Beş ayet olup, Mekkidir.[1]
"Rabbinin fil sahiplerine nasıl (muamele)
ettiğini görmedin mi?"(Fil, 1).[2]
Rivayet olunduğuna göre, Ashame en-Necaşî'den önceki
Yemen hükümdarı Ebrehe ibn es-Sabbâh el-Eşrem, San'â'da bir kilise yaptırır ve
ona el-Kalîs adını verir. Maksadı ise, hacıları oraya çekmektir. Derken, Kinane
oğullarından birisi çıkar, o kiliseye, geceleyin, büyük abdestini bozar... Bu
durum da, Ebrehe'yi kızdırır. Arablardan birisinin bir ateş yakıp, rüzgarın o
ateşi, kiliseye ulaştırıp, oraya yaktığı, bunun üzerine de Ebrehe'nin Kabe'yi
yakmaya yemin ettiği de ileri sürülmüştür. İşte bu maksatla Ebrehe, beraberinde
çok kuvvetli olan ve adı Mahmûd olan bir fil ile birlikte, Habeşistan ve sair
yerlerden topladığı ordu ile birlikte, yola çıkar. Ki bu ordunun içinde, ayrı
cinsten sekiz fil daha bulunmaktadır. Bu sayının on iki ya da bin olduğu da
ileri sürülmüştür. Mekke'ye yaklaşınca, kendisini Abdulmuttalib karşılar ve
ona, geri dönmesi için, Mekke'deki mallarının üçte birini vermeyi teklif eder.
Fakat o, kabul etmez. Derken, ordusuna silah kuşatır ve o fili de ordunun önüne
alır.
Onlar her ne zaman bu fili, Harem-i Şerif cihetine
doğru yönelttilerse, o çöker ve oradan kalkmaz. Ama, Yemen'e veya diğer yönlere
doğru yönelttiklerindeyse, koşarak gider. Derken Ebrehe, Abdulmuttalib'e ait
ikiyüz deveyi alır. Bunun üzerine Abdulmuttalib, develerini geri almak maksadıyla,
onların yanına gelir. İri yapılı birisi olduğu için, Ebrehe ona önem verir.
Ebrehe'ye, "Kureyş'in efendisi ve Mekke kervanının sahibi" diye
takdim olunur. Abdulmuttalib ne maksadla geldiğini anlatınca da, Ebrehe,
"Gözümden düştün. Zira ben, senin ve atalarının dini demek olan Kâ'be'yi
yıkmak için geldim. Sen buna hiç aldırmadın; ama, alınan develerini istemek
için buraya kadar geldin!.." dedi. Bunun üzerine Abdulmuttalib,
"Develerin sahibi benim, o Beyt'in de sahibi vardır. Orayı, sana karşı
koruyacaktır" dedi, sonra da dönüp, Kâ'be'ye geldi ve Kâ'be'nin halkasına
yapışarak şöyle demeye başladı:
"Allahım, herkes kendi helal malını müdafaa
eder; sen de kendi malını koru! Bu gün seni, Salib'den yana olan ve ona
tapanlara karşı, kendi yandaşlarına (âline) yardım et. Onların haçı ve güçleri,
haddi aşarak, senin gücüne galib geiemesin. Eğer Sen Kâ'be'mizi onların
insafına terkedersen et, Sen bilirsin. Ya Rabbi, onlara karşı, Senden başka
umacağım kimse yoktur. Ya Rabbi, onlara karşı, bu harîmini Sen koru, müdafaa
et."
