Sekiz ayet olup, Mekkî'dir.[1]
"Sizi, çoklukla böbürleniş (o derecede) oyaladı.
Hatta kabirleri ziyaret ettiniz..." (Tekâsür, 1-2).
Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır:[2]
(el-ilhâ),
lehve, eğlenceye yönelmen anlamındadır. Lehv ise, kişinin heves ve arzusunun
davet ettiği şeylere
yönelmek demektir. Bir şeye yönelmenin başkasından
yüz çevirmeyi gerektireceği ise malumdur. İşte bundan dolayı dilciler
"Beni unuttu, beni meşgul etti" anlamında, derler. "Zübeyr, gök
gürültüsünün sesini duyunca, ne söyleyeceğini unuttu şeklindeki söz de buna
dayanır,. Yani, sözünü bıraktı, ondan adeta yüz çevirdi, demektedir. O halde,
yapmadığın, terkettiğin herşeyden yüz çevirmiş olursun. el-Tekâsür mal, makam
ve şan-şöhret çokluğu ile övünmen demektir. Nitekim Arapça'da, insanlar
karşılıklı olarak şan ve şereflerini denkleştirmeye çalıştıklarında, denilir. Ebû
Müslim de şöyle der: "et-Tekâsür", "kesret" kökünden,
"tefâül" vezninde bir kelimedir. "Tefâül" ise, şu üç
manadan biri için kullanılır: Bu kalıbın, iki kimse arasındaki bir ortaklığı
ifade etmiş olması, muhtemeldir. Böylece "tekâsür",
"mukâseretun" babından olmuş olur. Fiili, istemeye istemeye üstlenmek
anlamına da gelir. Nitekim sen bir şeyi istemeyerek yaptığın zaman, tâ dersin.
Ve yine sen, bir şeyi görmemezlikten gelip, gafilmiş gibi davrandığında,
dersin. Bu kalıbın, bizzat fiilin kökü, anlamına gelmiş olması da muhtemeldir.
Nitekim sen, anlamında, dersin.
Bu ayette, "tekâsür" lafzı, ilk iki manaya
gelebilir. Binâenaleyh, "tekâsür"ün, müfaele, yani
"mukâseretun" anlamına gelmesi, muhtemeldir. Çünkü, nice iki kişi
vardır ki, onlardan herbiri diğerine, "Ben senden, mal bakımından daha
ileriyim, taraftar bakımından da daha güçlüyüm" der. Çoğaltmayı üstlenme
anlamına da gelmiş olabilir. Çünkü, düşkün ve haris kimse, bütün ömrü boyunca,
malını çoğaltmayı üstlenir, kendini buna verir.
Bil ki, tefahür ve tekâsür, şey olup, bu ayetin bir
benzeri de, Arasında iftihar
etme..."(Hadid,20) ayetidir.[3]
Bil ki tefâhür, insanın, saadet çeşitlerinden bir çeşidi
kendisine nisbet etmesiyle, kendisinde
bunun bulunduğu iddia etmesiyle olur. Saadet nevileri ise, üç tanedir.
1)
Nefiste.
2) Bedende.
3) Bedeni
hariçten saran şeylerde, eşyada. Nefiste olana gelince, bu, ilimler ve üstün
\iu/.?r, meziyetlerdir. Ki, işte bu ikisi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. İbrahim
(a.s)'in söylediğini naklettiği, "Ya Rabbi, bana bir hüküm bağışla ve beni
salih kullarına ..."(şuarâ,83)duasıyla kastedilmişlerdir. İşte bu iki şey
sayesinde kişi, ebedî beka ve mutluluğu elde eder. Bedende olana gelince, bu da
sıhhat ve güzelliktir. Ki bu, ikinci derecededir. Bedenî hariçten saran şeylere,
gelince, bunlar da iki kısımdır:
a) Zaruri
olanlar, bunlar mal ve makamdır,
b) Zaruri
olmayanlar... Ki, bunlarda akraba ve dostlardır. Üçüncü mertebede saydığımız
şeyin tümü, beden için amaçlanır. Bunun delili ise şudur: Bedenin uzuvlarından
herhangi bir uzuv acı çektiğinde, mal ve makam, bu uzuv için feda edilir.
Bedeni mutluluklara gelince, fazıl kimseler, bunları nefsanî mutluulklar için
elde tutmak isterler. Zira, beden sağlam olmadığı müddetçe, nefsanî ve baki
mutlulukları elde etmeye, kişi, zaman bulamaz.
Bunu iyice kavradığına göre biz diyoruz ki, aklı olan
kimsenin, o say ü gayretini, daha mühim olanı mühim olana takdim etme uğrunda
harcaması gerekir. O halde bu demektir ki, mal, makam, taraftar ve akraba ile
övünmek, mutluluk sebeplerini en düşük dereceleriyle övünmek demektir. Halbuki
bununla meşgul olmak, insanı, ilim ve amel vesilesiyle, ruhani mutlulukları
elde etmekten alıkor. Böylece bu da, mutluluk derecelerinin en düşüğünü, en
kıymetlisine tercih etmek olur. Halbuki bu, vacib olanın ve hak olanın, aksi ve
zıddı olmuş olur. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, bunları zemmederek, buyurmuştur.
Bu ifadeye, sayı, mal, makam, akraba, tareftar ve asker gibi şeylerle övünme de
dahildir. Velhasıl, "tekâsür" ifadesinin içine, dünya, onun lezzetli
ve şehevî şeylerin tümü de girer.[4]
ifadesinin, onların durumlarını haber veren bir ifade
olması muhtemel olduğu gibi, tevbîh ve takrîc anlamında bir istifham olması da
muhtemeldir. Bu durumda kelamın takdiri, "Sizi... oyaladı mı..."
şeklindedir. Ve bu tıpkı, (Nâziat, 11) ifadelerinin okunuşu gibidir.[5]
Ayet, övünmenin böbürlenmesinin, kınanmış olduğuna
delalet etmektedir. Akıl ise, hakiki mutluluklarda övünme ve böbürlenmenin
mezmun olmadığını göstermektedir.
