, mükellefiyetlerin beyanı hususunda kâfi olduğunu sanmışlardır. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Zira mükellefin amelleri ikiye ayrılır:

a)  Uzuvlarla ilgili amelleri,

b)  Kalblerie ilgili amelleri.

Fıkıh kitapları, uzuvlarla ilgili mükellefiyetlerin kısfrnîannı izah etmeyi ihtiva etmektedir.

Ama, kalbin amelleriyle ilgili mükellefiyetlere gelince fukahâ, bunlardan kesinlikle bahsetmemiş ve bunlar hakkında da herhangi bir kitap, bir bâb ve bir fasıl ayırmamış ve bunların inceliklerinden bahsetmemişlerdir. Bunlardan bahsetmenin daha mühim ve bunların hakikatlannı iyice ortaya koymanın daha evla olduğunda şüphe yoktur. Zira, uzuvlarla ilgili ameller, ancak kalbî amelleri gerçekleştirmek gayesiyle istenirler. Allah'ın kitabı Kur'anda, pek çok ayette bunu bildirmektedir,

Cenab-ı Hakk'ın, "Allah'ın sınırlarım koruyanlar" buyruğu da, bütün bu kısımları ihata ve şümul yoluyla kapsamaktadır.

Bil ki Cenâb-ı Hak, bu dokuz sıfattan bahsedince, "sen o mü'minleri müjdele..." buyurmuştur. Bundan maksat şudur: Allah Teâlâ bir önceki ayette, "O halde yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin" (Tevbe, mj buyurmuş ve bunun peşinden bu dokuz sıfatı zikretmiş, bütün bunlardan sonra da, "sevinin..." buyruğundaki beşaretin sadece bu sıfatlarla muttasıf olan mü'minleFi kapsadığına dikkat çekmek için, "Sen o müminleri müjdele" buyurmuştur.

Buna göre eğer, "Cenab-ı Hakk'ın, bu sekiz sıfatı mufassal bir biçimde zikredip, bunun peşinden de dokuzuncu sıfatta, diğer mükellefiyetleri kısaca ele alarak zikretmesinin sebebi nedir?" denilirse biz deriz ki:

Tevbe, ibadet, hamd ile meşgul olmak, İlim talebi için seyahatta bulunmak, rükû ve secde etmek, emr-i maruf nehy-i münkerde bulunmak, mükellefin çoğunlukla yaptığı şeylerdir. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak bunları ayrıntılı bir biçimde zikretmiştir.. Geriye kalanlar ise, mesela alışverişle ilgili hükümler, suçlarla ilgili hükümleri bilme gibi hususlarsa, mükellefin çoğu kez haberdar olmadığı şeylerdir. Hem, o sekiz iş, her ne kadar uzuvlarla ilgili amellerden ise de, aynı zamanda kalble ilgili amellerdendir. Çünkü bütün bunların gayesi, kalbin hallerinin ortaya konulmasıdır. Kalbin hallerini görüp gözetmenin, uzuvların amellerini görüp gözetmeden daha mühim olduğunu anladın. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu kısmı ayrıntılı bir biçimde zikretmiş, diğer kısmı da kısaca ele almıştır. [269]

 

Kâfirlerden Beri Olmak

 

"Müşriklerin, cehennemlik oldukları meydana çıktıktan sonra, artık onların lehine, velev akraba olsunlar, ne peygamberin, ne de m'üminlerin istiğfar etmeleri doğru değildir. İbrahim'in, babasına olan istiğfarı ancak ona ettiği bir vaadden dolayı idi-  Yoksa onun Allah'ın bir düşmanı olduğu kendisince besbelli olunca o. Ondan uzaklaştı. İbrahim cidden pek çok tazarru ve niyaz eden, gerçekten sabırlı idi" (Tevbe. 113-114)

Bil ki Allah Teâlâ, bu surenin başından buraya kadar, her bakımdan, kâfir ve münafıklardan uzak durmayı açıkça bildirmenin farz olduğunu beyan edince, bu ayette de, kişinin babası annesi gibi en yakın akrabalarından -ister ölmüş ister hayatta olsunlar- dahi berî olduğunu bildirmesini gerekli kılmıştır. Bundan maksat, onlarla ilgi ve münasebetin alabildiğine kesildiğini ve onlarla hiçbir suretle münasebet kurulamayacağını beyan etmektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: [270]

 

Ayetin Nüzul Sebebi           

 

Alimler,   bu   ayetin   sebeb-i   nüzulü   hakkında   şunları nakletmişlerdir:

1) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Allah, Mekke'nin fethini

müyesser kılınca, Hz. Peygamber (s.a.s), ebeveyninden hangisinin kendisine en yakın zamanda öldüğünü sordu. Bunun üzerine, "Annen!" denildi. Hz. Peygamber de, annesinin kabrine gitti ve onun yanında durdu. Sonra da başı ucunda oturarak ağladı. Bunun üzerine Hz. Ömer {r.a), Hz. Peygamber'e. "Sen, bizi kabirleri ziyaret etmekten ve ağlamaktan nehyettin. Ama sonra da sen, kabirleri ziyaret etmeğe başladın!" diye sorunca, Hz. Peygamber. "Bu hususta bana müsaade edildi. Ben, annemin içine düştüğü azabı görüp ve Allah'tan anneme gelecek olan azâb hususunda da elimden hiçbir şey gelmeyince, ona merhametimden dolayı ağladım' dedi.

2) Said İbnu'l-Müseyyeb'ten, babasının şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ölüm, Ebu Talib'e gelip çatınca, Hz. Peygamber(s.a.s) ona,"Amcacığım, Ta ilahe illallah"de! Ben, bu cümleyle Allah katında seni savunurum..." dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil, Abdullah İbn Übeyy İbn Ümeyye: "Abdulmuttalib'in dininden yüz mü çeviriyorsun?!.." deyince de Ebu Talib: "Benimsemiş olduğumuz din üzereyim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Allah beni yasaklamadığı sürece senin için mağfiret taieb edeceğim..." deyince de, "Gerçekten sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin"(Kasas. 56) ayeti nazil oldu."

Vahidî şöyle demektedir: "Hüseyin İbn el-Fadl, bu açıklamayı tuhaf gördü. Çünkü bu Tevbe sûresi, Kur'an'ın en son nazil olan sûrelerindendir. Halbuki Ebu Talib'in vefatı, İslâm'ın ilk yıllarında Mekke'de olmuştur."

Ben derim ki, bana göre de, bu uzak görme, uzak görülmüştür. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, o vakitte, o ayetin nazil olduğu vakte kadar, Ebu Talib için mağfiret talebinde bulunduğunun söylenilmesinde ne sakınca var? Zira kâfirlere karşı sert ve şiddetli davranma, bu sûrede ortaya çıkmıştır. Belki de mü'minler kendilerinin, kâfir olan ebeveynlerine mağfiret talebinde bulunmalarının caiz olduğu kanaatindeydiler. Hz. Peygamber (s.a.s) de bunu yapıyordu. Sonra bu sûre nazil olunca, Allah onları bundan nehyetti. Bu, genel olarak uzak ihtimal görülmez.

3)  Hz. Ali'den şu rivayet edilmiştir: "O, müşrik ebeveynine mağfiret talebinde bulunan bir adamı işitince, şöyle dedi: "Ben o adama, "müşrik oldukları halde-ebeveynine mağfiret talebinde mi bulunuyorsun?" deyince o adam: "İbrahim de, ebeveyni müşrik olduğu halde, onlar için mağfiret talebinde bulunmamış mıdır?" cevabını verdi. Bunun üzerine ben bunu Allah'ın Resulüne söyleyince, işte bu ayet-i kerime nazil oldu.

4)  Rivayet olunduğuna göre, bir kimse Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dedi: "Cahiliyye çağında babam sıla-i rahimde bulunur, misafirlere ikram eder, malından bağtş ve hibede bulunurdu. (O halde ey Allah'ın Resulü), şimdi babam nerede?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Müşrik olarak mı öldü?" diye sordu. O adam, "Evet" deyince de, Hz. Peygamber, "Fazla derin olmayan bir ateş çukurundadır" dedi. Bunun üzerine adam, ağlayarak geri döndü. Hz. Peygamber onu çağırarak, "Benim, senin ve İbrahim'in babası ateştedir.  Zira senin baban, hiçbir gün, "Ateşten Allah'a sığınırım" dememiştir" dedi. [271]

 

Kâfirler Hakkında İstiğfar Edilmez  

 

Cenâb-ı Hakk'ın  iyi "Ne peygamberin ne de mü'minlerin müşrikler için istiğfar etmeleri doğru değildir" buyruğunun manasının, "Bu ona yakışmaz"  şeklinde olması  muhtemeldir.  Böylece bu ifade bir vasıf gibi olmuş olur. Yine bunun manasının, nehiy manasında olmak üzere, "Bu onun için olmaz" şeklinde olması da muhtemeldir. Binâenaleyh, birincisinin manası, "Nübüvvet ve iman, müşrikler hakkında mağfiret taleb etmeye mânidir" şeklinde olur. İkincisinin manası ise, "Sizler, mağfiret talebinde bulunmayınız" şeklinde olur ki, bu iki mana, birbirine yakındırlar. Bu men ve yasaklamanın sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın, ''onların, cehennemlik oldukları meydana çıktıktan sonra" ayetinde zikrettiği husustur. Ayrıca Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler İçin bağışlar'(Nisa. 48] buyurmuştur. Buna göre mana, "Allah Teâlâ, onları cehenneme sokacağını haber verince, onlar için mağfiret talebinde bulunmak, Allah'ın, vaad ve vaîdinden caymasını taleb etmek gibi olur ki, bu caiz değildir. Hem, Allah Teâlâ'nın, daha önceki hükmü onlara azab edeceği şeklinde olunca, bu sebeple onlar, onun bağışlanmasını taleb ettiklerinde, hiç şüphesiz onların bu talebleri reddedilmiş olur ki bu da, Hz. Peygamberin derecesinin noksan ve mertebesinin de düşük oimasını gerektirir.

Hem yine Cenâb-ı Hak, "Bana dua edin. Size icabet edeyim'' (Mü'min, 60} buyurmuş, onlar hakkında da, "Onlar, cehennemliktir" buyurmuştur. Binâenaleyh bu mağfiret talebinde bulunma, iki nasstan birinden caymayı gerektirir ki, bu caiz değildir. Ebu Haşim, kulun, Allah'ın yapmayacağını haber vermesinden sonra da, o şeyi Rabbinden istemesini caiz görmüş; buna da, cehennemliklerin, Aflah'ın onu yapmayacağını bilmelerine rağmen, "Ya Rabb! bizi buradan çıkar. Eğer (yine küfre) dönersek artık hiç şüphesiz ki biz zalimlerizdir'' (Mû'minun, 107) demeleriyle İstidlal etmiştir. Ebu Haşim'in istidlali, şu sebeplerden dolayı son derece tuhaf bir istidlaldir:

a)  Bu, kendi mezhebi ve görüşü olan, "Ahirettekiler cahil olamaz ve yalan söyleyemezler" şeklindeki görüşüne bina edilmiştir ki, bu görüş kabul edilemez. Aksine Kur'an'ın, "Sonra onların fitnesi. "Rabbimiz olan sen Allah'a andederizki, biz eş tutanlardan değildik" demelerinden başka bir şey olmadı. Bak, vicdanlarınıza karşı nasıl yalan söylediler!" (Enam, 23-2*) şeklindeki nassı, böyle bir iddiayı çürütür.

b) Onlar hakkında, onların bu isteklerinin reddedilmesi ve onların susturulması güzel ve yerinde olur. Ama bu, Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında caiz değildir. Zira bu, O'nun makam ve mertebesinin noksanlaşmasını gerektirir.

c) Kendisinde herhangi bir faydanın olmadığı bilinen bu gibi istekler, ya abes veya bir ma'siyet olur. Bu iki şey. cehennemlikler hakkında düşünülebilirse de, büyük peygamberler hakkında düşünülemez. [272]

 

İkinci Mesele

 

Allahu Teâlâ, mağfiret talebinde bulunmaya mani olan  sebebin, onların, cehennemliklerden olduklarının ortaya

çıkması olduğunu beyan etmiştir. Bu illet, onların yakın veya

uzak akraba olmaları halinde değişmez. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "En yakın akraba dahi olsalar" buyurmuştur. Sebeb-i nüzulün, bizim naklettiğimiz şey olması, bu görüşü takviye etmektedir. [273]

 

Hz. İbrahim'in Babası İçin İstiğfarı

 

Cenâb-ı Hakk'ın "İbrahim'in. babasına olan istiğfarı, ancak ona ettiği bir vaadden dolayı idi" buyruğuna gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: [274]

 

Birinci Mesele

 

Bu ayetin, kendinden önceki ayetle münasebeti hususunda birkaç izah yapılmıştır:

a) Bundan maksat, hiçbir insanın, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz.

İbrahim'e müsaade ettiği şeylerin bir kısmından Hz. Muhammed'i men ettiği vehmine kapılmamasıdır.

b) Bizim, bu ayetin, kendinden önceki ifadelerle münasebetinin izahı hususunda bahsetmiş olduğumuz, "Kâfirlerin ölülerinden ve dirilerinden her türlü ilgi ve münasebetin kesilmesi gerektiği" şeklindeki görüş de söylenebilir. Sonra da Cenâb-ı Hak, bu hükmün, Hz. Muhammed'in dinine has kılınmadığını, aksine, kâfirlerle her türlü ilgi ve münasebetin kesilmesinin gerekliliğinin, Hz. İbrahim {a.s.)'in dininde de meşru olduğunu beyan buyurmuştur. Böylece, kâfirlerle olan ilgi ve münasebetin kesilmesinin vücubiyyeti, daha kuvvetli bir biçimde ifade edilmiş olur.

c) Allah Teâlâ, bu ayette Hz. İbrahim (a.s.)'i, "halım", yani kızgınlığı az; "evvâh" yani, "insanların başına belâ ve musibet geldiğinde, çok feryâd edip ağlayan" olarak vasfetmiştir. Bundan maksad da, böylesi sıfatları taşıyan herkesin, babasına mağfiret talebinde bulunma hususunda kalbinde taşımış olduğu temayülün şiddetli olduğunu açıklamaktır. Buna göre sanki şöyfe denilmek istenmiştir: "Hz. İbrahim'in kadrinin ve kıymetinin son derece yüce olmasına ve "halîm" ve "evvâh" olmakla nitelenmiş olmasına rağmen, Allah Teâiâ onu, kâfir-olan babası için mağfiret talebinde bulunmaktan nehyetmiştir. Binâenaleyh, başkasının bundan men edilmesi haydi haydi evlâ olur. [275]

 

Hz. ibrahim'in, Basası İçin Af  Dilemesinin İzahı            

 

  Kur'an-ı Kerim, Hz. İbrahim (a.s.)'in, babası için mağfiret talebinde bulunduğuna delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak bunu, "Babamı da bağışla.  Çünkü o, sapıklardandır"  (Şuara. 86); "Va Rabbi. beni. ana ve babamı a/fef"(ibrahim, 4i; "Sana selâm olsun. Senin için Rabbime İstiğfar edeceğim" ,Meryem. 47) ve "Muhakkak ki senin bağışlanmanı İsteyeceğim "(Mûmiehine, 4) şeklinde bahsetmiştir, Böylece, kâfir kimse için mağfiret talebinde bulunmanın caiz olmadığı sabit olmuş olur. Bu şekilde de bu, bu günahın Hz. İbrahim'den sudur ettiğine delâlet eder.

Bil ki Allah Teâiâ bu müşkile, "İbrahim'in, babasına o!an istiğfarı ancak, ona ettiği bir vaadden dolayı idi" ifadesiyle cevap vermiştir. Bu ifadeyle ilgili iki görüş bulunmaktadır:

a) Vaad edenin, Hz. İbrahim'in babası olmasıdır. Buna göre mana, "Onun babası ona, iman edeceğini vaad etti.Böylece de İh -hlsn (a.s.), işte bundan dolayı mağfiret talebinde bulundu. Ama ne zaman ki, Hz. İbrahim, babasının iman etmediğini, onun Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca, ondan uzaklaştı ve bu mağfiret talebinden vazgeçti" şeklinde olur.

b) Vaad edenin Hz. İbrahim olması. Bu böyledir, zira Hz. İbrahim, babasının müslüman olacağı ümidiyle, onun için mağfiret talebinde bulunacağını babasına vaad etti. Hz. İbrahim'e, onun, Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkınca, o zaman babasından uzaklaştı. Bu tefsirin doğruluğuna. Hasan el-Basrî'nin, bâ harfiyle olmak üzere, (iyyahu ~ ona) yerine,(ebahu  babasına) şeklinde okuması da delil teşkil eder.

Bazı âlimler, buna cevaben şu iki açıklamayı yapmışlardır:

1) Hz. İbrahim'in, babasına mağfiret talebinde bulunmasından maksat, onun onu iman ve İslâm'a davet etmesidir. O, babasına: "İman et. Böylece ikâbtan kurtul, mağfirete nail ol!" diyordu. Hz. İbrahim, Allah'ın, mağfireti gerektiren imanı babasına nasib etmesi  hususunda   Allah'a yalvarıp yakarıyordu  ki,  mağfiret talebinde bulunmaktan maksat budur, Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim'e, babasının küfür üzerinde ısrar ederek öleceğini haber verince, o zaman o, bu talebten vazgeçti.

