TAKDİM... 2

ÖNSÖZ.. 3

GİRİŞ. 4

I. KUR'ÂN-I KERÎM... 4

A) Tanımı ve Özellikleri 4

1. Peygamber 4

2. Vahiy. 4

3. Vahyin Dili 5

4. Kur'an'ın Korunması 6

a) Kur'an'm Ezberlenmesi 6

b) Mukabele (arza) 7

c) Kur'an'm Yazıya Geçirilmesi 7

d) Mushaflaştırma Faaliyeti 7

e) Hz. Osman Döneminde Yapılan Çalışmalar 8

B Yedi Harf 8

C) Kur'an'm Amacı ve Muhtevası 9

D) Kur'an'ın Şekli ve Üslûbu. 10

E) Kur'an'ın Mucize Oluşu (İ'câz) 12

F) Nesih. 13

G) Kuran İlimleri (Ulûmu'l-Kur'ân) 13

A) Tefsir ve Te'vilin Tanımlan. 14

B) Tefsire Duyulan İhtiyaç. 14

C) Kur'an'ın Anlaşılmasında Yöntem.. 15

D) Tefsir Çeşitleri 16

1. Rivayet Tefsiri 16

2. Dirayet veya Rey Tefsirleri 16

3. İki Metodu Cemeden Tefsirler 17

4. Tasavvufî-İşârî Tefsirler 17

5. Konulara Göre Tefsir 18

6. Terkip ve Tahlile Dayaü (Sistematik) Tefsir 18

E) Bizim Tefsirimiz. 18

F) Sıkça Başvurulan Tefsir Kitaptan. 20


TAKDİM

 

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed'in (a,s.) 22 yıldan fazla süren (610-632) peygamberliği zarfında aldığı vahiyleri ihtiva etmektedir. Hz. Muhammed'in (a.s.) peygamberliğinin ilk dönemlerinden beri Kui'an, Müslümanlar tarafından, yalnız­ca ilahi kelamın yaşanan tarihe bir müdahalesi olarak değil, aynı zamanda bir ibâ­det ve tilâvet kitabı olarak telakki edildiği İçin, inen vahiy parçalan Hz. Peygam­ber'in gözetimi altında büyük bir titizlikle kayda geçirilerek geniş kitlelere intikal ettirilmiş ve sürekli okunmuştur. Hatta ilk Müslümanlar arasında, gelen vahiyleri gücü nispetinde ezberleyenlerin yanı sıra, kendisi için özel mushaf yazan sahabi-lerin de bulunduğunu biliyoruz.

I. Halife Hz. Ebû Bekir döneminde vuku bulan Yemâme savaşında, Kur'an'ın nüzulüne tanık olmuş çok sayıda hafız sahabinin şehit düşmesi üzerine, Hilafet merkezinde muhafaza olunmak üzere resmî bir mushaf hazırlama ihtiyacı duyulmuştur. 633 yılında, Hz. Peygamber'in vahiy kâtiplerinden hafız sahabî Zeyd b. Sâbit'e, Hz. Peygamberin yazdırdığı Kur'ân metinlerinin, diğer hafız sa-habilerin şahitliğine de başvurarak Kur'an-ı cem etme, bir mushaf haline getirme görevi verilmiştir. Zeyd b. Sabit, sahabilerle istişare ederek yaptığı titiz bir çalış­ma sonunda muhtelif malzemelerle yazılmış olan Kur'an metinlerini mushaf hali­ne getirmiştir.

Fütuhat faaliyetinin sınır tanımadığı III. Halife Hz. Osman döneminde, ge­nişleyen İslâm coğrafyası, farklı bölgelerde Kur'an ayetlerinin farklı şekillerde okunması, özellikle ilk Müslümanlarla İslâm'a yeni girenler arasında ihtilaflara sebep olmuştur. Kısmen henüz sessiz harfleri birbirinden ayıran noktaların ve ses­li harfleri gösteren harekelerin bulunmadığı Arap yazısının o günkü yetersizliğin­den, kısmen de mahallî lehçe farklılıklarından kaynaklanan bu kıraat ihtilafı, esa­sen Hz. Peygamber'in izin verdiği doğal bir durum olmasına rağmen, o günkü si­yası irade, muhtemel karışıklıkları gidermek amacıyla kıraat farklılıklarını en aza indirgeyecek bir çalışma yapmayı öngörmüştür. Yine Zeyd b. Sâbİt'in başkanlığı­nı yaptığı bir komisyon, birkaç yıl süren çalışması sonucunda, biri Hilafet merke­zinde kalmak, diğerleri farklı bölgelere gönderilmek üzere, Hz. Ebû Bekir döne­minde toplanan Mushaf'a istinaden muayyen sayıda resmî mushaflar hazırlamış-tiT. Bugün elimizde bulunan mushaflar işte bu mushaf a dayanmaktadır.

Kur'an metni tertip edilirken ayetlerin iniş sıralan veya konu bütünlüğü esas alınmanıjş, baştan beri Hz. Peygamber tarafman öğretilen tilavet sırasına riayet edilmiştir.

Sahabe döneminden sonra geniş çaplı bir tefsir faaliyeti başlamıştır. Ancak, bu döneme ait tefsirler günümüze kadar ulaşmamıştır, Günümüze ulaşan en eski tam tefsir ise, hicrî 150 yılında vefat eden Mukâtil b. Süleyman'a aittir. Alî b. Ebî Talha (ö. 143/760), Sufyân es-Sevrî (Ö. 161/778), Yahya b. Sellâm (ö. 200/815) gibi hicrî II. yüzyılda yaşamış kişilerce telif edilen bu ilk dönem tefsirleri, genel­likle Mushaf tertibini esas alarak, sırasıyla ayetler hakkındaki rivayetleri naklet­mektedirler. Hiç şüphe yok ki, tefsir ilminin doğduğu ilk dönemlerde, bu faaliyet­le hedeflenen, levârüs olunan bilgilerin daha geniş kitlelere ve gelecek nesillere in­tikal ettirilmcsiylc sınırlı idi. Tefsir ilminin Kur'an'ı açıklama görevini üstlenme­si ise daha sonraki bir gelişmedir. Bu çerçevede ilk tefsir çalışmaları, el-Ferrâ' (ö. 207/822) ve EbÛ 'Ubeyde (ö. 210/825) gibi dilcilere aittir. Onlar, kelimelerin ve terkiplerin anlamlarını açıklmayı amaçladıkları için, hemen her ayet hakkında söyleyecek şey bulmuşlar ve açıklamalarını Mushaf tertibini esas almak suretiyle sunmuşlardır. Bu yazım geleneği, bugün minnetle başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi'nin (ö. 310/922) Câmi'u'l-Beyân An Te'vîli Âyi'l-Kur'ûn'ı gibi, dev eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin 'rivayet tef­siri' olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklan­maktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmf-fıkhı meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde, 'dirayet tefsiri' olarak nitelenen eserler de.re'y ağırlıklı olmakla birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır.

Gerek rivayet tefsiri oiarak gerekse dirayet tefsiri olarak değerlendirilen kla­sik tefsirlerde, Kur'an'ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri ola­rak oluşan Kur'an'ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Der-veze'nin sureleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru'l-Hadîs'ı gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hakim olmuştur. Tefsir literatürümüz, bu karakteristik yapısına rağmen, farklı ölçütlere başvurmak suretiy­le farklı başlıklar aitmda tasnif edilmeye elverişlidir. Müfessirleritı uzmanlık alanı­na, ilmî tutumuna veya mezhebi eğilimine göre tasnifler de yapılmıştır. Bu tasnif­lerden başlıcalarını zikretmek, tefsir literatürümüzün muhteva zenginliğini ve çok renkliliğini göstermesi bakımından önemlidir: Fıkhı tefsir, kelamı tefsir, i şan tef-sit, lugavî tefsir, felsefî tefsir, şif tefsir, ilmî tefsir, edebî tefsir, içtimaî tefsir vd.

Bilinen ilk Türkçe Kur'an meali Samanoğullan lideri Mansûr b. Nuh'un dö­neminde yapılmıştır. Kur'an meali özellikle Selçuklu dönemlerinde bilim ve sanat dilinin Arapça ve Farsça olması nedeniyle fazla rağbet görmemiştir. Osmanlı tef­sir geleneğinde ise müstakil sure ve cüz tefsirlerinin yanı sıra Zemahşerî, Râzî ve Beydâvî gibi müfessırlerin tefsirlerine yapılan bir çok şerhle söz konusu eserler yeniden inşa edilmeye çalışılmıştır. Bugünkü anlamda yaygın olan Türkçe tefsir ve meal geleneğinin, Tanzimat döneminde (1839-1876) başladığı söylenebilir. Bu dönemde gerçekleştirilen ve nicelik açısından sınırlı olan tefsin meallerdeki çevi­riler genellikle Farsça'dan Türkçe'ye kazandırılmıştır. II. Meşrutiyet'le birlikte di­nî müellefat ve özellikle de Türk toplumunu Kur'an'la doğrudan muhatap kılma gayretlerinin arttığı gözlemlenmektedir. 1925 yılında Diyanet İşleri Reisliği büt­çesi tartışılırken muhtelif mebuslar tarafından, toplumsal sorunların işleneceği ve günün insanına hitap eden bir Türkçe tefsire duyulan ihtiyaç dile getirilmiş ve ko­nu ayrıntılı olarak tartışılmıştır. Nihayet, Diyanet İşleri Reisliği bütçesinden Kur’an-ı Kerim ve ehâdis-i şerifenin tercüme ve tefsiri için muayyen bir meblağ tahsis edilmiş ve Kamil Miras'ın teklifiyle söz konusu tefsiri yazma görevi Elmalılı M. Hamdi Yazır'a tevdi edilmiştir. 1926'da Kur'an tefsiri yazmaya başlayan Merhum Yazır, 1938 yılında tefsirin telifini tamamlamıştır. Daha sonra 1960 ve 197l'de baskısı yenilenen Hak Dini Kur'an Dili, 1992'de bir defa 1993'te ise iki defa sadeleştirilerek basılmıştır. O günden bugüne halkımızın din öğrenimine üst düzeyde katkı bahşeden bu değerli çalışmanın yanı sıra, klasik ve çağdaş dönem tefsirlerinden yapılan tercümeler ve Türkçe telif edilen tefsirler sayesinde ülkemiz insanı oldukça zengin bir tefsir birikimine kavuşmuş bulunmaktadır. Bu zenginli­ğe rağmen, kamuoyunun malumu olduğu üzere, toplumumuz muhtelif vesilelerle Diyanet İşleri Başkanlığı'nın çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek yeni bir Kur'an tef­siri hazırlatması talebini dile getirmekteydi. Başkanlığımız bu talepler muvacehe­sinde, uzun yıllardan beri benimsemiş olduğu ülkemizin ilahiyat alanındaki biriki­minden azami ölçüde yararlanma politikasının bir gereği olarak, 1998 yılı içerisin­de Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadreddin Gümüş ve Prof. Dr. Mustafa Çağncı'dan oluşan bir komisyona Mushaf ter­tibine göre tefsir hazırlama görevi vermiştir. Komisyonun titiz bir çalışması sonu­cu hazırlanan ve bilahare Din İşleri Yüksek Kurulu'nun tetkikinden geçen eliniz­deki 'Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir' isimli eser ortaya çıkmıştır.

Tefsir tarihi üzerine  yapılan çalışmalar, tefsirler  arasındaki  yorum farklılıklarının arkasında, müfessirin fikrî eğilimi, uzmanlık alanı ve siyasî tutumu gibi kişisel unsurların yanı sıra. müfessirin yaşadığı çağın ihtiyaçları ve imkanları gibi toplumsal unsurların da yattığını göstermektedir. Bu durum, Kur'an tefsiri alanındaki çok sesliliğin sebeplerini anlamamızı kolaylaştırdığı gibi, tarih boyun­ca neden tek bir tefsirle yetinilemediğini de anlaşılır kılmaktadır. Bunun başlıca nedeni, tefsir faaliyetinin, özü itibariyle sübjektif olan 'yorum'dan ibaret olmasıdır. Tefsir faaliyetinin sübjektif karakteri nedeniyle, bugün için de, okuyu­cusunu bütün diğer tefsirlerden müstağni kılacak ve Kur' an' ı anlama konusunda­ki bütün sorunları giderecek bir tefsirden söz etme imkânı yoktur. Buna bağlı olarak, herhangi bir tefsirin Diyanet İşleri Başkanlığı'nca neşredilmiş olması, o tefsire resmî bir hüviyet kazandırmaz. Başkanlığın yaptığı, yayınlar konusunda dine ve topluma karşı sorumluluğu, ilme uygunluğu esas almaktır.

Elinizdeki tefsir, günümüz Müslümanlarının ihtiyaçları gözönünde bulundurarak ve klasik tefsir birikiminden yararlanılarak hazırlanmış değerli bir çalışma olup, uzmanlık alanlarında yetkin bilim adamlarından oluşan bîr heyet tarafından kaleme alınmış olma gibi bir imtiyaz taşımaktadır.

Diyanet

 

ÖNSÖZ

 

Kur'ân-ı Kerîm'in müslüman Türk insanı tarafından anlaşılmasına mütevazı bir katkı sağlamak amacıyla hazırladığımız Kur'an Yolu isimli bu tefsirin müellif­leri olarak, daha önce bir meal çalışmasına katılmış, ilmî bir faaliyeti müşterek olarak yürütme ve bitirme tecrübesi edinmiştik. Bu defaki çalışmamız esnasında uzmanlık alanlarımızın (tefsir, fıkıh ve fıkıh usûlü, İslâm felsefesi ve İslâm ahlâ­kı) farklılık taşımasının da, Kur'an tefsirinin gerekleri bakımından önemli imkân­lar sağladığını gördük. Bunun yanında ortak kitap çalışmasının zorluklarını ve bundan kaynaklanacak aksaklıkları asgariye indirebilmek için tedbirler aldık. Mutlaka başvurulması gereken kaynakların, uyulması gereken İlkelerin ve metot­ların en başta belirlenmesi; her birimizin tefsirini yaptığı kısmın diğer üyelerce dikkat ve emek verilerek okunduktan sonra toplu müzakere, teklif, tenkit ve tashi­he tâbi tutulması bu tedbirlerin başında gelmektedir.

Batı'da Kitâb-ı Mukaddes'in yorumu konusunda heyet olarak hazırlanmış birçok yayının mevcudiyetine karşılık, bildiğimiz kadarıyla İslâm dünyasında bir heyet tarafından yazılmış ve tamamlanmış Kur'ân-ı Kerîm tefsiri bulunmamakta­dır. Bu açıdan bizim çalışmamızla bir ilkin gerçekleştiği söylenebilir. Ayrıca, Kur'an Yo/u'nun, Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleri tarafından okunup tenkit süz­gecinden geçirilmesi de esere yararlı katkılar sağlamıştır.

Eserin hazırlanmasında okuyucu kitlesi olarak farklı düzeylerde öğrenim görmüş insanlar dikkate alınmaya çalışıldı. Öncelikli olarak bir müracaat kitabı değil, baştan sona okunan, tekrar tekrar okunan ve üzerinde zihin yorulan, inanç, fikir ve hayata pratik katkı sağlayan bir tefsir olmasının daha yararlı olacağı düşü­nüldüğü için eser orta hacimde tutulmuş; ayrıca anlaşılır bir dilin kullanılmasına özen gösterilmiştir. Öte yandan bazı konularda daha fazla bilgi sahibi olmak iste­yenler için, en uygun yerlerde ayrıntılı bilgi verilmesinin yanında, duruma göre il­gili kaynaklara da göndermeler yapılmıştır. Tefsirin diğer özellikleri "Giriş" bölü­münün sonunda "Bizim Tefsirimiz" başlığı altında açıklanmıştır; okuyucu açısın­dan eserin daha verimli olabilmesi için söz konusu kısmın göz önünde bulundurul-

TYin<;ınHfl vnrnr vnrHır

Eserin meal kısmının hazırlanması sırasında konuyla ilgili bellibaşlı çalışma­lar da göz önünde bulundurulmakla beraber, yapılan tercihler tefsire verilen eme­ğin ürünü olarak şekillenmiştir. Meale yansıtılamayan, ancak dikkate değer görü­len mânalara ise tefsirde ayrıca işaret edilmiştir. Aynı kelime veya ifadenin mealin değişik yerlerinde, asıl mânayı değiştirmemek kaydıyla farklı şekillerde çevrilmiş olması bağlam farkı, ağırlıklı konuya riayet, edebî zevk gibi sebeplere dayalıdır; bize göre bu usul meal açısından bir zenginlik oluşturmaktadır.

