Yedi ayet olup, Mekkî'dir.[1]
"Dini yalan sayanı gördün mü?"(Mâûn, 1).
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[2]
Bazı kimseler, bu ifadeyi, hemzeyi hazfetmek
suretiyle şeklinde de okumuşlardır. Zeccâc, bu okuyuşun, tercihe şayan bir
okuyuş olduğunu söyleyerek şu izahı yapmıştır: Zira hemze, bu fiilin muzarisinden,
mesela, gibi kalıblarından hazfedilir, atılır. Ama, fiilinin, şeklinde
kullanılması doğru değildir. Ancak ne var ki, istifham harfi, ifadenin başında
yer alınca, hemzeyi atmak kolaylaşır. Bunun bir benzeri de, şairin,
"Sen, kaba sağmış olduğu sütleri, tekrar
hayvanın memesine koym uş olan bt çoban duydun ya da gördün mü?" diye
bağırdı..." ifadesidir. İbn Mes'ûd da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "
(İsrâ, 62) ayetinde olduğu gibi, bu ifadenin sonuna bir kitab harfi ekleyerek,
dlaîjî şeklinde okumuştur.[3]
Bu ifadenin manası, "ceza gününü yalanlayan
kimsenin kim olduğunu biliyor musun, öğrendin mi? Eğer bilmiyorsan, bil ki,
"yetimi şiddetle iten kimsedir..."
Bil ki, bu ifade, her ne kadar şeklen bir istifham
cümlesi ise de, ancak ne var ki, bu gibi ifadelerin maksadı, alabildiğine bir
taaccüb manasını ifade etmektir. Ve bu tıpkı senin, "Gördün mü, falanca ne
yapmış! Kendisini neye duçar kılmış!.." demen gibidir. Ayrıca bu hitabın
Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapıldığı ileri sürüldüğü gibi, bu hitabın aklı olan
herkese yapıldığı da ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Ey akıllı, bunca
deliller ortaya çıktıktan ve bu husus apaçık, ayan beyan izah edildikten sonra,
şu din gününü yalanlayanı gördün mü? O bunu, herhangi bir gaye uğruna
olmaksızın mı yapmıştır?! Öyleyse, akıllı kimseye, gayesiz ya da, neticesinde
dünyalık bir şey bulunmadan, ebedi bir cezayı kendisine celbetmesi uygun olur
mu? Akıllı kimsenin, baki ve çok olan şeyi, fani ve az olan şeyle değiştirmesi
yakışık alır mı? Söyle bakalım..." şeklinde olur.[4]
Bu ayet hakkında şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Bu
ayet, belli şahıslar hakkında da inmiş bir ayettir. Bu görüşte olanlar,
bu şahısların şunlar olduğunu ileri
sürmüşlerdir: İbn Cüreyc, bu
sûrenin, Ebû Süfyan hakkında
nazil olduğunu; zira Ebû Süfyan'ın, her hafta iki deve kestiğini; kendisine bir
yetim gelip de et istediğinde, onu sopasıyla kovup ittiğini söylemiştir. Mu
katil ise,
bu ayetin, Âs ibn Vâil es-Sehmî hakkında nazil
olduğunu; zira kıyameti yalanlamak ile kötü fiiller yapmanın bu adamın özelliği
olduğunu söylemiştir. Süddî, bu ayetin Velid ibn Muğîre hakkında nazil olduğunu
söylerken, Maverdî, bu ayetin Ebû Cehil hakkında nazil olduğunu nakletmiştir.
Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, bir yetimin vasîsi idi. Derken, bu yetim,
Ebû Cehil'e, kendi malından bir şey istemek için, çıplak olarak gelmişti. Ama
Ebû Cehil, onu kovmuş ve onun bu durumuna aldırmamıştı. Derken bu çocuk,
ümitsizliğe kapılmış ve üzülmüştü. Bunun üzerine, Kureyş'in ileri gelenlerinden
birisi ona, "Muhammed'e söyle, o senin için şefaaktçi olur" dedi.