2) Bazı alimlerde, Cenâb-ı Hakk'ın, "ne peygamberin, ne de mümin olanlarır müşrikler için mağfiret talebinde bulunmaları doğru değildir.. " ayetinin ifade ettiğ hususu, cenaze namazına hamletmişlerdir. İşte bu yolla, bu istiğfarda, azâb hafifletmek gayesi bulunduğu için, kâfir için istiğfarda bulunmada bir sakınca olmadığı ortaya çıkmış olur. Bunlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "Bunun delili, bundan muradın, bizim zikretmiş olduğumuz şu husus olmasıdır: Allah Teâlâ, "Onlardan ölen hiç bir kimseye ebedî olarak dua etme" (Tevbe, 84) ayetiyle, münafıklara namaz kılmaktan men etti. Bu ayette de bu hükmü tamîm etmiş; ister münafık olsun, isterse şirkini izhar etmiş olsun, müşrikler üzerine cenaze namazı kılmaktan men etmiştir." Bu, garip bir görüştür. [276]

 

Üçüncü Mesele

 

Hz. İbrahim'in neye dayanarak babasının Allah'ın düşmanı olduğunu anladığı hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, bunun küfürde ısrar ve küfür üzere ölüm olduğunu; bazıları da, sadece küfürde ısrar olduğunu söylerken; diğer bazıları da, Allah Teâlâ'nın, ona bunu vahiy ile bildirmesinin, onun da bundan dolayı babasından teberrî etmesinin uzak bir ihtimal olmayacağını söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiş olur: "Hz. İbrahim babasının Allah'ın düşmanı olduğunu anladığında, o ondan uzaklaştığına göre, siz de böyle olunuz. Zira ben size, Hz. İbrahim'e uymanızı emrettim." Çünkü Allah Teâlâ "Allah) birleyici olarak ibrahim'in dinine uy" (An İmran, 95» buyurmuştur. [277]

 

Evvah Kelimesinin İzahı

 

AHahu Teâlâ, bu hadisede Hz. İbrahim'in durumundan bahsedince, "İbrahim cidden pekçok tazarru ve niyaz eden, gerçekten sabırlı idi" buyurdu. Bil ki, evvah kelimesi, bir kimsenin, kederi iyice artınca söylediği, "ah!" sözünden türemiştir. Bunun sebebi şudur: İnsan hüzünlendiğinde, kalbi ruh, kalbin içinde sıkışıp tıkanmaya, boğulmaya başlar, böylece alabildiğince yanar. İnsan da, kendisinde bulunan bazı kederleri hafifletmek için, kalbinden bu yanan nefesini (ah! diyerek) çıkarır. İşte bu lafzın iştikakı hususundaki temel izah budur. Müfessirlerin bu ifadeyi tefsirleri hususunda değişik açıklamaları bulunmaktadır, Hz. Peygamber (s.a.s)"den şöyle dediği rivayet edilmiştir:  "Evvâh, huşûlu olan ve yalvarıp yakaran demektir. "

H. Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre o, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Evvâh ne demektir?" diye sorduğunda. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Çok dua edendir" cevabını vermiştir.

Rivayet olunduğuna göre, Zeyneb (r.anha), Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında, onun çehresini değiştirecek (yani kızdıracak) şekilde konuştu. Hz. Ömer (r.a.), bunu yadırgayınca da, Hz. Peygamber (s.a.s), "Onu bırak, çünkü o, evvâhtır" buyurdu. Kendisine: "Ya Resutellah, "evvâh" nedir?" denince de, "Huşu ve tazarru içinde duâ eden" demektir" buyurdu. Hz..İbrahim (a.s.)'in "evvâh" olmasının sebebinin, "Her nezaman kendisinin bir kusurunu hatırlasa veya kendisine âhiretin şiddetli hallerinden birşey hatırlatılsa, bundan korkarak ve bunu çok önemli görerek, "ah! ah!" demesi olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbas (r.a.)'ın, "Evvâh, haşyet (korku) içinde olan rnü'mindir" dediği rivayet edilmiştir.

Hz. İbrahim (a.s.)'in '"halim" olarak vasfedümesine gelince, bunun manası malumdur. Bil ki Allah Teâlâ. Hz. İbrahim'i bu ayette, bu iki vasıfla tavsif etmiştir. Çünkü onu alabildiğine rikkatli, şefkatli, korku ve endişeli olarak vasfetmiştir. İşte bundan ötürü onun, babasına ve çocuklarına duyduğu rikkat fazla olmuştur. Böylece Allah Teâlâ bu vasıfları taşımasına rağmen onun,, babasının küfürde ısrar ettiğini görünce, babasından uzaklaştığını ve.ona1 karşı sert davrandığını beyan etmiştir. Binâenaleyh (ey mü'minler), böyle olmak size daha uygun düşer. Hz. İbrahim (a.s)'in "halim" vasfına sahib oluşu da böyledir. Çünkü hilm sebeblerinden birisi de, kalbin rikkatli ve alabildiğine merhametli olmasıdır. Çünkü insanın durumu böyle olunca, öfkeli anında da hilmi artar. [278]

 

"Allah bir topluluğa hidayet ettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe, onları saptıracak değildir. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Göklerin ve yerin hakimiyeti hakikaten Allah'ındır. O, hem diriltir, hem öldürür. Sizin Allah'dan başka ne bir veliniz, ne bir yardımcınız yoktur"

(Tevbe, 115-116).

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: [279]

 

Daha Önceki Kısımla Münasebet 

 

Bil ki Allah Teâlâ, mü'minleri müşrikler için mağfiret taleb etmekten (istiğfardan) men edip, müslümanlar da, bu ayet inmezden önce, küfür üzere ölen babalan, anaları ve diğer akrabaları hakkında mağfiret talebinde bulunmuş olduk­larından dolayı, müşrikler için mağfiret talebinde bulunmuş olunca, bu ayet indiğinde, daha önce müşrikler hakkında mağfiret talebinde bulunmuş olmalarından ötürü endişeye kapıldılar. Hem sonra müşrikler için mağfiret talebinde bulunmuş olan bazı müslümanlar, bu ayet nazil olmazdan önce ölmüşlerdi. Bundan dolayı müsiümanların kalbine, onların hallerinin nice olacağı endişesi düştü. İşte bunun üzerine, Allah Teâla, bu ayetle o korku ve endişeyi onlardan gidererek, ancak, kaçınmaları ve ittika etmeleri gereken şeyleri beyân ettikten sonra onları muaheze edeceğini beyan buyurmuştur. Ayetin, kendinden önceki âyetlerle ilgi ve münasebeti hususunda bu, son derece güzel bir izahtır.

Şu izah da yapılmıştır: Bu sûre, başından buraya kadar, kâfirlerle ve münafıklarla içli-dışlı olmaktan men etmeyi beyan etmekte, onlarla birlikte olmamanın ve onları dost edinmekten kaçınmanın vâcib olduğunu açıklamaktadır. Binâenaleyh sanki, "O kâfir ve münafıklar hakkında böylesine şiddetli<Javranma, rahim ve kerim olan İlah'a naşı! uygun düşer?" denilmiş de, buna şöyle cevap verilmiştir: "Allah Teâlâ, ancak kendilerini (hidâyete) davet ettikten ve dolayısıyla onlara korunulması gerekli olan şeyleri beyan ettikten sonra, bir kavmi ceza ile muaheze eder. Fakat bunu beyan ettikten ve her türlü mazeret kapısını kapadıktan sonra onları Cenâb-ı Hakk'ın, en şiddetli ceza ve hesab ile muaheze etme hakkı vardır.

Hak Teâlâ'nın tabiri ile ilgili şu izahlar vardır:

a) Bundan murad, Allah'ın, onları cennet yolundan saptırmasıdır. Yani "Allah, onları ondan çevirmiş ve onları cennete yönelmekten men etmiştir" demektir.

b) Mu'tezile "Bu ayette bahsedilen, "saptırma", "onların sapmış olduklarına hükmetmek" manasınadır" demişler ve görüşlerine, Kümeyt'in "Bir taife, sizi sevdiğim için beni küfre nisbet ettiler, benim kâfir olduğum hükmüne vardılar" şeklindeki beytini delil getirdiler.

Ebu Bekir el-Enbârî şöyle demiştir: "Bu açıklama yanlıştır. Çünkü Araplar böyle bir mana (yani hükmetme manasını) kastettiklerinde, tef'il babını kullanır. Meselâ, (Onu dalâlete nisbet etti, saptığına hükmetti) derler. Mu'tezile'nin Kümeyt'in beyti ile yapmış oldukları istidlal geçersizdir. Çünkü bizim "Hüküm cihetinden onun kâfir olduğunu söyledi" şeklindeki sözümüzden, edalle "saptırdı" manasının doğruluğu gerekmez. Çünkü, fe'ale şeklinin (yani sülasisinin) kullanılması doğru olmaz. Baksana kesereh "Onu kırdı" denilmesi caiz olduğu halde, bu manada ekserehu denilmesi caiz değildir. Aksine bu hususlarda sema'a- (yani Arapların kullanmasına) başvurulması- itibar edilmesi gerekir.

c) Allah, onlara hidayet ettikten sonra, kalblerine artık delâleti sokmaz ki azaba müstehak olacakları şey onlardan sâdır olsun. [280]

 

Mu'tezile'nin İdlal Konusundaki   İddiasına Cevap            

 

Mutezile şöyle demektedir: "Ayetin neticesi şuraya varır: Allah Teâlâ, ancak, kendisine o fiilin çirkin ve yasak

olduğunu açıkladıktan sonra bir kimseyi muaheze eder. Cenab-ı Hak bu hususu,bütün malûmatı (herşeyi) bildiğini "Şüphesiz ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir" buyruğu ile ve bütün mümkinata (herşeye) kadir olduğunu, "Göklerin ve yerin hakimiyeti, hakîkaten Allah'ındır. O hem diriltir, hem öldürür" buyruğu ile açıklayarak bildirmiştir. O halde ifadelerin takdiri (neticesi), "Kim bu şekilde âlim ve kadir olursa, muhtaç olmaz. Âlim, kadir ve müstağni olanın ise, bir açıklama yapmadan ve her türlü mazereti ortadan kaldırmadan önce, kabih olanı ve azabı yapması kabih (çirkin) olur. Binâenaleyh Allah Teâlâ'nın böyle yapmaması gerekir" İşte böylece ayetin daha önceki kısımla münasebeti ancak bu şekilde tefsir ettiğimizde doğru ve yerinde olur. Bu da, Allah Teâlâ'nın doğrudan doğruya ceza vermesinin kabih (çirkin) olmasını gerektirir ki siz böyle söylemiyorsunuz (kabul etmiyorsunuz)."

Buna şöyle cevap verilir: "Bahsettiğiniz bu husus, Allah Teâlâ'nın ancak, açıklamada bulunup, hertürlü özür sebeplerini ortadan kaldırdıktan sonra ceza vereceğine delâlet eder. Ayette, Allah Teâlâ için, bunun (yani beyân etmeksizin ceza vermesinin) söz konusu olmadığı hususunda bir delâlet yoktur. Binaenaleyh sizin (Mutezile'nin) zikrettiği şeyler sakıt olur. [281]

 

Göklerin ve Yerlerin Hâkimiyeti Allah'ındır

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Göklerin ve yerin hakimiyeti, hakikaten Allah'ındır. O, hem diriltir, hem öldürür" buyurmuştur. Bu ifadenin, burada zikredilmesinin hikmetleri şunlardır:

a) Allah Teâlâ. kâfirlerden uzak kalmayı emredince, göklerin ve yerin mülkünün kendisine ait olduğunu beyan buyurmuştur. Binaenaleyh "O, sizin yardımcınız ve veliniz olursa, kâfirler size zarar veremezler" denilmektedir.

b) Bir grup  müslüman şöyle demişlerdir:   "Cenâb-ı   Hak bize  kâfirlerden kopmamızı, onlarla olan ilgi ve münasebetimizi kesmemizi emredince, bizim baba, çoluk-çocuk ve kardeşlerimizle biraraya gelmemiz mümkün olmaz. Çünkü bunlardan pek çoğu kâfirdirler." Binâenaleyh ayetten kastedilen mana şöyle olur: "Siz, her nekadar onların yardım ve desteğinden mahrum kalacak olsanız da, göklerin ve yerin sahibi olan, dirilten ve öldüren o Allah sizin yardımcınızdır. Binâenaleyh onların sizden kopmaları size zarar vermez."

c) Allah Teâlâ, bu zor mükellefiyetleri emredince, sanki, "Ben sizin ilahınız, siz de benim kullarım olduğunuz için, benim hüküm ve mükellefiyetlerime boyun eğmeniz gerekir" demek istemiştir. [282]

 

Allah'ın, Peygamberi ve Diğer Mü'minleri Affetmesi

 

"Andolsun ki Allah, Peygamberini ve içlerinden bir kısmının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken, güçlük zamanında ona tabi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak kıldı ve sonra onların tövbelerini kabul eyledi. Çünkü O, raûf ve rahimdir" (Tevbe, 117).

Bil ki Allah Teâlâ, Tebük Savaşı'nın durumlarını iyice açıklayıp, o savaşa katılmayanların hallerini beyan ederek, bu tefsirde özetle sunduğumuz sıraya göre. bu konuda enine-boyuna söz edince, bu ayette de, o savaşla ilgili geriye kalan hükümleri açıklamaya yöneldi. Hz. Peygamber (s.a.s)'den, evlâ olanı terk manasında olan bir tür zellenin sâdır olması ve mü'minlerden bir çeşit zellenin (hatanın) sâdır olması da, geriye kalan o hükümlerdendir. Dolayısıyla Allah Teâlâ onlara, o zellelerinden dolayı, lütufla tevbelerini kabul ettiğini belirterek, "Andoisun ki Allah., tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [283]

 

Tedük Seferine Katılanların Medhedilmeyip Noksan Bulunmaları             

 

İleride de izah edileceği üzere, çeşitli hadisler, bu (savaş) yolculuğunun, gerek Hz. Peygamber (s.a.s)'e, gerekse mü'miniere çok zor ve güç geldiğine delâlet etmektedir. Bu husus, onları medh-ü sena etmeyi gerektirir. O halde onlar hakkında,   "Andolsun   ki   Allah   peygamberini   ve..

muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak kıldı" denilmesi nasıl uygun düşer? Buna birkaç izahla cevap verilebilir:

Birinci izah: Hz. Peygamber (s.a.s)'den terk-i evlâ (daha iyi olan davranışı terketme) babında bir şey (zelle-hata) sâdır olmuştur ki Cenâb-ı Hak buna, "Allah seni affetsin, neden izin verdin onlara..? (Tövbe, 13) ayetiyle işaret etmiştir. Hem sonra, ileride de beyan edileceği üzere, o zamanda savaş, mü'cninlere çok ağır gelmişti. Çoğu kez onların kalbinde, bu sefere karşı bir isteksizlik hissi doğmuş, yine hazflarının hatırına, "Acaba bundan kaçamaz mıyız?" düşüncesi gelmişti. Ben demiyorum ki, onlar buna kesin karar vermişlerdi. Aksine ben, onların kalbine birtakım vesveselerin girmiş olduğunu söylüyorum. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, sûrenin sonunda, onların, fazl-ı ilahisi ile bu kusurunu affettiğini beyan ederek, "Andolsun ki Allah, peygamberini ve içlerinden bir kısminin gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere İken. güçlük zamanında ona tâbi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur.

İkinci izah: İnsan, ömrü boyunca, ister küçük günahlar kabilinden olsun, ister terk-i evla kabilinden olsun, birtakım zellelerden ve tökezlemelerden hâlî olamaz. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s) ve diğer mü'minler, bu seferin güçlüklerine ve yorgunluklarına katlanıp, o sıktntı ve mihnetlere sabredince. Allah Teâlâ, o sıkıntılara katlanmanın, ömürleri boyunca onlardan sâdır olmuş olan bütün zedelerin keffareti yerine geçtiğini ve hepsinden ihlasla sâdır olmuş bir tevbe yerine geçtiğini haber vermiştir. İşte bu sebebten ötürü, "Andolsun ki Allah, Peygamberini ve.. muhacirlerle ensarı tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur.

Üçüncü izah: O seferde, zaman (mevsim) onlara çok ağır gelip, çeşitli vesveseler de kalblerine girince, ne zaman onlardan birinin kalbine böyle bir vesvese düşse, onlar bundan ötürü Allah'a yönelir ve onu kalblerinden gidermesi için, Allah'a yalvarıp yakarırlardı.  İşte o vesveselerin  kalblerine girmesi  yüzünden,  çokça tevbeye yönelmelerinden ötürü, Cenâb-ı Hak, 'Andohun ki Allah., (onları) tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur.

Dördüncü izah: O müslümanlardan bazı günahların sâdır olmuş olması uzak bir ihtimal değildir. Fakat Cenâb-t Hak o seferin sıkıntılarına katlanmalarından ötürü, onları tevbeye muvaffak kılmış ve affetmiştir. Onların din yönünden yüksek bir makamda bulunduklarına ve tevbenin kabulü hususunda Resulullah ile beraber zikredilecek bir dereceye ulaştıklarına dikkat çekmek için Allah Teâİâ, Resulullah'ı da onlara ilave etti. [284]

 

Tebuk Seferine “Güçlük Ordusu” Denilmesinin Sebebi

 

Ayette   bahsedilen   "güçlük  zamanı (sâati'l-usre)'den maksadın ne olduğu hususunda iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüş: Bu, Tebük Savaşı'na tahsis edilmiştir. Bundan, o seferde, sahabeye cidden çok zor gelmiş olan bir zaman kastedilmiştir. "Usre", işin zorluğu ve çetinliği demektir. Cabir (r.a): "(O zamanda), binit, su ve azık sıkıntısı bulunuyordu" demiştir. Binit sıkıntısına gelince, Hasan ef-Basri bu hususta: "Müslümanlardan (her) on kişi, savaşmak için, aralarında değiştirerek bindikleri bir deve üzerinde savaşa çıkıyordu. Azık sıkıntısına gelince, müslümanlar çoğu kez tek bir hurmayı, hurmada sadece çekirdeğinden başka hiçbir şey kalmayıncaya kadar, sırayla emiyorlardı. Onların yanında güvelenmiş arpa (ekmeği) bulunuyordu. Böylece, onlardan birisi, bu ekmekten yapılmış bir lokmayı ağzına koyduğu zaman, lokmanın kokusundan dolayı burnunu tutuyordu " demiştir.

Su sıkıntısına gelince Ömer (r.a): "Biz çok şiddetli bir sıcak zamanında bu harbe çıktık. Biz, bu harpte çok da susamıştık. Öyle ki, bir kimse devesini boğazlıyor, onun işkembesini sıkıyor ve onu içiyordu" demiştir.

Bil ki, bu savaşa "Gazvetu'l-Usre"; bu savaşa katılanlara "Ceyşu'l-Usre" adı verilmiştir. Bu orduyu, Hz. Osman ile, onun dışındaki bazı sahabiler donatmış ve teçhiz etmişti.

İkinci görüş: Ebu Müslim, şöyle demiştir: "(Ayette bahsedilen) "Güçlük zamanının , peygambere ve mü'minlere zor gelen bütün haller ve zamanlar olması mümkündür. Böylece, Hendek ve diğer savaşlar da bunun kapsamına girer. Allah Teâlâ bu savaşların bir kısmını, kitabında zikretmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'tn, "O zaman gözler yılmış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı"(Ahzab, 10) ve: "Andolsun ki Allah'ın size olan vaadi O'nun izni ile onları (düşmanları kolayca) Öldüregeldiğiniz (...) zamana kadar, yerine gelmişti. (Sonra) siz yılgınlık gösterdiniz.." (AH imran, 152) ayetlerinde ifade edildiği gibidir. (O halde) bundan maksat, muhacir ve ensarı en zor zamanlarda ve durumlarda dahi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e uymakla tavsif edip nitelendirmektir ki bu, tam anlamıyla bir övülmeyi ifade eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "içlerinden bir kısmının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Ayette geçen kâde fiilinin failinin, kulûb lafzının olması ve takdirinin de, şeklinde olması mümkündür. Burada "emr ve şe'n zamiri" sözkonusu otup, fiil ve failin o emr ve şen'in tefsiri olması da mümkündür. Bu ikinci şıkka göre mana: "Onlar, zorluğun şiddetinden dolayı, o savaşta, Hz. Peygamber'e ittiba etmede, neredeyse sebat gösteremiyeceklerdi" şeklinde olur.