Kusursuzluktan söz etmek edebi aşmak olur, bu yüzden yapılan her işte bir­takım kusurların bulunması kaçınılmazdır. Bizim için de iddiadan ziyade ehliyet­ten ve iyi niyetten söz edilebilir. Kusurların düzeltilmesi için tenkide açık olduğu­muzu belirtiyor; tefsirin milletimize yararlı olmasını yüce mevlâdan niyaz ediyo­ruz.

Heyet

 

GİRİŞ

 

I. KUR'ÂN-I KERÎM

 

A) Tanımı ve Özellikleri

 

"Harfleri bir araya getirip seslendirmek, okumak" mânasına gelen kur'ân kelimesi, genel kabule göre diğer kutsal kitapların temel kurallarını ve bilgilerini bir araya getirdiği, ihtiva ettiği için Hz. Peygamber'e gönderilen kitabın adı ol­muştur. Terim olarak yapılan tanımlan, "Hz. Muhammed'e vahiy yoluyla Arapça olarak indirilen, Allah'tan geldiği ezberden ve yazılı olarak aynıyla intikal ettiği konusunda şüphe bulunmayan, müslümanca yaşamak isteyenler için hayat kılavu­zu olan ilâhî kitap" şeklinde özetlemek mümkündür.

Bu tanımda geçen unsurlar aynı zamanda Kur'an'in özellikleri olduğundan bunların sırasıyla açıklanması, onun tanınmasını ve tarifin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

 

1. Peygamber

 

Allah Teâlâ kullarına, dilediği bilgileri ve talimatı iletmeleri için bazı insan­ları seçmiş, onları yüklenecekleri vazifeye uygun ahlâk, yetenek ve güçlerle donat­mıştır. Kur'an'da nebî ve resul olarak anılan bu kişiler için dilimizde peygamber kelimesi kullanılır. Nebî (çoğulu enbiyâ) "aldığı vahyi yani haberleri, bilgileri, ta­limatı insanlara ulaştıran", resul de (çoğulu rusül) "Allah ile kullan arasında bu an­lamda elçilik yapan" mânasına gelir. Peygamberlerde beş ortak nitelik bulunur: Nadiren işledikleri ve "zelle" denen hatalan dışında günahtan korunmuşturlar (is­met), akıllı ve zekidirler (fetânet), Allah'tan aldıklan vahyi kullara olduğu gibi iletirler (tebliğ), her bakımdan güvenilir kişilerdir (emanet), özü sözü bir dürüst insanlardır (sıdk).

İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem'den son peygamber (hâtemü'1-enbiyâ) Muhammed Mustafa'ya kadar birçok peygamber gelip geçmiş; bunlann bir kısmına küçük, bir*kısmına da büyük hacimli kitaplar gönderilmiştir (vahiy). Adem'e 10. Sît'e 50. îdrîs'e 30 ve İbrahim'e 10 savfa olmak üzere bu peygamberlere gönderilen 100 sahîfe[1] ile Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an isimleriyle anılan dört büyük kitap, kutsal kaynaklarda ve şifahî rivayetlerde bildirilen vahiyler, ya­ni peygamberlere indirilmiş kitap ve sayfalardır (bk. A'lâ 87/18-19). Bunların so­nuncusu, son peygamber Hz. Muhammed'e gelmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm'dir.

 

2. Vahiy

 

Sözlükte vahiy "süratlice ve gizlice bildirmek"tir. Bu kelimenin, "üstü kapa­lı sözle, söz sayılmayan seslerle, organların işaretleriyle, yaratılışta belli bir bilgi ve beceriyi varlığın özelliği kılmakla, yazıyla ve şeytan, cin gibi maddî olmayan şuurlu varlıkların zihinlere soktukları hayal ve fikirlerle (vesvese yoluyla) bildir­me" gibi anlamlarda kullanımları da vardır.

Terim olarak vahiy, "Allah'ın peygamberlerine ulaştırdığı sözü,kelimesi, ke­lâmıdır. Yine Allah'ın kendisine yakın kullarına (velî) ya doğrudan veya melekler aracılığı ile ulaştırdığı bilgiler ve sözler için de -aşağıda örneği görüleceği gibİ-vahiy kelimesinin kullanıldığı olmuştur. Ancak bunlar için yaygın olarak ilham terimi kullanılır. İlhamın değeri sübjektiftir; Peygamber'e gelen vahye aykırı ol­mamak şartıyla kime gelmişse onun için geçerli ve dayanak olabilir. [2]

Kur'an'da vahiy ve aynı kökten fiiller, "vahyetmek, ilâhî sözü, bilgiyi ulaş­tırmak" mânasında çok sayıdaki âyette kullanılmaktadır. Vahyin birden fazla şek­li vardır:

a) Vahiy meleği Cebrail belli bir şekle -meselâ bir insan şekline- girerek ge­lir, başkalarının da duyup anlayacağı tarzda ilâhî sözü peygambere ulaştırır ya da kendine mahsus şekliyle yalnızca peygambere görünür ve sözü onun işitmesine uygun olarak kendisine ulaştırır. Hadis kitaplarının vahyi anlatan bölümlerinde bu vahiy tarzının örneklerinden bahsedilmiştir.

b) Hz. Musa'ya Tûrisînâ'da ve mukaddes vadide gelen vahiyde olduğu gibi, ulaştıran görünür bir aracı olmaksızın ilâhî söz işitilir.[3] Bu tarz bir vahye miraçta Hz. Peygamber de muhatap olmuş­tur.

c) Söz kalbe ve zihne doğrudan veya Rühulkudüs (Cebrail) aracılığıyla ileti­lir, gönderilir. Hz. Peygamber böyle bir iletişimi şu hadisinde dile getirmiştir: "Rû-hulkudüs kalbime şu*bilgiyi getirdi: Hiçbir kimse rızkını tüketmeden ölmeyecek­tir. Su halde Allah'tan korkunuz ve rızkınızı güzel, meşru yollardan talep ediniz.

Rızkın gecikmesi sizi Allah'ın emirlerini çiğneyerek onu elde etmeye itmesin. Çünkü Allah'ın katında bulunanlar ancak O'na itaatle elde edilebilir"[4]

d) "Mûsâ'nın annesine, 'Başına bir şey gelmesinden endişe ettiğinde onu nehre bırak...' diye vahyettik" (Kasas 28/7) mealindeki âyette olduğu gibi Allah'ın iradesi ilham yoluyla bildirilir. Burada vahiy ilham mânasında kullanılmıştır.

e) "Ve rabbin bal ansına şöyle İlham etti..." (Nahl 16/68) âyetinde bildirildi­ği gibi Allah, bazı yaratıklarını belli bir bilgi ve beceriye programlamış, bu bilgi ve eylem biçimini onların tabiatlarının bir parçası, temel Özelliği kılmıştır.

f) Rüya yoluyla bildirilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Vahiy kesildi, sona erdi, geriye yalnızca mübeşşirât kaldı. Bu da doğru bilgi getiren rüyalardır, bunu mümin görür veya ona gösterilir" [5] Bu maddede geçen vahiy de ilham mânasındaki vahiydir, Hz. Peygam-ber'e vahiy sâdık (doğru çıkan) rüyalarla başlamıştır. Ancak onun gördüğü rüya­ları diğer müminlerin gördükleri rüyalarla karıştırmamak gerekir. Çünkü Hz. Pey-gamber'in vahiy mahiyetindeki rüyasının sabah aydınlığı gibi açıkça doğru çıktı­ğı hadiste bildiriimiştir. [6]

Şûra sûresinin 51. âyeti, vahyin yukarıda geçen bütün şekillerini ihtiva et­mektedir: "Herhangi bir insanla Allah'ın konuşması ancak vahiy ile veya perde ar­kasından ya da bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyetmesİ şeklinde olabilir." İlham ve rüya yoluyla olanlar "vahiy ile" kısmına girer. Programlama insana de­ğil diğer bazı varlıklara ait olmakla beraber bunun için "Rabbîn bal ansına ilham etti" (evhâ) ifadesi kullanıldığından (Nahl 16/68), o da bu kategoriye dahildir. Ge­tireni görmeden sözü işitme şekli "perde arkasından" kısmına, Cebrail'in belli bir şekle girerek ilâhî sözü ulaştırması "bir elçi gönderip..." kısmına aittir.[7]

Kur'ân-ı Kerîm'de vahiy hem sözlük anlamında hem de terim olarak kulla­nılmıştır, Allah'ın vahyinin bütün çeşitlerini içine alan bir tanım vermek gerekir­se "Vahiy, yüce yaratıcının genel olarak varlıkları, dilediği özelliklere ve hareket tarzlarına göre programlaması, Özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tamamını vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve sü-ratlİ bir yolla peygamberlerine iletmesidir" dernek mümkündür.[8]

Vahiyde "gizlilik" ve "sürat" özellikleri vardır. Vahiydeki sürati, bilgisayarın bir tuşuna basarak kısa bir zaman parçası içinde ciltler doluşa bilgiyi yükleme, nakletme, kopyalama Örneğine bakarak tasavvur edip anlamak mümkündür.

"Bilinmezlik" vasfı vahyin mahiyeti, ne ve nasıl olduğu konusuyla ilgilidir. Vahyin özel bir bilgi iletişim aracı olduğu bilinmekle beraber mahiyet ve keyfiye­ti, neden ibaret olduğu, ilâhî sözün İnsana vahiy yoluyla nasıl intikal ettiği; konuş­mak için dile, harfe, kelimeye ve sese ihtiyacı bulunmayan, konuşması insanın ko­nuşmasına benzemeyen Allah'ın, kendi kelâmını peygamberlerine nasıl ilettiği ve bu kelâmın belli bir dile ait harf, kelime, cümle ve seslere nasıl dönüştüğü meç­huldür, gizlidir, sırdır; bu sırrın bilgisi sıradan insanlara verilmemiştir. Vahiy ma­hiyeti bakımından bilinemez olduğu gibi bu iletişimin oluşu, gerçekleşme keyfiye­ti de gizlidir, üçüncü bir şahıs buna muttali olamaz.

 

3. Vahyin Dili

 

Vahiy, Allah'ın kendi kelâmını (sözünü, söylemesini) peygamberlere yuka­rıda özetle belirtildiği şekillerde ulaştırmaktadır. Allah'ın kelâmında harf, kelime ve ses bulunmadığı için onu belli bir beşerî dille aynılaştırmak ve meselâ "Allah Arapça konuşur" demek mümkün değildir.

Vahiy -Allah Teâlâ'nın bildirmeyi dilediği mâna, hüküm ve nazım bozulup değişmeden- çeşitli dillere çevrilebilecek bir iletişim aracı, bilgi verme vasıtasıdır. Burada soru, "vahyin çeşitli dillere çevrilmesinin, çeşitli dillerde gelmesinin, vahyetme eyleminin hangi noktasında ve nasıl gerçekleştiği" ile ilgilidir. Vahyin mu­hatabı olan ümmetler Allah'ın verdiği bilgileri ve talimatı anlamadan ona itaat edemeyecekleri için, ilâhî bildirimlerin ilgili peygamberlere, her bir kavmin ken­di dilinde vahyedilmiş olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz (İbrâhîm 14/4). Ancak ilâhî kelâmın beşerî dile çevrilmesi, bu dil kalıbına dökülmesi nerede ve nasıl ol­maktadır? Eu soruya eskiden beri çeşitli cevaplar verilmiştir. Vahyin kaynağının, doğrudan Allah değil, faal akıl olduğunu ileri süren ve buradan hareketle vahyin dilini, sözlerini beşerîleştiren, peygamberlerin zihin ve ağızlarının eseri olduğunu ileri süren filozoflarla ilâhî kelâmın harf, kelime ve sesleri de ihtiva ettiğine ina­nan bir kısım Selefi düşünce mensuplarını iki uç sayarsak Ehl-i sünnet'i ortaya al­mak gerekir. Ehl-i sünnet kelâmcılarında kabul gören açıklamaya göre söz (kelâm) önce zihinde oluşur, sonra kelime ve seslere dökülür. Birincisi zihindeki söz (ke-lâm-ı nefsî), ikincisi dildeki sözdür (kelâm-ı lafzı). İlâhî kitaplardaki sözlerin zih­nî olana denk düşen kısmı Allah'ın sıfatı olup asla yaratılmamıştır, ezelî ve ebe­dîdir. Vahyin, dildeki söze denk düşen kısmı ise yaratılmıştır. Bu açıklamadan an­laşılan da ilâhî-nefsî kelâmın belli bir beşerî dil ile olmamasıdır. Beşerî dil ile olan lafzı kelâmdır. Ancak bu lafzı kelâm hangi aşamada ve nasıl oluşmaktadır ve in­sanın dilinde olmasına rağmen nasıl ilâhîdir, Allah'a aittir, peygamberlerin sözle­ri değildir?

Konuyu kavrayabilmek için yine bilgisayar teknik ve imkânlarından bir ör­neği kullanabiliriz. Bilgisayar tuşlarına basarak harfleri yazdığımızda, ekranda belli (yazanın gerekli işlemi yaparak istediği) bir harf şekli görülür, halbuki içeri­de (disk) yazılan, daha doğrusu işaretlenen belli bir harf şekli değildir, yeniden yazmadan birçok harf şekline dönüştürülebilir işaretlerdir (kodlar). Dilden dile ve dillere çevirme yapmak üzere programlanmış bilgisayarlarda da durum aynıdır; yazan belli bir dilde yazdığı halde diske kaydedilen şey - o belli dilin kelimeleri değil, o kelimelerin ve harf dizilerinin kodlandır. Bu sebepledir ki yazan Türkçe yazdığı halde bilgisayara "Bunu Fransızca'ya çevir" komutu verdiğinde aynı kod­lar ekrana Fransızca olarak yansıyıvermektedir. Vahyi ve ilâhî kelâmı da -arala­rında mahiyet farkı bulunmakla beraber konuyu zihinlere yaklaştırabilmek için-harf ve ses olmayan bilgisayar kodlarına benzetilebiliriz. Bu kodlar, Allah'ın ya-ratmasıyla melekte ve peygamberde belli beşerî harf ve kelimelere dönüşmektedir.

Bu açıklamalardan çıkan sonuca göre Allah'ın kelâmının, insan tarafından bilinen ve kullanılan dillerden bir dili yoktur, İlâhî kelâm melek veya peygamber aracılığı ile muhataplarına gelirken, yine Allah'ın yaratması ve müdahalesiyle -peygamber veya meleğin zihninde ve dilinde- onların dillerine dönüşmektedir.

 

4. Kur'an'ın Korunması

 

Geldiği zamandan itibaren kıyamete kadar bütün insanlığa hitap edeceği, on­ları hak dine, Allah'ın razı olduğu hayat tarzına davet edeceği, Allah tarafından bu maksatla gönderildiği için Kur'ân-ı Kerîm'İn değiştirilmeden korunması, geldiği gibi insanlığa sunulması gerekiyordu. Allah Teâlâ bunu üzerine aldığını, kullarına gerekeni yaptırarak kitabı koruyacağını yine kitabında şöyle bildiriyordu: "Kesin olarak bilesiniz ki bu vahyi kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yi­ne biziz" (Hicr 15/9). "Sana okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın" (A'lâ 87/6). "Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma! Onu zihninde toplama ve onu okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu anlatmak da elbette bize aittir" (Kıyâme 75/16-19).[9] Hz. Peygamber, ken­disine vahyedilen âyetleri unutmaması, hemen hafızasına alması için -âyetin vah-yedilmesi sürerken- okumaya çalışıyordu. Bu âyetler vahyedilerek kendisine, Al­lah tarafından şu teminat verildi: Onu sana okutacağız; hafızanda toplayacağız, yani ezberlemeni sağlayacağız; anlaşılmadık yer kalmayıncaya kadar gerekli açıkla­maları yapacağız.

Allah'ın, son kitabım koruma vaadi şu tedbirlerle gerçekleşmiştir:

a) Hz. Peygamber ve bir kısım ashabı tarafından tamamı, diğerlerince de çe­şitli kısımları ezberlenmiştir.

b) Hz. Peygamber'le Cebrail, yine Hz. Peygamber'le bazı sahâbîler, keza bir kısım sahabe kendi aralarında Kur'an'ı karşılıklı okumuşlar, birinin ezbere okudu­ğunu diğeri dinlemiş ve gerektiğinde düzeltmeler yaparak doğru ve sağlam ezber­lemeyi sağlamışlardır.

c) Âyetler geldikçe Hz. Peygamber tarafından vahiy kâtiplerine, ileride mus-haf haline getirildiğinde riayet edilecek sıra bildirilmek suretiyle yazdırılmış ve yazılan metin titizlikle muhafaza edilmiştir. Ayrıca sahabenin de ellerinde yazılı parçalar bulunuyordu.

d) Kur'an'in nüzulü tamamlandıktan kısa bir müddet sonra (Hz. Ebû Bekir'in halifeliği sırasında) Hz. Peygamber tarafından bildirilen nihaî sıralamaya göre bü­tün parçalar birleştirilmiş ve yeniden yazılarak koruma altına alınmıştır.

e) Hz. Osman'ın halifeliği döneminde Kur'an hattının standardize edilmesi suretiyle oluşturulan ana metinden yeni nüshalar kopya edilerek İslâm dünyasının başlıca merkezlerine gönderilmiştir.

