-
109 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
109., Nüzûl sıralamasına göre 18., Mufassal sûreler kısmının beşinci grubunun
yedinci sûresi olan Kâfirûn sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
6’dır.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla”
1. “Ey
Muhammed! De ki: Ey inkârcılar! 2. Ben sizin taptıklarınıza tapmam.3. Benim
taptığıma da sizler tapmazsınız. 4. Ben sizin taptığınıza tapacak değilim. 5. Benim
taptığıma da sizler tapacak değilsiniz. 6. Sizin dininiz size, benim dinim
banadır.”
Medeni
olduğunu söyleyenler olsa da, âlimlerimizin ekseriyetinin ittifakla beyanına
göre Mekkeli olan bir sûreyle karşı karşıyayız. “Kâfirûn” sûresi, tevhidi
ve Allah’tan başkalarına kulluğu reddi anlattığı için “İhlâs” sûresi, küfürden
şirkten, kâfirlerin ve müşriklerin kulluk anlayışlarının tümünden uzaklaşmayı
ortaya koyduğu için “Teberri” yahut “Müberrie” sûresi, Allah’a Allah’ın
istediği kulluğu en güzel biçimde ortaya koyduğu için “İbadet” sûresi, “İsabet”
sûresi, küfrü şirki ve tüm pislikleri kovalayıp, ürkütüp kış kışladığı için de “Mugaşgış”
sûresi gibi pek çok isimleri olan bir sûreyle karşı karşıyayız.
İnşallah bu sûrede Rabbimizin bize ulaştırmak istediği mesajları hep beraber
anlayıp gereğiyle iman ve amel etmek üzere dinleyeceğiz.
Nüzûl
zamanı ve nüzûl sebebi olarak şu zikredilir: İbni Abbas efendimizden intikal
eden bir rivâyete göre Mekke’de Kureyş’in Rasû-lullah efendimize ve beraberindeki
bir avuç müslümânâ karşı şiddetli bir muhalefet fırtınası başlar. Mekke’de
kâfirler bir yandan inananlara karşı baskılarını, terörlerini artırırken, bir
yandan da Rasûlullah efendimizin da’vetininin önünü kesip nötr hale
getirebilmek için onunla uzlaşma ortamı arayışını sürdürüyorlardı. Zaman zaman
gelip Allah’ın Resûlüne bu dâvâsından vazgeçmesine karşılık çok cazip
tekliflerde bulunuyorlardı. “Ya Muhammed, sana para verelim, ev, arsa verelim.
Eğer derdin evlenmekse seni Mekke’nin en güzel kızlarıyla evlendirelim.
Zenginlik istiyorsan tüm mallarımızı sana verelim. Eğer derdin riyasetse,
başımıza reis olmak istiyorsan seni reis yapalım, sana taç, taht verelim. Yok
aklından bir zorun varsa seni dünyanın en hazık doktorlarına gösterelim”
diyorlardı.
“Ey Muhammed,
eğer bu teklifimize sıcak bakmıyorsan bari şu teklifimizi kabul et. Bir sene
biz senin Rabbine kulluk edelim, bir sene de sen bizim İlâhlarımıza kulluk et.
Biz seninkinden, sen de bizimkinden istifade edelim. Belki bu senin için de,
bizim için de hayırlı olur. Bu konuda bir anlaşma zemini bulmuş oluruz. Eğer
senin yolun doğru ise biz de ondan nasibimizi almış oluruz. Bizimkiler doğruysa
sen de ondan mahrum kalmazsın. Senin Allah’ında bir hayır varsa biz ondan
istifade etmiş oluruz, sen de bizim İlâhlarımızın hayrından mahrum kalmazsın. Bizimkilerle
seninkini karıştırır, hayatımızın bazı bölümlerinde senin Rabbini dinleriz,
meselâ namaz, oruç, hac gibi konularda Allah’ı dinleriz, hukuk, eğitim, ekonomi,
miras gibi sosyal ve siyasal yapılanmalar konusunda da öteki İlâhlarımızı
dinleriz olur biter. Hayatımızın bazı bölümlerinde senin Rabbinin yasalarını,
bazı bölümlerinde de bizim yasalarımızı uygularız olur biter” diyorlardı.
Şimdi de
öyle değil mi ama? Adamın elbisesine karışsanız, rengi şöyle olsaydı, deseni
böyle olsaydı deseniz hiç problem çıkmaz, dinler adam sizi. Veya adamın arabasına
karışsanız rengi şöyle olsaydı, şurası şöyle olsaydı deseniz dinler sizi. Ama
bu olmasaydı diyerek onun varlığını reddettiğiniz anda kıyâmet kopar değil mi?
Öyle diyor adam, bizim yolumuzu, bizim hayat tarzımızı, bizim İlâhlarımızı,
bizim demokrasimizi kabul edeceksin. Anlaşabilmek için başta bunu bir
kabulleneceksin.
Meselâ Anayasa oylamasına gideceksin, bunu
reddetmeyeceksin. Oylamaya gideceksin ama, ister red kullan, ister kabul kullan
fark etmez, ama gidecek ve kabul ettiğini göstereceksin. Gitmediğin zaman, bunu
tümüyle reddettiğin zaman kıyâmet kopar.
Veya meselâ demokratik yolu kabul
edeceksin, demokratik yollarla çare arayacaksın, Yargıtay’a gideceksin. Bunu
yaparsan, temyize başvurursan, mahkemelere giderek hakkını bu yolla arar ve
bulursan, yani bunu kabullenirsen tebrik edilirsin. Ama tümüyle demokrasiyi
reddettiğin zaman kıyâmet kopar değil mi?
İşte bir dönem Allah’ın Resûlüne
Muhammedu’l Emin diyen bu insanlar getirdiği tevhidle onların putlarını, put
sistemlerini, şirk anlayışlarını, şirkle şekillenmiş hayatlarını yargılamaya
başlayınca, hayatlarını toptan reddetmeye kalkışınca kıyâmeti koparıverdiler.
Sûrenin
konusu ekseninde kesinlikle bilelim ve hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım
ki küfrün İslâm’a ve müslümanların varlığına asla tahammülü yoktur. Allah bu
sûrede bunu anlatıyor. İmanla küfür arasındaki bu savaş kaçınılmazdır. Çünkü
mü’minlerin hiçbir güçleri kalmasa, bunlarla savaşacak hiçbir takatleri kalmasa
ve bunlarla barıştan yana, teslimden yana bir tavır sergileseler de, onlarla
savaşa yanaşmasalar da tarihen sabittir ki küfür taraftarlarının kesinlikle
mü’minlerin varlığına tahammülleri yoktur.
Bu kafirlerin her çağda tek hedefleri
yeryüzünde İslâm’ın ve müslümanların mevcut olmamasıdır. İslâm’ın ve müslümanın
varlığı bu kâfirlerin korkulu rüyasıdır. Bunlar şunu kesinlikle biliyorlar ki
yeryüzünde İslam varsa küfür asla yaşayamaz. Yeryüzünde az da olsa bu dine
inanan, bu sistemi uygulayan Allah’a inanan bir müslüman topluluk bulundukça
onlar bâtıl yollarından, zulüm ve fesatlarından asla emin olamazlar. Müslümanın
varlığı gecenin zifiri karanlığını ortaya çıkaran gündüzün varlığı gibidir.
Onun içindir ki kâfirler yeryüzünde bir tek müslümanın varlığına bile tahammül
edemezler ve şu anda tüm çıplaklığıyla müşahede ettiğimiz gibi müslümanları yok
etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Hattâ yeryüzünde bir tek
müslüman kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecektir diyor adamlar.
Meselâ işte görüyoruz, koskoca bir
okulda iki tane kız çocuğunun başını örtmesine bile tahammül edemiyorlar. Niye?
Ne olacak iki bin kişi açıkken ha iki tanesi de kapanıversin. Ne olur bundan?
Dünya mı yıkılır? Yo! O zaman o okulda açıkların varlığı anlaşılacak da onun
için buna tahammül edemiyorlar. Evet, kriter olarak, kıstas olarak müslümanın
varlığına tahammülleri yoktur bunların.
İşte
bunun için yok etmeye çalışıyorlardı peygamberi. Uzlaşarak, anlaşarak bitirmek
istiyorlardı onun mesajını. “En azından gel ey peygamber, hiç olmazsa bir yıl
sen bizim gibi ol, bir yıl da biz senin gibi olalım. Bir yıl sen bizim gibi
yaşa, bir yıl da biz senin gibi yaşayalım. Sen bizimkine inan, biz de seninkine
inanalım. Ya da hiç olmazsa arada bir şöyle bizimkine bir uğrayıversen. Şöyle
bir yanından geçiversen, bir el sürüversen. Ya da hiç olmazsa bizimkine dokunmayıversen
olmaz mı? İlişmeyiversen. Bizimkinin aleyhine konuşmayıversen. Sen kendininkini
yaşasan, ama biz de kendimizinkini yaşasak. Sen serbest olsan, biz de serbest
olsak diyorlardı. Böylece kendilerininki hepten ortadan kaybolmayacak, ya da
kendilerininki de normal görülecekti. İşte bu kâfirler kendilerininki de normal
görülecek noktaya gelene kadar müslümanları yoldan çıkarmak için ellerinden
geleni arkalarına koymayacaklar, bunu bilmek zorundayız. Ey Muhammed, sen
bizimkilerin aleyhinde konuşma biz de seninkinin aleyhinde konuşmayalım! Ya da
bir selâm ver bari, bizi hepten unutup reddetme. Gel anlaşalım, uzlaşalım”
diyorlardı. İşte kâfirlerin bu tekliflerine karşılık bu sûre geliyordu.
