Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konu :
Allah'ın İnsanlara İzafe Edilen Üç Sıfatı
Cin Ve İnsanlardan Olan Vesveseci
Felâk Sûresi'nde olduğu gibi, bu sûrenin de Mekke'de mi,
yoksa Medine'de mi indiği ihtilâf konusudur. Ashab
ve Tabiîn'den bir kısmına göre, Mekke'de, diğer bir
kısmına göre Medine'de inmiştir. İbn Merduye'nin yaptığı rivayete göre, Kur'ân'm
ilk müfessiri İbn Abbas
(R.A.) şöyle demiştir: «Bu sûre Medine'de inmiştir.»[1]
Birinci âyetinde, «Nâs (insanlar)ın Rabbına sığınılması» konu edildiğinden, Nâs kelimesi aynı zamanda sûreye isim olmuştur.
Allâme Zemahşerî'ye göre: Bu sûre Felâk
Sûresi'nden sonra inmiştir. [2]
Âyet sayısı
: 6
Kelime »
: 20
Harf » : 70[3]
Cin ve insandan olan
şeytanların kalplere verdikleri vesveseden, yaptıkları dürtüşlerden, yine
insanların Rabbına, gerçek sahibine ve ilâhına
sığınmamız tavsiye ediliyor. Böylece her şeyin dizgininin Cenâb-ı
Hakk'ın kudret elinde bulunduğuna ve yegâne sığınağın
O olduğuna ve bütün tasarrufların O'na ait bulunduğuna işarette bulunuluyor.[4]
1-6-De ki:
İnsanların Rabbına, insanların (yegâne) hükümdarına,
insanların ilâhına : Cinlerden ve insanlardan olup, insanların kalplerine
vesvese veren, (Allah anılınca da) sinsice geri çekilen vesvesecinin şerrinden
sığınırım..
Felâk Sûresi'yle ilgili iniş sebebi bu sûre hakkında da
aynen câridir.[5]
«Sizden' hiç kimse
yoktur ki, ona müvekkel kılınmış bir karini (ruhanî
bir arkadaş, ife yakını) bulunmasın.» Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordu: «Ya Resûlellah! Senin de mi karinin var?» Efendimiz cevap
verdi: «Evet. benim de karînim var; ancak Cenâb-ı Hak
ona karşı bana yardım etti de o İslâm'a girdi (teslimiyet gösterdi) ve o sebeple
bana sadece hayır ile tavsiyede bulunur.» [6]
Resûlüllah (A.S.) Efendim iz'in zevcesi Safiye (R.A.), i tik
afta bulunan Resûlüllah'ı (A.S.) ziyarete gelmiş ve
geceleyin İkisi birlikte dışarı çıkmışlardı ki, Resûlüllah
(A.S.) onu evine kadar götürmek istiyordu. Derken yolda Ensar'dan
iki adamla karşılaştı. Onlar Resûlüllah'ı (A.S.)
görünce oradan süratle ayrılmaya koyuldular. Resûlüllah
(A.S.) onlara seslenerek: «Biraz yavaş olun! Bu yanımdaki kadın Safiye bint Hay'dir.» O iki adam «Sübhanellah.. Ya Resûfellah! (Senin hakkında şüphe mi ederiz?)» dediler. Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Şüphesiz ki şeytan,
âdemoğlunun kan kanalından girer. O bakımdan şeytanın sizin kalbinize bir şey,
bir şer atıp fısıldamasından endişe ettim.» [7]
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in bindiği merkebin ayağı sürçtü (ve
o sebeple Resûlüllah (A.S.) yere düştü). Bunun
üzerine Resûlüllah'ın (A.S.) redifi (arkasından gelen
adam): «Şeytan düşürüverdi!» dedi. Bu sözüne karşı Resûlüllah
(A.S.) ona: «Şeytan kaydırıp düşürdü, deme. Çünkü böyle dediğin zaman şeytan
kendinde bir azamet hisseder ve: «Ben kendi kudretimle onları yere düşürdüm»
der. Ama Allah'ın İsmiyle., dersen, o (şeytan) küçülür, o kadar ki bir sinek
gibi kalır» buyurdu. [8]
Ebû Zer (R.A.) anlatıyor:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Mescid'de bulunduğu bir sırada gidip
yanına oturdum. O bana: «Ya Ebâ
Zer! Namaz kıldın mı?» diye sordu. Ben de : «Hayır..» dedim! Bana: «Öyleyse
kalk namaz kıl!» buyurdu. Ben de kalkıp namaz kıldım ve öylece oturdum. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Ya Ebâ Zer! İnsan ve cinlerin
şeytanlarından Allah'a sığın.» Ben de : «Ya Resûlellah! İnsanlardan da şeytan var mıdır?» diye sordum.
