Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Hesap Gününü İnkâr Edip Yalanlamak
Âhiret Gününe İmân, Dünya Hayatına Düzen Sağlar
Gaflet Edenlerin İki Dikkat Çekici Vasfı
Mâûn Süresiyle Kevser Sûresi Arasındaki Münasebet:
Atâ’ ve Câbir, İbn Abbas
(R.A.)dan da yapılan bir rivayete göre : Mekke'de; Katade'ye
ve diğer bir rivayette İbn Abbas'a
göre : Medine'de inmiştir. [1]
Ancak sûrede gösteriş
için namaz kılan ikiyüzlü dönek münafıklardan söz edildiğine bakılınca, sûrenin
Medenî olduğu; âhiret, hesap ve cezayı yalanlayanların
daha çok Mekke döneminde oradaki müşrikler arasında yaygın olduğuna bakınca,
sûrenin Mekkî olduğu anlaşılıyor.
Böylece sûrenin
yarısının Mekke'de, yarısının da Medine'de indiği söylenebilir. Nitekim
Müfessir Alâeddin Ali bu inceliği naklederek diyor
ki: «Bazısına göre sûrenin yansı Mekke'de Âs b. Vâil
hakkında ve diğer yarısı Medine'de Abdullah b. Ubey
b. Selûl hakkında inmiştir.» [2]
Allâme Zemahşerî'ye göre, bu sûre, Tekâsür
Sûresi'nden sonra inmiştir. [3]
Âyet sayısı
: 7
Kelime » :
25
Harf » : 115[4]
1- Âhireti,
ikinci hayatı ve orada cereyan edecek hesap, ceza ve mükâfatı yalanlayan
müşrikler konu ediliyor.
2- Âhiret
inancından yoksun olanların kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyecekleri,
fakirle ilgilenmiyecekleri, yetimi himaye etmi-yecekleri, yoksulun karnını
doyurmayacakları belirtiliyor.
3- Namazı ihmal edenler ve zevahiri korumak için onu kılanlar üzerinde
durularak gereken uyarı yapılıyor. Gösteriş için namaz kılanlar, ibâdet
edenler âhrret azabıyla tehdît edilerek dindarlığın
samimiyet iyi niyet ve kalp yatışkanlığı istediğine
işarette bulunuluyor. [5]
1- Dini
(veya ceza ve hesap gününü) yalanlıyanı gördün mü?
2-3- İşte
odur yetimi itip kakan, yoksulu yedirmeyi teşvik etmeyen.
4- Vay
hâline o namaz kılanların ki,
5- Namazlarından
gaflet içindedirler!.
6- Durmadan
gösteriş yaparlar.
7- Zekâtı
da, eğreti âlet-edavatı da vermezler (yardımda
bulunmaktan hiç hoşlanmazlar).
Mukatil Kelbî'ye göre: Bu sûrenin
bir bölümü, ünlü müşrik ve İslâm'ın baş düşmanı Âs b. Vâil
es-Sehmî hakkında inmiştir. İbn
Cüreyo'e göre: Ebû Süfyan b. Harb her hafta iki
semiz koyun keserdi. Bu sırada bir yetim ona gelip biraz et istedi. O ise
elindeki değnekle onu itip kaktt. O sebeple ilgili
âyetler indi. [6]
Süyûtî'nin tesbitine göre: Mü'minlere gösteriş olsun diye namaza duran ve mü'minlerden uzak kalınca da namazı terkeden
münafıklar hakkında inmiştir. [7]
«Allah'ın farz kıldığı ibâdetlerde belirsizlik, kapalılık yoktur.»
[8]
Çünkü farzlar her
bakımdan İslâm'ın belirtisi ve şiarıdır.
Nitekim Zemahşerî diyor ki: «Kişi farz olan sâlih
ameli aşikâr olarak yerine getirmesinden dolayı riyakâr sayılmaz. Çünkü farz
ibâdetlerin hakkı ilân ve teşhirdir.» [9]
Ancak farz ibâdeti mü'minler hazır olunca kılan, yalnız kalınca terkeden kişi münafıktır ve müraidir. Şüphesiz böylesine
çarpık bir düşünce ve tutum gafletin en koyusu, nifakın en tehhkelisidir.
