Onbir ayet olup, Mekke'de nazil olmuştur.[1]
"Andolsun, o hani harıl koşan atlara..."
(Adiyât. 1).[2]
Bil ki, "ed-dabh" koştuğu zaman atların
nefeslerinin çıkardığı ses olup, bu, kişneme sesi değildir. Ne var ki bu,
nefesin sesi, hırıltısıdır. Alimler, el-Âdiyât ile neyin kastedildiği hususunda
ihtilaf ederek şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir:[3]
Birinci Görüş: Ali (r.a)'den ve İbn Mes'ûd'dan,
bunların develer olduğu İleri sürülmüştür. Ki bu, İbrahim ve Kurazî'nin de
görüşüdür. Saîd ibn Cübeyr, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bir
gün, Haceru'l-Esved'in yanında oturuyordum. Derken, birisi çıkageldi ve bana,
^e otatfîlj'ın ne demek olduğunu sordu, ben de "el-âdiyât"ı, atlar
diye tefsir ettim. O da bunun üzerine, Zemzem kuyusunun altında bulunan Hz. Ali
(r.a)'ye gitti; bunu ondan sordu ve ona.benim söylediğim şeyleri anlattı. Bunun
üzerine Hz. AH (r.a), "Onu bana çağır" dedi. Ben de varıp yanıbaşında
durunca bana, "İnsanlara bilmediğin konularda fetva veriyorsun. Allah'a
and olsun ki, İslâm'daki ilk gazve, Bedir gazvesi idi ve bizim o savaşta,
sadece iki atımız vardı. Zübeyr'in atı ve Mlkdad'ın atı. Şu halde Arafat'tan
Müzdellfe'ye; Müzdellfe'den Mina'ya giden, koşan develerdir, yani hac
develeridir..." dedi. İbn Abbas sözüne devamla şöyle der: "Ben de
bunun üzerine, kendi görüşümden Hz. Ali (r.a)'nin görüşüne döndüm..."
Nitekim bu görüş, bu suretin fazileti hakkında, merfu olarak Ubeyy'den rivayet
edilen şu haberle de kuvvet kazanır: "Her kim bu sûreyi okursa, kendisine,
Müzdiefis'de sabahlayıp da bir topluluğu müşahede edenlerin sayısınca ecir
verilir." Bu görüşe göre, "O (tırnaklarıyla) çakarak ateş
çıkaranlara..." (Âdiyât, z) ayetinin manası da şu şekilde olur:
Hayvanların tırnaklan, koşmanın şiddetinden ateş fırlatırlar, böylece taşı taşa
vururlar. Bunun üzerine de ateş çıkarırlar..."
Yahutta mana, "Develere binenler, yani hacılar,
Müzdelife'de ateşlerini yaktıklarında..." şeklinde olur. "Sabahleyin
baskın yapanlara..." İfadesine gelince, "el-ığâre" hızlı yürümek
anlamına gelir. Çünkü o hacılar, bayram sabahı, hızlıca yola-koyularak Minâ'ya
giderlerdi. "Derken orada toz koparanlara" ifadesine gelince, buda,
"Koşma yüzünden yerden toz toprak kaldıran..." anlamındadır. Muhammed
ibn Ka'b'den ise, en-Nak' kelimesinin, Müzdelife'den Mina'ya kadar olan kısmın
adı olduğu varid olmuştur. "Bununla bir topluluğun ta ortasına
girenlere" (Âdiyât, 5) ifadesine gelince, Müzdelife kastedilmektedir.
Çünkü o, orada hacılar toplandığı için "el-Cem " diye
isimlendirilmektedir.[4]
Bu takdire göre, kasemin bu hayvanlara yapılmış
olması birkaç sebeptendir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın "Deveye, bakmazlar
mı?" (Gâşiye, 17} ayetinde zikretmiş olduğumuz, ondaki pekçok fayda ve
menfaatler..
2) Burada
sanki, nankörlüğü hususunda insanoğluna bir tariz vardır. Şüyle ki, Cenâb-ı Hak
sanki, "Ben, böylesi hayvanları senin emrine amade kıldım, sen İse bana
taat yerine serkeşlik yapıyor, asi oluyorsun..." demiştir.
3) Burada
hac develerinin zikredilmesinden maksad, hacca teşvik etmektir. Cenâb-ı Hak
sanki şöyle buyurur: "Ben bu deveye kasem ettim. Daha sonal senin amelini
zayi ederim (ey hacı)..." Bu ayette buna göre, hacca iltifat etmeyen
kimseye bir tariz bulunmaktadır. Çünkü kelimenin anlamı, "nankör"dür.
