-
107 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
107., Nüzûl sıralamasına göre 17., Mufassal sûreler kısmının on beşinci
grubunun beşinci sûresi olan Mâûn sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 7’dir.
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1. “Ey Muhammed! Dini yalan sayanı
gördün mü? 2-3. Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmağa yanaşmayan kimse işte
odur. 4. Vay o namaz kılanların haline ki: 5. Onlar kıldıkları namazdan
gafildirler. 6. Onlar gösteriş yaparlar.
7. Onlar (eğreti olarak) basit şeyleri dahi vermezler.”
Kulluk kitabımızın 107 sırasına yerleştirilmiş Eraeyte,
Din, Mâ-ûn gibi isimlerle anılan Kur’an
hakkında söz söyleme hakkına sahip olan âlimlerimizden kimilerinin Mekkî, kimilerinin Medenî, Âlûsî
gibi kimilerinin de yarısı Mekkî yarısı Medenî dedikleri,
Mekkî bölümünün (a.s)Bin Vail,
Medenî bölümünün de meşhur Medineli münâfık Abdul-lah Bin Übey bin Selül hakkında indiği söylenen bir sûreyle karşı kar-şıyayız.
Sûrede Mâûndan söz edildiği, Mâûnun da
zekât olduğunu an-layanlar sûrenin Medenî olduğunu
söylemişler. Ama Mâûnun zekâtın dışındaki sadakalar da olabileceğini iddia
edenler de sûrenin Mekkî olduğunu söylemişler. Yine
sûrede nifaktan ve münâfıklardan söz e-dilmesi de sûrenin Medenî olabileceği
ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Çünkü münâfık Medine toplumunun insanıdır.
Münâfık Medine toplu-munda görülür. Mekke’de münâfık
yoktur. İslâm’ın ve Müslümanların zayıf olduğu bir toplumda münâfıklığa gerek
de yoktur. Kâfir böyle bir toplumda kâfirliğini gizleme zarureti duymaz. Ama
Medine toplumun-da, yâni İslâm’ın ve Müslümanların güçlü olduğu toplumlarda
kâfir ya korkusundan, ya da
menfaatlerini kaybetmemek için Müslüman gö-rünme zarureti duyabilir.
Sûrede gösteriş için namaz kılanlardan
söz ediliyor. Mekke’de böyle bir şey yoktu. Mekke’de gerçek bir Müslüman için
bile namaz kılmak ve cemaate katılmak çok zor bir olaydı. Gizli gizli namaz kılı-yordu Müslümanlar. Böyle bir ortamda ben Müslümanım demek bile âdeta işkenceye adaylığını koymaktı.
Böyle bir ortamda Müslüman ol-madıkları halde ben de Müslümanım diye gösteriş için namaza ko-şanlar
değil, îman ettikleri halde sosyal statülerini kaybetmemek için kimi zayıf
Müslümanlar îmanlarını bile gizlemek durumundaydı. İşte bu sebeplerden ötürü bu
sûrenin Medenî olduğunu söyleyenler ol-muşsa da âlimlerimizin ekseriyetinin
görüşü sûrenin Mekkî oluşudur doğrusunu Allah bilir
diyoruz.
Sûrede âhireti,
âhiretteki hesap ve kitabı reddeden, yalan sa-yan ve bu ölüm ötesi hayatı yalanlama konusunun her
ikisinin de or-tak özelliği olduğu iki grup insan
anlatılır. Bunlardan birincisi kâfirler. Allah’a inanmayan, Allah’a kulluğa
yanaşmayan, Allah’la iyi bir ilişki içinde olmayan, bu yüzden de Allah
kullarıyla iyi bir ilişki içine girme-yen, Allah kullarına iyi davranmayan,
Allah’ın kendilerine lütfettiği sa-yısız lütuf ve nîmetlerine karşı nankör davranan, ölüm
ötesi hayatı in-kâr eden, yaşadıkları bu hayatın sonunda karşı karşıya
gelecekleri hesabı kitabı yalanlayan, randevu gününü reddeden ve hayatlarını bu
inanca bina eden kâfirler.
İkincisi dilleriyle Allah’a ve
Allah’tan gelen hayat programına i-nandıklarını iddia
ettikleri halde hayatlarıyla bunu yalanlayan, hayat-larını
Allah için Allah’ın belirlediği yasalar çerçevesinde değil de in-sanlar için
yaşayan, Amellerinde hareketlerinde Allah’ın rızasını değil de insanların
hatırını gözetleyen, riya, gösteriş için namaz kılan mü-nâfıklar.
Bu iki insan tipinin anlatıldığı sûrede
Rabbimiz önce kâfirlerin karakteristik özelliklerini anlatır. Onlar dini, din
gününü yalanlarlar, ye-timi itip kakarlar, toplumda sosyal ve siyasal dayanağı
olmayan gari-banları hor görüp onlara zulmederler,
fakir fukaranın hakkını gasp e-dip onlara vermezler. Münâfıklara gelince onlar
da namazlarından gaflet ederler, namazlarını gösteriş için kılarlar, ya da onlar aslında namaz kılmazlar da namaz gösterisinde
bulunurlar, namazı vaktinde kılmazlar, namazı Allah’ın istediği şekilde
kılmazlar buyurulmaktadır.
Evet sûrede özellikleri anlatılan bu
insan grupları şahsında, âhirete inanmamanın, ölüm
ötesi hayatın hesap ve kitabını reddetme-nin ve bu
inanca dayalı dünyada sorumsuzca bir hayat yaşamanın in-sanı ne hale getirdiği,
böyle bir hayatın insanı Nasıl insanlıktan çıka-rıp,
tüm insani ve ahlâkî değerlerden sıyırıp Nasıl canavarlaştırdığı anlatılmaktadır.
Âhireti inkâr edip ölüm ötesi hayatın hesabını reddet-menin
insanlarda ne gibi ahlâkî düşüşler meydana getireceği gözler önüne
serilmektedir.
İlk âyetlerinde itikadî
nifakı son iki âyetinde de ameli nifakı or-taya koyan
ve yedi kısa
ayetten meydana gelen bu sûre, küfür ve i-man
hususunda geçerli olan anlayışı kökünden değiştirebilecek güçte gerçekleri ele
almaktadır. Bu din gösteriş ve şekil dini değildir. İbadet ve hareketlerdeki samimiyete
ve feragate büyük önem veren İslâm, bu samimiyetin salih
amele ve yeryüzünü imar eden bir dinamizme dönüşmesini emreder. Ayrıca bu din,
muhtevası bir birinden ayrı bö-lük-pörçük
gerçeklerden oluşmuş bir din de değildir. İnsan onun bir kısmına uyup bir
kısmını terk ettiği takdirde görevini yapmış sayılmaz. Bu din mütekâmil bir nizamdır.
İbadet ve mükellefiyetleri iç içedir. Fer-di ve içtimaî emirleri birbirini
destekler. Hepsinin de gayesi insanları yüce bir hedefe yöneltmektir...
İnsan, diliyle müslüman olduğunu, bu dini tasdik ettiğini söyle-yebilir; namaz da kılabilir; namazın dışındaki diğer
hükümleri de yeri-ne getirebilir. Bütün bunları yaptığı halde, yine de gerçek
imandan ve gerçek tasdikten uzak, hem de çok uzak kalabilir. Çünkü bu gerçekle-rin bazı alametleri vardır ki, onlar bu imanın varlığının
delilidir. Bu ala-meti taşımadan insan ne kadar diliyle
söylerse söylesin, ne kadar iba-det
ederse etsin, gerçek imana ve gerçek tasdike eremez. Asr
sûre-sinde de belirtildiği gibi, iman gerçeği bir kalpte yer edince o kalp o
anda harekete geçer ve salih amel şeklinde de imanın
varlığını gös-terir. Bu
hareket olmayınca onun varlığı için bir delil yok demektir. İşte bu surenin
ayetleri de aynı gerçekleri dile getirmektedir.
