MUKADDİME. 3

Kur'ân-ı Kerim'in Faziletleri, Kur'ân'a Teşvik, Kur'ân'ı Öğrenen, Okuyan, Dinleyen ve Kur'ân ile Amel Edenin Faziletine Dair: 4

Bu Konuda Varid Olmuş Rivayetler: 5

Allah'ın Kitabı'nı Okuma Şekli, ve Görüş Ayrılıkları: 8

Kur'ân ve İlim Ehlinin, Riya ve Benzerlerinden Sakındırılması: 12

Kur'ân'ı Öğrenen Kimsenin Dikkat Etmesi ve Gafil Olmaması Gereken Hususlar: 14

Kur'ân-ı Kerim'in İ'rabı, î'rabını Öğretmek, Öğrenmeye Teşvik ve. 15

Kur'ân'ı İ'rablı Olarak Okuyanın Ecri: 15

Kur'ân Tefsiri ve Tefsir Bilenlerin Faziletine Dair Rivayetler: 17

Kur'ân Hamili, Kimliği ve Ona Düşmanlık Eden ile İlgili Rivayetler: 18

Kur'ân Okuyanın ve Kur'ân Hamilinin Kur'ân'a Karşı Göstermesi Gereken Tazim ve Saygı: 18

Reye Dayanarak Kur'ân'ı Tefsir, Buna Kalkışmak ile İlgili Tehditler ve Müfessirlerin Mertebeleri 21

Kitabın Sünnet ile Açıklanması ve Bu Hususta Gelen Rivayetler: 24

Kitap ve Sünneti Öğrenip Fıkhı İncelikleri Kavrama ve Kur'ân'la Amel Etme: 25

Peygamber (s.a)'ın: "Bu Kur'ân Yedi Harf Üzere İndirilmiştir, Ondan Kolayınıza Geleni Okuyunuz" Buyruğunun Anlamı: 26

Yedi Kıraat: 29

Hz. Ömer ve Hişam ile İlgili Hadisin Anlamı: 30

Kur'ân'ın Toplanması ve Hz. Osman'ın Mushafı Yazdırma Sebebi: 31

Sonradan Ortaya Çıkan Bazı Yanlış Görüşler: 34

Kur'ân'ın Nakli: 35

Kur'ân Sûrelerinin ve Âyetlerinin Tertibi: 36

Mushafın Harekelenmesi ve Noktalanması: 38

A'şar (onda birlik bölüm işaretleri)ın Konulması: 38

Kur'ân'ın Harf ve Cüzlerinin Sayısı: 39

İlk Medenî Mushafta Kuran Âyetlerinin Sayısı: 39

Sûre, Ayet, Kelime ve Harf: 40

Kur'ân-ı Kerim'de Arap Dilinden Başka Kelimeler Var mıdır?. 41

Kur'ân'ın Î'cazına Dair Bazı Nükteler ve Mu'cizede Aranan Şartlar: Mucizenin Gerçek Mahiyeti; 42

Mucizelerin Türleri: 44

Kur'ân-ı Kerim On Ayrı Bakımdan Mucizedir: 44

Kur'ân-ı Kerim'in Sûrelerinin Faziletine Dair Uydurulmuş Hadisler: 47

Kur'ân'da Fazlalık veya Eksiklik Vardır, Diyenlere Reddiye: 48

Istiaze: 51

1- İstiaze Ne Zaman Çekilir: 52

2- Istiaze'nin Hükmü: 52

3- İstiaze Kur'an'dan Değildir: 52

4- Istiâzenin Lafızları: 52

5- İstiâze Nasıl Çekilir: 53

6- İstiâze'yi Emreden Âyetin Kapsamı: 53

7- İstiâzenin Faydası: 53

8- İstiazenin Fazileti: 53

9- Arapça'da İstiazenin Anlamı: 54

10- "eş-Şeytan; 54

11- "er-Racîm"in Anlamı: 55

12- Şeytana Lanet: 55

Besmele: 55

1- Besmele'nin Özelliği: 55

2- Besmele'nin Bazı Özellikleri: 55

3- Sûrelerin Başlarındaki Besmeleler: 56

4- Sahih Görüş: 57

5- Besmele ile Başlamanın Hükmü: 58

6- Sözlük Açısından "Besmele": 59

7- Besmele Çekilecek Yerler: 59

8- Besmele'nin Anlamı: 59

9- "İsm" Kelimesinin Fazladan Kullanılması: 60

10- Farklı Görüşler: 60

11- "Besmele" de Emir Anlamı: 60

12- "Besmele"nin Yazılışı: 60

13- " Besmele"nin Başındaki "Bi": 60

14-"Besmele"deki "Ism": 61

16- "îsm"in Türediği Kök: 61

17- İsim ile Sıfat: 62

18- İsim ile Müsemmâ (Ad ile o ad ile anılan): 62

19- "Allah" Lafza-i Celâli: 62

20- "Allah" Lafzının Aslı: 62

21- "er-Rahmân" Adı: 63

22- er-Rahman İbranice midir?. 64

23- "Rahman" ve "Rahim" Arasındaki Fark: 64

24- "er-Rahmân" Adı: 65

25- "er-Rahîm" Adı: 65

26-  "Besmele"nin Genel Anlamı'na Dair Bazı Rivayetler: 65

27- Besmele ile Fatiha'nın Okunuşu: 66


MUKADDİME

 

Rahman ve Rahîm Allah'ın adıyla...

Kimse kendisine hamd etmezden önce, zatını överek başlayan Allah'a ham-rıcisun. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur, birdir, tektir, rctağı yoktur. O, samed olan Rabbimizdir, eşi ve benzeri yoktur. Ölümsüz, hayy ve kayyumdur, celâl ve ikram sahibidir. Bizlere büyük ve sonsuz ba-çşlarda bulunmuştur. Kur'ân-ı Kerim O'nun yüce kelamıdır. İnsanı yaratan-dlt. ona yüce nimetini bağışlayandır. Yüce peygamberi Muhammed (s.a.)'i açık revân ile gönderendir. Bütün bunları bize ihsan eden Rabbimize, gece ve gün-±iz aralıksız olarak hamd-ü sena ederiz. Yüce Peygamberi ile herşeyi açık seçik beyan eden, şüpheyi ve kesin bilgiyi birbirinden ayırdeden Kitabı göndermiştir. Fasih ve beliğ konuşanlar, onun gibi bir kitap getirmekten ac­ze düşmüşler, üstün akıl sahipleri onu çürütmek imkânını bulamamışlar, üstün edipler ona benzer bir söz söylemekten acze düşmüşlerdir. Birbirlerine vardımcı olsalar dahi onun benzerini getiremezler.

Yüce Rabbimiz, Kur'ân-ı Kerim'in misallerini düşünen kimseler için ibretler, emirlerini basiretini kullanarak görenler için bir hidayet kılmıştır. Kita-rında farz olan hükümleri açıklamış, helal ile haramı biribirinden ayırdetmiş, akılların anlayıp kavrayabilmesi için öğüt ve kıssaları tekrar etmiş, misaller vermiştir. Gaybın haberlerinden kıssalar anlatmıştır. O bakımdan yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Biz Kitabda hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (el-En'âm: 6/38)

Yüce Allah, Kitab-ı Kerim'iyle gerçek dostlarına hitap etmiştir. Onlar da du hitabı anlayıp kavramışlardır. Bu kitabında kendilerine maksadını beyan etmiş, onlar da bu maksadı öğrenmişlerdir. Kur'ân'ı okuyup belleyen kimse-er, Allah'ın gizli sırrını öğrenmiş, O'nun hazinelere sığmayan ilmini koruma-va almış kimselerdir. Peygamberlerinin halifeleri ve onun güvendiği emin kim­selerdir. Kur'ân'ı okuyup belleyenler, Allah'ın özel, hayırlı ve seçkin kulla­ndır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah'ın bizden (insan­lardan) seçkin yakınları vardır." Ashab-ı Kiram: Ey Allah'ın Peygamberi, on-Lar kimlerdir? diye sorunca şu cevabı vermiştir: "Onlar Kur'ân ehlidir. İşte onlar Allah'ın yakınları ve seçkinleridir." Bu hadisi İbn Mace Süraen'inde, Ebu 3ekr el-Bezzar da Müsned'inde rivayet etmiştir.[1]

Allah'ın Kitabı'nı bilen kimseler, o kitabın nehiylerine riayet etmeye, o ki­tapta kendilerine yapılan açıklamalar gereğince öğüt almaya, korkarak ve onun gözetimi altında olduklarını bilerek Allah'dan gerektiği gibi haya etme­ye ne kadar da layıktırlar?! Çünkü böylelerine peygamberlerin yükü verilmiş ve Kıyamet gününde İslâm'a, Kur'ân'a aykırı hareket eden diğer din ve inanç sahiplerine karşı şehadet edecek konuma yükselmişlerdir. Nitekim yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahitler olasınız diye." (el-Bakara, 2/143)

Şunu bilmek gerekir ki, Kur'ân'ı öğrenip durduğu halde, Kur'ân'dan ga­fil olan kimsenin sorumluluğu, gereği gibi öğrenemeyen, bilemeyen kimse­nin sorumluluğundan daha büyüktür. Kur'ân ilmini elde ettiği halde, Kur'ân'dan yararlanamayan, yasak kıldığı şeylerden uzak durmayıp çekinme­yen, çirkin günahları işleyen, yüzkızartıcı suçlar işleyen bir kimseye karşı Kur'ân bir delil ve onun karşısına dikilecek bir davacı olacaktır. Nitekim Ra-sûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kur'ân, ya lehine veya aleyhine bir delil­dir." - Hadisi Müslim[2] rivayet etmiştir. - O halde yüce Allah'ın Kitabı'nı ez­berleyip bellemekle, özel imtiyaz tanıdığı bir kimse, Allah'ın Kitabı'nı hak­kıyla okumakla, ifadelerinin gerçek mânasını dikkatle düşünmekle, akıllara durgunluk veren manalarını kavramaya çalışmakla, onun anlaşılmakta güç­lük çekilen yerlerini iyice kavramakla görevlidir. Yüce Allah bu konuda şöy­le buyurmaktadır: "Ayetlerini düşünsünler, akıl sahipleri öğüt alsınlar di­ye sana indirdiğimiz çok mübarek bir Kitaptır" (Sâd, 38/29). Yine yüce Rab-bimiz, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar Kur'ân'ı düşünmezler mi, yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24).

Allah'tan dileğimiz şu ki: Bizleri Kur'ân'a gereken önemi veren, onun üze­rinde gereği gibi düşünen, onun gösterdiği doğru ve âdil yolu izleyen ve hak­kıyla bağlı olan, başka bir kaynakta doğruyu ve hidayeti aramaya kalkışma­yan kimselerden kılsın. Bizleri Kur'ân'ın açık seçik işaretleriyle yol bulanlar­dan, göz kamaştırıcı ve kafi hükümlerine uyanlardan kılsın. Kur'ân sayesin­de bizleri dünya ve âhiret hayırlarına nail eylesin. Şüphesiz ki O, kendisin­den korkulmaya ve günahları bağışlamaya ehil olandır.

Diğer taraftan yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'in mücmel bölümlerini beyan et­meyi, müşkil olanlarını açmayı, ihtimalli olanın asıl anlamını açıklamayı yü­ce Rasûlu Muhammed (s.a)'e bırakmıştır. Böylelikle Peygamber (s.a), risâle-ti tebliğ etmek göreviyle birlikte Kur'ân'ı anlama ve Kur'ân'ın anlaşılması ko­nusunda da başvurulacak makamda olmak üstünlüğünü haiz olmuştur. Yü­ce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Biz, sana bu zikri (Kur'ân'ı) in­dirdik ki, insanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın". (en-Nahl, 16/44).

Diğer taraftan Rasûlullah (s.a)'dan sonra Kur'ân'ın dikkat çektiği anlam­ları çıkartmak, işaret ettiği esasları tesbit etmek yetkisi mütehassıs ilim idamlarına verilmiştir. Onlar, Kur'ân üzerinde ictihad ederek neyin anlatıl­mak istendiği ilmine ulaşırlar. Bununla da başkalarından ayrı ve farklı bir ko­numa yükselirler ve ictihad etmeleri sebebiyle özel bir ecir alırlar. Bu konu­da da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah, sizden iman edenleri ve (özel­likle de) kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltsin". (el-Mücadele, 58 11).

Buna göre Kitap, asıldır. Sünnet-i seniyye onun bir açıklaması (beyanı)dır. İlim adamlarının Kur'ân'dan çıkardıkları hükümler (istinbatlar) Kur'ân için bir açıklama, bir beyandır.

İşte bundan dolayı bizler, kalplerimizi Kitabına mahzen kılan, Peygamberinin Sünnetlerine kulaklarımızı açan, Kur'ân'ı ve Sünneti öğrenmek ve her ikisinin de anlamını, anlaşılmayan lafızlarını araştırmak için gayrete getiren ve bütün bunlarla alemlerin Rabbi olan Allah'ın rızasına talip olmaya ve din ve şeriat bilgisini elde edebilmek için basamak basamak yürüten Allah'ımı­za hamdederiz.

İmdi, Allah'ın Kitabı şeriatın bütün ilimlerini ihtiva eden, farzı ve sünne­ti, bağımsız olarak beyan eden, semanın güvenilir şahsiyeti aracılığıyla yer­yüzünün güvenilir şahsiyetine indirilen Kitap olduğundan dolayı, hayatta kal­dığım sürece onunla uğraşmayı, bütün gücümü bu yolda harcamayı uygun gördüm. Bunun için Kur'ân'a dair özlü bir açıklama yazmak istedim. Bu açık­lamada tefsire, dile, i'rab ve kıraatlere dair nükteler yer alsın, istedim. Sapık ve dalalet içerisinde olanların kanaatlerini red edeyim dedim. Bu kısa ve öz­lü açıklamamda zikredeceğimiz hükümlere âyetlerin nüzulüne dair pek çok lıadisi belge olarak ortaya koymak; böylelikle hükümlerin ve âyetlerin an­lamlarını bir arada ifade edip bunların anlaşılmasında zorluk çekilen yerle­rini beyan etmek istedim. Bu açıklamalarımı da selefin ve sonradan gelip on­ara uyan haleflerinin de sözleriyle desteklemeye çalıştım. Ben, bu kitabı ken­dime bir öğüt, ölüm günüm için bir azık, ölümümden sonrası için salih bir amel olsun diye yazdım. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde insana ünden yolladığı şeyler de, geriye bıraktığı şeylerde haber verilir" (el-Kıya-me, 75/13); "Her bir nefs, önden neyi yollamış, geriye neyi bıraktıysa, hep­sini bilmiş olacaktır" (el-İnfitâr, 82/5). Rasûlullah (s.a) da şöyle buyurmuş­tur: "İnsanoğlu öldü mü şu üç şey dışında ameli kesilir: Kalıcı ve faydalı bir sadaka (sadaka-i cariye) yahut kendisi ile yararlanılan bir ilim veya kendi­sine dua edecek salih bir evlat (bırakmış İse amel defteri kapanmaz, sevap vazılmasına devam edilir.)"[3]

Bu kitabı yazarken uymayı taahhüt ettiğim bazı şartlar var: Görüşlerin sa­hiplerini belirtmek, hadislerin yer aldıkları kaynakları zikretmek. Denildiği­ne göre bir sözün sahibine izafe edilmesi ilmin bereketindendir. Çoğu zaman fıkıh kitaplarında ve tefsirlerde hadisler müphem bir şekilde bırakılmaktadır. Bu hadisin, hadis kitaplarını yakından tanıyan kimseler dışında kimin tara­fından rivayet edildiğini bilen olmaz. Bunun sonucunda konu ile ilgili yeter­li bilgiye sahip olmayan kişi şaşırır kalır. Sahih olanı olmayanından ayırd ede­mez. Bunu bilmek ise büyük bir ilmi gerektirir. O bakımdan bir hadisin ile­ri gelen hadis imamlarından ve İslâm dininin güvenilir ve ünlü önderlerin­den kimin tarafından rivayet edildiği açıklanmadıkça delil diye gösterilme­si ve ondan hüküm çıkarılması kabul edilemez. Bizler bu kitabımızda buna da birtakım açıklamalarda, işaretlerde bulunacağız. Doğruya ileten, doğru­yu söyleme başarısını ihsan eden Allah'tır.

Diğer taraftan müfessirlerin zikrettikleri pek çok kıssayı, tarihçilerin ver­dikleri pek çok haberi zikretmeden geçeceğim. Gerekli açıklamalar için, mutlaka ihtiyaç duyulacak olanları ise, bundan müstesna olacaktır. Bu konu­da ahkâm âyetlerinin gereken şekilde açıklanmaları için anlamlarına açıklık getirecek ve hükümlerini öğrenmek isteyen kimseyi âyetlerin muktezâsına ile­tecek kadar açıklamalarda bulunacağım. O bakımdan bir iki veya daha faz­la hüküm ihtiva eden her bir âyet-i kerimeyle ilgili birtakım mes'eleler ele al­dım. Bu meselelerde nüzul sebepleri, garip (anlaşılmasında güçlük çekilen) kelimelerin ve hükümlerin tefsiri yer alacaktır. Eğer âyet-i kerime herhangi bir hüküm ihtiva etmiyor ise, bunun ile ilgili tefsir ve te'vile dair açıklamaları zik­retmekle yetindim. Bu, kitabın sonuna kadar böylece sürüp gitti. Ben bu kitabıma: "el-Câmi'u li Ahkâmi'l-Kur'ân ve'1-mubeyyinu limâ tedammenehû mine's-Sünneti ve âyi'l-Furkân"[4] adını verdim. Allah bunu kendisi için hâlis kıl­sın. Onunla beni, anne ve babamı ve onun dileyeceği kimseleri lütfü ile fay­dalandırsın. Şüphesiz ki O, duaları işitendir, yakındır, duaları kabul edendir. (Âmin) [5]

 

Kur'ân-ı Kerim'in Faziletleri, Kur'ân'a Teşvik, Kur'ân'ı Öğrenen, Okuyan, Dinleyen ve Kur'ân ile Amel Edenin Faziletine Dair:

 

Şunu bil ki bu, oldukça geniş ve kapsamlı bir konudur. İlim adamları, bu konuda birçok eser yazmışlardır. Biz bunlardan Kur'ân'ın faziletini, Kur'ân'ı Allah rızası için öğrenmeye talip oldukları ve gereğince amel ettikleri takdir­de Allah'ın, Kur'ân ehli için neler hazırlamış olduğunu gösterecek bazı hu­susları zikredeceğiz.

Kur'ân-ı Kerim'in faziletine dair mü'minin ilk bilmesi gereken husus, bu­nun alemlerin Rabbi olan Allah'ın halkedilmemiş sözü, eşi ve benzeri bulun­mayanın kelamı, dengi ve benzeri olmayanın sıfatı olduğunu bilmesidir. Kur'ân, aziz ve celil olan Allah'ın zatının nurundandır. Kıraati (Kur'ân'ın okunması) ise, Kur'ân okuyanların sesleri ve nağmeleridir. Bu ise, onların ba­zı ibadetlerde farz olarak ve çoğu vakitlerde de mendûb olarak yerine getir­mekle emr olundukları kendi kesbleri (kazançları) olan bir iştir. Cünub olma hallerinde ise, Kur'ân okumaları yasaklanır. Kıraatleri sebebiyle ecir alırlar, onu terkettikleri için de cezalandırılırlar. Bu, Hak Ehli müslümanların üzerinde ic-ma ettikleri ve ilgili rivayetlerin açıkça ifade ettiği bir husustur. Bu konuda va-rid olmuş pek çok haber bunu göstermektedir. Sevap ve ikap (ecir ve müka­fat) ileride de açıklanacağı üzere ancak kulların kesbi olan fiiller hakkında söz-konusu olur. Şayet yüce Allah, bu Kur'ân-ı Kerim'i gereği gibi düşünmek, on­dan ibret almak, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan ve O'na itaat ve ibadet ile ilgili buyrukları ibretle düşünmek, haklarını ve farzlarını gereği gibi yerine getir­mek için kullarının kalplerine bütün bunları taşıyacak kuvveti vermemiş ol­saydı, kalpler buna katlanamaz, onun ağırlığı altında ezilir giderdi. Yahut ala­bildiğine bir sarsıntı geçirir ve buna hiçbir şekilde tahammül edemezdi. Ni­tekim sözü hakkın ta kendisi olan şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Eğer Biz, bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak ki o dağı Al­lah korkusundan başını eğmiş, dağılıp parça parça olmuş görürdün" (el-Haşr, 59/21) Şimdi sorarım: Dağların gücü karşısında kalplerin gücü nedir ki? Fa­kat yüce Allah kullarına kendi katından bir lütuf ve bir merhamet olmak üze­re bu Kur'ân'ı yüklenebilmeleri için dilediği kadar güç ihsan etmiştir. [6]

 

Bu Konuda Varid Olmuş Rivayetler:

 

Bunların başında Tirmizi tarafından Ebu Said el-Hudri (r.a)'den gelen ri­vayet yer almaktadır. Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz buyuruyor ki: Kur'ân'ın ve Beni zikretmesinin benden dilekte bu­lunmaktan alıkoyduğu kimseye dilekte bulunan kimselere verilenlerin en fa­ziletlisini veririm. -Devamla buyurdu ki-: Allah'ın kelamının diğer sözlere olan üstünlüğü Allah'ın yaratıklarına olan üstünlüğü gibidir." Tirmizi der ki: Bu, hasen, garib bir hadistir.[7]

Ebu Muhammed ed-Darimi es-Semerkandi Müsned'inde Abdullah (b. Mes'ud)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "es-Seb'u't-Tıvâl, Tevrat gibidir. Miûn, İncil gibidir. el-Mesânî,[8] Zebur gibidir. Kur'ân-ı Kerim'in diğer sûreleri de ayrıca bir üstünlüktür."[9]

Darimi ayrıca senedini kaydederek, el-Hâris'ten, o da Ali (r.a)'dan -Tirmi-zi tarafından da rivayet edilen- şu hadis-i şerifi kaydetmektedir: Hz. Ali de­di ki: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim:

-  Karanlık geceden parçalar gibi fitneler olacaktır. Ben:

- Ey Allah'ın Rasûlü, bundan kurtuluş nasıl olur? diye sordum. Şöyle bu­yurdu:

-  (Kurtuluş) şanı yüce ve mübarek olan Allah'ın Kitabı'ndadır. Orada sizden öncekilere dair bilgiler, sonrakilere dair haberler vardır. Aranızdaki an­laşmazlıkların hükmü ordadır. O (hakkı bâtıldan, haklıyı haksızdan) ayırde-den fasıldır. Oyunla eğlence değildir. Onu zorbalık dolayısıyla terkedenin Al­lah belini kırar. Her kim ondan başka bir kaynakta hidayeti ararsa Allah, onu saptırır, o Allah'ın sapasağlam ipidir, apaçık nurudur, hikmeti sonsuz öğütü-dür. O, dosdoğru yoldur. O, nevaların sağa sola saptıramadığı buyruklardır. Diller onun ile karışmaz, onunla birlikte farklı farklı görüşler ortaya çıkmaz. İlim adamları ondan doymaz, takva sahipleri ondan usanmaz. Çokça müra­caat edildiği için eskimez, yıpranmaz. Akıllara durgunluk veren özellikleri bi­tip tükenmez. O, işittikleri zaman cinlerin.- Biz gerçekten şaşırtıcı, hayret ve­rici bir Kur'ân işittik, demekten kendilerini alıkoyamadıkları sözdür. Onun ilmini öğrenen ileri gider. Ona dayanarak söz söyleyen doğru söyler. Onun gereğince hükmeden adalet yapar. Gereğince amel eden ecir kazanır. Ona çağıran dosdoğru yola iletilerek hidayet bulur. İşte sen bunu benden öğre-niver ey A'ver!"[10]

eş-Şa'bi (bu hadisi Hz. Ali'den rivayet eden) el-Haris'i yalancılıkla itham etmekte ise de bu, itibar edilecek bir itham değildir. Çünkü el-Haris'in ya­lan söylediği açıkça tespit edilmiş değildir. Ancak Hz. Ali'ye karşı duyduğu aşırı sevgisi ve onu başkalarından faziletli kabul etmesi gözden düşmesine sebep olabilir. İşte -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- eş-Şa'bi'nin el-Haris'i yalancılıkla itham etmesi bundandır. Çünkü eş-Şa'bi, Ebu Bekr (r.a)'in daha faziletli olduğu kanaatindedir. Onun ilk müslüman olduğu görüşünü savu­nur. Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr der ki: eş-Şa'bi'nin, Hemdanlı el-Haris hakkın­da: "Bana yalancılardan birisi olan el-Hâris bana anlattı" dediği için cezalandırılmış  olduğunu zannederim.

Nahiv ve lügat bilgini Ebu Bekr Muhammed b. el-Kasım b. Beşşâr b. Mu-hammed el-Enbâri "er-Reddu alâ Men halefe Mushafe Usmâne" (Hz. Os­man'ın Mushaf'ına Muhalefet Edenlere Reddiye) adlı eserinde Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Şüphesiz bu Kur'ân-ı Kerim, Allah Teala'nın bir ziyafetidir. O'nun bu ziya­fetinden gücünüz yettiği kadarını öğrenin. Muhakkak bu Kur'ân-ı Kerim, Al­lah'ın ipidir. Apaçık nur odur, faydalı şifa kaynağıdır, ona sımsıkı sarılanın koruyucu sığınağıdır. Ona uyanların kurtuluşudur. O, eğilip bükülmez ki doğ­rultulsun. Sapıp eğrilmez ki hoşlanılacak hale getirilsin. Onun hayret verici özellikleri bitip tükenmez. Çokça müracaattan dolayı eskiyip yıpranmaz. Onu okuyunuz. Çünkü Allah, onu okumanız sebebiyle her bir harf karşılığında si­ze on hasene verir. Ben sizlere elif, lam, mim tek harftir demiyorum. [Fakat elif bir harf, lam bir harf mim bir harftir]. [11] Sakın ha, sizden herhangi bir kim­senin bacak bacak üstüne koyarak Bakara sûresini okumayı terkettiğini görmeyeyim. Çünkü şeytan Bakara sûresinin okunduğu evden kaçar. Hayır­dan eser bulunmayan ev Allah'ın Kitabı'ndan eser bulunmayan evdir." [12]

Ebû Ubeyd, Garibu'l-Hadis adlı eserinde Abdullah (b. Mes'ud)'dan: "Bu Kur'ân Allah'ın bir ziyafetidir. Ona giren emniyettedir" buyruğunu naklettik­ten sonra şunları söylemektedir:

Hadisin açıklaması şöyledir: Bu bir meseldir. Kur'ân-ı Kerim'i, yüce Allah'ın insanlar için hazırladığı bir ziyafete benzetmektedir. Bu ziyafette insanlar için hayırlar, menfaatler vardır. Bu ziyafeti hazırladıktan sonra insanları bu ziya­fete gelmeye çağırmıştır. Araplar: “Madubeti vema dabeti” derler. Bu kelimeyi “Madubeitu” şeklinde okursak, insanın hazırlayıp da başkalarını davet ettiği ziyafet anla­şılır. “Madabeti” şeklinde okuduğumuz takdirde bu «edep»ten türemiş bir keli­me olur. Bu kelimeyi bu şekilde okuyanlar Hz. Peygamber'in bir başka ha­disini delil gösterirler: "Bu Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın edep öğrenilecek buyru­ğudur. “Madabeti” Onun edep kaynağından edep öğreniniz" hadisini delil gös­terirler. el-Ahmer ise, bu söyleyişleri aynı anlamdaki bir kelimenin iki ayrı söy­leyişi olarak kabul etmiştir. Bu görüşte ondan başka birisinin olduğunu işit­medim. (Ebu Ubeyd devamla der ki): Birinci açıklama şekli daha çok ho­şuma  gitmektedir.

Buhari, Osman b. Affan (r.a)'dan rivayet ediyor: Peygamber (s.a) buyur­du ki: "Sizin en hayırlı olanınız Kur'ân'ı öğrenen ve öğretendir."[13]

Müslim, Ebu Musa (ra)'dan rivayet ediyor: Resulullah (s.a) buyurdu ki: "Kur'ân okuyan mü'minin misali, utrucc (ağaç kavunu) gibidir. Kokusu da hoştur, tadı da hoştur. Kur'ân okumayan mü'minin misali ise hurmaya benzer. Tatlı olmakla birlikte kokusu yoktur. Kur'ân okuyan münafikın misali ise ko­kusu hoş, tadı acı olan reyhana benzer. Kur'ân'ı okumayan münafikın misa­li ise, Ebu cehil karpuzuna benzer. Kokusu yoktur, tadı acıdır." Bir diğer ri­vayette "münafikın misali" yerine "facirin misali" denilmiştir. [14]

Buhari'deki rivayet de şöyledir: "Kur'ân okuyan mü'minin misali utrucc (ağaç kavunu) gibidir. Tadı hoş, kokusu da hoştur. Kur'ân okumayan mü'mi­nin misali hurma gibidir..." der ve hadisin geri kalan kısmını kaydeder. [15]

Ebû Bekr el-Enbârî der ki: Bize Ahmed b. Yahya el-Hulvânî haber verdi. Bize Yahya b. Abdülhamid anlattı. Bize Huşeym anlattı. (H) [16] Bize İdris bil­dirdi. Bize Halef anlattı. Bize Huşeym el-Avvam b. Havşeb'den anlatarak de­di ki: Ebu Abdurrahman es-Sülemî'nin huzurunda Kur'ân okuyup hatmeden kişi, Kur'ân'ı hatmetti mi, önünde oturtur, elini başının üzerine koyar ve ona şöyle derdi: Ey filan, Allah'tan kork, eğer öğrendiklerinle amel edecek olsan senden daha hayırlı kim olur, bilmem.

ed-Dârimi, Vehb ez-Zimari'den şöyle dediğini rivayet eder: Her kime Allah Kur'ân'ı ihsan eder, o da gece ve gündüz onun gereğini yerine getirir, onda bu­lunan hükümler gereğince amel eder ve Allah'a itaat üzere ölürse, Kıyamet gü­nünde Allah, o kimseyi sefere ile hakimlerle birlikte gönderir. Said der ki: Bu­rada sefereden kasıt melekler, hakimlerden kasıt ise peygamberlerdir. [17]

Müslim, Aişe (r.anh)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Kur'ân-ı Kerim'i maharetle okuyan kimse, şerefli, iyi elçi me­leklerle birliktedir. Kur'ân-ı Kerim'i zorlana zorlana okuyan ve okurken sı­kıntı çeken bir kimse için de iki ecir vardır." [18]

Bu şekilde zorlanarak okuyanın iki ecir almasına sebep, birisi okuması di­ğeri de zorlanması dolayısıyladır. Kur'ân'ı maharetle okuyan kimsenin dere­celeri ise bütün bunlardan yüksektedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim, önceleri o kim­se için de zorla okunan bir kitaptı. Daha sonra bu basamaktan yüksele yüksele meleklere benzetilecek konuma kadar yükselmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Tirmizi, Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasû­lullah (s.a) buyurdu ki: "Allah'ın Kitabı'ndan bir harf okuyan kimse için, bu harf sebebiyle bir hasene vardır. Her bir hasene ise on katı ile mükafat alır. Ben sizlere Elif, Lam, Mim tek bir harftir demiyorum. Fakat Elif bir harf, Lam bir harf ve Mim bir harftir" diyorum. Tirmizi der ki: Bu yolla hasen sahih ve garib bir hadistir. Mevkuf olarak da rivayet edilmiştir.[19]

Müslim, Ukbe b. Âmir'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bizler Suffe-de bulunduğumuz bir sırada Rasûlullah (s.a) yanımıza gelip şöyle dedi: "Sizden hanginiz buradan Buthân'a ya da el-Akik'e kadar gidip günah da ka­zanmaksızın herhangi bir akrabalık bağını da kesmeksizin büyük hörgüç-lü iki deve alıp gelmek ister?" Bizler: Ey Allah'ın resulü, hepimiz böyle bir-şeyi arzu ederiz, deyince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Peki niye her bi­riniz mescide gidip Allah'ın Kitabı'ndan iki âyeti öğrenmiyor yahut okumu­yorsunuz? Böylesi onun için iki dişi deveden hayırlıdır. Üç tane öğrenirse, üç deveden, dört tane öğrenirse dört deveden ve öğrendiği âyetler sayısınca o kadar deveden hayırlıdır. "[20]

Ebu Hureyre'den rivayete göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Her kim, müslüman bir kimsenin dünya sıkıntılanndan bir sıkıntısını giderirse, Al­lah da o kimsenin Kıyamet günündeki sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim sıkıntı içerisinde bulunan kimseye kolaylık sağlarsa, Allah o kişiye dünyada da âhirette de kolaylık verir. Müslüman bir kimsenin kusurunu ör­tenin Allah, dünyada da âhirette de kusurunu örter. Kul, müslüman karde­şine yardımcı olduğu sürece Allah da ona yardımcı olur. İlim öğrenmek üze­re bir yola koyulan kimseye Allah cennete giden bir yolu kolaylaştırır. Bir top­luluk Allah'ın evlerinden birisinde Allah'ın Kitabı'nı kendi aralarında okuyup onu öğrenecek olurlarsa muhakkak üzerlerine sekinet (huzur, sükûn ve va­kar) iner, rahmet onları kuşatır, melekler etraflarında toplanır, Allah, onları kendi nezdindekiler arasında anar. Amelinin geciktirdiği kimseyi ise nesebi öne götüremez."[21]

Ebu Davud, Nesai, Darimi ve Tirmizi, Ukbe b. Amir'den şöyle dediğini ri­vayet etmektedirler: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kur'ân'ı yüksek sesle okuyan bir kimse açıkça sadaka veren kimse gibidir. Kur'ân'ı kısık sesle okuyan kimse gizlice sadaka veren kimse gibidir." Tirmizi: Bu, ha­sen, garib bir hadistir, demiştir.[22]

Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre Peygamber (s.a) şöyle buyur­muştur: "Kıyamet gününde Kur'ân-ı Kerim gelir ve: Rabbim, (ona) bir hülle giydir, der. O kişiye şeref tacı giydirilir. Daha sonra yine: Rabbim, ona ihsa­nını artır, der. Bu sefer ona şeref ve üstünlük hüllesi giydirilir. Sonra: Rabbim ondan razı ol der, Allah ondan razı olur. Ona: Oku ve yücel denilir, her bir âyet karşılığında ona bir hasene artırılır." Tirmizi, sahih bir hadistir, de­miştir.[23]

Ebu Davud'un Abdullah b. Amr'dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Ra-sûlullah (s.a) buyurdu ki: "Kur'ân sahibine şöyle denilir: Oku, yüksel ve dün­yada dura dura, tertil ile okuduğun gibi şimdi de tertil ile oku. Senin vara­cağın son nokta okuyacağın son âyet olacaktır."[24]

Bunu ayrıca İbn Mace Sünen'inde Ebu Said el-Hudri'den şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Kur'ân sahibine cennete girdiği va­kit şöyle denilecektir: Oku, ve yüksel. Bunun üzerine okumaya koyulur. Her bir âyet okudukça bir derece yükselir. Bu, Kur'ân'dan bildiği son âyete ka­dar böylece sürüp gider."[25]

Ebu Bekr el-Enbârî, senedini kaydederek, Ebu Ümame el-Hımsi'nin şöy­le dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Kendisine Kur'ân'ın üçte biri verilen kimse, nübüvvetin üçte biri verilmiş gibidir. Kur'ân'ın üçte ikisi verilen kimse nübüvvetin üçte ikisi verilmiş gibidir. Kur'ân'ın tümünü okuyan kimseye, nübüvvetin tümü verilmiş demektir. Şu kadar var ki ona vahiy gelmez. Kıyamet gününde ona: Oku ve yüksel deni­lir. O da her bir âyet okudukça bir derece yükselir. Nihayet bildiği Kur'ân âyet­lerini bitirir. Sonra ona: Bir avuç al, denilir. O da bir avuç avuçlar. Sonra ona şöyle denilir: Ellerinde ne olduğunu biliyor musun? Sağ elinde ebedilik, sol elinde de sonsuz nimetler olduğunu görür."[26]

Bize İdris b. Halef anlattı. Bize İsmail b. Ayyaş, Temmam'dan, o el-Ha-sen'den anlatarak dedi ki: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Her kim, Kur'ân-ı Ke-rim'in üçte birini beller ve gereğince amel ederse, nübüvvet işinden üçte bi­rini almış demektir. Her kim Kur'ân'ın yarısını beller ve gereğince amel ederse, nübüvvet işinin yarısını almış demektir. Her kim Kur'ân'ın tümünü bellerse o nübüvvetin tümünü almış olur."

İdris b. Halef dedi ki: Ayrıca bize, Muhammed b. Yahya el-Mervezî anlat­tı. Ona Muhammed b. Sa'dân haber vermiş, ona el-Huseyn b. Muhammed Hafs'dan haber vermiş. Hafs, Kesir b. Zâzân'dan o Asım b. Damra'dan, o Ali (r.a)'dan rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Her kim Kur'ân'ı okur, tilavet eder ve hıfz ederse, Allah, onu cennete koyar ve hepsi için ce­hennemin vacip olduğu ev halkından  on kişi hakkında şefaatçi kılar."[27]

Um ed-Derdâ dedi ki: Âişe (r.anh) yanıma geldi. Ona şöyle dedim: Cen­nete giren kimseler arasında Kur'ân'ı okuyan kimsenin okumayana üstünlü­ğü nedir? Âişe (r.anh) dedi ki: Kur'ân âyetlerinin sayısı cennetteki derecele­rin sayısı kadardır. Buna göre cennete girenler arasında Kur'ân'ı okuyanlar­dan daha faziletli kimse yoktur. Bunu Ebu Muhammed Mekkî zikretmiştir.

İbn Abbas da der ki: Kim Kur'ân'ı okur, onda bulunanlara tabi olursa, Al­lah onu dalaletten hidayete iletir. Kıyamet gününde onu kötü bir şekilde he­saba çekilmekten korur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim, Be­nim hidayetime uyarsa, o (dünyada) sapmaz, (âhirette de) bedbaht "l™az." (Taha, 20/123) İbn Abbas der ki: Böylelikle yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'e uyan kimselere dünya hayatında sapmama ve âhirette de bedbaht olmama temi­natını vermiştir. Bunu da Mekkî zikretmiştir.

el-Leys der ki: Şöyle denilmektedir: Rahmet Kur'ân'ı dinleyen kimseye ulaş­tığından daha çabuk hiçbir kimseye ulaşmaz. Çünkü şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun. Olur ki rahmet olunasınız." (el-A'raf, 7/204)

"Olur ki" ise Allah'tan bir vaad olarak zikredilen bir şeyin başına geldi mi o vaadin muhakkak gerçekleşeceğini ifade eder.

İslâm tarihinde tasnif edilmiş ilk Müsned olan Ebû Dâvûd et-Tayâlisî Müs-ned'inde Abdullah b. Amr'ın rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuş­tur: "Her kim on âyet-i kerime okuyarak namaz kılarsa (veya onları uygular­sa) gafillerden yazılmaz. Her kim yüz âyet-i kerime okuyarak namaz kılar­sa (veya onları uygularsa) kânitlerden yazılır. Her kim bin âyet okuyarak na­maz kılarsa (veya onları uygularsa) kantarlarla mükafat alanlardan diye ya­zılır."[28]

Bu manayı dile getiren rivayetler pek çoktur. Bizim kaydettiğimiz bu ri­vayetler ise bu konuda yeterlidir. Hidayete muvaffak kılan Allah'tır.[29]

 

Allah'ın Kitabı'nı Okuma Şekli, ve Görüş Ayrılıkları:

 

Okumanın mekruh, haram olma şekilleri ve bununla ilgili ayrılıklar.

Buhari'nin rivayetine göre Katade şöyle demiş: Ben Enes'e Rasûlullah (s.a)'ın Kur'ân okuyuşunun nasıl olduğunu sorduğumda bana şöyle dedi: O "bismillahirrahmanirrahim"i okuduğunda "bismillâh"ı "er-rahmân"ı ve "er-ra-hîm"i iyice uzatırdı."[30]

Tirmizi, Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) kesik kesik okur ve: "Elhamdülillahi Rabbil âlemin (âlemlerin Rabbi Al­lah'a hamdolsun)" der sonra durur, "er-rahmânirrahîm" der, sonra durur. Hz.

Peygamber (mâliki yerine): "meliki yevmiddin" diye okurdu. Tirmizi: Bu ga-rib bir hadistir demiştir. Ebu Davud da buna yakın ifadelerle hadisi rivayet etmiştir.[31]

Peygamber (sa)'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: "İnsanlar arasında en güzel sesli kişi, Kur'ân'ı okuduğu zaman yüce Allah'tan korktuğunu gördü­ğün kimsedir."[32]

Ziyad en-Numeyri'den rivayete göre o, beraberindeki Kur'ân okuyucula­rı ile birlikte Enes b. Malik'in yanına varmış. Kurrâlardan birisine: Oku, de­nilmiş, o da sesini yükselterek neş'elendirici bir üslupla okumuş. Okuyucu­nun sesi de ince idi. Bunun üzerine Enes, yüzünü açtı -yüzü üzerinde siyah bir bez parçası (peçe) bulundururdu- dedi ki: Ey filan, onlar (ashab) böyle yapmıyorlardı. Enes, hoşuna gitmeyen birşeyi gördü mü yüzü üzerindeki be­zi açardı.

Kays b. Ubad'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (s.a.) zikir (Kur'ân okuma) esnasında sesi yükseltmeyi hoş görmezlerdi.

Kur'ân okurken sesin yükseltilmesini mekruh gördükleri rivayet edilen­lerin bir kısmı: Said b. el-Müseyyeb, Said b. Cübeyr, el-Kasım b. Muhammed, el-Hasen, İbn Şîrîn, en-Nehaî ve başkaları...

Yine bunu mekruh görenler arasında Malik b. Enes ve Ahmed b. Hanbel de vardır. Bunların tümü, Kur'ân okurken sesi yükseltmeyi ve neşelendire­cek bir şekilde nağmeli okumayı mekruh kabul etmişlerdir. Said b. el-Müsey-yeb'den rivayet edildiğine göre o, bir seferinde cemaate namaz kıldıran Ömer b. Abdülaziz'in kıraatte nağme yaptığını işitince ona haber gönderip şunları söyledi: Allah seni ıslah etsin. İmamlar bu şekilde okumazlar. Bun­dan böyle Ömer b. Abdülaziz nağmeli bir şekilde okumaya son verdi.

el-Kasım b. Muhammed'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir kişi Pey­gamber (s.a)'ın Mescidinde Kur'ân okudu ve nağme yaptı. el-Kasım buna tep­ki göstererek şunları söyledi: Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz O, aziz bir kitaptır. Önünden de arkasından da batıl ona hiçbir surette erişemez" (Fussilet, 41/41-42).

İmam Malik'ten rivayet edildiğine göre; ona namazda Kur'ân okurken se­si yükseltmeye dair soru sorulmuş, o da bunu oldukça çirkin gördüğünü be­lirterek tepki göstermiş, Kur'ân okurken sesin yükseltilmesinden hoşlanma­dığını belirtmiştir.

İbnu'l-Kasım'ın ondan rivayetine göre, namazda nağme yapma hakkında İmam Malik'e soru sorulmuş, o: Hoşuma gitmez, demiş ve şunları eklemiştir: Bu şekilde okuyuş karşılığında birkaç dirhem alsınlar diye Kur'ân'ı şar­kı gibi okuyorlar.

Bazı kimseler de Kur'ân'ı yüksek sesle okumayı ve hoşa gidecek şekilde nağmeli tilaveti caiz görmüşlerdir. Çünkü okuyucu Kur'ân okurken sesini gü­zelleştirecek olursa, ruhları daha çok etkiler, kalpler onu daha çok dinler. Bu­na da Hz. Peygamber'in: "Seslerinizle Kur'ân'ı süsleyiniz" şeklindeki buyru­ğunu delil gösterirler. Bunu Hz. Peygamber'den el-Bera' b. Âzib rivayet et­miştir. Hadis Ebu Davud ve Nesei tarafından tahrîc edilmiştir."[33]

Hz. Peygamber'in şu buyruğunu da delil gösterirler: "Kur'ân ile teganni etmeyen bizden değildir." Bunu da Müslim rivayet etmiştir.[34]

Gösterdikleri deliller arasında Ebû Mûsâ (el-Eş'arî)'nin Hz. Peygamber'e söylediği şu sözler de yer almaktadır: Benim Kur'ân okuyuşumu dinlediği­ni bilseydim, ben onu alabildiğine güzel okurdum.[35] Yine Abdullah b. el-Muğaffel'in şu sözünü de delil gösterirler: Rasûlullah (s.a) Mekke'nin fethe-dildiği sene geceleyin bir yolculuğunda devesi üzerinde Feth sûresini kıra­atinde terci' yaparak (sesini yükseltip alçaltarak) okumuştur.[36] Bu görüşü ka­bul edenler arasında Ebu Hanife ve arkadaşları, Şafii, İbnü'l-Mübarek, en-Nadr b. Şumeyl de vardır. Ebu Cafer et-Taberi ile Ebu'l-Hasan b. Battal'ın kadı Ebu Bekr b. el-Arabî'nin ve başkalarının da tercih ettiği görüş budur.

Derim ki: Birinci görüş, zikrettiğimiz deliller ve ileride gelecek hususlar dolayısıyla daha sahihtir. İkinci görüşün savunucuları tarafından ileri sürü­len birinci hadis, zahiri anlamı üzere alınmamalıdır. Bu hadis, maklûb türün­den ifadeler kapsamına girer. Yani: "Seslerinizi Kur'ân ile süsleyiniz" demek­tir. el-Hattabi der ki: Hadis imamlarından birden çok kişi: "Kur'ân ile sesle­rinizi süsleyiniz" şeklinde açıklamış ve bu hadis "maklup" türüne girer de­mişlerdir. Nitekim Araplar: "Ben deveyi havuza arzettim (götürdüm)" diye­ceklerine: Havuzu deveye arzettim, derler. el-Hattabi der ki: Bunu Ma'mer Mansur'dan, o da Talha'dan rivayet etmiştir. Ve bu rivayetinde önce Kur'ân'ı zikredeceklerine sesleri zikretmiştir. Yani hadisi: "Seslerinizi Kur'ân ile süs­leyiniz" anlamında rivayet etmiştir. Doğrusu da budur.

el-Hattabi der ki: Talha b. Abdurrahman b. Avsece'nin el-Bera'dan riva­yetine göre Rasûlullah (s.a): "Seslerinizle Kur'ân'ı süsleyiniz" diye buyurmuş­tur. Yani onu okumak alışkanlığını edinin, sesleriniz onunla meşgul olsun, onu bir parola ve bir süs edinin demektir. Bunun Kur'ân okumaya ve bununla çokça uğraşmaya bir teşvik demek olduğu da söylenmiştir. Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kur'ân ile seslerinizi süsleyiniz."[37] Hz. Ömer'in de.- "Kur'ân ile seslerinizi güzelleştiriniz" dediği rivayet edilmektedir.

Derim ki: İşte Hz. Peygamber'in: "Kur'ân-ı Kerim ile teganni etmeyen biz­den değildir" hadisinin de ifade ettiği anlam budur. Kur'ân ile sesini güzel-leştirmeyen bizden değildir, demektir. Abdullah b. Ebi Müleyke de hadisi böy­lece açıklamıştır. Abdülcebbar İbnü'1-Verd dedi ki: İbn Ebi Müleyke'yi Şöy­le derken dinledim: Abdullah b. Ebi Yezid dedi ki: Ebu Lübabe yanımızdan geçti, biz de evine girinceye kadar arkasından yürüdük. Dış görünüşü pek de iyi değildi. Onun şöyle dediğini işittim: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyurur­ken dinledim: "Kur'ân'ı okurken teganni etmeyen bizden değildir." (Abdül­cebbar) der ki: Ben İbn Ebi Müleyke'ye şöyle dedim: Muhammed'in baba­sı, şayet okuyanın sesi güzel değil ise ne yapmalıdır dersin? İbn Ebi Müley­ke dedi ki: Gücü yettiği kadar onu güzelleştirir. Bu hadisi Ebu Davud zikret­miştir.[38]

Yine Ebu Musa el-Eş'ari'nin Peygamber (s.a)'e söylediği şu söz de böyle açıklanmalıdır: Eğer senin benim okuyuşumu dinlediğini bilseydim, Kur'ân okurken sesimi güzelleştirir, süsler ve tertîl ile okurdum.

İşte bu Ebu Musa'nın fıtri olan ses güzelliğine rağmen Kur'ân-ı Kerim'i hız­lıca okuduğunu göstermektedir. Şayet Peygamber (s.a)'ın kendisini dinlemek­te olduğunu bilseydi, kıraatini uzatır ve ağır ağır (tertîl ile) okurdu. Tıpkı Pey­gamber (s.a)'ın huzurunda okuduğu gibi. Bu da Kur'ân okurken sesinin gü­zelliğini artırırdı. Yoksa Rasûlullah (s.a)'ın: "Kur'ân seslerle veya başka şey­lerle güzelleştirilir" anlamına gelecek bir söz söylediğini ileri sürmekten Al­lah'a sığınmak gerekir. Her kim böyle bir açıklama getirirse o kesinlikle Kur'ân'ın onun güzelleştirecek, süsleyecek birisine ihtiyacı olduğunu ifade etmiş olacağından, büyük bir iddiada bulunmuş olur. Halbuki Kur'ânı Ke­rim nurdur, ışıktır. Kur'ân, güzelliğine bürünen, onun ışığı ile aydınlanan kim­se için en üstün ve yüce süstür.

Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Süsleme emrinin anlamı, okuma şekil­lerini elde edip seslerimizle onları süslemek ve ölçülü bir şekilde okumak de­mektir. Yani "Kur'ân okuyuşunu seslerinizle güzelleştiriniz" anlamına gelir. O vakit (hadiste geçen): "Kur'ân" kelimesi Kur'ân okumak, kıraat anlamına ge­lir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve sabah vaktinin Kur'ân'ı" (el-İsrâ, 17/78) buy­ruğuyla sabah vakti Kur'ân okumak kastedilmiştir. Yine: "O halde Biz onu (Ceb­rail aracılığıyla) okuduğumuz vakit sen onun Kur'ân'ına uy!" (el-Kıyame. 75/18) buyruğundaki "Kur'ân" kelimesi de Kur'ân'ın okunması anlamındadır.

Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Amr'dan şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: "Gerçek şu ki, denizde Süleyman (a.s)'ın zincire vurduğu ve tutuklan­mış olarak alıkonulan şeytanlar vardır. Bunların çıkıp insanlara karşı bir Kur'ân (yani okuyacak birşey) okumaları zamanı yakındır."[39]

Şair Hz. Osman hakkında da şunları söyler:

"Kurban ettiler o saçları ağarmış ve (alnında) secdenin izlerini taşıyanı

Geceyi kimi zaman teşbih (namaz) ile kimi zaman Kur'ân okuyarak geçireni."

Bu açıklamaya göre hadis'e belirtilen manayı vermek doğru olur. Ancak tilavet demek olan Kur'ân okumayı -ilerde açıklayacağımız üzere- sınırların­dan dışarıya çıkartacak olursak bu men edilmiştir.

Zayıf bir görüş olarak şöyle de denilmiştir: Kur'ân ile teganni etmenin an­lamı ihtiyaç duymanın ve fakirliğin zıddı olan zengin olmak duygusu anla­mına gelen "istiğna"dan türetilmiştir. (Şarkı anlamına gelen "ğina"dan türetilmemiştir.) Nitekim ihtiyaç duymadı anlamında “Teğeneyte ve teğaneyte” denilir, es-Sihhah'da şöyle denilmektedir: “Teğna’r-Racul” muhtaç olmamak, Allah tara­fından ihtiyacının giderilmesi anlamındadır.ise birinin ötekine muh­taç olmaması anlamındadır. Nitekim Temimli el-Muğiıe b. Habnâ şöyle de­miştir:

"Her ikimizin de hayat boyunca kardeşine ihtiyacı yoktur

Öldük mü de bu ihtiyaçsızlığımız daha da artacaktır."

Süfyan b. Uyeyne ile Veki' b. el-Cerrâh da bu açıklamayı kabul etmişler­dir. Böyle bir açıklamayı Süfyan, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan da rivayet etmekte­dir.

Yine Süfyan'dan bir başka açıklama şekli de rivayet edilmektedir. Bu şek­li de İshak b. Raheveyh zikreder. Yani Kur'ân sayesinde onun dışında kalan sözlere ihtiyaç duymaz. Nitekim Muhammed b. İsmail el-Buhârî de bu açık­lamayı benimsemiştir. Çünkü bu açıklamayı naklettiği[40] Bab başlığının akabinde yüce Allah'ın şu buyruğunu zikretmektedir: "Onlara karşı okunup duran ve bizim sana indirdiğimiz kitap onlara yetmedi mi?" (el-Ankebut, 29/51)

Burada Kur'ân-ı Kerim sayesinde başka sözlere ihtiyaç duymamaktan kasıt, geçmiş ümmetlerin haberlerine dair bilgilere muhtaç olmamaktır. Tef­sir alimleri bunu bu şekilde açıklar.

Kur'ân'ı teganni ile okumanın anlamının, onunla hüzünlenip kederlenmek demek olduğu da söylenmiştir. Yani Kur'ân okuyan kimsenin üzerinde Kur'ân tilaveti esnasında sevincin zıddı olan hüzün ve kederin etkileri görü­lür, demektir. Burda teganni ise zengin olmak, ihtiyaç duymamak anlamına gelen kökünden gelmemektedir. Çünkü bu kökten türemiş olsaydı o vakit Hz. Peygamber'in demesi, ifadesini kullanma­ması gerekirdi. Bu görüşü İmam Ebu Muhammed İbn Hibban el-Büsti'nin de yer aldığı bir grup ilim adamı kabul etmiştir.

Görüşlerine delil olarak Mutarrif b. Abdullah b. eş-Şihhîr'in babasından yaptığı şu rivayeti gösterirler: "Rasûlullah (s.a)'ı namaz kılarken gördüm. Göğ­sünden ağlamaktan dolayı tencerenin kaynarken çıkardığı uğultu gibi bir ses duydum."[41]

Bu görüşü savunanlar derler ki: Bu haber, sözü geçen hadis ile kederlen­menin kastedildiğine dair açık bir ifade taşımaktadır. Ayrıca bu görüşlerine hadis imamlarının rivayet ettiği Abdullah b. Mes'ud'dan gelen şu hadisi de destekleyici delil olarak göstermişlerdir. Peygamber (s.a) ona: "Bana Kur'ân oku" dedi. (Abdullah b. Mes'ud der ki): Ona Nisa sûresini okumaya başla­dım. Nihayet yüce Allah'ın: "Her ümmetten (peygamberlerini) birer şahit, bunların üzerine de seni şahit kıldığımız zaman halleri nice olur" (en-Ni-sâ, 4/41) âyetine vardığımda Hz. Peygamber'e baktım, gözlerinden yaş ak­tığını gördüm.[42]

Şimdiye kadar dört ayrı açıklama şeklini sıralamış olduk. Bütün bunlar ara­sında nağmeli bir şekilde sesi alçaltıp yükselterek Kur'ân okunacağına dair ifadeler taşıyan bir açıklama yoktur.

Ebu Said b. el-A'râbî, Peygamber Efendimizin: "Kur'ân ile teganni etme­yen bizden değildir" hadisiyle ilgili olarak şunları söylemektedir: "Araplar, ço­ğu konuşmalarında şarkı ve nağmeye düşkün kimseler idiler. Kur'ân-ı Kerim nazil olunca şarkı yerine nağmeli okuyacakları, alışageldikleri şekilde seslen­direcekleri sözün Kur'ân olmasını arzuladılar. İşte bundan dolayı Peygamber: "Kur'ân ile teganni etmeyen bizden değildir" diye buyurmuştur.

Beşinci açıklama şekli: Bu, hadisi nağmeli okuyuşa ve neşelendirecek şe­kilde seslendirmeye delil getirenlerin açıklama şeklidir. Ömer b. Şebbe an­latıyor: Ben, Ebu Âsim en-Nebil'e, İbn Uyeyne'nin Hz. Peygamber'in: "tegan­ni etmeyen" şeklindeki sözünü yani onunla başkasına ihtiyaç duymamak an­lamına yorumladığını sözkonusu ettiğimde, şunları söyledi: İbn Uyeyne bu açıklaması ile sözedilmeye değer bir iş yapmış değildir. İmam Şafii'ye de bu yorumu hakkında soru sorulunca şöyle demiş: Biz bunu daha iyi biliriz. Eğer

Peygamber (s.a) ihtiyaç duymamak anlamına gelen istiğnayı kastetmiş olsay­dı: Kim istiğna duymazsa.....derdi. O böyle demeyip "tegan-ni etmek" tabirini kullandığına göre, onun teganniyi kastetmiş olduğunu bil­miş olduk. Taberî der ki: Bizim bildiğimize göre Arap dilinde teganni sesi nağ-melejıdirmek suretiyle güzel ses çıkarmak demek olan gınadır (yani şarkı söy­lemektir.) Şair şöyle demiştir:

"Şiir söyledin mi nağmeli söyle

Çünkü bu şiiri nağmeli söylemek bir yarıştır."

