FİL SURESİ 2

1-  "Görmedin mi?": 2

2- Fil Sahihleri: 2

3- Fil Sahipleri Olayı: 2

4- Fil Olayının Zamanı: 6

5- Fil Olayı Peygamberin Mucizelerindendir: 6

 


FİL SURESİ

 

"Rahman ve Rahim Allah'ın Adı ile

Mekke'de indiği hususunda görüş birliği vardır. Beş âyet-i kerimedir. [1]

 

1. Rabbinin Fil sahihlerine ne ettiğini görmedin mi?

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1-  "Görmedin mi?":

 

"Görmedin mi" sana haber verilmedi mi, demektir. Bilmedin mi, diye de açıklanmıştır. îbn Abbas: Duymadın mı, diytr açıklamıştır.

Lafız soru şeklinde ulmakla birlikte takrir (söyletmek) anlamındadır. Hi-tab Peygamber (sav)'adır. Ancak umumidir. Benim Fil sahihlerine neler yaptığımı görmediniz mi demektir. Yani sizler bunu gördünüz, Henim size olan bu lütfumu da bildiniz. O halde size ne oluyor da iman etmiyorsunuz:''

" Ne (nasıl)" "Rabbinin... ettiğini" buyruğu ile nasb mahallindedır. İstifham anlamı dolayısıyla (önceki) "görmedin mi" buyruğu ile nasbedilmiş değildir. [2]

 

2- Fil Sahihleri:

 

"Fil sahihlerine" buyruğundaki Filin mahiyeti bilinmektedir. Çoğulu:  şekillerinde gelir. İbnu's-Sikkîl;  diye çoğul yapılmaz demistir. Dişisine; denilir. Filin sahibine (bakıcısına) da; denilir.

Sibeveyh dedi ki: "Fil" lafzının aslının "fu'l" vezninde olması ve (ikinci har­fi olan) "ye"den ötürü (birinci harfi) kesreli gelmiş, olması mümkündür. Ni­tekim: ' Beyaz17 ve: " Beyazlar' denilmesi de buna benzemek­tedir.

el-Ahfeş dedi ki: Ancak böyle bir şekil tekilde sözkonusu olmaz. Bu an­cak çoğulda sözkonusu olabilir, " Fil görüşlü adam" görüşü za-yıf^dumektir. Çoğulu diye gelir. "Zayıf görüşlü, firaseti yan­lış adam" demektir. "Görüşü zayıfladı, zayıflar, görüş za­yıflığı"; "Onun görüşünü zayıf buldu, zayıf bulmak" demektir. Zayıf görüşlü olan kimseye de; denilir. [3]

 

3- Fil Sahipleri Olayı:

 

Bu baştık, Fil sahihleri olayı hakkındadır. Olay şöyledir: Ebrehe, San'a'da el-Kulleys'i inşa etmişti. Bu kendi döneminde yeryüzünde benzeri görülme­miş bir kilise idi, Kendisi hristiyandi. Sonra Necaşî'ye şöyle bir mektub yaz­dı: "Ey Kral! Ben senden önce hiçbir kral için benzeri inşa edilmemiş bir ki­lise inşa ettim. Arap hacılarını buraya çevirinceye kadar da işin arkasını bı­rakmayacağım,"

Araplar Ebrehe'nin, Necaşî'ye yazdığı bu mektubu kendi aralarında söz ko­nusu etmeye başlayınca, nesi' (Kameri senenin Güneş senesine uyum) uygu­lamasını yapanlardan (Fukaym b. Adiyoğullarmdan) bir adam, bu işe çok öf­kelendi. Kalkıp, kilisenin bulunduğu yere gitti. Orada abdest bozdu, sonra da çıkıp kendi diyarına geri döndü. Bu durum Ebrehe'ye bildirilince, bu işi kim yaptı? diye sordu. Ona: Arapların Mekke'de hac için kendisine gittikleri bu Evin (Kabe'nin) çevresindeki halktan bir adam, senin "Arapların hacılarını buraya gelmeye mecbur edeceğim" şeklindeki sözünü işitince öfkelendi ve gelip bu­rayı pisledi, diye cevab verildi. Bu da; senin bu kilisen bu işe layık değildir, anlamına gelir. Bunun üzerine Ebrehe öfkelendi ve Evin üzerine yürüyüp, onu yıkacağına and içti. Yanında bulunan bir adamı da Kinaneoğuilannı bu kili­seyi hac etmeye davet etsin, diye gönderdi. Kinaneoğısllan -ki kilisenin içe­risine pisleyen adamın da mensub olduğu kabiledir- gönderilen bu adamı öl­dürdü. Bu uygulama Ebrehe'nin öfkesini, kinini arttırdı.

Daha sonra Habeşlılere verdiği emir üzerine Habeşiiler savaş için hazır­landı, gereken şekilde teçhizattandılar. Beraberinde Fil ile birlikte yola ko­yuldu. Araplar bunu işittiler. Bu işi büyük bir musibet olarak kabul ettiler ve dehşete kapıldılar.

Ancak onun Allah'ın Beyt-i Haram'ı olan Kabe'yi yıkmak islediğini işitin­ce, ona karşı cihad etmeyi de görev bildiler. Yemenlilerin eşrafından ve hü­kümdarlarından olan Zû Nefr diye bilinen bir adam, onun kargısına çıktı, ken­di kavmini ve çağrısını kabul eden diğer Arapları Ebrehe ile savaşa, Allah'ın Beyt-i Haram'ını korumak ve Ebrehe'nin Kabe'yi yıkıp, tahrib etmek isteği­ne karçı cihada çağırdı. Onun bu çağrısını kabul edenler de oldu. Kargısına çıktı, onunla savaştı. Zû Nefr ve beraberindekiler yenik düştü, Zû Nefr ya­kalanıp, Ebrehe'nin huzuruna esir olarak götürüldü, Ebrehe, Zû Nefr'i öldür­mek isleyince, Zû Nefr ona: Ey kral beni öldürme! Çünkü benim seninle bir­likte kalışım senin için beni Öldürmekten hayırlı olabilir, dedi. Ebrehe onu öldürmekten vazgeçti, yakınında onu zincire vurup hapsetti. Ebrehe affedi­ci ve tahammül kar birisi idi.