Yukarıda özetlenen tedbirleri biraz daha ayrıntılı olarak incelemek yararlı olacaktır:

 

a) Kur'an'm Ezberlenmesi

 

Hz. Peygamber'in bütün Kur'an'ı ezberlemiş bulunduğu hem yukarıda meali verilen âyette zikredilen ilâhî vaadin zorunlu bir gereği olarak görülmekte hem de onun namazlarda ve namazların dışında münasebet düştükçe sayfalarca Kur'an'ı rahatça ezbere okumuş olduğu vakıasından (bu tarihî gerçekten) anlaşılmaktadır. Resûlullah en azından Kur'an nazil olmaya başladığı senelerde okuma-yazma bil­miyordu.[10] Bu sebeple onun ezberlemesi yazılı bir metni değil Cebrail'in getirdiği vahyi okuyarak gerçekleşmiştir.

Sağlam rivayetler birçok sahâbînin Kur'an'ı baştan sona ezberlemiş bulun­duklarını ifade etmektedir. Dört halife, Talha, Sa'd, Abdullah b. Mes'ûd, Huzeyfe, Salim, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Zübeyir* Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme, Ubâde b. Sâmit, Muâz, Übey bunların meşhurlarıdır. Sahabeden günümüze kadar ümmet içinde Kur'an'ı, dinî bir görev ve ibadet şuuruyla baştan sona ezberleyenlerin ve mushafı hiç yüzüne bakmadan başından sonuna kadar okuyabilenlerin sayısı her dönemde artış kay­detmiştir [11]

 

b) Mukabele (arza)

 

Sahih hadislerden anlaşıldığına göre Kur'an nazil olurken her ramazan ayın­da Hz. Peygamber onu Cebrail'e okumuştur. Bu karşılıklı okuma-dinleme işi (ar­za, mukabele) her ramazanda bir kere, Hz. Peygamber'in hayatının son ramazanın­da ise İki defa gerçekleşmiştir. Bunun yanında Resulullah güzel Kur'an okuyan bazı sahâbîlere onu okutarak dinlemiştir. Ayrıca daha Mekke devrinden başlamak üzere sahabe, yazdıkları veya ezberledikleri Kur'an parçalarını birbirlerine oku­muş ve öğretmişler, üzerinde müzakereler yapmışlardır.

 

c) Kur'an'm Yazıya Geçirilmesi

 

Resûlullah okuma yazma bilmemekle beraber yazının, metni korumadaki ro­lünü bildiği için ilk inen âyetlerden başlamak üzere Kur'an'in bütününü vahiy kâ­tiplerine kendi huzurunda, o zaman elde bulunan ve üzerine yazı yazmak mümkün olan birçok malzemeye yazdırmıştır. Bu kâtiplerin sayısı hakkındaki farklı riva­yetler rakamı kırka kadar çıkarmaktadır. Hz. Peygamber'in zamanında ve huzu­runda Kur'an'ın tamamı yazılmış olmakla beraber dağınık malzeme onun döne­minde tek bir ciltte toplanıp mushaf haline getirilmemiştir. Bunun da çeşitli sebep­leri vardır:

cl) Sûre ve âyetlerin geliş zamanlarıyla mushaftaki sıralama aynı değildir. Allah, peygamberine âyetlerin ve -aksini iddia edenler varsa da güçlü delillere da­yalı tespite göre- sûrelerin, ileride cilt haline getirilirken uygulanacak sıralama şeklini de bildirmiştir. Âyet ve sûrelerin gelişi, o sırada yaşayan ve Kur'an'a mu­hatap olan fertlerin ve genel olarak toplumun ihtiyaçlarına göre olmuştur. Nihaî sı­ralama ise bütün ümmeti, nesilleri ve insanlığı ilgilendirdiğinden zamanı gelince evrensel duruma ve ihtiyaca göre bu da yapılmıştır. [12]

c2) Ayetler her zaman sûreleri tamamlayarak gelmemiş, ihtiyaca ve duruma göre farklı sûrelere ait âyetlerin peş peşe geldiği de olmuştur. Bu sebeple geliş so­na ermedikçe Kur'an'ı nihaî sıralamaya göre bir kitap ve cilt şekline sokmak mümkün değildi.  

c3) Kur'an'ın nüzulü yaklaşık yirmi üç yıllık bir süre içinde tamamlandıktan sonra Hz. Peygamber çok az (iki aydan biraz fazla veya bundan daha az) yaşamış, bildiği ve bildirdiği sıralamayı yapıp kitabı, mushaf haline getirmeye vakit ve im­kân bulamamış, bunu kendisinden sonra gelenlere (halifelerine, ümmetine) bırak­mıştır.

 

d) Mushaflaştırma Faaliyeti

 

12 (633) yılında yalancı peygamber Müseylime'ye karşı yapılan Yemâme Savaşı'nda şehid düşen çok sayıda müslüman arasında, sayısı yüzlerle ifade edi­len Kur'an hafızı ve okuyucusu bulunuyordu. Hz. Ömer bu durumu görünce, Hz. Peygamber hayatta iken Kur'an'ı yazmış, öğrenmiş, ezberlemiş olan kimselerin azalması halinde mushaflaştırma {nihaî sıralamaya göre tertip edip yeniden yaza­rak bir ciltlik kitap haline getirme) işinin zorlaşacağını düşündü, bu işin bir an ön­ce yapılması için halifeye başvurdu. Bundan sonrasını mushaflaştırma görevini üstlenen Zeyd b. Sabit şöyle anlatır:

"Yemâme'de verilen kayıptan sonra Ebû Bekir beni çağırttı. Ömer b. Hattâb da yanında idi. Sözü Ebû Bekir açtı:

- Ömer bana geldi ve 'Yemâme Savaşı'nda birçok Kur'an hafızım kaybettik. Buna benzer durumlarda daha birçok hafızı kaybetmemizden ve bu sebeple de (hâfızalardaki) Kur'an'in birçoğunun kaybolup gitmesinden korkuyorum ve Kur'an'ın derlenmesini (cem') emretmenizi uygun görüyorum' dedi. Ben kendisi­ne, 'Resûlullah'ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsın!' dedim, 'Vallahi bu hayırlı bir iştir' cevabını verdi ve bu talebini ısrarla tekrarladı. Sonunda Allah'ın tütfuyla bu teklif gönlüme yattı ve bu konuda onun gibi düşünmeye başladım. (Zeyd'e hi­taben) 'Sen akıllı ve genç bir insansın. Seni hiçbir şeyle suçlayamayız (sana güve­nimiz tamdır). Ayrıca sen Resûlullah için de vahyi yazıyordun. Artık Kur'an't araştır, derleyip topla.'

(Zeyd anlatmaya devam ediyor:) Vallahi dağlardan birini yerinden kaldırıp taşımamı isteselerdi bana Kur'an'ı derleme teklifinden daha ağır gelmezdi. Benim cevabımla konuşma şöyle sürdü:

- 'Resûlullah'ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsınız?'

- 'Vallahi bu hayırlı bir iştir.'

Ebû Bekir bana teklifini tekrarladı durdu; sonunda ikisinin gönlüne ve kafa­sına yatan iş, Allah'ın lütfuyla benim de gönlüme yattı. Hurma dallarının uygun yerlerinden, düz taşlardan... ve insanların hafızalarından toplamak üzere Kur'an'ı araştırmaya koyuldum*... Bu suretle derlenmiş olan sayfalar vefatına kadar Ebû Be­kir'in yanında idi, sonra hayatı boyunca Ömer'in yanında kaldı, sonra da onun kızı Hafsa'nm yanında koruma altına alındı" [13]

Hz. Ebû Bekir'in talimatı uyarınca Zeyd b. Sabit, insanların yazılı veya ez­berden getirdikleri Kur'an parçalarını şu şartlarla kabul etmiştir:

a) İlgili şahıs onu Resûlullah'ın huzurunda yazmış olacak,

b) Buna dair iki şahit getirecek,

c) Genel olarak halkın ezberlediği ve bildiğine uygun bulunacak [14]

Zeyd b. Sâbİt hem Kur'an hafızı hem de Hz. Peygamber'in vahiy kâtiplerin­den biri idi. Hz. Peygamber zamanında yazdırılan Kur'an sayfalan da (Kur'an'ın yazılı olduğu malzeme) elinin altında bulunuyordu. Bu malzeme ve bilgiye daya­narak Kur'an'ı derleyip mushaf tertibinde yazması mümkün olduğu halde halkın hafızasındaki ve ellerindeki malzemeye başvurması, karşılaştırma yapması ve itti­fak hâsıl olduktan sonra kaydetmesi hem korumaya yönelik bîr ihtiyattır hem de ileriye dönük İhtilâfları ve iddiaları önleme amacı gütmektedir.

Abdullah b. Mes'ûd'un teklifiyle mushaf adı verilen bu nüsha, şüpheye yer bırakmayacak Ölçüde titizlikle toplanmış, tertiplenmiş, yazılmış ve -ileride açıkla­nacak olan- yedi harfi ihtiva etmiş bulunuyordu. Bu nüshada (mushaf) âyetler ge­liş sırasına göre değil, Resûlullah'ın bildirdiği nihaî sıralamaya göre ve ait olduk­ları sûrelere yazılmıştır.

 

e) Hz. Osman Döneminde Yapılan Çalışmalar

 

Buhârî yukarıda özetlenen derleme faaliyetiyle ilgili rivayetten sonra Hz. Os­man zamanında yapılan "tek harfe indirerek birden fazla nüsha yazdırma" İşi hak­kındaki bilgiyi de Enes b. Mâlik'ten aktarmıştır. Hicrî 25. yılda Hz. Osman'ı bu faaliyete iten sebep, Ermenistan ve Azerbaycan fetihlerinde bulunan Huzeyfe b. Yemân'ın, evine bile uğramadan doğruca halifenin huzuruna çıkarak kendine ora­da olup biteni anlatmasıdır. Huzeyfe'nin verdiği bilgiye göre çeşitli bölgelerden savaşa iştirak eden müslümanlar bu savaş esnasında, Kur'an'ı farklı okuma yüzün­den birbirlerine düşmüşler, sert tartışmalara girmişler, hatta bazıları kendilerinden farklı okuyanları ağır bir şekilde suçlamışlardı. Farklı okuma sebebi, Hz. Ebû Be­kir zamanında yazılan nüshada "yedi harf in bulunması, bu bakımdan bölge ve ka­bileler arasında farklı okumalara imkân hâstl olması ve bazı sahâbîlerin özel nüs­halarında -Kur'an'tten olmayan- bir kısım açıklayıcı kelimelerin bulunması idi. Huzeyfe bu ihtilâfın tefrikaya, bölünüp parçalanmaya, kitap üzerinde şüphelerin oluşmasına sebep olacağından korkmuş, halifeden duruma müdahale etmesini ri­ca etmişti. Bunun üzerine halife yine Zeyd b. Sabit başkanlığında dört kişiden olu­şan bir heyet kurmuş, heyete daha önce yazılan mushafı ve Kureyş lehçesini esas alıp diğerlerine (diğer harfler) yer vermeden birkaç nüsha mushaf yazmaları, yani ana nüshadan birkaç kopya çıkartmaları emrini vermiştir, Heyet yedi nüsha yaz­mış, Halife Osman bunları İslâm ülkesinin yedi bölgesine göndermiş, ayrıca bun­ların doğru okunmasını sağlamak üzere uygulayıcılar da görevlendirmiştir. [15] Halife bundan sonra Kur'an nüshalarmdaki şekil ve lehçeye göre yazılıp okunmasını, buna uy­mayan farklı lehçelerden kelimelerle açıklamaları ihtiva eden özel yazmaların yok edilmesini istemiştir.

Allah Teâlâ'nın Kur*ân-ı Kerîm'i koruma vaadinin bir tecellisi olmalıdır ki, bu ilk nüshaların gönderildiği bölgelerde yaşayan müslümanlar, o mushaflan esas alarak onların aynı olan birçok Kur'an nüshası yazmışlar; ayrıca İslâm tarihinin her döneminde ve bütün İslâm ülkelerinde çok sayıdaki müslüman tarafından Kur'an-ı Kerîm ezberlenmiş, böylece bu kutsal emanetin hiçbir değişikliğe uğramadan sonraki nesillere intikali sağlanmıştır. Hz. Osman'ın anılan heyete ha­zırlattığı yedi nüshanın akıbetine gelince, bu konudaki bilgiler net olmamakla bir­likte bunların en az üçünün günümüze kadar geldiği kabul edilmektedir. Bu üç nüshadan biri Osmanlılar'in Medine'den çıkarken yanlarında getirdikleri ve halen Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan nüshadır. İkincisi Timur'un Şam'dan alıp gö­türdüğü nüshadır ve halen Taşkent'te bulunmaktadır. Üçüncüsü ise İngilizler'in Moğol hükümdarlarının sarayından alıp götürdükleri ve Londra India Office Kütüphanesi'ne koydukları nüshadır.[16] İlk mushaf-lar konusunda değerli bilgiler veren Osman Keskİoğlu'na göre de Medine musha­fı günümüze kadar gelmiştir. Küfe mushafınm 1689'da Suriye'de olduğu hakkın­da kesin bilgiler vardır. Şam mushafı son zamanlara kadar korunmuş olup Suriye­li Abdülhakîm Efgânî tarafından resim yapar gibi aynen kopya edilen bir nüshası Şam'da bulunmaktadır. Taşkent'te bulunan nüshanın ise Hz. Osman'ın mushafı olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır.[17]

 

B Yedi Harf

 

Birçok hadiste Kur'ân-ı Kerîm'in "yedi harf üzerine" indirildiği zikredilmiş­tir.[18] Bu "yedi harf'teri maksadın ne olduğu üzerin­de değişik açıklamalar Vardır. Bunlar içinde bize göre gerçeğe uygun olanı şu iki­sidir:

a) Yedi harften maksat yedi Arap kabilesinin lehçeleridir,

b) Yedi harf aynı mânaya gelen kelimelerin birbirinin yerine kullanılmasıdır. Bilindiği üzere Kur'an, Arapça'nın Kureyş lehçesine uygun olarak vahyeditmiştir, Allah Kur'an'la yeni karşılaşan ve Kureyş lehçesinden farklı lehçeleri bulunan Arap ka­bilelerine kolaylık olsun diye bazı kelimeleri, aynı mânada olup onların kullandık­ları kelimelerle de ifade buyurmuş yani bu kelimeleri de vahyetmiştir. Bu kelime­lerin de sayısı yediyi geçmemiştir; yani bir mâna karşılığında en çok yedi farklı kelime kullanılmıştır.

Bu konuda zikredilen hadislerle yapılan açıklamalardan ortaya çıkan sonuç şudur: Kur'an'a muhatap olan Arap kabileleri, ortak bir dil (Arapça) konuşmakla beraber aralarında lehçe farkları vardı ve farklı kabileler, bazı kavramlar ve nesne­ler (maddî varlıklar) için farlı kelimeler kullanırlardı. Hz. Peygamber Kureyş ka-bilesindendi ve bu kabilenin dili en gelişmiş Arap lehçesiydî. Kur'ân-ı Kerîm bu lehçede gelmiş olmakla beraber -bütün kur'an'm değil- bazı kelimelerin farklı lehçe ve şekillerde okunmasına başlangıçta Allah tarafından izin verilmiş, hangi kelimelerin kullanılacağı da Resûlullah'a bildirilmiştir (yedi harf üzere inmesinin mânası budur). Kur'an ve İslâm zihin ve gönüllere yerleştikten sonra Kureyş lehçesi yaygınlaştığı için artık bu ruhsata gerek kalmadığı, Kureyş lehçesi yaygın­laştığı, öte yandan -az da olsa- farklı kelimenin, ümmetin birliğine gölge düşüreceği yönündeki işaretler göz önüne alınarak, Hz. Osman zamanında ana nüshadan kopya edilen nüshalar Kureyş lehçesine göre yazılmıştır.[19]

Yukarıda açıklanan yedi harf meselesinin yanı sıra Arapça gramer özellik­lerine ve tecvid (güzel okuma) kurallarına, bu konulardaki farklı anlayış ve uygu­lamalara dayanan kıraat farklılıkları İslâm âlimlerince ilk asırdan İtibaren dikkatli bir incelemeye tâbi tutulmuş, o dönemdeki yazının okuma açısından pek çok seçeneğe açık bulunması gerçeği göz önüne alınarak sahih okuyuşların sahih olmayanlardan ayırt edilmesine özel bir önem atfedilmiştir. Bu konu kıraat ilmi diye bilinen disiplin içinde etraflı bir şekilde ele alınmış olup Hz. Peygamber'e dayandığı kabul edilen vücûhü'l-kırâe (okuma şekilleri) için şöyle bir tasnif yapılmıştır: Kırâat-i seb'a (genel kabule göre mütevâtir rivayete dayalı yedi okuma şekli), kırâât-i aşere (çoğunluğa göre mütevâtir, bazı âlimlere göre meşhur rivayete dayalı üç okuma şeklinin daha yedi okuma şekline eklenmesiyle elde edilen on okuma şekli), takrîb (on okuma şekline tek râ\îli dört okuma şeklinin daha eklenmesiyle elde edilen on dört okuma şekli).

