c) Kur'an'm Yazıya Geçirilmesi
e) Hz. Osman Döneminde Yapılan Çalışmalar
C) Kur'an'm Amacı ve Muhtevası
E) Kur'an'ın Mucize Oluşu (İ'câz)
G) Kuran İlimleri (Ulûmu'l-Kur'ân)
A) Tefsir ve Te'vilin Tanımlan
C) Kur'an'ın Anlaşılmasında Yöntem
2. Dirayet veya Rey Tefsirleri
3. İki Metodu Cemeden Tefsirler
6. Terkip ve Tahlile Dayaü (Sistematik) Tefsir
F) Sıkça Başvurulan Tefsir Kitaptan
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed'in (a,s.) 22 yıldan fazla süren (610-632) peygamberliği zarfında aldığı vahiyleri ihtiva etmektedir. Hz. Muhammed'in (a.s.) peygamberliğinin ilk dönemlerinden beri Kui'an, Müslümanlar tarafından, yalnızca ilahi kelamın yaşanan tarihe bir müdahalesi olarak değil, aynı zamanda bir ibâdet ve tilâvet kitabı olarak telakki edildiği İçin, inen vahiy parçalan Hz. Peygamber'in gözetimi altında büyük bir titizlikle kayda geçirilerek geniş kitlelere intikal ettirilmiş ve sürekli okunmuştur. Hatta ilk Müslümanlar arasında, gelen vahiyleri gücü nispetinde ezberleyenlerin yanı sıra, kendisi için özel mushaf yazan sahabi-lerin de bulunduğunu biliyoruz.
I. Halife Hz. Ebû Bekir döneminde vuku bulan Yemâme savaşında, Kur'an'ın nüzulüne tanık olmuş çok sayıda hafız sahabinin şehit düşmesi üzerine, Hilafet merkezinde muhafaza olunmak üzere resmî bir mushaf hazırlama ihtiyacı duyulmuştur. 633 yılında, Hz. Peygamber'in vahiy kâtiplerinden hafız sahabî Zeyd b. Sâbit'e, Hz. Peygamberin yazdırdığı Kur'ân metinlerinin, diğer hafız sa-habilerin şahitliğine de başvurarak Kur'an-ı cem etme, bir mushaf haline getirme görevi verilmiştir. Zeyd b. Sabit, sahabilerle istişare ederek yaptığı titiz bir çalışma sonunda muhtelif malzemelerle yazılmış olan Kur'an metinlerini mushaf haline getirmiştir.
Fütuhat faaliyetinin sınır tanımadığı III. Halife Hz. Osman döneminde, genişleyen İslâm coğrafyası, farklı bölgelerde Kur'an ayetlerinin farklı şekillerde okunması, özellikle ilk Müslümanlarla İslâm'a yeni girenler arasında ihtilaflara sebep olmuştur. Kısmen henüz sessiz harfleri birbirinden ayıran noktaların ve sesli harfleri gösteren harekelerin bulunmadığı Arap yazısının o günkü yetersizliğinden, kısmen de mahallî lehçe farklılıklarından kaynaklanan bu kıraat ihtilafı, esasen Hz. Peygamber'in izin verdiği doğal bir durum olmasına rağmen, o günkü siyası irade, muhtemel karışıklıkları gidermek amacıyla kıraat farklılıklarını en aza indirgeyecek bir çalışma yapmayı öngörmüştür. Yine Zeyd b. Sâbİt'in başkanlığını yaptığı bir komisyon, birkaç yıl süren çalışması sonucunda, biri Hilafet merkezinde kalmak, diğerleri farklı bölgelere gönderilmek üzere, Hz. Ebû Bekir döneminde toplanan Mushaf'a istinaden muayyen sayıda resmî mushaflar hazırlamış-tiT. Bugün elimizde bulunan mushaflar işte bu mushaf a dayanmaktadır.
Kur'an metni tertip edilirken ayetlerin iniş sıralan veya konu bütünlüğü esas alınmanıjş, baştan beri Hz. Peygamber tarafman öğretilen tilavet sırasına riayet edilmiştir.
Sahabe döneminden sonra geniş çaplı bir tefsir faaliyeti başlamıştır. Ancak, bu döneme ait tefsirler günümüze kadar ulaşmamıştır, Günümüze ulaşan en eski tam tefsir ise, hicrî 150 yılında vefat eden Mukâtil b. Süleyman'a aittir. Alî b. Ebî Talha (ö. 143/760), Sufyân es-Sevrî (Ö. 161/778), Yahya b. Sellâm (ö. 200/815) gibi hicrî II. yüzyılda yaşamış kişilerce telif edilen bu ilk dönem tefsirleri, genellikle Mushaf tertibini esas alarak, sırasıyla ayetler hakkındaki rivayetleri nakletmektedirler. Hiç şüphe yok ki, tefsir ilminin doğduğu ilk dönemlerde, bu faaliyetle hedeflenen, levârüs olunan bilgilerin daha geniş kitlelere ve gelecek nesillere intikal ettirilmcsiylc sınırlı idi. Tefsir ilminin Kur'an'ı açıklama görevini üstlenmesi ise daha sonraki bir gelişmedir. Bu çerçevede ilk tefsir çalışmaları, el-Ferrâ' (ö. 207/822) ve EbÛ 'Ubeyde (ö. 210/825) gibi dilcilere aittir. Onlar, kelimelerin ve terkiplerin anlamlarını açıklmayı amaçladıkları için, hemen her ayet hakkında söyleyecek şey bulmuşlar ve açıklamalarını Mushaf tertibini esas almak suretiyle sunmuşlardır. Bu yazım geleneği, bugün minnetle başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi'nin (ö. 310/922) Câmi'u'l-Beyân An Te'vîli Âyi'l-Kur'ûn'ı gibi, dev eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin 'rivayet tefsiri' olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklanmaktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmf-fıkhı meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde, 'dirayet tefsiri' olarak nitelenen eserler de.re'y ağırlıklı olmakla birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır.
Gerek rivayet tefsiri oiarak gerekse dirayet tefsiri olarak değerlendirilen klasik tefsirlerde, Kur'an'ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri olarak oluşan Kur'an'ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Der-veze'nin sureleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru'l-Hadîs'ı gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hakim olmuştur. Tefsir literatürümüz, bu karakteristik yapısına rağmen, farklı ölçütlere başvurmak suretiyle farklı başlıklar aitmda tasnif edilmeye elverişlidir. Müfessirleritı uzmanlık alanına, ilmî tutumuna veya mezhebi eğilimine göre tasnifler de yapılmıştır. Bu tasniflerden başlıcalarını zikretmek, tefsir literatürümüzün muhteva zenginliğini ve çok renkliliğini göstermesi bakımından önemlidir: Fıkhı tefsir, kelamı tefsir, i şan tef-sit, lugavî tefsir, felsefî tefsir, şif tefsir, ilmî tefsir, edebî tefsir, içtimaî tefsir vd.
Bilinen ilk Türkçe Kur'an meali Samanoğullan lideri Mansûr b. Nuh'un döneminde yapılmıştır. Kur'an meali özellikle Selçuklu dönemlerinde bilim ve sanat dilinin Arapça ve Farsça olması nedeniyle fazla rağbet görmemiştir. Osmanlı tefsir geleneğinde ise müstakil sure ve cüz tefsirlerinin yanı sıra Zemahşerî, Râzî ve Beydâvî gibi müfessırlerin tefsirlerine yapılan bir çok şerhle söz konusu eserler yeniden inşa edilmeye çalışılmıştır. Bugünkü anlamda yaygın olan Türkçe tefsir ve meal geleneğinin, Tanzimat döneminde (1839-1876) başladığı söylenebilir. Bu dönemde gerçekleştirilen ve nicelik açısından sınırlı olan tefsin meallerdeki çeviriler genellikle Farsça'dan Türkçe'ye kazandırılmıştır. II. Meşrutiyet'le birlikte dinî müellefat ve özellikle de Türk toplumunu Kur'an'la doğrudan muhatap kılma gayretlerinin arttığı gözlemlenmektedir. 1925 yılında Diyanet İşleri Reisliği bütçesi tartışılırken muhtelif mebuslar tarafından, toplumsal sorunların işleneceği ve günün insanına hitap eden bir Türkçe tefsire duyulan ihtiyaç dile getirilmiş ve konu ayrıntılı olarak tartışılmıştır. Nihayet, Diyanet İşleri Reisliği bütçesinden Kur’an-ı Kerim ve ehâdis-i şerifenin tercüme ve tefsiri için muayyen bir meblağ tahsis edilmiş ve Kamil Miras'ın teklifiyle söz konusu tefsiri yazma görevi Elmalılı M. Hamdi Yazır'a tevdi edilmiştir. 1926'da Kur'an tefsiri yazmaya başlayan Merhum Yazır, 1938 yılında tefsirin telifini tamamlamıştır. Daha sonra 1960 ve 197l'de baskısı yenilenen Hak Dini Kur'an Dili, 1992'de bir defa 1993'te ise iki defa sadeleştirilerek basılmıştır. O günden bugüne halkımızın din öğrenimine üst düzeyde katkı bahşeden bu değerli çalışmanın yanı sıra, klasik ve çağdaş dönem tefsirlerinden yapılan tercümeler ve Türkçe telif edilen tefsirler sayesinde ülkemiz insanı oldukça zengin bir tefsir birikimine kavuşmuş bulunmaktadır. Bu zenginliğe rağmen, kamuoyunun malumu olduğu üzere, toplumumuz muhtelif vesilelerle Diyanet İşleri Başkanlığı'nın çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek yeni bir Kur'an tefsiri hazırlatması talebini dile getirmekteydi. Başkanlığımız bu talepler muvacehesinde, uzun yıllardan beri benimsemiş olduğu ülkemizin ilahiyat alanındaki birikiminden azami ölçüde yararlanma politikasının bir gereği olarak, 1998 yılı içerisinde Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadreddin Gümüş ve Prof. Dr. Mustafa Çağncı'dan oluşan bir komisyona Mushaf tertibine göre tefsir hazırlama görevi vermiştir. Komisyonun titiz bir çalışması sonucu hazırlanan ve bilahare Din İşleri Yüksek Kurulu'nun tetkikinden geçen elinizdeki 'Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir' isimli eser ortaya çıkmıştır.
Tefsir tarihi üzerine yapılan çalışmalar, tefsirler arasındaki yorum farklılıklarının arkasında, müfessirin fikrî eğilimi, uzmanlık alanı ve siyasî tutumu gibi kişisel unsurların yanı sıra. müfessirin yaşadığı çağın ihtiyaçları ve imkanları gibi toplumsal unsurların da yattığını göstermektedir. Bu durum, Kur'an tefsiri alanındaki çok sesliliğin sebeplerini anlamamızı kolaylaştırdığı gibi, tarih boyunca neden tek bir tefsirle yetinilemediğini de anlaşılır kılmaktadır. Bunun başlıca nedeni, tefsir faaliyetinin, özü itibariyle sübjektif olan 'yorum'dan ibaret olmasıdır. Tefsir faaliyetinin sübjektif karakteri nedeniyle, bugün için de, okuyucusunu bütün diğer tefsirlerden müstağni kılacak ve Kur' an' ı anlama konusundaki bütün sorunları giderecek bir tefsirden söz etme imkânı yoktur. Buna bağlı olarak, herhangi bir tefsirin Diyanet İşleri Başkanlığı'nca neşredilmiş olması, o tefsire resmî bir hüviyet kazandırmaz. Başkanlığın yaptığı, yayınlar konusunda dine ve topluma karşı sorumluluğu, ilme uygunluğu esas almaktır.
Elinizdeki tefsir, günümüz Müslümanlarının ihtiyaçları gözönünde bulundurarak ve klasik tefsir birikiminden yararlanılarak hazırlanmış değerli bir çalışma olup, uzmanlık alanlarında yetkin bilim adamlarından oluşan bîr heyet tarafından kaleme alınmış olma gibi bir imtiyaz taşımaktadır.
Diyanet
Kur'ân-ı Kerîm'in
müslüman Türk insanı tarafından anlaşılmasına mütevazı bir katkı sağlamak
amacıyla hazırladığımız Kur'an Yolu isimli bu tefsirin müellifleri olarak,
daha önce bir meal çalışmasına katılmış, ilmî bir faaliyeti müşterek olarak
yürütme ve bitirme tecrübesi edinmiştik. Bu defaki çalışmamız esnasında
uzmanlık alanlarımızın (tefsir, fıkıh ve fıkıh usûlü, İslâm felsefesi ve İslâm
ahlâkı) farklılık taşımasının da, Kur'an tefsirinin gerekleri bakımından
önemli imkânlar sağladığını gördük. Bunun yanında ortak kitap çalışmasının
zorluklarını ve bundan kaynaklanacak aksaklıkları asgariye indirebilmek için
tedbirler aldık. Mutlaka başvurulması gereken kaynakların, uyulması gereken
İlkelerin ve metotların en başta belirlenmesi; her birimizin tefsirini yaptığı
kısmın diğer üyelerce dikkat ve emek verilerek okunduktan sonra toplu müzakere,
teklif, tenkit ve tashihe tâbi tutulması bu tedbirlerin başında gelmektedir.
Batı'da Kitâb-ı
Mukaddes'in yorumu konusunda heyet olarak hazırlanmış birçok yayının
mevcudiyetine karşılık, bildiğimiz kadarıyla İslâm dünyasında bir heyet
tarafından yazılmış ve tamamlanmış Kur'ân-ı Kerîm tefsiri bulunmamaktadır. Bu
açıdan bizim çalışmamızla bir ilkin gerçekleştiği söylenebilir. Ayrıca, Kur'an
Yo/u'nun, Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleri tarafından okunup tenkit süzgecinden
geçirilmesi de esere yararlı katkılar sağlamıştır.
Eserin hazırlanmasında
okuyucu kitlesi olarak farklı düzeylerde öğrenim görmüş insanlar dikkate
alınmaya çalışıldı. Öncelikli olarak bir müracaat kitabı değil, baştan sona
okunan, tekrar tekrar okunan ve üzerinde zihin yorulan, inanç, fikir ve hayata
pratik katkı sağlayan bir tefsir olmasının daha yararlı olacağı düşünüldüğü
için eser orta hacimde tutulmuş; ayrıca anlaşılır bir dilin kullanılmasına özen
gösterilmiştir. Öte yandan bazı konularda daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler
için, en uygun yerlerde ayrıntılı bilgi verilmesinin yanında, duruma göre ilgili
kaynaklara da göndermeler yapılmıştır. Tefsirin diğer özellikleri
"Giriş" bölümünün sonunda "Bizim Tefsirimiz" başlığı
altında açıklanmıştır; okuyucu açısından eserin daha verimli olabilmesi için
söz konusu kısmın göz önünde bulundurul-
TYin<;ınHfl vnrnr
vnrHır
Eserin meal kısmının
hazırlanması sırasında konuyla ilgili bellibaşlı çalışmalar da göz önünde
bulundurulmakla beraber, yapılan tercihler tefsire verilen emeğin ürünü olarak
şekillenmiştir. Meale yansıtılamayan, ancak dikkate değer görülen mânalara ise
tefsirde ayrıca işaret edilmiştir. Aynı kelime veya ifadenin mealin değişik
yerlerinde, asıl mânayı değiştirmemek kaydıyla farklı şekillerde çevrilmiş
olması bağlam farkı, ağırlıklı konuya riayet, edebî zevk gibi sebeplere
dayalıdır; bize göre bu usul meal açısından bir zenginlik oluşturmaktadır.
Kusursuzluktan söz
etmek edebi aşmak olur, bu yüzden yapılan her işte birtakım kusurların
bulunması kaçınılmazdır. Bizim için de iddiadan ziyade ehliyetten ve iyi
niyetten söz edilebilir. Kusurların düzeltilmesi için tenkide açık olduğumuzu
belirtiyor; tefsirin milletimize yararlı olmasını yüce mevlâdan niyaz ediyoruz.
Heyet
"Harfleri bir
araya getirip seslendirmek, okumak" mânasına gelen kur'ân kelimesi, genel
kabule göre diğer kutsal kitapların temel kurallarını ve bilgilerini bir araya
getirdiği, ihtiva ettiği için Hz. Peygamber'e gönderilen kitabın adı olmuştur.
Terim olarak yapılan tanımlan, "Hz. Muhammed'e vahiy yoluyla Arapça olarak
indirilen, Allah'tan geldiği ezberden ve yazılı olarak aynıyla intikal ettiği
konusunda şüphe bulunmayan, müslümanca yaşamak isteyenler için hayat kılavuzu
olan ilâhî kitap" şeklinde özetlemek mümkündür.