Halbuki bunu söyleyen Kureyşlinin maksadı alay etmekti. Fakat, o yetim çocuk,
bu sözün kendisine, alay için söylendiğini anlayamadı. Hz. Peygamber (s.a.s)'e
geldi ve ondan bu hususta yardım istedi. Hz. Peygamber (s.a.s) ise, hiçbir
muhtaç geriye çevirmezdi. Bu çocuğu alıp, Ebû Cehil'e gitti. Ebû Cehil, ona yer
verdi; çocuğun malını da, çocuğa teslim etti. Bunun üzerine Kureyş, onu
ayıplayarak, "Aşık oldun, sevdin, yer verdin!.." deyince, o,
"Allah'a yemin ederim ki, sevmedim. Ne var ki, onun sağında ve solunda,
dediğini yerine getirmem halinde bana vurup beni öldürecek olan bir mızrak
gördüm..." dedi. İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu ayet, cimrilikle
riyakarlığı birlikte yaşayan bir münafık hakkında nazil olmuştur.
2) Bu, din
gününü yalanlayan herkesi içine alan bir ifadedir. Bu böyledir, zira insanın,
taatlarda bulunmaya yönelmesi, yasaklardan kaçınması, bu kimsenin mükafaat elde
etmeye olan arzusundan ve ilahi cezadan sakınma korkusundan kaynaklanır.
Binâenalyeh, bir kimse kıyameti inkar ederse, şehevî ve lezzetli şeyler namına
hiçbir şeyden geri durmaz. Böylece, kıyametin inkar etmenin, bütün küfür ve
günah çeşitlerinin temelinde yattığı sabit olmuş olur.[5]
"Din"in ne demek olduğu hususunda da şu
izahlar yapılabilir:
1) Bu
ifadeyle, "dinin ve
İslâm'ın bizzat kendisini yalanlayan..." kimse
kastedilmiştir. Bu, bu kimsenin ya,
Yaratıcı'yı yahut nübüvveti ya da kıyamet gününü,
yahutta sert hükümlerden herhangi bir şeyi inkar etmesinden dolayıdır.[6]
Buna göre şayet, "Herkesin mutlaka bağlı olduğu
bir din bulunduğuna göre, ayeti bu manaya hamletmek nasıl mümkün olur?"
denilirse, buna da şu açılardan cevap verebiliriz:
a) Ehl-i
İslâm'ın ve Kur'ân'ın ıstılahına göre, mutlak manada zikredilen din kelimesi
ile, İslâm kastedilir. Nitekim, Cenâb-ı Hak da, "Allah katında (muteber)
din, islâm'dır" (aı-i imrân, 19) buyurmuştur. Diğer inanışlara gelince,
bunlar ancak, mesela Yahudilik, Hristiyanlık dini gibi, bir tür kayıtla din
adını alırlar.
b)
"Bu batıl sözler, din değildir. Çünkü din, Allah'a boyun eğmek, inkıyad
etmek demektir. Ama bu inanışlar ise, şehvete ve şüpheye boyun eğmek
demektir" denilebilir.
2)
Müfessirlerin ekserisinin görünüşe göre, ayetin bu ifadesiyle, "Hesabı ve
işlerin karşılığını yalanlayanı gördün mü?" manası kastedilmiştir.
Müfessirler şöyle demektedirler. Ayetin ifadesini bu manaya almak daha evladır.
Çünkü, İslâm'ı inkar eden kimse de, kıyameti ve öldükten sonra dirilmeyi kabul
etmesi halinde, güzel işler yapabilir ve çirkin şeylerden sakınabilir. Ama, hiç
aldırmaksızın, her türlü kötülüğü yapan kimselere gelince, bu kimseler, ancak
öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkar eden kimseler olabilirler.[7]
"İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu doyurmayı
teşvik etmeyen odur..."(Mâun, 2-3).
