Ebû Leheb, Hakkı Şiddetle Red Ve İnkâr Konusunda İbretli Bir Misaldir
Mal Ve Kazanç Kurtarıcı Olamaz
Tebbet Süresiyle İhlâs Sûresi Arasındaki Münasebet :
Müfessirlerin icmaıyla sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir.[1]
Nitekim İbn Merduye'nin yaptığı rivayete
göre, İbn Abbas (R.A.), İbn Zübeyr ve Hz.
Aişe (R.A.) şöyle demişlerdir: «Tebbet
Sûı^si Mekke'de inmiştir.» [2]
Birinci âyetinde Ebû Leheb'in iki elinin kuruyup
helak olduğu, yani Hakk'ı reci
ve inkâr etmesiyle kendini sonu gelmeyen bir hüsrana ittiği konu edilmekte ve
bu isim aynı zamanda sûreye de isim olmaktadır.
Allame Zemahşerî'nin tesbitine göre: Bu
sûre, Fatiha Sûresi'nden sonra inmiştir. [3]
Âyet sayısı : 5
Kelime » : 20
Harf » : 77
[4]
Resûlüllah (A.S.), aldığı emir gereğince, önce kendi yakınlarını
İslâm'a davete başlamış ve bu emri uygulama alanına korken ilk tepki amcası Ebû Leheb'den gelmiştir. Cenâb-ı Hak bu olayı özetliyerek
ibretli bir tablo halinde gözler önüne sermekte ve yaşamakta olan inkarcı
inatçıların bundan öğüt ve ibret almalarını istemektedir.
Sûre'de Ebû Leheb'in isminin anılması, o tiynette olanları sembolize etmesine yönelik bulunuyor. Bu
azgın müşrikin eşinden bahsedilip adının anılmaması, kendi irâde ve aklını
kullanmayıp küfür ve sapıklıkta kocasına uyan bir kadının, inkâr ve azgınlık
ateşini daha da alevlendirmek ve büyültmek üzere odun taşıyan bir zavallıdan
başka bir şey olmadığına ve olamıyacağına işarettir.[5]
1- Kurusun
iki eli Ebû Leheb'in,
(nasıl ki) helak olup kurudu.
2- Ne malı
ona fayda verdi, ne de kazandığı..
3- Alev alev yükselen ateşe girecek.
4- Karısı da
(aynı ateşe) odun taşıyıcı olacak;
5- Boynunda
bükük bir urgan olduğu halde!.
Buharî'nin İbn Abbas
(R.A.)dan yaptığı rivayete göre:
«Resûkillah
(A.S.) Efendimiz Betha cihetine yöneldi ve oradaki
tepeye çıkıp şöyle seslendi: «Ya sabahah!
(vah sabahın musîbet ve afeti!)» Bunun üzerine Kureyş
Kabile'si toplandı. Peygamber (A.S.) Efendrmiz sözüne
şöyle başladı: «Ben size düşmanın sabah veya akşam üzeri baskın yapmak üzere
olduğunu haber versem beni tasdik eder misiniz?» Onlar da: «Evet..» diye cevap
verince, Resûlüllah (A.S.) devamla buyurdu ki: «Şüphesiz
ben sizi, önünüzdeki elim ve şedîd bir azaba karşı
uyarıyorum.» Bunun üzerine Ebû Leheb
[6] şöyle
dedi: «Bizi bunun için mi topladın?! A elleri kuruyasıcı..»
O sebeple Tebbet Sûresi indi. [7]
Müslim'in İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı
rivayete göre, adı gecen şöyle haber vermiştir: «En yakın hısımlarını
(bulundukları yolun eğri olduğu hakkında) uyar!» [8]mealindeki
âyet inince, Resûlüllah (A.S.) gelip Safa Tepesİ'ne çıktı ve şöyle seslendi: «Ya
sabahah! (vah sabahın musîbet ve afeti!)» Bu çağrı
üzerine Kureyş Kabilesi mensupları: «Bize seslenen
kimdir?» diye sordular. «Muhammed'dir..» denilince. Ona yaklaşıp toplandılar. Hz. Peygamber (A.S.) söze şöyle başladı: «Ey falan
oğulları, ey falan ve filân oğulları! Ey Abdimenaf
oğulları. Ey Abdülmuttalib oğullan! Hepsi de
yerlerini alıp toplandılar. Resûlüllah (A.S.) onlara
hitapla şöyle buyurdu : «Ben size şu tepenin arkasından üzerinize bir süvari
birliğinin (saldırmak üzere) çıkmakta olduğunu haber versem, beni tasdik eder
misiniz?» Onlar da hep bir ağızdan: «Biz senin yalan söylediğine hiç şahit
olmadık» diye cevap verdiler. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz asıl tebliğ etmek istediğini şöyle ifade etti: «Şüphesiz ben sizi,
önünüzdeki şiddetli azaba karşı uyaran bir elçiyim.» Ebû
Leheb: «A elleri helak olup kuruyasıcı!