Bu tanımda geçen
unsurlar aynı zamanda Kur'an'in özellikleri olduğundan bunların sırasıyla
açıklanması, onun tanınmasını ve tarifin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Allah Teâlâ kullarına,
dilediği bilgileri ve talimatı iletmeleri için bazı insanları seçmiş, onları
yüklenecekleri vazifeye uygun ahlâk, yetenek ve güçlerle donatmıştır.
Kur'an'da nebî ve resul olarak anılan bu kişiler için dilimizde peygamber
kelimesi kullanılır. Nebî (çoğulu enbiyâ) "aldığı vahyi yani haberleri,
bilgileri, talimatı insanlara ulaştıran", resul de (çoğulu rusül)
"Allah ile kullan arasında bu anlamda elçilik yapan" mânasına gelir.
Peygamberlerde beş ortak nitelik bulunur: Nadiren işledikleri ve
"zelle" denen hatalan dışında günahtan korunmuşturlar (ismet),
akıllı ve zekidirler (fetânet), Allah'tan aldıklan vahyi kullara olduğu gibi
iletirler (tebliğ), her bakımdan güvenilir kişilerdir (emanet), özü sözü bir
dürüst insanlardır (sıdk).
İlk insan ve ilk
peygamber olan Hz. Âdem'den son peygamber (hâtemü'1-enbiyâ) Muhammed Mustafa'ya
kadar birçok peygamber gelip geçmiş; bunlann bir kısmına küçük, bir*kısmına da
büyük hacimli kitaplar gönderilmiştir (vahiy). Adem'e 10. Sît'e 50. îdrîs'e 30
ve İbrahim'e 10 savfa olmak üzere bu peygamberlere gönderilen 100 sahîfe[1] ile
Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an isimleriyle anılan dört büyük kitap, kutsal
kaynaklarda ve şifahî rivayetlerde bildirilen vahiyler, yani peygamberlere
indirilmiş kitap ve sayfalardır (bk. A'lâ 87/18-19). Bunların sonuncusu, son
peygamber Hz. Muhammed'e gelmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm'dir.
Sözlükte vahiy
"süratlice ve gizlice bildirmek"tir. Bu kelimenin, "üstü kapalı
sözle, söz sayılmayan seslerle, organların işaretleriyle, yaratılışta belli bir
bilgi ve beceriyi varlığın özelliği kılmakla, yazıyla ve şeytan, cin gibi maddî
olmayan şuurlu varlıkların zihinlere soktukları hayal ve fikirlerle (vesvese
yoluyla) bildirme" gibi anlamlarda kullanımları da vardır.
Terim olarak vahiy,
"Allah'ın peygamberlerine ulaştırdığı sözü,kelimesi, kelâmıdır. Yine
Allah'ın kendisine yakın kullarına (velî) ya doğrudan veya melekler aracılığı
ile ulaştırdığı bilgiler ve sözler için de -aşağıda örneği görüleceği
gibİ-vahiy kelimesinin kullanıldığı olmuştur. Ancak bunlar için yaygın olarak
ilham terimi kullanılır. İlhamın değeri sübjektiftir; Peygamber'e gelen vahye
aykırı olmamak şartıyla kime gelmişse onun için geçerli ve dayanak olabilir.
[2]
Kur'an'da vahiy ve
aynı kökten fiiller, "vahyetmek, ilâhî sözü, bilgiyi ulaştırmak"
mânasında çok sayıdaki âyette kullanılmaktadır. Vahyin birden fazla şekli
vardır:
a) Vahiy
meleği Cebrail belli bir şekle -meselâ bir insan şekline- girerek gelir,
başkalarının da duyup anlayacağı tarzda ilâhî sözü peygambere ulaştırır ya da
kendine mahsus şekliyle yalnızca peygambere görünür ve sözü onun işitmesine
uygun olarak kendisine ulaştırır. Hadis kitaplarının vahyi anlatan bölümlerinde
bu vahiy tarzının örneklerinden bahsedilmiştir.
b) Hz.
Musa'ya Tûrisînâ'da ve mukaddes vadide gelen vahiyde olduğu gibi, ulaştıran
görünür bir aracı olmaksızın ilâhî söz işitilir.[3] Bu
tarz bir vahye miraçta Hz. Peygamber de muhatap olmuştur.
c) Söz kalbe
ve zihne doğrudan veya Rühulkudüs (Cebrail) aracılığıyla iletilir, gönderilir.
Hz. Peygamber böyle bir iletişimi şu hadisinde dile getirmiştir:
"Rû-hulkudüs kalbime şu*bilgiyi getirdi: Hiçbir kimse rızkını tüketmeden
ölmeyecektir. Su halde Allah'tan korkunuz ve rızkınızı güzel, meşru yollardan
talep ediniz.
Rızkın gecikmesi sizi
Allah'ın emirlerini çiğneyerek onu elde etmeye itmesin. Çünkü Allah'ın katında
bulunanlar ancak O'na itaatle elde edilebilir"[4]
d)
"Mûsâ'nın annesine, 'Başına bir şey gelmesinden endişe ettiğinde onu nehre
bırak...' diye vahyettik" (Kasas 28/7) mealindeki âyette olduğu gibi
Allah'ın iradesi ilham yoluyla bildirilir. Burada vahiy ilham mânasında
kullanılmıştır.
e) "Ve
rabbin bal ansına şöyle İlham etti..." (Nahl 16/68) âyetinde bildirildiği
gibi Allah, bazı yaratıklarını belli bir bilgi ve beceriye programlamış, bu
bilgi ve eylem biçimini onların tabiatlarının bir parçası, temel Özelliği
kılmıştır.
f) Rüya
yoluyla bildirilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Vahiy kesildi, sona
erdi, geriye yalnızca mübeşşirât kaldı. Bu da doğru bilgi getiren rüyalardır,
bunu mümin görür veya ona gösterilir"
[5] Bu
maddede geçen vahiy de ilham mânasındaki vahiydir, Hz. Peygam-ber'e vahiy sâdık
(doğru çıkan) rüyalarla başlamıştır. Ancak onun gördüğü rüyaları diğer müminlerin
gördükleri rüyalarla karıştırmamak gerekir. Çünkü Hz. Pey-gamber'in vahiy
mahiyetindeki rüyasının sabah aydınlığı gibi açıkça doğru çıktığı hadiste
bildiriimiştir.
[6]
Şûra sûresinin 51.
âyeti, vahyin yukarıda geçen bütün şekillerini ihtiva etmektedir:
"Herhangi bir insanla Allah'ın konuşması ancak vahiy ile veya perde arkasından
ya da bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyetmesİ şeklinde olabilir."
İlham ve rüya yoluyla olanlar "vahiy ile" kısmına girer. Programlama
insana değil diğer bazı varlıklara ait olmakla beraber bunun için "Rabbîn
bal ansına ilham etti" (evhâ) ifadesi kullanıldığından (Nahl 16/68), o da
bu kategoriye dahildir. Getireni görmeden sözü işitme şekli "perde
arkasından" kısmına, Cebrail'in belli bir şekle girerek ilâhî sözü ulaştırması
"bir elçi gönderip..." kısmına aittir.[7]
Kur'ân-ı Kerîm'de
vahiy hem sözlük anlamında hem de terim olarak kullanılmıştır, Allah'ın
vahyinin bütün çeşitlerini içine alan bir tanım vermek gerekirse "Vahiy,
yüce yaratıcının genel olarak varlıkları, dilediği özelliklere ve hareket
tarzlarına göre programlaması, Özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği
ilâhî emir, yasak ve haberlerin tamamını vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda,
gizli ve sü-ratlİ bir yolla peygamberlerine iletmesidir" dernek mümkündür.[8]
Vahiyde
"gizlilik" ve "sürat" özellikleri vardır. Vahiydeki sürati,
bilgisayarın bir tuşuna basarak kısa bir zaman parçası içinde ciltler doluşa
bilgiyi yükleme, nakletme, kopyalama Örneğine bakarak tasavvur edip anlamak
mümkündür.
"Bilinmezlik"
vasfı vahyin mahiyeti, ne ve nasıl olduğu konusuyla ilgilidir. Vahyin özel bir
bilgi iletişim aracı olduğu bilinmekle beraber mahiyet ve keyfiyeti, neden
ibaret olduğu, ilâhî sözün İnsana vahiy yoluyla nasıl intikal ettiği; konuşmak
için dile, harfe, kelimeye ve sese ihtiyacı bulunmayan, konuşması insanın konuşmasına
benzemeyen Allah'ın, kendi kelâmını peygamberlerine nasıl ilettiği ve bu
kelâmın belli bir dile ait harf, kelime, cümle ve seslere nasıl dönüştüğü meçhuldür,
gizlidir, sırdır; bu sırrın bilgisi sıradan insanlara verilmemiştir. Vahiy mahiyeti
bakımından bilinemez olduğu gibi bu iletişimin oluşu, gerçekleşme keyfiyeti de
gizlidir, üçüncü bir şahıs buna muttali olamaz.
Vahiy, Allah'ın kendi
kelâmını (sözünü, söylemesini) peygamberlere yukarıda özetle belirtildiği
şekillerde ulaştırmaktadır. Allah'ın kelâmında harf, kelime ve ses bulunmadığı
için onu belli bir beşerî dille aynılaştırmak ve meselâ "Allah Arapça
konuşur" demek mümkün değildir.
Vahiy -Allah Teâlâ'nın
bildirmeyi dilediği mâna, hüküm ve nazım bozulup değişmeden- çeşitli dillere
çevrilebilecek bir iletişim aracı, bilgi verme vasıtasıdır. Burada soru,
"vahyin çeşitli dillere çevrilmesinin, çeşitli dillerde gelmesinin, vahyetme
eyleminin hangi noktasında ve nasıl gerçekleştiği" ile ilgilidir. Vahyin
muhatabı olan ümmetler Allah'ın verdiği bilgileri ve talimatı anlamadan ona
itaat edemeyecekleri için, ilâhî bildirimlerin ilgili peygamberlere, her bir
kavmin kendi dilinde vahyedilmiş olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz (İbrâhîm
14/4). Ancak ilâhî kelâmın beşerî dile çevrilmesi, bu dil kalıbına dökülmesi
nerede ve nasıl olmaktadır? Eu soruya eskiden beri çeşitli cevaplar
verilmiştir. Vahyin kaynağının, doğrudan Allah değil, faal akıl olduğunu ileri
süren ve buradan hareketle vahyin dilini, sözlerini beşerîleştiren,
peygamberlerin zihin ve ağızlarının eseri olduğunu ileri süren filozoflarla
ilâhî kelâmın harf, kelime ve sesleri de ihtiva ettiğine inanan bir kısım
Selefi düşünce mensuplarını iki uç sayarsak Ehl-i sünnet'i ortaya almak
gerekir. Ehl-i sünnet kelâmcılarında kabul gören açıklamaya göre söz (kelâm)
önce zihinde oluşur, sonra kelime ve seslere dökülür. Birincisi zihindeki söz
(ke-lâm-ı nefsî), ikincisi dildeki sözdür (kelâm-ı lafzı). İlâhî kitaplardaki
sözlerin zihnî olana denk düşen kısmı Allah'ın sıfatı olup asla
yaratılmamıştır, ezelî ve ebedîdir. Vahyin, dildeki söze denk düşen kısmı ise
yaratılmıştır. Bu açıklamadan anlaşılan da ilâhî-nefsî kelâmın belli bir
beşerî dil ile olmamasıdır. Beşerî dil ile olan lafzı kelâmdır. Ancak bu lafzı
kelâm hangi aşamada ve nasıl oluşmaktadır ve insanın dilinde olmasına rağmen
nasıl ilâhîdir, Allah'a aittir, peygamberlerin sözleri değildir?
Konuyu kavrayabilmek
için yine bilgisayar teknik ve imkânlarından bir örneği kullanabiliriz.
Bilgisayar tuşlarına basarak harfleri yazdığımızda, ekranda belli (yazanın
gerekli işlemi yaparak istediği) bir harf şekli görülür, halbuki içeride
(disk) yazılan, daha doğrusu işaretlenen belli bir harf şekli değildir, yeniden
yazmadan birçok harf şekline dönüştürülebilir işaretlerdir (kodlar). Dilden
dile ve dillere çevirme yapmak üzere programlanmış bilgisayarlarda da durum
aynıdır; yazan belli bir dilde yazdığı halde diske kaydedilen şey - o belli
dilin kelimeleri değil, o kelimelerin ve harf dizilerinin kodlandır. Bu
sebepledir ki yazan Türkçe yazdığı halde bilgisayara "Bunu Fransızca'ya
çevir" komutu verdiğinde aynı kodlar ekrana Fransızca olarak
yansıyıvermektedir. Vahyi ve ilâhî kelâmı da -aralarında mahiyet farkı
bulunmakla beraber konuyu zihinlere yaklaştırabilmek için-harf ve ses olmayan
bilgisayar kodlarına benzetilebiliriz. Bu kodlar, Allah'ın ya-ratmasıyla
melekte ve peygamberde belli beşerî harf ve kelimelere dönüşmektedir.
Bu açıklamalardan
çıkan sonuca göre Allah'ın kelâmının, insan tarafından bilinen ve kullanılan
dillerden bir dili yoktur, İlâhî kelâm melek veya peygamber aracılığı ile
muhataplarına gelirken, yine Allah'ın yaratması ve müdahalesiyle -peygamber
veya meleğin zihninde ve dilinde- onların dillerine dönüşmektedir.
Geldiği zamandan
itibaren kıyamete kadar bütün insanlığa hitap edeceği, onları hak dine,
Allah'ın razı olduğu hayat tarzına davet edeceği, Allah tarafından bu maksatla
gönderildiği için Kur'ân-ı Kerîm'İn değiştirilmeden korunması, geldiği gibi
insanlığa sunulması gerekiyordu. Allah Teâlâ bunu üzerine aldığını, kullarına
gerekeni yaptırarak kitabı koruyacağını yine kitabında şöyle bildiriyordu:
"Kesin olarak bilesiniz ki bu vahyi kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka
koruyan da yine biziz" (Hicr 15/9). "Sana okutacağız ve Allah
dilemedikçe unutmayacaksın" (A'lâ 87/6). "Vahyi tam alma telâşı
yüzünden dilini kımıldatma! Onu zihninde toplama ve onu okumanı sağlama işi
bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra
onu anlatmak da elbette bize aittir" (Kıyâme 75/16-19).[9] Hz.
Peygamber, kendisine vahyedilen âyetleri unutmaması, hemen hafızasına alması için
-âyetin vah-yedilmesi sürerken- okumaya çalışıyordu. Bu âyetler vahyedilerek
kendisine, Allah tarafından şu teminat verildi: Onu sana okutacağız; hafızanda
toplayacağız, yani ezberlemeni sağlayacağız; anlaşılmadık yer kalmayıncaya
kadar gerekli açıklamaları yapacağız.
Allah'ın, son kitabım
koruma vaadi şu tedbirlerle gerçekleşmiştir:
a) Hz.
Peygamber ve bir kısım ashabı tarafından tamamı, diğerlerince de çeşitli
kısımları ezberlenmiştir.
b) Hz.
Peygamber'le Cebrail, yine Hz. Peygamber'le bazı sahâbîler, keza bir kısım
sahabe kendi aralarında Kur'an'ı karşılıklı okumuşlar, birinin ezbere okuduğunu
diğeri dinlemiş ve gerektiğinde düzeltmeler yaparak doğru ve sağlam ezberlemeyi
sağlamışlardır.
c) Âyetler
geldikçe Hz. Peygamber tarafından vahiy kâtiplerine, ileride mus-haf haline
getirildiğinde riayet edilecek sıra bildirilmek suretiyle yazdırılmış ve
yazılan metin titizlikle muhafaza edilmiştir. Ayrıca sahabenin de ellerinde
yazılı parçalar bulunuyordu.
d) Kur'an'in
nüzulü tamamlandıktan kısa bir müddet sonra (Hz. Ebû Bekir'in halifeliği
sırasında) Hz. Peygamber tarafından bildirilen nihaî sıralamaya göre bütün parçalar
birleştirilmiş ve yeniden yazılarak koruma altına alınmıştır.
e) Hz.
Osman'ın halifeliği döneminde Kur'an hattının standardize edilmesi suretiyle
oluşturulan ana metinden yeni nüshalar kopya edilerek İslâm dünyasının başlıca
merkezlerine gönderilmiştir.