Bu duayı yaptı ve döndü. Bir de ne görsün, Yemen
tarafından bir takım kuşlar gelmiyor mu? Bunun üzerine Abdulmuttalib şöyle
demeye başladı: "Vallahi, bunlar yabancı kuşlar, ne Necidli, ne de
Tihâmeli, yani Mekkeli..." Her kuşun gagasında bir, ayaklarında da İki taş
vardı ki, bunlar mercimekten büyük, nohuttan küçük idiler. İbn Abbas'ın, bu
taşı, Ümmühanî'nin yanında Kafîz gibi, burnu çizgili, tıpkı Zıfâr kabilesinin
gözboncuğuna benzer bir biçimde gördüğü rivayet edilmiştir. Taş, adamın başından
giriyor, aşağıdan çıkıyordu. Ve, her taşın üzerine, kime ait olduğu da
yazılmıştı. Böylece bu, Kâ'be'yi yıkmaya katılanların hepsi, yollarda,
vadilerde, helak olup, yok oldular. Ebrehe ise hastalandı, derken parmak uçları
düştü. Göğsü yarılıp, kalbi dışarı fırlayarak öldü. Derken, veziri Ebû Yeksûm,
geriye döndü, üzerinde de bir kuş uçup duruyordu. Necâşî'ye geri döndü ve
durumu ona anlattı. Hadiseyi anlatıp bitirince de, o taş onun üzerine düştü,
Necaşî'nin önünde yığılıp kaldı... Hz. Aişe (r.a)'nin de şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Ben, filin komutanını ve bakıcısını, kör-kötürüm olmuş,
dilenir oldukları bir vaziyette gördüm..." Ayetle ilgili şöyle birkaç soru
sorulabilir:[3]
Birinci Soru:
Bu hadise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber olmasından uzun bir süre önce
meydana gelmiş olmasına rağmen, Cenâb-ı Hak niçin, görmedin mi?"
buyurmuştur?
Cevap:
Buradaki "görmek" ifadesiyle, bilme ve hatırlatma manaları
kastedilmiş olup, bu, bu haberin mütevatir bir haber olduğuna bir işarettir.
Böylece bu konudaki bilgi, kesin, kuvvet ve açıklık bakımından, fiilen görmeye
denk bir ilmi o muş olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, başkalarına (hadiseyi
görmeyenlere) bir kınama yoluyla, "Onlardan önce nice nesilleri helak
etmiş olduğumuzu görmediler mi?" (Yasin, 31) buyurmuştur. "Peki, daha
niçin Cenâb-ı Hak, "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?"
(Bakara, 106) buyurmuştur?" da denilmesin; çünkü biz diyoruz ki, buradaki
fark şudur: İdraki tasavvur olunamayan şeyler hakkında, kadir olduğu için, ilim
maddesi kullanılır. Ama, mesela fiilin kaçması, gitmesi gibi, idraki tasavvur
olunan şeylere gelince, burada "görmek" hadisesi kullanılabilir.[4]
İkinci Soru:
Peni, Cenâb-ı Hak niçin buyurmuş da, buyurmamıştır?
Cevap:
Zira varlıkların zatların zatları olduğu gibi onların birtakım keyfiyetleri de
vardır bu keyfiyetler onların medlullerine delalet ederler. İşte bu
keyfiyetlere, kelamcılar "Delil ciheti, yönü" adını verirler. Medhe
ve övgüye müstehak olma yani nitelendirme imkanı, zatları görme ile değil, bu
keyfiyetleri yakalamakla mümkün olur. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onlar,
üstlerindeki semaya bakmadılar mı? Onu nasıl bina etmişiz..."(Kaf,6)
buyurmuştur.[5]
Bu hadisenin, Cenâb-ı Hakk'ın kudret, ilim, hikmetine
ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in şerefine delalet ettiğinde ise şüphe yoktur. Zira,
biz ehl-i sünnet mezhebine göre, peygamberliklerini tesis için, peygamber
olarak gönderilmezden önce bir takım olağanüstü hallerin gösterilmesi mümkün ve
vaki olup bunlara irhasat denilmektedir. İşte bu yüzden ulema, bir kulunu Hz.
Muhammed (s.a.s)'i gölgelediğini söylemişlerdir.
Mu'tezi I e ise şöyle demektedir: "Bu, caiz
değildir." Bunu söyleyen Mu'tezile, muhakkak ki şunu iddia etmiştir: O
zaman da, meselâ Halib ibn Sinan veya Kus Ibn Sâlde gibi, bir nebî ya da hatip
mevcut idi. Bunların, mevcudiyetlerinin herkes tarafından bilinmesi ve tevatür
derecesine ulaşmış olması gerekmez. Çünkü, bu kimsenin, sayıca az bir topluma
peygamber olarak gönderilmesi muhtemeldir. İşte bu yüzden de, haberi, çok
duyulmamıştır.