Daha sonra Ebrehe Yemen'den çıkmasına sebep teşkil eden gayesini gerçekleştirmek üzere tekrar yola koyuldu, Has'amlıların topraklarına ulaşın­ca, karşısına Has'amlı Nufeyl b. Habih,'şehrân ve Nâhis kabileleri ve ona uyan diğer Arap kabileleri ile birlikle karşı çıktı. Onunla çarpıştı, Ebrehe onu da yendi. Nufeyl de yakalanıp, Ebrehe'nin huzuruna esir olarak götürüldü. Eb­rehe onu öldürmek isteyince, Nufeyl kendisine: Ey kral beni öldürme, ben sana Arap topraklarında kılavuzluk edeceğim, dedi. Bu ellerim senin lehine Has'amın iki kabilesi Şehran ve Nahıs üzerine hakim olacak, onların sana din­leyip, itaat etmelerini sağlayacaktır. Ebrehe onu da serbest bıraktı.

Nufeyl onunla birlikte yola çıktı ve ona kılavuzluk etti. Taife gelince, Me-sud b. Muattib, Sakiflüerden bir takım kimseler ile karşısına çıktı. Ona: Ey kral dediler. Bizler senin kullarınız. Senin sözlerini dinleyecek, emrine itaat ede­ceğiz. Bizim sana muhalefetimiz sözkonusu değildir. Fakat bizim bu Evimiz -Lat için yaptıkları evi kastediyorlar- senin yıkmak istediğin ev değildir, be­nin istediğin Mekke'deki Evdir. Bizler seninle birlikte sana oranın yolunu gös­terecek birilerini göndereceğiz, dediler, Ebrehe de onları affetti,

Ebrehe ile birlikte Ebu Riğal adında birisini gönderdiler. Ebu Riğal onu el-Muğammis'e kadar götürdü. el-Muğammis*te konaklayınca Ebu Riğal orada öldü, bu sebepten ötürü de Araplar onun kabrini taşlayıp durdular. İşte in­sanların d-Muğammis denilen yerde taşladıkları kabir onun kabridir. Bu hu­susta şair şöyle demiştir:

"Ve ben her yıl onun kabrini taşa tutarım, İnsanlar Ebu Riğal'in kabrini taşladıkları gibi."

Ebrehe, Muğammis denilen yerde konaklayınca Habeşjıler arasından' el-Esved b. Maksud diye bilinen bir adamı atlılarından bir grubun başına ko­mutan olarak gönderdi. Esved Mekke'ye varınca Kureyşlilerden Tihameliler ile diğerlerinin mallarını önüne katıp götürdü. Bu arada Abdu'l-Muttalib b. Haşim'e ait ikiyüz deve de almıştı. Abdu'l-Muttalib o sırada Küreydin büyü­ğü ve efendisi idi.

Kureyş, Kinane, Huzeyl ve Harem bölgesinde bulunan diğerleri Ebrehe ile savaşmayı kararlaştırdı. Ancak daha sonra ona güç yetiremeyeceklerini an­layınca bu işten vazgeçtiler.

Ebrehe, Himyerli Hunâta'yı Mekke'ye gönderdi ve una şunları söyledi: Bu şehrin efendisinin ve en şereflilerinin kim olduğunu sor. Sonra ona şöyle de: Kral diyor ki: Ben sizinle savaşmaya gelmedim. Ben bu Evi yıkmak için gel­dim, eğer siz bana karşı savaşmayacak olursanız benim sizin kanınızı dök­meye ihtiyacım yoktur. Eğer o şahıs benimle savaşmak istemiyor ise onu ya­nıma a I, getir.

Hunâta denilen şahıs Mekke'ye girince, Kureyş'in efendisinin ve şereflesi-nin kim olduğunu sordu? Ona: Haşim oğlu Abdu'l-Muttalib adını verdiler, Ab-du'l-Muttalib'in yanına varıp, Ebrehe'nin kendisine neleri emrettiğini ona söyledi. Abdu'l-Muttalib de şu cevabı verdi: Allah'a yemin olsun ki, biz onun­la savaşmak istemiyoruz. Esasen bizim buna gücümüz de yetmez. İşte bu da Allah'ın haram olan Evi. Onun dostu İbrahim (a.s)'ın Evi dedi; yahut buna ben­zer sözlerle ona cevab verdi. Eğer Allah bu Evi Ebrehe'den gelecek zarara kar­şı koruyacak olursa şüphesiz ki burası onun haremidir, onun Evidir. Şayet onu Evi ile başbaşa bırakacak olursa, Allah'a yemin ederim ki, bizim onu geri çe­virecek gücümüz yoktur. Bunun üzerine Hunâta ona: Haydi onun yanına gi­delim, dedi. Çünkü o bana seni kendisine götürmemi emretti.

Abdu'I-Muttalib onunla birlikte beraberinde çocuklarından bir kaçını da alarak gitti. Nihayet karargaha vardılar. Zû Nefr'i sordu. Onun eski bir arka­daşı idi. Hapisle alıkonulduğu yerde onun yanına gitti ve ona: Ey Zû Nefr de­di. Başımıza gelen bu işte senin bize bir fayda sağlayabilme imkanın var mı­dır? Zû Nefr ona dedi ki: Bir kralın dinde esir bulunan ve sabah akşam o kral tarafından öldürülmesini gözetleyen bir adamm ne faydası olabilir? Başına ge­len bu musibete karşı sana hiçbir faydam olamaz. Şu kadar var ki Filin se­yisi olan Uneys benim arkadaşımdır. Ben ona haber göndereyim ve seni ona tavsiye edeyim. Senin hakkına riayet etmesinin önemini ona anlatayım. Kra­lın huzuruna çıkman için sana izin istemesini söyleyeyim. O zaman sen de istediğin gibi kralla konuşursun. Eğer buna güç yetireeek olursa, o senin için kral nezdinde güzei bir şekilde iltimasta bulunur.

Abdu'l-Mutulib: Bana bu kadarı yeter dedi. Zû Nefr, Uneys'e haber gön­derdi ve ona Abdu'l-MuUalib, Kureyş'in efendisi, Mekke pınarının (Ayn u Mek­ke) sahibidir.[4] Düz yerde insanlara, dağ başlarında yırtıcı hayvanlara yiye­cek verir. Kral bunun ikiyüz devesini ele geçirmiş bulunuyor. Haydi sen onun huzuruna çıkması için izin iste ve elinden geldiği kadar kral nezclinde ona faydalı olmaya

Uneys: Yaparım dedi. Uneys, Ebrehe ile konuştu, ona şöyle dedi: Ey Kral! İşte Kureyş'in efendisi senin kapında duruyor. Senin yanına girmek için izin istiyor. O Mekke pınarının (Aynu Mekke) sahibidir Düz yerlerde insanlara, dağ başlarında yırtıcı hayvanlara yemek yedirir. Huzuruna girmesi için ona izin ver de ihtiyacı alan hususlarda seninle konuşabilsin. Ebrehe, Abdu'l-Mut-talib'e huzuruna girsin diye izin verdi.

