Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1- (Ey Easûlüm!) Fil ashabına Rabhin ne yaptı, gördün mü?
2- Onların tasarladıkları planlarını boşa çıkarmadı mı?
3- Onların üzerlerine sürüler halinde kuşlar gönderdi.
4- O kuşlar onlara (fil ashabına) çamurdan sert taşlar atıyorlardı.
5- (Sonunda) Rabbin onları yenilmiş ekin gibi kılmıştı. [1]
(1-5) «(Ey Rasûlüm!» Fil ashabına...» Bu Ayetlerin Tefsiri Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur. 5 ayettir.
Kelimeleri 20, harfleri 96'dır.
Birinci ayetteki hitap Rasûl-ü Ekrem'edir. Hemze Peygamberin hitabını takrir etmek içindir. «Tera» fiili gözle görmek ve ilim mânâsını ifade eder. Burda da aynı mânâda kullanılmış olması mümkündür. Yahut Rasûl-ü Ekrem onu tevatür yoluyla dinlemişti, yani biliyordu.
«Keyfe» kelimesi "kendisinden sonra gelen «Feale» fiilinin mefulüdür, zarftır. Rüyeti (görmeyi) Cenab-ı Hak'kın fülinin keyfiyetine bağlamak, hadisenin korkunçluğunu ifade etmek içindir. Hadise korkunç bir tarzda cereyan etmiştir ve Crüyet o hadiseyi ifade etmek için kullanılmıştır. Hadise Allah'ın kudretinin yüceliğine, ilminin ve hikmetinin kemâline, peygamberinin şerefine delâlet edecek şekilde cereyan etmiştir. Çünkü birçok alimin dediği gibi bu Rasûl-ü Ekrem'in peygamberliğinden önce gösterilen mucizevari kerametlerdendir. İşte bu kıssa, Rasül-ü Ekrem'in doğduğu sene cereyan etmiştir. Buhari'nin şeyhi İbrahim bin Mun-zir, «Peygamberin bu senede doğduğuna hiç kimse muhalefet et-mes. Ve bunun üzerine içma vardır. Ona muhalefet eden her şey vehimden ibarettir» demiştir.
Bazılarına göre bu hadise Hz. Peygamberin doğumundan on sene önce cereyan etmiştir. Bazıları 15, bazıları 23 sene, bazıları 30, bazıları 40, bazıları da 70 sene Önce olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunlar siyer kitaplarında variddir ve hepsi de vehimdir.
Cumhurun üzerinde ittifak ettiği kuvvetli görüşe göre Rasûl-ü Ekrem, Allah, kuşları Ashab-ı Fil'in üzerine gönderdiği günde dünyaya gelmiştir. İbn Hibban'ın tarihinde de bu zikredilmektedir. İbn Abbas'm sözünden de Allah'ın Rasûlünün fil gününde dünyaya geldiği anlaşılıyor.
Süheyli, «Allah'ın Rasûlü fil hadisesinden elli gün sonra dünyaya gelmiştir. O hadise Muharrem aynıdaydı. Peygamberin doğumu da Rebiulevvel ayvadaydı» diyor.
Hafız Dimyati, «Ellibeş gün sonradır» diyor. Bazıları kırk gün, bazıları bir ay demiştir. Fakat meşhur olan Suheyli'nin sözüdür.
