FİL SÜRESİ 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Fil Olayı 2


FİL SÜRESİ

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- (Ey Easûlüm!)  Fil ashabına Rabhin ne yaptı, gördün mü?

2- Onların tasarladıkları  planlarını boşa çıkarmadı mı?

3- Onların üzerlerine sürüler halinde kuşlar gönderdi.

4- O kuşlar onlara  (fil ashabına)   çamurdan sert taşlar atıyorlardı.

5- (Sonunda)   Rabbin onları yenilmiş ekin  gibi kılmıştı. [1]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1-5)    «(Ey Rasûlüm!» Fil ashabına...» Bu Ayetlerin Tefsiri Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur. 5 ayettir.

Kelimeleri 20, harfleri 96'dır.

Birinci ayetteki hitap Rasûl-ü Ekrem'edir. Hemze Peygambe­rin hitabını takrir etmek içindir. «Tera» fiili gözle görmek ve ilim mânâsını ifade eder. Burda da aynı mânâda kullanılmış olması mümkündür. Yahut Rasûl-ü Ekrem onu tevatür yoluyla dinlemiş­ti, yani biliyordu.

«Keyfe» kelimesi "kendisinden sonra gelen «Feale» fiilinin mefulüdür, zarftır. Rüyeti (görmeyi) Cenab-ı Hak'kın fülinin key­fiyetine bağlamak, hadisenin korkunçluğunu ifade etmek içindir. Hadise korkunç bir tarzda cereyan etmiştir ve Crüyet o hadiseyi ifade etmek için kullanılmıştır. Hadise Allah'ın kudretinin yüceli­ğine, ilminin ve hikmetinin kemâline, peygamberinin şerefine de­lâlet edecek şekilde cereyan etmiştir. Çünkü birçok alimin dedi­ği gibi bu Rasûl-ü Ekrem'in peygamberliğinden önce gösterilen mucizevari kerametlerdendir. İşte bu kıssa, Rasül-ü Ekrem'in doğ­duğu sene cereyan etmiştir. Buhari'nin şeyhi İbrahim bin Mun-zir, «Peygamberin bu senede doğduğuna hiç kimse muhalefet et-mes. Ve bunun üzerine içma vardır. Ona muhalefet eden her şey vehimden ibarettir» demiştir.

Bazılarına göre bu hadise Hz. Peygamberin doğumundan on sene önce cereyan etmiştir. Bazıları 15, bazıları 23 sene, bazıları 30, bazıları 40, bazıları da 70 sene Önce olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunlar siyer kitaplarında variddir ve hepsi de vehimdir.

Cumhurun üzerinde ittifak ettiği kuvvetli görüşe göre Rasûl-ü Ekrem, Allah, kuşları Ashab-ı Fil'in üzerine gönderdiği günde dün­yaya gelmiştir. İbn Hibban'ın tarihinde de bu zikredilmektedir. İbn Abbas'm sözünden de Allah'ın Rasûlünün fil gününde dünyaya geldiği anlaşılıyor.

Süheyli, «Allah'ın Rasûlü fil hadisesinden elli gün sonra dünyaya gelmiştir. O hadise Muharrem aynıdaydı. Peygamberin do­ğumu da Rebiulevvel ayvadaydı» diyor.

Hafız Dimyati, «Ellibeş gün sonradır» diyor. Bazıları kırk gün, bazıları bir ay demiştir. Fakat meşhur olan Suheyli'nin sö­züdür.

«Rabbuke» tabiri ihrasa işaret eden bir çeşittir. Bunun Beyt'in şerefi için, Hz. İbrahim'in duası için olması ihrasa ters düşmek­tedir. Rasül-ü Ekrem'in, Hudeybiye'de devesi çöktüğü zaman halk; «deve çöktü» deyince, «O çökmedi. Onu fili Mekke'ye girmekten meneden menetti» demesi de buna ters düşmemektedir. Zira in-ras için olan bir şey başka bir şey için olamayacağına dair bir ka­ide yoktur. [2]

 

Fil Olayı

 

