Bu
Konuda Varid Olmuş Rivayetler:
Allah'ın
Kitabı'nı Okuma Şekli, ve Görüş Ayrılıkları:
Kur'ân
ve İlim Ehlinin, Riya ve Benzerlerinden Sakındırılması:
Kur'ân'ı
Öğrenen Kimsenin Dikkat Etmesi ve Gafil Olmaması Gereken Hususlar:
Kur'ân-ı
Kerim'in İ'rabı, î'rabını Öğretmek, Öğrenmeye Teşvik ve
Kur'ân'ı
İ'rablı Olarak Okuyanın Ecri:
Kur'ân
Tefsiri ve Tefsir Bilenlerin Faziletine Dair Rivayetler:
Kur'ân
Hamili, Kimliği ve Ona Düşmanlık Eden ile İlgili Rivayetler:
Kur'ân
Okuyanın ve Kur'ân Hamilinin Kur'ân'a Karşı Göstermesi Gereken Tazim ve Saygı:
Reye
Dayanarak Kur'ân'ı Tefsir, Buna Kalkışmak ile İlgili Tehditler ve Müfessirlerin
Mertebeleri
Kitabın
Sünnet ile Açıklanması ve Bu Hususta Gelen Rivayetler:
Kitap
ve Sünneti Öğrenip Fıkhı İncelikleri Kavrama ve Kur'ân'la Amel Etme:
Hz.
Ömer ve Hişam ile İlgili Hadisin Anlamı:
Kur'ân'ın
Toplanması ve Hz. Osman'ın Mushafı Yazdırma Sebebi:
Sonradan
Ortaya Çıkan Bazı Yanlış Görüşler:
Kur'ân
Sûrelerinin ve Âyetlerinin Tertibi:
Mushafın
Harekelenmesi ve Noktalanması:
A'şar
(onda birlik bölüm işaretleri)ın Konulması:
Kur'ân'ın
Harf ve Cüzlerinin Sayısı:
İlk
Medenî Mushafta Kuran Âyetlerinin Sayısı:
Kur'ân-ı
Kerim'de Arap Dilinden Başka Kelimeler Var mıdır?
Kur'ân'ın
Î'cazına Dair Bazı Nükteler ve Mu'cizede Aranan Şartlar: Mucizenin Gerçek
Mahiyeti;
Kur'ân-ı
Kerim On Ayrı Bakımdan Mucizedir:
Kur'ân-ı
Kerim'in Sûrelerinin Faziletine Dair Uydurulmuş Hadisler:
Kur'ân'da
Fazlalık veya Eksiklik Vardır, Diyenlere Reddiye:
3-
İstiaze Kur'an'dan Değildir:
6-
İstiâze'yi Emreden Âyetin Kapsamı:
9-
Arapça'da İstiazenin Anlamı:
2-
Besmele'nin Bazı Özellikleri:
3-
Sûrelerin Başlarındaki Besmeleler:
5-
Besmele ile Başlamanın Hükmü:
6-
Sözlük Açısından "Besmele":
9-
"İsm" Kelimesinin Fazladan Kullanılması:
13-
" Besmele"nin Başındaki "Bi":
18-
İsim ile Müsemmâ (Ad ile o ad ile anılan):
23-
"Rahman" ve "Rahim" Arasındaki Fark:
26- "Besmele"nin Genel Anlamı'na Dair
Bazı Rivayetler:
27-
Besmele ile Fatiha'nın Okunuşu:
Rahman ve Rahîm Allah'ın
adıyla...
