Üç ayet olup, Mekkî'dir.[1]
"Andolsun asra ki..." (Asr, 1).[2]
Bil ki alimler, "asr"ın ne demek olduğu
hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir:[3]
Birinci Görüş: Asr, "dehr - zaman' demektir. Bu
görüşü benimseyenlerin delilleri ise şunlardır:
1) Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), "asr"a yemin etmiştir. Ve Hz.
Peygamber (s.a.s), "Asra ve zamanın belalarına yemin olsun ki..."
diye okurmuş. Ancak ne var ki, bu şekildeki bir okuyuş, namazı ifsat eder. Biz
Hz. Peygamber (s.a.s)'in bunu, Kur'ân'ın bir lafzı olarak değil de, aksine
tefsir kabilinden okumuş olduğunu söyleyebiliriz: Belki de, Cenâb-ı Hak, mülhid
ve dinsiz kimselerin, bunu dillerine doladıklarını ve çok saygı duyduklarını
bildiği için, demedi de buyurdu. Cenâb-ı
Hakk'ın, tabiâtçıların ve dehrilerin görüşlerinin yanlışlığına bir cevap olsun
diye, (Dehr, 1) ayetinde kelimesini zikredişi de böyledir.
2) Dehr
kelimesi, insanın dikkatini çekecek tüm şeyleri içine alır. Çünkü, rahatlık
sıkıntı, hastalık, sıhhat, zenginlik, fakirlik, hep zaman içinde meydana gelen
şeylerdir. Hatta, her türlü ilginç şeyden daha ilginci de, zaman içinde meydana
gelir. Şöyle ki akıl, zamanın yokluğuna hükmedemez; çünkü zaman, yıl, ay, gün
ve saat diye dilimlere ayrılmış, artacağı eksileceği ve eşit olacağı söylenmiş,
geçmişinin ve geleceğinin olduğu söylenmiştir. Binâenaleyh, bu daha nasıl, yok sayılabilir?
Bunun var olduğuna da hükmetmek mümkün değildir. Çünkü mevcut olan zaman,
geçmiş ve gelecek ortada mevcut değilken, taksim edilemez. Binâenaleyh, bunun
varlığına daha nasıl hükmedilebilir?
3) Kişinin
kalan ömrünün, kıymeti yoktur. Binâenaleyh, şayet sen, bin yıl ömür zay etsen,
sonra da, o ömrün en son noktasında tevbe etsen, kendini, ebedî ve sonsuz
olarak cennette bulursun. Böylece sen, kıymetli şeyin, senin o andaki yaşaman
olduğunu anlamış olursun. Böylece de, "dehr" ve "zaman"
adeta, temel nimetler silsilesinden olmuş olufr. İşte bu yüzden, Allah Teâlâ,
zamana yemin etmiş ve gece ve gündüzün, mükellefin kendisini zayi ettiği bir
değer olduğuna dikkat çekmiştir ki, "O, iyice düşünüp ibret almak
arzusunda bulunan kimseler, yahut şükretmek dileyenler için gece ile gündüzü
birbiri ardınca getirendir" (Furkftn, 62) ayetiyle işte buna işaret etmek
istemiştir.
4) Cenâb-ı
Hakk'ın, En'âm Sûresi'ndeki, "Deki, göklerde ve yerde olanlar kimindir?
Deki: Allah'ın... "(En'âm,12) beyanı da, mekana ve mekanla ilgili olarak
her şeye bir işaret; "Gece ve gündüzde bulunan, (sükun halinde olan) her şey,
O'nundur"(Enam, 13) ayeti de, zaman ve zamanla ilgili olan her şeye bir
işarettir. Biz, orada (En'âm Sûresi'nde) zamanın, mekandan daha üstün ve
kıymetli olduğunu beyan etmiştik. Binâenaleyh, böyle olunca, "asr"a
yemin de, Allah'ın mülk ve melekutundan olan iki şeyin, en kıymetlisine yemin
etme olmuş olur.
5)
Cahiliye Arabları, zarar ve ziyan, zamanın bela ve musibetlerine bağlar, ondan
olduğunu söylerlerdi. Böylece Cenâb-ı Hak, zamana ve asra yemin etmek
suretiyle, zaman ve asrın, kendisinde kusuru bulunmadığı mükemmel bir nimet
olduğunu; zarara uğrayanın ve kusurlu olanın ise, insan olduğunu belirtmiştir.
6) Allah
Teâlâ, geçmesi ile senin ömrünün kısaldığı asrı, zamanı kastetmiştir.
Binâenaleyh, onun mukabilinde bir kesb, fiil olmayacağına, yani, geçen zaman
geri getirilemeyeceğine göre, bu noksanlaşan kısım, ömür de ziyandan addolunur.
İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, "... hüsrandadır"{Asr, 2) buyurmuştur. Şairin,
"Her geçen gün, zaman ve ömürden bir noksanlık iken, biz, geçirdiğimiz
günler ile sevinir, dururuz..." sözü de bunun gibidir. Buna göre mana
adeta şöyledir: "Durumu çok ilginç olan zamana yemin olsun! Çünkü, aslında
ömrü yıkma ve böylece kişide bir zararın meydana gelmesi söz konusu olduğu
halde, ticaret edip kar elde ettiği zannı ile geçirdiği günlerden dolayı
sevinir..."[4]
İkinci Görüş:
Ebû Müslim'e göre, buradaki kelimesiyle, gündüzün iki ucundan biri
kastedilmiştir. Bunun sebebiyse şunlardır:
1) Allah
Teâlâ, her ikisinde de, kudretinin delilleri bulunduğu için, gündüzün bir ucu
addedilen "kuşluk vaktine - duhâ" yemin ettiği gibi, öbür ucu
addedilen "ikindi zam anı"na da yemin etmiştir. Çünkü, her sabah,
adeta, kıyametin kopuşu gibidir. Zira, sanki insanlar kabirlerinden çıkıyorlar;
ölüler, dinliyorlar; teraziler kuruluyor, vs.... Her akşam da, dünyanın, bir
sayha ile ölümle harab edilişine benzer. Halbuki, bu iki durumdan herbiri,
birer adil şahittir. İki şahidin peşinden, hakim hükmünü vermezse, o hakim
hüsranda sayılır. İşte, gündüzün bu iki ucu olan iki zaman diliminden habersiz
olan insan da, bir zarar içindedir.
2) Hasan
el-Basrî (r.h) şöyle buyurmuştur: "Cenâb-ı Hak, pazar zamanının sona
ermesinin, ticaretin ve kazancın sona erdiklerine dikkat çekmek için, işte bu
vakte yemin etmiştir. Şimdi sen, bir şey kazanmadan eve girersen, çoluk çocuğun
da, etrafını sarar da, herkes kendi payına düşeni senden istese, (ve de bunları
veremezsen), o anda mahcub olur, ziyan içinde olanlardan olmuş olursun. İşte
aynen bunun gibi, biz de diyoruz ki, jlaüij "Yani, dünyanın ömrünün ikindi
zamanında yemin olsun ki, kıyametin kopması yakındır. Halbuki sen henüz,
hazırlıklı değilsin. Ve sen, yarın bir gün, dünyada iken, içinde bulunduğun
nimetlerden, halka karşı yaptığın muamelelerden sorgulanıp hesaba çekileceğini
biliyorsun. Ve, zulme uğramış herkesin, senden alacağının takipçisi olacağını
da kesin olarak biliyorsun. O halde bu demektir ki sen,
"hâsir"sin.." demektir. Bu ifadenin bir benzeri de, "İnsanların
hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Onlarsa hala, gaflet içinde yüz
çeviriyorlar" (Enbiya, i) ayetidir.
3) İkindi vakti, saygıdeğer bir vakittir. Delili
ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'İn şu hadisidir: "Kim, ikindiden sonra, bile
bile yalan yere yemin ederse, kıyamet gününde Allah onunla konuşmaz ve ona
bakmaz!.."[5]Şimdi Cenâb-ı Hak, kârlı
olan hakkında, kuşluk vaktine yemin ettiği gibi, zararlı olan hakkında da,
ikindi vaktine yemin etmiştir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, kârlı olan
hakkında kuşluk vaktine yemin etmiş, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, ikbal ve
geleceğini, ahirete olup güzel olduğunu müjdelemiştir. Burada ise, ziyana
uğrayan hakkında ikindi vaktine yemin etmiş, bu kimsenin işininse tersine
dönmüş olduğunu söylemek suretiyle, onu tehdit etmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak sanki,
"Henüz, gündüzden bir parça zaman vardır" diyerek, onu, bu kalan
zaman içinde tevbe tedarikinde bulunmaya teşvik etmiştir.
Seleften birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"ben, Asr Sûresl'nin manasını, bir buz satıcısından öğrendim. Çünkü, o
satıcı bağırıyor ve "Ana sermayesi eriyip yok olana merhamet ediniz! Ana
sermayesi eriyip yok olana merhamet ediniz!.." diyordu. Bunun üzerine ben,
(Asr, 2) ifâdesinin manası, işte budur. Çünkü, artık insanın üzerinden ikindi
de geçiyor, böylece Ömrü bitiyor, ama insan henüz bir şeyler kazanmış değil...