Bil ki, fîl hadisesi, dinsizler üzerinde, kendisini
cidden hissettiren bir hadisedir. Zira dinsizler, zelzele, kasırga, yıldırım ve
Cenâb-ı Hakk'ın, kendisiyle, geçmiş ümmetlere azab ettiği diğer musibetler
hususunda tutarsız bir takım şeyler ileri sürebilirler. Ama, bu hadiseye
gelince, burada, bu tür mazeret ileri sürme de mümkün değildir. Çünkü, tabiatta
ve diğer yol ve yöntemlerde, bir kuşun, gagasında ve ayaklarında taşlar taşıyıp
da, su toplama değil beriki topluma atıp, böylece o toplumun helak etmesi diye
bir şey yer almaz. Bunun, diğer tutarsız hadiseler gibi olduğu da söylenemez.
Çünkü fil yoluyla Hz. Peygamber (s.a.s)'in bi'seti arasında, kırk yıllık bir
zaman bulunur. Hz. Peygamber bu sûreyi okurken, Mekke'de, bu hadiseyi görüp
müşahede eden kimseler bulunuyordu. Şimdi eğer bu nasıl zail olmuş olsaydı,
onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'i bizzat şifahi olarak yalanlarlardı. Böyle bir şey
olmadığına göre, biz bu hadisenin tenkit edilecek bir yönü olmadığını anlamış
oluyoruz.[6]
Üçüncü Soru:
Cenâb-ı Hak, niçin, "kıldı, yarattı, amel etti.." demedi de, buyurdu?
Cevap:
Çünkü, bir işin başlangıcı için "kıldı" da, keyfiyet için kullanılır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gölderi ve yeri yarattı; karanlıkları ve nuru var
etti" (En'âm, 1) buyurmuştur. ise, talepten sonra kullanılan bir fiildir.
Halbuki daha genel bir ifâdedir, daha genel bir ifadedir. Binâenaleyh, bu
ayette, Jtt'nın kullanılması daha münasip olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hak, o kuşları
yaratmış, o filin karakterini de, (o anda), üzerinde bulunduğu karakterin
aksine kılmıştır. Mekkeliler, Cenâb-ı Hak'dan, Beytullah'ı korumasını
istemişlerdir. Belki de onların içinde, duaları makbul olacak kimseler vardır.
Şimdi, Cenâb-ı Hak şayet, bu üç fiili zikredecek olsaydı, o zaman söz uzardı.
Böylece bu fiillerin üçünü de içine alan bir fiil zikretmiştir.[7]
Dördüncü Soru:
Peki, Cenâb-ı Hak niçin, dkj demiş de, dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap
verebiliriz:
1) Cenâb-ı
Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Onlar, bu intikam alışımı gözleriyle
görüp müşahede ettiler. Ama, yine de putlara tapmayı bırakmadılar. Halbuki, ey
Muhammed, sen, bu intikam alışımı bizzat gözünle görmedin. Ama, bana şükretmek
ve itaatta bulunmak suretiyle, bunu itiraf edip kabul ettin. Böylece de, bu
intikam alışımı gören, (adeta) sen görmüş oldun. Böylece de, hiç şüphesiz,
onlardan ayrıldın. Ben de, onların içinden seni seçtim. Şimdi Ben, "Senin
Rabbin" diyorum. Yani, Ben, senin içinim, onlar için değil; tam aksine
Ben, onların aleyhineyim."