Bil ki, Allah Teâlâ, din gününü yalanlayanı tarif
ederken, belirlerken, onun hakkında şu iki vasfı zikretmiştir: Bunlardan
birincisi, yapmak ile ilgili olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "işte yetimi
şiddetle iten..." aayetinin ifade ettiği husustur. İkincisi ise,
yapmamakla ilgili olup, bu da, "Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen..."
ayetinin anlattığı husustur. ifadesinin
başındaki fâ, sebebiyle olup, "Bu kimse kafir ve din gününü yalanlayan
kimse olduğu için, onun küfrü, yetimi itip kakmasına sebep olmuştur..."
demektir. Cenâb-ı Hak, "Din gününü yalanlayandan, işte bunlar sadır
olur" manasında olmak üzere, bu iki sıfatı zikretmekle yetinmiştir. Çünkü
biz, din gününü yalanlayanın, bu iki şeyle yetinmeyeceğini, tam aksine bu
ifadenin, teşbih yoluyla böyle getirildiğini bilmekteyiz. Buna göre Hak Teâlâ
adeta, bunları zikretmek için, bu iki kısımdan her biri hakkında tek bir misal
getirmiştir. Yahutta bu, bu iki özelliğin, şeriata göre, çirkin ve kötü şeyler
olduğu gibi, kişiliğe ve insaniyete göre de kötü ve hoş olmayan şeyler
olmasından dolayıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın, İfadesine gelince, bunun manası, "O,
o yetimi itip kakar, kaba davranır" şeklinde olup, bu tıpkı "Ogün
onlar, şiddetli bir biçimde cehenneme itilir ve kakılırlar" (Tur, 13)
ayeti gibidir. Yetimi itip kakma hususunda bir sözün özü şudur:
1) Yetime,
malını ve hakkını zulmederek vermek.
2) Hernekadar herhangi bir kimseye sahip çıkmak
farz değilse de, sahip çıkmamak. Çünkü kişi, bazan nafileleri yapmamak yüzünden
de kınanabilir. Hele hele bu kişinin münafık ve dinsiz olduğu söyleniyorsa...
3) Yetimi döğüp kovmak ve onu küçümsemek...
Bu ifade, "terkediyor" manasında, şeklinde de okunmuştur ki bu durumda ayet,
"O, yetimi davet etmiyor, yani herkesi davet ederken, yetimi
terkediyor" demektir. Kaldı ki Hz. Peygamber (s.a.s) "Başında yetimin
bulunduğu sofradan, daha büyük (faziletli) sofra yoktur"[8]buyurmuştur.
Yine bu kelime, fağ yani "yetimi, riya olsun diye davet eder ama ona, (doğru-dürüst)
yedirip-içirmez. Onu ancak hizmet etsin diye, yahut ezilsin diye, yahut da
iyilik ediyor gözüksün diye çağırır" şeklinde de okunmuştur.
Bil ki bu kelimeyi şeddeli olarak şeklinde okumanın şu
faydası var: Bu şekilde okumak, bahsedilen kişinin, bu işi alışkanlık haline
getirdiğini ifade eder. Binâenaleyh bu tehdid, kendisinden böyle bir iş sadır
olan, ama yaptığından pişmanlık duyan kimseleri kapsamaz. Hak Teâlâ'nın,
"Küçük günahlar hariç, büyük günahlardan ve fuhuşdan sakınanlar" (Necm,
32) ayeti de böyledir. Mü'minin bu tür küçük günahlarına "lemem"
denilmiştir. Çünkü bunlar, insanları hayal-meyal sarıp, sürekli olmayan
günahlardır. Zira mü'min, bu tür günahları işler işlemez, hemen pişman olur.
Mükezzib (yalanlayıcı) ise, bu günahlarda, ısrar eden, bunlara aldırmayandır.[9]
Hak Teâlâ'nın "Yoksulu doyurmayı teşvik
etmeyen" ifadesi ile ilgili olarak, şu iki izah yapılır:
a) Bu,
"kişi, kedisini yoksulları yedirmeye teşvik etmiyor" manasına der.