Abbas'ın, "sıkâye"nin kendi elinde;
Şeybe'nin de, Kâ'be'nin anahtarlarının da kendi elinde olmasıyla övündükleri ve
neticede de Hz. Ali (r.a)'nin, "Ben, küfrün hortumunu (burnunu) kılıcımla
kestim. Küfre "misle" yapıldı.. Sizler de ancak bundan sonra müslüman
oldunuz..." deyip de bu onlara ağır gelince "Sizler, hacılara su
vermenizi (sıkâye)... ve Mescid-i Haram'ı imar etmeyi, Allah'a ve ahirete iman
eden ve Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz?" (Tevbe,
19) ayetinin nazil olduğuna dair rivayet bu kabildendir.
Biz, Cenâb-ı Hakk'ın
(Duhâ, 11) ayetini tefsir ederken, insanın, bu konuda başkalarının
kendisine uyacağını tahmin ettiğinde, bu durumda yaptığı taatlar ve huy
güzelliği ile övünebileceğin! söylemiştik. Böylece, mutlak manada bir övünmenin
mezmun olmadığı sabit olur. Tam aksine, ilim, taat, güzel ahlak hususunda
övünmek, güzel bir şey olup, bu, güzel şeylerin aslı ve temelidir. O halde bu
demektir ki ifadesindekı ellMâm istiğrak
için olmayıp, tam aksine, "ahcf" içindir. Ki bu da, dünya, onun leziz
şeyleri ve dünya ile alakalı olan şeylere övünmektir. Çünkü, kişiyi, Allah'a
taattan ve O'na kulluktan alıkoyan şeyler bunlardır. Bunlar aklen kabul edilen,
dinlerde de, üzerinde ittifak edilen şeyler olunca, bu ifadenin başına, harf-i
tarifin getirilmesi pek yerinde olmuş olur.[6]
Ayetin tefsiri hususunda da şu izahlar yapılabilir:
Birinci Görüş:
"sizi, sayının çokluğu ile böbürlenmek
alıkoydu..." Rivayet olunduğuna göre bu ayet-i kerime, Beni Sehm
ile, Beni Abd-i Menaf hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, hangilerinin daha
kalabalık olduğu hususunda karşılıklı övünmeye girişmişlerdi. Beni Abd-i Menaf,
daha çok idi. Bunun üzerine Beni Sehm, "Gelin, dirilerinizi, ölülerinizin
toplamını, ölülerinizin dirilerinizin toplamı ile mukayese edelim.." dedi
de, bunu uyguladılar. Derken, Beni Sehm, daha kalabalık çıktı. İşte, bunun
üzerine bu ayet, nazil oldu. Bu rivayet, Kur'ân'ın zahirine uygundur. Çünkü
"ta kabirleri ziyaret ettiniz" ifadesi, bu işin, geçmiş bir hadise
olduğuna delalet etmektedir. Böylece, Cenâb-ı Hak adeta, onları, kendi
hallerine şaşmaya davet ederek, "Farzedin ki sizler, onlardan Sayıca daha
çoksunuz, ama bu, ne fayda sağlar?!" demek istemiştir.
"Ziyaret", bir yere gelmek-gitmek demektir.
Bu geliş ise, pekçok maksat için olur. Ama, bunların en ehemmiyetlisi ve
nazar-ı dikkate alınmaya en evla olanı, kendisi sebebiyle, kişinin kalbinin
rikkate kavuştuğu, duygulandığı, dünya sevgisinin kalbinden silindiği
ziyarettir, geliştir. Çünkü kabirleri görmek Hz. Peygamber (s.a.s)'in de,
"Sizlere, kabirleri "Sizlere, kabirleri ziyareti yasaklamıştım.
Dikkat, artık şimdiden sonra kabirieri ziyaret ediniz (ziyaret edebiiirsiniz).
Çünkü onları ziyaret etmede, ibret ve öğüt alma vardır'[7]
hadis-i şerifinde de beyan ettiği gibi, bunu doğurur. Sonra sizler,
kalblerinizin katılığı ve dünya sevgisi içinde, kabirleri ziyaret ediniz.
Binâenaleyh hüküm değiştiği için, Aliah Teâlâ bunu teaccüb (muhatabları hayrete
davet) sadedinde zikretmiştir.[8]
İkinci Görüş: Bu ifade ile, insanların mal ve
zenginlik bakımından öğün meleri kastedilmiştir. Bu görüşte olanların delili
ise şudur: Rivayet olunduğuna göre, Mutarraf b. Abdullah b. Şahîr, babasından,
Mz. Peygamber (s.a.s)'in ayetini okuyup, şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"İnsanoğlu "malım, malım" der. Ama (ey insanoğlu) senin malın
ancak, yiyip de bitirdiğin; giyip de eskittiğin, tasadduk edip de
gerçekleştirdiğin şeylerdir.[9]
Ayetteki, "Hatta kabirleri ziyaret ettiniz"
İfadesi, "Taki öldünüz" demektir. "Kabirleri ziyaret"
mecazen ölmek manasınadır. Nitekim Arapça'da, ölen kimse içip, "Kabrini
ziyaret etti" resmini (kabrini) ziyaret etti" denilir. Cerîr de
Ahtal'a "Ebû Mâlik öldü, anası da onun devamlı ziyaretçisi oldu"
demiştir. Buna göre ayetin manası, "Malları çoğaltmaya ve artırmaya olan
hırs ve düşkünlüğünüz, Rabbinize taat ve ibadetten oyaladı, alıkoydu. Bu
halinizi sürdürürken, ecelinizin gelip çattı" şeklinde olur. Ayeti bu
manaya hamletmenin şu İki bakımdan müşkil olduğu ileri sürülmüştür:
a) Ziyaret
eden, o anda ziyaret edip, sonra da çekip giden kimseye denir. Ölen ise, artık
kabrinde kalakalır, Binâenaleyh ölen kimse için, daha nasıl, "kabirleri
ziyaret etti" denilebilir.
b) Bu
ayet, geçmiş zaman siğasıylasıdır. Binâenaleyh daha nasıl gelecek zamana
hamledilebilir.
Birinci itiraza şu şekilde cevap verilebilir:
Ziyaretçi bazan, ziyaret ettiği yerde bekleyebilir. Fakat o, birgün mutlaka
oradan ayrılacaktır. Kabire girenler de, birgün oradan, hesab yerine
göçeceklerdir.