Teganni'nin istiğna anlamına geldiğini iddia eden bir kimse şunu bilme­li ki, Arap dilinde ve şiirlerinde bu anlamda kullanılmış değildir. İlim ehlin­den de bunun bu anlama geldiğini söyleyen bir kimsenin olduğunu bilmi­yoruz. el-A'şâ'nın:

"Ben bir zamanlar Irak'ta uzun süre ikamet etmiş ve

ikametim süresince de iffetini korumuş bir kişiydim"

Sözünü delil gösterip burada "istiğna"yı kastettiğini ileri süren kimse yanlış bir iddiada bulunmaktadır. Çünkü el-A'şâ burada "ikamet yeri"ni kas­tetmiştir. Nitekim Araplar bir kişi hakkında "filan yerde ikamet etti" demek isterken işte bu kelimeyi kullanırlar. Yüce Allah'ın: "Orada ikamet etmemişler gibi oldular" (el-A'raf, 7/92) buy­ruğu da bu türdendir. Bu görüşü ileri süren kimselerin şairin: "

"Ve biz öldüğümüzde birbirimize ihtiyaçsızlığımız daha da artacaktır" Sözlerini delil göstermesi ise bir yanılmadır. Çünkü burada geçen "et-Te-ğânî" kökü her biri diğerine ihtiyaç duymayan iki kişi bakında kullanılan "te-fâul" veznindedir. Mesela, vuruşan iki kişi hakkında "İki adam vuruştu" denilir. İki kişinin ortaklaşa yaptığı bir fiil hakkında bunu söy­leyen bir kimsenin aynı şeyi tek kişi hakkında söylemesi yerinde olmaz. Do­layısıyla demek doğru olmaz. Aynı şekilde istiğna anlamında da (teganniden) demek de doğru olmaz.

Derim ki: Taberi'nin "tegannînin istiğna anlamında kullanıldığı Arap di­linde rastlanılmış bir şey değildir" şeklindeki iddiası yerinde değildir. Çün­kü önceden de belirttiğimiz gibi el-Cevheri, bunu bu manada zikrettiği gibi el-Herevî de bu anlamda zikretmiştir. Taberi'nin: "Fâale kipi karşılıklı olarak iki kişinin yaptığı iş hakkında kullanılır" şeklindeki ifadesine gelince, bu kip birçok yerde tek bir kimsenin yaptığı iş hakkında da kullanılır. İbn Ömer'in: " Ve o günlerde ben  ergenlik yaşıma yaklaşmış bir genç idim"[43]  şeklindeki sözleri bu türdendir. Araplar bu kipi kullanarak: " Ayakkabıyı çekiçle dövdüm, hırsı­zı cezalandırdım, hastayı tedavi ettim" dedikleri de çok olur. O takdirde bu­rada "teğânî" kipi de bu türden kabul edilmelidir. Hz. Peygamber'in "teğân-nî etmeyen" ifadesi hem şarkı söylemek hem de istiğna göstermek anlamla­rına gelmesi muhtemel olduğuna göre, bu iki anlamdan birisini esas alarak yorumlamanın tercihe değer bir tarafı yok demektir. Hatta eğer bizim yapa­cak başka bir yorumumuz yoksa bunun "istiğna" anlamına yorumlanması da­ha uygundur. Çünkü böyle bir açıklama şekli Süfyan'ın da belirtmiş olduğu gibi büyük bir sahabiden rivayet edilmiştir. İbn Vehb, Süfyan hakkında şöy­le demektedir: "Ben hadislerin te'vili hususunda Süfyan b. Uyeyne'den da­ha bilgili kimse görmedim". Bilindiği gibi O (İbn Vehb), İmam Şafii ile gö­rüşmüş ve onunla çağdaş bir kimsedir.

Altıncı yorum: Bu da Müslim'in Sahih'inde yer alan fazlalık esas alınarak yapılan yorumdur. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre o, Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Allah, sesi güzel bir peygamberin açıkça ve te-ganni ile Kur'ân okumasını sevdiği kadar birşeyi sevmiş değildir."[44]

Taberi der ki: Eğer İbn Uyeyne'nin dediği gibi olsaydı, burada hem gü­zel sesin hem de açıktan okunmasının sözkonusu edilmesinin bir anlamı ol­mazdı.

Buna karşılık biz de şöyle deriz: "Açıktan okuması" ifadesinin Peygamber (s.a)'ın sözü olması muhtemel olduğu gibi, Ebu Hureyre'ye veya bir başka­sına ait bir söz olması ihtimali de vardır. Eğer birinci ihtimal sözkonusu ise -ki bu uzak bir ihtimaldir- bu ifade Kur'ân okurken dinleyenleri neşelendir­memek ve nağmeli okumamak gerektiğine bir delildir. Çünkü Hz. Peygam­ber: "Onu nağmeli okurdu" demeyip bunun yerine "açıktan okurdu" ifade­sini kullanmıştır. Yani, okurken hem kendisine sesini işittiriyor, hem de ya­nında bulunanlara. Buna delil de Hz. Peygamber'in tehlil getirirken sesini yük­selttiğini duyduğu kimseye söylediği şu sözlerdir-. "Ey insanlar, kendinize acı­yınız. Dua ettiğiniz kişi, sağır da değildir, hazır olmayan bir gaip de değil­dir...."[45] Bu hadis tamamı ile ileride gelecektir.

Şayet bu fazlalık bir sahabi tarafından veya bir başka ravi tarafından ek­lenmiş ise, ileri sürdükleri gibi burda kendilerinin lehine bir delil yoktur. Böy­le bir te'vili mezhebimizin ilim adamlarından birisi tercih ederek şöyle de­miştir: Bu daha uygundur. Araplar, sesini yükselten ve bunu arka arkaya sür­düren kimse hakkında "gani" tabirini kullanırlar. Onun bu işi için de "ğinâ" lafzını kullanırlar. İsterse şarkı nağmeleri gibi nağmeli söylemesin. Ayrıca i-lim adamımız şunları da söyler: İşte sahabi bu anlamda hadisi yorumlamış­tır. Söylenen sözü daha iyi bilen, maksadını daha iyi kavrayan elbette ki odur.

Ebu'l-Hasen b. Battal, Şafii mezhebinin lehine delil getirerek şunu da söy­ler: Bu konuda mes'eledeki kapalılığı İbn Ebi Şeybe tarafından yapılan şu ri­vayet ortadan kaldırmaktadır. İbn Ebi Şeybe der ki: Bize Zeyd b. el-Hubâb anlattı, dedi ki: Bize Musa b. Ali b. Rebah babasından, o Ukbe b. Âmir'den rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Kur'ân'ı öğreniniz ve onunla teganni ediniz ve yazınız. Nefsim elinde olana yemin ederim, onun (hafızalardan) ayrılıp gitmesi iki yaşına basmış devenin yularından kaçıp kur­tulmasından daha çabuktur."[46]

Bizim (Mâliki mezhebimize mensub) ilim adamlarımız şöyle derler: Bu ha-dis-i şerifin senedi eğer sahih ise, Kur'ân-ı Kerim'i bize bütün hocalardan ne­silden nesile o şerefli çağa ve Rasûlullah (s.a)'a kadar tevatür yoluyla ula­şan ve şekli kafi olarak bilinen kıraat şekli reddetmektedir. Bize tevatür yo­luyla gelen bu kıraatte, ne nağme sözkonusudur ne de başkalarını neşelen­direrek okumak sözkonusudur. Bununla birlikte harflerin mahreçlerinden çı­kartılmasında, uzatılmasında, idğam ve izhar yapılmasında ve benzeri kıra­at şekillerinde işi oldukça ileriye götürenlerin çokluğuna rağmen, böylesine rastlanılmamıştır. Diğer taraftan nağmeli ve neşelendirecek şekilde oku­makta hemzeli olmayan bir harfi hemzeli imiş gibi okumak, med olmayan ye­ri medli okumak da sözkonusudur. Bunun sonucunda tek bir elif birkaç elif, tek bir vav birkaç vav, tek bir harf ise birden çok harfe dönüşür. Bu da Kur'ân-ı Kerim'de bir fazlalığa sebebiyet verir. Bu ise men edilmiştir. Bu şekilde oku­yanlar eğer, hemze üzerinde durak yapacak olurlarsa bu sefer birkaç hem­ze çıkartırlar. Üzerinde durulan türden hemzeler de varsa o sadece bir tane­dir. Birden çok hemze değildir. Ve bu hemze ya mebni olur, ya maksur olur. Denilse ki: Abdullah b. Muğaffel'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlul­lah (s.a) bir gece yolculuğunda devesi üzerinde iken Feth sûresini okudu. Kı­raatinde terci' yaptı.[47] Bunu Buhari zikretmiş ve yaptığı bu terci'in niteliği ile ilgili olarak üç defa (hemzeleri uzatarak) â, â, â demiştir.[48]

Biz bununla ilgili olarak şunu söyleriz: Bu Hz. Peygamber'in med yapı­lan yerde bunu iyice med yaptığı şeklinde anlaşılmalıdır. Ayrıca sırtında yol aldığı devenin onu sarsması halinde çıkarttığı sesin anlatılması olma ihtima­li de vardır. Nitekim sesini yükselten kimse eğer binek üzerinde ise bineği­nin sarsmasının, sesinin basıncında ve kesik kesik çıkmasında etki ettiği gö­rülen bir şeydir. Böyle bir ihtimal sözkonusu olduğuna göre bunu delil göstermek mümkün değildir.

Hadis hafızı Ebu Muhammed Abdülgani b. Said, Katade'nin Abdurrahman b. Ebu Bekir'den, onun da babasından rivayetine göre, Ebu Bekir(r.a.) şöy­le demiştir: "Rasûlullah (sa.)'ın kıraatinde terci'siz (nağmesiz) med vardı."

İbn Cüreyc de Ata'dan, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (s.a)'ın nağme yapıp neş'elendiren bir müezzini vardı. Rasû­lullah (s.a) şöyle buyurdu: "Gerçek şu ki ezan düz kolay ve pürüzsüzdür. Eğer senin ezanın da düz kolay ve pürüzsüz olacak ise oku, değilse okuma." Bu­nu Darakutnî, Sünen'inde rivayet eder.[49] Peygamber (s.a) ezanda nağme­yi yasakladığına göre yüce Allah'ın koruması altında olan Kur'ân-ı Kerim'de nağme yapmayı caiz görmemesi daha uygundur. Çünkü yüce Rabbimiz hak sözünde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Zikri (Kur'ân'ı) Bizler indirdik ve onu koruyacak olanlar da Bizleriz." (el-Hicr, 15/9); "Önünden de arka­sından da batıl ona erişemez. O, Hakim ve Hamid tarafından indirilmiş­tir." (Fussilet, 41/42).

Şunu belirtelim ki bu görüş ayrılıkları sesi yükseltip alçaltmak ve çokça nağme yapmak ile Kur'ân'ın anlamının anlaşılmaması hali ile ilgilidir. Eğer iş daha da ileriye götürülecek ve Kur'ân'ın anlamının anlaşılması bütünüy­le engellenecek olursa, bu ittifakla haramdır. Hükümdarların önünde ve ce­nazeler arkasında Kur'ân okuyan Mısır'daki okuyucuların yaptığı budur. Onlar bu şekilde okumanın karşılığında hediyeler ve ücret alırlar. Fakat bu işleri sapıkçadır. Bu amelleri boşunadır. Onlar bu şekilde Kur'ân okuyarak Allah'ın Kitabı'nı değiştirmeyi helal görüyorlar. Allah'ın indirdiği kitabında bu­lunmayan şeyleri ilave etmek suretiyle Allah'a karşı cür'etkarca hareket et­meyi önemsemiyorlar. Bu onların dinlerini bilmediklerinden, peygamberle­rinin Sünnetlerinin dışına çıkmalarından ve Kur'ân okumakta kendilerinden daha önce geçmiş bulunan salih kimselerin izledikleri yolun dışına çıkma­larından dolayı böyle olmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla şeytanın kendile­rine süslü ve güzel gösterdiği amellerine yöneliyorlar. Bu işi yapınca iyi bir iş yaptıklarını zannediyorlar. Hakikatte ise onlar sapıklıklarında dönüp du­ruyorlar. Allah'ın Kitabı ile oynuyorlar. İnna lillah ve inna ileyhi râciûn. Fa­kat doğru sözlü yüce Peygamber, bunun gerçekleşeceğini de haber vermiş­tir. Nitekim Hz. Peygamber'in haber verdiği gibi olmuştur.

İmam Hafız Ebu'l-Huseyn Rezin ile Ebu Abdullah et-Tirmizi el-Hakim Ne-vâdiru'l-Usul adlı hadis kitabında Hz. Huzeyfe'den Rasûlullah (s.a)'nın şöy­le buyurduğunu zikretmektedir: "Kur'ân'ı Arapların nağme ve sesleriyle okuyunuz. Sakın aşıkların[50]  nağmeleriyle ve iki kitap ehlinin (Yahide ve Hristiyanların) nağmeleriyle okumayınız. Benden sonra şarkı ve ağıt yakar gibi Kur'ân'ı nağmeli okuyacak kimseler gelecektir. Kur'ân onların hançerlerin­den aşağıya inmez. Kalpleri fitneye garkolmuştur. Bu okuyuşlarından hoş­lananların kalpleri de onlarınki gibidir. "[51]

İlim adamlarımız der ki: Vaizlerin önlerinde ve toplantılarda günümüz Kur'ân okuyucularının Kur'ân okudukları vakit, Arap olmayanların nağme­leri ile Kur'ân okumalarının Rasûlullah (s.a)'ın yasakladığı şekil olma ihtima­li çok yüksektir. Kıraatte terci' (tekrarlamak ve nağme yapmak.) hıristiyanla-rın okuyuşu gibi harfleri tekrarlayıp durmaktır. Tertil ise ağır ağır okumak, harfleri ve harekeleri açık seçik bir şekilde çıkarmaktır. Kur'ân okuyuşunda istenen budur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve Kur'ân'ı tertil ile (tane ta­ne,  ağır ağır) oku." (el-Müzemmil, 73/4.)

Umm Seleme'ye Rasûlullah (s.a)'ın namazda Kur'ân okuyuşuna dair so­ru soruldu da şöyle dedi: Onun namazından size ne? O namaz kılar, sonra da kıldığı kadar uyur, sonra uyuduğu kadar namaz kılar, sonra namaz kıldı­ğı kadar uyurdu. Ve sabaha kadar bunu böyle yapardı. Böyle dedikten son­ra Hz. Peygamber'in kıraatinin nasıl olduğunu anlattı. Onun harfleri tane ta­ne açık seçik okumasını nitelendirdi.[52] Bunu Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiş, Tirmizi de: "Hasen, sahih, garib bir hadistir" demiştir.[53]

 

Kur'ân ve İlim Ehlinin, Riya ve Benzerlerinden Sakındırılması:

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şe­yi ortak koşmayın" (en-Nisâ, 4/36) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa salih bir amel işlesin ve Rab-bine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın" (el-Kehf, 18/110).

Müslim'in rivayetine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyamet gününde insanlar arasında aleyhine hü­küm verilecek ilk kişi şehid düşen bir kimse olacaktır. Bu Allah'ın huzuru­na getirilecek Allah ona nimetlerini sayıp dökecek, o da bunları itiraf ede­cektir. Allah ona: Sana verdiğim bu nimetler ile sen ne yaptın, diye sorun­ca: Senin yolunda şehid düşünceye kadar çarpıştım, diyecektir. Allah: Yalan söyledin, fakat sen: Cesurdur, denilsin diye çarpıştın, nitekim böyle söylen­di. Daha sonra yüce Allah onun hakkında emir verecek o da yüzüstü cehen­neme atılıncaya kadar sürüklenecektir. Diğeri ilmi öğrenip öğreten, Kur'ân okuyan kimsedir. Bu da Allah'ın huzuruna getirilecek, Allah onun üzerinde­ki nimetlerini ona sayıp dökecek, o da bunları itiraf edecektir, Yüce Allah ona: Sen bu nimetler ile ne yaptın, diye sorunca o da diyecek ki: İlmi öğrendim, öğrettim, Senin uğrunda Kur'ân okudum. Yüce Allah ona: Yalan söyledin diyecektir. Sen ilmi alimdir, denilsin diye öğrendin. Güzel Kur'ân okuyor, de­nilsin diye Kur'ân okudun. Bunlar senin hakkında söylendi. Daha sonra emir verilecek ve cehenneme atıhncaya kadar yüzüstü sürüklenecektir. Diğer bir kişi ise Allah'ın kendisine genişlik ihsan ettiği ve malın bütün çeşitlerinden verdiği kimsedir. Bu kişi Allah'ın huzuruna getirilecek, Allah üzerindeki ni­metlerini sayıp dökecek, o da bu nimetleri itiraf edecektir. Allah ona: Peki sen bu nimetlerle ne yaptın, diye sorunca, şöyle diyecektir: Uğrunda harcan­masını arzuladığın ne kadar yol varsa Senin için infakta bulunmadığım tek bir yol bırakmadım. Allah ona, yalan söyledin, diyecektir. Fakat sen bunu : Bu kişi oldukça cömerttir, denilsin diye yaptın ve bu söylendi. Daha sonra yüce Allah emir verecek ve cehenneme atıhncaya kadar yüzüstü sürüklene­cektir."[54]

Tirmizi, bu hadisi naklederken şunları da söylemektedir: Sonra Rasûlul-lah (s.a) iki dizime vurarak şöyle buyurdu: Ey Ebû Hureyre, işte bu üç kişi, Kıyamet gününde kendileriyle cehennem ateşinin ilk alevlendirileceği kişi­ler olacaktır."

Ebu Hureyre'nin adı Abdullah'tır. Abdurrahman olduğu da söylenmiştir. O dedi ki: Bana Ebu Hureyre künyesinin verilmesinin sebebi, kolumun ye­ni içerisinde bir kedi taşımamdır. Rasûlullah (s.a) beni görünce: "Bu ne?" di­ye sordu. Ben, kedi dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ey Ebu Hurey­re (kedicik babası)" dedi.

İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu (hadis) ameli ve ilmiyle Allah'ın rızasını ara­mayan kişi hakkındadır.

Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu da rivayet edilmiştir: "Her kim Al­lah'tan başkası için ilim talep ederse veya ilmiyle Allah'tan başkasını murad ederse cehenemdeki yerine hazırlansın."[55]

İbnü'l Mübarek, Rekâik adlı eserinde, el-Abbas b. Abdülmuttalib'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Bu din öyle zaferler elde edecektir ki, denizleri aşacak ve hatta Allah yolunda atlılar de­nizleri geçecektir. Ondan sonra Kur'ân okuyacak bir takım kimseler gelecek­lerdir. Bunlar, Kur'ân okuduklarında bizden daha iyi okuyabilen kimdir, biz­den daha bilgili kimdir diyeceklerdir." Daha sonra Hz. Peygamber ashabına yönelerek şunları söyler: "Bu gibi kimselerden bir hayır olur mu dersiniz?" G.ûlsr: Hayır deyince şu cevabı verir: "Bunlar sizdendir. Bunlar bu ümmet­tendir ve bun.'ar cehennemin yakıtıdır."[56]

Ebu Davud ve Tirmizi de Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Her kim kendisiyle Allah'ın rızası aranılan bir bilgiyi sadece ve sadece o bilgi sayesinde dünyadan bir menfaat el­de etmek için öğrenirse o, Kıyamet gününde cennetin kokusunu alamaya­caktır." Tirmizi der ki, bu basen bir hadistir.[57]

Ebu Hureyre'den rivayete göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ha-zen kuyusundan Allah'a sığınınız." Ashab: Ey Allah'ın Rasûlü, Hazen kuyu­su nedir, diye sorunca şöyle buyurdu: "Bu bizzat cehennemin günde yüz de­fa kendisinden Allah'a sığındığı cehennemdeki bir vadidir." Ey Allah'ın Pey­gamberi buna kim girecektir, diye sorulunca şu cevabı verir: "Amelleriyle ri­yakârlık yapan kurradır (Kur'ân okuyucusudur, bilginleridir)." Tirmizi: Bu, garib bir hadistir, der.[58]

Esed b. Musa'nın kitabında kaydedildiğine göre, Peygamber (s.a) şöyle bu­yurmuştur: "Cehemmende öyle bir vadi vardır ki, cehennemin kendisi bu va­dinin şerrinden günde yedi defa Allah'a sığınır. Bu vadide öyle bir kuyu var­dır ki, cehennemin kendisi ve o vadi, bu kuyunun şerrinden Allah'a sığınır­lar. Bu kuyuda da öyle bir yılan vardır ki, cehennem de o vadi de ve o ku­yu da bu yılanın şerrinden yedi defa Allah'a sığınırlar. Allah bu yılanı Allah'a isyankarlık eden Kur'ân hafızı olan bedbahtlar için hazırlamıştır."

O halde Kur'ân hafızı ve ilim talep eden kimsenin kendi nefsinde Allah'tan korkan bir takva sahibi olması, amelini yalnız Allah için ihlasla yapması ge­rekir. Eğer hoşuna gitmeyecek birşey yapmış ise hemen tevbe etmekte, Al­lah'a yönelmekte elini çabuk tutsun. İlim talebine ve ameline ise ihlâsı elde etmekle başlasın. Kur'ân-ı Kerim'i hıfzetmiş bir kimsenin göstermesi gereken dikkat ve titizlik öbürlerinden daha fazladır. Nitekim, onun da başkasına ve­rilmeyecek ecirleri vardır.

Tirmizi'nin Ebu'd-Derda'dan rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyur­muştur: "Allah kitapların birisinde bir peygambere şunu indirmiş (veya vah-yetmiş) bulunuyor: Dinden başka şeyler için bilgi elde eden amelden baş­ka maksatlarla ilim öğrenen, âhiret için yapılması gereken amel ile dünya­yı isteyen kimselere de ki: Bunlar insanlara karşı koyun postuna büründük-leri halde kalpleri kurtların kalbi gibidir. Dilleri baldan tatlı olduğu halde kalp­leri acıdan da acıdır. Onlar beni mi kandırmaya çalışıyorlar, benimle mi alay etmek istiyorlar? Onlar için öyle bir fitne hazırlayacağım ki, o fitnede taham-mülkâr halim selim  kimseler bile şaşırıp kalacaktır."[59]

et-Taberi, A'dâbu'n-Nufûs adlı eserinde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Ebu Kureyb Muhammed b. el-Alâ anlattı, bize el-Muharibî, Amr b. Âmir el-Becelî'den, o İbn Sadaka'dan o, Peygamber (s.a)'ın ashabından birisinden ya da ona anlatan birisinden rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu "Allah'ı kandırmaya çalışma. Çünkü Allah'ı kandırmaya çalışanın bu gayre­tini Allah boşa çıkartır. Ve eğer o farkında ise aslında kendi kendisini kan­dırır." Ashab sorar: Ey Allah'ın Peygamberi, insan Allah'ı kandırmaya nasıl ça­lışır? Şöyle buyurdu: "Allah'ın sana emrettiğini yerine getirirsin fakat, bu ame­lin ile başkasını murad edersin. Riyadan sakınınız. Çünkü o, şirkin kendisi­dir. Riyakarlık yapan bir kimse, Kıyamet gününde herkesin önünde kendi­lerine nisbet edileceği dört isim ile seslenilir. Ey kafir, ey haşir (ziyana uğ­rayan), ey gadir (sözünde durmayan), ey facir! Amelin haktan uzaktır, ecrin boşa çıkmıştır. Bugün senin hiçbir nasibin yoktur. O bakımdan ey aldatıcı, sen kimin için amel ediyor idiysen git, ecrini onda ara."

Alkame, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: İçin­de küçüğün büyüyeceği, büyüğün de ihtiyarlayacağı bir fitne gelip sizi ku­şatınca, insanların kendisine göre hareket edeceği bid'at bir yol izlenip o bid'atten herhangi bir şey değiştirildiğinde, Sünnet değiştirildi, denileceği bir fitne gelip sizi kuşatacağında, haliniz nice olacaktır? Hazır bulunanlar: Bu ne zaman olacaktır, ey Ebu Abdurrahman? denilince şu cevabı verir: Kur'ân oku­yucularınız artıp fakihleriniz azaldığında, emirleriniz çoğalıp eminleriniz azaldığında, âhiret için işlenen bir amel ile dünya arandığında ve dinden baş­ka bir maksat ile din bilgisi öğrenildiğinde.

Süfyan b. Uyeyne der ki: Bize ulaştığına göre İbn Abbas şöyle demiştir: Eğer Kur'ân hafızları hakkıyla Kur'ân'a uysalar ve gerektiği gibi hareket et­seler, şüphesiz Allah onları sever. Fakat onlar bu Kur'ân ile dünyayı istedi­ler, onun için Allah da onlara buğzetti ve insanların nazarında da önemsiz-leştiler.

Ebû Cafer Muhammed b. Ali'nin yüce Allah'ın: "Onlar ve azgınlar oraya (cehenneme) hep birlikte yüzleri üstü ardı arkasına atılırlar." (eş-Şuarâ, 26/94) buyruğu ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bunlar dille­riyle hak ve adaleti nitelendiren fakat, onu terkedip ona aykırı hareket eden kimselerdir.

İnşaallah bu kitabımızda yeri geldikçe bu hususa dair daha da etraflı açık­lamalar gelecektir. [60]

 

Kur'ân'ı Öğrenen Kimsenin Dikkat Etmesi ve Gafil Olmaması Gereken Hususlar:

 

Bunların başında Kur'ân'ı ezberleyip öğrenmek isteğinde önceden de be­lirttiğimiz gibi, Allah'a ihlasla yönelmesi, gece gündüz namazda yahut nama­zın dışında olsun -onu unutmamak üzere- kendisini Kur'ân-ı Kerim'i okumaya vermesi gelir. Müslim'in İbn Ömer'den rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöy­le buyurmuştur: "Kur'ân'ı ezberlemiş olan kimsenin durumu, bağlı deve sa­hibinin durumuna benzer. Eğer onu gözünden uzak tutmaz ve kontrol eder­se elinde tutar. Eğer bağını çözerse çeker gider. Kur'ân hıfzetmiş kimse de geceleyin ve gündüzün namaz kılıp Kur'ân okur ise Kur'ân'ı hatırlar, unut­maz. Eğer (çokça.) namaz  kılıp okumazsa onu unutur."[61]

Kur'ân'ı hıfzetmiş olan bir kimsenin Allah'a hamdeden bir kul olması ge­rekir. O'nun nimetlerine şükreden, Allah'ı zikreden, Allah'a tevekkül eden, Allah'tan yardım isteyen, O'na yönelme arzusunu taşıyan, O'na sıkı sıkı bağlanan, ölümü hatırından çıkarmayan ve ölüme hazır bir kimse olmalıdır.

Yine Kur'ân hafızının günahlarından korkması, Rabbinin affını uman bir kimse olması gerekir. Sağlıklı halinde korku ona baskın olmalıdır. Çünkü son nefeslerini ne halde vereceğini bilmemektedir. Eceli yaklaştığında ise Allah'ın rahmeti onun nefsinde daha bir yer etmelidir. Çünkü bu durumda Allah, hak­kında hüsn-ü zan beslemek gerekir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ölü­münüz halinde her biriniz mutlaka Allah hakkında hüsn-ü zan beslesin."[62] Yani Allah'ın kendisine rahmet ve mağfiret edeceği zannını taşısın.

Kur'ân hafızının, çağının insanlarını iyi bilen birisi olması gerekir. Yöne­tim ve yöneticilerin zararlarına karşı kendisini korumaya çalışmalıdır. Nefsi­ni kurtarmaya, canını tehlikelerden uzak tutmaya gayret etmelidir. Dünyalı­ğından gücü yettiği kadarını önünden göndermeli (tasadduk etmeli) ve bü­tün bu hususlarda nefsine  karşı gücü yettiği kadar mücahede etmelidir.

Kur'ân'ı hıfzeden bir kimsenin en çok önem verdiği şey, dininde vera' sa­hibi olmak, Allah'ın kendisine emrettiği ve nehyettiği bütün hususlarda Al­lah'a karşı takvâlı olmak, O'nun gözetiminde olduğunu unutmamak olmalı­dır. İbn Mes'ud der ki: Kur'ân okuyan kimsenin, insanlar uyuduğunda ge­cesiyle (yaptığı ibadetiyle) bilinmeli, insanlar uyandığında gündüzü ile, in­sanlar gördüğünde ağlamasıyla, insanlar lafa daldıklarında susmasıyla, insan­lar böbürlenip durduklarında alçakgönüllülüğü ile, insanlar sevindiklerinde de üzüntüsüyle tanınmalı, bununla ayırt edilmelidir.

Abdullah b. Amr der ki: Kur'ân'ı hıfzetmiş bir kimsenin, lafa dalanlarla bir­likte dalmaması, cahillik edenlere karşı cahillik etmemesi gerekir. Aksine o, Kur'ân hatırı için affedip bağışlayabilmelidir. Çünkü onun göğsünde yüce Al­lah'ın kelamı vardır.

Yine Kur'ân hafızının şüpheli yollardan kendisini koruması gerekir. Kur'ân meclislerinde ve başka meclislerde, gülmesini ve faydasız konuşma­sını azaltmalıdır. Başkasının kötülüklerine karşı tahammül etmeye ve vakar sahibi olmaya kendisini zorlamalıdır.

Kur'ân hafızı, fakirlere karşı alçakgönüllü olmalı. Büyüklenmekten, ken­disini beğenmişlikten uzak durmalıdır. Eğer fitneye düşmekten korkarsa, dün­yadan ve dünyalık peşinde koşanlardan uzak durmalı, gereksiz tartışma ve iddialaşmaları terketmelidir. Kendisini yumuşak davranmaya ve edeb sınır­ları içinde kalmaya zorlamalıdır.

Kötülük etmeyeceğinden emin olunan, hayrı umulan, zararından uzak ka­lınan, laf götürüp getiren dedikoduculara kulak asmayan, onları dinlemeyen, hayırda kendisine yardımcı olacak, kendisine doğruyu, güzel ahlakı göste­recek olanlarla ve hayrı kendisine güzel gösterecek, çirkin göstermeyecek kimselerle arkadaşlık yapmalıdır.

Kur'ân'ın hükümlerini öğrenmelidir. Allah'ın emrinden neyi murad ettiği­ni, kendisine neyi farz kıldığını anlamalıdır. Böylelikle okuduğundan fayda­lansın ve okuduğu hükümlerin gereğince amel etsin. Ezberinden Kur'ân-ı Ke-rim'in farz ve hükümlerini ezbere okuduğu halde, okuduğunun ne anlama geldiğini bilmeyen kimsenin bu durumundan daha çirkin ne olabilir!? Böy­le bir kimse, anlamını bilmediği şey ile nasıl amel edebilecektir? Okuduğu Kur'ân'ın incelikleri hakkında kendisine soru sorulduğu halde bunları bilme­mesi ne kadar çirkindir? Bu durumda olan kimse, olsa olsa koca koca kitap­lar yüklenmiş eşeğe benzer.

Kur'ân hafızının Allah'ın, İslâm'ın ilk dönemlerinde kullarına ne şekilde hitap ettiğini, Kur'ân'ın sonraki nüzul dönemlerinde de onları neye teşvik et­tiğini, İslâm'ın ilk dönemlerinde Allah'ın neleri farz kıldığını, daha sonraki dönemlerde ise bu farzlara neleri eklediğini bilip biribirinden ayırt edebil­mesi için Kur'ân'ın Mekkî olanını Medenî olanından ayırt etmesi gerekir. Çün­kü Kur'ân-ı Kerim'in çoğu yerinde, Medenî olan buyruklar Mekkî olanları nes-heder. Mekkînin Medeni âyetleri neshetmesine ise imkan yoktur. Çünkü men-suh (neshedilen) nesneden (nâsih)e göre daha önceki dönemlerde nazil ol­muştur. Hafızın i'rabı ve Kur'ân-ı Kerim'deki ğarib lafızları bilmesi de onun için bir kemal sebebidir. Çünkü bunları bilmesi, okuduğunu iyice anlama­sına, öğrenmesine kolaylık sağlar, okuduğu buyruklar ile ilgili şüphelerini or­tadan kaldırır.

Ebu Cafer et-Taberi der ki: el-Cermi'yi şöyle derken dinledim: Otuz yıl­dan beri, fıkıh ile ilgili mes'elelerde Sibeveyh'in Kitabından hareketle fetva veriyorum. Muhammed b. Yezid der ki: Çünkü Ebu Ömer el-Cermi, hadis bi­len birisi idi. Sibeveyh'in Kitabını öğrenince hadisteki fıkhı da öğrenmiş ol­du. Çünkü Sibeveyh'in Kitabından düşünme ve tefsiri öğreniyordu. Daha son­ra bu öğrendiklerinden hareketle Rasûlullah (s.a)'dan sabit olarak nakledi­len Sünnetleri, tetkik ediyordu. İşte bunları öğrenerek kişi, aziz ve celil olan Allah'ın Kitabı'ndaki muradını anlar. Ve bunlar Kur'ân hükümlerini alabildi­ğine açar. ed-Dahhak, yüce Allah'ın: "Fakat öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğumuz kitap sayesinde Rabbaniler olunuz." (Al-i İmran, 3/79) buy­ruğu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Allah'ın Kitabı'ni öğrenen bir kim­se fakih olmakla yükümlüdür.

İbn Ebi'l-Havârî der ki: Yüz seksenbeş yılında bir grup ile birlikte Fudayl b. İyad'ın yanına gittik. Kapıda durduk. İçeri girmek için bize izin vermedi. Birisi şöyle dedi: Eğer bunun dışarı çıkacağı varsa ancak Kur'ân okunduğu için dışarı çıkar. Biz de Kur'ân okuyan birisine okumasını söyledik. O da oku­maya başlayınca Fudayl bize, küçük bir pencereden baktı. Biz de: Esselamu aleyke ve rahmetullah, dedik. O: Ve aleykümu's-selam deyince şöyle dedik: Nasılsın ey Ebu Ali, halin nicedir? Şöyle dedi: Ben Allah'ın verdiği afiyette­yim. Fakat sizden yana da eziyet çekiyorum. Sizin içinde bulunduğunuz bu durum İslâm'da görülmedik bir haldir (bid'attir). O bakımdan inna lillah ve inna ileyhi râciûn, diyorum. Bizler ilmi bu şekilde talep etmiyorduk. Fakat hocalara gider ancak onlarla birlikte oturmaya kendimizi ehil görmezdik. O bakımdan onlardan uzakça bir yerde oturur ve farketmeden onları dinleme­ye çalışırdık. Bir hadis geçti mi, onlardan bu hadisi tekrarlamalarını ister ve kaydederdik, sizler ise cahillikle ilmi talep ediyorsunuz. Allah'ın Kitabı'nı da zayi etmiş bulunuyorsunuz. Eğer sizler gerçekten Allah'ın Kitabı'nı talep et-seydiniz, arzuladığınız şeylerin şifasını orada bulurdunuz. Biz, Kur'ân'ı öğ­rendik deyince, şöyle dedi: Sizin Kur'ân'ı öğrenebilmenize ömürleriniz ve ço­cuklarınızın ömürleri de yetmez. Biz: Bu nasıl olur, ey Ali'nin babası deyin­ce, şöyle dedi: Sizler Kur'ân'ın i'rabını bilmedikçe, muhkem buyruklarını mü-teşabih olanlarından, nâsihini mensûhundan ayırd edemedikçe Kur'ân'ı öğ­renmiş olamazsınız. Bunları öğrendiğiniz takdirde ise Fudayl'in ve İbn Uyey-ne'nin sözlerine de ihtiyacınız kalmaz. Daha sonra şöyle dedi: Kovulmuş olan şeytandan işiten, bilen Allah'a sığınıyorum. Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla: "Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olanlara bir şi­fa, mü'minler için de bir hidayet ve rahmet gelmiştir. De ki: Allah'ın lütuf ve rahmeti ile ... ve yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplaya geldik­lerinden daha hayırlıdır." (Yunus, 10/57-58) âyetlerini okudu.

Derim ki: İşte Kur'ân okuyucusu bu mertebelere ulaştı mı, o kimse Kur'ân'ı iyice okuyup belleyen Furkân'ın bilgisini elde eden bir kimse olur. Allah'ın kolaylık verdiği kimse için bu mertebelere ulaşmak zor birşey de­ğildir. Kur'ân'ı öğrenirken veya öğrendikten sonra -önceden de açıkladığı­mız şekilde- niyetini Allah için halis kılmadığı sürece, Kur'ân öğrenenin sö­zünü ettiğimiz bu hususlardan herhangi bir şekilde yararlanması sözkonu-su değildir. Öğrenci, kimi zaman öğrenmek ve dünyada şeref sahibi olmak arzusuyla ilmi talep etmekle işe başlar. İlmi kavraması devam ederken bu ka­naatinde hatalı olduğunu öğrenir, bundan dolayı tevbe eder, Allah için niye­tini halis kılar. Bununla bu sefer yararlanır ve halini düzeltir.

el-Hasen der ki: Bizler önceleri ilmi dünya için talep ederdik. O bizi âhi-rete çekti. Süfyan es-Sevri de aynı şeyi söyler. Habib b. Ebi Sabit de der ki: Biz, bu işi önceleri hiçbir niyetimiz olmaksızın talep ettik. Niyet sonradan geldi. [63]

 

Kur'ân-ı Kerim'in İ'rabı, î'rabını Öğretmek, Öğrenmeye Teşvik ve

Kur'ân'ı İ'rablı Olarak Okuyanın Ecri:

 

Ebu Bekr el-Enbârî der ki: Peygamber (s.a)'ın ashabından ve onlara tabi olanlardan (Allah onlardan razı olsun) Kur'ân-ı Kerim'in i'rabının faziletine, i'rabını öğrenmeye teşvike dair ve yanlış hareke ile okumayı yerip, bunun hoşlanılmayan birşey olduğunu belirten birtakım haberler gelmiş, bulunuyor. Bütün bunlar ise, Kur'ân-ı Kerim'i okuyup ezberleyen kimselerin bu ilmi öğ­renmek için oldukça gayret göstermelerini gerektirmektedir.

Bunlardan birisi de Yahya b. Süleyman ed-Dabbi'nin bize naklettiği şu ri­vayettir: Yahya dedi ki: Bize Muhammed b. Said anlattı. Dedi ki: Bize Ebu Mu-aviye, Abdullah b. Said el-Makburi'den, o babasından, o da dedesinden, o Ebu Hureyre'den rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Kur'ân'ı i'rab ile (açık seçik, tane tane, harflerinin doğru olarak harekeleri belirtilmiş olarak) okuyun ve onun garib (manalarını bilmediğiniz) kelimelerini araştı­rın."[64]

Bana babam anlattı. Bize İbrahim b. el-Heysem anlattı. Dedi ki: Bize Adem b. Ebi İyas anlattı. Dedi ki: Bize Ebu't-Tayyib el-Mervezî anlattı. Dedi ki: Bi­ze Abdülaziz b. Ebi Revvad Nafi'den, o İbn Ömer'den anlatarak dedi ki: Ra-sûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Her kim Kur'ân okuyup onun i'rabını belli et­mezse, ona bir melek görevlendirilir. Bu onun için Kur'ân-ı Kerim'in indiril­diği şekle uygun olarak okuduğu her bir harfe on hasene yazar. Eğer bir kıs­mını i'rablı okur ise, onun için iki melek görevlendirilir. Bunlar okuduğu her bir harf için yirmi hasene yazarlar. Eğer tümünü i'rablı okur ise, onun için dört melek görevlendirilir. Bunlar ona her bir harf için yetmiş hasene yazar­lar. "[65]

Cüveybir, ed-Dahhak'tan rivayetle dedi ki: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Kur'ân'ı tecvidli okuyunuz ve en güzel seslerle onu süsleyiniz. Kur'ân'ı i'rab­lı okuyunuz, çünkü o, Arabi bir Kur'ân'dır. Allah da Kur'ân'ın i'rablı (açık se­çik, fasih, tane tane, harekeleri belli) okunmasını sever.

Mücahid'in bir rivayetine göre, İbn Ömer dedi ki: Kur'ân'ı i'rablı okuyu­nuz.

Muhammed b. Abdurrahman b. Zeyd'den rivayete göre o, şöyle demiş: Ebu

Bekr ve Ömer (r.anhum)'a dediler ki: Kur'ân-ı Kerim'in bir bölümünün i'rablı okunmasını harflerini ezberlemekten daha çok severiz.

eş-Şabi'den gelen rivayete göre o, şöyle demiştir: Hz. Ömer dedi ki: Kim Kur'ân'ı i'rablı olarak okur ise, Allah katında bir şehid ecri alır.

Mekhûl dedi ki: Bana ulaştığına göre Kur'ân-ı Kerim'i i'rablı olarak oku­yan kimse, i'rabsız olarak okuyan kimsenin iki katı kadar ecir alır.

İbn Cüreyc'in, Ata'dan rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Arapları üç şey sebebiyle seviniz. Ben Arabım, Kur'ân arapçadır, cennet ehlinin konuşacağı dil de arapçadır."[66]

Süfyan, Ebu Hamza'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: el-Hasen'e, arap-çayı öğrenen birtakım kimselerden söz edildi. O da: Güzel bir iş yapıyorlar dedi. Peygamberlerinin dilini öğreniyorlar. Yine el-Hasen'e: Bizim lahin ya­pan (i'rab kurallarına aykırı okuyan) bir imamımız var, denildi. O da: Onu imamlıktan çekiniz, cevabını verdi.

İbn Ebi Müleyke'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ömer b. el-Hat-tab (r.a) döneminde bedevi bir arap (Medine'ye) gelip şöyle der: Muhammed (s.a)'in üzerine indirilen Kur'ân-ı Kerim'den bazı yerleri bana kim okuyup öğretebilir? Adamın birisi ona Tevbe sûresini öğretmeye başladı. Ve: "Allah ve Rasûlü, müşriklerden uzaktır" (mealindeki et-Tevbe, 9/3 ayet-i kerime­sini) Allah müşriklerden ve Rasûlünden uzaktır, anlamına gelecek şekilde şeklinde kelimesini esreli olarak okutur. Bunun üzerine bedevi arap şöyle der: Allah Resulünden uzaklaştı mı? Eğer Allah Rasûlünden uzaklaşmış ise ben de ondan uzaklaşıyorum. Bede­vi arabın bu sözleri Hz. Ömer'in kulağına gider. Hz. Ömer onu çağırıp şöy­le söyler:

- Ey bedevi! Sen Allah Rasûlünden (s.a) uzak olduğunu mu ilan ettin? Şöy­le dedi:

- Mü'minlerin emiri, ben Medine'ye geldim. Kur'ân bilmiyorum. Bana kim Kur'ân okumayı öğretir diye sordum. Bu kişi bana Berae (Tevbe) sûresini okuttu ve:  şeklinde okuttu. Bunun üzerine ben de: Peki Allah, Rasûlünden uzaklaştı mı? Eğer Allah Rasûlünden uzak­laşmış ise ben de ondan uzaklaşıyorum, dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer şöy­le dedi:

- Bu âyet böyle değildir ey bedevi!

- Nasıldır ey müminlerin emiri, diye sorunca, Hz. Ömer der ki:

- Bu: "Muhakkak Allah ve Rasûlü müşrikler­den uzaktır" şeklindedir. Bu sefer bedevi şu cevabı verir:

- Allah'a yemin ederim, ben de Allah'ın ve Rasûlünün uzak olduklarından uzağım. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattab (r.a), dil bilgisini bilmeyenlerin baş­kalarına Kur'ân öğretmemesini emretti. Ebu'l-Esved (ed-Dueli)'e de nahiv il­minin esaslarını koymasını emretti.

Ali b. el-Ca'd dedi ki: Ben Şu'be'yi şöyle derken dinledim: Arapçayı (arap dili kaidelerini) bilmeden hadisle uğraşan bir kimsenin misali, boynu­na içinde yem bulunmayan bir yem torbası asılmış eşeğe benzer.

Hammad b. Seleme de der ki: Her kim hadis öğrenmeye koyulur, fakat na­hiv öğrenmezse, boynuna içinde arpa bulunmayan bir yem torbası asılmış eşek gibidir.

İbn Atiyye der ki: Kur'ân-ı Kerim'in i'rabı şeriatta asıldır. Çünkü ancak bu­nunla şeriatın kendisi olan Kur'ân'ın anlamları doğru dürüst öğrenilebilir.

İbnü'l-Enbârî dedi ki: Peygamber (s.a)'ın ashabından ve onlara tabi olanlardan (Allah onlardan razı olsun) Kur'ân'ın garip ve müşkil lafızlarına dair dil bilgisi kaideleri ve şiir ile delil gösterdiklerine dair o kadar çok ri­vayetler gelmiş bulunuyor ki, bunlar bu konuda nahiv bilginlerinin izlediği yolun doğruluğunu açıkça ortaya koymakta, bu yolu izleyenlere tepki gös­terenlerin tutumlarının yanlış olduğunu açıklamaktadır. Bu rivayetlerden bazısı:

Bize Ubeyd b. Abdulvahid b. Şerik el-Bezzaz anlattı, dedi ki: Bize İbn Ebi Meryem anlattı, dedi ki: Bize İbn Ferruh haber verdi, dedi ki: Bana Üsame haber verdi: Bana İkrime'nin haber verdiğine göre, İbn Abbas şöyle demiş: Bana Kur'ân-ı Kerim'in garib (sözlük anlamını bilmekte güçlük çektiğiniz) la­fızlarına dair soru sorduğunuzda, şiiri tetkik ederek o kelimenin manasını bulmaya çalışınız. Çünkü şiir, arabın  divanıdır.

Yine bize İdris b. Abdülkerim anlattı, dedi ki: Bize Halef anlattı, dedi ki: Bize Hammad b. Zeyd, Ali b. Zeyd Cüd'an'dan rivayetle dedi ki: Ben Said b. Cübeyr ile Yusuf b. Mihran'ı şöyle derken dinledim: İbn Abbas'a Kur'ân-ı Ke-rim'de bir hususa dair soru sorulduğunu işittim. O, şunları şunları söyledi ve dedi ki: Şairin şöyle şöyle dediğini duymadınız mı?

Yine İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre, bir kişi ona yüce Allah'ın: "Elbiseni temizle" (el-Müddessir, 74/4) buyruğu hakkında soru sormuş, o da şu cevabı vermiş: "Sözünde durmamak üzere elbiseni giyinme, demektir" de­di ve Ğaylan es-Sakafi'nin şu beyitini örnek gösterdi:

"Allah'a hamdolsun ki ben giymedim, sözünde durmayan bir kimse gibi elbise Ve ben işlediğim bir ayıptan dolayı da yüzünü örten değilim." Birisi de İkrime'ye "ez-Zenim" (el-Kalem, 68/13) kelimesinin anlamını so­runca İkrime şöyle der: Bu veled-i zina anlamındadır, der ve;

örnek olarak da şu beyti okur:

"Veled-i zinadır, babası kimdir bilinmez

Fahişedir onun annesi, onun soyu alçaktır."

Yine ondan rivayete göre, "Zenim" kelimesini nesebi belli olmadığı hal­de bir kavme nesebi iltihak ettirilen, çirkin ve kötü söz söyleyen ve bayağı kimse demektir, demiş ve şu beyiti okumuştur:

"Zenimdir o. Erkekler fazladan kendilerinden olduğunu iddia ettiler.

Ayak kısımlarının postun enine ilave edildiği gibi. "

Yine İkrime'den rivayete göre o yüce Allah'ın: "Gölgeli dal­ları vardır"(er-Rahman, 55/48) âyetini açıklarken şöyle demiş: O ağaçların gölgeleri ve dalları vardır. Şairin şu sözlerini duymadın mı?:

"Ete susamış çift pençeli bir doğanın eline düşmüş

İki yavrusu olan bir erkek güvercini;

Gölgeli dallar üzerinde şakıyarak çağıran

Dişi güvercinin sesi, şevkini galeyana getirmedi (mi)?"

İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivayetine göre İbn Abbas yüce Allah'ın: "Bakarsın ki bütün onlar toprağın üzerinde diridirler"'(en-Nâziât, 79/14) buyruğunda yer alan "es-Sâhire" yer demektir, demiştir. Ümeyye b. Ebi's-Salt da şöyle demiştir On-ların yanında deniz eti de var, kara eti de var." İbnü'l-Enbârî der ki: Raviler şu beyiti de rivayet etmektedirler:

"Onda kara eti de var deniz eti de

Ağızlarını açıp istedikleri her şey ebedi olmak üzere onlarındır." Nâfi' b. el-Ezrak, İbn Abbas'a der ki: Bana yüce Allah'ın: "O'nu uyukla­ma ve uyku almaz"(el-Bakara, 2/255) buyruğunda yer alan ( iLJI ) kelime­sinin ne demek olduğunu söyleyiver. İbn Abbas: O uyuklamadır, der. Çün­kü Züheyr b. Ebi Sülmâ şöyle demiştir:

"Gece boyunca onu uyuklama almaz

Uyumaz da O: O'nun işinde zayıf görüşlülük ve tutarsızlık yoktur." [67]

 

Kur'ân Tefsiri ve Tefsir Bilenlerin Faziletine Dair Rivayetler:

 

İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Ashab-ı Ki­ram ve tabiinden tefsirin faziletine dair gelen rivayetlere gelince, bunlardan bir kısmı şöyledir:

Ali b. Ebi Talib (r.a), Cabir b. Abdullah'tan sözetti ve onu bilginlikle ni­teledi. Birisi ona şöyle dedi: Canım sana feda! Sen, sen olduğun halde Ca-bir'in alim olduğunu mu söylüyorsun? Hz. Ali şöyle dedi: O yüce Allah'ın: "Sa­na Kur'ân'ı farz kılan Allah, elbette seni bir dönüş yerine geri çevirecektir." (el-Kasas, 28/85) buyruğunun tefsirini bilen bir kimse idi.

Mücâhid der ki: Allah'ın en sevdiği kişi indirdiğini en iyi bilen kişidir.

el-Hasen der ki: Allah'a yemin ederim, Allah indirdiği her bir âyetin ne hak­kında indirilmiş olduğunu ve onunla neyi kastettiğinin bilinmesini ister.

eş-Şa'bî der ki: Mesruk, bir âyetin tefsirini öğrenmek için, Basra'ya kadar yolculuk yaptı. Ona: Bu âyetin tefsirini bilen kişi Şam'a gitti denilince, yol hazırlığını yaptı ve Şam'a gitmek üzere yola koyuldu ve sonunda o âyetin tef­sirini öğrendi.

İkrime de, yüce Allah'ın: "Kim Allah'a ve Rasûlüne hicret maksadıyla evinden çıkarsa...." (en-Nisâ, 4/100) buyruğu ile ilgili olarak şunları söyle­mektedir: Evinden Allah'a ve Rasûlüne hicret etmek kasdıyla çıkan bu ada­mın kim olduğunu öğrenmek için ondört sene araştırıp durdum ve nihayet kim olduğunu tesbit ettim.

İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu kişi Damra b. Hubeyb'dir. Kimliğine dair açık­lama ileride gelecektir.

İbn Abbas da der ki: Ben Rasûlullah (s.a)'a karşı biri birine yardımcı olan iki kadının kim olduğuna dair Ömer'e soru sormak istediğim halde iki yıl süre ile sadece onun heybetinden korktuğum için soramadım. Nihayet ona kim olduklarını sorunca: Bunlar Hafsa ve Âişe'dir demişti.

İyas b. Muaviye de der ki: Tefsirini bilmeksizin Kur'ân-ı Kerim'i okuyan­ların misali, geceleyin hükümdarlarından bir mektup alan ve kandilleri bu­lunmayan bir takım kimselere benzer. Bundan dolayı korkuya kapıldıkları hal­de mektupta ne olduğunu da bilemeden öyle kalırlar. Tefsiri bilenler ise, iş­te böyle bir kandil bulup mektupta neler olduğunu okuyabilen kimseye ben­zerler. [68]

 

Kur'ân Hamili, Kimliği ve Ona Düşmanlık Eden ile İlgili Rivayetler:

 

Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr dedi ki: Nisbeten gevşek birkaç yoldan Peygam­ber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şu üç kişiye ikramda bu­lunmak, yüce Allah'ın celaline tazim göstermekten ötürüdür: Adaletli yöne­tici, saçları ağarmış müslüman ve Kur'ânda aşırıya kaçmayan ve terkedip ondan uzaklaşmayan hamil-i Kur'ân."[69]

Ebu Ömer der ki: "Hamil-i Kur'ân" Kur'ân'ın hükümlerini, helal ve hara­mını ve onda bulunan hükümlerin gereğini yerine getiren kimsedir.

Enes b. Malik, Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kur'ân herşeyden faziletlidir. Kur'ân'a gereken saygıyı gösteren Allah'a saygı göstermiş demektir. Kur'ân'ı hafife alan yüce Allah'ın hakkını hafife al­mış demektir. Kur'ân hamili olan kimseler, Allah'ın rahmeti ile donatılmış kim­selerdir. Allah'ın kelamını tazim edenler, Allah'ın nuruna bürünenlerdir. Kim bunlara dostluk ederse, Allah'ı dost edinmiş olur. Kim bunlara düşman­lık ederse yüce Allah'ın hakkını hafife almış olur." [70]

 

Kur'ân Okuyanın ve Kur'ân Hamilinin Kur'ân'a Karşı Göstermesi Gereken Tazim ve Saygı:

 

et-Tirmizî el-Hakim Ebu Abdullah, Nevâdiru'l-Usûl adlı eserinde şunla­rı söylemektedir:[71]

Aşağıdaki hususlara riâyet etmek Kur'ân-ı Kerim'e saygı göstermenin ifa­desidir.

1- Kur'ân-ı Kerim'e abdestsiz dokunmamak ve ancak abdestli olarak Kur'ân'ı okumak.

2- Misvak kullanmak, dişlerinin arasındaki kırıntıları ayıklayıp ağzının hoş olmayan kokusunu gidermek. Çünkü ağız Kur'ân'ın geçtiği yoldur. Yezid b. Ebî Mâlik der ki: Ağızlarınız Kur'ân'jn geçtiği yollardandır. O bakımdan oraları gücünüz yettiğince temizleyiniz ve ayıklayınız.

3- Bir hükümdarın huzuruna girmek için elbise giyildiği gibi elbise giyil­sin. Çünkü o kendisi ile Rabbi arasında özel bir şekilde konuşacaktır.

4- Kur'ân okumak için kıbleye yönelmek. Ebu'l-Âliye Kur'ân okuyacağı vakit sarık sarar, elbiselerini giyinir ve kıbleye yönelirdi.

5- Balgam çıkardığı her seferinde ağzını çalkalamak. Şu'be, Ebu Hamza'dan onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre, İbn Abbas'ın önünde bir bardak bu­lunurdu. Balgam çıkardı mı ağzını çalkalardı. Sonra da zikre (Kur'ân okuma­ya) devam ederdi. Balgam çıkardığı her seferinde ağzını çalkalardı.

6- Esnemesi geldiği zaman Kur'ân okumayı kesmek. Çünkü Kur'ân oku­duğu vakit, o Rabbine hitap etmekte ona seslenmektedir. Esnemek ise şey­tandan gelir. Mücâhid der ki: Kur'ân okurken esneyecek olursan, esnemen geçinceye kadar Kur'ân'ı ta'zim etmek üzere, Kur'ân okumayı kes. İkrime de böyle söylemiştir. Bununla böyle bir uygulamada Kur'ân-ı Kerim'e ta'zim ve saygı ifadesi olduğunu anlatmak istemektedir.

7- Kur'ân okumaya başladığı sırada şeytan-ı racim'den (kovulmuş şeytandan) Allah'a sığınmak ve eğer sûrenin başından yahut daha önce okuyup da durduğu yerden okumaya başlayacak olursa "bismillahirrahmanirrahim" de­mek.

8- Kur'ân okumaya başladığı takdirde, zorunlu olmaksızın arada bir insan kelamı ile okuyuşunu kesmemek.

9- Kur'ân okurken yalnız başına bir yere çekilmek. Böylelikle birisi gelip onunla konuşarak okumasını kesmez ve okuması ile cevabını birbirine ka­rıştırmaz. Çünkü böyle yapacak olur ise, başlangıçta çektiği istiazenin hima­yesi son bulur.

10- Kur'ân-ı Kerim'i sükûnetle, ağır ağır ve tertil ile okumak.

11- Kendisine yapılan hitabı iyice kavramak üzere zihnini ve bütün kav­rayış gücünü toplamak.

12- Allah'ın va'dinin dile getirildiği âyette durmak ve yüce Allah'tan bu­nu arzulayıp lütfundan bu va'de nail olmasını dilemek. Tehdidin sözkonu-su edildiği âyet üzerinde durup o tehditten Allah'a sığınmak.

13- Kur'ân'ın verdiği misaller üzerinde durmak ve bu misalleri gereği gi­bi anlamak.

14- Kur'ân'ın garip lafızlarını (anlamını bilmediği kelimelerini) araştırmak.

15- Sözler tamamıyle açık ve seçik bir şekilde ortaya çıkıncaya kadar her bir harfin hakkını eksiksiz olarak vermek. Çünkü her bir harf karşılığında onun için on hasene vardır.

16- Okuması bitirdiğinde Rabbini tasdik etmek, Rasûlünün tebliğ ettiği­ne dair şahitlik etmek, bunun hak olduğuna dair tanıklık yapmak. Bunun için şöyle der:      LU»-Î ^1    s jjAaLÜI ja ^JUi JLp ^j t «İÜLj LiLj UÎ j

"Doğru söyledin Rabbimiz. Peygamberlerin tebliğ etmiştir. Biz buna tanık­lık edenlerdeniz. Allah'ım, bizi hakka tanıklık eden şahitlerden ve adaleti uy­gulayan kimselerden kıl." Sonra da bazı dualar yapar.