Ebrehe el-Eşrem Bin Sabah el-Habeşi (veya Himyerfdir). Es­rem Necaşi tarafından Yemen'in krallığını yapan Erbat'a karşı çık-a. Bu saltanatının iki senesi geçtikten sonraydı. İkisi savaşa tutuş­tu. Esrem, arkasında kölesi Atina'yı, başına bir şey gelirse hemen onu vurması için hazırlamıştı. Erbat, Eşrem'e hücum etti. Onun şakaklarına vurmak istiyordu. Fakat kılıcı tam alnına isabet etti, kaşlarını burnunu ve dudağını yaraladı. Onun için Esrem ismini aldı. Atura hemen Erbat'm üzerine hücum ederek onu Öldürdü. Ebrehe, Erbat'ın yerine geçti. Necaşi bu hadiseden dolayı çok kız­mıştı. Ebrehe onu razı etmek için birtakım taktikler kullandı ve razı etti, Onu Yemen kralı olarak kabul etti. Sonra Ebrehe San'a-da benzeri görülmemiş bir kilise inşa etti. Kilisenin ismi Kulleya idi. (Veyahut Kuleys idi) Esrem dalgalı mermer taşlarını, altınla nakışlı taşları Hz. Süleyman'ın hanımı Belkıs'm kasrından nak­lederek kiliseyi onlarla inşa ediyordu. Necaşi'ye «Senin için Öyle bir kilise inşa ettim ki onun emsali senden önce kimse için inşa edilmemişti, ey kralım! Ben bu işte Arapları buraya haccetmeye zorlayıncaya, bu işte muvaffak oluncaya kadar uğraşacağım» dedi. Araplar bu mektup meselesini işitince öfkelendiler. Kenane Kabi­lesinden, haram ayları öne almak veya geciktirmek yetkisine sahip olan Beni Fukaym bin Adiy çıktı, kiliseye geldi. Orada büyük ab-destini yaptı ve kilisenin kıblesini de büyük taharatıyla sıvayarak çıkıp gitti. Ebrehe bu hadiseyi işitince «Bu işi kim yaptı?» diye sordu. «Mekke'de bulunan ve Kabe'ye inanan kimselerden biri yapmıştır. Çünkü senin Necaşi'ye yasmış olduğun mektuptan ha­berdar olmuş, öfkelenmiştir. Bu sebeple bu işi yapmıştır.» dediler.

Ebrehe şiddetli bir şekilde öfkelendi. «Kabe'ye gideceğim ve onu yıkacağım» diye yemin etti.

Bazı kimseler de hadisenin sebebi hakkında şunları söyledi: Habeşlilerden bir grup Kulleys'in etrafında ateş yaktılar. Ateşleri rüzgârın tesiriyle Kulleys'i yaktı. Ebrehe bundan ötürü öfkelendi ve Habeşlilere emretti. Hazırlandılar. Teçhizatlarım tamamladı­lar. Altmışbin kişi ile Kabe'ye doğru yola çıktılar. Beraberinde «Mamud» isimli bir fil vardı. Kuvvetli ve cüsseliydi. Ondan baş­ka oniki fil daha vardı. (Bazıları sekiz, bazıları da bin fil daha vardı demişlerdir). Bazı tarihçiler de sadece Mamud isimli fil vardı demişlerdi. Ayetin zahirine de bir tek filin olduğu daha uy­gun düşer. Bunun üzerine Araplar bu hadiseyi işittiler. Bu Arap­lara gayet ağır geldi. Rahatsız oldular. O adama karşı çıkmanın boyunlarına farz olduğunu anladılar. Yemen krallarından, Zu Ne­fer isimli bir adam, kendisine itaat eden kavmiyle ve diğer Arap­larla Ebrehe'nin önüne çıktı. Savaştılar. Mağlub oldu, esir edildi. Ebrehe onu öldürmek isteyince: «Ey kral, beni öldürme. Belki be. nim hayatta kalmam senin için daha hayırlıdır» dedi. Bunun üze­rine onu öldürmedi fakat yanında hapsetti. Hus'am arazisine ka­dar savaş etmeden geldiler. Orada Nufeyl bin Habib'ul-Hus'ani ve beraberindeki kavmiyle ve diğer Araplarla savaştılar. O da mağlûp oldu, esir edildi. Onu öldürmek istedi. O da, «Beni öldürmezsen senin için daha hayırlı olur» dedi. Onu da öldürmedi. Nufeyl bin Habib ona yol gösterdi, rehberlik yaptı. Taif'den geçerken Mesud bin Naib bin Malik es- Sakafi, Beni Sakife Kabilesinden bir grub-la Önlerine çıkarak şöyle dedi: «Ey kral, biz senin köleleriniziz. Se­ni dinleriz, itaat ederiz. Seninle bir ihtilafımız yoktur. Sen bizim şuradaki beytimizi (Lat isimli putu kastediyorlar) istemiyorsun. Sen Mekke'deki beyti istiyorsun. Biz seninle beraber sana yol gös­teren birisini de vereceğiz.»