"Taam" (doyurma)nın, "miskin" (yoksula) izafesi ise, bu
doyurmanın, fakirin hakkı olduğuna delalet eder. Buna göre bu kimse, adeta
yoksulu, hakkından alıkoymuş gibidir ki bu da, bu kimsenin son derece cimri,
katı kalbi i ve bozuk karakterli olduğuna delalet eder.
b) Bu,
"O, başkalarını yoksulun doyurulmasına teşvik etmez" manasınadır.
Böyle yapmasının sebebi, bunda herhangi bir mükafaatın olmadığına inanmasıdır.
Velhasıl Allah Teâlâ, kıyameti yalanlamanın alametini, güçsüzlere eziyet edip,
marufu (iyi işleri) engelleme olarak belirtmiştir. Binâenaleyh bu, "Bir
kimse ceza-kıyamet gününü tasdik edip de, ilgili tehdidlere yakînen inanacak
olursa, ondan böylesi günahlar sadır olmaz. Öyle ise, ondan bu günahın ondan
sadır olmasının sebebi, onun Kıyamete inanmamasıdır" demektir.[10]
Burada şöyle iki soru sorulabilir:
Birinci Soru:
İnsan pek çok hususda, başkaları teşvik etmemiştir, bundan dolayı günahkar da
olmamıştır?
Cevap:
Çünkü başkaları, bu işi onun yerine yapmaktadır, yahut da başkaları onun sözünü
kabul etmeyeceği için, bunu yapmamıştır; yahut da muhtemel olan bir takım
mahzurlardan dolayı, teşvikte bulunmamıştır. Ama burada, Cenâb-ı Hak, onun, bu
işi, kıyameti inkar ettiği için yapmadığını belirtmiştir.[11]
İkinci Soru:
Peki Cenâb-ı Hak niçin, bunun yerine, "Yoksulu da doyurmaz"
dememiştir?
Cevap: Bir
kimse, yetime, hakkını vermediğine göre, yoksula, kendi malından nasıl
yedirip-içirir. Hatta bu kimse, başkalarının malları hussunda bile cimridir.
Binâenaleyh böyle bir kimse, alabildiğine cimri ve kıskançtır. O yüzden kendi
malı hususunda, haydi haydi cimri olur. Bu ifadenin zıddt ise, mü'minleri övmek
için kullanılan, "Merhameti tavsiye ederler, hakkı tavsiye ederler; sabrı
tavsiye ederler" (Asr, 3) gibi ifadelerdir.[12]
"işte o namaz kılanların vay haline ki onlar
namazlarından gafildirler" (Mâun, 4-5).
Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:[13]
Bu ayetlerin, kendinden öncekilerle münasebeti
hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Yetimlere eziyet
edip, yedirip-içirmemek, kişinin münafıklığına delalet edince, hususuz
ve huzursuz kılınan namaz, bu münafıklığa haydi haydi
delalet eder. Çünkü eziyette bulunup, yedirmemek, insanlara karşı
yapılan bir muameledir. Namaz ise, Allah'a karşı yapılan bir hizmettir.
2) Hak
Teâlâ yetime eziyetten ve insanın yedirip-içirmeye teşvik etmemesinden
bahsedince, sanki birisi, "Namaz, insanı fuhşiyyattan ve kötü şeylerden
alıkoymaz" (Ankebût, 45) demiş de, Cenâb-ı Hak ona, "Riya ve
gafletten kurtulamayan bir namaz, insanı nasıl kötü işlerden alıkoyabilir"
diye cevap vermiş.
c) Hak
Teâlâ sanki, "Kişinin yetime eziyete yönelmesi ve yetimi doyurmaya teşvik
etmemesi, Allah'ın mahlukatına karşı şefkatli olma konusunda bir kusur;
namazında gaflet etmesi ise, Allah'ın emrine saygı konusunda bir kusurdur.
Binâenaleyh kişiden, bu iki konuda böyle kusurlar meydana gelince, bu kişinin
şakiliği doruk noktaya varmış olur. İşte bu yüzden Hak Teâlâ, "Vay
haline" buyurmuştur.