«Rabbuke» tabiri ihrasa işaret eden bir çeşittir. Bunun Beyt'in şerefi için, Hz. İbrahim'in duası için olması ihrasa ters düşmektedir. Rasül-ü Ekrem'in, Hudeybiye'de devesi çöktüğü zaman halk; «deve çöktü» deyince, «O çökmedi. Onu fili Mekke'ye girmekten meneden menetti» demesi de buna ters düşmemektedir. Zira in-ras için olan bir şey başka bir şey için olamayacağına dair bir kaide yoktur. [2]
Ebrehe el-Eşrem Bin Sabah el-Habeşi (veya Himyerfdir). Esrem Necaşi tarafından Yemen'in krallığını yapan Erbat'a karşı çık-a. Bu saltanatının iki senesi geçtikten sonraydı. İkisi savaşa tutuştu. Esrem, arkasında kölesi Atina'yı, başına bir şey gelirse hemen onu vurması için hazırlamıştı. Erbat, Eşrem'e hücum etti. Onun şakaklarına vurmak istiyordu. Fakat kılıcı tam alnına isabet etti, kaşlarını burnunu ve dudağını yaraladı. Onun için Esrem ismini aldı. Atura hemen Erbat'm üzerine hücum ederek onu Öldürdü. Ebrehe, Erbat'ın yerine geçti. Necaşi bu hadiseden dolayı çok kızmıştı. Ebrehe onu razı etmek için birtakım taktikler kullandı ve razı etti, Onu Yemen kralı olarak kabul etti. Sonra Ebrehe San'a-da benzeri görülmemiş bir kilise inşa etti. Kilisenin ismi Kulleya idi. (Veyahut Kuleys idi) Esrem dalgalı mermer taşlarını, altınla nakışlı taşları Hz. Süleyman'ın hanımı Belkıs'm kasrından naklederek kiliseyi onlarla inşa ediyordu. Necaşi'ye «Senin için Öyle bir kilise inşa ettim ki onun emsali senden önce kimse için inşa edilmemişti, ey kralım! Ben bu işte Arapları buraya haccetmeye zorlayıncaya, bu işte muvaffak oluncaya kadar uğraşacağım» dedi. Araplar bu mektup meselesini işitince öfkelendiler. Kenane Kabilesinden, haram ayları öne almak veya geciktirmek yetkisine sahip olan Beni Fukaym bin Adiy çıktı, kiliseye geldi. Orada büyük ab-destini yaptı ve kilisenin kıblesini de büyük taharatıyla sıvayarak çıkıp gitti. Ebrehe bu hadiseyi işitince «Bu işi kim yaptı?» diye sordu. «Mekke'de bulunan ve Kabe'ye inanan kimselerden biri yapmıştır. Çünkü senin Necaşi'ye yasmış olduğun mektuptan haberdar olmuş, öfkelenmiştir. Bu sebeple bu işi yapmıştır.» dediler.
Ebrehe şiddetli bir şekilde öfkelendi. «Kabe'ye gideceğim ve onu yıkacağım» diye yemin etti.
Bazı kimseler de hadisenin sebebi hakkında şunları söyledi: Habeşlilerden bir grup Kulleys'in etrafında ateş yaktılar. Ateşleri rüzgârın tesiriyle Kulleys'i yaktı. Ebrehe bundan ötürü öfkelendi ve Habeşlilere emretti. Hazırlandılar. Teçhizatlarım tamamladılar. Altmışbin kişi ile Kabe'ye doğru yola çıktılar. Beraberinde «Mamud» isimli bir fil vardı. Kuvvetli ve cüsseliydi. Ondan başka oniki fil daha vardı. (Bazıları sekiz, bazıları da bin fil daha vardı demişlerdir). Bazı tarihçiler de sadece Mamud isimli fil vardı demişlerdi. Ayetin zahirine de bir tek filin olduğu daha uygun düşer. Bunun üzerine Araplar bu hadiseyi işittiler. Bu Araplara gayet ağır geldi. Rahatsız oldular. O adama karşı çıkmanın boyunlarına farz olduğunu anladılar. Yemen krallarından, Zu Nefer isimli bir adam, kendisine itaat eden kavmiyle ve diğer Araplarla Ebrehe'nin önüne çıktı. Savaştılar. Mağlub oldu, esir edildi. Ebrehe onu öldürmek isteyince: «Ey kral, beni öldürme. Belki be. nim hayatta kalmam senin için daha hayırlıdır» dedi. Bunun üzerine onu öldürmedi fakat yanında hapsetti. Hus'am arazisine kadar savaş etmeden geldiler. Orada Nufeyl bin Habib'ul-Hus'ani ve beraberindeki kavmiyle ve diğer Araplarla savaştılar. O da mağlûp oldu, esir edildi. Onu öldürmek istedi. O da, «Beni öldürmezsen senin için daha hayırlı olur» dedi. Onu da öldürmedi. Nufeyl bin Habib ona yol gösterdi, rehberlik yaptı. Taif'den geçerken Mesud bin Naib bin Malik es- Sakafi, Beni Sakife Kabilesinden bir grub-la Önlerine çıkarak şöyle dedi: «Ey kral, biz senin köleleriniziz. Seni dinleriz, itaat ederiz. Seninle bir ihtilafımız yoktur. Sen bizim şuradaki beytimizi (Lat isimli putu kastediyorlar) istemiyorsun. Sen Mekke'deki beyti istiyorsun. Biz seninle beraber sana yol gösteren birisini de vereceğiz.»