17- Kur'ân okuduğu vakit, her bir sûreden birkaç âyet seçip okumamak. Çünkü Rasûlullah (s.a)'dan bize kadar ulaşan rivayete göre o, birgün her bir sûreden az bir miktar okuyan Hz. Bilal'in yanından geçer. Ona bir sûreyi ta­mamıyle okumasını emreder. Rivayet böyledir ya da buna benzer bir şekil­dedir.

18- Mushaf'ı koyduğu zaman açık bırakmamak, onun üstüne herhangi bir kitabı koymamak. Böylelikle Kur'ân-ı Kerim ilim kitabı olsun, başka bir şe­ye ait olsun her zaman için diğer bütün kitaplardan yüksekte olmalıdır.

19- Kur'ân'ı okuduğu vakit onu göğsüne yakın tutmak veya önündeki her­hangi bir şeyin üstüne koymak, yere koymamak.

20- Tahtaya yazdığı vakit, tükürükle silmemek, su ile yıkamak.

21- Su ile yıkadığı vakit, necasetin bulunduğu yerlerde ve çiğnenip geçilen Yerlerde yıkamaktan korunmak. Çünkü Kur'ân'ın yazısının yıkandığı :»»c suyun da kendine göre bir hürmeti vardır ve bizden önce gelen selefler­le kimisi bu gibi suları şifa niyetiyle kullanırdı.

22- Bir sahife yıprandığı veya okunmaz hale geldiği vakit, başka kitapla-t ccrumak için kullanmamak. Çünkü böylesi Kur'ân'a büyük bir saygısızlık-:r rakat bunun yerine yazıyı su ile siler.

23- Mushafa bir defa olsun bakmaksızın hiçbir gün geçirmemek. Ebu Mu-si şöyle derdi: Her gün Rabbimin fermanına bir defa olsun bakmamaktan haya ederim.

24- Gözlerinin de ondan pay almasını sağlamak. Çünkü gözler ruha göir_.' Ruh ile göğüs arasında bir perde vardır. Kur'ân ise göğüstedir. Kişi ezıeröen okuduğu vakit, kulağına işittirir ve bu ruhuna ulaştırır. Hattına da bak takdirde bu sefer bu işin gerçekleşmesinde göz ve kulak ortaklaşa haresr ederler. Bu ise bu işin daha güzel bir şekilde yerine gelmesini sağlar. Böy-neisle göz de kulak gibi payını almış olur.

Zeyd b. Eslem'in Ata b. Yesar'dan rivayetine göre, Ebu Said el-Hudrî şöy-ıt ûemiş: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Gözlerinize de ibadetteki paylarını ve-tsz." Ashab: Ey Allah'ın Rasûlu, gözlerin ibadetteki payı nedir, diye sorun-::a şöyle buyurdu: "Mushafa bakmaları, Kur'ân üzerinde tefekkür ve hayret -edici gerçeklerden söz ettiği vakit de gereken ibreti almak."

Mekhul, Ubade b. es-Samit'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Ümmetimin en faziletli ibadeti bakarak Kur'ân okumak-ır "

25- Dünya işlerinde herhangi bir durum ile karşı karşıya kaldığında onu ;e vil etmemek. Burada te'vilin ne anlama geldiği biraz sonra açıklanacaktır.

3ize Amr b. Ziyad el-Hanzalî anlattı: Bize Huşeym b. Beşir Muğire'den, : ibrahim'den rivayetle dedi ki: Dünya işlerinden herhangi bir husus arız ol-ruğunda Kur'ân-ı Kerim'den herhangi bir buyruğun (ona dair) te'vil edilme-fi erih görülüyor idi. Te'vil ise, mesela yanına gelen bir kişiye: "Bir takdir .Lzere geldin ey Musa" (Taha, 20/40) demek ve yemek ve benzerlerinin ha-::r olduğu bir sırada: "Geçmiş günlerde işledikleriniz sebebiyle afiyetle yi-«n Jçm."(el-Hakka, 69/24) demek gibi.

26- Nahl sûresi, Bakara sûresi, Nisa sûresi gibi şu sûresi bu sûresi demep bunun yerine: İçinde şu şu hususlardan sözedilen sûre demek.

Ben (Kurtubi) derim ki: Hz. Peygamber'in şu hadisi bu iddiaya aykırıdır: Sakara sûresinin sonlarındaki iki âyeti bir gecede okuyan kimseye bu iki âyet yeter." (l) Bu hadisi Buharî ve Müslim Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet etmişlerdir.[72]

27- Ne kadar becerikli ve maharetli olduğunu göstermek gayesiyle çocuk öğreticilerinin yaptığı gibi kafasını eğerek Kur'ân okumamak. Çünkü bu şe­kilde hareket etmek, aykırı bir harekettir.

28- Şu bid'atçi, olmadık hemzeleri kıraate ilave eden, kelimeleri çıkartmak­ta aşırılığa giden, kendilerini zorlaya zorlaya okuyan, kokmuş, pis ağızlı kim­selerin yaptığı gibi kıraatinde aşırıya kaçmamak. Çünkü böyle bir okuyuş son­radan bid'at olarak ortaya çıkmıştır. Şeytan bunu onlara telkin etmiş, onlar da böyle bir okuma şeklini benimsemişlerdir.

29- Kur'ân-ı Kerim'i fasıkların nağmeleri gibi şarkı nağmeleriyle, hıristi-yanların nağmeleriyle veya rahiplerin figan ve inilti nağmeleriyle okumamak. Çünkü bütün bunlar bir sapıklıktır. Buna dair açıklamalar daha önceden ya­pılmıştır.

30- Kur'ân'ı yazdığı takdirde, açık ve seçik yazmak. Ebu Hukeyme'den ri­vayete göre Kûfe'de mushaf yazarmış. Ali (r.a) yanından geçerken, onun yaz­dığına bakmış ve: Kalemini incelt, demiş. Bunun üzerine kalemimi alıp ya­nında güzelce yonttum. Sonra ayakta durmuş yazıma bakan Hz. Ali'nin önünde yazdım. Bu sefer şöyle dedi: İşte böyle, onu nurlandır. Aziz ve ce-lil olan Allah'ın onu nurlandırdığı gibi.

31- Kur'ân okuma esnasında bir kimsenin sesini ötekinden yükseltmeme­si. Çünkü böyle yaparsa okuduğu anlaşılmaz olur, sonunda işittiğinden hoş­lanmaz hale gelir. Ve bu bir çeşit anlamsız bir yarış şeklini alır.

32- Kıraatler hususunda tartışmaması ve mücadele etmemesi. Arkadaşına bu böyle değildir, dememesi. Çünkü o kıraatin de Kur'ân-ı Kerim'den sahih ve caiz olma ihtimali vardır. O takdirde de Allah'ın Kitabı'nı inkar etmiş du­ruma düşer.

33- Pazarlarda, gürültü olan yerlerde, boş işlerle uğraşılan yerlerle ayak takımı kimselerin toplantı yerlerinde Kur'ân okumamak. Yüce Allah'ın, Rah­man olan Allah'ın kullarını sözkonusu edip onların boş sözlerle karşılaştık­larında şerefli bir şekilde geçip gitmelerinden övgüyle söz ettiğine dikkat et­mek gerekir.[73] Burada kişinin kendisi adına geçip gitmesi sözkonusu edil­miştir. Ya boş işlerle uğraşan kimseler arasında ve ayak takımının toplantı yer­lerinde Kur'ân okunursa ne olur?

34- Mushafa yaslanmamak, dayanmamak. Arkadaşına vermek istediği takdirde onu uzaktan atmamak.

35- Mushafı oldukça küçük yazmamak. el-A'meş'in İbrahim'den, onun Ali (r.a)'dan rivayetine göre Hz. Ali: "Mushaf küçültülmesin" demiştir.

Ben (Kurtubi) derim ki: 'Rivayete göre Ömer b. d-ftattab (ya), birisinin, elin­de küçük bir mushaf görür. Bunu kim yazdı? diye sorar. Adam: Ben, deyin­ce elindeki sopa ile ona vurur ve: "Kur'ân'ı ta'zim edin" der. Rasûlullah (s.a)'dan rivayet edildiğine göre o, "mescidcik veya mushafcık" denilmesi; nehyetmiş.

36-  Kur'ân'dan olmayan birşeyi mushaf içinde yazmamak.

37- Altın ile mushafı süslememek ve altın ile yazısını yazmamak. Çünkü : takdirde dünya süsü ona karışmış olur. Muğire'nin İbrahim'den rivayetine göre o, mushafın süslenmesini, altın ile yazılmasını yahut âyetlerin başında iiamet konulmasını veya küçültülmesini hoş görmezmiş. Ebu'd-Derda'dan rivâyete göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur: "Mescidlerinizi süslemeye başla­dığınız, mushaflarınızı tezyin ettiğiniz zaman, helak yakanıza yapıştı demektir.[74]

tbn Abbas da gümüş ile süslenmiş bir mushaf görünce şunları söyler: Siz runu çalsın diye hırsızı teşvik ediyorsunuz. Halbuki bu Kur'ân'ın zineti îcendi içindedir.

38- Yere ve sonradan yapılmış mescidlerde olduğu gibi duvara yazmamak. 3ize Muhammed b. Ali eş-Şakikî, babasından rivayetle anlattı. Abdullah b. el-Mubârek, Süfyan'dan, o Muhammed b. ez-Zübeyr'den dedi ki: Ben Ömer b. Abdülaziz'i şöyle derken dinledim: Rasûlullah (s.a) yolda geçerken yer­de bir yazı görür. Huzeyllilerden bir gence: "Bu ne?" diye sorar. Allah'ın Ki-tabı'ndan bir bölüm. Onu bir yalıudi yazdı, der. Hz. Peygamber şöyle buyur­du: "Bunu yapana Allah lanet eylesin. Allah'ın Kitabı'nı korunması gereken verden başka yere koymayın."

Muhammed b. ez-Zübeyr der ki: Ömer b. Abdülaziz, oğullarından birisi­nin duvar üzerine Kur'ân-ı Kerim'i yazdığını gördü ve bu sebepten dolayı onu dövdü.

39- Bir hastalıktan şifa bulmak kastı ile, onun yazısı(nın suyu ile) yıkanan bir kimsenin bu suyu çöplüğe veya necaset yerine, çiğnenip gidip gelinen vere dökmemesi. Bunun yerine insanların üzerinden geçmediği bir tarafa dök­meye ya da temiz bir çukur kazarak oraya akıtmaya gayret etmelidir. Böy­lelikle vücudundan o çukura doğru su akıtılsın, sonra üstünü örtsün. Veya büyükçe bir akarsuya gidip onun suyuna karışıp akmasını sağlasın.

40- Kur'ân'ı hatmettiği her seferinde tekrar Fatiha'dan başlamak. Böyle­likle Kur'ân terkedilmiş gibi olmaz. İşte bundan dolayı Rasûlullah (s.a) Kur'ân'ı hatmettiği vakit, Kur'ân'ın baş tarafından -Kur'ân terkedilmiş gibi ol­masın diye- beş âyet kadar bir miktar okurdu.

İbn Abbas'ın rivayetine göre, bir adam gelip: Ey Allah'ın peygamberi, han­gi amel daha faziletlidir? diye sormuş. Hz. Peygamber ona şu cevabı vermiş: 'Sana konup göçen gibi olmanı tavsiye ederim." Adam: Konup göçen ne de­mektir, diye sorunca Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Kur'ân okuyan kişi, başından başlar, sonuna gelince tekrar başına geçer. Her konduğunda hemen göçer."[75]

Ben derim ki: Kur'ân'ı hatmettiği vakit, ailesini bir arada toplaması müs-tehaptır. Ebu Bekr el-Enbârî anlatıyor: Bize İdris haber verdi: Bize Halef an­lattı: Bize Veki' Mis'ar'dan, o Katâde'den naklederek dedi ki: Enes b. Malik Kur'ân'ı hatmettiğinde aile halkını toplar ve dua ederdi.

Bize İdris haber verdi. Bize Halef anlattı. Bize Cerir, Mansur'dan, o el-Ha-kem'den rivayetle dedi ki: Mücâhid ve Ebu Lübabe'nin oğlu Abde ve bir grup kimse, mushaftan Kur'ân'ı hatmederlerdi. Hatmin sonuna geldiklerinde biz­lere: Yanımıza gelin, çünkü Kur'ân hatmedildiği sırada rahmet iner, diye ha­ber gönderirlerdi. Bize İdris haber verdi, bize Halef anlattı. Bize Huşeym, el-Avvam'dan, o İbrahim et-Teymi'den rivayetle dedi ki: Sabah saatlerinde Kur'ân'ı hatmeden kimseye, melekler, akşamı edinceye kadar dua eder. Ak­şamın ilk vakitlerinde Kur'ân'ı hatmeden kimseye de melekler, sabahı edin­ceye kadar dua ederler. O bakımdan onlar Kur'ân-ı Kerim'i gecenin veya gün­düzün ilk saatlerinde hatmetmeyi seviyorlardı.

41- Teaviz[76] yazarak bunlarla birlikte tuvalete girmemek. Ancak bir de­ri, yahut gümüş veya buna benzer bir kap içerisinde olması hali müstesna. O takdirde Kur'ân-ı Kerim'i hıfzettiğin halde de öyle bir yere giriyor gibi olur­sun.

42- Kur'ân'ı yazdığı veya yazılan yerden yıkamasından biriktirdiği suyu iç­tiği vakit, her bir nefeste Allah adını anıp bu konuda niyetine gereken tazi­mi göstermesi. Çünkü Allah ona niyeti kadarını verecektir.

Leys'in rivayetine göre Mücâhid şöyle demiştir: Kur'ân'ı bir yere yazıp son­ra onun suyunu hastaya içirmende bir mahzur yoktur. Ebu Ca'fer der ki: Kal­binde katılık hisseden bir kimse, zaferan ile bir bardağa "Yasin"i yazsın, son­ra da onu içsin.

43- Ben derim ki: Küçük sûre denmemesi de Kur'ân'a hürmetin gereği­dir. Ebu'l-Âliye küçük veya büyük sûre denilmesinden hoşlanmazdı. Böyle bir söz söylediğini duyduğu kimseye: Sen ondan da küçüksün. Kur'ân ise hep­si büyüktür, diye çıkışmıştır. Bunu Mekkî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) te-yid etmiştir.

Derim ki: Ebu Davud buna aykırı bir rivayet kaydetmektedir. Amr b. Şu-ayb'ın babasından, onun da dedesinden rivayetine göre şöyle demiştir: "Kur'ân-ı Kerim'in mufassal bölümünün küçük olsun, büyük olsun bütün sûre menfi namazda insanlara imamlık yaparken Rasûlullah (s.a)'ın okuduğunu işitmişimdir.[77]

 

Reye Dayanarak Kur'ân'ı Tefsir, Buna Kalkışmak ile İlgili Tehditler ve Müfessirlerin Mertebeleri

 

Hz. Âişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) Allah'ın Kindan ancak Cebrail'in açıklamalarını kendisine öğrettiği sayılı âyetleri tef­sir e-derdi.

ibn Atiyye der ki: Bu hadis, Kur'ân'da sözü geçen gaybi haberler, müc-T»ııe- enin tefsir edilmesi ve buna benzer ancak yüce Allah'ın ihsan edeceği ba­sar ile bilinebilen hususlara dairdir. Kıyametin kopma zamanı, lafızları iti-"jaar.yle anlaşılır olan (ancak gaybi özellikleri de bulunan) Sûr'a üfürme sa­sı göklerin ve yerin yaratılışlarındaki tertip (sıralama) gibi hususlar Allah'ın  içirmediği gaybî hususlara örnektir.

Tirmizî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Bildikleriniz dışında bana bir söz isnad etmekten sakınınız. nkü kasdi olarak bana yalan isnad eden kişi cehennemdeki yerine hazır­cın."[78]

Yine Cündüb'den rivayete göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kimr ân'a dair kendi görüşüne dayanarak bir söz söylerse, isabet etse dahi ha-î eder." Tirmizî der ki, bu garib bir hadistir. Bunu ayrıca Ebu Davud da ri-

ivet etmiştir.[79] Onun ravilerinden birisi hakkında[80] zayıf olduğunu belir--ttr. ifadeler kullanılmıştır.

Rezin, ayrıca şunları ekler: Ve her kim kendi görüşüne dayanarak söz söy-er ve hata ederse, o kâfir olur. Nahiv ve lügat alimi Ebu Bekr Muhammed : el-Kasım b. Beşşar b. Muhammed el-Enbârî, "Kutabu'r-Red" adlı eserin­de şunları söylemektedir: İbn Abbas yoluyla gelen hadis-i şerif iki şekilde açıklanmıştır. Bu açıklamadan birisi şöyledir: Her kim, Kur'ân-ı Kerim'in müş-«ii. lafızları ile ilgili olarak ashab ve tabiinin teşkil ettiği ilk müfessirlerin göuflerinden olduğu bilinmeyen sözler söylerse, o kişi kendisini Allah'ın ga-:,iDina maruz bırakır. Diğer açıklama şekli ise, -ki iki görüşten daha sağlam t mana itibariyle daha doğru olan açıklama şeklidir-: Her kim Kur'ân-ı Kerr. hakkında hakkın başkası olduğunu bile bile bir söz söylerse, cehennem-ie yerine hazırlansın. Hadis-i şerifte geçen: "hazırlansın  kelimesi. anlamı, orda konaklasın, demektir. Şair şöyle demiştir:

"Soyu itibariyle aşiretinin en şereflileri arasında yerini almıştır

Ve o kavini arasında böylece yer edinmiştir."

(İbnul-I^nbârî) Hz. Cündüb yolu ile gelen hadis hakkında da şunları söylemektedir: Bazı ilim adamları, bu hadis-i şerifte geçen "görüş" ile heva-nın kastedildiğini söylemişlerdir. Her kim Kur'ân-ı Kerim'e dair kendi heva-sına uygun, fakat selef imamlarından da nakletmediği bir görüş söylerse isa­bet etse dahi hata eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerim hakkında aslını astarını bilme­diği bir şeyi söylemiş, Kur'ân'a dair rivayetleri nakleden kimselerin görüş­lerini bilmeksizin kendi kanaatini ortaya atmış olur.

İbn Atiyye der ki: Bunun anlamı şudur: Kişiye, yüce Allah'ın Kitabı'nda yer alan bir buyruğun manasının ne olduğu sorulur. O da bu konuda ilim adamlarının dediklerine, nahiv ve usul gibi ilimlerin konu ile ilgili kuralla­rının gereğine bakmaksızın haddi olmayan görüşler ileri sürer. Dil bilginle­rinin Kur'ân-t Kerim'in kelimeleri ve lafızlarıyla ilgili, dil açısından açıklama­larda bulunmaları, nahivcilerin nahiv kurallarını, fukahanın manasını açık­lamaları bunun kapsamına girmez. Bu ilim adamlarının her birisi, ilim ve in­celeme yasalarına uygun olarak kendi içtihadını ortaya koyar. Bu şekilde gö­rüş beyan eden bir kimse, sadece kendi görüşüne dayanarak görüş beyan eden bir kimse değildir.

Derim ki: Bu doğru bir açıklama şeklidir. İlim adamlarından birçok kişi­nin tercih ettiği görüş de budur. Kur'ân-ı Kerim'e dair kendi vehmine ve ha­tırına geldiği şekilde, ilgili esaslara uygun istidlalde bulunmaksızın görüş be­lirten bir kimse hata eder. Anlamı üzerinde ittifak edilen muhkem esaslara göre, açıklamalarda bulunarak onun anlamını çıkartmaya çalışan kimse ise övülmüştür.

Bazı ilim adamları şöyle demektedir: Tefsir, konu ile ilgili rivayetleri din­lemiş olmaya bağlıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Rasûlüne döndürü­nüz." (en-Nisa, 4/59) diye buyurmaktadır. Ancak böyle bir açıklama yanlış­tır, tutarsızdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in tefsirinin yasaklanmasından kasıt, ya sadece nakil yoluyla gelen ve kulaktan kulağa alınan rivayetler ile yetinip hü­küm çıkarmayı terketmektir veya başka birşey kastedilmiştir. Bununla kişi­nin Kur'ân-ı Kerim hakkında ancak işittiği rivayetlere dayanarak söz söyle­memesinin kastedildiği iddiası batıldır. Çünkü ashab-ı kiram, Kur'ân-ı Kerim'i okumuş ve onun tefsiri ile ilgili farklı görüşler ortaya atmıştır. Onlar bütün bu söylediklerini Peygamber (s.a)'den işitmiş olamazlar. Çünkü Peygamber (s.a), İbn Abbas'a dua etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, onu dinde fa-kih kıl ve ona te'vil ilmini öğret."[81]

Eğer te'vil de tenzil (Kur'ân-ı Kerim) gibi işitilerek nakledilmesi gereken birşey olsaydı, İbn Abbas'a böyle özel bir duada bulunmanın manası ne olur­du? Bu gayet açık bir husustur. Bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Bu­nunla birlikte, buna dair, etraflı açıklamalar -inşaallah- Nisa sûresinde gele­cektir. Burada görüşe dayanarak Kur'ân-ı Kerim'i açıklamanın yasaklanma­sı şu iki anlamdan birisi hakkında kabul edilir:

1- Herhangi bir şeye dair bir görüşü olur, tabiatı ve hevâsı da ona mey­letmekte olduğu için kalkar, Kur'ân-ı Kerim'i görüş ve hevasına uygun bir şe­kilde te'vil eder ve maksadının doğruluğuna delil göstermeye çalışır. Şayet böyle bir görüş ya da hevası olmamış olsaydı, Kur'ân-ı Kerim'den böyle bir anlamı çıkartması sözkonusu olmazdı. Bu şekilde bir açıklama, kimi zaman bilerek yapılır. Kur'ân-ı Kerim'in birtakım âyetlerini bid'at görüş ve kanaat­lerinin doğruluğuna delil gösteren kimsenin yaptığı gibi. Halbuki böyle bir kimse bu âyet-i kerimeden bunun kastedilmediğini bilmektedir. Ancak onun bu şekilde bir açıklama yapmaktan kastı, karşı tezi savunan kimseye iddiası­nın doğru olduğu izlenimini vermektir. Kimi zaman da böyle bir açıklama bil­meden yapılır. Bu da âyet-i kerimenin o anlama gelme ihtimali bulunduğu için maksadına uygun gördüğü anlama şekline meyil göstermesi ve kendi gö­rüş ve nevasından başka bir delile dayanmaksızın, o yönü tercih etmesi şek­linde olur. Böylelikle Kur'ân-ı Kerim'i kendi görüşüyle tefsir etmiş olur. Ya­ni sahip olduğu kişisel görüşünü, o açıklama şeklidir diye takdim etmiştir. Şa­yet o görüşe kendisi sahip olmamış olsaydı, o açıklama şekli onun için ağır­lık kazanmazdı.

Kimi zaman da sağlıklı ve doğru bir maksada sahip olur. O bakımdan Kur'ân-ı Kerim'den ona uygun bir delil araştırır. O âyet ile kendisinin kastet­mek istediğinin anlatılmadığını bile bile delil gösterir. Mesela, katılaşmış kal­be karşı bir mücahede vermeye davet eden bir kimsenin kalkıp: Yüce Allah: "Fir'avn'a git, çünkü o azmıştır" (Taha, 20/24) deyip bu esnada kalbine işa­ret etmesi ve burada geçen "Fir'avn" lafzı ile böyle bir kalbin kastedildiğini hissettirmeye çalışması gibi. Bu tür bir açıklama şekli sözlerine güzellik katmak, dinleyenleri teşvik etmek üzere doğru maksatlar için birtakım vaiz­ler tarafından kullanılır. Ancak böyle birşey yasaktır. Çünkü bu tür bir açık­lama lügatte bir kıyastır. Bu da caiz değildir. Bazen Batınîler, fasid maksat­ları uğruna bu tür açıklama şeklini kullanırlar. Bundan kasıtları ise, insanla­rı aldatıp kendi batıl mezheplerine çekmektir. Böylelikle onlar, Kur'ân-ı Ke­rim'i kat'iyyen kastedilmedikleri bildikleri birtakım manalara yorumlayarak kendi görüş ve mezheplerinin mahkumu haline getirirler. İşte bütün bu hu­suslar, kişisel görüşe dayanarak yasaklanan tefsir (açıklama) şekillerinden bir tanesidir.

2- İkinci şekil ise, Kur'ân-ı Kerim'in garip lafızları ile ilgili nakil ve kulak­tan kulağa aktarılarak gelen rivayetleri tesbit etmeye kalkışmaksızın, Kur'ân'da bulunan müphem (üstü kapalı) ve mübeddel[82] lafızlara bakmaksızın, Kur'ân'daki ihtisar, (kısaltma) hazf, (anlamı bozmayacak şekilde kelime­yi/kelimeleri açıktan zikretmeme), izmar (anlamı tamamlayan kelime takdir etme), takdim ve te'hirlere dikkat etmeksizin, sadece Arapçanın zahirî kural­larını göz önünde bulundurarak Kur'ân'ın tefsirine kalkışmak ve gereken te­enniyi göstermemek. Tefsirin zahirini sağlam tutmayan ve sadece arapçayı an­layarak anlamlan çıkartmaya kalkışan bir kimsenin yanlışlıkları çok olur ve görüşüne dayanarak Kur'ân-ı Kerim'i açıklamaya çalışanlar zümresine girer. Yanlışlıklardan korunabilmek için tefsirin zahirinde nakil ve semâ'ın (kulak­tan rivayet dinleme) kaçınılmaz olduğu bilinmelidir. Artık bundan sonra kavrama ve istinbat alanı önünde genişler. Ancak sema yoluyla anlaşılabile­cek garib ifadeler pek çoktur. Zahirin sağlamlaştırılmasından önce batının (de­rin anlamların) anlaşılabilmesini ummamak gerekir. Çünkü yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu biliyoruz: "İşte Semud'a da gözleri göre göre, o dişi de­veyi verdik de bu yüzden zulmettiler." (el-İsra, 17/59) Bunun anlamı şudur: Biz onlara göz göre göre bir âyet (mucize) verdik. Onlar da bu mucizeyi (di­şi deveyi ) öldürmekle kendilerine zulmettiler. Arap dilinin zahirî anlamları­na bakan kimse, bu ifade ile dişi devenin, gözleri gören bir deve olduğunu sanır ve kavminin ne surette zulmettiklerini de bilmez, onlar ise hem kendi­lerine hem başkalarına zulmetmişlerdir. İşte burada hazif ve izmar vardır. Kur'ân-ı Kerim'de bunların misalleri pek çoktur. İşaret ettiğimiz bu iki şeklin dışında kalan şekiller, "şahsî görüşe dayanılarak yapılan tefsirlerin yasaklan­ması" kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Atiyye der ki: "Sa'id b. el-Museyyeb, Amir eş-Şa'bi ve benzerleri se-lef-i saliha mensup ileri gelen birtakım kimseler, Kur'ân'ı Kerim'in tefsirini büyük bir iş kabul ediyor, bilmelerine ve bu konuda oldukça ileri seviyede olmalarına rağmen, kendileri adına ihtiyat ve takvayı elden bırakmıyor, tef­sir yapmaktan kaçınıyorlardı."

Ebu Bekr el-Enbârî der ki: Geçmiş selefin ileri gelen ilim adamları, Kur'ân-ı Kerim'in müşkil lafızlarını açıklamaktan çekinirlerdi. Onlardan ki­misi, yapacağı bu açıklamanın yüce Allah'ın maksadına uygun düşmeyeceğini kabul ediyor ve bundan dolayı konu ile ilgili söz söylemekten çekini­yordu. Kimisi de tefsirde bir imam kabul edilerek onun izlediği yolun esas alınmasından ve bu yolun takip edilmesinden korkuyordu. Olabilir ki, son­radan gelen bir kişi kendi görüşüne dayanarak bir kelimeyi açıklar ve bu ko­nuda hata eder ve: "Görüşüne dayanarak Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmekte be­nim uyduğum önder, selefe mensup filan önder kişidir" demesinden çekini-yorlardı.

İbn Ebi Müleyke'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ebu Bekr es-Sıd-dîk (r.a)'a Kur'ân-ı Kerim'deki bir yerin tefsiri soruldu, şu cevabı verdi: Ben Allah'ın Kitabı'ndan bir buyruk hakkında yüce Allah'ın muradının hilâfına bir söz söyleyecek olursam, hangi gök beni gölgelendirir, hangi yer beni taşır? Ben nereye giderim ve ne yapabilirim?

İbn Atiyye der ki: "Selefin ileri gelenlerinden sayıca pek çok kişi de Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmekten geri kalmazlardı. Onlar bu konuda gerçek­ten müslümanlara karşı şefkatli ve merhametli davranmış oldular. Allah on­lardan razı olsun. Müfessirlerin başı ve aralarında Allah'ın yardımına mazhar olan kişileleri Ali b. Ebi Talib (r.a)'dır. Ondan sonra Abdullah b. Abbas ge­lir. Abdullah b. Abbas kendisini bu işe vermiş ve tamamlamıştır. Bu konu­da onun izinden Mücâhid, Said b. Cübeyr ve başkaları gitmiştir. Tefsire da­ir Abdullah b. Abbas'tan öğrenilen ve kaydedilenler Hz. Ali'den gelenlerden daha fazladır."

İbn Abbas der ki: Ben Kur'ân tefsirine dair ne öğrendimse Ali b. Ebi Ta-lib'den öğrendim.

Ali (r.a), İbn Abbas'ın tefsir yapmasını över ve ondan tefsiri öğrenmeye teşvik ederdi. İbn Abbas'ın kendisi de şöyle dermiş: Abdullah b. Abbas Kur'ân-ı Kerim'in ne güzel tercümanıdır!

Hz. Ali de onun hakkında şöyle demiştir: İbn Abbas sanki incecik bir per­denin arkasından gayba bakmaktadır.

Ondan sonra Abdullah b. Mes'ud, Ubeyy b. Ka'b, Zeyd b. Sabit ve Abdul­lah b. Amr b. el-As gelir. Ashab-ı Kiram'dan nakledilen her bir rivayet güzel­dir ve önceliklidir. Çünkü onlar, Kur'ân-ı Kerim'in nüzulüne tanık olmuşlar­dır ve Kur'ân onların diliyle yazılmıştır. Âmir b. Vasile dedi ki: Ali b. Ebi Ta­lib (r.a)'ı hutbe okurken dinledim. Hutbesinde şöyle diyordu: Bana sorunuz. Allah'a yemin ederim, Kıyamet gününe kadar olacak her neyi bana sorarsa­nız mutlaka onu size söylerim. Bana Allah'ın Kitabı hakkında soru sorunuz. Allah'a yemin ederim Kur'ân-ı Kerim'deki bütün âyetlerin her birisinin gece mi yoksa gündüz mü nazil olduğunu, düzlükte mi dağda mı nazil olduğunu bilirim. Bunun üzerine İbn'ül-Kevvâ ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey mü'minle-rin emiri, "tozutup savuranlar" (ez-Zariyat, 51/1) ne demektir? diye sorar. On­dan sonra da rivayetin geri kalan  kısmını kaydeder.

el-Minhal b. Amr dedi ki: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Eğer Allah'ın Kitab'ını benden daha iyi bilen birisinin olduğunu ve binek sırtında ona gidilebile­ceğini bilsem, mutlaka o kimsenin yanına giderim. Adamın birisi ona: Ali b. Ebi Talib ile hiç karşılaştın mı? diye sorar. Abdullah: Evet karşılaştım ceva­bını verir.

Mesrûk dedi ki: Ben Muhammed (s.a)'ın ashabının, bir su havuzuna ben­zediklerini gördüm. Onlardan kimisi bir kişiyi suya kandırır, kimisi iki kişiyi, kimisi de bütün insanlar ondan su almaya gelecek olsa hepsine de yetecek kadar su verbilirdi. İşte Abdullah b. Mes'ud bu tür havuzlardan birisidir.

Bu menkıbeleri Ebu Bekr el-Enbârî "Kitabu'r-Red" adlı eserinde kaydet­mektedir.

Ebu Bekr dedi ki: Bize Ahmed b. el-Heysem b. Halid anlattı. Bize Ahmed b. Abdullah b. Yunus anlattı, bize Sellam Zeyd el-Ammî'den, o Ebu Sıddîk en-Nacî'den, o Ebu Said el-Hudrî'den rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöy­le buyurdu: "Ümmetime karşı en merhametli olan kişi Ebu Bekir, Allah'ın di­ninde en kavi olanları Ömer, aralarında en içten haya duyanları Osman, en güzel hüküm verenleri Ali, miras hukukunu en iyi bilenleri Zeyd, aziz ve ce-lil olan Allah'ın Kitabı'nı en güzel okuyup bilenleri Ubeyy b. Ka'b, helal ve haramı en iyi bilenleri Muaz b. Cebel, bu ümmetin emini Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'tır. Ebu Hureyre, ilim dolu bir kap, Selman ise dipsiz bir ilim denizi­dir. Ebu Zer'den daha doğru sözlüsünü ise ne sema gölgelendirmiş, ne de yer sırtında taşımıştır."[83]

İbn Atiyye der ki: "Tabiin müfessirleri arasında öne geçenlerden Hasan-ı Basrî, Mücâhid, Said b. Cübeyr ve Alkame sayılabilir. Mücâhid, İbn Abbas'tan iyice anlayarak, belleyerek, her âyet üzerinde dura dura ilim öğrenmiştir. Bun­lardan sonra İkrime ve Dahhak gelir. İbn Abbas'ı görmemekle birlikte Dah-hâk, İbn Cübeyr'den ilim öğrenmiştir. es-Süddî'ye gelince Amir eş-Şa'bi, onu ve Ebu Salih'i tenkid ederdi. Çünkü onun görüşüne göre onlar gerekli tedki-ki yapmakta ihmalkâr davranırlardı."

Derim ki: Yahya b. Main şöyle demiştir: el-Kelbi birşey değildir.

Yahya b. Said'den, rivayete göre o, Süfyan'dan şöyle dediğini rivayet et­miştir: el-Kelbi dedi ki: Ebu Salih şöyle dedi: Sana ne anlatümsa yalandır.

Habib b. Ebi Sabit der ki: Biz ona -yani Um Hani'in azatlısı Ebu Salih'e-"dürûğ-zen" derdik. Bu ise Farsların dilinde "yalan söyleyen kişi" demektir.

Daha sonra yüce Allah'ın Kitabı'nın tefsirini, sonradan gelenlerin en adil olanları taşıdı. Nitekim Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Sonradan ge­len her bir neslin arasından bu ilmi adaletli olanları yüklenip taşır. Bunlar aşı rı gidenlerin tahriflerini, batılcıların hırsızlıklarım ve cahillerin yanlış te'vil-lerini bertaraf ederler." Bunu Ebu Ömer ve başkaları  rivayet etmiştir.[84]

el-Hatib Ebu Bekr Ahmed b. Ali el-Bağdadî der ki: İşte bu Rasûlullah (s.a)'dan gelen ve bu ilim adamlarının dinin bayrakları, müslümanların ön­derleri olduklarına dair bir tanıklıktır. Çünkü bu ilim adamları, şeriatı tahrif­ten ve batılın değiştirmelerinden korumuş, ahmak ve cahillerin te'villerini red­detmişlerdir. Din hususunda bunlara başvurmak ve bunların dediklerini esas almak gerekir. Allah onlardan razı olsun.

İbn Atiyye der ki: "Abdurrezzak, el-Mufaddal, Ali b. Ebi Talha, el-Buha-rî ve başkaları tefsire dair telifler yapmışlardır. Daha sonra Muhammed b. Ce-rir -Allah'ın rahmeti üzerine osun- dağınık şekilde bulunan tefsir rivayetle­rini toplayıp bir araya getirdi, uzaklıkları dolayısıyla erişilmesi zor olanları yaklaştırdı ve isnadları kaydetmek hususunda da sadra şifa verdi. Müteahhir-ler arasında öne çıkanlardan Ebu İshak ez-Zeccac ile Ebu Ali el-Farisî de yer alır. Ebu Bekr en-Nakkaş ve Ebu Ca'fer en-Nahhas'ın ise, çoğunlukla ilim adamları tarafından eksikleri tesbit edilmiştir. Mekkî b. Ebi Talib de onların yolundan gitmiştir. Ebu'l-Abbas el-Mehdevî, telifi sağlam birisidir. Bunların hepsi de ecre layık, ecri hak eden müctehidlerdir. Allah onlara rahmetini ih­san buyursun ve onların yüzlerini ak etsin." [85]

 

Kitabın Sünnet ile Açıklanması ve Bu Hususta Gelen Rivayetler:

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz, sana da bu Zikri (Kur'ân'ı), insan­lara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye indirdik." (en-Nahl, 16/44)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onun emrine aykırı hareket edenler, kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azabın gelip çatmasından çe-kinsinler." (en-Nur, 24/63)

Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki sen dosdoğru yola ulaştırısın." (eş-Şûra, 42/52)

Yüce Allah, birden çok âyet-i kerimede Peygamberine itaati farz kılmış ve kendi zatına itaat ile birlikte onu da sözkonusu etmiştir. Şöyle buyurmakta­dır: "Peygamber size ne verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse ondan sakı­nın." (el-Haşr, 59/7)

İbn Abdi'1-Berr "Kitabu'l-llm"de Abdurrahman b. Yezid'den şöyle dedi­ğini kaydetmektedir: Abdurrahman hacc için ihrama girmiş bir kimsenin el­biselerini giymiş olduğunu görür. Elbiselerini çıkarmasını söyleyince adam: Allah'ın Kitabı'ndan elbisemi çıkartmamı öngören bir âyet göster bana. Ab­durrahman ona: "Peygamber size ne verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse ondan sakının" (el-Haşr, 59/7) âyetini okur.

Hişam b. Huceyr'in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Tavus, ikindiden sonra iki rekat namaz kılardı. İbn Abbas ona: Bu iki rekatı kılmaya son ver, deyince şöyle dedi: Uyulan sünnet edinilir diye bunların kılınmaları yasak­landı, diye cevap verince İbn Abbas da şöyle der: Rasûlullah (s.a) ikindiden sonra namaz kılınmasını yasaklamıştır. Ben, bu iki rekatı kılıyorsun diye sa­na azap mı edilecek yoksa ecir mi verilecek bilmiyorum. Çünkü şanı yüce olan Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği za­man hiçbir mü'min erkek ve mü'min kadına işlerinde istediklerini yapmak yetkisi verilmemiştir." (el-Ahzab, 33/36)

Ebu Davud rivayet ediyor.... el-Mikdâm b. Ma'dî Kerib, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Şunu bilin ki bana Kitap ve onunla bir­likte onun gibisi de verilmiştir. Şunu bilin ki aradan fazla geçmeden karnı tok bir adam koltuğuna oturarak şöyle diyecektir: Siz bu Kur'ân'a bağlanmaya bakınız. Onda helal diye gördüğnüz bir şeyi helal, haram diye gördüğünüz bir şeyi de haram belleyiniz. Şunu biliniz ki evcil eşekler ve yırtıcı hayvan­lardan azı dişi olan her bir hayvan, antlaşmak bir kimsenin kaybedip de si­zin bulduğunuz bir malı size helal değildir. Ancak sahibinin ona ihtiyaç duy­maması müstesna. Herhangi bir topluluğun yanına misafir olarak konakla­yan kimseye, o topluluğun ikramda bulunmaları görevidir. Eğer ona ikram­da bulunmayacak olurlarsa, ona vermeleri gereken ziyafet kadarı (nı almak sureti) ile onları cezalandırabilir. "[86]

el-Hattabi der ki: Hz. Peygamber'in: "Bana Kitap ve onunla birlikte onun gibisi verilmiştir" buyruğunun iki şekilde anlaşılma ihtimali vardır: Birinci ih­timale göre anlamı şudur: Hz. Peygamber'e zahiren tilavet edilen vahiy ve­rildiği gibi, ona tilavet edilmeyen batınen vahiy de verilmiştir. İkinci anlam, ona Kitab-ı Kerim okunarak kendisi ile ibadet olunan bir vahiy olarak veril­miştir. Ayrıca onun gibi sözlü açıklama da ona verilmiştir. Yani Kitab-ı Ke-rim'de bulunan ifadeleri açıklamasına, âyetlerin umumi olduğunu belirtme­sine yahut hükümlerini tahsis etmesine, fazladan hüküm koymasına ve Ki­tab-ı Kerim'de bulunan hükümleri teşri' buyurmasına izin verilmiştir. O tak­dirde Kur'ân-ı Kerim'in tilavet edilip okunan zahir vahyinde olduğu gibi ay­nen bunları da kabul etmek gerekir ve gereklerince amel etmek icabeder.

Hadis-i şerifte geçen "aradan fazla geçmeden karnı tok bir adam...." ifa­desiyle Hz. Peygamber, -Harici ve Rafizîlerin yaptığı gibi- Kur'ân-ı Kerim'de sözk'onusu edilmemiş ve kendisinin ortaya koyduğu Sünnetlere aykırı dav­ranmaktan sakındırmaktadır. Çünkü Haricilerle Rafizîler, Kur'ân-ı Kerim'in za­hirine yapıştılar ve Kitabın beyanını ihtiva eden Sünneti terkettiler. O bakım­dan şaşırdılar ve saptılar.

Hadis-i şerifte geçen "koltuk" ifadesiyle evlerden dışarı çıkmayan ve ilmi öğrenilebilecek yerlerde aramayan, lüks, refah ve rahat içerisinde yaşayan kimseleri kastetmektedir. Hadis-i şerifte geçen: "sahibinin ona ihtiyaç duy­maması hali müstesna..." ifadesi: Sahibi o kaybedilen eşyaya ihtiyaç duyma­yarak onu bulana terketmesi hali müstesna, demektir. Yüce Allah'ın şu buy­ruğunda olduğu gibi: "Böylece onlar, inkar etmiş ve yüz çevirmişlerdi. Al­lah da (onların iman ve itaatlerine) muhtaç olmadığını göstermişti." (et-Te-ğabun, 64/6) Allah onlara ihtiyaç duymayarak onları bırakmıştı, demektir.

Hadis-i şerifte geçen: "Ona vermeleri gereken ziyafet kadarı ile onları ce­zalandırabilir" ifadesi yiyecek birşey bulamayıp ölmekten korkan, zaruret ha­linde olan kimse hakkındadır. Böyle bir kimse, kendisine ikramda bulunma­yan o kimselerden kendisini mahrum ettikleri ikram karşılığında ikram ka­darını almak hakkına sahiptir. "Onları cezalandırmak" anlamına gelen ( ft:'nı ) kelimesi şeddeli olarak da (yuakkıbehum) şeklinde ve (muâkabe)den, şed-desiz olarak da rivayet edilmektedir. Yüce Allah'ın: "Şayet ceza ile karşılık verecek olursanız..." (en-Nahl, 16/126) buyruğu da burdan gelmektedir. Ya­ni eğer siz galip gelir ve onlardan ganimet alırsanız., anlamındadır. İşte bu durumda olan (misafir olarak kendisine ikram olunmayan) kimsenin de kendisine yapılacak ikram kadarını da mallarından alma hakkı vardır. (el-Hat-tabi devamla) der ki: Bu hadis-i şerifte hadisin ayrıca Kur'ân-ı Kerim'in nas-ları ışığında gözden geçirilmeye ihtiyacı olmadığına delalet vardır. Çünkü Ra-sûlullah (s.a)'dan olduğu sabit olan bir buyruk, bizatihi bir hüccettir. Bazı­larının: "Size hadis geldiğinde onu Allah'ın Kitabı'na arzediniz, ona uygun ge­lirse alınız, uygun gelmezse reddediniz" şeklinde hadis diye yaptıkları riva­yet batıldır, aslı yoktur.

Diğer taraftan Peygamber (s.a)'ın beyanı iki türlüdür: Birisi Kitapta müc­mel olarak gelen ifadeyi açıklamaktır. Beş vakit namazı, vakitlerini, secde­lerini, rükûlarını ve diğer hükümlerini açıklaması, zekatın miktarını, vaktini, hangi mallardan alınacağına dair açıklamaları, haccın menasikini açıklama­sı gibi. Nitekim Rasûlullah (s.a) haccını eda ettiğinde insanlara şöyle söyle­miştir: "Hacc ibadetinizin şeklini benden öğreniniz."[87] Yine Hz. Peygam-ber'in: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz de öyle namaz kılınız."[88] diye buyurduğu Buharî'de rivayet edilmektedir.

İbnü'l-Mubarek'in rivayet ettiğine göre İmran b. Husayn, adamın birisine şöyle demiş: Sen ahmak bir insansın. Öğlen farzının dört rekat olduğunu ve o rek'atlerde açıktan Kur'ân okunmayacağını Allah'ın Kitabı'nda görüyor mu­sun? Daha sonra İmran (r.a) ona namazı, zekatı ve buna benzer hususları sa­yar ve şöyle der: Sen bütün bunların Allah'ın Kitabı'nda genişçe açıklanmış olduğunu görüyor musun? Yüce Allah'ın Kitabı bunları müphem olarak zik­retmiş, Sünnet de bunları açıklamış bulunmaktadır.

Evzaî'nin rivayetine göre Hassan b. Atiyye şöyle demiştir: Vahiy, Rasûlul-lah (s.a)'a nazil oluyor, Cebrail de bunu açıklayan Sünneti Hz. Peygamber'e getiriyordu. Said b. Mansur rivayetle dedi ki: Bize İsa b. Yunus, el-Ev-zaî'den, o Mekhul'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kur'ân'ın (anlaşıl­mak için) Sünnete duyduğu ihtiyaç, Sünnetin (anlaşılmak için) Kur'ân'a duyduğu ihtiyaçtan fazladır.

Yine aynı senedle el-Ezvai şöyle demiştir: Yahya b. Ebi Kesir dedi ki: Sün­net Kitaba karşı hüküm vericidir. Fakat Kitap Sünnet ile alakalı hüküm ver­mek durumunda değildir.

el-Fadl b. Ziyad der ki: Ebu Abdullah'a -yani Ahmed b. Hanbel'e- Sünne­tin Allah'ın Kitabı'na karşı hüküm verici olduğuna dair rivayet edilen hadis hakkında soru sorulmuş ve o da şöyle demiştir: Ben böyle bir söz söyleme­ye cesaret edemem. Ancak derim ki: Sünnet Allah'ın Kitabı'nı açıklar ve be­yan eder.

Bir diğer beyan şekli ise, Allah'ın Kitabı'nın hükmünden başka hüküm or­taya koymaktır. Kadının halası ve teyzesi ile birlikte nikahlanmasının haram kılınması, evcil eşeklerin ve parçalayıcı azı dişi olan yırtıcı hayvanların yen­mesinin haram kılınması, şahid ile birlikte bir yeminle hüküm vermek ve bu­na benzer -inşaallah- ileride açıklanacak diğer hükümler buna örnektir. [89]

 

Kitap ve Sünneti Öğrenip Fıkhı İncelikleri Kavrama ve Kur'ân'la Amel Etme:

 

Kur'ân'ı ezberlemeden önce Kur'ân'la amel etmeye dair rivayetler.

Ebu Amr ed-Dânî, "Kitabu'l-Beyan" adlı eserinde isnadını da kaydederek Hz. Osman, Hz. İbn Mes'ud ve Hz. Ubey'den şunu rivayet etmektedir: Rasû-lullah (s.a) onlara Kur'ân-ı Kerim'den on âyet-i kerime öğretirdi. Onlar ise bu âyet-i kerimelerde amel ile ilgili hususları öğrenmedikçe bir başka on âyet-i kerimeye geçmezlerdi. Böylelikle Hz. Peygamber, bizlere hem Kur'ân-ı Ke-rim'i ve hem de onunla amel etmeyi birlikte öğretirdi.

Abdurrezzak'ın Ma'merden, onun Ata b. es-Saib'den rivayetine göre, Ebu Abdurrahman es-Sulemî şöyle demiştir: Biz, Kur'ân-ı Kerimden on âyet-i ke­rime öğrendik mi, o on âyetin helalini, haramını, emir ve nehiylerini öğren­medikçe bir sonraki on âyeti öğrenmeye geçmezdik. İmam Malik'in Muvat-ta adlı eserinde belirttiğine göre Abdullah b. Ömer Bakara sûresini sekiz yıl­da  öğrendi.[90]

Hafız Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit, "Esmau men Reva an Malik" adı­nı taşıyan eserinde şunu zikretmektedir: Mirdas b. Muhammed Ebu Bilal el-Eş'ari dedi ki: Bize Malik, Nafi'den, o İbn Ömer'den rivayetle dedi ki: Ömer Bakara sûresini on iki yılda öğrendi. Onu hatmedince bir deve kesti.

Ebu Bekr el-Enbârî'nin zikrettiğine göre: Bana Muhammed b. Şehriyar an­lattı, bana Hüseyn b. el-Esved anlattı, bana Ubeydullah b. Musa, İbn Ziyad b. Ebi Eşlem Ebu Amr'dan, o Ziyad b. Mihran'dan rivayetle dedi ki: Abdul­lah b. Mes'ud dedi ki: Kur'ân'ın lafızlarını ezberlemek, bizim için zor, onun­la amel etmek bizim için kolay olmuştu. Fakat bizden sonrakilere Kur'ân'ı ez­berlemek kolay, onun gereğince amel etmek zor olacaktır.

Bize İbrahim b. Musa anlattı, bize Yusuf b. Musa anlattı, bize el-Fadl b. Dukeyn anlattı, bize İsmail b. İbrahim b. el-Muhacir babasından, o Mücâ-hid'den rivayetle İbn Ömer dedi ki: Bu ümmetin ilkleri döneminde Rasûlul-lah (s.a)'ın ashabından faziletli olan bir kimse, Kur'ân-ı Kerim'den ancak bir sûre ya da ona yakın bir miktar ezberlerdi. Onlara Kur'ân gereğince amel et­mek ihsan buyurulmuştu. Bu ümmetin sonrakileri ise, küçüğü de aması da Kur'ân-ı Kerim'i okuyacak, fakat onun gereğince amel etmek, onlara ihsan edilmeyecektir.

Bana Hasan b. Abdülvehhab Ebu Muhammed b. Ebi'l-Anber anlattı, bize Ebu Bekr b. Hammad el-Mukrî anlatarak dedi ki: Ben Halef b. Hişam el-Bez-zar'ı şöyle derken dinledim: Kur'ân-ı Kerim bana göre ancak elimizde bulu­nan bir ariyettir. Şöyle ki bizler Ömer b. el-Hattab'ın Bakara sûresini on kü­sur yılda ezberlediğini yüce Allah'a şükür olsun diye bir deve kestiğini riva­yet ediyoruz. Günümüzde ise şunun gibi bir çocuk benim önümde oturuyor ve bir harf dahi kaçırmaksızın, Kur'ân-ı Kerim'in üçte birini okuyuveriyor. O bakımdan ben Kur'ân-ı Kerim'in elimizde ancak bir ariyet (iğreti) olarak bu­lunduğunu zannediyorum.

Hadis ilminde ehil kimseler de şöyle der: Hadis toplayan bir kimsenin onu bilmeden ve anlamadan hadis dinleyip toplamakla yetinmemesi gerekir. Böyle yapacak olursa, pek faydalı birşey ele geçirmeksizin kendisini yormuş olur. Bu kişinin hadis ezberlemesi, gece gündüz azar azar ve tedricen olma­lıdır. Hadis hafızları arasında bulunup da bu tür ifadelerin kendilerinden ri­vayet edildiği kimselerden birisi de Şu'be, İbn Uleyye ve Ma'mer gibileridir. Ma'mer der ki: Ben ez-Zührî'yi şöyle derken dinledim: Her kim toptan ilmi elde etmek isterse, toptan onu elinden kaçırır. İlim birer ikişer hadis öğre­nilerek elde edilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Muaz b. Cebel de der ki: İstediğinizi biliniz. Allah, onunla amel etmedi­ğiniz sürece sadece bilmekten dolayı size ecir vermez.

İbn Abdi'1-Berr der ki: Abbad b. Abdüssamed yoluyla gelen rivayette, Mu-az'ın sözüne benzer Peygamber (s.a)'dan da rivayet edilmiştir. Bunda şu faz­lalık da vardır: "İlim adamlarının gayreti, kavrayıp anlamaya, akılsızların gay­reti ise çokça rivayete yöneliktir."

Bu hadis, mevkuf olarak da rivayet edilmiştir ki mevkuf rivayet merfu ri­vayetten daha uygundur. Ayrıca Abbad b. Abdüssamed de sözü delil göste­rilen kimselerden de değildir.

İlmin faziletine ve Allah'ın aziz Kitabı ile yüce Sünnetin şerefine dair şu beyitleri yazan gerçekten güzel söylemiştir:

"İlimlerin saymakla bitmez güzellikleri varsa da

Baş taçları iman edilmesi farz olan:

Allah'ın koruduğu Aziz Kitabıdır

Bundan sonra da kederleri gideren ilim gelir

İşte bu Mustafa'nın hadisi bilgisidir

Ondadır peygamberlik nuru, ondadır şeriat, ondadır edeb

Bunlardan sonra sonu yoktur ilimlerin

İlim talebini tercih eden! Seç kendine uygun olanı

İlim gizli bir hazinedir, madeninde bulursun ancak onu;

Ey ilim talibi! Araştır ve incele kitapları

Anlayarak oku Allah'ın Kitabı'nı

Bütün ilimler vardır orada; düşün, hayretler göreceksin

Oku! - Hidayet bulasıca - Mustafa'nın hadislerini ve Mevla'dan dile

Ne dilersen, arzunu getirir yerine

Din ilmini tadan zevk alır ondan

İlmi arttıkça: Oh ne kadar hoş! der." [91]

 

Peygamber (s.a)'ın: "Bu Kur'ân Yedi Harf Üzere İndirilmiştir, Ondan Kolayınıza Geleni Okuyunuz"[92] Buyruğunun Anlamı:

 

Müslim, Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ediyor: Peygamber (s.a) Ğifaroğulla-rına ait küçük bir suyun yakınında bulunuyordu. Cebrail (a.s) ona gelerek şöyle dedi: Allah sana Kur'ân-ı Kerim'i ümmetine tek bir okuyuş şekliyle okut­manı emrediyor. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan esenlik ve mağ­firetini dilerim, fakat benim ümmetim buna güç yetiremez." Daha sonra ona ikinci bir defa geldi ve şöyle dedi: "Allah, sana bu Kur'ân-ı Kerim'i ümme­tine iki şekilde okutmanı emrediyor." Hz. Peygamber yine: "Allah'tan mağ­firet ve esenliğini dilerim. Benim ümmetim buna güç yetiremez" dedi. Da­ha sonra ona üçüncü bir defa gelerek şöyle dedi: Allah sana bu Kur'ân-ı Ke­rim'i ümmetine üç şekilde okutmanı emrediyor. Hz. Peygamber yine: "Al­lah'tan mağfiret ve esenliğini dilerim. Benim ümmetim buna güç yetire­mez."  dedi. Arkasından dördüncü bir defa gelerek şöyle dedi: "Allah sana bu Kur'ân-ı Kerim'i ümmetine yedi harf üzere okutmanı emretmektedir. Hangi şekilde okurlarsa isabet ederler."[93]

Tirmizî'nin yine Ubeyy b. Ka'b'dan rivayetine göre, Rasûlullah (s.a) Hz. Cebrail'le karşılaşmış ve şöyle demiş: "Ey Cebrail, ben ümmi bir ümmete gön­derilmiş bulunuyorum. Aralarında kocamış ve piri fani yaşlılar olduğu gibi, küçük çocuklar, küçük kızlar, hiçbir şekilde bir kitap okuyamayan adamlar da vardır." Ona şöyle dedi: "Ey Muhammed, Kur'ân yedi harf üzere nazil ol­muştur" Tirmizî der ki, bu sahih bir hadistir.[94]

Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu Davud, Nesaî ve diğer musannef kitaplar ile müsned kitaplarda Hz. Ömer'in Hişam b. Hakim ile başlarından geçen olay yer almaktadır. Bu başlığın sonlarında bu olay tamamı ile -inşaallah- zikre­dilecektir.

İlim adamları "yedi harf" ile neyin kastedildiği ile ilgili olarak otuzbeş ay­rı görüş ortaya atmışlardır ki bunları Ebu Hatim Muhammed b. Hibbân el-Bustî tek tek sıralamıştır. Biz, bunlardan bu kitabımızda sadece beş görüşü alacağız.

1- Süfyan b. Uyeyne, Abdullah b. Vehb, Taberî, Tahavî ve benzeri ilim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre, yedi harften kasıt, bir­birinden farklı lafızlar ile anlatılan birbirine yakın manalar ve şekillerdir: kelimeleri gibi. (Üç kelime de: Gel! anlamındadır). Ta­havî der ki: Bu hususta kaydedilen en açık rivayet, Ebu Lekre'den gelen şu hadistir: Cebrail, Peygamber (s.a)'e gelip, bir harf (şekil) üzere oku, dedi. Mi-kail ise, ona: Daha fazlasını iste! deyince bu sefer Cebrail: İki harf üzere oku, dedi. Yine Mikail: Daha da arttır, dedi. Nihayet yedi harfe kadar çıktı. Ve şöy­le dedi: Oku, hepsi şifadır ve yeterlidir. Ancak rahmet âyetini, azap âyetine, yahut azap âyetini rahmet âyetine karıştırmamalısın. gibi.[95] (İlk üç kelimenin anlamı, "gel" ondan sonraki kelime­lerin anlamı ise "git, çabuk ol, acele et")tir.

