NÂS SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konu : 2

Meali: 2

İniş Sebebi 2

İlgili Hadîsler. 2

Allah'ın İnsanlara İzafe Edilen Üç Sıfatı 3

Cin Ve İnsanlardan Olan Vesveseci 4


NÂS SÛRESİ

 

Felâk Sûresi'nde olduğu gibi, bu sûrenin de Mekke'de mi, yoksa Me­dine'de mi indiği ihtilâf konusudur. Ashab ve Tabiîn'den bir kısmına göre, Mekke'de, diğer bir kısmına göre Medine'de inmiştir. İbn Merduye'nin yap­tığı rivayete göre, Kur'ân'm ilk müfessiri İbn Abbas (R.A.) şöyle demiş­tir: «Bu sûre Medine'de inmiştir.»[1]

Birinci âyetinde, «Nâs (insanlar)ın Rabbına sığınılması» konu edildiğin­den, Nâs kelimesi aynı zamanda sûreye isim olmuştur.

Allâme Zemahşerî'ye göre: Bu sûre Felâk Sûresi'nden sonra inmiş­tir. [2]

Âyet   sayısı      :   6

Kelime     »         : 20

Harf         »         : 70[3]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konu :

 

Cin ve insandan olan şeytanların kalplere verdikleri vesveseden, yap­tıkları dürtüşlerden, yine insanların Rabbına, gerçek sahibine ve ilâhına sığınmamız tavsiye ediliyor. Böylece her şeyin dizgininin CenâbHakk'ın kudret elinde bulunduğuna ve yegâne sığınağın O olduğuna ve bütün ta­sarrufların O'na ait bulunduğuna işarette bulunuluyor.[4]

 

Meali:

 

1-6-De ki: İnsanların Rabbına, insanların (yegâne) hükümdarına, insanların ilâhına : Cinlerden ve insanlardan olup, insanların kalplerine vesvese veren, (Allah anılınca da) sinsice geri çekilen vesvesecinin şerrin­den sığınırım..

 

İniş Sebebi

 

Felâk Sûresi'yle ilgili iniş sebebi bu sûre hakkında da aynen câridir.[5]

 

İlgili Hadîsler

 

«Sizden' hiç kimse yoktur ki, ona müvekkel kılınmış bir karini (ruhanî bir arkadaş, ife yakını) bulunmasın.» Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordu: «Ya Resûlellah! Senin de mi karinin var?» Efendimiz cevap verdi: «Evet. benim de karînim var; ancak Cenâb-ı Hak ona karşı bana yardım etti de o İslâm'a girdi (teslimiyet gösterdi) ve o sebeple bana sadece hayır ile tav­siyede bulunur.» [6]

Resûlüllah (A.S.) Efendim iz'in zevcesi Safiye (R.A.), i tik afta bulunan Resûlüllah'ı (A.S.) ziyarete gelmiş ve geceleyin İkisi birlikte dışarı çıkmış­lardı ki, Resûlüllah (A.S.) onu evine kadar götürmek istiyordu. Derken yol­da Ensar'dan iki adamla karşılaştı. Onlar Resûlüllah'ı (A.S.) görünce ora­dan süratle ayrılmaya koyuldular. Resûlüllah (A.S.) onlara seslenerek: «Biraz yavaş olun! Bu yanımdaki kadın Safiye bint Hay'dir.» O iki adam «Sübhanellah.. Ya Resûfellah! (Senin hakkında şüphe mi ederiz?)» dediler. Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Şüphesiz ki şeytan, âdemoğlunun kan kanalından girer. O bakımdan şeytanın sizin kalbinize bir şey, bir şer atıp fısıldamasından endişe ettim.» [7]

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in bindiği merkebin ayağı sürçtü (ve o sebeple Resûlüllah (A.S.) yere düştü). Bunun üzerine Resûlüllah'ın (A.S.) redifi (arkasından gelen adam): «Şeytan düşürüverdi!» dedi. Bu sözüne karşı Resûlüllah (A.S.) ona: «Şeytan kaydırıp düşürdü, deme. Çünkü böy­le dediğin zaman şeytan kendinde bir azamet hisseder ve: «Ben kendi kudretimle onları yere düşürdüm» der. Ama Allah'ın İsmiyle., dersen, o (şeytan) küçülür, o kadar ki bir sinek gibi kalır» buyurdu. [8]

Ebû Zer (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mescid'de bulunduğu bir sırada gidip yanına oturdum. O bana: «Ya Ebâ Zer! Namaz kıldın mı?» diye sordu. Ben de : «Hayır..» dedim! Bana: «Öyleyse kalk namaz kıl!» buyurdu. Ben de kalkıp namaz kıldım ve öylece oturdum. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Ya Ebâ Zer! İnsan ve cinlerin şeytanlarından Allah'a sı­ğın.» Ben de : «Ya Resûlellah! İnsanlardan da şeytan var mıdır?» diye sor­dum. «Evet, vardır» buyurdu..» [9]