Sureyi iki kısımda ele
almak mümkündür. a) Yetimin hakkını yiyen, ona babasından kalan mirası
vermeyen, ayrıca bir yetim, çare-sizlik içinde ona gelince onun ihtiyacını
karşılamadan onu itip kakarak kovan ve yoksulun açlığı ile ilgilenmeyen
kimselerin durumu şiddetli tehdit ifade eden bir üslupla bize bildirilmektedir.
Onlar İslâm'ı inkâr eden, hesap gününe inanmayan kimseler olarak takdim edilmektedir:
"Gördün mü o, dini yalanlayanı" (1). Dini yalanlamak ahiret günündeki hesaba çekilmeyi ve cezayı inkâr etmek
demektir. Kur'an ıstılahında "dîn"
amellerin ahiretteki karşılığı olarak kullanılır:
İşte, o dini yalan-layan, yetimi itip kakan, yoksulu
doyurmaya teşvik etmeyendir. (2-3)
Bu sûrenin; cimrilikleri, yoksullara, düşkünlere
eziyet ve onları hor gö-rüp
itip kakmaları ile tanınan, as İbn Vâil, Velid İbn
Âiz ve Ebû Süfyân hakkında nazil olduğu şeklinde muhtelif rivayetler
bulunmaktadır.
Yetimi ve düşkünü
horlayarak itip kakan, ona işkence eden kimselerin durumu, dini
yalanlamaktadır. Allah’a ve ahiret gününe iman eden
bir kimse, Allah Teâlâ’nın bu büyük ithamı
karşısında, ür-pererek,
etrafındaki yetim, yoksul ve ihtiyaç sahiplerinin hukukunu hassas bir şekilde
gözetecek, onların ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Bu, müminin iman etmekle
girmiş olduğu ahlâkî kalıbın gerektirdiği bir ha-reket
tarzıdır. b) Kıldıkları namazdan gâfil olanlar ve gösteriş için na-maz kılanların ahiret gününde karşılaşacakları acıklı azap vurgula-nıyor: "Vay o namaz kılanların haline, ki onlar,
kıldıkları namazdan habersizdirler; onlar, gösteriş yaparlar"(4, 5, 6).
Bu namaz kılıcılar, nifak
içerisinde bulunan tiplerdir. Onların kıldıkları namaz, zahiri bir şekilden ibaret
kalmakta, kalplerinde hiç bir manevi iz bırakmamaktadır. Kıldıkları namazlardan
gâfil olanlar iba-resi;
namazlarını vaktinde kılmayıp tehir eden, halkın huzurunda kıldı-ğı halde, yalnız kalınca namazı terk eden münafıkları haber
vermek-tedir. Onlar görünürde namazlarını kılarak,
müminlerden görünmek suretiyle bir takım dünyevî menfaatler elde etmek isterler.
Onlar için namazını dosdoğru kılan, salih insanlar denmesi,
hoşların gider. Al-lah’a değil de, kendi nefislerine
tapınmış olurlar. Bu tiplerin, inanan in-sanları kandırmaları mümkündür. Çünkü
İslâm, zahire göre hüküm vermeyi emreder. Kalplerde olanı ise, yalnız Allah Teâlâ bilebilir. Na-mazı kılmak
veya terk etmek karşılığında bir şey görmeyeceklerini zannedip Allah’ın dinini
kendilerine kalkan yapanların ne kadar büyük bir gaflet ve sapıklık içinde olduğunu
Allah Teâlâ bu ayetleri ile bize haber vermektedir.
Ayrıca namaz kılan herkes
bu vesile ile uyarılmaktadır. Allah Teâlâ nifak
içerisinde ibadet edenlerin durumunu şu ayeti kerime ile de açıklığa
kavuşturmaktadır: Şüphe yok ki münafıklar güya (akıllarınca zahiren mümin
görünüp kalplerinde küfrü gizlemekle) Allahu Teâlâ’yı aldatmak isterler. Halbuki O, (oyunlarını ve)
hilelerini başlarına geçirendir. Namaza kalktıkları zaman da tembelce
kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak (insanların huzurunda)
birazcık anarlar" (Nisâ,142). İşte kalpleri nifakla dolu bu insanların en
önemli özelliklerinden biri, Allah Teâlâ'nın şu sözü
ile ifade edilir: "Onlar, başkasına en ufak yardımı esirgerler" (7).
Bu sure, ibadetlerin görünüşlerinin Allah indinde bir değerinin olmadığını,
ibadetleri ifâ ederken onların hakikatlerini yaşamanın ve yalnız Allah için
yapmanın gerekliliğini tebliğ etmektedir.
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya başlayabiliriz.
1. “Ey Muhammed! Dini yalan sayanı
gördün mü?”
“Eraeyte” ifadesi “Elem tera” ifadesinden
farklıdır. “Eraeyte” gözle görmek anlamına
geldiği gibi aynı zamanda düşünmek, anlamak anlamlarına da gelmektedir. Fil sûresinde
olduğu gibi Rasulullah Efendimizin fil olayını bizzat
gözle görmesi mümkün değildir. Çünkü bu Rasulullah
efendimizin daha dünyaya gelmesinden önce gerçekleşmiş bir hadise olarak
bilinir. Halbuki bu sûrede anlatılan dini yalanlayanları ve öteki özellik sahiplerini
Allah’ın Resûlü bizzat gözleriyle görüyordu. Onun içindir ki önce Rasulullah efendimize, sonra da onun şahsında hepimize, tüm
akıl sahiplerine gördün mü? Bildin mi? Anladın mı? diyor Rabbimiz. Şöyle bir
bakın etrafınıza çok rahat göreceksiniz. Kimi?
Dini yalanlayanı, dini yalan sayanı
gördün mü? Tanıyıp anladın mı? Tabii bu cevap bekleyen bir soru değildir. Dinle,
onu sana ben anlatayım demektir bunun manası. Ya da
muhatabı dini yalan sayan kimseleri tanımaya dâvet veya dini yalan sayan
kimselerin karakteristik özellikleri üzerinde düşünmeye dâvettir.
Burada yalanlanan dinden kasıt, ya İslâm, Allah’ın yeryüzüne gönderdiği hayat tarzı,
Allah’ın belirlediği yaşam biçimidir. Ya da âhi-ret
günü, âhiret günü gerçekleşecek hesap ve kitaptır.
Zaten Kitap ve sünnetin ortaya koyduğu hayat programını, yani dini yalan sayan
bir kimsenin âhireti de âhiretteki
hesap kitabı da yalanlaması kaçınılmazdır. Dini reddeden bir kimsenin âhirete îman etmesi mümkün değildir.
Şu anda da çevremizde âhiretteki hesap kitabı yalan sayan yığınlarla insan
görüyoruz. Dikkat ederseniz âyet-i kerîmede dini inkâr edenler denmiyor, dini
yalan sayanlar, dini yalanlayanlar deniyor. “Kezzebe”
inkâr etmek değildir aslında. “Kezzebe” bir şeyi
kabul etmekle birlikte gereğini yerine getirmemek demektir. Adam anlıyor,
kabullendiğini söylüyor ama bu kabulün gereğini yerine getirmiyor. İşte yalan
saymak budur.
Meselâ diyorsunuz adama: Arkadaş dışarı
mı çıkıyorsun? Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman
pardösünü giymeden çıkma! diyorsunuz. Adam denileni anlıyor, kabulleniyor, kar
nedir? Soğuk nedir? Bunu biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor,
anlıyor ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa işte bu yalan saymaktır. Adam
âhirete inandığını iddia ediyor, ölümden sonra
diriliş, hesap kitap vardır diyor ama öyle bir hayat yaşıyor ki bu inancın
kokusuna bile rastlamak mümkün değildir. Veya meselâ namazın farz olduğunu,
kılınması gerektiğini biliyor, ama yine de kılmıyor. Müddessir
sûresinin son bölümünde de bu anlatılıyordu:
“Bizler din gününü yalan
sayanlardandık.”