Yukarıda özetlenen
tedbirleri biraz daha ayrıntılı olarak incelemek yararlı olacaktır:
Hz. Peygamber'in bütün
Kur'an'ı ezberlemiş bulunduğu hem yukarıda meali verilen âyette zikredilen
ilâhî vaadin zorunlu bir gereği olarak görülmekte hem de onun namazlarda ve
namazların dışında münasebet düştükçe sayfalarca Kur'an'ı rahatça ezbere okumuş
olduğu vakıasından (bu tarihî gerçekten) anlaşılmaktadır. Resûlullah en azından
Kur'an nazil olmaya başladığı senelerde okuma-yazma bilmiyordu.[10] Bu
sebeple onun ezberlemesi yazılı bir metni değil Cebrail'in getirdiği vahyi
okuyarak gerçekleşmiştir.
Sağlam rivayetler
birçok sahâbînin Kur'an'ı baştan sona ezberlemiş bulunduklarını ifade
etmektedir. Dört halife, Talha, Sa'd, Abdullah b. Mes'ûd, Huzeyfe, Salim, Ebû
Hüreyre, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr, Abdullah b.
Zübeyir* Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme, Ubâde b. Sâmit, Muâz, Übey bunların
meşhurlarıdır. Sahabeden günümüze kadar ümmet içinde Kur'an'ı, dinî bir görev
ve ibadet şuuruyla baştan sona ezberleyenlerin ve mushafı hiç yüzüne bakmadan
başından sonuna kadar okuyabilenlerin sayısı her dönemde artış kaydetmiştir
[11]
Sahih hadislerden
anlaşıldığına göre Kur'an nazil olurken her ramazan ayında Hz. Peygamber onu
Cebrail'e okumuştur. Bu karşılıklı okuma-dinleme işi (arza, mukabele) her
ramazanda bir kere, Hz. Peygamber'in hayatının son ramazanında ise İki defa
gerçekleşmiştir. Bunun yanında Resulullah güzel Kur'an okuyan bazı sahâbîlere
onu okutarak dinlemiştir. Ayrıca daha Mekke devrinden başlamak üzere sahabe,
yazdıkları veya ezberledikleri Kur'an parçalarını birbirlerine okumuş ve
öğretmişler, üzerinde müzakereler yapmışlardır.
Resûlullah okuma yazma
bilmemekle beraber yazının, metni korumadaki rolünü bildiği için ilk inen
âyetlerden başlamak üzere Kur'an'in bütününü vahiy kâtiplerine kendi
huzurunda, o zaman elde bulunan ve üzerine yazı yazmak mümkün olan birçok
malzemeye yazdırmıştır. Bu kâtiplerin sayısı hakkındaki farklı rivayetler
rakamı kırka kadar çıkarmaktadır. Hz. Peygamber'in zamanında ve huzurunda
Kur'an'ın tamamı yazılmış olmakla beraber dağınık malzeme onun döneminde tek
bir ciltte toplanıp mushaf haline getirilmemiştir. Bunun da çeşitli sebepleri
vardır:
cl) Sûre ve
âyetlerin geliş zamanlarıyla mushaftaki sıralama aynı değildir. Allah,
peygamberine âyetlerin ve -aksini iddia edenler varsa da güçlü delillere dayalı
tespite göre- sûrelerin, ileride cilt haline getirilirken uygulanacak sıralama
şeklini de bildirmiştir. Âyet ve sûrelerin gelişi, o sırada yaşayan ve Kur'an'a
muhatap olan fertlerin ve genel olarak toplumun ihtiyaçlarına göre olmuştur.
Nihaî sıralama ise bütün ümmeti, nesilleri ve insanlığı ilgilendirdiğinden
zamanı gelince evrensel duruma ve ihtiyaca göre bu da yapılmıştır.
[12]
c2) Ayetler
her zaman sûreleri tamamlayarak gelmemiş, ihtiyaca ve duruma göre farklı
sûrelere ait âyetlerin peş peşe geldiği de olmuştur. Bu sebeple geliş sona
ermedikçe Kur'an'ı nihaî sıralamaya göre bir kitap ve cilt şekline sokmak
mümkün değildi.
c3)
Kur'an'ın nüzulü yaklaşık yirmi üç yıllık bir süre içinde tamamlandıktan sonra
Hz. Peygamber çok az (iki aydan biraz fazla veya bundan daha az) yaşamış,
bildiği ve bildirdiği sıralamayı yapıp kitabı, mushaf haline getirmeye vakit ve
imkân bulamamış, bunu kendisinden sonra gelenlere (halifelerine, ümmetine)
bırakmıştır.
12 (633) yılında
yalancı peygamber Müseylime'ye karşı yapılan Yemâme Savaşı'nda şehid düşen çok
sayıda müslüman arasında, sayısı yüzlerle ifade edilen Kur'an hafızı ve
okuyucusu bulunuyordu. Hz. Ömer bu durumu görünce, Hz. Peygamber hayatta iken
Kur'an'ı yazmış, öğrenmiş, ezberlemiş olan kimselerin azalması halinde
mushaflaştırma {nihaî sıralamaya göre tertip edip yeniden yazarak bir ciltlik
kitap haline getirme) işinin zorlaşacağını düşündü, bu işin bir an önce
yapılması için halifeye başvurdu. Bundan sonrasını mushaflaştırma görevini
üstlenen Zeyd b. Sabit şöyle anlatır:
"Yemâme'de
verilen kayıptan sonra Ebû Bekir beni çağırttı. Ömer b. Hattâb da yanında idi.
Sözü Ebû Bekir açtı:
- Ömer bana geldi ve
'Yemâme Savaşı'nda birçok Kur'an hafızım kaybettik. Buna benzer durumlarda daha
birçok hafızı kaybetmemizden ve bu sebeple de (hâfızalardaki) Kur'an'in
birçoğunun kaybolup gitmesinden korkuyorum ve Kur'an'ın derlenmesini (cem')
emretmenizi uygun görüyorum' dedi. Ben kendisine, 'Resûlullah'ın yapmadığı bir
şeyi nasıl yaparsın!' dedim, 'Vallahi bu hayırlı bir iştir' cevabını verdi ve
bu talebini ısrarla tekrarladı. Sonunda Allah'ın tütfuyla bu teklif gönlüme
yattı ve bu konuda onun gibi düşünmeye başladım. (Zeyd'e hitaben) 'Sen akıllı
ve genç bir insansın. Seni hiçbir şeyle suçlayamayız (sana güvenimiz tamdır).
Ayrıca sen Resûlullah için de vahyi yazıyordun. Artık Kur'an't araştır,
derleyip topla.'
(Zeyd anlatmaya devam
ediyor:) Vallahi dağlardan birini yerinden kaldırıp taşımamı isteselerdi bana
Kur'an'ı derleme teklifinden daha ağır gelmezdi. Benim cevabımla konuşma şöyle
sürdü:
- 'Resûlullah'ın
yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsınız?'
- 'Vallahi bu hayırlı
bir iştir.'
Ebû Bekir bana
teklifini tekrarladı durdu; sonunda ikisinin gönlüne ve kafasına yatan iş,
Allah'ın lütfuyla benim de gönlüme yattı. Hurma dallarının uygun yerlerinden,
düz taşlardan... ve insanların hafızalarından toplamak üzere Kur'an'ı
araştırmaya koyuldum*... Bu suretle derlenmiş olan sayfalar vefatına kadar Ebû
Bekir'in yanında idi, sonra hayatı boyunca Ömer'in yanında kaldı, sonra da
onun kızı Hafsa'nm yanında koruma altına alındı"
[13]
Hz. Ebû Bekir'in talimatı
uyarınca Zeyd b. Sabit, insanların yazılı veya ezberden getirdikleri Kur'an
parçalarını şu şartlarla kabul etmiştir:
a) İlgili
şahıs onu Resûlullah'ın huzurunda yazmış olacak,
b) Buna dair
iki şahit getirecek,
c) Genel
olarak halkın ezberlediği ve bildiğine uygun bulunacak
[14]
Zeyd b. Sâbİt hem
Kur'an hafızı hem de Hz. Peygamber'in vahiy kâtiplerinden biri idi. Hz.
Peygamber zamanında yazdırılan Kur'an sayfalan da (Kur'an'ın yazılı olduğu
malzeme) elinin altında bulunuyordu. Bu malzeme ve bilgiye dayanarak Kur'an'ı
derleyip mushaf tertibinde yazması mümkün olduğu halde halkın hafızasındaki ve
ellerindeki malzemeye başvurması, karşılaştırma yapması ve ittifak hâsıl
olduktan sonra kaydetmesi hem korumaya yönelik bîr ihtiyattır hem de ileriye
dönük İhtilâfları ve iddiaları önleme amacı gütmektedir.
Abdullah b. Mes'ûd'un
teklifiyle mushaf adı verilen bu nüsha, şüpheye yer bırakmayacak Ölçüde
titizlikle toplanmış, tertiplenmiş, yazılmış ve -ileride açıklanacak olan-
yedi harfi ihtiva etmiş bulunuyordu. Bu nüshada (mushaf) âyetler geliş
sırasına göre değil, Resûlullah'ın bildirdiği nihaî sıralamaya göre ve ait
oldukları sûrelere yazılmıştır.
Buhârî yukarıda
özetlenen derleme faaliyetiyle ilgili rivayetten sonra Hz. Osman zamanında
yapılan "tek harfe indirerek birden fazla nüsha yazdırma" İşi hakkındaki
bilgiyi de Enes b. Mâlik'ten aktarmıştır. Hicrî 25. yılda Hz. Osman'ı bu
faaliyete iten sebep, Ermenistan ve Azerbaycan fetihlerinde bulunan Huzeyfe b.
Yemân'ın, evine bile uğramadan doğruca halifenin huzuruna çıkarak kendine orada
olup biteni anlatmasıdır. Huzeyfe'nin verdiği bilgiye göre çeşitli bölgelerden
savaşa iştirak eden müslümanlar bu savaş esnasında, Kur'an'ı farklı okuma yüzünden
birbirlerine düşmüşler, sert tartışmalara girmişler, hatta bazıları
kendilerinden farklı okuyanları ağır bir şekilde suçlamışlardı. Farklı okuma
sebebi, Hz. Ebû Bekir zamanında yazılan nüshada "yedi harf in bulunması,
bu bakımdan bölge ve kabileler arasında farklı okumalara imkân hâstl olması ve
bazı sahâbîlerin özel nüshalarında -Kur'an'tten olmayan- bir kısım açıklayıcı
kelimelerin bulunması idi. Huzeyfe bu ihtilâfın tefrikaya, bölünüp
parçalanmaya, kitap üzerinde şüphelerin oluşmasına sebep olacağından korkmuş,
halifeden duruma müdahale etmesini rica etmişti. Bunun üzerine halife yine
Zeyd b. Sabit başkanlığında dört kişiden oluşan bir heyet kurmuş, heyete daha
önce yazılan mushafı ve Kureyş lehçesini esas alıp diğerlerine (diğer harfler)
yer vermeden birkaç nüsha mushaf yazmaları, yani ana nüshadan birkaç kopya
çıkartmaları emrini vermiştir, Heyet yedi nüsha yazmış, Halife Osman bunları
İslâm ülkesinin yedi bölgesine göndermiş, ayrıca bunların doğru okunmasını
sağlamak üzere uygulayıcılar da görevlendirmiştir.
[15] Halife
bundan sonra Kur'an nüshalarmdaki şekil ve lehçeye göre yazılıp okunmasını,
buna uymayan farklı lehçelerden kelimelerle açıklamaları ihtiva eden özel
yazmaların yok edilmesini istemiştir.
Allah Teâlâ'nın
Kur*ân-ı Kerîm'i koruma vaadinin bir tecellisi olmalıdır ki, bu ilk nüshaların
gönderildiği bölgelerde yaşayan müslümanlar, o mushaflan esas alarak onların
aynı olan birçok Kur'an nüshası yazmışlar; ayrıca İslâm tarihinin her döneminde
ve bütün İslâm ülkelerinde çok sayıdaki müslüman tarafından Kur'an-ı Kerîm
ezberlenmiş, böylece bu kutsal emanetin hiçbir değişikliğe uğramadan sonraki
nesillere intikali sağlanmıştır. Hz. Osman'ın anılan heyete hazırlattığı yedi
nüshanın akıbetine gelince, bu konudaki bilgiler net olmamakla birlikte
bunların en az üçünün günümüze kadar geldiği kabul edilmektedir. Bu üç nüshadan
biri Osmanlılar'in Medine'den çıkarken yanlarında getirdikleri ve halen Topkapı
Sarayı Müzesi'nde bulunan nüshadır. İkincisi Timur'un Şam'dan alıp götürdüğü
nüshadır ve halen Taşkent'te bulunmaktadır. Üçüncüsü ise İngilizler'in Moğol
hükümdarlarının sarayından alıp götürdükleri ve Londra India Office
Kütüphanesi'ne koydukları nüshadır.[16] İlk
mushaf-lar konusunda değerli bilgiler veren Osman Keskİoğlu'na göre de Medine
mushafı günümüze kadar gelmiştir. Küfe mushafınm 1689'da Suriye'de olduğu
hakkında kesin bilgiler vardır. Şam mushafı son zamanlara kadar korunmuş olup
Suriyeli Abdülhakîm Efgânî tarafından resim yapar gibi aynen kopya edilen bir
nüshası Şam'da bulunmaktadır. Taşkent'te bulunan nüshanın ise Hz. Osman'ın
mushafı olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır.[17]
Birçok hadiste
Kur'ân-ı Kerîm'in "yedi harf üzerine" indirildiği zikredilmiştir.[18] Bu
"yedi harf'teri maksadın ne olduğu üzerinde değişik açıklamalar Vardır.
Bunlar içinde bize göre gerçeğe uygun olanı şu ikisidir:
a) Yedi
harften maksat yedi Arap kabilesinin lehçeleridir,
b) Yedi harf
aynı mânaya gelen kelimelerin birbirinin yerine kullanılmasıdır. Bilindiği
üzere Kur'an, Arapça'nın Kureyş lehçesine uygun olarak vahyeditmiştir, Allah
Kur'an'la yeni karşılaşan ve Kureyş lehçesinden farklı lehçeleri bulunan Arap
kabilelerine kolaylık olsun diye bazı kelimeleri, aynı mânada olup onların
kullandıkları kelimelerle de ifade buyurmuş yani bu kelimeleri de vahyetmiştir.
Bu kelimelerin de sayısı yediyi geçmemiştir; yani bir mâna karşılığında en çok
yedi farklı kelime kullanılmıştır.
Bu konuda zikredilen
hadislerle yapılan açıklamalardan ortaya çıkan sonuç şudur: Kur'an'a muhatap
olan Arap kabileleri, ortak bir dil (Arapça) konuşmakla beraber aralarında
lehçe farkları vardı ve farklı kabileler, bazı kavramlar ve nesneler (maddî
varlıklar) için farlı kelimeler kullanırlardı. Hz. Peygamber Kureyş
ka-bilesindendi ve bu kabilenin dili en gelişmiş Arap lehçesiydî. Kur'ân-ı Kerîm
bu lehçede gelmiş olmakla beraber -bütün kur'an'm değil- bazı kelimelerin
farklı lehçe ve şekillerde okunmasına başlangıçta Allah tarafından izin
verilmiş, hangi kelimelerin kullanılacağı da Resûlullah'a bildirilmiştir (yedi
harf üzere inmesinin mânası budur). Kur'an ve İslâm zihin ve gönüllere
yerleştikten sonra Kureyş lehçesi yaygınlaştığı için artık bu ruhsata gerek
kalmadığı, Kureyş lehçesi yaygınlaştığı, öte yandan -az da olsa- farklı
kelimenin, ümmetin birliğine gölge düşüreceği yönündeki işaretler göz önüne
alınarak, Hz. Osman zamanında ana nüshadan kopya edilen nüshalar Kureyş
lehçesine göre yazılmıştır.[19]
Yukarıda açıklanan
yedi harf meselesinin yanı sıra Arapça gramer özelliklerine ve tecvid (güzel
okuma) kurallarına, bu konulardaki farklı anlayış ve uygulamalara dayanan
kıraat farklılıkları İslâm âlimlerince ilk asırdan İtibaren dikkatli bir
incelemeye tâbi tutulmuş, o dönemdeki yazının okuma açısından pek çok seçeneğe
açık bulunması gerçeği göz önüne alınarak sahih okuyuşların sahih olmayanlardan
ayırt edilmesine özel bir önem atfedilmiştir. Bu konu kıraat ilmi diye bilinen
disiplin içinde etraflı bir şekilde ele alınmış olup Hz. Peygamber'e dayandığı
kabul edilen vücûhü'l-kırâe (okuma şekilleri) için şöyle bir tasnif
yapılmıştır: Kırâat-i seb'a (genel kabule göre mütevâtir rivayete dayalı yedi
okuma şekli), kırâât-i aşere (çoğunluğa göre mütevâtir, bazı âlimlere göre
meşhur rivayete dayalı üç okuma şeklinin daha yedi okuma şekline eklenmesiyle
elde edilen on okuma şekli), takrîb (on okuma şekline tek râ\îli dört okuma
şeklinin daha eklenmesiyle elde edilen on dört okuma şekli).