Vâclb (farz) olduktan sonra haccetmeyen kimse de, bu sıfatla muttasıf olur.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Beyti haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir
hakkıdır. Kim küfrederse, şüphesiz ki Allah alemlerden ganidir" (Al-i
Imran, 97) buyurmuştur.[5]
İkinci Görüş:
İbn Abbas, Mücâhid, Katâde, Dahhâk, Atâ ve ekseri muhakkik ulemanın görüşüne
göreyse, bu, atlardır. Bu haber, merfu olarak rivayet edilmiştir. Nitekim Kelbî
şöyle demiştir: Allah'ın Resulü (s.a.s), Kinâne'den bir topluluk üzerine bîr
seriyye gönderdi. Epey bir zaman geçtiği halde, onlardan hiçbir haber
gelmeyince, onlar hakkında endişe edildi. İşte bunun üzerine Hz. Cebrail (a.s)
(bu sûre ile) onların yolculuğuna dair haber getirdi." İşte biz şayet,
ifâdesindeki elif-lâm daha önce geçmiş ve malum olan şeyler için addedersek, o
zaman, kendilerine kasem edilenler, o seriyyenin atları olmuş olur. Ama biz
elif-lâm cins için alırsak, o zaman "âdiyât", Allah yolunda koşan bir
at olmuş olur.
Bil ki, bu ayetlerin lafızları, burada kastedilenin
atlar olduğunu nida etmektedir. Bu böyledir, çünkü dabh ancak atlar için söz
konusu olabilir. Bu kelimenin develer için kullanılması ise ancak
"istiare" yoluyla olur. Tıpkı, (deve dudağı) ve (hayvan ayağı, tırnağı)
kelimelerinin, istiare yoluyla insan için
"iki "iki dudak (insan için)" kelimesinin de taylar için
kullanılması gibi. Ancak, zaruret bulunmadığı müddetçe hakikatten mecaze
geçmek, caiz değildir. Yine, ateş çıkarmak, devenin ayağının vurmasıyla değil de,
daha ziyade atın tırnağının taşa vurmasıyla olur. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sabahleyin baskın yapanlara" (Âdiyât, 2) ifadesi de böyledir. Çünkü
bu at ile, diğer hayvanlardan daha kolay olur. Nitekim biz, bu sûrenin, bir
seriyye hakkında varid olduğunu rivayet etmiştik. O halde durum böyle olunca,
doğruya en yakın olanı, sûrenin medeni olmasıdır. Çünkü savaşa izin, Medine'de
gelmişti. İşte, Kelbî'nin<dedîği de budur. Sen bunu iyice anlayınca, bil ki,
burada birkaç mesele bulunmaktadır.[6]
Cenâb-ı Hak muhakkak ki atlara kasem etmiştir. Çünkü
onun koşması ndaki haslet ve özellikler, diğer hayvanIarınkinde yoktur. Çünkü
onlar, hem düşmanı takip etmek için hem de ona saldırmak, sonra geri çekilmek
için elverişlidir. Zira sen, menfaatin düşmanı izlemede olduğuna kanaat
edersen, hasmına saldırırsan, böylece de ganimet elde edersin. Ama maslahatın
geri çekilmekde olduğuna kanaat getirirsen, at sayesinde, en hızlı biçimde
düşmandan kaçbilirsin. Şüphesiz ki selamette olmak, iki ganimetten birisidir.
İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, ondaki dünyevî ve din? faydalardan dolayı,
mücahidin atına kasem etmiştir.
Yine bu ayetlerde, insanın atı, zinet ve böbürlenmek
gayesiyle değil, bilakis bu faydadan dolayı beslemesi gerektiğine dair bir
dikkat çekmek bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu manaya, "Hem onlara
binmeniz, hem de zinet için atlan, katırları, merkepleri yarattı..."
(Nahl, 8) ayetinde de dikkat çekmiştir. Böylece bu ayette Cenâb-ı Hak, illet
lamını, binmekle ilgili fiilin başına getirmiş ama "zinet"
kelimesinin başına getirmemiştir. Cenâb-ı Hak buyurmuştur, çünkü bu, kendisiyle
yorgunluğun ortaya çıktığı bir emaredir; zira hayvan o esnada bütün çabasını
harcamakta, yorulduğunda durmamaktadır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "O at
(o esnadaki yorgunluk) ve zayıflığına rağmen, sana inkiyaddan vazgeçmiyor. İşte
kul da, Mevlasına taat hususunda böyle olsun.." demek istemiştir.[7]
Alimler kelimesinin mansub olması hakkında birkaç
izah zikretmişlerdir:
1) Zeccâc
şöyle demiştir: İfadenin aslı, "Harıl harıl koşar vaziyetteki (atlara)
yemin olsun.." şeklindedir.
2)
ifâdesinin alır. şeklinde olması... Zira
ed-dabh (boğazdan ses çıkarma), ancak koşma ile birlikte olur. Bu da, Ferrâ'nın
görüşüdür.