Kimse kendisine hamd etmezden
önce, zatını överek başlayan Allah'a ham-rıcisun. Şehadet ederim ki, Allah'tan
başka hiçbir ilah yoktur, birdir, tektir, rctağı yoktur. O, samed olan
Rabbimizdir, eşi ve benzeri yoktur. Ölümsüz, hayy ve kayyumdur, celâl ve ikram
sahibidir. Bizlere büyük ve sonsuz ba-çşlarda bulunmuştur. Kur'ân-ı Kerim O'nun
yüce kelamıdır. İnsanı yaratan-dlt. ona yüce nimetini bağışlayandır. Yüce
peygamberi Muhammed (s.a.)'i açık revân ile gönderendir. Bütün bunları bize
ihsan eden Rabbimize, gece ve gün-±iz aralıksız olarak hamd-ü sena ederiz. Yüce
Peygamberi ile herşeyi açık seçik beyan eden, şüpheyi ve kesin bilgiyi
birbirinden ayırdeden Kitabı göndermiştir. Fasih ve beliğ konuşanlar, onun gibi
bir kitap getirmekten acze düşmüşler, üstün akıl sahipleri onu çürütmek
imkânını bulamamışlar, üstün edipler ona benzer bir söz söylemekten acze
düşmüşlerdir. Birbirlerine vardımcı olsalar dahi onun benzerini getiremezler.
Yüce Rabbimiz, Kur'ân-ı Kerim'in
misallerini düşünen kimseler için ibretler, emirlerini basiretini kullanarak
görenler için bir hidayet kılmıştır. Kita-rında farz olan hükümleri açıklamış,
helal ile haramı biribirinden ayırdetmiş, akılların anlayıp kavrayabilmesi için
öğüt ve kıssaları tekrar etmiş, misaller vermiştir. Gaybın haberlerinden
kıssalar anlatmıştır. O bakımdan yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Biz
Kitabda hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (el-En'âm: 6/38)
Yüce Allah, Kitab-ı Kerim'iyle
gerçek dostlarına hitap etmiştir. Onlar da du hitabı anlayıp kavramışlardır. Bu
kitabında kendilerine maksadını beyan etmiş, onlar da bu maksadı
öğrenmişlerdir. Kur'ân'ı okuyup belleyen kimse-er, Allah'ın gizli sırrını
öğrenmiş, O'nun hazinelere sığmayan ilmini koruma-va almış kimselerdir.
Peygamberlerinin halifeleri ve onun güvendiği emin kimselerdir. Kur'ân'ı okuyup
belleyenler, Allah'ın özel, hayırlı ve seçkin kullandır. Rasûlullah (s.a)
şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah'ın bizden (insanlardan) seçkin
yakınları vardır." Ashab-ı Kiram: Ey Allah'ın Peygamberi, on-Lar
kimlerdir? diye sorunca şu cevabı vermiştir: "Onlar Kur'ân ehlidir. İşte
onlar Allah'ın yakınları ve seçkinleridir." Bu hadisi İbn Mace
Süraen'inde, Ebu 3ekr el-Bezzar da Müsned'inde rivayet etmiştir.[1]
Allah'ın Kitabı'nı bilen
kimseler, o kitabın nehiylerine riayet etmeye, o kitapta kendilerine yapılan
açıklamalar gereğince öğüt almaya, korkarak ve onun gözetimi altında
olduklarını bilerek Allah'dan gerektiği gibi haya etmeye ne kadar da
layıktırlar?! Çünkü böylelerine peygamberlerin yükü verilmiş ve Kıyamet gününde
İslâm'a, Kur'ân'a aykırı hareket eden diğer din ve inanç sahiplerine karşı
şehadet edecek konuma yükselmişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahitler
olasınız diye." (el-Bakara, 2/143)
Şunu bilmek gerekir ki, Kur'ân'ı
öğrenip durduğu halde, Kur'ân'dan gafil olan kimsenin sorumluluğu, gereği gibi
öğrenemeyen, bilemeyen kimsenin sorumluluğundan daha büyüktür. Kur'ân ilmini
elde ettiği halde, Kur'ân'dan yararlanamayan, yasak kıldığı şeylerden uzak
durmayıp çekinmeyen, çirkin günahları işleyen, yüzkızartıcı suçlar işleyen bir
kimseye karşı Kur'ân bir delil ve onun karşısına dikilecek bir davacı
olacaktır. Nitekim Ra-sûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kur'ân, ya lehine
veya aleyhine bir delildir." - Hadisi Müslim[2] rivayet
etmiştir. - O halde yüce Allah'ın Kitabı'nı ezberleyip bellemekle, özel
imtiyaz tanıdığı bir kimse, Allah'ın Kitabı'nı hakkıyla okumakla, ifadelerinin
gerçek mânasını dikkatle düşünmekle, akıllara durgunluk veren manalarını
kavramaya çalışmakla, onun anlaşılmakta güçlük çekilen yerlerini iyice
kavramakla görevlidir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Ayetlerini düşünsünler, akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana
indirdiğimiz çok mübarek bir Kitaptır" (Sâd, 38/29). Yine yüce Rab-bimiz,
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar Kur'ân'ı düşünmezler mi, yoksa
kalplerinin üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24).