Böylece onlara dokunmadı. Onlar da onunla beraber Ebü Ee-ğal denilen meşhur izciyi gönderdiler. Ebu Reğal izcilik yaparak Önlerine geçti ve onları «Mugammes» denilen yere kadar getirdi. Yani Taif'ten gelen yolun üstünde bulunan bir yere. Ebu Reğal orada öldü. Defnedildi. Araplar, İbn İshak'ın ifade ettiğine göre kabrini hâlâ taşlarlardı. Bazıları «Oradaki kabir Semud kabilesin­den olan Ebu Regal'in kabridir» derler. Bu da Sakif Kabilesi'nin büyük atalarıdır. Harem'deydi, onu müdafaa ediyordu. Harem' den çıkınca ona Allah'ın azabı isabet etti. Mugammes'de defnedil­di ve kabri oradadır.

Ebrehe, Mugammes'de ordugâhını kurdu. Habeşlilerden Es-ved bin Meksur adlı bir kumandana, Mekke'ye kadar ne kadar mal varsa hepsinin talan edilmesini emretti. Böylece Tuhame'nin, Ku-reyşlüerin olsun, diğerlerinin olsun, tüm mallarını topladılar. O mallar içinde Abdulmuttalib'in ikiyüz (veya dörtyüz deve) malı vardı. Abdulmuttalib o gün Mekke'nin reisi ve hakimi idi. Kureyş, Kenane, Hüzeyl ve Harem'de bulunanlarla beraber ona karşı koy­mak istediler. Fakat anladılar ki onunla başa çıkamayacaklar. Eb­rehe, Himyerli Hiyat adlı kişiyi Mekke'ye gönderdi. Bu memleke­tin efendisine: «Kral sizinle harbetmek için gelmemiştir. Kabe'yi yıkmak için gelmiştir. Eğer savaşmazsanız sizin kanınızı akıtmaya ihtiyacımız yoktur diye söyle. Eğer o harp istemiyorsa onu bera­berinde al, getir» diye emretti. Hiyat, Mekke'ye geldiğinde kendisine Abdulmuttalib'i gösterdiler. Kral'ın emirlerini Abdulmutta-lib'e tebliğ ettiler. Abdulmuttalib: «Biz, Allah'a yemin olsun ki, onunla savaşmak istemiyoruz. Buna gücümüz de yoktur. Bu Al­lah'ın Haram Beyti'dir. Onun dostu İbrahim'in haram beytidir. Eğer Allah onu menederse ne âlâ. Eğer menetmezse onunla Al­lah arasında kalır. Allah'a yemin ederim, bizim yanımızda Kabe' yi müdafaa edecek güç yoktur» dedi. Sonra Abdulmuttalib, oğul-larmdan bazılarım da yanma alarak kralın huzuruna gitti. Esir olan ZuNefer, Abdulmuttalib'in dostuydu. Önce onun yanına girdi. «Beni zengin edecek bir fikrin var mıdır?» dedi. Zunefer, «Kralın elinde esir bulunan, sabah akşam öldürülmesi beklenen bir kişi­den ne zenginlik olacaktır? Herhangi bir hususta seni zengin edecek bir fikrim yoktur. Ben ancak filin seyisine yakında haber göndereceğim, seni ona tavsiye edeceğim. Senin hakkının çok bü­yük olduğunu ona bildireceğim. Kral'ın huzuruna girmen için isin. istemesini söyleyeceğim.. Sen kralın huzuruna girince diledi­ğini söylersin. Kral hayırlı bir şekilde sana yardımcı olsun. Eğer gücü buna yetiyorsa» dedi. Abdulmuttalib, «Bunu yaparsan bu kâr fidir» dedi. Böylece filin seyisine bu haber gönderildi: «Abdul­muttalib Kureyş'in efendisidir. Mekke çeşmesinin (Zemzem'in) sa­hibidir. Halka ovalarda, hayvanlara dağlarda yemek yedirir. Kral onun iki yüz devesini götürmüş. Ona izin iste ve ona kralın yanın­da yararlı ol, gücün yettiği kadar». Seyis, «Bunu yapacağım» dedi. Böylece Ebrehe'ye meseleyi açtı. Abdulmuttalib'i Zunefer'in vas-fettiği gibi vasıflandırdı ve izin istedi. Abdulmuttalib insanların güzellerindendi. Ebrehe onu gördüğünde kendisinden aşağıda otur­masına razı olmada. Habeşliler onunla beraber Abdulmuttalib'in kraliyet tajıtına oturmasını da istemedi. Bunun için tahtından in­di. Sergi üzerine oturdu. Abdulmuttalib'i de beraberinde, yanında oturttu. («Onun alnında RasûUİ Ekrem'in nuru vardı. Onun için ona ikram etti» şeklindeki görüş zayıftır. Çünkü kıssa delâlet eder ki hadise böyle ise bu hadise peygamberin babası Abdullah* in dünyaya gelmesinden önce cereyan etmiştir. Zira Abdullah gel­mezden önce Peygamberin nuru   Abdulmuttalib'teydi.   Abdullah geldikten sonra ona nakledildi. Ancak burada şöyle diyebiliriz: Her ne kadar o nur Abdulmuttalib'ten Abdullah'a nakledilmişse de onun eseri Abdulmuttalib'te tecelli edebilirdi).