İkinci bahis: Hamza ve Âsım'ın ravisi Hafs, fiilin önce geçmiş olmasından dolayı yâ ile yezîğu; diğer kıraat imamları da, kulûb lafzının (çoğul olduğu için) müennes olmasından dolayı tâ ile teziğu şeklinde okumuşlardır.. Abdullah İbn Mesûd ise, bu ayeti, "Onlardan bir grubun kalblerinin meyledip eğrilmesinden sonra..." şeklinde okumuştur. [285]

 

Kâde Fiilinin Manası Hakkında

 

Üçüncü bahis: Bazılarına göre kâde, sadece "mukarebe" (yaklaşma) manası ifade eder. Diğer bazılarına göreyse, (o işin) olmamasıyla beraber, yakınlık manasını ifade eder. O halde, ayette bahsedilen o tevbe, o "yaklaşma ve "neredeyse olayazma"dan dolayı olmuş olur. Alimler, onların kalblerine düşen o şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, "Onfarın bazıları, o şiddetli ve güçlük anında Hz. Peygamber (s.a.s)'den ayrılma eğilimi gösterdiler. Ancak ne var ki, buna sabrettiler ve kendilerini alıkoydular" denilmiştir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, onlar sabr ve sebat gösterip bu önemsiz şeyden dolayt nedamet duyduklarından ötürü de, ^IU vü İ* "Sonra onian tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur. Diğer bazıları da, bu tevbenin, bir şeyi fiiliyata dökmeden önceki safhada yer atan eğilim ve yeltenmeden dolayı yapıldığını söylemişlerdir. Binâenaleyh, onlar böyle bir sıkıntıyla karşı karşıya kalınca, onların kalbine böyle birşey düşmüştür. Bununla beraber onlar, bunun bir ma'siyyet ve günah olacağı endişesinden dolayı, kalblerine düşen bu önemsiz şeyi tevbe ile telafi etmişlerdir. İşte bundan dolayı da Genâb-ı Hak. "Sonra onları tevbeye muvaffak kıldı." buyurmuştur.. [286]

 

Tevbe Meselesini Başta ve Sonda Anmanın Sebebi

 

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, hem ayetin başında, hem de sonunda tevbeden bahsetmiştir. O halde bu tekrarın faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

Birinci izah: Allah Teâlâ, onların kalblerini hoşnut etmek için (sözüne), günahlarından bahsetmeden önce, tevbeyi zikrederek başlamış; sonra, onların günahlarından bahsetmiş, daha sonra da, bunun peşinden tekrar tevbeden bahsetmiştir ki, Cenab-ı Hakk'ın bundan maksadt onları övmektir.

İkinci izah: "Sultan, falancayı affetti; sonra onu afvetti" denildiğinde bu, bu affın, kuvvet ve mükemmellikte zirveye ulaşmış müekked bir aff olduğuna delâlet eder. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Cenâb-ı Hak. müs!üman bir kimsenin günahını yirmi defa affeder "[287] buyurmuştur ki. İbn Abbasın. "Sonra onları tevbeye muvaffak kıldı." ayeti hakkında, "Aliah bununla, onlardan fazlasıyla razı olduğunu murad etmiştir" demesinin manası budur.

Üçüncü izah: "Andoisun ki Allah. Peygamberini ve güçlük zamanında O'na tabi olan muhacirlerle ensan da tevbeye muvaffak kıldı.." ayetindeki sıralama, Cenâb-ı Hakk'ıri, o güçlük zamanında, onların kalblerine düşen vesveselerden dolayı. yapmış oldukları tevbeleri kabul ettiğine delâlet eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buna ilavede bulunarak, "içlerinden bir kısmının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken" buyurmuştur. Binaenaleyh bu ilave, bazı kuvvetli vesveselerin bulunup tahakkuk ettiğini ifade eder. İşte bundan dolayı, pek yerinde olarak, onların o vesveselerle muaheze edilecekleri hususunda hiç kimsenin gönlünde herhangi bir şüphe kalmasın diye, Cenab-ı Allah bu ifadenin peşinden tekrar tevbeyi zikretmiştir.

Daha sonra, "Çünkü o raûf ve rahîmdir" buyurmuştur, Rauf ve Rahîm, Allah'ın birer sıfatı olup, manaları birbirlerine yakındjr. Re'fet'in, zararı gidermek, rahmetin ise fayda ulaştırmak için çalışmaktan ibaret sayıldığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birisinin, geçmiş olan rahmet için; diğerinin de, gelecek, müstakbel rahmet için kutartti  da söylenmiştir[288]

 

Haklarındaki Hüküm Ertelenen Üç Kişi

 

"Haklarındaki hüküm ertelenen üç kişinin tevbelerini de Allah kabul etti. Çünkü yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet AMı'dan, yine Allah'dan başka sığınacak hiç bir yer olmadığını anladılar da bundan sonra Allah, onları da eski hallerine dönsünler diye, tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz ki Allah. (ancak) O. tevbeyi en çok kabul eden. hakkıyla merhamet edendir"  118)

Ayetle İlgili birkaç mesele bulunmaktadır; [289]

 

Birinci Mesele

 

Bu ifade, önceki ayete atfedilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Andolsun ki Allah, peygamberin güçlük saatinde O'na tabi olan muhacirlerin, ensârın ve haklarındaki hüküm ertelenenlerin tevbelerini affetti..." şeklindedir. Bu atıftaki fayda şudur: Daha önce ifade ettiğimiz üzere, tevbenin, Hz. Peygamber'in tevbesinin yanında zikredilmesi, o tevbeyi yapan şahsın mertebesinin büyüklüğüne ve tazim edildiğine delâlet etmektedir. Bu atıf, Hz. Peygamber'in, muhacirlerin ve ensarın tevbelerinin kabulünün, aynı hükme dahil olmasını gerektirir. Bu da, onların durumlarının yüceliğini ve onların buna müstehak olmalarını gerektirir. [290]

 

İkinci Mesele

 

Ayette bahsedilen üç kişi. Cenâb-ı Hakk'ın, "diğer birtakımı da   Allah'ın   emrine   intizaren   haklarındaki   hüküm ertelenmiş   olanlardır" (Tevbe.  Ioe) ayetinde   bahsetmiş olduğu kimselerdir. Alimler, onların, haklarında hüküm gecikmiş olanlar şeklinde vasfedilmiş olmalarının sebebinde ihtilâf ederek, şu açıklamaları yapmışlardır:

a) "Buradaki "hullifû/'dan maksad, onlara, savaştan geri kalma emri verilmiş olması: veyahut da. Hz. Peygamber'in buna razı olması değildir. Aksine bu. senin arkadaşına; "Falancayı, nerede terkettin?" deyip de, onun da: "Falanca yerde" demesine benzer. Bu cevabı veren kimse, büyük ihtimal, onun orada kalmasını istememiş, hatta geri kalmaktan men etmiştir. Fakat böyle söylemekle, sadece onun kendisinden geride kaldığını bildirmek ister.

b) O üç kimsenin, savaşa gitme kararlılığı içinde olmaları, Hz. Peygamber (s.a.s)'in de. onlara, âlet ve edevat, savaş teçhizatı elde edebilecekleri bir süre kadar müsaade etmiş olması; onlar, muayyen bir zaman gecikip kalınca da, o kimselerde gevşeklik ve tembelliğin zuhur etmiş olması, böylece de "Peygamber onları geride bıraktı" denilmiş olması da imkânsız değildir.

c)  Cenâb-ı Hak burada, bir topluluğun kıssasını anlatmıştır ki bunlar, "Diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren geciktirilmişlerdir" (Tevbe. ıo5) buyruğundan kasdedilenlerdir. Bunların   geciktirilmiş  olmasından murad, tevbelerinin kabulü hususundaki hükmün, ilk gruptan sonraya kalmış olmasıdır. Bu üç kişiden birisi olan Ka'b İbn Mâlik şöyle demişti: "Cenâb-ı Hakk'ın, bizim hakkımızdaki  buyurmasından maksad, savaştan geri kalmamız olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın, "Diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren geciktirilmişlerdir"(Tevbe, 106)ayetinde işaret edildiği üzere, Allah Resulünün bizim hakkımızdaki hükmü ertelemesidir." [291]

 

Üçüncü Mesele

 

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu tabir "Gazaya  çıkanlara Medine'de halef oldular" anlamında olmak üzere

helefû şeklinde okunmuştur. Bu kıraat, hâlife (ahmak) veya helûf (ağız kokusu) manası esas alınırsa "akılsızlık ettiler ve bozuldular" manasına da gelebilir. Ca'fer es-Sadık, bu kelimeyi hâlefû (muhalefet ettiler) şeklinde okurken, A'meş,  şeklinde okumuştur. [292]

 

Seferden Geri Kalan Üç Sahabi  

 

Bu üç kişi, şâir olan Ka'b İbn Mâlik; hakkında Liân ayeti nazil olmuş olan  Hilâl  İbn  Ümeyye ve  Mürâre İbn

er-Rebî'dir. Alimlerin,  bu  hadiseyle alâkalı  iki görüşü bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu görüşe göre onlar, Hz. Peygamber'in arkasından gitmişlerdir. Hasan el-Basri bunu şöyle anlatmaktadır: "Onlardan birisinin, bedeli yüzbin dirhem olan bir arazisi bulunuyordu. Bunun üzerine o: "Ey arazi, beni Allah'ın Resulünden, sen geri bıraktın sen! Git, seni Allah yoluna, O'nun rızasına vakfediyorum. Ben, Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar, sahraları dolaşıp katedeceğim" dedi ve bunu yaptı da. İkincisinin de bir ailesi bulunuyordu. Bunun üzerine o: "Bak, hanım! Beni Allah'ın Resulünden sen geri bıraktın, sen! Artık ben de seni bırakıp, O'na ulaşıncaya kadar sahraları katedeceğim" dedi ve böyle yaptı. Üçüncüsünün de, ne malı ne de çoluk çocuğu bulunuyordu. Bunun üzerine o: "Benim bu hususta, hayata olan düşkünlüğümden başka mazeretim yoktur. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Resulüne ulaşıncaya kadar, sahraları katedip gideceğim!" dedi. Böylece onlar, Allah'ın Resûlü'ne katıldılar, Bunun üzerine Allahu Teâlâ da, "diğer birtakımı da, Allah'ın emrine intizaren geciktirilmişlerdir" (Tevbe. 106) ayetini inzal buyurdu. [293]

 

Ka'b b. Malik (r.a.)'in Meselesi

 

Ekserî ulemânın görüşü olan ikinci görüşe göre onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peşinden gitmemişlerdir. Ka'b, bunu şöyle anlatır: "Hz. Peygamber (s.a.s), benim sözümden hoşlanırdı. Binâenaleyh, savaşa katılma hususunda O'ndan geri kaldığımda, Hz. Peygamber: "Ka'b'ı savaştan alıkoyan şey nedir?" demiş. Binâenaleyh, Hz. Peygamber Medine'ye geri dönünce, münafıklar mazeret beyanında bulunmuşlar, Hz. Peygamber de onları mazur görmüştü. Ben de Hz. Peygamber'in yanına vardım ve: "Benim atım da, silahım da hazırdı. Sebepsiz yere geri kaldım. O halde, benim bağışlanmamı dile!" dedim. Allah'ın Resulü bunu kabul etmedi. Sonra, Hz. Peygamber (s.a.s), ashabı bu üç kişiyle oturup kalkmaktan men etti ve onlardan uzak durulmasını emretti. Hatta, bunu, onların karılarına bile emir buyurdu. Böylece, yer, onca genişliğine rağmen onlara dar geldi. Derken, Hilal İbn Ümeyye'nin karısı, Hz. Peygamber'e gelerek: "Ey Allah'ın Resutü, andolsun ki Hilal durmadan ağlıyor; öyle ki ben, onun gözlerinin kör olacağı endişesini duyuyorum!" dedi. Elli gün kadar geçmişti ki Allah; ayetiyle, (Tevbe, 1gayetlerini indirdi. Bu esnada Hz. Peygamber (s.a.s), Ümmü Seleme'nin yanından odasına çıkarak, "Allahu Ekber!. Allah, arkadaşlarımızın mazur oldukları hususunda ayet indirdi" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s), sabah namazını kıldırdıktan sonra, bunu, ashabına açtı ve onlara, Allah'ın o kimselerin tevbesini kabul ettiği müjdesini verdi. Bunun üzerine o üç kişi Hz. Peygamber'e geldiler. Hz. Peygamber de, haklarında nazil olan ayeti okudu,Bunun üzerine Ka'b (r.a): "Benim Allah'a karşı yapacağım tevbe, bütün malımı sadaka olarak vermemdir" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s): "Hayır" dedi. Ka'b da: "Malımın yansını vereyim" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) yine: "Hayır" dedi. Ka'b: "Üçte birini" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s): "Evet öyle yap" buyurdu. [294]

 

Üç Sahabinin Müşterek Vasıfları

 

Bil ki Cenâb-ı Allah, bu üç kişiyi şu üç sıfatla nitelemiştir:

Birinci sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş.. " buyruğunun ifade ettiği husustur. Müfessirler bunun manasının şöyle olduğunu söylemişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s), onlardan yüz çevirmiş, onlara iltifat etmemiş, mü'minleri onlarla konuşmaktan men etmiş, onların hanımlarına, ayrı durmalarını emretmiş ve onlar, bu hal üzere elli veya daha fazla gün beklemişlerdi. Hak Teâlâ'nın "Yeryüzü bunca genişliğine rağmen. onlara dar gelmişti" buyruğunun tefsiri, bu sûrede daha evvel geçmişti.

İkinci sıfat: Hak Teâlâ'nın: "Vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı" buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu ifade ile, onların üzüntüleri, kederleri, eş ve dostlarından ayrı kalmaları ve insanların kendilerine hor bakmaları sebebi ile, içlerinin daralması kastedilmiştir.

Üçüncü sıfat: Hak Teâlâ'nın "Nihayet Allah'dan. yine Allah'dan başka sığınacak hiç bir yer olmadığını anladılar" buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu ayetin manası, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, dua ederken söylediği:"Ey Allahım! Senin gazabından yine senin nzana; kızgınlığından affına ve senden yine sana sığmıyorum "[295] şeklindeki sözünün manasına yakındır.

Bazı âlimler de, bu ayetin başındaki zannû sözünün tıpkı Bakara süresindeki ^îj ijilü ^i jjüaj jjJJi (Bakara. 46) ayetinde olduğu gibi, "dildiler" manasına geldiğini söylemişlerdir. Bu kelimenin bu manaya olduğunun delili, Allah Teâlâ'nın bu vasfı, onlar hakkında bir medh (övgü) sadedinde zikretmesidir. Bu. onların ancak. Allah'ın hışmından yine Allah'a sığınılacağını bilmeleri ile mümkün olur.

Diğer bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Bunların durumları vahye dayanmıştır Onlar, Allah Teâlâ'nın kendilerinin nifaktan uzak oldukları hususunda ayet indireceğim kafi olarak bilmiyorlardı. Fakat, o sıkıntılar içinde kalma müddetlerinin uzayabileceğine ihtimal veriyorlardı. O halde tenkid, o müddetin kısa olmasını muhtemel görme ile ilgili olmuş olur. [296]

 

Bu Sahabilerin Tevbelerinin Kabulü

 

Allah Teâlâ onları bu üç sıfatla niteleyince  "Sonra Allah onları tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [297]

 

Birinci Mesele

 

Bil ki burada mutlaka mukadder bir ifade vardır ve bunun takdiri şu şekildedir: "Yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmış ve nihayet Allah'dan yine Allah'dan başka sığınacak bir yer olmadığını anlayınca, Alla1-onları tevbeye muvaffak kılmış ve sonra yine onları tevbeye muvaffak kılmış." İfadedeki bu tekrarın faydası nedir? Biz deriz ki: Bu tekrar, te'kidden ötürü güzel ve yerindedir. Bg tıpkı, hükümdarın, bazı köleleri için affını gösterme hususunda mübalağa etmek, yani bunu iyice ortaya koymak istediğinde, "Seni affettim, afettim, affettim!" demesi gibidir.

Buna göre eğer. "Ayetteki "Tevbe etmeleri için, Allah onları tevbeye muvaffak kıldı" tabirinin manası nedir?" denilirse biz deriz ki: "Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Alimlerimiz, bundan maksadın, kulun fiilini Allah Teâlâ'nın yarattığını beyan etmek  olduğunu   söylemişlerdir.   Binâenaleyh   ayetteki,   ifadesi, tevbenin   Allah'ın   fiili   (yaratması)   olduğuna; "tevbe   etmeleri  için" ifadesi ise, tevbenin kulun fiili (kesbi) olduğuna delâlet etmektedir ki, bizim görüşümüz de budur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Hakikat şu ki:'Güldüren de. ağlatan da A//a/ı'c/jr"(Necm,gayetinin yanısıra, "Onlar, az gülsünler, çok ağlasınlar" CTevbe.82)ayetinin; "Kâfirler o (Muhammedi Mekke'den) çıkardıkları zaman.."(Tevbe. 40)ayetinin yanısıra, "Rabbin, seni evinden harbe çıkardığı zaman.. (Enfâi.5)ayetinin ve"Deki: "Yerde gezin, dolaşın.. "(Nemi, 69)ayetinin yanısıra, "'O (Allah), sizi karada ve denizde gezdir endir.. (Yunus 22) ayetinin bulunuşudur.

2) Bundan maksad, "Bu, sizin ileride tevbe etmenize sebeb olsun diye, Allah'ın geçmişte sizi tevbeye muvaffak kılmasıdır" manasıdır.

3) "Tevbe"nin,  kök manası  "dönmek,  rucû etmek"tir.  Binâenaleyh ayet, "Mü'minlerle içli-dışlı olma ve aradaki ayrılığın kalkması ve böylece gönüllerinin yatışmış olması şeklindeki eski hallerine ve âdetlerine dönmeleri için, Atlan onlart tevbeye muvaffak kılmıştır" manasındadır.

4)  Bu ifade, "Onlar tevbeye devam etsinler ve tevbelerini bozacak bir şeye dönmesinler diye Allah onları tevbeye muvaffak kıldı" manasındadır.