2) Cenâb-ı Hak adeta, "Ben, fil ordusuna
bunu, seni ululumak ve senin peygamber olarak gelişini kutlamak için yaptım. Bu
demektir ki ben, seni, senin toplumundan önce eğitenim. Binâenaleyh, sen
bilfiil zuhur ettikten ve dünyaya geldikten sonra beni eğitmeyi nasıl
bırakabilirim?.." demek istemiştir ki, bunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'e,
kendisinin galib geleceği hususunda bir müjde yatmaktadır.[8]
Beşinci Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, taaccüb sadedinde zikredilmiş bir ifadedir. Halbuki,
bu tür şeyler, Allah'ın kudretine nisbetle pek de ilginç değildir. Binâenaleyh,
bu taaccübün sebebi nedir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Kâ'be,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e tabidir (ikinci derecede gelir). Bu böyledir, zira ilim,
mes'ûd olmadan da ifa edilir. Ama, alimsiz mescid olmaz. O halde alim, inci;
mescid ise, onun sedefi mesabesindedir. Sonra, o peygamber, Velîd ibn
Muğîre'nin kendisiyle alay ettiği, böylece de kalbi daralmış olan o muhterem zattır.
Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Büyük bir hükümdar mescidini ta'n edince,
onu yerle bir ettim, yok ettim.. Binâenaleyh, senin hakkında ileri geri konuşan
kimseye gelince —ki sen, her şeyin esası ve maksadısın— onları helak ve yok
ederim" demek istemiştir ki, bu cidden enteresandır.
2)
"Kâ'be, senin namazında, kendisine yöneldiğin kıblendir. Kalbin ise, bilgi
ve marifetinin kıblesidir. Ben, senin amelinin kıblesini, düşmanlardan
korumaktayım. Şimdi, senin dinini kıblesini, günahlardan ve masiyetlerden korumaz
olur muyuz?" demektir.[9]
Altıncı Soru:
Peki, Cenâb-ı Hak niçin, veya dememiş de, buyurmuştur?
Cevap:
Çünkü, "sâhib", aynı cinsten olur. O halde, ifâdesi, o topluluğun,
hayvanlıkda, anlayışsızlık ve akılsızlıkta, o fiilin cinsinden olduklarına
delalet eder. Hatta, bunda şöyle bir incelik vardır: İki kişi arasında
arkadaşlık (beraberlik) varsa bunu ifade etmek için, seviyece daha alt olan,
üstte ki ne izafe edilerek "Bu şahıs falanın sahibidir" denilir,
yoksa bunun aksi yapılmaz (meselâ Ammar Sahlbu'n-Nebİyyi denir, fakat Nebî
Sahia Ammar denilmez). İşte bu yüzden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabına,
"sahabe" adı verilmiştir. Binâenaleyh, ifadesi, o topluluğun, o
filden derece bakımından daha aşağı ve dûn olduklarına delalet eder ki, işte
Cenâb-ı Hakk'ın "hatta daha da sapık..." (A'râf, 179) ifadesinden
kastedilen budur. Şu hadise de bunu tekid eder: Onlar her ne zaman o fili,
Kâ'be tarafına döndürmeye çalışmışlarsa, o oraya dönmemiş ve o cihetten aksi
istikamete doğru kaçmıştır. Fil bu hareketiyle adeta, "Hakk'a isyanın
bulunduğu yerlerde, mahluka itaat edilmez. Benim azmim ve iradem, medhe layık
bir azmdir. Onlar o, adi azim ve iradelerini terketmediklerine göre, hem niye
bu azim ve irademi terkedecekmisim?" demek istemiştir ki, böylece bu, o
filin, o topluluktan daha iyi halli olduğuna delalet eder.[10]
Yedinci Soru:
Kureyş kafirleri, ta öteden beri, Kâ'be'yi putlarla doldurmamışlar mıydı?
Bunun, Kâ'be'nin duvarlarını yıkmaktan daha çirkin bir şey olduğundaysa, şüphe
yoktur. Öyleyse, Cenâb-ı Hak daha niçin, Kâ'be'yi yıkmaya gelenlere o azabı
vermiş de, orayı putlarla dolduranlara bir azabta bulunmamıştır?
Cevap:
Çünkü, Kâ'be'yi putlarla doldurmak, Allah'ın hakkını çiğnemek; orayı harab
etmek ise, mahlukatın hakkını çiğnemektir. Ki, bunun bir benzeri de, yol kesen
ve meşru devlet reisine başkaldırmış olan kimsenin durumudur. Bunlardan adam
öldürenler müslüman olmalarına rağmen, öldürülürler. Halbuki, yaşlı kimseler,
körler, ibadetgâhlarda bulunan din adamları, ve kadınlar, kafir bile olsalar,
öldürülmezler. Zira, bunların zararları, insanlara ulaşmaz.
