MÂÛN SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Meali: 2

İniş Sebebi 2

İlgili Hadîsler. 2

Hesap Gününü İnkâr Edip Yalanlamak. 3

Âhiret Gününe İmân, Dünya Hayatına Düzen Sağlar. 3

Namazdan Gaflet Edenler. 4

Gaflet Edenlerin İki Dikkat Çekici Vasfı 4

Mâûn Süresiyle Kevser Sûresi Arasındaki Münasebet: 5


MÂÛN SÛRESİ

 

Atâ’ ve Câbir, İbn Abbas (R.A.)dan da yapılan bir rivayete göre : Mek­ke'de; Katade'ye ve diğer bir rivayette İbn Abbas'a göre : Medine'de in­miştir. [1]

Ancak sûrede gösteriş için namaz kılan ikiyüzlü dönek münafıklardan söz edildiğine bakılınca, sûrenin Medenî olduğu; âhiret, hesap ve cezayı yalanlayanların daha çok Mekke döneminde oradaki müşrikler arasında yaygın olduğuna bakınca, sûrenin Mekkî olduğu anlaşılıyor.

Böylece sûrenin yarısının Mekke'de, yarısının da Medine'de indiği söylenebilir. Nitekim Müfessir Alâeddin Ali bu inceliği naklederek diyor ki: «Bazısına göre sûrenin yansı Mekke'de Âs b. Vâil hakkında ve diğer yarısı Medine'de Abdullah b. Ubey b. Selûl hakkında inmiştir.» [2]

Allâme Zemahşerî'ye göre, bu sûre, Tekâsür Sûresi'nden sonra in­miştir. [3]

Âyet   sayısı      :     7

Kelime    »         :   25

Harf        »          : 115[4]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1- Âhireti, ikinci hayatı ve orada cereyan edecek hesap, ceza ve mükâfatı yalanlayan müşrikler konu ediliyor.

2- Âhiret inancından yoksun olanların kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyecekleri, fakirle ilgilenmiyecekleri, yetimi himaye etmi-yecekleri, yoksulun karnını doyurmayacakları belirtiliyor.

3- Namazı ihmal edenler ve zevahiri korumak için onu kılanlar üze­rinde durularak gereken uyarı yapılıyor. Gösteriş için namaz kılanlar, ibâ­det edenler âhrret azabıyla tehdît edilerek dindarlığın samimiyet iyi niyet ve kalp yatışkanlığı istediğine işarette bulunuluyor. [5]

 

Meali:

 

1- Dini (veya ceza ve hesap gününü) yalanlıyanı gördün mü?

2-3- İşte odur yetimi itip kakan, yoksulu yedirmeyi teşvik etmeyen.

4- Vay hâline o namaz kılanların ki,

5- Namazlarından gaflet içindedirler!.

6- Durmadan gösteriş yaparlar.

7- Zekâtı da, eğreti âlet-edavatı da vermezler (yardımda bulunmak­tan hiç hoşlanmazlar).

 

İniş Sebebi

 

Mukatil Kelbî'ye göre: Bu sûrenin bir bölümü, ünlü müşrik ve İs­lâm'ın baş düşmanı Âs b. Vâil es-Sehmî hakkında inmiştir. İbn Cüreyo'e göre: Ebû Süfyan b. Harb her hafta iki semiz koyun keserdi. Bu sırada bir yetim ona gelip biraz et istedi. O ise elindeki değnekle onu itip kaktt. O sebeple ilgili âyetler indi. [6]

Süyûtî'nin tesbitine göre: Mü'minlere gösteriş olsun diye namaza duran ve mü'minlerden uzak kalınca da namazı terkeden münafıklar hak­kında inmiştir. [7]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah'ın farz  kıldığı ibâdetlerde belirsizlik, kapalılık yoktur.» [8]

Çünkü farzlar her bakımdan İslâm'ın belirtisi ve şiarıdır.