O halde insan ziyandadır..[6]
Üçüncü Görüş: Mukâtil'e
göre Cenâb-ı Hak, "Asr" sözüyle, ikindi namazını kastetmiştir. Bu
görüşte olanlar bu hususta şu izahları yapmışlardır:
1) Allah
Teâlâ, faziletinden dolayı, ikindi namazına yemin etmiştir. Bunun delili ise,
"ve, ... orta namaza (ikindi namazına) da devam edin..."(Bakara,238)
ayetidir. Hz. Hafsa'nın mushafında, "ikindi namazına..." şeklinde,
bir açıklama bulunmaktadır. (Maide, 106)
ayetindeki "es-Salât - namaz" sözü ile de, ikindi namazının
kastedildiği ileri sürülmüştür.
2) Hz. Peygamber
(s.a.s), "İkindi namazım kılmayan kimse, sanki çoluk-çocuğunu ve maiım-mülkünü kaybetmiştir!.."[7]
buyurmuştur.
3) İkindi
namazını eda etme mükellefiyetini yerine getirmek, çok zordur. Zira insanlar,
gündüzün sonunda, ticaretlerinde, alışverişlerinde ve geçimlerini sağlama
yolunda adeta çırpınmakta ve didinmektedirler.
4) Rivayet
olunduğuna göre bir kadın, Medine sokaklarına bağırıyor ve "Beni
Peygamber'e götürün!.." diyordu. Derken Allah'ın Resulü kendisini gördü ve
ona ne olduğunu sordu. O da, "Ey Allah'ın Resulü, benim kocam, gurbete
çıktı. Derken, ben de zina ettim. Ve, bundan bir çocuğum oldu. Derken o çocuğu
ben, sirke küpüne attım. O orada öldü. Sonra o sirkeyi sattık. Şimdi, bunun
tevbesi var mı? Ben tevbe edebilir miyim?" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Zina etmene gelince, senin recmedilmen
gerekir. Çocuğu öldürmenin cezası ise
cehennemdir. O sirkeyi satışına gelince, onu satmak suretiyle büyük günah
işlemiş oldun. Ne var ki, doğrusu, ben senin bir feryad edişinden, ikindi
namazını terkettiğini sanmıştım.." Binâenaleyh bu hadiste, ikindi
namazının ne denli kıymetli bir namaz olduğuna bir işaret vardır.[8]
5) İkindi
namazı ile, gündüz namazları sona erer. İkindi namazı adeta, kendisi ile
amellerin sona erdiği bir "tevbe" gibidir. Bu sebeple,
"tevbe" etmenin nasıl tavsiye edilmesi gerekiyorsa, ikindi namazı da
böyledir. Çünkü iş neticelerine göredirler. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, şanını
yüceltmek, edası hususunda mükellefe alabildiğine tavsiyede bulunmak ve olduğu
gibi eda etmen halinde zararlarının kâra ve kazanca dönüşeceğine işaret etmek
için bu namaza işaret etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'İman edenler
müstesna..." buyurmuştur.
6) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Üç kişiye, Cenâb-ı Hak kıyamet gününde bakmaz, onlarla
konuşmaz, onlan tezkiye de etmez..."[9]
buyurmuş, ikindiden sonra yalan yere yemin eden kimseyi de bu üç kişiden birisi
olarak belirtmiştir.
İmdi şayet, "İkindi namazı, bizim fiilimizdir.
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, daha nasıl bizim fiilimiz olan ikindi namazına yemin
etmiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevâp verebiliriz: Bu yemin, ikindi
namazının bizim fiilimiz olması açısından değil, tam aksine, ikindi namazının,
kendisi sebebiyle bizim Allah'a kullukta bulunduğumuz bir şey olması
itibariyledir.[10]
Dördüncü
Görüş: Bu, peygamber (s.a.s)'in zamanına, "asr"ına yapılmış bir
yemindir. Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisini delil olarak
getirmişlerdir: "Sizin ve sizden
öncekilerin misali, ücretle bir işçi tutup da şöyle diyen kimsenin hali
gibidir. Kim sabah namazından öğle namazına kadar bir "kırat" ücret
mukabilinde çalışır? Yahudiler, (sabahtan akşama kadar), bu ücret karşılığında
çalıştılar. Daha sonra bu kimse, "Kim, öğleden ikindiye kadar, bir
"kırat" ücret mukabilinde çalışır?" der, bu ücret mukabilinde de
Hristiyanlar çalışır. Daha sonra da, "Kim, ikindiden, akşam namazına kadar
iki "kırat" ücret mukabilinde çalışır?" der. İşte, ey Muhammed,
bu ücret mukabilinde de sizler çalıştınız. Bunun üzerine yahudi ve hristiyanlar
öfkelenerek, "Biz, işin çoğunu yapıyoruz, ama ücretin azını alıyoruz, öyle
mü?" dediler. Cenâb-ı Hak da, "Biz sizin ücretinizden herhangi bir
şeyi noksanlaştırdınız mı?" buyurunca onlar, hayır dediler; bunun üzerine
Allah Teâlâ, "Bu, benim îütfumdur; lütfumu dilediğim kimselere
veririm" buyurur. O halde, ey Ümmet-i Muhammed, bu demektir ki sizler,
daha az iş mukabilinde, daha çok ücrete layık olan kimselersiniz..