Demek ki
sûrenin konusu İslâm’ın küfürden ayrı olduğunun, her dönemde bu ikisinin asla
birleşme ve uzlaşma ihtimalinin bulunmadığının beyanıdır. Yani kimilerinin iddia
ettiği gibi, kimi demokratik ve laik kafaların bize zorla kabul ettirebilmek için
çırpındığı gibi, siz sizce yaşayın biz de bizce yaşayalım. Siz bildiğiniz ve
istediğiniz gibi yaşayın biz de bizimkini yaşayalım. Siz bize dokunmayın biz de
size dokunmayalım. Herkes bildiği şekilde gül gibi yaşayıp gitsin demek
değildir bu. Bilâkis İslâm’ın bulunduğu yerde küfrün bulunamayacağının
beyanıdır bu. İslâm’ın hakim olduğu yerde küfrün ve şirkin asla hayat hakkına
sahip olmayacağının, olamayacağının ortaya konulmasıdır. Küfrün bulunduğu yerde
de kesinlikle İslâm’ın bulunamayacağının beyanıdır tabii. Bu ikisi, yani
küfürle İslâm, şirkle İslam geceyle gündüz, aydınlıkla karanlık gibi bir
şeydir. Birinin varlığı diğerinin yokluğu demektir.
Demek ki
sûrede bir taraftan kesinlikle küfürle İslâm arasında bir anlaşmanın, bir
uzlaşmanın olamayacağı, küfrün İslâm’a, İslâm’ın da küfre asla tahammülünün
olmadığı anlatılırken, bir taraftan da İslâm net ve açık olarak ortaya konuyor.
Değilse siz öyle olun, siz istediğiniz gibi yaşayın, beni de böyle kendi halime
bırakın demek değildir bunun mânâsı. Zaten sûreler arasında bir birlik, bir bağ
kuracak olursak mahza dini yaşayan, bedenini ve malını toplumsal planda Allah’a
ait kılan, Allah’ın Resûlüne ve onun yolunun yolcularına Kevser sûresinde
hayr-ı kesir verilmesine rağmen “ebter” diyenlere,
“De
ki: Ey kâfirler”
diyeceğiz.
Yine sûrenin hitap üslûbundan, ifade
tarzından anlıyoruz ki peygamber ve onun yolunun yolcularının kâfirler
karşısında savunmada değil sürekli hücumda olmaları gerekmektedir. Kâfirler ve
müşrikler karşısında müslümanın savunmada bulunması asla caiz değildir.
Rabbimiz bu sûreyle bize bir de bunu anlatıyor. Ama bakıyoruz şu anda adam
müslüman, hâlâ gâvurun karşısında kompleks içinde. Adam hem müslüman hem de
kâfir karşısında aşağılık duygusu içinde. Ne garip değil mi? Meselâ gâvura sen
gâvursun diyemiyor adam. Sen cehennemliksin diyemiyor. Arkadaş sen yanlış
yoldasın diyemi-yor. Hayat programın yanlış, bu gidiş seni ateşe götürüyor
diyemiyor.
Halbuki kâfire sen yanlış yoldasın, bu halinle cehennemliksin,
cehenneme gideceksin dememek, bilesiniz ki ona en büyük zulümdür. Çünkü onun
cehenneme gidişine göz yummaktır. Ama ona acıyarak uyarmak kendisine en büyük
merhamettir aynı zamanda. Yani ona yanlışını söyleyelim ki adam hiç olmazsa
yanlışını anlasın ve cen-nete gitmenin yollarını arasın.
Hiç bir şeyine dokunmuyor. İşte gel beraber yaşayalım,
gül gibi geçinip gidelim diyor adam, onun yanlışını gündeme getirmiyor. Tamam o
zaman cehenneme kadar yaşarsın beraber. Madem ona acıyorsun, aynı mahallede,
aynı şehirde yaşıyorsun, aynı iş yerinde bulunuyorsun, aynı apartmanda
oturuyorsun, hattâ o kâfirin işinde, işyerinde çalışıyorsun o zaman de ki
adama, “arkadaş sen yanlış yoldasın, bozuk yoldasın, bu halinle sen cehenneme gidiyorsun,
sana acıdığım için söylüyorum, gel müslüman ol da bu azaptan, cehenneme
gidişten kendini kurtar!” Bu ona kötülük değil ki. Bu onu üzmek ve kırmak da
değildir.
Aslında onun hayatını sorgulamamak ona
kötülüktür. Onu bu gittiği yolda uyarmamak, ona acımamak onun ateşe gidişine
göz yummak ona kötülüktür. Aynı zamanda onun hayatını sorgulamamak bize de
kötülüktür. Çünkü o zaman müslüman hep savunmada kalıyor demektir. Biz
savunmada kaldığımız sürece hep kaybeden oluruz.
Meselâ soruluyor müslümana: Niye namaz kılıyorsun? Kusura
bakma işte kılıyoruz. Niye örtünüyorsun? Kusura bakma alışkanlık işte ne
yapalım? Niye oruç tutuyorsun? Kusura bakma ... Böyle böyle sonunda da kusura
bakma sen nasıl istersen öyle yapayım demek zorunda kalacaktır müslüman. Sen
nasıl istersen öyle yaşayayım de-mek zorunda kalacaktır. Karşısındaki gâvuru
uyarmayan, kendi kimliğini net bir biçimde ortaya koyamayan müslüman sonunda
susmaya ve savunmada kalmaya mahkum olacaktır.
Halbuki müslüman tek başına da olsa hep hücumdadır, kesinlikle
savunmada olamaz. Müslüman kimliğini açık ne net bir biçimde ortaya koyan ve
inandığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi inanan kişidir. İşte bu sûrede Rabbimiz
bizden bunu istiyor.
Biz müslümanlığımızı, imanımızı ortaya koyacağız,
küfürden, şirkten, kâfirlerden ve müşriklerden, onların küfür ve şirk
anlayışlarının tümünden ayrılacağız. Ayrılırken de, “ey kâfirler işte biz buyuz!
Biz böylece inanıyoruz. Kurtulmak istiyorsanız siz de bizim gibi inanmak
zorundasınız. Bizim sizinle, sizin dinlerinizle, sizin hayat programlarınızla,
sizin kulluk anlayışlarınızla uzak ve yakından bir ilgimiz yoktur. Eğer şu anda
bizim size tanıdığımız düşünce özgürlüğünü, fikir özgürlüğünü, ibadet
özgürlüğünü siz de bize tanırsanız bu tartışma kolayca çözülecektir. Çünkü biz
din ve vicdan hürriyetine, düşünce hürriyetine inanıyoruz. Başka din sahiplerinin
inanışlarına, düşüncelerine, ibadetlerine karışmıyoruz.” diyeceğiz.
Tamam, hayatımızın ibadet bölümünde O’nu dinleyelim, ama
hayatımızın öteki bölümlerinde söz sahibi başka Rablerimiz, başka tanrılarımız
vardır. Biz onları da dinlemek zorundayız, biz onları da küstürmemek
zorundayız, biz onların yasalarını da uygulamak zorundayız demeye devam edecek
olursanız, yani böyle hem Allah kaynaklı, hem de tâğutlar kaynaklı bir din yaşamak
istiyoruz diyorsanız, o zaman biz de size deriz ki, sizin dininiz, sizin hayat
programınız, sizin kulluk anlayışınız sizin olsun, bizim ki de bizim olsun.
Eğer müslümanlar onlara tavizler
vermeye başlarlarsa bu onların kendi dinlerinde, kendi bâtıl akideleri üzerinde
sebat etmelerine vesile olacaktır. Çünkü tavizkâr bir tutum, kesinlikle onlara
destek vermek anlamına gelecektir. Müslümanların onlara tavizler verip onların
davranış ve inanışlarını tasvip edercesine bir tavır takınmaları, onları kendi
dinlerinde kemikleşmelerini sağlayacaktır. Bunlar bize böyle baktıklarına göre
demek ki bizim yolumuz da doğruymuş diyecekler ve yanlış dinlerine, bozuk
inanışlarına daha bir sağlam sarılmaya başlayacaklardır.
Evet,
Rasûlullah'ın müşriklerle ilişkilerini dört safhada mütalaa etmek mümkündür:
Müslümanların sayıca çok az oldukları dönemde müşriklerin eziyetlerine katlanmak.
Fikirlerine ortak olmaları ve onlarla fikrî bir uzlaşmaya gitmeden sabretmek.