Gerek yedi haifin
gerekse yukarıda işaret edilen değişik kıraatlerin şu iki önemli özelliği
gözden kaçırılmamalıdır:
a) Bunların
tamamında okuyuş şeklinin Hz. Peygamber'e dayanması esas alınmıştır,
b) İslâm
inancı, ibadeti, ahlâkı ve değişik alanlara dair düzenlemeleri hususunda bu
farklı okuyuşların değiştirici bir etkisi ve sonucu yoktur.[20]
Kur'ân-ı Kerîm'in
gönderiliş amacı insanların inançlarını düzeltmek, ahlâkını güzelleştirmek,
dünya hayatlarım düzene koymak; İlâhî İrade, rızâ ve düzene uygun bir dünya
hayatından sonra ve bu sayede onlara ebedî saadetlerini kazandırmaktır. Bu
amaca ulaşabilmek için: a) Emir ve yasaklara ihtiyaç vardır, b) Bu emir ve
yasakların hayata geçmesi, bunların kaynağının, "yaratıcı, varlığı zaruri,
kemal sıfatlarına sahip, her çeşit eksiklik ve kusurdan uzak bulunan
Allah" olduğunun bilinmesine bağlıdır, c) Bu iman, bilgi ve şuuru
desteklemek üzere de mükâfat ve ceza vaadi gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'e giriş
mahiyetinde olan Fatiha sûresinin başından "yevmü'd-dîn"e kadar bu
hususların birincisi, "müstakîrr’e kadar ikincisi ve buradan sonuna kadar
da üçüncüsü veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Üçüncü bsımda mükâfat ve ceza
vaadi ile - konulan desteklemek, canlı bir şekilde tasvir etmek ve geçmişten
ibret alınmasını sağlamak üzere verilen- Kur'an kıssalarının özü yer almış
bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'in bilgi, irşad ve talimatla ilgili bütün
muhtevası "bilinmesi ve inanılması gerekenlerde "yapılması gerekenler"
diye ikiye ayrılabilir. Birincisinde Allah, peygamberlik, gayb âlemi hakkında
bilgilerle öğütler, misaller, hikmetler ve kıssalar vardır. İkincisinde ise
ibadetler ve hayat düzeni gibi amelî ve ahlâkî hükümler, Öğretiler yer
almaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in
gönderiliş amacı ve muhtevası hakkında özlü bilgi veren Şah Veliyyullah şunları
ifade etmektedir: Kur'ân-ı Kerîm'in geliş amacı Araplar'in ve başka
kavimlerin, göçerlerin ve yerleşiklerin, hâsılı bütün insanların nefislerini
terbiye etmektir. Kur'an'in doğrudan (lafzı, mantûku) ifade ettiği bilgiler beş
bölüme ayrılabilir.
1.
İbadetler, sosyal, hukukî ve siyasî hayatla ilgili hükümler (farzlar, vacipler,
menduplar, mubahlar, mekruhlar, haramlar,..). Bu konulardaki bilgilerin açıklanıp
geliştirilmesini fıkıhçılar üslenmişlerdir.
2.
Yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler ve münafıklardan ibaret bulunan -doğru
yoldan sapmış- dört grupla mücadele bilgisi. Bu bilginin açıklaması
kelâmcıla-ra aittir.
3. Yer ve
göklerin yaratılması, Allah'ın kâmil sıfatlarının açıklanması ve kullara
gerekli bulunan diğer bilgilerin ilham edilmesi kabilinden olan ilâhî nimet ve
lütuflann (âlâullah) hatırlatılması.
4. İnsanlık
tarihi boyunca itaat edenlerin ödüllendirilmesi ve isyan edenlerin
cezalandırılmasıyla ilgili olayların (eyyâmullah) bilgisi.
5. Ölüm ve
sonrasıyla ilgili bilgiler. Bu bilgileri, ilgili hadislerden de yararlanarak
detaylandırma işini de vaiz ve eğitimciler üzerlerine almışlardır.[21]
Bazı tefsirciler Kui'ân-ı
Kerîm'in muhtevasıyla ilgili olarak aşırıya kaçan açıklamalar yapmışlar;
beşerin Kur'an'dan önce ve sonra elde ettiği ve edeceği bütün bilgilerin bu
kitapta bulunduğunu ileri sürmüşler, bu abartılı iddiayı haklı göstermek için
zorlama ürünü açıklamalara girişmişlerdir. İşin doğrusu şudur ki Kur'ân-ı
Kerîm'in asıl muhtevası, yukarıda açıklanan ve amacını gerçekleştirmek için
zaruri bulunan bilgi kümelerinden ibarettir. Bunların dışında çeşitli sûrelerde
temas edilen bilgiler, verilen örnekler, yapılan benzetmeler asıl muhtevayı
açıklamaya, zihin ve gönüllere yerleştirmeye yönelik olup bu ölçüler içinde
verilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm 114
sûreden oluşmaktadır. Sûre başlarındaki besmeleler ile bazı mukatta harflerin
birer âyet sayılıp sayılmaması, bazı âyetlerin birleştirilerek sayılması,
duraklardaki ihtilaflar gibi farklı sayım kriterleri sebebiyle âyetlerin sayısı
farklı rakamlarla ifade edilmiştir. Mushaflardaki mevcut numaralandırmaya göre
âyet sayısı 6236'dır. Daha çok kabul edilen görüş de budur. Sûreler şekil bakımından
kitapların bölümleri gibidir, âyetler ise cümleler ve paragraflara benzetilebilir.
Sûre sayısının 114 olduğu konusunda bir ihtilâf yoktur. Giriş mahiyetindeki
Fatiha sûresinden sonra genellikle uzun sûrelerden kısalara doğru bir sıralama
yapılmıştır. Sûre ve âyetlerin sıralanması, iniş (nüzul) tarihine göre yapılmamıştır.
Sûre sıralamasının Hz. Peygamber tarafından mı yoksa sahabe tarafından mı
yapıldığı konusunda üç görüş vardır: a) Sıralamayı Allah'tan aldığı bilgiye dayanarak
Resûlullah yapmış, daha sonra Hz. Osman resmî mushafı buna göre tertip
ettirmiştir, b) Sıralama sahabenin içtihadına dayanmaktadır, bu sebeptedir ki
sahabenin ellerinde farklı sıralama yapılmış mushaflar olmuştur, c) Uzun sûreleri,
hâ mîm ile başlayanları ve küçük sûreleri (Kur'an'ın çoğu) Hz. Peygamber sıralamış,
geri kalanların sıralanması İse ümmete bırakılmıştır. Uzun tartışmaları İlgili
kaynaklara bırakırsak bizim kanaatimiz, mushaf tertibinin Hz. Peygamber'in verdiği
bilgiye dayandığı yönündedir.[22]
Âyetlerin tertibi
vahye dayanmaktadır. Âyet sayısıyla ilgili farklı rakamlar, bazı âyetlerin
başlangıç ve sonlarının farklı tespit edilmesi, sûrelerin başlarındaki
besmelelerin âyet sayılıp sayılmaması ve bazı sûrelerin başında bulunan
harflerin ayrı âyet olarak alınıp alınmaması konularındaki ihtilâfa
dayanmaktadır. Bu sebeplerle âyet sayısıyla ilgili olarak (6204, 6214, 6219,
6225, 6236 ve 6600 gibi) farklı rakamlar tespit edilmiştir. Elimizdeki mushafta
âyet sayısı 6236'dır. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus şudur:
Sayımların tamamı mushafın bütününü ihtiva etmektedir; meselâ 6204 sayan 6600
sayana göre 396 âyeti inkâr etmiş, "Bunlar Kur'an'da yoktur" demiş
değildir. Rakam farkı yukarıda zikredilen sebeplere dayanmaktadır.
Kur'an'ın yazıldığı
tarihte Arap yazısı çok gelişmiş değildi; sesli harfler ve uzatma işareti
bulunmadığı gibi şekilleri aynı olan (bâ-tâ-sâ, cim-ha-hı gibi) bazı harfleri
birbirinden ayırmak İçin konulan noktalar da yoktu. Buna rağmen ana dilleri
Arapça olan, ayrıca güçlü bir ezberden okuma geleneğine sahip bulunan
sahâ-bîler, âyetleri Hz. Peygamber'den de dinledikleri İçin bu yetersiz yazıdan
Kur'an'ı doğru okumakta fazla güçlük çekmiyorlardı. Ancak hicrî ilk yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Arap olmayanların da İslâm'a girmeleriyle okuma
güçlüklerinin çıkması üzerine şekilleri aynı olan harfleri birbirinden ayırmak
için harfin üstüne veya altına bir, iki yahut üç nokta konulmaya; sesli harf
yerine geçmek üzere hareke denilen işaretler; uzatma işareti olarak da
harekesiz elif, vav, yâ harfleri kullanılmaya başlandı. Resmî emir üzerine ilk
defa Ebü'l-Esved ed-Düelî {ö. 69/688), bir heyetten de yararlanarak nokta
şeklindeki harekeyi icat edip üstün yerine harfin üstüne, esre yerine altına,
ötre yerine de önüne, farklı renklerle birer nokta koydu. Sonra Irak Valisi
Haccâc b. Yûsuf'un emriyle Nasr b. Âsim el-Leysî (ö. 90/708) tarafından
harfleri birbirinden ayırmaya yarayan noktalar kondu (i'câm). Aradan bir asır
kadar zaman geçtikten sonra büyük dil âlimi Halîl b. Ahmed (ö, 175/791), bugün
kullanılmakta olan harekeleri ve noktalan belirledi. Muhammed b. Tayfur
es-Secâvendî (ö. 560/1165), âyetlerin sonlarına, mânayı göz önüne alarak
-okuyana bu bakımdan kolaylık sağlayan, bugünkü noktalama işaretlerininki-ne
yakın işlevleri olan ve adına secâvend denilen- işaretleri koydu. Müslümanlar
Kur'ân-ı Kerîm'i hem farz ve nafile namazlarında hem de namaz dışında ve çoğunlukla
programlı olarak okuduktan için gerektikçe mushaf, bu maksada uygun
"menzil, cüz, hizb, ta*şîr" gibi bölümlere ayrılmış ve bunlara mahsus
işaretler de konmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'in ilk
muhatapları VII. yüzyılda Arabistan'da yaşayan Arap-lar'dır. Son peygamberin
onlar arasından seçilmesinin doğa) bir sonucu olarak önce onlar ıslah ve irşad
edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer kavimler İslâm iman
ve ahlâkına gireceklerdi. Bu durum ise kaçınılmaz olarak Kur'an'm Arapça
olması, ayrıca belirtilen amaca hem de muhataplara uygun bir üslûp taşıması
sonucunu doğurmuştur.
Kur*ân-ı Kerim söz
şekli itibariyle ne şiirdir ne de nesirdir. O günlerin Arapları şiire ve
hikmetli sözlere düşkündüler; bu söz çeşitlerinin de alıştıkları şekilleri
vardı. Allah Kur'an'ın cazibesini arttırmak için onların bu düşkünlüklerini dikkate
almış, Kur'ân-ı Kertm'e hem şiirin hem de hikmetli veciz sözlerin güzelliklerini,
çekiciliğini ihtiva eden, fakat onlardan da farklı olan bir şekil ve üslûp vermiştir.
Sûrelerin başlangıç ve bitişlerinde, kelimelerin seçiminde ve dizilişinde,
âyetlerin bitişlerindeki kafiye benzeri ses uyumlarında bu özellik ve
güzellikleri görmek mümkündür.
Yukarıda "Kur’an'in
Amacı ve Muhtevası" başlığı altında zikredilen beş bilgi grubu, genel
olarak Hz. İbrahim'den beri bilinen ve yaşanan tevhİd inancıyla insanın yaratılıştan
gelen (fıtrî) ihtiyaçlarına ve meyillerine uygun düzenlemelerden ibarettir. Bu
bilgiler Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bir metot ve üslûp içinde verilmiştir.
1. Hükümler,
daha sonraları fıkıhçılarm ve usulcülerin yaptıkları gibi, teorik bakımdan zaruri
olmayan açıklamalardan arındırılmış kısa metinler ve kurallar şeklinde (metin
tekniğinde ve sisteminde) değil, günlük hayatın doğal akışı içinde geçtiği,
halk arasında konuşulduğu ve yaşandığı biçimde verilmiştir.
2. Farklı
düşünce ve inanç gruplarıyla yapılan tartışmalarda felsefecilerin ve
mantıkçıların kullandıkları metot ve deliller yerine bilgi, kültür ve eğitim
bakımından orta dereceyi temsil eden halkın anlayacağı, ikna olacağı deliller
(meşhûrât, müsellemât, hatâbiyyât) kullanılmış, felsefecilerin itibar ettikleri
kesin deliller (burhan) bu kanıtların içine gizlenmiş, satır aralarında
verilmiştir.
Müfessîrlerin çoğu, bu
iki bilgi grubuna giren her âyet için bir kıssa (hadise, olay) tespit edip bunu
ilgili âyetin geliş sebebi olarak göstermeye çalışırlar. Halbuki -bazılarının
özel sebepleri olsa da- bu âyetlerin geliş sebebi, genel olarak Kur'an'ın
gönderiliş amacıyla ilgilidir, ona bağlıdır. Bu amaç İnsanoğlunu eğiterek
kemale erdirmek, şapkan (bâtıl) inançları ve fıtratı bozan, kemal yolculuğunu
olumsuz etkileyen davranışları (fâsid amelleri) ortadan kaldırmaktır.
İnsanların zihninde, inanç ve hayatlarında dünden bugüne bâtıl inançlar ve
fâsid ameller bulunduğu için ilgili âyetler gelmiştir. Allah'ın nimetlerini,
geçmiş ümmetlere yaptıklarını, ölüm ve sonrasında insanların karşılaşacağı
durumları arılatmadan onları uyarmak mümkün olmadığı için de bu gruplara giren
âyetler gelmiştir. Bu sebepler geneldir, evrenseldir. Özel sebeplere
(kıssalar, nüzul sebepleri) bağlı âyetler oldukça azdır; bunların çoğunun
hükmü (getirdiği düzenleme ve kural) dahi özel olayla sınırlı olmayıp yine
genel ve evrensel değer taşır.
3. Allah Teâlâ
kendi isimlerini ve sıfatlanın zikretmekte kullan İçin fayda görmüş; bunları,
insanların fıtrî zekâlan ve kavrayış kapasiteleriyle anlayabilecekleri bir
seviye ve çerçevede açıklamıştır. Öte yandan"O'na benzer hiçbir şey yoktur"
(Şûra 42/11) mealindeki âyette de ifade buyuruluğu üzere, Allah'ın zâtı bakımından
olduğu gibi isimleri ve sıfatları bakımından da kullarıyla herhangi bir ortaklığından
söz edilemez, Bununla birilikte O'nun isimlerinin ve sıfatlarının çoğu
-O'nunkilerle mukayese edilemeyecek derecede kusurlu olarak- kullarında da vardır.
Bunlann insanda bulunması onun insan olarak kemalini, tamlığını, olmaması ise
eksikliğini gösterir. Mutlak kemal sahibi olan Allah'ta ise bu kemale delil
olan sıfatlann bulunması ulûhiyyetin gereğidir. "O'na benzer hiçbir şey
yoktur" âyeti, Allah'ın kullara benzetilmesini engeller, insanlann
taşıdıkları için bildikleri birtakım isim ve sıfatlarının -eksiksiz kusursuz
olarak- Allah'ta da bulunduğunun zikredilmesi ise O'nun -benzetme yapmadan-
bir ölçüde tanınmasını sağlar, Allah'ı bilip tanımaya (mârifetullah) vesile
olur.
Allah Teâlâ
nimetlerini sayarken daha ziyade -çeşitli kavimlerden şehirli veya göçebe-
insanlann bildiği, tanıdığı, arzuladığı nimetleri zikretmiş; âlimlerin,
kâmillerin, sultanların bildikleri ve arzuladıklarını sayıp dökmemiştir.