Sonra Ebrehe tercümana dedi ki: «Sor Abdulmuttalib'e, ihtû yacı nedir?» Abdulmuttalib: «Benim ihtiyacım, kralın bana deve' lerimi geri vermesidir» dedi. Ebrehe tercümana: «Söyle (ma. Senî gördüğüm zaman çok hoşuma gitmiştin. Şu anda ise hoşuma git­miyorsun, îkiyüz deve için benimle konuşuyorsun. Senin ve ata* lartmn dini olan bir Kabe'nin ricasını bırakıyorsun. Ben onu yık­mak için geldim. Sen benimle bu hususu hiç konuşmadın» dedi. Abdulmuttalib: «Ben develerin sahibiyim. Beytin de sahibi vardır. Onu O koruyacaktır» dedi. Ebrehe: «Benden onu menede-mez» dedi. Abdulmuttalib: «Seninle o başbaşasınız. Artık biz o noktaya kanşamayız» dedi.

Bir rivayete göre Abdulmuttalib'le beraber Ebrehe'nin huzu­runa Beni Bekir'in efendisi Safvan İbn Adiy, Huveyl bin Vasile (Beni Huzeyl'in efendisiydi) girdiler. Onların ilcisi krala: «Tuha-me malının üçte birini sana verelim. Geri dön, Kâbeyi yıkma» de-diler. Fakat o buna yanaşmadı.

