Allah'ın ayetlerini
okurken, dilimiz kelimelerle meşgul olurken, gönlümüz kelimelerin manasıyla
meşgul olursa; aklımız dışarılarda dolaşmaz, kalıbımız namazda iken, kalbimiz
başka şeylerin peşinde olmaz. İnsanın iki eli de aynı işle meşgul olursa, o işi
tamamlamak daha kolay olur.
Osmanlı'nın son
dönemlerinden itibaren bu Fil suresinden, Nas
suresine kadar olan on sureye "namaz sûreleri" denilmiştir. Aslında Kur'ân-ı Kerim'in neresinden okursanız okuyun namazda
"zammı sûre" okumuş olursunuz. İşte bu surelerden ilki olan "Fil
Sûresi" Mekke devrinde nazil olmuş, beş ayettir.
Allah'a kulluk ve
Allah'a ibadette bütün vücudumuz bir araya gelmişken acaba ne diyoruz?[1]
1- Görmedin
mi? (ka'beyi yıkmaya gelen) Fil sahiplerine Rabbinin
ne yaptığını?
2- Onların
oyunlarını boşa çıkarmadı mı?
3- Onların
üzerine sürülerle kuş gönderdi.
4- Onlara
katı taşlar atıyorlardı.
5- Derken,
onları yenilmiş ekin gibi yapıverdi.
Peygamber Efendimiz
(s.a.v)'in doğumundan önce, Mekke'deki "Ka'be-i muazzama'yı" yıkmak üzere gelen, Ebrehe
diye bir komutanın emrinde 60 bin kişilik bir asker ve o askerlerin arasında bu
günkü tankların yerini tutan filler var.
Bunlar Mekke'deki Ka'beyi yerle bir etmek üzere gelen ordu. Allah (c.c) de,
Peygamberler tarafından yapılan, Ka'be-i Muazzama'yı, bey-tullah'mı
korumak üzere o güne kadar Mekke'lilerin tanımadığı
kuşları göndererek ve o askerler üzerine gökyüzünden taşlar attığını, ve o
taşlarla askerleri ve.filleri helak ettiğini anlatan bir sure.
Bu sûreyi Kur'ân-ı Kerim'in mealinden, yani tercemesinden
okuyan bir insan şöyle anlıyor; "Yahu biz namazda tarihi bir olayı, bir harb sahnesini tekrarlıyormuşuz." diyor, ama öyle
değil.
Eğer öyle olsaydı,
Allah (c.c) bu komutanın adını söylerdi. Askerlerin sayısını söylerdi.
Komutanın adı surede yok. Askerlerin sayısı surede yok. Aynı zamanda karşı
insanların da sayısı, isimleri ve aralarında geçen konuşmalar surede yok.
Buradan da anlıyoruz ki,
önemli olan olayın kahramanları değil, olayın biçimi. Onun için Rabbim olayın keyfiyyetini bize anlatıyor. Bizim kıyamete kadar karşı
karşıya olduğumuz İslâm düşmanlarına karşı, Rabbimin bize yardım edeceği
müjdesini vermiş oluyor bu surede.
Bu sûre bu günlerde
daha çok okunmalıdır. Çünkü o gün için Kabe-i Muazzam'ayı
yıkmak üzere gelen ve tarihçilerin bildirdiğine göre Habeşli bir hristiyan.
Daha önce Hz. İsa (a.s)'ya iman etmiş
insanlar, bu güzel dini, bu İslâm dinini Allah'ın Hz.
İsa ile indirdiği ve İncil ile açıklamış olduğu bu Allah'ın dinini, insanlara
yaymak üzere canları pahasına da olsa, bir taraftan yahudilerin
hakim olduğu Yemen'e, öbür taraftan Bizans'ın hakim olduğu Roma'ya kadar
İslâm'ı yaymak üzere gelmişler.
Bu insanlar çok
değerli insanlardır ve bizim din kardeşlerimizdir. Onların bir çoğu, hakiki
İncil'i insanlara tanıtmak üzere gelmiş ve oralarda bir kısmı şehit, bir kısmı
ise gazi olmuş veli insanlardır.