4. Kur'ân-ı
Kerîm'de geçmiş ümmetlere ait ibretli olaylardan (kıssalar, eyyâ-mullah)
bahsedilirken iki hususa itina gösterilmiştir: a) Araplar'm temas halinde
bulunduklan yahudilerden işittikleri peygamberlere ve ümmetlere ait kıssalara
yer verilmiş; buna karşılık meselâ Çin, Hİnt, İran vb. ülkelerde cereyan eden
olaylara temas edilmemiştir (sadece ateşperest olan İranlılarla Ehl-i kitap
olan Bizanslılar arasındaki bir savaşa -Araplar'ın olaya gösterdikleri psikolojik
ilgi sebebiyle- bir değinme vardır; bk. Rûm 30/2-4). b) Kitab-ı Mukaddes'te
görülenin aksine, kıssalar bütün detaylarıyla değil amaca hizmet edecek
yönüyle ve bu ölçü içinde verilmiştir. Aksi halde anlatılanlar ya insanların
ilgilerini çekmeyecek ya da -detay verildiğinde- tarihî macera yönü daha fazla
ilgi çekeceği için amaç zayi olacak, yalnızca hikâye akılda kalacaktı.
5. Ölüm ve
sonrasına ait olaylar anlatılırken, insanlann âhiretteki azaptan korkmaları ve
eşsiz, çekici nimetleri uinmalan hedeflenmiş, anlatım ve tasvirlerde seçim
buna göre yapılmış, buna uygun üslûp seçilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'İn
üslubuyla ilgili olup hemen herkesin aklına gelebilecek olan aşağıdaki iki
soruya, Şah Veliyyullah -bizce de isabetli olan- şu cevapları vermiştir:
a) Kur'an'ın
esas muhtevasını teşkil eden beş ilim (beş grup bilgi) neden bir defa
zikredilip verilmek yerine -çoğu- tekrarlanarak verilmiştir?
Cevap: Bir
sözü muhataba İfade ederken iki maksat güdülebilir:
1. Bilmediğini
bildirmek ve öğretmek. Bunun için bir defa veya bir yerde söylemek yeterlidir.
Bu suretle muhatap sözü duyup anlayınca bilmediğini bilir hale gelir ve maksat
hâsıl olur,
2. Bilgiyi
şuuruna yerleştirmek, onunla bütünleşmesini ve hayatına örnek almasını,
okumasından lezzet duymasını sağlamak. Söylemekten maksat bunlar olunca sözü
bir yerde ve bir kere söylemek yeterli olmaz, bununla amaca ulaşılamaz. Allah
Teâlâ yüce kitabında âyetlerini, kimi zaman birinci, kimi zaman da ikinci
maksatla ifade buyurmuştur. Bu sebepledir ki Kur'an'ın yalnızca anlaşılması
değil devamlı okunması da emredilmiştir. İkinci maksadın hakkıyla gerçekleşebilmesi
için İse aynı konular ve bilgiler aynı kelime ve cümleleriyle değil değişik
ifadelerle verilmiştir.
b) Kur'an'ın verdiği bilgiler niçin -sonradan
yazılan kitaplarda görüldüğü gibi- sistematik bir düzen içinde değil de dağınık
olarak verilmiştir?
Cevap:
Allah'ın gücü mümkün olan her şeyi kapsamakla beraber bu konularda hâkim olan
O'nun hikmetidir. Burada hikmet, kitabın gönderildiği kavmin {ilk muhataplar)
dillerine, ifade alışkanlıklarına ve açıklama, konuşarak anlaşma üslûplarına
uymayı gerektirmiştir. Bilindiği gibi Kur'an geldiğinde Araplar ne ilâhî ne de
beşerî bir kitabı tanıyorlardı. Eğer ilâhî kitap, üslûp ve sistematik bakımlarından
sonradan düzenlenen kitaplara benzer şekilde gönderilseydi hem muhataptan bunu
garip kargılar, gerektiği şekilde ilgi göstermez, benimseme ve anlama güçlüğü
çekerlerdi hem de birinci sorunun cevabında zikredilen maksat hâsıl olmazdı
[23]
Kur'ân-ı Kerîm'in
Mekke ve Medine dönemlerinde inen sûrelerinde İnkarcılara meydan okunmuş; bu
kitabın Allah'tan geldiğinde şüpheleri varsa, onu Hz. Peygamber'in uydurduğu
iddialarında samimi iseler benzerini yapıp getirmeleri gerektiği bildirilmiştir.
Bu cümleden olarak Kur'an'a benzer bir kitap (Kasas 28/49), onun sûrelerine
benzer on sûre (Hûd 11/13), sûrelerine benzer bir sûre (Yûnus 10/38) ve onun
gibi bir söz (Tür 52/34) oluşturup getirerek iddialarını İspat etmeleri
istenmiştir. İnkarcı Araplar bütün arzularına ve teşebbüslerine rağmen bunu
yapamamışlar bir âyete benzer söz dahi söyleyememişler; böylece bu hususta
âciz oldukları, yapamayacakları ortaya çıkmış, "Asla
yapamayacaksınız" (Bakara 2/24) sözü fiilen gerçekleşmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'in bir
sûresinin, hatta bir âyetinin bile benzerinin yapılamaması özelliğine onun
i'câzı denir. Sözlükte i'câz "âciz, çaresiz bırakmak"tır. Mu'ciz
"çaresiz bırakan", mucize ise "sıradan insanların yapamadığı,
ancak peygamberlere Allah'ın lütfettiği, olağan üstü fiiller, etkiler ve
haller"dir. Kur'an mu'cizdir; çünkü meydan okuduğu halde kimse benzerini
yapamamıştır. Kur'an mucizedir, çünkü bu eşsiz kitap son peygamber Hz.
Muhammed'in peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu ispat eden en kalıcı delil
olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'in
mu'ciz ve mucize oluşu hangi özelliklerinden gelmektedir? Hangi bakımlardan o
bir mucizedir?
Bu sorunun cevabını
vermek üzere tefsir ve ulûmü'l-Kur'ân kitaplarında paragraflar ve bölümler
tahsis edilmiş, ayrıca i'câzü'1-Kur'ân konusunda birçok kitap yazılmıştır.
Câhiz (ö. 255/869), Rummânî (ö. 384/ 994),Cüicânî (ö. 471/1026) gibi daha eski
tarihlerde bu konuyu kitaplaştıran âlimler, Kur an'ın bütününe hâkim bulunan
i'caz yönünü ele alacak yerde bazı örnek âyetler üzerinde durmuşlar, kelâm
ilmini ilgilendiren konulara girmişler, beşerin acizliğinin irade ve kudret ile
ilişkisini incelemişlerdir. Çağdaş yazarlardan Mustafa Sâdık er-Râfiî Kur'an'in
kelimelerinde, terkip ve âyetlerinde hâkim bulunan mûsiki ve ses uyumu üzerinde
durmuş; i'cazm, bu niteliklerde odaklaşttğını ifade etmiştir.[24]
Seyyid Kutub ise tasvir sanatını ön plana çıkarmış; gerek maddi gerekse manevî
varlık ve kavramları, Kur'an'in yaptığı gibi tasvirin İmkânsızlığına dikkat
çekmiştir.
[25] Subhî es-Sâlih de
Kur'ân-ı Kerîm'in meydan okumasına konu teşkil eden özelliğinin -ilk muhatapları
dikkate alındığında- muhtevasından ziyade ifadesinde ve üslûbunda aranılması
gerektiğini ve bu sebeple Râfiî ve Seyyid Kutub'un tespitlerinin İsabetli olduğunu
ifade etmiştir.[26]
Burada bir fikir
vermek üzere iç ve dış güzelliğin, mükemmelliğin zirvesinde olan kutsal
kitabımızın i'câzını ortaya koyan üç özelliğinden söz etmek mümkündür:
1. Söz Sanatı.
Seçilen kelimeler, kelimelerin dizilişi, grameri, uygulanan edebî sanatlar,
mûsiki,ve kelimelere -dilin imkânları sonuna kadar kullanılarak-yüklenen
mânalar taklit edilemez mükemmelliktedir.
2. Üslûp ve Şekil Özelliği. Kur'ân-ı Kerîm'den önce Araplar'da sözlü edebiyatın
iki şekli vardı: Şiir ve nesir. Nesir de hitabet ile kâhinlerin kafiyeli sözlerinden
ibaretti. Kur'ân-ı Kerîm şiir olmadığı gibi Araplar'ın bildiği nesirden de
farklıdır. O, öğüt ve talimattan ibaret bulunan iki amacını gerçekleştirmek
üzere şeklin ve üslûbun en uygunlarını seçmiş, yerine göre uygun geçişler
yaparak; misaller, kıssalar ve tarihî olaylardan yararlanarak vermek
istediğini en güzel ve et-kİli bir şekilde vermiştir.
3. Muhteva Özelliği. Kur'ân-ı Kerîm'in muhtevası özetle iman (inanmak), nelere inanılacağı,
İbadet ve çeşitleri, hükümler ve talimat, ahlâk bilgisi ve eğitimi, yaratılış
ve oluş, gayb âlemi ve buradaki varlıklar, kısmen peygamber ve kavimler
tarihi, İnsan ve kâinatın yapısı, gelecekle ilgili bazı haberler ve bilgilerden
oluşmaktadır. Hz. Peygamber'in çevresi ve yetişme şartları bellidir. Onun ve
çevresindekilerin bu bilgilere sahip olmadıkları, bu bilgilerin bîr kısmına o
çağda yaşayan başkalarının da sahip bulunmadığı bilinmektedir.
Peygamberliğinden önce okuma-yazma bilmeyen (ümmî) bir zatın ağzından çıkan,
hepsinin de doğru olduğu ya o anda yahut zamanı gelince anlaşılan ve bundan
sonra da anlaşılacak olan, yakın çevredeki dinlerin ve bu dinlere ait
kitapların yanlışlarını düzelten, tahrifleri açıklığa kavuşturan bu muhteva
(Kur'ân-ı Kerîm'in içeriği) olağan üstüdür, mû-cizedîr; ancak doğru bilginin
kaynağı Allah'tır, başka bir ihtimal mâkul değildir.
Sözlükte
"değiştirmek ve gidermek" mânasına gelen nesih ilk devirlerde mutlak
olarak bu anlamlarda kullanıldığı halde fıkıh usulünün oluştuğu ve tedvin
edildiği zamanlardan İtibaren şöyle tanımlanmıştır: "Sonra gelen bir
nassın, öncekinin -İkisi bir arada olmayacak ölçüde karşıt- hükmünü
kaldırması." Bu iki anlayış farkı sebebiyle Kur'ân-ı Kerîm'de nesneden
(nâsih) ve neshedilmiş bulunan (mensuh) âyetlerin sayısı farklı tespit edilmiş,
hükmü tamamen kaldırmayıp kapsamını daraltan, kayıt ve sınır getiren
değişiklikleri de nesih sayan ilk devir yorumcularına göre sonraki usulcülerin
tanımında mensuh âyet sayısı azalmıştır.
Allah'ın insana ve
tabiata hâkim kıldığı kanunlar içinde bir de "değişim kanunu" vardır.
Buna göre fert ve grup olarak insan bilgisi, becerisi, eseri ... değişiklikler
geçirmekte, bir cihetten ve bir zaman diliminde terakki ederken bir başkasında
inişe geçmektedir. Bu kanun (kevnî hüküm) karşısında ilâhî dinlerin (şer'î
hükümler) uyumsuz kalması düşünülemez; çünkü dini gönderen de tabiat
kanunlarını koyan da» Allah'tır. Biri diğerinden sonra gelen iki din arasına
uzunca bir zaman dilimi girdiği için evrensel ve ebedî olan hükümler dışında
kalan tâlimat ve kuralların değişmesi (sonra gelen dinin, öncekine ait bazı
hükümleri yürürlükten kaldırması) tabiidir. Ancak bir dînin tebliğ ve
tatbikinin ilk yıllarında, muhataplarını yeni hükümlere ve uygulamalara
alıştırmak maksadıyla, birbirini değiştiren hükümlerin arka arkaya gelmesi
caiz inidir? Bu mesele öteden beri İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır.
Sahabe devrinde anlaşıldığı gibi "özel bir hükmün geneli özelleştirmesi,
mutlak olan ifadenin sınırlandırılması, bir kayıt veya vasfın ihtirazî
(bağlayıcı) olmadığının açıklanması, ilk bakışta anlaşılan mânanın
kaste-dilmediğinin beyan edilmesi..." kabilinden değişikliklerin,
açıklamaların caiz ve vâki olduğu genellikle benimsenmiştir, A ve B gibi
birbirine her yönden zıt iki hükümden, sonra gelenin öncekini yürürlükten kaldırması
mânasındaki değişiklik (nesih) Sünnî çoğunluk tarafından caiz görülmüş ve
örneklendirilmiş olmakla beraber bazı âlimler "Nazarî olarak caizdir,
fakat böyle bir örnek yoktur" tezini savunmuşlar; neshin gerçekleşmiş
bulunduğuna örnek olarak çoğunluğun gösterdiği âyetleri farklı yorumlamışlar,
arada çelişki bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Neshin gerçekleştiğini
iddia edenlerden bir kısmı sayıyı hayli kabartırken Ebû Bekir İbnü'l-Arabî (ö.
543/1148), Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlimler sayıyı yirmiye, çağdaş âlimlerden
Faslı Hâcevî on ikiye, Hindistanlı Şah Veliyyullah (ö. 1176/1762) beşe kadar
indirmişlerdir
[27]
Şah Veliyyullah'ın
mensuh olduğunu kabul ettiği beş âyetten üçü Resûlul-lah'la ilgilidir.
Bunlardan birisi ona mahsus evlenme hakkı, diğeri de yine bağlayıcılığı
kendilerine özgü olan gece namazı (teheccüd) konusundadır; üçüncüsü ise onunla
gizli bir şey konuşmak isteyenlerin önceden fukaraya sadaka vermelerini İsteyen
âyettir (Mücâdele 58/12). Bu üç âyetin mensuh olduğu kabul edilse bile -ki, bu
da tartışmaya açıktır- ümmeti alıştırarak din kurallarını koyma gerekçesiyle
bunların bir ilgisi yoktur; Hz. Peygamber'in hayatı ve hayatta olduğu dönemle
ilgilidir. Geriye iki âyet kalmaktadır:
1. Bakara
sûresinin 180. âyeti. Ana-babaya ve akrabaya mâkul ölçüde bir malın vasiyet
edilmesini isteyen bu âyetin hükmünü miras âyetinin (Nisa 4/11-12) kaldırdığı
iddia edilmektedir. Halbuki miras âyetinin kendilerine belirli pay getirdiği
akraba dışında kalanlara vasiyet mecburiyetini devam ettirdiğini, vasiyet âyetini
kapsamını daraltarak yürürlükte bıraktığını düşünmek, âyetleri böyle yorumlamak
ve uzlaştırmak mümkündür.
2. Enfâl
sûresinin 65. âyetinde müminler savaşa teşvik edilmiş, bir müslümana karşı on
düşmanla vuruşsalar bile galip gelecekleri bildirilmiş; 66. âyette ise sayi
azaltılarak bire iki vuruşma halinde bile savaşı kazanacakları ifade
edilmiştir. Bu âyetlerden ikincisinin birincisini neshettiğini söyleyenlere biz
katılmıyoruz. Çünkü savaşta asıl olan kazanma ihtimali veya savaşa girme
zaruretidir, bunlar da durum ve şartlara göre her zaman değişebilir.[28]
Kur'an ilimleri
tamlaması iki mânada kullanılmıştır:
1. Kur'ân-ı
Kerîm'İn ihtiva ettiği ilimler ve bilgiler. Yukarıda "Kur'an'ın
muhtevası" başlığı altında bu hususta yeterli açıklama yapılmıştı. Bazı
âlimler bu konuda aşırıya kaçarak insana, yakın ve uzak çevresine, görülen ve
görülmeyen âlemlere ait ne kadar bilgi ve her alana ait ne kadar ilim varsa
bunların tamamının ya açık ifade ve söz şeklinde ya da mefhum ve işaret olarak
Kur'an'da mevcut olduğunu ileri sürmüş, bu yönde zorlama açıklamalar
yapmışlardır.[29]
2. Kur'an'm
tarihi, yazılma şekli ve yazı problemleri, okunması, anlaşılması gibi konularda
yapılan araştırma, inceleme, düzenleme ve açıklamalar. Hz. Peygamber
karışıklığı, başka sözlerle Kur'an âyetlerinin birbirine karıştırılmasını önlemek
maksadıyla Kur'an'dan başka bir şeyin yazılmamasını istediği için sahabe,
Kur'an ilimlerini yazmamış, şifahî olarak öğrenip öğretmeyi tercih etmişlerdir.