Böylece onlara dokunmadı. Onlar da onunla beraber Ebü Ee-ğal denilen meşhur izciyi gönderdiler. Ebu Reğal izcilik yaparak Önlerine geçti ve onları «Mugammes» denilen yere kadar getirdi. Yani Taif'ten gelen yolun üstünde bulunan bir yere. Ebu Reğal orada öldü. Defnedildi. Araplar, İbn İshak'ın ifade ettiğine göre kabrini hâlâ taşlarlardı. Bazıları «Oradaki kabir Semud kabilesinden olan Ebu Regal'in kabridir» derler. Bu da Sakif Kabilesi'nin büyük atalarıdır. Harem'deydi, onu müdafaa ediyordu. Harem' den çıkınca ona Allah'ın azabı isabet etti. Mugammes'de defnedildi ve kabri oradadır.
Ebrehe, Mugammes'de ordugâhını kurdu. Habeşlilerden Es-ved bin Meksur adlı bir kumandana, Mekke'ye kadar ne kadar mal varsa hepsinin talan edilmesini emretti. Böylece Tuhame'nin, Ku-reyşlüerin olsun, diğerlerinin olsun, tüm mallarını topladılar. O mallar içinde Abdulmuttalib'in ikiyüz (veya dörtyüz deve) malı vardı. Abdulmuttalib o gün Mekke'nin reisi ve hakimi idi. Kureyş, Kenane, Hüzeyl ve Harem'de bulunanlarla beraber ona karşı koymak istediler. Fakat anladılar ki onunla başa çıkamayacaklar. Ebrehe, Himyerli Hiyat adlı kişiyi Mekke'ye gönderdi. Bu memleketin efendisine: «Kral sizinle harbetmek için gelmemiştir. Kabe'yi yıkmak için gelmiştir. Eğer savaşmazsanız sizin kanınızı akıtmaya ihtiyacımız yoktur diye söyle. Eğer o harp istemiyorsa onu beraberinde al, getir» diye emretti. Hiyat, Mekke'ye geldiğinde kendisine Abdulmuttalib'i gösterdiler. Kral'ın emirlerini Abdulmutta-lib'e tebliğ ettiler. Abdulmuttalib: «Biz, Allah'a yemin olsun ki, onunla savaşmak istemiyoruz. Buna gücümüz de yoktur. Bu Allah'ın Haram Beyti'dir. Onun dostu İbrahim'in haram beytidir. Eğer Allah onu menederse ne âlâ. Eğer menetmezse onunla Allah arasında kalır. Allah'a yemin ederim, bizim yanımızda Kabe' yi müdafaa edecek güç yoktur» dedi. Sonra Abdulmuttalib, oğul-larmdan bazılarım da yanma alarak kralın huzuruna gitti. Esir olan ZuNefer, Abdulmuttalib'in dostuydu. Önce onun yanına girdi. «Beni zengin edecek bir fikrin var mıdır?» dedi. Zunefer, «Kralın elinde esir bulunan, sabah akşam öldürülmesi beklenen bir kişiden ne zenginlik olacaktır? Herhangi bir hususta seni zengin edecek bir fikrim yoktur. Ben ancak filin seyisine yakında haber göndereceğim, seni ona tavsiye edeceğim. Senin hakkının çok büyük olduğunu ona bildireceğim. Kral'ın huzuruna