Verkâ, İbn Ebi Necih'ten, o Mücâhid'den, o İbn Abbas'tan, onun da Ubeyy b. Ka'b'dan rivayetine göre Ubeyy b. Ka'b: İman eden­lere: Bizi bekleyin.....derler." (el-Hadid, 57/13.) buyruğunu aynı veya yakın

anlamları ifade eden:"İman edenlere bizi bekleyin; bizim için gecikin, bizi gözetleyin derler" şek­linde okurdu. Yine aynı isnadla gelen bir rivayete göre Ubeyy yüce Allah'ın: Onları aydınlattıkça da ışığında yürürler" (el-Ba-kara, 2/20) buyruğunu (yakın anlamlarda): ışığında yürür­ler, ışığında koşarlar" şeklinde okurdu.

Buharî ve Müslim'deki rivayete göre ez-Zühri şöyle demiştir: Bu harfler, (yani okuyuş şekilleri) tek bir emir ile ilgilidir. Bunlar dolayısıyla helal ve ha­ramda değişiklik olmaz.[96]

Tahavî der ki: Harflerde (kıraat şekillerinde)ki insanlara tanınan genişlik, onların Kur'ân-ı Kerim'i lehçelerinden farklı bir şekilde öğrenmekten acze düş­meleri idi. Çünkü onlar, çok azı müstesna yazmasını bilmeyen ümmi bir top­luluk idiler. Belli bir lehçeyi kullanarak konuşan kimselerin başka bir lehçe­ye göre okumaları zor geldiğinden bunu yapacak olsa bile, ancak büyük bir külfeti gerektirdiğinden mana bir olduğu vakit, farklı lafızlar kullanmak hu­susunda onlara bir genişlik tanındı. Onlar aralarında yazı yazmasını bilenle­rin sayısı çoğalıncaya kadar ve lehçeleri Rasûlullah (s.a)'ın kullandığı lehçe­ye alışıncaya kadar bu durumları devam etti. Artık bundan sonra, Kur'ân'ın lafızlarını ezberleyebilecek hale geldiler. İşte o vakit, bu lehçeden farklı bir şekilde okumalarına imkan kalmadı. İbn Abdi'1-Berr der ki: İşte bununla bu yedi harfin bunu gerektiren özel bir zaruret dolayısıyla belli bir süre sözko-nusu olduğu, daha sonra bu zaruretin kalktığı, zaruret kalkınca da bu yedi harfin hükmünün kalkıp artık Kur'ân-ı Kerim'in tek bir harf (şekil) üzere okun­ması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Ebu Davud rivayet ediyor... Ubeyy dedi ki: Rasûlullah (s.a), bana şöyle de­di: Ey Ubeyy, bana Kur'ân-ı Kerim okutuldu ve bana: Bir veya iki harf üze­re (oku) denildi. Benimle birlikte bulunan melek: İki harf üzere olsun de, de­yince, bu sefer bana: İki veya üç harf denildi. Beraberimde bulunan melek, üç harf üzere dedi ve nihayet yedi harfe kadar çıktı. Daha sonra şöyle de­di: Sen azap âyetini rahmet âyetine, yahut rahmet âyetini azap âyetine ka­rıştırmadığın sürece, herşeyi işitendir, herşeyi bilendir, yerine azizdir, hakim­dir diyecek olursan hepsi de yerindedir, yeterlidir."[97]

Sabit b. Kasım, bu hadisin bir benzerini Ebu Hureyre yoluyla Peygamber (s.a)'den rivayet ettiği gibi, İbn Mes'ud'un sözü olarak da buna yakın ifade­lerle rivayet etmektedir.

Kadı Ebu Bekr Muhammed b. et-Tayyib el-Bâkillânî der ki: Bu rivayet (Hz. Ubeyy'in rivayet ettiği hadisi kastediyor), eğer sabit ise, bunun önce mutlak olarak serbest bırakıldığını sonra da neslıedildiğini kabul etmek ve bu şekil­de yorumlamak gerekir. Bugün için insanların, bir yerde bulunan yüce Al­lah'ın hehangi bir ismini anlamı uygun olsun yahut olmasın, bir başka ismiy­le değiştirmesi caiz değildir.

2- Bazılan şöyle der: Yedi harften kasıt, Yemenlisiyle, Nizârıyla, bütün arap-ların lehçelerine uygun yedi ayrı lehçedir. Çünkü Rasûlullah (s.a)'ın bu leh­çeler arasında bilmediği bir lehçe yoktur. Ayrıca ona "cevamiu'l-kelim (kapsamlı sözler)" de verilmiştir. Bunun anlamı bir harfin yedi şekilde olması de­ğildir. Bundan kasıt, Kur'ân-ı Kerim'de değişik yerlerde görülen birbirinden farklı kelimelerdir. Bu kelimelerin kimisi Kureyş lehçesine göre, kimisi Hu-zeyl, kimisi Hevazin, kimisi de Yemen lehçesine göredir. el-Hattabi der ki: Kur'ân-ı Kerim'de yedi şekilde okunan bir takım buyruklar yer almaktadır. Bunlar ise yüce Allah'ın: "ve tağuta ibadet eder" (el-Maide, 5/60); Yarın onu bizimle beraber gönder de bol bol yesin ve oynasın." (Yusuf, 12/12) buyruklarını ve bunların okunuş biçim­lerini zikretmektedir. Bununla Hattabi, Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmının -hep­sinin değil- yedi harf üzere nazil olduğu kanaatini benimsiyor gibidir. Nite­kim Kur'ân-ı Kerim'in yedi harf, yani yedi lehçe üzere nazil olduğu görüşü­nü kabul edenler arasında Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam da vardır. İbn Atiy-ye de bu görüşü seçmiştir. Ebu Ubeyd der ki: Bazı kabileler bu açıdan diğer kabilelere göre daha şanslıdırlar, daha çok pay sahibi olmuşlardır. Daha son­radan İbn Şihab'ın Enes'ten şu rivayetini kaydetmektedir: Hz. Osman, ilgili heyete mushaflan yazmalarını emr edince şunları söylemiştir: Sizin ile Zeyd arasında yazım bakımından ihtilafa düştüğünüz yerler olursa, orayı Kureyş lehçesine göre yazınız. Çünkü Kur'ân onların lehçesiyle inmiştir. Bunu'Bu-harî zikretmektedir.[98] Ayrıca İbn Abbas'ın şöyle dediğini de zikretmektedir: Kur'ân-ı Kerim iki Ka'b'ın; Kureyş Ka'bı'yla Huzaalıların Kâ'b'ı lehçesiyle in­miştir. Ona: Bu nasıl olur? diye sorlunca şöyle demiştir: Çünkü bunların yurt­ları birdir. Ebu Ubeyd de der ki: İbn Abbas Huzaalıların Kureyşlilerin kom­şusu olduğunu ve onların lehçelerini kullandıklarını kastetmektedir.

Kadı Mulıammed b. et-Tayyib Ebu Bekr el-Bakillânî der ki: Hz. Osman: Çünkü Kur'ân Kureyş lehçesiyle inmiştir, sözleriyle onun büyük bir çoğun­luğu onların lehçesiyle inmiştir, demek istiyor. Kur'ân-ı Kerim'in tümünün sa­dece Kureyş lehçesiyle indirilmiş olduğuna dair kafi bir delil bulunmamak­tadır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de Kureyş lehçesinden farklı birtakım kelimeler ve okuyuşlar vardır. Yüce Allah da: "Muhakkak Biz onu arapça bir Kur'ân olarak indirdik." (ez-Zuhruf, 43/3) diye buyurmaktadır. Kureyş lehçesiyle bir Kur'ân olarak indirdik, dememektedir. Bu, Kur'ân-ı Kerim'in bütün arapla-rın dilini kuşatacak şekilde indirildiğini göstermektedir. Hiçbir kimse kalkıp: Bu ifadeleriyle sadece Kureyş arapları kastedilmiştir, diyemez. Nitekim: Kahtanlılar dışında sadece Adnanîlerin lehçesi yahut Mudarlılar dışında Ra-biahların lehçesini kastetmiştir, de diyemez. Çünkü "arap" adı bütün bu ka­bileleri eşit şekilde kapsamaktadır.

İbn Abdi'1-Berr der ki: Bana göre, Kur'ân-ı Kerim Kureyş lehçesiyle nazil olmuştur, diyenlerin sözü; çoğunlukla bu şekildedir, anlamındadır. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır. Çünkü hemzelerin tahkiki ve buna benzer Ku-reyş lehçesinde bulunmayan okuyuş şekilleri, sahih kıraatler arasında vardır. Kureyşliler ise hemzeli okumazlar.

İbn Atiyye der ki: Peygamber (s.a)'ın: "Kur'ân-ı Kerim yedi harf üzere na­zil olmuştur" buyruğunun anlamı şudur: Kur'ân-ı Kerim'de yedi kabilenin iba­resi, (anlatım üslubu, lehçesi) vardır. Kur'ân hepsinin lehçesi ile inmiştir. Ki­mi zaman anlatmak istediğini Kureyşlilerin kullandığı ifadelerle, kimi zaman Huzeyllilerin kullandıkları ifade ile anlatır. Kimi zaman da başkalarının ifa­desiyle anlatır. Bu ise daha fasih ve daha kısa sözlerle (veciz) anlatım esas alınarak yapılır. Mesela, ( jJa» ) kelimesi, Kureyşlilerden olmayanlara göre, başlamak, birşeyi yaratıp yapmak anlamındadır. Kur'ân-ı Kerim'de bu keli­me yer almıştır. İbn Abbas, bunun ne demek olduğunu bir kuyu ile ilgili ola­rak davalaşmaya gelen iki bedevinin konuşmalarını dinleyinceye kadar iyi­ce anlayamamıştır. Gelen bu bedevilerden birisi: Onu ilk ola­rak ben açtım" dedi. İbn Abbas bununla ilgili olarak şöyle der: İşte ben o va­kit yüce Allah'ın: Gökleri ve yeri yoktan var eden­dir" buyruğunun ne demek olduğunu anladım. Yine İbn Abbas şöyle demiş­tir: Ben yüce Allah'ın: Rabbimiz, bizimle kav­mimizin arasını Sen hak ile ayır (hükmet), Sen ayıranların (hükmedenle­rin) en hayırlısısın."(el-A'raf, 7/89) buyruğunu Zuyezen'in kızını, kocasına: Gel seninle mahkemeleşelim anlamında: dediğini işitince-ye kadar bilemiyordum.

Ömer b. el-Hattab da yüce Allah'ın: Yoksa on­lar kendilerini yavaş yavaş (azaltarak) cezalandıracağı korkusundan (emin mi oldular)?" (en-Nahl, 16/47) buyruğunun ne anlama geldiğini bilemiyordu.

Aynı şekilde Kutbe b. Malik, Peygamber (s.a)'ın namazda yüce Allah'ın: Büyük ve yüksek hurma ağaçları" (Kaf, 50/10) buyruğu­nu okuduğunu işittiğinde de aynı durum sözkonusu olmuştur. Bunu Müslim "sabah namazında kıraat" başlığı altında zikretmektedir.[99] Buna benzer başka örnekler de vardır.

3- Bu yedi lehçe, Mudarlıların arasındaki lehçelerdir. Yalnız onlar hakkın­da sözkonusudur. Bunu bir topluluk ileri sürmüş ve Hz. Osman'ın: "Kur'ân Mudar lehçesiyle nazil olmuştur" ifadesini delil göstermişlerdir. Bunlar der­ler ki: Bu yedi lehçenin bir kısmı Kureyşin, bir kısmı, Kinanenin, bir kısmı Esedlilerin, bir kısmı Huzeyllilerin, bir kısmı Teymlilerin, bir kısmı Dabbli-lerin, bir kısmı da Kayslıların olabilir. Bunlar Mudar'a mensup kabileler olup bu şekilde yedi ayrı lügati (lehçeyi) kapsamaktadırlar. İbn Mes'ud da mushaf yazıcılarının Mudarlı olmasını severdi. Ancak başkaları bütün bu ye­di kıraatin Mudarhlara münhasır kalmasını kabul etmez ve şöyle derler: Mudarlıların istisnaî bir takım söyleyişleri vardır ki, bunlara göre Kur'ân-ı Ke-rim'in okunması caiz değildir. "Kayslıların keşkeşesi" diye bilinen okuyuş ile "Temimlilerin Temtemesi" diye bilinen okuyuş şekilleri gibi. Kayslıların keş­keşesi şudur: Onlar müenneslere ait kâfi, şîn şeklinde telaffuz ederler. Me­sela yüce Allah'ın: Rabbin senin altında bir nehir akıttı" (Meryem, 19/24)'deki buyruğunu: şeklinde okurlar. Temimlilerin Temtemesine gelince, mesela onlar, (insanlar anlamı­na gelen): "en-nâs" diyecek yerde "en-nât" derler. (Keseler anlamına gelen) "ekyâs" diyecek yerde "ekyât" derler. Bu görüşü reddedenler bu örneklere dikkat çektikten sonra derler ki: İşte bu tür söyleyişler (lehçeler), Kur'ân-ı Ke-rim'de kullanılmaz. Seleften de bu tür okuyuşlar nakledilmiş değildir. Baş-kalan da şöyle demektedir: Hemzenin "ayn" diye değiştirilmesi ve boğaz harf­lerinin birinin diğerinin yerine kullanılması ise fasih konuşanlarca da kulla­nıldığı şekil, meşhur olan bir kullanış şeklidir. Çoğunluk da böyle okumuş-tur. Buna delil olarak da İbn Mes'ud'un: Onu bir süreye kadar zindana atmayı uygun gördüler" (Yûsuf', 12/35) (Burada yer alan kelimesi diğer okuyuşlarda "ha harfiyle okunur. Bu kıraat şeklini Ebu Davud zikretmektedir. Ayrıca bunlar Zu er-Rimme'nin şu beyitini de delil gös­terirler:

"Gözlerin onun gözleri, gerdanın onun gerdanı

Teninin rengi onunki gibi, şu kadar var ki o bu kadar uzun değildir."

Burada şair  diyecek yerde "ayn" harfiyle demiştir.

4. Bunu ed-Delail müellifi ilim adamlarından birisinden nakletmektedir. Buna yakın bir görüşü de Kadı İbnu't-Tayyib (el-Bâkıllâni) anlatmaktadır. O şöyle diyor: Ben kıraatlerdeki farklılıkları iyice tetkik ettim. Bunların yedi tür­lü olduğunu gördüm:

a- Harekesi değişmekle birlikte manası ve şekli değişmeyen: "Onlar sizin için daha temizdir" (Yusuf, 78.) buyruğundaki  kelime­sini  şeklinde okumak. "Vegöğsüm daralır" (Şuara, 13) buyruğunda yer alan şeklindeki kelimeyi  şeklinde okumak gibi.

b- Yazı şekli değişmemekle birlikte i'rab dolayısıyla anlamı değişen oku­ma şekilleri. Mesela: "Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır" (Sebe, 34/19) buyruğunda yer alan kelimesini, şeklinde okumak gibi.[100]

c- Şekli aynen kalmakla birlikte harflerinin değişmesi sebebiyle anlamı da

değişen okuma şekilleri. Mesela: Onları birleştiririz....." (el-Bakara, 2/259) kelimesini (Onları canlandırırız anlamına gelecek şekilde) şeklinde okumak.

d- Bazı kıraat şekillerinde okuma şekilleri değişmekle birlikte anlamı ol­duğu gibi kalmaktadır. "Atılmış yün gibi" (el-Karia, 101/5) buyruğun "yün gibi" anlamına gelen kelimesini aynı anlama gelen şek­linde okumak gibi.

e- Şekli de manası da değişen kıraatlere örnek: Meyve­leri birbirine girmiş muz ağaçları..." (el-Vakıa, 56/29) buyruğunu "Birbi­rine geçmiş olgunlaşmış meyveler" anlamına gelecek şekilde: şeklinde okumaları gibi.

f- Bazı kıraatlerde de takdim ve te'hir edilir: Ölüm baygınlığı hak olarak gelmiş olacaktır." (Kaf, 50/19) buyruğunu "Hak baygınlık ile ölüm gelmiş olacaktır" anlamına gelecek şeklinde okumak gibi.

g- Kimi okuyuşlarda da fazlalık ve eksiklik vardır. Yüce Allah'ın şu buy­ruklarında olduğu gibi: Doksandokuz koyun" dedikten sonra "dişi" anlamına gelen kelimesinin ilavesiyle okunması. (Sa'd, 38/23) Yine yüce Allah'ın: Çocuğa gelince, onun anne babası mü'min idiler" (el-Kehf, 18/80) buyruğunu: Çocuğa gelince o kafir idi, anne babası ise mümin idiler" şek­linde okumak;  Muhakkak Allah onların zorlanmasından sonra Gafurdur, Rahimdir" (en-Nur, 24/33) buyruğunu: Muhakkak Allah onların zorlanmasın­dan sonra onlar için gafurdur, rahimdir" şeklinde okumak gibi.

5- Yedi harften kasıt, yüce Allah'ın Kitabı'nda yer alan şu hususlardır: Emir, nehiy, vad, vaîd (tehdid), kıssa, tartışma ve misaller. İbn Atiyye der ki: Bu zayıf bir görüştür. Çünkü buna "harf" adı verilmez. Diğer taraftan genişliğin helali helal kılmak veya herhangi bir manayı değiştirmek hakkında sözko-nusu olmadığı üzerinde icma vardır. Kadı Ebu Bekr İbnu't-Tayyib el-Bakıl-lânî bu anlamda Peygamber (s.a)'dan gelen bir hadis zikretmekte sonra da şunları söylemektedir: Fakat Hz. Peygamber'in okumalarına cevaz verdiği bu şekil değildir. Burada "harf" cihet ve şekil demektir. Yüce Allah'ın: İnsanlardan kimisi Allah'ı bir harf (bir uçurumun) kenarında imiş gibi ibadet eder." (el-Hacc, 22/11) buy­ruğunda yer alan "harf" kelimesi, bu anlamdadır. Bu hadisin helal kılmak, haram kılmak ve buna benzer yedi ayn yol anlamına geldiği söylenebilir. Hz. Peygamber'in: "Kur'ân yedi harf üzere indirilmiştir" buyruğu ile yedi kıraat imamının okuduğu yedi kıraat olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu yedi kıra­atin hepsi de Rasûlullah (s.a)'dan sahih yollarla bize ulaşmıştır. Ancak böy­le bir görüş -ileride açıklanacağı üzere açıkça batıl olduğundan dolayı- hiç­bir değer ifade etmez. [101]

 

Yedi Kıraat:

 

ed-Davudî, İbn Ebi Sufra ve onlar gibi birçok ilim adamımız şöyle demek­tedir: Bu Kur'ân kıraatinin yedi imamına nisbet edilen yedi okuyuş, ashab-ı kiramın geniş bir çerçeve içerisinde ele aldığı yedi harf (okuyuş şekli) değil­dir. Çünkü sözünü ettiğimiz bu yedi okuyuş şekli ashab-ı kiramın kullandığı yedi şekilden sadece birisine racidir. Bu bir şekil ise Hz. Osman'ın Kur'ân'ı toplatırken esas aldığı şekildir. Bunu İbn en-Nahhas ve başkaları zikretmek­tedir.

Meşhur olan okuma şekilleri ise, Kur'ân okuma imamlarının tercihleridir. Çünkü onların her birisi, kendisince daha güzel ve daha tercihe değer kabul ettiği kendisinin rivayet edip şeklini öğrendiği bir seçime dayalıdır. O, bu ko­nudaki bilgi ve tercihine dayanarak belli bir okuma şekline bağlanıp bu oku­ma şeklini başkalarına öğretmiş ve bu da ondan nakledilerek şöhret kazan­mıştır. Bu kıraat şekli, onun okuyuşu diye bilinip ona nisbet edilir olmuş, o bakımdan "Nafi' harfi ve İbn Kesir harfi (okuyuşu)" gibi ifadeler kullanılma­ya başlanmıştır. Onlardan herhangi birisi, ötekinin tercihini yasaklamadığı gi­bi, ona karşı tepki de göstermiş değildir. Aksine uygun ve caiz görmüştür. Bu yedi imamın her birisinden de iki veya daha fazla bir tercih şekli rivayet edilmiştir. Bunların hepsi sahihtir. Müslümanlar bu çağlarda bu imamlardan sahih olarak gelen ve onlar tarafından rivayet edilen kıraat şekillerine itimad ettiler ve bunu ilgili eserlerde kaydedip yazdılar. Bu doğru şekil üzere icmâ, kesintisiz olarak devam etti ve yüce Allah'ın vadettiği "Kitabının korunma­sı" vadi yerini buldu. Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib, et-Taberi ve bunlara ben­zer mütekaddim imamlar ve faziletli muhakkıklar da bu kanaattedirler.

İbn Atiyye der ki: Yedi kıraat çağlar boyunca ve her yerde kabul görmüş bulunmaktadır. Bu kıraatlerden birisi okunarak namaz kılınır. Çünkü bunlar icma ile sabit olmuştur. Şaz kıraatlerle ise namaz kılınmaz. Çünkü insanlar bu kıraat üzere icma etmiş değildir. Ashab-ı kiramdan ve tabiin alimlerinden ge­len rivayetlere gelince, bu konuda sadece onların bu rivayeti yaptıklarına ina­nılır. Ebu's-Semmal ve benzerlerinden gelen rivayetlere ise güven duyulmaz.

İbn Atiyye'den başkaları da şöyle demiştir: Mütevatir mushaflardan ayrı olan şaz kıraatler, Kur'ân değildir ve bunlar Kur'ân'dandır kabul edilerek on­larla amel edilmez. Bunlara dair yapılacak en güzel açıklama, bu okuma şe­killerinin nisbet edildiği kişinin âyetin te'vilinde izlediği bir yol olarak kabul edilmesidir. Mesela Abdullah b. Mes'ud'un: "Üç gün oruç tutmak" (el-Bakara, 2/196; el-Maide, 5/89) buyruğunu "peşpeşe, aralıksız olarak" anlamına ge­len (mevcut) ilavesiyle okuması gibi.

Şayet ravi, bu farklı kıraati Rasûlullah (s.a)'dan işittiğini açıkça ifade ederse, ilim adamları bunun gereğince amel edip etmemek konusunda olumlu ve olumsuz kanaat belirterek farklı görüşler ortaya atmışlardır. Olumsuz kanaat belirtenlerin görüşleri şöyle açıklanır: Ravi bunu, rivayet ve haber vermek sadedinde değil de Kur'ân'dır diye rivayet etmektedir. Bu ise, (Kur'ân'dan olduğu tevatüren) sabit olmadığından kabul edilmez.

İkinci görüşün açıklaması da şöyledir: Bunun Kur'ân'dan olduğu sabit ol­masa bile, sünetten olduğu sabittir. Bu ise, diğer ahad haberlerde olduğu gi­bi gereğince amel etmeyi gerektirir. [102]

 

Hz. Ömer ve Hişam ile İlgili Hadisin Anlamı:

 

İbn Atiyye der ki: Yüce Allah, peygamberine yedi harfi (okuma şeklini) mubah kılmış ve Cebrail (a.s) Peygamber ile karşılıklı okumalarında bunla­ra göre onu okutmuştur. Bu okuyuş şekillerinde ise, i'caz ve ifadelerin eş­siz bir şekilde dizilişi sözkonusudur. Hz. Peygamber'in: "Ondan kolayınıza geleni okuyunuz" buyruğundan kasıt, ashab-ı kiramdan her birisi herhangi bir kelimeyi bu okuma şekillerinden birisiyle değiştirmek istedi mi kendili­ğinden onu değiştirmesinin mubah olduğunu ifade etmez. Durum böyle ol­saydı Kur'ân-ı Kerim'in i'cazı ortadan kalkar ve şunun bunun değiştirmele­rine maruz kalırdı. Ve sonunda Allah tarafından indirildiği şekilden başka bir hal alırdı. Bu konuda mübahhk sadece yedi harfte ve Peygamber (s.a) üm­metine genişlik sağlaması için sözkonusu olmuştur. O da bir sefer Hz. Ubeyy'e Cebrail'in kendisine okuttuğu şekilde okutmuş, bir başka sefer İbn Mes'ud'a yine Cebrail'in kendisine okuttuğu şekilde okutmuştur. İşte Ömer b. el-Hattab'ın Furkan sûresini okuyuşu ile Hişam b. Hakim'in bu sûreyi oku­yuşu bu şekildedir. Yoksa Peygamber (s.a)'ın her birisinin okuyuşu için -ih­tilaf ettikleri halde- "Cebrail bana bu şekilde okuttu"[103] demesi nasıl doğru bir şekilde anlaşılabilir? Bu, olsa olsa Hz. Cebrail'in bir sefer bu şekilde bir başka sefer de diğer şekilde okutması şeklinde anlaşılabilir. İşte Enes (r.a)'ın: Gerçekten geceleyin kalkan nefs, hem uygunluk bakımından daha kuvvetlidir, hem de söyleyiş bakımından daha sağlamdır" (el-Müzemmil, 73/6) buyruğunda yer alan, kelimesini şeklinde okuyunca ona: Bizler şeklinde okuyoruz derler. Enes (r.a) da buna karşılık olarak Bunla-nn hepsi aynı manayadır" cevabını verir. Bunun anlamı olsa olsa bunun Pey­gamber (s.a)'dan rivayet edilerek geldiği şeklinde olabilir. Aksi takdirde eğer insanlardan herhangi bir kimse bu değişikliği yapabilecek olsaydı yü­ce Allah'ın: "Muhakkak Zikri Biz indirdik, onu koruyacak olan da bizleriz" (el-Hicr, 15/9) buyruğunun ifade ettiği gerçek ortadan kalkardı.

Buharî, Müslim ve başkaları, Ömer b. Hattab (r.a)'ın şöyle dediğini riva­yet etmektedirler: Ben, Hişam b. Hakim'in Furkan sûresini benim okuduğum­dan başka türlü okuduğunu işittim. Rasûlullah (s.a) bu sûreyi bana okutmuş, öğretmişti. Nerdeyse elimi çabuk tutup ona müdahale edecektim. Fakat okuyuşunu bitirinceye kadar ona mühlet verdim, ilişmedim. Daha sonra el­biselerini boynunun altında toplayıp yakasından yakaladım, Rasûlullah (s.a)'ın huzuruna getirdim ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben bunun, Furkan sûresini bana okuttuğundan başka türlü okuduğunu duydum. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: Onu bırak. (Ona da dönüp): Oku, dedi. Hişam benim işitti­ğim şekilde okudu. Rasûlullah (s.a): "Bu şekilde nazil oldu," diye buyurdu. Daha sonra bana dönüp: "Sen oku" dedi. Ben de bildiğim şekilde okudum. Bana da: "Bu şekilde indirildi" dedi. "Muhakkak bu Kur'ân-ı Kerim yedi harf üzerine indirilmiştir, siz ondan kolayınıza geleni okuyunuz."[104]

Ben derim ki: Hz. Ömer'den rivayet edilen bu hadisin anlamına yakın Müs­lim tarafından Ubeyy b. Ka'b'dan gelen şu rivayet de vardır: Mescidde bu­lunduğum sırada bir adam mescide girdi, namaz kılmaya başladı. Benim ka­bul edemeyeceğim bir şekilde Kur'ân okudu. Daha sonra, bir başkası girdi, o da bir önceki adamın okuduğundan farklı bir şekilde okudu. Namazı bi­tirdikten sonra hep birlikte Rasûlullah (s.a)'ın huzuruna girdik ve ben şöy­le dedim: Bu adam benim kabul edemeyeceğim bir şekilde Kur'ân okudu. Daha sonra öteki girdi. O da kendisinden öncekinin okuduğundan farklı oku­du. Peygamber (s.a) her iki kişiye de okumalarını emretti. Peygamber (s.a), ikisinin de okuyuşunu güzel buldu. İçimde cahiliyye dönemindekini de ge­ride bırakacak şekilde bir yalanlama başgösterir gibi oldu. Peygamber (s.a) içine düştüğüm durumumu görünce göğsüme vurdu. Her tarafımdan terler boşandı. O kadar korktum ki, bana yüce Allah'ın huzurunda imişim gibi gel­di. Hz. Peygamber bana şöyle dedi: "Ey Ubeyy, bana Kur'ân-ı Kerim'i tek bir harf üzere oku diye elçi gönderildi. Ben ona: Ümmetime kolaylaştır diye kar­şılık verdim. İkinci defa bana: Onu iki harf üzere oku diye haber geldi. Ben ikinci olarak: Ümmetime kolaylık sağla diye karşılık verdim. Üçüncü defa ba­na, Kur'ân-ı Kerim'i yedi harf üzere oku diye gönderildi. Sana geri çevirdi­ğim her bir sefer karşılığında benden isteyeceğin bir dilek de vardır. Bu se­fer ben şöyle dedim: Allah'ım, ümmetimi bağışla, Allah'ım ümmetimi bağış­la. Üçüncüsünü ise, İbrahim (a.s) dahil olmak üzere bütün insanların bana ihtiyaç duyacağı bir güne sakladım."[105]

Ubeyy (r.a)'ın: "Bir yalanlama başgösterir gibi oldu" ifadesinin anlamı bir şaşkınlık ve bir dehşet beni kapladı. Yani, şeytan tarafından onu şaşırtmak ve dehşete düşürüp ayağını kaydırmak istediğinden, esasında pek o kadar büyük ve önemli olmayan birşey olan kıraat farklılıklarını ona çok büyük bir şey gi­bi gösterdi. Yoksa kıraatlerin farklılığından dolayı bu kadar büyük bir olum­suzluğu ve yalanlamayı gerektirecek taraf ne olabilir ki? Kıraat farklılığından daha büyük birşey olan nesh hakkında bile bu sözkonusu olmadığına göre -ki bundan dolayı Allah'a hamdolsun- kıraat farklılıkları nerede kalır ki?

Peygamber (s.a) Hz. Ubeyy'e böyle bir duygunun geldiğini görünce göğ­süne vurarak, onu uyardı. Bunun akabinde Hz. Ubeyy'in kalbine genişlik gel­di, içi aydınlandı. O kadar ki, adeta Allah'ın huzurunda imiş gibi kendisini görmek noktasına ulaştı. Hatırına gelen bu düşüncenin ne kadar çirkin ol­duğunu açıkça anlayınca yüce Allah'tan korktu ve utancından dolayı her ta­rafından terler boşandı. İşte onun hatırına gelen bu olumsuz düşünce Pey­gamber (s.a)'a ashab-ı kiramın: "Bizler içimizde herhangi bir kimsenin dile getirmesini çok büyük bir iş olarak değerlendirdiği birtakım duygular du­yuyoruz" şeklindeki sorularına: "Böyle bir şeyi bulabiliyor musunuz?" diye soru ile karşılık vermesine benzer. Ashab-ı kiram: Evet deyince, Hz. Peygam­ber: "İşte imanın sarih şekli budur" cevabını verir. Bu hadisi Müslim, Ebu Hu-reyre'den rivayet etmiştir.[106] Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde gelecektir. [107]

 

Kur'ân'ın Toplanması ve Hz. Osman'ın Mushafı Yazdırma Sebebi:

 

Hz. Osman'ın Kur'ân yazılı diğer belgeleri yakması, Peygamber (s.a) dö­neminde ashab-ı kiramdan Kur'ân-ı Kerim'i hıfz edenler. Kur'ân-ı Kerim, Pey­gamber Cs.a) döneminde ashab-ı kiram tarafından değişik miktarlarda ezber­lenmiş bulunuyor idi. Ashab-ı kiram Kur'ân-ı Kerim'den bazı bölümleri sa-hifelere, hurma ağaçlarının kabukları üzerine, ince beyaz taşlara, uçları siv­ri keskin taşlara yazmışlar idi. Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a) döneminde Yemame savaşında, söylenildiğine göre, Kur'an hafızlarından yetmiş kişinin öldürül­mesi üzerine, Ömer b. el-Hattab (r.a), Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a)'a Ubeyy, İbn Mes'ud ve Zeyd gibi ileri gelen hafızlarının ölümü korkusu ile Kur'ân-ı Ke-rim'in toplanması tavsiyesinde bulundu. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer bu iş için Zeyd b. Sabit'i tayin ettiler. O da oldukça yorucu bir mesaiden sonra sûre­ler arasında sıra gözetmeksizin, Kur'ân-ı Kerim'i bir araya topladı.

Buhari'nin rivayetine göre Zeyd b.Sabit bu olayı şöyle anlatmaktadır: Ye-mame'de hafızların öldürülmesinin akabinde Ebu Bekir bana, yanında Ömer'in cie bulunduğu bir sırada haber gönderdi ve şöyle dedi: Ömer yanıma gelip bana dedi ki: Yemame günü bir çok kimse öldü. Ben, değişik yerlerde giri­şilecek savaşlarda Kur'ân hafızlarının öldürülüp telef olmalarından ve böyle­likle Kur'ân'ın birçoğunun kaybolacağından korkuyorum. O bakımdan mut­laka onu toplamalısınız. Ben senin Kur'ân-ı Kerim'i derleyip toplamanı (em­retmeni) uygun görüyorum. Ebu Bekir dedi ki: Ömer'e dedim ki: Rasûlullah (s.a)'ın yapmadığı bir şeyi nasıl yapabilirim? Ömer bana: Allah'a yemin ede­rim ki bu hayırlı bir iştir. Bu konuda bana ısrarla isteğini tekrarlayıp durdu, nihayet Allah onun doğruluğuna dair kalbime ilham verdi. Ve ben de Ömer'in görüşüne sahip oldum. Zeyd der ki: Yanında da Ömer oturuyor ve konuşmu­yordu. Ebu Bekir bana şöyle dedi: Sen genç, aklı başında ve herhangi bir olum­suz hasletle itham etmediğimiz bir kişisin. Rasûlullah (s.a)'a da vahyi yazıyor idin. O bakımdan Kur'ân-ı Kerim'i iyice tesbit et ve onu bir araya getir. Allah'a yemin ederim (Ebu Bekir) eğer bana herhangi bir dağı yerinden taşımamı tek­lif etmiş olsaydı, Kur'ân-ı Kerim'i toplamak için bana verdiği emirden daha ağır gelmezdi. Onlara şöyle dedim: Rasûlullah (s.a)'ın yapmadığı bir şeyi nasıl olur da yaparsınız? Ebu Bekir dedi ki: Allah'a yemin ederim bu hayırlı bir iştir. Ben de bu konuda tekrar meseleyi gözden geçirmesini, tekrar tekrar söyleyip dur­dum, nihayet Allah bu konuda Ebu Bekir ile Ömer'in kalbine nasıl bir geniş­lik verdi ise, benim de içime öyle bir genişlik verdi. Bunun için kalktım, Kur'ân-ı Kerim'i yazılı olduğu deri parçalarından, kol kemiklerinden, hurma ağaçla­rı kabuklanndan ve Kur'ân'ı ezberlemiş olanlann hafızalanndan toplamaya baş­ladım. Nihayet Tevbe sûresinin son taraflarındaki iki âyeti Ensar'dan Huzey-me'nin yanında buldum. Bu iki âyeti ondan başkasının yanında görmedim. Sözkonusu iki âyet: "Andolsun ki içinizden size öyle bir Peygamber gelmiş­tir ki..." (et-Tevbe, 9/128) den itibaren sûrenin sonuna kadar olan iki âyettir. İçinde Kur'ân-ı Kerim'in toplandığı sahifeler, vefat edinceye kadar Ebu Bekir (r.a)'in yanında durdu. Daha sonra bunlar yine vefat edene kadar Ömer'in ya­nında kaldı, ondan sonra da Ömer'in kızı Hafsa'nın yanında kaldı.[108] el-Leys dedi ki: Bana Abdurrahmân b. Galib İbn Şihab'dan anlatarak şöyle dedi: .... Ensar'dan Ebu Huzeyme'nin yanındaydı.... Ebu Sabit dedi ki: Bize İbrahim an­latarak dedi ki: "Yüz çevirirlerse de ki: Bana Allah yeter. O'ndan başka hiç­bir ilah yoktur. Ben ancak O'na güvenip dayandım. O en büyük Arşın Rab-bidir."(et-Tevbe, 9/129) buyruklarını Huzeyme veya Ebu Huzeyme'nin yanın­da bulduk. "[109]

Tirmizî'nin de Zeyd b. Sabit'ten rivayetine göre: Tevbe sûresinin sonları­nı Huzeyme b. Sabit'in yanında bulduk: "Andolsun ki içinizden size öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. Size çok düşkündür, mü'minlere cidden şefkatli ve merhametlidir. Yüzçevirirler-se de ki: Bana Allah yeter, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur, ben ancak O'na güvenip dayandım, O en büyük Arşın Rabbidir." (et-Tevbe, 9/128-129). Tirmizî: Bu basen sahih bir hadistir, demiştir.[110]

Yine Buhari'de Zeyd b. Sabit'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: Biz­ler Kur'ân sabitelerini mushafta istinsah edince, Ahzab sûresinde Rasûlullah (s.a) tarafından okunduğunu işitmiş olduğum bir âyet-i kerimeyi (kimse gelip bana okumadığından) bulamadım. Ancak bunun ensardan olan Hu-zeyme tarafından ezberlenmiş olduğunu gördüm. -Zaten Rasûlullah (s.a) onun şahitliğini iki kişinin şahitliğine denk kabul etmişti-. Ahzab süresindeki söz-konusu âyet de şudur: "Mü'minlerden Allah'a verdikleri sözde duran nice yiğitler vardır.."(el-Ahzab, 33/23).[111]

Tirmizî de, Zeyd b. Sabit'ten şunu rivayet etmektedir: Ben Rasûlullah (s.a)'ın okurken dinlediğim Ahzab sûresinde yer alan: "Mü'minlerden Allah'a verdikleri sözde duran nice yiğitler vardır. Onlardan kimisi adağını yeri­ne getirdi, kimisi de bekliyor...." (el-Ahzab, 33/23) âyetini bulamadım. Ben bunu araştırdım, Huzeyme b. Sabit -veya Ebu Huzeyme-'ın onu ezberlemiş olduğunu (ve hatırladığını) gördüm, onun için bu âyeti, içinde yer aldığı sûre­sine yerleştirdim.[112]

Derim ki: Buharı ve Tirmizi'nin açıklamalarına göre, Tevbe sûresinin son iki âyetinden birincisi Kur'ân-ı Kerim'in toplanması sırasında sonradan tesbit edildi. İkinci toplamada da Ahzab süresindeki âyet-i kerime sonradan tesbit edildi. Taberi, Tevbe süresindeki âyet, ikinci toplamada sonradan tesbit edildi demekte ise de, birinci görüş daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

Şöyle bir soru sorulabilir: Hz. Ebu Bekir daha önce Kur'ân-ı Kerim'i top­layıp bu işi bitirdiği halde Hz. Osman'ın bütün müslümanlardan kendisinin çoğalttığı mushafa göre okumalarını istemesi nasıl açıklanabilir? Cevap şudur:

Hz. Osman, yaptığı uygulama ile, insanların mushafı yeniden derlemele­rini sağlamak değildir. Onun Hz. Hafsa'ya gönderdiği şu habere dikkat ede­lim: Bize yanında bulunan sabiteleri gönder, biz bunu mushaflar halinde ço­ğaltıp sonra o sabiteleri sana geri vereceğiz. - İleride buna dair açıklama ge­lecektir- Hz. Osman'ın bunu yapma sebebi, insanların okuyuşlarında farklı­lık başgöstermesidir. Çünkü ashab-ı kiram, İslâm ülkesinin değişik yerleri­ne dağılmış, böyle bir işe ihtiyaç kendisini oldukça hissettirmeye başlamış­tı. İnsanların okuyuşları arasında alabildiğine farklılıklar ve herkesin kendi okuyuşuna taassupla bağlanması ileri derecelere kadar gitmişti.   Huzeyfe (r.a)'ın sözkonusu ettiği ayrılıklar Şam halkı ile Irak halkı arasında vukua gel­mişti. Şöyle ki, Şamlılarla Iraklılar, Ermenistan'a yapılan gazada biraraya gelmişlerdi. Her bir kesim, kendisine gelen rivayete uygun olarak Kur'ân oku­du. Fakat bu konuda aralarında ayrılık başgösterdi, anlaşmazlığa düştüler. Ki­mileri kimisini tekfir etti, ondan beri olduğunu ifade etti ve karşılıklı biri bi­rilerine lanet ettiler. Hz. Huzeyfe onların bu durumlarından oldukça endişe­lendi, korktu. -Buhari ve Tirmizi'nin açıklakladıklarına göre- Hz. Huzeyfe, Me­dine'ye gelince evine daha girmeden Hz. Osman'ın yanına gitti ve şunları söy­ledi: Helak olmadan önce bu ümmete yetiş. Hz. Osman: Ne hususunda on­lara yetişeyim, diye sorunca Hz. Huzeyfe: Allah'ın Kitabı ile ilgili bir husus­ta. Ben bu gazada bulundum. Irak, Şam ve Hicaz bölgelerinden birtakım in­sanlar bu savaşta bir araya geldiler, dedikten sonra az önce açıkladığımız du­rumu ona anlatıp şunları ekledi: Ben yahudilerle hristiyanların ihtilafa düş­tükleri şekilde bunların da kendi kitapları hakkında ihtilafa düşeceklerinden korkarım.[113]

Derim ki: Bu, Yedi harften kasıt yedi kıraattir, diyenlerin görüşlerinin yan­lış olduğunun en açık delilidir. Çünkü hak olan bir şeyde ayrılık olmaz. Su-veyd b. Ğafele'nin Ali b. Ebi Talib'den rivayet ettiğine göre, Hz. Osman şöy­le sormuş: Mushaflar hakkındaki görüşünüz nedir? Çünkü insanlar Kur'ân'ı okumak hususunda ayrılığa düştüler. Artık herkes: Benim kıraatim senin kı­raatinden daha hayırlıdır, benim kıraatim senin kıraatinden daha efdaldir, de­meye başladı. Bu ise küfür gibi bir şeydir. Bizler: Ey mü'minlerin emiri se­nin görüşün nedir, diye sorduk, şu cevabı verdi: Benim görüşüm insanların tek bir kıraat etrafında toplanmalarıdır. Çünkü sizler bugün anlaşmazlığa dü­şecek olursanız, sizden sonra gelecek olanların anlaşmazlıkları daha çetin ola­caktır. Bizler: Görüşün en isabetli görüştür ey mü'minlerin emiri, dedik. Bu­nun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa'ya şu haberi gönderdi: Bize yanında bu­lunan sahifeleri gönder. Onları mushaflar halinde çoğaltıp sonra bu sahife-leri sana geri göndereceğiz. Hz. Hafsa da yanında bulunan sahifeleri ona gön­derdi. Hz. Osman, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. ez-Zübeyr, Said b. el-Asi, Ab-durrahmân b. el-Haris b. Hişam'a emir vererek bu sahifeleri mushaflar ha­linde çoğalttırdı.

Hz. Osman, Kureyşlilerden oluşan topluluğa şunları söyledi: Sizler ile Zeyd b. Sabit arasında Kur'ân-ı Kerim'deki herhangi bir ifade hakkında, anlaşmaz­lığa düşerseniz, onu Kureyşlilerin lehçesi ile yazınız. Çünkü Kur'ân-ı Kerim onların lehçesiyle nazil olmuştur. Onlar da bu talimata uydular. Nihayet sa­hifeleri, mushaflar halinde teksir edince Hz. Osman sahifeleri Hz.Hafsa'ya gön­derdi. Her bir bölgeye çoğalttıkları mushaflardan birer nüsha gönderdiler. Da­ha sonra Hz. Osman, Kur'ân-ı Kerim'den herhangi bir sahifede veya mushafta yazılı bulunan ne varsa, yakılması emrini verdi. Hz. Osman, bu emri, mu­hacirleri, ensarı, müslümanların ileri gelen insanlarını toplayıp bu hususta on­larla danıştıktan sonra vermiştir. Kendileriyle danıştığı bu kimseler Peygam­ber (s.a)'dan nakledilen meşhur kıraatlerden sahih ve sabit olan şekillerin top­lanması, bunların dışında kalanların da bir kenara bırakılması üzerinde itti­fak ettiler ve onun görüşünü tasvip ettiler. Gerçekten de Hz. Osman'ın gö­rüşü doğru ve hakka ulaştırılmış başarılı bir görüş idi. Allah'ın rahmeti onun da, danıştığı kimselerin de üzerinde olsun.

Taberî, kaydettiği rivayetinde şöyle demektedir: Hz. Osman, Zeyd ile bir­likte sadece Said b. el-Asi'yi görevlendirmiştir. Ancak bu görüş zayıftır. Bu-harî, Tirmizî ve başkalarının zikrettiği daha sahihtir. Yine Taberî: Hz. Hafsa yanında bulunan sahifeler, bu son toplanmada imam (önder nüsha) kabul edildi, demektedir ki, bu doğrudur.

İbn Şihab der ki: Bana Ubeydullah b. Abdullah'ın haber verdiğine göre, Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Sabit'in mushafları çoğaltma işinin başına ge­tirilmesini pek hoş görmedi ve şöyle dedi: Müslümanlar, mushafların çoğal­tılması işinden ben uzaklaştırılıyorum da bu iş bir başka adama görev ola­rak veriliyor. Allah'a yemin ederim, o daha kafir bir adamın sulbünde iken ben İslâm'a girmiş idim. Abdullah b. Mes'ud bu sözleriyle Zeyd b. Sabit'i kas­tediyordu. Bundan dolayı Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Ey Iraklılar, ya­nınızda bulunan mushafları gizleyiniz ve saklayınız. Çünkü yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Kim, birşey gizlerse, Kıyamet günü o gizlediği şeyi geti­rerek gelir." (h\-i İmran, 3/161). Siz de bu mushaflarla Allah'ın huzuruna çı­kınız. Bunu Tirmizî rivayet etmiştir.[114] Buna dair açıklamalar, inşaallah Al-i İmran sûresinde gelecektir.

Ebu Bekr el-Enbârî der ki: Abdullah, Zeyd'den daha faziletli, İslâm'ı ka­bulü daha önrce, İslâm'a hizmetleri daha çok, faziletleri daha büyük olduğu halde, Kur'ân'ın toplanması işinde Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın Zeyd'i Ab­dullah b. Mes'ud'dan öne geçirip bu iş için seçmelerinin tek sebebi Zeyd'in Kur'ân-ı Kerim'i Abdullah'tan daha iyi ezberlemiş olmasıdır. Çünkü Zeyd, Ra-sûlullah (s.a) daha hayatta iken Kur'ân'ın tümünü ezberlemiş idi. Rasûlullah (s.a) hayatta iken Abdullah'ın Kur'ân'dan ezberlediği miktar ise yetmiş kü­sur sûredir. Diğer sûreleri Abdullah, Rasûlullah (s.a)'ın vefatından sonra öğrenmiştir. Dolayısıyla Rasûlullah (s.a) henüz hayatta iken Kur'ân'ı baştan sona hatmedip ezberlemiş bir kimsenin, mushafın toplanması işinde öne ge­çirilmesi daha uygundur, bu iş için tercih edilmesi ve seçilmesi daha hakka­niyetlidir. İşin iç yüzünü bilmeyen bir kimse bu davranışın Abdullah b. Mes'ud'daki bir kusur dolayısıyla olduğunu sanmasın. Çünkü Zeyd'in Kur'ân-ı Kerim'i daha iyi ve daha çok ezberlemiş olması (faziletçe) onun Abdullalı b. Mes'ud'un önüne geçmesini gerektirmez. Zira Zeyd, Hz. Ebu Be­kir ile Hz. Ömer'den de daha çok miktarda Kur'ân'ı ezberlemiş olduğu hal­de fazilet ve menkıbeler açısından onlardan daha hayırlı ve hatta onlara eşit olamazdı.

Ebu Bekr el-Enbârî der ki: Abdullah b.Mes'ud'un bu işe gösterdiği tepki, kızgınlık sonucu gösterilmiş bir tepki idi. Bunun gereğince amel edilmez ve bu delil diye kabul edilmez. Ayrıca onun kızgınlığının geçmesinden sonra Hz. Osman'ın ve beraberinde bulunan Rasûlullah'ın ashab-ı kiramının güzel se­çimini kabul ve itiraf ettiğinde, onlara muvafakat edip muhalefeti terketti-ğinde de şüphe yoktur. Çünkü rivayet ve nakil bilginlerince yaygın olarak bi­linen şu ki, Abdullah b. Mes'ud, Kur'ân-ı Kerim'in geri kalan kısımlarını Ra-sûlullah (s.a)'ın vefatından sonra öğrenmiştir. Önder ilim adamlarından bi­risi der ki: Abdullah b. Mes'ud, Kur'ân-ı Kerim'i hatmetmeden (tamamını hıf­zetmeden) vefat etmiştir. Yezid b. Harun der ki: İki muavvize (Felak ve Nas sûreleri) Bakara ve Al-i İmran sûreleri ayarındadır. Onların Kur'ân-ı Ke-rim'den olmadıklarını iddia eden bir kimse yüce Allah'ı inkar eden bir kafir­dir. Ona: Peki Abdullah b. Mes'ud bunlar hakkında ne diyordu? diye soru­lunca şu cevabı verir: Abdullah b. Mes'ud'un vefat ettiği vakit Kur'ân-ı Ke­rim'in tümünü hıfzetmemiş olduğu hususunda müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur.

Ben derim ki: Bu iddia tartışılabilir bir kanaattir. İleride bunun tartışma­sı gelecektir.

İsmail b. İshak ve başkaları rivayetle der ki: Hammad -sanırım Enes b. Ma-lik'ten- rivayetle şöyle demiştir: Ashab-ı kiram bir âyet-i kerime hakkında ih­tilafa düşerlerdi. Bu sefer: Bu âyeti Rasûlullah (s.a) filan oğlu filana okutup öğretti derlerdi. Kimi zaman bu kişinin bulunduğu yer Medine'den üç gün­lük uzaklıkta olurdu. Ona haber gönderilir, bu adam getirilir ve şöyle deni­lirdi: Rasûlullah (s.a) şu şu âyeti sana nasıl okutup öğretti? O da, öğrendiği şekli söyler ve onun dediği gibi yazarlardı.

İbn Şihab der ki: Günün birisinde "Tabut (sandık)" (el-Bakara, 2/248; Ta-ha, 20/39) kelimesinin yazılışında ihtilafa düştüler. Zeyd, "et-tâbûh" şeklin­de yazılsın, deyince İbn ez-Zübeyr ile Said b. el-Asî: "et-tabut" şeklinde ya­zılması gerektiğini ileri sürdüler. Bu anlaşmazlıklarını Hz. Osman'a söyleyin­ce o, "t" ile "et-tabut" şeklinde yazınız, dedi. Çünkü Kur'ân-ı Kerim Kureyş'in diliyle (lehçesiyle nazil olmuştur. Bunu Buharı ve Tirmizî rivayet etmişlerdir.[115]

İbn Atiyye der ki: Zeyd bu kelimeyi "h" ile "et-tabuli" şeklinde, Kureyş-liler ise "t" ile "et-tabut" şeklinde okudular, sonunda "t" ile tesbit ettiler ve mushaflar o günden bu yana hep bu şekilde yazılageldi. Hz. Osman da bundan nüshaları çoğalttı.

Başka birisi der ki: Denildiğine göre çoğalttığı nüsha sayısı yedidir. Dört olduğu da söylenmiştir. Çoğunluk bu görüştedir. Hz. Osman bu nüshaları İslâm aleminin çeşitli yerlerine gönderdi: Irak'a, Şam'a ve Mısır'a birer ana mushaf gönderdi. O bölgelerin kurraları (Kur'ân okuyucuları) okuma tercih­lerinde buna dayandılar. Onlardan herhangi bir kimse, kendisine ulaşan şek­liyle bölgesindeki mushafa muhalefet etmedi. Ve bu yedi kıraat imamı ara­sında kimisinin artırdığı kimisinin eksilttiği şekliyle harflerde bir ayrılık yok­tur. Çünkü onların her birisi, bölgesindeki mushaftan kendisine ulaşana ve kendisinin yaptığı rivayete dayanarak okumuştur. Hz. Osman da bu yerleri (kıraat ihtilafı olan yerleri) bazı nüshalarda yazmış, bazılarında yazmamıştır. Bununla her bir şeklin sahih olduğunu ve hepsini okumanın caiz olduğunu anlatmak istemiş idi.

İbn Atiyye der ki: Daha sonra Hz. Osman, bu nüshaların dışında kalan mushaflann şeklindeki rivayete göre: yakılmasını veya ( JyJ) şek­lindeki rivayete göre de: parçalanmasını sonra da yere gömülmesini emret­ti. Ancak, burada "ha" harfinin noktasız olarak (yani yakılması anlamını ve­ren) rivayeti daha güzeldir.

Ebu Bekr el-Enbari "Kitabu'r-Red" adlı eserinde, Suveyd b. Gafele'nin şöy­le dediğini zikretmektedir: Ben, Ali b. Ebi Talib (k.v)'ı şöyle derken dinle­dim: İnsanlar! Allah'tan korkunuz, Osman hakkında aşırıya gitmekten ve onun için mushafları yakan kişi demekten çekininiz, vazgeçiniz. Allah'a ye­min ederim o, bunları ancak biz Muhammed (s.a)'ın ashabından bir grubun görüşüne dayanarak yapmıştır.

Umeyr b. Said'den rivayete göre Ali b. Ebi Talib (r.a) şöyle demiştir: Eğer Osman zamanında (onun yerine) ben vali (halife) olsaydım, onun mushaf-lara yaptığının aynısını ben de yapardım.

Ebu'l-Hasan b. Battal der ki: Hz. Osman'ın Kur'ân'ı topladığı sırada sahi-felerin ve diğer mushaflann yakılmasını emretmesi, yüce Allah'ın isimlerinin yer aldığı kitapları yakmanın caiz olduğunu götermektedir. Böyle bir uygu­lama onlara bir ikramdır, ayaklar altında çiğnenmeye karşı durmadır. Yerde gelişigüzel, sağa sola atılmasına karşı onları muhafazadır.

Ma'mer, İbn Tavus'tan, o babasından rivayetle: Yanında "rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla" (besmele)nin yazılı olduğu mektuplar birikti mi, bu ya­zıların bulunduğu sahifeleri yakardı. Urve b. ez-Zübeyr de el-Harre günün­de, yanında bulunan birtakım fıkıh kitaplarını yakmıştır. İbrahim ise, yüce Al­lah'ın adının zikredildiği sahifelerin yakılmasını mekruh görmüştür. Ancak yakılır diyenlerin görüşü doğruya daha yakındır. Nitekim Hz. Osman da bu­nu yapmıştır. Ümmetin konuşan dili olan Kadı Ebu Bekr der ki: İctihad ede­rek böyle bir kanaate varması halinde, İmam'ın (İslâm devlet başkanının, ha­lifenin) Kur'ân-ı Kerim'in yazılı olduğu sahifeleri yakması caizdir. [116]

 

Sonradan Ortaya Çıkan Bazı Yanlış Görüşler:

 

İlim adamlarımız der ki: Hz. Osman'ın bu uygulamasıyla Hulûliyye'nin[117] ve Haşviye'nin görüşleri reddedilmektedir. Bunlar harflerin, seslerin, kıraatin ve tilavetin kadim olduğunu, imanın ve ruhun kadim olduğunu söylerler. İs­lâm ümmetinin tümü, hristiyanlar, yahudiler ve brahmanistler, hatta her bir inkarcı ve münafık ittifakla şunu kabul etmektedir: Kadim olan birşey fiil ile meydana getirilmez, etkilenmez. Herhangi bir şekil veya bir sebep dolayısıy­la güç yeten bir kimsenin gücü ona taalluk etmez. (Yani kimse onu etkile­yemez.) Kadim için adem (zamanın herhangi bir diliminde yokluk) sözko-nusu değildir. Ve kadim, hiçbir zaman muhdes (sonradan meydana getiril­miş) olmaz. Muhdes de kadim olmaz. Kadim varlığının başlangıcı olmayan demektir, muhdes ise, bir zaman sonra var olan meydana gelen demektir. Bu kesimler ise, dindar olsun olmasın akıl sahiplerinin ittifakla kabul ettikleri ve üzerinde icma ettikleri kanaatlerin dışına çıkmış ve şöyle demişlerdir: Hayır, muhdesin kadim olması caizdir. Kul, yüce Allah'ın kelamını okuduğu takdir­de Allah'ın kadim olan bir kelamını fiilen işlemiş (meydana getirmiş) olur. Aynı şekilde alçıdan veya tahtadan harfler yontsa veya altın ve gümüşten harf işlese, yahut bir elbise dokuyup onun üzerine Allah'ın Kitabından bir âyeti nakşetse, bütün bunlar Allah'ın kadim kelamını fiilen işlemiş olurlar.

Allah'ın kelamı, böylelikle kadim bir şekilde dokunmuş, kadim bir şekil­de yontulmuş, kadim bir şekilde işlenmiş olur. Bunlara şöyle denilir: Yüce Al­lah'ın kelamı, hakkındaki görüşünüz nedir? Bu kelamın eritilmesi, silinmesi veya yakılması mümkün olabilir mi? Şayet: Evet diyecek olurlarsa, dinden çı­karlar, şayet: Hayır diyecek olurlarsa onlara şöyle denilir: Peki yüce Allah'ın Kitabından bir âyetin mum yahut altın gümüş tahta veya kağıt üzerinde şe­killendiğini farzetsek ve bu şekil ateşe düşse erişe ve yansa, sizler o vakit: Al­lah'ın kelamı yandı der misiniz? Şayet: Evet diyecek olurlarsa, o vakit önce­ki görüşlerini terketmiş olurlar. Hayır diyecek olurlarsa, onlara: Bu yazı Allah'ın kelamıdır ve artık yanmıştır, dememiş miydiniz ve yine sizler: Bu harfler Al­lah'ın kelamıdır ve erimiş bulunmaktadır dememiş miydiniz? Eğer: Harfler yan­dı fakat yüce Allah'ın kelamı bakidir diyecek olurlarsa o, vakit, hakka dön­müş, doğruyu kabul etmiş ve verdikleri bu cevap ile doğru hükmü itaatle kar­şılamış olurlar. Nitekim Peygamber (s.a)'ın hak ehlinin söylediklerine dikkat çekerek söylediği de budur: "Kur'ân-ı Kerim bir deri içinde bulunsa, sonra bu, ateşe düşse yanmaz."[118] Yüce Allah da (kudsî hadiste) şöyle buyurmuştur: "Se­nin üzerine suyun yıkamadığı bir kitap indirdim. Onu uykuda iken ve uya-nıkken okumaktasın."[119] Bu hadisi, Müslim rivayet etmiştir.