3) Basralı
alimler de şöyle demişlerdir: Kelamın takdiri şeklindedir. Buna göre kelimesi,
hal olduğu için mansubtur.[8]
"O (tırnaklarıyla) çakarak ateş
çıkaranlara..." (Âdlyât, 2).
Bil ki,
(el-îrâu" kelimesi, ateş çıkarmaktır. "El-Kadhu" ise,
"çarpmak, vurmak" anlamına gelir. Nitekim sen, "Taşı, taşa
vurdu, derken ateş çıkardı; taşı taşa vurdu da, kıvılcım çıkardı"
anlamında veya dersin. Ayrıca, ayetin tefsiriyle ilgili birkaç izah bulunur:
1) İbn
Abbas (r.a), "Cenâb-ı Hak, atların, tırnaklarını taşa vurmasını, böylece
de ondan, tıpkı çakmak çakıldığı zamanki gibi, ateş çıkarmasını murad
etmektir" derken, Mukâtil de şunu söylemiştir: Allah Teâlâ, tırnaklarıyla
taşa vurup da, tıpkı ateş böcekleri gibi ateşler çıkaran atları kasd
etmektedir. el-Habâhlb kelimesi (aynı zamanda), çok cimri olan bir adamın adı
olup, bu adam ancak, insanlar uyuduğu zaman ateş yakardı. Bir kimse onun
farkına vardığı zaman ise, kimse o ateşten yararlanmasın diye, hemencecik o
ateşini söndürürdü. Böylece atların tırnağından çıkan bu ateş, kendisinde
hiçbir fayda bulunmayan o ateşe benzetilmiştir. Kimi alimler de şöyle
demektedirler: "Bu, demir ayakkabı olup, o taşa vurur da, ondan beliğdir;
çünkü bu durumda da, bizzat atların tırnağı, tıpkı demir ayakkabılar gibi olmuş
olur.
2) Bir
topluluk da, "Bu ayetler, atlar hakkındadır. Fakat onların ateş çıkarması
İse, sahipleri ile düşmanları arasında savaşı kızıştırmaktır. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Onlar ne zaman harb için bir ateş tutuştururlarsa, Allah onu
söndürürdü..." (Mâide, 64) buyurmuştur. Ayrıca, harb iyice kızıştığı zaman
da, denilir.
3) Bunlar,
savaşan ve ihtiyaçlarını gidermek, yemeklerini pişirmek için geceleyin ateş
yakan mücahidlerdir. Buna göre bir savaşçı topluluğu olur.
4) Bunlar,
dillerdir. Onlar, konuştukları şeyin büyüklüğü ve vehametinden dolayı,
düşmanlık ateşi yakarlar.
5) Bunlar,
düşmanlık ve hile, aldatmaca ateşini tutuşturan insanların fikirleridir. Bu
görüş, İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Nitekim, "Senin aleyhine fitne
kışkırtıp, savaş koparacağım" anlamında, denilir. Bunun bile, desise,
tuzak olduğu, ama ancak, düşmanların onları çok kalabalık görmesi için ateş
yakılması halinde tuzak ve hile anlamında olduğu söylendi. Düşmanlarına
yaklaştıkları zaman, büyük bir ateş yakmaları, böylece, düşmanlarının, onları
çok ve kalabalık sanmalarını istemeleri, Arabların adeti idi.
6) İkrime
de, bu ifadeden muradın, "diller" (eIsine) olduğunu söylemiştir.
7) Bu
ifadeden murat, "bir işi başaranlar, başarıya ulaştıranlar"
manasınadır. Yani, "Maksatlarına nail olanlar, savaş ve hac gibi yüce
gayelerine ulaşanlar..." demektir. Nitekim Arapça'da, "maksadına nail
oldu, ihtiyacını giderdi" anlamında,
denilir. Sonra mana, amacına ulaşmış olan o topluluğa raci olur; bunun,
kimileri amacına ulaşmış olan atlara raci olması da caizdir. Nitekim şair Cerlr
şöyle demiştir:
"Ezd kabilesinin Arablarm en çok cömert olanı ve
(ateşlerini yakükları zaman da), ihtiyaçları en fazla gidereni olduğunu
gördük..." Arapça'da, bir kimse, tenkit edip zemmettiğinde, "ateş
çıkardı lütfedip ihsan ettiğinde de,
kandırdı, lutfa boğdu" denilir. Bil ki, ilk izah, doğruya daha yakındır.
Çünkü kelimesi, ateş yakmak, manasında hakikat; başka manalarda ise mecaz ifade
etmektedir. Delilsiz olarak da hakikati terketmek caiz değildir.[9]
"Sabahleyin baskın yapanlara" (Adiyat, 3).