girmen için isin. istemesini söyleyeceğim.. Sen kralın huzuruna girince dilediğini söylersin. Kral hayırlı bir şekilde sana yardımcı olsun. Eğer gücü buna yetiyorsa» dedi. Abdulmuttalib, «Bunu yaparsan bu kâr fidir» dedi. Böylece filin seyisine bu haber gönderildi: «Abdulmuttalib Kureyş'in efendisidir. Mekke çeşmesinin (Zemzem'in) sahibidir. Halka ovalarda, hayvanlara dağlarda yemek yedirir. Kral onun iki yüz devesini götürmüş. Ona izin iste ve ona kralın yanında yararlı ol, gücün yettiği kadar». Seyis, «Bunu yapacağım» dedi. Böylece Ebrehe'ye meseleyi açtı. Abdulmuttalib'i Zunefer'in vas-fettiği gibi vasıflandırdı ve izin istedi. Abdulmuttalib insanların güzellerindendi. Ebrehe onu gördüğünde kendisinden aşağıda oturmasına razı olmada. Habeşliler onunla beraber Abdulmuttalib'in kraliyet tajıtına oturmasını da istemedi. Bunun için tahtından indi. Sergi üzerine oturdu. Abdulmuttalib'i de beraberinde, yanında oturttu. («Onun alnında RasûUİ Ekrem'in nuru vardı. Onun için ona ikram etti» şeklindeki görüş zayıftır. Çünkü kıssa delâlet eder ki hadise böyle ise bu hadise peygamberin babası Abdullah* in dünyaya gelmesinden önce cereyan etmiştir. Zira Abdullah gelmezden önce Peygamberin nuru Abdulmuttalib'teydi. Abdullah geldikten sonra ona nakledildi. Ancak burada şöyle diyebiliriz: Her ne kadar o nur Abdulmuttalib'ten Abdullah'a nakledilmişse de onun eseri Abdulmuttalib'te tecelli edebilirdi).
Sonra Ebrehe tercümana dedi ki: «Sor Abdulmuttalib'e, ihtû yacı nedir?» Abdulmuttalib: «Benim ihtiyacım, kralın bana deve' lerimi geri vermesidir» dedi. Ebrehe tercümana: «Söyle (ma. Senî gördüğüm zaman çok hoşuma gitmiştin. Şu anda ise hoşuma gitmiyorsun, îkiyüz deve için benimle konuşuyorsun. Senin ve ata* lartmn dini olan bir Kabe'nin ricasını bırakıyorsun. Ben onu yıkmak için geldim. Sen benimle bu hususu hiç konuşmadın» dedi. Abdulmuttalib: «Ben develerin sahibiyim. Beytin de sahibi vardır. Onu O koruyacaktır» dedi. Ebrehe: «Benden onu menede-mez» dedi. Abdulmuttalib: «Seninle o başbaşasınız. Artık biz o noktaya kanşamayız» dedi.
Bir rivayete göre Abdulmuttalib'le beraber Ebrehe'nin huzuruna Beni Bekir'in efendisi Safvan İbn Adiy, Huveyl bin Vasile (Beni Huzeyl'in efendisiydi) girdiler. Onların ilcisi krala: «Tuha-me malının üçte birini sana verelim. Geri dön, Kâbeyi yıkma» de-diler. Fakat o buna yanaşmadı.