İbn Cerîr Taberî'nin
Ebû Küreyb tarikiyle Ebû Berzete el-Eslemî'den yaptığı rivayete göre, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz: «Vay haline o namaz kılanların ki, namazlarından gaflet
içindedirler!» âyetini okuyunca şöyle buyurmuştur: «Allahu
Ekber! Sizden her birinize dünyanın tamamının bir
benzeri verilmektense, (Allah'ın bu uyarısı, veya ih-lâs üzere kılman namaz) daha hayırlıdır. Namazdan gaflet
eden o kimsedir ki, namaz kılsa namazının hayrını ummaz, onu terketse Rabbından korkmaz..» [10]
Yine İbn Cerîr'in, Zekeriya
b. Ebban el-Mısrî tarikiyle
yaptığı rivayette, Sa'd b. Vakkas'ın
(R.A.) şöyle haber verdiği belirtilmiştir:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimize «Vay haline o namaz kılanların ki, namazlarından gaflet
içindedirler» âyetini sordum. Buyurdu ki: «Namazı geciktirip vaktinin dışına
çıkaranlardır,» [11]
İbn Ebî Nüceyh'in
Mücahid'den yaptığı rivayete göre, Hz. Ali (RA), âyette geçen «yürâune»den
maksadın, namazıyla riyakârlık eden kimse olduğunu belirtmiştir.[12]Riyanın
gerçek anlamı:
Riyanın gerçek anlamı,
yapılan ibâdetle dünyalığı istemek ve insanların kalbinde anılmaya değer bir
yer tutmaktır.
Riyanın birkaç
derecesi vardır:
a) Güzel bir
görünüm sağlamaya yönelerek bununla insanlar üzerinde kendi lehine bir tesir
uyandırmayı düşünmek,
b) Yıkanıp aklaştırılmtş bezden ve bir de kalınca sert yünden elbise
giymek ve böylece dünyaya karşı ilgisiz bulunduğunu göstermeğe çalışmak, iyi
bir zühd sahibi olduğu imajını vermek,
c) Dil ile
riyada bulunmaya özenmek, dünya ehline karşı buğz
ettiğini sözleriyle izhar etmek; aynı zamanda vaaz-u nasihatte bulunurken, sık
sık kaçırdığı hayır ve taâte
hayıflanarak derin bir pişmanlık duyduğunu tekrarlamak,
d) Namaz,
zekât, sadaka ve benzeri ibâdetleri insanlar görsün de tak-dîr
etsin diye aleni olarak yerine getirmek ve cemaat arasında iken namazı itinayle kılmak, yalnız başına kalınca ya
terketmek, ya da laubali
bir tavırla kılmak bu derecelerden birkaçıdır.
Sonuç olarak konuyu
şöyle özetîiyebiliriz :
Yapılan her ibâdet ve
her hayır ve iyilik ile insanların övgü ve takdirini kazanmayı düşünmek
riyadır ve derin gaflettir.[13]
Dini, yani hesap ve
ceza gününü red ve inkar edip bu bilgiyi verenleri
yalanlayan müşrikler ve münafıklar kınanıyor.
Ancak bu âyeti,
birbirine yakın fakat farklı iki şekilde yorumlayanlar olmuştur:
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Bundan
maksat, Cenâb-ı Hakk'ın hükmünü
yalanlayan kimsedir.
b) İbn Cüreyc'e göre: Âhireti ve ondaki hesap ve cezayı yalanlayan kimse söz
konusudur.