«Şüphesiz ki şeytan insanın kurdudur; tıpkı davarlara musallat olup (sürüden) uzak kalan zayıf sıska olanını yakalayan kurt gibi..» [10]

«Doğrusu şeytan şöyle dedi.- «Rabbım! Senin izzetin hakkı için hiç dur­madan senin kullarını, ruhları bedenlerinde olduğu sürece aldatıp şaşırta­cağım.» Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona: «İzzet ve Celâlime and olsun ki, kullarım istiğfar ettikleri sürece ben onları bağışlayacağım» buyur­du..» [11]

«Şüphesiz şeytan sizden birinize gelir de şöyle fısıldar: «Göğü kim yarattı?» O da: «Allah yarattı» der. O yine: «Ya yeri kim yarattı?» diye fısıldar. O da : «Allah yarattı» der. Bu defa şeytan : «Allah'ı kim yarattı?» diye fısıldar. İşte sizden biriniz böyle bir fısıltıyı hissedince, şöyle desin: «Ben Allah'a ve Resulüne imân ettim.» [12]

 

Allah'ın İnsanlara İzafe Edilen Üç Sıfatı

 

«De ki: İnsanların   Rabbına,   in­sanların (yegâne) hükümdarına, insanların ilâhına... sığınırım.»

Kur'ân-ı Kerîm'in son sûresinde CenâbHakk'ın insanlardan yana üç sıfatı anılmaktadır. Şüphesiz insanlar bu üç sıfatı lâyıkıyla anlar ve hayat­larını ona göre düzenlerlerse, aralarında fitne ve fesat havası estiren ve durmadan kargaşalık çıkartmak için sinyaller veren şeytan tesir alanını kaybetmiş olur. Böylece huzurlu, güvenli aile ve toplumlar vücut bulur; kardeşlik duygusu kuvvetlenir. Zira üç sıfattan her birinin ruhlar ve kafa­lar, kalpler ve dimağlar üzerinde ayrı tesiri ve başka başka tecelliyle yön­lendirme özelliği söz konusudur. Şöyle ki:

1- Rab

2- Melik

3- İlâh..

Rab : Fatiha Sûresi'nin tefsirinde açıkladığım gibi, yaratıp terbiye et­menin, yetiştirip geliştirmenin, kemâle doğru yükseltmenin bütün incelik­lerini içermektedir. Başta melekler, insanlar ve diğer canlılar olmak üzere her şey Rab sıfatının tecellisiyle gelişip tekâmül etmiş, denge ve düzenini bulmuştur. Anneyle çocuğu arasındaki kopmaz bağ; anne sütünün müs­tesna anlamdaki besleyici özelliği; hayvanların kendi nesillerini devam ettirme iç güdüleri; bitkilerin kendi benzerlerini devam ettirmede tohum vermesi, kök salması ve mikro modelini tohum, kök ve sporlarında [13] mu­hafaza etmesi hep bu sıfatın Hâlık sıfatıyla birlikte tecellilerinin eseridir. Cenâb-ı Hak, terb'iye ve tekâmül ettirmede, geliştirme ve düzenlemede beşer takdir ve tasvirinin; duygu ve düşüncesinin erişemiyeceği kudret ve yüceliktedir. O bakımdan masdar kalıbında olan «rab» mübalağa ifade et­sin, yani bu yüceliği yansıtsın diye sıfat olarak belirlenmiştir.

İnsanoğlu kâinata ve onda yer alan her sistem ve parçaya akıl ve itim, idrâk ve irfan gözüyle baktığı takdirde «Rab Sıfatı»nın tecelli ve prog­ramlama izini görebilir. Öyle ki, arının yaratıldı yaratılalı bal yapmakta olduğunu; karıncanın düzenli iş ayarlamasıyla hayatını sürdürdüğünü anlar ve «Sübhâne Rabbiye'l-Azîm-Sübhane Rabbiye'l-A'lâ» diyerek rükû1 ve secdeye varır.

O bakımdan Cenâb-ı Hak bilfarz kâinattan «Rab Sıfatı»nın tecellisi­ni çekecek olsa, ne denge kalır, ne de düzen; her şey alt-üst olup hilka­tinin hikmetinden uzaklaşır.