Bil ki "veyl" (vay haline, yazıklar olsun)
kelimesi, çok ileri derecede bir suçun işlenmesi halinde kullanılır. Mesela,
Hak Teâlâ, "Ölçekte ve tartıda hile yapanlara veyl olsun"
(Mutaffffin, 1); "Ellerinin kazandığı şeyden, yaptıkları şeyden Ötürü
onlara veyl olsun " (Bakara, 79) ve "Arkadan çekiştirmeyi yüze karşı
eğlenmeyi ve ayıplamayı adet haline getirenlere veyl olsun "(Hümeze, 1)
buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre herkes cehennemde, suçuna göre
bağırıp-çağirip ağlayacak. Mesela birisi, "Şan ve i şerefin peşinde
koşmamdan ötürü veyl bana, yazık bana" diye ağlarken; bir başkası '
"Cahilî taassububdan ötürü veyl bana..", bir başkası,
"Namazımdaki kusurumdan ötürü veyl bana, vay halime" deyip ağlar.
İşte bu yüzden, bu gibi ayetleri dinlerken kişinin, "Eğer Cenâb-ı Hak beni
bağışlamazsa, veyl bana, vay halime" demesi müstehab ..olmuştur.[14]
Bu ayet şu üç şeyi yapma yüzünden, büyük bir tehdidin
meydana geleceğine delalet eder:
1)
Namazdan gafil olmak,
2)
Riyakarlık,
3)
Milletin ihtiyacı olan, kap-kacak, alet-edevat gibi şeyleri vermemek... Bütün
bunlar, kişinin günahkar olmasını, gerektiren hususlardır. Dolayısıyla da kişi
bunları yapmakla münafık olmaz. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, bu fiilleri
yapanlar için böyle büyük bir tehdid yöneltmiştir? İşte bu problemden ötürü,
müfessirler şu izahları yapmışlardır:[15]
a) Ayetteki,
ifadesinin mânası, "Bu fiilleri yapan münafık namaz kılanlara veyl
olsun" şeklindedir. Buna göre ayet, kafirin, şeriatın yasakladığı işleri
yapıp, şeriatın emrettiği şeyleri yapmaması sebebiyle, cezasının daha fazla
olacağına delalet eder. Bu da, İmam Şafiî'nin, "Kafirler de, şeriatın
hükümlerinden mesuldürler" sözünün doğruluğuna delalet eder. İşte itimada
şayan cevab budur.[16]
b) Atâ,
İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eğer Allah Teâlâ,
"Namazlarında gafil olanlara..." demiş olsaydı, bu tehdid, mü'minler
hakkında olurdu. Fakat Hak Teâlâ, "Namazlarından gafil olanlara..."
demiştir. Namazdan gafil olan, namazı hatırlamayan ve namaza boş veren
kimsedir." Bu görüş, zayıftır. Çünkü, "namazdan gafil olma",
namaz kılmama ve terketme namazına alınamaz. Zira Hak Teâlâ, ayetin baında,
"işte o namaz kılanların vay haline..." demek suretiyle, zaten
bahsedilen bu kişilerin namaz kıldıklarını belirtmiştir. Namazdan gafil olma,
namazı terk manasına olsa bile, bunu yapan, bundan dolayı ne münafık olur, ne
kafir olur.
Bunlardan birinci itiraza şu şekilde cevap vermek
mümkündür: Allah Teâlâ, şekle nazaran, bunlara "namaz kılanlar"
demiş, batına ve gerçek hallerine nazaran da, "namazdan gafil olduklarına,
yani namaz kılmadıklarına hükmetmiştir. Bu tıpkı, "Namaza kalktıkları
zaman, tembel tembel kalkarlar, insanlara riya olsun diye namaz kılarlar ve Allah'ı
hiç zikretmezler"(nisa, 142) ayetinde anlatıldığı gibidir.