Allah'tan dileğimiz şu ki:
Bizleri Kur'ân'a gereken önemi veren, onun üzerinde gereği gibi düşünen, onun
gösterdiği doğru ve âdil yolu izleyen ve hakkıyla bağlı olan, başka bir
kaynakta doğruyu ve hidayeti aramaya kalkışmayan kimselerden kılsın. Bizleri
Kur'ân'ın açık seçik işaretleriyle yol bulanlardan, göz kamaştırıcı ve kafi
hükümlerine uyanlardan kılsın. Kur'ân sayesinde bizleri dünya ve âhiret
hayırlarına nail eylesin. Şüphesiz ki O, kendisinden korkulmaya ve günahları
bağışlamaya ehil olandır.
Diğer taraftan yüce Allah,
Kur'ân-ı Kerim'in mücmel bölümlerini beyan etmeyi, müşkil olanlarını açmayı,
ihtimalli olanın asıl anlamını açıklamayı yüce Rasûlu Muhammed (s.a)'e
bırakmıştır. Böylelikle Peygamber (s.a), risâle-ti tebliğ etmek göreviyle
birlikte Kur'ân'ı anlama ve Kur'ân'ın anlaşılması konusunda da başvurulacak
makamda olmak üstünlüğünü haiz olmuştur. Yüce Allah, bu konuda şöyle
buyurmaktadır: "Biz, sana bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, insanlara
kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın". (en-Nahl, 16/44).
Diğer taraftan Rasûlullah
(s.a)'dan sonra Kur'ân'ın dikkat çektiği anlamları çıkartmak, işaret ettiği esasları
tesbit etmek yetkisi mütehassıs ilim idamlarına verilmiştir. Onlar, Kur'ân
üzerinde ictihad ederek neyin anlatılmak istendiği ilmine ulaşırlar. Bununla
da başkalarından ayrı ve farklı bir konuma yükselirler ve ictihad etmeleri
sebebiyle özel bir ecir alırlar. Bu konuda da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah, sizden iman edenleri ve (özellikle de) kendilerine ilim
verilenleri dereceler ile yükseltsin". (el-Mücadele, 58 11).
Buna göre Kitap, asıldır.
Sünnet-i seniyye onun bir açıklaması (beyanı)dır. İlim adamlarının Kur'ân'dan
çıkardıkları hükümler (istinbatlar) Kur'ân için bir açıklama, bir beyandır.
İşte bundan dolayı bizler,
kalplerimizi Kitabına mahzen kılan, Peygamberinin Sünnetlerine kulaklarımızı
açan, Kur'ân'ı ve Sünneti öğrenmek ve her ikisinin de anlamını, anlaşılmayan
lafızlarını araştırmak için gayrete getiren ve bütün bunlarla alemlerin Rabbi
olan Allah'ın rızasına talip olmaya ve din ve şeriat bilgisini elde edebilmek
için basamak basamak yürüten Allah'ımıza hamdederiz.