Bizi bunun için mi buraya topladın?» dedi ve kalkıp gitti.
Bu olay üzerine Tebbet Sûresi indi. [9]
İbn Ebî Hâtim'in ve Ebû Zerâ'nın yaptığı rivayete
göre, Esma bint Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) şöyle demiştir: «tebbet
yeda ebi lehebîısl sûresi inince Ümmu
Cemil bint Harb, [10] elinde
dibek taşı olduğu halde yaygara kopararak geldi. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ise o sırada Mes-cid-i
Haram'da Ebû Bekir (R.A.) ile beraber oturuyordu. Ebû Bekir (R.A.) o kadının geldiğini görünce: «Ya Resûlellah! Ümmu Cemîl geliyor; seni görmesinden endişe duyuyorum»
dedi. Resûlüllah (A.S.) ona: «Şüphen olmasın ki, o
beni göremez» buyurdu ve Kur'ân'dan âyetler okuyarak
Allah Kelâmına sığınıp sarıldı. Nitekim Cenâb-ı Hak:
«Kur'ân'ı okuduğun za-
man seninle âhirete
inanmayanlar arasına görünmez bir perde yerleştiririz..» [11] buyurmuştur.
Derken Ümmu Cemil gelip Ebû
Bekir'in (R.A.) üzerinde dikilip durdu; fakat Resûlüllah'ı
(A.S.) göremedi. Bunun üzerine EbÛ Bekir'e şöyle
dedi: «Ya Ebâ Bekir! Haber
aldığıma göre, senin arkadaşın beni hicvetmiştir.» Ebû
Bekir (R.A.) ona : «Hayır, şu Bey t1 in Rabbısı hakkı
için O seni hicvetmem iştir.» Bunun üzerine Ümmu
Cemîl arkasını dönüp giderken şunları fısıldıyordu : «Kureyş
çok iyi bilir ki ben onların efendisinin kızıyım.» [12]
Hafız Ebû Bekir Bezzar da bu manâda bir
rivayet tahrîc etmiştir.[13]
İnsanın içini
dolduran, kalbini feyizlendirip Hakk'a
çeviren, kafasını aydınlatan vicdanını serinleten ne maldır, ne de makam ve
servettir. Zira bunların hepsi dünya hayatıyla ilgili birer geçimliktir. Ölüm
olayıyla sona ermekte ve atılan sert bir cisimden dolayı su üzerinde belirip
birbirini izleyerek büyüyen halkalar misali, bir süre sonra kaybolmakta ve
belirsiz hale gelmektedir. İnsanın içini ve dışını gerçek anlamda aydınlatıp
dolduran ve kalıcı mutluluğu vaadeden tek şey,
Allah'a dosdoğru imân ve sâlih amellerdir. Zira
sonsuza dek insan ruhuyla beraber yaşayacak olan cevher, sözü edilen imân ve
onun ürünü olan iyi-yararlı amellerdir.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aldığı emir ve yüklendiği görevi
gereği hakkı temsîl ediyordu. Teblîğ ve irşad
düzeyinde bu rahmeti yansıtıyor ve ebediyet nefhasını
kalplere duyurmaya çalışıyordu.. Şüphesiz O, bu yüce ve kutsal görevini yerine
getirmeğe adım atarken, ilâhî direktif üzerine önce kendi yakınlarını Hakk'a ve O'nun son dinine davetle işe başlamıştır. Zira
bir peygamberin küfür ve ahlâksızlığın kökünü kazıyabilmesi, azgınlık ve
haksız tecavüzleri durdurabilmesi için kendisini destekleyecek, hiç değilse
himaye edecek, vaki saldırılara engel olacak tarafdarlarına
ihtiyaç vardır. Kavim ve aşîreti, hısım ve yakınları bu taraf darlarının en önde
geleni ve en tesirlisidir.