Abdulmuttaİib'in develeri kendisine verildi. Abdulmuttalib Kureyş'e dönerek hadiseyi anlattı. Onlar ordunun kahrından kor­karak dağların vadilerine yerleşmişlerdi. Sonra Abdulmuttalib Kabe kapısının halkasına yapıştı. Beraberinde Kureyş'ten de bir­kaç kişi vardı. Allah'a yalvarıyorlar ve onun yardımını istiyorlar­dı, îşte orada Abdulmuttalib meşhur kasidesini okudu. «Ey Allah* tm!» diye başlıyordu Halkayı bıraktı, beraberindekilerle birlikte dağa çekildi. Ve ertesi günü, Mekke'ye ne olacak diye merakla bek­ledi. Sabahleyin Ebrehe Mekke'ye girmek için hazırlandı. Askerini nizama soktu. Fil-getirildi. Mekke'ye doğru yürüdüklerinde Tufeyl bin Habib gelip filin yanında durdu. Kulağını tuttu: «Ey Mamud. Yürü. Nereden gelmişsen oraya doğru git. Sen Allah'ın haram olan beldesinde bulunuyorsun» dedi. Sonra onun kulağını bıraktı. Fil bulunduğu yere çöktü. Tufeyl çıktı ve dağa çıkıncaya kadar kaçtı. Onlar file vurdular. Onu azıttılar ki kalksın. Fakat kalkmadı. Yü­zünü Yemen'e doğru çevirdiler. Bu sefer kalktı ve Şam'a doğru koşmaya başladı. Onu Mekke'ye yönelttiler. Yine yere yığıldı. Ona aklı gitsin diye içki içirdiler, yine fayda vermedi.

Bazıları, «Filin kulağına bu sözleri söyleyen kişi Abdulmutta-lib'di» demişlerdir. Bu hadise Vad'in-Muhasser denilen yerde olu­yordu. Allah denizden siyah (veya yeşil veya beyaz) kuşlar gön­derdi. Kırlangıç kadar idiler. Her kuşun yanında üç taş vardı. Bi­ri gagasında, ikisi de ayaklarmdaydı. Bu taşlar nohut veya mer­cimek kadar idiler. Kime isabet ediyorsa o ölüyordu. Rivayete göre kuş bu taşı kişinin üzerine atar. Taş onun başına değer, dü-büründen çıkar ve böylece etleri dökülürdü. Bu sefer geldikleri yoldan süratle uzaklaşmaya, kaçmaya başlarlar.

Nefil onların felaketlerini görünce şu şiiri okudu: Nereye ka­çıyorsunuz? Sizi takip eden Mabud'dur; Allah'tır. Esrem artık galip değil mağlûptur».

Onlar her yerde düşüyor ve helak oluyordu. Bir taş da Ebre. he'ye isabet etmişti. Onu beraberlerinde götürdüler. Parmak par­mak bedeninden etler düşmeye başladı. Bir parmağı düşünce bir * müddet sonra kan geliyor, irin geliyordu. Onu san'a'ya getirdik-leri zaman bir kuş yavrusu kadar kalmıştı. Orada göğsü yırtıldı. Sonra da öldü gitti. Meşhur îbn Zebari, şiirlerinde bunu dile ge­tirmektedir. Bu hususta Arap şairleri birçok şiirler yazmışlardır. Siyer kitaplarında bunlar yer almaktadır. Siyer kitaplarında «Kuş­lar bütün Habeşlileri öldürmedi» diyor. Bazılarına göre onlardan bir tek kişi kurtuldu. O da giderek hadiseyi Necaşi'ye anlattı. Kuş onun başında duruyordu. Onun üzerine taşı bıraktı. Taş onun tize-rinçle bulunduğu binayı delerek başına isabet etti. Onu da öl­dürdü.

Bazı kimseler, «Filin seyisi ve çekicisi Mekke'de kaldı, ve öl­dürülmedi» demiştir. Hatta Hz. Aişe'den gelen rivayete göre o, «Ben filin hem seyisini hem de bakıcısını gördüm. İkisi de Mek­ke'deydi. Gözleri kördü. Kötürümdüler. Yol kenarlarında halktan azık istiyorlardı» demiştir.

îkrime, «Taş kime isabet ederse hastalığını meydana çıkan-yordu. Bu, Arap Yarımadası'nda ilk görülen çiçek hastalığıydı» di­yor. Yakub bin Utbe, «Arap arazisinde ilk o sene çiçek hastalığı görüldü» diyor. (Alusi: cilt; 30, sn: 236)

Bu tefsirlerin aynısını biraz genişleterek alan Muhammed Abduh, «Bu kuşlar, sivrisinek veya sinek cinsindendir» demiş ve bunların bazı hastalıkların mikroplarını taşıdıklarını ve bu taşla­rın zehirli ve kuru rüzgâr vasıtasıyla getirilen çamurdan olabile­ceğini, böylece bu hayvanların ayaklarına bulaştığım, bir cesede dokunduğunda onun mesamelerine girdiğini, orada yaralar açıp, onunla cesedin tamamen bozulduğunu, etlerinin düştüğünü söyle­miştir.