İşte bu insanlardan
bir kısmı da İslâmi anlatmak üzere Yemen'e gitmişler
ve orada işkencelere maruz kalmışlar. Burûc suresinde
de ifade edildiği gibi; "ashab-ı Uhdud" için hendekler kazılmış, odunlar yakılmış,
sonra Hz. İsa'ya iman etmiş insanlar, gurublar halinde cayır cayır
yanan ateşe atılmışlardır. Bunu da yahudilerin ileri
gelenleri zevkle seyretmişlerdir.
Ama gün gelmiş, devran
dönmüş, Habeşistanda hıristiyanlık
güçlenmiş ve büyük bir güç olduktan sonra, Ebrehe'nin
ordusu Yemen'e geliyor ve orada yahudiliğin
saltanatına son veriyor. Orada bir müddet kalıyor.
Sonra Arab aleminin Mekke'de toplanmasına ve Ka'be
etrafında tavaf edip putlara tapınmalarına ve Ka'be
ile arapların birliğinin sağlanmasına karşı
Habeşistan ile Bizans krallığı tarafından, Arabistan yarım adasındaki
insanların yüzünü Ka'be'den Yemen'e çevirmek için,
Yemen'in San'a şehrinde "Kulleys" isimli
bir kilise yapılıyor ve insanların burac'a toplanması
isteniliyor. Hatta kilisenin yapımında o günün şartlarında dünyanın en iyi
mermerleri kullanılıyor.
Aynı dönemlerde
İstanbul'da da Ayasofya yapılıyor. Birçoğumuzun bildiği
gibi, O dönemde yapılan Ayasofya'da da en kaliteli
mermerler kullanılıyor.
Fakat insanlar, O Kulleys kilisesine iltifat etmemişler. Özellikle araplar ona iltifat etmiyor ve Ka'be'nin
etrafında toplanmaya ve orada ibadet etmeye devam ediyorlar.
Buradan şu
anlaşılıyor. İnsanların gönüllerini para ile çekmek mümkün değildir. İnsanları
saraya çağırabilirsiniz, saraylarda parayla her türlü imkanları verebilirsiniz
ama gönüllerini kazanmak apayrı bir iştir.
Ka'beyi yıkmak üzere gelen Ebrehe'nin
orduları, Allah (c.c)'ın gönderdiği kuşların attığı
taşlarla helak edilmiştir. Bu bize bir müjde ve bir huzur vermektedir. Kıyamete
kadar bütün mü'minlere güven vermektedir.
Nasıl bir güven
vermektedir? O gün için en güçlü Ebrehe'nin
ordularıdır. Tanklara yani fillere sahipler. 60 bin kişiler. Mekke'liler ancak 12 bin kişiler. Böylesine güçlü bir
orduya karşı bir şey yapamazlarken, Allah (c.c) Hz.
Adem'den, Hz. İbrahim'den beri ibadet edilme yeri
olan o mübarek topraklar içerisindeki o mübarek yerin korunmasını üzerine
almıştır.
Peygamberimizin dedesi
bunu şöyle ifade etmiş; Ebrehe'nin orduları gelince
talana da başlamışlar. Çevredeki develeri ve koyunları alıp alıp
götürüyorlar. Peygamber Efendimizin dedesinin develerini de götürmüşler.
" Peygamberimizin
dedesi, Mekke'nin ileri gelenlerinden ve görkemli bir zat. O da Ebrehe'nin yanına, hem kendi develerini hem de Mekke'deki
develeri alman insanların develerini almak üzere gidiyor.
Ebrehe, Abdu'l-Muttalib'i
görünce, görüntüsüne, tavrına, konuşmasına hayran kalır. Konuşma esnasında ne
istiyorsun? deyince. "Develerimi istiyorum" der. Ebrehe
Abdu'l-Muttalibi küçümser.
Der ki; sen bu halkın saygın bir kişisi olarak kendi işinle meşgulsün. Halbuki
ben senden şunu beklerdim. "Ne olur topraklarımızı, milletimizi
namusumuzu, çocuklarımızı ve hiçbir şeyimizi kirletmeden ülkene geri dön, deyip
kendi ülken için ricada bulunmanı bekliyordum. Sen ise milli menfaatlerini
değil, şahsi menfaatlerini bana arz ediyorsun."