Abdu'l-Muttalib, insanlar arasında oldukça gösterişli, azametli ve güzel şi­mal ı birisi idi. Ebrehe onu görünce ona saygı gö.sterdi, unu kendisinden da­ha asağı*bir mertebede oturtmak istemediğinden, Ebrehe tahtından indi, yay­gısı üzerine olurdu ve Abdu'l-Muttalib'i de yaygısı üzerinde yanında oturttu.

Sonra tercümanı vasıtası ile şöyle dedi: Ona ihtiyacın nedir? diye sor. Ter­cüman ona bunu sorunca, Abdu'l-Muttalib şöyle dedi: Benim ihtiyacım kra­lın (askerlerinin) ele geçirdiği, bana ait olan ikiyüz deveyi geri vermesidir.

Abdu'l-Muttalib'in söylediklerini Ebrehe'ye aktaran tercümana Ebrehe şunları söyledi.

Ona de ki: Seni gördüğümde sen beni elk lemistin. Fakat benimle konu­şunca gözümden düştün. Sana ait olup, ele geçirdiğim ikiyüz deve hakkın­da konuşuyorsun da senin ve atalarının dini olup, kendisini yıkmak üzere gel­diğin Ev hakkında hiçbir şey söylemiyor, onunla ilgili benimle konuşmuyor­sun.

Abdu'l-Mıutalib ona şu cevabı verdi: Ben develerin sahibiyim. O Evin ise bir sahibi (Rabbi) vardır, onu koruyacaktır.

Ebıehe: Hayır, onu bana karşı koruyamayacaktır, dedi. Abdu'l-Mutulib haydi sen istediğini yapmaya giriş öyleyse, dedi

Ebrehe ona develerini geri verdi. Abdu'l-Muttalib, Kııreyşlilere geri dön­dü ve onlara durumu bildirdi. -Ordu kendilerine zarar verir korkusuyla- Mekke'den dışarıya çıkıp, dağların tepelerinde ve dağların arasındaki geçitlerde korunmalarını emretti.

Daha sonra Abdu'l-Muttalib kalkıp, Kabe'nin kapısının tokmağına yapış­tı. Ku rey şiflerden bir kaç kişi de onunla birlikte kalkıp Allah'a dua ettiler, Eb-rehe'ye ve askerlerine karşı O'ndan yardım dilediler. Abdu'l-Muttalib Ka'be'nin kapısının tokmağını yakalamış olduğu halde şunları söyledi:

"Allah'ım, şüphesiz ki kul,

Kendi evini korur, Sen de Beyt-i Haram') mn etrafında konaklamış olanları koru!

Galib gelmesin onların haçları Ve kuvvetleri haksızlıkla Senin gücüne! Onlar Haram beldeye girerlerse, Bu Senin bize daha önce yapmadığın bir iş olur,"[5]

Ka'be kapısının tokmağını yakaladığı vakit şöyle söylediği de zikredilmiş­tir:

"Ey Rab! Ben onlara karşı Senden başkasından ümit beslemiyorum Ey Rab! Sen onlara karşı Senin himayelideki yasak bölgeyi koru! Şüphesiz Beytin düşmanı Sana düşmanlık edenlerdir Şüphesiz onlar Senin güçlerini geril e teme zler."

İkrime b. Âmir b. Haşim b. Abd-i Menaf b. Abdi'd-Dar b. Kusay da şöy­le demiştir:

"Allah'ım, ruavay e\el-Esved b. Makaud'u

Hediyelik olduklarına dair alametler taşıyan o pekçok deveyi yakalayanı.

Hıra ile Sebîr dağları ile düzlükler arasında

Onları alıkoymaktadır, onlar bu develeri kovalamaktadırlar

O bu develeri siyahi gavurlara katmıştır

Ki bunlar hiçbir mabud olmasın diye karar vermişlerdir

Sağlam direkli Beyt-i Haram'ı yıkmak istediler hem iki Merve'yi

.(Safa ile Merve'yi) ve siyah Meşairleri (hac alâmetlerini) Rabbim, Sen ona ahdini gerçekleştirme fırsatını verme! Sen her türlü ham de layık olansın."

İbn İshak dedi ki: Daha sonra Abdu'l-Muttalib Ka'be kapısının tokmağı­nı bıraktı. O ve Kureyş'ten beraberinde olanlarla birlikte dağların tepeieri-nc çekilip orada korunmaya çalıştılar. Ebrehe girdiği takdirde Mekke'ye neler yapacağını beklemeye koyuldular.

Sabah olunca Ebrehe Mekke'ye girmek için hazırlandı, Filini de hazırla­yıp orduyu teçhizatiandırdı. Filin adı "Mahmud" idi. Ebrehe'nin kararı Bey­ti yıkmak, sonra da Yemen'e geri dönmekten ibaretti. Fili Mekke'ye yönlen­dirdik i e rinde Nufeyt b. Habib gelip Filin yanında durdu. Daha sonra Filin ku­lağını yakalayarak: Ey Mahmud otur ve geldiğin yere selametle geri dön. Sen Allah'ın Haram beldesindesindesin, dedikten sonra kulağını bıraktı. Fil de çö­küverdi, Nufeyl b. Habib de hızlıca koştu ve dağa tırmandı.

Kalksın diye Fili dövdülerse de kalkmadı. Kalkması için bu sefer baltalar­la başına vurmaya başladılar, yine kalkmadı. Bastonları kalksın diye karnı­na soktular, yine kalkmadı. Yemen'e dönmek üzere onu geri çevirdiler, kalkıp koşmaya başladı. Yolunu Şam'a çevirdiler aynı şekilde, doğuya çevir­diler aynı şekilde yaptı. Fakat Mekke'ye çevirdiklerinde yine çöktü. Allah üzer-leri-ne Hatatif ve Belesan'ı andıran deniz tarafından kuşlar gönderdi.