Bu zayıf kuşların çoğu Allah'ın helak etmesini istediği beşere karşı Allah'ın ordularıdır, kullanılırlar. Bugün mikropla isimlendi­rilen küçüjc hayvancıklar Allah'ın orduları dışında değildirler. On­lardan oluşan ordular da vardır. Onlar birçok gruba ayrılırlar. On­ların adedini ancak Allah bilir!

Bunlar Abduh'un Amme cüzü tefsirinde yer alan sözlerinin bir kısmıdır. Biraz daha uzun şekilde anlatmıştır. Bu tefsir bir asra yakındır ki Abduh'un aleyhinde, îslâm aleminde birtakım cereyanlara sebep olmuştur. Fakat düşünüyorum, niçin bunu söy­leyen Yakub bin Utbe ile îkrime'ye bu şekilde hücum edilmemiş­tir? Onlar Abduh'un mikrop tabirini kullanmamışlardı. Çünkü henüz mikrop keşfedilmemişti. Ve niçin, «Abduh, burada kastedi­len ille de mikroplardır. Bu kuşlardan maksat ille de sivrisinekterdir. Onlar mikroplu maddeleri taşımışlardır. Çiçek hastalığı ile kolera, bu maddelerden yayıldı, demiştir» diye rüye ısrar ediyor-lar? Oysa Abduh, en azından bunlar mümkündür, demiştir. Bu bir nevi taassubdur. Sivrisineklere* sineklere, kuş denilebilir mi? Bu münakaşa edilebilecek bir konudur. Mikroba taş denilir mi? Bu da müzakere edilebilir. Hakikati Allah daha iyi bilir. Fakat ehli sünnet vel'cemaatin tefsireilerinin dediğiyle kesinlikle berabe­riz. Allah körü körüne hücum edenlerden veya körji körüne mu-taassıb bir şekilde görünenlerden bizi muhafaza eylesin!

«Ebabil» kelimesi «ibale»nin veya «ebul»vm veya «ebilmn ço-ğuludur. [3] Cemaatler demektir. Yani Cenab-ı Hak kuşları onların üzerine cemaat cemaat gönderdi. Bu kuşlar ne Necid, ne Tihame ne de Hicaz tarafından değil deniz tarafından geldiler. Mek-ke'de bulunan kuşlar onların devamıdır demek yanlıştır, tkrime «O kuşların yüzleri yırtıcı hayvanların yüzlerine benziyordu» di-yor. Yani daha önce de daha sonra da görülmemişlerdi şeklin­de iddia ediyor. Batı'ya hoş görünmek için ayetleri tevil edenler, zorlayanlar, o kuşların taşıdıkları mikroplar yırtıcı hayvanlar şefc-ündeydi diyorlar.

Kuşlar onlara siccü'den olan taşlar attılar. Yani taşlaşmış ça­murdan 'yapılan taşlar attılar. Çünkü «Siccil» kelimesi Farsçadaki (sengugil) çamurdan yapılmış taş demektir. Bazıları «Siccil Arap­ça bir kelimedir, büyük kova demektir» diyor. Yani büyük kova­da nasıl su arka arkaya düşerse o taşlar da arka arkaya gelirlerdi. Bazıları «İrsal, göndermek mânâsına olan «iscal» kökünden ge. liyor» demişlerdir. Cenab-ı Hak da bu kuşları göndermiştir.

O kuşların ve taşların hacmi haklanda ihtilaf vardır. Bazıları, daha önce de söylediğimiz gibi, «onlar kırlangıç kuşları» gibi olduğunu söylemişlerdir. Taşlan ise «mercimek ve nohut gibi» şek­linde tarif etmişlerdir. Ebu Nuaym, Nevfel bin Ebi Muaviye ed Deylemi'den şöyle rivayet ediyor: «Ashabı Fil'e atılan taşlan gör­düm. Nohut kadar idiler veya mercimekten biraz daha büyüktü­ler. Fakat siyaha çalıyorlardı. Sanki zifar boncuklarındandı».