(Müddessir: 46)
Deniyordu. Dünyada mü'min
görünen suçlular anlatılıyordu. Yani dünyada mü'min
zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında alan bu insanlara Müslümanlar, cennete
girenler şaşkınlık içinde şöyle soruyorlardı:
“Hayrola! Niye geldiniz buraya? Bir
yanlışlık filan mı oldu?”
Siz mü'min
değil miydiniz? Ne işiniz var sizin burada? Bir yanlışlık mı oldu ki cennete
gitmeniz gerekirken buraya geldiniz? buyurulunca bunlar dört suç sayıyorlar: Bu
suçlardan birisi de:
“Biz din gününü yalan sayardık.”
Bakın din gününü inkâr ederdik değil
yalan sayardık. Meselâ adama soruyorsunuz: Arkadaş ölecek misin? Tamam.
Dirilecek misin? Tamam. Hesap-kitap var mı? Tamam. Peki Allah Kâdir mi? Yapar mı
bunu? Tamam hepsine inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı
konulara aldırış etmeden yaşıyor adam. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin
kokusunu bile görmek mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki adamın, bu
inancının hiç mi hiç etkisi yok.
Yani îmanının, inandım dediği şeyin
gereğini yapmıyor. Veya îmanını amele dönüştürmüyor. Çok korkunç bir suç değil
mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor ama kılmıyor. Örtünmesi gerektiğine
inanıyor ama örtünmüyor. Kur’an’ı, sünneti tanımadan
Müslümanlık olmayacağına inanıyor ama farklı yaşıyor. Çoluk çocuğunu eğitmesi
gerektiğine inanıyor ama yaklaşmıyor. İşte yalan saymak budur ve çok büyük bir
suçtur. Öyleyse inandık dediğimiz şeyleri amele dönüştürmeye çalışalım
inşallah.
Âyet-i kerîmede dini, din gününü inkâr
edenler denmiyor, yalanlayanlar yalan sayanlar deniliyor. Öyleyse Allah için
burada çok ciddi düşünmek ve kendimizi yargılamak zorundayız. Acaba dilimizle
kabul ettiğimiz âhireti hayatımızla, hayat
programımızla yalan sayanlardan mıyız, değil miyiz? Bunu çok ciddi düşünmek
zorundayız. Çünkü unutmayalım ki yalan
saymak küfürden farklıdır. İnkâr etmek, âyetleri ve âyetlerin ortaya koyduğu
ölüm ötesi hayatı tümüyle reddetmek ve inanmamak demektir. Ama yalan saymak
âyetlere inanmakla beraber gereğini yerine getirmemek demektir.
En’âm’da bu
yalan sayanların şöyle dedikleri anlatılır:
“Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz
dirilecek de değiliz” dediler.”
(En’âm 29)
Hayat, bu hayattan ibarettir. Hayat
ancak bu dünya hayatıdır. Varsa da yoksa da işte yaşadığımız bu hayat vardır.
Bunun ötesinde başka bir hayat yoktur dediler. Bizler bir daha diriltilecek
değiliz, diyerek âhiret hayatını inkâr ettiler.
Bazıları hem dilleriyle inkâr ettiler, hem de hayatlarıyla inkâr ettiler. Hem
sözle, hem de hayat programlarıyla inkâr ettiler. Aslında ister dilleriyle
inkâr eden kâfirler olsun, isterse dilleriyle âhirete
inandıklarını iddia ettikleri halde hayatlarıyla onu yalanlayanlar olsun,
bunların hepsi âhiretin varlığının farkında ve
bilincindedirler.
Hainler biliyorlar aslında Allah’ı. Biliyorlar
Allah’ın âyetlerini. Biliyorlar âhireti ama bile bile, peşin peşin reddediyorlardı.
Çünkü bu adamların hayatları, yaşantıları, beklentileri, âhiretteki
hesabı, kitabı reddetmelerini gerektiriyordu. Çünkü âhirete
inandıkları zaman kesinlikle biliyorlardı ki hayatları değişecekti. Allah’a,
Allah’ın âyetlerine, Allah’ın hayat programına yöneldikleri zaman huzurları kaçacaktı.
Ölüm ötesi hayatın hesabı, kitabı gündeme geldiği zaman iştahları gırtlaklarında
düğümlenecekti. O zaman insanlara zulüm edemeyecekler, kan içemeyecekler,
tanrılıkları bitecek ve sömürü düzenleri sona erecekti. O zaman zulümleri
bitecekti. Saltanatları, çıkarları sona erecekti. Onun için biliyorlar ama bile
bile inkâr ediyorlardı.
Şimdi buna göre, bu âyetin ortaya
koyduğuna göre Allah için bizler kendimizi, çevremizi, en yakın akrabalarımızı
bir değerlendirelim. Yirmi dört saatin kaçta kaçını âhiret
hesabına harcıyoruz? Bir günümüzün kaçta kaçını Kur’an’ın
tâlimine, dinin tedrisine harcıyoruz? Kaçta kaçını dinin tebliğine, emr-i bi’l-marufa harcıyoruz?
Kaçta kaçını işimize, aşımıza, dükkanımıza, tezgahımıza, ticaretimize, maişet
teminine harcıyoruz? Öyleyse bizler Allah korusun da bugün dilimizle âhirete inandığımızı söylüyoruz ama hayatımızla, hayat
programımızla âhireti inkâr ediyoruz. Geleceğe ait
planlarımızla, kazanma ve yığma hırsımızla, evlerimizin yapısıyla, hayat programımızla
sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bir program yapıyor ve âhireti
yalanlıyoruz, dilimizle kabullendiğimizin gereğini yerine getirmiyoruz Allah
korusun.
Bakın bu âhiretteki
hesabı kitabı yalanlamanın neticeleri nasıl tezahür ediyormuş? Bu yalanmanın
neticelerini şöylece sıralıyor Rabbimiz:
2. “İşte yetimi itip kakar.”
Âhirete
inanmayan, ya da diliyle inandığını iddia ettiği halde
hayat programını bu îmana bina etmeyerek hayatıyla onu yalanlayan kişi, yetimi
itip kakar. Yetimi horlar, azarlar, ona sert davranır ona baskı yaparak,
zulmederek hakkını gasp eder. Yetimin hakkını yer. Yetime verilmek üzere velîsi
tarafından kendisine teslim edilmiş emanet mirasa el koyarak onu kendi malından
mahrum bırakır. İşte bu davranış kişinin âhirete
inanmadığının, ya da onu yalanladığının görüntüsüdür.
Bakın Nisâ sûresinde de Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Yetimlerin mallarını haksızlıkla
yiyenler karınlarına sadece ateş dolduruyorlar ve yarın onlar çılgın ateşe
atılacaklardır.”
(Nisâ: 10)
Peygamberimiz de yetimler konusunda şehadet parmağıyla orta parmağını birleştirerek şöyle
buyurdu:
“Ben ve yetime yardım eden kişi cennette
işte şöylece beraberiz.”
Yetim, babası olmayan demektir. Henüz buluğ çağına
gelmeden babasını kaybetmiş çocuklara yetim denir. Veya babası baba olarak
vardır ama her gece eve sarhoş gelip giden çocuklar da yetimdir. Babası anası
tarafından Kitap ve sünnetle tanıştırılmamış tüm çocuklar yetimdir. Bilelim ki
yetimlerin doyurulması gereken üç bölgesi vardır. Kafa, kalp ve mide. Kendi
çocuklarımız da dahil piyasadaki tüm yetimlerin bu üç bölgelerini doyurmak
zorundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalıdır, kalp Allah’a götürücü
îmanla doyurulmalı, mide de Allah’ın helâl kıldığı rızıkla
doyurulmalıdır. Karşımızdaki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş bitti
zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de doyurmayı sakın ihmal etmeyelim.