«Evet, vardır» buyurdu..» [9]
«Şüphesiz ki şeytan
insanın kurdudur; tıpkı davarlara musallat olup (sürüden) uzak kalan zayıf
sıska olanını yakalayan kurt gibi..» [10]
«Doğrusu şeytan şöyle
dedi.- «Rabbım! Senin izzetin hakkı için hiç durmadan
senin kullarını, ruhları bedenlerinde olduğu sürece aldatıp şaşırtacağım.»
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona: «İzzet ve Celâlime and olsun ki, kullarım istiğfar ettikleri sürece ben onları
bağışlayacağım» buyurdu..» [11]
«Şüphesiz şeytan
sizden birinize gelir de şöyle fısıldar: «Göğü kim yarattı?» O da: «Allah
yarattı» der. O yine: «Ya yeri kim yarattı?» diye
fısıldar. O da : «Allah yarattı» der. Bu defa şeytan : «Allah'ı kim yarattı?»
diye fısıldar. İşte sizden biriniz böyle bir fısıltıyı hissedince, şöyle desin:
«Ben Allah'a ve Resulüne imân ettim.» [12]
«De ki:
İnsanların Rabbına, insanların (yegâne) hükümdarına, insanların
ilâhına... sığınırım.»
Kur'ân-ı Kerîm'in son sûresinde Cenâb-ı
Hakk'ın insanlardan yana üç sıfatı anılmaktadır.
Şüphesiz insanlar bu üç sıfatı lâyıkıyla anlar ve hayatlarını ona göre
düzenlerlerse, aralarında fitne ve fesat havası estiren ve durmadan kargaşalık
çıkartmak için sinyaller veren şeytan tesir alanını kaybetmiş olur. Böylece
huzurlu, güvenli aile ve toplumlar vücut bulur; kardeşlik duygusu kuvvetlenir.
Zira üç sıfattan her birinin ruhlar ve kafalar, kalpler ve dimağlar üzerinde
ayrı tesiri ve başka başka tecelliyle yönlendirme
özelliği söz konusudur. Şöyle ki:
1- Rab
2- Melik
3- İlâh..
Rab : Fatiha
Sûresi'nin tefsirinde açıkladığım gibi, yaratıp terbiye etmenin, yetiştirip
geliştirmenin, kemâle doğru yükseltmenin bütün inceliklerini içermektedir.
Başta melekler, insanlar ve diğer canlılar olmak üzere her şey Rab sıfatının
tecellisiyle gelişip tekâmül etmiş, denge ve düzenini bulmuştur. Anneyle çocuğu
arasındaki kopmaz bağ; anne sütünün müstesna anlamdaki besleyici özelliği;
hayvanların kendi nesillerini devam ettirme iç güdüleri; bitkilerin kendi
benzerlerini devam ettirmede tohum vermesi, kök salması ve mikro modelini
tohum, kök ve sporlarında [13] muhafaza
etmesi hep bu sıfatın Hâlık sıfatıyla birlikte tecellilerinin
eseridir. Cenâb-ı Hak, terb'iye
ve tekâmül ettirmede, geliştirme ve düzenlemede beşer takdir ve tasvirinin;
duygu ve düşüncesinin erişemiyeceği kudret ve
yüceliktedir. O bakımdan masdar kalıbında olan «rab»
mübalağa ifade etsin, yani bu yüceliği yansıtsın diye sıfat olarak
belirlenmiştir.
İnsanoğlu kâinata ve
onda yer alan her sistem ve parçaya akıl ve itim, idrâk ve irfan gözüyle
baktığı takdirde «Rab Sıfatı»nın tecelli ve programlama
izini görebilir. Öyle ki, arının yaratıldı yaratılalı bal yapmakta olduğunu;
karıncanın düzenli iş ayarlamasıyla hayatını sürdürdüğünü anlar ve «Sübhâne Rabbiye'l-Azîm-Sübhane Rabbiye'l-A'lâ» diyerek rükû1 ve secdeye varır.
O bakımdan Cenâb-ı Hak bilfarz kâinattan «Rab Sıfatı»nın tecellisini çekecek olsa, ne denge kalır, ne de düzen;
her şey alt-üst olup hilkatinin hikmetinden uzaklaşır.