Sekizinci
Soru: Bu ayetin irabı nasıldır?
Cevap:
Zeccâc şöyle der: kelimesi, ifâesiyle değil de, başka bir fiil ile, mahallen
mansubtur. Çünkü istifham harfidir.
Bil ki Allah Teâlâ, onlara ne yaptığını belirtince,
"O bunların, kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?"(Fil, 2) buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[11]
Bil ki, el-keydu bir başkasına, gizlice zarar vermek
istemetir. Buna göre şayet, "Peki, bu şey ayan beyan ortada iken, Cenâb-ı
Hak bu İşi niçin "keyd - tuzak" diye isimlendirmiştir? Zira, karşı
taraf, Kâ'be'yi yıkacağını açıkça söylüyordu..." denilirse, biz deriz ki:
Evet, o bunu açıkça söylüyordu, ama, onun kalbinde, açığa vurduğundan daha
şiddetli bir kötülük bulunmaktaydı. Zira o, Arablara olan kıskançlığını içinde
saklıyor, Kâ'be sebebiyle, Arablar için hasıl olan o şerefi Arablardan ve
onların beldesinden alıp, kendisine ve beldesine yöneltmek istiyordu.[12]
Mu'tezi I e şöyle demektedir: Tuzağın insanlara
nisbet edilmesi, Allah'ın, kötü şeylere razı olmadığının bir delilidir. Çünkü,
eğer O, buna razı olmuş olsaydı, bu işi de, tıpkı "Oruç, benim
içindir" demek suretiyle yapmış olduğu nisbet gibi, Kendi zatına nisbet ederdi."
Cevap:
Nahiv ilminde, bir nisbe'nin muteber olabilmesi İçin, o iki şey arasında ufacık
bir münasebetin bulunmasının yeterli olacağı hükmü yer almaktadır. Binâenaleyh,
bu nisbe'nin güzel olması için, bunun, onların irade ve isteklerine uygun
olarak meydana gelmiş olması için yeterli olmasın?[13]
ifadesi,
"boşa çıkarmada, ibtâl etmede..." manalarındadır. Nitekim
birisi birisinin tuzağını boşa çıkarıp zayi ettiğinde, denilir. Ki, bunun bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kafirlerin duası, ancak zayi olup,
boşunadır... "(Mü'min, 50) ayetidir. Babasının mülkünün zayi ettiği için,
İmrlu'l-Kays'ın da el-Meliku'd-Delfl denmesi de bundan dolayıdır. Buna göre
mana, "Onlar o kiliseyi yapmak suretiyle, o Kâ'be'ye kastettiler. Hacıları
o kiliseye çevirmek suretiyle bu işe başlamak istediler. Ama, Allah Teâlâ, o
kiliseyi yakmak suretiyle onların tuzaklarını boşa çıkardı. Derken, onlar
ikinci kez, Kâ'be'yi temelinden yıkmayı arzu ad ar da, Allah, o kuşları onların
üzerine salıvermek suretiyle, bu işlerini de boşa çıkardı" şeklindedir.
ifâdesini e ki nin manası, tıpkı Arapça'da, "Falancanın say ü gayreti
hüsranla sonuçlandı denilmesi gibi olup, "Onların çalışmaları, her
akıllının, bunun bir hata ve sapıklık olduğunu anlayacakları bir biçimde
hüsranla sonuçlandı..." demektir.[14]
"O, bunların üzerine sürü sürü kuşlar
gönderdi"(Fil, 3).
Burada birkaç soru sorulabilir:
Birinci Soru:
Cenâb-ı Hak, niçin, habersiz olarak, buyurmuştur?