Yani, "Sabah vakti, düşmanlara baskın yapan
atlara..." demektir. Onlar, sabahleyin baskın yapıyorlardı. Çünkü onlar,
geceleyin karanlık içinde kalıp, hiçbir şey görememekteydiler. Gündüze gelince,
insanlar o zaman, müdafaaya ya da savaşa hazır durumda bulunuyorlardı. Sabah
vakti ise, insanlar o zaman tam dalgınlık halinde bulunup, hem hazır vaziyette
değillerdi. Bu ayetleri develere hamledenlere gelince, onlar, "Bundan
murad, Yevmunnahr'de (bayram günü) binicilerini Müzdelife'den Minâ'ya götüren
develerdir" demişlerdir. Sünnete göre, sabah olmadıkça baskın yapılmaz.
Iğâre kelimesinin lügatteki manası ise, çabuk gitmek, koşmaktır. Nitekim bir
kimse çabuk gittiğinde, denilir. Cahiliyye döneminde Arablar, "Arafat'tan
Minâ'ya gitme sırasında hızlı koşarız" anlamında, (Hızlanalım diye Sebîr
tepesi aydınlandı) derlerdi.[10]
"Derken orada toz koparanlara" (Âdiyat, 4).
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[11]
Ayetteki,
kelimesiyle ilgili iki görüş var:
1) Bu,
"toz" manasınadır. Bu kelimenin, "ses yükseldi" manasındaki deyiminden alındığı; binâenaleyh
toza yükselmesinden dolayı "nâk” " ismi verildiği söylenmiştir. Yine
bu kelimenin, suyun yükselmesi manasındaki "nak' " kelimesinden
olduğu; binâenaleyh aynen insanın suyu daldığı gibi, toz için de kalanın da
toza daldığı (için böyle isimlendirildiği) söylenmiştir.
2) Bu
kelime, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir hadisinde geçen cümlesinde şu "Bir
bağırma bir avaz olmadıkça..." "haykırma" manasınadır. Buna göre
ayet, yaptıkları baskınla düşmana zayiat verdirip feryat ve ağıtlara sebep
olurlar, ağıtçı kadınlar ölenler için ağıt yakarlar" anlamına gelir. Yine
"toz-duman yükseldi" manasında denilir. "Bağırtlak kuşu
yumurtladığı yerden çıktı" manasında, denilir. ise,
"Tozkopardılar" manasınadır. Buna göre ayet, "Atlar, baskın
yerlerinde süratli koşuşturmalarından dolayı toz koparırlar" manasında
olur.[12]
dekl "hû" zamiri neye racidir? Bu hususta
birkaç vecih var:
1)
Ferrâ'nın görüşüne göre bu zamir, kendisine varılan ve kendisinde baskın işinin
yapıldığı yere racidir. Çünkü, "Sabahleyin
baskın yapanlara" (Âdiyât, 3)ayeti bu baskın için bir yer
gerektiğine delildir. Maksad anlaşıldığı zaman, zikri (adı) açıkça geçmemiş bir
şeye zamirle işaret etmek caizdir. Nitekim, "Biz onu Kadr gecesinde
indirdik" (Kadr, 1) ayetinde,
Kur'ân'a "o" zamiriyle işaret edilmiştir. Çünkü, hernekadar daha
önce açıkça zikredilmemiş ise de, bunun Kur'ân olduğu
anlaşılmaktadır.
2) Bu
zamir, baskının yapıldığı zamana racidir. Buna göre ayet, "Onlar işte o
zamanda toz koparırlar" demek olur.
3) Kisâî'nin
görüşüne göre bu zamir, adv'e, yani hani harıl koşmaya racidir ve mana,
"ve harıl harıl koşmak suretiyle toz koparanlara (yemin olsun ki)"
şeklindedir i ve "adv'"in,
ayetinde zikri geçmiştir.[13]
Eğer, ifadesi,
ne üzerine atfedilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "yerini
el-Âdiyâti ism:i failinin tuttuğu fiile racidir. Buna göre takdir, "Harıl
harıl koşan ve ateş saçan, sabahleyin baskın yapıp, toz koparanlara yemin olsun
ki..." şeklindedir.[14]
Ebû Hayve bu fiili, "Orada toz-duman ortaya
çıkaran" manasında, şeddeli olarak iıjtâ şeklinde okumuştur. Çünkü fiili "izhâr etti - ordaya çıkardı"
manasınadır. Yahut da o, (toz kopardılar)
fiilini şekline kalbetti ve sonra da
buradaki vâv'ı hemzeye kalbederek, (aynı manada olmak üzere) şekline çevirdi.[15]
"Bununla bir topluluğun ta ortasına
girenlere..." (Âdiyât, 5).
Bu ayetle ilgili iki mesele var:[16]
Leys (Arapça'da),
"Nehrin ve çölün orasına girdim, ortasında oldum" manasında
denilir" demiştir.