Abdulmuttaİib'in develeri kendisine verildi. Abdulmuttalib Kureyş'e dönerek hadiseyi anlattı. Onlar ordunun kahrından korkarak dağların vadilerine yerleşmişlerdi. Sonra Abdulmuttalib Kabe kapısının halkasına yapıştı. Beraberinde Kureyş'ten de birkaç kişi vardı. Allah'a yalvarıyorlar ve onun yardımını istiyorlardı, îşte orada Abdulmuttalib meşhur kasidesini okudu. «Ey Allah* tm!» diye başlıyordu Halkayı bıraktı, beraberindekilerle birlikte dağa çekildi. Ve ertesi günü, Mekke'ye ne olacak diye merakla bekledi. Sabahleyin Ebrehe Mekke'ye girmek için hazırlandı. Askerini nizama soktu. Fil-getirildi. Mekke'ye doğru yürüdüklerinde Tufeyl bin Habib gelip filin yanında durdu. Kulağını tuttu: «Ey Mamud. Yürü. Nereden gelmişsen oraya doğru git. Sen Allah'ın haram olan beldesinde bulunuyorsun» dedi. Sonra onun kulağını bıraktı. Fil bulunduğu yere çöktü. Tufeyl çıktı ve dağa çıkıncaya kadar kaçtı. Onlar file vurdular. Onu azıttılar ki kalksın. Fakat kalkmadı. Yüzünü Yemen'e doğru çevirdiler. Bu sefer kalktı ve Şam'a doğru koşmaya başladı. Onu Mekke'ye yönelttiler. Yine yere yığıldı. Ona aklı gitsin diye içki içirdiler, yine fayda vermedi.
Bazıları, «Filin kulağına bu sözleri söyleyen kişi Abdulmutta-lib'di» demişlerdir. Bu hadise Vad'in-Muhasser denilen yerde oluyordu. Allah denizden siyah (veya yeşil veya beyaz) kuşlar gönderdi. Kırlangıç kadar idiler. Her kuşun yanında üç taş vardı. Biri gagasında, ikisi de ayaklarmdaydı. Bu taşlar nohut veya mercimek kadar idiler. Kime isabet ediyorsa o ölüyordu. Rivayete göre kuş bu taşı kişinin üzerine atar. Taş onun başına değer, dü-büründen çıkar ve böylece etleri dökülürdü. Bu sefer geldikleri yoldan süratle uzaklaşmaya, kaçmaya başlarlar.
Nefil onların felaketlerini görünce şu şiiri okudu: Nereye kaçıyorsunuz? Sizi takip eden Mabud'dur; Allah'tır. Esrem artık galip değil mağlûptur».
Onlar her yerde düşüyor ve helak oluyordu. Bir taş da Ebre. he'ye isabet etmişti. Onu beraberlerinde götürdüler. Parmak parmak bedeninden etler düşmeye başladı. Bir parmağı düşünce bir * müddet sonra kan geliyor, irin geliyordu. Onu san'a'ya getirdik-leri zaman bir kuş yavrusu kadar kalmıştı. Orada göğsü yırtıldı. Sonra da öldü gitti. Meşhur îbn Zebari, şiirlerinde bunu dile getirmektedir. Bu hususta Arap şairleri birçok şiirler yazmışlardır. Siyer kitaplarında bunlar yer almaktadır. Siyer kitaplarında «Kuşlar bütün Habeşlileri öldürmedi» diyor. Bazılarına göre onlardan bir tek kişi kurtuldu. O da giderek hadiseyi Necaşi'ye anlattı. Kuş onun başında duruyordu. Onun üzerine taşı bıraktı. Taş onun tize-rinçle bulunduğu binayı delerek başına isabet etti. Onu da öldürdü.
Bazı kimseler, «Filin seyisi ve çekicisi Mekke'de kaldı, ve öldürülmedi» demiştir. Hatta Hz. Aişe'den gelen rivayete göre o, «Ben filin hem seyisini hem de bakıcısını gördüm. İkisi de Mekke'deydi. Gözleri kördü. Kötürümdüler. Yol kenarlarında halktan azık istiyorlardı» demiştir.
îkrime, «Taş kime isabet ederse hastalığını meydana çıkan-yordu. Bu, Arap Yarımadası'nda ilk görülen çiçek hastalığıydı» diyor. Yakub bin Utbe, «Arap arazisinde ilk o sene çiçek hastalığı görüldü» diyor. (Alusi: cilt; 30, sn: 236)
Bu tefsirlerin aynısını biraz genişleterek alan Muhammed Abduh, «Bu kuşlar, sivrisinek veya sinek cinsindendir» demiş ve bunların bazı hastalıkların mikroplarını taşıdıklarını ve bu taşların zehirli ve kuru rüzgâr vasıtasıyla getirilen çamurdan olabileceğini, böylece bu hayvanların ayaklarına bulaştığım, bir cesede dokunduğunda onun mesamelerine girdiğini, orada yaralar açıp, onunla cesedin tamamen bozulduğunu, etlerinin düştüğünü söylemiştir.