Cevap: Bu,
ya tahkir için böyle getirilmiştir. Çünkü, her zaman bu yapılan iş;
en hakir iş olursa, Allah'ın fiili de, o nisbette
harikulade ve en büyük olur. Yahut da, "tefhim" içindir. Buna göre
Cenâb-ı Hak, adeta, "kuşlar, amma ne kuşlar! O ufacık taşları atıyorlar,
ama attıkları hiç boşa çıkmıyor, hedefini buluyor.." demek istemiştir.
İkinci Soru:
"Ebabil'' ne demektir?
Cevap:
Dilcilere gelince, meselâ Ebû Ubeyde, bu kelimeye, "bölük bölük"
manalarını verir ve Arapça'da meselâ "Atlar, şuradan buradan, bölük bölük
geldiler" denildiğini söylemiştir. Şimdi, bu kelimenin müfredi var mıdır,
yok mudur meselesine gelince, bu hususta da iki görüş vardır:
a) Ahfeş
ve Ferrâ'ya göre, bu kelimenin müfredi yoktur ve bu tıpkı, tekil gibi,
"dağınık",kelimesi gibidir.
b) Bu
kelimenin tekili vardır. Böyle diyenler, şu üç izahı yapmaktadırlar.
1) Ebû
Cafer er-Ruâsî, ki bu, güvenilir bir zattır, bunun tekilinin, İbbâletun
şeklinde olduğunu söylemektedir. Nitekim, Arabi arın bir darb-ı meselinde de,
"büyük demet" anlamına gelen, deyimi bulunmaktadır. Şimdi, bu kuş
toplulukları, intizamlı olmaları bakımından, demete benzetilmişlerdir.
2) Klsâî
de şöyle demektedir: "Ben, nahivcilerin ifâdesinde olduğu gibi,
dediklerini duydum..."
3) Ferrâ
da şöyle demektedir: "Eğer bir kimse kelimesinin müfredinin, tıpkı,
ifâdelerinde olduğu gibi, , îbâletun şeklinde olduğunu söylemiş olsaydı bu,
doğru olurdu."[15]
Üçüncü Soru:
Bu kuşların şekil ve şemailleri nasıldı?
Cevap: İbn
Şîrîn, İbn Abbas'ın, "Tıpkı, filin hortumu gibi hortumları, köpeğin
patileri gibi pençeleri bulunan kuşlar idi.." dediğini rivayet ederken,
Atfi da, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bunlar, deniz
tarafından bölük bölük gelen siyah kuşlardı.." Belki de, bunun sebebi, o
kuşların, dış görünümlerinde siyah renkli, içlerinde de küfür ve masiyetin siyahlığı
bulunan bir topluluğun üzerine salıverilmiş olmalarıydı.
Saîd ibn Cübeyr'den de, bu kuşların, küçük beyaz
kuşlar olduğu rivayet edilmiştir. Belki, bunun da sebebi, küfür zulmetinin bu
kuşlar sebebiyle bozguna uğrayıp sona ermesiydi. Çünkü beyaz, siyahın zıddıdır.
Bu kuşların, tıpkı yırtıcı kuşların başlarına benzer başları bulunan yeşil
kuşlar olduğu da ileri sürülmüştür. Ben derim ki, bu kuşlar, bölük bölük
olunca, belki de, bunların herbir grubu, başka bir şekil üzere idiler.
Binâenaleyh, herkes, gördüğünü tavsif etmiştir. Bu kuşların, kırlangıçlarlar
gibi, alaca oldukları da ileri sürülmüştür.[16]
"Ki bunlar onlara pişkin tuğladan taşlar
atıyorlardı"(Fîl. 4).
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[17]
Ebû Hayve, "Allah veya kuşlar attı"
anlamında, şeklinde okumuştur. Çünkü bu,
cem-i müzezker için kullanılan bir zamir olup, fiil, manadan dolayı müennes
getirilmiş, şeklinde okunmuştur.[18]
Alimler, bu atmanın keyfiyeti hususunda da şu izahları
yapmışlardır:
1)
Mukâtil, şöyle der: Her kuş, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere, üç
taş atıyordu ki, kimi öldüreceğine dair ismi üzerinde yazılı bulunan bir adamı
öldürüyordu. O taşlar, düştüğü yeri delip, öte taraftan çıkıyordu. Eğer mesela,
bir kimsenin başına düşmüşse, onun makatından çıkıyordu.