Nitekim Zemahşerî diyor ki: «Kişi farz olan sâlih ameli aşikâr ola­rak yerine getirmesinden dolayı riyakâr sayılmaz. Çünkü farz ibâdetlerin hakkı ilân ve teşhirdir.» [9]

Ancak farz ibâdeti mü'minler hazır olunca kılan, yalnız kalınca terke­den kişi münafıktır ve müraidir. Şüphesiz böylesine çarpık bir düşünce ve tutum gafletin en koyusu, nifakın en tehhkelisidir.

İbn Cerîr Taberî'nin Ebû Küreyb tarikiyle Ebû Berzete el-Eslemî'den yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Vay haline o namaz kılanların ki, namazlarından gaflet içindedirler!» âye­tini okuyunca şöyle buyurmuştur: «Allahu Ekber! Sizden her birinize dün­yanın tamamının bir benzeri verilmektense, (Allah'ın bu uyarısı, veya ih-lâs üzere kılman namaz) daha hayırlıdır. Namazdan gaflet eden o kim­sedir ki, namaz kılsa namazının hayrını ummaz, onu terketse Rabbından korkmaz..» [10]

Yine İbn Cerîr'in, Zekeriya b. Ebban el-Mısrî tarikiyle yaptığı rivayet­te, Sa'd b. Vakkas'ın (R.A.) şöyle haber verdiği belirtilmiştir:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimize «Vay haline o namaz kılanların ki, namazlarından gaflet içindedirler» âye­tini sordum. Buyurdu ki: «Namazı geciktirip vaktinin dışına çıkaranlar­dır,» [11]

İbn Ebî Nüceyh'in Mücahid'den yaptığı rivayete göre, Hz. Ali (RA), âyette geçen «yürâune»den maksadın, namazıyla riyakârlık eden kimse olduğunu belirtmiştir.[12]Riyanın gerçek anlamı:

Riyanın gerçek anlamı, yapılan ibâdetle dünyalığı istemek ve insanla­rın kalbinde anılmaya değer bir yer tutmaktır.

Riyanın birkaç derecesi vardır:

a) Güzel bir görünüm sağlamaya yönelerek bununla insanlar üzerin­de kendi lehine bir tesir uyandırmayı düşünmek,

b) Yıkanıp aklaştırılmtş bezden ve bir de kalınca sert yünden elbise giymek ve böylece dünyaya karşı ilgisiz bulunduğunu göstermeğe çalış­mak, iyi bir zühd sahibi olduğu imajını vermek,

c) Dil ile riyada bulunmaya özenmek, dünya ehline karşı buğz etti­ğini sözleriyle izhar etmek; aynı zamanda vaaz-u nasihatte bulunurken, sık sık kaçırdığı hayır ve taâte hayıflanarak derin bir pişmanlık duyduğunu tekrarlamak,

d) Namaz, zekât, sadaka ve benzeri ibâdetleri insanlar görsün de tak-dîr etsin diye aleni olarak yerine getirmek ve cemaat arasında iken na­mazı itinayle kılmak, yalnız başına kalınca ya terketmek, ya da laubali bir tavırla kılmak bu derecelerden birkaçıdır.

Sonuç olarak konuyu şöyle özetîiyebiliriz :

Yapılan her ibâdet ve her hayır ve iyilik ile insanların övgü ve takdi­rini kazanmayı düşünmek riyadır ve derin gaflettir.[13]

 

Hesap Gününü İnkâr Edip Yalanlamak

 

Dini, yani hesap ve ceza gününü red ve inkar edip bu bilgiyi veren­leri yalanlayan müşrikler ve münafıklar kınanıyor.

Ancak bu âyeti, birbirine yakın fakat farklı iki şekilde yorumlayanlar olmuştur:

a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Bundan maksat, CenâbHakk'ın hük­münü yalanlayan kimsedir.

b) İbn Cüreyc'e göre: Âhireti ve ondaki hesap ve cezayı yalanlayan kimse söz konusudur.