Abdu'l-Muttalib'de der ki;
"Develer benim malımdır. Ben malımı ko- , ramakla görevliyim. Ka'be
Allah'ın evidir. Allah (cc)de kendi evini koruyacaktır.
Ben o konuda hiç tereddüt etmiyorum."
Oradan dönüşünde
"Mekke'li insanları evlerinden ayrılmaya, dağa
doğru çekilmeye teşvik eder. Onlar da dışarıya çıkarlar, Ebrehe
ve orduları da Ka'beye saldırırlar ve derken
bilinmeyen kuşlar geldiler ve ayaklarında ve gagalarında taşıdıkları taşlan
yukarıdan atmak suretiyle, o insanların önce ciltlerinde hastalık meydana
getirdi ve o hastalıklarından kan ve irinler akmaya başladı. Sonunda hepsi de
helak olup gitti" diye olayı bize nakleder tarih kitapları.
Ayet-i kerime ise;
"O atılan taşlar onları yenmiş ekin haline getiri-verdi" der. "Asf" Arabın dilinde buğday
donesinin kenarındaki kapcık'a yani saman olan
bölümüne denir. Yani daneler yenilir ve kapcuğu kalır ve o da hayvanların ayaklarının altında
ezilir durur.
Tefsircilerimiz;
"işte Ebrehe'nin orduları da, hayvanların
ayaklarının altında ezilmiş, ahırda gübreyle karışık hale. gelmiş bir duruma
dönüşüverdiler" derler. Tarihçilerimiz de; "çiçek hastalığı gibi bir
hastalık meydana geldi ve bunların ölümüne sebeb
oldu" diyorlar.
Günümüzde bazı müslümancıklanmızm, batıya olan imanları İslâm'a olan
imanlarından % 51 fazla olduğundan dolayı her şeyi akılla izah etmeye
gittiklerinden bu tür olayları aklîleştirilmeye çalışırlar.
"O zamanki Ebrehe'nin ordularına çiçek hastalığı musallat olmuştur.
Böylece hastalık onların Kabe'yi yıkmalarını engelledi" diyorlar. Peki o
zaman Rabbîm "ve ersele ileyhim tayran"ı niye söylesin? Yani kuşlar niye gelsinler.
"Onlara taşı niye attığından bahsetsin?." Çiçek hastalığının olması
için kuşların gelmesine taşların atılmasına gerek yok.
Bu Allah'ın (c.c) bir rnucizesidir. Allah'ın (c.c), kuşlar göndermek ve taşlar
attırmak suretiyle Ka'bey-i Muazzama'yı
koruması bir mucize olarak tarihimize geçmiş ve kıyamete kadar gelecek olan mü'minlere de, bu tür olaylar karşısında, her an güven
vermektedir. Şahsen ben bu güven içerisindeyim.
Yani günümüzde de hıristiyan olan batı dünyası; en güçlü ordulara sahip
olduğunu söylüyor, dünyanın en sağlam ekonomisine sahip olduklarını
söylüyorlar.
Gökyüzüne kurmuş
olduğu uydular vasıtasıyla yer yüzünde hangi insanın nerede hareket ettiğini,
hangi tarlada neyin ekildiğini nerede neyin konuşulduğunu, gördüğünü ve
duyduğunu söylüyor.
Çocukken biz Allah
(c.c)'ı şöyle öğrenmiştik; "Allah vardır, birdir, şeriki ve naziri yoktur. Yani ortağı ve benzeri yoktur. Her yerde
hazır ve nazırdır. Her yerde her şeyi görmektedir" diye öğrenmiştik.
Allah'a inanmayan insanlar da şimdi aynısını Amerika için söylüyorlar.
Amerika vardır,
birdir, benzeri ve ortağı yoktur, her yerde hazır ve de nazırdır diye müslümanların morallerini bozmak için basın ve yayın
organları tarafından yaymlar yapmaktadır.
Biz herşeyi yaratan, yarattığı her şeyi gören ve her türlü
gücün elinde bulunduğu Allah'a iman ediyoruz. Ne mutlu bize.