Müşriklerin bu saldırılarına karşı konulamadığı dönemlerde sûrenin sonundaki
"sizin dininiz size benim dinim bana" stratejisini uygulamak. İmkân
olduğu takdirde sal-dırılara ayniyle mukabelede bulunmak. Antlaşmalara riâyet
etmeme-leri ve tekrar tekrar anılaşmayı bozmaları sebebiyle onlarla top yekun
bir savaşa girmek. İlk iki madde Mekke döneminde, son ikisi ise, Me-dine döneminde
olmuştur. bu hususu da belirtelim ki, her dört safhada da Rasûlullah tebliğe
devam etmiş, tebliği katiyetle aksatmamıştır. Ayrıca İslâm'ın temel akidesinden
kesinlikle taviz vermemiş fikrî bir uzlaşmaya asla yönelmemiştir.
Kur'an-ı Kerim, bir çok
yerde câhiliye hayatından örnekler ve-rerek müslümanların ibret almalarını
ister. Yine bu sûrede Allah son tevhid dini olan İslâm'la insanların nasıl bir
inkılapla nefis ve şeytâni putların hâkimiyetinden kurtulduklarını anlatır.
Bilindiği gibi câhiliye dönemi Arapları Allah'ı inkâr etmiyorlar, ancak O'nu
"Bir" ve "Samed" olarak tanımıyorlardı. Onlar Allah ile
beraber putlara, geçmişteki ö-nemli zatlara, heykellere ibadet ediyor ve
bunların Allah yolunda sa-dece birer vesile olduğu iddiasında bulunuyorlardı.
"Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz"
(Zümer, 3) diyorlardı. Yine Ankebût suresinde "Onlara gökleri ve yeri kim
yarattı, güneş ve ay'ı kim emrine verdi diye soracak olursanız"
Allah" diyeceklerdir elbet-te..." (Ankebût,61). Hem de yeminlerle
dile getirdikleri bu tür inançla-rını Allah "Siz ancak Allah(u Teâla)'dan
başka pullara ibadet ediyor ve (O'na ortak diye) yalan düzüyorsunuz. Bu
Allah'tan başka ibadet et-mekle olduklarınız size bir rızık vermeye muhakkak ki
muktedir değil-dir. Rızkı Allah katında arayın O'na ibadet edin. Ve (rızkınızı
o verdiği için de) O'na şükrediniz. (Çünkü âhirette) yalnız O'na
döndürülecek-siniz" (Ankebût,17) diyerek onların Allah'tan başka ibadet
ettikleri şeylerin kendilerini Allah'a yaklaştırmayacağını belirtir. Kâfirûn
sûresi insanın içine düştüğü bu ikilemi, bu tür bir çıkmaza kesin bir çözüm getirerek
mü'min, kâfir saflarının netleşmesini sağlamakta ve insanla-rın bu tür
mazeretlerinin olmayacağını ferman buyurmaktadır.
"(Ey Nebi!) De ki: Ey
Kafirler" Allah onları gerçek durumlarıyla çağırarak, gerçek vasıflarını
belirtmektedir. Onların dini yoktur. Ne ka-dar Allah'a ibadet etseler de bu
böyledir. Böylece onlarla Hz. Muham-med (s.a.s) arasında bir bağ söz konusu
değildir. "Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam" Bu ifade,
kâfirlerin ibadet ettiği ve halen de ibadet etmekte oldukları bütün mabudları
içine alır. Onlar melekler, cinler, nebiler, veliler, ölmüş insanların ruhları,
güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar, ağaçlar, hayali tanrılar, tanrıcalar, putlarda
olabilir. İlahlara topluca ibadet etmenin içine Allah'a ibadet de girse bile,
bu aslında Allah'a ibadet değildir. Kur'an-ı Kerim'de açıkça Allah'a ibadetin
O'-nunla birlikte bir başka şeye ibadet etmemek demek olduğu bildirilmiş ve
sadece Allah'a ihlasla yönelmek emredilmiştir: "Oysa kendilerine dini
yalnız Allah'a halis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri
emredilmişti" (Beyyine, 5).
Daha sonra Kur'an-ı Kerim
"Benim taptığıma sizler tapmazsı nız. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak
değilim. Benim taptığıma da sizler tapacak değilsiniz. O halde sizin dininiz
size, benim dinim bana-dır" fermanıyla İslâm'da ibadet edilecek olanın
sadece Allah olduğu-nu; Allah'a yapılan ibadetle O'na ortak koşanların
ibadetlerinin karşı-laştırılması yapılmaktadır. Ve sûre "Sizin dininiz size,
benim dinim ba-nadır" diyerek onların İslâm dışı bir inanç içerisinde
oldukları ne Müs-lümanlarla-kâfirlerin yolunu netleştirmektedir. Bu son ifadede
Allahu Teâla İslâm'ın tavrını ortaya koymaktadır. Bu ifade, kâfirlere hoş
gö-rünmek için değil, kâfirlikleri üzerinde devam ettikleri sürece onlardan
kesb ayrılık ve çizgi farklılığını göstermektedir. Sûre aynı zamanda
kâfirlerin, din konusunda Allah'ın Rasûlü ve O'na iman eden müslü-manlarla
hiçbir zaman uzlaşamayacaklarını belirtmeyi ve bu konuda ümitlerini kesmelerini
de kapsar. Aynı tavır Kur'an'da bir çok yerde zikredilerek müslümanların
kâfirlere karşı tavrı tespit edilmiştir."De ki. Ey insanlar benim dinimden
kuşkuda iseniz" ben sizin Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam. Sizi
(öldürecek olan Allah'a taparım. Bana mü'minlerden olmam emredilmiştir"
(Yunus,104; Şuarâ,216; Sebe, 25-26; Zümer,14, 39-40; Mümtehine, 4).
Bu kesin ayrılık hem davet
edenler için, hem de davet edilen-ler iğin gerekliydi. Çünkü daha önceden doğru
bir inanca bağlanıp da sonradan sapıtmış topluluklarda iman düşüncesiyle cahiliye
düşün-cesinin birbirine karıştığı görülür. Bu tür topluluk ve!a insanlar hiçbir
inanç sahibi olmamış topluluklardan daha azgın olurlar. Çünkü içinde bulundukları
durumdan habersizdirler veya memnundurlar. İnandıkla-rıyla yaptıkları arasında
bir tezat olduğundan iyiyle kötüyü ayırmaları mümkün olmaz. Hatta onların bu
halleri müslümanları dahi kendine çekerek bazı bozuk yönlerine rağmen iyi
yönlerini benimseme hata-sına düşürebilir. Halbuki bu durum son derece hatalı
ve yanlış bir yol-dur. Yolda atılacak adım, müslümanın câhiliye sistemi ve
nizamından tam olarak sıyrılıp ayrılmaktır. Yolun ortasında buluşma imkânı söz
konusu değildir. Bu durum cahiliyet ehlinin tamamıyla İslâm'a girme-siyle
ortadan kalkacaktır. Câhiliyet ne kadar İslâm kılığına bürünürse bürünsün ve
müslüman olduğunu ne kadar iddia ederse etsin ortada bir yerde buluşma imkanı
yoktur. Dâvet ve tavırda ilk yol "sizin dininiz size benim dinim
bana" olmalıdır.
İşte
Mekkeli müşriklerin bu sapık teklifleriyle karşı karşıya kalan Allah’ın Resûlü
aslında kendi başına karar verme yetkisinde değildi, onlara bu konuda tavizler
vermeye asla yetkili değildi. Onlar, “gel ey Muhammed anlaşalım, sen bizim
putlarımızın aleyhinde konuşma, biz de senin İlâhının aleyhinde olmayalım. Sen
bizimkileri kabullen biz de seninkini kabullenelim. Ya da işte bir yıl sen
bizim İlâhlarımıza kulluk yap bir yıl da biz senin Rabbine kulluk yapalım” deyince,
Allah’ın Resûlü, “bekleyin hele Rabbim ne diyecek” buyurdu. “Ben bu konuda
karar verme yetkisinde değilim, siz yanlış anladınız, bu din benden değildir” buyurdu.
Onlar bunu yanlış anladılar ve uzlaşma ümidine kapıldılar. Sanki Rasûlullah
efendimizin şöyle dediğini zannettiler: Durun acele etmeyin, hele bir düşünüp
taşınalım. Böyle bir şey mümkün mü? Değil mi? Bir araştıralım, bir hesap edelim
demek gibi anlamışlardı.
Halbuki bu o demek değildi. Rasûlullah
efendimizin bekleyin Rabbim ne buyuracak sözünün mânâsı şuydu: Tıpkı bir
dairede çalışan bir memura dışardan gelen bir adam kanun dışı, yasaların elvermediği
bir şey teklif eder ısrarla. Memur bunun olmayacağını, olamayacağını, böyle bir
şeyi yapamayacağını, bunun yasa dışı bir yolsuzluk olduğunu, kanunların
elvermediği bir usulsüzlük olduğunu anlatır. Kendisine böyle bir şey teklif
eden adama memur bunun olamayacağını, böyle bir şey yapamayacağını defalarca ve
ısrarla anlatır, anlatır, sonra hâlâ da adam anlamayınca, dur öyleyse bir de
yukarı soralım, bir de amire soralım der ya. Yani memur bu ifadesiyle aslında
bu işin olup olmayacağını bir de amire soralım demek istemiyor da aslında
olmayacak olan bu işi daha bir belgeyle tescil ederek karşısındakine ispat
etmek istemektedir. Ya da bizzat müdürün ağzından adama duyurarak, onun
ifadesinin ortaya konmasıyla durumu daha bir tescil etmek istemektedir.