[11]
Böylece bu haber, "asr"ın, Hz. Muhammed d
(s.a.s)'e ve onun ümmetine mahsus bir zaman olduğuna delalet etmektedir. İşte
bu yüzden pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, asr'a yemin etmiştir. O halde, J**tij
yani, "İçinde bulunduğun asr'a yemin olsun ki..." anlamındadır. Bu demektir
ki, Allah Teâlâ, bu ayette, Hz. Peygamber (s.a.s)'in zamanına; "Sen bu
beldeye girdiğinde..."(Beled, 2) ayetinde, mekanına, bulunduğu yere;
"Ömrüne andolsun ki..." (Htcr, 72) ifadesinde de, Hz. Peygamber
(s.a.sj'in ömrüne yemin etmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta, "Senin
asrına, senin beldene ve senin ömrüne yemin ederim ki.." demiştir ki,
bütün bu hususlar, peygamber için bir zarf (onu içine alan) gibidirler.
Binâenaleyh, zarfın hali bu denli tazim görürken, şimdi sen, bu zarf içinde
bulunan (peygamberin) durumunu ve bu yeminin biçimini var kıyas et!.. Buna göre
Cenâb-ı Hak adeta, "Ey Muhammed, sen onları hazırladın, davet ettin... Ama
onlar, senden yüz çevirdiler, sana iltifat etmediler. Şu halde, onların
hüsranları ne denli büyük, hizlânları ne denli vahimdir!" demek
istemiştir.[12]
"Muhakkak insan, kati bir ziyandadır" (Asr,
2).
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[13]
kelimesinin başındaki elif-lâm, cins için de
olabilir, ahd için de olabilir. İşte bu yüzden müfessirler bu hususta şu iki
görüşü ileri sürmüşlerdir:
1) Bununla
cins manası kastedilmiştir. Ve bu tıpkı, Arabların, "İnsanların elinde
para çoğaldı..." demeleri gibidir. Bu görüşün delili, "iman edip
salih işler işleyenler..." ifadesinin, "insan" ifadesinden
istisna edilebilmiş olmasıdır.
2) Bununla
belli şahıslar kastedilmiştir. Bu cümleden olarak mesela İbn Abbas,
"Cenâb-ı Hak bu ayetle, Velîd İbn Muğîre, Âs ibn Vfiil ve Esved ibn
Abdilmuttallb gibi bir kısım müşrikleri kastetmiştir" derken, Mukâtİl, bu
ayetin Ebu Leheb hakkında nazii olduğunu söylemiştir. "Merfû" bir
haberde de, bu ayetin Ebû Cehil hakkında indiği zikredilmiştir. Rivayet
olunduğuna göre, Mekkeli bu müşrikler, "Muhammed, bir hüsran
içindedir!" diyorlardı. İşte bunun üzerine de, Cenâb-ı Hak, durumun,
onların vehmettiğinin aksine olduğuna dair yemin etmiştir.[14]
"Küfrfin"ı ifade için, nasıl kufr maddesi
kullanılıyorsa, "hüsran"ı ifade için de, husr maddesi kullanılmış
olup, husru kelimesinin manası, "noksanlık ve ana sermayenin elden gitmesi
(iflas)"dir. Şimdi burada şöyle iki tefsir yapılabilir. Zira biz,
"e1-1nsan" kelimesinin başındaki elif-lâm'ı cins manasına alırsak, o
zaman, husr kelimesinin manası, insanın bizzat kendisinin ve ömrünün sona
ermesi, bitmesi şeklinde olmuş olur. Ancak, amel-i salih işleyen mü'min bundan
istisna edilmiştir, çünkü o, ne ömrünü ne de malını boş yere harcamamıştır.
Zira böylesi bir kimse, ömrü ve malı sayesinde, ebedi saadeti elde etmiştir.