Ayetin başındaki
"Keyfe" kelimesi, olayın keyfiyyetini bildiriyor
ve normal bir olay olmadığını ve bîr mucize olduğunu anlatmaktadır. Allah (c.c)
"Elem tera" derken bir de şunu ifade
ediyor:
1- Bu
Peygamberimize bir hitaptır.
2- Mekke'de
bu ayeti duyan herkese hitaptır.
Bu sure nazil
olduğunda, Mekke'de Ebrehe olayını bilen insanlar
yaşıyordu. Hatta çocukların doğumu bile ona göre ayarlanmıştı. "Mesela fil
yılından beş sene sonra dünyaya geldi" deniyordu. Yani Mekke'deki
müşrikler bu olayı gayet iyi bildiklerinden, sure nazil olunca hiç itiraz eden
olmamıştır.
"Ebabil"
bölük bölük anlamına gelmektedir. Yani guruplar
halinde her taraftan gelen ve bilinmeyen kuşlar demektir. Yani Mekke halkı bu
kuşları daha önce hiç görmemiş ve tanımıyor. Rabbim göndermiş onları.
O kuşlar, onların üzerine
tuğla gibi çamurdan yapılmış, taşlaşmış çamurlar atmaktadırlar. Ve onları
yenmiş ekin haline getiriveriyorlar.
Günümüzde de biz,
haçlı seferinin en büyüğü ile karşı karşıyayız. Avrupa'nın ve Amerika'nın
tamamı, hıristiyan ve yahudi
dünyası müşrik alemiyle yani Japon'u, Çin'i ile birlik halindeler.
Bunu nereden
anlıyoruz? Birleşmiş milletlerde bir araya geliyorlar Sudan'daki İslâmî gelişmelere karşı ambargo uygulama konusunda bir
görüşme açıldığında, Amerika parmağını kaldırdımı,
diğerleri de hemen arkasından sıraya geçiveriyorlar.
Yine Avrupa'nın
ortasında sırplar bir milyon müslümanm
kanına giriyor, bu Birleşmiş Milletler buna seyirci kalıyor.
Ölüden diriyi, diriden
ölüyü çıkaran Allah'a iman ediyoruz biz. Yani ölmüş gibi olduğumuz bir zamanda,
ümitlerin kesildiği bir anda, Allah (c.c) O toplumun içerisinden bir dirilik
meydana getiriveriyor. Onun için hayatta hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız.
Allah (c.c);
"bizim ordularımız mutlak, surette galip gelecektir" diyor.[2] Başka
bir ayette Allah(cc); "Eğer siz Allah'ın dinine
yardım ederseniz, Allah size yardım edecektir.[3] Eğer
Allah size yardım edecek
olursa, size galip
gelecek olan yoktur." buyuruyor.[4]
Biz samimiyetle, kalbimizle kahbımızla, canımızla, tenimizle, malımızla, bütün
varlığımızla Allah'ın emrinde olduğumuzu yüreğimize sindirelim. Sindirmek
yeterli değil, bunu amel-i salih'e dönüştürelim.
"AmeH salihe dönüştürmek"
demek; imanın yaşanır hale gelmesi
demektir.
Namaza inanıyorum
demek yeterli değil, namazı kılmak gerekir.
Orucu tutmak gerekir.
Cihada inanıyorum
demek yeterli değil, cihadı yapmak gerekir. Müslümanların cihadı, insanları
kültür yoluyla kafirleştirip toplu halde cehenneme atan, -ne yazıkki yine insandan olan- bu zebanilere karşı mücadele
vermek demektir. Bunu tek başınıza da olsa yapacaksınız. İslam ile insan
arasına giren engel giderilecektir.
Karşı tarafın gücü ne
olursa olsun -tabi bizim de güçlenmemiz gerekiyor- biz Allah'a sığınıp
mücadelemize devam edeceğiz. Mücadelemize devam ederken de, bu Fil Suresini çok
okuyacağız. Çünkü bu sûre bize ümit vermektedir.
Hersekli Arif Hikmet bey; "Olma isyana çeri' kuvvet ile
fil gibi Düşmanı hakka hücum eyle Ebabil gibi"
diyor. Yani fil gibi
kuvvete güvenerek, Allaha isyana cesaret edip yürüme.
Sen Hak düşmanlarına karşı Ebabil gibi hücum eyle.[5]