İkinci itiraza da şöyle cevap verilir: Namazı unutmak,
kişinin namazın tüm parçalarında, Allah'ın zikrini unutup kalması manasına
gelir ki böyle bir namaz, ancak namazın hiçbir faydası olmadığını düşünen münafıktan
sadır olur. Namazda açık bir fayda olduğuna inanan müslümanın ise, namazın
hiçbir parçasında din, sevab, ikab işlerini hatırlamaması imkansızdır. Aksine
namazının bazı kısımlarında gafil olup, başka düşüncelere dalması manasında,
mü'min için, namazda bazan gaflet hali meydana gelebilir. Böylece namaz
kılarken sehvetmek, yani bazan gaflete düşmenin, mü'minin hallerinden; namazdan
gaflete düşmenin de kafirin hallerinden olduğu sabit olur.
c) Ayetteki
"sâhûn" (gafil) kelimesinin manası, "Namazlarının vakitlerine ve
şartlarına uymazlar" şeklinde olabilir. Buna göre ayet, "O, namaz
kılıp, kıl mamaya aldırmaz" manasında olur. Bu, Sa'd b. Ebû Vakkâs (r.a),
Mesrûk, Hasan el-Basrî ve Mukâtil'in görüşüdür.[17]
Alimler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in namazda, sehvedip
etmediği konusunda ihtilaf
etmişler ve çoğu;
"Hz. Peygamber (s.a.s), hiç sehvetmemiştir. Fakat Allah Teâlâ, bu
hükmü fiilen (pratik olarak) beyan olsun diye, bu hususta, Hz. Peygamber
(s.a.s)'İn, sehveden (unutan-gafil olanın) yaptığı gibi yapmasına izin
vermiştir. Çünkü birşeyi fiilen (pratik olarak) açıklamak, daha kuvvetlidir.
Hz. Peygamber (s.a.s)'den yanılmanın gafletin olduğunun farzedilmesi durumunda
"sehv", şu üç kısma ayrılır:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in ve sahabenin sehvi... Bu, bazan sehiv secdesiyle, bazan da
sünnet ve nafilelerle onardır.
b) Namazdaki
gaflet, namaza ve niyetine hazırlıklı olmamadır.
c) Namazı,
kazaya bırakmaksızın büsbütün terketmek ve vaktini geçirmek... Münafığın namazı
böyledir ve bu namazı terketmeden daha şerli bir harekettir. Çünkü münafık
kıldığı bu namazı ile adeta dinle eğlenmektedir.[18]
"Onlar, riya yapanların ta kendileridir ve onlar
mâûnu da vermezler" (Mâûn, 6-7).
Bil ki münafıkla riyakar arasındaki fark şudur:
Münafık zahiren iman etmiş görünüp, içinde küfrü saklayan kimsedir. Riyakar
ise, kendisini görenler dindar olduğuna inansınlar diye, kalbinde olmadığı
halde, alabildiğine bir huşu gösteren kimsedir. Yahut şöyle de diyebiliriz:
Münafık, kimsenin olmadığı, görmediği yer ve zamanda namaz kılmayan; riyakar
ise, en güzel namazı insanların yanında kılan kimsedir.
Bil ki namaz ve zekat gibi farz ibadetleri açıktan
yapmak vacibtir. Çünkü bunlar, İslâm'ın alametlerindendir. Bunları terkedenler,
lanete müstehak olurlar. Binâenaleyh bunları açıktan yapmak suretiyle, insanın,
hakkında oluşabilecek töhmetleri bertaraf etmesi gerekir. Gizli yapma ise,
nafileler için söz konusudur. Fakat nafileler de, açıktan yapılınca,
başkalarına örnek olacağı umulursa, açıktan yapılır. Birisi, mescidde şükür
secdesi yapan ve bunu çok uzatan bir adam görmüş, "Bu ne güzel şey, keşke
bunu evinde yapsaydı!" demiştir. Fakat alimler şöyle demektedirler:
"Nafileler, utanmadan dolayı terkedilemeyeceği gibi, riyakarane de
yapılmamalıdırlar. Çünkü nafilelerde riyadan kaçınmak zordur. İşte bundan
ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s) "riya, siyah karıncanın, kapkaranlık gecede,
siyah bir zemin üzerindeki hareketinden daha gizlidir"[19]
buyurmuştur. Buna göre eğer, "Ayetteki
fiili ne manaya gelir?" denirse, biz deriz ki: Bu, "irâe"
(gösterme) masdarından, müfâ'ale'sidir. Çünkü mürâî, yaptığını insanlara
gösteren kimsedir. Böylece insanlar da onu görünce, överler ve ona takdirlerini
sunarlar. Bil ki "Onlar namazlarından gafildirler"(Mâûn, 5) ayeti şu
iki şeyi ifade eder:
a) Namazın
vaktini geçirmeyi;
b) İnsanın
namazda iken gaflette olmasını...