Herbir kuşun beraberinde üç taş bulunuyordu. Birisi gagasında, ikisi ayaklarında idi. Bu taşlar nohut ve mercimek taneleri gibi idi. Kime bunlardan isabet ederse mutlaka ölürdü. Taşları hepsine isabet etmedi. Kaçarak gel­dikleri yoldan geri dönmeye çalıştılar, Kendilerine Yemen "e gidecek yolu gös­tersin diye Nufeyl b. Hahib'i sordular.

Nufeyl b. Habib, Allah'ın onların başına indirdiği intikam a2abını görün­ce şöyle dedi:

"Kaçış nereye, arkadan takib eden o mutlak İlah ise? Eşram (Ebrehe) ise yenik düşendir, galib değildir."

Yine Nufeyl şöyle demiştir:

"Kuşları görünce hamdettim Allah'a

Ve üzerimize atılan taşlardan da korktum

Herkes Nufeyl'i sorup duruyordu,

Sanki benim Habeşlilere borcum varmış gibi."

Yolun her tarafında sağa sola düşüp yığılıyorlar ve her tepenin başında ölüp gidiyorlardı. Ebrehe de vücudundan isabet aldı. Onu alıp götürdüklerinde vü­cudu parmak ucu kadar küçük parçalar halinde dökülüyordu. Vücudundan birer parça döküîdü mü hemen onun arkasından kan ve irin akıyordu. Niha­yet onu San'a'ya alıp getirdiklerinde bir kuş yavrusu gibi kalmıştı. Anlatıldı­ğına göre, kalbi çıkacak şekilde göğsü parçalanıncaya kadar ölmedi

el-Kelbi ve Mukatil b. Süleyman -biri diğerine göre fazla ve eksik anlata­rak- dedi ki: Fil olayının sebebi rivayet edildiğine göre şudur: Kureyşlilerden birtakım gençler Necaşî'nin diyarına ticaret maksadı ile gitti. Deniz kıyısın­da Hrisiiyanlara ait bir kilisenin yanında konakladılar. Hristiyaniar bu kilise­ye Heykel adını veriyorlardı. Yemek pişirmek maksadıyla bir ateş yaktılar, sonra bu ateşi bırakıp gittiler. Esen şiddetli rüzgarlar ateşi kiliseye kadar ulaş­tırdı ve kilise yandı.

Bu olayın haberi bir haberci tarafından Necaşî'ye ulaştırıldı. O da öfkey­le dolup taştı. Kindelilerden Ebrelıe b. es-Sebbah, Hucr b. Şurahbil ile Ebu Yeksun adındaki kişiler ona gelerek Kabe'yi yakmayı ve Mekke'yi esir alma­yı taahhüt ettiler.

Çünkü kral Necaşî'nin kendisi idi. Ebrehe ordu kumandanı, Ebu Yeksum hükümdarın yakın danışmanı idi, veziri olduğu da söylenmiştir. Hucr b. Şu­rahbil de onun kumandanlarından idi.

Mücahİd dedi ki: Ebu Yeksum, Ebrehe b. es-Sabbah'ın kendisidir.

Beraberlerinde fil de olduğu halde yola koyuldular. Çoğunluk bu filin tek bir fil olduğu kanaatindedir. ed-Dahhak ise sekiz fil demiştir. Zu'1-Mecaz'e gelip konakladılar. Mekkelilerin atlayan davarlarını önlerine katıp götürdü­ler. Aralarında Abdu'l-Muttalib'in develeri de vardı.

Çoban tehlikeyi haber vermek üzere geldi, Safa ya çıktı ve "(savaş ve teh­like zamanlarında bağırılması adet olan şekilde): Vâ sabahah (haberiniz ol­sun baskına uğradık) diye feryat etti. Sonra da insanlara ordunun ve Filin ge­lişini haber verdi.

Abdu'l-Muttalib çıkıp Ebrehe'ye doğru gitti, ondan develerini istedi.

Necaşî'nin onlarla birlikte olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Kimileri Necaşî de onlarla birlikte idi derken, çoğunluk Necaşî onlarla be­raber değildi, demiştir.

Mekkeliler deniz tarafından kuşların geldiğini görünce Abdu'l-Muttalib şöy­le dedi: Bu kuşlar bizim topraklarımızda görünen kuşlardan değildir. Bun­lar ne Necid'de bilinen, ne Tihame'de, ne de Hicaz'da görülen kuşlardır. Bu kuşlar bey arıları andırıyordu. Bunların gagalarında ve ayaklarında taş var­dı. Bunlar ordunun üzerine gelince taşları üzerlerine bıraktılar ve sonunda heiâk olup gittiler.

Ata b. Ebi Rebah dedi ki: Kuşlar akşam vakti geldi, geceyi geçirdikten son­ra sabah erkenden onlara taşları attı.

el-Kelbi dedi ki: Kuşların gagalarında küçük çakıt taşlarını andıran taşlar vardı. Herbir kuş grubunun önünde onlara önderlik eden bir kuş vardı. Bu kuşun gagası kırmızı, başı siyah, boynu uzundu.

Ordunun askerleri gelip biraraya toplanınca kuşlar bunların üzerinden ga­galarında bulunan taşlan boşalttılar. Herbir taşın üzerinde o taşla ölecek ki­şinin adı yazılı idi.

Her taşın üzerinde: "Allah'a itaat eden kurtulur, O'na isyan eden helak olmuş olur" diye yazdığı da söylenmiştir.

Daha sonra kuşlar geldikleri yerden geri döndüler.

el-Avfî dedi ki: Ben bu kuşlar hakkında Ebu Said el-Hudrî'ye soru sordum da o: Mekke'nin güvercinleri onlardandır, diye cevab verdi.

Denildiğine göre, taş; askerlerden birisinin miğferine düşüyor, onun miğ­ferini deliyor, beynine gediyor. Üzerinde bulunduğu fili ve bineği delip ge­çiyordu. Şiddetli bir şekilde düştüğünden ötürü taş yerde kayboluyordu.

Fil sahibleri allmışbin kişi idiler. Onlardan emirleri müstesna, kimse ge­ri dönmedi. Onunla birlikte de çok küçük bir topluluk geri dönebilmişti. On­lar da gördüklerini haber verip, bildirince helak oldular.

el-Vâkıdî dedi ki: Ebrehe Rasûlullah (sav)'ın dönemindeki Necaşî'nin dedesidir. Ebrehe ile el-Eşrem aynı kişidir. Ona bu unvanın veriliş sebebi ise Eryat ile görüş ayrılığına düşmesi idi.