İkinci itiraza da şu bakımlardan cevap verilebilir:
a) Bu ifade
ile, yaşlılığı sebebiyle, ölümle yüzyüze gelmiş kimseler kastedilmiş olabilir.
İşte bu yüzden, bu kimseler hakkında, "o kabrin kenarında, bir ayağı
çukurdadır" denilir.
b) İnsanlara
ibret olsun diye, geçmiş kimselerden bahsetmek, onlardan haber verme gibidir.
Çünkü onlar da, bu insanların yolu üzere idiler. Hak Teâlâ'nın,
"Peygamberleri öldürüyorlar" (Bakara, 61) ayeti de böyledir. (Yani
ataları peygamberleri öldürdüğü halde, onların yolunda olan nesillerine böyle
söylenmiştir).
c) Ebû
Müslim'e göre, "Allah Teâlâ kıyamet gününde, kafirleri ayıplamak için bu
sûre ile hitap edecektir. Halbuki kafirler, bundan önce kabirleri ziyaret
etmişlerdi. (İşte ayet bu yüzden geçmiş zaman sığasıyladır).
Üçüncü Görüş:
Mala ve onu çoğaltmaya olan düşkünlüğünüz sizi oyaladı. Böylece ölünceye kadar,
o malın zekatını da vermediniz. Ama şimdi ölürken, "zekat için şu kadar,
hac için şu kadar vasiyet ediyorum" demeye başladınız.
Dördüncü
Görüş: Övünmeniz sizi, ibadetten alıkoydu da böylece artık dine önem
vermediniz. Aksine kalbleriniz hiç kırılmayan bir taş gibi oldu. Sadece
kabirlerinizi ziyaret ettiğinizde, kalbleriniz yumuşadı oysa, her zaman böyle
olmalıydınız. Yazık! dininizden nasibiniz bu kadar mı olmalıydı. Bunun bir
benzeri de Hak Teâlâ'nın, "Ne kadar az şükrediyorsunuz" (A'râf, 10),
yani, "Bu kadar az şükrünüzle yetinmem" ayetidir.[10]
Allah Teâlâ, "Sizi, çoklukla böbürlenmeniz, şundan
oyaladı" dememiştir. Çünkü mutlak olarak zikretmek, yani bir şeyden gelen
olarak bahsetmek daha çok zemmi ifade eder. Zira bu durumda muhatabın aklı, her
türlü ihtimali düşünür. Dolayısıyla da ifadenin İçine, mahallin elverdiği
herşey girebilir. Yani, "Övünmeniz sizi, Allah'ı zikirden, farzlardan,
mendublardan, marifetullah'dan, taattan, tefekkürden ve tedebbürden alıkoydu"
demek olur. Yahut şöyle diyebiliriz: "Ayetin öncesine bakarsak mana,
"Övünmeniz size, kâria (kıyamet) işi üzerinde düşünmekten ve ölmekten bu
gün için hazırlanmaktan alıkoydu" şeklinde olur. Yok eğer, bu ayetten
sonraki ifadeleri nazar-ı dikkate alırsak, bu durumda da mana, "Övünmeniz
sizi oyaladı ve böylece (kabirlere girerek) kabirleri ziyaret edinceye kadar,
ölümü unuttunuz" şeklinde olur.[11]
"Hayır... İlende bileceksiniz. Yine hayır.
İleride bileceksiniz" (Tekâsür, 3-4).
Bu ifadeler, hem daha öncekilerle, hem de
sonrakilerle alakalıdır. Kendinden öncesi ile alakası, bir red ve yalanlama
tarzında olup, "Bunların sandığı gibi, hakiki mutluluk sayı, mal ve evlad
çokluğuna bağlı değildir" manasındadır. Sonrası ile alakası ise, yemin
manasına gelişinden ötürüdür. Buna göre, "Yemin olsun ki gerçekten
bileceksiniz. Fakat fasık, tevbe ederse; kafir, müslüman olursa; hırslı da,
zahid olursa durum değişir" demek olur.
Hasan el-Basrî'nin şu sözü de bu manadadır:
"Etrafındakilerin çokluğu seni aldatmasın.
Çünkü yalnız öleceksin,
yalnız dirileceksin ve
yalnız hesaba çekileceksin."
Bu söz de, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün kişi kardeşinden kaçar..." (Abese,
34); "O (insan) Bize tek başına gelir" (Meryem, so) ve "Andolsun
ki Bize ferd ferd geleceksiniz"(Enam, 94) ayetlerinin hüiasasıdır.
Binâenaleyh bütün bunlar, övünmene mani olması gereken hususlardır.[12]
Alimler, ayetteki tekrar hakkında şu izahları
yapmışlardır:
1) Bu,
te'kid (vurgu) içindir. Üstelik bu, tehdid üstüne tehdiddir. Nitekim nasihat
ettiğin birisine, "Demedim mi, demedim mi böyle yapma diye..."
dersin.
2)
Birincisi, ölüm esnasında ona, "Sana müjde yok" denildiğinde;
ikincisi de, "Kabir suali esnasında, "Rabbin kim?" denildiğinde;
üçüncüsü o çağına çağırıp, herkesin dirildiği esnada "Falanca, bundan
sonra bir mutluluğu olamayacağı bir biçimde artık şakidir ve "Bugün
mücrimler aynîm" (Yâsîn, 59) denildiği zaman o insana, "kellâ"
(hayır, hayır) denilecek.
3) Dahhâk
bu ifadelere, "Ey kafirler, bileceksiniz; ey mü'minler sonra, sizler de
bileceksiniz" manasını vermiş ve ayetleri şeklinde okumuştur. O halde
birincisi va'îd (tehdid), ikincisi va'd (müjde)dir.
4) Herkes,
zulmün ve yalanın çirkin olduğunu; adaletin ve doğrunun güzel olduğunu bilir.
Fakat bunların neticelirinin kıymetini bilemez. Buna göre Hak Teâlâ, "Sen,
ayrıntılı bir şekilde bunu bileceksin. Fakat, ayrıntı ziyadeye de muhtemeldir.