Böylelikle şanı yüce Allah'ın kelamının harflerden meydana gelmediği ve harflere benzemediği isbat edilmiş olmaktadır. Bu konuda yapılacak açıkla­ma oldukça uzun sürer. Bu açıklamalara dair tamamlayıcı bilgiler "Usûl" ki-taplarındadır. Biz bu hususu "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Husnâ" adlı eserimizde gerektiği şekilde açıklamış bulunuyoruz. [120]

 

Kur'ân'ın Nakli:

 

Raiîzîler -yüzleri kararsın- Kur'ân-ı Kerim'e dil uzatarak şöyle derler: Si­zin yaptığınız gibi bir âyetin ve bir kıraatin nakledilmesinde bir kişinin riva­yeti yeterlidir. Çünkü sizler, Tevbe sûresinin sonu ile: "Mü'minlerden öyle yi­ğitler vardır ki..." (el-Ahzab, 33/23) âyetini tek bir kişinin, yani Huzeyme b. Sabit'in sözüne dayanarak tesbit edip kabul ettiniz.

Bunlara şöyle cevap verilir: Huzeyme (r.a) bu âyetlerin Kur'ân-ı Ke-rim'den olduğunu söyleyip açıklayınca, ashab-ı kiramdan birçok kimse bun­ları hatırladı. Esasen Zeyd de bunları biliyordu. Bundan dolayı: "Tevbe sûresinin sonundaki son iki âyeti bulamadım" demiştir. Eğer o bunları bilme-seydi, herhangi birşey kaybedip etmediğini bilemezdi. Buna göre âyet-i ke­rime sadece Huzeyme'nin sözüne dayanılarak değil, icma ile sabit olmuştur.

İkinci bir cevap: Bu âyetlerin (Tevbe'nin son iki âyetinin) yalnızca Huzey­me'nin şahitliğiyle sabit olması, Peygamber (s.a)'in niteliğiyle alakalı olma­sı ve doğruluğuna delilin ortada olması dolayısıyladır. Çünkü bu o kadar açık ve belli bir karinedir ki, bir başka şahidi aramaya gerek bırakmamaktadır. Ah-zab süresindeki âyet böyle değildir. O âyet-i kerime, hem Zeyd'in hem Ebu Huzeyme'nin şehadetiyle sabit olmuştur. Çünkü her ikisi de bu âyet-i keri­meyi Peygamber (s.a)'den kulaklarıyla dinlemişlerdir.

Bu anlama gelecek açıklamalan el-Muhelleb de yapmış ve Huzeyme ile Ebu Huzeyme'nin farklı kişiler olduğunu belirtmiştir. Tevbe süresindeki âyetin ya­nında bulunduğu Ebu Huzeyme ensardan birisi olarak bilinmektedir. Enes onu tanıtıp: Biz ona mirasçı olduk demiştir. Ahzab süresindeki âyet-i kerime ise Huzeyme b. Sabit adındaki sahabi yanında bulunmuştur. Dolayısıyla rivayet­lerde bir çelişki yoktur. Kıssalar birbirinden farklı olduğundan dolayı, içinden çıkılamayacak bir durum veya bir karışıklık yoktur.

İbn Abdi'1-Berr der ki: Ebu Huzeyme'nin isminin ne olduğunu belirten sa­hih bir rivayet tesbit edilememiştir. O künyesiyle ün kazanmıştır. Adı Ebu Hu­zeyme b. Evs b. Zeyd b. Asram b. Salebe b. Ğunm b. Malik b. en-Neccâr'dır. Bedir'de ve ondan sonraki gazalarda bulunmuş ve Hz. Osman b. Affan'ın ha­lifeliği döneminde vefat etmiştir. Mes'ud b. Evs'in kardeşidir.

İbn Şilıab, Ubeyd b. es-Sebbak'tan, o Zeyd b. Sabit'ten rivayetle dedi ki: Tevbe sûresinin son âyetlerini ensardan Ebu Huzeyme'nin yanında bul­dum. İşte bu Ebu Huzeyme ile nesebini verdiğimiz Ebu Huzeyme aynı kişi­dir. Kendisiyle el-Haris b. Huzeyme adındaki Ebu Huzeyme arasında her iki­sinin de ensardan olması dışında bir nesep yakınlığı yoktur. Birisi Evslidir, öteki Hazredidir.

Müslim ve Buhârî'de Enes b. Malik'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a) döneminde hepsi de ensardan olan dört kişi, Kur'ân-ı Ke-rim'i toplamıştır. Bunlar Ubeyy b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Ebu Zeyd'dir. Ben Enes'e: Ebu Zeyd kimdir? diye sordum. O: Amcalarımdan bi­risidir, cevabını verdi.[121]

Yine Buhari'de Enes'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a) vefat ettiğinde Kur'ân-ı Kerim'i toplayanlar sadece dört kişi idi. Bunlar Ebu'd-Derda, Muaz b. Cebel, Zeyd ve Ebu Zeyd'dir. (Enes) dedi ki: Biz ona (yani Ebu Zeyd'e) mirasçı olduk.[122]

Bir diğer rivayette de şöyle demiştir: Ebu Zeyd vefat ettiğinde kendisine mirasçı olacak çocuk bırakmamıştır. Bedir'e katılmıştır. Ebu Zeyd'in adı Sa'd b. Ubeyd'dir.[123]

İbnu't-Tayyib de der ki: Bu rivayetler, Kur'ân-ı Kerim'i Peygamber (s.a) ha­yatta iken Enes b. Malik'in dediği şekilde ensardan bu dört kişinin dışında kimsenin ezberlemediğine ve toplamadığına delalet etmiyor. Çünkü müteva-tir yollarla sabit olduğuna göre, Osman, Ali, Temim ed-Dari, Ubade b. es-Sa-mit ve Abdullah b. Amr b. el-As (r. anhum) da Kur'ân-ı Kerim'i toplamış ve ezberlemişlerdir. Buna göre Enes'in: "Kur'ân-ı Kerim'i dört kişiden başkası toplamamıştır" ifadesinin, Rasûlullalı (s.a)'dan dolaysız telkin ve öğretme yo­luyla bunların dışında öğrenip toplayan yoktu, anlamına gelmesi muhtemel­dir. Onların birçoğu Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmını Hz.Peygamber'den, diğer bir kısmını başkalarından öğrenmiştir. Dört imamın[124] Kur'ân-ı Kerim'i, Pey­gamber (s.a)'ın döneminde topladıklarına dair birbirini destekleyen rivayet­ler pek çoktur. Çünkü onların İslâm'a girişleri hem öncedir, hem de Rasûlul­lalı (s.a)'ın onlara verdiği değer çok büyüktür.

Derim ki: Kadi (Ebu't-Tayyib), Abdullah b. Mes'ud ile Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim'i (r.anhum)'ı gördüğüm kadarıyla Kur'ân'ı toplayanlar arasında zikretmemektedir. Halbuki bunlar, Kur'ân-ı Kerim'i toplayanlar arasındadır.

Cerir, Abdullah b. Yezid es-Sahbani'den, o Kumeyl'den şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Ömer b. el-Hattab dedi ki: Rasûlullalı (s.a) ile birlikte bulunuyordum. Onunla beraber Ebu Bekir ve Allah'ın dilediği başka kimseler de vardı. Yolumuz namaz kılmakta olan Abdullah b. Mes'ud'un yakınından geçti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Bu Kur'ân okuyan kimdir?" Bu Umm Abd'in oğlu Abdullah'tır denildi. Şöyle buyurdu: "Abdullah, Kur'ân-j Kerim'i. indirildiği gibi, aynı tazeliğiyle okumaktadır."[125]

İlim adamlarından birisi şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in: "İndirildiği gi­bi taze olarak okumaktadır" sözünün anlamı şudur: Abdullah, Kur'ân-ı Ke­rim'i Kur'ân'ın ilk olarak indirildiği lehçesi üzere okuyordu. Daha sonra Ra­sûlullah (s.a)'ın her ramazanda Cebrail (a.s)'ın kendisiyle karşılıklı olarak oku­masından sonra, Rasûlullah (s.a)'a müsaade edilen yedi harfe göre okumak­tan ayrı, indirildiği ilk şekliyle okuyordu, demektir.

Vekî' ve onunla birlikte bir topluluk el-A'meş'ten, o Ebu Zabyan'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bana Abdullah b. Abbas şöyle dedi: Sen iki kıraatten hangisiyle okuyorsun? Ben şöyle dedim: İlk okuyuş İbn Um Abd'in (Abdullah b. Mes'ud'un) okuyuşudur. Bana: Hayır, o son okuyuş şek­lidir. Rasûlullah (s.a) her sene Kur'ân-ı Kerim'i Cebrail (a.s)'a arzediyordu. Rasûlullah (s.a)'ın vefat ettiği yılda Cebrail'e Kur'ân-ı Kerim'i iki defa arzet-ti. Abdullah bu defasında hazır bulunmuş ve böylelikle o, neyin neshedildi-ğini,' neyin de değiştirilmiş olduğunu öğrenmiş oldu.

Müslim'in Sahihi'nde, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediği kaydedilmektedir. Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kur'ân-ı Kerim'i şu dört kişi­den öğreniniz, -önce- (Abdullah) İbn Umm Abd'ı zikretti. Sonra Muaz b. Ce­bel, Ubeyy b. Ka'b ve Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Salim."[126]

Derim ki: Bu haberler, Abdullah b. Mes'ud'un Rasûlullah (s.a) daha ha­yatta iken -az önce kaydedilen rivayetlerin ihtilafına- Kur'ân-ı Kerim'i top­lamış olduğunu göstermektedir.

Ebu Bekr el-Enbari, "Kitabu'r-Red" adlı eserinde şunu zikretmektedir: Bi­ze Muhammed b. Şehriyar anlattı, bize Hüseyn b. el-Esved anlattı, bize Yahya b. Adem, Ebu Bekir'den, o Ebu İshak'tan anlatarak dedi ki: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Ben, Rasûlullah (s.a)'ın ağzından yetmiş iki -veya yetmiş üç- sûre okuyup öğrendim. Onun huzurunda Bakara sûresini başından iti­baren yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri ve çokça temizle­nenleri seuer."(el-Bakara, 2/222) buyruğuna kadar okudum.

Ebû İshak der ki: Abdullah, Kur'ân-ı Kerim'in geri kalan kısmını ensardan Mucemmi' b. Cariye'den öğrenmiştir.

Ben derim ki: Eğer bu sahih ise , Yezid b. Harun'un sözünü ettiği icma da doğru demektir. Bundan dolayı Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib, Rasûlullah (s.a)'ın hayatında Kur'ân-ı Kerim'i toplayıp ezberleyenler arasında Abdullah b. Mes'ud'u da zikretmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebu Bekr el-Enbari der ki: Bana İbrahim b. Musa el-Hûzî anlattı, bize Yu­suf b. Musa anlattı, bize Malik b. İsmail anlattı, bize Züheyr, Ebu İshak'tan naklederek dedi ki: Ben Esved'e, Abdullah b. Mes'ud A'raf sûresini ne ya­pıyordu? diye sordum. Şu cevabı verdi: Kûfe'ye gelinceye kadar bu sûreyi bil­miyordu. İlim adamlarından kimisi şöyle demiştir: Abdullah b. Mes'ud (r.a) Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerini öğrenmeden önce vefat etti. İşte bun­dan dolayı bu iki sûre onun mushafında bulunmamaktadır. Yüce Allah'ın iz­niyle kitabın sonunda da el-Muavvizeteyni sözkonusu edeceğimizde, açık­lanacağı şekilde, konu ile ilgili başka görüşler de ileri sürülmüştür.

Ebu Bekr der ki: Bize İbrahim İbn Musa'nın naklettiği hadise gelince: İb­rahim b. Musa der ki: Bize Yusuf b. Musa anlattı, bize Ömer b. Harun el-Ho-rasanî, Rabia b. Osman'dan, o Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den rivayetle de­di ki: Rasûlullah (s.a) hayatta iken Kur'ân-ı Kerim'i baştan sona hatmeden (ez­berleyen) kimseler arasında Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talib ve Abdullah b. Mes'ud da vardı. Bu rivayet ilim ehli tarafından sahih bir hadis olarak kabul edilmemektedir. Çünkü bu rivayet sadece Muhammed b. Ka'b yoluyla gel­mektedir. Bu hadis munkati' olup delil diye alınmaz ve gösterilmez.

Derim ki: Hz. Peygamber'in: "Kur'ân'ı dört kişiden öğreniniz: İbn Umm Abd'dan...." buyruğu bu rivayet sıhhatine delalet etmektedir. Bunu bize açıkça gösteren hususlardan birisi de şudur: Hicaz, Şam ve Iraklılardan kı­raat sahibi olanların her birisi, kendi seçip beğendiği kıraati, Rasûlullah (s.a)'ın huzurunda okumuş, ashab-ı kiramdan birisine nisbet etmektedir. Ve bu kıraatinde Kur'ân'ın tümünde herhangi bir şey istisna etmemektedir. Asım kendi kıraatini Ali ve İbn Mes'ud'a, İbn Kesir kıraatini Ubeyy'e, Ebu Amr b. el-Ala, kıraatini yine Ubeyy'e isnad etmektedir. (Senedini kaydederek ona kadar ulaştırmaktadır.) Abdullah b. Amir ise kıraatini Hz. Osman'a isnad et­mektedir. Bunların hepsi şöyle demektedir: Biz Rasûlullah (s.a)'ın huzurun­da okuduk... Bu kıraatlerin senedleri muttasıl, ravileri güvenilir kimselerdir. Bunu Hattabî söylemiştir. [127]

 

Kur'ân Sûrelerinin ve Âyetlerinin Tertibi:

 

Kur'ân'ın harekelenmesi, noktalanması, hiziplere ayrılması, ta'şir edilme­si (onar âyet onar âyet bölünmesi), harflerinin, cüzlerinin, kelimelerinin ve âyetlerinin sayısı.

İbnü't-Tayyib der ki: Selef, Kur'ân sûrelerinin sıralanışında ihtilaf etmiş­lerdir. Kimisi, mushafına sûreleri nüzul tarihlerine göre yazmış, Mekkî'yi öne almış, Medenî sûreleri sonraya bırakmış; kimisi mushafının başına Fatiha'yı almış, kimisi başına "İkra" sûresini almış. İşte Hz. Ali'nin tertib ettiği mushaf böyledir. İbn Mes'ud'un mushafında ise Fatiha sûresi başta yer almakta, sonra Bakara, sonra Nisa sûresi daha farklı bir sıralanış ile sûreler yer almak­tadır. Ubeyy b. Ka'b'ın mushafının başında ise önce Fatiha, sonra Nisa, son­ra Al-i İmran, sonra En'am, sonra A'raf, sonra Maide gelmektedir. Bu şekil­de oldukça büyük farklılıklarla mushaflar tertib edilmiştir, denilse;

Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib der ki: Cevap şudur: Günümüzde mushafta yer aldığı şekliyle sûrelerin sıralanışının ashab-ı kiramın içtihadı ile tesbit edil­miş olması muhtemeldir. Bunu Mekkî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Tev-be sûresinin tefsirinde zikretmektedir. Ayrıca sûre ve âyetlerin sıralanışını, sûrelerin baş taraflarına besmelenin konulmasının Peygamber (s.a)'ın emriy­le gerçekleştiğini zikretmektedir. Peygamber (s.a.) Tevbe sûresinin baş tara­fında besmele konulmasını emretmediğinden dolayı besmele konulmamış­tır. Bu konu ile ilgili en sahih görüştür. İleride bu da gelecektir. (Bk. et-Tev-be, 9/1 âyeti, başlık)

İbn Vehb "el-Cami"" adlı eserinde şöyle demektedir: Süleyman b. Bilal'i şöy­le derken dinledim: Rabia'ya şöyle soruldu: Ne diye Bakara ve Al-i İmran sûre­leri başa alındı? Halbuki bu iki sûreden önce seksen küsur sûre inmiştir. Ve bu iki sûre de Medine'de inmiştir. Rabia şu cevabı verir: Bu iki sûre öne alın­dı ve Kur'ân-ı Kerim, onu bu şekli ile ortaya koyanın bilgisi üzere bu hale gel­miştir. İlim ehli bu konuda icma halindedirler. Bizim de olduğu gibi kabul et­tiğimiz ve hakkında soru sormadığımız hususlardan birisidir.

Suneyd der ki: Bize Mu'temir, Sellam b. Miskin'den, o Katade'den rivayet­le dedi ki: İbn Mes'ud dedi ki: Sizden bir örneğe uyacak kimse varsa, Rasû-lullah (s.a)'ın ashabını örnek edinsin, onlara uysun. Çünkü onlar bu ümmet arasında kalpleri en iyi, ilmi en derin, işi sun'iliğe dökmekten en uzak, yol­ları en doğru, halleri en güzel kimselerdir. Allah, onları Peygamberine ashab olsunlar ve dinini dosdoğru uygulasınlar diye seçti. Onların faziletlerini bi­lip kabul ediniz. İzledikleri yollarından gidiniz. Çünkü onlar, dosdoğru hi­dâyet üzere idiler.

İlim ehlinden bir grup der ki: Kur'ân sûrelerinin mushafımızdaki şekliy­le sıralanışı, Peygamber (s.a)'dan tevkifi olarak (onun emir ve irşadıyla) ya­pılmıştır. Ubey, Ali ve Abdullah (r. anhum)'ın mushaflarındaki farklılıklara dair gelen rivayetlere gelince, bu farklılıklar son arzadan (Hz. Peygamber'in Ceb­rail huzurunda Kur'ân'ı okumasından) önce idi ve Rasûlullah (s.a) daha önce bu işi yapmamıştı, bu son arzadan sonra, sûrelerin sıralanışını onlara göstermiş idi.

Yunus'un rivayetine göre, İbn Vehb şöyle demiştir: İmam Malik'i şöyle der­ken dinledim: Kur'ân-ı Kerim, Rasûlullah (s.a)'dan onu dinledikleri şekliyle sıralanmıştır.

Ebu Bekr el-Enbari de "Kitabu'r-Red" adlı eserinde şunları kaydetmek­tedir: Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'i dünya semasına toptan indirdi. Daha son­ra Peygamber (s.a)'e yirmi (kusur) senede kısım kısım nazil oldu. Sûre ve âyet, meydana gelen bir olay hakkında nazil olur ve böylelikle hayrı arayan ve ko­nu hakkında soru soran kimseye cevap teşkil ediyordu. Hz. Cebrail de Ra-sûlullah (s.a)'a sûrenin ve âyetin yerini öğretiyor, tesbit ediyordu. Sûrelerin uyumlu bir şekilde sıralanışı da tıpkı âyet ve harflerin sıralanışı gibidir. Hepsi peygamberlerin sonuncusu Muhammed'den, onun alemlerin Rabbin-den aldığı şekildedir. Önce yer alan bir sûreyi sonraya bırakan, sonra gelen bir sûreyi de öne alan bir kimse, âyetlerin sıralanışını bozan, harflerin, ke­limelerin yerini değiştiren kimse gibidir. En'am sûresi, Bakara sûresinden ön­ce nazil olduğu halde, Bakara'nın En'am'dan önce yer alması dolayısıyla hak ehline karşı ileri sürülebilecek bir delil yoktur. Çünkü Rasûlullah (s.a)'dan bu sıralama şekli alınıp öğrenilmiştir. O da: "Bu sûreyi Kur'ân-ı Kerim'in şu şu yerine koyunuz" derdi.[128] Cebrail (a.s) da âyet sonu olan yerde vakıf (durak) yapardı.

Bize Hasan b. el-Hubab anlattı; bize Ebu Hişam anlattı, bize Ebu Bekr b. Ayyaş, Ebu İshak'tan o, el-Berâ'dan rivayetle dedi ki: Kur'ân-ı Kerim'den son nazil olan âyet şudur: "Senden fetva isterler, de ki: Allah size kelale (baba­sı ve çocuğu olmayanın mirası) hakkında hükmünü açıklamaktadır...." (en-Nisa, 4/176) Ebu Bekr b. Ayyaş dedi ki: Ebu İshak hata etmiştir. Çünkü Muhammed b. es-Saib'in bize, Ebu Saib'den anlattığına göre Ebu Saib, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'ân-ı Kerim'in son nazil olan âye­ti: "Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese kazandığının eksiksiz ola­rak verileceği ve zulmolunmayacakları öğünden korkun." (el-Bakara, 2/281) buyruğudur. Cebrail (a.s), Peygamber (s.a)'a-. Ya Muhammed, bunu Bakara'nın 280. âyetinin akabine yerleştir, demiştir.

Ebu'l-Hasen b. Battal der ki: Bu görüşü kabul eden bir kimse, namazda ve ders esnasında Kur'ân tilavetinin mushafta tevkifi olarak yapılan sıralama­ya göre olması gerektiğini söylemez. Aksine, bu sıralama, sadece mushafın yazı ve şeklinde sözkonusudur. Bu ilim adamlarından herhangi birisinin: Böy­le bir tertib namazda Kur'ân-ı Kerim okuma esnasında ve ders olarak takib edilmesi halinde farzdır. Hiçbir kimsenin mesela, Kehf sûresini Bakara sûre­sinden önce, Hacc sûresini de Kehf sûresinden önce öğrenmesi helal değil­dir dediği bilinmemektedir. Hz. Aişe'nin kendisine soru soran kişiye: Bun­dan önce hangisini okuduysan, sana zararı yoktur, dediğini bilmek gerekir. Peygamber (s.a) da namazda bir rek'atte bir sûre okur. Diğer rek'atte ise he­men onun arkasından gelen sûreden başkasını okurdu.

İbn Mes'ud ve İbn Ömer'den Kur'ân-ı Kerim'in başaşağı edilerek okun­masını mekruh gördüklerine ve: Böyle yapanın kalbi baş aşağı çevrilmiştir, dediklerine dair rivayete gelince, onlar bu sözleriyle sûreyi baş aşağı çevi-rerek sonundan başlayıp başına doğru okuyan kimseyi kastetmişlerdir. Çün­kü böyle bir okuyuş haram ve yasaktır. İnsanlar arasında Kur'ân-ı Kerim'de ve şiirde bunu, dilini böylelikle alıştırmak ve ezberleme gücünü elde etmek için yapan kimseler vardır. Ancak yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de bu işin ya­pılmasını haram kılmış ve men etmiştir. Çünkü böyle bir şekilde başaşağı oku­mak, Kur'ân'ın sûrelerini ifsad etmektiT ve bu, sûrelerden gözetilen maksa­da muhaliftir.

Kur'ân-ı Kerim'in mushaflarda nüzul tarihine göre tesbit edilmesinin ge­rekmediğinin delillerinden birisi de şudur: Birtakım âyet-i kerimeler, Medi­ne'de nazil olduğu halde Mekkî sûrelerde konulabiliyordu. Hz. Âişe'nin şu sözüne dikkat edelim: Bakara ve Nisa sûreleri ben, Hz.Peygamber'in yanın­da iken nazil olmuştur. -Yani Medine'de inmişlerdir- Mushafta ise bu iki sûre Mekke'de inen Kur'ân sûrelerinden öne alınmıştır. Eğer ashab-ı kiram Kur'ân-ı Kerim'i iniş tarihine göre toplamış olsalardı, âyet ve surlerin sıralanışının ta-mamiyle bozulması gerekirdi.

Ebu Bekr el-Enbari der ki: Bize Kadı İsmail b. İshak anlattı, bize Haccac b. Minhal anlattı, bize Hemmam, Katade'den rivayetle dedi ki: Medine'de Kur'ân-ı Kerim'de Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, Enfal, Berae (Tevbe) Ra'd, Nahl, Hacc, Nur, Alızab, Muhammed, Feth, Hucurat, Rahman, Hadid, Mü­cadele, Haşr, Mümtehine, Saff, Cumua, Münafikun, Tegabun, Talak, ilk on âye­tine kadar Tahrim, Zelzele ve Nasr sûreleri nazil olmuştur. İşte bu sûreler Me­dine'de, Kur'ân-ı Kerim'in geri kalan sûreleri de Mekke'de nazil olmuştur.

Ebu Bekr der ki: Bu konudaki rivayetleri terkedip icmadan yüz çevirerek uygulamaya kalkışarak sûreleri Mekke ile Medine'de inişlerine göre sırala­mak isteyen bir kimse, Fatiha'nın nerede yer alması gerektiğini bilemez. Çün­kü ilim adamları bu sûrenin nerede indiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ay­rıca Bakara sûresinin 235. âyetin baş tarafında bulunan âyeti, (yani 234. âye­ti), 240'ın baş tarafına (yani 239- âyet ile 240 arasına) koymak zorunda ka­lır. Kur'ân-ı Kerim'in bu nazmını bozan kimse ise, onu inkar etmiş, Muham­med (s.a)'ın yüce Rabbinden bize naklettiğini reddetmiş olur. Medenî sûre­lerin Mekkî sûrelerden öne alınmasının sebebinin yüce Allah'ın araplara ken­di dilleriyle hitap etmesi ve hitap ve karşılıklı konuşma sanatlarından bildik­leri üslupla onlara seslenmesi olduğu da söylenmiştir. Onların üsluplarında kullandıkları sanatlardan bir tanesi de sonrakinin öne öncekinin de sonra­ya alınması esasına kurulu olduğundan dolayı, yüce Allah'ın Kitabında da ken­dilerine bu şekilde hitap edilmiş bulunulmaktadır. Çünkü onlar, Kur'ân-ı Ke­rim'de bu sanat üslubunu bulmamış olsalardı, bizim hoşumuza giden söz dü­zenimizde gördüğümüz bu tür bir üsluptan Kur'ân niye uzaktır, diyecekler­di. Abîd b. el-Abras der ki:

"Halkı tanınmayan yabancılara dönüştüğünden

Ve karşılaşılan durumlar halini değiştirdiğinden

Gözlerinin yaşları yerde akıp gidiyor

Sanki her bir damla yaş değişik yerden akıp geliyor."

Burada: Oranın halkı, senin için tanınmayan kimseler haline geldiklerin­den dolayı, gözyaşlarının yerin üzerinde akıp gittiğini görüyorum, demek is­temiştir. Böylelikle sonradan söylenmesi gereken sözü öne, önceden söylen­mesi gereken sözü sonraya bırakmıştır. (Bir başka) şair de şöyle demektedir:

"Nereye kaçıp gittin;

Halbuki sen kaçıp giden birisi değildin. [129]

 

Mushafın Harekelenmesi ve Noktalanması:

 

Rivayet edildiğine göre, Abdülmelik b. Mervan, bunun yapılmasını emret­miştir. Bunun için Haccac, Vâsıt kentinde bu işe kendisini vermiş, bu konu­da oldukça gayret göstermiş ve Kur'ân'ın hizblere ayrılmasını sayıca daha da artırmış idi. Kendisi Irak valisi olduğu sırada da el-Hasen ile Yahya b. Ya'mer'e bu işi yapmaları emrini vermişti. Bunun akabinde Vasıt kentinde kı­raatlere dair bir kitap telif etmiş ve bu kitabında okuyucuların, muahal hat­tına uygun olan kıraat ihtilaflarına dair rivayetleri toplamıştır. Uzun bir sü­re bu esaslara göre uygulama yapıldı. Bu durum Mücâhid, kıraatlere dair ki­tabını yazıncaya kadar devam etti.

ez-Zebidî Kitabu't-Tabakat'ta, el-Müberred'e isnad ederek mushaflara ilk nokta koyan kişinin Ebu'l-Esved ed-Duelî olduğunu belirtmektedir. Yine onun zikrettiğine göre İbn Sirin'in Yahya b. Ya'mer tarafından noktaları konmuş bir mushafı varmış. [130]

 

A'şar (onda birlik bölüm işaretleri)ın Konulması:

 

İbn Atiyye der ki: Tarihlerden birisinde gördüğüme göre, Abbasî halife­lerinden Me'mun bunu emretmiştir. Bu işi yapanın Haccac olduğu da söylen­miştir. Ebû Amr ed-Dânî "Kitabu'l-Beyan" adlı eserinde Abdullah b. Mes'ud'dan, onun mushafların on âyetlik bölümlere ayrılarak işaretlenmesi­ni mekruh gördüğünü ve bu işaretleri gördüğünde onları kazıdığını naklet­mektedir.

Mücâhid'den rivayet edildiğine göre o, mushafın ta'şirini ve kokulanma­sını hoş görmezdi. Eşheb der ki: Ben Malik'e, sahifelerde kırmızı ve başka renklerle aşirler (onar âyetlik bölümler) arasında konulan işaretlere dair soru sorulduğunu duydum. Bu işten hoşlanmadığım ifade etti ve şöyle dedi: Mü­rekkeple mushafın ta'şir edilmesinde sakınca yoktur. Her bir sûrenin sonun­da o sûrede bulunan âyet sayısını belirten ifadelerin yazılı olduğu mushaf-lara dair sorulan soruya da şu cevabı vermiştir: Ben ana mushaflara herhan­gi bir şeyin yazılmasını veya şekillendirilmesini (hareke konulmasını) hoş gör­müyorum. Çocukların Kur'ân okumayı öğrendikleri mushaflara gelince, on­lar için bu açıdan bir sakınca olduğu görüşünde değilim.

Eşheb der ki: Daha sonra bize dedesinden kalma bir mushaf çıkarıp gösterdi. Bunu Hz. Osman mushafları yazdığı sırada yazmış. Orada (sûre) son­larında satır boyunca zincir şeklinde mürekkepten işaretler gördük. Ayrıca yine mürekkep ile âyetlerin noktalı harflerinin noktalanmış olduğunu da gör­dük.

Katâde der ki: Önce işe nokta koymakla başladılar. Sonra beşer bölüm­lere ayırdılar, işaretlerini koydular, daha sonra da onar âyetlik bölümlere ayı­rıp işaretlerini koydular.

Yahya b. Ebi Kesir der ki: Kur'ân-ı Kerim önceleri Mushaflarda başlıba-şına idi. Bu konuda ilk ihdas edilen şey, Te ve Be harfleri üzerine nokta koy­mak oldu ve bunda mahzur yoktur, Kur'ân için bu bir nurdur, dediler. Da­ha sonra da âyetlerin sonlarında nokta koyma işini ihdas ettiler. Sonra da sûre­lerin baş taraflarında ve sonlarında yeni şeyler yazdılar.

Ebu Hamza'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: İbrahim en-Nehai, be­nim mushafımda şu şu sûrenin baş taraflarını gördü ve bana şöyle dedi: Sen bunu sil. Çünkü Abdullah b. Mes'ud şöyle demişti: Allah'ın Kitabına ondan olmayan bir şeyi karıştırmayınız.

Ebu Bekr es-Serrac'dan rivayetle dedi ki: Ben Ebu Rezin'e şöyle dedim: Mushafıma şu, şu sûredir, diye yazayım mı? Bana dedi ki: Ben bu ayrı yaza­cağın şeylerin ne olduğunu bilmeyen ve dolayısıyla bunu Kur'ân'dan zanne­decek bir neslin ortaya çıkacağından korkuyorum.

ed-Dani (Allah ondan razı olsun) dedi ki: Bütün bu haberler, Kur'ân-ı Ke-rim'in ta'şirinin, tahmisinin, sûre başları ile âyet başlarının işaretlenmesinin ashab-ı kiramın yaptığı bir iş olduğunu göstermektedir. Bu gibi işleri yapma­ya onları götüren ictihadları olmuştur. Aralarından ve başkalarından bu işi hoş görmeyenler gördüğüm kadarıyla kırmızı, sarı ve buna benzer renklerle bu işaretlemelerin yapılmasından hoşlanmamıştır. Ayrıca diğer bölgelerde yaşa­yan müslümanlar, ana mushaflarda olsun, başkalarında olsun, bunun caiz ol­duğu ve bu işaretlemelerin kullanılabileceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Zorluk ve hata yapma ihtimalinde ise, Allah'ın izniyle ittifakla yaptıkları şey­ler hususunda (sorumluluk) üzerlerinden kaldırılmıştır. [131]

 

Kur'ân'ın Harf ve Cüzlerinin Sayısı:

 

Sellâm Ebu Muhammed el-Himânî'nin rivayetine göre, Haccac b. Yusuf, kurra, hafız ve yazıcıları toplayıp şöyle dedi: Kur'ân'ın tümünün kaç harf ol­duğunu bana söyleyiniz. Ebu Muhammed der ki: Aralarında ben de vardım. Hesap ettik, Kur'ân-ı Kerim'in 340.740 harf olduğunu görüş birliğiyle orta­ya koyduk. Bu sefer: Kur'ân'ın yarısının nerede bittiğini bana haber veriniz, dedi. Bunun el-Kehf sûresinde yer alan ( ' \\Â'-'\'j ) (el-Kehf, 18/19) kelime­sindeki "fa" harfi olduğunu gördük. Bu sefer: Bana Kur'ân'ın üçte birlerinin nerede bittiğini söyleyiniz. İlk üçte biri Tevbe sûresinin baş tarafında, ikin­ci üçte biri, Şuara sûresinin yüz veya yüzbirinci âyetinin başında sona erdi­ğini geri kalan üçte birin ise, Kur'ân'ın geri kalanı olduğunu gördük. Sonra Kur'ân-ı Kerim'in yedide bir harflerinin nerede sona erdiğini bildiriniz dedi. İlk yedide birin Nisa sûresinde yer alan: On­lardan bazısı ona iman etti, kimi de ondan yüzçevirdi" (en-Nisa, 4/55) buyruğunun sonunda yer alan "Dâl" harfi. İkinci yedide bir A'raf sûresinde yer alan: "Onların.... boşa gitmiştir" (e\-A'rai, 7/147) buy­ruğunda yer alan "Te" harfi. Üçüncü yedide bir, Ra'd sûresinde yer alan: "C İÎİSL4KI ) Yemişleri., devamlıdır" (er-Ra'd, 13/35) buyruğunda yer alan ilk kelimenin sonundaki "eliftir. Dördüncü yedide bir Hacc sûresinde yer

alan: Her ümmet için......bir ibadet tayin ettik" (el-Hacc, 22/34) buyruğunda yer alan "elif harfi. Beşinci yedide bir Ahzab sûre­sinde yer alan: Hiçbir mü'min erkek ve hiçbir mü'min

kadın için.......yoktur" (el-Ahzab, 33/36) buyruğunda yer alan "ha"s(yuvarlak 't'); Altıncı yedide bir Feth sûresinde yer alan Al­lah hakkında kötü zan besleyen......erkekler" (el-Feth, 48/6) buyruğundaki

"vav" harfi. Geri kalan ise, Kur'ân-ı Kerim'in yedinci yedide biridir.

Sellâm Ebu Muhammed dedi ki: Biz, bu işi dört ayda bitirdik. el-Haccac her bir gece, Kur'ân-ı Kerim'in dörtte birini okurdu. Kur'ân-ı Kerim'in ilk dört­te biri, En'am sûresinin sonu, ikinci dörtte biri, el-Kehf sûresinde yer alan (el-Kehf, 18/19) kelimesi, üçüncü dörtte bir Zümer sûresinin so­nu, dördüncü dörtte bir ise Kur'ân-ı Kerim'in geri kalan kısmıdır. Bu husus­ta Ebu Amr ed-Dani'nin "Kitabu'l-Beyan" adlı eserinde sözkonusu edilmiş gö­rüş ayrılıkları da vardır. Bunu öğrenmek isteyen orada bulabilir. [132]

 

İlk Medenî Mushafta Kuran Âyetlerinin Sayısı:

 

Muhammed b. İsa der ki: İlk Medenî mushafta, Kur'ân âyetlerinin sayısı altı bindir. Ebu Amr der ki: Bu, Küfe halkının Medine halkından rivayet et­tikleri sayıdır. Bu konuda muayyen bir kişiye senedi ulaştırarak herhangi bir kişinin adını vermezler.

Sonraki Medenî mushafta ise İsmail b. Cafer'in kavline göre, Kur'ân âyetlerinin sayısı altıbin ikiyüz ondört âyettir. el-Fadl der ki: Mekkelilerin görü­şüne göre Kur'ân-ı Kerim'in âyet sayısı altıbin ikiyüz ondokuzdur.

Muhammed b. İsa da der ki: Kufelilerin görüşüne göre, Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin sayısı, altıbin ikiyüz otuzaltı âyettir. Süleym'in ve Kisai'nin Ham-za'dan rivayet ettikleri sayı budur. Kisai, bunu Ali (r.a)'a isnad eder.

Muhammed der ki: Basrahların sayımına göre, Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin toplamı, altı bin ikiyüz dörttür. Şu ana kadar onların seleflerinin takip ettik­leri sayı budur. Şam halkının kabul ettikleri sayıya gelince, Yahya b. el-Ha-ris ez-Zemarî der ki: Bunlar altıbin ikiyüz yirmialtı âyettir. Bir rivayete göre ise, altıbin ikiyüz yirmibeş, yani bir eksiği iledir.

İbn Zekvan der ki: Ben zannederim ki, Yahya, "bismillahirrahmânirrahîm"i saymamıştır.

Ebu Amr da der ki: İşte bunlar, insanların Kur'ân yazımında biri birlerin­den aldıkları şekliyle âyet sayısıdır. Eskiden beri de şimdi de her bölgede ka­bul ettikleri sayım şekli budur.

Kur'ân-ı Kerim'in kelimelerinin sayısına gelince, el-Fadl b. Şâzân der ki: Ata b. Yesar'ın görüşüne göre Kur'ân kelimelerinin toplamı yetmişyedi bin dörtyüz otuzdokuzdur. Harf sayısı ise üçyüz yirmiüç bin  onbeştir.

Derim ki: Bu az önce kaydettiğimiz el-Himani'nin verdiği sayıyı tutmamak­tadır. Abdullah b. Kesir de Mücâhid'den rivayetle der ki: Bu, bizim Kur'ân-ı Kerim'de saydığımız harf sayısıdır ki, üçyüz yirmibir bin yüzseksen harftir. Bu da bundan önce el-Himani'den zikredilen harf sayısını tutmamaktadır. [133]

 

Sûre, Ayet, Kelime ve Harf:

 

Arap dilinde sûrenin anlamı, onu bir diğer sûreden açıkça ayırdetmek ve ondan ayrı olması anlamındadır, sûreye bu adın veriliş sebebi orada bir mev­kiden bir başka mevkiye yükselme olduğundan dolayıdır. Nitekim Rabia şöy­le demektedir:

"Allah'ın sana yüksek bir makam (şeref ve üstünlük) verdiğini görmez misin?

Sen ondan aşağıda kalan her bir hükümdarın aşağıdan ona

yükselmeye çalıştığını görürsün."

Yani Allah'ın sana verdiği ve seni çıkardığı şeref ve üstünlük makamı hü­kümdarların makamından daha yüksektir.

Sûreye bu adın veriliş sebebi, şeref ve yüksekliğin olduğu da söylenmiş­tir. Yerin yüksekçe olan kısmına "sur" denildiği gibi.

Sûreye bu adın veriliş sebebinin, o sûreyi okuyan (ezbere bilen) kimse­nin bu sûreyi okuyamayana göre daha şerefli olmasından dolayı olduğu da söylenmiştir. Binanın çevresini saran sur gibi. Bütün bu söyleyişlerde hem­ze yoktur.

Bu adın veriliş sebebinin Kur'ân-ı Kerim'in belli bir bölümü oluşundan do­layı olduğu da söylenmiştir. Nitekim araplar arta kalan şeye "(.jj-m): su'r" de­mektedirler. dediklerinde "insanlardan arta kalan şeyler arasında gelmiştir" demek isterler. Buna göre kelimenin aslı hemzeli olarak şeklindedir. Daha sonra bu kelime hafifletilerek, hemze yerine ön­ceki harfin ötreli olması dolayısıyla vav gelmiştir.

sûreye bu adın veriliş sebebinin eksiksiz ve mükemmel olması olduğu da söylenmiştir. Nitekim araplar, hilkati tam kusursuz dişi deveye sûre adını ve­rirler, sûre kelimesinin çoğulu, "suver" şeklinde gelir. Nitekim şair, şöyle de­miştir:

"Karadır gözlerinin çevresi, sûreler okumazlar."

Bu kelimenin şeklinde çoğul yapılması da mümkündür.

Âyet: Alamet demektir. Yani kendisinden önce gelen söz ile daha sonra gelecek olan sözün biribirlerinden ayrı olduğunu belirten alamet demektir. Yani her bir âyet bir diğerinden ayırdedilmekte ve tek başına bulunmakta­dır. Araplar: derler. Yani benimle filan kişi arasında bir alamet vardır. Yüce Allah'ın: "Onun hükümdarlığının alame­ti....." (el-Bakara, 2/247) buyruğunda geçen (alamet anlamındaki): "âyet" ke­limesi bu anlamdadır. en-Nabğa da der ki:

"Onun için bir takım âyetler (alametlerdir, diye) düşündüm;

Altı yıldan beridir ve işte bu yedinci yıl."

Bu adı alış sebebinin Kur'ân-ı Kerim'deki bir grup harf toplamı ve onun bir parçası olması olduğu da söylenmiştir. Mesela, bir topluluğun hep birlik­te çıktığını ifade etmek istediğimizde ( p-^^ çy&\ çj>- ) tabirini kullanırız. Burç b. Mushir et-Taî de der ki:

"İki yarıktan çıktık. Yok bizim gibi kabile

Kalabalık topluluğumuzla katarız önümüze yavrulu, aşılı develerini."

İnsanların benzerini söylemekten acze düştükleri oldukça hayret verici bir söz dizisi olduğundan dolayı "âyet" adının verildiği de söylenmiştir.

Nahivciler, "âyet" kelimesinin aslının ne olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptir. Sibeveyh "fealetun" vezninde "eyeyetun" demektedir, "ekemetun" ve "şeceretun" kelimeleri gibi. Bu kelimede yer alan "ya" harfi hareke alıp ondan önceki harfin harekesi de fetha olduğundan dolayı bu "ya" elife dönüştü. Böylelikle kendisinden sonra med gelen bir hemze şeklinde "âyet" haline geldi.

Kisai de der ki: Bu kelimenin aslı, "fâiletun" vezninde "âyiyetun" şeklin­dedir. "Âmine" kelimesi gibi. Burdaki "ya" harfi harekeli, ondan önceki harf de üstün olduğundan dolayı elife dönüştü. Sonra da bu elif çoğul ile karışmasın diye hazfedildi.

el-Ferra da der ki: Bunun aslı birinci ya harfinin şeddeli okunması ile "ây-yiyetun" şeklindedir. Bu şeddeli oluş, hoşa gitmediğinden dolayı elife dönüş­türülerek "âyet" şekline gelmiştir. Âyet kelimesinin çoğulu ise, "âyun, âyâ-tun, âyâun" şekillerinde gelmektedir. Ebu  Zeyd der ki:

"Bu zaman onun alametlerinden geriye bir şeyi bırakmadı.

Kazanların oturtulduğu saç ayaklarından ve küllerinden başka."

Kelime: Yapısına karışan bütün unsurlarıyla birlikte ortaya çıkan şekil demektir. Yüce Allah'ın Kitabında en uzun kelime on harflidir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: Andolsun onları halifeler yapacaktır." (en-Nur, 24/55); "Sizi ona mecbur tutar mıyız?" (Hud, 11/28) ve benzeri âyetler. Yüce Allah'ın: "( \^S&L.\Î ): Ondan size içirdik." (el-Hicr, 15/22) buyruğu, Hz. Osman'ın çoğalttığı mushaflardaki yazılışı itibariyle on harf olmakla birlikte söyleyişte onbir harftir. En kısa ke­lime, gibi iki harfli olanlardır. Belli bir mana ifade eden, soru hemzesi, atıf vavı gibi harfler, kelime olmakla birlikte tek başına bunlar söz olarak söylenmezler.

Bazen tek bir kelime, tam bir âyet olabilir. Yüae Allah'ın şu buyrukların­da olduğu gibi. Fecre andolsun;" Kuşluk vaktine an­dolsun"; "( ş^h ) Asra andolsun..." gibi. Aynı şekilde "Elif, lam, mim; elif, lam, mim, sad; ta, ha; ya sin; ha mim" gibi kelimeler Kufelilerin görüşüne göre tam bir âyet ve birer kelimedirler. Bunlar ise sûrelerin baş taraflarında bulunurlar. Sûre araların­da bulundukları takdirde ise bunlar kelime olmazlar. Ebu Amr ed-Dani der ki: Ben yüce Allah'ın er-Rahmân sûresinde buyurduğu İkisi koyu yeşildirler." (er-Rahmâçı, 55/64) buyruğundan başka tek başına bir âyet olan bir kelime bilmiyorum.

Bu harflerin, bazen arka arkaya iki ayrı kelime ve iki âyet halinde geldik­leri de olur. Bu da yüce Allah'ın: "Ha mim, ayn, sin, kaf" harfleridir. Bu sadece Kufelilerin görüşüne göre böyledir.

"Kelime" bunun dışındaki hallerde fazla ya da eksik olmakla birlikte kendi başına anlam ifade eden söz ve tam bir âyet de olabilir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Rabbinin Israiloğullarına olan o pek güzel ke­limesi (ya'di, sözü) sabretmeleri sebebiyle tamamlandı." (el-A'raf, 7/137). Burada yer alan "kelime" ile yüce Allah'ın şu buyruğundaki va'din kastedildiği söylenmiştir: "Biz ise, o yerde mustaz'af kılınanlara lütufta bulunmak.... is­tiyorduk... Ve onlara... korkageldiklerini gösterelim." (el-Kasas, 28/5-6). Yüce Allah bir başka yerde de: "Onlara takva kelimesi üzerinde sebat ver­di." (el-Feth, 48/26) diye buyurmaktadır. Mücâhid der ki: Buradaki takva kelimesinden kasıt "la ilahe illellah" sözüdür.

Peygamber (s.a) de şöyle buyurmaktadır: "Şu iki kelime, dile kolay tera­zide ağır, rahman olan yüce Allah tarafından da çokça sevilen sözlerdir:

"Allah'ı hamdi ile teşbih ederim, büyük olan Allah'ın şanı ne yücedir."[134]

Araplar bazan bütünüyle bir kasideye, bütün bir kıssaya da "kelime" adını verirler. Mesela, Kuss, kelimesinde yani hutbesinde şunu söyledi. Züheyr, kelimesinde yani kasidesinde şunu söyledi. Filan kelimesinde yani mektubunda şunu söyledi, derler ve böylelikle eğer sözü edilen o ifadeler söylediği sözlerin kapsamı içerisinde yer alıyor ise, sözün tümüne "kelime" adını verirler. Çünkü, bir şey şeyin bir parçası olup ona yakın, onun çevresin­de bulunur herhangi bir şekilde onun sebebiyle o şey varolursa ona mecazen ve kelimenin anlamını genişleterek o şeyin adını verirler.

Harf, kelimenin tek başına var olan bir parçasıdır. Az önce açıkladığımız gibi, mecaz ve kelimenin anlamını genişletmek kabilinden, harfe kelime, ke­limeye de harf denildiği de olur. Ebu Amr ed-Dani der ki: Sûrelerin başların­da tek bir harf halinde gelen Sad, Kaf ve Nun gibi hece harfleri'ne nasıl harf veya kelime adı verilebilir? diye sorulursa, cevabımız şu olur: Buna kelime denilir, harf denilmez. Çünkü harf söylenilerek susulmaz. Ve şekil itibariy­le tek başına bulunmaz, onunla birlikte karışık halde bulunan diğer harfler­den ayrı yazılmaz. Bu tür harfler ise, söylenilip susulur ve bunlar tek başlarına ve ayrı bulunurlar. Tıpkı kelimenin tek başına ve ayrı olması gibi. O bakım­dan bunlara kelime adı verilmiş, harf denilmemiştir.

Ebu Amr der ki: "Harf kelimesi başka anlamda gidiş, mezhep ve şekil an­lamlarına da gelmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsan­lardan bazıları, Allah'a bir harf (bir mezhep ve bir şekil) üzere ibadet eder­ler." (el-Hacc, 12/11) Peygamber (s.a)'ın: "Kur'ân-ı Kerim, yedi harf üzere in­dirilmiştir"[135] buyruğu da bu türdendir. Yani yedi ayrı telaffuz şekli üzere in­dirilmiştir, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [136]

 

Kur'ân-ı Kerim'de Arap Dilinden Başka Kelimeler Var mıdır?

 

Kur'ân-ı Kerim'de arapların anlatım üslubuna göre dizilmemiş söz dizisinin olmadığı, bununla birlikte Kur'ân-ı Kerim'de İsrail, Cibril, İmran, Nuh ve Lut gibi arap dili ile konuşmayan kimselere ait özel isimlerin bulunduğu hususun­da imamlar arasında görüş ayrılığı yoktur.

Ancak tek tek özel isimlerin dışında arapça olmayan, birtakım lafızların kullanılıp kullanılmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib, et-Taberi ve başkaları Kur'ân'da arapça olmayan lafızların bulun­madığı görüşündedirler. Onlara göre, Kur'ân-ı Kerim apaçık bir arapçadır. Kur'ân-ı Kerim'de bulunup da diğer dillere nisbet edilen bazı kelimeler de aslında değişik dillerde kullanılan ve söyleyişi birbirine benzeyen kelimeler­den ibarettir. Bu gibi kelimeleri araplar, farslar, habeşliler ve başkaları ortak söyleyişlerle kullanmışlardır. Bazı imamlar ise, arapça olmayan lafızların var olduğu kanaatindedirler. Bunlara göre bu kelimeler oldukça az oldukların­dan dolayı Kur'ân-ı Kerim'i apaçık bir arapça olmaktan çıkarmazlar. Rasûlul-lah (s.a)'ı da kendi kavminin diliyle konuşan bir kimse olmaktan çıkarmaz­lar. Mesela, "el-mişkât" kelimesi, (bk. en-Nur, 24/35): "Kandilin konulduğu duvar içerisindeki oyuk" demektir. Yine "neşe'e" kelimesi geceleyin kalkmak anlamındadır. Yüce Allah'ın: Muhakkak geceleyin kalkmak" (el-Müzemmil, 73/6) buyruğunda da bu kelime kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: buyruğu "size iki kat verir" anlamındadır. (el-Hadid, 57/28). Arslandan ürküp £açara"( el-Müddessir, 74/51) buyruğun­da yer alan   ve "arslan" anlamında gelen   "kasvere" gibi. Bütün bunlar

Habeşçedir.

el-Ğassak, Türkçede kokuşmuş ve soğuk anlamındadır. el-Kıstas rumcada mizan, terazi demektir. Siccil, farsçada taşlı çamur anlamındadır. Tur, dağ an­lamındadır. el-Yemm, süryanice deniz anlamındadır. et-Tennur ise acemcede yeryüzü anlamındadır.

İbn Atiyye der ki: Bütün bu kelimelerin gerçek durumu şudur. Bunlar asıl itibariyle arapça değildir. Fakat araplar bu kelimeleri kullanmış ve arapçalaş-tırmışlardır. O bakımdan bu kelimeler arapçadırlar. Kur'ân-ı Kerim'in dilleriy­le nazil olduğu Arab-ı aribenin ticaretlerle Kureyşlilerin Şam ve Yemen tarafına yaptığı yolculuklarıyla Müsafir b. Ebu Amr'ın Şam'a, Ömer b. el-Hat-tab'ın, Amr b. el-As'ın, Umare b. el-Velid'in Habeşistan'a yolculuk yap­malarında görüldüğü şekilde, diğer dillerin bazı kelimelerinin karıştığı da söz-konusu olmuştur.

Dil konusunda sözleri belge mahiyetinde olan el-A'şa'nın Hire'ye yaptığı yolculuk ve oranın hıristiyanlarıyla sohbeti de bu türdendir. İşte bütün bun­lar aracılığıyla arapçaya, arapça olmayan birtakım kelimeler de karışmıştır. Bunların bir kısmının harfleri azaltılarak değiştirilmiş,  arapça olmayan kelimelerin ağır söylenişleri hafifletilmiş ve araplar bu kelimeleri şiirlerinde, kar­şılıklı konuşmalarında kullanmaya başlamış, nihayet bu kelimeler sahih arapça kelimeler gibi kullanılır olmuş, bunlarla birtakım hususlar açıklanır olmuştur. İşte bu noktada Kur'ân-ı Kerim de bu gibi kelimeleri kullanmıştır. Herhangi bir arap, bu kelimeleri bilmiyor ise, onun da başkasının dilini açık bir şekilde bilmeyişine benzer. Nitekim İbn Abbas "Fatır" kelimesinin ve ben­zeri bazı kelimelerin de manasını bilmiyor idi.

İbn Atiyye der ki: Taberî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)nin kabul ettiği, benzer kelimeler iki dilde de müşterek olarak kullanılan lafızlardır, şeklin­deki kanaati uzak bir ihtimaldir.

Çünkü çoğunlukla rastlanılan, bu kelimelerden birisinin aslı teşkil etmesi öbürünün de ondan dallanıp budaklanması şeklindedir. Bununla birlikte biz, söyleyişler arasında uyumun az ve istisnaî olabileceğini de reddetmiyoruz.

Başkaları ise şöyle demiştir: Ancak birinci görüş daha doğrudur. İbn Atiyye'nin: Arapların kullandıkları bu kelimeler, başkalarının dilinde asıl ve arapçaya da sonradan girmiştir, sözü bunun aksinin böyle olmasına tercih edilebilecek durumda değildir. Çünkü arapların önce bu kelimeleri kendi ar­alarında kullanmış olma ihtimali de vardır. Eğer önce bu kelimeleri onlar kul­lanmış iseler, bu kelimeler arapça demektir. Çünkü onların dillerindeki bu kelimelerin, ancak kabul ettikleri ve verdikleri mana ile kullanıldıkları görül­mektedir. Başkalarının bazı kelimelerde onlara muvafakat etmiş olmaları da uzak bir ihtimal de değildir. Bu görüşü büyük imam Ebu Ubeyde dile getir­miştir.

Bu kelimeler, arapların kullandıkları sözlerin vezinlerine (kalıplarına) uygun değildir. Dolayısıyla bu kelimeler arapça olmaz, denilecek olursa cevabımız şudur: Arapların kullandıkları bütün vezinlerin tek tek tesbit edil­diğini kim söyleyebilir ki, bu tür kelimelerin bu vezinlere uymadıkları ileri sürülebilsin? el-Kadı, arapların kullandıkları vezinlerin asıllarını uzun boylu araştırmış ve nahivcilerin izlediği yola uygun bir şekilde bütün bu isimlerin arap dilindeki kalıplara uygun olduklarını tesbit etmiştir. Eğer araplar, bu ke­limeleri karşılıklı konuşmalarında kullanmamış ve bu kelimeleri bilmiyor ol­salardı, Allah'ın onlara bilmedikleri bir şekilde hitap etmesine imkan olmaz­dı. O takdirde Kur'ân-ı Kerim de apaçık bir arapça olmaktan çıkardı, Rasûlul-lah (s.a) da kendi kavmine kendi dilleriyle hitap eden bir kimse olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [137]

 

Kur'ân'ın Î'cazına Dair Bazı Nükteler ve Mu'cizede Aranan Şartlar: Mucizenin Gerçek Mahiyeti;

 

Mucize, yüce Peygamberlerin (peygamberlik iddialarının) doğruluklarını ortaya koyan her bir belgenin adıdır. Ona "mucize" denilmesinin nedeni, in­sanların benzerini meydana getirmekten aciz olmalarıdır. Mucizenin beş şartı vardır. Bunlardan bir tanesi olmadı mı mucize olmaz.

Birinci şart: Ancak yüce Allah'ın güç yetirebileceği bir şey olmalıdır. Mu­cizede bu şartın aranmasının gerekçesi şudur: Peygamberlerin gelmelerinin mümkün olabildiği zamanlarda birisi ortaya çıkıp risalet iddiasında bulunsa ve kendisinin mucizesinin de hareket etmesi, durması, oturup kalkması ol­duğunu iddia edecek olsa, bu onun için bir mucize olamaz. Doğru söyle­diğinin delili de değildir. Çünkü diğer insanlar da benzeri şeyler yapabilmek­tedirler. O bakımdan mucizelerin, denizin yarılması, ayın bölünmesi ve bu­na benzer insanların güç yetiremeyeceği şeyler türünden olmaları gerekir.