Gerek yedi haifin gerekse yukarıda işaret edilen değişik kıraatlerin şu iki önemli özelliği gözden kaçırılmamalıdır:

a) Bunların tamamında okuyuş şeklinin Hz. Peygamber'e dayanması esas alınmıştır,

b) İslâm inancı, ibadeti, ahlâkı ve değişik alanlara dair düzenlemeleri hususunda bu farklı okuyuşların değiştirici bir etkisi ve sonucu yoktur.[20]

 

C) Kur'an'm Amacı ve Muhtevası

 

Kur'ân-ı Kerîm'in gönderiliş amacı insanların inançlarını düzeltmek, ahlâkı­nı güzelleştirmek, dünya hayatlarım düzene koymak; İlâhî İrade, rızâ ve düzene uygun bir dünya hayatından sonra ve bu sayede onlara ebedî saadetlerini kazan­dırmaktır. Bu amaca ulaşabilmek için: a) Emir ve yasaklara ihtiyaç vardır, b) Bu emir ve yasakların hayata geçmesi, bunların kaynağının, "yaratıcı, varlığı zaruri, kemal sıfatlarına sahip, her çeşit eksiklik ve kusurdan uzak bulunan Allah" oldu­ğunun bilinmesine bağlıdır, c) Bu iman, bilgi ve şuuru desteklemek üzere de mü­kâfat ve ceza vaadi gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'e giriş mahiyetinde olan Fatiha sûre­sinin başından "yevmü'd-dîn"e kadar bu hususların birincisi, "müstakîrr’e kadar ikincisi ve buradan sonuna kadar da üçüncüsü veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Üçüncü bsımda mükâfat ve ceza vaadi ile - konulan desteklemek, canlı bir şekil­de tasvir etmek ve geçmişten ibret alınmasını sağlamak üzere verilen- Kur'an kıs­salarının özü yer almış bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'in bilgi, irşad ve talimatla ilgili bütün muhtevası "bilinmesi ve inanılması gerekenlerde "yapılması gereken­ler" diye ikiye ayrılabilir. Birincisinde Allah, peygamberlik, gayb âlemi hakkında bilgilerle öğütler, misaller, hikmetler ve kıssalar vardır. İkincisinde ise ibadetler ve hayat düzeni gibi amelî ve ahlâkî hükümler, Öğretiler yer almaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'in gönderiliş amacı ve muhtevası hakkında özlü bilgi veren Şah Veliyyullah şunları ifade etmektedir: Kur'ân-ı Kerîm'in geliş amacı Arap­lar'in ve başka kavimlerin, göçerlerin ve yerleşiklerin, hâsılı bütün insanların ne­fislerini terbiye etmektir. Kur'an'in doğrudan (lafzı, mantûku) ifade ettiği bilgiler beş bölüme ayrılabilir.

1. İbadetler, sosyal, hukukî ve siyasî hayatla ilgili hükümler (farzlar, vacip­ler, menduplar, mubahlar, mekruhlar, haramlar,..). Bu konulardaki bilgilerin açık­lanıp geliştirilmesini fıkıhçılar üslenmişlerdir.

2. Yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler ve münafıklardan ibaret bulunan -doğ­ru yoldan sapmış- dört grupla mücadele bilgisi. Bu bilginin açıklaması kelâmcıla-ra aittir.

3. Yer ve göklerin yaratılması, Allah'ın kâmil sıfatlarının açıklanması ve kullara gerekli bulunan diğer bilgilerin ilham edilmesi kabilinden olan ilâhî nimet ve lütuflann (âlâullah) hatırlatılması.

4. İnsanlık tarihi boyunca itaat edenlerin ödüllendirilmesi ve isyan edenlerin cezalandırılmasıyla ilgili olayların (eyyâmullah) bilgisi.

5. Ölüm ve sonrasıyla ilgili bilgiler. Bu bilgileri, ilgili hadislerden de yarar­lanarak detaylandırma işini de vaiz ve eğitimciler üzerlerine almışlardır.[21]

Bazı tefsirciler Kui'ân-ı Kerîm'in muhtevasıyla ilgili olarak aşırıya kaçan açıklamalar yapmışlar; beşerin Kur'an'dan önce ve sonra elde ettiği ve edeceği bü­tün bilgilerin bu kitapta bulunduğunu ileri sürmüşler, bu abartılı iddiayı haklı gös­termek için zorlama ürünü açıklamalara girişmişlerdir. İşin doğrusu şudur ki Kur'ân-ı Kerîm'in asıl muhtevası, yukarıda açıklanan ve amacını gerçekleştirmek için zaruri bulunan bilgi kümelerinden ibarettir. Bunların dışında çeşitli sûrelerde temas edilen bilgiler, verilen örnekler, yapılan benzetmeler asıl muhtevayı açıkla­maya, zihin ve gönüllere yerleştirmeye yönelik olup bu ölçüler içinde verilmiştir.

 

D) Kur'an'ın Şekli ve Üslûbu

 

Kur'ân-ı Kerîm 114 sûreden oluşmaktadır. Sûre başlarındaki besmeleler ile bazı mukatta harflerin birer âyet sayılıp sayılmaması, bazı âyetlerin birleştirilerek sayılması, duraklardaki ihtilaflar gibi farklı sayım kriterleri sebebiyle âyetlerin sa­yısı farklı rakamlarla ifade edilmiştir. Mushaflardaki mevcut numaralandırmaya göre âyet sayısı 6236'dır. Daha çok kabul edilen görüş de budur. Sûreler şekil ba­kımından kitapların bölümleri gibidir, âyetler ise cümleler ve paragraflara benze­tilebilir. Sûre sayısının 114 olduğu konusunda bir ihtilâf yoktur. Giriş mahiyetin­deki Fatiha sûresinden sonra genellikle uzun sûrelerden kısalara doğru bir sırala­ma yapılmıştır. Sûre ve âyetlerin sıralanması, iniş (nüzul) tarihine göre yapılma­mıştır. Sûre sıralamasının Hz. Peygamber tarafından mı yoksa sahabe tarafından mı yapıldığı konusunda üç görüş vardır: a) Sıralamayı Allah'tan aldığı bilgiye da­yanarak Resûlullah yapmış, daha sonra Hz. Osman resmî mushafı buna göre ter­tip ettirmiştir, b) Sıralama sahabenin içtihadına dayanmaktadır, bu sebeptedir ki sahabenin ellerinde farklı sıralama yapılmış mushaflar olmuştur, c) Uzun sûreleri, hâ mîm ile başlayanları ve küçük sûreleri (Kur'an'ın çoğu) Hz. Peygamber sırala­mış, geri kalanların sıralanması İse ümmete bırakılmıştır. Uzun tartışmaları İlgili kaynaklara bırakırsak bizim kanaatimiz, mushaf tertibinin Hz. Peygamber'in ver­diği bilgiye dayandığı yönündedir.[22]

Âyetlerin tertibi vahye dayanmaktadır. Âyet sayısıyla ilgili farklı rakamlar, bazı âyetlerin başlangıç ve sonlarının farklı tespit edilmesi, sûrelerin başlarındaki besmelelerin âyet sayılıp sayılmaması ve bazı sûrelerin başında bulunan harflerin ayrı âyet olarak alınıp alınmaması konularındaki ihtilâfa dayanmaktadır. Bu se­beplerle âyet sayısıyla ilgili olarak (6204, 6214, 6219, 6225, 6236 ve 6600 gibi) farklı rakamlar tespit edilmiştir. Elimizdeki mushafta âyet sayısı 6236'dır. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus şudur: Sayımların tamamı mushafın bütünü­nü ihtiva etmektedir; meselâ 6204 sayan 6600 sayana göre 396 âyeti inkâr etmiş, "Bunlar Kur'an'da yoktur" demiş değildir. Rakam farkı yukarıda zikredilen se­beplere dayanmaktadır.

Kur'an'ın yazıldığı tarihte Arap yazısı çok gelişmiş değildi; sesli harfler ve uzatma işareti bulunmadığı gibi şekilleri aynı olan (bâ-tâ-sâ, cim-ha-hı gibi) bazı harfleri birbirinden ayırmak İçin konulan noktalar da yoktu. Buna rağmen ana dil­leri Arapça olan, ayrıca güçlü bir ezberden okuma geleneğine sahip bulunan sahâ-bîler, âyetleri Hz. Peygamber'den de dinledikleri İçin bu yetersiz yazıdan Kur'an'ı doğru okumakta fazla güçlük çekmiyorlardı. Ancak hicrî ilk yüzyılın ikinci yarı­sından itibaren Arap olmayanların da İslâm'a girmeleriyle okuma güçlüklerinin çıkması üzerine şekilleri aynı olan harfleri birbirinden ayırmak için harfin üstüne veya altına bir, iki yahut üç nokta konulmaya; sesli harf yerine geçmek üzere ha­reke denilen işaretler; uzatma işareti olarak da harekesiz elif, vav, yâ harfleri kul­lanılmaya başlandı. Resmî emir üzerine ilk defa Ebü'l-Esved ed-Düelî {ö. 69/688), bir heyetten de yararlanarak nokta şeklindeki harekeyi icat edip üstün yerine har­fin üstüne, esre yerine altına, ötre yerine de önüne, farklı renklerle birer nokta koy­du. Sonra Irak Valisi Haccâc b. Yûsuf'un emriyle Nasr b. Âsim el-Leysî (ö. 90/708) tarafından harfleri birbirinden ayırmaya yarayan noktalar kondu (i'câm). Aradan bir asır kadar zaman geçtikten sonra büyük dil âlimi Halîl b. Ahmed (ö, 175/791), bugün kullanılmakta olan harekeleri ve noktalan belirledi. Muhammed b. Tayfur es-Secâvendî (ö. 560/1165), âyetlerin sonlarına, mânayı göz önüne ala­rak -okuyana bu bakımdan kolaylık sağlayan, bugünkü noktalama işaretlerininki-ne yakın işlevleri olan ve adına secâvend denilen- işaretleri koydu. Müslümanlar Kur'ân-ı Kerîm'i hem farz ve nafile namazlarında hem de namaz dışında ve ço­ğunlukla programlı olarak okuduktan için gerektikçe mushaf, bu maksada uygun "menzil, cüz, hizb, ta*şîr" gibi bölümlere ayrılmış ve bunlara mahsus işaretler de konmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'in ilk muhatapları VII. yüzyılda Arabistan'da yaşayan Arap-lar'dır. Son peygamberin onlar arasından seçilmesinin doğa) bir sonucu olarak ön­ce onlar ıslah ve irşad edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer ka­vimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Bu durum ise kaçınılmaz olarak Kur'an'm Arapça olması, ayrıca belirtilen amaca hem de muhataplara uygun bir üslûp taşıması sonucunu doğurmuştur.

Kur*ân-ı Kerim söz şekli itibariyle ne şiirdir ne de nesirdir. O günlerin Arap­ları şiire ve hikmetli sözlere düşkündüler; bu söz çeşitlerinin de alıştıkları şekille­ri vardı. Allah Kur'an'ın cazibesini arttırmak için onların bu düşkünlüklerini dik­kate almış, Kur'ân-ı Kertm'e hem şiirin hem de hikmetli veciz sözlerin güzellik­lerini, çekiciliğini ihtiva eden, fakat onlardan da farklı olan bir şekil ve üslûp ver­miştir. Sûrelerin başlangıç ve bitişlerinde, kelimelerin seçiminde ve dizilişinde, âyetlerin bitişlerindeki kafiye benzeri ses uyumlarında bu özellik ve güzellikleri görmek mümkündür.

Yukarıda "Kur’an'in Amacı ve Muhtevası" başlığı altında zikredilen beş bil­gi grubu, genel olarak Hz. İbrahim'den beri bilinen ve yaşanan tevhİd inancıyla in­sanın yaratılıştan gelen (fıtrî) ihtiyaçlarına ve meyillerine uygun düzenlemelerden ibarettir. Bu bilgiler Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bir metot ve üslûp içinde verilmiş­tir.

1. Hükümler, daha sonraları fıkıhçılarm ve usulcülerin yaptıkları gibi, teorik bakımdan zaruri olmayan açıklamalardan arındırılmış kısa metinler ve kurallar şeklinde (metin tekniğinde ve sisteminde) değil, günlük hayatın doğal akışı içinde geçtiği, halk arasında konuşulduğu ve yaşandığı biçimde verilmiştir.

2. Farklı düşünce ve inanç gruplarıyla yapılan tartışmalarda felsefecilerin ve mantıkçıların kullandıkları metot ve deliller yerine bilgi, kültür ve eğitim bakımın­dan orta dereceyi temsil eden halkın anlayacağı, ikna olacağı deliller (meşhûrât, müsellemât, hatâbiyyât) kullanılmış, felsefecilerin itibar ettikleri kesin deliller (burhan) bu kanıtların içine gizlenmiş, satır aralarında verilmiştir.

Müfessîrlerin çoğu, bu iki bilgi grubuna giren her âyet için bir kıssa (hadise, olay) tespit edip bunu ilgili âyetin geliş sebebi olarak göstermeye çalışırlar. Hal­buki -bazılarının özel sebepleri olsa da- bu âyetlerin geliş sebebi, genel olarak Kur'an'ın gönderiliş amacıyla ilgilidir, ona bağlıdır. Bu amaç İnsanoğlunu eğite­rek kemale erdirmek, şapkan (bâtıl) inançları ve fıtratı bozan, kemal yolculuğunu olumsuz etkileyen davranışları (fâsid amelleri) ortadan kaldırmaktır. İnsanların zihninde, inanç ve hayatlarında dünden bugüne bâtıl inançlar ve fâsid ameller bu­lunduğu için ilgili âyetler gelmiştir. Allah'ın nimetlerini, geçmiş ümmetlere yaptıklarını, ölüm ve sonrasında insanların karşılaşacağı durumları arılatmadan onları uyarmak mümkün olmadığı için de bu gruplara giren âyetler gelmiştir. Bu sebep­ler geneldir, evrenseldir. Özel sebeplere (kıssalar, nüzul sebepleri) bağlı âyetler ol­dukça azdır; bunların çoğunun hükmü (getirdiği düzenleme ve kural) dahi özel olayla sınırlı olmayıp yine genel ve evrensel değer taşır.

3. Allah Teâlâ kendi isimlerini ve sıfatlanın zikretmekte kullan İçin fayda görmüş; bunları, insanların fıtrî zekâlan ve kavrayış kapasiteleriyle anlayabilecek­leri bir seviye ve çerçevede açıklamıştır. Öte yandan"O'na benzer hiçbir şey yok­tur" (Şûra 42/11) mealindeki âyette de ifade buyuruluğu üzere, Allah'ın zâtı bakı­mından olduğu gibi isimleri ve sıfatları bakımından da kullarıyla herhangi bir or­taklığından söz edilemez, Bununla birilikte O'nun isimlerinin ve sıfatlarının çoğu -O'nunkilerle mukayese edilemeyecek derecede kusurlu olarak- kullarında da var­dır. Bunlann insanda bulunması onun insan olarak kemalini, tamlığını, olmaması ise eksikliğini gösterir. Mutlak kemal sahibi olan Allah'ta ise bu kemale delil olan sıfatlann bulunması ulûhiyyetin gereğidir. "O'na benzer hiçbir şey yoktur" âyeti, Allah'ın kullara benzetilmesini engeller, insanlann taşıdıkları için bildikleri birta­kım isim ve sıfatlarının -eksiksiz kusursuz olarak- Allah'ta da bulunduğunun zik­redilmesi ise O'nun -benzetme yapmadan- bir ölçüde tanınmasını sağlar, Allah'ı bilip tanımaya (mârifetullah) vesile olur.