İşte Allah Resûlünün yaptığı da bunun
aynıdır. Hele biraz bekleyin Rabbim ne buyuracak derken Allah’ın Resûlü
kendisince kesinlikle mümkün olmayan bu konunun bir de Allah’ın diliyle tescilini
istiyordu. Allah’tan gelecek bir sûreyle böyle bir uzlaşmanın kesinlikle mümkün
olmadığını ortaya koymak ve artık bir daha bu konuda kendisinin rahatsız
edilmemesini istiyordu.
İşte bu
hadise üzerine gelen bu sûreyle kâfirlerle ve müşriklerle kesinlikle bir
uzlaşmanın olmayacağı, kıyâmete kadar bunun mümkün olmadığı ortaya konuyordu.
Ve bu sûreyle uzlaşma teklifi kesinlikle
reddedilince, kâfirler peygamberle anlaşma zeminini kaybedip bu konuda ümitleri
kesilince artık mü’minlerin üzerine baskılarını artırdıkça artırdılar.
Yaşadıkları şehir kendilerine dar gelen zulüm ve işkencelerden bunalan ve artık
Mekke’de kalmaları imkânsızlaşan müslü-manlar Habeşistan’a hicret edip orada
rahat bir nefes almayı denediler.
Her ne
kadar hitap tarzından da anlaşılacağı gibi sûrenin ilk muhatabı Kureyş’liler
olsa da, bu kıyâmete kadar devam edeceğinden, bu sûre sadece belli zaman dilimi
içinde belli bir uzlaşmanın, belli bir uzlaşma teklifinin reddi değil, aynı
zamanda kıyâmete kadar her bir dönemde her bir dönem müslümanlarının kâfirlerle
uzlaşmalarını yasaklamaktadır. Ama unutmayalım ki sadece müslümanların kâfirlerle
uzlaşmalarını yasaklamakla da sınırlı değildir sûrenin muhtevası. Bunu
yasaklamakla birlikte aynı zamanda İslâm’ın küfre karşı kendini ortaya koymasının
ifadesidir.
Sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya geçmeden önce bir de sûreyle alâkalı Rasûlullah
efendimizin hadislerinden bir kaçını belirtelim. Kur’an’ın dörtte birine muâdil
kabul edilen bu sûre hakkında Rasûlul-lah efendimizin çok övgüleri vardır.
İmam
Müslim’in sahihinde Hz. Cabir efendimizden şu rivâyet vardır:
“Allah’ın Resûlü Tavaf namazının iki
rekatında Kâfirûn sûresi ve İhlâs sûresini okurdu.”
Yine Ahmed bin Hanbel’in İbni Ömer efendimizden
rivâyetine göre İbni Ömer efendimiz şöyle buyuruyor:
“Peygamber efendimizi gözledim, bir ay
süreyle sabah namazının farzından önceki iki rekatta sürekli Kâ-firûn ve İhlas
sûrelerini okuduğuna şahit oldum.”
Yine Taberânî’nin rivâyetinde kendisine yatağına yatarken:
“Ey Allah’ın Resûlü bana uyuyacağım zaman okuyacağım bir şey tavsiye eder misin?”
diyen bir sahâbeye Allah’ın Resûlü’nün:
“Geceleyin yatağına girdiğin zaman Kâfirûn
sûresini oku, çünkü onu okumak şirkten beraettir”
buyurduğu
nakledilir.
Kendisi
bizzat Tavaf namazında, İhram namazında, Tahiyye-i Mescidde ve istiare namazında,
yatağa girmeden önce sürekli bu sûreyi okuyan, “ben size şirkten kurtulabileceğiniz
kelimeleri öğreteyim mi? O Kâfirûn’dur. Zira bu şirkten teberîdir” buyuran
Allah’ın Resûlü’nden, “Münafık, Kâfirûn sûresini okumaz ve kuşluk namazını kıl-maz”
diye de bir rivâyet vardır.
Bu karmakarışık mukaddimeden sonra kısaca sûrenin meâlini söyleyip
âyetlerini tek tek tanımaya geçelim inşallah. "De ki:'Ey kâfirler! Ben
sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptıklarıma tapıcı değilsiniz. Ben
asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak
değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır."
“De
ki: “Ey kâfirler!”
“Kul”
kelimesi üzerinde Fahrettin Râzî kırk mesele saymıştır. Bu bir tebliğ emridir. “Ey
peygamberim bunu önce kendine sonra da çevrendekilere duyur, onlara tebliğ et”
demektir. Yine bu, Kur’-an’ın, mesajın Allah’tan olduğunu beyanıdır. Yani o
sana senin asla kabul edemeyeceğin saçma sapan tekliflerde bulunanlara de ki peygamberim:
“Ey kâfirler! Bilesiniz ki bu söyleyeceklerim benden değil Allah’tandır, yani
mesaj benim değil Allah’ındır de.”
Kur’an’ın
önceki âyetlerinde Rasûlullah efendimize tatlı, mülayim, Rahmeten li’l âlemin
olarak, suhuletle insanları Allah’ın dinine dâvet etmesi, kâfirleri ve
müşrikleri ahsen bir dille İslâm’a çağırması tembih edilirken, örüyoruz ki
burada çok sert bir hitap tarzı var. Kâfirlere: “Ey Kâfirler!” diye hitap
ediliyor. Acaba bunu nasıl anlayacağız? Yani bu birdenbire sertleşmenin mânâsı
nedir acaba?
Meselenin ciddiyetine binaen böyle bir
hitap tarzı seçilmiştir diyoruz. Tabiri caizse kâfirlerle, müşriklerle onların
bekledikleri bir koalisyonun asla mümkün olmayacağının, olamayacağının beyandır
bu. Küfrü ve şirki İslâm’dan ayrı görmenin, İslâm’ı da onlardan farklı görmenin
ve kıyâmete kadar imanla küfür arasında bir uzlaşmanın olamayacağının beyanıdır
bu. Önceki âyetlerde olduğu gibi tatlı bir ifade, mülayim bir hitap tarzı belki
de onların hâlâ peygamberle uzlaşma ümitlerinin canlı kalmasını ve sürekli
peygamberi rahatsız etmelerini sağlayacaktı. Onun içindir ki Rabbimiz sûrenin
hemen başında böyle sert bir hitap tarzını tercih buyurarak, onların bu
konudaki tüm ümitlerinin kırılmasını ve bir daha peygamberini rahatsız etmemelerini
istedi.
Tabii ki
bu adamları, “Ey Kâfirler!” ifadesi de gazaplan-dırıyordu. Bunun kendilerine
en büyük hakaret olduğunu kabul ediyorlardı. Zaten kâfir değil miydi bunlar ki
bu ifadeye gazaplanıyorlardı? Hayır, bunlar Allah’ı bilmeyen Allah’ı reddeden insanlar
değillerdi. Bunlar aslında göklerin ve yerlerin yaratıcısı olarak, göklerde ve
yerlerde egemen olarak, yaratıcı, öldürücü, yağmuru yağdırıcı, güç, kudret
sahibi, rızık verici, doyurucu olarak Allah’ı tanıyorlardı.
Hattâ zaman zaman O’na kendilerince
kulluk da yapıyorlardı. Yeminlerinde en yüce varlık olarak tanıdıkları Allah’ı
şahit tutup “vallahi, billahi” diyorlardı. Dualarında “Allahümme” (ey Allah’ım)
diye söze başlıyorlardı. Başları daraldığı zaman O’na sığınıyor, O’ndan yardım
istiyorlardı.
Meselâ büyük bir orduyla Ebrehe Kâbe’yi
yıkmaya geldiği zaman Kâbe’nin örtülerine yüz sürüp: “Ey bu Kâbe’nin Rabbı!
Kâbe’ni, beytini korusan korusan sen korursun! Bizim de şu tapındığımız putların
da böyle ciddi bir durumda yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur” diyorlardı. İçini
putlarla doldurmuş olsalar da yine de Kâbe’nin adına Beytullah, Allah’ın evi
diyorlardı. Hz. İbrâhim’in Hanif dini üzere olduklarını iddia ediyorlardı. Ama
bildikleri, tanıdıkları bu Allah’ı hayatlarına karıştırmak istemiyorlardı.
Dikkat
ederseniz burada "Kâfirun" diye cemi sığası kullanılmıştır. Acaba
neden müfret değil de cemi sıgası kullanılmıştır? Bunun sebebini şöyle anlamaya
çalışıyoruz: Burada belli bir şahıs değil, bir gurup, bir topluluk ifade edilmiştir.