İkinci şart: Mucizenin olağanüstü (harikulade) olması gerekir. Bu şartı ön­görmenin sebebi de şudur: Peygamberlik iddiasında bulunan kişi, "benim pey­gamberliğime delil, gündüzden sonra gecenin gelmesi, güneşin de doğudan doğmasıdır" diyecek olsa, onun bu iddiasında mucize olmasını gerektiren bir taraf yoktur. Çünkü bu tür fiillere her ne kadar Allah'tan başka kimsenin gü­cü yetmiyor ise de bunlar onun iddiası dolayısıyla olmamaktadır. Onun peygamberlik iddiasından önce ve bu iddiada bulunduğu zamana kadar bun­lar hep böyleydi. Onun bunların peygamberliğine delil olduğunu iddia et­mesi ile başkasının aynı şeyi kendi iddiasına delil olarak göstermesi arasın­da bir fark yoktur. Dolayısıyla bunlarda o kimsenin peygamberlik iddiası­na delalet eden bir taraf da bulunmamaktadır. Peygamberlerin delil diye gös­terdikleri şeyin ise, doğruluklarına delalet eden bir tarafı vardır. Mesela, bir peygamber şöyle der: Benim doğruluğumun delili şanı yüce Allah'ın, O'nun peygamberi olduğuma dair iddiam dolayısıyla adeti (yani tabiat kanunları­nı ve diğer değişmez kanunları) aşmasıdır. Bu asayı, yılana dönüştürmesi, ta­şı yarıp onun ortasından bir dişi deve çıkarması, pınardan fışkyır gibi bu par­maklarımın arasından suyun fışkırması ve buna benzer ancak göklerin ve ye­rin mutlak hakiminin yapabileceği harikulade diğer mucizeler gibi. Böyle­likle peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin gösterdiği bu tür harikula­de olaylar şanı yüce Rabbimizin bizzat sözünün yerini tutar. O'nun bize eş­siz yüce kelamını işittirip: "O doğru söylemiştir, onu ben gönderdim" deme­siyle bu mucizeler arasında bir fark yoktur. Bu mes'eleye bir örnek verecek olursak -ki en yüce örnek Allah'ın ve Rasûlünündür- şunu gösterebiliriz: Bir topluluk yeryüzü hükümdarlarından birisinin huzurunda bulunsa, onun ya­kın adamlarından birisi de hükümdarın göreceği ve işiteceği bir yerde kal­kıp: Ey topluluk, bu hükümdarımız sizlere şunu şunu emretmektedir. Bunun

delili ise hükümdarımızın kendine has herhangi bir işi ile beni tasdik etme­sidir. Bu ise, benim doğru söylediğimi ifade etmek amacıyla elinden yüzü­ğünü çıkartmasıdır dese, hükümdar da, o kişinin topluluğa söylediği bu sö­zü ve bu konudaki iddiasını işittikten sonra doğruluğuna delil diye göster­diği davranışı yapacak olursa o hükümdarın bu davranışı: "Benim adıma ile­ri sürdüğü iddiada doğru söylemiştir" demesinin yerini tutar. Aynı şekilde şa­nı yüce Allah da ancak kendisinin güç yetirebileceği bir iş yapsa ve bunun­la Rasûlü vasıtasıyla ilahi kanununu aşsa, bu fiil bizzat bize işittireceği ve : "Kulum risalet iddiasında doğru söylemiştir. Onu size peygamber olarak Ben gönderdim, onun sözünü dinleyin ve ona itaat edin" demesinin yerini tutar.

Üçüncü şart: Yüce Allah'ın peygamberi olduğu iddiasında bulunan kişi­nin bu mucizeyi (Allah'ın peygamberi olduğuna) delil göstermesidir. Mese­lâ: Benim peygamber oluşumun delili yüce Allah'ın şu suyu zeytinyağına dö­nüştürmesi yahut benim ona "sarsıl" demem esnasında yeri sarsmasıdır, di­yerek bunu risalet iddiasına delil göstermesidir. Şanı yüce Allah bunu yapa­cak olur ise, o takdirde meydan okuma gerçekleşmiş olur.

Dördüncü şart: Göstereceği mucizeyi kendisinin mucizesi olduğuna de­lil olarak gösteren ve mucizenin, meydan okuyanın iddiasına uygun olarak gerçekleşmesidir. Bunu şart koşmaya sebep şudur: Peygamberlik iddiasında bulunan kişi: Benim peygamberliğimin alameti ve bu iddiamın delili, şu eli­min yahut şu hayvanın konuşmasıdır, dese, eli yahut o hayvan : O yalan söy­lüyor, peygamber değildir diye konuşursa, şanı yüce Allah'ın halkettiği bu ko­nuşma peygamberlik iddiasında bulunan o kişinin yalancılığına delalet ed­er. Çünkü şanı yüce Allah'ın yaptığı bu harikulade fiil, onun iddiasına uygun olarak meydana gelmemiştir. Yalancı Müseylime (Allah'ın laneti üzerine ol­sun) suyu artsın diye bir kuyuya tükürdüğü fakat artacak yerde kuyunun ku­ruyup suyunun çekildiğine dair yapılan rivayet bu türdendir. Şanı yüce Al­lah'ın bu türden fiilleri, kendisi vasıtasıyla gerçekleştirdiği kimsenin yalan­cı olduğunu ortaya koyan deliller arasında yer alır. Çünkü bunlar, yalancı, pey­gamber taslağının isteğinin hilafına meydana gelmiştir.

Beşinci şart: peygamber olduğunu belirtip meydan okuyanın yaptığı bu işin benzerini başka bir kimsenin gösterememesi. Eğer peygamberliğe delil olarak gösterilen ve benzerinin meydana getirilmesi için meydan okunan bu iş, diğer şartlarla birlikte gerçekleşecek olursa, o vakit bu, harikulade ola­yı gösterenin peygamberliğine delalet eden bir mucize olur. Eğer şanı yüce Allah, buna karşı çıkan birisini diker ve sonunda bu kişi peygamberlik iddi­asında bulunanın benzerini yapar, onun getirdiğinin benzerini getirir ise, onun peygamberliği de batıl olur, yaptığı iş mucize olmaktan çıkar, onun doğru­luğuna delalet etmez. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer onlar (Kur'ân'ı Mulıammed uyduruyor diyor ve bunda) doğru söyleyenler iseler, onun gibi bir söz getirsinler." (et-Tûr, 52/35) Bir başka yerde de şöyle bu­yurmaktadır: "Yoksa onu kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: O halde hay­di siz de onun gibi uydurma on sûre getirin." (Hûd, 11/13) Bu sözleriyle şöy­le diyor gibidir: Eğer sizler bu Kur'ân-ı Kerim'in Muhammed (s.a) tarafından düzenlendiğini ve onun tarafından ortaya konulduğunu ileri sürüyor iseniz, siz de bu türden on sûre meydana getiriniz. Hepiniz toptan böyle bir şeyi meydana getirmekten acze düşecek olursanız, o vakit biliniz ki bu, Muham­med tarafından düzenlenmiş, onun tarafından ortaya konulmuş değildir.

Sözü geçen beş şarta bağlı olduğunu ileri sürdüğümüz mucizeler, ancak doğru iddialarda bulunanlar vasıtasıyla gerçekleştirilir. "İşte sizin peygambe­rinizden naklettiğiniz rivayetlere göre, el-Mesih ed-Deccal tarafından da yaygın bir şekilde bilinen mucizeler ve muazzam işler gerçekleştirilecektir", diye bir itirazda bulunulacak olursa şu cevabı veririz: Peygamber, peygam­berlik iddiasında bulunur. Bu el-Mesih ed-Deccal ise rububiyyet iddiasında bulunmaktadır. Bunlar arasındaki fark, ayırıcı özelikler ise gözleri görenler ile görmeyenler arasındaki fark gibidir. İnsanlardan bir kısmının diğer kıs­mına peygamber olarak gönderilmesinin imkansız olmayacağına dair aklî de­lil vardır. O bakımdan yüce Allah'ın şeriat ve din getiren bir insanın doğru­luğuna dair delilleri ortaya koyması, halketmesi, uzak birşey değildir.

Yine aklî deliller şunu göstermektedir: el-Mesih ed-Deccal belli bir şek­le sahip olacaktır ve bir halden bir hale değişip duracaktır. Bu tür nitelik­lerin ise muhdes olanlara (sonradan yaratılmışlara) layık olduğu ise sabittir. Bütün mahlukatı var eden yüce Rabbimizin herhangi bir şeye benzemesi ve­ya herhangi bir şeyin O'na benzemesi ise sözkonusu değildir. Çünkü O'nun hiçbir benzeri yoktur, O, herşeyi işitendir, herşeyi görendir. [138]

 

Mucizelerin Türleri:

 

Bu durum açıklık kazandığına göre, mucizelerin iki türü olduğunu söy­leyebiliriz. Birinci tür, meydana geldiği nakil yoluyla yaygınlık ve şöhret ka­zanan fakat Peygamber (s.a)'ın vefatı ile çağı biten mucizeler. İkincisi mey­dana geldiğine ve doğru olduğuna dair haberlerin tevatüren bize kadar gel­diği, subüt ve vücuduna dair yaygın bir şekilde haberlerin bize ulaştığı, bun­ları işitenin kesin bir şekilde bunlara dair bilgi sahibi olduğu mucizeler. Bun­lar için aranan şart, nakleden kimselerin sayıca pek çok ve kalabalık olma­ları ayrıca naklettikleri şeyin kesin bir bilgi ifade ettiğini de bilmeleri, baş­ta sonda ve ortada nakledenlerin sayı çokluğunun değişmemesi gerekir. Öy­le ki, bunların yalan söylemek üzere birbirleyiyle anlaşmış olmalarına imkan görülmemelidir. Kur'ân-ı Kerim'in nakledilme niteliği işte budur. Peygamber (s.a)'ın varlığına dair nakil budur. Çünkü ümmet -Allah bu ümmetten razı olsun- hala Kur'ân-ı Kerim'i kuşaktan kuşağa nakledegelmektedir. Geçmişte­kiler de kendilerinden öncekilerden öylece nakledip durdular ve bu, geri­ye doğru varlığı kesin olarak bilinen, doğruluğu da mucizevî delillerle sabit olan yüce Peygamber'e ulaşıncaya kadar böylece sürüp gitmektedir. Rasû-lullah (s.a) da bunu Hz. Cebrail'den, o da aziz ve celil olan Rabbimizden al­mıştır. Kur'ân-ı Kerim'i, asıl itibariyle ona birşey eklemekten ve eksiltmek­ten korunmuş masum iki elçi nakletmiştir. Bize de onlardan sonra naklettik­lerinde ve işittiklerinde yalan söylemelerini kabul etmeye imkan bulunma­yan tevatür ehli insanlar nakletmişlerdir. Bunun imkansız olması, nakle­denlerin çokluğundan dolayıdır. İşte bundan dolayı bizler de Muhammed (s.a)'in varlığına, Kur'ân-ı Kerim'in onun tarafından açıklanıp benzerinin mey­dana getirilmesi için meydan okunduğuna, bize kadar yapılan nakillerde doğ­ru söylediklerine dair kesin bilgimiz de husule gelmiştir. Dünya ilimlerinde bunun bir benzeri olarak insanın kendisine varolduğu belirtilen ülkeler ile ilgili naklini örnek gösterebiliriz. Basra'nın, Şam'ın, Irak'ın, Horasan'ın, Mekke'nin, Medine'nin varolduğuna dair haberler bu türdendir. Pek çok du­rumu açıkça ortaya koyan ve mütevatir diye bilinen haberler de böyledir. Buna göre Kur'ân-ı Kerim bizim peygamberimizin, ondan sonra Kıyamete ka­dar baki kalacak ebedi mûcizesidir. Diğer bütün peygamberlerin mucizesi ise o peygamberin hayatının sona ermesiyle yahut o mucizelerde değişiklikle­rin yapılması ile sona ermiştir. Tevrat ve İncil gibi. [139]

 

Kur'ân-ı Kerim On Ayrı Bakımdan Mucizedir:

 

1- Arap dilinde olsun, başka dillerde olsun, alışılmış bütün anlatım üslup­larından farklı ve ayrı, harikulade eşsiz bir anlatım. Çünkü Kur'ân-ı Ke­rim'in üslubunun şiirle bir ilgisi yoktur. Zaten üslubunu bu şekliyle düzen­leyen yüce Rabbimiz de şöyle buyurmaktadır: "Biz ona (Muhammed -s.a.-)e şiiri öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. "(Yasin, 36/69)

Müslim'in Sahih'inde de rivayet edildiğine göre, Ebu Zerr'in kardeşi U -neys, Ebu Zerr'e şöyle demiş: Ben Mekke'de senin dinin üzere Allah tarafın­dan peygamber olarak gönderildiğini ileri süren bir adamla karşılaştım. Ona: Peki insanlar ne diyor, diye sorunca şöyle dedi: Onlar şairdir, kahindir, sihirbazdır diyorlar. -Uneys şair birisi idi.- Ben, kahinlerin sözlerini dinlemi-şimdir. Onun sözü kahinlerinkine benzemiyor. Söylediği sözleri şiir çeşitle­rine, vezinlerine vurdum, ancak benim tesbitime göre, hiçbir kimsenin dilin­den dökülen şiire benzemiyor. Allah'a yemin ederim, şüphesiz ki o doğru söy­lüyor ve onu itham edenler yalan söylemektedirler.[140]

Aynı şekilde Utbe b. Rabia da -ileride yeri gelince beyan edileceği üze­re- Fussilet sûresini Peygamber (s.a.)'ın ağzından dinleyince bu sözün sihir  de olmadığını, şiir de olmadığını itiraf etmiştir. Dili oldukça iyi bilen fesahat ve belagatta belli bir yeri bulunan Utbe dahi Kur'ân-ı Kerim'in benzeri bir sö­zü hiçbir şekilde işitmediğini itiraf ettiğine göre bu, fesahati gerçekten bilen ve gerçek manada fasih olan her türlü sözü bütün şekilleriyle söyleme gü­cü bulunan Utbe ve onun benzerlerinin Kur'ân'ın i'cazını itiraf ettikleri an­lamına gelir.

2- Arapların da kullandıkları bütün anlatım şekil ve üsluplarından farklı üslupta olması.

3- Hiçbir insanın hiçbir şekilde gerçekleştiremiyeceği şekilde akıcılık, fe­sahat ve belagat. Bunu yüce Allah'ın: "Kaf, o çok şerefli Kur'ân'a yemin ede­rim...." (Kaf, 50/1) buyruğu ile başlayan sûrenin tümünde, yine yüce Allah'ın: "Halbuki arz bütünüyle, Kıyamet gününde onun kabzasındadır." (ez-Zümer, 39-67) buyruğunda ve ordan itibaren sûrenin tümünde, yine yüce Allah'ın: "Kat'iyyen Allah'ı zalimlerin yaptıklarından gafil diye sanma." (İbrahim, 14/42) buyruğundan itibaren sûrenin sonuna kadarki buyruklar üzerinde iyi­ce düşünelim.

İbnu'l-Hassâr der ki: Şanı yüce Allah'ın hak ilah olduğunu bilen, böyle bir anlatım ve akıcılığın ondan başkasının hitabında sözkonusu olamayacağını da bilir. Dünya krallarının en büyüğü olanın dahi: "Bugün mutlak egemen­lik kimindir?" (el-Mumin, 40/12) demesi, hiçbir şekilde düşünülemeyeceği gibi: "O yıldırımları gönderip onunla dilediğini çarpar." (er-Ra.'d, 13/13) de­mesi dahi düşünülemez.

Yine İbnü'l-Hasssâr der ki: Söz düzeni (nazım) üslub ve akıcılıkla kapsam­lı ifadeler (cezalet) her sûrede hatta her âyette bulunan özelliklerdir. Bu üç özellik ile her bir âyet, her bir sûre insanların diğer sözlerinden ayırdedilmek-tedir. Bu üç özellik ile de insanlara karşı meydan okumuş ve aciz bırakılmış­lardır. Bununla birlikte icazın diğer yönleri ona eklenmeksizin, başlı başına her sûrede bu üç özellik bulunmaktadır. İşte, üç kısa âyetten meydana ge­len Kevser sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in en kısa süresidir. İki gaybî durumu ih­tiva etmektedir. Birincisi, Kevserden, onun büyüklüğünden, genişliğinden, çevresindeki kapların çokluğundan haber verilmektedir. Bu Hz. Peygamber'i tasdik eden kimselerin, diğer peygamberlere uyanlardan daha çok oldukla­rına delalet etmektedir. İkinci bir husus ise, Velid b. Muğire'ye dair verilen haberdir. Âyet-i Kerimenin nüzulü sırasında çokça mal ve çocuk sahibiydi. Çünkü hak söyleyen yüce Rabbimizin şu buyrukları bunu gerektirmektedir: "Benim yalnız olarak yarattığım, kendisine alabildiğine mal ve hazır bu­lunan oğullar verdiğim, oldukça uzun ömür verdiğim kimseyi, bana bırak!" (el-Müddessir, 74/11-14) Daha sonra ise yüce Allah, onun malını çocukları­nı helak etmiş ve böylelikle soyu kesilmişti.

4- Herbir kelime ve her bir harfin yerli yerince kullanıldığında bütün Araplar, ittifak etmişlerdir. Böyle bir kullanım hiçbir Arabın tek başına gerçekleş­tirebileceği bir iş değildir.

5- Daha önce hiçbir kitap okumamış, sağ eliyle yazı yazmamış, ümmi bir kimse tarafından dünyanın ilk günlerinden itibaren (Kur'ân'ın) nazil olduğu zamana kadar meydana gelen işleri haber vermesi. Böylelikle Hz. Peygam­ber, önceki peygamberlerin ümmetleri ile kıssalarını, geçmiş dönemlerde va­rolmuş kavimlerin kıssalarını haber vermiştir. Kitap ehlinin hakkında soru so­rup da Hz.Peygamber'e bu sorularla meydan okudukları hususları da haber vermiştir. Ashab-ı Kehf kıssası, Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın başından geçenler ve Zülkarneyn'in durumu böyledir. Bunları bilmeyen ümmi bir ümmetin ümmi bir ferdi olarak, onlara önceki kitaplardan doğruluğunu öğrendikleri haber­leri getirmiş ve böylelikle onlar doğru söylediğini kesinlikle anlamış oldular.

Kadı İbnü't-Tayyib der ki: Bizler kesin olarak şunu biliyoruz ki: Bu gibi şeyleri ancak öğrenmek yoluyla haber vermek mümkündür. Hz. Peygamber'in bu konuda geçmişlerin bilgilerine sahip olanlarla, bu haberleri bilenlerle bir­likte oturup kalkmadığı, onlardan bilgi öğrenmek için gidip gelmediği ve olur ki, eline geçirdiği bir kitaptan bunu öğrenmiş olabilir, dedirtmeye imkan ve­recek şekilde okuma bilen birisi olmadığı bilindiğine göre, bu gibi bilgileri ancak vahiy yolu ile elde edebileceği de kesin bir bilgi olarak ortaya çıkar.

6- Şanı yüce Allah'ın bütün va'dlerinde gözle görülen veya hissedilen şe­kilde verilen va'din yerine getirilmesi. Bu, iki kısımdır. Yüce Allah'ın verdi­ği mutlak va'dler, Rasûlüne yardımcı olması^ kendisini vatanından çıkartan­ları çıkartması gibi. İkinci vâ'd ise, belli bir şart kaydıyla yapılan va'dlerdir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Kim Allah'a tevekkül ederse O kendisine yeter." (et-Talak, 65/3); "Kim Allah'a iman ederse onun kalbine hi­dâyet verir." (et-Teğâbun, 64/11); "Kim Allah'tan korkarsa ona bir çıkış ye­ri halkeder." (et-Talak, 65/2); "Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki-yüz kişiye galip gelirler." (el-Enfal, 8/65) ve benzeri buyruklar.

7- Ancak vahiy ile bilinebilen gelecekteki gaybî durumlara dair haber ver­mek. Mesela, yüce Allah'ın Peygamberine dinini bütün dinlere üstün kılaca­ğına dair verdiği va'd bunlardan birisidir. Sözkonusu va'di Allahu Teala şu buyruğunda vermektedir: "O, Rasûlünü hidâyet ile ve hak din ile gönderen­dir. O, bütün dinlere üstün kılmak için...." (et-Tevbe, 9/33; el-Feth,  48/28; es-Saff, 6l/9). Nitekim bu va'dini gerçekleştirmiştir. Ebu Bekr (r.a), ordula­rını gazaya gönderdiğinde yüce Allah'ın dinini üstün tutacağına dair va'di­ni onlara hatırlatıyor ve bununla muzaffer olacaklarına emin olmalarını, ba­şarı elde edeceklerine tam kanaat getirmelerini istiyordu. Hz. Ömer de ay­nı şeyi yapıyordu. Ve aralıksız olarak doğuda, batıda, karada denizde fetih ve zaferler ardarda devam edip gitti.

Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sizden iman edip salih amel işleyenleri, Allah yeryüzünde mutlaka halife yapmayı va'detti. Tıpkı onlardan öncekileri halife yaptığı gibi." (en-Nur, 24/55); "Andolsun Allah, Rasûlüne gösterdiği rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. İnşaal-lah Mescid-i Haram'a korkusuzca, güvenlik içerisinde.... gireceksinizdir." (el-Feth, 48/27); "Hani o vakit, Allah size o iki taifeden birinin sizin olaca­ğını va'detmişti."(el-Enfal, 8/7); "Elif, Lam, Mim. Rumlar mağlub oldular. En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra .... galip geleceklerdir." (er-Rum, 30/1-3).

Bütün bunlar ancak alemlerin Rabbinin yahut O'nun bildirdiği kimsele­rin bilebileceği gayba dair haberlerdir. İşte bu da yüce Allah'ın Rasûlünü bun­lardan haberdar etmesinin, onun doğruluğuna delalet eden delilidir.

8- Bütün insanların dosdoğru kalmalarını sağlayan helal, haram ve diğer hükümlere dair, Kur'ân-ı Kerim'in ihtiva ettiği bilgiler.

9- Çokluğu ve üstün şerefleri itibariyle bir insandan sadır olmaları adeten görülmemiş engin ve sonsuz hikmetler.

10- Kur'ân-ı Kerim'in bütün muhtevası arasında, zahiriyle, batınıyla hiç­bir aykırılık omaksızın tam bir uyum ve münasebet içerisinde bulunması. Ni­tekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer o, Allah'tan başkası tarafın­dan (gönderilmiş) olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok aykırı­lıklar bulurlardı." (en-Nisa, 4/82)

Derim ki: Bunlar bizim ilim adamlarımızın (Allah'ın rahmeti üzerlerine ol­sun) sözkonusu ettikleri Kur'ân-ı Kerim'in on mucizevî yönüdür. Kur'ân-ı Ke­rim'in en-Nazzam ve bazı Kaderiye'ye mensup kimselerin sözkonusu ettiği on-birinci mucizevi yönü daha vardır. Kur'ân'ın icaz yönü, ona karşı çıkmanın en­gellenmesi ve benzerinin meydana getirilmesi için meydan okunması halin­de, bundan onların alıkonulmasıdır.İşte bu engelleme ve alıkoyma Kur'ân-ı Kerim'in bizzat kendisinden maada bir mucizedir. Çünkü yüce Allah, onun benzeri olan bir sûreyi meydana getirmeleri için onlara meydan okumakla, ona benzer bir söz ortaya koymak gayesiyle çaba ve gayretlerini ortaya koy­malarını engellemiştir. Ancak böyle bir iddia tutarsızdır. Çünkü, muhalif bir kimsenin ortaya çıkmasından önce bile, bu Kur'ân-ı Kerim'in muciz olduğu üzerinde ümmetin icmaı vardır. Şayet asıl mucize engelleme ve alıkoymak­tır, diyecek olursak, Kur'ân-ı Kerim'in kendisi mucize olmaktan çıkar. Bu ise, icmaa aykırıdır. Durum böyle olduğuna göre, bizzat Kur'ân'ın kendisinin mu­ciz olduğu öğrenilmiş olur. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in fesahat ve belagatı ha­rikulade özelliktedir. Zira bu şekilde bir söze hiçbir şekilde rastlanılmış de­ğildir. Bu söz söyleme şeklinin alışılmış ve bilinen bir şekil olmaması, onla­rın engellenip alıkonulmalarının muciz olmadığını ortaya koymaktadır. Bu ko­nuda Allah tarafından bir engelleme ve alıkoymanın bulunduğu görüşünü ka­bul edenler, de mes'ele ile ilgili iki görüş ortaya atmışlardır: Bunlardan birisine göre, onlar böyle bir şeye güç yetirebilmekten alıkonulmuşlardır. Eğer böyle bir işe kalkışacak olsalardı ondan aciz olurlardı. İkinci görüşe göre, bu­na güç yetirebilmekle birlikte, böyle bir işe kalkışmaktan alıkonulmuşlardır. Eğer kalkışmış olsalardı buna güç yetirebilmeleri mümkün idi.

İbn Atiyye der ki: "Kur'ân-ı Kerim'de meydan okuma şekli, onun söz dü­zeni, manalarının doğruluğu, lafızlarının fesahatinin kesiksiz ve ardı arkası­na gelmesi iledir. Mucize oluş yönü ise, şanı yüce Allah'ın bilgisinin herşeyi kuşatması, sözü bütünüyle kuşatmış olmasıdır. Yüce Allah, bu kuşatıcı bilgi­si ile hangi sözün hangisinden sonra geleceğini bilmiştir. Hangi mananın han­gisinin ardından uygun düşeceğini açıkça bilmiştir. Ve bu, Kur'ân-ı Kerim'in başından sonuna kadar böyledir. İnsanlar iâe bilgisizdirler, unutkandırlar ve yanılırlar. Kesin olarak bilinen husus şu ki, hiçbir insanın bilgisi herşeyi ku­şatıcı değildir. İşte Kur'ân-ı Kerim'in söz dizisi, böylelikle fesahatin en ileri de­recesinde ortaya çıkmıştır. Mes'eleye bu açıdan baktığımız takdirde; araplar fesahatin en ileri derecesinde bulunan bu Kur'ân-ı Kerim'in bir benzerini ge­tirebilirlerdi. Fakat Muhammed (s.a) Peygamber olarak gönderilince bu işten alıkonuldular ve benzerini ortaya koymaktan aciz düştüler, sözünün tutarsız­lığı ortaya çıkmaktadır. Doğrusu şudur: Kur'ân-ı Kerim'in benzerini meyda­na getirmek hiçbir zaman hiçbir yaratığın gücünün yapabileceği birşey olma­mıştır. İnsanların bu konuda yetersiz olduğunu açıkça şundan görebiliriz. Fa­sih olan bir kimse, bütün gücü ile bir konuşma metni veya bir kaside ortaya koyar. Daha sonra sene boyunca bunu güzelleştirmeye çalışır durur. Arkasın­dan kendisinden sonra gelen birisine bu kaside veya konuşma metni verilir. O da bunu bütün güç ve kabiliyetiyle ele alır. Onda birtakım değişiklikler ve düzeltmeler yapar. Yine de bunda tartışılacak ve değiştirilecek, üzerinde du­rulması gerekecek yerler kalmaya devam eder. Yüce Allah'ın Kitabı'ndan ise bir tek kelime alınacak olursa, sonra da bütün arap dili başından sonuna ka­dar araştırılıp ondan daha güzeli bulunmak istenirse kesinlikle bulunamaz."

Kur'ân'ın fesahatinin bir diğer yönü: Şanı yüce Allah bir tek âyet-i keri­mede iki emir.iki nehiy, iki haber ve iki müjdeyi sözkonusu etmektedir. Bu da yüce Allah'ın: "Biz Musa'nın anasına: Onu emzir... diye vahyettik."(el-Kasas, 28/7) buyruğudur. Maide sûresinin ilk âyetinde de durum böyledir: Orada ahde bağlı kalma emredilmekte, bozulması yasaklanmakta, helalin ge­nel çerçevesi çizildikten sonra, ardı arkasına birtakım istisnalar yapmakta ve sonra da yüce Allah sonsuz hikmet ve kudretini haber vermektedir. Bu an­cak yüce Allah'ın güç yetirebileceği bir şeydir. Yüce Allah, ölümden ve in­sanın yapamadıklarına hasret çekmesinden, âhiret yurdundan, âhiretteki sevap ve cezadan, hayırlı kimselerin umduklarına nail olacaklarından, günah­karların aşağılıklara duçar olacaklarından haber vermiş, dünya hayatına al­danmaktan sakındırmış, dünyayı, dar-ı bekaya nisbetle azlıkla nitelendirmiş bulunmaktadır. İşte, bunları yüce Allah'ın şu buyruğunda görmekteyiz: "Her can ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü ecirleriniz eksiksiz olarak verilecektir...." (Al-i İmran, 3/185)

Yine Kur'ân-ı Kerim'de, öncekilerin ve sonrakilerin kıssaları, şımarmış re­fah ehlinin (mütrefin) akıbeti, helak olanların sonunu bir âyet-i kerimenin ya­rısında şu buyruğunda bizlere haber verilmektedir: "Onlardan kimilerinin üzerine rüzgar gönderdik. Kimilerini sayha aldı, kimisini yere geçirdik, ki­milerini de suda boğduk." (el-Ankebut, 29/40)

Yüce Rabbimiz, Hz. Nuh'un gemisinin durumunu, suda yürütülmesini, ka­firlerin helak edilmesini, sonra tesbit edilen yerde durup orada kalmasını, ye­re ve göğe müsahhar kılınma emirlerinin verilmesini şu buyruklarıyla bize haber vermektedir: "Dedi ki: Binin içerisine, onun akması da durması Al­lah'ın adıyladır... O zalimler güruhuna da: 'Uzak olsunlar' denildi." (Hud, 11/41-44) ve buna benzer mucizevi pek çok buyruk.

Kureyşliler, onun benzerini meydana getirmekten acze düşüp: Bunu pey­gamber uydurmaktadır, demeye koyulunca yüce Allah şöyle buyurdu: "Yok­sa onlar: 'Onu kendisi uydurup düzüyor1 mu derler? Aksine onlar iman et­mezler. Eğer onlar doğru söyleyen kimseler ise, Kur'ân gibi bir söz getirsin­ler." (et-Tur, 52/33-34) Daha sonra yüce Allah, acizliklerini daha ileri dere­cede ortaya koyan şu buyruğu indirdi: "Yoksa: Onu kendisi uydurdu mu di­yorlar? De ki: O halde haydi siz de onun gibi uydurma on sûre getirin." (Hud, 11/13) Bundan da aciz oldukları ortaya çıkınca şu kısa sûrelerden bir tek sûre­nin olsun benzerini meydana getirmelerini isteyerek, onlardan istenen bu mik­tarı daha da aşağıya indirdi. İşte yüce Allah, bu hususta şöyle buyurmakta­dır: "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi siz de onun gibi bir sûre getirin." (el-Bakara, 2/23) Ancak bu meydan okumaya kar­şılık veremediler. Cevap vermenin hiçbir yolunu da bulamadılar. Cevap ve­recek yerde, ona karşı savaştılar, inatlaştılar. Kadın ve çocuklarının esir alınmasını tercih ettiler. Şayet ona karşı çıkmaya güç yetirebilmiş olsalardı, elbette ki bu çok daha kolay olur, delillerini daha beliğ bir şekilde ortaya ko­yar ve daha çok etkili olurdu. Üstelik onlar, oldukça belağatle konuşan, di­li iyi bilen ve inceliklerini kavrayan kimselerdi. Fesahat ve güzel söz söyle­mek onlardan öğrenilirdi.

Kur'ân-ı Kerim'in belagatı, güzelliğin en üst seviyesindedir. îcaz (özlü ifa-deleler) ve beyanın en yüce derecelerine sahiptir. Hatta bu konuda, güzel­lik ve iyi olmanın da üstüne çıkarak zirve olmak ve ötelere gitmek alanına dahi geçer. İşte Rasûlullah (s.a)... Ona kapsamlı söz söyleme (cevamiu'1-ke-lim) imkanı verilmiş olmakla, şaşırtıcı hikmetleri dile getirmek meziyetine sahip kılınmakla birlikte, -meselâ- onun cennetin niteliklerine dair sözleri üze­rinde düşündüğümüz takdirde, son derece güzel olmakla birlikte Kur'ân-ı Kerim'in seviyesinden daha aşağılarda olduğu görülür. Hz. Peygamber, cenne­ti şu hadisinde şöylece nitelemektedir: "Orada hiçbir gözün görmediği, hiç­bir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına getirmediği şeyler vardır.[141] Hz. Peygamber'in bu sözü, nerede yüce Allah'ın şu buyruları nerede: "Ora­da canların çektiği, gözlerin (görmekle) zevk aldığı şeyler de vardır." (ez-Zuhruf, 43/71); "Hiçbir nefis, kendileri için gözleri aydınlatan, neler gizlen­diğini bilmez." (es-Secde, 32/17) Bu buyruklar vezin itibariyle daha mute­dil,terkipleri daha güzel, lafızları daha tatlı, harfleri daha azdır. Üstelik i'caz, ancak bir sûre veya uzun bir âyet miktarında muteber kabul edilmektedir. Çünkü söz uzadıkça, o sözü kullananın kullanım alanı genişler. Diğer taraf­tan özlü anlatımı seçenin de söz söyleme alanı daralır. İşte bu şekilde arap-lara karşı susturucu delil ortaya konulmuş oldu. Çünkü onlar, fesahat erba­bı kimselerdi. Eğer Kur'ân'a benzer bir örnekle karşı çıkmak mümkün olsay­dı, bunu onların yapması beklenirdi. Tıpkı İsa (a.s)'ın gösterdiği mucizede, tabiplere karşı delilin, Hz. Musa'nın mucizesinde de sihirbazlara karşı deli­lin ortaya konulması gibi. Şanı yüce Allah, gönderdiği peygamberlere, o pey­gamberin döneminde insanların en ileri bulundukları ve en çok ün saldık­ları alan ile ilgili olacak şekilde mucizeler vermiştir. Hz. Musa döneminde si­hirbazlık en ileri noktaya ulaşmıştı. Tıp da Hz. İsa zamanında böyleydi. Mu-hammed (s.a)'ın döneminde de fesahat bu şekildeydi. [142]

 

Kur'ân-ı Kerim'in Sûrelerinin Faziletine Dair Uydurulmuş Hadisler:

 

Kur'ân-ı Kerim sûreleri, sair amellerin faziletlerine dair uydurmacıların uy­durduğu, iftiracıların ortaya koyduğu yalan hadislerle, batıl haberlere iltifat edilmez. Bu gibi hataları pek çok kimse işlemiştir. Bu hataları işleyenlerin bun­da gözettikleri maksatlar, farklı farklıdır. Zındıklardan Kufeli Muğire b. Sa-id, zındıklığı dolayısıyla asılmış bulunan Şamlı Muhammed b. Said ve ben­zeri bazı zındıklar, hadis uydurmuş ve bu hadisleri başkalarına da nakletmiş-lerdir. Maksatları ise, insanların kalplerine şüphe yerleştirmektir. Mesela Mu­hammed b. Said'in Enes b. Mâlik'ten rivayetine göre güya Peygamber (s.a) şöyle buyurmuş: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum, benden sonra pey­gamber olmayacaktır. Allah'ın dilemesi müstesna." Burada böyle bir istisna­yı eklemesinin sebebi propagandasını yaptığı inkar ve zındıklıktır.

Derim ki: Bunu İbn Abdi'1-Berr "et-Temhid" adlı eserinde zikretmiş ve hak­kında birşey söylememiştir. Bunun yerine buradaki istisnayı rüyaya hamle­derek yorumlamıştır.[143] Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kimileri, hadisi insanları davet ettikleri bir heva ve arzularını kabul ettir­mek kasdıyla uydurmuştur. Haricilerin ilim adamlarından birisi, tevbe ettik­ten sonra şunları söylemiş: Bu hadisler bir dindir. O bakımdan dininizi kim­den alıp öğrendiğinize iyi dikkat ediniz. Bizler önceleri (ben tevbe etmeden önce) birşeyi arzu ettik mi, onu hadis diye ileri sürüverirdik.

Bazıları -iddia ettikleri gibi- hadisi hayır umarak, ecir bekleyerek uydur­muşlardır. Bu hadisleriyle onlar, insanları faziletli amellere çağırıyorlardı. Ni­tekim Ebu İsmet Nuh b. Ebî Meryem el-Mervezi ile Muhammed b. Ukaşe el-Kirmani, Ahmed b. Abdullah el-Cüveybarî ve başkalarından bu maksatla ha­dis uydurduklarını belirttikleri rivayet edilmiştir. Ebu İsmet'i: Sen İkrime'den, o İbn Abbas'tan Kur'ân-ı Kerim'in sûre sûre faziletlerine dair rivayetleri ner-den aldın? diye sorulunca, şu cevabı vermiş: İnsanların Kur'ân-ı Kerim'den yüzçevirerek Ebu Hanife'nin fıkhı ile Muhammed İbn İshak'ın Megazisiyle uğ­raştıklarını görünce, hasbeten lillah (Allah'tan ecir almak umuduyla) bu ha­disleri uydurdum.

Ebu Amr Osman b. es-Salah "Ulumu'l-Hadis" adlı eserinde şunları söy­lemektedir: Ubeyy b. Ka'b'dan, o Peygamber (s.a)' dan yoluyla, sûre sûre Kur'ân'ın faziletine dair rivayet edilen uzunca hadisin durumu da böyledir. Birisi, bu hadisin nerden çıktığını araştırdı ve nihayette bu hadisi bir toplu­luk ile birlikte uydurduklarını itiraf eden kişiyi tesbit etti. Zaten bu hadisin uydurma olduğunun etkileri açıkça hadisin kendisinden anlaşılmaktadır. Müfessir el-Vahidî ve bunu zikreden müfessirler bu hadisi tefsirlerine almak­la hata etmişlerdir.

Hadis uyduranların bir kısmı da dilenci ve başkalarının eline bakan kim­selerdir. Bunlar çarşı pazarlarda durur, ezberledikleri sahih birtakım senet­lerle, Peygamber (s.a)'a hadis uydururlar. Bu senetlerle uydurdukları hadis­leri zikrederler. Ca'fer b. Muhammed et-Tayalisî anlatıyor: Bir seferinde Ah­med b. Hanbel ile Yahya b. Main, Rusafe mescidinde namaz kıldılar. Önle­rinde kıssacı birisi dikildi ve dedi ki: Bize Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Ma­in anlatarak dediler ki: Bize Abdurrezzak haber verdi, bize Ma'mer, Katâde'den o Enes'ten rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: Kim la ilahe il­lallah diyecek olursa, onun her bir kelimesinden gagası altından, tüyleri mer­candan bir kuş yaratılır... Böylece yaklaşık yirmi sahife tutacak kadar bir kıs­sa anlatır. Ahmed, Yahya'ya, Yahya da Ahmed'e bakar durur. Bu adama bu­nu sen mi rivayet ettin? diye birbirlerine sorarlar. Öteki: Allah'a yemin ede­rim, ben bunu şu ana kadar hiç duymamıştım. Her ikisi de kıssacı kıssasını bitirinceye kadar sustular. Daha sonra Yahya, bu kıssacıya: Bu hadisi sana kim rivayet etti, deyince adam: Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main dedi. Yahya: İbn Main benim, Ahmed b. Hanbel de budur. Bizler Rasûlullah (s.a)'ın ha­disleri arasında böyle birşey işitmedik. Eğer mutlaka yalan söylemek istiyor isen, bizden başkasına isnad ederek yalan uydur. Kıssacı ona: Gerçekten sen Yahya b. Main misin? diye sorunca: Evet, der. Kıssacı şu cevabı verir. Yah­ya b. Main'in ahmak olduğunu işitir dururdum. Ne derece ahmak olduğunu da şu anda öğrendim. Benim ahmak olduğumu nasıl anladın? diye sorar. Adam şöyle cevap verir: Sanki dünyada senden başka Yahya b. Main ile bun­dan başka Ahmed b. Hanbel yok mu? Ben bu adamdan başka adı Ahmed b. Hanbel olan onyedi kişiden hadis yazmış bulunuyorum. Bunun üzerine Ah­med b. Hanbel elbisesinin kolu ile yüzünü örttü: Ve bırak adam kalkıp git­sin, dedi. Onlara alaylı bakışlarla kalkıp gitti.

İşte bu kesimler ve onların durumlarında olanlar, Rasûlullah (s.a)'a iftira yoluyla hadis uyduran kimselerdir.

Anlatıldığına göre Harun er-Reşid, güvercinlerle vakit geçirmekten hoş-lanırmış. Bir gün yanında Kadi Ebu'l-Bahteri'nin de bulunduğu sırada ken­disine güvercin hediye edilir. Ebu'l-Bahteri der ki: Ebu Hureyre, Peygamber (s.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yarış ya deve yahut at veya ka­nat (lı hayvan) ile yapılır."[144] Ebu'l-Bahteri bu rivayetinde "veya kanat" iba­resini fazladan koyar. O bunu sırf Harun er-Reşid için uydurdu. Harun er-Re­şid de ona oldukça büyük bir mükafat verdi. Yanından çıkınca er-Reşid de­di ki: Allah'a yemin ederim, onun yalan söylediğini biliyorum. Sonra da gü­vercinlerin kesilmesini emretti. Ona: Güvercinin günahı ne, diye sorulunca şu cevabı verdi. Bu güvercinler yüzünden Rasûlullah (s.a)'a yalan yere ha­dis isnad edildi. İlim adamları da bundan dolayı ve başka sebepler dolayı­sıyla uydurduğu hadisleri terkettikleri hiçbir şekilde ilim adamları ondan ge­len hadisleri hadis diye yazmazlar.

Derim ki: Eğer insanlar sahih kitaplarda, müsnedlerde ve ilim adamları ara­sında kabul görüp fukaha imamların rivayet ettiği tasnif edilmiş kitaplarda sa­hih olan hadislerle yetinmiş olsalardı, gerçekten de başkalarına ihtiyaçları ol­maz ve Rasûlullah (s.a)'ın şu buyruğunda yer alan tehdit edici ifadelerin kap­samına girmezlerdi: "Bildiğiniz dışında benden hadis nakletmekten sakınınız. Kim kasten bana yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın."[145]

Hz. Peygamber'in yalana karşı ümmetini cehennem ile korkutması, onun kendisine iftira ve yalan yoluyla hadis isnad edileceğini bildiğinin delilidir. Bu din düşmanlarının uydurduğu, müslümanlar arasında yeralan zındıkların amellere teşvik, korkutmak ve buna benzer hususlara dair uydurdukları hadislerden sakındıkça sakınmak gerek. Bu hadis uydurmacıları arasında en büyük zararı olanlar ise, zahidliğe müntesib olan birtakım kimselerdir. Bun­lar, kendilerinin iddia ettiklerine göre, ecir umarak hadis uydurmuşlardır. İnsanlar ise, onlara duydukları güven sebebiyle onlara meylederek uydurduk­ları hadisleri kabul ettiler. Böylelikle bu uydurmacılar, kendileri saptıkları gi­bi başkalarını da saptırdılar. [146]

 

Kur'ân'da Fazlalık veya Eksiklik Vardır, Diyenlere Reddiye:

 

Kur'ân'ı tenkid ve Hz. Osman'ın Mushaf'ına ekleme veya eksiltme yapmak suretiyle muhalefet eden kimselerin iddialarını red eden deliller:

Kur'ân'ın, şanı yüce Allah'ın Muhammed (s.a) tarafından -az önce geçti­ği şekilde- kendisine mucize olmak üzere getirilen, kalplerde ezberlenip dil­lerde okunan, mushaflarda yazılı bulunan sûre ve âyetleri kesin olarak bili­nen, harf ve kelimelerinde fazlalık ve eksiklikten uzak olan, ayrıca tanımı­nı yapmaya gerek bulunmayan, sayıma ihtiyacı bulunmayan kitap olduğu hu­susunda ümmet arasında da Ehl-i Sünnet imamları arasında da hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Her kim Kur'ân'da bir fazlalık ya da eksiklik olduğunu iddia edecek olursa, bu konuda icmaı reddetmiş, insanlara iftirada bulunmuş, Rasûlullah (s.a)'ın üzerine indirildiğini belirttiği Kur'ân-ı Kerim'i de yüce Al­lah'ın şu buyruklarını da reddetmiş olur: "De ki: Andolsun, bu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, biribirlerine yardımcı da olsalar yine bir benzerini meydana getiremezler." (el-İsra, 17/88) Fazlalık ve eksiklik iddiasında bulunan kimse aynı zamanda yüce Allah'ın Rasûlünün mucizesini de reddetmiş olur. Çünkü Kur'ân-ı Ke­rim, batıl şaibesiyle karşı karşıya bırakılacak olursa, benzeri meydan getiri­lebilir bir noktaya düşer. Benzeri meydana getirilebildiği takdirde delil de ol­maz, belge de olmaz, mucize olmaktan da çıkar.

"Kur'ân-ı Kerim'de fazlalık ve eksiklik vardır" diyen kimse, Allah'ın Kita-bı'nı ve Rasûlünün getirdiğini reddetmiş olur ve farz olan namazlar elli va­kittir, dokuz kadın ile evlenmek helaldir, Allah, ramazan ayı ile birlikte baş­ka birtakım günlerde de oruç tutmayı farz kılmıştır, gibi dinde sabit olmayan birtakım iddialarda bulunan kimseye benzer. Bu tür iddialar icma ile red olun­duğuna göre, Kur'ân-ı Kerim'in üzerindeki icma ise bunlardan da daha sağ­lam, daha kesin, daha bağlayıcı ve daha susturucudur.

İmam Ebu Bekr Muhammed b. el-Kasım b. Beşşar b. Muhammed b. el-En-bârî der ki: Fazilet ve akıl ehli olan kimseler, Kur'ân-ı Kerim'in şerefi, yüce makamını itiraf eder ve bu konuda hakkın, insaf ve diyanetin gereğini ka­bul ederler. Kur'ân'a dair batılcıların iddialarını, inkarcıların gerçekleri sulan­dırmalarını, sapıkların tahriflerini günümüze kadar red edegelmiş bulunuyor­lar. Bu hâl, yüce Allah'ın desteklediği, esasını sağlamlaştırdığı, dallarını ge­liştirip durduğu, sapık ve zalimlerin kusurlarına karşı koruyup düşmanların ve kafirlerin hile ve tuzaklarına karşı muhafaza ettiği şeriatini çürütmeye ça­lışarak, ümmete hücum eden ve böylelikle dinden sapan bir sapığın günümüzde ortaya çıkmasına kadar böylece devam edip geldi.

Bu sapık kişi, Rasûlullah (s.a)'ın ashabının da uygun gördüğü şekilde Hz. Osman'ın bir araya getirdiği mushafın Kur'ân-ı Kerim'in tümünü kapsama­dığını iddia etmektedir. Onun iddiasına göre, Kur'ân-ı Kerim'den beşyüz harf (kelime) kaybolmuştur. Kaybolduğunu ileri sürdüklerinin bir kısmını daha ön­ce gösterdim. Geri kalanlarını da birazdan göstereceğim. Bunlardan birisi: Asra ve zamanın musibetlerine andolsun" şeklin­dedir. Müslümanların büyük bir topluluğu -ona göre- Kur'ân-ı Kerim'den "zamanın musibetleri"ne ifadesini kaybetmiş bulunmaktadırlar. Bunlardan bir tanesi de şu âyet-i kerime ile ilgili fazlalık iddiasıdır: "Nihayet yer süsünü ta­kınıp süslendiği, sahipleri de ona herhalde güç yetirebileceklerini sandık­ları sırada geceleyin veya gündüzün ona emrimiz geliverir. Sanki dün de ye­rinde yokmuş gibi onu biçilmiş bir hale getiriveririz." (Yunus, 10/24) Bu if­tiracı kişi, bütün müslümanların Kur'ân-ı Kerim'den şu ifadeleri kaybetmiş ol­duklarını ileri sürmektedir: Allah ora­yı, ancak ora halkının günahları sebebiyle helak eder." Ve bu kişi, kaybol­duğunu ileri sürdüğü daha birçok kelimelerden de sözeder.

Bu kişi Hz. Osman'ın ve ashab-ı kiramın, Kur'ân-ı Kerim'den olmayan şey­leri de fazladan eklediklerini iddia eder. Kıldığı farz bir namazında çevresin­de bulunan insanların da işiteceği şekilde De ki o" ibaresini oku­mayarak, doğrudan; Allah birdir ve sameddir" şeklin­de okudu ve "Bir ve tektir" kelimesini değiştirdi, doğrusunun bu ol­duğunu ileri sürdü. İnsanların okudukları şeklin batıl ve imkansız olduğunu iddia etti. Farz namazında Kafirun sûresinin baş tarafını: İnkâr edenlere de ki: Sizin taptıklarınıza ben tapmam" şek­linde okuyarak müslümanlann okuyuşunu tenkid etti. Elimizde bulunan Mushafın birtakım harflerinin değiştirilmiş olduğunu, bozulmuş olduğunu id­dia etmektedir. Bunlardan birisi, onun iddiasına göre şu âyet-i kerimedir: "Eğer sen onları azablandırırsan, şüphe yok ki onlar senin kullarındır, ve eğer mağfiret edersen şüphe yok ki sen aziz ve hakim olansın." (el-Maide, 5/118) Bu kişi burada zikredilen hikmet ve izzetin mağfirete uygun düşme­diğini doğrusunun ise: Ve eğer mağfi­ret edersen şüphe yok ki sen gafur ve rahim olansın" şeklinde olduğunu ile­ri sürer. Bu ve benzeri sapıkça iddiaları, nihayette müslümanların harfleri de­ğiştirerek kelimelerin şeklini de değiştirdiklerini (tashif yaptıklarını) iddia et­mek noktasına varmıştır. Mesela, yüce Allah'ın: Allah katında makbul idi." (el-Ahzab, 33/69) ifadesinin kendisince doğru ve de­ğiştirilmemiş şeklinin  O Allah'ın makbul bir kulu idi" şeklinde olduğunu ileri sürmektedir.

Hatta onu dinleyen ve tanıklık eden bir topluluğun bize haber verdiğine göre, farz namazda şöyle okumuştur:: Onu okurken dilini kıpırdatma, Çünkü onu toplamak ve onu okumak Bize düşer. Biz onu okuduğumuzda sen de onun okumasına uy. Sonra ona dair haberi vermek bize aittir."[147]

Başkalarının, onu işiten başka kimselerden bize anlattığına göre (Al-i İm-ran, 3/123- âyetini) şu şekilde okuduğunu işitmişlerdir: Andolsun ki Allah, siz zelil iken size Ali'nin kılıcı ile yardım etmiştir,  zafer vermiştir."[148]

Yine bu kimselerin bize ondan naklettiklerine göre o: "Bu benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur" şeklinde okumuştur. Bize bildirdiklerine göre o, Kur'ân-ı Kerim'deki bir âyet-i kerimeye Rasûlullah (s.a)'ın fesahatıyla bağdaşmayan ve yüce Allah'ın haklarında: "Biz, gönder­diğimiz her peygamberi ancak kendi kavminin diliyle gönderdik." (İbrahim, 14/4) diye buyurduğu kavminin dilinde kullanılmayan ilaveler yaptığını bil­dirmişlerdir. O: İnsanlara demedin mi?" ifadesini yüce Al­lah'ın: İnsanlara......diye sen mi söyledin." (el-Maide, 5/116) yerine getirmiştir. Halbuki i'rab ile (arap dili cümle yapısı ile ilgili gra­mer kaideleriyle) uğraşanların bildiği bir ifade şekli değildir bu. Aynı zaman­da nahivcilerin konu ile ilgili ekollerinden herhangi birisine göre de yorum­lanamaz. Çünkü araplar hiçbir şekilde demezler. ta­birini ise, kullanmaları hem istisnaidir, hem çirkin ve bayağı bir ifadedir. Çün­kü bu olumsuzluk edatı mazi (di-li geçmiş) fiili olumsuz yapmaz. Böyle bir-şey ancak arapların: Allah onlar gibisini yaratmadı mı?" şeklindeki ifadelerinde bulunabilir ki, bu da istisnai bir söyleyiş tarzı­dır. Allah'ın Kitabı ise böyle bir söyleyiş tarzına göre açıklanamaz.

Bu kişi, Hz. Osman'ın Kur'ân-ı Kerim'i toplama işini Zeyd b. Sabit'e ver­mekle isabet etmediğini de iddia etmiştir. Çünkü Abdullah b. Mes'ud ve Ubeyy b. Ka'b, bu konuda ona göre Zeyd'den daha önce gelmeliydiler. Çünkü Pey­gamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin en iyi Kur'ân okuyanı Ubeyy b. Ka'bdır." Yine Hz. Peygamber Abdullah b. Mes'ud hakkında da şöyle bu­yurmaktadır: "Kur'ân-ı Kerim'i indirildiği şekliyle taptaze okumaktan hoşla­nan bir kimse Umm Abd'ın oğlunun (Abdullah b. Mes'ud'un) okuyuşu ile oku­sun."[149]

Bu kişi der ki: Ebu Amr b. el-Ala, Hz. Osman'ın mushafına muhalefet et­tiği gibi, ben de muhalefet edebilirim. Ebu Amr b. el-Ala şeklinde okumuştur. Hal­buki bunlar mushafta (sırasıyla, şu şekildedir: -elifli olarak- "mu­hakkak bu ikisi....."(Ta-lıa, 20/63); "Sadaka vereyim ve.....

olayım" -vav'sız olarak- (el-Münafikun, 63/10); Kullarımı müj­dele" (ez-Zümer, 39-17); Allah'ın bana verdiği" (en-Neml, 27-36) -son her iki yerde de "ya' harfi olmaksızın- okumuşlardır. Diğer taraf­tan İbn Kesir, Hamza ve Kisai de Osman'ın mushafına muhalefet ederek: "îş-te böyle Müminleri kurtarmak, üzerimize bir haktır." (Yunus, 10/103) anla­mındaki buyruğu ( j£*yJ\ *£ ÇU U»- IîiijS ) şeklinde iki nun ile okumuş­lardır. Onlardan kimisi ikinci nun'u fethah olarak, kimisi de cezmli olarak okurlar. Halbuki mushaftaki yazılışı ile bu kelime (yani  kelimesi) şek­linde tek bir nun ile yazılıdır. Diğer taraftan Hamza da mushaftan farklı ola­rak: Bana mal ile mi yardıma geliyorsunuz?" (en-Neml, 27/37) buyruğunu tek bir nun ile okuyup (ilave ettiği) ya harfi üzerinde vak­fe yapmıştır. Halbuki mushafta iki nun iledir ve ikisinden sonra da bir ya gel­memektedir. Hamza mushafa muhalefet ederek): Haberiniz olsun ki Semud rablerini inkar ettiler." (Hud, 11/68.) buyruğun-daki kelimesindeki elifi tenvinsiz olarak okumuştur. Halbuki elifin tesbit edilmesi tenvinli okunmasını gerektirir.

Ancak bu kişinin, kıraat imamlarının muhalefet ettiklerini ileri sürdüğü bü­tün bu iddiaları, bunların mushafa muhalefet ettiklerini ortaya koymaz.

Derim ki: Daha önce mushaflar hakkında ihtilaf edilen harf sayılarına işa­ret etmiş bulunuyoruz. Bu kitabın ilgili yerlerinde de -inşaallah- gerekli açıklamalar yapılacaktır.

Ebu Bekr der ki: Bu kişi, yüce Allah'ın (Yunus, 10/24. âyetindeki) buyru­ğunu şu şekilde okuyanın Ubeyy b. Ka'b olduğunu ileri sürmektedir: Sanki dün de yerinde yokmuş gibi. Allah onu ancak halkının günahları sebebiyle helak eder." An­cak bu iddiası batıldır. Çünkü Abdullah b. Kesir, Kur'ân'ı Mücâhid'den, Mü-câhid İbn Abbas'tan, İbn Abbas da Ubey b. Ka'b'dan kıraat yoluyla öğren­miştir. Ve onlar bu âyet-i kerimeyi şu şekilde okumuşlardır: Sanki dün de yerinde yokmuş gibi onu biçilmiş bir hale getirmişizdir. İşte Biz düşünen bir topluluk için âyetleri böy­lece açıklarız." (Yunus, 10/24) Bir rivayette de Ubey b. Ka'b, Kur'ân-ı Kerim'i Rasûlullah (s.a)'ın huzurunda okumuştur ve okumayı ondan almıştır. Bu isnad Rasûlullah (s.a)'a kadar uzanan muttasıl bir sened olup, bunu adalet ve zabt sahibi kişiler nakletmiştir. Rasûlullah (s.a)'dan herhangi bir husus bize sahih bir senedle gelecek olur ise, ona muhalefet eden bir hadis alınıp ka­bul edilmez.

Yahya b. el-Mubarek el-Yezidi der ki: Ben Ebu Amr b. el-Ala'dan Kur'ân-ı Kerim'i öğrendim. Ebu Amr Mücâhid'den, Mücâhid İbn Abbas'tan, İbn Abbas, Ubey b. Ka'b'dan, Ubey b. Ka'b da Peygamber (s.a)' dan Kur'ân-ı Kerim'i öğ­rendi. Bu şekildeki birbirimizden okumayı öğrenmemiz de sözü geçen âyet-i kerimede: "Allah orayı ancak ora halkının günahları sebebiyle helak eder" iba­resi yoktur. Bu fazlalığı yüce Allah'ın peygamberine indirdiğini inkar eden bir kimse kafir de olmaz, günahkar da olmaz.

Bana Ubeyy anlattı, bize Nasr b. Davud es-Sağanî bildirdi, bize Ebu Ubeyd bildirip dedi ki: Üzerinde icmaın gerçekleştiği mushafa muhalif ola­rak rivayet edilen herkes tarafından değil de özel birtakım kimselerin sened-lerini bilip Ubey'den naklettikleri ve: "Allah orayı ancak ora halkının günah­ları dolayısıyla helak etti" fazlalığı, İbn Abbas'tan da (el-Bakara, 2/198. âye­tinin bir bölümünü): "Hac mevsiminde (ticaretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yok­tur" şeklinde okuması ve Hz. Ömer'in (Fatiha, 1/7. âyetini şeklinde okuması ve buna benzer özel olarak rivayet se­netleri bilinen birçok kıraat şeklini ilim adamları, bu şekilde okuyarak namaz kılmak helal olur kasdıyla veya bunlarla Hz. Osman tarafından teksiri yapı­lan mushafa karşı çıkmak kasdıyla nakil etmezler. Çünkü herhangi bir kim­se, bu kıraatlerin Kur'ân'dan olmadığını söyleyecek olursa, kafir olmaz. As-hab-ı kiramın kendisine muvafakati ile Hz. Osman'ın topladığı Kur'ân-ı Ke-rim'in bir kısmı inkâr edilecek olursa, bu inkar edenin hükmü mürtedin hük­münün aynısıdır. Tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse mesele yok, aksi takdir­de boynu vurulur.