Öyle ki, biri diğerinin üzerine yürüdü, sonra teke tek birbirleriyle döğüş-mek kararında ittifak ettiler. Kim galib gelirse yönetimi o ele alacaktı. Birbir­leriyle teketek çarpıştılar. Eryat cüsseli, iri yarı birisi idi. Elinde bir harbe bu­lunuyordu. Buna karşılık Ebrehe ise kısa boylu, tıknaz birisi idi, Hristiyan ola­rak dindar ve affetmeyi seven birisi idi. Ebrehe ile birlikte İtvede diye bili­nen bir veziri vardı. Eryat yaklaşınca Eryat elindeki harbeyi Ebrehe'nin ba­sma indirdi.

Bu harbe Ebrehe'nin kafasına düştü, gözünü, burnunu, alnını ve dudağı­nı yardı. Bundan dolayı ona "el-Eşrem" adı verildi. İtvede Eryat'ın üzerine hamle yapıp, onu öldürdü. Böylelikle Habeşistanlılar Ebrehe'nin emri altın­da birleşmiş oldu.

Necaşl bu işe kızdı ve Ebrehe'nin perçemini keseceğine, onun toprakla­rını çiğneyip geçeceğine yemin etti. Bunun üzerine Ebrehe kendi perçemi­ni kesti ve bir kaba kendi arazisinin topraklarını doldurup, bunları Necaşî'ye gönderdi ve şöyle dedi: O senin kulundu, ben de senin kulunum. Ben Ha-beşlilerin işlerini daha güzel yok koyarım. Perçemimi kestim ve sana ken­di arazimin topraklarını gönderdim. Onları çiğnemeni ve böylelikle yemini­ni yerine getirmeni istedim. Bunun üzerine Necaşî ondan hoşnut oldu.

Daha sonra Ebrehe -önceden de geçtiği üzere- Arapların hacılarının ora­ya gelmesini sağlamak amacıyla San'a'da bir kilise inşa etti. [6]

 

4- Fil Olayının Zamanı:

 

Mukatil dedi ki: Fil yılı Peygamber (sav)'ın doğumundan kırk sene önce idi.

el-Kelbi ile Ubeyd b. Umeyr dedi ki: Fil olayı Peygamber (sav)'ın doğu­mundan 23 sene önce olmuştu. Ancak sahih olan Peygamber (sav)'dan ge­len şöyle dediğine dair rivayettir: "Ben Fil olayının olduğu sene dünyada gel­dim." Ondan: "Fil günü" dediği de rivayet edilmiştir ki[7] bunu el-Maverdî Tbf-sir'inde nakletmiştir.

A'lâmu'n-Nubuvve adlı eserde de şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) re-biu'l-evvel ayının 22. günü dünyaya geldi ve bu Filden elli yıl sonra idi. Rum­ların takviminde ise bu Hürmüz b. EnuŞirvan'ın hükümdarlığa geçiş tarihin­den itibaren onikinci yılın 20 şubatına denk geliyordu. Ebu Cafer et-Taberi'nin naklettiğine göre Peygamber (sav) EnuŞirvan'ın krallığının 42. yılında doğ­muştur.

Peygamber (sav)'a annesi Amine'nin muharremin onuncu (aşure) günü ge­be kaldığı, ramazan ayının onikinci günü pazartesi dünyaya geldiği ve böy­lelikle hamilelik süresinin tam sekiz ay ve dokuzuncu aydan da iki gün ile tamamlandığı da söylenmiştir.

Bir diğer görüşe göre Peygamber muharrem ayının onuncu (aşure) günü dünyaya gelmiştir. Bunu İbn Şahin Ebu Hafs "Fedail-u Yevm-i Aşura" adlı ese­rinde nakletmigtir.

İbnu'l-Arabi dedi ki: tbn Vehb, Malik'ten şöyle dediğini nakletmişlir: Ra­sûlullah (sav) Fil yılı dünyaya gelmiştir. Kays b. Malikine dedi ki: Ben ve Ra­sûlullah (sav) Fil senesi dünyaya geldik.

İnsanlar Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Kişinin kendi yaşı­nı haber vermemesi onun mertliğindendir. Çünkü eğer yaşı küçükse onu kü­çük görürler, büyükse onu kocamış, ihtiyar kabul ederler. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü Malik ilim adamları arasında ona en çok uyan birisi olarak Rasûlullah (sav)'ın yaşını haber verirken kendi yaşını gizleyecek değildi. Do­layısıyla küçük olsun, büyük olsun kişinin kendi yaşını bildirmesinde bir sa­kınca yoktur.

Abdu'l-Melik b. Mervan, Auab b. Esid'e: "Sen mi (yaşça) daha büyüksün yoksa Peygamber (sav) mı?" diye sordu. Attab şöyle dedi: Peygamber (sav)benden daha büyüktür, fakat ben ondan daha yaşlıyım. Peygamber (sav) Fil senesi dünyaya geldi, ben ise o Filin seyisini ve onu çekeni insanlardan ken­dilerine yiyecek bir şeyler vermesini isteyen kür ve kötürüm olarak gördüm.[8]

Hakimlerden birisine: Kaç yaşındasın diye sorulmuş, o da: Peygamber (sav) Auab b. Esid'i Mekke valiliğine tayin ettiği zamanki yaştayım, demiş. O va­kit onun yaşı yirmiden aşağı idi. [9]

 

5- Fil Olayı Peygamberin Mucizelerindendir:

 

İlim adamlarımız der ki: Daha sonraları Fil olayı, Peygamber (sav)'ın mucizelerinden birisi olmuştur. Bu olay, peygamberden ve onun peygamber­liğinin doğruluğu hususunda meydan okumasından önce olmuş olsa dahi böy­ledir. Çünkü Fil olayı Peygamber efendimizin durumunu pekiştirici ve onun halini hazırlayıcı bir özellik taşır.

Rasûlyllah (sav), onlara bu sûreyi okuduğunda Mekke'de bu olayı görmüş çok sayıda kimse vardı. Bundan dolayı; "Görmedin mi" diye buyurmakta­dır. Mekke'de olup da Fil'i çeken ve onu arkadan yeden şahısları insanlar­dan dilenen kör kimseler olarak görmemiş hiçbir kimse yoktu. Aişe (r.a) ya­şının küçüklüğüne rağmen şöyle demiştir: Ben Fili çeken ile onu yedeni kör, insanlardan yiyecek bir şeyler dilenen dilenciler olarak gördüm.