Allah Teâlâ nimetlerini sayarken daha ziyade -çeşitli kavimlerden şehirli ve­ya göçebe- insanlann bildiği, tanıdığı, arzuladığı nimetleri zikretmiş; âlimlerin, kâmillerin, sultanların bildikleri ve arzuladıklarını sayıp dökmemiştir.

4. Kur'ân-ı Kerîm'de geçmiş ümmetlere ait ibretli olaylardan (kıssalar, eyyâ-mullah) bahsedilirken iki hususa itina gösterilmiştir: a) Araplar'm temas halinde bulunduklan yahudilerden işittikleri peygamberlere ve ümmetlere ait kıssalara yer verilmiş; buna karşılık meselâ Çin, Hİnt, İran vb. ülkelerde cereyan eden olaylara temas edilmemiştir (sadece ateşperest olan İranlılarla Ehl-i kitap olan Bizanslılar arasındaki bir savaşa -Araplar'ın olaya gösterdikleri psikolojik ilgi sebebiyle- bir değinme vardır; bk. Rûm 30/2-4). b) Kitab-ı Mukaddes'te görülenin aksine, kıssa­lar bütün detaylarıyla değil amaca hizmet edecek yönüyle ve bu ölçü içinde veril­miştir. Aksi halde anlatılanlar ya insanların ilgilerini çekmeyecek ya da -detay ve­rildiğinde- tarihî macera yönü daha fazla ilgi çekeceği için amaç zayi olacak, yal­nızca hikâye akılda kalacaktı.

5. Ölüm ve sonrasına ait olaylar anlatılırken, insanlann âhiretteki azaptan korkmaları ve eşsiz, çekici nimetleri uinmalan hedeflenmiş, anlatım ve tasvirler­de seçim buna göre yapılmış, buna uygun üslûp seçilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'İn üslubuyla ilgili olup hemen herkesin aklına gelebilecek olan aşağıdaki iki soruya, Şah Veliyyullah -bizce de isabetli olan- şu cevapları ver­miştir:

a) Kur'an'ın esas muhtevasını teşkil eden beş ilim (beş grup bilgi) neden bir defa zikredilip verilmek yerine -çoğu- tekrarlanarak verilmiştir?

Cevap: Bir sözü muhataba İfade ederken iki maksat güdülebilir:

1. Bilmedi­ğini bildirmek ve öğretmek. Bunun için bir defa veya bir yerde söylemek yeterli­dir. Bu suretle muhatap sözü duyup anlayınca bilmediğini bilir hale gelir ve mak­sat hâsıl olur,

2. Bilgiyi şuuruna yerleştirmek, onunla bütünleşmesini ve hayatına örnek almasını, okumasından lezzet duymasını sağlamak. Söylemekten maksat bunlar olunca sözü bir yerde ve bir kere söylemek yeterli olmaz, bununla amaca ulaşılamaz. Allah Teâlâ yüce kitabında âyetlerini, kimi zaman birinci, kimi zaman da ikinci maksatla ifade buyurmuştur. Bu sebepledir ki Kur'an'ın yalnızca anlaşıl­ması değil devamlı okunması da emredilmiştir. İkinci maksadın hakkıyla gerçek­leşebilmesi için İse aynı konular ve bilgiler aynı kelime ve cümleleriyle değil de­ğişik ifadelerle verilmiştir.

b)  Kur'an'ın verdiği bilgiler niçin -sonradan yazılan kitaplarda görüldüğü gibi- sistematik bir düzen içinde değil de dağınık olarak verilmiştir?

Cevap: Allah'ın gücü mümkün olan her şeyi kapsamakla beraber bu konu­larda hâkim olan O'nun hikmetidir. Burada hikmet, kitabın gönderildiği kavmin {ilk muhataplar) dillerine, ifade alışkanlıklarına ve açıklama, konuşarak anlaşma üslûplarına uymayı gerektirmiştir. Bilindiği gibi Kur'an geldiğinde Araplar ne ilâ­hî ne de beşerî bir kitabı tanıyorlardı. Eğer ilâhî kitap, üslûp ve sistematik bakım­larından sonradan düzenlenen kitaplara benzer şekilde gönderilseydi hem muha­taptan bunu garip kargılar, gerektiği şekilde ilgi göstermez, benimseme ve anlama güçlüğü çekerlerdi hem de birinci sorunun cevabında zikredilen maksat hâsıl ol­mazdı [23]

 

E) Kur'an'ın Mucize Oluşu (İ'câz)

 

Kur'ân-ı Kerîm'in Mekke ve Medine dönemlerinde inen sûrelerinde İnkarcı­lara meydan okunmuş; bu kitabın Allah'tan geldiğinde şüpheleri varsa, onu Hz. Peygamber'in uydurduğu iddialarında samimi iseler benzerini yapıp getirmeleri gerektiği bildirilmiştir. Bu cümleden olarak Kur'an'a benzer bir kitap (Kasas 28/49), onun sûrelerine benzer on sûre (Hûd 11/13), sûrelerine benzer bir sûre (Yûnus 10/38) ve onun gibi bir söz (Tür 52/34) oluşturup getirerek iddialarını İspat etmeleri istenmiştir. İnkarcı Araplar bütün arzularına ve teşebbüslerine rağmen bunu yapamamışlar bir âyete benzer söz dahi söyleyememişler; böylece bu husus­ta âciz oldukları, yapamayacakları ortaya çıkmış, "Asla yapamayacaksınız" (Ba­kara 2/24) sözü fiilen gerçekleşmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'in bir sûresinin, hatta bir âyetinin bile benzerinin yapılama­ması özelliğine onun i'câzı denir. Sözlükte i'câz "âciz, çaresiz bırakmak"tır. Mu'ciz "çaresiz bırakan", mucize ise "sıradan insanların yapamadığı, ancak pey­gamberlere Allah'ın lütfettiği, olağan üstü fiiller, etkiler ve haller"dir. Kur'an mu'cizdir; çünkü meydan okuduğu halde kimse benzerini yapamamıştır. Kur'an mucizedir, çünkü bu eşsiz kitap son peygamber Hz. Muhammed'in peygamberli­ğinin hak ve gerçek olduğunu ispat eden en kalıcı delil olmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'in mu'ciz ve mucize oluşu hangi özelliklerinden gelmekte­dir? Hangi bakımlardan o bir mucizedir?

Bu sorunun cevabını vermek üzere tefsir ve ulûmü'l-Kur'ân kitaplarında pa­ragraflar ve bölümler tahsis edilmiş, ayrıca i'câzü'1-Kur'ân konusunda birçok ki­tap yazılmıştır. Câhiz (ö. 255/869), Rummânî (ö. 384/ 994),Cüicânî (ö. 471/1026) gibi daha eski tarihlerde bu konuyu kitaplaştıran âlimler, Kur an'ın bütününe hâ­kim bulunan i'caz yönünü ele alacak yerde bazı örnek âyetler üzerinde durmuşlar, kelâm ilmini ilgilendiren konulara girmişler, beşerin acizliğinin irade ve kudret ile ilişkisini incelemişlerdir. Çağdaş yazarlardan Mustafa Sâdık er-Râfiî Kur'an'in kelimelerinde, terkip ve âyetlerinde hâkim bulunan mûsiki ve ses uyumu üzerinde durmuş; i'cazm, bu niteliklerde odaklaşttğını ifade etmiştir.[24] Seyyid Kutub ise tasvir sanatını ön plana çıkarmış; gerek maddi gerek­se manevî varlık ve kavramları, Kur'an'in yaptığı gibi tasvirin İmkânsızlığına dik­kat çekmiştir. [25] Subhî es-Sâlih de Kur'ân-ı Kerîm'in meydan okumasına konu teşkil eden özelliğinin -ilk muhatap­ları dikkate alındığında- muhtevasından ziyade ifadesinde ve üslûbunda aranılma­sı gerektiğini ve bu sebeple Râfiî ve Seyyid Kutub'un tespitlerinin İsabetli oldu­ğunu ifade etmiştir.[26]

Burada bir fikir vermek üzere iç ve dış güzelliğin, mükemmelliğin zirvesin­de olan kutsal kitabımızın i'câzını ortaya koyan üç özelliğinden söz etmek müm­kündür:

1. Söz Sanatı. Seçilen kelimeler, kelimelerin dizilişi, grameri, uygulanan edebî sanatlar, mûsiki,ve kelimelere -dilin imkânları sonuna kadar kullanılarak-yüklenen mânalar taklit edilemez mükemmelliktedir.

2. Üslûp ve Şekil Özelliği. Kur'ân-ı Kerîm'den önce Araplar'da sözlü ede­biyatın iki şekli vardı: Şiir ve nesir. Nesir de hitabet ile kâhinlerin kafiyeli sözle­rinden ibaretti. Kur'ân-ı Kerîm şiir olmadığı gibi Araplar'ın bildiği nesirden de farklıdır. O, öğüt ve talimattan ibaret bulunan iki amacını gerçekleştirmek üzere şeklin ve üslûbun en uygunlarını seçmiş, yerine göre uygun geçişler yaparak; mi­saller, kıssalar ve tarihî olaylardan yararlanarak vermek istediğini en güzel ve et-kİli bir şekilde vermiştir.

3. Muhteva Özelliği. Kur'ân-ı Kerîm'in muhtevası özetle iman (inanmak), nelere inanılacağı, İbadet ve çeşitleri, hükümler ve talimat, ahlâk bilgisi ve eğiti­mi, yaratılış ve oluş, gayb âlemi ve buradaki varlıklar, kısmen peygamber ve ka­vimler tarihi, İnsan ve kâinatın yapısı, gelecekle ilgili bazı haberler ve bilgilerden oluşmaktadır. Hz. Peygamber'in çevresi ve yetişme şartları bellidir. Onun ve çev­resindekilerin bu bilgilere sahip olmadıkları, bu bilgilerin bîr kısmına o çağda ya­şayan başkalarının da sahip bulunmadığı bilinmektedir. Peygamberliğinden önce okuma-yazma bilmeyen (ümmî) bir zatın ağzından çıkan, hepsinin de doğru oldu­ğu ya o anda yahut zamanı gelince anlaşılan ve bundan sonra da anlaşılacak olan, yakın çevredeki dinlerin ve bu dinlere ait kitapların yanlışlarını düzelten, tahrifle­ri açıklığa kavuşturan bu muhteva (Kur'ân-ı Kerîm'in içeriği) olağan üstüdür, mû-cizedîr; ancak doğru bilginin kaynağı Allah'tır, başka bir ihtimal mâkul değildir.

 

F) Nesih

 

Sözlükte "değiştirmek ve gidermek" mânasına gelen nesih ilk devirlerde mutlak olarak bu anlamlarda kullanıldığı halde fıkıh usulünün oluştuğu ve tedvin edildiği zamanlardan İtibaren şöyle tanımlanmıştır: "Sonra gelen bir nassın, önce­kinin -İkisi bir arada olmayacak ölçüde karşıt- hükmünü kaldırması." Bu iki anla­yış farkı sebebiyle Kur'ân-ı Kerîm'de nesneden (nâsih) ve neshedilmiş bulunan (mensuh) âyetlerin sayısı farklı tespit edilmiş, hükmü tamamen kaldırmayıp kap­samını daraltan, kayıt ve sınır getiren değişiklikleri de nesih sayan ilk devir yo­rumcularına göre sonraki usulcülerin tanımında mensuh âyet sayısı azalmıştır.

Allah'ın insana ve tabiata hâkim kıldığı kanunlar içinde bir de "değişim kanunu" vardır. Buna göre fert ve grup olarak insan bilgisi, becerisi, eseri ... değişiklikler geçirmekte, bir cihetten ve bir zaman diliminde terakki ederken bir başkasında inişe geçmektedir. Bu kanun (kevnî hüküm) karşısında ilâhî dinlerin (şer'î hükümler) uyumsuz kalması düşünülemez; çünkü dini gönderen de tabiat kanunlarını koyan da» Allah'tır. Biri diğerinden sonra gelen iki din arasına uzunca bir zaman dilimi girdiği için evrensel ve ebedî olan hükümler dışında kalan tâlimat ve kuralların değişmesi (sonra gelen dinin, öncekine ait bazı hükümleri yürür­lükten kaldırması) tabiidir. Ancak bir dînin tebliğ ve tatbikinin ilk yıllarında, mu­hataplarını yeni hükümlere ve uygulamalara alıştırmak maksadıyla, birbirini de­ğiştiren hükümlerin arka arkaya gelmesi caiz inidir? Bu mesele öteden beri İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Sahabe devrinde anlaşıldığı gibi "özel bir hükmün geneli özelleştirmesi, mutlak olan ifadenin sınırlandırılması, bir kayıt veya vasfın ihtirazî (bağlayıcı) olmadığının açıklanması, ilk bakışta anlaşılan mânanın kaste-dilmediğinin beyan edilmesi..." kabilinden değişikliklerin, açıklamaların caiz ve vâki olduğu genellikle benimsenmiştir, A ve B gibi birbirine her yönden zıt iki hü­kümden, sonra gelenin öncekini yürürlükten kaldırması mânasındaki değişiklik (nesih) Sünnî çoğunluk tarafından caiz görülmüş ve örneklendirilmiş olmakla be­raber bazı âlimler "Nazarî olarak caizdir, fakat böyle bir örnek yoktur" tezini sa­vunmuşlar; neshin gerçekleşmiş bulunduğuna örnek olarak çoğunluğun gösterdiği âyetleri farklı yorumlamışlar, arada çelişki bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.

Neshin gerçekleştiğini iddia edenlerden bir kısmı sayıyı hayli kabartırken Ebû Bekir İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148), Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlimler sayıyı yirmiye, çağdaş âlimlerden Faslı Hâcevî on ikiye, Hindistanlı Şah Veliyyullah (ö. 1176/1762) beşe kadar indirmişlerdir [27]

Şah Veliyyullah'ın mensuh olduğunu kabul ettiği beş âyetten üçü Resûlul-lah'la ilgilidir. Bunlardan birisi ona mahsus evlenme hakkı, diğeri de yine bağla­yıcılığı kendilerine özgü olan gece namazı (teheccüd) konusundadır; üçüncüsü ise onunla gizli bir şey konuşmak isteyenlerin önceden fukaraya sadaka vermelerini İsteyen âyettir (Mücâdele 58/12). Bu üç âyetin mensuh olduğu kabul edilse bile -ki, bu da tartışmaya açıktır- ümmeti alıştırarak din kurallarını koyma gerekçesiyle bunların bir ilgisi yoktur; Hz. Peygamber'in hayatı ve hayatta olduğu dönemle il­gilidir. Geriye iki âyet kalmaktadır:

1. Bakara sûresinin 180. âyeti. Ana-babaya ve akrabaya mâkul ölçüde bir ma­lın vasiyet edilmesini isteyen bu âyetin hükmünü miras âyetinin (Nisa 4/11-12) kaldırdığı iddia edilmektedir. Halbuki miras âyetinin kendilerine belirli pay getir­diği akraba dışında kalanlara vasiyet mecburiyetini devam ettirdiğini, vasiyet âye­tini kapsamını daraltarak yürürlükte bıraktığını düşünmek, âyetleri böyle yorum­lamak ve uzlaştırmak mümkündür.

2. Enfâl sûresinin 65. âyetinde müminler savaşa teşvik edilmiş, bir müslümana karşı on düşmanla vuruşsalar bile galip gelecekleri bildirilmiş; 66. âyette ise sayi azaltılarak bire iki vuruşma halinde bile savaşı kazanacakları ifade edilmiştir. Bu âyetlerden ikincisinin birincisini neshettiğini söyleyenlere biz katılmıyoruz. Çünkü savaşta asıl olan kazanma ihtimali veya savaşa girme zaruretidir, bunlar da durum ve şartlara göre her zaman değişebilir.[28]

 

G) Kuran İlimleri (Ulûmu'l-Kur'ân)

 

Kur'an ilimleri tamlaması iki mânada kullanılmıştır:

1. Kur'ân-ı Kerîm'İn ihtiva ettiği ilimler ve bilgiler. Yukarıda "Kur'an'ın muhtevası" başlığı altında bu hususta yeterli açıklama yapılmıştı. Bazı âlimler bu konuda aşırıya kaçarak insana, yakın ve uzak çevresine, görülen ve görülmeyen âlemlere ait ne kadar bilgi ve her alana ait ne kadar ilim varsa bunların tamamının ya açık ifade ve söz şeklinde ya da mefhum ve işaret olarak Kur'an'da mevcut ol­duğunu ileri sürmüş, bu yönde zorlama açıklamalar yapmışlardır.[29]

2. Kur'an'm tarihi, yazılma şekli ve yazı problemleri, okunması, anlaşılması gibi konularda yapılan araştırma, inceleme, düzenleme ve açıklamalar. Hz. Pey­gamber karışıklığı, başka sözlerle Kur'an âyetlerinin birbirine karıştırılmasını ön­lemek maksadıyla Kur'an'dan başka bir şeyin yazılmamasını istediği için sahabe, Kur'an ilimlerini yazmamış, şifahî olarak öğrenip öğretmeyi tercih etmişlerdir. Sonraki dönemlerde önce Kur'an'ın yazı şekli, nüzulü, nâsihi ve mensubu, Mek­ke'de ve Medine'de gelenler gibi belli konularda incelemeler ve derlemeler yapı­lıp yazılmaya başlanmış, III. asırdan itibaren de -böyle parça çalışmalar yanında-bütün Kur'an ilimlerini ihtiva eden kitaplar telif edilmiştir.[30] Kendisinden önce yapılmış çalışmalardan yararlanarak el-İtkan fi ulûmi'l-Kur'an adıyla bir özet kitap yazan Siiyûtî, bu eserinde seksen civarında Kur'an ilminden bahsetmiş­tir. Kur'an ilimlerinin en önemlisi tefsirdir ve bu konu aşağıda ele alınacaktır. Di­ğer bazılarına ise yukarıdaki maddelerde temas edilmiştir.