Ebu Nuaym, Delail'inde İbn Abbas'tan: «Fındık gibi bir tas idiler» diye rivayet ediyor. İbn Merduveyh'in İbn Abbas'tan riva­yet ettiğine göre koyun fışkıları kadar idiler.

Abd bin Humeyd, îbn Cerir ve îbn Ebi Hatim, Ubeyd bin Umeyr'den şöyle rivayet ediyorlar: «Bunlar deniz tarafından çıkan kuşlardı. Onlarda develer kadar taşlar vardı. En küçükleri erkek­lerin kafaları kadar İdi. O taşlar kime atılırsa ona isabet eder, ki­me isabet ederse de onu öldürürlerdi». Fakat burada da güveni­lir görüş kuşların hacim bakımından kırlangıç kuşları kadar, taş­ların da nohuttan biraz büyük veya küçük olmalarıdır.

îbn Merduveyh ve Ebu Nuaym, İbn Salih'ten şöyle rivayet ediyorlar: «Her taşın üstünde, kime atılırsa onun ismi ve babasu nın ismi yazılıydı. Ben Ümmü Hani'nin yanında böyle bir taş gör­düm» diyor. Mesuliyet kendisine aittir.

«Onları içine güve girmiş elcin gibi yaptı». Yani güvenin daneleri yediği, delik deşik ettiği yapraklar gibi. Birçok müfessire göre ayetin mânâsı şudur: Hayvanların yeyip sonra pislik olarak çıkardıkları saman gibi (hayvan pisliği) yaptı. Ancak bu lafız müs­tehcen olduğu için Kur'an'da kullanılmamıştır. Bunların mafsal­larının parçalanması tezeğin parçalanmasına benzetilmiştir. Yani hayvanlardan menedümeyen saman gibi (serbest saman gibi) bir hâle gelmişlerdir. Onları kimse toplamaz, bakmaz kimse topla­yıp defnetmez. Tıpkı sahralarda hayvanların merhametine bırakıl­mış saman gibiydiler.

Onlar Kabe'yi yıkmaya geldikleri için taşlarla helak olmuş olmaları uygundur. Hakikati Allah daha iyi bilir.

tkrime; «Kuşlar onlara beraberlerinde bulunan taşlan atıyor­lardı. Herhangi birisine taş isabet ettiğinde derhal onda çiçek has­talığı başlıyordu. Bu daha önce görülmemiş bir durumdu. Taş mercimekten büyük, nohut kadardı» diyor. İbn Abbas, «Üzerine bir taş düştü mü onun derhal bedenleri kdbartr. O ilk çiçek has­talığı oldu» diyor.  [4]

Rivayete göre taşlar bütün orduya isabet etmemiş, sadece Al­lah'ın dilediği kimselere vurmuştu. Daha Önce onların başkuman­danları ile küçük bir grup memleketlerine dönebildiler şeklinde rivayet edilmişti. Onlar da gördüklerini memleketlerindekilere hi­kâye ettikten sonra helak oldular. Allah hakikati daha iyi bilir.

îbn îshak, «Habeşliler Mekke'den kovulduktan sonra Araplar Kureyş'i çok büyük saymaya başladı. Derlerdi ki: Allah onların ye. rine savaştıte onları düşmanlarının şerrinden emin kıldı. Bu, Ku~ reyş üzerinde Allah'ın nimetlerinden bir nimetti» diyor. [5]

FİL SÜRESÎ'NİN SONU

 

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 16/178. 

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 16/178-180. 

[3] Ferra, «Ebabil» kelimesinin tekili olmadığım söylemiştir. (Meâni'il-Kur'an, cilt: 3, sh: 292, Krş. Fîruzabâdî, el-Kamus ve Muhtar'us-Sıhah)

[4] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 20, sh: 198

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 16/180-189.