Beş ayet olup,
ittifakla, Mekke'de nazil olmuştur.[1]
"(Asıl) Ebû
Leheb'in elleri kurusun..." (Tebbet, 1).[2]
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
"Ben, cinleri ve insanı, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım" buyurdu.
Daha sonra, "De ki: Ey kafirler..."(Kâfirûn, 1) sûresinde, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in, Rabbine itaat edip, şürekâya ve Allah karşıtı şeylere
tapmadığını; kâfirinse, Rabbine isyan edip, Allah karşıtı şeyler ve ortaklar
ile meşgul olduğunu açıkça beyan etmiştir. Buna, sanki, "Ey Rabbimiz,
itaatkârın mükafaatı nedir? İsyankarın cezası nedir?" denilmiş de, bunun
üzerine Cenâb-ı Hak, "itaatkarın mükafaatı zaferin, fethin, bu dünyada
hakimiyetin; Ahirette ise, sonsuz mükafaatın meydana gelmesidir. Nitekim,
"Allah'ın yardımı geldiğinde..."(Nasr, 1) ayeti buna delalet eder.
İsyankarın cezasına gelince, bu da, dünyada hüsrana uğramak, Ahirette ise,
büyük bir ikaba maruz kalmaktır. Nitekim Tebbet Sûresi de buna delalet eder.
Bunun bir benzeri ise, En'âm Sûresi'nin sonundaki, şu ifadedir: "O Allah,
sizi, yeryüzüne halifet yapan ve bt kısmınızı bir kısmınızdan derecelerle üstün
kılandır..." (En'âm, 165). Sanki şöyle denilmiştir: "Ey Rabbimiz, Sen
çok cömertsin; cimrilikten münezzehsin; kadirsin, acziyetten münezzehsin. O
halde, bu farklı farklı oluşun sebebi nedir?" İşte bunun üzerine de
Cenâb-ı Hak, "Size verdiği şeylerde sizi sınamak için..."(En'âm, 165)
buyurmuştur. Sanki, "Ey Rabbimiz, ya kul günahkar ve asi olursa, o zaman
hali nasıl olur?" denilmiş de bunun üzerine cevaben, ''Muhakkak ki senin
Rabbin, cezası çok hızlı olandır" {En'âm, 165) buyurulmuştur. O halde,
şayet kul itaatkar, muti olursa, onun mükafaatı şudur. Allah Teâlâ, dünyada,
onun hatalarını bağışlar, Ahiret de ise, ona karşı merhametli ve kerim davranır...
[3]
Alimler, bu sûrenin
sebeb-i nüzulü hakkında bazı açıklamalarda bulunmuşlardır:
1) İbn Abbas
şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü, başlangıçta, durumunu gizliyor ve
Mekke'nin mahallelerinde gizlice namaz kılıyordu. Bu, "Yakın akrabalarını
uyar" (Şuârâ, 214) ayeti nazil oluncaya değin, üç sene devam etti. Bu ayet
nazil olunca Safa Tepesi'ne çıktı ve "Ey Âli Gâlib..." diye nida
etti. Bunun üzerine Âli Gâlib, Mescidden onun yanına geldi. Bunun üzerine Ebû
Leheb, "İşte Gâlib yanına geldi, ne var?" dedi. Sonra, "Ey Âl-i
Lüey" diye seslendi. Bunun üzerine, Lüey'den olmayanlar geri döndü. Bunun
üzerine Ebu Leheb, "İşte Lüey yanıma geldi, ne var?" dedi. Sonra,
"Ey Âl-İ Mürre" diye seslendi. Bunun üzerine, Mürre'den olmayanlar
geri döndü. Yine Ebû Leheb, "İşte Mürre yanıma geldi, ne var?" dedi.
Hz. Peygamber sonra, "Ey Âl-i Kilâb" diye seslendi. Bundan sonra da,
"Ey Âl-i Kusayy" diye seslendi. Bunun üzerine Ebü Leheb, "İşte
Kusayy yanına geldi, ne var?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) bunun üzerine,
"Allah bana, en yakın akrabalarımı uyarmamı emretti. Sizlerse en
yakmlarımsınız. Biliniz ki ben, ne bu dünyada size nasib sağlayabilirim, ne de
Ahirette bir pay... Ancak, "Lâ ilahe illallah" demeniz müstesna. O
zaman ben de, bununla, Rabbimiz katında lehinize şehadette bulunurum..."
dedi. Bu söz üzerine Ebû Leheb, "Hay kahrolasıca, bizi bunun için mi
çağırdın?" dedi. Onun bu sözü üzerine bu sûre nazil oldu.
2) Rivayet
olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s) bir gün Safa Tepesi'ne çıkar ve
"Sabah oldu, uyanın ey Kureyş..." der. Bunun üzerine Kureyş yanına
gelir ve "Neyin var?" diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s), "Ne
dersiniz, eğer ben size, "Düşman size sabahleyin ya da akşamleyin
saldıracak" desem, bana inanır mısınız?" der. Onlar da,
"Evet" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Ben sizi, şiddetli bir
azab öncesinde uyarıyorum" cevabını verir. Bunun üzerine Ebû Leheb,
dediğini der de, bu sûre nazif olur.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s) amcalarını toplar ve onlara, bir sahanda yemek takdim edince
onu kınarlar. "Bizden birisi tek başına bir koyun yer (bu ne ki?!)"
derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Yeyiniz, yeyiniz..."
der. Onlarda, doyuncaya kadar yerler, ama, sahandaki yiyecekten çok az şey
eksilir. Sonra da ona, "Ne vardı?" derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s) onları İslâm'a davet eder. Ebû Leheb de diyeceğini der. Rivayet
olunduğuna göre Ebû Leheb, "Müsiüman olursam, bana ne var?" deyince,
Hz. Peygamber, "Müslümanlara olanlar..." diye cevap verir. O,
"Ben onlara üstün olacak mıyım?" deyince, Hz, Peygamber (s.a.s),
"Neyle üstün olacaksın ki?!" diye cevap verir. Bunun üzerine de o,
"Yazık bu dine, onda ben ve başkası bir olacak öyle mi?" der.