 

A) Tefsir ve Te'vilin Tanımlan

 

Kur'an ilimlerinin en Önemlisi tefsirdir, diğer ilimler onun yardımcısı gibidir, Çünkü tefsir Kur'an'ı anlamaya ve açıklamaya yönelik faaliyetler bütünüdür. Kur'an anlaşılmadıkça uygulanamaz, uygulanamadıkça da -İslâm'a göre insanların yaratılış sebebi olan- Allah'a kulluk, O'nun rızasına uygun bir hayat gerçekleşemez.

Kur'an'ı anlamak, Allah'ın ne demek istediğine ulaşmak için yapılan çabalar iki kelime ile ifade edilegelmİş olup bunların ilki -aynı zamanda bir ilmin adı olan-"tefsir", ikincisi de "te'vil"dir.

Sözlükte tefsir "açmak ve açıklamak"ür. "Maddî bir şeyin üstünü açıp orta­ya çıkarmak" mânasına da gelmekle beraber daha ziyade "mânayı açmak, açık ha­le getirmek" anlamında kullanılmaktadır. Kelimeye bu mânada Kur'an'da da yer verilmiştir (Furkan 25/33). Terim olarak tefsir "Beşer için mümkün olan ölçüde Allah'ın muradını araştıran, anlama yollarını gösteren ilim dalı" İçin kullanılmak­tadır.

Sözlükte "dönmek, yerine varmak, yerini bulmak" anlamına gelen evi kö­künden türetilmiş olan te'vil, terim olarak usulcülerden önce ve sonra iki farklı mânada kullanılmıştır. Öncekilere göre te'vilin iki anlamından ilki "sözü açıkla­mak, mânasını belirlemeye çahşmak"tır. Taberi âyetleri açıklamaya başlarken te'vil kelimesini bu mânada kullanmaktadır. İkincisi ise "açıklanan sözden kaste­dilen olayın, onunla anlatılmak istenen şeyin kendisi, yani gerçekleş, mesi"dİr. Bi­rinci anlamdaki te'vil zihindedir, zihindeki bilgidir; ikincisi ise zihnin dışındadır. Meselâ söz emir ise "te'vil, emirle istenen fiil"dir, söz haber ise "te'vil, haber ko­nusu olan hadise"dir. Kur'ân-ı Kerîm'de te'vil kelimesi daha ziyade bu ikinci mâ­nada kullanılmıştır. [31]

Fıkıh usulü âlimlerine göre te'vil, "geçerli bir sebebe ve delile dayalı olarak sözü öncelikli (râcih) mânasında değil de ikinci derecede akla gelen mânasında al­mak, böyle anlamak ve yorumlamak"tır. Bu tarife göre te'vil eden hem lafzın ikin­ci mânaya da geldiğini açıklamak hem de bu mânayı tercih etmesinin sebep ve de­lilini bildirmek durumundadır.

Valıyedilen lafzın mâna ve maksadını belirlemeye yönelik faaliyet olarak tef­sirle te'vil arasındaki fark üzerinde çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bu iki kelime­yi eş anlamlı olarak değerlendiren ve kullanan âlimler karşısında Ebû Mansûr el-Mâtüridî (ö. 333/944) gibi farklı mânalarda alanlar ve tanımlayanlar da vardır. Mâtürîdî'ye göre tefsir, Allah'ın kelâmından muradının ne olduğunu kesin olarak belirlemek, "Allah bunu murat ve kastetmiştir" diyerek O'nun adına söz söyle­mek, şahitlik etmektir. Te'vil ise kesin açıklama ve şahitlik söz konusu olmaksı­zın kelâmın, muhtemel mânalarından birini tercih etmektir [32]

Tefsir ve te'vil kepmelerinin kitaplara geçmiş bulunan sözlük ve terim mâ­naları (tanım) böyle olmakla beraber dilimizde yaygın olan karşılıkları şöyledir:

Tefsir, Kur'ân-ı Kerîm'in Arapça veya başka bir dille yapılan açıklamalarıdır. Bu açıklamaların âyet ve hadislerle sahabe rivayetlerine dayanan kısmına rivayet tef­siri, başta dil ilmi olmak üzere diğer yardımcı bilgilere, aklî verilere dayanılarak yapılan kısmına ise dirayet tefsiri denir. Te'vil ise geçerli bir sebebe dayanarak sözü, ondan anlaşılan açık (zahir) mâna yerine, nispeten kapalı veya ikinci derece­de bulunan başka bir mânada anlayıp yorumlamaktır.

 

B) Tefsire Duyulan İhtiyaç

 

Birçok âyette Kur'ân-ı Kerîm'in, anlattığını apaçık anlatan bir kitap olduğu bildirilmiştir. Apaçık olan bir sözü neden açıklamaya, tefsir ve te'vil etmeye İhti­yaç hâsıl olmuştur?

Hz. Peygamber'in Kur'an'ı anlamada bir zorluğu olmamıştır. Sahâbîler de -kendi dillerinde ve ifade üslûplarına uygun olarak gelmiş bulunan- Kur'an'm man-tûkunu (sözün içeriği, sözün karşılığı olan mâna) anlamakta genellikle güçlük çek­memişlerdir. Dili bilmekle anlaşılması mümkün olmayan, Allah tarafından açık­lanmadıkça tam olarak anlaşılamayan bazı âyetlerle (müteşâbihat) ne kastedildiği konusunda açıklamaya girişmek, Kur'an'da geçen ilâhî sıfatların mahiyetlerini araştırmak, haklarında az-çok bilgi verilmekle birlikte tasrih edilmeyen isimleri belirlenmeye çalışmak, Kur'an'da özette verilen kıssaların tafsilâtına girişmek, bu gibi konularda sorular sormak Sahâbîler tarafından Allah'ın muradına aykırı ola­rak telakki edilmiş, bu konularda nadiren sorular sorulmuştur. Ne var ki zaman İlerlemesiyle sahabe nesli tükenmiş, farklı kavimler İslâm'a girmeye başlamış, başlangıçtaki dil ve üslûp saflığı giderek kaybolmuş, öncekilerin sormadıklarım sonra gelenler gittikçe artan bir tempo ile sorup araştırmaya koyulmuşlar; sahabe­nin "uygulama sayesinde anlama, âyetin geliş sebebini bilme" gibi görerek ve du­yarak elde ettikleri bilgilerden sonra gelenler mahrum kalmışlar ve bütün bu geliş­meler, bu yeni durumlar karşısında müslümanlar, Kur'an'ı anlamak için yeni bil­gilere ve açıklamalara ihtiyaç duymuşlardır. Ayrıca düşünce, inanç, kültür gibi ko­nularda anlamak isteyeni çevreleyen yeni şartlar -bu şartlardaki farklılaşmalara pa­ralel olarak- İnsani an sağlıklı veya sağlıksız yeniden okuma ve anlama çabalarına yöneltmiş, tefsir faaliyetleri de bu gelişmelere paralel olarak hem nicelik hem de içerik ve mahiyet bakımından zenginleşmiştir.

 

C) Kur'an'ın Anlaşılmasında Yöntem

 

Kur'ân-ı Kerîm müslümanlann hayatları için vazgeçilmez bîr rehber olarak kabul edildiğinden onun doğru anlaşılması için ilk dönemlerden itibaren yoğun bir zihnî faaliyet ortaya konmuş ve bunun ürünü olarak zengin bir literatür oluşmuştur. Sahabe ve onları takip eden nesilde şifahî olarak oluşturulan, bir son­raki nesilden itibaren de yazıya geçirilen bu mirasın bize kadar gelen ilk örneğini İmam Şafiî'nin er-Risâle'si teşkil eder. İmam Şâfıî "Nasıl anlaşılır?" sorusu yeri­ne "Nasıl açıklıyor?" sorusunu koymuş ve kitabının baş tarafında "Allah'ın, kendi hükmünü nasıl ve hangi lafızlarla, kavramlarla açıkladığını" tespit etmeye çalışmıştır.

Gazzâlî, el-Müstasfâ min 'ilmi'1-usûl isimli usul kitabında (1,339-340), "Hz. Peygamber'den duyulan ilâhî kelâmdan Allah'ın muradını anlama" problemini ele almış, bunun için hitapta kullanılan dilin bilinmesinin şart olduğunu kaydettikten sonra sözü şöyle sürdürmüştür: "Eğer lafız, 'başka bir mânaya ihtimali bulun­mayan' anlamında 'nas' ise anlamak için dili bilmek yeterlidir. Eğer sözün birden fazla mânaya ihtimali varsa, yanında bir de karîne bulunmadıkça İlâhî murat anlaşılamaz. Karîne de birkaç çeşittir: a) 'Hasat günü de hakkını verin' (En'âm 6/141) mealindeki âyette geçen 'hak' kelimesinin 'öşürdür' diye açıklanmasında görüldüğü gibi karîne açık bir söz olabilir, b) "Gökler de O'nun kudret elinde dürülüp bükülmüştür' (Zümer 39/67) mealindeki âyette olduğu gibi karîne akıl olabilir, c) İşaret, hareket ve davranışla öncesi, sonrası gibi pek çok hal karineleri olabilir. Bunları bizzat gören ve yaşayan sahabe daha sonrakilere, kesin bilgi veya zan hâsıl edecek şekilde açık sözlerle veya yukarıda geçenlere benzer karinelerle naklederler..."

Gazzâlî'nin yaptığı "nas olan ve olmayan sözler" taksimim, mânalarını açarak ve her birinin özelliklerini açıklayarak veren usulcülerden Şevkânî (ö. 1250/1832), özetle şunları söylemektedir: Lafızlar zihinlere, hem mantûkları hem de mefhumlarıyla birtakım mânaları taşırlar. Mantûk "söylenen" demektir; mânaya sözden, sözün lügat anlamından ulaşılıyorsa anlaşılana terim olarak man­tûk denir. Söylenenden, lafızdan değil de onun mânası üzerinde düşünülerek, bir­takım işaret ve karineler değerlendirilerek bir başka mânaya ve hükme ulaşılıyorsa buna da "mefhum" denir. Mantûk mâna bakımından tek İhtimalli ise "nas", çok ihtimalli ise "zahir" ismini alır. Lafzın mantûku ile tek mânayı ihtiva etmesi de "mutabakat", "tazammun" ve "iltizam" şekillerinde olursa "sarîh"tir. Belli bir insanın adı olan Ahnıed lafzının o insanın bütününe delâleti (bütününü anlatması) birincisine (mutabakat); eli, ayağı, kalbi gibi parçalarını anlatması (bunların da genelin parçaları olaftk mânaya dahil bulunması) ikincisine (tazammun); yürür ve konuşur olduğunu anlatması da üçüncüsüne (iltizam) örnektir. İltizamda Ahnıed'in insan olduğunu düşünen kimse onun, bir arıza bulunmadıkça yürür ve konuşur olması gerektiği (İnsan olmaktan bunun lazım geldiği) sonucuna varmak­tadır. Bu sonuç, bu mâna Ahmed'in bütünü veya parçası değil başka bir ilişki türüyle ona bağlı olan özelliğidir. Bu mânaların tamamı nassın sarih mânalarıdır. Sözden mânaya gidiş "iktizâ", "îmâ" ve "işaret" yollarıyla olursa "gayr-i sarîh"tir. Şer'an veya aklen cümlenin ve mânanın tutarlı, doğru olması belli bir anlayışı (söze belli bir mâna vermeyi) zorunlu kılıyorsa "iktizâ delâleti"; cümle ile birlikte bulunan hükmü, saçma veya yersiz olmasın diye gerekçe olarak yorumlamak icap ediyorsa, başka bir deyişle söz, hükmün gerekçesi olarak değerlendirilmediği tak­tirde gereksiz olacaksa ve bu sebeple gerekçe (illet) olarak değerlendirilmiş olur­sa "îmâ delâleti", söyleyenin kastetmediği tutarlı bir mâna ortaya çıkıyorsa, akıl bu anlamı da çıkarıyorsa "işaret delâleti" söz konusudur.

Mefhum, söylenenden (mantûk) çıkarılan, ama söylenmemiş olan (sözde geçmeyen) mânadır. Bu da "muvafık" ve "muhalif diye ikiye ayrılır. Mefhum diye ifade edilen mâna mantûktan anlaşılan mânaya uygun ise "muvafık mefhum" vardır; bu iki mâna hüküm ve etki bakımından eşit ise mefhumdan çıkarılana "lahnü'l-hitâb" denir; "Annene öf deme" sözü, "Bıktım senden deme" mefhumunu da verir; bu "lahnü'l-hitâb"a örnektir. Aynı cümleden çıkarılacak olan "Anneni dövme" mefhumu ise mantûktan daha kuvvetlidir ve buna "fahva'l-hitâb" denilmektedir. Mantûk ile mefhum arasında uygunluk değil, bir yönden aykırılık (muhalefet) varsa muhalif mefhuma ulaşılmış ve buna "delîlü'l-hitâb" ismi de verilmiştir. Muhalif mefhumun çeşitlerine girmek sözü uzatacağı için burada birkaç örnekle yetineceğiz: "Kırmızı elma al" demek "Yeşil elma alma" demektir. "Çocuk uyanırsa hırkasını giydir" demek "Uyanmazsa giydirme" demektir, "Şehre girince attan in" demek, "Girmedikçe inme" demektir... [33]

Klasik usulcüler Arap dilinin, Kur'an'ın nazil olduğu çağdan bu yana sahip olduğu bu ifade (delâlet) özelliklerini göz önüne alarak lafızdan hareket etmişler (literal okuma yapmışlar), kısmen veya tamamen yürürlükten kaldırıldığına (nesh) dair kesin delil bulunmayan âyet ve hadislerin mânalarını ve hükümlerini bütün zaman ve mekânlar için geçerli kabul etmişler, Kur'an'ı da bu çerçevede anla­maya, açıklamaya çalışmışlardır. Kur'an'ın ve hadislerin bütününden çıkardıkları temel amaçlan (makasıd), yeri geldikçe tek tek âyet ve hadislerin hikmetleri olarak değerlendirmişler, buna dayalı açıklamalar yapmışlarda. Belli bir âyet veya hadisin ilk bakışta anlaşılan mânası akıl veya makasıdla ya da mânaları açık ve kesin naslar gibi daba güçlü bir delille çelişirse zayıf olanı, güçlü olana göre yorumlama (te'vil, uzlaştırma) yoluna gitmişlerdir.

Klasik tefsir usulünde ağırlıklı olarak Kur'an metninin bağımsızlığına zarar vermeden onu anlama çabası esas alınırken son zamanlarda bu çabanın yanında, Kur'an'ı içinde yaşanılan zamanın şartlarına taşıyarak ona yaşanan hayatın gidişini belirleyici bir İşlev yükleme düşüncesi ağırlık kazanmaya başladı. Bazı çağdaş İslâm âlimleri ve fikir adamlarına göre, İmam Şafiî'den itibaren klasik dönem usûl-i fıkıh ve özellikle ehl-i hadis geleneği mensupları, yorumcunun öznelliğine karşı Kur'an metninin bağımsızlığını koruma kaygısını öne çıkarmışlar, ancak zamanla bu kaygının abartılması giderek metni anlayan Öznenin (fakih, mütekellim vb.), yaşadığı dönemin ve toplumun şartlarından uzak kalması sonucunu doğurmuş; bu da Kur'ân-ı Kerîm'in yaşanan çağa taşınmasına ve belirleyicilik işlevine zarar vermiştir.