Bir de kâfirlerin isimleri zikredilmeyerek sıfatları zikredilmiştir. Tabi bu sıfat
ebediyen İslâm’a gelmeyecekleri sabit sıfatı olduğundan, hem o günkü, hem de kıyâmete
kadar gelecek tüm kâfirleri kastediyordu. Yani muhatapların zatını değil de
sıfatlarını hedef alıyor Rabbimiz. Dolayısıyla kıyâmete kadar kâfir sıfatını
taşıyan herkes sûrenin muhatabıdır. Ama kâfirken, bu sıfatın sahibiyken bir
anda müslüman olarak bu sıfatı terk eden ve kendisi de namazlarında bu sûreyi okumaya
başlayan kişi elbette bu hitabın muhatabı olmaktan kurtulmuştur.
Yine
sûrenin hitabının delaleti taarruz için değil, teberri içindir. Yani sûrede
ortaya konan mesele bir müslümanın kâfirlere taarruz etmesi, “Ey kâfirler! Siz
kâfirsiniz! Siz dinsizsiniz! Siz şöylesiniz! Siz böylesiniz!” demesi, taarruzda
bulunması değil, esas konu ben müs-lümanım demesidir.
Bu ifade tarzı taarruz için değil,
müslümanın teberrî etmesi ve kendi müslümanlığını, kendi imanını ortaya koymasıdır.
Değilse eğer bu hitap kâfirlere taarruz anlamına gelseydi, uyurken okunması em-redilmezdi.
Öyle değil mi? Allah’ın Resûlü uyuyacağımızda
bu sûreyi okumamızı emrediyor. Peki düşünelim uyurken kime söylüyoruz bunu? Ya
da namazlarımızda okurken kime söylüyoruz? Öyleyse bu taarruz değil kendini
ortaya koymadır. Mü’min bu ifadeyle kendisini ortaya koymaktadır. O halde usul
olarak önce küfrü öğrenip küfrü anlatmak boştur. Önce antitezle uğraşmak
boştur. Önce İslâm’ı öğrenip onu ortaya koyalım. Yani “bu ne değildir?”le
uğraşmayalım? Bu nediri ortaya koyalım.
Burada
"Ey Kâfirler" ifadesiyle kıyâmete kadar İslâm’ı kabul etmeyip karşı çıkanların
tamamı kastediliyor. Onun içindir ki ey müşrikler, ey ateistler, ey Yahudiler,
ey Hıristiyanlar denmemiş, İslâm’ı ka-bul etmeyenlerin tümü kast edilmiştir.
Müşriki, münafığı, dinsizi, ateisti, komünisti “Küfür tek millettir” fehvasınca
hepsi kastedilmiştir. Ancak buradaki hitap bunların zatlarına değil
sıfatlarınadır. Değilse birine "Ey kâfir" denseydi, o da bir gün
İslâm’a dönseydi, o zaman hitap açıkta kalırdı. Ama sıfat söz konusu olunca, bu
sıfatı taşıyan herkes onun muhatabıdır. Yani buradaki hedefleme ferdi değil,
küfrü hedeflemedir.
Evet ey
kâfirler!
“Ben
sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da sizler tapmazsınız. Ben sizin
taptığınıza tapacak değilim. Benim taptığıma da sizler tapacak değilsiniz.
Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”
Red,
red, red… Bir daha, red üzere red. Çeşitli ifadelerle, değişik ifadelerle ama
hep küfrü red. Sizin taptıklarınıza ben tapmam! Tüm mabutlarınıza, aya güneşe,
yıldızlara, cinlere, nebilere, velîlere, ölmüş insanların ruhlarına,
putlarınıza, tâğutlarınıza, hukuk, eğitim, kılık-kıyafet, siyaset, moda, âdet,
yönetmelik, çevre, toplum tanrılarınıza, tüm tanrılarınıza, tanrıçalarınıza ben
ibadet etmem. Siz de benim ibadet edip tapındığıma tapınmazsınız. Çünkü benim
İlâhım sizin İlâhlarınızın içine katılacak bir İlâh değildir. İlâhlardan bir
İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı olarak kendisine de ibadet edilecek bir İlâh
değildir benim Rabbim.
İçinde Allah’ın da bulunduğu çeşitli
Mâbudlara, çeşitli İlâhlara ibadet şirktir. İşte bu âyetiyle bunu reddediyor
Rabbimiz. Çünkü Allah Mâbudlardan bir Mâbud olmayıp tek Mabûd’dur. Kendisine
kulluk yapılacak İlâhlardan bir İlâh olmayıp tek İlâhtır. Başkalarına da
yapılarak Allah’a yapılacak bir ibadet, Allah’ın istediği ve razı olduğu bir ibadet
değildir.
Ben
sizin taptıklarınıza tapmam, ben sizin tanrılarınıza asla kulluk etmem demesini
emrederek, Rasûlullah efendimizin ve onun şahsında hepimizin kulluğu, ibadeti
sadece ve sadece Allah’a ait kılmamız emredilmektedir.
Ayrıca
ben sizin taptıklarınıza tapmadığım gibi siz de benim taptığıma tapmazsanız.
Her ne kadar benim inandığım Allah’a inandığınızı, O’nu sevip saydığınızı iddia
ediyorsanız da, aslında siz de benim taptığım Allah’a tapıyor değilsiniz. Yani
ben sizin kulluğunuza benzer bir kulluk yapmadığım gibi, siz de benim kulluğuma
benzer bir kulluk yapmıyorsunuz. Ben böyle bazen Allah’ı, bazen de başkalarını
dinleyerek, bazen Allah’a, bazen de başkalarına kulluk yaparak böyle bir şirket
içinde, bir ortaklık içinde sizin gibi bir kulluk yapmadığım gibi, siz de sadece
Allah’ı dinleyerek benim gibi bir kulluk yapmıyor-sunuz. Ben sizin kulluğunuza
benzer bir kulluk yapmadığım gibi, sizler de benim kulluğuma benzer bir kulluk
yapmazsınız, yapmıyor-sunuz.
Ya da
her ne kadar ben sizin hayatı parçalayıp onun bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı
bölümlerinde de başka tanrıları söz sahibi kabul ettiğiniz şirk dininizde
değilsem de, siz de benim tüm hayatımda söz sahibi bildiğim ve sadece kendisine
kulluk ettiğim tevhid dinimde değilsiniz. Ya Allah’ın dininde olunur ya da
başkalarının dininde. İşte koalisyon olmazdan maksat ta budur zaten. Ya o, ya
da o, başkası mümkün değildir.
Çünkü bir birleştirme olsa o zaman İslâm
bozuk çıkar karşımıza. Hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyelim ama hayatın
öteki bölümlerinde de başka efendileri, başka tanrıları dinleyelim dediniz mi,
o zaman İslâm yok olur. Çünkü Allah’a kulluk başkalarına kulluğa izin vermez. İslâm
dininin yaşanması başka bir şeyin yaşanmasına imkân bırakmaz. Allah’a inandınız
ve O’na kulluğa karar verdiniz mi artık başkalarını dinlemenize, başkalarının
hizmetine gitmenize asla zamanınız kalmaz.
Çünkü İslâm hayatta boşluk bırakmaz.
Şirk mümkün değildir. Allah’a kulluk, yine Allah’a kulluk, yine Allah’a kulluk.
Hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını, öteki bölümlerinde de başka
tanrıların yasalarını uygulayarak hem Allah’a, hem de onlara kulluk yapmanıza
imkân bırakmaz Allah. Allah şirke asla izin vermez. Allah’a, Allah’ın istediği
biçimde inanmak ve kulluk yapmak zorundasınız. Allah’a, Allah’ın istediği
biçimde inanmayan, O’nun razı olacağı biçimde kulluk yapmayan kişi diliyle ne
söylerse söylesin, ne iddia ederse etsin o kişi aslında Allah’a inanıyor ve
kulluk yapıyor değildir.
Ben
sizin gibi ibadet etmem, sizler de benim gibi ibadet et-miyorsunuz. Ben sizin kulluk
anlayışınıza benzer bir kulluk yapmıyorum, sizler de benim kulluk anlayışıma benzer
bir kulluğa razı olmuyorsunuz. Birine diyorsunuz ki, “ben sizin yediğiniz gibi
yemem, sizler de benim yediğim gibi yemezsiniz.” Yani yeme anlayışlarımız, yeme
modellerimiz farklıdır. Ben sizin gibi sol elle, ayakta, masada, haramlı,
domuzlu, içkili, müzikli yemem. Siz de benim yediğim gibi yemezsiniz.
Veya meselâ ben sizin yazdığınız gibi
sol elle yazmam, siz de benim yazdığım gibi sağ elle yazmazsınız deriz ya, işte
buradaki ifade de aynen böyledir. Ben sizin gibi ibadet etmem. Sizler gibi Allah’tan
başka kendilerinden korktuklarınıza kulluk edip onların gaflet edip serbest bıraktıkları
bölümde de Allah’a kulluk etmem.