5) Bu, "Tevbelerinden istifade etsinler ve bol sevap kazansınlar diye, Allah onları tevbe etmeye muvaffak kılmıştır. Bu iki fayda, ancak Allah'ın onları tevbeye muvaffak kılmasından sonra gerçekleşir." [298]

 

Allah'ın Tevbeyi  Kabul Etmesi   Vacip Değildir              

 

Âlimlerimiz, Allah'ın tevbeleri kabul etmesinin, aklen Allah'a vâcib olmadığı hususunda bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu kimseler hakkında tevbe şartları, taa  işin   başından   beri   mevcuttu.   Buna  rağmen   Hz. Peygamber (s.a.s), onları kabul etmemiş, onlara iltifat etmemiş ve onları elli ve hatta daha fazla gün terketmiştir. Binâenaleyh eğer Allah'ın tevbeyi kabulü aklen ve mantıken vâcib olsaydı, peygamberin böyle yapması caiz olmazdı.

Cübbâî, ehA-i sünnetin bu görüşüne şöyle diyerek cevap vermiştir; ' 'O tevbenin ta işin başından itibaren makbul olduğu, ama Hz. Peygamber (s.a.s)'in, cihad ve benzeri hususlarda emrettiği şeylerde, hiç kimse bu şeylerden geri  alma cüretini göstermesin diye, onlar üzerine bu mükellefiyetin ağır olmasını kasdetmiş olduğu söylenebilir. Hem, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onlarla konuşmaktan mü'minleri yasaklamış olması bir ceza olmayıp, mükellefiyeti ağırlaştırmak için olmuştur." Kadî (Abdulcebbâr) şöyle demiştir: "Onlar gerçeği anlasınlar, günahlarını ve başlarına gelen şeyi kabul etsinler diye, Hz. Peygamber (s.a.s), bu ağır mükellefiyeti o üç kişiye yüklemiştir. İşte onların bu durumu, özürlerini açıkça söyleyen münafıkların başına gelenden caydırma hususunda daha ileridir.

(Mu'tezılî olan bu şahıslara) şöyle cevap verilir: Biz, ayetteki "Sonra Allah onları tevbeye muvaffak kıldı" buyruğunun zahirî manasına tutunuyoruz. Çünkü "sonra" kelimesi terâhî{zaman bakımından sonralığı göstermek) içindir. Bu kelime, tevbenin kabulünün, sonra olduğunu gösterir. Binâenaleyh siz bunu, o kabulün ortaya konulmasının (belirtilmesinin) geciktirilmesi manasına alırsanız bu, bir delil olmaksızın, ayetin zahirî manasını bırakma olmuş olur. Buna göre eğer onlar, "Ayetin zahirini bırakmayı gerektiren, "O. kullarının tevbesini kabul eder.." (Şûra. 25) ayetidir" derlerse, biz de deriz ki: "Bu ayetteki "kabul eder' kelimesi, gelecek zaman içindir. Gelecek zaman kalıbı ise, icmâ ileT asla fevriliği (hemen yapmayı) ifade etmez."

Sonra Allah Teâlâ bu ayetini "Şüphesiz ki Allah (ancak) o. tevbeyi en çok kabul eden. hakkıyla merhamet edendir" buyurarak bitirmiştir. Bil ki Allah Teâlâ'nın "tevvâb" sıfatının peşinden "rahîm" sıfatını getirmesi, tevbeleri, kendisine vâcib olduğu için değil, sırf rahmet ve kereminden ötürü kabul ettiğine delâlet eder. Bu da, biz (ehl-i sünnetin), "Aklen, tevbeleri kabul etmek, Allah üzerine vacib değildir" şeklindeki görüşümüzü kuvvetlendirir. [299]

 

Doğru Kişilerle Beraber Olmanın Lüzumu

 

"Ey iman edenler. Allah'ı sayın ve sadıklarla beraber olun" (Tevbe. 119).

Bil ki Allah Teâlâ, bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğini bildirince, bahsi geçen şeyi, yani cihadda, Hz. Peygamber (s.a.s)'den geri kalmayı men etme sadedinde bir ifade zikrederek, "£y iman edenler, Resûlullah'm emrine muhalefet etme hususunda Allah 'dan korkun ve savaşlarda (doğru olanlarla, yani Resul ve ashabı ile birlikte olun. sakın savaştan geri kalanlardan ve münafıklarla birlikte evlerinde oturup kalanlardan olmayın" buyurmuştur.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [300]

 

Ayetin Icmaa Delil Olması        

 

Allah   Teâlâ-   mü'minferle, sâdıklarla   beraber  olmayı .emretmiştir. Sâdıklarla birlikte olmak vâcib (şart) olduğuna göre, her zaman ve devirde, sadıkların var olması gerekir.

Bu da herkesin, bâtıl üzerinde ittifak etmesine mânidir. Herkesin bâtıl üzerinde ittifak sağlaması imkansız olduğuna göre, yine herkes birşey üzerinde ittifak ettiklerinde, hakkı bulmuş olmaları gerekir. İşte bu da, icma-ı ümmetin bir hüccet olduğuna delâlet eder. [301]

 

Şia'nın Masum İmam İddiasının Reddi

 

Eğer biri çıkıp derse ki: "Hak Teâlâ'nın, "Sadıklarla beraber olun" buyruğu ile, "Sâdıkların yolu üzere olun" manası kastedilmiş olabilir. Bu, tıpkı bir kimsenin, çocuğuna: "Salihlerle (iyi kimselerle) beraber ol" dediğinde,gayesi bu manayı ifade etmektir." Bunu kabul ederiz, amma diyoruz ki:"Bu emir, sadece Hz. Peygamber  (s.a.s) zamanında vardı. Binâenaleyh bu, peygamber (s.a.s) ile birlikte olma hususunda bir emirdir. 8u sebeble de bu ifade, diğer zamanlarda da bir sadığın (peygamberin) bulunacağına delâlet etmiş olmaz. Biz bunu da kabul ettik diyelim. O halde^Şia'nın da dediği gibi, ayetteki "sâdık"ın, mükellefiyet zamanının (dünya hayatının) onsuz olması imkansız olan "masum imam" manasına olması niçin caiz olmasın?" denilir ise, birinciye şöyle cevap verilir: "Sadıklarla beraber o/un "emri, sâdıklara uyma hususunda bir emir, onlara muhalefet etme hususunda bir nehiydir. Bu ise, her zaman sâdıkların bulunması şartına bağlıdır. Halbuki, vacibin ancak kendisi ile tamam olacağı şey de vâcibtir. Binâenaleyh bu ayet, sâdıkların her zaman bulunacağına delâlet etmiş olur.

Bu soruyu soranın, "Ayet, "sâdıkların yolu üzere olun" manasindadır" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: "Bu, ayetin zahirî manasını, bir delil ve sebeb yok iken bırakmaktır."

Onun: "Bu emir, Hz. Veygamber (s.a.s) zamanına ait bir emirdir" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki; Bu da şu sebeblerden ötürü yanlıştır:

1)  Kur'an'da zikredilen mükellefiyetlerin, Kıyamete kadar mükelleflere yönelik olduğu, Hz. Muhammed'in dininde açık bir tevatürle sabittir. Binâenaleyh bu mükellefiyetin durumu da böyledir.

2) Bu sîga, bütün vakitleri kapsar. Nitekim bu ifadeden istisna yapılabilmesi de bunun delilidir.

3) Ayetin lafzında, belli bir zaman zikredilmediği için, ayeti zamanların bir kısmına hamletmek, diğer zamanlara hamletmekten daha evlâ olmaz. Bunu, bir kısım zamanlara hamletmek, ta'tîle (ayeti muattal bırakmaya) götürür ki, bu bâtıldır. Ayeti, bütün zamanlara hamletmeye gelince, işte elde etmek istediğimiz netice de budur.

4) Cenâb-ı Hakk'm, "Ey iman edenler, Allah'ı sayın!" buyruğu, onlara takvayı emreden bir ifadedir. Bu emir, müttakî olmayacak olanları da kapsayabilir. Bu da ancak, o kimsenin hata etme ihtimali olduğunda mümkün olur. Binaenaleyh ayet, hata edebilecek olanların, ismetleri (hata etmemeleri) vâcib otan kimselere uymaları gerektiğine delâlet etmiş olur. İsmetleri vâcib olanlar da Allah'ın kendileri için "sâdıklar" hükmünü verdiği kimselerdir. Bundan dolayı bu ayet, hatadan ma'sum olanın, hata edebilecek kimselerin hatalarına manî olabilmesi için, hata edebilecek kimselerin, hatadan masum olanlarla birlikte olmaları gerektiğine delalet eder. İşte bu, her zaman için söz konusudur. Binâenaleyh bunun her zaman bulunması gerekir.

Soruyu soranın, "Bundan muradın, mü'min kimsenin, her zaman mevcud olan ma'sum ile birlikte olması manası olması niçin caiz olmasın?" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Biz de, mutlaka her zaman bir ma'sumun olması gerektiğini kabul ederiz. Fakat biz bu ma'sumun, ümmet-i Muhammed'in topluluğu olduğunu söylüyoruz. Siz ise, bu ma'sûm'un, ümmetten biri olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu sebeble biz, bu ikincisinin yanlış olduğunu söylüyoruz. Çünkü Allah Teâlâ, mü'minlerden herbirine sâdıklarla birlikte olmayı vâcib kılmıştır. Bu ise, mü'min için ancak, o sâdığın kim olduğunu bilmesi hâlinde mümkün olur. Bu, o sadığın kim olduğunu bilmeyen için mümkün değildir. Binâenaleyh sadığın kim olduğunu bilmeyen de, sadıklarla beraber olmakla emrolunmuş olsaydı, bu "teklif-i mâla yutak" olurdu. Bu ise caiz değildir. Fakat biz, ismet sıfatını taşıyan belli bir insan bilemiyoruz. Bizim, böylesi {ma'sum} bir insanı bilemiyeceğimizi bilmemiz, zaruri ve kesindir. Öyleyse Hak Teâlâ'nın, "Sadıklarla beraber olun" emri, belli bir şahısla birlikte olma hususunda bir emir olmamış olur. Bu yanlış olunca, geriye bu ifadeden muradın, ümmetin topluluğu ile (geneli ile) birlikte olma ihtimali kalır. Bu da, ümmetin genelinin görüsünün hak ve doğru olduğuna delâlet eder. Bizim, "icma bir delildir" sözümüzün manası işte budur. [302]

 

Doğruluğun Lüzum ve Fazileti, Yalanın Çirkinliği             

 

Ayet, doğruluğun   (sıdk'ın)   faziletine ve  derecesinin yüceliğine delalet etmektedir. Durumun böyle olduğunu,   şunlar da teyid etmektedir:

a) Rivayet edildiğine göre birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelir ve: "Ben, sana iman etmek isteyen birisiyim. Fakat

içki içmeyi, zina etmeyi, hırsızlık yapmayı ve yalan söylemeyi de severim. İnsanlar senin bütün bunları haram kıldığını söylüyorlar. Ben ise, bunların hepsini bırakmaya takat getiremem. Eğer sen bunlardan sadece birisinden vazgeçmemi kâfi görürsen, sana iman ederim" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Yalanı bırak" buyurur. O da bunu kabul eder ve müslüman olur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanından ayrılınca, birileri ona içki sunarlar. O, (kendi kendine) "Eğer içersem, peygamber de bana içip içmediğimi sorar ve ben de yalan söylersem, verdiğim sözde durmamış olurum. Yok eğer doğru söylersem, o zaman da bana hadd (içki cezası) uygular" diye düşündü ve içki içmedi. Sonra ona birileri zina teklifinde bulundular, Aynı düşünce hatırına gelince, ona da yanaşmadı, Hırsızlık meselesinde de böyle oldu. Bunun üzerine bu şahıs, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek "Yaptığın, ne kadar güzel! Sen beni yalandan men edince, bütün kötülük kapılarını bana kapatmış oldun" dedi ve herşeyden tevbe etti.

b)  İbn Mes'ûd (r.a)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Size doğruluk gerekir. Çünkü doğruluk insanı birre (iyiliğe) yaklaştırır. Birr de cennete yaklaştırır. Hiç şüphesiz kul doğru olur ve böylece Allah katında sıddîk (dosdoğru) olarak yazılır. Aman yalandan sakınınız! Çünkü yalan insanı fücura (günaha), fücur da cehenneme yaklaştırır. Hiç şüphesiz adam yalan söyler ve böylece Allah katında kezzâb (yalancı) diye yazılır. Baksana insanlar için cij> (Doğru oldun, doğru söyledin); oj^ (iyi oldun), ve £jJ*j (azdın, günaha daldın), £İ&* (yalan söyledin) ifadeleri kullanılır."

c) Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an'da iblisten naklettiği, "O, "senin izzetine andederim ki, içlerinden ihlâsa erdirilmiş mü'min kulların müstesna, onlann hepsini muhakkak azdıracağım" (Sâd. 82-83) ifadesi hakkında şu söylenmiştir: "İblis böyle bir istisna yapmıştır. Çünkü eğer o bu İstisnayı yapmamış olsaydı, bütün insanları yoldan çıkarma iddiasında yalancı olmuş olurdu. Böylece o. yalandan kaçınarak bu istisnayı yapmıştır. Binâenaleyh yalan iblisin bile kaçındığı birşey olduğuna göre, müslümanın ondan kaçınması haydi haydi şart olur.

d) İmanın, diğer taatlardan değil de doğruluktan (sıdktan) sayılması, doğruluğun faziletine; küfrün de, diğer günahlardan değil de yalandan sayılması, yalanın kötülüğüne delâlet eder.

Alimler yalanın kabîh (kötü ve çirkin) olmasını gerektiren şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. (Ehl-i sünnet) alimlerimiz onun kabih olmasını gerektiren şeyin, yalanın hem âlemin hem de insanın işlerini bozması olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile ise, yalanın kabih olmasını gerektiren şeyin, bizzat yalan oluşu olduğunu söylemişlerdir. Bizim delilimiz. HakTeâlâ'nın. L'£y iman edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onu tahkik edin (araştırın). Yoksa bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz'' (Hucurât. 6)ayetidir. Bu, ı:fâsığın sözünü kabul etmeyin. Çünkü çoğu zaman onun sözü yalan olur. Böylece o yalanı kabul etmekten dolayı, sonunda pişman olacağınız bir iş yaparsınız" demektir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ'nın iyilikleri ihlal eden bir neticeye götürmesi ihtimalinden dolayı, yalan olabilecek şeyleri reddetmeyi vacib kıldığına delâlet eder. Şundan dolayı. yalanın kabîh olmasını gerektiren şey, onun zararlara sebeb olmasıdır.

Kadî de kendi görüşüne şu şekilde delil getirmiştir: "Bir kimse bir menfaat elde etme veya bir zararı giderme çabasına girer ve onun bunlara ulaşması da yalan ve doğru söylemesi ile mümkün olursa, bu durumda onun doğruyu bırakıp yalana başvurmasının caiz olmayacağı aklın bedaheti ile anlaşılır. Şayet o kimsenin bu neticeye ulaşması iki doğru ile mümkün olmuş olsaydı, o zaman onun bu iki doğrudan birisini bırakıp diğerine başvurması caiz olurdu. Binâenaleyh eğer yalan, bir menfaatten veya bir zararı gidermeden ötürü güzel olmuş olsaydı, yalanın durumu, doğrunun durumu gibi olurdu. Bu böyle olmadığına göre, yalanın sadece her halükârda kâbih bir şey olmuş olduğu anlaşılır. Bir de eğer yalan hasen (güzel) olmuş olsaydı, bir maslahat (fayda) söz konusu olduğunda, Allah'ın onu emretmesinin caiz olması gerekirdi. Bu da, Allah'ın haberlerine güvenümeme neticesine götürürdü." Kadî'nin tefsirinde yaptığı izah işte budur.

Onun birinci iddiasına şöyle cevap verilir: "İnsanlarca, yalan, âlemin maslahatlarını (düzenini) bozduğu için, taa ömrünün başından itibaren, yalanın çirkin bir iş olduğu kabul edilince, bu onun gözünün önünden hiç ayrılmayan ve hayali kaybolmayan bir suret olmuş olur. Bu suretin bu hususta hüküm vermesi sözkonusu olursa, onda kökleşmiş adet onun kabîh (çirkin) olduğuna hükmeder. Bundan dolayı eğer siz insanın böylesi bir âdetten uzak bulunmasını ve neticeye ulaştırma bakımından yalan ile doğrunun eşit olduğunu farzetmeniz halinde bir tercihin olabileceğini kabul etmeyiz."

Kâdî'nin ikinci deliline de şöyle cevap verilir: Size göre Allah Teâlâ'nın yalan söylemeyişinin sebebi şudur: "Allah yalan söylemez, çünkü çirkindir. Allah bu çirkinliği irtikâb etmez, çünkü yalandır!" Binâenaleyh Allah'dan yatanın sâdır olmasının imkansız olması gerekçesi ile bu manayı kabul etmeniz halinde devr-i fasit lâzım gelir ki, devir bâtıldır. [303]

 

Medine'nin Çevresindeki Bedeviler

 

Ne Medinelilehn. ne de çevrelerindeki bedevilerin, Allah'ın Resulünden geri kalmaları ve bizzat kendisine, canla başla rağbet etmemeleri olacak şey değildir. Çünkü onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık (çekmeleri), kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları, bir düşmana karşı bir muvaffakiyete nail olmaları yoktur ki mukabilinde kendileri için de bu sebeble iyi bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah iyilik edenlerin mükâfaatım zayi etmez. Onlar, gerek küçük, gerek büyük herhangi bir masraf yapmaya dursunlar bir vadiyi geçmeyedursunlar, mutlaka Allah o yapageldikleri şeyden daha güzeliyle onlara mükâfaat vermek için, (bütün onlar) hesablanna yazılmıştır" (Tevbe, 120-121).

Bil ki Allah Teâlâ: "Sadıklarla beraber olun" buyruğu ile, bütün savaşlarda ve toplantılarda Hz. Peygamber (s.a.s)'le birlikte olmanın vâcib olduğunu bildirince, bunu te'kid ederek, bu ayette de, Peygamber'den ayrılmayı yasaklayıp, "Ne Medinelilerin ne de çevrelerindeki bedevilerin, Allah'ın Resulünden geri kalmaları (...) olacak şey değildir" buyurmuştur.

Medine'nin etrafında yerleşmiş olan bedeviler: Müzeyne, Cüheyne. Eşca', Eşlem ve Gıfâr Kabileleridir. Bunu, İbn Abbas (r.a) haber vermiştir.

Bu tabirin, Medine'nin etrafında olan bütün bedevileri kapsadığı, çünkü lafzın umumi olduğu, bunu tahsis etmenin delilsiz bir iddia olacağı da ileri sürülmüştür,

Her iki görüşe göre de, Resûlullah (s.a.s) sıcak altında iken ve sıkıntı çekerken, kendilerinin Resûluliah'dan ayrılıp canlarını koruma ve refah peşinde olmaları uygun olmaz.