Melik: Sözlük olarak,
sahip, padişah, muktedir önder, güçlü hükümdar ve kral demektir. Rab
sıfatından sonra anılması çok anlamlıdır, Şöyle ki: Her şeyi yaratıp hilkat ve
fıtratına zerk ettiği özelliğine göre terbiye edip kemâle erdiren Rab, onları
kendi haline bırakmamakta, kâinatı bir saatin çarkları, dişlileri gibi
birbirine bağlı kılıp sayısı belirsiz melekleri görevlendirmek suretiyle
kudretini izhar etmekte; hükümdarlığını bir zaaf, aksama ve ihmaf
söz konusu olmaksızın sürdürmektedir. İşte kâinatta sağlam denge ve düzenin
aksamadan devamı Cenâb-ı Hakk'ın
bir de Melik Sıfatı'nın teoellisiyledir. Ondan başka
hükümdarların iktidar süresi kısıtlı, tasarruf yetkisi kayıtlı, kudreti
sınırlıdır ve hepsi de ölüme mahkûmdur. Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve tasarrufu ise, sınırsız ve sonsuzdur. O
bakımdan O, yegâne hükümdar ve hükümrandır.
Varlıkta hâkim olan
ilâhî kudret ve tasarrufu görmemek ve anlamamak için kör ve sağır, bön ve
ebleh olmak gerekir.
İlâh: Rab ve Melik
olan Cenâb-ı Hak bu iki sıfatının tecellisiyle de her
türlü övgüye lâyık olduğu gibi, ibâdet edilmeğe de tek ehildir. Azıcık dünyalık
elde etmek, geçici bir makama yükselebilmek için fâni hükümdarın önünde eğilen
insan, kendi kıymet ve azizliğini idrâk edememenin zilleti içinde bulunuyor
demektir. Onu insan olarak yaratan ve kâinatta birçok şeyi onun hizmetine
veren; sonra da Rab Sıfatı'yla onu terbiye edip kemâle erdiren; ahsen-i takvim düzeyine getirip onu tasarrufu altında bulunduran
Cenâb-ı Hakk'a ibâdet
etmemesi son derece üzüeü ve düşündürücüdür. Zira
insanoğlu Rabbına ibâdet ettiği nisbette
insanlığının manâ ve hikmetini anlayabilir. Yine ibâdetine göre O'nun yanında
değer kazanıp izzet ve şerefe erişir. Bunun için Kur'ân'ın
ilk sûresinde Cenâb-ı Hakk'ın
«Rabbü'l-âlemîn» olduğu ifade edilirken, arkasından
üç sıfatı anılmakta ve sonra da «Ancak sana ibâdet ederiz ve ancak senden
yardım bekleriz» cümlelerine yer verilmektedir. Burada ise, o sıfatlardan bir
kısmı anılarak «ilâh» ismi getirilmekte ve o cümlelerin özeti verilmektedir.
Böylece Cenâb-ı Hak sözünü ettiğimiz üç sıfatını sıralarken çok
ince bir hususa da işarette bulunmaktadır. Şöyle ki: İnsanlardan olan terbiyeci,
aynı zamanda melik (hükümdar) olmayabilir. Ama Allah hem yegâne terbiyeci, hem
de benzeri olmayan hükümdardır. O'nun hem terbiyeciliği, hem de hükümdarlığı
devamlıdır. İnsanların ise bu iki yönü de geçici ve sınırlıdır. Sonra
insanlardan mâbud (ibâdet edilen ilâh) olamaz. Ama Cenâb-ı Hak aynı zamanda insanların ilâhı (mabudu) olarak
bulunuyor ve bu hususta da O'nun dengi ve benzeri yoktur.[14]
Cenâb-ı Hakk'ın Rab, Melik ve
İlâh olarak üç sıfatı da insanlara izafe edilerek anılmaktadır. Zira O'nun
isim ve sıfatının, özellikle bu üç sıfatının tecellisine en çok lâyık olan ve
o tecelliden yeterince nasibini almaya yönelik yeteneklerle donatılan
insanlardır. Ne var ki onlardan bir kısmı yaratilışındaki
bu azizliği idrâk edemediğinden Rahman ve Rahîm olan Allah'tan uzaklaşıp
İblîs'le yakınlık ve dostluk kurma özentisi ve çabası içindedir. Böyle olunca
da toplum içinde yer alan bu tiynetteki insanlar en
az şeytan kadar tehlikeli ve zararlıdırlar.
Şeytan ise, durmadan
dürtükleyip kan mecrasından sinyal vermek suretiyle kalp ve kafada bir sürü
vesvese ve şüphe doğurarak selîm düşünmeyi, faydalı yönelmeyi, kâmil kişi
düzeyine gelme idrâkini alt-üst eder ve bunun için daha çok mide ve şehveti,
kıskançlık ve açgözlülüğü kamçılar; kişisel menfaatin ön plânda tutulmasını
telkîn ederek sinsi faaliyetini sürdürür. O aynı zamanda «hannas»tır:
Döner, döner aynı sinyalleri verir ve Allah anılınca geri çekilir, gaflet
edilince hemen yaklaşır. Kişi, Rabbını, Melikini ve
İlâhını hatırlayıp O yüksek kudrete yönelince İblîs'in sinyalleri tesir etmez
olur ve bu rahmânî hava oluşunca uzaklaşmak zorunda kalır.