Ebu Salih dedi ki: Ebu Talib'in kızı Um Hani'nin evinde o taşlardan yak­laşık iki kafiz [10]kadarını gördüm. Bu taşiar siyah olup, üzerlerinde kırmızı çizgiler vardı. [11]

 

2. Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı?

 

"Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı?" Boşa çıkarıp, işe yaramaz ha­le getirmedi rai? Çünkü onlar öldürmek, esir almak suretiyle Kureyşlilere Bey-tuilah'ı tahrib ve yıkmak suretiyle de Beyt'e karsı düzen kurmak istemişler­di.

Nakledildiğine göre Ebu Talib oğlu Abdullah'ı kendisinin bir atı üzerin­de bu kuşlardan neler gördüklerini gözetlemek üzere göndermişti. Abdullah bu gelenlerin hepsinin başlarının yaralanmış olduğunu gördü. Atını hızlıca koşturarak, baldırının da üstünü açmış olarak geri döndü. Babası onun bu durumunu görünce, şüphesiz benim bu oğlum Arapların en ferasetli olanı­dır, dedi.

Çünkü baldırını ancak müjde getiren yahut korkutup uyarıcı bir haber ge­tiren kimse açmıştır. Abdullah, seslerini işitecek şekilde onların meclisleri­ne yaklaşınca: Ne haber diye sordular. O: Hep birlikte helak oldular, diye ce-vab verdi.

Bunun "üzerine Abdu't-Muttalib ve arkadaşları çıkıp gittiler ve kendileri­ne ait olan mallarını geri aldılar. Abdul-Muttaliboğullarının mallan da o mal­ların bir kısmını teşkil ediyordu. Bu olay sonucunda Abdu'l-Muttalib'in baş­kanlığı da en mükemmel halini bulmuş uldu. Çünkü o dilediği kadar san vl* beyaz (altın ve gümüş) yüklenip döndü. Ondan sonra Mekkeliler çıkıp git­tiler ve talanlarını yaptılar.

Denildiğine göre, Abdu'l-Muttalib iki çukur kazdı ve bu çukurları altın ve mücevherat ile doldurdu. Daha sonra arkadaşı olan Ebu Mesud es-Sakafi'ye: Bu ikisinden dilediğin birini seç dedi. Arkasından insanlar Fil ashabının mal­larından alabildikleri kadar aldılar. Bunun üzerine Abdu'l-Muttalib şunları söy­ledi:

"Habeşîileri ve filleri Sensin engelleyen

Halbuki onlar Mekke'de, dağlarda (hayvanlarını) otlatmışlardı.

Biz onların (bizimle) savaşacaklarından korkmuştuk

Onların herbir işinin çözümü oldukça zordu.

Ey celâl sahibi! Sana şükürler ve hamdler olsun."

İbn tshak dedi ki: Allah Habeşlileri Mekke'ye girmekten alıkoyunca Arap­lar Kureyşlileri daha bir tazim ettiler ve: Bunlar Allah'ın ehlidirler. Allah onla­rın yerine savaştı ve düşmanlarının sıkıntılarına karşılık o onlara yetti, dediler. Abdullah b. Amr b. Mahzum da Fil ashabı hakkında şunları söylemiştir:

"Rabbimiz, celil olan (ve Haremi) kirletmeyen Sensin

Fil'i el-Muğammis'de engelleyen de Sensin

Halbuki bundan önce birçok günahkâr kötülük yapmak istemişti de

Sen onu baş a sağı çevirip bir kenara atılmış bir halde alıkoydun

Onlajm kurtulmaları hatta nefes almaları mümkün olmadı." [12]

 

3. Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi.

 

Said b. Cübeyr dedi ki: Bunlar semadan gelmiş kuşlardı. Daha öncesin­de de, sonrasında da onlar gibisi görülmedi.

Cüveybir'in, ed-Dahhak'tan onun İbn Abbas'tan rivayetine göre, İbn Ab-bas şöyle demiştir: Rasûiullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Onlar (Eba­bil) sema ile arz arasında pençeleri yuva yapan ve yavrulayan bir kuş çeşi­didir."[13]

îbn Abbas'tan dedi ki: Bu kuşların diğer kuşlar gibi gagalan, köpeklerin penseleri gibi pençeleri vardı,

İkrime dedi ki: Bunlar denizden çıkmış yeşil kuşlardı. Başlan yırtıcı hay­vanların başlarına benziyordu. Bundan önce de bu kuşlar görülmemişti, da­ha sonra da görülmedi.

Âİşe (r.anha) dedi ki: Bunlar en çok kırlangıç denilen kuşlara benzerler.

Aksine bunların kırmızı ve siyah olmak üzere Vatvât'a[14] benzedikleri de söylenmiştir.

Yine Said b. Cübeyr'den şöyle dediği nakledilmiştir: Bunlar sarı gagalan olan yeşil kuşlardı. Beyaz oldukları da söylenmiştir. Muhammed b. Ka'b de­di ki: Bunlar siyah deniz kuşlarıydı. Gagalarında ve pençelerinde taşlar var­dı.

Bunların misallerde örnek verilen oldukça garib Anka kuşları olduğu da söylenmiştir.

İkrime dedi ki: "Ebâbîl" toplu ve birarada demektir. Bunların biri diğe­rinin ardından gelen, birbirini takip edenler anlamında olduğu da söylenmiş­tir. Bu açıklamayı da İbn Abbas ve Mücahid yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre bunlar birbirlerinden farklı ve dağınık idi, Şu­radan, buradan, her yönden geliyorlardı. Bu açıklamayı da İbn Mesud, İbn Zeyd ve*el-Ahfeş yapmıştır.

en-Nehhas dedi ki: Bütün bu görüşler birbirleriyle uyum halindedir. Di­le getirdikleri gerçek, gelen bu kuşların çok büyük kalabalıklar halinde ol­duklarıdır. Mesela; "(J!W> J<'i ifü ): Filan Filana göre daha büyük ve daha çoktur" denilir. Bu lafız; C J^1 )'den türemiştir. "Ebabil"in tekili hususunda farklı görüşler vardır, el-Cevheri dedi ki: el-Ahfeş dedi kî: "( JjjM *iü<J o.Lç- ): Senin develerin Ebabil halinde -yani fırkalar halinde- geldi" denilir. "Ebabil kuşları (yani grub grub kuşlar)" da denilir. (el-Ahfeş) dedi ki: Bu, çokluk an­lamında kullanılır ve tekili olmayan çoğullar kabilindendir. Kimisi de şöyle demiştir: Bunun tekili (*JjÎ!)'djr, ( Jji*») gibi. Kimisi de -ki el-Müberred'dir-bunun tekili; (J*l)'dir, "(,>£-): Bıçak" gibi demiştir.