4) Hz.
Peygamber (s.a.s)'e bir heyet geldiğinde, bu heyet amcasına ondan sorar ve
"Sen onu en iyi tanıyansın..." derdi. O da onlara, "Muhammed bir
sihirbazdır" der, bunun üzerine de onlar ondan yüz çevirir, onunla
karşılaşmazlar. Derken ona bir heyet daha gelir, amcası da onlara, buna benzer
şeyler söyler. Onlar da, "Onu görmeden gitmeyeceğiz" deyince, Ebû Leheb,
"Biz onda, delilikten başka hiçbir şey müşahede etmedik. Eli kurusun ve
kahrolsun.." deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) bundan haberdar olur ve
hüzünlenir. Bunun üzerine de bu sûre nazil olur.[4]
"EbûLeheb'in
elleri kurusun..." (Tebbet, 1) ifadesine gelince, bil ki, cJş ifadesi
hakkında bazı görüşler bulunmaktadır:
1) et-Tebâb,
helak olmak anlamındadır. Arabların şeklindeki sözü bu ifadeden olup,
"İhtiyarlıktan helak olmuş..." anlamındadır. Bunun bir benzeri de
Cenâb-ı Hakk'ın (Mü'min,37) ayetidir ki, "... ancak helak ve
hüsrandadır" demektir. Bunu teyid eden bir husus da şudur. Bir bedevi
Ramazan ayının bir gününde, hanımıyla cinsi münasebet yaptığında, "Helak
oldum ve helak ettim" der. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s), bunu yadırgamadı.
Böylece, onun bu hususta doğru söylediğine işarette bulunmuştur. Şüphe yok ki
amel, ya imana dahil olur; yahut da dahil olur ama, onun en zayıf cüzlerinden
birisi olur. İşte ameli terketmekle helak meydana gelince, Ebû Leheb hakkında
ise, itikadı, cüz ve ameli tek meydana gelmiş, batıl inancın, batıl sözün ve
batıl amelin mevcudiyeti tahakkuk etmiştir. O halde, helakin meydana gelmeyişi
nasıl düşünülebilir?! İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak kurusun, helak
olsun..." buyurmuştur.
2) "hüsrana
uğrasın..." anlamındadır. Çünkü
kelimesi, helake götüren hüsran, anlamındadır. "Onların hüsrandan
başka birşeylerini arttırmadılar..." (Hud, 101) ayeti de bu anlamdadır.
Yani, demektir. Zira bunun delili, bir başka yerde, (Hûd,63) buyurulmuş
olmasıdır.
3) anlamındadır.
İbn Abbas şöyle demiştir: Çünkü Ebû Leheb, "O bir sihirbazdır"
sözüyle, insanları Hz. Muhammed (s.a.s)'den uzaklaştırıyordu. Böylece de
insanlar, onunla görüşmeden çekip gidiyorlardı. Çünkü Ebû Leheb, kabilenin
yaşlısı olup, Hz. Muhammed (s.a.s)'in babası gibiydi. Bu sebeple de, itham
edilemezdi. Bu sûre naziE olup da, onu duyunca, kızdı ve şiddetli bir düşmanlık
sergiledi. Böylece itham olunur bir hale geldi ki, artık bundan sonra, Hz.
Muhammed (s.a.s) hakkındaki sözleri kabul edilemezdi. Böylece sanki, çabası
boşa gitmiş amacına ulaşamamıştı...[5]
Muhtemelen Cenâb-ı Hak
şundan dolayı burada "el-"i zikretti. Çünkü, o, yanına gelen heyetin
omuzuna eliyle vuruyor ve "Akıl|ı ol, çık git... Çünkü o delil"
diyordu. Çünkü, mutad ve alışılmış olan şey şudur: Birini bir yerden döndüren
kimse, elini onun omuzuna koyar da, onu o yerden men eder.
4) Atâ'dan rivayet olunduğuna göre "galip ve üstün
geldi anlamındadır. Çünkü o, kendi elinin en üstün olduğuna, onu
Mekke'den çıkarıp zelil kılacağına, onu yeneceğine inanıyordu.
5) İbn
Vessab'dan rivayet edildiğine göre bunun anlamı, "Her hayır üzere, elleri
sararıp solsun..." şeklindedir. Buna göre şayet, "ei"in
zikredilmesinin faydası nedir?" denilirse biz deriz ki: Bu hususta birkaç
izah şekli vardır:
1) Rivayet
edilen şu haberdir. Ebû Leheb, Hz. Peygamber (s.a.s)re atmak için yerden bir
taş almıştır. Târik el-Muharibî'den rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir:
Allah'ın Resulü'nü pazarda gördüm, şöyle diyordu: "Ey insanlar, Lâ ilahe
illallah deyin, kurtulun..." Arkasında da bir adam, ona taş atıyordu.
Topuklarını da kanatmıştı. "Ona itaat etmeyin, çünkü o, çok
yalancıdır" diyordu. Ben, "Bu kimdir?" deyince, "Muhammed
ve amcası Ebû Leheb" dediler.
2) "İki el Ui"den murad, bedenin tamamıdır. Cenâb-ı Hakk'in,
(Hacc, 10) ayetinde de böyledir. Arabların deyimleri de bu anlamdadır. Cenâb-ı
Hakk'in "Ellerinizin yaptıklarından..."(Yasin, 71)ayeti de bu
anlamdadır. Bu yorumu Cenâb-ı Hakk'ın "kurudu da" ifadesiyle
kuvvetlenmektedir.
3) ifadesinin
manası, "Dini de dünyası da, öncesi de sonrası da helak olsun"
şeklindedir. Ya da, iki elden birisiyle menfaat temin edilir, diğeriyle de
zararlar def edilir. Ya da, sağ elle silah tutulur; diğeriyle de kalkan.
4) Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s) onu gündüzleyin davet edince, o bundan
kaçındı. Gece olunca da, Nûh (a.s)'un sünnetine uyarak onu gündüz davet ettiği
gibi geceleyin de, davet etmek üzere, onun evine gitti. Onun yanına varınca,
Ebû Leheb ona, "Özür dilemen için yanıma geldin..." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.s) de, tıpkı ihtiyaç içinde olan birisi gibi onun önüne oturdu.
Ve onu, İslâm'a davet etmeye başladı. Ona, "Eğer seni, inanmaktan, âr ve
utanma alıkoyuyorsa, bana bu vakitte icabet et ve sus..." deyince, Ebû
Leheb, "şu oğlak inanmadıkça, sana inanmam" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s) oğlağa, "Ben kimim..." dedi. Oğlak da,
"Allah'ın Resulü" dedi ve dilini salıvererek, Hz. Peygamber (s.a.s)'i
mednetti. Bunun üzerine kin ve hased, Ebû Leheb'i istila etti; hemencecik
oğlağın ayaklarından tutarak onu parçaladı. "Kahrolası, sihir sana da
tesir etti" deyince, oğlak: "Bilakis, sen kahrol..." dedi. Bunun
üzerine de, buna uygun biçimde, bu sûre nazil oldu. Yani, "Oğlağın
ayaklarını parçaladığı için, Ebû Leheb'in elleri kurusun..."
5) Muhammed
ibn İshâk şöyle dedi: Rivayet olunduğuna göre Ebû Leheb şöyle demiştir:
"Muhammed bana bazı şeyler va'dediyor. Ben, bunların olacağını sanmıyorum.
O (Muhammed), bunların ölümden sonra olacağını iddia ediyor. Oysa ki, elime,
bunlardan yana hiçbir şey koymadı." Sonra da ellerine ülfet ve "Hay
kahrolasıcalar, şimdi hiçbir şey göremiyorum.." derdi. İşte bunun üzerine
de bu sûre nazil olur.[6]
Cenâb-ı Hakk'in,
ifadesine gelince, bu hususta da birkaç izah vardır:
1) Cenâb-ı
Hak birinci ifadeyi, "Kahroİasıca insan, onu küfre ne
şevketti..."(Abese, 17) ayetinde olduğu gibi beddua üslûbunda buyurmuş,
ikinci ifadeyi ise, haber verme makamında... Yani, "Bu oldu ve meydana
geldi" demektir. İbn Mes'ûd'un
şeklindeki kıraati de bunu teyit eder.
2) Her iki
ifade de haber vermek içindir. Fakat Cenâb-ı Hak birincisiyle, amelinin helak
olmasını, ikincisiyle de bizzat kendisinin helak olmasını m ur ad etmiştir.
Bunun en güzel izahı şöyledir: Kişi, kendisinin ve işinin menfaati için çalışıp
çaba sarfeder. Allah Teâlâ böylece, Ebû Leheb'in her ikisinden de mahrum
kaldığını haber vermiştir.
3) demek,
"Yani, malı helak olsun.." Nitekim mal hakkında, "elin sahip
olduğu şey" denilir, ifâdesi de, "onun bizzat kendisi halak
oldu" anlamındadır. Nitekim Kur'ân'da,
"Onlar, hem kendilerini, hem
de çoluk-çocuklannı helak ettiler" buyurulmaktadır. Bu, Ebu
Müslim'in görüşüdür.
4) "Ebû
Leheb'in kendisi helak olsun"
"Oğlu Utbe helak olsun..." anlamındadır. Nitekim rivayet
olunduğuna göre Utbetu'bnu Ebî Leheb, Kureyş'ten bazı kimselerle beraber Şam'a
gider. Geri dönmeye niyetlendiklerinde Utbe onlara, "Muhammed'e benden
Necm Sûresi'ni inkar ettiğimi ulaştırın..." dedi. Ve yine rivayet
edildiğine göre o bunu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yüzüne söylemiş ve (haşa)
yüzüne tükürmüştür. O, Hz. Peygamber (s.a.s)'e çok şiddetli düşmanlık
taşıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Allahım, ona,
köpeklerinden bir köpeği musallat et..." dedi. Böylece onun kalbine büyük
bir korku düştü; bu sebeple de hep sakınırdı. Derken gecelerden bir gece yola
çıktı. Sabah yaklaştığında yanındakiler ona, "Kervan helak oldu"
dedi. O ininceye kadar, onu terketmediler. O, korku içindeydi. O, tıpkı
parmaklıklar gibi, deveyi etrafına çöktürdü. Allah da ona bir aslanı musallat
etti. Develere ise sükunet verdi. Böylece aslan aradan süzüldü. Ve onu
parçaladı. Paramparça etti.[7]
Buna göre şayet,
"Bu sûre bu olaydan önce nazil olmuştur. ifâdesi de geçmişten haber
vermektedir. O halde ifade bu olaya nasıl hamledilebilir?" denilirse, biz
deriz ki: Bu böyledir, çünkü, bunun meydana geleceği, Allah'ın malumu idi.
5) Bu,
"Rabbinin hakkını bilmediği zaman, Ebû Leheb'in elleri kurusun. Resulünün
hakkını bilip ikrar etmediği zaman da (kendisi) helak olsun..." demektir.
Ayet hakkında birkaç soru bulunmaktadır.[8]
Birinci Soru:
Adı Leheb olan bir oğlu olmadığı için yalan gibi olduğu halde, niçin ona, Ebû
Leheb künyesi verildi? Üstelik künye kullanılması tazim ve tefhim ifade eder!..
Birincisine şöyle cevap verilir: Künye, bazan isim olabilir. Nitekim bunu,
şeklinde okuyan kimsenin kıraati de teyid eder. Aynı şekilde (Ali ibn Ebû Taiib, Muavlye Ibnu Ebû Süfyan)
da denilmektedir. Çünkü bunlar onların isimleri olup, onlarla kinaye
yapılmıştır.