Ebu Ubeyd ayrıca der ki: Hz. Osman'ın Kur'ân-ı Kerim'i toplaması her za­man için onun büyük ve şerefli menkıbelerinden birisi olarak kalmaya de­vam edecektir. Bazı sapık kimseler, bu işi yaptığı için onu tenkide kalkışmış­lar fakat, hataları olduğu gibi ortaya çıkmış ve iddialarının çirkinliği açık se­çik bir şekilde görülmüştür.

Ebu Ubeyd der ki: Bana Yezid b. Zurey'den anlatıldığına göre Yezid, İm-ran b. Cerir'den, o Ebu Miclez'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bazı kim­seler, ahmaklıkları sebebiyle Hz. Osman'ı tenkide kalkıştılar, ardından da kı­raati neshedilmiş olan buyrukları okumaya koyuldular.

Ebu Ubeyd der ki: Ebu Miclez bununla Hz. Osman'ın mushafa kaydetti­ğini bilgiye dayanarak kaydettiği gibi, etmediğini de bilgiye dayanarak etme­diği kanaatini açıklamaktadır.

Ebu Bekr der ki, yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki o Zikri, Biz indirdik. Onu ko­ruyacaklar da elbette Bizleriz." (el-Hicr, 15/9) buyruğunda bu tür iddiada bu­lunan o kimsenin kafir olduğunun delili vardır. Çünkü yüce Allah, Kur'ân-ı Ke-rim'i değişikliklere ve değiştirmelere karşı muhafaza etmiştir. Fazlalıktan ve eksiklikten korumuştur. Bir kimse Tebbet sûresini:

"Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Zaten kurudu. Malı da kazandığı da ken­disine fayda vermedi. O da onun kadıncağızı da odun taşıyıcısı olarak alev­li bir ateşe girecekler. Karısının boynunda liften bükülmüş bir ip olduğu hal­de." şeklinde okusa, aziz ve celil olan Allah'a, iftira etmiş ve O'nun söyle­mediğini söyledi diye iddia etmiş, kitabını tahrif etmiş olur. Yüce Allah'ın ko­ruma altına aldığı ve başka şeylerin karışmasını engellediği bu kitabı başka şeylerle karıştırmaya kalkışmış olur. Bu kişinin, yaptığı bu iş ile inkarcılara yolu hazırlamak amacı vardır. Böylelikle Kur'ân-ı Kerim'e İslâm'ın kulpları­nı tek tek çözebileceklerini sandıkları şeyleri soksunlar ve bu tür batılları nis-bet ettikleri o zatlara da bu işleri nisbet etsinler. Onlar bu iddiaları ile ken­disi vasıtasıyla İslâm'ın korunduğu icmaı iptal etmeye, çürütmeye kalkışırlar. Halbuki icmaın sübutu ile namazlar kılınır, zekatlar verilir, ibadet edilecek şekil ve yerler tesbit edilir. Yüce Allah'ın: "Elif, Lam, Ra. Bu, âyetleri sağ­lamlaştırılmış bir kitaptır." (Hud, 11/1) buyruğunda böyle bir kimsenin bid'at sahibi olduğuna ve İslâm'dan çıkıp küfre girdiğine delalet vardır. Çünkü "âyet­leri sağlamlaştırılmış" demek, insanların bu âyetlere birşeyler eklemeleri yahut eksiltmeleri veya ona benzer âyetler getirmeleri engellenmiştir, anla­mındadır. Halbuki biz sözünü ettiğimiz bu kişinin, bu âyetlere başka şeyler eklediğini görüyoruz. O (el-Ahzab, 33/25) buyruğunu: "Ali ile" kelimesini ek­leyerek):  Allah, Ali sayesin­de müminlere savaş hususunda kafi gelmiştir. Allah güçlüdür, azizdir. " Böyle bir fazlalık ile Kur'ân-ı Kerim'de olmayan birşeyi koymuş ve Hz. Ali'yi öyle bir yerde eklemiş ki, eğer orada adını geçirdiğini işitmiş olsaydı, mutlaka buna şer'i cezayı uygular ve öldürülmesi hükmünü verirdi. Diğer ta­raftan o, yüce Allah'ın kelamından (İhlas sûresinin baş tarafından: "De ki: O" buyruklarını düşürmüş, ayrıca ( Jb-i ) kelimesini de'değiştire­rek bu sûrenin baş tarafına: şeklinde okumuştur. Onun Kur'ân-ı Kerim'de olan birşeyi kaldırması, o kaldırdığı şeyi reddetmektir ve bir küfürdür. Kur'ân-ı Kerim'in bir tek harfini inkar eden bir kimse, onun tü­münü inkar etmiş ve bu âyet-i kerimenin anlamını da yok etmiş olur. Çün­kü tefsir alimleri şöyle demiştir: Bu âyet (yani İhlas sûresinin baş tarafı) şirk ehline cevap olarak inmiştir. Onlar, Rasûlullah (s.a)'a gelip: Bize Rabbini tanıt. O altından mıdır, bakırdan mıdır, tunçtan mıdır? demeleri üzerine yüce Allah onlara cevap olmak üzere: De ki: O, Allah'tır, bir­dir ve tektir" buyruğunu indirdi. Buradaki: " O" buyruğunda on­ların sorularına karşı cevabın ne olduğuna delalet vardır. Bunu ortadan kal­dırdığınız takdirde âyetin anlamı ortadan kalkar. Ve yüce Allah'a iftirada bu­lunulduğu açıkça anlaşılır. Rasulullah     (s.a.Tın yalanlandığı ortaya çıkar.

Böyle bir kimseye ve onun izlediği yolu destekleyenlere şöyle denilir. Bi­zim okumakta olduğumuz ve bizim de bizden önceki geçmişlerimizin de baş­kasını bilemediğimiz Kur'ân-ı Kerim, başından sonuna kadar Kur'ân'ın hep­sini kapsamakta mıdır? Onun lafızları ve manaları her türlü tutarsızlıktan ve bozukluktan uzak kalmış mıdır? Yoksa bu, Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmı hak­kında sözkonusu olmakla birlikte diğer bir kısmı bizim dinimize mensup ve bizden önce geçenler tarafından bilinmediği gibi, bizim tarafımızdan da bi­linmemekte midir? Eğer bunlar elimizde bulunan Kur'ân-ı Kerim'in Kur'ân'ın tümünü kapsamakta ve ondan bir kayıp olmadığını kabul etmekte, lafız ve manalarının doğruluğunu tasdik edip her türlü tutarsızlık ve yanlışlıktan uzak olduğuna inanmakta iseler, o takdirde (el-Hakka, 69/35-36) buyruklarını şu şekilde fazlalık ekleyerek Artık bugün burada onun için yakın hiçbir dost yoktur. Ğıslinden başka bir içeceği de yoktur. Bu Ğıslin cahimin alt tarafla­rından akan bir pınardandır." şeklinde okuduklarında kendilerinin kafir ol­duklarına da hüküm vermiş olurlar:

Bundan daha açık Kur'ân-ı Kerim'e bir ilave olabilir mi ve bu Kur'ân-ı Ke-rim'e nasıl karıştırılabilir ki? Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'i böyle bir değişik­liğe karşı korumuştur. Her türlü iftiracı ve batılcının Kur'ân âyetlerine ben­zeri şeyler eklemesine de imkan vermemiştir. Yapılan bu ziyadeler üzerin­de düşünülüp anlamlan tetkik edildiği takdirde, tutarsız oldukları, doğru ol­madıkları ortaya çıkar. Bunların yüce yaratıcının buyruğuna benzemediği, O'nun sözlerine karıştırılamadığı ve manasına uymadığı anlaşılır. Çünkü bundan sonra Kur'ân-ı Kerim'de gelen âyet-i kerime: "Ki onu ancak hata iş­leyenler yer" (el-Hakka, 69/37) şeklindedir. Peki içilecek olan birşey nasıl ye­nilir? Çünkü bu kişinin bu âyetden önce getirdiği ziyadelikleriyle okuduğu şekil şöyledir: Artık bugün burada onun için hiçbir ya­kın dost yoktur. Ğıslinden başka hiçbir içeceği de yoktur. Bu Ğıslin cahimin altlarından akan bir pınardandır ki onu ancak hata işleyenler yer."

Bu ifadeler çelişkilidir. Biri ötekini çürütmektedir. Çünkü içecek birşey, yenilmez ve araplar: Suyu yedim, demezler. Bunun yerine onlar: Suyu içtim, tadına baktım ve tattım derler. Yüce Allah'ın inzal buyurduğu şekilde ise, bir harfine dahi muhalefet edenin kafir olmasına sebep teşkil edecek derecede doğru ve sağlıklıdır. Çünkü orada: "Ğıslinden başka hiçbir yiyeceği de yok­tur." (el-Hakka, 69,36) diye buyurulmaktadır. Gıslini ancak hata işleyenler. yer veya bu yiyeceği ancak hata işleyenler yer. Gıslin ise cehennemliklerin karınlarından çıkan yağlar ve onunla birlikte çıkan irin ve başka şeylerdir. Bu. büyük belalar ve kıtlık zamanlarında yenen bir yiyecektir. İçecek olan bir-şeyin yenmesi ise imkansızdır. O bakımdan bu batıl iddiacı kişi, eğer fazla­dan eklediği: "O cahimin alt taraflarından akan bir pınardandır" ifadesinden sonra "onu ancak hata işleyenler yer" ifadesi yoktur, deyip bu âyet-i kerime­yi Kur'ân-ı Kerim'den değildir diye reddetmiş olsaydı, o vakit, eklediği bu faz­lalığın mana bakımından tutarsızlığı pek görülmezdi. Ancak, Kur'ân-ı Kerim'in bir âyetini inkar ettiği için de kafir olurdu. Bu kişinin sözlerini reddetmek ve gülünç olduğunu anlamak için bu kadar açıklama yeterlidir.

Ashab-ı kiram ile tabiinden şu şu şekilde okuduklarına dair gelen nakil­ler ise, sadece açıklama ve tefsir türündendir. Yoksa, bunlar da okunan Kur'ân-ı Kerim'in bir parçası anlamında değildir. Lafzı ve hükmü ile nesho-lunan yahut hükmü kalmakla birlikte yalnız lafzı nesholunan ifadeler de ay­nı şekilde Kur'an'dan değildir. Nitekim ileride yüce Allah'ın: "Biz .... hiçbir âyeti neshetmez veya unutturmayız" (el-Bakara, 2/106) buyruğunu açıklar­ken bunları (inşaallah) göreceğiz. [150]

 

Istiaze:

 

Bu konuya dair açıklamalar, on iki başlık halinde sunulacaktır: [151]

 

1- İstiaze Ne Zaman Çekilir:

 

Yüce Allah, her Kur'ân okuyuşun başında istiaze çekmeyi emir buyurmaktadır: "Kur'ân'ı okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (en-Nahl, 16/98) Yani Kur'ân okumak istediğin za­man... Burada di'li geçmiş (mazi fiili) gelecek hakkında kullanmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Ben size geliyorum, geçmişte kalan sevgimi anmak için

Ve yarın olanı (olacağı) yeniden başlatmak için."

Burada, yarın meydana gelecek olanı kastetmektedir.

Yüce Allah'ın istiazeyi emreden buyruğunda bir takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Mana itibariyle birbirine yakın olan her iki fiilden dilediği­ni önce söylemek mümkündür. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Sonra yaklaştı ve sarktı." (en-Necm, 53/8). Anlamı ise sarktı, sonra yaklaş­tı şeklindedir. Yüce Allah'ın: "Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı" (el-Kamer, 54/1) buyruğu da bunun gibidir. Bu türden buyruklar da çoktur. [152]

 

2- Istiaze'nin Hükmü:

 

Cumhurun görüşüne göre, namazın dışında kalanbütün Kur'ân okumalarında bu emir, mendupluk ifade eder. Namazdaki bu emrin mahiyeti hakkında ise farklı görüşler ileri sürülmüştür. en-Nakkaş'ın Ata'dan naklettiğine göre, istiaze vaciptir. İbn Şirin ve en-Nehai ile bir grup ilim adamı namazda her bir rek'atta istiazede bulunurlardı. Ve yüce Allah'ın buradaki istiaze emrini umum (her Kur'ân okumayı kapsayan) bir emir ola­rak kabul edip uyguluyorlardı. Ebu Hanife ve Şafiî, namazın ilk rek'atında is­tiaze çekmeyi kabul ederler. Onların görüşlerine göre, namazdaki bütün kı­raat tek bir kıraat hükmündedir. İmam Mâlik ise, farz namazda istiazede bu­lunmayı öngörmemekle birlikte, Ramazan kıyamında (yani teravih namazın­da) istiaze çekmeyi öngörmektedir.[153]

 

3- İstiaze Kur'an'dan Değildir:

 

İstiazenin Kur'ân-ı Kerim'den veya onun bir âyeti olmadığı üzerinde ilim adamları icma etmişlerdir. İstiaze ise, Kur'ân-ı Kerim okuyacak olanın: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım" demesinden ibarettir. İstiazede ilim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği söz dizisi budur. Çünkü yüce Allah'ın Kitabı'nda-ki lafız da budur. İbn Mes'ud'un da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben: Kovulmuş olan şeytandan herşeyi işiten, herşeyi bilen Allah'a sağınırım" dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a) bana şöyle dedi: "Ey Umm Abd'ın oğlu: Ko­vulmuş olan şeytandan Allah'a sığınırım (de). "Cebrail Levh-i Mahfuzdan, or-dan Kalemin yazdığından bana böyle okumayı öğretti." [154]

 

4- Istiâzenin Lafızları:

 

Ebu Davud ve İbn Mâce Sünen'lerinde, Cübeyr b. Mut'im'den rivayetlerine göre o, Rasulullah (s.a)'ı bir vakit namazını kılarken görmüş, Amr: Şu anda onun hangi namaz olduğunu bilemiyorum, dedi. Hz. Peygamber: -üç defa- :   "Allahu Ekber Kebira, Allah Ekber Kebira" de­di. Daha sonra yine üç defa "Elhamdülillahi kesira, elhamdülillahi kesira" de­di, sonra da yine üç defa "Subhanellehi bükraten ve esıla" dedi, sonra yine üç defa:, nefsi şiir, neflıi kibir demektir.[155] İbn Mâce de der ki: Mu'te (hemzi) delilik, nefs kişinin ağzından tükürüp saçmaksızın üflemesi, kibir de şaşkınlık demektir.[156]

Ebu Davud da Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sûlullah (s.a) geceleyin kalktığında tekbir getirir, sonra da şöyle buyururdu

"Allah'ım, Seni hamdin ile tenzih ederim. Senin ismin ne mübarektir, şa­nın ne yücedir. Senden başka ilah yoktur." Daha sonra "Allah'tan başka hiç­bir ilah yoktur" buyruğunu üç defa tekrarladıktan sonra yine üç defa "Allah mutlak olarak en büyüktür" der ve yine üç defa: "Kovulmuş şeytandan, onun hemzinden, nefhinden ve nefsinden herşeyi işiten, herşeyi bilen Allah'a sı­ğınırım" der sonra da okumaya başlardı.[157]

Süleyman b. Salim'in, İbn el-Kasım (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)den ri­vayetine göre istiaze: Şu şekildedir:

"Kovulmuş şeytandan azim olan Allah'a sığınırım. Şüphesiz Allah, herşe­yi işitendir, herşeyi bilendir. Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla."

İbn Atiyye der ki: Fakat Kur'ân okuyucuları, bu konuda yüce Allah'ın sı­fatlarında olsun, diğer bölümlerinde olsun, başka değişik kelimeler kullan­dılar. Mesela, onlardan birisi şöyle der: Hilekar olan şeytandan mecid olan Allah'a sığınırım ve buna benzer değişiklikler yaptılar ki ben bunların hiç bi­risi hakkında ne güzel bid'attir demediğim gibi, caiz değildir de demem. [158]

 

5- İstiâze Nasıl Çekilir:

 

el-Mehdevî der ki: Kurra, Hamza dışında Fatiha sûresinin ilk okunuşunda açıktan istiaze çekilmesi gereği üzerinde icma et­mişlerdir. Ancak Hamza, bunu açıktan değil içten okur. es-Suddi'nin, Medi­ne halkından rivayetine göre, onlar kıraate besmele ile başlarlarmış. Ebu'l-Leys es-Semerkandî de bazı müfessirlerden istiaze çekmenin farz olduğunu nakletmektedir. Kur'ân okuyucusu, istiaze çekmediğini Kur'ân okurken ha­tırlayacak olursa okuyuşunu keser istiaze çeker ve baştan başlar. Bazısı da şöyle demektedir: İstiaze çeker, sonra da durduğu yerden okumaya devam eder. Birinci görüş Hicaz ve Iraklıların güvenilir ilim adamları tarafından ka­bul edilmiştir. İkincisi ise, Şam ve Mısırlıların ileri gelen ilim adamları tara­fından kabul edilmektedir. [159]

 

6- İstiâze'yi Emreden Âyetin Kapsamı:

 

ez-Zehravî, şunu nakletmektedir: Bu âyet-i kerime, namaz hakkındaki okuyuş ile ilgili nazil olmuştur. Namaz dışın­da ise istiaze çekmemiz teşvik edilmiştir (mendup), farz değildir. Başkası da şöyle demektedir: Yalnızca Peygamber (s.a)'e farz idi, sonra biz de ona uyduk. [160]

 

7- İstiâzenin Faydası:

 

Ebu Hureyre'den istiazenin Kur'ân okumadan son­ra yapılacağına dair rivayet vardır. Davud (ez-Zahiri) de bu görüştedir. Ebu Bekr İbnü'l-Arabi der ki: "Bazı kimseler, bu konuda doğruyu isabet ettirmek­ten o kadar uzak düşmüşlerdir ki Kur'ân okuyan kişi okumasını bitirdiği va­kit koğulmuş olan şeytandan Allah'a sığınarak istiazede bulunur demişlerdir."

Ebu Said el-Hudrî Peygamber (s.a)'ın namazda Kur'ân okumaktan önce istiaze çektiğini rivayet etmektedir.[161] Bu ise, bu konuda bir nasstır.

Eğer: Kıraat esnasında, koğulmuş şeytandan Allah'a sığınmanın faydası nedir, diye sorulacak olursa, cevabımız şu olur: Bunun faydası emre itaat et­mek ve onu yerine getirmektir. Şer'i emir ve hükümlerin, ister emir olsun, is­ter uzak kalınması istenen bir nehiy olsun, onları yerine getirmek suretiyle onların hakkını ifa etmekten başka bir faydalan yoktur.

Bunun faydası, kıraat esnsında şeytanın vesvesesinden Allah'a sığınmak ve emrini yerine getirmek olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah, şöy­le buyurmaktadır: "Senden önce ne kadar bir resul ve bir peygamber gönder­di isek, mutlaka o birşey söylemek istediği zaman şeytan onun sözüne bir-şeyler katmak istemiştir." (el-Hacc, 22/52) İbnu'l-Arabi der ki: "Bizim bu konuda duyduğumuz en garib görüşlerden birisi de İmam Mâlik'in "el-Mec-mua"da yer alan ve yüce Allah'ın: "Kur'ân'ı okuduğun zaman, o koğulmuş şeytandan Allah'a sığın" (en-Nahl, 16/98) buyruğu ile ilgili olarak ileri sür­düğü şu görüşüdür: Bu Allah'a sığınma namazda Kur'ân okuyan kimse için Fatihayı okuduktan sonra olur. Ancak bu görüşe dair herhangi bir rivayet varid olmamıştır. Ve rivayetlerin tedkiki esnasında da bu görüşü destekleyen bir şey bulunmaz. Şayet bazı kimselerin ileri sürdükleri gibi bu, istiaze Kur'ân okumaktan sonradır anlamında ise, bu iddia, namazda Fatihayı okumayı tah­sis etmek demek olur ki, oldukça aşırıya kaçan bir iddia olur. Bu, İmam Mâ­lik'in kabul ettiği usule ve anlayışına uygun görünmüyor. Şanı yüce Allah da bu rivayetin içyüzünü en iyi bilendir. [162]

 

8- İstiazenin Fazileti:

 

Müslim Süleyman b.Surad'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: İki kişi Peygamber (s.a)'ın huzurunda biribirlerine söv­düler. Onlardan birisi, kızmaya, yüzü kızarmaya, damarları şişmeye başladı. Peygamber (s.a) ona bakıp şöyle buyurdu: "Ben bir söz biliyorum ki onu söy­leyecek olursa bu hali sona erer. (Bu söz): Euzu billahi mineşşeytanirracim (kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınırım) sözüdür." Peygamber (s.a)'ın bu sözünü işitenlerden birisi, kalkıp şöyle dedi: Az önce Resulullah (s.a)'ın ne buyurduğunu biliyor musun? O şöyle buyurdu: Ben bir söz biliyorum ki onu söyleyecek olursa, bu hali geçer gider. Bu: Kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınırım, sözüdür. Kızan adam bu sözü söyleyene şu cevabı verdi. Sen beni deli bir kimse mi görüyorsun? Bu hadisi Buharı de rivayet etmiştir.[163]

Yine Müslim'in rivayetine göre, Sakifli Osman b. Ebi'l-As, Peygamber (s.a)'ın huzuruna varıp şöyle demiş: Ey Allah'ım şeytan benimle namazım arasına, Kur'ân okumama engel oluyor ve beni şaşırtıyor. Rasulullah (s.a) ona şöyle dedi: "Bu kendisine (kokuşmuş et parçası anlamına gelen) hinzeb de­nilen bir şeytandır. Onun geldiğini hissettiğin taktirde ondan Allah'a sığın ve üç defa sol tarafına tükürür gibi yap. Osman b. Ebi'l-As der ki: Ben Hz. Pey-gamber'in dediğini yaptım. Yüce Allah da benim bu halimi giderdi.[164]

Ebu Davud'un rivayetine göre İbn Ömer şöyle demiş: Rasulullah (s.a) yol­culuğu esnasında gece oldu mu şöyle buyururdu:

Ey arz, benim de Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır. Senin şerrinden, sen­de yaratılmış olanın şerrinden, senin üzerinde hareket eden arslanın şerrin­den, yılanın, akrebin şerrinden, bu beldenin sakinlerinin şerrinden, doğuranın ve onun doğurduğunun şerrinden Sana sığınırım."[165]

Havle b. Hakim de şunları söylemektedir: Ben Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim bir yere konaklar, daha sonra da: Ben, bütün yarattıklarının kötülük­lerinden Allah'ın eksiksiz kelimelerine sığınırım" diyecek olursa oradan ay­rılıncaya kadar hiçbir şey ona zarar vermez." Bu hadisi Muvatta, Müslim ve Tirmizî rivayet etmiş olup, Tirmizî: Hasen, sahih garib bir hadistir, demiştir.[166]

Peygamber efendimizden gelen haberlerde şerrinden Allah'a sığınılan şey­ler pek çoktur. Allah'tan yardımcı olmasını dileriz. [167]

 

9- Arapça'da İstiazenin Anlamı:

 

Himayeye girmek, onun sayesinde hoş­lanılmayan şeyden kendisini korumak anlamında birşeyin yanında yer almak demektir. Bu manada: "Filana sığındım" denilirken, filanın himayesine girdim, demek olur. O benim sığınağımdır. Benim himaye edenimdir, anlamında da denilir ifadeleri ise; başkasını onun himayesine verdim, manasına gelir. ifade­si de; senden Allah'a sığınırım demektir. Nitekim recez vezninde şair şöyle demiştir:

"Kenara çekilip korkuyi» dedi ki:

Sizden Rabbime sığınırım ve şerrinizi bertaraf etmesini dilerim"

hepsi aynı anlama (sığınmak) gelir. ke­limesinin aslı ise, şeklinde olup, "vav"harfi üzerinde damme ağır geldiğinden dolayı vav'ın harekesi "ayn" harfine aktarılarak "eûzu" şeklini al­mıştır.

 

10- "eş-Şeytan;

 

"eş-Şeyatin" kelimesinin tekilidir. Bu kelimede yer alan "nun" harfi, hayırdan uzak anlamına gelen kelimesinden türediğin-den dolayı kelimenin aslî harflerindendir. Evinin uzak kalması anlamına da  ) kelimesi kullanılır. Şair der ki:

"Suad'ı alıp senden alabildiğine uzaklaştı

Ve ayrıldı senden kalbim de ona karşılık rehindir. "

Dibi oldukça derin kuyu anlamına da denilir. ke­limesi de ip anlamındadır. Bu adın ona veriliş sebebi her iki tarafının birbirin­den uzaklığı ve uzayıp gitmesi dolayısı iledir. Bedevi bir arap da yürümeyen bir atı: Sanki upuzun iplere bağlı bir şeytan gibidir" diye nitelemiştir.

Şeytana bu adın veriliş sebebi, haktan uzaklığı ve isyankarlığıdır. Çünkü ister cinlerden ister insanlardan ister hayvanlardan olsun, itaate gelmeyen her türlü isyankar kişiye şeytan denir. Cerir der ki:

"Onlarla konuşmaya olan düşkünlüğümden dolayı, beni, şeytan diye çağırdıkları günler, Ve ben şeytan (uzak, isyankar) olduğum sıralar onlar bana aşıktılar."

Şeytan kelimesinin helak olmak anlamında kökünden alın­dığı ve sonraki "nun" harfinin fazla olduğu da söylenmiştir. Birşey yandığı zaman denilir. Eti pişirmeksizin ateşin dumanına bıraktığımız takdir­de denilir. Kişi, iyice kızıp köpürdüğü zaman da  tabiri kullanılır. Dişi deve iyice şişmanladığı takdirde denilir. Ölüp gittiği zaman da denilir. el-A'şa der ki:

"Vururuz bazan yaban eşeklerini karınlarından

bacaklarına uzayan damardan ve kana boyarız.

Kimi zaman kahramanlar mızraklarımızla ölür gider."

Ancak bu kanaate sahip olanların görüşlerini Sibeveyh'in şu anlattıkları reddetmektedir: Sibeveyh'e göre bir kişi şeytanların fiillerini, işlerini yaptığı takdirde, araplar "Şeytanlaşü" tabirini kullanırlar. Bu da şeytanlaşmak ke­limesinin "şetana" kelimesinin "tefey'ala" veznine getirilmesi olduğunu gös­termektedir. Eğer bu kelime dedikleri gibi "sata" dan gelmiş olsaydı bunun yerine "teşeyyata" demeleri gerekirdi. Yine Umeyye b. Ebi's-Salt'ın şu bey-iti de bu kanaati savunanların görüşlerini reddetmektedir:

"Helak olacak herhangi bir kimse ona isyan etti mi demire bağlar(dı) onu Ve onu zincir ve prangalar içinde hapse atar(dı)."

Görüldüğü gibi buradaki kelimesinin kelimesinden gel­diğinde şüphe yoktur. [168]

 

11- "er-Racîm"in Anlamı:

 

"er-racîm" kelimesi de hayırdan uzaklaştırılmış, hakir düşürülmüş demektir. "Recm"in aslı taş atmaktır. Taşlanana da "racîm" ile "mercûm" denilir. Recm ise, öldürmek, lanetlemek, kovmak, sövmek anlamlarına gelir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında aynı kökten gelen kelimelere de bütün bu manalar verilmiştir: "Dediler ki: Ey Nuh! Eğer vazgeçmezsen an-dolsun ki mutlaka taşlananlardan olacaksın." (eş-Şuara, 26/16) Hz. İb­rahim'in babasının ona: "Andolsun eğer vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım" (Meryem, 19/46) şeklindeki sözleri de bütün bu kelimelerle açıklanmıştır. İleride (belirtilen âyetlerin tefsirinde) inşaallah gelecektir. [169]

 

12- Şeytana Lanet:

 

el-A'meş, Ebu Vail'den, O Abdullah'tan şöyle dediği­ni rivayet etmektedir: Ali b. Ebi Talib (a.s) dedi ki: Peygamber (s.a)'ı Safa te­pesinin yakınlarında fil suretinde birisine doğru yönelmiş ve onu lanetledi­ğini gördüm. Ben ona: Şu lanetlediğin kimdir ey Allah'ın Rasûlü? diye sor­dum. O: Bu şeytan-ı racimdir, dedi. Ben: Ey Allah'ın düşmanı dedim. Allah'a yemin ederim seni öldüreceğim, ümmetin rahat etmesini sağlayacağım, de­dim. Benim senden göreceğim karşılık bu değildir dedi. Ben: Ey Allah'ın düş­manı senin benden göreceğin ceza nedir? diye sordum. Bana şunu dedi: Al­lah'a yemin ederim. Sana kim ve ne kadar kişi buğzedecekse ben de mut­laka annesinin rahminde babasıyla ortak olacağım.[170]

 

Besmele:

 

Buna dair açıklamalarımızı yirmiyedi başlık halinde sunacağız. [171]

 

1- Besmele'nin Özelliği:

 

İlim adamları der ki: "Bismillahirrahmânirra-him" Rabbimizin her sûre başında indirmiş olduğu bir yeminidir. Bununla kul­larına şu şekilde yemin etmektedir: Kullarım, bu sûrede Benim sizin için in­dirdiğim buyruklar hakkın kendisidir. Ve Ben bu sûrede size vermiş olduğum vadimi, lütfumu ve iyilikle muamelelere dair bu sûrenin bütün muhtevasını aynen yerine getireceğim.

"Bismillahirrahmânirrâlıim" buyruğu, yüce Allah'ın bizim Kitabımıza ve özel olarak bu ümmete Süleyman (a.s)'dan sonra indirmiş olduğu buyruklar­dandır. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: "Bismillahirrahmânirrâlıim" şeriatın tümünü ihtiva etmektedir. Çünkü bu ifade, hem Allah'ın zatına, hem sıfatla­rına delalet etmektedir. Bu doğru bir açıklamadır. [172]

 

2- Besmele'nin Bazı Özellikleri:

 

Said b. Ebi Sükeyne der ki: Bana Ali b. Ebi Talib (r.a)'ın "bismillahirrahmânirrahim"i yazan bir kişiyi gördüğü haberi ulaş­tı. O kişiye şöyle dedi: Bunu güzel bir şekilde okunaklı olarak yaz. Çünkü bir kişi, bunu güzel ve okunaklı bir şekilde yazmış, ona mağfiret olunmuştur.

Said dedi ki: Yine bana ulaştığına göre adamın birisi, üzerinde "bismilla­hirrahmânirrâlıim" yazısı bulunan bir kağıda baktı. Onu aldı öptü, gözleri­ne sürdü, bunun için ona mağfiret olundu. İşte Bişr el-Hâfî'nin kıssası da bu kabildendir. O, üzerinde Allah adının yazılı olduğu bir parçayı yerden kal­dırdı, ona kokular sürdü. Bundan dolayı da onun ismi de hoş kılındı. Bu­nu el-Kuşeyrî zikretmektedir.

Nesaî, Ebu'l-Muleyh'ten, o Rasulullah (s.a)'ın arkasında bineğe binen (bir kişi Men şöyle dediğini rivayet etmektedir. Resulullalı (s. a) buyurdu ki: "Bineğin sen üzerindeyken tökezleyecek olursa, kahrolasıca şeytan, deme. Çünkü o bir ev kadar oluncaya kadar büyüdükçe büyür ve: Ben kendi gü­cümle bunu yaptım, der. Fakat böyle diyecek yerde: Bismillahirrahmânirrâ-him, de. O vakit sinek kadar oluncaya kadar küçülüp gider."[173]

Ali b. el-Huseyn de, yüce Allah'ın: "Sen Kur'ân'da Rabbini bir tek olarak zikrettiğin zaman nefret ile arkalarına döner giderler." (el-İsra, 17/46) buy­ruğunu açıklarken anlamının: Yani sen: " Bismillahirrahmânirrâhim" dedi­ğin vakit demek olduğunu söylemiştir.

Veki', el-A'meş'ten, o Ebu Vail'den, o Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Allah tarafından ondokuz zebaniden kurtarılmak isteyen kimse "bismillahirrahmânirrâhim"i okusun ki yüce Allah da o kim­se için bunun her bir harfi karşılığında her bir melekten kendisi vasıtasıyla korunacağı bir kalkan yaratsın. Besmele de yüce Allah'ın haklarında: "Üze­rinde ondokuz (görevli melek) vardır. (el-Müddessir, 74/30) diye buyurdu­ğu cehennem üzerinde görevli melekler sayısınca ondokuz harftir. Bunlar ay­rıca bütün fiillerinde: "Bismillahirrahmânirrâhim" derler. İşte bundan dola­yıdır ki bu besmele, onlar için bir güç (kaynağı)tür. Onlar, Allah'ın adıyla bu kadar büyük güce sahip kılınmışlardır.

İbn Atiyye der ki: Kadir gecesiyle ilgili olarak ilim adamlarının şu görüş­leri de bunu andırmaktadır. Bazı ilim adamlarının görüşlerine göre, Kadir ge­cesi, yirmiyedinci gecedir. Bunu da (doksanyedinci sûre olan) Kadr sûresi­nin yirmiyedinci kelimesi olan O" kelimesini gözönünde bulundu­rarak söylerler.

Yine (rükudan doğrulduğu vakit) Rabbimiz sana pek çok pek hoş ve mübarek kılınmış hamd ile hamd olsun" diyen kimsenin sözlerini yazmak için biribirleriyle yarışırcasına acele eden meleklerin sayısı ile ilgili, ilim adamlarının görüşleri de buna benzemekte­dir. Bu ifade otuz küsur harftir. Bundan dolayı Peygamber (s.a) da: "Hangi­si daha önce yazacak diye otuz küsur meleğin biribirleriyle yarışırcasına ace­le ettiklerini gördüm" diye buyurmuştur.[174]

İbn Atiyye der ki: Bu tür açıklamalar, tefsire dair güzel nükteler ve açık­lamalar kabilindendir. Yoksa sağlam bilgiye dayalı açıklamalardan sayıl­mazlar. eş-Şabi ve el-A'meş'in rivayetine göre Resulullah (s.a) önceleri "Bis-mikellahumme (adın ile Allah'ım)" şeklinde yazıyordu. "Bismillah" diye yaz­ması emroluncaya kadar bu şekilde yazdı. "Bismillah" diye yazması emrolu-nunca bu sefer böyle yazdı. Yüce Allah'ın: "De ki: Gerek Allah diye dua edin ve gerekse Rahman diye dua edin..." (el-İsra, 17/110) buyruğu nazil olunca "bismillahirrahmân" şeklinde yazmaya başladı. Daha sonra: "O gerçekten Sü­leyman'dandır ve o gerçekten bismillahirrahmânirrâhim (rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla) diye başlıyor" (en-Neml, 27/30) buyruğu nazil olunca bu sefer bu şekilde (yani bismillahirrahmânirrâhim şeklinde) yazdı.

Ebu Davud'un Musannef'inde şöyle denilmektedir: eş-Şabi, Ebu Mâlik, Ka-tâde ve Sabit b. Umare'nin dediklerine göre Peygamber (s.a), Nemi sûresi na­zil oluncaya kadar "bismillahirrahmânirrâhim" şeklinde yazmıyordu.[175]

 

3- Sûrelerin Başlarındaki Besmeleler:

 

Ca'fer es-Sadık (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Besmele, sûrelerin taçlarıdır.

Derim ki: Bu besmelenin Fatiha'dan ve diğer sûrelerden bir âyet olmadı­ğının delilidir. Bu hususta ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır:

a) Besmele Fatiha'dan da, başka sûrelerden de bir âyet değildir. Bu İmam Malik'in görüşüdür.

b) Besmele, her sûreden bir âyettir. Bu da Abdullah b. el-Mubarek'in gö­rüşüdür.

c) Şafiî der ki, besmele Fatiha'dan bir âyet-i kerimedir. Diğer sûrelerden âyet olup olmadığına dair görüşü ise farklı farklı nakledilmiştir. Bir seferin­de: Her sûrenin bir âyetidir, derken bir diğer seferde, sadece Fatiha'dan bir âyet-i kerimedir, demiştir. Ancak ilim adamlarının Besmele'nin Kur'ân-ı Ke-rim'de Nemi süresindeki bir âyette yer aldığında görüş ayrılığı yoktur.

Şafiî, Darakutnî tarafından rivayet edilen ve Ebu Bekr el-Hanefi'den, o Ab-dülhamid b. Ca'fer'den, o Nuh b. Ebi Bilal'den, o Said b. Ebi Said el-Makbu-rî'den, o da Ebu Hureyre'den gelen rivayet yoluyla Peygamber (s.a)'ın şu buy­ruğunu delil göstermektedir: "Elhamdülillahi rabbil alemin diye okuduğunuz takdirde (başında) bismillahirrahmânirrâhim'i okuyunuz. Çünkü o (Fatiha sûresi) Kur'ân'ın anasıdır, Kitabın arasıdır, es-Seb'u'1-mesani (tekrarlanan ye­di )dir. Bismillahirrahmânirrâhim de âyetlerinden bir tanesidir."[176]

Bu hadisi Abdülhamid b. Ca'fer, merfu olarak rivayet etmiştir. Sözü geçen bu Abdülhamid'i Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Said ve Yahya b. Main sika (gü­venilir) bir ravi olarak saymaktadırlar. Ebu Hatim onun hakkında: O doğru sözlüdür, derken Süfyan es-Sevri zayıf olduğunu söyler ve ona hücum eder­di. Senette geçen Nuh b. Ebi Bilal de ünlü ve sika bir ravidir.

İbnu'l-Mubarek ile Şafiî'nin iki görüşünden birisinin delili ise, Müslim ta­rafından Enes'ten gelen şu rivayettir: Enes dedi ki: Rasulullah (s.a) günün bi­rinde bizimle birlikte oturuyor iken bir parça uyukladı. Daha sonra gülüm­seyerek başını kaldırdı. Biz: Ey Allah'ın rasûlü, neden güldün? diye sorduk. Şu cevabı verdi: "Az önce bana bir sûre nazil oldu." dedi ve şunları okudu: "Bismillahirrahmânirrâhim. Şüphesiz biz sana Kevseri verdik. O halde Rab-bin için namaz kıl, kurban kes. Şüphesiz sana buğz edenin kendisi ebter (so­yu kesik) olandır." (el-Kevser, 108/1-3) Ve sonra hadisin geri kalan kısmını kaydetti.[177] Yüce Allah'ın izniyle bu hadisin tamamı Kevser sûresinin tefsi­rinde gelecektir.[178]

 

4- Sahih Görüş:

 

Bu görüşler arasında doğru olan İmam Malik'in görüşü­dür. Çünkü Kur'ân-ı Kerim âhâd haberlerle sabit olmaz. Onun sübut yolu hak­kında ihtilafın sözkonusu olmadığı kati tevatürdür. İbnul-Arabî der ki: "Bu­nun (yani besmelenin) Kur'ân-ı Kerim'den olmadığını anlamak için insanla­rın onun hakkındaki ihtilafları yeterlidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim hakkında ih­tilaf edilmez.

Tenkid edilmeleri sözkonusu olmayan sahih haberler de Besmele'nin Nemi sûresi dışında Fatiha veya bir başka sûreden olsun bir âyet olmadığını ortaya koymaktadır. Müslim, Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Aziz ve celil olan Al­lah buyuruyor ki, Ben namazı (yani Fatiha sûresini) kendim ile kulum ara­sında iki yarıya böldüm ve kuluma istediğini vereceğim. Kul: "Hamd alem­lerin rabbi olan Allah'a mahsustur" dediği takdirde, Yüce Allah: Kulum Ba­na hamdetti, der. Kul: "Rahman ve rahîm" dediğinde yüce Allah: Kulum Ba­na sena etti, der. Kul: "Din gününün maliki" dediğinde, yüce Allah: Kulum Benim şanımı yüceltti, der. -Bir defasında da: Kulum herşeyin benden oldu­ğunu ifade etti, der.- Kul: "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz" dediğinde yüce Allah: Bu Benim ile kulum arasındadır ve kuluma is­tediğini vereceğim, der. Kul: "Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdik­lerinin yoluna ilet, gazaba uğramışların ve sapıkların yoluna değil" dediğin­de yüce Allah: "İşte bu kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir."[179]

Yüce Allah'ın: Namazı: ". . . Ayırdım demekten" kastı Fatiha süresidir. Fa­tiha sûresine "namaz" adını veriş sebebi, Fatihasız namazın sahih olmama­sıdır.

Yüce Allah ilk üç âyeti kendisine ayırmış ve şanı yüce zatına tahsis etmiş­tir. Bu ilk üç âyet hakkında müslümanların ihtilafı yoktur. Dördüncü âyetin, kendisi ile kulu arasında olduğunu ifade etmiştir. Çünkü bu âyet-i kerime ku­lun Rabbi önünde zilletini arzedişini, O'ndan yardım isteyişini ihtiva et­mektedir. Bu ise yüce Allah'ı ta'zimi de ihtiva eder. Daha sonraki üç âyet-i kerime ile de Fatiha sûresi yedi âyete tamamlanmış olmaktadır. Bunların üç âyet-i kerime olduğunu ifade eden de hadis-i şerifte geçen : "İşte bunlar da kuluma aittir" demesidir. Bunu İmam Mâlik rivayet etmektedir. Burada "(Bunlar yerine): Bu ikisi"dememektedir. İşte bu da: Üzer­lerine nimet verdiğin kimseler...." buyruğunda âyetin sona erdiğini göster­mektedir.

İbn Bukeyr der ki: Mâlik dedi ki: Üzerlerine nimet ver­diklerin...." buyruğu âyet sonudur. Yedinci âyet ise, bundan sonra gelen ve sûrenin sonuna kadar devam eden buyruktur.

Yüce Allah'ın bu şekilde yaptığı paylaştırma ile Hz. Peygamber'in Ubeyy (r.a)'a: "Namaza başladığın zaman nasıl okursun?" sorusuna onun: "Ben "alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" buyruğunu okudum ve sûreyi sonuna kadar devam ettim"[180] demesi de Besmelenin Fatiha'dan bir âyet-i kerime ol­madığını göstermektedir. Aynı şekilde Medine, Şam ve Basra halkıyla ve kur-ranın büyük çoğunluğu: Kendilerine nimet verdiklerini âyet sonu kabul etmişlerdir. Yine Katâde de Ebu Nadra'dan, o Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Altıncı âyet-i kerime:  kendilerine nimet verdiklerin" buyruğudur. Küfe halkından olan kurra ve fu-kaha ise bu sûrede "bismillahirrahmânirrâhim"i bir âyet saymış fakat kendilerine nimet verdiklerin"i âyet sonu kabul etmemişler­dir.

Eğer: Besmele mushafta yazılı bulunmaktadır. Ayrıca Kur'ân hattı ile ya­zılmış olup tıpkı Nemi sûresinde olduğu gibi, Kur'ân gibi nakledilmiştir ve bu şekilde nakil onlardan tevatür yoluyla gelmiştir, denilecek olursa şu ce­vabı veririz: Sözünü ettiğiniz şey doğrudur. Fakat bu şekilde nakil edilmesi ve yazılışı Kur'ân-ı Kerim'den olduğundan mıdır, yoksa sûrelerin biribirlerin-den ayrıldığını belirtmek için midir? Nitekim ashab-ı kiramdan: Biz "bismil-lahirrahmânirrâhim" buyruğu nazil olmadıkça bir sûrenin bittiğini anlayamı-yorduk, dedikleri Ebu Davud tarafından rivayet edilmiştir.[181] Yahut bu bes­mele, teberrüken mi yazılmıştır? Nitekim ümmet, kitap ve mektupların baş taraflarında besmele yazmak üzerinde ittifak etmiştir. Bütün bunlar ihtimal dahilindedir. el-Cüreyrî der ki: el-Hasen'e: "Bismillahirrahmânirrâhim" hak­kında soru soruldu şu cevabı verdi: Bu, mektupların baş taraflarında yazılır. Yine el-Hasen der ki: Bismillahirrahmânirrâhim buyruğu yalnızca Ta-Sin (en-Neml) sûresinde yer alan: "Muhakkak ki o Süleyman'dandır ve şüphe­siz ki o bismillahirrahmânirrâhim (diye başlamaktadır). "(en-Neml, 27/30) dışında Kur'ân-ı Kerim'den bir ifade olarak nazil olmuş değildir.

Bu konudaki tartışmaların hakkında nihaî hükmü verecek olan ifade şudur: Kur'ân-ı Kerim düşünme kıyas ve istidlal ile sabit olmaz. Aksine Kur'ân-ı Ke­rim, zorunlu bilgiyi gerektiren, kesin mütevatir olan nakille sabit olur. Diğer taraftan, her sûrenin baş taraflarında ilk âyet olup olmadığı hususunda Şafiî'nin görüşleri farklı farklı gelmiştir. Bu da besmelenin her sûrenin bir âyeti olma­dığını göstermektedir. Allah'a hamdolsun.

Eğer: Bir grup ilim adamı, Besmele'nin Kur'ân-ı Kerim'den olduğunu ri­vayet etmiş, hatta Darakutni bu rivayetlerin sahih olduğunu belirttiği bir cüz­de bunları bir araya getirmeyi üstlenmiştir, denilecek olursa cevabımız şu olur: Biz bu konudaki rivayeti reddetmiyoruz. Buna zaten işaret de etmiş idik. Bu­na karşılık bizim lehimize delil olacak sabit olmuş haberler vardır. Bunları güvenilir imamlar ve sağlam fakihler rivayet etmiştir. Müslim'in Sahih'inde Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. Rasulullah (s.a) namaza tekbir­le ve "elhamdülillahi rabbil alemin"i okuyarak başlardı. . . Hadis, bütünüy­le biraz sonra gelecektir.

Yine Müslim, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etmektedir. Peygam­ber (s.a)'ın Ebû Bekir ve Ömer (r.anhum)'ın arkalarında namaz kıldım. Bunlar namaza "elhamdülillahi rabbil âlemin"i okuyarak başlıyorlar ve ne kıra­atin başında ne de sonunda "bismillahirrahmânirrâhim" demiyorlardı.[182]

Diğer taraftan bu konuda bizim kabul ettiğimiz görüş çok büyük bir de­lil ile de ağırlık kazanmaktadır. Bu, aklın kabul ettiği bir husustur. Şöyle ki, Peygamber (s.a)'ın Medine'deki mescidi üzerinden asırlar geçmiş bulun­maktadır. Rasulullah (s.a)'ın zamanından İmam Malik'in dönemine kadar (ve günümüze kadar) o mescidde hiçbir kimse Sünnete tabi olduğundan dola­yı "bismillahirrahmânirrâhim"i okumuş değildir. Bu sizin konu ile ilgili riva­yet ettiğiniz hadisleri reddetmektedir.

Şu kadar var ki, bizim mezhebimizin ilim adamları, nafile namazlarda bes­melenin okunmasını sevap görmüşlerdir. Onun okunacağına dair varid ol­muş haberler buna veya bu konuda genişlik bulunduğuna hamledilerek açıklanır. İmam Mâlik der ki: Nafile namaz kılarken ve Kur'ân-ı Kerim'i baş­kasının huzurunda okurken, besmelenin okunmasında bir mahzur yoktur.

İmam Malik'in ve onun mezhebine mensup ilim adamlarının genel görü­şü şu ki: Besmele Fatiha'run da başka bir sûrenin de (ilk) âyeti değildir. Farz namaz olsun, başkasında olsun namaz kılan kimse, gizli olsun açıkta olsun besmeleyi okumaz. Bununla birlikte nafilelerde okuması caizdir. İmam Ma­lik'in mezhebine mensup ilim adamlarınca meşhur olan görüş budur.

İmam Malik'ten gelmiş bir başka rivayete göre, Besmele nafile namazlar­da ve sûrenin baş tarafında okunabilir. Ancak Fatiha'nın başında okunmaz.

İbn Nafi'in ondan (Malik'ten) rivayetine göre farz ve nafile namazlarda kı­raatin başında okunacağını ve hiçbir şekilde terkedilmeyeceğini ifade etmek­tedir: Medine halkından şöyle diyenler de vardır. Onda -kıraatin başında- bis-millahirrahmânirrâhim'in okunması mutlaka gereklidir. Bu görüşü savunan­lar arasında İbn Ömer ve İbn Şihab da vardır. Şafiî, Ahmed, İshak, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd'in görüşü de budur. İşte bu, meselenin içtihadı bir mesele ol­duğunu, kati olmadığını göstermektedir. Görüşlerini kabul ettiğimiz takdir­de, aksi görüşte olan müslümanları tekfir etmek gereken birtakım cahil ve kendisini fukahadan zanneden kimselerin sandıklan gibi değildir. Çünkü bu konuda sözü geçen görüş ayrılığı vardır.

Bir grup ilim adamı da Fatiha ile birlikte gizlice okunacağı kanaatindedir. Ebu Hanife ve es-Sevri bunlardandır..Ömer, Ali, İbn Mes'ud, Ammar ve İbn ez-Zübeyr (r.anhum)'dan bu kanaat rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu el-Hakem ve Hammad'ın da görüşüdür. Ahmed b. Hanbel ve Ebu Ubeyd de bu görüşte olduklarını belirtmişlerdir. el-Ezvai'den de buna benzer bir rivayet gelmiştir. Bunu Ebu Umer b. Abdi'1-Berr "el-İstizkar" adlı eserinde zikretmek­tedir. Bunlar, görüşlerine bu konudaki rivayetleri delil gösterirler ki bunu Man-sur b. Zâzân, Enes b. Malik'ten rivayet etmektedir. Enes b. Mâlik dedi ki: Resulullah (s.a) bize namaz kıldırdı. "bismillahirrahmânirrâhim"i okuyuşunu bi­ze işittirmedi. Ayrıca Ammar b. Ruzeyk'in el-A'meş'ten, Onun Şube'den, onun Sabit b. Enes'ten rivayetini de delil gösterirler. Enes dedi ki: Peygam­ber (s.a)'ın Ebu Bekir ve Ömer'in arkasında namaz kıldım. Onlardan herhan­gi birisinin "bismillahirrahrnânirrâhim"i açıktan okuduğunu işitmedim.[183]

Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Enes'ten gelen rivayetler bu görüşe uy­gundur. Bununla çelişmemektedir. Bu görüş ile hareket edildiği takdirde bes­melenin okunuşu ile ilgili görüş ayrılıklarından da kurtulmak mümkün olur. Said b. Cübeyr'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Müşrikler mescid-de bulunurlardı. Resulullah (s.a): "Bismillahirrahmânirrahim" diye okudu­ğunda onlar: İşte Muhammed, Yemame'nin rahmanını -Müseylime'yi kaste­diyorlar- zikrediyor. Bunun üzerine Hz. Peygmber "bismillahirrahmânirra-him"in gizliden okunmasını emretti ve bu sefer: "Namazında sesini pek yük­seltme, fazla da kısma. İkisi ortası bir yol tut." (el-İsra, 17/110) buyruğu na­zil oldu. Ebu Abdullah et-Tirmizî el-Hakim der ki: Bu uygulama bu günümü­ze kadar -illet ortadan kalkmış olmakla birlikte -bu şekil üzere kalmaya de­vam etti. Nitekim tavafta remel yapılması de illet ortadan kalkmış olmakla bir­likte, gündüz namazlarında içten okumakta olduğu gibi kalmış, değişikliğe uğramamıştır. [184]

 

5- Besmele ile Başlamanın Hükmü:

 

Ümmet ilim kitaplarının ve risalele­rin başlarında Besmele'nin yazılmasının caiz olduğu üzerinde ittifak etmiş­lerdir. Eğer kitap bir şiir divanı ise, Mücahid'in eş-Şabi'in konu ile ilgili şöy­le dediği rivayet edilmektedir: (İlim adamları) Şiirin başında "bismillahirrah­mânirrahim" yazılmaması üzerinde icma etmişlerdir.

ez-Zühri de der ki: Bismillahirrahmânirrâhim'in şiir başında yazılmama­sı şeklinde uygulama günümüze kadar gelmiştir.

Said b. Cübeyr, şiir kitaplarının başında besmelenin yazılacağı görüşün­dedir. Müteahhir ilim adamlarının çoğunluğu da bu konuda onun görüşünü kabul etmiştir. Ebu Bekr el-Hatib der ki: Bizim tercih ettiğimiz ve müstehap gördüğümüz de budur. [185]

 

6- Sözlük Açısından "Besmele":

 

el-Maverdi der ki: Bismillah diyen kim­seye "mübesmil (besmele çeken)" denir. Bu kelime müvelled[186]  bir kelime­dir. Şiirde bu kelime geçer. Ömer b. Ebi Rabia der ki:

"Onunla karşılaştığım sabah Leyla besmele çekti Şu mübesmil (besmele çeken) sevgili ne hoştur!"

Derim ki: Dil bilginlerinin (fiilde) kullandıkları yaygın şekil "Besmele (bes­mele çekti)" şeklindedir. Yakub b. es-Sikkit, el-Mutarriz, es-Saâlibî ve başka dil alimleri şöyle der: Kişi "bismillah" dediği takdirde "besmele: Besmele ge­tirdi, çekti" denilir. Mesela, bismillah sözünü çokça tekrarlayan bir kimseye fazlaca besmele çektin, denir. Kişi: "La havle vela kuvvete illa billah" dedi­ği takdirde "havkale" denilir. "La ilahe illellah" dediğinde "hellele" : tehlil ge­tirdi" denilir. Sübhanallah dediği takdirde "sebhale: Teşbih getirdi" denilir. "Elhamdülillah" demeye "hamdele"; "hayya alessalah" demeye "haysala"; Sana feda olayım" demeye "ca'fele"; Allah eksikliğini vermesin" de­meye "tabkala" denilir. "Allah seni daim aziz kılsın" demeye "dem'aze" de­nilir. "Hayyaalel felah" demeye "hayfele" denilir.

el-Mutarriz bu deyimlerden: "Hayya alessalah" demeye "haysale" denile­ceğinden; "Sana feda olayım" demeye "ca'fele" denileceğinden; "Allah ömrü­nü uzun etsin" demeye "tabkale" denileceğinden ve: "Allah seni daim aziz et­sin" demeye "dem'aze" denileceğinden söz etmemektedir. [187]

 

7- Besmele Çekilecek Yerler:

 

Şeriat, yemek, içmek, hayvan kesmek, cima', taharet, gemiye binmek ve buna benzer her türlü (meşru) fiilin başında bes­mele çekilmesini teşvik etmiştir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyur­maktadır: "Artık üzerlerine Allah'ın adı anılanlardan yeyin" (el-En'am, 6/118) "Dedi ki: 'Binin içerisine, onun akması da durması da Allah'ın adıyladır.'" (Hud, 11/41) Rasulullah (s.a) da şöyle buyurmaktadır: "Kapını kapat, Allah'ın adını an, kandilini söndür ve Allah'ın adını an. Kabını ört ve Allah'ın adını an, su kabının (kırbanın) ağzını düğümle ve Allah'ın adını an."[188] Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi biriniz^ hanımı ile ilişki kurmak istediği takdirde: Adınla ey Allah'ım, şeytanı bizden uzaklaştır, bize ihsan ettiğin rızıktan da şey­tanı uzak tut." diyecek olursa eğer bu ilişkilerinden dolayı çocuklarının doğması takdir edilirse ebediyyen şeytan ona zarar veremez." [189]

Hz. Peyamber, Ömer b. Ebu Seleme'ye şöyle demiştir: "Ey oğul, Allah'ın adını an, sağ elinle ve önünden ye."[190]

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yemeğin üzerine Allah adı anıl-madığı takdirde şeytan o yemeği kendisine helal bilir.(O yemekten yer)" [191]

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Hayvanını kesmemiş olan Al­lah'ın adı ile kessin." [192]

Osman b. Ebi'l-Âs, Hz. Peygamber'e İslâm'a girdiğinden beri vücudunda bir ağrı duyduğundan şikâyette bulunur. Rasulullalı (s.a) ona şöyle der: "Elini vücudunun ağrıyan tarafına koy ve üç defa "bismillah" de. Yedi de­fa Duyduğum ve kendisinden çekindiğim şeyin kötülüğünden Allah'ın izzetine ve kudretine sığınırım" de.[193] Bütün bunlar, Sahih'te sabittir. İbn Mâce ve Tirmizî'nin rivayetine göre Pey­gamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Helaya girdikleri takdirde Ademoğulları-nın avretlerini cinlere karşı örtmeleri "bismillah" demeleri ile olur."[194]

Darakutnî de Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmetedir: Rasulullalı (s.a) abdest suyuna elini değdirdiği takdirde yüce Allah'ın adını anar, sonra da el­lerine su boşaltırdı.[195]

 

8- Besmele'nin Anlamı:

 

İlim adamlarımız der ki: Besmelede Kaderiye'nin ve onlardan olmayıp işledikleri fiilleri kendi kudretlerinin sonucu ortaya çı­kar, diyenlerin görüşleri reddedilmektedir. Bu hususta bu gibi kimselere kar­şı delil gösterme şekli şöyledir: Şanı yüce, Allah her bir fiile başlama sırasın­da -önceden de belirttiğimiz gibi- bismillah diyerek başlamamızı emret­mektedir.