İmam Kurtubî bu ikinci yorumu tercîh ederek şöyle demiştir: «Âhiret gününü ve o günde cereyan edecek ceza ve hesabı yalanlayan
kimse kasdediliyor.» Nitekim Fatiha Sûresi'nin
tefsirinde bu husus yeterince açıklanmış bulunuyor. [14]
Şüphesiz Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru imân, hayatımızın denge ve düzenini
sağlayan en Kuvvetli manevî müeyyidedir. Ancak bu, kelimenin dar kalıbında
kalan ve sadece kalplere korku salan bir aldatmaca değil, ilâhî düzenleme ve
programlamanın gereği ve ikinci hayatın mutlaka gerçekleşeceğinin yönlendirici
bilgileridir. Zira Cenâb-ı Hak abesle iştigal etmez,
kimseleri kelime oyunuyla aldatmaz ve kuru vaadlerde
bulunmaz. O mutlak surette Alîm ve Hakîmdir: Her şeyi en iyi bilen ve her olay
ve konuyu hikmetle vücuda getirendir. Söz ve hüküm O'nun katında değişmez.
Hem dünya hayatı
bizatihi âhiret hayatının lüzumunu ortaya koymakta
ve bu iki hayatın birbirini tamamladığı bütün hikmet ve amacıyla kendini
göstermektedir. Öyle ki, İnsanı canlılar arasında, kudretinin harika eseri
olarak yaratan ve yerle gökteki nimetleri onun için önceden hazırlayıp
istifade edilir duruma getiren Cenâb-ı Hak, onu bu
kadar aziz ve değerli yarattıktan sonra yalnız kısacık dünya hayatıyla ona
iltifatta bulunmaz; bunu onun olgunlaşmasına, yaşama zevkini ve hikmetini alıp
kavramasına, nîmetlerin kıymetini bilmesine ve hepsinin üstünde Yüce Yaratanını
bilip ibâdet etmesine vesile kılıp onu sonsuz, kalıcı bir hayata iletmekle
nimetini tamamlar.
Gerçek bu olunca Cenâb-ı Hak, âhireti ve ondaki
hesap ve cezayı yönlendirici müeyyide olarak karşımıza koymakta ve bize tam bir
sorumluluk yükleyerek gayesiz, amaçsız, hikmetsiz ve neticesiz
yaratılmadığımızı öğretmektedir.
Bu inanç ve sorumluluk
duygusundan nasibini almamış inkarcı maddecilerin tavır ve tutumunu, onlarda
yer eden anlayışsızlık ve sorumsuzluk düzeyinde iki olayla açıklamaktadır:
a) Öylesi,
yetimi itip kakar,
b) Yoksula
yedirmeyi, (onu besleyip eğitmeyi) teşvik etmez..
Aslında sözü edilen
maddeci inkarcıların birçok kötü vasıfları ve sorumsuzlukları vardır; ama
toplum ve ülkenin sosyal yanıyla, geleceğiyle yakından ilgili bulunan iki
zayıfa karşı onların ilgisizliğini, her bakımdan toplumun ve ülkenin
geleceğinden yana en küçük bir sorumluluk duymadıklarını göstermekte ve bir
insanı besleyip eğitmenin, öğretip yararlı çizgiye getirmenin ne kadar büyük
sevap ve fazîlet olduğundan gafil bulunduklarını isbatlamaktadır. [15]
«Vay haline o namaz
kılanların ki, namazlarından gaflet içindedirler..»
Âyette kelime konumu
itibariyle bir incelik söz konusudur: “An salâtihim sâhun” denilmiş de “Fi sâtihim sâhun” denilmemiştir. Yani «salât»
kelimesinin başına (ân) edatı konulmuş da (fî) edatı konulmamıştır. Zira (fî)
konulmuş olsaydı, daha çok namazlarında yanılan mü'-minler
kasdedilmiş olurdu ki, o durumda âyet büyük bir korku
ve sıkıntı havası estirmiş olurdu. Öyle ki, namazda yanılan, gaflet eden mü'min uh-revı
azapla tehdit edilmiş bulunurdu. Oysa başta Hz.
Muhammed (A.S.) ve yakın arkadaşları olmak üzere hemen her mü'minin
namazda yanılabi-leceği
söylenebilir ve bu mümkündür. O bakımdan Cenâb-ı Hak
bu tarz yanılmayı değil, namazdan gaflet edip onu vaktinde kılmayan, kıldığı zaman
da laubali davranan ve aynı zamanda gösteriş olsun diye kılan gafillerin bu
sakat düşünce ve tutumunu konu edinerek (ân salâtihim..)
buyurmuştur.