Künyenin tazim ifade
etmesine gelince, buna da birkaç bakımdan cevap verilir:
1) Künye
isim olunca, tazim ifade etmenin dışına çıkmıştır.
2) Onun esas
adı Abdu'l-Uzza olup, böylece bundan künyesine geçilmiştir.
3) O cehennemlik
olup akibet varacağı yer de, alevli bir ateş olunca, hâli, künyesine uygun
düşmüş, bu nedenle onunla zikredilmesi yerinde olmuştur. Buna göre ona, nasıl
ki çok kötü ve şerir bir kimseye, Ebu'ş-Şer "şerrin babası";
hayırsever kimseye de Ebû'l-Hayır "hayrın babası", Ebü Leheb
"alev'in babası" denilir.
4) Yanakları
ateş parçası gibi ve kıpkırmızı olduğu için ona bu ad verilmiştir. Böylece,
onunla alay edip tahkir etmek için, bununla anılması caiz olmuştur.[9]
İkinci Soru:
Hz. Muhammed (s.a.s), rahmet ve yüce bir ahlak peygamberi idi. O halde onun,
amcasına karşı böylesine sert bir ifade kullanması nasıl uygun düşer? Meselâ
Nuh (a.s), kafirlere karşı son derece sert ve katı olduğu halde, kafir olan
oğlu hakkında, "Oğlum, benim ehlimdendir. Senin vadinse haktır..."
demiş, yine İbrahim (a.s), "Babacığım, babacığım..." demek suretiyle
babasına şefkat ifadesiyle hitap etmiştir. Babası ona, "Muhakkak seni
taşlarım... Benden bir müddet uzaklaş..." {Meryem,46) dediğinde, o,
"Selam sana... Senin için Rabbimden mağfiret talebinde
bulunacağım..."(Meryem,42) diye cevap vermiştir. Musa (a.s)'ya gelince,
Cenâb-ı Hak onu, Flravun'a gönderince, ona ve Harun (a.s)'a, "O Firavun'a
yumuşak söz söyleyin"(Taha, 44) demiştir. Oysa ki, Firavun un günahı, Ebû
Leheb in günahından çok ağır idi. Üstelik Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatine
göre, baba, kısas yoluyla oğulun yerine öldürüp, ona recmedilemezken; hatta,
savaşta, kafir olan baba oğulun karşısına geçse, oğul babayı öldürmez, onu
kendinden uzaklaştırır. Ki böylece onu bir başkası öldürsün. Bu soruya birkaç
bakımdan cevap verilir:
1) Ebû Leheb, "Muhammed mecnundur" diyerek, insanları Hz.
Muhammed (s.a.s)'den uzaklaştırıyordu. İnsanlar onu suçlamıyorlardı. Zira o,
Muhammed (s.a.s)'in babası gibiydi. Böylece o, risaletin insanlara ulaşmasın;
engelleyen bir kimse konumuna girdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) ona
böyle konuştu da, böylece öfkesi daha da arttı ve çok şiddetli bir düşmanlık
gösterdi. Böylece de bu düşmanlık sebebiyle, Hz. Muhammed (s.a.s)'i tenkid
etmesi hususunda itham edilir hale gelmesi hususunda itham edilir hale geldi.
Bundan sonra da, Hz. Muhammed (s.a.s) şayet, din hususunda bir kimseye yumuşak
davranıp müsamaha gösterseydi, bu, babası konumunda olan amcasına karşı olurdu.
Fakat, ona karşı dahi böyle bir yumuşaklık ve müsamaha meydana gelmeyince, bu
konudaki bütün beklentiler sona ermiş ve herkes, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, dine
taalluk bir konuda asla hiç kimseye müsamaha etmediğini anlamıştır.
3)
Zikrettiğiniz açıklama biçimi, çelişik gibidir. Çünkü, Ebû Leheb'in onun amcası
olması, onun ona karşı büyük şefkat sahibi olmasını gerektirir. Ama, iş tersine
dönüp şiddetli bir düşmanlık söz konusu olunca, onun da, buna mukabil şiddetli
ve sert bir hitabı hak etmesi kaçınılmaz olmuştur.[10]
Üçüncü Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın burada, "De ki, Ebû Leheb'in elleri kurusun"
buyurmayıp da, Kâfirûn Sûresİ'nde, "De ki: Ey kafirler..." (Kafirûn,
1) buyurmasının sebebi nedir? Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir:
1) Zira,
amcalık yakınlığı, hürmete riayeti gerektirir. Bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, Hz.
Muhammet! (s.a.s)'e, amcasına (bir tür kınama) olacağından, ... ji "De
ki..." emrini kullanmasını emretmemiştir. Kâfirûn Sûresl'nde ise durum
bunun tersinedir. Zira o kafirler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in amcaları değildir.
2) Kâfirûn
Sûresi'ndeki kafirler, Allah'ı tenkit etmişler, bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
"Ey Muhammed onlara cevap ver (ve) de ki: "Ey kafirler..."
buyurmuştur. Bu sûrede ise, Hz. Muhammed (s.a.s)'i tenkit etmişler. Bunun
üzerine de Cenâb-ı Hak, "Ey Muhammed, sen sus. Ben onun hakkından gelirim.
Ebû Lehebin elleri
kurusun..."
buyurmuştur.
3) Bunun
manası şudur: "Onlar seni kınadıkları zaman, sen, "Cahiller onlara
hitap ettiklerinde, "selam" derler..."(Furkan, 63) ayetinin
hükmüne girmen için sus. Sen sustuğunda da, senin yerine cevap verecek olan
benim!."
Rivayet
olunduğuna gön re bir kişi Ebû Bekir (r.a)'e eziyet ediyor, ama o susuyordu.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) o kimseyi men edip, Hz. EbÛ Bekir (r.a)'den
uzaklaştırmaya başladı. Derken Ebû Bekir (r.a) cevap vermeye yönelince Hz.