Bu ortak tespite rağmen az çok farklı öneriler geliştirmeye çalışan bazı çağdaş âlimlerin paylaştıkları temel öneri, Kur'an-ı Kerîm'in evrensel mesajlarıyla temel ilke ve amaçlarının belli yöntemlerle metinden çıkarılması ve bunların çeşitli tarihsel durumlara uygulanmasıdır. Bu suretle başlangıç dönem­lerinde olduğu gibi bugün de Kur'an'ı hayatla bütünleştirmek, müslümanların ve genel olarak İnsanlığın sorunlarına Kur'an'dan çözümler üretmek mümkün ola­caktır. Burada metni ve yorumcunun tarihsel durumunu bir araya getiren şey, Kur'an'ın evrensel ilkeleri ve değerleridir, Bununla birlikte Kur'an'ı anlama konusundaki yeni görüşler de kendi içinde bazı problemler taşımakta olup, bun­ların taraftarlarının kendi aralarında henüz bir yöntem birliğine ulaşmış olduklarını söylemek mümkün değildir. Ayrıca klasik yorum usulünü devam ettirmenin gerekliliğine inanan kesimin bu tür yeni sayılabilecek yöntem önerilerine yönelt­tikleri eleştiriler de hâlâ İlgili bilim muhitlerince tartışması sürdürülen konular arasında bulunmaktadır. Bu tür yeni sayılabilecek yöntem önerilerine karşı çıkarak klasik yorum usulünü devam ettirmenin gerekliliğine inanan oldukça güçlü bir kesim de mevcuttur. Sonuç olarak günümüz İslâm dünyasında Kur'an'ı anlama ve yorumlama konusunda ümit verici tartışmalar yaşanmakta; bütün bu gelişmeler Kur'an'ın doğru anlaşılması yolunda önemli mesafelerin katedilmesine ve Kur'an araştırmaları alanında ciddi çalışmaların ortaya konmasına katkılar sağlamaktadır [34]

 

D) Tefsir Çeşitleri

 

Eskiden yeniye* yazılan tefsirler, Kur'an'ı anlama ve yorumlamada uygula­nan usul ve başvurulan bilgi kaynakları bakımından çeşitlilik arzetmiştir. Bu çeşitliliğin belirleyici unsurları rivayet veya dirayete verilen öncelik, dirayette hâkim olan anlama ve yorumlama kaynağı ve ölçütüyle uygulanan sistematik olmuştur. Aşağıda tefsir çeşitleri, özellikleri ve örnekleri kısaca gözden geçirilecektir:

 

1. Rivayet Tefsiri

 

Bir âyeti anlamada güçlük ortaya çıktığında doğru mânasını, âyetten ilâhî muradın ne olduğunu öncelikle Kur'an'a sormak gerekir; bu, âyeti açıklayan baş­ka âyetlerin olup olmadığını araştırmak demektir. Bu soruyla aranan bulunamazsa ikinci başvuru kaynağı Hz. Peygamber'dir. O'nun çağında yaşamayanlar, kendisi­ne doğrudan sorma imkânından mahrum olanlar da maksatlarına, hadisler ve saha­be rivayetleriyle ulaşabileceklerdir. Tefsirle ilgili sahabe rivayetleri, söyledikleri­ni Resûlullah'tan işitmiş olmaları ihtimalinden dolayı özellik kazanmaktadır. Sa­habeden sonra gelen neslin (tabiîn) rivayetleri de -nispeten zayıf da olsa aynı- ih­timali taşıdığı için farklı bir değere sahip görülmüştür. Kur'ân-ı Kerîm'i, Kur'an'a, hadislere, sahabe ve tabiîn rivayetlerine dayanarak anlama ve yorumla­ma usulünün ürünü olan tefsirlere rivayet tefsirleri (tefsir bi'r-rivâye) veya "nak­le dayanan tefsir" (tefsir bi'1-me'sûr) denilmektedir. Bu çeşit tefsirin meşhur ör­nekleri Muhammed b. Cerîr et-Taberî'nin (ö. 310/922) Câmi'u'l-beyân 'an te'vi-li âyi'l-Kur'ân, İbn Kesîr'in (ö. 744/ 1372) Tefsîrü'l-Kur'ân veya Fethu'l-beyân fi makasıdi'l-Kur'ân, Süyûtî'nin (ö. 911/1505) ed-Dürrü'l-mensûrfi't-tefsîri bi'l-tne'sûr isimli eserleridir. Rivayet tefsirleri -bir kısmı sened yönünden zayıf olan-açıklayıcı rivayetler yanında dil bilgisine de dayanmakta, ayrıca âyetlerden ictîhad yoluyla çıkarılan hükümlere yer vermektedir.

 

2. Dirayet veya Rey Tefsirleri

 

Dirayet ve re'y "akla ve içtihada dayalı anlayış ve görüş" demektir. İslâm sayesinde Arap dili yayılmaya başlayınca bir yandan bu dilin saflığını korumak, diğer yandan yabancıların sahih Arapça'yı öğrenmelerine yardımcı olmak üzere lügat ve dil bilgisi kitapları yazıldı, Arap olmayan kavimler müslüman oldukça farklı kültürler Arap kültürüyle çatışır ve karışır hale geldi; Yunan ve Hint düşün­cesine ait eserler Arapça'ya tercüme edilince İslâm'la bu düşünceler arasındaki ça­tışmalara farklı boyutlar eklenmiş oldu. Yabancı düşünceleri ve inançları reddet­meye veya İslâmî olanla uzlaştırmaya yönelik çalışmalar yapıldı. Düşünce okulla­rı (mezhepler) ortayadçıktı. Yeni coğrafyalara ve kültür ortamlarına giren İslâm, buralarda yaşayan insanların sosyal ihtiyaçlarım karşılamak üzere yorumlandı, ictihad yoluyla genişledi ve fıkıh mezhepleri ortaya çıktı. Kui'an'm yönlendirdiği zühd hayatı, başka düşünce ve kültürlerin de etkisiyle -teorisi, pratiği ve farklı okullarıyla- tasavvufun doğmasına zemin hazırladı. Bütün bu gelişmeler tefsir fa­aliyetini de etkiledi, Kur'an'ı yalnızca rivayete ve dile dayanarak açıklamak yeri­ne, bunları da ihmal etmeksizin içtihada, akla, ilham ve keşfe, benimsenmiş dü­şünce ve inanca, ayrıca mezheplerin tercih ve inançlarına göre -bunları esas alan, bunlara dayanan, bazan bunlara öncelik verip âyetleri bunlara uyarlayan- yorum­lar yapılmaya, tefsirler yazılmaya başlandı. Bu tefsirlerin genel adı olarak "re'y tefsiri" (et-tefsîr bi'r-re'y) deyimi kullanılmaktadır.

Re'y ile Kur'an'ı tefsir etmenin caiz olup olmadığı konusundaki tartışmaya dayalı olarak re'y tefsirlerinin, "makbul olan ve olmayan" şeklinde İkiye ayrıldığı görülür. Makbul olan re'y tefsiri, Kur'an'ı doğru anlamak için gerekli bulunan ve bu maksatla başvurulan ilimlere; özetle lugat, gramer, nazarî edebiyat, kıraat, ke­lâm, fıkıh usulü, esbâb-ı nüzul, dinler ve peygamberler tarihi, nâsih-mensuh, âyet­leri açıklayan hadisler ve Allah vergisi anlama kabiliyetine dayanılarak yapılan tefsirdir. Makbul tutulmayan re'y tefsiri İse ya ilmi yetersiz kişilerin yaptıkları, ya da Kur'an'ı doğru anlamaktan ziyade önceden benimsenmiş bir inanç ve düşünce­ye göre onu yorumlamaya ve uyarlamaya yönelik çabalarla yapılan tefsirdir.

Sünnîler'e göre makbul re'y tefsirlerinin eit meşhurları Ebû-Mansür el-Mâ-türîdî'nin (ö. 333/944) Te'vilâtü'l-Kur'ân, Mahmûdb. Ömer ez-Zemahşerî'ııin (ö. 538/1143) -Mu'tezİle mezhebine göre yazılmış bazı kısımlar dışında- el-Keşşâf, Fahreddİn er-RM'nin (ö. 606/1209) Mefâtîhu'l-gayb, Abdullah b. Ömer el-Bey-zâvî'nin (ö. 685/1286) Envâru'i-tenzil isimli eserleridir.

 

3. İki Metodu Cemeden Tefsirler

 

Yemenli Sünnî fıkıhçı ve tefsirci Şevkanî'nin (ö. 1250/1832) Felhul-Kadîr İsimli tefsiri ile İranlı çağdaş düşünür Muhammed Hüseyin Tabâtabâî'nin el-Mîzân fi tefsiri'l-Kur'ân isimli eseri, dirayet ve rivayet usullerini cemeden tefsirlere İki önemli ve başarılı örnektir. Bu müellifler âyetleri, sistemli ve devamlı olarak önce dirayet yoluyla, sonra özel bölümünü satır başı veya "rivayet araştırması, bo­lümü" gibi bir başlıkla ayırmak suretiyle rivayet usulüne göre tefsir etmişlerdir.

 

4. Tasavvufî-İşârî Tefsirler

 

Tasavvuf literatüründe işaret terimi, "maksadı, söz aracılığı olmadan başka­sına bildirme; ibareyle anlatılamayan, yalnızca ilham, keşf gibi yollarla elde edilnıiş bitgi ve sezgi sayesinde anlaşılabilecek kadar gizli olan mâna" vb. şekillerde tanımlanmış; sûfînin kalbine doğduğu kabul edilen ilham ve işaretlere dayanarak âyetlerin yorumlamasına da işârî veya tasavvuf! tefsir denilmiştir. Söz konusu gizli anlamlan kavramanın yolu olarak görüldüğü için tasavvuf da işaret ilmi ola­rak kabul edilmiştir. [35]

Sûfîlere göre Kur'an'daki kelime ve cümlelerin ilk bakışta akla gelen dış (za­hir) anlamlarından başka bir de bunların derininde bulunan iç (bâtın) mânaları var­dır. Bu mânaya ulaşmak, bilgi birikimi ve tefekkür kabiliyetinin yanında ahlâkî ol­gunluğu da gerektirir. Kur'an'm dış anlamını Arapça bilenler, iç anlamını yakîn ehli olan arifler bilirler. [36] Sûfîler, işaret yoluyla çıkarılan mânanın geçerli sayılması için bunun zahirî mânaya aykırı düşmemesini gerekli görürler. Ancak bu temel kurala aykırı işârî yorumlar da yapılmıştır. Meselâ Muhyiddîn İbnü'l-Arabî, Bakara sûresinin 6. âyetinde geçen "Allah'ı inkâr edenler" ifadesini, "Allah sevgisiyle dolup taşan gönüllerini dış dünyaya kapatanlar" şeklinde açıklamakta ve söz konusu âyetin bü­tününü zahirî anlamın tam tersi bir anlayışla yorumlamaktadır.[37]

Öte yandan İbnü'l-Arabî'den itibaren işârî tefsirlerde varlık ve bilgi teorisi gibi soyut felsefî konulara da yer verilmiştir. Özellikle geç dönemlerde yazılan işârî tefsirlerde ulûm-i garibe (occult arts) denilen esrarengiz bilgilere dair litera­türün de etkisi görülür. Taşköprizâde, havâss-ı Kur'ân, havâss-ı hurûf, cefr gibi konulardan bahsederken esrarlı ilimlerle Kur'an arasındaki ilişkiye de temas eder.[38]

Mutasavvıfların bazı bâtını ve işârî yorumları, Kur'an'ın lafzına ve mânası­na uygun düşmediği, Arap dili ve edebiyatı kurallarına uymadığı gibi gerekçeler­le hem ulema hem de ılımlı sûfîler tarafından eleştirilmiştir. Haris el-Muhasi-bî'nin, Ebû Zür'a ed-Dımaşkî'nin nefisle ilgili işârî mahiyetteki açıklamalarını bid'at ve dalalet saydığı söylenir.[39] Serrâc, ha-taiı, laubalice ve tahrif niteliğinde işârî yorumlar bulunduğunu belirtir ve bu yo­rumları Allah'a İftira olarak değerlendirir.[40] Hadis âlimi İbnü's-Salah, Zerkeşî, Zehebî gibi âlimler de işârî tefsire eleştiride bulunmuşlardır. Ze-hebî, genel olarak takdir ettiği Sülemî'nin yorumlarında asla caiz olmayan unsur­lar da bulunduğunu, bazı âlimlerin zındıklık İşareti saydıkları bu tür yorumların Karnıatîler'in tahriflerinden ibaret olduğunu savunur.[41] İbn Teymiyye genel olarak işârî tefsirleri sakıncalı bulmamakla birlikte ba­zı tasavvufî yorumların Bâtınîler'in tevillerine benzediğine dikkat çeker.[42] İbnü'l-Arabî ve izleyici­lerinin bâtını ve işârî yorumlarına yöneltilen itiraz ve tenkitler ise çok daha ağır­dır. Hatta Ali el-Karî, Alaeddin el-Buhârî, el-Bikaî gibi âlimler, Îbnü'l-Arabî'nin yaptığı yorumların küfür ve ilhad olduğunu ileri süren eserler yazmışlardır. Buna karşılık Abdurrezzak Kâşânî, Kıvâmüddîn Abdurrahman Câmî, Dâvud-i Kayseri, Abdullah Bosnevî ve Bâlt Efendi gîbi Fusûsü'l-hikem sarihleri ise İbnü'l-Arabî'yi ve izleyicilerini savunmuşlardır.

Tasavvufî mahiyette tefsir yazan ilk kişinin İbn Atâ (ö. 309/922) olduğu ka­bul edilir. Ancak onun eseri günümüze kadar ulaşmamıştır. Ebû Abdurrahman es-Sülemî ve Ebû Nasr es-Serrâc' m bu eserden yaptıkları alıntılar Paul Nawy tarafın­dan bir araya getirilerek yayımlanmıştır. [43] Sehl b. Abdullah et-Tüsterî'ye nispet edilen Tefsîru'l-Kur'âni'l-aztm her sûreden bir veya birkaç âyetin tefsirini İçerir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî'nİn Hakaiku't-tefaîr'i, sûfîlerin çeşitli âyetler hakkındaki yorumlanın bir araya getir­mesi bakımından büyük önem taşır. Abdülkerim el-Kuşeyrî, Sülemî'nin Haka-iku't-tefsîr'i başta olmak üzere önceki işârî tefsirlerden de yararlanarak Letâifü'i-işârâf\ telif etmiştir. Kâşânî'nin Te'vilâtü'l-Kur'ân, Sadreddin Konevfnhı İ'câ-ıü'1-beyân fî te'vîli Ümmi'l-Kur'ân, Ebü'l-Berekât Cemaleddin es-Safedt'nin Keşfü'l-esrâr ve hetkü'l-estâr, Nizameddin el-Hasan b. Muhammed en-Nîsâbû-rî'nin Garâibü'l-Kur'ânfî regaibi'l-Furkan ve Abdurrahman Câmî'nin Tefsîru'l-Câmî adlı eserleri kayda değer tasavvufî tefsirlerdendir.

Osmanlı döneminde yaşayan mutasavvıflar da selefleri gibi Kur'an'm tama­mına veya bir kısmına çok sayıda işârî tefsir yazmışlardır. Bunların en kapsamlı­sı ve en çok ilgi göreni, İsmail Hakkı Bursevî'nin Rûhu'l-beyân isimli eseridir.[44]

 

5. Konulara Göre Tefsir

 

Önceki asırlarda Kur'an'm yalnızca nüzul sebeplerine, nâsüVmensuh olan âyetlerine, fıkıhî hükümlere kaynaklık eden âyetlerine mahsus kitaplar (bu mâna­da tefsirler) yazılmıştır. Çağımızda bunlara ek olarak "adalet ve zulüm, münafık­lık, Ehl-i kitap" gibi bir konu seçilmek, bunlarla İlgili âyetleri derleyip düzenledik­ten sonra açıklamak suretiyle konulu tefsirler (et-tefsîrü'1-mevzûî) yazılmaktadır. Mekke'de yaşayan Suriyeli âlim Hasan Habenneke el-Meydânî'nin Zâhiratü 'n-ni-fâk isimli iki ciltlik oserini burada Örnek olarak zikredebiliriz.

 

6. Terkip ve Tahlile Dayaü (Sistematik) Tefsir

 

Belli bir konudaki âyetlerin derlenip bir düzene göre açıklanması şeklindeki konulu tefsirlerden farklı bir tefsir örneği de Fazhırrahman'm "Ana Konularıyla Kur'an" adlı kitabında yaptığı gibi terkip ve tahlile dayanan tefsirdir. Bu tip çalış­maların amacı, "Kur'an'ın temel fikirlerini ve doktrinlerini sistemli bir şekilde su­nup Allah, tabiat, insan ve hayat gibi konulardaki görüşlerini sergilemektir."