Nitekim İbn Ebî Dünya, İbn Cerîr ve İbn
Münzir'in tahrîc ettikleri,
Hâkim'in de sahîhlediği hadîste şöyle buyurulmuştur: «Doğan her çocuğun mutlaka kalbi üzerinde vesvas bulunur. Sonra o, Cenâb-ı Hakk'ı anınca vesvas arkasını
dönüp uzaklaşır; unutup gaflete dalınca o vesvas dönüp
gelir ve vesvese verir.» [15]
Ancak cin ve insten olan vesveseoinin kalp ve
kafaları karıştırması, kötü düşünce ve duygu malzemesi vermesi, içten dışa,
kalpten fiiliyata çıkarılmadığı takdirde, bundan dolayı kulun bağışlanacağı;
yani mücerred olarak o gibi duygu ve düşünmeden
dolayı muahaza edilmiyeceği,
azaba uğratılmayacağı söz konusudur.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) buyurdu ki;
«Şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah, ümmetimin içinde beliren kötü duygu ve
düşünceden dolayı onları bağışlar. O duygu ve düşünceyle ümmetim amel
etmedikçe ve konuşmadıkça bu böyle sürer.»[16]
Böylece Kur'ân-ı Kerîm'e, Rab, Rahman, Rahîm, Mâlik sıfatlan anılıp
Allah'a hamd edilerek başlandı ve yine O'nun Rab,
Melik ve İlâh sıfatlan anılarak cin ve insden olan
şeytanın vesvesesinden Allah'a sığınmamız emredilerek Kur'ân
tamamlanmış oldu.
ALLAHIM! Bu tefsire
başlamamı bana ilham ettiğin ve tamamlamamı kolaylaştırıp yardımda bulunduğun;
rahmet, inayet, lütuf ve kereminle minnette bulunarak sonuca erişmemi
sağladığın için Sana kalbimin samimiyet ve heyecanıyla, arzu ve iştiyakıyla hamd ediyorum. Kusurlarımı bağışla; şu dünyada beni Kur'ân'ın hizmetine sevkettiğin
ve İslâmiyeti tanıtma basiretine kavuşturduğun gibi,
âhiret gününde de beni Kur'ân-ı
Kerîm'in şefaatinden ve nurundan mahrum bırakma.
Tefsirde bulunurken Resûlüllah'ın (A.S.) açıklayıcı, yol gösterici hadîslerini
nakletmek suretiyle Senin Kelâm'ını daha iyi, daha kolay ve daha çekici
tanıtmayı hedef seçerken Resûlüllah'a (A.S.) daha
yakın olmayı arzuladım. Dünyada bulunduğum sürece beni Resûlüllah'ın
(A.S.) yolundan ayırma; sebat göstermem için bana
güç ve kuvvet bahşeyle. Âhi-rette de O'na yakın olan
ve O'nun şefaatine erişen sâlih kullarından eyle.
Âmin!..
Dualarımızın sonu: Hamd, her türlü güzel övgü âlemlerin Rabbı
olan Allah'a mahsustur..[17]
[1] Şevkani, Fethü’l-kadir:
5/522.
[2] Tefsîrü'l-Keşşaf : 4/823
[3] Lübabu't-te'vîl
: 4/430
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7094.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7094.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7095.
[6] Müslim/müsafirîn : 69- Dâremî/rikak : 25- Ahmed : 1/385, 397.
401, 460,
[7] Buharî/mevakiyt: 22,
itikâf : 8, fezâil'i-sahabe
: 5-
Müslim/mesacid : 224, fezâil'i-sahabe
: 29, 34- Ebû Dâvud/savm : 78
[8] Müsned-i Ahmed
: 5/59
[9] Buharî/bed'-i
halk : 11, edeb : 44- Nesâî/istiâze : 49- Ahmed : 5/178, 256
[10] Müsned-i Ahmed/Câmiussağîr : 1/81
[11] Müsned-i Ahmed/Câmiussağîr : 1/81
[12] Taberânl/Câmiussağîr
: 1/81
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7095-7097..
[13] Çiçeksiz bitkilerde üreme organı. Bir hücreli
hayvanların bazHarında
üreme cisimciği
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7097-7099.
[15] Şevkanî/Fethülkadîr
: 5/524
[16] Müslim, İman: 20, 202; Ebu Davud, Talak: 15; Tirmizi, Talak:
8; Ahmed: 2/398, 481, 491.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7099-7100.