Nitekim Nûh
Peygamber'in (A.S.) kendi aşîreti olmasaydı, çok inatçı, alaycı ve azgın kavmi
tarafından ya öldürülür, ya
da ülkesinden, Öz yurdundan kovulurdu.
Şuayb Peygamber'in (A.S.) durumu ondan farksız. Nitekim Hûd Sûre-si'nde Hz. Şuayb'ın bu durumu konu
edilirken şöyle bilgi verilmektedir: «Dediler ki: Ey Şuayb!
Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve biz seni aramızda zayıf olarak
görüyoruz. Kabilen olmasaydı elbette seni taşlardık. Hem sen bizim yanımızda
pek aziz, itibarlı, üstün bir kimse de değilsin.»
Şuayb Peygamber'in onlara verdiği cevap:
«Ey kavmim, dedi, size
göre kabilem Allah'tan daha mı azizdir ki, O'nun (buyruklarını) arkanıza
attınız? Rabbım elbette sizin yapageldiğinizi
(ilmiyle) kuşatmıştır.» [14]
İbrahim Peygamber,
(A.S.) babası ve yakınları Onu himaye etmedikleri ve desteklemedikleri için,
azgın müşrikler tarafından ateşe atılmış ve sonra ilâhî mu'cizenin
tecellisiyle ateşten kurtulmuşsa da artık kendi ülkesinde barınma ve tebliğ ile
irşad hizmetini sürdürme imkânı kalmadığından
yurdunu terketmek zorunda kalmıştır. Musa Peygamberin
(A.S.) İsrail oğulları arasında büyük nüfuzu ve göz dağı olacak kadar çevresi
vardı. O bakımdan her zaman ağırlığı hissedilir durumda idi. Bu sebeple o,
milleti uzun yıllar sevk ve idare edebilmiş; aynı zamanda çoğunun Tevrat'taki
ahkâma uymasını, ona göre amel etmesini sağlamıştır.
İsa Peygamber, (A.S.)
Havarilerden başka candan yardımcı ve destekçisi olmadığından idama mahkûm
edilmişse de Allah'ın yüksek inayet ve yardımıyla o badireden kurtarılarak göğe
yükseltilmiştir.
Son Peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) durumu çok daha farklı ve değişik
idi. O yalnız Kureyş Kabilesi'ne veya Arap
Yarımadası'ndaki halka gönderilen bir peygamber değil, bütün kavim ve
milletlere kıyamete kadar gönderilen tek peygamberdir. Bu bakımdan O yalnız
Arapları değil, bütün dünya milletlerini ve her çeşit bâtıl inancı karşısına
alarak sahneye adım atmıştır. Mekke'nin hatırı sayılır iki güçlü aile ve
aşireti olan Hâşim Oğulları ile Muttalib
Oğulları bulunuyordu ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
bunlara mensup idi. Sözü edilen iki aileden parmakla gösterilecek kadar az kişi
İslâm'ı din olarak seçerken gerisi putperestlikte ısrar etmekteydi. Ne var ki
diğer kabile ve aşiretler Resûlüllah'a (A.S.) karşı
çıkıp Onu yüce dâvasından vazgeçirmeye çalışırken fiilî bir tecavüzde
bulunmaya cesaret edemiyorlardı. Zira özellikle o çağda Arap Yarımadası'nda
kabile ve aşiretler bünyesinde yer alan ailelerin birbirlerini koruyup destek
sağlaması, vaki tecavüzleri durdurması bir vecibe idi. O sebeple Hâşim ve Mutalib Oğulları Hz. Muhammed'i (A.S.) koruyor; neşrine memur kılındığı
İslâm'ı din olarak reddetmelerine rağmen diğer kabile ve aşiretlerin Ona saldırmasına
asla izin vermiyorlardı. Aksi halde Resûlüllah'ın
(A.S.) Mekke'de 13 yıl tebliğ ve irşadda bulunması,
zahirî yönüyle pek mümkün olamazdı.
İşte ilk adımda
yakınlarını İslâm'a davetinin de bir anlamı bu sebep ve hikmete dayanmakta idi.