Ferrâ, "Bu ayetteki
zamiri, neye racidir?" demiştir. Bu hususta birkaç izah var:
1)
Mükâtil, "Bu "adv"e, yani hanl-harıl koşmaya racidir. Çünkü
sürenin başındaki "el-Âdiyât" kelimesi bunu delalet eder. Dolayısıyla
ona burada zamirle işaret etmek caizdir. Ayetteki, "cem'an" sözü de,
takdirindedir, ve mana, "O (atlar), koşmaları ile düşman ordusunun
ortasına daldılar" şeklinde olur. Bu ayetleri develerle ilgili sayana
göre, "Minâ'da toplananların ortasında olan (develer)...)" manasında
olmuş olur" demiştir.
2) Bu
zamir, "nak' "a (toz ve haykırmaya) racidir, yani "Toz
(koparmak) veya
haykırarak, topluluğun ortasına girenlere..."
demektir.
3) Bundan
murad şudur: "harıl harıl koşan (atlar), toz toprağa bulanmış oldukları
halde, düşman topluluklarından bir topluluğun ortasına dalarlar."[17]
Ayetteki fiil, müteaddî (geçişli) olmak üzere, şedde
ile * "Ortasına daldıranlar" şeklinde de okunmuştur. Bu durumda, 'deki bâ harf-i cerri 'deki gibi, böylece sülasi mücerred
vasatna'nın ileri derecesini ifade eder. Bu "ortaya dalma"da, daha
ileri bir manayı ifade eder.
Bil ki insanlar, atları anlatırken çok şeyler
söylemişlerdir. Allah Teâlâ'nın zikrettiği bu miktar ise, en güzel ve uygun
olandır. Hz. Peygamber (s.a.s) "Hayır, atların alınlarına
bağlanmıştır" ve "Onların sırtlan sığmak, barındıkları
hanizedir"[18] buyurmuştur.[19]
Bil ki Allah Teâlâ, adına yemin edilen şeyi
zikredince, hakkında yemin edilen hususu da zikretmiştir ki burada hakkında
yemin edilen hususlar, üçtür:
Birincisi: Hak
Teâlâ'nin şu ayetinin ifade ettiği husustur:
"Şüphesiz insan Rabbine karşı çok
nankördür" (Adiyât, 6)[20]
Vahidî, "kunûd" kelimesinin lügat manası,
"haktan ve hayırdan menetmek, başkalarını uzaklaştırmaktır. Kenûd ise,
üzerinde bulunduğu şeyi engelleyen demektir. Hiçbir şey bitirmeyen toprağa da
"arz-ı kenûd" denilir.
Bu hususta müfessirlerin birçok izahları var: Mesela
İbn Abbas, Mücahid, İklime, Dahhâk ve Katâde, "Kenûd, nankör manasınadır.
O meşhur "kinde", babasına karşı nankörlük edip, ondan ayrıldığı için
bu ismi almıştır" demişlerdir. Kelbî ise, "Kenud, Kinde lügatına göre
âsî; Benî Mâlik lügatına göre, cimri; Mudar ve Rabî'a lügatına göre nankör
manasınadır" demiştir. Ebû Umâme, Hz. Peygamber (s.a.s)'den,
"kenûd"un, kendi payını (başkalarından) sakınan, tek başına yiyen,
kölesini döven nankör manasına olduğunu rivayet etmiştir. Hasan el-Basri, "Kenûd",
başına gelen mihnet ve musibetleri sayarak Rabbine levmeden ve O'nun
nimetlerini ve verdiği rahatlıkları unutandır. Bu aynenf "Ama insan, ne
zaman Rabbi onu imtihan edip de kendisine kasem eder, nimetler verirse,
"Rabbim bana ikram etti, şeref verdi" der. Fakat ne vakit onu
deneyerek, rızkını daraltırsa, o zaman da, "Rabbim bana ihanet etti, hor
hakir kıldı" der"(Fecr, 15-16) ayetlerinde ifade edildiği
gibidir" der.
Bil ki, "kenûd"un manası, küfr (nankörlük)
veya fark (günah) olmanın dışına çıkmaz. Her nasıl olursa olsun, bunun bütün
insanlara hamledilmesi mümkün değildir. Binâenaleyh belli bir kafir için
kullanılması gerekir veya eğer herkes için kullanırsak rranast şöyle olur:
İnsanın tabiatı, onu böyle olmaya sevkeder. Ancak Allah Teâlâ insanı, lutfu ve
tevfiki ile bundan korursa, o müstesna... Birinci mana, ekserî alimlerin
görüşüdür ve onlar şöyle demişlerdir: "Çünkü İbn Abbas, "Bu ayet,
Kart b. Abdullah b. Amr b. Nevfel el-Kureşî hakkında nazil olmuştur"
demiştir. Keza, "O halâ, kabirlerde olanların eşilip çıkarıldığı zaman...