Nitekim İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Eğer
(Fî salâtihim) denilseydi, âyet mü'minler
hakkında çok korkutucu bir tehdît ifade ederdi.»
Atâ' da diyor ki:
^Allah'a hamd olsun ki (ân salâtihim)
buyurmuş da (fî salâtihim) buyurmamıştır.» [16]
O bakımdan namazdan
gaflet konusu geniş yorum isteyen bir anlatım tarzı olarak müfessirlerin görüş
izhar etmesine sebep olmuştur. Buradaki gafletin, namazda meydana gelecek
yanılma olmadığı kesindir. Namazdan gaflet edenler söz konusu olduğuna göre, o
gafiller kimlerdir? Bunu dört şekilde yorumlayanlar şöyle bir sıralamada
bulunmuşlardır:
1- Namazı
vaktinde kılmayıp onu vaktin dışına çıkaranlar.
2- Mü'minlerin yanında, cemaat arasında namaza özen gösterip yalnız
başlarına kalınca kılmayan veya laubali bir davranış içinde kılan münafıklar.
3- Namaza
karşı uyuşuk davranıp gönül zevki ve yatışkanlığıyla
kılmayanlar.
4- Kılıp
kılmamayı eşit sayıp namaza ciddi ilgi duymayanlar. [17]
Şüphesiz namazı
gösteriş olsun diye kılıp ibâdetin ve Allah'a kul olmanın zevk ve heyecanından
mahrum olanların birçok kötü yanları ve vasıfları vardır. Cenâb-ı
Hak hemen o vasıfların hepsini kapsar anlamda onların daha çok iki dikkat
çekici tavrından söz etmektedir :
a) Durmadan
gösteriş yaparlar.
b) Zekâtı ve
eğreti de olsa alet ve edavatı (komşusuna, muhtaca)
vermezler.
Başkaları görüp
beğensin, beni takdir etsin diye yapılan ibâdet münafıklığın ve sahte bir
insan olmanın ilk belirtisidir. Aynı zamanda İslâm'ı içinden yıkmaya yönelik
düşünce ve niyetin; Müslümanları aldatmanın alâmeti sayılır. Bunun için İslâm Fakîhleri ve Ahlâkçıları ticaretle uğraşan Müslümanların
kendi dükkânlarında, iş yerlerinde tesbîh çekmesini, nâfi-le namaz kılmasını uygun
görmemişlerdir. Zira bu gibi davranışlar müşteri çekmeye, onu aldatmaya çok
müsaittir. Münafıklar ve büyük şehirlerde yaşayan gayr-i müslimler
de bu gibi hareketlerde bulunabilirler. Böylece Müslüman Cemaatin birbirine
güveni sarsılabilir.
Günümüzde de belli
çevreyi kendine bağlayıp inandırmak, art niyetini gerçekleştirmek için ibâdet
edenler, dillerinden din, Allah, Kur'ân, âhiret sözünü düşürmeyenler eksik değildir. Gerçek mü'minlerin böylelerine dikkat
etmesi gerekir. Şöyle ki, bu tiplerin sözleriyle günlük yaşayışları arasında
ciddi bir bağlantının bulunup bulunmadığını hesaba katmaları, aldatılma payını
asgariye düşürebilir.
Tarih boyunca mü'minleri, yani İslâm Cemaatini en çok aldatıp istismar
edenler de bu mürâi tiplerdir. O bakımdan Cenâb-ı Hak
özellikle onların bu karakteri üzerinde durmaktadır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile ashabının Medineli
münafıklardan, mürailerden neler çektiklerini siyercîlerin tesbitlerinden
öğrenmekteyiz.