Veya yetim, toplumda sosyal ve siyasal
desteği, dayanağı olmayan kimseler demektir. Böyle bir dayanakları yok diye
onların haklarını yemeye çalışmak, onlara olan borçlarını ödememek, elinde çeki,
senedi, yasal bir dayanağı yok diye, toplumda dayıları yok diye mallarını
yemeye, hukuklarını ihlâl etmeye kalkışmak, âhireti
yalanlamak anlamına gelmektedir ki, bundan şiddetle sakınmak zorundayız.
Toplumda kendisine toplumsal bir dayanak bulmuş insanlara farklı, sığınağı
olmayan garibanlara farklı davranmaktan Allah’a sığınacağız. Bu, bizim toplumun
en büyük hastalığıdır. Kimse güçlülere dokunamıyor ama garibanları ezen ezene. Eğer
âhirete inandığımızı iddia ediyorsak, kesinlikle
böyle yapmayacağız.
Onlarla ilgilenmek, onların durumlarını
düzeltmek, mallarını korumak, haklarına riâyet etmek, onların eğitimleriyle,
ahlâklarıyla ilgilenmek, onları ıslah etmek bizim görevimizdir. Çünkü yetimler
toplumun yanında Allah’ın emanetleridirler. Müslümanların görevi bu emanete,
emanet sahibi olan Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Yani babasızları
babalılar gibi korumak, rahat ettirmek babalarının yokluğunu onlara
hissettirmemek bizim görevimizdir.
Tefsir kitaplarının anlattığına göre âhirete inanmayan, ölüm ötesi hayatın hesabını reddeden Ebu Cehil ve As bin Vail
kendilerinde hakkı olan bir yetimin malını vermek istememişler, Rasulullah efendimiz de o yetimlerin hakkını bu adamlardan
alıvermiş ve bu hadise üzerine sûrenin bu âyeti nâzil olmuş gibi rivâyetler vardır.
Tamam dün bunu yapan onlardı ama kıyamete kadar âhireti
yalanladıkları için yetimlerin haklarını yiyen herkesi içine almaktadır bu
âyet.
Başka? Âhireti
yalanlamanın bir başka tezahürü de bakın şöyleymiş:
3. “Yoksulu doyurmağa yanaşmayan kimse işte odur.”
Ölüm ötesi hayatı reddeden, âhiretteki hesap-kitabı yalanlayan kişi yoksulu doyurmayan,
miskinin doyurulmasını teşvik etmeyendir. Miskin, belini doğrultacak hiçbir şeyi,
hiçbir malı, mülkü olmayan ve insanlardan bir şeyler isteyen demektir. Bütün
imkânlarını kullandığı halde yine de ihtiyaçlarını temin edemeyen ve bu sebeple
istemek zorunda kalan kişilere de yardım elimizi uzatmak zorundayız. İslâm
aslında dilenmeyi meşru görmez. İslâm toplumunda çalışıp kazanabileceği halde
dilenen bir ferdin varlığı asla düşünülemez. Hem dilenenler açısından bu
böyledir, hem de o toplumun zenginleri açısından buna imkân yoktur.
Dikkat ederseniz burada “İtam’ul miskin” denmemiş de
“Taam’ul miskin” denmiştir. Yani miskini doyurmazlar, fakiri yedirmezler
değil de mana, onun kendi yemeğini ona vermezler demektir. Onun kendisine ait
olanı kendisine vermeye teşvik etmezler demektir. Yani o yemek zaten o miskinin
hakkı iken, onun kendi hakkını ona vermezler, yedirmezler. Halbuki o yedirecekleri
yemek onların kendilerinin değil, bizzat o miskinindir. Binaenaleyh birine bir
şeyler verirken, bir fakire bir şeyler yedirip ikram ederken söylenebilecek en
güzel söz şöyle demektir: “Al kardeşim! Bu benim değil senindir! Ben şu anda
sana benim olan, bana ait olan bir şeyi değil, senin kendinin olan bir şeyi
veriyorum. Bu senin hakkındır. Bu benim malımın içinde sana verilmek üzere Allah’ın
hakkıdır. Allah bunu sana verilmek üzere bana vermiştir, al hakkını da beni bu
sorumluluktan kurtar!” Hani Meâric sûresinde:
“Onların mallarında isteyen ve
isteyemeyenlerin hakkı vardır.”
(Meâric 24,25)
Buyuruluyordu
ya, işte bu verdiğimiz bizim malımızın içinde onlara
verilmek üzere Rabbimizin koyduğu fazlalıktır ve onu onlara güzellikle
ulaştırmak zorundayız.
Ama bakın burada âhirete
inanmayan insanlar, miskinlerin hakkı olan yemeği onlara yedirmiyorlar. Yani ne
kendileri o miskinlerin hakkını onlara verirler, ne de başkalarını bu konuda
teşvik ederler. Tabii kendi elinde olanları Allah’ın fakir kullarına yedirmeye
yanaşmayan birisinin başkalarını bu konuda teşvik etmesi de düşünülemeyecektir.
Yoksulların, fakirlerin doyurulması konusunu başkalarına da hatırlatarak
hayırlı bir işe sebep olmazlar. Allah’la arası iyi olmayan, Allah’la iyi bir
ilişki içinde olmayan birisinin kullarla iyi ilişkiler içinde olması zaten
mümkün değildir. Allah’ın hakkına riâyet etmeyen, elbette kulların hukukuna da
riâyet etmeyecektir. Kendisi fakirleri doyurmadığı gibi başkalarının malında da
cimrilik gösterir. Bunun sebebi de toplumda garibanların daha çok ezilip
ezenlerin hâkimiyetinin devamını sağlamaktır.
Âyet-i kerîmede bunun insanların âhiret anlayışlarının ve buna dayalı olarak da mala
bakışlarının bozukluğundan kaynaklandığını anlatıyor Rabbimiz. Sanki Allah’ın fakir
kullarından kıskandığı o malı kendisi kazandı, sanki kendisi buldu, sanki kendisinin
o mal. Zaten böyle düşünen, kendilerini mülkün sahibi gören insanlar zırnık
bile veremezler. Âhirete inanmayanlar bunu asla
anlayamazlar. Halbuki Allah herkese rızık takdir
ederken fakirlere verilmek üzere bir fazlalık vermektedir ve bu fazlalığın
sahiplerine ulaştırılmasını istemektedir.
4-5. “Vay o namaz kılanların haline ki:
Onlar kıldıkları namazdan gafildirler.”
Veyl o namaz
kılanlara. Yazıklar olsun o namaz kılanlara. Cehennemin veyl
deresine gitsin onlar. Cehenneme akasıcalar, cehenneme dolasıcalar.
Yuh olsun onlara.
“Veyl”
kelimesi Kur’an ve sünnette hem kâfirler, hem de
Müslümanlar hakkında kullanılmaktadır. Bu tabir Müslümanlar için kullanıldığı
zaman, yazıklar olsun, yapmamalıydınız bunu gibi anlamlara gelirken, kâfirler
hakkında kullanıldığı zaman da cehenneme gidesi-celer,
cehennemin veyl deresine yuvarlanasıcalar
anlamlarına gelmektedir. Burada, Mutaffifin ve Hümeze sûrelerinin başında ve Mür-selât sûresinin 10. âyetlerinde ve kitabımızın değişik yerlerinde
kâfirler için kullanılmakta ve bu ifadenin geçtiği yerlerin
hemen hemen pek çoğunda mala bakışın bozukluğu
gündeme getirilmektedir.
Âyet-i kerîmede namazı sallayanlar
anlatılır. Namazı Allah’ın istediği biçimde ikame edenler değil de salla yapanlar
anlatılmaktadır. Namaz kılmaktan gafil adamlar da kıldık zannediyorlar veya
namazı bir hareket zannediyorlar. Veya namazı kılınca tamam zannediyorlar.