Sonraki dönemlerde önce Kur'an'ın yazı şekli, nüzulü, nâsihi ve mensubu, Mekke'de
ve Medine'de gelenler gibi belli konularda incelemeler ve derlemeler yapılıp
yazılmaya başlanmış, III. asırdan itibaren de -böyle parça çalışmalar
yanında-bütün Kur'an ilimlerini ihtiva eden kitaplar telif edilmiştir.[30]
Kendisinden önce yapılmış çalışmalardan yararlanarak el-İtkan fi ulûmi'l-Kur'an
adıyla bir özet kitap yazan Siiyûtî, bu eserinde seksen civarında Kur'an
ilminden bahsetmiştir. Kur'an ilimlerinin en önemlisi tefsirdir ve bu konu
aşağıda ele alınacaktır. Diğer bazılarına ise yukarıdaki maddelerde temas
edilmiştir.
Kur'an ilimlerinin en
Önemlisi tefsirdir, diğer ilimler onun yardımcısı gibidir, Çünkü tefsir
Kur'an'ı anlamaya ve açıklamaya yönelik faaliyetler bütünüdür. Kur'an
anlaşılmadıkça uygulanamaz, uygulanamadıkça da -İslâm'a göre insanların
yaratılış sebebi olan- Allah'a kulluk, O'nun rızasına uygun bir hayat
gerçekleşemez.
Kur'an'ı anlamak,
Allah'ın ne demek istediğine ulaşmak için yapılan çabalar iki kelime ile ifade
edilegelmİş olup bunların ilki -aynı zamanda bir ilmin adı
olan-"tefsir", ikincisi de "te'vil"dir.
Sözlükte tefsir
"açmak ve açıklamak"ür. "Maddî bir şeyin üstünü açıp ortaya
çıkarmak" mânasına da gelmekle beraber daha ziyade "mânayı açmak,
açık hale getirmek" anlamında kullanılmaktadır. Kelimeye bu mânada
Kur'an'da da yer verilmiştir (Furkan 25/33). Terim olarak tefsir "Beşer
için mümkün olan ölçüde Allah'ın muradını araştıran, anlama yollarını gösteren
ilim dalı" İçin kullanılmaktadır.
Sözlükte "dönmek,
yerine varmak, yerini bulmak" anlamına gelen evi kökünden türetilmiş olan
te'vil, terim olarak usulcülerden önce ve sonra iki farklı mânada
kullanılmıştır. Öncekilere göre te'vilin iki anlamından ilki "sözü açıklamak,
mânasını belirlemeye çahşmak"tır. Taberi âyetleri açıklamaya başlarken
te'vil kelimesini bu mânada kullanmaktadır. İkincisi ise "açıklanan sözden
kastedilen olayın, onunla anlatılmak istenen şeyin kendisi, yani gerçekleş,
mesi"dİr. Birinci anlamdaki te'vil zihindedir, zihindeki bilgidir;
ikincisi ise zihnin dışındadır. Meselâ söz emir ise "te'vil, emirle
istenen fiil"dir, söz haber ise "te'vil, haber konusu olan
hadise"dir. Kur'ân-ı Kerîm'de te'vil kelimesi daha ziyade bu ikinci mânada
kullanılmıştır.
[31]
Fıkıh usulü âlimlerine
göre te'vil, "geçerli bir sebebe ve delile dayalı olarak sözü öncelikli
(râcih) mânasında değil de ikinci derecede akla gelen mânasında almak, böyle
anlamak ve yorumlamak"tır. Bu tarife göre te'vil eden hem lafzın ikinci
mânaya da geldiğini açıklamak hem de bu mânayı tercih etmesinin sebep ve delilini
bildirmek durumundadır.
Valıyedilen lafzın
mâna ve maksadını belirlemeye yönelik faaliyet olarak tefsirle te'vil
arasındaki fark üzerinde çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bu iki kelimeyi eş
anlamlı olarak değerlendiren ve kullanan âlimler karşısında Ebû Mansûr
el-Mâtüridî (ö. 333/944) gibi farklı mânalarda alanlar ve tanımlayanlar da
vardır. Mâtürîdî'ye göre tefsir, Allah'ın kelâmından muradının ne olduğunu
kesin olarak belirlemek, "Allah bunu murat ve kastetmiştir" diyerek
O'nun adına söz söylemek, şahitlik etmektir. Te'vil ise kesin açıklama ve
şahitlik söz konusu olmaksızın kelâmın, muhtemel mânalarından birini tercih
etmektir
[32]
Tefsir ve te'vil
kepmelerinin kitaplara geçmiş bulunan sözlük ve terim mânaları (tanım) böyle
olmakla beraber dilimizde yaygın olan karşılıkları şöyledir:
Tefsir, Kur'ân-ı
Kerîm'in Arapça veya başka bir dille yapılan açıklamalarıdır. Bu açıklamaların
âyet ve hadislerle sahabe rivayetlerine dayanan kısmına rivayet tefsiri, başta
dil ilmi olmak üzere diğer yardımcı bilgilere, aklî verilere dayanılarak
yapılan kısmına ise dirayet tefsiri denir. Te'vil ise geçerli bir sebebe
dayanarak sözü, ondan anlaşılan açık (zahir) mâna yerine, nispeten kapalı veya
ikinci derecede bulunan başka bir mânada anlayıp yorumlamaktır.
Birçok âyette Kur'ân-ı
Kerîm'in, anlattığını apaçık anlatan bir kitap olduğu bildirilmiştir. Apaçık
olan bir sözü neden açıklamaya, tefsir ve te'vil etmeye İhtiyaç hâsıl
olmuştur?
Hz. Peygamber'in
Kur'an'ı anlamada bir zorluğu olmamıştır. Sahâbîler de -kendi dillerinde ve
ifade üslûplarına uygun olarak gelmiş bulunan- Kur'an'm man-tûkunu (sözün
içeriği, sözün karşılığı olan mâna) anlamakta genellikle güçlük çekmemişlerdir.
Dili bilmekle anlaşılması mümkün olmayan, Allah tarafından açıklanmadıkça tam
olarak anlaşılamayan bazı âyetlerle (müteşâbihat) ne kastedildiği konusunda
açıklamaya girişmek, Kur'an'da geçen ilâhî sıfatların mahiyetlerini araştırmak,
haklarında az-çok bilgi verilmekle birlikte tasrih edilmeyen isimleri
belirlenmeye çalışmak, Kur'an'da özette verilen kıssaların tafsilâtına
girişmek, bu gibi konularda sorular sormak Sahâbîler tarafından Allah'ın
muradına aykırı olarak telakki edilmiş, bu konularda nadiren sorular
sorulmuştur. Ne var ki zaman İlerlemesiyle sahabe nesli tükenmiş, farklı
kavimler İslâm'a girmeye başlamış, başlangıçtaki dil ve üslûp saflığı giderek
kaybolmuş, öncekilerin sormadıklarım sonra gelenler gittikçe artan bir tempo
ile sorup araştırmaya koyulmuşlar; sahabenin "uygulama sayesinde anlama,
âyetin geliş sebebini bilme" gibi görerek ve duyarak elde ettikleri
bilgilerden sonra gelenler mahrum kalmışlar ve bütün bu gelişmeler, bu yeni
durumlar karşısında müslümanlar, Kur'an'ı anlamak için yeni bilgilere ve
açıklamalara ihtiyaç duymuşlardır. Ayrıca düşünce, inanç, kültür gibi konularda
anlamak isteyeni çevreleyen yeni şartlar -bu şartlardaki farklılaşmalara paralel
olarak- İnsani an sağlıklı veya sağlıksız yeniden okuma ve anlama çabalarına
yöneltmiş, tefsir faaliyetleri de bu gelişmelere paralel olarak hem nicelik hem
de içerik ve mahiyet bakımından zenginleşmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm
müslümanlann hayatları için vazgeçilmez bîr rehber olarak kabul edildiğinden
onun doğru anlaşılması için ilk dönemlerden itibaren yoğun bir zihnî faaliyet
ortaya konmuş ve bunun ürünü olarak zengin bir literatür oluşmuştur. Sahabe ve
onları takip eden nesilde şifahî olarak oluşturulan, bir sonraki nesilden
itibaren de yazıya geçirilen bu mirasın bize kadar gelen ilk örneğini İmam
Şafiî'nin er-Risâle'si teşkil eder. İmam Şâfıî "Nasıl anlaşılır?"
sorusu yerine "Nasıl açıklıyor?" sorusunu koymuş ve kitabının baş
tarafında "Allah'ın, kendi hükmünü nasıl ve hangi lafızlarla, kavramlarla
açıkladığını" tespit etmeye çalışmıştır.
Gazzâlî, el-Müstasfâ
min 'ilmi'1-usûl isimli usul kitabında (1,339-340), "Hz. Peygamber'den
duyulan ilâhî kelâmdan Allah'ın muradını anlama" problemini ele almış,
bunun için hitapta kullanılan dilin bilinmesinin şart olduğunu kaydettikten
sonra sözü şöyle sürdürmüştür: "Eğer lafız, 'başka bir mânaya ihtimali
bulunmayan' anlamında 'nas' ise anlamak için dili bilmek yeterlidir. Eğer
sözün birden fazla mânaya ihtimali varsa, yanında bir de karîne bulunmadıkça
İlâhî murat anlaşılamaz. Karîne de birkaç çeşittir: a) 'Hasat günü de hakkını
verin' (En'âm 6/141) mealindeki âyette geçen 'hak' kelimesinin 'öşürdür' diye
açıklanmasında görüldüğü gibi karîne açık bir söz olabilir, b) "Gökler de
O'nun kudret elinde dürülüp bükülmüştür' (Zümer 39/67) mealindeki âyette olduğu
gibi karîne akıl olabilir, c) İşaret, hareket ve davranışla öncesi, sonrası
gibi pek çok hal karineleri olabilir. Bunları bizzat gören ve yaşayan sahabe
daha sonrakilere, kesin bilgi veya zan hâsıl edecek şekilde açık sözlerle veya
yukarıda geçenlere benzer karinelerle naklederler..."
Gazzâlî'nin yaptığı
"nas olan ve olmayan sözler" taksimim, mânalarını açarak ve her
birinin özelliklerini açıklayarak veren usulcülerden Şevkânî (ö. 1250/1832),
özetle şunları söylemektedir: Lafızlar zihinlere, hem mantûkları hem de
mefhumlarıyla birtakım mânaları taşırlar. Mantûk "söylenen" demektir;
mânaya sözden, sözün lügat anlamından ulaşılıyorsa anlaşılana terim olarak mantûk
denir. Söylenenden, lafızdan değil de onun mânası üzerinde düşünülerek, birtakım
işaret ve karineler değerlendirilerek bir başka mânaya ve hükme ulaşılıyorsa
buna da "mefhum" denir. Mantûk mâna bakımından tek İhtimalli ise
"nas", çok ihtimalli ise "zahir" ismini alır. Lafzın
mantûku ile tek mânayı ihtiva etmesi de "mutabakat",
"tazammun" ve "iltizam" şekillerinde olursa
"sarîh"tir. Belli bir insanın adı olan Ahnıed lafzının o insanın
bütününe delâleti (bütününü anlatması) birincisine (mutabakat); eli, ayağı,
kalbi gibi parçalarını anlatması (bunların da genelin parçaları olaftk mânaya
dahil bulunması) ikincisine (tazammun); yürür ve konuşur olduğunu anlatması da
üçüncüsüne (iltizam) örnektir. İltizamda Ahnıed'in insan olduğunu düşünen kimse
onun, bir arıza bulunmadıkça yürür ve konuşur olması gerektiği (İnsan olmaktan
bunun lazım geldiği) sonucuna varmaktadır. Bu sonuç, bu mâna Ahmed'in bütünü
veya parçası değil başka bir ilişki türüyle ona bağlı olan özelliğidir. Bu
mânaların tamamı nassın sarih mânalarıdır. Sözden mânaya gidiş
"iktizâ", "îmâ" ve "işaret" yollarıyla olursa
"gayr-i sarîh"tir. Şer'an veya aklen cümlenin ve mânanın tutarlı,
doğru olması belli bir anlayışı (söze belli bir mâna vermeyi) zorunlu kılıyorsa
"iktizâ delâleti"; cümle ile birlikte bulunan hükmü, saçma veya
yersiz olmasın diye gerekçe olarak yorumlamak icap ediyorsa, başka bir deyişle
söz, hükmün gerekçesi olarak değerlendirilmediği taktirde gereksiz olacaksa ve
bu sebeple gerekçe (illet) olarak değerlendirilmiş olursa "îmâ
delâleti", söyleyenin kastetmediği tutarlı bir mâna ortaya çıkıyorsa, akıl
bu anlamı da çıkarıyorsa "işaret delâleti" söz konusudur.
Mefhum, söylenenden
(mantûk) çıkarılan, ama söylenmemiş olan (sözde geçmeyen) mânadır. Bu da
"muvafık" ve "muhalif diye ikiye ayrılır. Mefhum diye ifade
edilen mâna mantûktan anlaşılan mânaya uygun ise "muvafık mefhum"
vardır; bu iki mâna hüküm ve etki bakımından eşit ise mefhumdan çıkarılana
"lahnü'l-hitâb" denir; "Annene öf deme" sözü, "Bıktım
senden deme" mefhumunu da verir; bu "lahnü'l-hitâb"a örnektir.
Aynı cümleden çıkarılacak olan "Anneni dövme" mefhumu ise mantûktan
daha kuvvetlidir ve buna "fahva'l-hitâb" denilmektedir. Mantûk ile
mefhum arasında uygunluk değil, bir yönden aykırılık (muhalefet) varsa muhalif
mefhuma ulaşılmış ve buna "delîlü'l-hitâb" ismi de verilmiştir.
Muhalif mefhumun çeşitlerine girmek sözü uzatacağı için burada birkaç örnekle
yetineceğiz: "Kırmızı elma al" demek "Yeşil elma alma"
demektir. "Çocuk uyanırsa hırkasını giydir" demek "Uyanmazsa
giydirme" demektir, "Şehre girince attan in" demek, "Girmedikçe
inme" demektir...
[33]
Klasik usulcüler Arap
dilinin, Kur'an'ın nazil olduğu çağdan bu yana sahip olduğu bu ifade (delâlet)
özelliklerini göz önüne alarak lafızdan hareket etmişler (literal okuma
yapmışlar), kısmen veya tamamen yürürlükten kaldırıldığına (nesh) dair kesin
delil bulunmayan âyet ve hadislerin mânalarını ve hükümlerini bütün zaman ve
mekânlar için geçerli kabul etmişler, Kur'an'ı da bu çerçevede anlamaya,
açıklamaya çalışmışlardır. Kur'an'ın ve hadislerin bütününden çıkardıkları temel
amaçlan (makasıd), yeri geldikçe tek tek âyet ve hadislerin hikmetleri olarak
değerlendirmişler, buna dayalı açıklamalar yapmışlarda. Belli bir âyet veya
hadisin ilk bakışta anlaşılan mânası akıl veya makasıdla ya da mânaları açık ve
kesin naslar gibi daba güçlü bir delille çelişirse zayıf olanı, güçlü olana
göre yorumlama (te'vil, uzlaştırma) yoluna gitmişlerdir.
Klasik tefsir usulünde
ağırlıklı olarak Kur'an metninin bağımsızlığına zarar vermeden onu anlama
çabası esas alınırken son zamanlarda bu çabanın yanında, Kur'an'ı içinde
yaşanılan zamanın şartlarına taşıyarak ona yaşanan hayatın gidişini belirleyici
bir İşlev yükleme düşüncesi ağırlık kazanmaya başladı. Bazı çağdaş İslâm
âlimleri ve fikir adamlarına göre, İmam Şafiî'den itibaren klasik dönem usûl-i
fıkıh ve özellikle ehl-i hadis geleneği mensupları, yorumcunun öznelliğine
karşı Kur'an metninin bağımsızlığını koruma kaygısını öne çıkarmışlar, ancak
zamanla bu kaygının abartılması giderek metni anlayan Öznenin (fakih,
mütekellim vb.), yaşadığı dönemin ve toplumun şartlarından uzak kalması
sonucunu doğurmuş; bu da Kur'ân-ı Kerîm'in yaşanan çağa taşınmasına ve
belirleyicilik işlevine zarar vermiştir.