2) İkrime
İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Teâlâ, o taşları, fil
ordusu üzerine salıverdi. O taşlar, onlardan herhangi biri üzerine düştüğünde,
orada bir kabarcık meydana geliyor ve bu sebeple, çiçek hastalığına benzer bir
hastalık meydana geliyordu. Bu, Safd İbn Cübeyr'in görüşüdür. Bu taşların en
küçüğü, mercimek; en büyüğü ise, nohut kadardır.
Bil ki, bazı kimseler, bunu kabul etmeyerek şöyle
demişlerdir: "Şimdi biz, mercimek tanesi gibi olan bu taşlarda, ağırlık
bakımından, insanın başından girip makatından çıkacak denli bir güç ve kuvvet
olduğunu söylemiş olursak, o zaman, kocaman bir dağın da, ağırlığının olmayıp,
ancak saman çöpü kadar bir ağırlıkta olduğunu da tecviz etmiş olurduk. Bu ise,
gözle görünen şeylerden bile güvenin kalkması anlamına gelir. Çünkü, her ne
zaman böyle bir şey caiz olursa, o zaman bizim yanıbaşımızda nice güneşlerin ve
ayların bulunduğu, fakat bizim onu görmediğimiz, aynı şekilde, hür bir kimsenin
de, kendisi doğuda bulunduğu halde, mesela Endüiüs'de bir toprak parçası
görmesini vb. şeyleri mümkün görmemiz gerekirdi. Halbuki, bütün bunlar ise
imkansızdır. Bil ki, bütün bu kimseler, biz ehl-i sünnet ve'I-cemâat in
itikadına göre olabilecek şeylerdir. Ancak ne var ki, örf, böyle şeylerin
olmadığı şeklinde cereyan etmektedir.[19]
Alimler "slccîl"in ne demek olduğu
hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Siccîl,
sanki de kafirlerin azabının kaydedildiği divanlarının (amel defterlerinin) bir
ismidir. Bu tıpkı, «Icctn'in kafirlerin amel defterlerinin özel ismi olması
gibidir. Buna göre sanki, "Azabları yazılı ve tedvin edilmiş, azab
türünden biri taş ile" denilmek istenmiştir ki bu manaya göre, kelimenin
iştikakı, "salıvermek" demek olan "Iscâl" kökündendir. Su
dolu büyük kovaya da, "seci" denmesi böyledir. Bu defterlere, içinde
onların azablan yazıldığı için bir ad verilmiştir. Çünkü azab, hem, "O,
bunların üzerine sürü sürü kuşlar saldı" ayetinden, hem de, "Onlar
üzerine bir tufan saldık" (A'raf, 133) ayetinden anlaşıldığı üzere,
"salıverme" sıfatı ile nitelenmiştir. Binâenaleyh ifâdesi,
"Allah Teâlâ'nın bu kitaba yazdığı şeylerden olmak üzere..."
manasınadır.
2) Ibn
Abbas "siccîf'in manasının, "bir kısmı taş bir kısmı çamur"
manasında olmak üzere, Farsça "senk" (taş) ve "kil"
olduğunu söylemiştir.
3) Ebû
Ubeyde şöyle der: "Siccîl, şedîd (kuvvetli) manasınadır."
4) Siccîl,
dünya semasının adıdır.
5) Siccîl,
cehennemden bir taştır. Çünkü slccîn, cehennemin isimlerinden biridir.