Namaz bitti, namazı kıldık Müslümanlık tamam zannediyorlar. Namazla din
kurtarma çabasına giriyorlar. Halbuki Kur’an’da,
dinde, İslâm’da böyle hiçbir şeye karışmayan, mücerret kendi başına bir namaz
yoktur. Hiçbir şeye karışmayan, hayatta hiçbir fonksiyonu olmayan bir namazdan
söz edilmez İslâm’da. Namaz Allah’tan mesaj alma ve alınan o mesajla hayatı düzenleme
makamıdır. Namaz, hayatın mihveridir. Namaz, namaz öncesi hayatın Allah’a
raporunu ve tekmilini vermektir. Binaenaleyh hayatı düzenlemek üzere Allah’tan
mesaj alınmadan kılınan bir namaz, namaz değildir. Ne okuduğunu, ne söylediğini
anlamadan kılınan bir namaz Allah’ın istediği bir namaz değildir. Namaz sonrası
hayatta etkili olmayan bir namaz, namaz değildir. Onun içindir ki namazla hayat
doğru orantılıdır. Namazı düzgün olan kişinin hayatı da düzgündür. Namazı bozuk
olanın tüm hayatı bozuktur.
Demek ki Allah’ın istediği biçimde tüm
hayatı düzenleyecek bir namaz kılanlar değil de, namaz gösterisinde bulunanlar,
namaz kılmadıkları halde namaz kılıyormuş gibi davranan ve çevrelerini aldatan
insanlar anlatılıyor burada. Rabbimiz veyl olsun bu
şekilde namaz kılanlara buyurduğuna göre, öyleyse birinin namaz kıldığını
görüvermemiz, onun gerçek Müslüman olduğuna ve kurtulduğu düşüncesine
götürmemelidir bizleri. Eğer adam namazında sâhûn, lâhûn, sâhiv ise burada olduğu
gibi, onun namazı da, kendisi de merduttur.
Ancak dikkat ederseniz âyet-i kerîmede “Fi salâtihim” denmemiş de “An salâtihim”
denmiştir. Aslında Rabbimizin böyle buyurması biz Müslümanlar için çok
büyük bir müjde, çok büyük bir rahmet eseridir. Çünkü birisinde namazdan
gaflet, ötekisinde namazda gaflet kast edilir. Namazdan gafletle, namazda
gaflet birbirinden farklıdır. Namazda, namazın içinde gaflet affedilirken,
namazdan gaflet nifak alâmetidir. Müslümanlar namazın içinde gaflet
edebilirler, namazın içinde unutarak, yanılarak gaflet edebilirler. Bu nifak değildir.
Hattâ namazın içinde bir şeyleri unutmak günah bile değildir. Nitekim Allah’ın
Resûlü de namazda unutmuş ve bu unuttuğunu telafi etmek için sehiv secdesi yapmıştır.
Tabii gözlerim uyur ama kalbim asla u-yumaz diyen
Allah’ın Resûlüne bu konuda bizim için hüküm konsun diye Rabbimiz unutturmuştur
diyoruz. Kıyamete kadar bu konuda na-mazında
unutanlar için teşrinin ortaya çıkması adına bu şarttı.
Onun içindir ki burada Rabbimiz “Fi salâtihim sahun” Onlar namazlarında yanılırlar, namazlarında unuturlar
ve gaflet ederler buyurmamış da, “An salâtihim sahun” Onlar
namazlarından gafildirler buyurmuştur. Namazla alâkalı bir gaflet içindeler
onlar. Namazla ilgileri, irtibatları yoktur onların. Namazı kılmışlar
kılmamışlar fark etmez onlar için. Namaza aldırış etmezler. Namaz için Rabbimi-zin belirlediği vakitte namazın kılınıp kılınmadığına
aldırış etmezler. Namazı vaktin dışına çıkarırlar. Vaktin evvelinde kılmayıp
sonuna taşırırlar. Veya namazlarını Allah’ın emrettiği biçimde tâdil-i erkanına
riâyet ederek değil de, tavuğun yem devşirdiği gibi kılarlar. Namazda okuduklarının
manasını düşünüp tedebbür etmezler, namazlarında
Allah’tan hayatlarını düzenleyecek hiçbir mesaj almazlar. Hayatlarında hiçbir
fonksiyonu olmayan, ruhsuz hareketler manzumesidir namazları.
Namazın ehemmiyetinden habersizdirler. Namazın terkinden
müteessir olmazlar, kılıp kılmadıklarına, vaktin geçip
geçmediğine aldırış etmezler. Namazlarını Allah’ın
rızası için değil de dünyevî maslahatlar için kılarlar. Onun içindir ki
insanların arasındayken kılarlar ama kendi başlarına kaldıkları zaman terk
ederler. Namazı kılarlarken hayrını ummazlar, terk ederken de Rablerinin ikabından korkmazlar. Namazla mağrur olup din sadece
namazdan ibaretmiş zannederek onunla din kurtarma gayretine düşerler. Dini
sadece namazdan ibaretmiş zannederek namazın istediği diğer kulluklardan gaflet
ederler. Namazın kıyamından, kıraatinden, rükusundan, sücudundan habersiz sanki
bir teyp gibi veya bir robot gibi şuursuzca yatıp kalkarlar. Namaz boyunca
Allah’ı hiç zikretmezler. Kalpleri kafaları başka yerde, iskeletleri namazda,
böyle şekil olarak bir namaz kılarlar. İşte Allah diyor ki, veyl
olsun bu şekilde namaz kılanlara. Bu namaz onları Allah’tan uzaklaştırmaktan
başka bir işe yaramayacaktır.
Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde namazın bizim
hayatımızdaki önemini şöyle anlatır:
“Güvenilirliliği olmayan kimsenin kâmil imanı yoktur,
temizliği olmayanın da namazı yoktur, namazı olmayanın dine bağlılığı yoktur.
Dinde namazın yeri, bedende başın yeri gibidir.”
Anlamak için bir de
tersinden okuyalım. Yâni bir insan eğer kâmil iman sahibi olmak isterse mutlaka
güvenirliliği olmalı. Ona güvenilmeli. Yine bir adam namaz sahibi olmak
istiyorsa, namazım var olsun istiyorsa, namazının olmasını istiyorsa o zaman
onun temizliği olmalıdır. Kalp temizliği, beden temizliği. Hadesten
taharet, necasetten taharet diye meşhurdu eskiden bu tabirler. Görünür pisliklerden
temizlik, görünmez pisliklerden temizlik. Yine eğer bir insan dine bağlı olmak
istiyorsa namazı olmalı onun. Eğer namazı yoksa dine bağlılığı da yoktur onun.
Eğer dine bağlı olmak, dine bağlılığının olmasını isti-yorsa mutlaka namazı
olmalıdır. Eğer bir bedende başın yeri önemliy-se, yâni baş bedende ne kadar önemli bir yer işgal
ediyorsa, namaz da dinde işte öyle bir yer işgal eder.
Ne anladık? Bir insanın
güvenirliliği olacakmış. Güvenilebilecekmiş. Yâni ashap dönemine bakın, peygamberimizi
zaten “Muham-med’ül Emin”
biliyoruz, güvenilir kişi olarak yalnız müslümanlar
değil, düşmanlar, kâfirler de güveniyorlardı ona değil mi? Bizler de aynen öyle
olmalıyız. Biz de öyle olsak. Bize de düşmanlar bile güvense. Çünkü müslümanız biz, mü’miniz. Biz
Allah’a verdiğimiz sözü tutarız, Allah’tan dolayı müslümanız.
Biz Allah’a iman ederiz, Allah’tan dolayı mü’miniz.
Evet biz Allah’tan dolayı mü’min ve müslümanız, birilerine
gösteriş derdimiz, merakımız yoktur. Kâmil iman sahibi olması gereken kişinin
güvenilir kimse olması gerekir öyleyse. Güvenilen, dediyse ta-mam. İyi ama meselâ kâfir dünya ile iç içe yaşayan insanlar
biliriz. Hani Avrupa’da yaşayan insanlar diyebilirsiniz, Avustralya dahil. Orada
müslümanlarla beraber yaşayanlardan biri Türkiye’ye
gelmiş, bir iş icabı bir yerlerde görevli. Onunla sözleşmiş buradakilerden
biri. Söz arasında demiş ki “inşallah”, aman demiş olmaz, vazgeçtim ben. Niye?