Binâenaleyh ne zaman daha fazla lezzet elde edilirse, ilim de o nisbette
fazlalaşır. Ceza tarafında da durum böyledir" demiş olur, Böylece Cenâb-ı
Hak işi, durumlara göre taksim etmiş olur. Meselâ görürken artacak, öldükten
sonra dirilirken daha artacak; hesab esnasında daha da artacak; cennete veya
cehenneme girerken iyice artacak (ilmi ve cezası veya mükafaatı). İşte bu
yüzden bir tekrar söz konusudur.
5) Bu iki
ifadeden herbiri, kabir azabıyla ilgili, diğeri de kıyamet azabıyla ilgilidir.
Nitekim Ebû Zerr (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kabir azabı
konusunda şüphel vardır. Taki Ali b. Ebû Talib'in "Bu ayet, kabir azabına
delildir. Hak Teâlâ burada (sonra)
edatını kullanmıştır. Çünkü bu iki alemin ve iki hayatın arasında bir ölüm
(derecesi) vardır" deyinceye kadar."[13]
"Hayır hayır... Eğer ilm-i yakın ile bilseydiniz...
Andolsun ki o alevlenmiş ateşi mutlaka göreceksiniz. Yine andolsun, onu
ayne'l-yakîn ile mutlaka göreceksiniz" (Tekfisür, 5-7).
[14]
Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var:[15]
Alimler ayetteki "Eğer" şart edatının
cevabının mahzuf olduğu ve ifadesinin cevab olmadığı hususunda ittifak
etmişlerdir. Bunun delili ise şu iki şeydir:
1) 'in
cevabının, menfisi müsbet, müsbeti de menfidir. Şimdi eğer "Ateşi mutlaka
göreceksiniz" ifadesi, 'in cevabı olmuş olsaydı, "ateşi (cehennemi)
görme"nin söz konusu olmaması gerekirdi. Halbuki böyle birşey olamaz.
Çünkü cehennemin görülmesi, kesin olan birşeydir. Buna göre eğer,
"Buradaki "görme" ile, cehennemin dünyada iken kalben
görülmesidir, bu görme ise vaki değildir?" denilecek olursa denilirse, biz
deriz ki: "Ayetin zahiri manasını terk, aslolanın aksine bir hareket
tarzıdır."
2) Hak
Teâlâ'nın "Sonra andoîsun o gün
elbet ve elbet size nimetler sorulacak" (Tekâsür, 9) ayeti, mutlaka olacak
bir şeyi haberv ermektedir. Binâenaleyh bunun, olmayacak birşey e atfedilmesi,
nazm (söz ve mana dizisi) bakımından çirkin olur.
Bil ki bu gib iyerlerde cevabın terki, daha güzel
olur. Çünkü mesela bir adam bir adama, "Şöyle yapsaydın..." der ve bu
sözüyle, "o zaman işte şöyle şöyle olurdu" demek istemiştir. Nitekim
Hak Teâlâ da, "Eğer kafirler yüzlerinden ve sırtlarından cehennem ateşini
alıkoyamayacakîarı... zaman, bir bilselerdi..." (Enbiyâ, 39) buyurarak,
cevabı hazfetmiştir.
Bunu iyice anladığına göre diyoruz ki: Alimler, bu
ayetteki (eğer) şart edatının (muhzuf)
cevabına ne olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:
a) Ahfeş,
ayetin takdirinin, "Sizler, ilm-i yakîn ile bilseydiniz, bu övünmeler
sizi, ibadetten ve taattan alıkoyamazdı" şeklinde olduğunu söylemiştir.
b) Ebû
Müslim, bunun "Sizler, size neyin farz (gerekli) olduğunu bilseydiniz, ona
sımsıkı sarılırdınız" yahut da, "Hangi ne için yaratıldığınızı
bilseydiniz, o işle meşgul olurdunuz" manasında olduğunu söylemiştir.
c) Burada,
herkesin aklı ve fikri, her türlü ihtimali düşünsün, böylece de, kastedilen
tehdid (sakındırma) o nisbette ileri olsun diye, cevab hazfedilmiştir. Buna
göre Cenâb-ı Hak sanki, "Eğer ilm-i yakîn ile bilseydiniz, anlatılamayacak
ve künhüne erilemeyecek şeyler yapardınız. Ama sizler dalalette olan ve cahil
olan kimselersiniz" demiştir.
Hak Teâlâ'nın "Andoîsun siz o alevlenmiş ateşi mutlaka
göreceksiniz" ifadesinin başındaki "lâm", bunun mahzuf
(mukadder) bir kasemin (yeminin) cevabı olduğuna delalet eder. Bu kasem ise,
tehdidi te'kid etmek (pekiştirmek) ve tehdid konusu olan şeyde, asla ve kat'â
şüphe bulunmadığını bildirmek içindir. Tehdidi ağırlaştırmak ve korkuyu
artırmak için, Allah Teâlâ, bu ifadeyi
ile atfederek, tekrarlamıştır.[16]
Allah Teâlâ, "kellâ" lafzını bu sûrede
tekrar tekrar getirmiştir. Buradaki "kellâ", "zecr"
(caydırma) ifade etmektedir ve ("Hayır öyle sizin sandığınız gibi
değil..." manasınadır. Bu şekilde bir tekrar güzel ve yerinde olmşutur.
Zira Hak Teâlâ bu ifadeyi, bu sûrede her yerde, bir diğer yerdekinden farklı
olarak getirmiş ve buna göre de sanki, "Şunu yapmayın, zira sizler, bunu
yaparsanız, şu çeşit azaba m üste hak olursunuz. Şunu da yapmayın, çünkü o
zaman da başka bir azab ve zararı haketmiş olursun..." demek istemiştir.
Böylesi bir tekrar ise, hoşlanılmayan değil, aksine Araplarca hoşlanılan bir
üslübtur. Hasan el-Basrî (r.h) buradaki "kellâ"yi, "hakka"
(gerçekten) manasına alır. Buna göre ayet, "Sizler gerçekten ilm-i yakîn
ile bilseydiniz..." manasında olur.[17]
"İlme'l-Yakîn" hususunda şu iki izah
yapılır:
a) Bu,
"ilmen yakînen" (yakîn yani kesin olan bir ilim) takdirindedir.