Veya
benim hizmetçi asla size hizmet etmez. Ama sizinki de bana hizmet etmez demek
gibidir bu. Bana hizmete karar vermiş birisi asla size hizmete gidemez. Çünkü
ben öyle bir hizmet istiyorum ki, onun hayatının tümünü kapsar, boşluk
bırakmaz. Sizin hizmetçiniz de eğer bana hizmete karar verirse, artık size
zamanı kalmaz. Ya tamamen bana ait olur ya da hiç olmaz.
Öyle değil mi? Birisinin karısı sadece
onun karısıdır. Başkalarına da kadınlık yapmaya giderse o zaman o onun karısı
olmaz, fahişe olur. Benim hizmet anlayışım, kulluk anlayışım işte budur. Sizler
farklı hizmet anlayışlarını, farklı kulluk anlayışlarını kabul edebilirsiniz.
Sizler hizmetçilerinizi ortak kullanabilirsiniz, sizler karılarınızı kendi aranızda
müşterek kullanabilirsiniz, bunu normal görebilirsiniz, ama o zaman o benim
karım olmaz. Zira ben onun sadece benim olmasını isterim.
Yani sizler Allah’a kulluğu da böyle
anlayabilirsiniz. Bazen Allah’a, bazen başkalarına, bazen Allah’a bazen başkalarının
yasalarına, bazen Allah’a bazen topluma, bazen Allah’a, bazen modaya, bazen
Allah’a bazen çevreye, bazen Allah’a bazen modaya, yönetmeliklere, âdetlere,
amire, müdüre kulluk yapabilirsiniz. Bazen Allah’ı bazen de başkalarını
dinleyerek, bazen Allah’ı bazen de başkalarını razı etmeye çalışarak böyle
ortaklaşa şirket içinde bir kulluk anlayışını normal görebilirsiniz. Ama ben
böyle bir kulluğu asla benimsemem, çünkü benim Rabbim böyle kendisiyle birlikte
başkalarının da dinlenmesine, başkalarına da itaate, başkalarına da kulluğa
asla razı değildir.
Sizler
de benim yaptığım kulluğu yapmazsınız. Sizler de benim kulluk anlayışıma
yanaşmıyorsunuz. Dikkat ederseniz burada “Men” denmemiş de “Ma”
denmiş. Burada kastedilen Allah’ın zatı değil de sıfatlarıdır. Çünkü sûrenin
mukaddimesinde de ifade ettiğim gibi bu sûrenin muhatapları zaten Allah’ın zatını
inkâr etmiyorlardı.
Yani burada söz konusu edilen Allah’ın
zatı değil sıfatlarıdır. Bunun anlamı, sizler de bizzat Allah’ın kendine
tapmıyorsunuz demek değil, sıfatlarıyla ortaya konan Allah’a tapmıyorsunuz demektir.
Zira bunlar aslında Allah’a inanıyorlardı. Biz göklerin ve yerlerin yaratıcısı
olan, göklerde egemen olan O Allah’a inanıyor ve kulluk ediyoruz diyorlardı.
Ama Kur’an’da sıfatlarıyla kendini ortaya koyan Allah değildi bunların inanıp
kulluk yaptıkları Allah. Yani Rabb, Melik, İlâh olan ve kendisinden başka Rabb,
Melik ve İlâh olmayan bir Allah değildi bunların inandıkları Allah. Rabbu’l
âlemin olan bir Allah. Değilse şu anda İsrâil oğullarının inandıkları gibi Rabb-i
beni İsrâil değil. Ya da kimi demokratik kafalıların iddia ettiği gibi dünyayı
yaratıp işi biten, dinlenmeye çekilen, dünya ile ilgilenmekte istinkaf edip
dünya işlerini insanlara bırakan, hayata karışmayan, hukuku bilmeyen, eğitimden
anlamayan, ekonomi konusunda cahil, giyim kuşama karışmayan, düğüne derneğe
karışmayan bir Allah değil. Hakim olan, Kahhâr, Cebbar olan, cenneti, cehennemi
olan ve de kendisinden başkalarının dinlenmesine, kendisinden başkalarına
kulluk yapılmasına asla rızası olmayan, kullarını kendisinden başkalarını dinleme
konusunda soğanın dişisinden bile kıskanan bir Allah.
Öyle bir Allah’a inanacağız ki 99 âdet
ismiyle, Razzak oluşuyla, Ehad, Samed, Vedûd, Cebbar, Kahhâr, Rabb oluşuyla,
Mâlik, Melik oluşuyla bir Allah’a inanacağız. Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O
hamde lâyık olacak, yalnız kendinin övüleceği, övdüklerinin övüleceği bir Allah’tır.
Yalnız kendisine itaat edilen bir Allah’tır O. Kendisinden başka İlâh olmayan,
kendisinden başka Rabb, Mâbud olmayan bir Allah’tır. Öyle bir Allah’a
inanacağız ki, O Rabdir. Günlük hayat programımızı yapan O’dur. O’ndan başka hayata
karışıcı, hayat programı konusunda söz sahibi yoktur. Öyle bir Allah’a
inanacağız ki o bizim velîmizdir. Bizim adımıza tek taraflı karar alan, aldığı
kararı aynen uygulayacağımız, bizim adımıza aldığı kararları hayatımızın her
bir alanında bizim için bağlayıcı olan, her işimizi kendisine havale edeceğimiz,
bütün problemlerimizi kendisinden soracağımız bir Allah’tır O. Melekleri, Peygamberleri,
Kitapları olan bir Allah. Melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde
olan, yaptığımız her şeyi gören, bilen, kontrol eden bir Allah. Peygamberleri
vasıtasıyla bize bizden istediği kulluğu örnekleyen, kitapları vasıtasıyla bize
hayat programı gönderen bir Allah.
Bize gönderdiği kitaplarında kendisini bize nasıl tanıttıysa
öyle bir Allah’a inanacağız. Yeryüzünde ortağı, benzeri olmayan, hayatın
tümünde mutlak hâkimiyet ve otorite sahibi bir Allah’tır bu. İşte böylece
inanacak ve böylece inandığımız Allah’ın bizden istediği kulluğu yapacağız.
Rabbimiz sûrenin bu âyetlerinde bunu anlatıyor.
Bir de
burada dikkat ederseniz fiiller arka arkaya gelmiştir.
Önceki
fiiller muzaridir. Hadisin ortaya koyduğu mânâ ile söylersek ben sizin
taptıklarınıza tapmıyorum, siz de benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ya da az evvel
ifade ettiğimiz gibi söylersek ben sizin kulluk anlayışınıza benzer bir kulluk
yapmıyorum, sizler de benim kulluğuma benzer bir kulluk yapmıyorsunuz dendikten
sonra, aynı fiiller bir daha kullanılıyor. Bu ikinciler ise haldir, yani bundan
sonra da ben sizin taptıklarınıza tapmayacağım, sizler de benim taptığıma tapmayacaksınız.
Ben şu anda sizin taptıklarınıza tapmadığım, sizin kulluğunuza benzer bir
kulluk yapmadığım gibi bundan sonraki ömrümde de, hayatımın bundan sonraki bölümünde
de asla sizin taptıklarınıza tapmayacak, sizin kulluk anlayışlarınızı
benimsemeyeceğim anlamına gelmektedir. Böylece artık onların uzlaşma
ümitlerinin tamamen bitirilmesini ve bir daha bu tekliflerle peygamberinin
rahatsız edilmemesini istiyordu Rabbimiz.
Yani öyle bir iman, öyle bir tapınma ki,
sadece Allah’ın istediği gibi. Bugüne kadar ki dinlerinizi din, yolunuzu yol
kabul etmediğim gibi, bundan sonra da kabul etmeyeceğim. Ya da bugüne kadar ben
sizin adınıza, sizin hatırınıza, sizin yolunuza bir müslüman değildim, bundan
sonra da olmayacağım. Ben falanların filânların hatırına, birilerinin istemesi
adına bir din üzere değil Rabbimin vahyi üzere bir din sahibiyim demektir bunun
mânâsı. Falanlar böyle istedi, filânlar böyle dedi de onun için ben bunları
yapıyorum değil, Allah Kitabında böyle dedi, Rasûlullah sünnetinde böyle istedi
diyecek ve birilerinin müslümanı değil, vahiy müslümanı olacağız inşallah.
Veya
buradaki ikinci fiiller te’kid içindir, müşriklerin kulluk anlayışlarından
teberriyi ve sadece Allah’a kulluğu pekiştirmek içindir. Yani ey müşrikler! Ey
hem Allah’a hem de başkalarına kulluk yapmaya çalışan, hem Allah’ı hem de
başkalarını razı etmeye çalışan ve böyle yaparken de kendilerinin müslüman
olduklarını zanneden zavallılar! İyi bilin ki ne İlâhlarınız İlâhım, ne İlâhım
İlâhınız, ne ibadetim ibadetiniz, ne de ibadetiniz ibadetimdir. Veya buradaki:
Fiillerden
birincisi fiil olarak kulluğu, ikinciler de durum olarak kulluğu anlatır. Yani
fiil olarak ta, durum olarak ta ben sizin gibi kulluk yapmam. Fiil olarak da,
durum olarak da sizin kulluğunuz da benimkine benzemez demektir. Bir şey
yaparken de, dururken de sizinkilere kul değilim veya kulluğum sizinkinden
farklıdır. Biz iki tür kulluk yaparız. Birincisi fiil halinde, eylem halinde
icra ettiğimiz kulluklar, bir de durum halinde icra ettiğimiz kulluklar.