Çünkü ben memlekette çalıştığım yerde bir müslüman
vardı, “inşallah” dedi mi mutlaka dinlemezdi o sözü, yerine getirmezdi, sen de
öyle dedin galiba, ben bunu yerine getirmeyeceğim dedin. Ben bunu yapmayacağım,
sen boşuna bekleme dedin anlamına gelmez mi bu söz diye çok acı bir gerçeği
haber vermiş. Yâni müslümanın “inşallah”ı
yalanı anlamına mı geliyor Allah korusun.
Öyle değil. Müslüman dedi
mi can pahasına yerine getirecektir. Çünkü müslümanın
peygamberi Rasûlullah söz vermiş de hattâ
peygamberliğinden önce, üç gün bekleyivermiş birisini orada. Bekleyeyim demiş
çünkü. Vereceğine söz verdi mi verir. Alacağına söz ver-di mi alır. Yapacağına
söz verdi mi yapar. Geleceğine söz verdi mi gelir. Ama Allah’ın kabul ede-ceği bir mazereti varsa insanlar kabul etsin ya da kabul etmesinler ne fark eder. Çünkü o müslüman Allah’a verdiği sözü tutar. Peygambere verdiği
sözü tutar. Ama bakın verdiği sözü tutmayan, güvenirliliği olmayan insanlar
Allah ve peygambere karşı da aynen güvensiz davranıyorlar da ondan. Sanki işin
aslı öyledir. Yâni Allah; şöyle yaparsan sana cennetim var, böyle yaparsan bak
azabım var, cehennemim var dediğine de güvenmiyorlar galiba da kendileri de
güvensiz davranıyorlar, güvensizlik aşılıyorlar. Böyle olunca da kâmil iman da
kayboluveriyor.
Abdesti olmayanın, yâni hadesten taharet dediğimiz, necasetten taharet dediğimiz
madde planında tüm pisliklerden arınmayan ki-şinin
namazı yoktur. Yâni bir insanın kalbi temiz değilse, kalbini her gün
yıkamıyorsa değil, niyetlerini tertemiz Allah’a ait kılmıyorsa, işte o insanın
namazı yoktur. Yâni hayatı düzenleyen bir namaz olacaktı ya
namaz, tertemiz bir kalp ile, tertemiz bir bedenle, tertemiz bir evle, tertemiz
bir toplumla namaz bütünleşince namaz olacaktır. Değilse namaz tertemiz olacak,
ama hayat pis, pisliğin içinde bir namaz, ya da
pisliği temizlemeyen bir namaz, o namazın yokluğuna hükmedeceğiz.
Namazı olmayanın dine
bağlılığı yoktur. Yâni bir adam hem dindar olduğunu söyleyecek, hem dindar
olduğunu iddia edecek, hem de namazı olmayacak, bu ne mantık bunu siz düşünün.
Dilim varmadı söylemeye. Yâni bir adamın namazı olmayacak ve dine bağlı olacak.
Dine bir adamın bağlanacağı ilk yer, asıl yer namazken, o yoksa ve o adam dine
bağlılığını iddia ediyorsa bilmiyorum nasıl bir bağlılıktır bu? Nasıl
bağlanmaktır bu? Hangi din ve nasıl bağlanmak?
Çünkü dinde namazın yeri,
bedende başın yeri gibidir. Yâni düşünün bir adamın başı olmayacak ve adam olacak.
Mümkün mü bu? Peki yani baş olmayınca zaten ölü diyorsunuz, hattâ o tür cenazeyi
yıkamak bile zoruna gider değil mi müslümanların? O
hale gelmişse, Allah kimsenin başına vermesin. Allah dayanamayacağımız şeyle
imtihan etmesin, baştan dua edelim. Peki bir de şöyle söyleyelim: Baş var da
fonksiyonlarını yitirmiş. Görmeyen gözleri olan bir baş, işitmeyen kulakları
olan bi baş, konuşmayan dili olan bir baş, ya da dönmeyen, sağa sola dönemeyen, fark etmeyen, fark
edemeyen, koku olmayan, hissetmeyen bir baş. Ya da
aklı olmayan bir baş düşünün. Ne dersiniz? Böyle bir vücudu siz de sevmediniz değil
mi? İşte namazı olmayan bir din de böyleymiş.
Mücahit kıraatinde de bu “Sahun” ifadesi “Lahun” olarak geçmektedir.
Yani onlar namazlarını oyun ve eğlence yerine korlar. İşte böyle evdi,
arabaydı, kooperatifti, dükkandı, müşteriydi, fabrikaydı, parktı, plajdı,
piyasaydı, kazançtı, paraydı, puldu, teypti, televizyondu bunlarla uğraşırken
namaz kılacak zamanları kalmamıştır onların. Tevbe
sûresinde anlatıldığı gibi öteki işlerinden namaza zaman bulamadıkları için
namaza tembel tembel, üşene üşene
kalkarlar:
“Namaza tembel, tembel gelirler.”
(Tevbe 54)
Allah’ın Resûlü Buhârî
ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde bu hususu anlatırken
şöyle buyurur:
“İşte bu münafığın namazıdır! diye üç defa
tekrar eder ve sonra buyurur ki: İkindi vaktinde oturarak güneşin batışını
seyreder. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girene kadar durup seyretmeyi
sürdürür. Bu vakitten sonra kalkıp horozun yerden yem devşirdiği gibi dört defa
eğilip kalkar. Allah’ı da çok az zikreder.”
Yine bakın Nisâ sûresinde Rabbimiz
münâfıkların namazlarını anlatırken şöyle buyurur:
“Doğrusu münâfıklar Allah’ı aldatmaya
çalışır, oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza
tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar.
Allah’ı pek az anarlar.”
(Nisâ 142)
Şimdi bize dönüyorum. Şu kıldığımız
namazların görünüşte hiçbir fonksiyonu yok gibi değil mi? Yani bu kıldığımız
namazların hayatımıza hiç etkisi yok gibi değil mi? Sanki biz de namazlarımızda
Allah’ı çok az zikrediyoruz değil mi? Bizler de namazlarımızda ne okuduğumuzun,
Allah’a hangi taahhütte bulunduğumuzun farkında değiliz, değil mi? Namazda
aldığımız mesajı namaz sonrası hayatımıza taşımamız ve namaz sonrası hayatımızı
onunla düzenleme kavgamız hiç yok gibi değil mi? Hayattan kopuk bir namaz
kılmadan yanayız değil mi? Yani bizim hayatımızda da namaz öncemizle namaz sonramız
hiç değişmiyor gibi değil mi? Sanki mektubu atıp o dertten kurtulma işi gibi
namaz kılmadan yanayız değil mi? Bu durum gerçekten çok kötü bir durumdur.
Öyleyse Allah için bunu bir daha düşünelim. Düşünelim de kendi namazlarımızda
kendi kendimize beddua etmekten kurtulalım inşallah. Allah’ın istediği, Rasulullah efendimizin tarif ettiği gibi bir namaz kılmanın
yollarını arayalım .
Çünkü Bakara’nın anlattığına göre ibadetlerin
dış formlarına önem vermenizin fazla bir değeri yoktur. Namazda yüzünüzü şekil
olarak doğuya ya da batıya döndürmeniz gerçek îman, gerçek
birr ve iyilik değildir. Yani ruhsuz bir biçimde,
sadece şekil olarak bazı dinî formalite ve törenleri icra ederek dindarlık
gösterisinde bulunmanız gerçek îman ve gerçek takva değildir. Gerçek îman, bir
takım hareketleri yapmak, şuraya, ya da buraya
dönmek, Kâbe’ye ya da Mescid-i
Aksa’ya yönelmek, yatıp kalkmak değildir, diyor Rabbimiz.