Binâenaleyh burada, mevsuf olan "ilm" sıfatına yani "yakîn"
kelimesine muzaf kılınmıştır. Bu tıpkı "dâru'l-âhire" ifadesi
gibidir; Mescidü'l-Câmî", "Amü'l-evveli" (ilk yıl) tabirleri de
böyledir.
b)
Buradaki "yakîn" ile, ölüm, diriliş ve kıyamet kastedilmiştir. Çünkü
ölüm, "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et"(Hicr, 99)
ayetinde, "yakîn" diye ifade edilmiştir. Bir de ölüm ve diriliş
gerçekleştiğinde, yakînî ilim hasıl olur ve bütün şüpheler zail olur. Buna göre
ayet, "Eğer ölümü ve insanın ölüm esnasında ve ölümden sonra ve Ahirette
insanın karşılaştığı şeyleri şimdiden bilseydiniz, övünmeniz, sizi Allah'ın
zikrinden alıkoymazdı" manasında olur. Çünkü insan bazan, "Onu ben gerçekleştirdim"
manasında, der. Yine "Falanca tıp ve matematik ilimlerini bilir"
denilir. Çünkü ilimler çeşit çeşittir. Dolayısıyla "şu ilmi
biliyorum" denilebilir.[18]
İlim, amele (pratiğe) götüren en ileri sebeblerden
biridir. Binâenaleyh amel vakti insanın önüne geldiğinde, bu onun için bir öğüt
ve va'd olur. Eğer amel vakti, vefatından sonra gelirse, o zaman da bu, onun
için bir pişmanlık vesilesi olur. Nitekim anlatıldığına göre, "Zulkarneyn
(a.s), karanlıklar diyarına girince, orada boncuk-cıncık buldu. Beraberindekiler,
onlardan bol bol aldılar. Karanlıktan çıkınca da, o boncukların aslında cevahir
(kıymetli taşlar) olduğunu gördüler. Binâenaleyh alanlar, "Niçin daha
fazla almadık" diye; almayanlar da ("Keşke biz de alsaydık"
diye) üzüldüler. İşte Kiyaset ehlinin halleri de böyledir.[19]
Ayetteki, "alimler (bilenler)" için büyük
bir tehdid var. Çünkü ayet, övünmede ve böbürlenmede yatan afetlere dair kesin
bilgi hasıl olması halinde, insanın övünüp böbürlenmeyi terketmeleri gerektiğine
delalet eder ki bu da, övünme ve böoürlenmeyi terketmeyen kimsede, aslında
yakıni ilmin hasıl olmadığı manasına gelir. Binâenaleyh ilmiyle amel etmeyen
alime yazıklar olsun, yazıklar olsun...[20]
Sûrede, "görme" fiilinin tekrar edilişiyle ilgili
olarak şu izahlar yapılabilir:
a) Bunun
tekrarı da, tehdidi te'kid (pekiştirmek) içindir. Belki de kafirler, tehdidleri
duymaktan hiç hoşlanmıyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak, bu yüzden tehdidi tekrar
tekrar zikretmiştir. Keza fiilin sonucundaki te'kid nûn'u da, bu görüp
bilmenin, kaçınılmazlığını anlatmaktadır. Buna göre mana, "Siz görüşünüzle
ve bu bilginizle başbaşa kalsaydınız, onu görmemezlikten gelebilirdiniz. Fakat
isteseniz de, istemeseniz de, onu görmeye mecbur edileceksiniz" şeklindedir.
b) Bu
"görme"lerden ilki, cehennemi uzaktan görme manasınadır. Nitekim Hak
Teâlâ, "Cehennem onları uzaktan gördüğünde, onlar onun müthiş gazablanni
ve uğultusunu duyacaklar" (Furkan, 12) ve "Cehennem, görecekler için
yaklaştırıldı" (Nâziât, 36) buyurmuştur. İkinci görme ise, onlar
cehennemin kenarında oldukları zaman, cehennemi görmeleridir.
c) Birinci
"görme", gelirken; ikincisi de oraya girerken olan görmedir. Bu
izahın güzel olmadığı, çünkü bu ayetlerde, "Sonra andolsun o gün elbet ve
elbet size nimetler sorulacaktır" buyurulduğu, bu sorulmanın, cehenneme
girmezden önce olacağı da ileri sürülmüştür.
d) Birinci görme, sözleşme; ikincisi bizzat
görme manasınadır.
e)
Bununla, "Sizler o cehennemi tekrar tekrar göreceksiniz" manası
kastedilmiştir. Böylece "görme"nin sûrede iki kere zikredilmesi,
görmenin peşpeşe-ardarda olacağı manasına gelmiş olur. Çünkü cehennemlikler,
orada ebedi kalacaklardır. Dolayısıyla kendilerine, tehdid üslubuyla,
"Andolsun ki sizler bu gün eğer, o görme hususunda şüpheye düşüp, onu tasdik
edemediyseniz, orayı sürekli göreceksiniz ve şekkiniz-şüpheniz böylece
kaybolacak" denilmek istenmiştir. Bu tıpkı, "Rahmanın yarattığında
bir bozukluk göremezsin... Binâenaleyh gözünü iki kere çevir bak" (Mülk,
3-4) ayeti gibidir. Bu, "Eğer tekrar tekrar baksan da o gökte bir
çatlaklık bulamazsın" demek olup, buradaki "iki kere"
ifadesiyle, sadece iki kere bakmayı kastetmemiştir. Tefsir ettiğimiz bu sûrede
de böyledir. Eğer, "İkinci "görme"yi "yakînî görme"
diye tavsif etmenin hikmeti nedir?" denilirse, deriz ki: Çünkü onlar,
birinci kez sadece alevini; ikinci kez ise bizzat o cehennem çukurunu, oraya
nasıl düşüldüğünü ve oradaki eziyet verici canlıları görmüşlerdir. Bu ikinci
"görme"nin, daha net bir görme olduğunda şüphe yoktur. Daha kapalı
olan bilgiden, daha açığına geçmedeki hikmet ise, bakışı terketmeye dair,
teferruatlı bilgi vermedir. Çünkü onlar, zanlanyla yetiniyor, dahasını
istemiyorlardı.[21]
Bütün kıraat imamları fiili, tâ'nın fethası ile
şeklinde okumuşlardır. Ama, "Ona şunu gösterdim" manasında, şeklinde
de okunmuştur. Buna göre mana, "Onlar, cehenneme doğru sürülecekler ve
böylece cehennemi görecekler" şeklinde olur. Bu kıraat İbn-i Âmir ve
Kisâî'den rivayet edilmiştir. Sanki bu ikisi, "O cehennem sizlere gösterilecek
de siz de onu göreceksiniz" manasını kastetmişlerdir. İşte bu yüzden
ikincisi fetha ile, şeklinde okunmuştur. İkincisinde, onlara o cehennem
gösterildiğinde, onların onu göreceklerine dair delil vardır. Âmmenin
kıraatinde ise, ikinci "ru'yet" (görme) fiili, hem te'kid, hem de,
daha önce bahsettiğimiz diğer faydalardan ötürü tekrardır.