(el-Cevheri) -es-Sıfıah'dan başka bir yerde- dedi ki: Ben Arapların bunun tekilini bildiklerini tesbit edemedim. Bunun tekilinin: ( JM ) olduğu da söy­lenmiştir. Ru'be b. el-Accac çoğulu kullanarak şöyle demiştir;

"Ebabil (halindeki) kuşlar oynadı onlarla Onlar yenilmiş ekin yaprağı gibi edildiler."

el-A'şâ şöyle demiştir:

"Uzun bir hurma ağacı ile gövdesi taze ve yeşil, yeni boy atan bir hurma fidanı; Üzerinde ötüşen sürü sürü kuşlar var."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Bineğim neredeyse seslerden yıkılıverilecekti, Yer ebabil (büyük fırkalar) halinde hepsi de atlı kimselerle

(ırmak gibi) aktığında."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Onların davetçiye süratlice koştuklarını görürsün, sanki onlar Müsahhar [15]bir bulut altında kuş ebabilleri (kalabalıkları) imiş gibi."

el-Ferrâ dedi ki: Bunun kendi lafzından tekili yoktur. er-Ruâsî -ki güveni­lir birisi idi-'nin iddiasına göre o, bu kelimenin tekilinin (be harfi) şeddeli ola­rak "ibbâle" şeklinde kullanıldığını işitmiştir. cl-Ferra ise şeddesiz olarak "ibâle" kullanımını nakletmiş ve şöyle demiştir; Ben Araplardan birisinin: "Bir demet odun üzerinde yaşı kurusuna karışmış bir demet ot" dediğini duydum ki o; bulluk üzerine bolluk demek istemiştir. el-Ferra de­di ki: Şayet bir kimse (tekilinin):  şeklinde kullan!kliğini söyleyecek olur­sa bu da doğrudur. "Dinar" kelimesinin çoğulunun "denânir" gelmesi gibi.

İslıak b. Abdullah b. el-Haris b. Nevfd dedi ki: Ebabil lafzı: " Bölük bölük olmuş develer" tabirinden alınmıştır.[16]

 

4. Onlara ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar atıyorlardı.

 

es-Sıhah'ıa. şöyle denilmekledir: "Ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar"ı:

Cehennem ateşinde pişirilmiş, üzerinde sahihlerinin isimlen yazılı bulunan ça­murdan taşlar, diye açıklamışlardır. Çünkü yüce Allah: "Üzerlerine işaretlen­miş olan çamurdan taşlar atalım diye" (ez-Zariyat, 33/34) diye buyurmuştur.

Abdurrahman b. Ebzâ dedi kî: "Pişirilmiş çamurdan" semadan demek­tir. Bu taşlar, Lut kavmi üzerine yağdırılmış taşlardır. Cehennemden olduk­ları da söylenmiştir.

"Pişirilmiş" (anlamındaki) "siccil" lafzının aslındşeklinde "nun" harfi ile) olduğu, daha sonradan "lam" harfinin yerine "nun" getirildi­ği de söylenmiştir. Tıpkı; " Akşam vakitleri" lafzını, diye kul­lanmaları gibi. İbn Mukbil şöyle demiştir:

"Kahramanların birbirlerine tavsiye ettikleri Siccinden darbeler ile"

Aslında bu (beyitin son kelimesi): şeklindedir.

ez-Zeccac şöyle demiştir: "Pişmiş çamurdan" kendisi ile azablandmlma-ları üzerlerine yazıfmış olan (çamur)dan demektir ki bu da; den tü­retilmiştir.

"SiccûT lafzı ile ilgili yeterli açıklamalar daha önceden Hûd Sûresi 'nde (bk. Hûd, 11/82. ayetin tefsirinde) de geçmiş bulunmaktadır.

İkrime dedi ki: Bu kuşlar onlara beraberlerinde bulunan taşları atıyordu. O şahıslardan birisine bu taşlardan birisi isabet etti mi o günden önce hiç gö­rülmemiş şekilde onda bir çiçek hastalığı görülürdü. Herbir taş nohut tane­si gibi ve mercimekten büyük İdi.

İbn Abbas dedi ki:Taş onlardan birisinin üzerine düştü mü derisi kaba-nveri yordu. İşte bu ilk çiçek hastalığıdır.

("Onlara... atıyorlardı" anlamındaki lafız) genel olarak te ile: "On­lara... atıyorlardı* şeklinde okumuşlardır. Buna sebeb ise "kuşlar toplulu-ğu'mın müenncs olarak değerlendirilmesidir.

el-Arcc ve Talha ise "ye" harfi ile "Allah onlara alıyordu" anlamında: diye okumuşlardır. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Ama ancak Allak tçttı" (el-Enfal, 8/171 buyruğudur. Bununla birlikte, bu fiilin de kuşlara raci olması da mümkündür. Çünkü onların müennesJik alameti süzkonusu değil­dir. Ayrıca "kuşlar" anlamındaki lafzın müenneslîği hakiki değildir. [17]

 

5. Sonunda onları yenmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi.

 

Yani yüce Allah, Fil sahihlerini hayvanların yiyip, aşağıdan attıkları vakil ortaya çıkan ekin yaprakları gibi yaptı. Onların eklemlerinin birbirinden kop­masını, bu yaprakların parçalanıp darmadağın olmasına benzetmektedir. Bu anlamdaki açıklama İbn Zeyd ve başkalarından rivayet edilmiştir.

"Ekin yaprağı"na dair açıklamalar daha önceden er-Rahman Sûresî'nde (er-Rahman, 55/12. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bunun "ekin yaprağı" olduğunun delillerinden birisi de Alkame'nin şu beyitidir:

"Yaprakların toplanmış olduğu suyun aktığı yerleri sular

Onun yan tarafları ise, su yatağının getirdikleri sularla dolup taşmaktadır."

Ru'be b. el-Accâc da şöyle demiştir:

"Fil ashabına isabet eden isabet etti onlara Onlara Siccîl'den (pişmiş çamurdan) taş atıyordu. Ebabil diye bilinen kuşlar oynadı onlarla O bakımdan yenmiş ekin yaprağı gibi edildi onlar."