Yok eğer, "el-insan" kelimesini kafirler manasına alırsak, o zaman bu
ifadeyle kastedilen, kafir kimselerin bir sapıklık ve küfür içinde olmuş
olmaları olur. Bu durumda da, istisnasının manası, "Bu kafirlerden iman
edenler müstesna..." şeklinde olmuş olur. Bu durumda da, iman eden
kimseler, bu zarardan kurtulup kâra geçmiş olurlar.[15]
Cenâb-ı Hak,
buyurmuş, ama dememiştir. Çünkü, kelimeyi belirsiz getirmek, bazan
vehamet ve korkunçluğu, bazan da düşüklüğü ve önemsiz oluşu ifade eder. Şimdi
biz, bu velimedeki nekireliği birinci manaya hamledersek, o zaman mana,
"insan, künhünü sadece Allah'ın bilebileceği büyük bir hüsran
içindedir" şeklinde olmuş olur ki, bunun izahı da şudur: Günah, hakkında
günah işlenilenin büyüklüğü nisbetinde büyük olur. Yahut da bu günah, büyük bir
nimetin mukabili olarak işlediği için büyük olur. bu iki hususun her ikisi de,
kulun, Rabbi hakkında, işlemiş olduğu günahta mevcuttur. İşte, bu sebeple de,
pek yerinde olarak, bu günah son derece büyük olmuştur. Yok eğer, bu ifadedeki
nekireliği ikinci manaya alırsak, o zaman mana, "İnsanın hüsranı,
şeytanındakinden daha küçüktür" şeklinde olur ve bu manada, "Benim
yarattıklarım içinde, (ey insanoğlu) senden daha asi kimseler vardır.." şeklinde
bir müjde olmuş olur. Ama, doğru mana birincisidir.[16]
Birisi şöyle diyebilir: sözü, tek bir tür hüsranı ifade eder. Halbuki
iman, pekçok çeşit hüsran içindedir.." Buna şu şekilde cevap verebiliriz.
Gerçek hüsran, kişinin, Rabbine hizmetten mahrum olmasıdır. Geriye kalanlara,
yani cennetten mahrum olup da cehenneme düşmesini şeylere gelince, bunlar,
birincisine nisbetle adeta hiç mesabesindedirler. Bu tıpkı insanın, varoluşunda
pekçok fayda ve gayenin mevcut olması, ama Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben cinleri
ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (zâriyat, 56)
demesi gibidir ki, bu da, "Bu maksat, maksatların en ilerisi olunca, hiç
şüphesiz diğer gaye ve maksatlar buna nisbetle, bir hiç mesabesindedir"
demektir.
Bil ki Allah Teâlâ, bu ayete, insanın bir hüsran
içinde olduğuna delalet eden pekçok karineleri eklemiştir. Bunlar şunlardır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, sözü insanın, hüsranın içine
gömüldüğünü, onunla çepeçevre kuşatıldığını ifade eder.
2) İfadenin başına
edatının getirilmesi.. Çünkü tekîd
ifâ eder.
3) ifadesinin
başına lâm harfinin getirilişi. Burada şöyle iki ihtimal söz konusudur:[17]
ifadesi, "Hüsran yolundadır" anlamındadır.
Ve bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, neticesi cehennem olduğu için, yetim malını yeme
hakkındaki, "... onlar muhakkak, karınlarında ateş yerler ..."(Nisa,
10)ayeti gibidir.
İkinci
İhtimal: Bu, "İnsan, hiçbir zaman, kendisini zarardan kurtaramaz"
demektir. Çünkü husr ana sermayeyi zayi etmek, elden çıkarmak, demektir.
Kişinin ana sermayesi ise, ömrüdür. Binâenaleyh kişinin, ömrünü zayi etmekten
uzak durabilmesi hemen hemen imkânsızdır. Bu böyledir, zira, her an ve her
dakika, daima insanın üzerinden geçmektedir. Şimdi, bu anlar ve dakikalar,
insan tarafından günah için harcan m ışsa, bu kimsenin bir hüsran içinde
olduğunda şüphe yoktur. Eğer bu anlar ve dakikalar, mubah olan işlere
harcanmışsa, yine, hüsran söz konusudur. Çünkü o mubah olan şeyler bittiğinde,
ondan geriye hiçbir eser kalmamıştır. Halbuki insan, bu anlar ve dakikalar içinde,
eseri devamlı olacak bir takım işler yapabilirdi. Yok eğer, o an ve dakikalar,
taatla geçmiş ise, hem yaptığı o taatın, ya da başkası bir taatın en güzel bir
biçimde yapılması da mümkün idi. Çünkü, Allah için olan huşunun mertebeleri
sınırsızdır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, celâl ve kahrının mertebeleri de
sınırsızdır. Binâenaleyh, insanın bu konudaki bilgisi çok ve ne kadar ileri
olursa, bu kimsenin, Allah'a saygısı da o nisbette İleri olur. Dolayısıyla, bu
kimsenin, o taatleri yaparken Allah'a olan tazimi de, o nisbette tam ve en
mükemmel olur. Şimdi, en üstününü bırakıp da, en düşük ibadet ile yetinmek de,
bir çeşit hüsrandır. Böylece insanın, bir tür hüsrandan asla uzak kalamayacağı
sabit olmuş olur.