Bu ortak tespite
rağmen az çok farklı öneriler geliştirmeye çalışan bazı çağdaş âlimlerin
paylaştıkları temel öneri, Kur'an-ı Kerîm'in evrensel mesajlarıyla temel ilke
ve amaçlarının belli yöntemlerle metinden çıkarılması ve bunların çeşitli
tarihsel durumlara uygulanmasıdır. Bu suretle başlangıç dönemlerinde olduğu
gibi bugün de Kur'an'ı hayatla bütünleştirmek, müslümanların ve genel olarak
İnsanlığın sorunlarına Kur'an'dan çözümler üretmek mümkün olacaktır. Burada
metni ve yorumcunun tarihsel durumunu bir araya getiren şey, Kur'an'ın evrensel
ilkeleri ve değerleridir, Bununla birlikte Kur'an'ı anlama konusundaki yeni
görüşler de kendi içinde bazı problemler taşımakta olup, bunların
taraftarlarının kendi aralarında henüz bir yöntem birliğine ulaşmış olduklarını
söylemek mümkün değildir. Ayrıca klasik yorum usulünü devam ettirmenin
gerekliliğine inanan kesimin bu tür yeni sayılabilecek yöntem önerilerine
yönelttikleri eleştiriler de hâlâ İlgili bilim muhitlerince tartışması
sürdürülen konular arasında bulunmaktadır. Bu tür yeni sayılabilecek yöntem
önerilerine karşı çıkarak klasik yorum usulünü devam ettirmenin gerekliliğine
inanan oldukça güçlü bir kesim de mevcuttur. Sonuç olarak günümüz İslâm
dünyasında Kur'an'ı anlama ve yorumlama konusunda ümit verici tartışmalar
yaşanmakta; bütün bu gelişmeler Kur'an'ın doğru anlaşılması yolunda önemli
mesafelerin katedilmesine ve Kur'an araştırmaları alanında ciddi çalışmaların
ortaya konmasına katkılar sağlamaktadır
[34]
Eskiden yeniye*
yazılan tefsirler, Kur'an'ı anlama ve yorumlamada uygulanan usul ve başvurulan
bilgi kaynakları bakımından çeşitlilik arzetmiştir. Bu çeşitliliğin belirleyici
unsurları rivayet veya dirayete verilen öncelik, dirayette hâkim olan anlama ve
yorumlama kaynağı ve ölçütüyle uygulanan sistematik olmuştur. Aşağıda tefsir
çeşitleri, özellikleri ve örnekleri kısaca gözden geçirilecektir:
Bir âyeti anlamada
güçlük ortaya çıktığında doğru mânasını, âyetten ilâhî muradın ne olduğunu
öncelikle Kur'an'a sormak gerekir; bu, âyeti açıklayan başka âyetlerin olup
olmadığını araştırmak demektir. Bu soruyla aranan bulunamazsa ikinci başvuru
kaynağı Hz. Peygamber'dir. O'nun çağında yaşamayanlar, kendisine doğrudan
sorma imkânından mahrum olanlar da maksatlarına, hadisler ve sahabe
rivayetleriyle ulaşabileceklerdir. Tefsirle ilgili sahabe rivayetleri,
söylediklerini Resûlullah'tan işitmiş olmaları ihtimalinden dolayı özellik
kazanmaktadır. Sahabeden sonra gelen neslin (tabiîn) rivayetleri de -nispeten
zayıf da olsa aynı- ihtimali taşıdığı için farklı bir değere sahip
görülmüştür. Kur'ân-ı Kerîm'i, Kur'an'a, hadislere, sahabe ve tabiîn
rivayetlerine dayanarak anlama ve yorumlama usulünün ürünü olan tefsirlere
rivayet tefsirleri (tefsir bi'r-rivâye) veya "nakle dayanan tefsir"
(tefsir bi'1-me'sûr) denilmektedir. Bu çeşit tefsirin meşhur örnekleri
Muhammed b. Cerîr et-Taberî'nin (ö. 310/922) Câmi'u'l-beyân 'an te'vi-li
âyi'l-Kur'ân, İbn Kesîr'in (ö. 744/ 1372) Tefsîrü'l-Kur'ân veya Fethu'l-beyân
fi makasıdi'l-Kur'ân, Süyûtî'nin (ö. 911/1505) ed-Dürrü'l-mensûrfi't-tefsîri
bi'l-tne'sûr isimli eserleridir. Rivayet tefsirleri -bir kısmı sened yönünden
zayıf olan-açıklayıcı rivayetler yanında dil bilgisine de dayanmakta, ayrıca
âyetlerden ictîhad yoluyla çıkarılan hükümlere yer vermektedir.
Dirayet ve re'y
"akla ve içtihada dayalı anlayış ve görüş" demektir. İslâm sayesinde
Arap dili yayılmaya başlayınca bir yandan bu dilin saflığını korumak, diğer
yandan yabancıların sahih Arapça'yı öğrenmelerine yardımcı olmak üzere lügat ve
dil bilgisi kitapları yazıldı, Arap olmayan kavimler müslüman oldukça farklı
kültürler Arap kültürüyle çatışır ve karışır hale geldi; Yunan ve Hint düşüncesine
ait eserler Arapça'ya tercüme edilince İslâm'la bu düşünceler arasındaki çatışmalara
farklı boyutlar eklenmiş oldu. Yabancı düşünceleri ve inançları reddetmeye
veya İslâmî olanla uzlaştırmaya yönelik çalışmalar yapıldı. Düşünce okulları
(mezhepler) ortayadçıktı. Yeni coğrafyalara ve kültür ortamlarına giren İslâm,
buralarda yaşayan insanların sosyal ihtiyaçlarım karşılamak üzere yorumlandı,
ictihad yoluyla genişledi ve fıkıh mezhepleri ortaya çıktı. Kui'an'm
yönlendirdiği zühd hayatı, başka düşünce ve kültürlerin de etkisiyle -teorisi,
pratiği ve farklı okullarıyla- tasavvufun doğmasına zemin hazırladı. Bütün bu
gelişmeler tefsir faaliyetini de etkiledi, Kur'an'ı yalnızca rivayete ve dile
dayanarak açıklamak yerine, bunları da ihmal etmeksizin içtihada, akla, ilham
ve keşfe, benimsenmiş düşünce ve inanca, ayrıca mezheplerin tercih ve
inançlarına göre -bunları esas alan, bunlara dayanan, bazan bunlara öncelik
verip âyetleri bunlara uyarlayan- yorumlar yapılmaya, tefsirler yazılmaya
başlandı. Bu tefsirlerin genel adı olarak "re'y tefsiri" (et-tefsîr
bi'r-re'y) deyimi kullanılmaktadır.
Re'y ile Kur'an'ı
tefsir etmenin caiz olup olmadığı konusundaki tartışmaya dayalı olarak re'y
tefsirlerinin, "makbul olan ve olmayan" şeklinde İkiye ayrıldığı
görülür. Makbul olan re'y tefsiri, Kur'an'ı doğru anlamak için gerekli bulunan
ve bu maksatla başvurulan ilimlere; özetle lugat, gramer, nazarî edebiyat,
kıraat, kelâm, fıkıh usulü, esbâb-ı nüzul, dinler ve peygamberler tarihi,
nâsih-mensuh, âyetleri açıklayan hadisler ve Allah vergisi anlama kabiliyetine
dayanılarak yapılan tefsirdir. Makbul tutulmayan re'y tefsiri İse ya ilmi
yetersiz kişilerin yaptıkları, ya da Kur'an'ı doğru anlamaktan ziyade önceden
benimsenmiş bir inanç ve düşünceye göre onu yorumlamaya ve uyarlamaya yönelik
çabalarla yapılan tefsirdir.
Sünnîler'e göre makbul
re'y tefsirlerinin eit meşhurları Ebû-Mansür el-Mâ-türîdî'nin (ö. 333/944)
Te'vilâtü'l-Kur'ân, Mahmûdb. Ömer ez-Zemahşerî'ııin (ö. 538/1143) -Mu'tezİle
mezhebine göre yazılmış bazı kısımlar dışında- el-Keşşâf, Fahreddİn er-RM'nin
(ö. 606/1209) Mefâtîhu'l-gayb, Abdullah b. Ömer el-Bey-zâvî'nin (ö. 685/1286)
Envâru'i-tenzil isimli eserleridir.
Yemenli Sünnî fıkıhçı
ve tefsirci Şevkanî'nin (ö. 1250/1832) Felhul-Kadîr İsimli tefsiri ile İranlı
çağdaş düşünür Muhammed Hüseyin Tabâtabâî'nin el-Mîzân fi tefsiri'l-Kur'ân
isimli eseri, dirayet ve rivayet usullerini cemeden tefsirlere İki önemli ve
başarılı örnektir. Bu müellifler âyetleri, sistemli ve devamlı olarak önce
dirayet yoluyla, sonra özel bölümünü satır başı veya "rivayet araştırması,
bolümü" gibi bir başlıkla ayırmak suretiyle rivayet usulüne göre tefsir
etmişlerdir.
Tasavvuf literatüründe
işaret terimi, "maksadı, söz aracılığı olmadan başkasına bildirme;
ibareyle anlatılamayan, yalnızca ilham, keşf gibi yollarla elde edilnıiş bitgi
ve sezgi sayesinde anlaşılabilecek kadar gizli olan mâna" vb. şekillerde
tanımlanmış; sûfînin kalbine doğduğu kabul edilen ilham ve işaretlere dayanarak
âyetlerin yorumlamasına da işârî veya tasavvuf! tefsir denilmiştir. Söz konusu
gizli anlamlan kavramanın yolu olarak görüldüğü için tasavvuf da işaret ilmi
olarak kabul edilmiştir.
[35]
Sûfîlere göre
Kur'an'daki kelime ve cümlelerin ilk bakışta akla gelen dış (zahir)
anlamlarından başka bir de bunların derininde bulunan iç (bâtın) mânaları vardır.
Bu mânaya ulaşmak, bilgi birikimi ve tefekkür kabiliyetinin yanında ahlâkî olgunluğu
da gerektirir. Kur'an'm dış anlamını Arapça bilenler, iç anlamını yakîn ehli
olan arifler bilirler.
[36] Sûfîler,
işaret yoluyla çıkarılan mânanın geçerli sayılması için bunun zahirî mânaya
aykırı düşmemesini gerekli görürler. Ancak bu temel kurala aykırı işârî
yorumlar da yapılmıştır. Meselâ Muhyiddîn İbnü'l-Arabî, Bakara sûresinin 6.
âyetinde geçen "Allah'ı inkâr edenler" ifadesini, "Allah
sevgisiyle dolup taşan gönüllerini dış dünyaya kapatanlar" şeklinde açıklamakta
ve söz konusu âyetin bütününü zahirî anlamın tam tersi bir anlayışla
yorumlamaktadır.[37]
Öte yandan
İbnü'l-Arabî'den itibaren işârî tefsirlerde varlık ve bilgi teorisi gibi soyut
felsefî konulara da yer verilmiştir. Özellikle geç dönemlerde yazılan işârî
tefsirlerde ulûm-i garibe (occult arts) denilen esrarengiz bilgilere dair
literatürün de etkisi görülür. Taşköprizâde, havâss-ı Kur'ân, havâss-ı hurûf,
cefr gibi konulardan bahsederken esrarlı ilimlerle Kur'an arasındaki ilişkiye
de temas eder.[38]
Mutasavvıfların bazı
bâtını ve işârî yorumları, Kur'an'ın lafzına ve mânasına uygun düşmediği, Arap
dili ve edebiyatı kurallarına uymadığı gibi gerekçelerle hem ulema hem de
ılımlı sûfîler tarafından eleştirilmiştir. Haris el-Muhasi-bî'nin, Ebû Zür'a
ed-Dımaşkî'nin nefisle ilgili işârî mahiyetteki açıklamalarını bid'at ve
dalalet saydığı söylenir.[39]
Serrâc, ha-taiı, laubalice ve tahrif niteliğinde işârî yorumlar bulunduğunu
belirtir ve bu yorumları Allah'a İftira olarak değerlendirir.[40] Hadis
âlimi İbnü's-Salah, Zerkeşî, Zehebî gibi âlimler de işârî tefsire eleştiride
bulunmuşlardır. Ze-hebî, genel olarak takdir ettiği Sülemî'nin yorumlarında
asla caiz olmayan unsurlar da bulunduğunu, bazı âlimlerin zındıklık İşareti
saydıkları bu tür yorumların Karnıatîler'in tahriflerinden ibaret olduğunu
savunur.[41] İbn Teymiyye genel olarak
işârî tefsirleri sakıncalı bulmamakla birlikte bazı tasavvufî yorumların
Bâtınîler'in tevillerine benzediğine dikkat çeker.[42] İbnü'l-Arabî
ve izleyicilerinin bâtını ve işârî yorumlarına yöneltilen itiraz ve tenkitler
ise çok daha ağırdır. Hatta Ali el-Karî, Alaeddin el-Buhârî, el-Bikaî gibi
âlimler, Îbnü'l-Arabî'nin yaptığı yorumların küfür ve ilhad olduğunu ileri
süren eserler yazmışlardır. Buna karşılık Abdurrezzak Kâşânî, Kıvâmüddîn
Abdurrahman Câmî, Dâvud-i Kayseri, Abdullah Bosnevî ve Bâlt Efendi gîbi
Fusûsü'l-hikem sarihleri ise İbnü'l-Arabî'yi ve izleyicilerini savunmuşlardır.
Tasavvufî mahiyette
tefsir yazan ilk kişinin İbn Atâ (ö. 309/922) olduğu kabul edilir. Ancak onun
eseri günümüze kadar ulaşmamıştır. Ebû Abdurrahman es-Sülemî ve Ebû Nasr
es-Serrâc' m bu eserden yaptıkları alıntılar Paul Nawy tarafından bir araya
getirilerek yayımlanmıştır.
[43] Sehl
b. Abdullah et-Tüsterî'ye nispet edilen Tefsîru'l-Kur'âni'l-aztm her sûreden
bir veya birkaç âyetin tefsirini İçerir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî'nİn
Hakaiku't-tefaîr'i, sûfîlerin çeşitli âyetler hakkındaki yorumlanın bir araya
getirmesi bakımından büyük önem taşır. Abdülkerim el-Kuşeyrî, Sülemî'nin
Haka-iku't-tefsîr'i başta olmak üzere önceki işârî tefsirlerden de yararlanarak
Letâifü'i-işârâf\ telif etmiştir. Kâşânî'nin Te'vilâtü'l-Kur'ân, Sadreddin
Konevfnhı İ'câ-ıü'1-beyân fî te'vîli Ümmi'l-Kur'ân, Ebü'l-Berekât Cemaleddin
es-Safedt'nin Keşfü'l-esrâr ve hetkü'l-estâr, Nizameddin el-Hasan b. Muhammed en-Nîsâbû-rî'nin
Garâibü'l-Kur'ânfî regaibi'l-Furkan ve Abdurrahman Câmî'nin Tefsîru'l-Câmî adlı
eserleri kayda değer tasavvufî tefsirlerdendir.
Osmanlı döneminde
yaşayan mutasavvıflar da selefleri gibi Kur'an'm tamamına veya bir kısmına çok
sayıda işârî tefsir yazmışlardır. Bunların en kapsamlısı ve en çok ilgi
göreni, İsmail Hakkı Bursevî'nin Rûhu'l-beyân isimli eseridir.[44]
Önceki asırlarda
Kur'an'm yalnızca nüzul sebeplerine, nâsüVmensuh olan âyetlerine, fıkıhî
hükümlere kaynaklık eden âyetlerine mahsus kitaplar (bu mânada tefsirler)
yazılmıştır. Çağımızda bunlara ek olarak "adalet ve zulüm, münafıklık,
Ehl-i kitap" gibi bir konu seçilmek, bunlarla İlgili âyetleri derleyip
düzenledikten sonra açıklamak suretiyle konulu tefsirler (et-tefsîrü'1-mevzûî)
yazılmaktadır. Mekke'de yaşayan Suriyeli âlim Hasan Habenneke el-Meydânî'nin
Zâhiratü 'n-ni-fâk isimli iki ciltlik oserini burada Örnek olarak
zikredebiliriz.
Belli bir konudaki âyetlerin
derlenip bir düzene göre açıklanması şeklindeki konulu tefsirlerden farklı bir
tefsir örneği de Fazhırrahman'm "Ana Konularıyla Kur'an" adlı
kitabında yaptığı gibi terkip ve tahlile dayanan tefsirdir. Bu tip çalışmaların
amacı, "Kur'an'ın temel fikirlerini ve doktrinlerini sistemli bir şekilde
sunup Allah, tabiat, insan ve hayat gibi konulardaki görüşlerini
sergilemektir."