Öyle değil mi? Kulluk adına bazen amel
yapıyoruz, o anda fiil halindeyiz, ama bazen de dinleniyoruz, oturuyoruz, bir
iş yapmıyoruz. Bazen namaz kılıyoruz, bazen dinleniyoruz, oturuyoruz,
yatıyoruz. İşte bunun ikisi de kulluktur. Namaz kılmamız da kulluktur,
oturmamız da kulluktur. Meselâ içki içmemek, kumar oynamamak, zina etmemek, gıybet
etmemek bir fiil değil, bir durumdur.
İşte otururken de bir müslüman Allah’ın
haram kıldığı şeylerden uzaklaşmışsa onun bu durumu da kulluktur. Rabbimiz bunu
da kulluk kabul ediyor. İşte âyet-i kerîmedeki birinci ifadeyi fiil halindeki
kulluklar, ikinci ifadeyi de durum halindeki kulluklar olarak anlıyoruz.
Öyleyse bu ifadelerle Rabbimiz
peygamberinin ve onun yolunun yolcusu olan bizlerin kâfirlere karşı, müşriklere
karşı şöyle dememizi istiyor: Ey
kâfirler ne fiil halinde, ne de durum halinde biz sizin gibi kulluk yapmayız,
siz de bizim gibi kulluk yapmazsınız. Ya da fiil halinde de, durum halinde de
sizin haliniz bizim halimize benzemez. Çünkü bizim duruşumuz bile kulluktur.
Lâkin
görüyoruz ki onlar da hep içmiyorlar. Yani otururlarken bazen onlar da
içmiyorlar. Ama onların bu içki içmeden duruşları benim Rabbime kulluk adına
duruşum gibi değildir. Çünkü ben içmez-ken, içmeden dururken Rabbim adına içmeden
duruyorum. Ama onlar içmeden dururlarken Allah adına, Allah yasak kıldığı için
değil, me-selâ zararından dolayı içmezler, keyifleri olmadığı için içmezler. Zamanları
yoktur, paraları yoktur da onun için içmezler. Yani bu içmeyişleri bizimki gibi
Allah’a kulluk adına değildir.
Öyleyse gerek fiil halinde, gerekse
durum halinde bizim kulluğumuz onlarınkinden farklıdır. Haramlar konusunda bu
böyle olduğu gibi, emirler konusunda da böyledir. Allah adına değil de, Allah
emretti diye değil de sağlayacağı menfaatleri adına veya doğuracağı zararları
adına domuzu yememek, içkiyi içmemek, zina etmemek, namaz kılmak, oruç tutmak
da böyledir.
Ben
sizin kulluğunuz gibi kulluk etmiyorum sizler de benim gibi kulluk
yapmıyorsunuz. Onlar neye tapıyorlardı? Putlara. Peki ne mânâda, ne adına
tapınıyorlardı putlara? Allah’a kulluk adına değil de mahza kulluğu öyle
anladıkları için Allah’a kulluk adına bir kulluk yapıyorlardı. Kulluğu böyle
anladıkları için yapıyorlardı. Ya da kendi kafalarından bir kulluk belirliyorlar
ve Allah’ı şartlandırmaya çalışıyorlardı.
Öyleyse bugün biz de Allah’a
kulluğumuzu ancak Allah’ın belirlediği tarzda icra ve ifa etmeliyiz.
Kendiliğimizden buna ilaveler ya da azaltmalar izafesi bâtıldır, şirktir,
küfürdür, bidattir. Allah kitabında kendisine nasıl inanmamızı istemişse, nasıl
bir kulluk yapmamızı istemişse aynen öylece inanmak ve kulluk yapmak zorundayız.
Allah bizden hangi lafızlarla, hangi stilde, hangi usulde bir kulluk istemişse
aynen o şekilde uygulamak zorundayız. Bunu asla değiştirme hakkına sahip
değiliz.
Diyelim ki Allah bizden iki rekat sabah namazı
istiyor. Yahu iki rekat ne olur ki kılmışken dört kılalım, beş kılalım diyerek
bunu fazlalaştırmaya kimsenin hakkı yoktur. Allah bizden Ramazan ayında oruç
istemiş. Bunu sayısal olarak değiştirmeye veya fazlalaştırıp azaltmaya kimsenin
hakkı yoktur. İbadetlerdeki, namazlardaki lafızları bir başka şekilde
değiştirmeye de hiç kimsenin hakkı yoktur. Tesettür öyle, miras öyle, hukuk,
kılık-kıyafet zekât, kadın-erkek ilişkileri öyledir. Yani Allah bizden ne tür
bir kulluk istemiş ve onu ne tür uygulamamızı istemişse onu aynen Allah’ın
istediği biçimde uygulamak zorundayız. Bunları değiştirmeye, ya da yeni yeni
tapınma biçimleri ihdas etmeye hakkımız yoktur.
Ehl-i
Kitap ve müşrikler bunu değiştirdiler. Bakara’da anlatılır "Hıttah” yerine
"Hıntah” demek gibi, ya da secde yerine arka, arka ka-pıdan girmek gibi,
sadece Allah’a kulluk yerine O’na yaklaşma maksadıyla bir kısım aracılara da
kulluk yapmak, Allah’ı hayata karıştırmamak, Allah’ın dediklerini demedi,
demediklerini de dedi demek gibi Allah’ın emirlerini değiştirdiler. Allah’ın
istemediği bir eylemi gerçekleştirdiler. Öyleyse şunu unutmayalım ki insanlar
ne yaparlarsa yapsınlar, isterlerse gökte uçup denizde yürüsünler, Allah’ın kendilerinden
istemediği bir kulluk türüyse bu yaptıkları, boştur.
Rasûlullah
efendimizin böyle demesini emrediyordu Rabbimiz. Öyleyse onun yolunun yolcusu
olarak bizler de insanlara eğer şirkin, küfrün içindelerse, eğer Allah’a Allah’ın
istediği şekilde inanmıyorlar ve kulluğa yanaşmıyorlarsa aynen böyle diyeceğiz.
“Biz sizinkilere tapmayız, siz de bizim Allah’ımıza ibadet etmiyorsunuz. Zaten
şimdiye kadar biz sizinkilere tapmıyorduk, siz de bizimkine tapmıyordunuz.
Bundan sonra da geri kalan ömrümüzde sizin kulluğunuza benzer bir kulluk
yapmayacağız. Asla bazen Allah’ı, bazen de başkalarını dinleyerek şirke
düşmeyeceğiz, bunu bilmiş olun” diyeceğiz. Zaten Zümer sûresinin 14. âyetinde
Rabbimiz onlara şöyle dememizi emrediyordu:
“De ki: “Ben,
dinimi Allah’a ihlâs kılarak O’na kulluk ederim.”
(Zümer 14)
Bizler dinde muhlisler olarak kulluğumuzu,
duamızı, dâvetiyemizi, sadece Allah’a yapacağız. Halis bir din sahibi, katışıksız
bir din sahibi olacağız. Din, kişinin hayat programıdır. Din, kişinin yaşam biçimidir.
Bizler öyle bir din, öyle bir hayat programı uygularız ki, hayatımızın tümünde
sadece Allah’ı dinler, sadece Allah’ı hesap eder ve ona başka şeyleri katıp
karıştırmayız. Yani hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de
başkalarını dinleyerek, hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını, bazı
bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygulayarak katışıklı bir din, şirket
içinde bir hayat yaşamayız. Şirke düşmeyiz.
Yirmi dört saatimizin tümünü Allah’a ait kılarak, sadece
O’nu dinler ve sadece O’na kulluk yaparız. Bundan sonra da her yerde her
konumda sadece Allah’ı dinleyeceğiz. Hayatımızın her bir birimini Allah’ın
istediği şekilde düzenleyeceğiz. Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı,
fikrimizi, düşüncemizi, benliğimizi Allah’a döndüreceğiz. Giyinirken Allah’ın
emirlerini uygulayarak secdemizi sadece Allah’a yapacağız, kazanırken,
harcarken Allah’ın istediklerine riâyet ederek secdemizi, kulluğumuzu Allah’a
yapacak, severken, küserken onu dinleyecek ve secdemizi Allah’a yapacağız. Tüm
hayatımızda yönümüzü, yüzümüzü Allah’a doğru çevirecek, O’nun istediklerini ön
plana alacak, O’nun rızasını tercih edecek, O’nu hesaba katacak ve O’nun
istediği gibi inanıp O’nun istediği gibi hareket edeceğiz. Her an O’nun
huzurunda olduğumuzu ve her an O’na hesap vermek durumunda olduğumuzu unutmayacağız.