6. “Onlar gösteriş yaparlar.”
Onlar namazlarını gösteriş için
kılarlar, müraîdirler. Karşılıklı müraîleşirler insanlarla. O insanlara
amellerini, namazlarını gösterir, insanlar da ona övgülerini, beğenilerini,
alkışlarını, teveccühlerini gösterirler. İnsanlar duysunlar, görsünler, takdir
etsinler diye namaz kılarlar. Yaptıklarının tümünü bu dünyada karşılığını
görmek için yaparlar. Çevrelerinde kendilerini görebilecek kimse varsa namaz
kılarlar, yoksa kılmazlar.
Bakın Buhârî
ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle
buyurur:
“Kim yaptığını duyurmak isterse mutlaka
Allah onu duyurur.”
Her kim ki yaptığı bir hayrı şöhret kazanmak için, teveccüh elde etmek
için halka duyurursa, Allah onu rezil rüsva eder. Her kim ki halk nazarında bir
mevki edinmek için işlediği bir hayrı halka gösterir, riyakârlık ederse kıyamet
günü onun tüm sırlarını deşifre etmek sûretiyle Allah da onu rezil edecektir.
Arkadaşlar, yaptığımız her şeyi sadece
Allah için yapacağız. Sadece Rabbimizin rızasını bekleyeceğiz. Başkaları
alkışlasın, başkalarının gözünde büyüyelim, başkaları nezdinde
şöhretimiz büyüsün adına hiçbir hedefimiz olmayacak. Allah’tan başkalarının
gözünde şöhrete kurban gitmemeliyiz. Bakın bu konuda bir rivayet nakledeyim.
İbni Ebi
Meleke’den Buhâri naklediyor: İbni
Abbas Ayşe anne-mize Rasûlullah Efendimizin yanına gömülmesini teklif edince,
Ayşe annemiz; “İnsanların bana övgü yağdırmasından korkuyorum” buyurmuştur. İbni Abbas’ın hemen arkasından İbni Zübeyr girer yanına,
yeğenidir, Hz. Ayşe der ki; “biraz önce yanıma İbni Abbas geldi, beni öven
sözler sarf etti, artık unutulmak istiyorum” der. Peki Ayşe annemizin bu
isteğine benim şimdi bunları nakletmem engel oluyor mu dersiniz? Madem o
unutulmak istemiş, ben ne diye hâlâ onun sözünü hatırlayıp hatırlatıyoruz? Biz
onların bize din öğreten insanlar diye anlıyor ve dinlemek istiyoruz. Onları
peygamber makamına çıkarmak dileğimiz asla olmadı, olmasın da inşallah. Biz
onları asla tanrılaştırmak istemedik. Hz İsa aleyhisselama bakış gibi bir bakış geliştirmek istemiyoruz.
Bunun yasaklığına inanıyoruz, Allah imanımızı devamlı ve makbul kılsın. Ama Hz Ayşe annemizin bu dediği bizim dini anlamamıza yardımcı
olacak diye öğrenmeye ve size nakletmeye çalışıyoruz.
Yine Abdullah Bin Zübeyre başka bir sözü var Ayşe annemizin. “Beni diğer
arkadaşlarımın yanına defnedin. Resûlullah’ın yanına
defnetmeyin. Çünkü insanların beni lâyık olmadığım şeylerle övmelerini
istemiyorum”
Bu iki haber bana şunları
anlattı. Rasûlullah Efendimizin odası, yani Hz Ayşe annemizin kaldığı ev bir odadan ibaretti ve sadece
üç kişiye mezar olacak genişlikteydi. Rasûlullah
Efendimiz o odada ve Hz Ayşe annemizin dizinde vefat
etmişti. Bunun üzerine yine peygamber efendimizden öğrendiğimiz bir gerçekle;
“Peygamberler vefat ettikleri yerlere defin olunur” dan dolayı Rasûlullah oraya defin olundu. Sonra ondan iki yıl kadar
sonra en yakın arkadaşı Ebu Bekir Efendimiz vefat
edince o da oraya defnedildi. Geriye bir kişilik kabir olabilecek bir yer
kalmıştı. Bir evin büyüklüğünü düşünebiliyorsunuz değil mi böyle olunca? Zaten
kimi rivayetlerden öğreniyoruz ki Rasû-lullah Efendimiz bazen gece namazı kılarken secdeye gideceğinde
Hz. Ayşe annemizin ayaklarını şöyle bir kenara alır
ve öyle secdeye giderdi. Yâni genişliğini, enini boyunu anlayın evin. Ne kadar
geniş ve ferah bir ev değil mi? Elbette peygamber genişliğinde, peygamber rahatlığında
bir ev….
Evet orada bir kişilik bir
mezar yeri varken Ömer Efendimiz o cinayetten sonra, mescidde
hançerlendikten sonra ölüm öncesi haber gönderiyor Ayşe annemize. Annemiz izin
verirse ben oraya defin olsam diye. Hz. Ayşe annemiz
de izin veriyor. Ama kendisinin bu işe bakışı şöyledir: “Beni diğer
arkadaşlarımın yanına defin edin. Baki mezarlığına. Çünkü insanların beni lâyık
olmadığım şeylerle övmelerini istemiyorum. Biraz önce İbni
Abbas geldi, beni öven sözler söyledi, ben unutulmak
istiyorum.”
Bundan anlıyoruz ki müslüman hiçbir zaman şöhrete kurban gitmeyi istemeyecek.
Meşhur olmaktan yana hiçbir hevesi, emeli olmayacak. Meşhur olmaya derdi
olmayacak müslümanın. Ama Allah onu müslümanların kalbine sevgiyle yerleştirirse bu ayrıca bir
şereftir elbette. Bunu isteyeceğiz tabi. Çünkü bir hadisin beyanıyla Allah bir
kulunu sevdi mi Cebrail’e haber verir, o da onu tüm göktekilere ve yerdekilere
sevdirir. Yâni ben insanların beni Allah için sevdiklerini bilirsem bu benim
için şeref verir, Allah’ın benim için sevgisinin bir işareti olduğunu anlar ve
sevinirim, bu güzeldir, bu şöhret değildir, buna her müslümanın
hakkı vardır, ama lâyık olmadığımız şekilde, uçurup kaçırmak biçiminde, bizi
biz olmadığımız biçimde anlatış türünde bir sevgi, yada şöhret elbette
sevilmeyecektir. İşte Ayşe annemiz de ondan korkuyor ve diyor ki ben
istemiyorum, yani o anlamda unutulmak bile istiyorum. Ama elbette biz onun
haklı olarak peygamberi bize tanıtıcı bilgileri konusunda onu unutmayacak ve
onunla beraber olacağız elbette.
Biz ne kadar tanıyoruz Hz. Ayşe’yi? Nasıl tanıyoruz onu? Siz isterseniz bunu biraz
daha genelleyin. Biz dini ne kadar tanıyoruz? Biz kitabı, bir peygamberi ne kadar
tanıyoruz? Söyleyin Allah aşkına. Meselâ yaşadığınız şehir kadar siz dininizi
tanıyor musunuz? Bulunduğunuz yerden, pencereden bakıverin hemen şöyle, bu
sokak nereye götürür sizi? Şu sağdaki cadde nereye çıkar? Şu önünüzdeki evler,
şu etrafınızdaki sesler sizi ne kadar ilgilendiriyor? Babanızı ne ka-dar tanıyor, hocanızı ne kadar biliyorsunuz? Peki ama
dininizi de o kadar tanıyor musunuz? Evinizi tanıdığınız kadar kitabınızı
tanıyabiliyor musunuz? Oturduğunuz odalarınız, mutfağınız, eşyalarınız, dolaplarınız
kadar kitabınızı tanıyor musunuz? Şuarâ denilince, Neml, Ankebût, Kasas denilince neler hatırlıyorsunuz? Bir de Hz Ayşe annemiz deyince söyleyin sizler sizi doğuran
annenizi mi daha iyi tanı-yorsunuz, yoksa onu mu?