Cenâb-ı Hak, "Bizzat kendisine canla başla rağbet etmemeleri yasaktır" buyurmuştur. Arapça'da "Ondan vazgeçtim, onu terkettim, ondan geri durdum" manasında yine, "ona karşı harîsoldum, onu bırakmadım" manasında denilir. Buna göre mana, "Onların, Peygamberin kendisi için tercih ettiği şeyi, kendi nefisleri için istememeleri uyçun olmaz" şeklinde olur.

Bil ki bu ifadenin zahiri, onların hepsine cihadın farz olduğunu göstermektedir. Fakat biz, hasta, zayıf ve âciz kimselerin, hem aklî detil ile hem, "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez '(Bakara. 2B6) ve "A'mâ olana bir harec (günah) yok... "(Nur.et)ayetleri ile, bu ayetin genel hükmünün dışında bırakıldıklarını söylüyoruz.

Cihadın farz-ı ayn olmadığı meselesine gelince, bunun böyle olduğuna da icma delalet etmektedir. Böylece bu da, ayetin umumi hükmünden tahsis edilmiş ve bu iki şeklin dışındaki herkes, bu umumi hükmün muhtevasında kalmış olurlar. [304]

 

Cihada Çıkanların Kazançları

 

Bil ki Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'den geri kalmayt, yasaklayınca, onlara bu yolculukta isabet edecek her çeşit güçlüğün Allah katında büyük bir ücrete vesile olduğunu beyan buyurmuş ve sonra şu beş hususu zikretmiştir:

1) O'nun Bunun sebebi şudur: Çünkü onların "Allah yolunda bir susuzluk isabet etmez ki..." buyruğunun ifade ettiği husus. Zama kelimesi, şiddetli susuzluk demektir. Nitekim Arapça'da bir kimse iyice susadığında, J^İ Ut denilir

2) O'nun "bir yorgunluk" kelimesinin ifade ettiği husus. Bu, "bitkinlik, yorgunluk" demektir.

3)  O'nun "Allah yolunda bir açlık..." sözünün ifade ettiği husus. Cenâb-ı Hak bununla, kendisinde karnın adetâ sırta yapıştığı şiddetli açlığı murad etmiştir. Bu manada, denilir.

4) O'nun 'Kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları" buyruğunun ifade ettiği husus. Bu, "Mü'min ayağını, atı tırnağını, devesi tabanını bir yere bastığı zaman,  mutlaka bu kâfirlerin gayzına sebeb olur" demektir. İbnu A râbî, Arapça'da, "Onu kızdırdı, öfkelendirdi" manasında, tete  ve fiillerinin aynı manada olarak kullanıldığını söylemiştir.

5)  O'nun "Bir düşmana karşı bir muvaffakiyyete nail olmaları, yani bir esir almaları veya onları öldürmeleri, az-çok onları bir hezimete uğratmaları yoktur ki mukabilinde kendileri için de bu sebeble iyi bir amel yazılmış olmasın, yani bu. Allah katında bir ibadet ve bir yakınlaşma sebebi olmamış olsun" ayetinin ifade ettiği husustur. Biz diyoruz ki bu ayet, Allah'a itaatta bulunmaya niyetlenen herkesin, oturmasmın, kalkmasının, yürümesinin, harekât ve sekenâtının, evet bütün bunların Allah katında yazılmış birer hasene olduğuna delâlet eder. Masiyet ve günah tarafındaki hüküm de böyledir. Binâenaleyh, tâatın bereketi, masiyetin de uğursuzluğu ne kadar büyüktür!

Alimler bu ayetin ifade ettiği hüküm hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Katâde şöyle demiştir: "Bu hüküm, Resûlullah'a has olan hükümlerdendir. Binâenaleyh, Resûlullah'ın bizzat kendisi savaştığı zaman, mazeretsiz olarak, hiç kimsenin ondan ayrılması caiz olmaz."

İbn Zeyd de şöyle demiştir: "Bu, müslümanlar az iken böyleydi. Onların sayısı çoğalınca, Allah Teâlâ, bu ayetin ifade ettiği hükmü, "Mü'minlerin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları münasip değildir" (Tevbe, i22)ayetiyle neshetmiştir." Atiyye ise şöyle demiştir: "Onların, Hz. Peygamber (s.a.s) onları bir şeye davet edip onlara emrettiğinde, Allah'ın Resulünden ayrılma ve O'nu yalnız bırakma hakları bulunmamaktadır. Doğru olan da budur. Çünkü, Allah'ın Resulü bir şey emrettiğinde, ona itaat ve çağrısına icabet etmek ister istemez gerekir. Görevlendiren veya tayin eden idarecilerin emirleri de böyledir. Zira görevlendirilen birinin geri kalmasını tecviz edersek, bu yalnız bir kimseye münhasır kalmaz ve neticede cihad muattal olur."

Daha sonra ''Onlar, gerek küçük, gerek büyük herhangi bir masraf yapmayadursunlar " buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak bu beyanıyla, isterse bir hurma tanesi veya ondan da az bir şey, isterse bir kılıçbağı veya ondan da az bir şeyi kasdetmiştir.

Yine Cenâb-ı Hak, "Bir vadiyi geçmeye ursunlar" buyurmuştur. Vadi, dağlar ile tepeler arasında kalan boşluğa, mekâna verilen isim oiup, çoğulu evdiye'dir.

Cenâb-ı Hak "yazılmış olmasın" buyurmuştur. Yani, "Allah, o infâk ve o hareketi, mutlaka onlar lehine olarak yazar" demektir.

Daha sonra "Mutlaka Allah o yapageldikleri şeyden daha güzeliyle onlara mükâfaat vermek için" buyurulmuştur. Bu ifadede, iki izah bulunmaktadır:

a) Ayette geçen ahsen kelimesi, onların yapmış oldukları fiillerin sıfatlarındandır. Onların yapmış oldukları fiiller içinde vâcib, mendûb ve mubah olanlar bulunmaktadır. Allah Teâlâ onlara, kendilerinin yapmış oldukları en güzel fiile göre mükâfaat vereceğini beyan buyurmuştur ki, bu durumda, bu "en güzel" tabirine, mubah olanlar değil de, vâcib (farz) ve mendûb olanlar girer.

b) Ahsen lafzı. L'cezâ-mükâfaat" kelimesinin sıfatıdır.. Buna göre "Allah onları, yapmış oldukları amellerine mukabil en güzel, en yüce ve en üstün mükâfaatla ödüllendirir" ki işte bu da, Allah'ın verecek olduğu ilahi mükâfaattır. [305]

 

"Bununla beraber mü'minierin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları münasip değildir. O halde onların her sınıfından yalnız birer zümre savaşa gitmeli, kimide -din ve şeriat ilimlerini iyice Öğrenmeleri ve kavimleri savaştan dönüp kendilerine geldikleri zaman onları uyarmaları için- gitmeyip kalmalıdırlar. Olur ki bu suretle mü'minler aykırı hareketlerden kaçınırlar" (Tevbe. 122),

Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: [306]

 

Din Âlimi Yetiştirmenin  Gerekli Olduğu              

 

Bil ki bu hususta şu iki şey söylenebilir:

a)  Bu  ayet,  cihad  hükümlerinin  geriye  kalanlarından birisidir.

b) Bu, cihadla herhangi bir münasebeti bulunmayan yeni bir sözdür.

Birinci ihtimale gelince, İbn Abbas (r.a)'dan şöyle dediği

rivayet edilmiştir: '"Hz. Peygamber (s.a.s) savaşa çıkarken, ondan, münafık veya mazereti olanlardan başkası ayrılmaz, savaştan geri kalmazdı. Allah Teâlâ, münafıkları, Tebük Savaşı vesilesiyle iyice ayıplayıp kınayınca mü'minler, "Allah'a yemin olsun ki biz, hiçbir savaş ,ve hiçbir seriyyede Hz. Peygamber'den ayrılmayacağız!.." dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelip kâfirler üzerine seriyyeler gönderince, geride kalan müslümanlann tamamı da savaşa gittiler ve Hz. Peygamberi Medine'de yapayalnız bıraktılar. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olduwBuna göre ayetin ifade ettiği mana şu olur: "Mü'minlerin topyekün savaşa gitmeleri uygun olmaz. Tam aksine, onların iki kısma ayrılmaları gerekir. Bir kısım, Hz. Peygamber'in Hizmetinde kalırken, diğeri de savaşa gider." Bu böyledir zira, o zam.an İslamiyyet, savaşmaya, cihad etmeye ve kâfirleri ezip geçmeye muhtaç idi: bu gerekiyordu. Yine, yeni yeni mükellefiyetler ortaya çıkıyor ve şer'i hükümler iniyordu. Müslümanların, Hz. Peygamberin yanında kalmaya ve böylece de, o yeni hükümleri öğrenmeye, o mükellefiyetleri bellemeye ve onları orada bulunmayanlara tebliğ etmeye ihtiyaçları vardı. Böylece o zaman, gerekli ve şart olanın, Allah'ın Resûlü'nün sahabesinin iki kısma ayrılması olduğu sabit olmuş olur. Bunlardan birisi, savaş ve cihada gidecek, diğeri de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında kalacaktır Böylece, s'avaşa giden kısım, savaşa katılmayanları da temsil etmiş olacak. Medine'de, Hz. Peygamberin yanında kalan kısım da, dinî ilimleri öğrenme hususunda savaşa iştirak etmiş olanları temsil etmiş olacaktır. İşte bu suretle de, her iki kısmın dinî işleri tamamlanarak ifa edilmiş olacaktır

Sen bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: Bu görüşe göre şu iki ihtimal ortaya çıkar. [307]

 

Dinde Derinleşenler Savaşa Çıkmayanlardır

 

Birinci ihtimal: Medine de kalan kısmın, dini öğrenen kısım olmasıdır. Şu sebeble ki onlar, devamlı Hz. Peygamber'in hizmetinde bulunup vahyi ve ayetlerin nüzulünü müşahade edip, her ne zaman bir mükellefiyet ve yeni bir hüküm geldiğinde, onu öğrenip iyice bellerlerdi. Binâenaleyh, savaşa giden kısım onlara dönüp başvurduğunda, Medine'de kalan bu kısım, öğrendikleri mükellefiyet ve hükümleri onlara tebliğ ederek bildiriyordu. İşte bu izaha göre ayette bir takdir yapmak gerekir. Buna göre ayetin takdiri, "Onlardan bir kısmının savaşa katılması; bir kısmının da. Medine'de kalarak dini iyice öğrenip, kavimlerine, yani savaşa katılanlar, savaştan döndükten sonra kendilerine başvurduğunda, onlara o hükümleri bildirmeleri gerekmem miydi? Böylece de savaştan dönenler, o yeni hükümleri öğrenince, Allah'a isyan ötmakten sakınmış olurlar" şeklinde otur. [308]

 

Dinde Derinleşenler Savaşa Çıkanlardır   

 

İkinci ihtimal: Dini öğrenme işinin, savaşa katılanlara ait olmasıdır. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür. Buna göre ayetin manas;,  'Onlardan herbir fırkadan, bir kısmın savaşa katılması gerekmez mi? Böylece savaşa katılan o kısım, din hususunda fakîhler olmuş olurlar. Böylece, onların fakîh olmasından maksad, ontarın. müslümanlann müşriklere galip gelmelerini ve pek az sayıda olmalarına rağmen, müşrikler dünyasına üstün gelmiş olduklarını müşahede etmiş olmalarıdır. O durumda onlar bunun, Allah Teâlâ'nın, yardım ve desteğini onlara vermiş ve tahsis etmiş olduğunu ve O'nun, Muhammed (s.a.s)'in dinini yüceltmeyi, şeriatini kuvvetlendirmeyi murad etmiş olduğunu anlamış olurlar. Binâenaleyh savaşa katılan bu topluluklardan bazı kimseler, kâfir olan kavimlerine, (hısım ve akrabalarının) yanına vardıklarında, onları, müşahede etmiş oldukları nusret, fetih ve muzafferiyyet mucize ve delilleriyle inzâr edip uyarırlar. Böylece de o kâfir kimseler Ailah'a isyan etmekten sakınırlar da, küfrü, şekki ve nifakı terkederler " şeklinde olur.

Bu görüş de, ihtimal dahilindedir. Kadî, bu görüşü tenkid^ederek, "Bu müşahede, dinde fıkıh {derinleşme) sayılmaz" demiştir.

Kadî'ye şu şekilde cevap vermek mümkündür: Savaşa katılanlar, silahı, yiyeceği olma­yan az sayıdaki bir topluluğun, yiyeceği ve içeceği boUhtişamı çok olan büyük bir kâfir top­luluğuna galip geldiklerini görüp müşahede ettiklerinde, esas maksat olan şeyi, iyiden iyiye kavramış olurlar. Bu esas maksat da, bu durumun (az bir kimsenin, kalabalık bir gruba galip gelmesinin) Allah'dan olup beşer tarafından olmayışıdır, Çünkü, şayet bu beşer tarafından yapılan bir şey olsaydı, o zaman, az sayıdaki kimseler, kendilerinden kat kat fazla olan kimselere galip gelemezlerdi ve bu din de her gün kat kat artarak ilerleyemezdi. Bu nükteyi ve inceliği anlama uyanıklığını göstermek, hiç şüphesiz ki bir anlamda "fıkh" (derin-anlayış)dtr.

Bir üçüncü ihtimale gelince, bu da şudur: Bu ayetin, cihad hükümlerinden geriye kalanlardan olmayıp, tam aksine bunun, kendi başına müstakil bir hüküm olduğunun söylenmesidir. Bu şöyle izah edilebilir: Allah Teâlâ, bu surede hicret meselesini beyan buyurup, sonra da cihadı emredince -ki bunlar, seferle ilgili iki ibadettir- Hz. Peygamber'den öğrenilen fıkhın da bir ibadet olduğunu beyan buyurmuştur ki, bunun da seferle ilgisi bulunmaktadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Dinde fakîh (derin anlayışlı) olmak için, topyekûn Hz. Peygamberin yanında kalmaları uygun olmaz. Tam aksine bu. vâcib de değildir, caiz de. Bunun durumu,özrü bulunmayan herkesin mutlaka katılması gereken ve Peygamberle beraber yapılan cihadın durumu gibi olmaz " buyurmuştur.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, "Bununla beraber mü'minlerin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları münasip değildir" buyurmuştur. Yani, "Şehirde eğleşen fırkalardan bir kısmı, dinde derinleşmek, helâli haramı öğrenmek, vatanlarına dönüp, küfürlerinden vazgeçsinler diye, kavimlerini uyanp sakındırmak için, Hz. Peygamber'in huzuruna varsın " demektir. Takdirin böyle olması halinde bundan murad, dinde derin anlayışlı olmak ve dinî meseleleri iyice öğrenmek için Hz. Peygamber'in huzuruna varmanın vacib olması otur. [309]

 

İlim Öğrenmek İçin Yolculuk Şart mıdır?

 

Buna göre şayet, "Ayet, fıkh öğrenmek, dinde derinleşmek için, her dönemde sefer edip gurbete çıkmanın vâcib olduğuna delâlet eder mi?" denilirse, biz deriz ki:

Fıkh öğrenmek, ancak, o kimsenin sefere çıkmasıyla elde edilebiliyorsa, o kimsenin bu sefere çıkması vâcib olur. Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında da durum böyleydi. Çünkü şerîat (dinî hükümlerin bütünü), henüz nihayete ermemiş, aksine her gün yeni bir hüküm, yeni bir mükellefiyet zuhur ediyordu. Halbuki, bizim zamanımızda ise, şer'î hükümler kesinleşip yerleşmiştir. Binâenaleyh, bir kimse kendi vatanında (beldesinde) ilim elde etme imkânına sahip ise, onun sefere çıkması vâcib olmaz. Ancak ne var ki ayetin lafzı, sefer etmeye dair bir delil olunca, pek yerinde olarak, biz de, kendisinden yararlanılan mübarek bir ilmin ancak seferde elde edilebileceği kanaatine vardık. [310]

 

Lev    İle  Hellâ Edatları   Hakkında      

 

Bu   ayette   zikredilen   lafızlarından   tefsir   edilmesi gerekenlerden birisi de lev lâ kelimesidir. Bu kelime, fiilin başına geldiği zaman, hellâ edatı gibi, teşvik manasını ifade eder: (olmalı, olmalı değil miydi?) Lev lâ edatının, heflâ manasını taşıması yerindedir. Zira hellâ da, iki kelimeden

meydana gelmiş olup, bunlardan birisi istifham ve arz (sunma) edatı olan hel, (diğeri de lâ)dır. Çünkü sen bir kimseye "Yer misin?" "Girer misin?" dediğinde, böylece sanki sen ona, bu yeme ve girme işini arzetmiş olursun. Diğer kelime ise lâ edatıdır. Bu edat, inkar ve cahd manasını ifade eder. O halde, hellâ birisi arz, diğeri cahd manası ifade eden iki şeyden mürekkeb olmuş olur. Buna göre sen. "Keşke şunu yapsaydın!" dediğinde, o zaman sen sanki, "Yaptın değil mi?" demiş, sonra da, bununla birlikte lâ, yani, "Hayır sen onu yapmadın " demiş olursun. Binâenaleyh, bu ifadede o fitlin vâcib (gerekli) olduğuna ve, fiilin yapılmaması suretiyle, bu gerekliliğin ihlal edildiğine dikkat çekmek söz konusudur, Aynı şey levlâ edatı hakkında da söylenilebilir. Çünkü sen, (Yanıma girmeli değil miydin?) ; "yanımda yemeli değil miydin?" dediğinde, bunun manası da, bir arz ve o işi yapması halinde, senin sevineceğini haber vermektir. Aynı şey lev mâ hakkında da söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'ın "...bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Hkı, i) ayeti de böyledir. Böylece, (evlâ, hellâ ve levmâ'ntn manaları birbirine yakın olan lafızlar olduğu sabit olmuş olur ki, hepsinden maksad da, terğîb ve teşviktir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "Onlar bunu yapmalı değil miydi?" şeklinde olmuş olur. [311]

 

Bu Ayet. Haber-ı Vahidin Hüccet  Oluşuna Delildir

 

Bu ayet, haber-i vahidin bir hüccet olduğunu benimseyenler için, güçlü bir delildir. Biz bu meseleyi, KitabuM-Mahsûl Mine'l-Usûl adlı eserimizde uzun uzadıya ele aldık. Bizim burada diyeceğimiz ise şudur: Her üç kişi bir fırkadır. Allah Teâlâ. her fırkadan bir kısmın çıkmasını vacib kılmıştır. Üçten çıkan ya iki olur. ya da bir. Binaenaleyh {savaşa çıkan) "taife'nin, ya iki veya bir olması gerekir. Daha sonra Allah Teâlâ, onların haberlerine göre amel etmeyi vacib kılmıştır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın. "... onları korkutmaları için "ifadesi, onların haber vermelerinden ibarettir. O'nun, "Olur ki, kaçınırlar" buyruğu ise, onların kavimlerine, onların haberlerine göre amel etmelerini vacib kılmayı ifade eder. Bu da. bir veya iki kişinin haberinin, şeriatta bir deli! olmasını iktiza eder. [312]

 

Kâdî Abdülcebbar'm Buna İtirazı ve Ona Verilen Cevap

 

Kâdî ise şöyle demiştir: '"Bu ayet, haber-i vahidle amel etmenin vacib olduğuna delâlet etmez. Çünkü "taife" bazan, haberinin bir hüccet olduğu bir topluluk, cemaat olabilir. Bir de, Cenâb-ı Hakk'ın, "... onları korkutmalar] için" ifadesi, kavim kabul etmese dahi, doğru olan bir sözdür. Nitekim, kabul edilmesi gerekmese dahi, bir şahidin (çağırıldığı zaman) şehadette bulunması gerekir. Bir diğer, husus da, "inzâr" kelimesinin, korkutma manasını tazammun etmiş olmasıdır. Bu kadar şey, haber-i vâhidle amel etmenin vacib olmasını gerektirmez'.'