İmam Kurtubî bu ikinci yorumu tercîh ederek şöyle demiştir: «Âhiret gününü ve o günde cereyan edecek ceza ve hesabı yalanlayan kimse kasdediliyor.» Nitekim Fatiha Sûresi'nin tefsirinde bu husus yeterince açık­lanmış bulunuyor. [14]

 

Âhiret Gününe İmân, Dünya Hayatına Düzen Sağlar

 

Şüphesiz Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru imân, hayatımızın den­ge ve düzenini sağlayan en Kuvvetli manevî müeyyidedir. Ancak bu, keli­menin dar kalıbında kalan ve sadece kalplere korku salan bir aldatmaca değil, ilâhî düzenleme ve programlamanın gereği ve ikinci hayatın mutla­ka gerçekleşeceğinin yönlendirici bilgileridir. Zira Cenâb-ı Hak abesle iş­tigal etmez, kimseleri kelime oyunuyla aldatmaz ve kuru vaadlerde bulun­maz. O mutlak surette Alîm ve Hakîmdir: Her şeyi en iyi bilen ve her olay ve konuyu hikmetle vücuda getirendir. Söz ve hüküm O'nun katında de­ğişmez.

Hem dünya hayatı bizatihi âhiret hayatının lüzumunu ortaya koymak­ta ve bu iki hayatın birbirini tamamladığı bütün hikmet ve amacıyla ken­dini göstermektedir. Öyle ki, İnsanı canlılar arasında, kudretinin harika eseri olarak yaratan ve yerle gökteki nimetleri onun için önceden hazır­layıp istifade edilir duruma getiren Cenâb-ı Hak, onu bu kadar aziz ve değerli yarattıktan sonra yalnız kısacık dünya hayatıyla ona iltifatta bu­lunmaz; bunu onun olgunlaşmasına, yaşama zevkini ve hikmetini alıp kavramasına, nîmetlerin kıymetini bilmesine ve hepsinin üstünde Yüce Yaratanını bilip ibâdet etmesine vesile kılıp onu sonsuz, kalıcı bir hayata iletmekle nimetini tamamlar.

Gerçek bu olunca Cenâb-ı Hak, âhireti ve ondaki hesap ve cezayı yönlendirici müeyyide olarak karşımıza koymakta ve bize tam bir sorum­luluk yükleyerek gayesiz, amaçsız, hikmetsiz ve neticesiz yaratılmadığımızı öğretmektedir.

Bu inanç ve sorumluluk duygusundan nasibini almamış inkarcı mad­decilerin tavır ve tutumunu, onlarda yer eden anlayışsızlık ve sorumsuz­luk düzeyinde iki olayla açıklamaktadır:

a) Öylesi, yetimi itip kakar,

b) Yoksula yedirmeyi, (onu besleyip eğitmeyi) teşvik etmez..

Aslında sözü edilen maddeci inkarcıların birçok kötü vasıfları ve so­rumsuzlukları vardır; ama toplum ve ülkenin sosyal yanıyla, geleceğiyle yakından ilgili bulunan iki zayıfa karşı onların ilgisizliğini, her bakımdan toplumun ve ülkenin geleceğinden yana en küçük bir sorumluluk duyma­dıklarını göstermekte ve bir insanı besleyip eğitmenin, öğretip yararlı çiz­giye getirmenin ne kadar büyük sevap ve fazîlet olduğundan gafil bulun­duklarını isbatlamaktadır. [15]

 

Namazdan Gaflet Edenler

 

«Vay haline o namaz kılanların ki, namazlarından gaflet içindedirler..»

Âyette kelime konumu itibariyle bir incelik söz konusudur: “An salâtihim sâhun” denilmiş de “Fi sâtihim sâhun” denilmemiştir. Yani «salât» kelimesinin başına (ân) edatı konulmuş da (fî) edatı konul­mamıştır. Zira (fî) konulmuş olsaydı, daha çok namazlarında yanılan mü'-minler kasdedilmiş olurdu ki, o durumda âyet büyük bir korku ve sıkıntı havası estirmiş olurdu. Öyle ki, namazda yanılan, gaflet eden mü'min uh-revı azapla tehdit edilmiş bulunurdu. Oysa başta Hz. Muhammed (A.S.) ve yakın arkadaşları olmak üzere hemen her mü'minin namazda yanılabi-leceği söylenebilir ve bu mümkündür. O bakımdan Cenâb-ı Hak bu tarz yanılmayı değil, namazdan gaflet edip onu vaktinde kılmayan, kıldığı za­man da laubali davranan ve aynı zamanda gösteriş olsun diye kılan ga­fillerin bu sakat düşünce ve tutumunu konu edinerek (ân salâtihim..) bu­yurmuştur.