"Onlar, riya yapanların ta
kendileridt" ayeti de, riyakarlığı anlatır. Böylece namazın, bu üç
durumdan hali olması gerektiği anlaşılır.[20]
Hak Teâlâ, namazın durumunu anlatınca, peşisıra
bağışta bulunmayı zikrederek, "Onlar mâûnu da vermezler" demiştir.
Burada şu izahlar yapılır:
1) Hz. Ebû
Bekir, Hz. Ali, İbn Abbas (r.ahm), İbnu'l-Hanefiyye, İbn Öber (r.a), Hasan
el-Basrî, Sa'İd b. Cübeyr, İkrlme, Katâde ve Dahhâk'a göre, ayetin bu kelimesi
ile zekat kastedilmiştir. Ubeyy (r.a)'in hadisinde şu yer almaktadır:
"Kim, Eraeyte (mâûn) sûresini okursa, eğer bu kimse zekatını da veriyorsa, Allah
onu bağışlar." İşte bu ifade, sûredeki "mâûn" ile, zekatın
kastedildiği düşüncesini vermektedir. Bir de Allah Teâlâ, bu ifadeyi,
"namaz" ile ilgili ayetin,
peşinden getirmiştir. Binâenaleyh
bununla zekatın kastedilmesi gerekir.
2) Müfessirlerin
çoğunun görüşüne göre, "mâûn", örfen verilmesi gereken, verilmemezlik
edilmeyen, fakir-zengin herkesin birbirinden istediği şeylerin adıdır. Böyle
şeyleri vermeyenler, kötü huylu ve cimri diye nitelenirler. Bu şeyler, balta,
kazan, kova, bakraç, tencere, çengel, kalbur ve keser gibi, kap-kacak,
alet-edevattır. Bunlara, tuz, su ve ateş (kibrit vs.) gibi şeylerin verilmesi
de girer. Çünkü şöyle rivayet edilmiştir. "Üç şeyin verilmemesi helal
değildir:
Su, ateş ve tuz'un... "[21]
Konusunun, fırında (tandırında) ekmek pişirmeyi istemesi veya bir
günlüğünü-yarım günlüğüne bir eşyasını senin yanına koyması da ayetin
hükmüne girer. Bu görüşte olanlar şöyle derler:
"Mâûn", fâ'ûl vezninde olup kökündendir ise, ufacık-azıcık şey
demektir. "Malı çoktur, az değildir" manasında, denilmesi de
böyledir. Zekata da "mâûn" denmiştir. Çünkü zekat, malın kırkta biri
olarak alınır. Binâenaleyh zekat, çok şeyden az olarak alınan şey demektir.
Örfte balta, bıçak gibi şeylere de "mâûn" denmiştir. Bu manaya göre
ayet, bu basit, ufacık, önemsiz şeyler hususunda insanları cimrilik etmekten menetmektedir.
Çünkü bunlar hususunda cimrilik etmek, son derece düşüklük ve basitliktir. Ki
münafıklar da böyle basit insanlardı. Çünkü HakTeâlâ, "Onlar, cimrilik
yaparlar ve insanlara da cimrilik emreden (tavsiye edenleridir" (Nisa, 37)
ve "O, hayrı alabildiğine engelleyen, haddi aşan ve çok günah
işleyendir" (Kalem, 12) buyurmuştur. Alimler, bir kimsenin evinde,
komşularının ihtiyaç duyacağı şeyleri çokça bulundurmasının fazilet olduğunu
söylemişlerdir. İşte Cenâb-ı Hak insanları bu hususta ayıplamış ve farzları
yapmaları ile yetinmemiştir.