Bil ki âmmenin kıraati şu iki sebebten ötürü daha
uygundur:
a) Ferrâ
şöyle der: "Âmmenin kıraati, Arap diline daha uygundur. Çünkü bu bir
tağlizdir. Binâenaleyh lafzının değiştirilmemesi gerekir.
b) Ebû Ali
şöyle der: "Sizler cehennemi göreceksiniz" ifadesi, "Sizler
cehennem azabını göreceksiniz" manasınadır. Baksana HakTeâlâ'nın
"Hepiniz mutlaka oradan geçeceksiniz"(Meryem, 71) ayetinin de
delaletiyle, mü'minler de cehennemi görecekler. Durum böyle olunca, tehdid
bizzat cehennemin görülmesinde değil, azabının görülmesinde yatmış olur. Bunun
delili ise, "Azabı gördükleri zaman..."(Bakara, 181) ve
"Zalimler o azabı gördükleri zaman... "{Nahl, 85) ayetleridir. Bu da,
fethalı kıraatin, zammeli kıraattan manaca daha beliğ olduğuna delalet eder.[22]
"Sonra andolsun o gün elbet ve elbet size
nimet(ler) sorulacaktır" (Tekâsür, 8).
Bu ayetle ilgili iki mesele var:[23]
Bu, kimlere nimetlerin hesabı sorulacağı hususundadır.
Bu hususta iki görüş var:[24]
Birinci Görüş:
Daha açık olan bu görüşe göre, nimetlerin, sorulacağı kimseler kafirlerdir.
Hasan el-Basri, cehennemliklerden başka, hiç kimse nimetlerden hesaba
çekilmeyecek. Bunun delili ise şu iki şeydir:
1) Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Ebû Bekir (r.a), bu ayet nazil olunca, "Ey Allah'ın
Resulü, söyler misin, hani seninle birlikte, Ebu'l-Heysem İbn et-Tîhân'ın
evinde arpa-ekmeği, et ve olgunlaşmamış hurma yemiş ve tatlı su içmiştik. Bu,
kendisinden hesaba çekileceğimiz nimetlerden midir?" dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.s), "Bu (hesaba çekiliş), kafirler içindir" demiş
ve "Nankörlerden-kafirlerden başkasını cezalandırmayız" (Sebe, 17}
ayetini okumuştur.
2) Ayetin
zahiri de bunun delilidir. Çünkü kafirleri, dünyalıklarla övünmeleri, dünyanın
lezzetleri ile böbürlenmeleri, onları Allah'a taat ve şükürden alıkoymuştur.
Böylece Allah Teâlâ, kafirler dünyada iken, kendilerinin mutluluk sebebi
saydıkları bu şeylerin, ahirette kendileri için en büyük şekavet sebeplerinden
olduğunu anlasınlar diye, Allah Teâlâ, Kıyamet günü bu nimetleri soracaktır.[25]
İkinci Görüş:
"Bu hesab, hem mü'min, hem kâfir hakkında genel bir durumdur." Bu
görüşte olanlar, görüşlerine şu hadisleri, delil getirirler. Ebû Hureyre (r.a),
Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kulun, kıyamet gününde, hesaba
çekileceği ilk şey, nimetlerdir. Binâenaleyh o kula, "Sana beden sıhhati
vermedik mi, seni soğuk suya kandırmadık mı?" denilir"[26]Mahmud
b. Lebîd şöyle der: "Bu süre nazil olunca, ashab, "Ey Allah'ın
Resulü, biz hancfi nimetten mesul olacakmışız? Yediğimiz hurma, içtiğimiz su...
Kılıçlarımız, koltuğumuzun altında, düşman önümüzde, daha hangi nimetten
sorulacağız" dediler de, Hz. Peygamber (s.a.s), "Bu (hesabı
sorulacak) nimetler ileride olacak" buyurdu.
Hz. Ömer (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ya
Resûlellah, "Biz malımızı -mülkümüzü bırakıp, yurtlarımızı terketmiş
kimseler olarak, daha hangi nimetlerden hesaba sorulacağız?" deyince, Hz.
Peygamber (s.a.s) "Bunlar, 'soğuk İle sıcaktan koruyan ev, ağaç ve
çadırlarınızın gölgeleri ile, sıcak bir gündeki soğuk su nimetleridir." Şu
hadis-i şerifin manası da buna yakındır: "Kim evinde güvenlik içinde,
bedenen sıhhatli olur, yanında da birgünlük yiyeceği bulunursa, dünya bütün
kenar-bucağı ile bu kimsenin önüne konulmuş gibi olur."[27]
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s)
zamanında bir genç müslüman olur, derken Resûlüllah (s.a.s), bu gence, Tekâsür
Sûresi'ni öğretir, sonra da, onu bir kadınla evlendirir. O, hanımının yanına
girip de, onca çeyizleri ve nimetleri görünce, geri çıkar ve "Ben bunu
istemem" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), bunun sebebini sorunca
o, "Sen bana, "Sonra andolsun o gün elbet ve elbet size nimetlerden
sorulacaktır" ayetini öğretmedin mi? Ben bu nimetlerin hesabını
veremem" dedi."
Hz. Enes (r.a)'den rivayet edildiğine göre, bu ayet
nazil olunca, bir fakir kalktı da, "Benim üzerimde nimet namına birşey var
mı?" dedi. Bunun üzerine, "Gölge, ayakkabı ve soğuk su nimetleri (var
ya)?" denildi.
Bu husustaki en meşhur haber, rivayet edilen şu
husustur: Hz. Peygamber (s.a.s) bir gece Mescid'e çıkar, çok geçmeden, Hz. Ebû
Bekir (r.a) da çıkagelir. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s), "Ey Ebâ
Bekir seni evinden çıkaran şey nedir?" deyince, o, "Açlık" der.
Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'a yemin ederim ki, beni evimden çıkaran şey
de, seni çıkaranın aynısıdır" der. Derken, Hz. Ömer (r.a) gelir ve aynı
şeyi söyler. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s), "Haydi Ebu'l-Heysem'in
evine gidelim" der ve Ebu'l-Heysem'in evine giderler. Resûlüllah (s.a.s)
kapıyı üç kez vurur. Fakat hiç kimse cevap vermez. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s), gitmek için döner. Tam o sırada, evin hanımı kapıya çıkar ve "Ey
Allah'ın Resulü sesini-selamını duyduk. Fakat daha fazla selam vermeni
istediğimiz için ses çıkarmadık" diye seslenir. Bunun üzerine, Hz.
Peygamber (s.a.s), "Hayırlar olsun" der. Sonra kadın,
"Anam-babam sana kurban olsun. Ebu'l-Heysem, bize tatlı su getirmek için
çıktı" der ve bir sa1 (ölçek) arpa alır, öğütür ve ekmek yapar.
Ebu'l-Heysem gelince de, beraber yerler-içerler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s), "İşte bu, sorulacak nimetlerdendir"[28]
buyurur.
Yine rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s)
şöyle buyurmuştur: "Kul dört şeyden, yani ömründen, malından, gençliğinden
ve amelinden hesaba çekilmedikçe yerinden kıpırdayamaz"[29]
Mu'âz (r.a) da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir:"Kul, kıyamet gününde, gözlerinin sürmesinden de, parmağıyla uf
attığı çamurdan da, kardeşinin elbisesine dokunmasından da hesaba
çekilecek."
Bil ki evlâ olan, ayetin ifadelin, mü'min ve kafir
herkes hakkında genel olmasıdır. Fakat nimetlerden hesaba çekilme, şükrü
terkettiği için, kafir için birterbîh (kınama); şükrünü eda edip, itaatta
bulunduğu için, mü'min hakkında, bir şeref bahsetme vesilesidir.[30]
Alimler,
hesap sebebi olan
nimetlerin neler olduğu hususunda
şu izahları yapmışlardır:
1) Rivayet
olunduğuna göre bunlar, beştir: karın doyurma, soğuk su içme, uyku lezzeti,
evlerin gölgesi ve sıhhat...
2) İbn
Mes'ûd (r.a), bunların, emniyet, sıhhat ve boş vakit olduğunu söylemiştir.
3) İbn Abbas (r.a), "Bunlar, sıhhat ve
yeme-içme gibi diğer leziz şeylerdir" demiştir.
4)
Bazıları da bu nimetlerin, duyma ve görme duygularından faydalanma olduğunu
söylemişlerdir.
5) Hasan
b. FazI, "Bunlar, serî hükümlerin hafifletilmiş olması ve Kur'ân'ın kolay
kılınmış olmasıdır" der.
6) Ibn
Ömer (r.a), bunun soğuk su olduğunu söyler.
7) Muhammed el-Bakır ise, bunun afiyet ve sıhhat
olduğunu söylemiştir.
Câbir el-Cu'fîn'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Muhammed Bakır'ın yanına girdim. O, "Te'vilciler (tefsirciler),
"Sonra ... size nimetlerden sorulacak" ayeti hakkında ne
derler?" deyince, ben, "Hesabı sorulacak nimetlerin, gölge ve soğuk
su" olduğunu söylüyorlar" dedim. Bunun üzerine, "Şimdi sen
evine, birini misafir etsen, gölgede oturtsan ve ona soğuk su içirtsen, bunu
onun başına kakar mısın?" dedi. Ben, "Hayır" deyince o, "Allah
Teâlâ da, kuluna yedirip, içirip, sonra da ona bunun hesabını sormayacak
derecede kerimdir, cömerttir" dedi. Bunun üzerine, "Peki o halde, bu
ayetin tefsiri nasıl olur?" dediğimde, "Naîm (nimetler), Resûlüllah
(s.a.s)'dır. Allah onu bu aleme nimet olarak göndermiş ve onun sebebiyle alemdekileri
dalaletten kurtarmıştır. Peki sen Allah'ın, "Anâolsun ki Allah, içlerinden
bir peygamber gönderdiği için, mü'minlere lütfetmiştir" (Aliimran,164)
ayetini duymadın mı?" der.
8)
İnsanlar, yeme, içme, ev gibi şeylerin fazlalarından hesaba çekilecekler.
9) En evlâ
olan bu görüşe göre, bu hesab bütün nimetlere şamildir. Bunun böyle olduğunun
delili şunlardır:
a) en-Nâîm'in başındaki elif-lâm istiğrak
(genellik) ifade eder.
b)
Lafzı, ifade ettiği
manaların bir kısmına
hamledip, diğer kısımlarına hamletmemek daha uygun bir
hareket değildir. Hele de delil, bu dünya menfaatlarım elde etmenin maksadının,
kulun Allah'a kullukla meşgul olmasını sağlamak olduğuna delalet ederse...
c)
HakTeâlâ, "Ey israüoğuliarı, size verdiğim nimetlerimi hatırlayın"(Bakara,
40) buyurmuştur ki bu nimetlerle, o denizin yarılması, Firavun'un elinden
kurtarılma, yemeleri için kudret helvası ve bıldırcın eti İndirilmesi gibi tüm
nimetler kastedilmiştir. İşte burada da böyledir.
d) Gerçek
manada nimet, parçaları ve uzuvları bulunan bir bütün gibidir. Binâenaleyh
"naîm" (nimet)e işaret edildiğinde, bunun içine, bütün parçalar
girer. Bu tıpkı ilacın, pek çok maddelerin karışımından meydana gelmiş bir
karışımın adı olması gibidir. Binâenaleyh "İlaç" denilince, bu
maddelerin hepsi bunun içine girer.[31]
Bil ki nimetler pek çok çeşittir:
a)
Açık-kapalı
b)
Bitişik-ayrı;
c)
Dinî-dünyevî... Mutluluğun çeşitlerini cins olarak, bu sûrenin başında
zikretmiştik. Fakat bunları tür ve şahıs olarak (tek tek) saymaya gelince bu,
"Eğer Allah'm nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız" (Nam, 18)
ayetinde de ifade edildiği gibi, mümkün değildir. Binâenaleyh Allah'ın, senin
üzerindeki, sadece bedeninin sıhhati açısından olan nimetlerini bilmek için,
doktorlara başvur. Ama doktorlar, gaflet bakımından en ileri kimselerdendir.