Binâenaleyh "nûn", lâm'a çevrilmiştir.[20]
"Derken (Allah) onları, yenmiş ekin yaprağı gibi
yapıverdi"
Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var:[21]
Alimler "asf'ın ne demek olduğu hususunda bir
takım izahlarda bulunmuşlardır ki biz bunları, Rahman 12. ayetin
tefsirinde zikrettik. Alimler
burada da şu izahları yapmışlardır:
a) Bu,
tarlada, hasad sonrasında katan rüzgarın kırıp geçirdiği, hayvanların yediği
ekin yaprağıdır.
b) Ebü
Müslim, "asf", samandır. Çünkü Hak Teâlâ, "zu'l-asfı ve'r-reyhân"
(samanlı ve kokulu...)" (Rahman, 12) buyurmuştur. Zira asf, rüzgarın toz
halinde savurduğu ve taneden ayırdığı şeydir. Bu şey, yenildiği zaman iyice
utanır, hiçbir mukavemeti kalmaz" demiştir.
c) Ferrâ,
"asf, başak oluşmazdan önce, ekinin, sapını saran yapraklardır" der.
d) Asf, içi
yenilen, kabuğu kalan tane demektir.[22]
Alimler, "me'kûl"ün tefsiri hususunda da şu
izahları yapmışlardır:
a) Me'kûl,
yenilmiş şey demektir. Bu izaha göre burada şu iki ihtimal söz konusudur.
Birinci
İhtimal: Mana, "hayvanları yeyip, sonra da yediklerini dışkı olarak
atıp, bu dışkının kuruyup dağılan ekin ve saman" şeklinde olmasıdır.
Böylece bu ekinlerin, biribirlerinden ayrılışları, dışkının parçalarının
dağılmasına benzetilmiştir. Fakat buradaki ifade, Kur'ân'ın edeb üslubuna göre
gelmiş bir İfade olup, tıpkı, "O ikisi (yani Isâ (a.s) ile Hz. Meryem) de
yemek yerlerdi"(Mâide,75) diyerek, def-İ hacette bulunduklarını
kastetmesi) gibidir. Bu, Mukâtilin Katâde'nin ve Atâ'nın rivayetine göre İbn
Abbas (r.a)'ın görüşüdür.
İkinci
İhtimal: Bu teşbih, ekinin yapraklarına kurt düşüp, onu delik deşik ettiği
zamanki ekin yaprağına yapılmış bir benzetmedir.
b)
"Me'kûl", Allah onları, tanesi yenilmiş, geriye samanı kalmış bir
ekin gibi yaptı" demektir. Bu takdire göre ayet, "Allah onları,
tanesi yenilmiş saman gibi yaptı" manasında olur. Bu tıpkı, "yüzü
güzeldir" manasında, "Falanca güzeldir" denilmesi gibidir.
Böylece "me'kûl"ün, asf (saman) İle olan ilgisi, tanelerinin yenilmiş
olması bakımındandır, ünkü bu mana malumdur. Bu görüş de, Hasan el-Basrî
'nindir.
c)
"Me'kûl", ilyer|ilen şeyler" demek olup, canlıların yediği"
manasınadır. Çünkü yenilmeye elverişli olan her şeye "me'kûl" denir.
Buna göre ayet, "Allah onları, hayvanların yediği saman gibi kıldı"
manasındadir. Bu da İkrlme ile Dahhak’ın görüşüdür.[23]
Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Hacılar Kâ'be'yi
harab etmişlerdir. Fakat bundan ötürü hiçbir hadise meydana
gelmemiştir. Böylece, Fîl hadisesinin, bu şekilde
olmadığına delalet etmiş olur. Böyle olsa bile, bu hadisenin sebebi, Kâ'be'ye
saygıdan başka birşeydir."
Cevap:
Biz, bu hadisenin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, peygamber olarak gönderileceğinin
bir işareti olduğunu daha önce anlatmıştık. Çünkü böylesi bir hadiseye, o (a.s)
gelmezden önce gerek vardır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat peygamber
olarak gönderilip, peygamberliği kesin delillerle pekiştikten sonra artık
böylesi birşeye ihtiyaç kalmamıştır. Allah Teâlâ en iyi bilen ve en iyi
hükmedendir. Salat-u selam, efendimiz Hz. Muhammed'e, onun âline ve ashabına
olsun (amin)![24]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/411.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/413.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/413-414.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/414.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/414-415.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/415.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/415-416.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/416.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/416.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/416-417.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/417.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/417-418.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/418.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/418.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/418-419.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 23/419.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/420.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/420.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/420.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/420-421.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/421.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/421.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/421-422.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/422.