3) Ferrâ
da şöyle demektedir: "Araplardan birinin, "mâûn, su demektir"
dediğini duydum. O, bana şu beyti delil getirdi:
"Onun devesi suyu, ağzıyla püskürtüyor/'
Belki de Cenâb-ı Hak, bulunmadığında en kıymetli,
bulunduğunda ise en ucuz şey oluşundan ötürü özellikle bu ayette,
"mâûn" diye suyu zikretmiştir. Bir de su, cehennemliklerin,
"Üzerimize su dökün" (A'raf, 50) deyişi gibi, ilk isteyecekleri şey
"Rableri onları temiz bir içecekle savardı" (insan, 21) ayetinde
ifade edildiği gibi, cennetliklerin ilk tadacakları lezzettir.
4) Mâûn,
inkiyâd etmektir. Nitekim "Sana itaat etsin" manasında, "Deven
sana itaat etsin diye, onun ağzını burnunu kır" denilir.
Bil ki evla olan "mâûn"un, yapılması kolay
ve basit her türlü taat manasına alınmasıdır. Çünkü bu manaya almak, daha fazla
fayda (mana zenginliği) sağlar.
Muhakkak alimler, buradaki, "Onlar riya
yapanların ta kendileridir" ifadesi ile, "Onlar mâûn da
vermezler" ifadesi arasındaki münasebet hususunda şöyle derler: "Hak
Teâlâ adeta, "Namaz benim için, mâûn ise halk içindir. Binâenaleyh Benim
için yapılması gereken şeyi, bu riyakarlar, halka sunup, gösteriyorlar; halkın
hakkı olanı ise, onlara vermiyorlar" demek istemiştir. Buna göre sanki bu
riyakarlar, hem Hakka hem halka, olması gerekenin tersine muamele ediyorlar.
Eğer, "Cenâb-ı Hak niçin din gününü yalanlayan ve (bu sıfatlara sahip
olan) kimsenin ismini açıkça zikretmemiştir?
Eğer sen, "O kimseyi teşhir etmemek
için..." diyecek olursan, ben de derim ki: "Peki o zaman, Cenâb-ı Hak
niçin, Hz. Adem (a.s)'i teşhir etti de, "Adem Rabbine asi oldu"(Taha,
121) buyurdu?" denilirse, şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ, Hz. Âdem
(a.s)'in hatasını, ölümünden sonra, evladları için bir lütuf olsun diye, tevbe
ettiğini de belirtmek suretiyle zikretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, o ufacık
zelleden (hatadan) ötürü, onu cennetten çıkarmıştır. Peki onun evladları daha
nasıl, bunca büyük günahları işledikleri halde, oraya gelmeyi umabilirler. Bir
de bu hatanın, bu şekilde açıkça anlatılması, Hz. Adem (a.s)'in kadr-u
kıymetinin yüceliğini belirtmektir. Çünkü Hz. Adem (a.s), kedisinden bu tek
hata sadır olan, ama buna da böylesine tevbe ve yakarışta bulunan bir yiğittir.
Şimdi bu sûreyi şöyle bir dua ile sona erdirelim:
"Ey Allahımız, bu sûre münafıklar hakkında; bundan sonraki sûre ise, Hz.
Muhammed (s.a.s) ve ashabının derecesine erişemediysek de, bu kötü fiillerde, o
münafıkların derekesine düşmedik. Binâenaleyh ey Rabbimiz, ey Erhame'r-Râhimîn
fazlınla bizi affet. Salat ve selam efendimiz Hz. Muhammed'e, onun âline ve
ashabına olsun (amin)![22]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/437.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/439.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/439.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/439-440.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/440.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/440.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/441.
[8] Kenzu’l-Ummal,3/6040.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/441-442.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/442.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/443.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/ 443.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/443.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/443-444.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/444.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/444.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/444-445.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/445.
[19] Benzer bir hadis için bakınız: Müsned, 4/403.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/445-446.
[21] Ebû Davud, zekat, 36 (2/127). (Benzer Hadis).
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/446-448.