Melik: Sözlük olarak, sahip, padişah, muktedir önder, güçlü hü­kümdar ve kral demektir. Rab sıfatından sonra anılması çok anlamlıdır, Şöyle ki: Her şeyi yaratıp hilkat ve fıtratına zerk ettiği özelliğine göre terbiye edip kemâle erdiren Rab, onları kendi haline bırakmamakta, kâi­natı bir saatin çarkları, dişlileri gibi birbirine bağlı kılıp sayısı belirsiz me­lekleri görevlendirmek suretiyle kudretini izhar etmekte; hükümdarlığını bir zaaf, aksama ve ihmaf söz konusu olmaksızın sürdürmektedir. İşte kâinatta sağlam denge ve düzenin aksamadan devamı CenâbHakk'ın bir de Melik Sıfatı'nın teoellisiyledir. Ondan başka hükümdarların iktidar süresi kısıtlı, tasarruf yetkisi kayıtlı, kudreti sınırlıdır ve hepsi de ölüme mahkûmdur. CenâbHakk'ın kudret ve tasarrufu ise, sınırsız ve sonsuz­dur. O bakımdan O, yegâne hükümdar ve hükümrandır.

Varlıkta hâkim olan ilâhî kudret ve tasarrufu görmemek ve anlama­mak için kör ve sağır, bön ve ebleh olmak gerekir.

İlâh: Rab ve Melik olan Cenâb-ı Hak bu iki sıfatının tecellisiyle de her türlü övgüye lâyık olduğu gibi, ibâdet edilmeğe de tek ehildir. Azıcık dünyalık elde etmek, geçici bir makama yükselebilmek için fâni hüküm­darın önünde eğilen insan, kendi kıymet ve azizliğini idrâk edememenin zilleti içinde bulunuyor demektir. Onu insan olarak yaratan ve kâinatta birçok şeyi onun hizmetine veren; sonra da Rab Sıfatı'yla onu terbiye edip kemâle erdiren; ahsen-i takvim düzeyine getirip onu tasarrufu altında bu­lunduran CenâbHakk'a ibâdet etmemesi son derece üzüeü ve düşün­dürücüdür. Zira insanoğlu Rabbına ibâdet ettiği nisbette insanlığının ma­nâ ve hikmetini anlayabilir. Yine ibâdetine göre O'nun yanında değer ka­zanıp izzet ve şerefe erişir. Bunun için Kur'ân'ın ilk sûresinde CenâbHakk'ın «Rabbü'l-âlemîn» olduğu ifade edilirken, arkasından üç sıfatı anıl­makta ve sonra da «Ancak sana ibâdet ederiz ve ancak senden yardım bekleriz» cümlelerine yer verilmektedir. Burada ise, o sıfatlardan bir kıs­mı anılarak «ilâh» ismi getirilmekte ve o cümlelerin özeti verilmektedir.

Böylece Cenâb-ı Hak sözünü ettiğimiz üç sıfatını sıralarken çok ince bir hususa da işarette bulunmaktadır. Şöyle ki: İnsanlardan olan terbiye­ci, aynı zamanda melik (hükümdar) olmayabilir. Ama Allah hem yegâne terbiyeci, hem de benzeri olmayan hükümdardır. O'nun hem terbiyeciliği, hem de hükümdarlığı devamlıdır. İnsanların ise bu iki yönü de geçici ve sınırlıdır. Sonra insanlardan mâbud (ibâdet edilen ilâh) olamaz. Ama Ce­nâb-ı Hak aynı zamanda insanların ilâhı (mabudu) olarak bulunuyor ve bu hususta da O'nun dengi ve benzeri yoktur.[14]

 

Cin Ve İnsanlardan Olan Vesveseci

 

CenâbHakk'ın Rab, Melik ve İlâh olarak üç sıfatı da insanlara iza­fe edilerek anılmaktadır. Zira O'nun isim ve sıfatının, özellikle bu üç sı­fatının tecellisine en çok lâyık olan ve o tecelliden yeterince nasibini al­maya yönelik yeteneklerle donatılan insanlardır. Ne var ki onlardan bir kısmı yaratilışındaki bu azizliği idrâk edemediğinden Rahman ve Rahîm olan Allah'tan uzaklaşıp İblîs'le yakınlık ve dostluk kurma özentisi ve ça­bası içindedir. Böyle olunca da toplum içinde yer alan bu tiynetteki in­sanlar en az şeytan kadar tehlikeli ve zararlıdırlar.

Şeytan ise, durmadan dürtükleyip kan mecrasından sinyal vermek su­retiyle kalp ve kafada bir sürü vesvese ve şüphe doğurarak selîm düşün­meyi, faydalı yönelmeyi, kâmil kişi düzeyine gelme idrâkini alt-üst eder ve bunun için daha çok mide ve şehveti, kıskançlık ve açgözlülüğü kam­çılar; kişisel menfaatin ön plânda tutulmasını telkîn ederek sinsi faaliye­tini sürdürür. O aynı zamanda «hannas»tır: Döner, döner aynı sinyalle­ri verir ve Allah anılınca geri çekilir, gaflet edilince hemen yaklaşır. Kişi, Rabbını, Melikini ve İlâhını hatırlayıp O yüksek kudrete yönelince İblîs'in sinyalleri tesir etmez olur ve bu rahmânî hava oluşunca uzaklaşmak zo­runda kalır.