Peygamber (s.a.s) sustu. Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a), "Bunun sebebi
nedir?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Çünkü sen susuyorken, melek
senin yerine cevap veriyordu. Ama sen cevap vermeye yönelince, melek yanından
uzaklaştı, yanına şeytan geldi..." buyurdu. Bil ki, bunda, Cenâb-ı Hak
katından bu hususta bir uyarı bulunmaktadır. Sefih ve bayağı kimseye cevap vermeyenin
müdafii, yardımcısı ve muini Allah'tır.[11]
Dördüncü Soru:
Abdullah ibn Kesîr el-Mekkî'nin "Ebî Leheb'in" şeklinde hâ'nın
sükunuyla okumasının hikmeti nedir?
Cevap: Ebu
Ali şöyle demiştir: ve ifâdelerinin, tıpkı, ifadelerinde olduğu
gibi, iki kıraat ve kullanış olması muhtemeldir. Alimler (Tebbet, 3) ifadesindeki hâ'nın fetha ile
okunacağı üzerinde icma etmişlerdir. (Mürselat,31) ifadesi de böyledir. Bu da,
fetha ile okumanın, sükûn ile okumadan daha uygun olduğuna delalet eder. Başkaları
da şöyle demiştir: Alimler, fasılaya uygun olsun diye, ikinci ifadenin, fetha
ile okunacağı üzerinde ittifak etmişlerdir.[12]
"Ona, malı da,
kazandığı da fayda vermedi" (Tebbet, 2).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:[13]
ifâdesindeki 'nın
olumsuzluk anlamında istifham olması muhtemel olduğu gibi, nefy anlamında
olması da muhtemeldir. Birinci takdire göre mana, "Belayı ondan
Savuşturmada, malının ve kazancının ne tesiri var ki!? Çünkü, Karun'dan daha
fazla malı olan yoktu; mal ondan ölümü savuşturabildi mi? Hz. Süleyman
(a.s)'dan da daha güçlü bir hükümdar yoktu; o ölümü savuşturabildi mi?"
şeklinde olur. İkinci takdire göreyse ifade, malının ve kazancının ona hiçbir
fayda salamayacağını haber vermektedir.[14]
ifadesi, mahallen
merfudur. ya ism-i mevsuldür, ya da masdar manası ifade eder. Yani,
"kazandığı şey veya,
"kazanması demektir. Rivayet olunduğuna göre o şöyle diyordu:
"Eğer kardeşinin oğlunun söylediği gerçek ise, ben bundan, malım ve
evladım karşılığında canımı kurtarırım.." İşte bunun üzerine Allah Teâlâ
bu ayeti inzal buyurdu.
Daha sonra alimler,
ifadenin manası hakkında bazı vecihler zikretmişlerdir:
1) Yani,
"Malı ve malıyla kazandığı şey, yani ana sermayesi ve kârları ona fayda
vermedi" demektir.
2) Mardan
maksat, hayvanlarıdır. 'den maksat da, bu hayvanlardan elde ettiği yeni
nesiller ve ürünlerdir. Çünkü o, zenginlik ve bolluk içinde idi.
3) ile,
babasından varis olduğu şeyler; ile de
bizzat kendisinin kazandıkları kastedilmektedir.
4) İbn Abbas
şöyle demiştir: ile, onun evladı
kastedilmektedir. Bunun delili Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisidir
"Kişinin yediği şeylerin en temizi, kendi kazanandan olandır. Onun evladı
da, kendi kesbindendir"[15] Yine
Hz. Peygamber (s.a.s), "Sen ve senin malın, babanındır"
buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre Ebû Leheb'in oğulları davalaşmak üzere
babalarının yanına gelirler, orada da dövüşürler. Bunun üzerine Ebû Leheb,
aralarına girmek için ayağa kalkar; derken içlerinden birisi onu iter, o da yere
düşer ve kızar. Bunun üzerine, (oğullarını kastederek), "Çıkın yanımdan,
ey, habis ve pis kazanç" der.
5) Dahhâk
ise şöyle demiştir: Bu, "onun malı ve habis ameli, yani, Hz. Muhammed'e
olan düşmanlığı konusundaki hile ve desiseleri ona fayda vermedi.."
demektir.
6)
Katâde'nin dediğine göre ifâdesi "Kendisinden yararlanacağını umduğu ameli
ona fayda vermedi" anlamındadır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "(Faydasını
umarak) yaptıkları amellerine yöneldik de, onları geçersiz kıldık..."
(Furkan, 23) ayeti gibidir.
Ayet hakkında bazı
sorular bulunmaktadır[16]
Birinci
Soru:
Cenâb-ı Hak burada C^S *JU buyurmuş, Leyi Sûresi'nde ise "Tereddi
ettiği zaman malı ona fayda vermez" (Leyi, n) buyurmuştur. Ne fark
vardır?
Cevap: Mazi ifadesiyle açıklamak, daha kuvvetli olur. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Malım bana fayda vermedi..." (Hakka, 28) ve "Allah'ın
emri geldi..." (Nahi, i) ayetlerinde de böyledir.
ikinci
Soru:
Malı ve kazandığı şey ona hangi konuda fayda vermedi?
Cevap:
Bazıları, "Allah'ın Resulü'ne düşmanlık hususunda
fayda vermedi ve ona galib gelemedi" derken, diğer bazıları da,
"Bilakis malı ve kazancı ona, ateşi, cehennem ateşini defetme hususunda,
fayda vermediler. Bundan dolayıdır ki, Allah jbaj~t "Ateşe
yaslanacak..." buyurmuştur" demişlerdir.
[17]
"Alevli
bir ateşe yaslanacak"
(Tebbet, 3).
Ayetle
ilgili bazı meseleler vardır:
[18]
Allah
Teâlâ, Ebû Leheb'in geçmişteki
halinden, onun helak içinde olup, malının ve kazancının da hiçbir fayda
sağlamadığı şeklinde haber verince, bu sefer de, onun gelecekteki halinden,
"... ateşe yaşlanacaktır" buyurarak haber verdi.