Allah'ın gökleri ve yıldızları yaratmasında sana olan nimetlerini de
müneccimlerden (astronomi ile uğraşanlardan) öğrenmeye çalış. Ama gelgör ki
bunlar da o yaratıcıyı bilmeme bakımından, yine ileride olanlardandır. Allah'ın
saltanatını da hükümdarlardan öğrenmeye çalış. Ama bunlar da insanların (iman
açısından) en cahili kimselerdendir.
İbn Ömer(r.a)'in, ayette geçen nimetleri,
"soğuksu" olarak tefsir etmesi, "soğuk su da bu nimetlerden
biridir" manasınadır. Belki de bulunduğunda kendisine hiç kıymet
verilmeyen, bulunamayınca ise alabildğine kıymet arzeden birşey olduğu için,
İbn Ömer, bu nimeti, özellikle "su" diye tefsir etmiştir.
İbnu's-Semmâhin Harun Reşîd'e söylediği şu söz de böyledir: "Bir çölde su
içme ihtiyacı içine düşsen, bunun için mülkünün yarısını feda eder miydin?
Birşey boğazına takıldığında, bunun için de mülkünün yarısını harcar miydin?
İdrarın tıkandığında, bunun için bütün mülkünü vermez miydin? Binâenaleyh
kıymetli iki içimlik su kadar olan mülküne aldanma." Yahut da
cehennemlikler başka şeylerden en fazla suyu taleb ederler. (Bundan dolayı İbn
Ömer, ayeti böyle tefsir etmiştir). Nitekim Allah Teâlâ, cehennemliklerin,
cennetlikleri, "Bizim üzerimize su dökün" dediklerini haber
vermiştir. Yahut da bu sûre, nimetler içinde yüzenler hakkında nazil olmuştur
ve bunlar, özellikle soğuk suyu ve gölgeyi temin eden kimselerdir. Gerçek şu
ki, ayette bahsi geçen hesaba çekme işi, hem mü'mini, hem de kafiri içine alan
ve ister mutlaka tabii ihtiyaçlardan olsun, isterse fantazi (lüks) türünden
olsun, tüm nimetlerden hesaba çekmeyi içine alır. Halbuki böyle değildir. Çünkü
bütün bunların, Allah'ın masiyetine değil de, Allah'ın taatına harcanması
gerekir. Böylece bu sorgulama, hepsinden olmuş olur. Ki bu hususu, Hz.
Peygamber (s.a.s) şu hadisi de tekid eder:
"Kıyamet gününde kul, şu dört şeyden: ömrünü nerede tükettiğinden,
gençliğini nerede yıprattığından, malını nereden kazanıp nereye infak
ettiğinden ve ilmiyle nasıl amel ettiğinden sorulmadıkça, kul, bir yere
kıpırdayamaz."[32]
Binâenaleyh, Allah'tan olan tüm nimetler Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu hadisinde
bahsettiği şeylerin içine dahildir demektir.[33]
Alimler, bu hesaba çekmenin nerede olacağı hususunda
da ihtilaf etmişlerdir.
Birinci Görüş:
Bu iş, hesap durağında olacaktır. Buna göre şayet, "Bu
doğru olmaz, çünkü
Allah Teâlâ, bu sorgulamanın, "Sonra, andolsun..
elbet ve elbet size sorulacaktır..." buyurmak sureti ile, cehennemi bizzat
görmeden sonra olacağını haber vermiştir. Halbuki, sorgulama yeri ve durağı,
cehennemin fiilen görülmesinden öncedir" denilirse, biz deriz ki,
ifâdesinin başındaki sonra" ile,
"Sonra, size, sizin kıyamet gününde mesul olacağınızı haber veriyorum"
manası kastedilmiş olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "...Sonra da, iman
edenlerden olun (Beled, 13-17) ayetleri gibidir.
İkinci Görüş:
Bunlar, cehenneme girdiklerinde, kendileriyle alay etmek için o nimetler onlara
sorulacaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Oraya her ne zaman bir grup
atılırsa, o cehennem bekçileri onlara ... sorar..." (Mülk,8) ve "Sizi
cehenneme sokan nedir?" (Mûddessir, 42) buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in resul olarak gelmesinin, Allah'ın bir nimeti oluduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh onlar, cehenneme girdikten sonra da, bu husus, onlara sorulmuş olabilir. Şöyle de denebilir: Onlar cehenneme varıp, onu bilfiil müşahede edince, kendilerine, "Bu azab, sizin başınıza sizlerin dünyada iken içinde bulunduğunuz nimetler ile, sizi bu ateşten kurtaracak olan amelleri yapmak cihetine gitmediğiniz için gelmiştir. Eğer siz ömrünüzü, Rabbinize taat uğrunda geçirmiş olsaydınız, bu gün sizler, pekçok dereceler elde etmiş, o cennetliklerden ve kurtulmuşlardan olursunuz.." denilir. Böylece bu, meleklerin, onlara dünyada iken içinde bulundukları nimetlerden sormaları anlamına gelir. Allah en iyisini bilendir. Salat ü selâm Hz. Peygamber'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)![34]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/367.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/369.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/369-370.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/370.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/370-371.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/371.
[7] Müslim, cenâiz, 106 (2/672).
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/371-372.
[9] Müslim, zühd, 3(4/2273); Tirmizi, Zühd, 3 (4/572).
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/372-373.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/373.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/373-374.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/374.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/374.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/375.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/375.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/376.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/376.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/376.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/376.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/377.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/377-378.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/378.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/378.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/378.
[26] Tirmizi, tefsir, 89 (5/448).
[27] Ibn Mace, zühd, 9 (2/1387).
[28] Nesai, vasiya, 4 (6/246).
[29] Tirmizi, Kıyame
1 (4/612).
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/379-380.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/380-381.
[32] Tirmizi, Kıyam 1 (4/612).
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/381-382.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/382-383.