Kur'an Yolu adını
taşıyan bizim çalışmamız, yukarıda tanıtılan çeşitler içinde daha çok
"mushaf tertibine göre yapılmış bulunan dirayet tefsirlerine benzemektedir.
"Dilimizde
tercüme ve telif olarak hazırlanmış birçok tefsir varken bir yenisine neden
ihtiyaç duyuldu?" şeklindeki haklı soruya aşağıda maddeler halinde vereceğimiz
cevap, aynı zamanda amacımıza ve usulümüze de açıklık getirecektir:
1. Önsözde
de belirttiğimiz gibi okuyucu olarak hedef kitlemiz din üzerine uzmanlık
düzeyinde araştırma yapan ilim adamları değildir. Bu tefsir, öncelikle Kur'an'ı
doğru anlamak ve hayatında rehber edinmek isteyen, -farklı düzeylerde de olsa-
kültürel birikimi olan insanların ihtiyaç ve beklentileri dikkate alınarak
hazırlanmıştır.
2. Bu
girişin ilgili yerinde Kur'ân-ı Kerîm'in amacı ve içeriği hakkında bilgi
verilmiş; neyi bildirmek, anlatmak ve yaşatmak üzere geldiği açıklanmıştı.
Aradığımız, ulaşmaya çalıştığımız anlam ve yorumlar hep bu amaç doğrultusunda
oldu. Bu noktada bizi tatmin eden bilgileri ve yorumlan tefsir literatüründe
bulduğumuz durumlarda bu birikimden yararlanmanın hem ilmin gereği hem de
kültürümüze karşı borcumuz olduğunu düşünerek bu bilgi ve yorumlan tefsirimize
yansıtmaya çalıştık. Bizi tatmin eden veya hedef kitlemiz için uygun ve doğru
bulduğumuz anlayış ve yorumu çoğunlukla birden fazla tefsirin İhtiva etmesi
yanında, bazan da bunun hiçbir tefsirde bulunmadığına şahit olduk. Böyle
durumlarda Kur'an'ın ruhunu ve bu ruha uygun genel İslâmî ölçüleri, ilmin
gereklerini ve çağın ihtiyaçla-nnı birlikte göz önüne alarak kendi yorumumuzu
ortaya koymaya çalıştık.
3. Bir
yandan âyetlerin açıklanması için gerekli olanlan söylemeye çalışırken diğer
yandan içinde bulunduğumuz şartlarda vakit darlığı çeken günümüz insanına
sıkılmadan, zorlanmadan okuyacağı ölçüde bir tefsir sunmayı hedefledik.
4. Aşağıda
listesini verilen tefsir kitaplarının önemli bir kısmını çalışmamızın başından
sonuna^ kadar göz önünde bulundurduk ve dikkatle incelemeye çalıştık. Aynca
birçok tefsir kitabıyla başka ilim dallanna ait eserleri de yeri geldikçe bilgi
ve görüş almak veya kendi bilgi ve kanaatlerimizi test etmek için kullandık.
Ancak bu kitapların muhtevasını olduğu gibi -meselâ tercüme ederek- veya çoğunlukla
almadık; deyim yerindeyse hem aramızda hem de kitaplarla müzakere yaptık, eski
tefsir birikimini özetleyerek verdik, sonunda bize ikna edici görünen ve temel
amaca uygun düşen anlayış ve yorumu tercih ettik, oluşturduk,
5. Kur'an'ın
açıklanması gibi ağır sorumluluk gerektiren bîr işle meşgul olduğumuzun ve bu
alanda zengin bir kültür mirasına sahip bulunduğumuzun bilinci içinde,
"Özgün" kelimesinin cazibesine kapılmadan, tefsirlerdeki bilgilerin
ve yorumların özünü vermeye ve Kur'an'ın bizi götürdüğü yere doğru ilerlemeye
çalıştık. Bir başka anlatımla, çok geniş bir kültür hazinesi olan arna
tekrarlarla ve özellikle günümüz okuyucusuna hitap etmeyen açıklamalarla yüklü
bulunan klasik hatta muasır tefsirlerdeki belli başlı bilgileri ve yorumlan
iyi bir ayıklamaya tâbi tutup anlaşılır biçimde ve sağlıklı olarak
aktarabilmenin önemli bir iş olduğu, yapılması gerektiği ve bunun
"nakilcilik" olarak nitelenemeyeceği düşüncesiyle hareket ettik. Ama
bu, araştırmalarımızın ve konu üzerinde yoğunlaşmamızın bizi ulaştırdığı,
kendimize ait yeni bakış ve yorumu belirtmekten alıkoyan bir faktör olmadı.
Öte yandan, ülkemizde okuyucunun kültür seviyesindeki yükselme ve Kur'an'ı anlamaya
olan ilgideki artış, bizi az da olsa -konunun meraklıları açısından faydalı
görülen- teknik sayılabilecek ayrıntılara da yer vermeye veya İlgili kaynaklara
gönderme yapmaya yöneltmiştir. Bu çerçevede okuyucu için güvenli bilgilere
kolayca erişme imkanı veren Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA) ve
İslâm'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (İFAVAns.) gibi
kaynaklara da atıflar yapılmıştır.
6. Bu
çalışmada âyetlerin mealleri ve yorumlan verilirken öncelikle onların
indirildiği dönemdeki mânalar, yani hitap ettiği ilk toplumun ilâhî mesajlardan
anladıkları veya bu mesajların onlara anlatmak istedikleri tespit edilmeye
çalışılmış; bunun için de imkân ölçüsünde o toplumun dili, kültürü, inançları
ve telakkileri, dünya görüşü, sosyal yapısı ve ilişkileri gibi faktörler
dikkate alınmıştır. Bununla birlikte Kur'an'ın ilk muhataplarına verdiği
bilgiler, açıklamalar, yönelttiği eleştiriler, uyarılar, getirdiği
düzenlemeler aynı zamanda evrensel anlam, değer ve amaçlar taşıdığından, olabildiğince
bunları da ortaya koyan yorumlar yapılmıştır.
7. Anlamı
gayet açık da olsa istisnasız her âyetin tefsirini yapmak yerine, mealindeki
ne katkı sağlama esasına göre ve olabildiğince tekrardan kaçınarak tefsir etme
yolunu tuttuk; gereken yerlerde öncesine veya ileriye göndermeler yaptık.
Bununla birlikte okuyucunun dikkatini gereksiz yere bölmemek amacıyla ve
"indeksken yararlanılabileceğini de dikkate alarak atıfları sınırlı
tutmaya çalıştık.
8. Bazı özel
terimler ve kavramlar hakkında konunun önemiyle orantılı olarak daha geniş
bilgiler verdik. Ancak bu tür bilgileri, mutlaka ilgili terimlerin ve
kavramların ilk geçtiği âyetlerde vermek yerine -bunu da dikkate almakla
birlikte-en ağırlıklı olarak geçtiği âyetlerde verme yolunu tercih ettik. Bu sayede
konu bilgilerinin ilk cilt ve ciltlerde yığılmasını da önlemiş olduk.
9. Her
sûrenin giriş bölümünde özetlenen ilgili sûrelerin âyet sayısı, Mekke veya
Medine döneminde vahyedilmiş olması, nüzul sırası, bazı kelimelerdeki kıraat
(okuma) farkları gibi konularda tefsir kitaplarında yer alan teknik ayrıntıları
ve farklı tespitleri, amaç bakımından önemli olmadıkça aynen aktarmadık. Âyetlerin
sayımı ve sûrelerin nüzul sıralaması konusunda da genellikle kullanılan tek
listeye göre hareket ettik. Nüzul sıralaması konusundaki farklılık, bazı farklı
rivayetlerden ve belli bir sûrenin bir defada değil, uzun bir süre içinde
parça parça gelmiş olmasından kaynaklanmıştır. İlgili kaynaklarda aktarılan
Hz. Osman'a, İbn Abbas'a ve Ca'fer es-Sâdık'a ait olan listeler içinden biz,
daha yaygın olduğu için Hz. Osman'a ait olanı kullandık.
10. Daha çok
geçmiş dinler, peygamberler ve kavimlerle ilgili âyetler bağlamında gerektikçe
mukayese imkânı sağlamak ve ihtiyaç halinde İslâmî inançlarla ve ilkelerle
çelişmeyen ek bilgiler vermek maksadıyla Kitâb-ı Mukaddes'ten de bilgiler
aktardık.
11.
Çalışmamız sırasında tefsir kitaplarıyla Kur'an ilimleri çerçevesindeki diğer
eserlerin yanında öncelikle Kur'an'daki kullanımlardan ve ilgili konuyu
özellikle inceleyen ilmî çalışmalardan, ayrıca sahih hadislerden, umumi
tarihten, Hz. Peygamber'in devrini ve hayatını anlatan eserlerden, dinler
tarihinden yararlanmaya gayret ettik.
12. Kültür
hazinemizde kelâm, fıkıh, ahlâk, tasavvuf, peygamberler tarihi, siyer gibi
İslâm'ı çeşitli yönlerden anlatan sistematik kitaplar yanında insanı ve çevresini
anlatan müsbet İlim eserleri bol miktarda bulunmaktadır. Bu tefsiri okuyanlar
ondan, belirtilen ilim dallarında yazılmış kitaplardan aktan! mış bilgileri
değil Kur'an'ın hidayetini, insana vermek istediği bilgi, iman, şuur, ahlâk ve
eğitimi almayı ummah ve bunu aramalıdırlar.
13. Eserin
meal kısmındaki tercihler tefsire verilen emeğin ürünü olarak şekillenmiştir.
Meale yansıtılamayan ve dikkate değer görülen mânalara tefsirde ayrıca işaret
edilmiştir. Aynı kelime veya ifadenin mealde daima aynı şekilde karşılanması
gibi bir anlayış benimsenmemiş; bağlam farkının değişik anlamlan gerektirmesi
tabii olduğu gibi, bağlam aym veya birbirine yakın olsa bile -asıl mânayı
değiştirmemek kaydıyla- mâkul sınırlar içindeki çeşitliliğin çalışmaya
zenginlik katacağı düşünülmüştür.
14. Sûreler
hem yük dengesi hem de mümkün mertebe yazanların uzmanlık dallan ve konulan göz
önünde bulundurularak paylaşılmış, her birinin yaptığı meal ve tefsir diğerleri
tarafından ana kaynaklar da dikkate alınarak okunmuş; değiştirme, ilâve,
eksiltme gibi tashih ve teklifler hazırlanmış; nihayet ortaya çıkan farklı
çalışmalar bir arada müzakere edilerek -kaçınılmaz üslûp farklan
dışında-üzerinde uzlaşma sağlanıp tek metin haline getirilmiştir.
İbn Cerîr et-Taberî
(310/922), Câmi'u'l-beyân; Ebû Bekir er-Râzî el-Cessâs (370/980),
Ahkâmü'l-Kur'ân; Zemahşerî (538/1 U3), el-Keşşaf; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî
(543/1148) Ahkâmü'l-Kur'ân; Abdülhak b. Galib b. Atıyye (ö. 546/1151),
el-Muharrerü'l-vecîz; Fahreddin er-Râzî (606/1209), Mefâtîhu'l-gayb; İbn Kesîr
(774/1372), Tefsîrü'l-Kur'âni'l-azîm; Ebü'1-Berekât en-Nesefî (710/1310), Medârikü't-tenzîl;
Kurtubi (611/1214), el-Câmi'li-ahkâmi'l-Kur'ân; Muhammed b.Ali eş-Şevkânî
(1250/1832), Fethu'l-kadîr; Muhmûd el-Âlûsî (1270/1854), Rûhu'l-me'ânî;
Muhammed Tâhir b. Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvtr; Muhammed Hamdİ Yazır, Hak Dini
Kur'an Dili; Muhammed İzzet Derveze, et-Tefstru'l-hadîs; Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'ın
Çağdaş Tefsin; Muhammed Esed, Kur'an Mesajı.
[1] bk. Suyûtî, ed-Dürrü'I-Mensûr, VIU, 489 Âlûsî,
Rûhûl-Meânî, XV, 141-142.
[2] Sadrüşşerîa, et-Tavdîh, II, 15.
[3] Meryem 19/52; Kasas 28/46; Tâhâ 20/12.
[4] Heysemî, Mecma'u 'z-zev'id, II, 71, 72.
[5] Buhârî, "Ta'bîr", 20; Müslim,
"Salât", 207-208.
[6] Buhârî, Bed'ü'1-vahy, 3; ayrıca bk. İbn Kayyim,
Zâdü'l-mead,I,78-80.
[7] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "vhy" md.
[8] Aynca bk. Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 26-27.
[9] Buna yakın mealde bir âyet için bk. Tâhâ 20/114.
[10] Ümmî idi; bk. A'râf 7/157-158.
[11] Geniş bilgi için bk. Nebi Bozkurt, "Hafız",
DİA, XV, 74-78.
[12] Sûrelerin tertibi konusundaki tartışma İçin bk. Osman
Keskioğlu, Kur'an Tarihi, s. 170-172.
[13] Buhârî, "Fezâilü'l-Kur'ân", 3; İbn Ebû
Dâvûd, Kitâbü'l-Mesâhif, s. 7-9.
[14] Bu konuda bilgi için bk, İbn Ebû Dâvûd, Kitâbü
'l-Metâhif, s. 6,31; Kastallânî, îrşâdü 's-sârî, VII, 447; İbn Hacer,
Feîhu'l-bârî, VIII, 631.
[15] Görevlilerin isimleri için bk. İbrahim et-Tûnisî,
Delîîü'i-hayran, s. 12.
[16] Hamîdullah, Kur'an Tarihi, s. 87.
[17] Kur'an Tarihi, s. 245-252.
[18] Buhârî, "Fezâ'üü'l-Kur'ân", 5.
[19] Buhârî, "Fezâ'ili'l-Kur'an",3,5.
[20] Bilgi için bk. İbn Atıyye, I, 43-48; Abdiilhamit
Binşık, "Kıraat", DİA, XXV, 426-433.
[21] el-Fevzü'l-kebîr, s. 1 vd.
[22] Farklı tercihler için bk. Subhî es-Sâlih, Mebâhis fi
ulûmi'l-Kur'ân, s. 71 vd.; Osman Keskioğlu, Kur'an Tarihi, s. 170472; M.
Demirci, Kur'an Tarihi, s. 162 vd..
[23] el-Fevzü'l-kebîr, s. 47-48.
[24] Jârîhu âdâbi'l-Amb, I,225 vd..
[25] et-Tasvîrü'l-fennî fi'l-Kur'ân, s. 33, 187 vd.
[26] Mebâhis fı ulûmi'l-Kur'ân, 320, 334 vd.
[27] Veliyyullah, el-Fevzü't-kebîr, s. 21 vd., 56; Hâcevî,
el-Fikrü's-sâmî..., I, 34 vd.; örnekler için bk. Hayrettin Karaman, İslâm Hukuk
Tarihi, s. 62 vd..
[28] Ayrıca bk. 2/106.
[29] meselâ bk. Sıddîk b. Hasan Han, Ebcedü'l-ulûm, II,
189-202.
[30] kısa bir tarihçe ve liste için bk. Subhî es-Sâlih,
Mebâhis fl ulûmi'l-Kur'ân, 119-126 vd.
[31] Nisa 4/59; A'râf 7/53; Yûnus 10/39; Yûsuf 12/6, 37,44,
45, 100; Kehf 18/78, 82; te'vil ve tefsir terimleri hakkında ayrıca bk. Âl-i
İmrân 3/7.
[32] Mâtürîdî, Te'vilâtii Ehli's-sünne, s. 5-6.
[33] Şevkânî, îrşâdü'l-fuhûl, s. 302-310.
[34] bk. Mehmet Paçacı, "Kur'an" [VII.
Açıklanması ve Yorumlanması], DİA, XXVI, 398-401.
[35] Serrâc, el-Lüma', s. 294,296,414.
[36] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kutu'l-kulâb, 1,108; Gazzâlî,
İhya', 1,105,296.
[37] el-Fütuhâtu'l-Mekkiyye, 1,49,161,179.
[38] Mevzââtü'l-ülûm, 1,396,427-428; II, 220, 244-246.
[39] İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 161.
[40] el-Lüma', s. 126.
[41] A'lâmü'n-nübelâ', XVII, 252.
[42] Mecmû'ufetâvâ, 1,243-245; V, 551; XVII, 113; XIII, 362.
[43] bk. Nusûsun sûftyye gayri menşûre, Beyrut 1986.
[44] İşari tefsir hakkında daha geniş bilgi için bk.
Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, Ankara 1974; Süleyman Uludağ, "İşârî,
Tefsir", DM, XXIII, 424-428.