Ebû Leheb ve eşi Ümmu Cemîl'in bir numaralı İslâm düşmanları Qra-smda yer almaları bile Hâşim ve MuttaMb Oğullan'nın kavim ve aşiretlik ilgisini koparamıyordu.
Ancak bu iki müşrik, Resûlüllah'a hısım olmakla
beraber çok aşırı gittiklerinden ve kendilerinden beklenmiyen
bir tuğ/an havasında Resûlüllah'ı (A.S.) dilleriyle
rahatsız ettiklerinden dolayı haklarında «Tebbet»
fiiliyle başlayan özel bir sûre inmiştir. Şüphesiz Cenâıb-ı
Hak bu âyetlerle Ebû Leheb'in
helak olduğunu ve ikinci defa «tebbe» fiilini
getirmekle, onun geleceğinin karanlık bulunduğunu, hidâyete ermiye-ceğini, eşiyle birlikte ebedî bir azap içinde kalacaklarını
beyân buyurdu. Kendi hışmına inanmamakla kalmayıp edep ve terbiye sınırlarını aşaciak şekilde dil uzatmaları ilâhî gazabın inmesine sebep
olmuş ve böylece kendilerinden sonrakilere ibretli birer misai
teşkil etmişlerdir. [15]
Ne mal ona fayda
verdi, ne de kazandığu.»
Mal ve servet ister mîras
yoluyla, ister çalışıp kazanmakla sağlanrruş olsun,
ilâhî murada, yani O'nun hazırladığı hayat sistemine göre değerlendirilmediği
ve ona göre harcanmadığı takdirde âhiret gününde
vebal ve azap olmaktan başka hiçbir şeye yaramaz. Zira bir edibin de ded jğj gibi: «Mal ve evlât birer
emanettir. Birgün mutlaka bu emanetler geri
verilecektir.» Onları, gerçek sahibi olan Cenâb-ı Hakk'ın rızası doğrultusunda korumak ve yine tertemiz
olarak O'na teslim etmekle yükümlüyüz.
Böylece malına ve
kazancına güvenip asıl kalıcı saadet vaaden çağrıya
kulaklarını ve kalbini tıkayan Ebû Leheb'in çok aklandığı verilmekte ve o tiynette
olanlar uyarılmaktadır.
Ebû Leheb'in inanmayacağını ve
küfür üzere öleceğini ezelî ilmiyle tesbit,eden Cenâb-ı Hak, onun âhiretteki ve
Berzah Âlemi'ndeki durum u-nu açıklayarak : «Alev alev yükselen ateşe varıp girecek..» buyurmaktad
m
Cenâb-ı Hakk'ın bu acık ve kesin
beyânı aynen gerçekleşmiş; Leheb azgın ve şaşkın bir
kâfir olarak ölmüş; ne güvendiği malı, ne de evlâdı onu bu elîm akıbetten
kurtaramamış; yüzünün rengine, kalbinin kin ve inkârına uygun bir azaba sevkedilmiştir. [16]
Mekke'de Hz. Muhammed'in (A.S.) risaletine
tahammül edemiyen ve bir an önce Onun vücudunu
ortadan kaldırmanın gereğini düşünenlerir başında
gelenlerden biri de Ebû Süfyan
ailesi idi. Gerek kendisi, gerekse eşi ve kız kardeşi düşmanlıkta çok ileri
gitmiş bulunuyordu.
İşte âyette «Karısı da
(aynı ateşe) odun taşıyıcı olacak» diye vasfedilen
kadın, aynı zamanda Ebû Süfyan'ın
kız kardeşidir. [17]
Bu kadına «odun
taşıyıcı» denilmesi, çok anlamlıdır. Boynunda bükük bir urgan olduğu halde bu hammallığı yaptığı ve yapmakta olduğu, ileride de bunu
yapacağı söz konusudur. Ancak cümle burada hakiki manasına mıdır, yoksa bir
benzetme mi söz konusudur? Şüphesiz benzetme çok belîğ ve vecizdir. O kadının
karakteri, ahlâkı, inancı ve sosyal hayatı hakkında birtakım ana fikirler ve ip
uçları verilmektedir. Şöyle ki:
a) İnsanlar
arasında dedikodu yaparak söz götürüp getirdiğinden ve üstelik bu dedikoduyu Hz. Peygamber {A.S.) ve İslâmiyet aleyhine yürüttüğünden
hakkında bu sıfat kullanılmıştır. Zira Araplar «Falan filâna karşı odun
topluyor» dedikleri zaman, onun söz götürüp getirdiğini kasdetmiş
olurlar.
b) Saîd b. Cübeyr'e göre: Bu sıfattan maksat, düşündürücü bir benzetmedir.