Bu zayıf kuşların çoğu Allah'ın helak etmesini istediği beşere karşı Allah'ın ordularıdır, kullanılırlar. Bugün mikropla isimlendirilen küçüjc hayvancıklar Allah'ın orduları dışında değildirler. Onlardan oluşan ordular da vardır. Onlar birçok gruba ayrılırlar. Onların adedini ancak Allah bilir!
Bunlar Abduh'un Amme cüzü tefsirinde yer alan sözlerinin bir kısmıdır. Biraz daha uzun şekilde anlatmıştır. Bu tefsir bir asra yakındır ki Abduh'un aleyhinde, îslâm aleminde birtakım cereyanlara sebep olmuştur. Fakat düşünüyorum, niçin bunu söyleyen Yakub bin Utbe ile îkrime'ye bu şekilde hücum edilmemiştir? Onlar Abduh'un mikrop tabirini kullanmamışlardı. Çünkü henüz mikrop keşfedilmemişti. Ve niçin, «Abduh, burada kastedilen ille de mikroplardır. Bu kuşlardan maksat ille de sivrisinekterdir. Onlar mikroplu maddeleri taşımışlardır. Çiçek hastalığı ile kolera, bu maddelerden yayıldı, demiştir» diye rüye ısrar ediyor-lar? Oysa Abduh, en azından bunlar mümkündür, demiştir. Bu bir nevi taassubdur. Sivrisineklere* sineklere, kuş denilebilir mi? Bu münakaşa edilebilecek bir konudur. Mikroba taş denilir mi? Bu da müzakere edilebilir. Hakikati Allah daha iyi bilir. Fakat ehli sünnet vel'cemaatin tefsireilerinin dediğiyle kesinlikle beraberiz. Allah körü körüne hücum edenlerden veya körji körüne mu-taassıb bir şekilde görünenlerden bizi muhafaza eylesin!
«Ebabil» kelimesi «ibale»nin veya «ebul»vm veya «ebilmn ço-ğuludur. [3] Cemaatler demektir. Yani Cenab-ı Hak kuşları onların üzerine cemaat cemaat gönderdi. Bu kuşlar ne Necid, ne Tihame ne de Hicaz tarafından değil deniz tarafından geldiler. Mek-ke'de bulunan kuşlar onların devamıdır demek yanlıştır, tkrime «O kuşların yüzleri yırtıcı hayvanların yüzlerine benziyordu» di-yor. Yani daha önce de daha sonra da görülmemişlerdi şeklinde iddia ediyor. Batı'ya hoş görünmek için ayetleri tevil edenler, zorlayanlar, o kuşların taşıdıkları mikroplar yırtıcı hayvanlar şefc-ündeydi diyorlar.
Kuşlar onlara siccü'den olan taşlar attılar. Yani taşlaşmış çamurdan 'yapılan taşlar attılar. Çünkü «Siccil» kelimesi Farsçadaki (sengugil) çamurdan yapılmış taş demektir. Bazıları «Siccil Arapça bir kelimedir, büyük kova demektir» diyor. Yani büyük kovada nasıl su arka arkaya düşerse o taşlar da arka arkaya gelirlerdi. Bazıları «İrsal, göndermek mânâsına olan «iscal» kökünden ge. liyor» demişlerdir. Cenab-ı Hak da bu kuşları göndermiştir.