"Bismillah'in anlamı "Allah ile" demektir. "Allah ile" buyruğunun anlamı ise, O'nun yaratması ve O'nun takdiri ile ulaşılan sonuçlar elde edilir, şek­lindedir. İnşaallah buna dair daha etraflı açıklamalar ileride gelecektir. Kimi ilim adamı da şöyle der: "Bismillah..."in anlamı Allah'ın yardımı, tevfiki ve bereketi ile başlıyorum, demektir. Bununla yüce Allah, kullarına kıraat ve bu­na benzer işlere başlamaları halinde kendi adını anmalarını öğretmektedir. Bu başlangıçları aziz ve celil olan Allah'ın bereketi ile olsun diyedir. [196]

 

9- "İsm" Kelimesinin Fazladan Kullanılması:

 

Ebu Ubeyde Ma'mer b. el-Müsenna, "bismillah"daki "ism" kelimesinin fazladan kullanıldığı görüşünde­dir. Buna da Lebid'in şu beyitini delil göstermektedir:

" Siz bir yıla kadar (ağlayın mezarımın başında) sonra size olsun selam adı

Tam bir yıl ağlayan kimse ise artık mazur görülür."

Burada "ad" anlamına gelen "ism" kelimesini şair fazladan zikretmiştir. Onun anlatmak istediği: "Sonra size selam olsun"dan ibarettir.

Bizim ilim adamlarımız da Lebid'in bu sözlerini "ism"in müsemmanın ken­disi olduğuna delil gösterirler. Bu bahiste ve başka yerlerde buna dair açık­lamalar -yüce Allah'ın izniyle-  ileride gelecektir. [197]

 

10- Farklı Görüşler:

 

"İsm"in fazladan getirilmesinin ne anlama geldiği hususunda farklı görüşler vardır. Kutub der ki: Bu kelime şanı yüce Allah'ın zik­rinin tazim ve tebcil edilmesi için fazladan konulmuştur. el-Ahfeş de der ki: Bu kelimenin fazladan getirilmesi, yemin hükmünden uzaklaşılıp Allah adı ile teberrük kasdının gerçekleştirilmesi içindir. Çünkü bu sözün aslı "bismil­lah" yerine: "billah" şeklindedir. "Billah" ise "Allah adına" anlamına yemin şek­linde de anlaşılabilir. [198]

 

11- "Besmele" de Emir Anlamı:

 

Yine bu kelimenin başına "ba" harfinin gel­mesinin ne anlama geldiği hususunda da farklı görüşler vardır. Bu, emir an­lamını ifade etmek için mi gelmiştir? O takdirde: Allah adıyla başla, demek olur. Yoksa haber anlamını ifade etmek için mi gelmiştir? O takdirde anlam: Allah'ın adı ile başladım (başlıyorum) olur. Görüldüğü gibi bu konuda iki gö­rüş vardır. Birincisi el-Ferra'nın, ikincisi ez-Zeccac'ın görüşüdür.

Buna göre her iki açıklamaya göre "bism" lafzı nasb konumundadır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: "Benim başlamam Allah adıyladır." Buna göre "bismillah" mübtedanın haberi konumunda merfudur. Haberin haz-fedildiği de söylenmiştir. Yani: Benim başlayışım Allah'ın adı ile gerçekleş­miş veya sabit olmuştur, demek olur. Bunu açıkça ifade ettiğimiz takdirde o vakit "bismillah" lafzı, gerçekleşmiş" veya "sabit olmuştur" fiilleri dolayısıy­la nasb konumunda olur. Ve bu: "Evde fazlalıklar eklenmiştir" sözüne ben­zer. Kur'ân-ı Kerim'de de yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Onu hemen kendisinin yanında durduğunu görünce: Bu benim Rabbimin lütfundan-dır... dedi."(en-Neml, 27/40) Burada yer alan "yanında" ifadesi nasb mahal-lindedir. Bu açıklamalar Basralı nahiv alimlerinden rivayet edilmiştir.

Takdirin: "Benim başlayışım Allah'ın adı iledir" yahut "O'nun ile sabittir" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna göre "bism" ifadesi "başlayışım" şek­lindeki masdar ile nasb edilmek konumunda olur. [199]

 

12- "Besmele"nin Yazılışı:

 

"Bismillah" Elif'siz olarak yazılır. Çokça kullanıldığı için gerek lafızda gerek yazıda isme bitişik olarak gelen "ba" harfi yazıldığı için Elifin yazılmasına gerek duyulmaz. Halbuki:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku" buyruğunda durum böy­le değildir. Az kullanıldığı için burada kelimesinde "be" harfin­den sonraki "elif" harfi hazfedilmemektedir. Diğer taraftan kelime­sindeki "be" harfinden sonra gelen Elifin "er-Rahmân ve el-Kahir" lafızları ile birlikte kullanıldığı takdirde hazfedilip (yazılmayıp) edilmeyeceği husu­sunda farklı görüşler vardır. el-Kisai ile Said el-Ahfeş elifin hazfedileceği (ya­zılmayacağı) görüşündedirler. Yahya b. Vessab ise: Sadece "bismillah" ile bir­likte yazıldığı takdirde elif hazfedilir. Çünkü çokça kullanış burada sözkonu-sudur, demektedir. [200]

 

13- " Besmele"nin Başındaki "Bi":

 

Ba harf-i cerrinin özellikle esreli "bi" şeklinde okunuş sebebi ile ilgili olarak üç farklı görüş ileri sürülmüştür: Söy­leyişinin ameline (yani kendisinden sonra gelen ismin sonunu esreli okut­masına) uygun düşmesi içindir, denilmiştir. İkinci görüşe göre "ba" harfi sa­dece isimlerin başına geldiğinden dolayı özellikle esreli okunur. Çünkü es­re ancak isimlerde sözkonusudur. Üçüncü görüş ise, bazan isim olabilen harf­ler ile "ba"yı birbirinden ayırdetmek içindir. Şairin şu sözünde yer alan "kaf" harfi de böyledir (isim yerini tutmaktadır):

"Öyle bir atla geri döndük ki, sanki su kuşu idi aramızda, uzaklaşıp gidiyordu." Yani o, bizimle birlikte olan su hayvanı gibi veya ona benzeyen bir hay­vandı, anlamındadır. [201]

 

14-"Besmele"deki "Ism":

 

kelimesinin vezni şeklindedir.

Bu kelimenin sonundan "vav" harfi düşmüştür. Çünkü kökü fiilin­den gelmektedir. Çoğulun şeklinde küçültme ismi de: şeklindedir. Bu kelimenin aslının ( vezninin) ne şekilde olduğu ile ilgili ola­rak görüş ayrılığı vardır. Vezni "fil" şeklindedir, denildiği gibi "ful" şeklin­de olduğu da söylenmiştir. el-Cevherî der ki: Bu veznin çoğulu "esma" şek­linde gelir. "Ciz"' ve "ecza" ile "kufi" ve "ekfâl" kelimelerine benzemektedir. Bunların ne şekilde çoğullarının yapılacağı ise ancak kulaktan duyma ile an­laşılır. Bu kelimenin dört ayrı söyleyiş şekli vardır. Esreli olarak "ism" şek­linde, ötreli olarak: "usm" şeklinde. Ahmed b. Yahya der ki: Elifi ötreli oku­yan bir kimse bu kelimeyi " semevtu" den türetmekte, esreli olarak okuyan ise "semîtu" kökünden türetmektedir. Üçüncü bir söyleyiş olarak: "Simun", dördüncü söyleyiş ise "sumun" şeklindedir. Bu söyleyişlere uygun olarak şa­irlerden birisinin şöyle bir beyiti aktarılmaktadır:

"Allah sana mübarek bir ad vermiştir

Bu isim ile Allah seni tercih etmiş, mümtaz kılmıştır."

Bir diğer şair de şöyle demektedir:

"Bizi hayrete düşürdü bu senemizin başları

Bolluk sahibi diye bilinir fakat herşeyi kuru kuru yer bitirir

eline geçirdiği her kemiği etinden ısrarla sıyırır."

Burada geçen kelimesinin ilk harfi hem ötreli hem de esreli ola­rak okunmuştur.

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Her sûrede adı bulunanın adı ile (başlarım)"

kelimesindeki "sin" harfi sakin (cezimli) okunmuştur. Kıyasa ay­kırı olarak i'lal yapılmıştır. Bu kelimenin elifi vasıl elifidir. Şair bazan bunu zorunluluk sebebiyle kat' elifi olarak da okuyabilir. el-Ahvas'ın şu beyitin-de olduğu gibi:

"Ben Malik'in soy kütüğünde aşağılık birisi değilim.

Bir isim alan herkes daha sonra bu isminin gereğine sıkı sıkıya riâyet etmez." [202]

 

15- "İsm"e Nisbet:

 

Araplar, "ism" kelimesine nisbet etmek istediklerinde

 (mensub isim yapmak istediklerinde) derler. Bunun yerine da diyerek olduğu gibi bırakabilirsin. şeklinde kelimesinin çoğulu ise şeklinde gelir. el-Ferra Allah'ın bütün isimleriyle seni sığındırırım" söyleyişini nakletmektedir. [203]

 

16- "îsm"in Türediği Kök:

 

"İsm" kelimesinin hangi kökten türediği husu­sunda iki farklı görüş vardır. Basralılar der ki: Bu kelime yükseklik yücelik anlamına gelen "sümuvv" kökünden türemiştir. "İsm" denilmesi bu ismin sa­hibinin kendisi vasıtasıyla yücelen bir kimse ayarında olması dolayısıyladır. İsmin müsemmayı (ad olduğu şeyi) yükseltip başkalarına üstün kıldığından dolayıdır da denilmiştir. Yine: "İsm"e bu adın veriliş sebebi, sahib olduğu güç sebebiyle sözün diğer iki kısmı olan harf ve fiilden üstün olduğundan dola­yıdır. İsmin harf ve fiilden daha güçlü olduğu da icma ile kabul edilmiştir. Çünkü aslolan odur. İşte isim, fiil ve harfe üstün geldiğinden dolayı, ona (üs­tün anlamında) "ism" adı verilmiştir. Buna göre Basrahlann bu hususta üç ay­rı açıklaması vardır.

Kufeliler der ki: "İsm" kelimesi, alamet anlamına gelen "es-simeh" den türemiştir. Çünkü "ism" ad olarak konulduğu şeyin alametini teşkil etmek­tedir. Buna göre "ism" kelimesinin kökü "ve-se-me" şeklinde olur. Ancak bi­rincisi daha doğrudur. Çünkü bu kelimenin küçültme ismi: "sumeyy", çoğu­lu ise "esma" şeklindedir. Bir kelimenin çoğulu ve küçültme ismi ise, o ke­limenin kökünü bize gösterir. (Kufelilerin açıklamasına aykırı olarak): "vu-seym" denilmediği gibi (çoğulunda:) "evsam" da denilmemektedir.

Birinci görüşün doğruluğunun bir delili de bu konudaki görüş ayrılığının faydasıdır. Bunun faydası da şudur: [204]

 

17- İsim ile Sıfat:

 

"İsm" kelimesinin yücelik ve üstünlükten türediğini söy­leyenler şöyle der: Yüce Allah bütün mahlukatın varlığından önce de onla­rın varolmasından sonra da ve yok olacakları takdirde de (bu üstün) sıfat­lara sahiptir. Yüce Allah'ın isim ve sıfatlarında yaratıkların etkisi yoktur. Bu,

Ehl-i Sünnet'in görüşüdür. "İsrrTin alametten türetildiğini söyleyenler de şöyle demektedir: Ezelden yüce Allah, isimsiz ve sıfatsız idi. O mahlukatı ya­ratınca onlar O'na birtakım isim ve sıfatlar izafe ettiler. Onları yok ettiği tak­dirde yine isimsiz ve sıfatsız kalır. Bu da Mu'tezile'nin görüşüdür. Ümmetin icma ile kabul ettiği görüşe muhalif bir görüştür. Bu konudaki hata ve yan­lışlıkları "O'nun kelamı mahluktur (yaratılmıştır)" demelerinden daha büyük bir hatadır. Şanı yüce Allah, onların bu yanlış kanaatlerinden yüce ve mü­nezzehtir. Bu konudaki görüş ayrılığı dolayısıyla isim ve müsemma hakkın­da da farklı görüşler ortaya çıkmıştır ki, bunu da bir sonraki mes'elede açıklayalım. [205]

 

18- İsim ile Müsemmâ (Ad ile o ad ile anılan):

 

Kadı Ebu Bekr b. et-Tay-yib'in naklettiğine göre Hak ehli, ismin müsemmanın kendisi olduğu görü­şündedir. İbn Fûrek de bu görüşü kabul etmiştir. Bu Ebu Ubeyde ve Sibe-veyh'in de görüşüdür. Bir kimse: "Allah alimdir (bilicidir)" dediği takdirde onun bu sözü "alim" olmak niteliğine sahip zatına delalet eder. İsmin "alim" olması bizzat müsemmanın kendisinin böyle olduğu anlamındadır. Yine bir kişi: "Allah haliktır (yaratıcıdır)" diyecek olursa halik olan Rabbin kendisidir, der. Ve bu bizatihi isimdir. İsim onlara göre herhangi bir açıklama sözkonu-su olmaksızın bizatihi müsemmanın kendisidir.

İbnu'l-Hassar der ki: Bid'atçilerden sıfatların varlığını inkar edenler, ad­landırmaların zatın dışında bir medlulü olmadığını zanneder. O bakımdan bunlar: İsim müsemmadan başkadır, derler. Allah'ın sıfatlarını kabul eden­ler ise adlandırmaların medlullerini de kabul eder ve bunlar zatın vasıfları olup bunlar (sıfatlar) ibarelerden (söylenen sözlerden) ayrıdır. Onlara göre bu sı­fatlar isimlerin kendileridir. Bakara ve A'raf sûrelerinde -yüce Allah'ın izniy­le- buna dair daha fazla açıklamalar gelecektir. [206]

 

19- "Allah" Lafza-i Celâli:

 

"Allah"  lafzı şanı yüce Rabbimizin en büyük ve en kapsamlı adıdır. Hatta kimi ilim adamları şöyle demiştir: Bu, yüce Al­lah'ın ism-i azamı (en büyük ismDdir. O'ndan başka hiçbir kimseye bu isim verilmiş değildir. Bundan dolayı bu ismin tesniyesi (ikili) ve çoğulu yapılmaz. Şanı yüce Allah'ın: "Sen O'nun adıyla başka bir kimsenin adlandırıldığını biliyor musun?" (Meryem, 19/65) buyruğu ile ilgili iki açıklama şeklinden bi­risi de budur. Yani onun "Allah" adını alan bir başka kimsenin varlığını bi­liyor musun?

Allah adı, bütün ilahî sıfatları kendisinde toplayan rububiyyetin nitelik­lerine sahip kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan hak varlığın adıdır.

Bunun ibadet edilmek hakkına sahip anlamına geldiği söylenmiştir. Ezel­den beri var olan ebediyen var olacak olan vacibu'l-vücud (varlığı zorunlu) anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu ikisinin anlamı arasında da fark yok­tur. [207]

 

20- "Allah" Lafzının Aslı:

 

Dil bilginleri bu ismin türemiş (müştak) midir, yoksa zat-ı bari'nin özel ismi olmak üzere mi konulmuştur hususunda da fark­lı görüşlere sahiptir.

Birinci görüşü, yani türemiş olduğunu, ilim adamlarının birçoğu kabul et­mektedir. Ancak bunun türeme yolu ve asıl kökünün ne olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Sibeveyh, el-Halil'den bunun aslının "Fiâl" gibi "ilah" şeklinde olduğunu söylediğini rivayet etmektedir. Hemzenin yerine elif ve lam getirilmiştir. (Allah olmuştur.)

Sibeveyh der ki: Mesela "en-Nass" kelimesinin aslı da "Unas"dır. Bu ke­limenin aslının "lâhe" olduğu da söylenmiştir. Bunun başına elif ve lam ta­zim için getirilmiştir. Sibeveyh'in tercih ettiği görüş budur. Buna delil olarak şu beyiti gösterir:

"Saklan, gizlen ben amcan oğluyum, şerefin benden üstün değildir

Ve sen benim yöneticim değilsin ki beni yönetesin."

el-Kisai ve el-Ferra der ki: "Bismillah"ın anlamı "el- ilahın adı ile" demek­tir. Hemzeyi hazfederek birinci lamı ikinci lama idğam ettiler ve böylelikle bu ikisi şeddeli lam haline geldi. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: Fakat ben (muvahhidim) Allah benim Rabbimdir." (el-Kelif, 18/38) Burada yer alan kelimesi aslında şeklinde­dir. Nitekim el-Hasen de böyle okumuştur.

Diğer taraftan "Allah" lafzının şaşkınlık ifade eden : "velehe" kökünden türediği de söylenmiştir. el-Veleh: Aklın baştan gitmesi anlamındadır. Nite­kim: Aklı başından gitmiş erkek, aklı başından gitmiş kadın" denilir. Su çöle akıtıldığı takdirde de denilir. Şanı yüce Allah'ın sıfatlarının hakikatini bilmek, O'nun marifeti üzerinde düşün­mek halindeyse, akıllar hayrete düşer ve altından kalkamaz, şaşırır kalır. Bu­na göre "ilah" kelimesinin aslı "velah"dır. Bu kelimenin başında yer alan hem­ze "vav" harfinin değişikliğe uğramış şeklidir. Nitekim (kemer anlamına ge­len) "işah" kelimesindeki hemze de "vişâh" şeklinde "vav" ile; (yastık anla­mına gelen) "isâde" kelimesindeki hemze vav'a dönüştürülerek "visâde" şekline getirilmiştir. Bu açıklama şekli el-Halil'den de rivayet edilmiştir, ed-Dahhak'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah"a, "ilah" denilmesinin se­bebi, yaratıkların ihtiyaçlarını ona bildirip sığınmaları, sıkıntılı zamanların­da ona yalvarıp yakarmalarıdır. el-Halil b. Ahmed'in de şöyle dediği nakle­dilmektedir. Çünkü yaratıklar O'na sığınırlar.

(Aynı anlamı ifade etmek üzere) bu kelime şeklinde söylenir.

Bu lafzın yükselmek anlamına gelen kökten türediği de söylenmiştir.

Araplar yüksekteki her şeye "lâh" derlerdi. O bakımdan güneş doğduğu za­man doğuşunu ifade etmek üzere ifadesini kullanırlardı.

Tapınıp ibadet etmek için kullanılan "elihe" kelimesinde ve kendisini iba­dete verdiği takdirde de kullanılan "teellehe" kelimesinden türediği de söy­lenmiştir. Yüce Allah'ın (el-A'raf, 7/127)de yer alan  şek­lindeki okuyuşu da böyledir. İbn Abbas ve başkaları derler ki: Buradaki bu kelime "sana ibadeti.... " anlamındadır.[208]

Bunlar şöyle demektedirler: O halde Allah lafzı, bu kökten türemektedir. Şanı yüce Allah lafzının anlamı ibadette kendisine yönelinen, ibadet ile kastedilendir. Allah'ı tevhid edenleri "La ilahe illellah" şeklindeki sözleri, Al­lah'tan başka kendisine ibadet edilen yoktur, anlamındadır. Burada yer alan "illa" lafzı başka anlamındadır. Yoksa istisna anlamını ifade etmez.

Bazıları da -uzak bir ihtimal olarak- şu iddiada bulunmaktadır: Bu yüce lafızda aslolan gaib olanı kinaye yoluyla kasteden "ha (hu)" zamiridir. Çün­kü bunlar, (Allah'ı tanımanın) akıllarının fıtrî yapısında varolduğunu kabul ederler. O bakımdan O'na bu kinaye (zamir) harfi ile işaret ettiler. Daha son­ra mülkiyet ifade eden "lam" harfi eklendi. Çünkü eşyayı yaratanın ve eşya­lara malik olanın O olduğunu bilmişlerdir. Böylelikle bu kelime "lehu" şek­lini aldı. Daha sonra ta'zim ve hürmet ifade etmek için ona elif ve lam ek­lendi (böylelikle Allah oldu).

İkinci görüş (ki lafzatullahın zat-ı uluhiyyeti kastetmek üzere kullanılmış bir kelime olduğunu kabul edenlerin görüşüdür): Bu görüşü aralarında Şa­fiî'nin Ebu'l-Meali, el-Hattabi, el-Ğazzali, el-Mufaddal ve başkalarının da bulunduğu bir grup ilim adamı ileri sürmüştür. el-Halil ve Sibeveyh'ten de şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Elif ve lam bu lafzın ayrılmaz harfleridir. Bu harflerin bu lafızdan hazfedilmeleri caiz değildir. el-Hattabi de der ki: Elif ile lam'ın bu yüce ismin yapısından olduğunun ve tarif için gelmediklerinin de­lili bu lafzın başına bu şekli değişmeksizin "nida harfinin" girmesidir. Me­sela "ya Allah" diyebiliyoruz. Nida harfleri ise tarif için olan elif ve lam ile birlikte bir arada bulunmaz. Mesela ya Allah dediğimiz gibi ya er-Rahmân, ya er-Rahîm demeyiz. İşte bu, iki harfin (elif ile lam harflerinin) ismin yapı­sının birer parçası olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [209]

 

21- "er-Rahmân" Adı:

 

Yine "er-Rahmân" adının türemesi ile ilgili farklı gö­rüşler vardır. Kimisi bu ismin türemiş bir isim olmadığını söylemektedir. Çün­kü şanı yüce Allah'a has özel isimlerdendir. Diğer taraftan eğer bu kelime, "rahmef'den türemiş olsaydı, rahmet olunan ile birlikte de kullanılabilmeli idi ve böylelikle "Allah kullarına rahîmdir" denilebildiği gibi "Allah kulları­na rahmandır" da denilebilmeli idi. Yine eğer bu isim "rahmef'den türemiş.

olsaydı yüce Allah'ın adı olarak bunu işittiklerinde Arapların tepki gösterme­meleri gerekirdi. Çünkü o zaman Araplar, Rablerinin rahmet sahibi olduğu­nu kabul ediyorlardı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara: Rahmana secde edin denildiğinde onlar: Rahman neymiş?... dediler." (el-Furkan, 25/60) Hudeybiye barışı sırasında da Ali (r.a), Peygamber (s.a)'ın emriyle: "Bis-millahirrahmânirrâhim" yazınca Süheyl b. Amr şöyle itiraz etmişti: Biz "Bis-millahirrahmânirrâhim"in ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bunun yerine bizim bildiğimiz şey olan "bismikellahumme" (adın ile Allah'ım) diye yaz.

İbnu'l-Arabi der ki: Onların bilmedikleri mevsuf (nitelenen) olan Allah de­ğil, onun sıfatı idi. Buna delil olarak onların "Rahman kimdir?" demeyip "rah­man nedir?" demelerini göstermektedir.

İbnu'l-Hassar der ki: Sanki o (İbnu'l-Arabi) -Allah'ın rahmeti üzerine ol­sun- yüce Allah'ın başka âyet-i kerimede yer alan: "Ve onlar Rahmanı inkar ederler" (er-Ra'd, 13/30) buyruğunu hatırlamamış gibidir.

İnsanların cumhuru (çoğunluğu) "er-Rahmân" lafzının mübalağa ifade et­mek üzere "rahmet" kökünden türemiş ve mebni bir kelime olduğunu kabul etmektedir. Manası ise, eşsiz olan rahmet sahibi demektir. İşte bundan do­layı "er-Rahîm" lafzının ikili ve çoğulu yapıldığı gibi bunun iki ve çoğulu ya­pılmaz.

İbnu'l-Hassar der ki: Bu kelimenin türemiş olduğunun delillerinden biri­si de Tirmizî'nin rivayet edip sahih olduğunu belirttiği Abdurrahmân b. Avf tan gelen şu rivayettir. Abdurrahmân b. Avf, Rasulullah (s.a)'ı şöyle bu­yururken dinlemiş: "Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki: Ben Rahmanım. Ra-himi (akrabalığı) yarattım ve ona kendi ismimden türeyen bir isim türetip ver­dim. Kim onun bağına riâyet ederse ben de onu bitiştiririm. Kim de onun ba­ğını keserse ben de onu keserim."[210] İşte bu hadis-i şerif er-Rahmân isminin türemiş olduğunu açıkça ortaya koyan bir nasstır. Buna muhalefetin ve gö­rüş ayrılığına düşmenin anlamı yoktur. Arapların bu ismi tepki ile karşılama­larının sebebi yüce Allah'ı ve ona karşı yerine getirilmesi gereken görevle­ri bilmeyişlerinden dolayıdır. [211]

 

22- er-Rahman İbranice midir?

 

İbnu'l-Enbârî'nin "ez-Zâhir" adlı eserin­de zikrettiğine göre el-Müberred "er-Rahmân"ın İbrance bir isim olduğunu bundan dolayı da bununla birlikte er-Rahîm isminin de zikredildiğini iddia etmiştir. Bunu ifade etmek üzere de şu beyitler delil gösterilmektedir:

"Şerefe nail olamazsınız; ister abanızı ipekle sırmalayın,

îster yenbüt (haşhaş) ağacını ufak ağaçlara dönüştürün.

İsterseniz (develerin) arkalarından ayrılmayan deve palanlarından ayrılın

Ve onların sırtlarını "Rahman ve Kur'an" diye sıvazlamayı bırakın."

Ebu İshak ez-Zeccac "Meani'l-Kur'ân"da şöyle demektedir: Ahmed b. Yah­ya dedi ki: "er-Rahîm" arapça ve "er-Rahmân" İbranicedir. İşte bundan do­layı ikisi bir arada zikredilmiştir. Fakat bu kabul edilmeyen bir görüştür.

Ebu'l-Abbas der ki: Na't (niteleme) bazan övgü için olur. Mesela, şair Ce-rir demek bunun gibidir. Mutarrif in Katâde'den yüce Allah'ın: "Bismillahir-rahmânirrâhim" buyruğunda kendi zatını methettiğini söylediğini naklet-miştir. Ebu İshak der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Kutrub da der ki: Rahman ve Rahîmin bir arada zikredilmesi, te'kid için olabilir. Ebu İshak der ki: Bu da güzel bir görüştür. Ve te'kidde büyük bir fayda vardır. Arapların sözün­de de bu pek çoktur. Onun için ayrıca delil göstermeye ihtiyaç yoktur. Bu­rada te'kidin faydası ise Muhammed b. Yezid tarafından şöylece açıklanmak­tadır: Bu, lütuf üstüne lütuf, nimet ihsanı üzerine nimet ihsanına, bunlara rağ­bet edenlerin arzularını güçlendirmek ve umanın emelini boşa çıkmayaca­ğına dair bir vaaddır. [212]

 

23- "Rahman" ve "Rahim" Arasındaki Fark:

 

Rahman ve Rahîm isimleri aynı anlamı mı ifade eder, yoksa iki ayrı anlama mı gelir hususunda da ilim adamları farklı görüşler belirtmişlerdir. "Nedman ve Nedim (pişmanlık duyan)" kelimelerinde olduğu gibi aynı anlama gelirler, denilmiştir. Bu Ebu Ubeyde'nin görüşüdür. Bazıları da fa'lan (rahman kelimesinin vezni) faîl (rahîm kelimesinin vezni) in binası gibi değildir. Çünkü fa'lan vezni ancak fiilin mübalağalı halini anlatmak için kullanılır. Mesela kızgınlık ile dolup taş­mış bir kimse için "Ğadbân" tabiri kullanılır. Faîl vezni ise bazen fail ve mef'ul (yani etken ve edilgen) anlamlarını ifade edebilir. Amalles der ki:

"Savaş seni bir defa dişlerinin arasına aldı mı?

O vakit sen şefkat duyulan merhamet olunan olursun."

Buna göre "er-Rahmân" isim olarak özel, fiil olarak genel; "er-Rahîm" ise isim olarak genel, fiil olarak özeldir. Bu cumhurun görüşüdür.

Ebu Ali el-Farisî der ki: "er-Rahmân" bütün rahmet türleri hakkında ku-lanılan genel bir isim olup yalnız yüce Allah hakkında kullanılır. "Er-Rahîm" ise, mü'minler hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ve mü'minlere çok merhametli (rahîm)dir." (el-Ahzab, 33/43) el-Ar-zemî der ki: "er-Rahmân" yağmurlarla, duyu nimetleriyle ve genel olarak bütün nimetlerle bütün yaratıklarına merhamet edendir. "er-Rahîm" ise, on­ları hidâyete iletmek, onlara lütuflarda bulunmak suretiyle mü'minlere merhametli olandır.

İbnu'l-Mübarek der ki: "er-Rahmân" kendisinden istendiği zaman veren­dir. "er-Rahîm" ise kendisinden dilekte bulunulmadığı zaman kızıp gazap-lanandır.

İbn Mâce Sünen'inde, Tirmizî de el-Cami'inde Ebu Salih'ten, o Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Allah'tan dilekte bulunmayana Allah gazab eder." Bu lafız Tirmizî'ye aittir.[213] İbn Mâce de der ki: "Yüce Allah'a dua etmeyene Allah gazab eder." [214] İbn Mâce der ki: Ben Ebu Zur'a'ya bu senette sözü geçen Ebu Salih hakkında soru sorduğumda şöyle dedi: Bu kendisine el-Farisi adı verilen kişi olup Huzis-tanlıdır. Adını bilmiyorum. Şairlerden birisi de bu anlamı kabul ederek şöy­le demiştir:

"O'ndan dilekte bulunmayı terkettin mi Allah gazab eder

Adem oğlancığı ise kendisinden istendi mi gazaplanır."

İbn Abbas der ki: Bunlar rakîk (ince anlamlar ifade eden) iki isimdir. Birisi ötekinden daha rakîkdir. Yani daha çok rahmet ifade eder.

el-Hattabî der ki: Bu müşkil bir ifadedir. Çünkü rakîkliğin yüce Allah'ın sıfatlarından hiçbirisiyle bir alakası yoktur.

el-Huseyn b. el-Fadl el-Beceli der ki: Bu şekildeki bir rivayet ravinin veh­minden kaynaklanmaktadır. Çünkü inceliğin (rikkatin) yüce Allah'ın sıfatlarıy­la hiçbir ilgisi yoktur. Bu ifadenin doğru şekli: "Bunlar biri ötekinden daha refik (nfk ve yumuşaklık) olan iki isimdir." Rıfk ise, aziz ve celil olan Allah'ın sıfatlarındandır. Nitekim Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Al­lah refik (yumuşak merhametli) dir, rıfkı sever ve katılığa karşılık olarak ver­mediği şeyleri rıfka karşılık olarak verir."[215]

 

24- "er-Rahmân" Adı:

 

İlim adamlarının çoğunluğu, "er-Rahmân"ın yüce Allah'ın özel ismi olup başkasına verilmesinin caiz olmadığı kanaatindedir. Yüce Allah'ın şu buyrukları bunu göstermektedir: "De ki: İster Allah diye dua edin ister Rahman diye dua edin." (el-İsra, 17/110) Burada görüldüğü gibi er-Rahmân adı başkasının ortaklığının sözkonusu olmadığı diğer adı olan "Al­lah" lafzına denk ve eşit olarak zikredilmiştir. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Rah-mân'dan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış mıyız?" (ez-Zuhruf, 43/45) Bu­rada yüce Allah, ibadete hak kazananın "Rahman" olduğunu haber ver­mektedir. Müseylime el-Kezzab (Allah'ın laneti üzerine olsun) kendisine "rahmânu'l-yemame" adını vermek cesaretini göstermiştir. Müseylime ken­disine bu adı verir vermez, hemen onun kulağına "el-Kezzab (çok yalancı)" şeklindeki sıfatı ulaşıverdi. Bundan dolayı şanı yüce olan Allah, "el-Kezzab" sıfatını onun adının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Her ne kadar her kafir, aynı zamanda yalancı ise de bu nitelik Müseylime'nin kendisi ile tanındığı bir özel sıfat halini almış ve yüce Allah, bu niteliği onun adının ay­rılmaz bir parçası haline getirmiştir. er-Rahmân adı ile ilgili olarak onun yüce Allah'ın ism-i a'zamı olduğu da söylenmiştir. Bunu İbnu'l-Arabi zikretmiştir. [216]

 

25- "er-Rahîm" Adı:

 

"er-Rahîm" yaratıklar için mutlak bir niteliktir. "er-Rah­mân" isminde genel bir anlam bulunduğundan dolayı bizim sözlerimizde de tenzile (vahye) uygun olarak "er-Rahîm" den önce zikredilmiştir. Bu el-Mehdevî'nin açıklamasıdır.

Şöyle de denilmiştir: er-Rahîm'in anlamı, sizin Allah'ı ve er-Rahmân'ı bulmanız er-Rahîm iledir. Çünkü er-Rahîm, Muhammed (s.a)'ın niteliğidir. Yü­ce Allah, onu şu buyruğunda böyle nitelemiştir: "O rauf (çok şefkatli) ve ra­him (çok merhametli) dir." (et-Tevbe, 9/129) Bu açıklamayı yapan, mananın şöyle olduğunu kastetmiş gibidir: "Bismillahirrahmâni ve birrahîmi" yani ve Muhammed (s.a) aracılığıyla bana ulaştınız. Yani ona uymak ve onun getir­diklerine tabi olmak sayesinde sizler benim sevabımı, lütuf ve ihsanımı ve vechime nazarı elde edebildiniz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [217]

 

26-  "Besmele"nin Genel Anlamı'na Dair Bazı Rivayetler:

 

Ali b. Ebi Tal-ib (k.v)'den yüce Allah'ın: "Bismillah" lafzı ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilmiştir: O, her türlü hastalığa karşı şifa ve her türlü devaya karşılık da bir yardımdır. "er-Rahmân" ise ona iman eden herkese yardımdır. Bu, ken­disinden başkasına bu ismin verilemeyeceği zatın adıdır. "er-Rahîm" ise tev-be edene, iman edip salih amel işleyene merhametlidir demektir.

Kimisi, bu lafzı (yani bismillahirrahmânirrâhim'i) harfleri esas alarak açıklamıştır. Osman b. Affan'dan rivayet edildiğine göre o, Rasulullah (s.a)'a "bismillahirrahmânirrâhim"in açıklamasını sormuş o da şöyle buyurmuş: "Ba, yüce Allah'ın belası (sınaması) ruhu, aydınlığı, parlaklığı ve yüceliği; sin yüce Allah'ın üstünlüğü, mim Allah'ın mülkü demektir. Allah kendisinden baş­ka hiçbir ilah olmayandır. Rahman ise, yarattıklarından iyi olana da kötü ve günahkar olana da merhametli olan demektir. Rahîm ise, özellikle mü'min-lere karşı şefkatli ve merhametli olan demektir."[218]

Ka'b el-Ahbar'ın da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ba,yüce Allah'ın göz kamaştırıcılığı, sin yüceliği demektir. O'ndan yüce hiçbir şey yoktur. Mim onun mutlak malikiyetini ifade eder. O, herşeye kadir olandır. O'na karşı hiçbir kim­se çıkamaz, mağlup edemez.

Şöyle de denilmiştir: Her bir harf, yüce Allah'ın isimlerinden birisinin baş­langıcıdır. Ba basir adının, sin semi' adının, mim melik adının, elif Allah adının, lam latîf adının, ha hadi adının, ra râzık adının, ha halîm adının, nun nur adının birinci harfidir. Bütün bunların anlamı ise, herşeyin başlangıcı es­nasında şanı yüce Allah'a dua etmektir. [219]

 

27- Besmele ile Fatiha'nın Okunuşu:

 

(Besmelenin son kelimesi olan): "er-Rahîm" lafzının "elhamdülillah" ile bitişik okunması hususunda ihtilaf edil­miştir. Umm Seleme'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a), mim harfini sükunlu okuyup vak'f yapar ve maktu' bir elif ile başlayarak: şeklinde okurdu.

Kufelilerden bir grup bu şekilde okumuştur. Ancak çoğunluk ise: şeklinde okumuşlardır. Yani "er-Rahîmi" şeklinde esreli ve "elhamdü"deki elifi vaslederek .... er-Rahîmi'1-Hamdü... (şeklinde) okursun.

el-Kisai, kimi arapların, mim harfini üstünlü ve elifin vasledilmesi şeklin­de er-Rahîme'1-Hamdü... diye okuduğunu nakletmektedir. Bu, şöyle açıklanır: Mim harfi sükûnlü okunur, elif kat' ile okunur. Sonra elifin harekesi mime aktarılarak elif hazfedilir.

İbn Atiyye der ki: Bildiğim kadarıyla bu herhangi bir kimsenin kıraati olarak rivayet edilmemiştir. Yahya b. Ziyad'ın yüce Allah'ın: buy­ruğunu okuyuşu ile ilgili görüşü de böyledir. [220]

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] İbn Mâce, Mukaddime 16; hdl'no: 215; Müsned, III, 127-128; Hâkim, Müstedrek, I, 556

[2] Müslim, Tahâre 1.

[3] Müslim, Vnsiyyet 14; Müsned, II, 372.

[4] "Kur'ân Ahkâmı ve İhtiva ettiği Sünnet ve Furkân âyetlerini beyan edip açıklayan" an­lamında.

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/197-200.

[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/200-201.

[7] Tirmizt, Fedâilu'l-Kur'ân, 25.

[8] es-Sebu't-Tivâl: Bakara, Âli İmrân, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf, Enfâl ve Tevbe. el-Miûn: Bunlardan sonra gelen ve âyet sayısı yüz dolaylarında olan sûreler. el-Mesânî: el-Mi-ûn'dan sonra gelen sûrelerdir.

el-Mufassal ise kısa sûreler olup nereden başladıkları konusunda farklı görüşler var­dır. (Bk. ez-Zerkeşî, el-Burhân, Beyrut, 1408/1988, I, 307 v.d. Sııyûtî, el-îtkâh, İst., Ka­hire, 1399/1979 dan tıpkı basım, 1, 84, v.d.)

[9] Dârimi, Fedâilu'l-Kur'ân 17

[10] A'ver, Hadisi Hz. Ali'den rivayet eden el-Hâris'in lakabıdır. Hadisi, Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân, 14; Dârimi, Fedâilü'l-Kıır'ân 1; hd. no: 3335'de rivayet etmişlerdir.

[11] Biraz sonra gelecek Tirmizî'n'm rivayetinde bu fazlnlık vardır.

[12] Hâkim, Müstedrek, I, 555; Dâriınî, Fedâilu'l-Kur'ân 1, hd. no: 3318 - kısmen -.

[13] Buharı, Fedâilu'l-Kur'ân 21; Ebû Dâvûd, Vitr 14; Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 15

[14] Müslim, Salâtu'l-Müsafirîn 243

[15] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 16

[16] Hadisin iki veya daha fazla isnadı varsa, bir isnaddan diğerine geçiş sırasında nokta­sız bir 'Hâ" yazarlar. Tercih edilen görüşe göre bu "tehavyul"den kısaltmadır. Hadisin senedini okuyan buraya geldi mi "Hâ" der ve geçer. Sened arasında bu şekilde bir "Hâ" Sahîh-i Müslim'de daha çok Buhârî'de ise daha azdır. (Bk. Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Ha­dis Istılahları, Ankara, 1980, s. 117; Doç. Dr. Mectabâ Uğur, Ansiklopedik Hadis Te­rimleri Sözlüğü, Ankara, 1992, s. 106).

[17] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 20

[18] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 244; Ebû Dâvud, Vitr 14; Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 13

[19] Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 17.

[20] Müslim, Snlâtu'l-Müsafîrin 251; Ebû Dâvûd, Vitr 15

[21] Müslim, Zikir ve Dua 38.

[22] Ebû Dâvûd, Tetavvu' 25; Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 20; Nesât, Zekât 68.

[23] Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 18, Matbu nüshada: "Hasen sahih bir hadistir."

[24] Ebû Dâvûd, Vitr 20.

[25] İbn Mâceh, Edeb 52.

[26] Hadisin senedinde hadis uydurmakla meşhur raviler olduğu belirtilmiştir. Bk. eş-Şev-kânî, el-Fevâidu'l-Mecmûa, Kahire, 1380/1960, s. 306.

[27] Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 13, az bir farkla. Sonunda da şu kaydı düşmektedir: "Bu, ga-rîb bir hadistir. Bunun başka bir yolla rivayet edildiğini bilmiyoruz. Senedi sahih de­ğildir. Hafs b. Süleyman, hadis (rivâyetin)de zayıf kabul edilir."

[28] Ebû Dâvûd, Ramadân.

[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/201-207.

[30] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 29.

[31] Tirmizi, Kıraat 1; Ebû Dâvûd, el-Hurûf ve'l Kıraat hd. no: 4001.

[32] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Munir Şerfıu'l-Câmii's-Sağîr, I, 59'da yakın lafızlarla ve "hasen" olduğu belirtilerek.

[33] Ebû Dâvûd, Vitr 20; Nesâl, İftitâh 83; İbn Mâceh, İkâme 176.

[34] Buharı, Tevhîd 44; Müslim'de bu lafız ile hadisi tesbit edemedik. Ancak Kur'ân ile te-ganniyi güzel gören hadisler için bk. Salâtu'l-Müsâfirîn 34; Ebû Dâvûd, Vitr 20.

[35] Hadis kitaplarında tesbit ettiğimiz kadarıyla sadece Hz. Peygamber'in Ebû Musa'nın kı­raatini beğenerek dinlediği kaydedilmektedir. Bk. Müslim, Müsâfirîn, 234 v.d.; Tirmi-zî, Menâkib 55.

[36] Buhârl, Fedâilu'l-Kur'ân 30; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 237; Ebû Dâvûd, Vitr 20.

[37] el-Heysemî. Mecmau'z-Zevâid. VIT. 170'te İbn Abbas'tnn.

[38] Ebû Dnvful. \ Mr 20; İKİ. no: 1471.

[39] Müslim, Mukaddime.

[40] Buhâri, Fedâilu'l-Kur'ân 19.

[41] Ebû Dâvûd, Salât 156, 157 ("tencere kaynarken" ifadesi yerine: "değirmenin çıkardı­ğı" şeklinde); Nesâî, Sehv 18.

[42] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 33, 35; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 247, 248 v.s...

[43] Buhârî, tim 18, Salnt 90, Ezan 161; Müslim, Salât 254; Ebû Dâvûd, Salât 112; Müsned, I, 264'de; İbn Ömer'den değil, İbn Abbas'dan.

[44] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 233, Buhârî Fedailu'l-Kur'ân 19 (yakın ifadelerle).

[45] Buhârî, Deavât 50; Müslim, Zikr 44; Ebû Dâvûd, Vitr 26

[46] Mecmau'z-Zevâid, VII, 169.

[47] Buhârî, Fednilıı'l-Kur'ân 30; Meğâzî 48; Tefsir 48. sûre; Müslim, Salâtu'l-Müsnfirîn 237; Ebû Dâvûd, Vitr 20.

[48] Buhârî, Tevhid 50

[49] Darakutnî, II, 86. Hadisin râvilerinden İshâk b. Ebî Yahya, zayıftır. Aynı yer, Ebû't-Tay-yib Muhammed, et-Ta'lîku'1-Muğnî, II, 86. notundan.

[50] "Âşıklar" diye tercüme ettiğimiz kelime Kurtubi metninde "ehl el-ışk" şeklindedir. Bi­raz sonra belirtilecek kaynaklarda ise bu kelime "ehl el-fisk" yani "fâsıklar" şeklinde­dir. Bu daha uygun görünmektedir.

[51] el-Azizi, es-Sırâcu'l-MunîrŞerhu'l-Câmi's-Sağir, I, 256: Mecmau'z-Zevâid, VII, 169.

[52] Ebû Dâvûd, Vitr 20; Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 23

[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/207-217.

[54] Müslim, tıitfre 152; Tirmizi, Zühd 48; Nesâî, Cilmd 22.

[55] İbn Mâce, Mukaddime 23; Tirmizi, İlin 6.

[56] Mecmau'z-Zeuaid, I, 185; hadis zayıftır.

[57] Ebû Dâvûd, İlin 12; Îbn M6.ce, Muknddime 23; ancak bu hadisi Tirmizi'de tesbit ede­medik.

[58] Tirmizi, Zühd 48. Tirınizî dedi ki: Bu, hasen garip bir hadistir. îbn Mâce, Mukaddime 23'te: "yüz defa" yerine: "dört yüz defa" şeklinde; ayrıca sonunda: "Allah'ın en çok buğz ettiği kurrâ (ilim adamları) ise, emirleri ziyaret edenlerdir" fazlalığı da vardır.

[59] Yakın ifadelerle Tirmizi, Zühd 60 Ebû Hureyre'den; Dâriml, Mukaddime 29. Ka'b'ın sö­zü olarak.

[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/217-220.

[61] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 23 ("Kur'ân hıfzetmiş kimse de..." bölümünden sonrası yofc);

Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn, 226, 227.

[62] Müslim, Cennet 81.

[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/221-224.

[64] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Munîr, I, 222; el-Heyseraî, Mecmau'z-Zevâid, VII, l63'te: "Râvîleri

arasında metruk vardır" kaydı ile.

[65] Hz. Âişe'den buna yakın ancak senedinde metruk râvî bulunan bir rivayet için bk. el-

Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 163

[66] el-Hâkim, el-Müstedrek, IV, 87; et-Telhis'de: "Hadisin mevzu olduğunu zannediyorum" denilmektedir.

[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/224-228.

[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/228.

[69] Ebû Dâvûd, Edeb 20.

[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/228-229.

[71] et-Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usûl, Kahire, 1408/1988, II, 391-397.

[72] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 10, 27; Müslim, Salâtıı'l-Müsâfirîn 255.

[73] bk. el-Furkân, 25/72

[74] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Muntr, I, 127'de: Hadis zayıftır, denilmektedir.

[75] Tirmizl, Kıraat 11. hadisin akabinde Tirmizî der ki: Bu, hasen-garib bir hadistir. Sene­di pek kuvvetli değildir. İbnu'1-Esîr, Garîbu'l-Hadis'te (1, 430) bu hadisi zikrettikten sonra, Mekke'lilerin de bu uygulamayı sürdürdüklerini kaydetmektedir.

[76] Birtakım kötülüklerden korunmak maksadıyla Allah'a sığınmayı ifade eden âyetler ve meşru dualar.

[77] Ebû Dâvûd, Salât 128-129.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/229-235.

[78] Tirmizî, Tefsir, 2951. Hadis.

[79] Tirmizî, Tefsir, 2952; Ebû Dâvûd, İlm 5.

[80] Mehran veya bir görüşe göre Abdullah adını taşıyan Süheyl b. Ebî Hazm adındaki ra-vidir (Tercümeye esas alınan Arapça baskının tahkikinden)

[81] Buharı, Vııdû' 10; Müslim, Fedâilu's-snhâbe 138; İbn Mâce, Mukaddime 11 (yakın ifa­delerle); Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 266, 314 v.s....

[82] Bu kelime Arapça baskıyn esas alınan bütün nüshalarda böyle yazılmıştır. (Arapça bas­kıya hazırlayanın notu) Mübeddel, değiştirilmiş anlamındadır. O bakımından bu keli­menin müellif tarafından bu şekliyle yazılmasına ve bu anlamın kast edilmesine imkân yoktur. Aradaki hat benzerliği dolayısıyla "tevil olunan" anlamında "ınüevvel" olması muhtemeldir.

[83] Tirmizi, Menâkıb 22; İbn Mâce, Mukflddime 11; Müsned, III, 184, 281; (Ebû Hureyre ve sonrakilerle ilgili bölüm yok).

[84] Bk. İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, Dâr el-Beyân el-Arabî, I, 59-60.

[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/235-241.

[86] Müsned, IV, 131; Ebû Dâvûd, Sünne 5; Tirmizî, İlm 10; İbn Mâce, Mukaddime 2. Ayrı­ca bk. Dârimî, Mukaddime 48.

[87] Müslim, Hacc 310; Ebû Dâvûd, Menâsik 77; Müsned, III, 318, 337...

[88] Buhârî, Ezan 18; Müsned, V, 53.

[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/241-244.

[90] Muvatta, Kur'ân 11.

[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/244-246.

[92] "Kur'ân'ın yedi harf üzere indirildiği"ne dair rivayetlerin önemli bir bölümü için bk. Bu-hârî, Huşuma t 4; Fedâilu'l-Kur'ân 4, 27; Murteddîn 9; Tevhid 53; Müslim, Salâtu'l-Musâ-firîn 270-274; Ebû Dâvûd, Vitr 22; Tirmizı. Kıraat 9; Nesaî, İftitah 37; Müsned, I, 263. »9, 313; V. 122, 124, 127; VI, 385, 391 v.s...; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 151-154.

[93] Müslim, Salâtu'l-MüsâFırîn 274; Ebû Dâvûd, Vitr 22.

[94] Tirmizî, Kıraat 9.

[95] Müsned, V. 41, 51.

[96] Müslim, Salatu'l-Müsâfirîn 272.

[97] Ebû Dâvûd, Vitr 22.

[98] Buharı, Menâkıb 3.

[99] Müslim, Salat 165.

[100] O takdirde anlamı: "Rabbiıniz, seferlerimizin arasını uzaklaştırdı" olur.

[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/246-253.

[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/253-254.

[103] Buharı, Fedâilu'l-Kur'nn 5; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 270 vd.

[104] Buhârî, Fedailu'l-Kur'ân 5, Salâtu'l-Müsâfirîn

[105] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 273.

[106] Müslim, İmnn 209.

[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/254-256.

[108] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 3; Tefsir 9. sûre 20; Ahkâm 37; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 18. had.

[109] Buharı, Tefsir 9. sûre 20.

[110] Tirmizî, aynı yer.

[111] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 3.

[112] Tirmizî, Tefsir 9. sûre 19. had.

[113] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 3; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 19. had.

[114] Tirmizî, Tefsir 9. sûre 19. hadis.

[115] Tirmizî, Tefsir 9. sûre 19. hadis; Buhârl, Fedâilu'l-Kur'ân 2'de; yazımında ihtilaf olu­nan kelime zikredilmeksizin.

[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/256-262.

[117] Hulûliyye: Allah'ın herşeyde, herşeyin her cüz'ünde olduğunu, hatta bundan dolayı herşeye Allah denilebileceğini kabul eden taife. Haşviyye; ise, nasların zahirlerini esas alarak Allah hakkında tecsim'e kadar varan kanaatlere sahip bir müşebbihe taifesi. (Bk. eş-Şehristâni, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut, 1395 / 1975, I, 105 ve 107).

[118] Müsned, IV, 155; Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 1.

[119] Müslim, Cennet 63; Müsned, IV, 162.

[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/263-264.

[121] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 8; Müslim, Fedâilu's-sahabe 23.

[122] Buhâri, Menâkibu'l-ensâr 17.

[123] Buhârî, Meğazi 12 - babın ilk hadisi -

[124] Biraz sonra gelecek bir hadisten de anlaşılacağı üzere bunlar: Abdtıllah b. Mes'ud, Mu-âz b. Cebel, Ubeyy b. Ka'b ve Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Salim'dir.

[125] îbn Mâce, Mukaddime 11; Müsned, I, 38

[126] Buharı, Menâkıbu'l-ensâr 16; Müslim, Fedâilu'Sahâbe 116-117.

[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/264-267.

[128] Bk. Müsned I, 57, 69; Müstedrek, II, 330; Ebû Dâvûd, Salât 120-121; Tirmizl, Tefsir 9.

[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/267-271.

[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/271.

[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/271-272.

[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/273.

[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/273-274.

[134] Buhârî, Tevhid 58 (aynı zamanda Buhârî'deki son hadistir); Müslim, Zikr ve Dua 31.

[135] Hadisin kaynakları aynı konuyu ele alan başlıkta geçmektedir.

[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/274-277.

[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/277-279.

[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/280-282.

[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/282-283.

[140] Müslim, Fedâilu's-sahâbe 132.

[141] Müslim, Cennet 5.

[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/283-289.

[143] İbn Abdi'1-Berr, özel olarak bu hadis hakkında "mevzu"' hükmünü vermemekle birlik­te; hakkında "... eğer sahih ise ..." kaydını zikrettikten sonra buradaki istisnayı salih (doğ­ru çıkan) rüya olarak tefsir etmiş, Hz. Peygamber'in son peygamber oluşuna dair el-Ahzâb, 33/40'daki: "Peygamberlerin sonuncusu" buyruğunun delil olarak yeterli oldu­ğuna özellikle dikkat çekmiştir. (et-Temhid. V, 55).

[144] Ebû Dâvûd, Cihâd 60; Tirmizî, Cihâd 22; Nesâî, Hayl 14; Müsned, II, 256, 474. Kurtu-

bî'nin de belirttiği gibi: "veyn kanat" ibaresi yok. Çünkü sonradan uydurulmuştur.

[145] Müsned, I, 293, 323; Tirmizî, Tefsir 3951. hadis.

[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/289-292.

[147] Aradaki farkın daha iyi anlaşılabilmesi için: "Onu acele (hıfz) etmek için onunla dilini kıpırdatma. Çünkü onu (kalbinde) toplamak ve onu (dilinde) okutmak bize aittir. 0 hal­de Biz onu (Cebrail aracılığıyla) okuduğumuzda sen de onun okumasına uy. Sonra açık­lamak da Bize düşer." (el-Kıyame, 75/16-19) âyetlerine hem mealini hem de metinle­rini bu tahrif edilen metinle karşılaştırmak gerekir.

[148] Aynı şekilde meal ve metin karşılaştırılmalıdır.

[149] Müsned, I, 38.

[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/292-299.

[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/299.

[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/299.

[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/299-300.

[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/300.

[155] Ebû Dâvâd, Salât 118-119; İbn Mâce, İkamem's-salât 2.

[156] İbn Mâce, aynı yer.

[157] Ebû Dâvûd, Salât 119-120; Tirmizî, Salât 65.

[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/300-301.

[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/301.

[160] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/301.

[161] Nevevi, Ebû Said el-Hudri yoluyla gelen bu hadisin "garib" olduğunu belirtmektedir. el-Mevcû, Cidde, tarihsiz, III, 279.

[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/301-302.

[163] Buhârî, Edeb 76; Müslim, el-Biını ve's-sıla 109, 110

[164] Müslim, Selâm 68.

[165] Ebû Dâvûd, Cihâd 75; Müsned, II, 132, III, 124.

[166] Müslim, Zikr ve Dua 54; Muvatta, İsti'zân 34; Tirmizî, Deavât 40

[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/302-303.

[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/303-305.

[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/305.

[170] eş-Şevkânî, el-Fevâidu'l-mecmûa, 374'te: "... Senedinde İshâk b. Mııhammed en-Nehai de vardır. Bu kişi ğulât-ı şiadan olup Hz. Ali'nin - hâşâ - uluhiyyetine inanırdı" denil­mektedir. Esasen Şeytan'ın verdiği iddia olunan cevabında, gaybı bildiğini anlatan ifadel­er vardır. Çünkü cevaptan, daha kişi annesinin rahmine düşmeden bile, şeytanın, o kim­senin Hz. Ali'ye buğzedecek bir kişi olup olmayacağını bildiği anlaşılmaktadır. Bu ise konu ile ilgili kat'i naslarla mümkün değildir. Bu bile bu rivayetin uydurma olduğunu ortaya koymaya yeter.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/305.

[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/306.

[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/306.

[173] Ebû Dâvûd, Edeb 77; Musned, V, 59; aynen yakın ifadelerle V, 71, 365.

[174] Buhârî, Ezan 126; Ebû Dâuûd, Salât 118-119 (770. hadis); Tirmigî, Salât 179; ayrıca bk.

Müslim, Mesâcid 149.

[175] Ebû Dâuûd, Salât 120-121 (787. hadis).

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/306-307.

[176] Darakutnî, I, 312.

[177] Müslim, Sala t 53.

[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/307-308.

[179] Müslim, Salât 38; Muvatta Snlât 39

[180] Muvatta, Salât 37.

[181] Ebû Dâvûd, Salât 120-121 (788. hadis): İbn Abbâs'tan dedi ki: "Peygamber (sav), üze­rine "Bismillahirrahmânirrâhim" nazil olmadıkça (bir) sûrenin (diğerinden) ayrıldığını bilmezdi."

[182] Müslim, Salât 52.

[183] Müslim, Salât 50.

[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/308-312.

[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/312.

[186] Rivayet asrından sonra insanlar tarafından kullanılan kelimeler hakkında kullanılan bir terimdir.

[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/312-313.

[188] Buharı, Eşribe 22; Müslim, Eşribe 97; Ebû Dâvûd, Eşribe 22.

[189] Buhârl, Tevhid 13; Müslim, Nikâh 116.

[190] Müslim, Eşribe 108.

[191] Müslim, Eşribe 102

[192] Buharı, Zebâih 18; Müslim, Edâhî 1.

[193] Müslim, Selâm 67; İbn Mâce, Tıb 36.

[194] Tirmizî, Cuma, 73; İbn Mâce, Taharet 40

[195] Darakutnî, I, 72.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/313-314.

[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/314.

[197] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/314.

[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/314-315.

[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/315.

[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/315.

[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/315-316.

[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/316-317.

[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/317.

[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/317.

[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/317-318.

[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/318.

[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/318.

[208] Bıı okuyuşa göre âyetin bu kısmının nnlamı şöyle olur: "Seni ve sana ibadeti terkeder."

[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/319-320.

[210] Tirmizi, Birr ve Sıla 9.

[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/320-321.

[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/321-322.

[213] Tirmizî, Dua 2; Müsned, II, 477.

[214] İbn Mâce, Duâ 1

[215] Müsned, IV, 87

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/322-323.

[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/323-324.

[217] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/324.

[218] Bu gibi açıklamaların şer'i hiçbir dayanağı olmadığı gibi; Kurtııbî merhumun da bu rivayeti 'rivayet edildi" temriz siğasi; hadisin muteber bir yolla alınmadığına işaret eden meçhul kip" ile nakletmiş olması da bu rivayete hadis olarak itibar edilemeyeceğini ay­rıca göstermektedir.

[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/324-325.

[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/325.