Bil ki, bu ayet, insanda temel olanın, onun bir
hüsran ve pişmanlık içinde olduğuna bir dikkat çekmek gibidir. Bunun izahı
şöyle yapılabilir: İnsanın mutluluğu, ahireti sevmesinde, dünyaya iltifat
etmeyişindedir. Çünkü Ahirete götüren sebepler gizli, dünyayı sevmeye götüren
sebepler ise, zahir ve açıktır. Bunlar, beş duyu organları, şehvet ve gazabtır.
İşte bu yüzden, insanların ekserisi, dünya sevgisiyle meşgul olmuş, dünyayı
elde etmeye kendini vermiştir. Bu yüzden de, hep, bir hüsran ve bir helak
içinde olmuşlardır.
Buna göre şayet, "Allah Teâlâ, Tîn Sûresi'nde,
"Andolsun ki biz, insanı en güzel biçimde yarattık. Derken onu aşağıların
aşağığsma indirdik" (Tin, 4-5) buyurmuştur. Dolayısıyla oradaki ifade,
başlangıcın kemal, neticenin ise, noksanlık olduğuna, buradaki ifade ise,
başlangıcın noksanlık neticenin kemal olduğuna delalet etmektedirler. Şu halde,
bu iki husus nasıl birleştirilebilir" denilirse, biz deriz ki: Tîn
Sûresi'nde ele alınan şey, bedenin halleri; burada ele alınan şey ise, nefsin
(ruhun) halleridir. Binâenaleyh, bu iki ayet arasında bir çelişki söz konusu
değildir.[18]
"Ancak iman edenlerle güzel güzel amellerde
bulunanlar, birde birbirine hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edenler böyle
değildirler..." (Asr, 3).
Bil ki, "iman ve salih amel"in ne olduğu
defalarca geçmişti. Sonra, burada şöyle birkaç mesele vardır:[19]
"Amel, imanın mefhumuna dahil değildir"
diyenler şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: Allah Teâlâ, bu ayette,
"câhil amel"i kelimesini, "iman"
kelimesine atfetmiştir. Şimdi "salih amel", "îman"m
muhtevasına dahil olmuş olsaydı, bu bir tekrar olmuş olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın
(Ahzâb, 7) ve ve (Bakara, 98) ayetlerindeki gibi, Kur'ân-ı Kerim'de bir
tekrarın . bulunduğunun söylenilmesi ise, mümkün değildir. Çünkü biz diyoruz
ki, oradaki tekrarlar, güzel ve yerindedir. Zira, bu tekrar, tekrar edilen o
kelimelerin, o bütünün türlerinin en kıymetlileri olduğuna delalet etmektedir.
Halbuki, salih amel ise, iman olarak adlandırılan şeyin çeşitlerinin en
kıymetli türü değildir. Binâenaleyh bu tevil batıl olmuş olur.
Halimî şöyle der: "Bu tekrar, kaçınılmazdır.
Çünkü, "îman" sözcüğü, her ne kadar "amel-i salih" sözünü
ihtiva etmese dahi, ancak ne var ki, "salih amel" ifadesi, iman
sözünü ihtiva etmektedir. Böylece de, kelimesi, ifâdesinin getirilmesinden müstağni
olabilir. Üstelik, ifâdesi ifadelerini
de içine alan bir ifadedir. Binâenaleyh bu ifadelerin de bir tekrar olması
gerekir." Evvelkiler buna cevap vererek şöyle demişlerdir: Biz, tekîd
maksadıyla bir tekrarın bulunmasına karşı değiliz. Ancak ne var ki, asi olan,
tekrarın olmamasıdır. Bu kadarak şey ise, istidlal için yeter sebeptir.[20]
İkinci Mesele:
Büyük günah işleyenlerin ceza görmelerinin kesin olduğunu söyleyenler bu ayetle
istidlal ederek şöyle derler: "Ayet, insanın, her halükârda bir ziyan
içinde olduğuna delalet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, böylesi
insanlardan, iman edip salih amel isteyen kimseleri istisna etmiştir. Halbuki,
iki şartın ikisine birden bağlanan şey, şartlardan birisi bulunmadığı zaman, onlara
bağlanan şeyde bulunmaz. Böylece biz, İman ve salih ameli birlikte
bulundurmayan kimselerin, mutlaka hem dünya, hem de ahirette bir zarar içinde
olacaklarını anlıyoruz. Şimdi, bu iki hususiyeti birlikte yaşayanlar çok az
olup, ziyan ve hüsran da bu iki özelliği birlikte yaşamayan kimseleri, zorunlu
vasfı olunca, kurtulanlar, helak edenlerden daha az olmuş olur. Sonra, şayet
kurtulanlar daha çok olsaydı bile, senin helak olan o az kimselerden olmaman
için, yine, senin korkma ve haşyetinin büyük olması gerekir. Ya, kurtulanlar az
iken, senin korkun nasıl oimalıöır?! Korkunun çok ileri derecede ofması
gerekmez mi?![21]
Ayetteki bu istisnada şu üç şey yatmaktadır:
1) Bu,
ömrünü ve gençliğinin geçmesinden ötürü, rnü'mini 'n teselli eden bir ifadedir.