"Ekin yaprağı" çoğuldur, tekili:  şekillerinde gelir. "Ekin yaprağı" lafzının başına getirilen "kef" harfi: "Gibi" ile bir­likte benzetme için kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda görüldüğü gibi (lıer ikisi birlikte kullanılmıştır.): "Onun benzeri hiçbir şey yok-tur."(eş-Şura, 42/11)

"Yenmiş" buyruğu tanesi yenmiş demektir. Filan kişi güzeldir, sözünün yüzü güzeldir, anlamında kullanılması gibi.

İbn Abbas dedi ki: "Sonunda onları yenmiş ekin yaprağı gibi yapıver-

di" buyruğunda kastedilen, buğdayın kabuğudur. Yani buğday tanesinin için­de bulunduğu kılıf kastedilmektedir.

Rivayet edildiğine güre; taş onlardan birisinin üzerine düşer, karnında ne varsa hepsini dışarı çıkartır ve tane çıkartıldıktan sonra geriye kalan buğday kabuğu gibi kahverîrdi.

îbn Mesud dedi ki: Kuşlar, taşları atınca; yüce Allah'ın gönderdiği bir rüz­gar, bu taşların hızını daha da arttırdı, O bakımdan bu taşlar birisinin üze­rine düştü mü mutlaka o kişi helak olurdu. Onlardan sadece Kinde'den bir kişi kurtulabilmiş ve şöyle demişti;

"Şüphesiz ki eğer sen onu görseydin -ki onu görmedin-

el-Muğammis'in yanında o karşılaştığımız şeyleri

Allah'tan korktum, etrafa kuşları yaydığı vakit

Ve üzerimizden geçen bulutun gölgesinden.

Hepsi bir hakkım isteyip durdu,

Sanki Haberliler üzerinde alacağı borcu varmış gibi."

Bu taşların, hepsine isabet etmediği, aralarından Allah'ın dilediği kimse­lere isabet ettiği de rivayet edilmektedir. Hükümdarlarının (Ebrehe'nin) be­raberinde az miktardaki şahıs ile birlikte geri döndüklerine, gördüklerini ha­ber verdiklerinde helak olduklarına dair açıklamalar daha önceden geçmiş­ti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn İshak dedi ki: Allah, Haberlileri Mekke'den geri çevirip alıkoyunca Araplar Kureyşlileri tazim ettiler ve bunlar Allah'ın ehlidir, onların yerine sa­vaştı ve düşmanlarının kendilerine vereceği sıkıntılara karşılık o onlara el ver­di, dediler. O bakımdan bü, Allah'ın onlar üzerindeki bir nimeti oldu. [18]

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/347.

[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/347.

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/347-348

[4] Mıısl;ıf;ı f s-Sakit ve arkadaşlarının tahkiki ile neşredilmiş bulunan: İbn Hisam, es-Sire-tu'n-Nebei'iyye, Beyrut 1417/19%, I, ilde: "Sahilin îri Mekke: Mekke kervanının sahi­hi" nliiraU kaydedildikten soma, Tııherîde de hu şekilde olduğu anrak. Sirer in asıl nt'ıs-liHNiııdii -Kıırıubî'cleki HÜ"*'- "îr" yerine "ayn" olduğunu belirtmektedir.

 

[5] Burada merhum Kurtubî'nin beyitteki bazı lafızların anlamına dair yaptığı yaklaşık bir satırlık açıklama «erek sörülmedİEinden tercüme edilmemiştir

 

[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/348-356.

[7] Maverdî, Nuket, VI, 338; İbn Hihban, es-Sikal, IV, i2?üe; d-Mizzî, Tehzibu'l-Kemal, XII, 266, 26H'de belirtildiğine göıe; 'Suveycl b. ĞaFelc: Ben Rasulııllah (sav) ile yaşıtım Ben Fil yılında doğmujum..." dertli.

[8] Bu olayın doğru olması mümkün değildir. Çünkü ilgili kaynakların kaydettiklerine #ö-re, Attah, Mekke Fethi sırasında yirmi küsur yaşında idî. Ebu Bekir (ra)'ın vefat habe­ri Mekke'ye ulaştığı gün defn edildi. (İhmı'1-E.sir, Usdu'l-Ğabe, III, 452; İlin Hater, Teh-zibu't-Tehzib, VTH, H2-83) Diğer taraftın kaynakların belirttiğine göre Abdıılmelikin bu soruyu sorup belirtilen cevabı Hİdıjh şahıs, Kahhas h. EşyenVdir: Hakim, Müstedrek, III-724; Ahmed b. Amr eş-jjeybatıî, el-Âh&d ue'l-Mesânl, II, 1H3; Taberânî, Kebir, XLX, 37; İhtı Haceı, Tehzibu't-Tehzıb, VIII, 30K; îhn Abdıl-lk-rr, el-lstıâb, III, 1303. (Kanaatimiz­ce hat benzerliği dolayısıyla baskıya hazırlayanlar Atrab b. Eski diye okumuş olmalı­dırlar. Ancak bu ihtimalin bundan sonra kayd edilerek olay ile telifi zor olur. Hu du­rumda yanlış okuma ihtimali bizzat merhum Kıırmbî için sözkonusiKİıır. Vallahu alem.

[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/357-358

[10] Hir kafiz, 12 sa', hır sa  217^ sr(J"" Hkz. ?er'i Ölçü Birimleri ve Fıkhi Hükümleri

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/358.

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/359-360.

[13] Alûsî, Ruhu'i-Meânl, XXX, 237'de Hayatu't-Hayevan adlı eserden naklen; ed-Demirî, Hayatu't-Hayevan, Mısır I, 15te Saki h. Ciibeyr'den naklen.

[14] Vatvât: Arapça'da kırlangıç kuşuna da, yarasaya da verilen bir isimdir, flîk. Ahterî Ke­bir). Kurada hem önceki ifadeyi red etmek anlamında "Hel" ed;ıt: kullanıldığı, hem renk­leri verüdifii için "yantssTlarsi benzedikleri kust edilmiş olmalıdır.

 

[15] Heyitin mn kelimesinin "rnüsiihhar" olma ihtimalini ilaha yüksek bulan, Arapça baskı­yı hazırlayanların düştükleri noıu gözöıniiKİe bulundurularak bnylc terceme etlik.

[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/360-363.

[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/363-364.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/364-366.