Rablerinin onlardan elbette haberdar olduğunu bilmiyor mu?"(Adiyât. 9-11)
ayetleri de ancak kafirler hakkında uygun olur. Çünkü bu, adeta bahsedilenlerin
bu işi, yani kıyameti inkar ettiğini anlatmaktadır."[21]
İkincisi,
yani Hak Teâlâ'nın hakkında yemin ettiği ikinci husus, şu ayetin beyan ettiği
şeydir:
"Hiç şüphesiz o, buna hakkıyla sahicidir"
{Âdiyât, 7).
Bu ayetle ilgili iki görüş var:
1) Şüphesiz
insan buna, yani kendi nankörlüğüne ve cimriliğine şahiddir. Bu hususta, kendi
aleyhine şehadet eder. Ama bu şahidlik, ya o iş, inkarı mümkün olmayan, açık
bir şey olduğundan dolayıdır, yahut da Ahirette insan kendi aleyhine bu hususta
şahidlik ettiği ve günahlarını itiraf ettiği içindir.
2) "Ayetten
maksad şudur: Allah Teâlâ bu nankörlüğe şahiddir." Bu görüşte olanlar
"Bu mana daha uygundur. Çünkü buradaki "o" zamiri,
zikredilenlerden kendisine en yakın olana racidir. Burada da ona en yakın olan,
"Rabb" lafzıdır. Bu, Allah Teâlâ'nın insanın amellerini tek tek
saydığını (tesbit ettiğini) ifade etmiş olması açısından, insan için bir tehdid
ve günahlardan alıkoyan bir şey gibi olur" demişlerdir. Birinci görüşü
destekleyenler ise, "Bu ayetten sonra gelen, "Şüphesiz o, mal
sevgisinde pek ileridir" cümlesindeki "o" zamiri insana racidir.
Binâenaleyh sürenin nazmının en güzel olması için bu ayetteki "o"
zamirinin de insana raci olması gerekir" demişlerdir.[22]
Üçüncüsü:
Hak Teâlâ'nın hakkında yemin ettği hususlardan üçüncüsü de, şu ayetin beyan
ettiği husustur:
"Şüphesiz o, hayır sevgisinde pek şediddir"
(Âdiyât, 8).
Ayetteki "hayır" "Eğer geride bir
hayır, yani mal bırakırsa..." (Bakara, 180) ve "Ona bir hayır (mal)
isabet ettiği zaman, nankördür" (Meâric. 21) ayetlerinden de anlaşıldığı
gibi, "mal" manasınadır. Çünkü insanlar, "mal"ı kendi
aralarında "hayır" sayarlar. Nitekim Allah Teâlâ da, mücahidlere
isabet eden, yaralanma ve harb sıkıntılarını, "Onlara bir kötülük isabet
etmemişti" (M imrân, 174) ayetinde, "kötülük" diye
isimlendirmiştir.[23]
"Şedîd",
cimri-kısnık manasınadır. Bu
manada, "falanca, şedidedir, müteşeddiddir" denilir. Şair
Tarafa da şöyle der: "Ben ölümün, seçkin ve değerli kimselere tuzak
kurduğunu; çok cimri ve ahlaksız kimselerin de en güzel mallarını ellerinden
çekip aldığını görüyorum." Sonra bu ne demek olduğu hususunda şu izahlar
yapılabilir:
1) O, malı
çok sevdiği için, alabildiğine eli sıkı ve cimridir.
2)
Buradaki "şedîd" ile, kuvvetli manası kastedilmiştir. Buna göre mana,
"O, malı sevme, dünyayı tercih etme, dünyanın peşinde gezme ve onu elde
etmek için uğraşma hususunda, alabildiğine güçlü ve kuvvetli, ama Allah'a
ibadetlerini sevme ve nimetlerine şükretme hususunda, son derece zayıftır"
şeklinde olur. Çünkü sen birisi bir şeye güç yetirip, onu zapt-u rabt altına
aldığında dersin.
3) Allah
Teâlâ bununla, "O hayırları (malları) sevme hususunda, eli açık ve yumuşak
yüzlü değildir, fakat alabildiğine eli sıkı ve tutucudur" manasını murad
etmiştir.
4) Ferrâ
ayetin takdiri mananın, "Muhakkak ki o, mal hususunda alabildiğine bir
sevgi taşımaktadır" şeklinde olabileceğini; bunun da, "O, mali
seviyor; malın da, kendisini sevmesini arzu ediyor" demek olduğunu; fakat
ilk ifadede geçen "hubb" (sevgi) sözü ile yetinilerek, ikinci cümlede
aynı kelime tekrarlanmadığını; bunun tıpkı takdirinde olmak üzere, (ibrahim,
18) buyurup da, birincisi ile yetinilmesi gibidir.