Nitekim İbn Ebî Dünya, İbn Cerîr ve İbn Münzir'in tahrîc ettikleri, Hâkim'in de sahîhlediği hadîste şöyle buyurulmuştur: «Doğan her çocu­ğun mutlaka kalbi üzerinde vesvas bulunur. Sonra o, CenâbHakk'ı anın­ca vesvas arkasını dönüp uzaklaşır; unutup gaflete dalınca o vesvas dö­nüp gelir ve vesvese verir.» [15]

Ancak cin ve insten olan vesveseoinin kalp ve kafaları karıştırması, kötü düşünce ve duygu malzemesi vermesi, içten dışa, kalpten fiiliyata çıkarılmadığı takdirde, bundan dolayı kulun bağışlanacağı; yani mücerred olarak o gibi duygu ve düşünmeden dolayı muahaza edilmiyeceği, aza­ba uğratılmayacağı söz konusudur.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) buyurdu ki;

«Şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah, ümmetimin içinde beliren kötü duygu ve düşünceden dolayı onları bağışlar. O duygu ve düşünceyle üm­metim amel etmedikçe ve konuşmadıkça bu böyle sürer.»[16]

Böylece Kur'ân-ı Kerîm'e, Rab, Rahman, Rahîm, Mâlik sıfatlan anılıp Allah'a hamd edilerek başlandı ve yine O'nun Rab, Melik ve İlâh sıfatlan anılarak cin ve insden olan şeytanın vesvesesinden Allah'a sığınmamız emredilerek Kur'ân tamamlanmış oldu.

ALLAHIM! Bu tefsire başlamamı bana ilham ettiğin ve tamamlamamı kolaylaştırıp yardımda bulunduğun; rahmet, inayet, lütuf ve kereminle min­nette bulunarak sonuca erişmemi sağladığın için Sana kalbimin samimi­yet ve heyecanıyla, arzu ve iştiyakıyla hamd ediyorum. Kusurlarımı ba­ğışla; şu dünyada beni Kur'ân'ın hizmetine sevkettiğin ve İslâmiyeti ta­nıtma basiretine kavuşturduğun gibi, âhiret gününde de beni Kur'ân-ı Kerîm'in şefaatinden ve nurundan mahrum bırakma.

Tefsirde bulunurken Resûlüllah'ın (A.S.) açıklayıcı, yol gösterici ha­dîslerini nakletmek suretiyle Senin Kelâm'ını daha iyi, daha kolay ve da­ha çekici tanıtmayı hedef seçerken Resûlüllah'a (A.S.) daha yakın olma­yı arzuladım. Dünyada bulunduğum sürece beni Resûlüllah'ın (A.S.) yo­lundan ayırma; sebat göstermem için bana güç ve kuvvet bahşeyle. Âhi-rette de O'na yakın olan ve O'nun şefaatine erişen sâlih kullarından eyle. Âmin!..

Dualarımızın sonu: Hamd, her türlü güzel övgü âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsustur..[17]

 

 

 



[1] Şevkani, Fethü’l-kadir: 5/522.

[2] Tefsîrü'l-Keşşaf :  4/823

[3] Lübabu't-te'vîl : 4/430

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7094.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7094.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7095.

[6] Müslim/müsafirîn :  69- Dâremî/rikak :  25- Ahmed :  1/385, 397. 401, 460,

[7] Buharî/mevakiyt:   22,  itikâf :   8,  fezâil'i-sahabe :   5-  Müslim/mesacid : 224, fezâil'i-sahabe :  29, 34- Ebû Dâvud/savm :   78

[8] Müsned-i Ahmed : 5/59

[9] Buharî/bed'-i halk : 11, edeb : 44- Nesâî/istiâze : 49- Ahmed : 5/178, 256

[10] Müsned-i Ahmed/Câmiussağîr : 1/81

[11] Müsned-i Ahmed/Câmiussağîr : 1/81

[12] Taberânl/Câmiussağîr : 1/81

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7095-7097..

[13] Çiçeksiz bitkilerde üreme organı. Bir hücreli hayvanların  bazHarında üreme cisimciği

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7097-7099.

[15] Şevkanî/Fethülkadîr : 5/524

[16] Müslim, İman: 20, 202; Ebu Davud, Talak: 15; Tirmizi, Talak: 8; Ahmed: 2/398, 481, 491.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7099-7100.