Hatâ ve günahlar, sırtta taşınan oduna benzetilmiştir. Öyle ki, adı geçen
kadın, İslâm'a ve Peygamber'e (A.S.) kin, nefret, hakaret kustuğu için devamlı
vebal ve günah taşımak suretiyle yükünü ağırlaştırı-yordu.
c) Onun bu
tutum ve tavrına ceza olarak âhiret gününde sırtında
küfür ve vebal yükü bulunduğu halde boynuna Cehennem halatı takılacak.
d) Tabiîn'den Saîd b. Müseyyeb diyor ki: «Ümmu Cemil'in
boynunda çok kıymetli taşlarla süslü bir gerdanlık bulunuyordu. Hz. Peygamber'e (A.S.) karşı iyice kin ve nefret duyguları
kabarınca şöyle yemin etmiştir: «Lât ve Uzza'ya and olsun ki, bu
gerdanlığı satıp Muhammed'e olan düşmanlığım uğrunda harcayacağım.» O yüzden âhiret gününde onun bu gerdanlığı ateşten bir urgan olup boynuna
sarılacak.
Gerçekten ceza amelin
cinsindendir ve İslâm Peygamberi'ne düşmanlıkta çok ileri giden Ümmu Cemil bir misaldir. Cenâb-ı
Hak, inkarcı kincileri bununla uyarmakta ve ölmeden önce sırtlarındaki odun
yükü misali küfür, günah ve vebal yükünü atmalarını istemektedir.[18]
.
Tebbet Süresiyle, Tevhîd
İnancı'ndan kopup Allah'a ortak koşan, o yüzden kendi elleriyle yontup
şekillendirdikleri putları da ilâh kabul eden ve bu duygu ve çarpık inançla hakka
karşı çıkan bir ailenin hazîn sonu tas-vîr edilerek
inkarcı sapıklar uyarıldı.
İhlâs Sûresi'yle, Tevhîd
İnancı'nın özü ve mayası işleniyor ve bu doğrultuda Cenâb-ı
Hakk'ın birliğine delâlet eden dört sıfata yer
verilerek her türlü küfür, şirk ve yanltş akide
reddediliyor.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-u senalar;
İslâm düşmanlarına karşı dayanma gücünü ortaya koyup uzun yıllar seviyeli
mücadelede bulunan ve sırası gelince düşmanlarını affetmesini bilen Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâmlar olsun.[19]
[1] Tefsîr-i Kurtubî : 20/234
[2] Şevkanî/Fethülkadîr
: 5/511
[3] Tefsîrü'l-Keşşaf: 4/813
[4] Lübabu't-te'vîl:
4/424
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7060.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7060.
[6] Ebû Leheb:
Resûlüllah'm (A.S.) amcalarından biridir. Asıl adı, Abdüluz-za; künyesi, Ebû Leheb'dir. Yüzü fazla parlak
ve kırmızıya yakın bir renk taşıdığından kendisine bu künye verilmiştir.
[7] Buharî/tefsîr-i sûre: 34- Tirmizî/tefsîr-i sûre:
111- Ahmed:
1/281, 307
[8] Şuârâ Sûresi: 214
[9] Sahîh-i Müslim/imân : 353, 355- Tirmizî/tefsîr-i
sûre : 26- Ahmed : 3/476-5/60
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7061-7062.
[10] Ümmu Cemil, Ebû Süfyan'ın kız kardeşi olup Resûlüllah'm amcası Bbtt Leheb ile evli bulunuyordu.
[11] îsrâ Sûresi: 45
[12] Şevkani, Fethu’l-kadir:
5/513.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7062-7063.
[14] Hûd Sûresi: 91,
92
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7063-7065.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7065-7066.
[17] Bilgi için bak : Pethülkadîr
: 5/512
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7066.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7066-7067.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7067.