[19]
ifadesi,
yâ'nın fethası ile ve şeddeli ve
şeddesiz olmak üzere, dammesi ile okunmuştur.
[20]
(Gaybî
haber). Bu ayet-i kerimeler, şu üç açıdan gaybdan haberler kapsamaktadır:
1) Ebû Leheb'in helak ve
hüsran içinde olacağını haber vermek. Ki, aynen böyle olmuştur.
2) Onun, malından ve kazancından yararlanamayacağını haber vermesi. Bu da
böyle tahakkuk etmiştir.
[21]
Rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in azadlısı Ebû
RM' şöyle der "Abbas ibn Abdilmuttallb'in yanında hizmetli idim;
İslâm evimi şereflendirmişti. Böylece hem Abbas, hem Ümmü'l-Fadl, hem de ben
müslüman olmuştum. Abbas, Kureyş'ten korkuyor ve müslümanlığım saklıyordu. Ebû
Leheb, Bedlr'e gitmemiş, yerine As İbn Hlşâmı göndermişti. Savaşa katılmayan
herkes, yerine bir başka adamı göndermişti. Bedir harbinin haberi geldiğinde,
biz, kendimizde bir kuvvet hissettik. Ben, zayıf bir kimseydim, Zemzem odasında
ok yapıyor, okluk çubukların kabuğunu soyuyordum. Orada oturuyordum;
Ümmü'l-Fadl yanımda oturuyordu. Gelen haber bizi sevindirmişti. Derken ansızın,
iki ayağını da sürüyerek Ebû Leheb gözüktü. Derken, odanın gerili ipine oturdu.
Sırt ilaydık. O böylece oturuyorken,
birden insanlar, "İşte bu gelen Ebû Süfyan ibnu'l-Haris ibnu
Abdilmuttalib'dir" demeye başladılar. Bunun üzerine Ebû Leheb ona,
"Yeğenim, ne haber?" dedi. O da, "O topluluk bizimle karşılaştı;
bizi diledikleri gibi öldürmeleri için omuzlarımızı onlara (adeta) bağışladık.
Allah'a yemin olsun, bununla birlikte insanları iyice düşündüm. Sonra bizleri,
yer ile gök arasını doldurmuş kır atlara binmiş olan beyaz tenli adamlar
karşıladı..." diye cevap verdi.
Ebu Râfl, sözüne
devamla şöyle der: "Odanın gerili ipini kaldırdım ve "Bunlar, vallahi
meleklerdir" dedim. Bunun üzerine o (Ebû Leheb), beni tuttu ve yere
yatırarak dövdü. Sonra üzerime çökerek beni dövdü; zayıf bir adamdım ben. Bunun
üzerine Ümmü'l-Fadl kalktı ve bir sopa alarak başına vurdu ve yardı başını.
"Efendisi yok diye, sen onu zayıf mı buldun? Allah'a and olsun ki, biz,
uzun zamandan beri mü'miniz. Muhakkak ki Muhammed, doğru söylemektedir.."
dedi; bunun üzerine o, zelil bir biçimde çekip gitti. Allah'a and olsun ki o,
bundan sonra sadece yedi gece yaşadı; derken Allah ona, Kara kızıl hastalığını
musallat kıldı; bu hastalık da onu öldürdü. Andolsun ki, iki oğlu onu iki ya da
üç gece bekletmiş ve gömmemişti de, o evinde kokmaya başlamıştı... Kureyş, bu
hastalıktan ve onun bulaşmasından, insanların taundan korkması gibi korkup
sakınıyordu. "Biz bu çıbandan korkarız" diyorlardı. Sonra onu
defnettiler ve (kuyulayarak) bıraktılar. İşte Cenâbı Hakk'ın, "Ona, malı
da, kazancı da fayda vermedi" ifadesinin manası budur işte."
3) Bu ayet,
onun cehennemlik olacağını haber vermektedir. Bu da aynen tahakkuk etmiştir;
zira o küfür üzere ölmüştür.[22]
Ehl-i sünnet
ve'l-cemaat uleması, "teklif-imâ'lâyutak"ın mevcudiyetine, Cenâb-ı
Hakk'ın Ebû Leheb'i, iman ile mükellef kılmış olmasıyla da istidlalde
bulunmuştu. Haber verdiği her hususta Allah'ı doğrulamak, iman cümlesindendir.
Allah'ın haber verdiği şeylerden bir tanesi de, Ebû Leheb'in iman etmeyip
cehennemliklerden olduğudur. Böylece 0, iman etmeyeceğine inanmakla mükellef
tutulmuştur. Bu ise, iki zıddın arasını aynı anda cem etmekle mükellef tutmak
olur ki, bu, imkansızdır. Ka'bî ve Ebu'l-Huseyn el-Basrî bana, "Ebû Leheb
şayet iman etmiş olsaydı, bu haber, onun iman etmiş olduğunu haber verme
olurdu, yoksa onun iman etmemiş olduğunu haber verme değil" şeklinde cevap
verirken, Ka'dî ise buna şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın yapmayacağını
haber verdiği şeyi faraza, yaptığı söylense durum nasıl olur?" diye soru
ile cevap vermiştir ki bizim buna cevabımız şudur: "Buna, "evet"
ya da "hayır" ile cevap vermek doğru olmaz"
Bil ki, bu iki cevap
da gayet yetersizdir. Birinci cevaba gelince, şu sebeptendir. Çünkü bu ayet,
Allah'ın Ebû Leheb'in iman etmeyeceğine dair verdiği haberin bir gerçek
olduğuna delalet etmektedir. Onun iman etmeyeceğine dair olan doğru haber,
imanın varlığına, zevali imkansız ve zati bir münafatla aykırıdır. Cenâb- Hak
her ne zaman, bu haberin mevcudiyetiyle birlikte onu iman etmekle mükellef
tutunca, böylece onu, iki aykırı şeyi aynı anda yapmakla mükellef kılmış olur.