Buna şöyle cevap verilir: "'Onun, "taife" bazan bir cemaat olabilir" şeklindeki görüşünün cevabı şudur: Biz, her "öç"ün bir fırka olduğunu beyan ettik. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak wer fırkadan bir kısmın çıkmasını vacib kılınca, o zaman taifenin ya iki veya bir olması gerekir. Bu da, "tâife"nin, haberleriyle bir ilmin meydana geldiği cemaat manasına gelmesi hususunu iptal eder."

Şayet onlar. "Allah Teâlâ o grupların sözleriyle amel etmeyi vâcib kılmıştır. Belki de onlar, sayı bakımından, sözleriyle ilmin tahakkuk edeceği bir sayıya ulaşmışlardır" derlerse, biz deriz ki:

Allah Teâlâ. her gruba, kendi kavimlerinin yanına dönmelerini vâcib kılmıştır. Bu da, her kısmın, hususi bir topluluğa dönmesini gerektirir. Daha sonra Allah, o grubun sözüyle amel etmeyi vacib kılmıştır ki, işte bu da neticeyi ifade eder. Kadî'nin, "Hak Teâlâ'nın buyruğu, her ne kadar kabulü gerektirmese bile, yerinde olan doğru bir sözdür" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki: Biz, haber-i vahidle amel etmenin vacib olduğu hususunda. Cenâb-ı Hakk'ın  buyruğuna değil, tam aksine O'nun  buyruğuna tutunmaktayız. Bu. bu inzârın, yapılan o inzara uygun olarak amel etmeyi gerektirmesine binâen, sakınma hususunda, Cenâb-ı Hak tarafından yapılan bir teşviktir. İşte bu cevapla, Kadî'nin, "İnzâr, korkutma manasını ihtiva eder. Bu kadar şey de, onunla amel etmenin vâcib olmasını gerektirmez" şeklindeki üçüncü sorusuna da cevap verilmiş olur. [313]

 

Dördüncü Mesele

 

Ayet, dinde derin anlayış sahibi olmak ve öğrenmek, taallümde bulunmaktan maksadın, halkı Hakk'a davet

etmek ve onları, güçlü olan İsfâm dinine, Sırat-ı Müstakîme irşad etmek olması gerektiğine delâlet eder. Çünkü âyet, onların kavimlerine döndüklerinde, kavimlerini gerçek ve hak olan dinle inzâr edecekleri ve onların da, cehalet ve masiyetten kaçınarak, dini kabul etmeye arzu duyacakları gerekçesiyle, Allah Teâlâ'nın onlara dinde derin anlayışlı ve bilgili olmayı emrettiğine delâlet eder. Binâenaleyh, işte bu gayeden dolayı, derin anlayışlı olmak ve öğrenimde bulunmak isteyen herkes güçlü bir metod ve dosdoğru bir yol üzerinde olmuş olur. Kim de bu yola iltifat etmez, dini âlet ederek dünyayı talep ederse, amel bakımından, en çok ziyana uğrayanlardan olurlar. Öyle ki, kendileri iyi yapıyor sanarak dünya hayatındaki say ü amelleri boşa gitmiş olur. [314]

 

Kâfirlerin Hepsiyle Birden Değil, En Yakında Olanlarla Savaşmak

 

"Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla muharebe edin. Onlar sizde büyük bir azim ve katılık bulsunlar. Bilin ki Allah, muhakkak takva sahipleriyle beraberdir" (Tevbe, 123).

Bil ki Hasan el-Basri'nin: "Bu ayet, bütün müşriklerle savaşmakla ilgili emir gelmeden önce nazil oldu. Daha sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, ''Bütün müşriklerle savaşın " pevbe, 36) ayetiyle neshedilmiştir" dediği nakledilmiştir.

Muhakkik ulemâya gelince onlar, böyle bir neshi kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ, bütün müşriklerle savaşmayı emredince, mü'minleri, bu konuda, en doğru ^e en uygun olan yola seMtetmvştK Y\, bu da onlaun, clhad davet işi de, aynt şekilde olmuştur. Zira Cenâb-t Hak, "Sen (ilkin) en yakınlarını inzâr et" (şuara. 214) buyurmuştur. Savaş da, aynı tertib ve usûle göre yapılmıştır. Zira Hz. Peygamber {s.a.s), ilk Önce kavmiyle savaşmış, sonra onlardan diğer Araplarla savaşmaya geçmiş,  diğer Araplarla savaştıktan  sonra Şamlılarla savaşmaya başlamıştır. Sahabe (r.a.) de, Şam'ın işini bitirince, Irak'a girmiştir. Biz, şu sebeplerden dolayı, savaşa yakın bölgelerden başlamanın daha uygun olduğunu söylüyoruz:

a) Kâfirlerin tamamına, aynı anda mukabele etmek imkânsızdır. Küfür noktasında müşterek olmalarından dolayı, onlarla savaşmanın ve onlarla muharebe etmenin vâcib olması hususunda, onların hepsi aynı olup, aynı anda hepsiyle savaşmak da imkânsız olunca, bunlar arasında bir tercih yapmak gerekir. Dine davette ve diğer işlerde olduğu gibi, yakınlık apaçık bir tercih sebebidir. Baksana, emr-i maruf nehy-i münkerde de, orada bulunanlarla işe başlamak, bu iş için uzak beldelere gitmekten daha evlâdır. Binâenaleyh, işe en yakın ile başlamak gerekir.

b)   En yakından işe başlamak daha evlâdır. Çünkü bu konuda yapılacak harcamalar daha azdır; aynı zamanda, binite, âlet ve edevata duyulacak ihtiyaç da aynı şekilde azdır.

c) Savaşan birlik, yakını bırakıp uzağa gittiğinde, kendi çoluk çocuğunu bir fitne ve musibete maruz bırakmış olurlar.

d) İslâm yurduna tecavüz edenler, ya güçlüdürler, ya da zayıf. Binâenaleyh, onlar şayet  güçlü   iseler,   onların   İslâm   beldesine   saldırması,   uzaktaki   kâfirlerin saldırmasından daha kuvvetli ve daha çok olur. En kuvvetli ve çok olan şerrin def edilmesi daha uygundur. Yok eğer onlar, zayıf iseler, müslümanların onlara hükümran olması daha kolay; onların hezimete uğramaları sebebiyle de, İslam'ın izzetinin tahakkuk etmesi daha yakın ve daha kolay olmuş olur. Binâenaleyh en yakın ile işe başlamak daha evladır.

e) İnsanın, kendisine yakın olanların durumuna vâkıf olması, kendisinden daha uzak olanların durumuna vâkıf olmasından daha kolaydır. Durum böyle olunca, müslümanların gücü, kendilerine yakın olanların ne durumda olduklarını, ne kadar silahları ve kaç adet askerleri bulunduğunu bildikleri için, oniarla savaşmaya daha çok yeter.

f) İslam diyarı geniştir. Dolayısıyla her belde halkı, kendine yakın olan kâfirlerle savaşırsa, iş daha kolay olur ve gaye daha basit yoldan elde edilmiş olur.

g)  İki vazife bir araya gelip, birisi daha basit yoldan elde edilebiliyor ise onun öne alınması gerekir. Yakınlık, basit yoldan elde etme sebebidir. Bundan dolayı işe en yakından başlamak gerekir.

h) Biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in gerek dine davette, gerek savaşlarında ve gerekse bütün işlerinde, işe en yakından başladığını beyân etmiştik. Çünkü bir bedevi, sofraya oturup elini sofranın uzak tarafına uzattığında, Hz. Peygamber (s.a.s), "Önünden ye"[315] buyururdu. Binâenaleyh bütün bu izahlar, önce en yakından, sonra biraz daha uzaktan başlayarak işe girişmenin vacib olduğuna delâlet eder.

İmdi şayet: "Bazan yakını bırakıp, uzağa gitmek (uzaktan başlamak) daha faydalı olur. Çünkü uzaktakinin kalbine, "O, yakındakine değer vermediği için, onu bırakıp geldi" fikri düşer?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, tek bir ihtimaldir. Ama bizim bahsettiğimiz ihtimaller ise daha çoktur. Dünyanın işleri, fayda bakımından, daha çok olanın daha az olana tercih edilmesi prensibine dayandırılmıştır. İşte bizim anlatmak istediğimiz de budur. Biz bu sözü ancak, daha yakındakilerle birlikte, daha uzaktakilerle savaşmak imkansız olduğu zaman söyleriz. Ama her ikisiyle birlikte savaşmak mümkün olduğunda, ikisiyle birlikte savaşmanın daha evla olduğu hususunda hiçbirşey söylenemez. Böylece bu ayetin mensûh olmadığı kesin olarak sabit olmuş olur. [316]

 

Kâfirler Sizi Sert ve Ciddi Bulsunlar

 

Cenâb-t Hakk'ın "Onlar sizde büyük bir azim ve katılık bulsunlar" emrine gelince, Zeccâc şöyle demiştir: "Gılza kelimesi gayn harfinin fethası, kesresi ve ötüresi ile, üç şekilde de kullanılır."

Keşşaf sahibi de şöyle demiştir: "Bu kelime kesre ile okunduğunda, "büyük bir sertlik" manasını ifade eder. Gilza kelimesi, da'te (*İfl*>)(sıkmak) gibi; gulza kelimesi de şuhta (buğz-kin) gibidir." Bu ayet, onlara' katı davranmanın emrolunduğuna delâlet eder. Bunun bir benzeri de, "(Kâfirlerin ve münafıkların) karşısında çetin ol" (Tevbe, 73) ve ''Düşmanınız olan kavmi aramakta gevşek davranmayın" (Nisa, 104) ayetleridir. Yine Allah Teâlâ'nın, sahabenin tavsifi hususundaki "Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu" {Mart*. 54)ve "Kâfirlere karşı çetin (ve metin)'"(Fetih,29)şeklindeki sözleri de bunun gibidir, Müfessirler, "gılza" kelimesinin tefsiri hususunda değişik açıklamalarda bulunmuşlardır. Bunun manasının, şecaat (kahramanlık), şiddet ve kin, öfke olduğu söylenmiştir.

Bil ki "gılza", "rikkat" (incelik)in zıddı olup, birisinden intikam almada aşın gitmektir. Bunun faydası da, kötülüklerden men etme ve engelleme hususunda daha fazla tesir meydana getirmiş olmasıdır. Sonra, bu konuda durum her zaman aynı olmaz. Bazan, nazik davranma ve inceliğe, bazan da sertliğe ihtiyaç duyulur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, sadece, muhakkak olarak sertlik ve şiddetle yetinmenin caiz olmayacağına dikkat çekmek için, "Onlar sizde, büyük bir azim ve katılık bulsunlar" buyurmuştur. Zira sertlik, nefrete sebep olur ve topluluğun dağılmasını icab ettirir. Bundan dolayı, "Onlar sizde, büyük bir azim ve katılık bulsunlar" buyruğu, sertliğin azaltılmasına delâlet eder. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Onlar, sizin huy ve karakterlerinizi araştırdıklarında, onların mutlaka sizde bir sertlik bulup görmeleri gerekir." Bu söz ancak genel halleri rahmet ve şefkat olan, bununla beraber kendisinde bir tür sertlik ve katılık bulunan kimseler hakkında doğru olabilir.

Bil ki, bu serttik, ancak dine davetle ilgili şeyler hususunda nazar-t dikkate alınıp muteberdir. Bu da ya, hüccet ve delil getirmek; yahut da savaşmak ve cihad etmek suretiyle olur. Ama bu sertliğin, alışveriş, yeme içme ve oturup kalkma ile ilgili şeyler hususunda olması meselesine gelince, bu doğru olmaz.

Daha sonra Cenab-ı Hak, "Bilin ki Allah, muhakkak takva sahipleriyle beraberdir" buyurmuştur. Bundan murad, o kişinin cihada ve savaşa, mal ve makam elde etme arzusuyla değil, Allah'ın dinini kuvvetlendirme gayesiyle yönelmesidir. Binâenaleyh o, karşısındakinin İslâm'ı kabul ettiğini görünce, onunla savaşmayı bırakır. Yine onun, "cizye"yi kabul etmeye meylettiğini görünce, onunla savaşı terkeder. Düşman çok olduğunda, ganimetleri, Allah'ın hükmüne muvafık bir biçimde alır. [317]

 

İnen Sûreler Müminlerin İmanlarını Artırır

 

"Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden kimi: "Bu sûre hanginizin İmanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince: Her inen sûre daima onların imanın artırmıştır ve onlar. Kuran İndikçe sevinçlerinden birbiriyle

müjdeleşirler. Fakat kalblerinde bir maraz bulunanların küfürlerine küfür katıp arttırdı ve onlar kâfir olarak öldüler" (Tevbe, 124-125).

Bil ki Allah Teâlâ, münafıkların kepazeliklerini ve çirkin işlerini dile getirince, "Bir sûre indirildiği zaman münafıklardan kimisi. "Bu sûre hanginizin imanını artırdı?" der" buyurmuştur. Alimler bu hususta ihtilâf ederek, bazıları mesela şöyle demiştir: Bu sözü), münafıklar birbirlerine söylüyorlardı. Maksatları da, kendi topluluklarını ıifak üzere tutabilmekti.

Diğer bazı alimler, "Hayır, o münafıklar, bu sözü müslümanlara söylüyorlardı. Maksatları da, müslümanları imandan çevirmekti " der.

Diğer bazıları da: "Hayır, onlar bunu bir alay ve istihza olsun diye söylüyorlardı " demişlerdir.

Bütün bu görüşler, ihtimal dahilindedir. Ancak ne var ki, ayeti bütün bu görüşlere birden hamletmek mümkün değildir. Çünkü, hâlin, (durumun) hikayesi, umûm ifade etmez. Daha sonra Cenâb-ı Hak, {münafıkların) bu sorusuna cevap vererek şöyle demiştir: "Bu sûrenin inmesi sebebiyle hem mü'minler, hem de kâfirler için iki şey tahakkuk etmiştir: Mü'minler için gerçekleşenin ilki ve birincisi, bu sûrenin onların imanını artırmış olmasıdır. Çünkü, bu sûre inerken, onlar bunu mutlaka okuyor ve onun, Allah katından indirilmiş gerçek olduğunu itiraf ve kabul ediyorlardı' İmanın artıp eksilmesiyle ilgili olarak ileri sürülmüş olan görüşleri, biz, Enfâl süresinin baş kısmında ayrıntılı olarak ele almıştık. İkincisi de, onların duydukları ve elde ettikleri sevinçtir, müjdedir. Onlardan bazıları bu müjdeyi, âhiretteki mükâfaat manasına; bazıları dünyada elde ettikleri yardım ve muzafferiyete hamletmişlerdir. Bir kısmı da bunu, kendisiyle daha fazla mükâfaat elde edilebileceği için, o yeni gelen mükellefiyetler sebebiyle hasıl olan sevinç ve sürura hamletmişlerdir.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, mü'minler hakkında zikredilen bu iki şeye mukabil, münafıklar için de iki şeyin meydana geldiğini bildirerek :

a)"Fakat kajblerinde bir maraz bulunan münafıklara gelince,  bu ayet,  onların küfürlerine küfür katıp artırdı" buyurmuştur. Ayette bahsedilen rics (ricsen) kelimesinden murad, ya bâtıl inançlardır, yahut da kötü huylardır. Eğer birinci mana kabul edilirse, buna göre ayetin manası, "Onlar bundan önce de, nazil olan sûreyi yalanlıyorlardı. Şu anda da bu yeni nazil olan sûreyi yalanıyorlar. Bu sebeple, küfür küfüre eklenmiştir " şeklinde olur.

Eğer ikinci manayı alırsak, o zaman ayetin manası, "Onlar hased, düşmanlık ve her türlü hile ve tuzak kurma fiili içinde bulunuyorlardı. Şu anda da, bu yeni sûrenin nazil olması sebebiyle, bu kötü huylan iyiden iyiye ilerledi, arttı"şeklinde olur.

b) Onların, küfür üzere ölmeleridir. Böylece bu durum, mü'minler için tahakkuk eden müjdeye zıd bir şey gibi olmuş olur. Bu durum, birinci durumdan daha kötü ve daha çirkindir. Zira, birinci durum, onların küfür pisliklerinin artmasından ibarettir. Bu durum ise, küfürlerinin devamı ve o küfür üzere ölmeleri demektir.

Alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfürlerine küfür katıp artırdı." buyruğu ile, O'nun,{insanı) bazan imandan alıkoyacağına ve çevireceğine istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahu Teâlâ, bu sûreyi dinlemenin, onların kalblerinde hased ve kin meydana getireceğini ve bu hasedin de onların kalblerindeki küfürlerinin artmasına sebeb olacağını biliyordu."

Mutezile bu görüşümüze cevap vererek şöyle demiştir: "Bu sûrenin inişi, diğerlerinin bu aynı sûreyi dinleyip, böylece de imanlarının artmış olmasının delaletiyle, ilave bir küfrü gerektirmez. Böylece, o küfür pisliğini, onların kendiliklerinden yapmış olduktan şahit olmuş olur."

Mutezile'nin görüşüne mukabil şöyle diyoruz: Biz, küfür tarafını iman tarafına tercih etmede, bu sûreyi dinlemenin başlı başına bir sebep olduğunu iddia etmiyoruz. Aksine biz diyoruz ki, bu sûrenin, hususi ve muayyen şahıslar, muayyen huylar ve muayyen âdetlerle vasfedilmiş olan kimseler tarafından dinlenilmesi, onların küfürlerini gerektirmiştir. Bunun delili şudur: Hased eden bir kimse, hased huyunu kendisinden izâle etmek istediğinde, onun, hasedini ortaya koyan fiillerini terketmesi mümkündür. Ama, hased diye adlandırılan kalbiyle alâkalı duruma gelince, onu kendisinden söküp atması mümkün değildir. Huyların tamamı hakkındaki hüküm de böyledir. Binâenaleyh asıl kudret başka, fiil başka, huy da başka şeydir. Zira, kudret (yapabilme), herkes İçin söz konusudur. Huya gelince, insanlar bu hususta farklı farklıdırlar.