 

E) Bizim Tefsirimiz

 

Kur'an Yolu adını taşıyan bizim çalışmamız, yukarıda tanıtılan çeşitler için­de daha çok "mushaf tertibine göre yapılmış bulunan dirayet tefsirlerine benze­mektedir.

"Dilimizde tercüme ve telif olarak hazırlanmış birçok tefsir varken bir yeni­sine neden ihtiyaç duyuldu?" şeklindeki haklı soruya aşağıda maddeler halinde ve­receğimiz cevap, aynı zamanda amacımıza ve usulümüze de açıklık getirecektir:

1. Önsözde de belirttiğimiz gibi okuyucu olarak hedef kitlemiz din üzerine uzmanlık düzeyinde araştırma yapan ilim adamları değildir. Bu tefsir, öncelikle Kur'an'ı doğru anlamak ve hayatında rehber edinmek isteyen, -farklı düzeylerde de olsa- kültürel birikimi olan insanların ihtiyaç ve beklentileri dikkate alınarak hazırlanmıştır.

2. Bu girişin ilgili yerinde Kur'ân-ı Kerîm'in amacı ve içeriği hakkında bilgi verilmiş; neyi bildirmek, anlatmak ve yaşatmak üzere geldiği açıklanmıştı. Aradı­ğımız, ulaşmaya çalıştığımız anlam ve yorumlar hep bu amaç doğrultusunda oldu. Bu noktada bizi tatmin eden bilgileri ve yorumlan tefsir literatüründe bulduğumuz durumlarda bu birikimden yararlanmanın hem ilmin gereği hem de kültürümüze karşı borcumuz olduğunu düşünerek bu bilgi ve yorumlan tefsirimize yansıtmaya çalıştık. Bizi tatmin eden veya hedef kitlemiz için uygun ve doğru bulduğumuz an­layış ve yorumu çoğunlukla birden fazla tefsirin İhtiva etmesi yanında, bazan da bunun hiçbir tefsirde bulunmadığına şahit olduk. Böyle durumlarda Kur'an'ın ru­hunu ve bu ruha uygun genel İslâmî ölçüleri, ilmin gereklerini ve çağın ihtiyaçla-nnı birlikte göz önüne alarak kendi yorumumuzu ortaya koymaya çalıştık.

3. Bir yandan âyetlerin açıklanması için gerekli olanlan söylemeye çalışırken diğer yandan içinde bulunduğumuz şartlarda vakit darlığı çeken günümüz insanı­na sıkılmadan, zorlanmadan okuyacağı ölçüde bir tefsir sunmayı hedefledik.

4. Aşağıda listesini verilen tefsir kitaplarının önemli bir kısmını çalışmamı­zın başından sonuna^ kadar göz önünde bulundurduk ve dikkatle incelemeye çalış­tık. Aynca birçok tefsir kitabıyla başka ilim dallanna ait eserleri de yeri geldikçe bilgi ve görüş almak veya kendi bilgi ve kanaatlerimizi test etmek için kullandık. Ancak bu kitapların muhtevasını olduğu gibi -meselâ tercüme ederek- veya çoğun­lukla almadık; deyim yerindeyse hem aramızda hem de kitaplarla müzakere yap­tık, eski tefsir birikimini özetleyerek verdik, sonunda bize ikna edici görünen ve temel amaca uygun düşen anlayış ve yorumu tercih ettik, oluşturduk,

5. Kur'an'ın açıklanması gibi ağır sorumluluk gerektiren bîr işle meşgul ol­duğumuzun ve bu alanda zengin bir kültür mirasına sahip bulunduğumuzun bilin­ci içinde, "Özgün" kelimesinin cazibesine kapılmadan, tefsirlerdeki bilgilerin ve yorumların özünü vermeye ve Kur'an'ın bizi götürdüğü yere doğru ilerlemeye ça­lıştık. Bir başka anlatımla, çok geniş bir kültür hazinesi olan arna tekrarlarla ve özellikle günümüz okuyucusuna hitap etmeyen açıklamalarla yüklü bulunan kla­sik hatta muasır tefsirlerdeki belli başlı bilgileri ve yorumlan iyi bir ayıklamaya tâbi tutup anlaşılır biçimde ve sağlıklı olarak aktarabilmenin önemli bir iş olduğu, yapılması gerektiği ve bunun "nakilcilik" olarak nitelenemeyeceği düşüncesiyle hareket ettik. Ama bu, araştırmalarımızın ve konu üzerinde yoğunlaşmamızın bizi ulaştırdığı, kendimize ait yeni bakış ve yorumu belirtmekten alıkoyan bir faktör ol­madı. Öte yandan, ülkemizde okuyucunun kültür seviyesindeki yükselme ve Kur'an'ı anlamaya olan ilgideki artış, bizi az da olsa -konunun meraklıları açısın­dan faydalı görülen- teknik sayılabilecek ayrıntılara da yer vermeye veya İlgili kaynaklara gönderme yapmaya yöneltmiştir. Bu çerçevede okuyucu için güvenli bilgilere kolayca erişme imkanı veren Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA) ve İslâm'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (İFAVAns.) gi­bi kaynaklara da atıflar yapılmıştır.

6. Bu çalışmada âyetlerin mealleri ve yorumlan verilirken öncelikle onların indirildiği dönemdeki mânalar, yani hitap ettiği ilk toplumun ilâhî mesajlardan an­ladıkları veya bu mesajların onlara anlatmak istedikleri tespit edilmeye çalışılmış; bunun için de imkân ölçüsünde o toplumun dili, kültürü, inançları ve telakkileri, dünya görüşü, sosyal yapısı ve ilişkileri gibi faktörler dikkate alınmıştır. Bununla birlikte Kur'an'ın ilk muhataplarına verdiği bilgiler, açıklamalar, yönelttiği eleşti­riler, uyarılar, getirdiği düzenlemeler aynı zamanda evrensel anlam, değer ve amaçlar taşıdığından, olabildiğince bunları da ortaya koyan yorumlar yapılmıştır.

7. Anlamı gayet açık da olsa istisnasız her âyetin tefsirini yapmak yerine, me­alindeki ne katkı sağlama esasına göre ve olabildiğince tekrardan kaçınarak tefsir etme yolunu tuttuk; gereken yerlerde öncesine veya ileriye göndermeler yaptık. Bununla birlikte okuyucunun dikkatini gereksiz yere bölmemek amacıyla ve "in­deksken yararlanılabileceğini de dikkate alarak atıfları sınırlı tutmaya çalıştık.

8. Bazı özel terimler ve kavramlar hakkında konunun önemiyle orantılı olarak daha geniş bilgiler verdik. Ancak bu tür bilgileri, mutlaka ilgili terimlerin ve kavramların ilk geçtiği âyetlerde vermek yerine -bunu da dikkate almakla birlikte-en ağırlıklı olarak geçtiği âyetlerde verme yolunu tercih ettik. Bu sayede konu bil­gilerinin ilk cilt ve ciltlerde yığılmasını da önlemiş olduk.

9. Her sûrenin giriş bölümünde özetlenen ilgili sûrelerin âyet sayısı, Mekke veya Medine döneminde vahyedilmiş olması, nüzul sırası, bazı kelimelerdeki kı­raat (okuma) farkları gibi konularda tefsir kitaplarında yer alan teknik ayrıntıları ve farklı tespitleri, amaç bakımından önemli olmadıkça aynen aktarmadık. Âyet­lerin sayımı ve sûrelerin nüzul sıralaması konusunda da genellikle kullanılan tek listeye göre hareket ettik. Nüzul sıralaması konusundaki farklılık, bazı farklı riva­yetlerden ve belli bir sûrenin bir defada değil, uzun bir süre içinde parça parça gel­miş olmasından kaynaklanmıştır. İlgili kaynaklarda aktarılan Hz. Osman'a, İbn Abbas'a ve Ca'fer es-Sâdık'a ait olan listeler içinden biz, daha yaygın olduğu için Hz. Osman'a ait olanı kullandık.

10. Daha çok geçmiş dinler, peygamberler ve kavimlerle ilgili âyetler bağla­mında gerektikçe mukayese imkânı sağlamak ve ihtiyaç halinde İslâmî inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek maksadıyla Kitâb-ı Mukaddes'ten de bilgiler aktardık.

11. Çalışmamız sırasında tefsir kitaplarıyla Kur'an ilimleri çerçevesindeki diğer eserlerin yanında öncelikle Kur'an'daki kullanımlardan ve ilgili konuyu özellikle inceleyen ilmî çalışmalardan, ayrıca sahih hadislerden, umumi tarihten, Hz. Peygamber'in devrini ve hayatını anlatan eserlerden, dinler tarihinden yarar­lanmaya gayret ettik.

12. Kültür hazinemizde kelâm, fıkıh, ahlâk, tasavvuf, peygamberler tarihi, si­yer gibi İslâm'ı çeşitli yönlerden anlatan sistematik kitaplar yanında insanı ve çev­resini anlatan müsbet İlim eserleri bol miktarda bulunmaktadır. Bu tefsiri okuyan­lar ondan, belirtilen ilim dallarında yazılmış kitaplardan aktan! mış bilgileri değil Kur'an'ın hidayetini, insana vermek istediği bilgi, iman, şuur, ahlâk ve eğitimi al­mayı ummah ve bunu aramalıdırlar.

13. Eserin meal kısmındaki tercihler tefsire verilen emeğin ürünü olarak şe­killenmiştir. Meale yansıtılamayan ve dikkate değer görülen mânalara tefsirde ay­rıca işaret edilmiştir. Aynı kelime veya ifadenin mealde daima aynı şekilde karşı­lanması gibi bir anlayış benimsenmemiş; bağlam farkının değişik anlamlan gerek­tirmesi tabii olduğu gibi, bağlam aym veya birbirine yakın olsa bile -asıl mânayı değiştirmemek kaydıyla- mâkul sınırlar içindeki çeşitliliğin çalışmaya zenginlik katacağı düşünülmüştür.

14. Sûreler hem yük dengesi hem de mümkün mertebe yazanların uzmanlık dallan ve konulan göz önünde bulundurularak paylaşılmış, her birinin yaptığı me­al ve tefsir diğerleri tarafından ana kaynaklar da dikkate alınarak okunmuş; değiş­tirme, ilâve, eksiltme gibi tashih ve teklifler hazırlanmış; nihayet ortaya çıkan farklı çalışmalar bir arada müzakere edilerek -kaçınılmaz üslûp farklan dışında-üzerinde uzlaşma sağlanıp tek metin haline getirilmiştir.

 

F) Sıkça Başvurulan Tefsir Kitaptan

 

İbn Cerîr et-Taberî (310/922), Câmi'u'l-beyân; Ebû Bekir er-Râzî el-Cessâs (370/980), Ahkâmü'l-Kur'ân; Zemahşerî (538/1 U3), el-Keşşaf; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî (543/1148) Ahkâmü'l-Kur'ân; Abdülhak b. Galib b. Atıyye (ö. 546/1151), el-Muharrerü'l-vecîz; Fahreddin er-Râzî (606/1209), Mefâtîhu'l-gayb; İbn Kesîr (774/1372), Tefsîrü'l-Kur'âni'l-azîm; Ebü'1-Berekât en-Nesefî (710/1310), Medârikü't-tenzîl; Kurtubi (611/1214), el-Câmi'li-ahkâmi'l-Kur'ân; Muhammed b.Ali eş-Şevkânî (1250/1832), Fethu'l-kadîr; Muhmûd el-Âlûsî (1270/1854), Rûhu'l-me'ânî; Muhammed Tâhir b. Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvtr; Muhammed Hamdİ Yazır, Hak Dini Kur'an Dili; Muhammed İzzet Derveze, et-Tefstru'l-hadîs; Süley­man Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsin; Muhammed Esed, Kur'an Mesajı.

 



[1] bk. Suyûtî, ed-Dürrü'I-Mensûr, VIU, 489 Âlûsî, Rûhûl-Meânî, XV, 141-142.

[2] Sadrüşşerîa, et-Tavdîh, II, 15.

[3] Meryem 19/52; Kasas 28/46; Tâhâ 20/12.

[4] Heysemî, Mecma'u 'z-zev'id, II, 71, 72.

[5] Buhârî, "Ta'bîr", 20; Müslim, "Salât", 207-208.

[6] Buhârî, Bed'ü'1-vahy, 3; ayrıca bk. İbn Kayyim, Zâdü'l-mead,I,78-80.

[7] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "vhy" md.

[8] Aynca bk. Muh­sin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 26-27.

[9] Buna yakın mealde bir âyet için bk. Tâhâ 20/114.

[10] Ümmî idi; bk. A'râf 7/157-158.

[11] Geniş bilgi için bk. Nebi Bozkurt, "Hafız", DİA, XV, 74-78.

[12] Sûrelerin tertibi konusundaki tartışma İçin bk. Osman Keskioğlu, Kur'an Tarihi, s. 170-172.

[13] Buhârî, "Fezâilü'l-Kur'ân", 3; İbn Ebû Dâvûd, Kitâbü'l-Mesâhif, s. 7-9.

[14] Bu konuda bilgi için bk, İbn Ebû Dâvûd, Kitâbü 'l-Metâhif, s. 6,31; Kastallânî, îrşâdü 's-sârî, VII, 447; İbn Hacer, Feîhu'l-bârî, VIII, 631.

[15] Görev­lilerin isimleri için bk. İbrahim et-Tûnisî, Delîîü'i-hayran, s. 12.

[16] Hamîdullah, Kur'an Tarihi, s. 87.

[17] Kur'an Tarihi, s. 245-252.

[18] Buhârî, "Fezâ'üü'l-Kur'ân", 5.

[19] Buhârî, "Fezâ'ili'l-Kur'an",3,5.

[20] Bilgi için bk. İbn Atıyye, I, 43-48; Abdiilhamit Binşık, "Kıraat", DİA, XXV, 426-433.

[21] el-Fevzü'l-kebîr, s. 1 vd.

[22] Farklı tercihler için bk. Subhî es-Sâlih, Mebâhis fi ulûmi'l-Kur'ân, s. 71 vd.; Osman Keskioğlu, Kur'an Tarihi, s. 170472; M. Demirci, Kur'an Tarihi, s. 162 vd..

[23] el-Fevzü'l-kebîr, s. 47-48.

[24] Jârîhu âdâbi'l-Amb, I,225 vd..

[25] et-Tasvîrü'l-fennî fi'l-Kur'ân, s. 33, 187 vd.

[26] Mebâhis fı ulûmi'l-Kur'ân, 320, 334 vd.

[27] Veliyyullah, el-Fevzü't-kebîr, s. 21 vd., 56; Hâcevî, el-Fikrü's-sâmî..., I, 34 vd.; örnekler için bk. Hayrettin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, s. 62 vd..

[28] Ayrıca bk. 2/106.

[29] meselâ bk. Sıddîk b. Hasan Han, Ebcedü'l-ulûm, II, 189-202.

[30] kısa bir tarihçe ve lis­te için bk. Subhî es-Sâlih, Mebâhis fl ulûmi'l-Kur'ân, 119-126 vd.

[31] Nisa 4/59; A'râf 7/53; Yûnus 10/39; Yûsuf 12/6, 37,44, 45, 100; Kehf 18/78, 82; te'vil ve tefsir terimleri hakkında ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/7.

[32] Mâtürîdî, Te'vilâtii Ehli's-sünne, s. 5-6.

[33] Şevkânî, îrşâdü'l-fuhûl, s. 302-310.

[34] bk. Mehmet Paçacı, "Kur'an" [VII. Açıklanması ve Yorumlanması], DİA, XXVI, 398-401.

[35] Serrâc, el-Lüma', s. 294,296,414.

[36] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kutu'l-kulâb, 1,108; Gazzâlî, İhya', 1,105,296.

[37] el-Fütuhâtu'l-Mekkiyye, 1,49,161,179.

[38] Mevzââtü'l-ülûm, 1,396,427-428; II, 220, 244-246.

[39] İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 161.

[40] el-Lüma', s. 126.

[41] A'lâmü'n-nübelâ', XVII, 252.

[42] Mecmû'ufetâvâ, 1,243-245; V, 551; XVII, 113; XIII, 362.

[43] bk. Nusûsun sûftyye gayri menşûre, Bey­rut 1986.

[44] İşari tefsir hakkında daha geniş bilgi için bk. Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, Ankara 1974; Süleyman Uludağ, "İşârî, Tefsir", DM, XXIII, 424-428.