5) Kutrub
da ayetteki takdirin şeklinde olduğunu ve tıpkı, senin manasını kastetmen gibi
olduğunu söylemiştir.[24]
Bil ki Allah Teâlâ insanın kötü fiillerini kendine
sayıp dökünce, onu tehdid ederek şöyle buyurmuştur:
"Hâlâ o, bilmeyecek mi, kabirlerin içindekiler
eşilip çıkarıldığı zaman..." (Adiyât, 9).
Bu ayetle ilgili mesele var:[25]
'rıin ne demek olduğu hususu, tomar, 4. ayetin
tefsirinde geçmişti ve Diz, bunun, "eşilip, sürülüp dışart
çıkarılma" olduğunu söylemiştik.
Bu kelime, şeklinde de
okunmuştur.[26]
Birisi şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hak niçin, buyurmuş da, "kabirlerin içinde dan kimseler..."
buyurmam ıştır? Hem sonra dediğine göre,
demiş de dememiştir?"
Birincine şu şekilde cevap veretiliriz: Yeryüzünde mükellef olmayanlar daha
faldır. Binâenaleyh bu, genele gere söylenmiş bîr ifadedir. Şöyle de denebilir:
Oniar öldükten sonra dirilmeye başladıklarında iienüz aktiiı canhiar
değillerdir. Aksine dirilişten sonra onlar bu hale gelmişlerdir İşte bu
sebeble, hiç şüphesiz ism-i mevsut, ak;' sahibi olmayan varlıklara göre
getirilmiş, sonra buna işaret olarak gelen "hûm” zamirleri ise aklı olan
varlıklara göre getirilmiştir.[27]
"ve göğüslerde olan şeyler, derlenip toplandığı
zaman" (Âdiyât, 10).
Ebû Ubeyde buna, "Göğüslerde olan şeyler, ortaya
çıktığında" manasını verirken; Leys şöyle der: "Herşeyden elde edilen
şey, elde kalan ve kendinden başka giden şeydir. İşte buna "hâsıl"
"hâsıla" denir. Tahsil ise, hasıl olanı seçip ayıklamadır. Bu kökün
ismi, "hasîlâ"dır. Labîd bu manada şu beyti söylemiştir:
"Her biri bir gün, Allah'ın nezdinde hasılatlar
toplandığında, ne kadar sa'y-u gayrette bulunduğunu anlayacaktır."
Ayetin tefsiri hususunda şu izahlar yapılabilir:
1)
"defterlerde derlenip toplanan" demek olup, bu da, o amel defterleri
top yekûn açılıp ortaya konduğunda..." demektir.
2) Mutlaka
farz, mendub, mubah, mekruh ve haram olan şeylerin biribirlerinden
ayırdedilmeleri gerekir. Çünkü her bir için ayrı bir hüküm vardır. Bundan ötürü
kalbura (eleğe) "mihsal" denilir.
3) İnsanın
içindekiler (gönlündekiler), çoğu kez dışından görünenin aksine olur. Ama
kıyametgünü bütün strlar çözülür, perdeler açılır ve içtekiler ortaya çıkar.
Nitekim Hak Teâlâ, "o gün (bütün) sırlar yoklanıp meydana çıkarılacak" (Tarık, 9) buyurmuştur.
Bil ki bundan alınacak ders şudur: Ey insanoğlu sen, senin
için faydası olmayan şeyler konusunda, hazırlıktı oluyor da mesela, kabristan
yaptırıyor; tabut alıyor, kefen hazırlıyorsun; yaşlı kadınlar, kefen dokuyorlar
ve "Bütün bunlar, mezarda kurtçukların yemesi içindir. Ya Rahmân'ın
hissesi nerede?" denilir. Hatta kadın hamile olduğunda, doğacak çocuğa
elbise ve saire hazırlar. Kendisine, "Daha çocuk yok, bu ne hazırlık"
dediğinde, "Karnımda olan, birgün gün yüzüne çıkmayacak mı?" der.
Binâenaleyh Rab Teâlâ da sana, "Bu yerin karnındakiler birgün gün yüzüne
çıkmayacak mı, peki hazırlığın nerede?" der. Malum siğası ile ve şeddesiz
olarak, şeklinde de kıraat vardır. Buna
göre mana, "Ortaya çıktığında..." şeklinde olur.[28]
"Gerçekten o gün Rableri onlardan, tamamıyla
haberdardır" (Âdiyât, 11).
Bil ki burada şöyle birkaç soru sorulabilir:
Birici Soru:
Ayetteki bu ifade, Cenâb-ıHakk'ın o gün onları bilişinin, kendisine haber
verilme sebebiyle olduğu vehmini vermektedir. Bu ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu
hususta daha önce bilgisi olmamasını gerektirir. Halbuki böyle bir şey Allah
için imkansızdır?"