Netice olarak diyebiliriz ki: Dünya sevgisinden arınmış, temiz, Allah ve âhiret sevgisinin kendisine hükümrân olmasıyla tavsif edilmiş olan kimseler bu sûreyi dinledikleri zaman, onu dinlemesi, âhirete karşt olan arzusunun ve dünyaya karşı olan isteksizliğinin artmasını gerektirir. Ama, dünyaya düşkün, onun lezzetlerine gömülmüş ve güzelliklerine vurulmuş olan, Allah ve âhiret sevgisinden bihaber olan nefisler,'cihadı, nefsi ölüme, malı da yağma edilmeye arzetmeyi kapsayan bu sûreyi dinlediklerinde, küfürlerine küfür katarlar. Böylece bu sûrenin inişinin, kâfir hakkında, pisliğine pislik katmayı gerektirdiği sabit olmuş olur. Bu sebeble, bu sürenin indirilmesi, kâfirin kalbinde küfrünün kuvvetlenmesine sebep olmuş olur. Bu da, daha önce bahsettiğimiz gibi, Allah Teâlâ'nın insanı bazan iman ve doğruluk yolundan men edip alıkoyduğuna ve onu, sapıklık ve küfre düşürdüğüne delâlet eder.

Geriye ayetle ilgili birkaç bahis kalmıştır:

a)  ifadesindeki ma tekîd edilmiş bir sıladır.

b)  "İstibşâr" müjdeyi hatırlayıp durmaktır. Zira kişi, her ne zaman o nimeti natırlarsa, o zaman beşaret, müjde de meydana gelmiş olur. Binânenaleyh o, bu hatırlama işini yenilemek vasıtasıyla, beşareti de yenilemek ister.

c) Hak Teâlâ'nın "Fakat kalblerinde bir maraz bulunan­lara, gelince'' ifadesi, ruhun da hastalığının bulunduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, ruhun hastalığı küfür ve kötü huy; sıhhati de, ilim ve üstün ahlâktır. Allahen iyi bilendir.

"Münafıklar görmüyorlar mı ki onlar her yıl ya bir. ya iki kere çeşitli belâlara çarpılıyorlar da yine nifaklarından tevbe etmiyorlar ve onlar bundan ibret de

almıyorlar" (Tevbe, 126).

Bil ki Allah Teâlâ, kalblerinde hastalık olanların, kâfir olarak öleceklerini beyan buyurup, bu da âhiret azabının mevcudiyetine delâlet edince, bundan sonra onların, her sene bir veya iki defa dünya azabına duçar olacaklarını beyan etmiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: [318]

 

Münafıkların Başlarına Gelen   Belalardan İbret Almayışları    

 

Hamza, mü'minlere hitab olmak üzere, tâ ile terevne "görmüyor musunuz?"; diğer kıraat imamları da, münafık-

lardan bir haber olmak üzere, yâ ile, yerevne şeklinde okumuşlardır. Muhatap sîğasıyla okunmasına göre, mana

şöyle olur: "Hiç şüphesiz mü'minler, münafıkların tefekkür ve tedebbürden yüz çevirmeleri hususunda uyarıldılar." Gâib sîğasıyla okuyanlara göre de, ayetin manası, "Münafıklara, haklarında ibret almayı gerektiren şeylerden ders almadıklarına bir tariz" olmuş olur. [319]

 

İkinci Mesele

 

Vahidî (r.h.) şöyle demektedir: "Hak Teâlâ'nın  ifadesinin başında bulunan elif, atıf vâvı üzerine gelmiş olan bir istifham elifidir. Binâenaleyh, bu ayet de münafıklarla ilgili bir ayet olup, tenbîh yoluyla bir hitabtır." Sîbeveyh, Halil İbn Ahmed'in, Hak Teâlâ'nın, (Hacc. 63) ayetinin manasının, ''Dikkat, Allah gökten bir su indirdi" şeklinde olduğunu söylediğini nakletmiştir. [320]

 

Bahsedilen Fitne ve Belanın   Mahiyeti               

 

Alimler, ayette   bahsedilen   "fitne"nin   vâki   olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:

1) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Onlar her yıl bir veya iki defa hastalıklara mübtelâ olurlardı da, yine de nifaklarından tevbe etmez ve mü'minler hastalandığında bundan ders aldıkları gibi, onlar bu hastalıklarından ibret almazlardı. Zira mü'min, hastalandığında, günahlarını ve Allah'ın huzuruna çıkıp duracağını hatırlar, bu da onun imanını ve Allah'a karşı olan saygı ve haşyetini arttırır. Böylece de bu, o mü'min kimsenin daha fazla rahmete ve Allah'dan olan bir rızaya müstehak olmasına sebep olmuş olur.

2)  Mücâbid, onların kıtlık ve açlıkla imtihan olunduklarını söylemiştir.

3)  Katâde, onların savaş ve cihadla imtihan edildiklerini, zira Allah Teâlâ'nın, savaş ve cihadı emrettiğini, böylece de onların savaşa katılmamaları halinde, lanet, kepazelik ve kötü bir şekilde yâdedilmek suretiyle insanların diline düşeceklerini; kâfir olarak  savaşa  katılmaları durumunda da,  kendi  inançlarına göre,   kendilerini boşuboşuna ölüme, mallarını da yağma edilmeye maruz bıraktıklarını söylemiştir.

4)  Mukâtil şöyle demiştir: "Allah'ın Resulü, onların nifak ve küfürlerini ortaya koymak suretiyle, onları rezîl ve rüsvây ediyordu." Şu da ileri sürülmüştür: "Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)i tenkid etmek üzere biraraya geliyorlardı. Cibril (a.s), Hz. Peygamber'e  gelerek, onların  kendisi  hakkında ne söylediklerini O'na haber veriyordu. Hz. Peygamber de, hakkında söylenenleri onlara anlatıyor, onları bundan dolayı azarlıyor ve onlara nasihat ediyordu. Ama onlar, ne nasihat dinliyorlar, ne de bu işten vazgeçiyorlardı." [321]

 

Münafıkların Kuran la Alay Etmeleri

 

"Aleyhlerinde bir sûre indirilince birbirine bakarlar da: "Sizi gören biri var mı?" diye etrafı yoklayıp. sonra sıvışır giderler. Allah onların gönüllerini ters çevirmiştir. Çünkü, onlar öyle bir kavimdir ki. ince anlayamazlar" (Tevbe, 127).

Bil ki bu, münafıkların rüsvaylıklarının bir başka çeşididir. O da şudur: Her ne zaman münafıklardan bahseden ve onların zilletlerini ortaya koyan bir sûre iner, onlar aa bunu dinlerlerse, onlar; bunu dinlemekten sıkılırlar ve kendi aralarında, o sûreyi eleştirmeye,onunla alay etmeye ve onun şanını küçültmeye delâlet edecek bir biçimde oirbirlerine bakarlardı. Belki de onların bu tavırları, münafıkların rüsvaylıklartnı dile getiren o sûreye mahsus olmayıp, genel olarak Kur'an'ı hafife aldıklarını da ifade edebilir. Binâenaleyh onlar, her ne zaman bir sûre nazil olduğunu duysalar ve onu dinleseler, onunla alay etmeye, onu tenkit etmeye başlar ve ta'n ve istihza yollu olarak onu çekiştirmeye, aralarında gülüşmeye başlarlardı. Sonra da biribirlerine, "Sakın sizi gören olmasın!" derlerdi. Yani, "Şayet, ya birisi sizi gördüyse!" demektir.

Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

a)  Bu bakışma, onların içindeki şiddetli inkâra ve tam bir nefrete delâlet eder. Böylece onlar, müslümanlardan herhangi bir kimsenin bu bakışmayı farkedip, onların küfür ve nifaklarına delâlet eden o hali  görmüş olmasından endişeleniyorlardı da, işte o zaman, "sakın sizi bir gören olmasın!" diyorlardı. Yani, "Onlardan birisi sizi, bu bakışma ve bu şekil üzere gördüyse, mutlaka bu size cidden zarar verir" demektir.

b) Onlar bu sûreyi dinlediklerinde, dinlemekten dolayı eziyet duyar ve mescidden çıktıklarında biribirlerine. "sizi hiç kimse gördü mü?" derler. Bu "Eğer sizi görürlerse, çıkmayınız. Yok eğer hiç kimse görmezse, bu eziyetten kurtulmak için mescidden çıktnız" demektir.

c)  Sizi gören biri olunca, "Mescidden çıkmamızı gerektiren bir dı#rum oldu" diyebilirsiniz.

Cenâb-ı Allah, onların "Sonra sıvışıp giderler" buyurmuştur. Bu ifade ile, bizzat vahyin indiği yerden ve Kur'an'ı dinlemekten kaçmaları kasdedilebileceği gibi, "Yerlerinde dursalar dahi, onlar Kur'an'ı dinlemekten onu tenkide geçtiler" manası da kasdedilmiş olabilir.

Buna göre eğer, "Bu ayet ile, "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden kimi. "Bu sûre hanginizin imarımı artırdı" (Tevbe 124) ayeti arasında ne fark var?" denilirse, biz deriz ki: O ayette, Cenâb-ı Hak onların, "Bu sûre hanginizin imanını artırdı" şeklinde konuştuklarını; bu ayette ise, onların alay etme üslûbu ile birbirlerine bakmakla yetinip, sıvışmak istediklerini bildirmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah onların gönülle­rini ters çevirmiştir. Çünkü onlar öyle anlayışlı bir topluluk değillerdir" buyurmuştur. Alimlerimiz bu ayeti Allah Teâlâ'nın onları imandan döndürdüğüne ve imandan alıkoyduğuna delil getirmişlerdir. Bu, bu hususta doğrudur. İbn Abbas (r.a), bu ayete "Allah onların kalblerini her türlü rüşd, hayır ve hidayetten çevirmiştir" manasını verirken, Hasan el-Basri: "Allah onların kalblerini çevirdi ve o kalbferi küfür ile mühürledi" manasını vermiştir. Zeccâc da: "Allah Teâlâ onları saptırdı" demiştir.

Mu'tezile şöyle der: "Onîarı imandan çeviren eğer Allah Teâlâ olsaydı, o zaman daha niçin, "Onlar nasıl da döndürülüyorlar!" (Mümin, 69) buyursun ve onlara, imandan dönmelerinden dolayı azab etsin?" Kâdî de şöyle der: "Ayetin zahiri bu döndürmenin, onların dönmelerinin bir cezası olduğuna delâîet eder. Halbuki imandan döndürme bir ceza olmaz. Çünkü eğer böyle olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberlerine haddleri (şer'î hükümleri) yerine getirmelerini emretmesi mümkün olduğu gibi, insanları imandan çevirmelerini emretmesi de mümkün olurdu. Bunu caiz

görmek ise, peygamberlerin getirdiği şeylere güvenmeme neticesine götürür." Kâdî sözüne şöyle devam eder: "Bu ayette bahsedilen sarf (döndürme) şu iki manaya gelebilir:

a) Allah Teâlâ onların kalblerini, onların içinde yarattığı gam, keder ve tuzak ile çevirmiş (değiştirmiştir).

b) Allah Teâiâ onları, iman edip hidayete eren kimselere nasib ettiği lütuf fiillerinden çevirmiş (mahrum etmiştir)."

Kâdî'nin yaptığı bütün bu izahların gerçekten bir zorlama olduğu açıktır. Fakat her akl-ı selim sahibinin doğruluğunu kabul edeceği izah şudur: Fiil, sebebinin mevcut olmasına dayanır. Aksi halde, herhangi bir müreccih (tercih edici-seçici) olmadan, mümkin olanın iki tarafından birin diğerine {varlığını yokluğuna) tercih etmek gerekir ki bu imkansızdır. Bu sebebin varlığı, kulun elinde değildir. Böyle olsaydı, teselsül gerekirdi. Aksine bu, AHah'dandır, Binâenaleyh kul ancak, kalbinde küfrün sebebi meydana geldiği zaman küfre (inkâra) yönelir. Bu sebebin meydana gelişi ise, AHah'dandır. Sebep tahakkuk edince, o kalb iman tarafından küfür tarafına döner ki, işte kalbin döndürülmesinden maksad budur. Bu, kesin aklî delil ile sabit olan bir sözdür ve aynı zamanda bu ayete de tıpatıp uygundur. Binâenaleyh açık ve net olma bakımından zirvededir.

Ayetle ilgili meselelerden birisi de, Muhammed b. İshak'dan nakledilen şu husustur: (Namazdan döndük) demeyiniz. Çünkü bir kısım insanlar (hakdan) döndü. Allah da onların kalblerini döndürdü. Fakat siz, "Namazı ifa ettik" deyiniz. Muhammed b. İshâk'ın bu sözden maksadı, uygun olmayan şeyler için kullanılan bu lafzı bırakmayı bir uğur saymak ve hayırlı şeyler için kullanılan lafzı kullanmaya teşvik etmektir. Çünkü Allah Teâlâ,  "Artık o namazı kılınca yeryüzüne dağılın. Allah'ın fazlından nasib arayın.. " (Cuma. 10) buyurmuştur. [322]

 

Şefkatli Peygamber

 

"Andolsun, size kendinizden Öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır geliT. Size çok düşkündür. Mü'minlere cidden ra'ûf ve rahimdir (Tevbe. 128).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [323]

 

Birinci Mesele

 

Bil  ki  Allah   Teâla   bu sûrede,  peygamberine,  çeşitli muvaffakiyyet ve keremini nasib ettiği kimseler hâriç,

tahammülü güç. çetin ve zor mükellefiyetleri insanlara tebliğ etmesini emredince, o mükellefiyetleri sırtlanmayı kolaylaştıracak hususları belirterek sûreyi sona erdirmiştir. O hususlar da şunlardır: "Bu Peygamber (s.a.s) siz (insanlar)dandır. Binâenaleyh onun için, dünyada meydana gelecek olan her türlü izzet ve şeref sizedir. Hem sonra o, sizin zarara uğramanız, kendisine çok güç gelen, dünya ve ahiret hayırlarını size ulaştırmada son derece istekli olan bir kimsedir. Bundan dolayı da sizin için tıpkı şefkatli bir doktor ve merhametli bir baba gibidir. Şefkatli olan doktor, çoğu zaman dayanılması güç, çetin ilaçlara yönelir. Merhametli baba da, çoğu kez. insana zor ve ağır gelen eğitme usullerine başvurur. Fakat insan, doktorun bilgili, sahasının ehli ve babasının da müşfik olduğunu bilince, o acı ilaçlara tahammül edilir ve o güç terbiye usulleri de bir lütuf ve ihsan yerini tutar. İşte burada da böyledir. Siz onun Allah katından gönderilmiş hak peygamber olduğunu anladığınıza göre, her türlü hayrı elde etmek için, onun bu zor tekliflerini kabul ediniz."

Cenâb-ı Hak, Resulüne: "Eğer onlar bu mükellefiyetleri kabul etmez, yüz çevirip dönerlerse, onları bırak ve onlara değer verme, Allah'a dayan ve bütün işlerinde Allah'a tevekkül et" demiştir k\;'(Habîbim) deki: "Bana Allah yeter. O'ndan başka hiçbir tanrı yok. Ben. ancak Ona güvenip dayandım. O. büyük Arşın sahibidir" (Tevbe. 129) ayeti ile kastedilen mana budur. Tevbe sûresinin bu ayetle son bulması, fevkalâde güzel ve mükemmeldir. [324]

 

İkinci Mesele

 

Bil ki Allah Teâlâ, peygamberini bu ayette, şu beş sıfatla tavsif etmiştir: Hz. Peygamberin Buracak! Beş Sıfatı   İnsanlardan Olması

Birinci sıfat: ''Kendinizden" ifadesidir. Bunun, ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Cenâb-ı Allah bununla, "O da sizin gibi bir insandır" manastnı kastetmiştir. Bu tıpkı, İçlerinden bir ere vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu'J" (Yunus. 2) ve "De ki: "Ben. ancak sizin gibi bir beşerim"<Kehf, no) ayetlerinde olduğu gibidir. Bunlardan maksad şudur: En'am suresinde (9. ayet) de geçtiği gibi, eğer o peygamber, bir melek cinsinden olsaydı, insanların işi, bundan dolayı zorlaşırdı.

b)  Bu, "Araplardan" demektir. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Araplarda Hz. Peygamber (s.a.s)'in, aynı soydan olmadığı hiçbir kabile yoktur. İşte onların Mudar'ı, Rebî i.  ve  Yemânisi.     Meselâ  Mudaroğutları  ve  Rebîoğulları,  Adnanî'dirler; Yemânîler de Kahtanî'dirler. Bunun bir benzeri de, "Allah (o mü'minlere) içlerinden ve  kendilerinden   bir peygamber göndermiş  olduğu  için,   büyük  bir lütufta bulunmuştur" (aı-ı imran. 164) ayetidir. Cenâb-ı Allah'ın bunlardan maksadı, Arapları peygambere yardım etmeye ve O'na hizmete koşmaya bir teşviktir. Onlara sanki, "Bu dünyada o peygamber için tahakkuk edecek her türlü devlet, yücelik, şan ve şeref, sizin için de bir izzet ve övünme sebebidir. Çünkü o sizden ve soyunuzdandır" denilmek istenmiştir.

c) Bu, Harem ehline bir hitabtır. Çünkü Araplar Harem ahalisini, "Allah'ın ehl-ü iyâli" diye adlandırmışlardı ve onlara hizmet edip, işlerini görürlerdi. Bundan dolayı Araplara sanki şöyle denilmektedir: "Sizler, Hz. Muhammed (s.a.s) gelmezden önce, O'nun   atalarına  ve   ecdadına   hizmet  etmeye   çabalıyor  ve   bunu,   ciddiyetle yapıyordunuz. Öyleyse, şeref ve mevki itibariyle, cedlerine kıyas edilemeyecek derecede üstün olan bu zata hizmet hususunda neden tembellik gösteriyorsunuz?"

d) Bu sıfatın zikredilmesinden maksad, Hz. Peygamber (s.a.s)'in temiz olduğuna dikkat çekmektir, Buna göre sanki şöyle denilmektedir: "O, sizin soyunuzdandır. Siz, O'nun doğruluğunu, güvenilir, emin olduğunu, iffetli ve namuslu olduğunu bilirsiniz. Yine siz, O'nun, sizden her türlü kötülüğü giderip, size her türlü hayrı ulaştırmaya düşkün olduğunu pekiyi bilirsiniz. Bu vasıf ve özellikteki bir kimsenin peygamber olarak gönderilmesi, Allah'ın üzerinizdeki en büyük nimetlerinden biridir." Bu ifade

'Sizin en üstün ve en şerefli olanlarınızdan..." manasında min enfesikum şeklinde de okunmuştur. Denildiğine göre bunu, Hz. Peygamber (s.a.s). Hz. Fatıma (r.anha) ve Hz. Aişe (r.anha) böyle de okumuşlar. [325]

 

Meşakkate Maruz Kalmanız Ona Ağır Gelir

 

İkinci sıfat: "Sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir" ifadesidir. Bil ki "aziz" "gâlib ve çetin olan" demektir. Bunun masdarıolan "izzet" de, galib olmak ve şiddetli (çetin) olmak manasınadır. Binâenaleyh insanın başına bir sıkıntı geldiğinde, kendisinin onu savuşturmaktan âciz olduğunu anlar. Çünkü eğer kendisi onu defetmeye kadir olsaydı, bunu yapmakta kusur etmezdi. Onu başından defedemediğine göre, kendisinin onu defetmekten âciz olduğunu ve onun kendisine gâlib geldiğini anlar. İşte bundan dolayı insana bir şey zor geldiğinde, "Bu bana gâlib geldi" der. Anet kelimesine gelince, bu şöyle kullanılır: Bir kimse, içinden çıkamıyacağı bir darlığa ve sıkıntıya düştüğünde  denilir. Hak.Teâlâ'nın (Nisa.25) ve (Bakara.220) ayetlerinde de bu mana vardır.