İkinci cevaba gelince,
bu da birincisinden elde edilir. Çünkü biz, onların, dilleriyle
"evet" ya da "hayır" demelerini istemiyoruz; daha doğrusu
aklın sarih açıklaması, "imanın bulunmadığına dair haber ile, imanın
mevcudiyetine dair haber arasında, hem doğruluğun hem de zatî ve öz itibariyle
aykırılığın bulunduğunu dile getirmektedir. Binâenaleyh, diğeri bulunduğu
halde, iki zıddan birisini gerçekleştirmeyi teklif etmek iki zıddın
birleştirmeyi teklif etmek olur. Bu problem, muarızımız ister lisanıyla bir şey
desin ya da sussun, ortada olan bir husustur.[23]
"Odun hammah olan
karısı da..," (Tebbet, 4).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:[24]
kelimesi, ism-i
tasgir siğasıyla şeklinde okunmuştur.
Bu kelime, kınama (şetm) amacıyla mansub okunmuştur. Keşşaf sahibi, "Ben,
bu (nasb ile) kıraati daha güzel buluyorum" demiş ve Ümmü Cemil'in
kınamayı o istemiş ve sevmiş olanın bu güzel jestini, Allah'ın Resulünü anmaya
vesile edinmiştir. Bu ifade, tenvinli olarak mansub ve ayrıca merfu olarak da
okunmuştur.[25]
Ümmü Cemil, Harb'in
kızı olup, Ebû Süfyan ibn Harb'in kız kardeşi, Muaviye'nin de halasıdır. Hz.
Peygamber (s.a.s)'e karşı, amansız düşmanlık sahibidir. Müfessirler, Ümmü Cemil'in odun
hammalı olması hakkında bu
açıklamaları zikretmişlerdir.
1) O, demet
demet diken ve pıtırak dikenleri taşıyor ve bunları, geceleyin Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yoluna saçıyordu. Buna göre şayet, "O, şerefli ve varlıklı bir
aileye mensub idi. Daha nasıl onun için, "O, odun ham mal id ir"
denilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Malı çok olsa da, o, bayağı ve adi
bir kimse idi. Ya da, Hz. Muhammed (s.a.s)'e olan aşırı düşmanlığından dolayı
Hz. Peygamber (s.a.s)'in yoluna atmak için, kendisine odun ve diken
taşıtmıştır.
2) O,
insanlar arasında laf götürüp getiriyordu. İşte, insanların arasını bozmak
için, laf götürüp getiren kimseye, "Onlar arasında odun taşıyor",
yani, "Aralarında ateş yakıyor" denilir. Nitekim, gevezelik yapan
kimseye, "Geceleyin odun toplayan" adı verilir.
3)
Katâde'nin görüşü. Buna göre, o, Hz. Peygamber (s.a.s)'i fakir olmakla
kınıyordu. İşte bunun üzerine, odun taşımış olmakla ayıplanmış ve kınanmıştır.
4) Ebû Müslim
ve Saîd ibn Cübeyr'in görüşü. Burada murad edilen, onun, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e düşmanlık hususunda yüklenmiş olduğu günahlardır. Çünkü bu, onu ateşe
götürme konusunda, odun mesabesindedir. Bunun bir benzeri de budur. Cenâb-ı
Hak, günah işleyen kimseyi, sırtında yük bulunduğu halde yürüyen bir kimseye
benzetmiş ve "Muhakkak ki onlar, bir iftirayı ve apaçık bir günahı
yüklenmişlerdir" (Ahzab, 58),
"Onlar, günahlarını
sırtlarında taşıyacaklardır..."
(En'âm, 31) ve "Onu insan yüklendi..."{Ahzab, 72) buyurmuştur.[26]
kelimesini merfu
olarak okursan, burada iki izah şekli bulunur:
1)
Kelimenin fiilindeki zamire atfedilmesi.
Yani, "Hem o, hem de karısı yaslanacak" demektir. Ia^- Jt ifadesi ise
hal olur.
2) Mübteda
olarak merfu okunması. ifâdesi ise haberdir.[27]
Esma (r.a)'dan rivayet
edildiğine göre Tebbet Sûresi nazil olduğu zaman, elinde taş olduğu halde
gürültü ve zelzele içinde Ümmü Cemîl gelir. Hz. Peygamber (s.a.s) ve Ebû Bekir
(r.a) içerde oturduğu halde mescide girer. Şöyle demektedir: "Kınanmış
olarak terkettik onu. Dinini istemedik. Hükmüne de asi olduk..." Bunun
üzerine Ebû Bekir, "Ey Allahın Resulü, o muhakkak ki sana geliyor, Seni
görmesinden korkarım..." deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "O beni
göremez..." buyurdu ve "Sen Kur'ân okuduğunda, seninle, ahirete
inanmayanlar arasına sımsıkı bir perde gereriz..." (Isrâ, 45) ayetini
okudu. Ümmü Cemîl, Hz. Ebû Bekir (r.a)'e, "Anlatıldığına göre, arkadaşın
beni hicvetmiş..." dedi. Ebû Bekir (r.a), "Hayır, Kâ'be'nin Rabbine
yemin ederim ki, o seni hicvetmedi" diye cevap verdi. O da, "Kureyş,
benim, kendilerinin efendisinin ben olduğumu bilir" diyerek çekip gitti.
Bu kıssa ile ilgili
bazı bahisler bulunmaktadır:[28]
Birinci Bahis:
Ümmü Cemil'in, aynı yerde oldukları halde, Ebû Bekir (r.a)'i görürken Hz.
Peygamber (s.a.s)1 i görmemesi nasıl mümkün olur?