Nitekim İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Eğer (Fî salâtihim) denilseydi, âyet mü'minler hakkında çok korkutucu bir tehdît ifade ederdi.»

Atâ' da diyor ki: ^Allah'a hamd olsun ki (ân salâtihim) buyurmuş da (fî salâtihim) buyurmamıştır.» [16]

O bakımdan namazdan gaflet konusu geniş yorum isteyen bir anla­tım tarzı olarak müfessirlerin görüş izhar etmesine sebep olmuştur. Bura­daki gafletin, namazda meydana gelecek yanılma olmadığı kesindir. Na­mazdan gaflet edenler söz konusu olduğuna göre, o gafiller kimlerdir? Bunu dört şekilde yorumlayanlar şöyle bir sıralamada bulunmuşlardır:

1- Namazı vaktinde kılmayıp onu vaktin dışına çıkaranlar.

2- Mü'minlerin yanında, cemaat arasında namaza özen gösterip yalnız başlarına kalınca kılmayan veya laubali bir davranış içinde kılan mü­nafıklar.

3- Namaza karşı uyuşuk davranıp gönül zevki ve yatışkanlığıyla kıl­mayanlar.

4- Kılıp kılmamayı eşit sayıp namaza ciddi ilgi duymayanlar. [17]

 

Gaflet Edenlerin İki Dikkat Çekici Vasfı

 

Şüphesiz namazı gösteriş olsun diye kılıp ibâdetin ve Allah'a kul ol­manın zevk ve heyecanından mahrum olanların birçok kötü yanları ve va­sıfları vardır. Cenâb-ı Hak hemen o vasıfların hepsini kapsar anlamda on­ların daha çok iki dikkat çekici tavrından söz etmektedir :

a) Durmadan gösteriş yaparlar.

b) Zekâtı ve eğreti de olsa alet ve edavatı (komşusuna, muhtaca) vermezler.

Başkaları görüp beğensin, beni takdir etsin diye yapılan ibâdet mü­nafıklığın ve sahte bir insan olmanın ilk belirtisidir. Aynı zamanda İslâm'ı içinden yıkmaya yönelik düşünce ve niyetin; Müslümanları aldatmanın alâ­meti sayılır. Bunun için İslâm Fakîhleri ve Ahlâkçıları ticaretle uğraşan Müslümanların kendi dükkânlarında, iş yerlerinde tesbîh çekmesini, nâfi-le namaz kılmasını uygun görmemişlerdir. Zira bu gibi davranışlar müş­teri çekmeye, onu aldatmaya çok müsaittir. Münafıklar ve büyük şehir­lerde yaşayan gayr-i müslimler de bu gibi hareketlerde bulunabilirler. Böy­lece Müslüman Cemaatin birbirine güveni sarsılabilir.

Günümüzde de belli çevreyi kendine bağlayıp inandırmak, art niyetini gerçekleştirmek için ibâdet edenler, dillerinden din, Allah, Kur'ân, âhiret sözünü düşürmeyenler eksik değildir. Gerçek mü'minlerin böylelerine dik­kat etmesi gerekir. Şöyle ki, bu tiplerin sözleriyle günlük yaşayışları ara­sında ciddi bir bağlantının bulunup bulunmadığını hesaba katmaları, alda­tılma payını asgariye düşürebilir.

Tarih boyunca mü'minleri, yani İslâm Cemaatini en çok aldatıp istis­mar edenler de bu mürâi tiplerdir. O bakımdan Cenâb-ı Hak özellikle on­ların bu karakteri üzerinde durmaktadır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz ile ashabının Medineli münafıklardan, mürailerden neler çektiklerini siyercîlerin tesbitlerinden öğrenmekteyiz.

Ayrıca bu mürâi münafıkların ikinci kötü vasfı, zekât ve sadaka ver­memeleridir. Çoğu komşuluk vecîbelerini gözetmez. Bir çıkar bekledikleri sürece yapmacık dostluk izhar ederler ve iyi görünmeye çalışırlar. Böyle bir çıkar söz konusu olmadığı zaman komşularına eğreti olarak bir el aleti dahi vermekten kaçınırlar.