Ferra şöyle der: ifadesinin başındaki ma ism-i mevsûlü, ref mahallindedir.

Buna göre ayetin manası, "Sizin sıkıntıya uğramanız  ona güç gelir" yani "sizin kötülüğe dûçâr olmanız, ona zor gelir" şeklindedir. Giderilmesi gerekli olan kötülüklerin en önde geleni, Allah'ın cezasının kötülüğüdür. İşte o peygamber, bu tür kötülüğü savuşturmak için gönderilmiştir." [326]

 

Sîze Çok Düşkündür

 

Üçüncü sıfat: "Size çok düşkündür" ifadesidir. Bu düşkünlüğün, mü'minlerin zatları ile alâkalı olması imkânsızdır. Binâenaleyh aksine bu, "O peygamber, dünya ve ahiret hayırlarını size ulaştırmaya çok düşkün ve arzuludur" manasındadır. Bil ki böyle olması halinde ayetteki, tabiri "Dünya ve ahiret kötülüklerinden birinin sizin başınıza gelmesi, ona ağır gelir" manasındadır, Bu takdirde ayette bir tekrar söz konusu değildir.

Ferrâ şöyle demiştir: "Haris, cimri ve düşkün demektir. Binâenaleyh ayetin manası, "Sizin cehenneme girmeniz ihtimaline karşı, size son derece düşkündür" şeklindedir." Ferrâ'nın bu izahı, uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu izah, bu ayetin faydadan uzak (manasız ve lüzumsuz) olmasını gerektirir. [327]

 

Rauf ve Rahim Olması

 

Dördüncü ve beşinci sıfatlar: "O. mü'minlere cidden râ'ûf ve rahimdir" ifadesidir. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, peygamberini, kendi isimlerinden bu iki isimle isimlendirmiştir."

Geriye ayetle ilgili şu iki soru kalır:

Ümmetin Bunca Mükellefiyeti ile Merhamet Nasıl Bağdaşır?

Birinci soru: Allah, bu sûrede, kendinin muvaffak kıldığı kimseler hariç, tahammülü güç mükellefiyetler ile müslümanları mükellef tutmuş iken, peygamberin ra'ûf ve rahim olması nasıl mümkün olur?'[328]

Cevap: Biz, zaten bundan dolayı maharetli doktor, müşfik baba darb-ı meselini verdik. Buna göre mana, "Onlar, ebedî cezadan kurtulsunlar ve ebedi mükâfaatı elde etsinler diye, Allah bunu onlara yapmıştır" şeklinde olur.

İkinci soru: Cenâb-ı Hak, buyurunca, bu tertîb, şeklinde söylenilmesini gerektirmiştir. Binâenaleyh, Allah, neden bu tertibi bırakarak, buyurmuştur?

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, bu şekilde buyurmuş olması, hasr ifade etmektedir. Bu, "Peygamberin, sadece müminler için acıması ve merhameti vardır. Kâfirlere gelince, Peygamberin onlara karşı bir şefkat ve merhameti söz konusu değildir" demektir. Bu, bu sûrede yer alan "katılık ve sertlik" miktarının bir tamamlayıcısı gibidir. Buna göre, o sanki, "Ben, bu sûrede çetinlikte ve katılıkta ileri gittiysem de, ancak ne var ki bu katılığım kâfir ve münafıklara karşıdır. Rahmet ve acımam ise, sadece mü'minlere mahsustur" demiştir. İşte bu incelikten dolayı, o tertib değil de, bu tertib gözetil mistir. [329]

 

Halk Yüz Çevirirse Allah Sana Yeteri

 

"(Habİbim, sana iman etmekten) yüz çevrirlerse de ki: "Bana Allah yeter. Ondan başka hiçbir tanrı yok. Ben ancak O'na güvenip dayandım. O, büyük Arş'm sahibidir" (Tevbe, 129).

Cenâb-ı Hak, ijJjî oü ifadesiyle, müşrikler ve münafıkları kastetmektedir. Daha sonra, (bunu tefsir sadedinde),

a)  Onlar senden yüz çevirirlerse,

b)  Allah'a itaatten ve peygamberi tasdikten yüz çevirirlerse;

c) Bu sûrede ele alınan, bahsedilen güç teklifleri kabul etmekten yüz çevirirlerse,

d)  Cihadda sana yardım etmekten yüz çevirirlerse, manaları verilmiştir.

Bil ki bu ayetin gayesi, kâfirlerin, yüz çevirmeleri ve bu teklifi kabul etmemeleri hafinde, Hz. Peygamberin kalbine bir hüznün ve kederin gelmeyeceğini; zira Allah'ın, düşmanlarına karşı O'na yardım etmede ve O'nu, çeşitli lütuf ve nimetlerinin derecelerine ulaştırmada, o peygambere yeteceğini beyan edip açıklamaktır.

Cenâb-ı Hak, "Ondan başka hiçbir tanrı yok" buyurmuştur. O'ndan başka ilah olmayınca, mümkinât alemindeki her şeyin var edicisinin ve sonradan meydana gelen varlıkların muhdisinin sadece O olması gerekir. Beni bu görevle gönderen ve bana bu tebliğde bulunmamı emreden O olunca, yardımın O'na ait olması; nusret ve desteğin de ancak O'ndan beklenmesi gerekir. [330]

 

Burada Arşın Anılmasının Sebebi

 

Ayetteki "Ben ancak O'na güvenip dayandım" cümlesi, "hasr" , ifade etmekte olup, "Ben, ancak ve ancak O'na güvenirim; O büyük Arş'ın Rabbidir" anlamındadır,

Burada, özellikle "Arş"ın zikredilmiş olmasının sebebi şudur: Eserler ne kadar büyük ve ne kadar iyi, güzel olursa, o zaman müessirin, bunları var edenin akıl ve kalblerdeki celâlinin ve ululuğunun zuhur etmesi de, o nisbette büyük ve azametli olur. Cisimlerin en büyüğü Arş olunca, özellikle onun zikredilmesinden maksat, Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın celâlini tazim etmek olur. [331]

 

Görülmeyen Arş Azamete Delil Olur mu?

 

İmdi şayet sorulsa ki: "Arş, hissi bir şey değildir. Binâenaleyh, onun mevcudiyeti ancak, şeriatın ve dinin sabit olmasından sonra anlaşılır. Bu sebeple onun, Allah'ın azametini ortaya koyma sadedinde zikredilmiş olması nasıl mümkün olur?" derlerse, biz deriz ki:

Arş'ın varlığı, bilinen ve meşhur olan bir husustur. Kâfirler, onu yahudi ve hristiyanlardan duymuşlardı. Onların bunu, kendi atalarından duymuş olması da uzak bir ihtimal değildir.

"Rabb" kelimesinin sıfatı olsun diye, azim kelimesini merfû (öt're ile) okuyan kıraat alimleri de bulunmaktadır. Ebu Bekr şöyle demektedir: "Bu kıraat, daha çok mana ifade eder. Çünkü, azîm lafzını, Allah (c.c)'ın sıfatı kabul etmek, onu. "Arş"ın sıfatı olarak kabul etmekten daha evlâdır. Hem, biz bunu, "Arş" kelimesinin sıfatı kabul edersek, onun büyük olmasından murad, haberlerde de yer aldığı gibi. onun kütlesinin, hacminin büyüklüğü ile etrafının genişliği olmuş olur. Yok, eğer onu Allah (c.c)'ın sıfatı kabul edersek, bu büyüklükten murad, O'nun varlığının vâcib olması, hacme sahip olmaktan, tecezzi etmekten münezzeh olması, ilim ve kudrette ekmel ve mükemmel olması, vehim ve hayallerde tasarlanmaktan ve idrâklerin ulaşmasından münezzeh olması olur.

Hasan el-Basrî şöyfe demektedir: "Bu iki ayet Allah Teâlâ'nın en son indirdiği ayettir ki, bundan sonra Kur'an indirilmemiştir." Ubeyy İbn Ka'b da şöyle demiştir: "Zaman bakımından Allah'ın en son indirdiği Kur'an ayeti bu iki ayettir." Bu, aynı zamanda Saîd İbn Cübeyr'in de görüşüdür.

Bazıları da, Kur'an'ın en son inen ayetinin, (Bakara, 2su ayeti olduğunu söylemişlerdir.

Huzeyfe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Siz bu sûreyi, Tevbe sûresi diye adlandırıyorsunuz. Halbuki bu sûre, azâb süresidir. Siz, bu sûrenin içine almadığı hiç kimse bırakmadınız. Allah'a yemin olsun ki, siz onun dörtte birini okuyorsunuz."

Bil ki. bu rivayetin yalanlanması gerekir. Zira, biz bunun böyle olduğunu kabul edecek olursak bu, Kur'an'a bir fazlalığın ve noksanlığın arız olmuş olduğuna bir delil olmuş olur. Binâenaleyh bu, Kur'an'ı bir hüccet olmaktan çıkarır. Bu sebeple, bu haberin bâtıl olduğu açıktır. Allah Teâlâ, muradını en iyi bilendir.

Bu, bu sûrenin tefsirinin sonudur. Hamd ve şükür, Allah'a mahsustur. Müellif, bu sûrenin tefsirini, Hicrî 601 senesinin Ramazan ayının ondördüncü günü olan cuma gününde bitirdi. Hamd, sadece Allah'a mahsustur. Salât ü sefam da, efendimiz Hz. Muhammed'e, O'nun âline ve bütün ashabına olsun. [332]

 

 

 

 



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/5

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/5-6

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/6

[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/6-7

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/7-8

[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/8-9

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/10

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/11

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/11-12

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/13

[11] Keşlu'l-Hafa, 1/332

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/13-15

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/16

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/16-17

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/17-18

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/18

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/18-20

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/20

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/20

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/20-21

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/21

[22] Metinde noksanlık olduğu anlaşılıyor. (Ç.)

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/21

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/22

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/22

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/22-23

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/23

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/24

[28] Benzeri bir hadis: İbn Mâce, Fiten. 21 (2/1331).

[29] Kenzu'l-Ummâl, 3. Cilt. 6286- hadis.

[30] Müslim, Zühd, 3 (4/2273): Tirmizi, Zühd. 31 (4/572)

[31] Müsned, 2/371.

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/24-25

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/25

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/25-26

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/26

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/26-27

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/27-28

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/29-30

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/30

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/31-32

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/32

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/32-33

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/33-35

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/35-36

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/36-37

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/37

[47] Keşful-Hafa. 1/330.

[48] Keşfu'l-Hafa, 1/361.

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/37-40

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/41-43

[51] Buhârî, Buyu'. 79 (331): Müslim, Musâkât. 102 (3/1218).

[52] Müslim, Hayz, 81 (1/269); Tirmizî, Taharet, 81 (1/83).

[53] Müsnedi, 4/169.

[54] Tirmizî, Zekat, 23 (3/42); İbn Mâce, Zekât, 26 (1/589).

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/43-44

[56] Buhârî, Humus, 7 (4/49); Müslim, Zekat, 96 (2/718).

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/44

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/44-45

[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/45-46

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/46-47

[61] Camiu s-Sağir. 2/89.

[62] Keşfu'l-Hafâ 1/181. (Tirmizi, Zühd. 37 ve İbn Mâce Zühd, 7).

[63] Keşfu'l-Hafâ. 1/181.

[64] Câmius-Sağîr. 2/89

[65] Buhâri, Zekal. 1 (2/108); Müslim, iman. 29 (1/50).

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/47-50

[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/5051

[68] Metinde  diye geçen bu zat, büyük ihtimal müfessir Razî'dir. Zira c.16. s 106'dadaal1 tabiri buna yakın olup, kendisine ait olduğu meydandadır. (Ç.)

[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/51-52

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/53-54

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/54-55

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/55-56

[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/57

[74] Buhârî. Zekat  32 (2/121): Müslim, Zekat, 3-7 (2/674)

[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/57

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/58

[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/58

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/58-59

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/60

[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/60

[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/60-61

[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/61-62

[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/62-63

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/63-64

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/64

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/64-66

[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/66-68

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/68-69

[89] Kenzu'l-Ummâl, 11. cilt, 31225.s

[90] Razî, kendisini kasdediyor (Ç.).

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/69-71

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/71-72

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/72

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/73

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/73

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/73-74

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/74

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/74-75

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/75

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/75-76

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/76-77

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/77-78

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/78-79

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/79-82

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/82-84

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/85-86

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/86-87

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/87

[109] İçinde ev v.b bulunan, duvarlarla çevrili saray gibi geniş alan. (Ç.)

[110] Tirmİzl, Cennet, 2 (4/672).

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/87-88

[112] Buhârî, Rıkâk, 51 (7/200); Müslim, Cennet, 9 (4/2176)

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/89-90

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/90-92

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/92-94

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/94-95

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/95-96

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/96-97

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/97

[120] Kenzu'l-Ummâl, 3. cilt. 7104. hadis.

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/97-98

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/98

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/98-99

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/99-101

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/101-102

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/102-103

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/103

[128] Benzen bir hadis: Müsned, 2/200

[129] Câmiu's-Sağîr, 1/132.

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/103-104

[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/104

[132] Buhâri, Husûmet, 4 (3/90).

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/105-106

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/106

[135] Vefatında dört hanımı olduğu anlaşılıyor (Ç.).

[136] Müfessır. bununla müşakeie demlen izah tarzına işaret etmektedir. Bu konuda mesela Bakara, 15 ayetinin tefsirine bkz. (Ç.)

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/107-109

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/109-110

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/110

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/111

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/111-112

[142] Buhari, İman, 31 (1/15).

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/112-113

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/113-115

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/115-116

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/116-118

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/118-119

[148] Keşfu'l-Hafa (2/163).

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/119-120

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/120

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/120-122

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/122

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/122

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/123

[155] Misal uygun düşmemiş görülse de metinde böyledir (Ç).

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/123-124

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/124-125

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/125-126

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/126-127

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/127-128

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/128-131

[162] Buharı, Eyman, 18 (7/228); Müslim, Eyman, 9 (3/1270).

[163] Buharî, Eyman, 1 (7/216); Müslim, Eyman, 9 (3/1270).

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/131-136

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/136-137

[166] Keşfu'l-Hafa (2/395).

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/137-139

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/139

[169] Kenzu'l-Ummal, 12. Cilt. 33924. Hadis.

[170] Bu hadisi belli başlı kitap ve fihristlerde bulamadık. Razi'de j*yi olarak nûn İledir. Fakat doğrusunun râ ile olup dizgi hatası olduğunu zannediyoruz.

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/139-140

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/140-141

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/141-142

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/143-144

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/144

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/145-148

[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/148-149

[178] Karaz: Tabaklama (debaget) işinde kullanılan selem ağacı yaprağı (Ç).

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/149

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/150

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/150

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/150-151

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/151-152

[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/152-153

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/153

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/153

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/154

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/154

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/154-155

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/155-156

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/156

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/157-158

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/158

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/158-159

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/159

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/159-160

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/160

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/160

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/160

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/161

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/161

[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/161-162

[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/162-164

[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/164

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/164-165

[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/165-166

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/166

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/166-167

[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/167

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/167

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/168

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/168

[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/168-169

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/169

[215] Buharı, Zekat. 8 (2/113).

[216] Benzer hadis: Müsned. (2/431).

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/170-171

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/171-172

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/172

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/173

[221] Müsned, (3/28).

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/173-174

[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/174

[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/174

[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/175

[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/175-176

[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/176

[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/176

[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/176

[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/176-177

[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/177-178

[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/178

[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/178

[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/178

[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/178

[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/178-179

[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/179

[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/179-180

[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/180

[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/180

[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/180-181

[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/182-183

[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/183-184

[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/184

[245] Kenzu'l-Ummal, 12. Cilt, 33709. Hadis.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/184-185

[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/185-186

[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/186-188

[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/188

[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/188-189

[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/189

[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/189-190

[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/190

[253] Buharî, Cihad, 143 (4/20); Müslim. Fezâilü's-Sahabe. 34 (4/1872).

[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/190-191

[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/191-192

[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/192-193

[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/193

[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/193-194

[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/194-195

[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/195

[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/195

[262] Kenzu'l-Ummal, 3. Cilt 5271, Hadis

[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/195-197

[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/197

[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/197

[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/197-198

[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/198

[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/198-199

[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/200-201

[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/202

[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/202-203

[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/203-204

[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/04

[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/204-205

[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/205

[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/205-206

[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/206

[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/206-207

[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/208

[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/208-209

[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/209

[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/210

[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/210-211

[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/21-212

[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/212-213

[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/213

[287] Benzeri hadis Müsned, (5/174).

[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/213-214

[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/214-215

[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/215

[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/215-216

[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/216

[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/216

[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/216-217

[295] Müslim, Salâl, 222 (1/352); Tirmizî,, Daavât, 76 (5/524).

[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/217-218

[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/218

[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/218-219

[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/219-220

[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/220

[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/220

[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/220-222

[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/222-224

[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/224-225

[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/225-227

[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/227

[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/227-228

[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/228

[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/228-230

[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/230

[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/230

[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/231

[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/231

[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/232

[315] Buharı. Et'ime. 2 (6/196).

[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/232-234

[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/234-235

[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/235-238

[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/238

[320] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/238

[321] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/238-239

[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/239-241

[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/241-242

[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/242

[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/242-243

[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/243-244

[327] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/244

[328] "Resulün merhametli olması, ümmetinin yükünün hafif olmasını gerektirmeli değil miydi?" manası kasdediliyor (Ç).

[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/244-245

[330] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/245

[331] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/246

[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/246-247