Ayrıca bu mürâi
münafıkların ikinci kötü vasfı, zekât ve sadaka vermemeleridir. Çoğu komşuluk
vecîbelerini gözetmez. Bir çıkar bekledikleri sürece yapmacık dostluk izhar
ederler ve iyi görünmeye çalışırlar. Böyle bir çıkar söz konusu olmadığı zaman
komşularına eğreti olarak bir el aleti dahi vermekten kaçınırlar.
Komşuları ve yakınları
ikbal basamaklarında yükseldikçe bunlar onların en samimi dostları ve sıcak
yakınları gibi davranırlar. Onlar ikbal basamaklarından aşağı inmeğe
başlayınca, bunlar artık yüzlerini değil arkalarını onlara döndürürler.
Medine'de nifakçıların
önde geleni Abdullah b. Ubey b. Selûl
öyle değil miydi? Müslümanların ileri gelen şahsiyetleriyle karşılaşınca
onlara sıcak ilgi gösterip över ve yanlarından ayrılıp kendi yandaşlarıyla
buluşunca, «Onları pohpohlayıp aldatmayı beceriyorum, değil mi?» diyerek gülü-şürlerdi. Cenâb-t Hak, Bakara
Sûresinde onların bu tavır ve tutumlarını açıklarken şöyle buyurmaktadır:
«İnsanlardan öyleleri
de var ki, inanmadıkları halde Allah'a ve âhiret
gününe inandık derler. (Zanlarınca) Allah'ı ve imân edenleri aldatırlar.
Halbuki ancak kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. Kalplerinde
hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırır. Yalan söylemelerine karşılık
onlara elem verici bir azap vardır...»
«Onlar imân edenlere
rastladıkları zaman «inandık» derler. Şeytan -larıyla
başbaşa kaldıkları zaman : «Doğrusu biz sizinle
beraberiz. Biz ancak (o müzminlerle) alay edicileriz» derler..» [18]
Cenâb-ı Hak, âhireti inkâr
edenlerin ve bir de ikiyüzlü dönek mürâile-rin karakterlerine değinip onların başlıca alâmetlerini
belirttikten sonra, Kevser Süresiyle, Resûlüllah
(A.S.) Efendimize büyük hayır kapılarını açtığını; Onun da, mü'minlerin de dönek ikiyüzlü mürâi kişilere, inkarcı müşriklere
ihtiyacı bulunmadığını belirterek: «Şüphesiz ki biz sana Kevser'i verdik..»
buyuruyor ve böylece iki sûre arasında tamamlayıcı mâna olarak kopmaz bağın
mevcudiyetine işarette bulunuyor.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-u senalar;
ibâdetle İhlasın yerini bize öğreten ve komşulara,
muhtaçlara yardımda bulunmanın ne gibi hayırlara, faziletlere ve uhrevî mükâfatlara
kapı açacağını haber veren Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ve Onun âl ve ashabına salât-ü
selâmlar olsun.[19]
[1] Tefsîr-i Kurtubî: 20/210- Şevkanî/Fethülkadîr : 5/499
[2] Lübabu't-te'vîl
: 4/412
[3] Tefsîrü'l-Keşşaf : 4/803
[4] Nizamuddin Nisabûrî/Tefsîrü Garâibi'l-Kur'ân: 30/171
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7017.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7017-7018.
[6] Nisabûrî/Esbabu'n-Nuzûl: 306
[7] Süyûtî/Esbabu
Nüzûli'l-Kur'ân : 122
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7019-7020.
[8] Bu hadisin isnadında Câbir
el-Cu'fî bulunuyorki, bu zat
zayıftır.
[9] Tefsirü'l-Keşşaf: 4/805
[10] Cami'u'l-beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân : 30/202
[11] İbn Cer!r/cânri»u'I-beyân Fi-Tefsîrİ'1-Kur'ân : 30/203
[12] Fethülkadlr : 5/501
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7020-7021..
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7021-7022..
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7021-7022..
[16] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 20/212
[17] Fazla bilgi için bak: Ibn Cerîr/Câmi'u'l-beyân Ff-Tefsiri'1-Kur'ân : 30/202
[18] Bakara Süresi: 7-13
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7024-7025..
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7025..