Buna şu iki şekilde cevap veririz:
1) Hak
Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Bilmeyen, bilgi sahibi edilmesi ile, bilir
hale gelir. Peki, hep alim olan, hep bilen bir zat, senin halinden haberdar
olamaz mı?
2) Hak
Teâlâ'nın her an bilmesine rağmen, bu bilme işini, "o gün" demek
suretiyle, kıyamet gününe tahsis edişinin hikmeti, o günün, ceza günü oluşundan
ve müikün kime ait olduğunu yeniden bir kere daha vurgulamasından ötürüdür.
Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Bu gün hükmü" geçerli bir hâkim, fetvası
geçerli bir âlim yoktur. Sadece Ben varım" demek olmuştur. Nice alimler,
hadise esnasında cevabın ne olduğunu bilemez, daha sonra onu hatırlar. İşte bu
sebeple Hak Teâlâ adeta, "İşte Ben, böylesi bir alim değilim" demek
istemiştir.[29]
İkinci Soru:
Cenâb-ı Hak, "ve göğüslerde olan şeyler, derlenip toplandığı
zaman..."buyurarak, niçin özellikle kalbin işi olan amellerden bahsetmiş
de, uzuvların işlerini zikretmemiştir?
Cevap:
Çünkü dış organların (uzuvların) amelleri, kalbin amellerine bağlıdır. Çünkü
kalblerde sevkedici şeyler, irade ve düşünceler meydana gelmemiş olsaydı,
uzuvların fiilleri de meydana gelmezdi. İşte bu yüzden HakTeâlâ, kalbin
amellerini zemmetmeyi esas almış ve meselâ, "Kalbi günahkar... "(Bakara,
283) buyurmuş; yine medhederken de kalbin işini esas alarak, "Kalbleri
tirtir titrer"'(Enfal, 2) buyurmuştur.[30]
Üçüncü Soru:
Cenâb-ı Hak niçin buyurmuş da, "kalblerde olan şeyleri..."
dememiştir?
Cevap:
Çünkü kalb, rükuu bineğidir ve tabii olarak, marifetullahı ve Allah'a hizmeti
arzular. Aslında bu hususlarda karşı çıkan, "nefs"dir. Nefsin yeri
ise, göğse yakın bir yerdir. İşte bu yüzden Hak Teâlâ, "İnsanların
suduruna, göğüslerine vesvese verir..." (Nas, 5) buyurmuştur.
"Allah'ın göğsünü islâm'a açtığı kimse..." (Zümer,22) buyurmuş ve
göğsü, İslâm'ın yeri olarak zikretmiştir.
Dördüncü Soru: ifadesindeki "hüm" zamirleri,
insana racidir. Halbuki "insan", lafız olarak müfreddir?
Cevap:
İnsan kelimesi, mana bakımından cemidir ve bu husus, Hak Teâlâ'nin
"Şüphesiz insan, bir hüsrandadır"(Asr, 2) ayetinde de böyledir. Ama
Cenâb-ı Hak o surede, "Ancak iman edenler ... müstesna"(Asr,3)
buyuraraka, bu ifadeleri cemî olarak getirmiştir. Eğer "insan"
kelimesi cemî (çoğul) olmasaydı, böyle getirmesi doğru olur muydu?
Bil ki ayetle ilgili olarak, geriye iki mesele kalır:[31]
Ayet, Hak Teâlâ'nm, zaman olarak cüziyyatı da
bildiğine delalet etmektedir. Çünkü O, Kendisinin o gün bütün canlıların ne
halde, ve ne durumda olduklarını bildiğini açıkça ifade etmektedir. Binâenaleyh
Allah'ın, zamanın cüziyyatını bilmeyeceğini söyleyenler kafir olurlar.[32]
Rivayet edildiğine göre Haccfic, dil sürçmesi ile
buradaki 'yi, nasb ile şeklinde okumuş,
dolayısıyla da, "habir"in başındaki "lâm'ı, hata olmasın diye
düşürmüş. Bu, onun, fesahatini anlatmak için zikredilmiş bir hadisedir. Fakat
bazı alimler, ayeti değiştirmeye yeltendiği için bunun bir küfür olduğunu
söylemişlerdir. Ebû's-Simâl'in de ayeti bu şekilde okuduğu nakledilmiştir. Allah
Teâlâ en iyi bilendir. Salat ü selâm, efendimiz Hz. Muhammed'e, âline ve
ashabına olsun (amin)![33]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/341.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/343.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/343.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/343-344.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/344.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/344-345.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/345.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/345.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/346-347.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/347.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/347.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 23/348.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/348.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/348.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/348-349.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/349.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/349.
[18] Buhari , Menakıp, 28; Müslim, emare, 96-99
(3/1492-1493) (Kısme).
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/349.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/350.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/350.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/351.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/351.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/352.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/352.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/353.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/353.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/353-354.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/354.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/354-355.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/355.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/355.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/355.