Cevap: Bizim
ulemamızın görüşüne göre, bu soru düşer. Çünkü, gerekli şartlar bulunduğunda
idrak ve algılama caiz olup, vacib değildir. Zira, eğer Allah idraki yaratınca,
görür; aksi halde görmez. Mu'tezile'ye gelince, onlar muhtelif açıklamalarda
bulunmuşlardır:
1) Belki de
Hz. Peygamber (s.a.s) ondan yüzünü çevirmiş ve sırtını dönmüştür. Sonra o, çok
kızgın olduğu için araştırmamıştı. Ya da, Allah onun kalbine bir korku atmış,
bu korku da onu, bakmaktan alıkoymuştur.
2) Belki de
Cenâb-ı Hak, Hz. İsa (a.s)'ya yaptığı gibi, Hz. Muhammed (s.a.s)'i bir başka
insana benzetti (de o, tanıyamadı).
3) Belki de
Cenâb-ı Hak, Ümmü Cemil'in gözünün şualarını o cihetten çevirdi de böylece o,
Hz. Muhammed (s.a.s)'i göremedi. Bil ki, her üç durumda da problem
kaçınılmazdı. Çünkü hiç bu üç izah ile de, bir şey hazır olup bulunduğu halde,
onu göremememizin mümkün olduğunu anladık. Biz bunu caiz görürsek, o halde
daha, yanımızda filler, borazanlar vb. şeyler bulunduğu halde bizlerin onları
göremeyişimiz ve duyamayışımız niye caiz olmasın ki?!
İkinci Bahis:
Ebû Bekir, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Ümmü Cemil'i hicvetmediğine yemin etti.
Bu, mearîd (ifadenin geniş imkanlarını kullanma) babındandır. Çünkü, bir kere,
Kur'ân, hicv olarak isimlendirilemez. Bir de o, Allah'ın kelamıdır, peygamberin
kelamı değil. Böylece bu kıssa, mearîdin[29] caiz
olduğuna delalet etmiştir.
Bu ayetteki bahislerle
alakalı olarak, geriye şu iki soru kalmıştır.[30]
Birinci Soru:
Cenâb-ı Hak niçin, ifadesiyle yetinemedi de, onu ayrıca, "odun
hamalı" olarak da niteledi?
Cevap: Denildiğine
göre, Ebû Leheb'în Ümmü Cemil'in dışında iki karısı daha vardı. Allah Teâlâ da
böylece, bir kimsenin, Cenâb-ı Hakk'ın onun karılarından herhangi birini
kastetmiş olduğunu sanmamasını, aksine, yani Ümmü Cemîl olduğunun bilinmesini
istedi.[31]
İkinci Soru:
Kadınları zikretmek, kerem ve mürüvvet sahibi olana yakışmaz. O halde bunları
zikretmek, Allah'ın kelamına nasıl yaraşır? Hele hele bu kadın, amcanın hanımı
olursa?!
Cevap:
Kendilerini zikretmek, o iki kadının küfürleri sebebiyle Nûh (a.s)'un hanımı
ile Lût (a.s)'un hanımı hakkında imkansız görülmeyince, kocası kafir olan
kafire bir kadının zikredilmesi, haydi haydi tuhaf görülmez.[32]
"Boynunda da
liften örülmüş bir ip"(Tebbet, 5).
Vahidî şöyle
demiştir: " kelimesi, Arabların lisanında, bükülmüş ipe denilir. Bükmesini
çok iyi yaptığı zaman bir kimse hakkında,
enilir. Yaratılışı ve mizacı, sert ve katı olan kimse için de, (Reculun
memsûdun) denilir. el-Mesed ise, neden olursa olsun, bükülen şeye, ip haline
gelen şeye denilir. Bu sebeple, deve derisinden, hurma lifinden, Hindistan
cevizi yaprağından bükülen ve ip haline gelen şeye hep mesed denilir. Demirden
kıvrılan şeye de aynı isim verilir.
Sen bunu iyice
anlayınca, biz deriz ki, müfessirler bazı izahlar zikretmişlerdir.
1) Bunun
manası, "Onun omuzunda bükülmüş herhangi bir ip bulunmaktadır. Zira Ümmü
Cemîl, o diken demetlerini, oduncuların yaptığı gibi, yükleniyor ve onları
omuzuna raptediyordu. Bu ifadenin esas maksadı ise, onu odunculara benzeterek,
değersizliğini ifade etmek ve, hem ona, hem de kocasına manevi eziyyet
vermektedir.
2) Mananın şöyle
olması: "Onun durumu cehennemde, bu dünyada diken demetleri taşır, kendi
durumu gibi olacaktır. O orada, Zakkum ağacından, cehenneme hep odun taşıyacak,
omuzunda da, cehennem zincirlerinden bir zincir bulunacaktır.[33]
Buna göre şayet,
"Bükülmüş liften edinilmiş olan ip, cehennemde ebediyen nasıl
kalabilir?" denilirse, biz deriz ki: Tıpkı, derinin, etin ve kemiğin
cehennem ateşinde ebediyen kalması gibi kalır. Alimlerden bazıları, bu ipin,
demirden olacağını; bazı kimselerin, yanlışlıkla, demirden bükme İp
olamayacağını zannettiğini, oysa ki, ister demirden olsun isterse başka şeyden,
bükülmüş olan her şeye "el-mesed
bükülmüş, fitillenmiş" adının verileceğini söylemiştir. Yüce ve
münezzeh olan Allah en iyisini bilir. Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah'a
mahsustur.[34]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/535.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/537.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/537.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/538-539.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/539.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/539-540.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/540-541.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/541.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/541-542.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/542.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/542-543.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/543.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/543-544.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/544.
[15] Buhari, büyû. 15.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/544-545.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/545.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/545.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/545.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/545.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/545.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/545-546.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/546-547.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/547.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/547.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/547-548.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/548.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/548.
[29] 1.Miradın cemi olup, kelimenin yakın manasında, ziyâde
uzak manasını kastetmektir. Bir hadîsi şerifte şöyle varid olmuş olup, müfessir
de o hadise izafe etmektedir. sizdeki ifade imkânları içinde insanı yalandan
kurtaracak bir genişlik vardır.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/548-549.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/549.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/549.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/550.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/550.