Evet, hayatımızı Allah için yaşayacak,
yaptıklarımızı Allah için yapacak, sadece O’nun rızasını isteyecek ve başkalarının
gözünde şöhrete kurban gitmeyeceğiz. Riyadan sakınacağız. Allah korusun, riya,
insan nefsinin ve şeytanın ona karşı oynayabileceği en son silâhtır. Sapma ve
saptırma adına önüne çıkan tüm engelleri yenen, tüm tehlikelere göğüs geren pek
çok mü’min burada mağlubiyetin acısını tatmaktadır.
İnsanın tökezlediği, düştüğü noktadır burası. Hem öyle korkunç bir silâhtır ki
bu riya, Allah korusun tüm amelleri yok ediverir, siliverir.
Öyleyse tüm amellerimizi Allah için
yapacağız. Namaz mı kılıyoruz? Allah için kılacağız. Birisine yardım da mı
bulunuyoruz? Allah için yapacağız. İlim mi öğreniyoruz? Sadece Allah için öğreneceğiz.
Allah için yaptığımız bir amele Allah’la birlikte başkalarını ortak etmeyeceğiz.
Çünkü zaten böyle bir ameli Rabbimiz kabul etmiyor. Bakın Müslim’de rivâyet
edilen bir hadis-i şeriflerinde Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır:
“Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Ben şeriklerin şirkten en müstağnî ve
münezzeh olanıyım. Her kim ki yaptığı bir amelinde başkalarını bana ortak yapar
(riyakârlık ederse) onu şirkiyle baş başa bırakırım. Yani onu o amelinin
sevabından mahrum bırakırım.”
Yaptığımız amellerimizi sadece Allah için yapmalıyız, ona O’ndan
başkalarını ortak etmemeliyiz. Tamam Allah için yapıyorum ama insanlar da
görsünler, tamam Allah için kılıyorum ama insanlar da beğensinler, tamam Allah için
veriyorum ama şunların şunların da gönülleri olsun, tamam
Allah için okuyorum ama şu şu makamlara da geleyim,
tamam Allah için anlatıyorum ama insanlar da alkışlasınlar diye yapılan
amellerin hiçbirisini kabul etmeyeceğini ve bu konuda kendisine ortak
ettikleriyle yarın o kişiyi baş başa bırakacağını, mükafatını ondan iste
diyeceğini anlatıyor Rabbimiz. Eğer yarın o hatırına amel yaptıklarımız bize
bir şeyler verebileceklerse, tamam; ama onlar da Allah’a muhtaç olacaklarsa
bunu yapmayalım.
Yemek yediriyoruz, insanları memnun etmek için değil sadece
Allah için olmalı, elbise giyiniyoruz insanlar düzgün desinler diye değil,
sadece Allah için, ev eşyası alıyoruz insanlar görsünler diye değil sadece
Allah için. Yani tüm amellerimizi sadece Allah için yapmaya çalışacağız. Hem
ziyaret, hem ticaret olmayacak. Çünkü içine Allah’ın rızasından başkası karışan
her amel boşa gitmiştir. Hattâ bundan da öte o amelin sahibi de helâk olmuştur.
Meselâ bakın Ebu Dâvûd’da
rivâyet edilen bir hadislerinde Allah’ın Resûlü Allah’ın en çok sevdiği ilmi
bile herhangi bir dünya menfaatinden, bir dünya garazından ötürü öğrenen
kişinin cennete girmek şöyle dursun cennetin kokusunu bile alamayacağını
anlatmaktadır. Meselâ adam doktora adına hadis öğreniyor, âyet öğreniyor
doçentlik adına, hafızlık öğreniyor vazife almak adına veya kitap yazmak adına,
para kazanmak adınaysa, bunların hepsi boştur.
Meselâ adam arkasına bin kişi geçtiği zaman farklı okuyor Kur’an’ı
değil mi? İki üç kişi olduğu zaman da farklı okuyor imam efendi. Veya meselâ
cuma ve perşembe ezanlarını farklı okuyor değil mi? Veya yalnızken kıldığı
namazla insanların içindeyken kıldığı namaz farklı oluyor değil mi? Ne yapmaya
çalışıyor bu adam? Beled sûresiyle diyecek olursak:
“O, kimsenin kendisini görmediğini mi
zannediyor?”
(Beled 7)
Böyle yapan kişi, başkalarına gösteriş
için mal harcayan, başkaları görsün diye namaz kılan kişi zannediyor mu ki
kendisini kimse görmüyor? Yoksa hesabını buna göre mi yapıyor? Yoksa yaptığı o
amelini Allah görmedi mi ki başkalarına da duyurmaya çalışıyor? Allah kendisini
görmedi mi ki başkalarına anlatıp duruyor? Yoksa işlediği o amelinin mükafatını
başkaları mı verecek? Yani kimin adına yaptı bu ameli de kimden mükafat
bekliyor?
Dini reddeden, âhireti
yalan sayan kişi, gösteriş için namaz kılar. Veyl
olsun o namaz kılanlara, diyor Rabbimiz. Bir de:
7. “Onlar (eğreti olarak) basit şeyleri
dahi vermezler.”
Bir de Mâûnu menedenlere veyl
olsun diyor Rabbimiz. Mâûn, zekâttır demişler. Veya Mâûn, kap kacak, biber,
tuz, iğne-iplik gibi kullanılıp geri verilmek üzere komşunun komşuya verdiği
ödünç avadanlıklardır denilmiştir. İşte bunları da menederler.
Elbette Allah’ı hesaba katmayan kişi O’nun mahlukâtını da hesaba katmaz.
Allah’ı ciddiye almayan kişi elbette mahlukâtına hiç değer vermez. Allah’a
karşı sorumluluk duymayan kişi elbette kullarına karşı hiç sorumluluk
duymayacaktır. Allah’la iyi ilişki içinde olmayanın kullarla iyi ilişkiler
içinde olması elbette beklenemez.
Mâûn, insanların kendisine ihtiyaç
duydukları küçük ve değersiz eşyalardır. Zengin de olsa, fakirde olsa insanların
birbirlerine karşı ihtiyaç duydukları ariyet eşyalardır. Tabi kendisine geri
verilecek olan bu ufak tefek şeyleri bile insanlardan esirgeyen birisinin
kendisine bir daha dönmeyecek olan zekâtı vermesi zaten mümkün değildir. İhtiyaç
anında komşusundan arabasını, telefonunu, tavasını tenceresini kıskanan bir
adamın zekât gibi bir sorumluluğu reddedeceği kesindir.
Dikkat ederseniz önce bu adamların
namazlarının bozukluğundan bahsetti Rabbimiz, sonra da bu insanların mala
bakışlarının bozukluğundan söz etti. Çünkü namaz, bedenle ilgili tüm ibadetleri
kapsar; Mâûn da malla ilgili ibadetleri kapsar. Yani birisi bedensel kulluğu,
ötekisi de malî kulluğu anlatır. Birisi kişinin bedeninde Allah’ı söz sahibi
bilmesinin ifadesi, ötekisi de malında Allah’ı yetkili bilmesinin ifadesidir. İşte
âhirete inanmayan kişinin böyle hem bedenî hem malî,
hem bireysel, hem de toplumsal kulluk anlayışlarının bozukluğunu anlıyoruz.
İşte tüm bunlar âhirete îmanın bozukluğu sonucunda
oluyor.
Bu sûreyi de burada bitirdik. Rabbim
hepimize duyduğumuz bu âyetlerin istediği gibi iman etmeyi, bu imanla hayatı
düzenlemeyi, kendimizin dirilişine sebep kılmayı, kendimizi dirilten bu
âyetlerle başkalarını dirilişine koşmayı nasip etsin.
Sübhanekallahümme
ve bihamdik. Eşhedü en la
ilahe illa ente. Estağfiruke
ve etûbü ileyk.