Çünkü böylesi mü'minin ameli, onu, gençliğinden ve ömründen daha hayırlı bir
şeye laştırmaktadır.
2) Bu,
seni taata davet eden tüm duyguların, salah, güzel ve iyi şeyler; Aİlah'dan
alıkoyan tüm şeylerin ise, fesat, kötü ve çirkin şeyler olduğuna dikkat
çekmektir.
3) Mu'tezile
şöyle der: "Amellerin, "sâlih" diye isimlendirilmesi, amellerin
"hüsün" (güzellik) yönünün, Eş'ârîlerin ileri sürdüğü gibi, Cenâb-ı
Hakk'ın onları emretmesinden ötürü olmadığına, ne var ki ilahi emrin, o ameller
aslında, iyilik sayılan şeyleri ihtiva ettiği için, asıllarında hüsün
(güzellik) olduğu için olduğuna dikkat çekmektir." Eş'ârîler buna şu
şekilde cevap verir: "Allah Teâlâ bu amelleri "sâlih" diye
nitelemiş, ama bunların, kendilerine ait bir takım sebeblerden ötürü mü, yoksa
Allah'ın emretmesi sebebiyle mi salih olduklarını beyan etmemiştir."
[22]
Birisi şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hak,
"husr" (ziyan) ile ilgili hükmü zikretmiş, bunun sebebini zikretme m
iş; "ribh" (kazanç) tarafının ise sebebini zikretmiş ve bunun, iman
ile salih ameller olduğunu bildirmiş, ama hükmünü zikretmiştir. Öyleyse,
aradaki fark nedir?" Biz deriz ki: Hak Teâlâ, ziyanın sebebini
zikretmemiştir. Çünkü ziyan, "fiil" ile yani günahı bizzat işlemekle
meydana gelebileceği gibi, "terk" ile, yani taata yönelme işini terk
ile de meydana gelir. "Kazanç-kâr" ise, ancak "fiil" ile
elde edilir. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ, kazancın sebebini zikretmiştir. Bu
da, salih ameldir. Burada şöyle bir izah daha yapılabilir: Allah Teâlâ, zarar
tarafını kapalı geçmiş, tafsilatını vermemiştir. Ama kazanç tarafında detayı
geçmiş, onu açık-seçik koymuştur ki kerimeliğe de yakışan budur.[23]
Hak teâlâ'nın, "Birbirine hakkı tavsiye eden,
sabn tavsiye edenler böyîe değil" ayetine gelince, bil ki Allah Teâlâ,
ayette istisna edilenler arasında, imanları ve salih amelleri sebebiyle, bir
ziyan ve iflas içinde olmaktan hariç kalıp, kendilerini mükafaat elde etmeye ve
ilahi cezadan kurtulmaya götüren şeylere sımsıkı sarılmaları açısından,
mutluluk erbabı kimseler (saidler) haline gelenler olduğunu beyan edince,
bundan sonra onları, alabildiğine taata düşkün olmakla ve sadece kendilerini
ilgilendiren şeylerle yetinmeyip, dindarların içinde bulunmaları gereken bir
durum olarak, başkalarının da taatlarına sebep olsunlar diye, yollarını,
"başkalarına da tavsiye eden kimseler" olarak tavsif etmiştir. İşte
Hak Teâlâ bu yüzden ve bu tarz üzere, "Ey iman edenler, kendinizi ve
çoluk-çocuğunuzu ateşten koruyunuz" (Tahrîm, 6) buyurmuştur. Binâenaleyh
"hakkı tavsiye"nin içine, ilim ve amel gibi, dinin diğer hususları;
"sabrı tavsiye"nin içine de, kişinin kendi nefsini, hem kendine *arz
olanları yapma hususunda, hem de haramlardan kaçınma hususunda, mükellefiyet meşakkatlerine
katlanması da girer. Çünkü, nefsin hoşuna gitmeyen işlere yönelip, hoşuna giden
(haramlardan) geri durması, bu her ikisi de, çok zor iştir.
Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var:[24]
Bu ayette, alabildiğine bir tehdid vardır. Çünkü Hak
Teâlâ, şu dört şeyi yani, iman, salih amel, hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye
işini yerine getirenler hariç, bütün insanlığın hüsranda (ziyanda) olduğunu
bildirmiştir. Binâenaleyh bu, kurtuluşun ancak bunların tümüne bağlı olduğuna
delalet eder ve mükellefe, kendi İşlerini yapması gerektiği gibi, kendisi
dışındakiler için de dine davet etmek, nasihat, emr-i maruf nehy-i münkerde
bulunmak ve kendisi için sevip, arzu ettiği şeyi, bakaları için de sevip arzu
etmesi gibi, yapması gereken işler olduğunu gösterir. Hak Teâlâ daha sonra,
birincisi Allah'a daveti, ikincisi davet işini sürdürme; yahut da birincisi,
emr-i ma'rufu (iyiliği emir ve tavsiyeyi); İkincisi de, nehyi münkeri
(kötülükten sakındırmak ve alıkoymayı) içine alsın diye, fiilini tekrar
etmiştir. Hak Teâlâ'nın, "Münkeri nehyet ve sabret"(Lokman, 17) ayeti
de böyledir. Hz. Ömer (r.a) de, "Beni, kusurlarım hususunda ikaz edenden
Allah razı olsun, Allah ona rahmet etsin" demiştir.[25]
Ayet, hakkın ağır bir şey olduğuna; mihnet ve
sıkıntıların ise onun ayrılmaz vasfı olduğuna delalet etmekedir. İşte
bundan ötürü Hak Teâlâ buyurarak, "tavsiye"
fiilini bununla kullanmıştır.[26]
Hak Teâlâ bir emir sanılmasın diye, "tavsiye
edenler" buyurmuş, ama "tavsiye ederler" buyurmam ıştır. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, bu kimseleri, kendilerinden geçmişte sadır olmuş
şeyler sebebiyle methetmektir. Bu da, onların ileride de bunu sürdürme
arzusunda olduklarını ifade eder.[27]
Ebû Amr, bâ harfinin zammesi ile, işba' edilmeyen bir
harf m iş gibi, şeklinde okumuştur. Ebû Ali bunun, vakıf halinde caiz
olabileceğini; ama vasıl halinde, ancak o vaslın, vakıf gibi yapılması
durumunda caiz olacağını söylemiştir. Fakat kıraatta böyle, vakıf gibi bir
vasıl yok gibidir. İşte bu yüzden, Selâm b. Münzlr'in de sâd'ın kesresi ile,
J*&3 şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Belki de o, nefesi kesildiği
için, yahut da kıraati dere etmeye mani bir sebeb meydana geldiği için vakıf
yapmıştır. İşte o, vaslın vakıf gibi yapılmasından dolayı değil de, bu izah ettiğimiz
ihtimalden dolayı olmuş olabilir. Allah Sübhânehu ve Teâlâ en iyi bilendir.
Salat-ü selâm efendimiz Hz. Muhammed'e, âline ve ashabına olsun (amin)![28]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/385.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/387.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/387.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/387-388.
[5] Müslim, İman 174 (1/403), (Benzer Hadis).
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/388-389.
[7] Buharî, Mevâkit, 14; Müslim, Mesâcit, 200 (1/436).
[8] Bu rivayet, (kindi namazının önemine açıkça delâlet
etmektedir. Zina, kati, aldatma gibi suçların cezaları açıkça bilirmektedir.
Bunları öğrenmek için telaş edilmesi söz kunusu değildir. Fakat İkindi
namazının büyük ehemmiyeti bilinmediği için Hz. Peygamber (s.a.s) bu vesile ile
onu belirtmek istemiştir. Yoksa buradan o hanımları küçümseme manası
çıkarılamaz. Bu hâdise Asr suresinin indiği sırada cereyan etmiş olabilir (ç.).
[9] ) Müslim, İman, (173-174), (1/102-103).
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/389-391.
[11] Benzer Hadis: Buhari, enbiya, 50.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/391.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/391-392.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/392.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/392.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/392-393.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/393.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/393-394.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/394.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/394-395.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/395.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/395.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/395.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/396.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/396.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/396.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/396.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/397.