Eğer kâfirler ve müşrikler bizim bu
imanımızı, bizim bu dinimizi ve hayat programımızı kabullenmeyecek olurlarsa da
onlara şöyle diyeceğiz:
“Sizin
dininiz size, benim dinim de banadır.”
Sizin dininiz, sizin inanışınız, sizin
hayat programınız, sizin kulluk anlayışınız sizin olsun, bizimki de bizim
olsun. Sizin amelleriniz sizin, bizim amellerimiz de bizim olsun. Öldüğünüz
zaman siz kendi amellerinizle, biz de bizim amellerimizle karşılaşalım. Siz sizinkilerden
sorumlu olun, biz de bizimkilerden. Siz amellerinizin karşılığı olan
cehennemden, biz de bizim amellerimizin sonucu olan cennetten razı olalım.
Yani sizler hem Allah’a hem de putlara, hem Allah’a hem de
Allah’tan başkalarına kulluk yaparak bir din, bir yol, bir hayat tarzı
sergileyebilirsiniz. Hayatınızın bazı bölümlerine Allah’ı, bazı bölümlerine de
başkalarını karıştırabilirsiniz. Hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip,
bazı bölümlerinde ise Allah’tan başkalarının kanunlarını uygulayarak müşrikçe
bir yol tutabilirsiniz. Hem Allah’ı hem de başkalarını razı etmeye
çalışabilirsiniz. Hem Allah’a, hem de başkalarına kulluk edebilirsiniz. Ama
bize gelince biz asla böyle bir şirk dininden razı olmayız. Bakara’yla ifade
edersek:
Ama bizler taviz vermeden, ihlâsla,
katışıksız bir şekilde biz Allah’a ibadet edicileriz. Biz sadece Allah’ı Rabb
bilip sadece O’nu dinler ve sadece O’na kulluk ederiz. Yani böyle hem Allah’a
kulluk edip, hem de binde bir de olsa başkalarını da dinlemeden yana olmayız,
başkalarına da kulluktan yana olmayız.
Bin gramlık bir temiz suya bir gramlık
da zehir katarak onu içmeden yana olmayız. Biz şirk koşmadan, hayatı
parçalamadan Allah’a ibadet ederiz. Sizler gibi hayatın bazı bölümlerinde
Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını memnun etmeden yana olmayız.
Şirk,
küfür, inkâr, vebal ve hıyanet dolu olan sizin dininiz sizin, hayat programınız
sizin olsun, bizim onunla uzak ve yakından bir ilgimiz yoktur, biz ondan
beriyiz. Sakın ha bundan sonra da bizim böyle bir şirk dinini kabulleneceğimizi zannedip beklemeyin.
Bu son cümle
ya öncekilerin takriridir ya da bir tehdittir. Benim dinimin sizinkilerle bir
ilgisi yoktur. Yani o alınan kararı tasdiktir, tebliğdir. Ya da bir tehdittir
bu. Ey kâfirler! Ey müşrikler biz buyuz işte! Biz böylece inanıp böylece kulluk
ediyoruz. Haydi ne halt ederseniz edin! Ne yapacaksanız yapın da görelim
demektir. Haydin bakalım, ne yapacaksınız? Nasıl bir dininiz varsa yapın! Nasıl
bir hayat programınız varsa ortaya koyun da problemlerinizi çözün bakalım gibi
bir tehdittir bu.
Ya da
burada İslâm’ın beyanı var. İslâm’ın ortaya konuşu mevzu bahistir. Tıpkı Âl-i
İmrân sûresindeki âyet gibi:
“Allah
katında tek din, şüphesiz İslâmiyet’tir.”
(Âl-i İmrân 19)
Ya da
Tevbe sûresinde olduğu gibi diğer dinlere, diğer sistemlere, diğer hayat
programlarına mukabil olarak İslâm dininin üstünlüğü ve tekliğini ortaya
koymadır bu.
“Puta
tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini
doğru yol ve hak dinle gönderen Allah’tır.”
(Tevbe 33)
Âyetinde
olduğu gibi diğer dinlere mukabil olarak İslâm dininin ortaya konduğunu
anlıyoruz.
Ama biz
biliyoruz ki İslâm’da bir kaide var. Önce İslâm ortaya konur, sonra da bâtıl
anlatılır. Fakat burada görüyoruz ki bunu tam tersi olmuş.
Denmiş.
Yani "Sizin
dininiz sizin olsun" denerek önce onların dinlerinden söz edilerek
bâtıl ortaya konmuş. Sonra da “Benim dinim de benim olsun” denilerek
hak din ikinci sırada anlatılmıştır. Bunu şöyle izah edebiliriz: Muhatap
kâfirler olunca bu böyledir. Öyleyse Müslüman, kâfirlerle, müşriklerle karşı
karşıya bulunduğu zaman, sizinle bizim dinimiz farklıdır, sizinle biz asla bir
ve beraber olamayız diyecektir. Değilse muhataplarımız müslümanlarken, müslü-manlarla
beraberken İslâm ortaya konulacaktır önce, bâtıla daha sonra sıra gelecektir.
Bunun m
“Siz,
insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a
inanan hayırlı bir üm-metsiniz.”
(Âl-i İmrân 110)
Bakın
burada bizim vasıflarımız özelliklerimiz sayılırken önce iyiliği emretme ve
kötülüklerden menetme özelliğimiz zikredilmiş, daha sonra da Allah’a iman
özelliğimiz söz konusu edilmiştir. Halbuki bizim mü'min olarak ilk görevimiz ve
ilk özelliğimiz önce Allah’a imandır. Ama burada olduğu gibi mesele toplumsal
planda değerlendirilince o zaman iman ilk planda değildir. Çünkü toplumda
kâfirler de bulunabilir. Ama eğer toplumda marufu emir ve münkerden nehiy göz
ardı edilirse, ümmet ortadan kalkar ve münferit müslüman çıkar. O zaman da ben
fert olarak kendi başımayken evvel emirde iman etmem gerekir. Yani müslüman olmam
için benim bir topluma ihtiyacım yoktur. Tek başıma da müslüman olabilirim.
Müslüman olmanın yolu kelime-i tevhide iman ederek söylemektir.
Ama müslüman kalmanın yolu emr-i bil
ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yaparak müslümanlığımızı yaşayabileceğimiz ortamı
oluşturmaktan geçer. Bunu beceremeyen yani gerek ailelerini, gerekse çevrelerini
müslümanlaştıramayan insanlar, müslüman kalmayı da, müs-lümanca yaşamayı da
beceremezler.
Son din
benim dinimdir. Tevhid, ihlâs, hak ve ibadet dini olan, teslimiyet dini olan
son din benim dinimdir. Küfür, şirk dini de sizin dininizdir.
Veya ey
kâfirler! Ey müşrikler! Madem ki hak dini kabullenmi-yorsunuz. Sadece Allah’a
kulluk dinini reddediyor ve şirk dinine şirk sistemine sahip çıkıyorsunuz
öyleyse varın ne haliniz varsa görün de bari beni kendi dininize dâvet edip
durmayın.
Bir de
din “Hesap”
mânâsınadır. Öyleyse sizin hesabınız, sizin yaşadığınız hayatın faturası sizin
olsun, size olsun, benim hayat programımın hesabı da benim olsun.
Din “Millet”
anlamınadır. Öyleyse sizin milletiniz, sizin millet ve milliyetçilik
anlayışlarınız, sizin ırkçılığa dayanan milliyet anlayışınız sizin olsun, ben
İslâm milletindenim, ben İbrâhim milletindenim, benim milletim ve millet
anlayışım da benim olsun.
Din “Ceza”
mânâsınadır. Öyleyse sizin dininizin cezası olan cehennem sizin olsun,
benim diniminki de yani cennet de bana olsun. Siz sizin hayatınızın sonucu olan
cehennemden razı olun, ben de benim tevhid dinimin sonucu olan cennetten razı oldum.
Din “Ukubet”
mânâsınadır. Benim Rabbimin ikabı size, sizin Rablerinizin ikâbı da bana olsun.
Yani benim Rabbimin cezalandırması size olsun, sizin tanrılarınızın cezalandırması
da bana olsun. Benim Rabbim sizi, sizin Rableriniz de güçleri yetiyorsa beni
cezalandırsın bakalım.
Din “Dua”
mânâsınadır. Sizin dualarınız sizin sığınmalarınız sizin olsun. Siz
putlarınıza, tâğutlarınıza, efendilerinize dua edin, onlardan yardım isteyin,
problemlerinizin halli için onlara müracaat edip onların istediği bir hayatı yaşayın,
ben de göklerde ve yerde egemen olan, güç ve kuvvet sahibi Rabbime dua edip ona
sığınırım. Yardımı sadece O’ndan beklerim.
Din “Âdet”
mânâsınadır. Bu durumda sizin şirk âdetleriniz, toplumdan kaynaklanan küfür
âdetleriniz sizin olsun vahye müstenit, Rabbimden kaynaklanan âdetler de benimdir.
Tüm âdetlere böyle diyeceğiz tabii.