O kuşların ve taşların hacmi haklanda ihtilaf vardır. Bazıları, daha önce de söylediğimiz gibi, «onlar kırlangıç kuşları» gibi olduğunu söylemişlerdir. Taşlan ise «mercimek ve nohut gibi» şeklinde tarif etmişlerdir. Ebu Nuaym, Nevfel bin Ebi Muaviye ed Deylemi'den şöyle rivayet ediyor: «Ashabı Fil'e atılan taşlan gördüm. Nohut kadar idiler veya mercimekten biraz daha büyüktüler. Fakat siyaha çalıyorlardı. Sanki zifar boncuklarındandı».
Ebu Nuaym, Delail'inde İbn Abbas'tan: «Fındık gibi bir tas idiler» diye rivayet ediyor. İbn Merduveyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre koyun fışkıları kadar idiler.
Abd bin Humeyd, îbn Cerir ve îbn Ebi Hatim, Ubeyd bin Umeyr'den şöyle rivayet ediyorlar: «Bunlar deniz tarafından çıkan kuşlardı. Onlarda develer kadar taşlar vardı. En küçükleri erkeklerin kafaları kadar İdi. O taşlar kime atılırsa ona isabet eder, kime isabet ederse de onu öldürürlerdi». Fakat burada da güvenilir görüş kuşların hacim bakımından kırlangıç kuşları kadar, taşların da nohuttan biraz büyük veya küçük olmalarıdır.
îbn Merduveyh ve Ebu Nuaym, İbn Salih'ten şöyle rivayet ediyorlar: «Her taşın üstünde, kime atılırsa onun ismi ve babasu nın ismi yazılıydı. Ben Ümmü Hani'nin yanında böyle bir taş gördüm» diyor. Mesuliyet kendisine aittir.
«Onları içine güve girmiş elcin gibi yaptı». Yani güvenin daneleri yediği, delik deşik ettiği yapraklar gibi. Birçok müfessire göre ayetin mânâsı şudur: Hayvanların yeyip sonra pislik olarak çıkardıkları saman gibi (hayvan pisliği) yaptı. Ancak bu lafız müstehcen olduğu için Kur'an'da kullanılmamıştır. Bunların mafsallarının parçalanması tezeğin parçalanmasına benzetilmiştir. Yani hayvanlardan menedümeyen saman gibi (serbest saman gibi) bir hâle gelmişlerdir. Onları kimse toplamaz, bakmaz kimse toplayıp defnetmez. Tıpkı sahralarda hayvanların merhametine bırakılmış saman gibiydiler.
Onlar Kabe'yi yıkmaya geldikleri için taşlarla helak olmuş olmaları uygundur. Hakikati Allah daha iyi bilir.
tkrime; «Kuşlar onlara beraberlerinde bulunan taşlan atıyorlardı. Herhangi birisine taş isabet ettiğinde derhal onda çiçek hastalığı başlıyordu. Bu daha önce görülmemiş bir durumdu. Taş mercimekten büyük, nohut kadardı» diyor. İbn Abbas, «Üzerine bir taş düştü mü onun derhal bedenleri kdbartr. O ilk çiçek hastalığı oldu» diyor. [4]
Rivayete göre taşlar bütün orduya isabet etmemiş, sadece Allah'ın dilediği kimselere vurmuştu. Daha Önce onların başkumandanları ile küçük bir grup memleketlerine dönebildiler şeklinde rivayet edilmişti. Onlar da gördüklerini memleketlerindekilere hikâye ettikten sonra helak oldular. Allah hakikati daha iyi bilir.
îbn îshak, «Habeşliler Mekke'den kovulduktan sonra Araplar Kureyş'i çok büyük saymaya başladı. Derlerdi ki: Allah onların ye. rine savaştıte onları düşmanlarının şerrinden emin kıldı. Bu, Ku~ reyş üzerinde Allah'ın nimetlerinden bir nimetti» diyor. [5]
FİL SÜRESÎ'NİN SONU
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
16/178.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
16/178-180.
[3] Ferra, «Ebabil» kelimesinin tekili olmadığım
söylemiştir. (Meâni'il-Kur'an, cilt: 3, sh: 292, Krş. Fîruzabâdî, el-Kamus ve
Muhtar'us-Sıhah)
[4] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 20, sh: 198
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
16/180-189.