Komşuları ve yakınları ikbal basamaklarında yükseldikçe bunlar on­ların en samimi dostları ve sıcak yakınları gibi davranırlar. Onlar ikbal basamaklarından aşağı inmeğe başlayınca, bunlar artık yüzlerini değil ar­kalarını onlara döndürürler.

Medine'de nifakçıların önde geleni Abdullah b. Ubey b. Selûl öyle de­ğil miydi? Müslümanların ileri gelen şahsiyetleriyle karşılaşınca onlara sı­cak ilgi gösterip över ve yanlarından ayrılıp kendi yandaşlarıyla buluşun­ca, «Onları pohpohlayıp aldatmayı beceriyorum, değil mi?» diyerek gülü-şürlerdi. Cenâb-t Hak, Bakara Sûresinde onların bu tavır ve tutumlarını açıklarken şöyle buyurmaktadır:

«İnsanlardan öyleleri de var ki, inanmadıkları halde Allah'a ve âhiret gününe inandık derler. (Zanlarınca) Allah'ı ve imân edenleri aldatırlar. Halbuki ancak kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırır. Yalan söylemelerine kar­şılık onlara elem verici bir azap vardır...»

«Onlar imân edenlere rastladıkları zaman «inandık» derler. Şeytan -larıyla başbaşa kaldıkları zaman : «Doğrusu biz sizinle beraberiz. Biz an­cak (o müzminlerle) alay edicileriz» derler..» [18]

 

Mâûn Süresiyle Kevser Sûresi Arasındaki Münasebet:

 

Cenâb-ı Hak, âhireti inkâr edenlerin ve bir de ikiyüzlü dönek mürâile-rin karakterlerine değinip onların başlıca alâmetlerini belirttikten sonra, Kevser Süresiyle, Resûlüllah (A.S.) Efendimize büyük hayır kapılarını aç­tığını; Onun da, mü'minlerin de dönek ikiyüzlü mürâi kişilere, inkarcı müş­riklere ihtiyacı bulunmadığını belirterek: «Şüphesiz ki biz sana Kevser'i verdik..» buyuruyor ve böylece iki sûre arasında tamamlayıcı mâna ola­rak kopmaz bağın mevcudiyetine işarette bulunuyor.

Bu sûrenin de tefsirini bize müyesser kılan CenâbHakk'a sonsuz hamd-u senalar; ibâdetle İhlasın yerini bize öğreten ve komşulara, muh­taçlara yardımda bulunmanın ne gibi hayırlara, faziletlere ve uhrevî mükâ­fatlara kapı açacağını haber veren Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ve Onun âl ve ashabına salât-ü selâmlar olsun.[19]

 



[1] Tefsîr-i Kurtubî: 20/210- Şevkanî/Fethülkadîr :  5/499

[2] Lübabu't-te'vîl : 4/412

[3] Tefsîrü'l-Keşşaf : 4/803

[4] Nizamuddin Nisabûrî/Tefsîrü Garâibi'l-Kur'ân: 30/171

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7017.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7017-7018.

[6] Nisabûrî/Esbabu'n-Nuzûl: 306

[7] Süyûtî/Esbabu Nüzûli'l-Kur'ân : 122

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7019-7020.

[8] Bu hadisin isnadında Câbir el-Cu'fî bulunuyorki, bu zat zayıftır.

[9] Tefsirü'l-Keşşaf: 4/805

[10] Cami'u'l-beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân : 30/202

[11] İbn Cer!r/cânri»u'I-beyân Fi-Tefsîrİ'1-Kur'ân : 30/203

[12] Fethülkadlr : 5/501

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7020-7021..

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7021-7022..

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7021-7022..

[16]  el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 20/212

[17] Fazla bilgi için bak: Ibn Cerîr/Câmi'u'l-beyân Ff-Tefsiri'1-Kur'ân : 30/202

[18] Bakara Süresi: 7-13

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7024-7025..

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7025..