İmdi, Allah'ın Kitabı şeriatın
bütün ilimlerini ihtiva eden, farzı ve sünneti, bağımsız olarak beyan eden,
semanın güvenilir şahsiyeti aracılığıyla yeryüzünün güvenilir şahsiyetine
indirilen Kitap olduğundan dolayı, hayatta kaldığım sürece onunla uğraşmayı,
bütün gücümü bu yolda harcamayı uygun gördüm. Bunun için Kur'ân'a dair özlü bir
açıklama yazmak istedim. Bu açıklamada tefsire, dile, i'rab ve kıraatlere dair
nükteler yer alsın, istedim. Sapık ve dalalet içerisinde olanların kanaatlerini
red edeyim dedim. Bu kısa ve özlü açıklamamda zikredeceğimiz hükümlere
âyetlerin nüzulüne dair pek çok lıadisi belge olarak ortaya koymak; böylelikle
hükümlerin ve âyetlerin anlamlarını bir arada ifade edip bunların
anlaşılmasında zorluk çekilen yerlerini beyan etmek istedim. Bu açıklamalarımı
da selefin ve sonradan gelip onara uyan haleflerinin de sözleriyle
desteklemeye çalıştım. Ben, bu kitabı kendime bir öğüt, ölüm günüm için bir
azık, ölümümden sonrası için salih bir amel olsun diye yazdım. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "O günde insana ünden yolladığı şeyler de, geriye bıraktığı
şeylerde haber verilir" (el-Kıya-me, 75/13); "Her bir nefs, önden
neyi yollamış, geriye neyi bıraktıysa, hepsini bilmiş olacaktır"
(el-İnfitâr, 82/5). Rasûlullah (s.a) da şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlu
öldü mü şu üç şey dışında ameli kesilir: Kalıcı ve faydalı bir sadaka (sadaka-i
cariye) yahut kendisi ile yararlanılan bir ilim veya kendisine dua edecek
salih bir evlat (bırakmış İse amel defteri kapanmaz, sevap vazılmasına devam
edilir.)"[3]
Bu kitabı yazarken uymayı taahhüt
ettiğim bazı şartlar var: Görüşlerin sahiplerini belirtmek, hadislerin yer
aldıkları kaynakları zikretmek. Denildiğine göre bir sözün sahibine izafe
edilmesi ilmin bereketindendir. Çoğu zaman fıkıh kitaplarında ve tefsirlerde
hadisler müphem bir şekilde bırakılmaktadır. Bu hadisin, hadis kitaplarını
yakından tanıyan kimseler dışında kimin tarafından rivayet edildiğini bilen
olmaz. Bunun sonucunda konu ile ilgili yeterli bilgiye sahip olmayan kişi
şaşırır kalır. Sahih olanı olmayanından ayırd edemez. Bunu bilmek ise büyük
bir ilmi gerektirir. O bakımdan bir hadisin ileri gelen hadis imamlarından ve
İslâm dininin güvenilir ve ünlü önderlerinden kimin tarafından rivayet
edildiği açıklanmadıkça delil diye gösterilmesi ve ondan hüküm çıkarılması
kabul edilemez. Bizler bu kitabımızda buna da birtakım açıklamalarda,
işaretlerde bulunacağız. Doğruya ileten, doğruyu söyleme başarısını ihsan eden
Allah'tır.
Diğer taraftan müfessirlerin
zikrettikleri pek çok kıssayı, tarihçilerin verdikleri pek çok haberi
zikretmeden geçeceğim. Gerekli açıklamalar için, mutlaka ihtiyaç duyulacak
olanları ise, bundan müstesna olacaktır. Bu konuda ahkâm âyetlerinin gereken
şekilde açıklanmaları için anlamlarına açıklık getirecek ve hükümlerini öğrenmek
isteyen kimseyi âyetlerin muktezâsına iletecek kadar açıklamalarda
bulunacağım. O bakımdan bir iki veya daha fazla hüküm ihtiva eden her bir
âyet-i kerimeyle ilgili birtakım mes'eleler ele aldım. Bu meselelerde nüzul
sebepleri, garip (anlaşılmasında güçlük çekilen) kelimelerin ve hükümlerin
tefsiri yer alacaktır. Eğer âyet-i kerime herhangi bir hüküm ihtiva etmiyor
ise, bunun ile ilgili tefsir ve te'vile dair açıklamaları zikretmekle
yetindim. Bu, kitabın sonuna kadar böylece sürüp gitti. Ben bu kitabıma:
"el-Câmi'u li Ahkâmi'l-Kur'ân ve'1-mubeyyinu limâ tedammenehû mine's-Sünneti
ve âyi'l-Furkân"[4] adını
verdim. Allah bunu kendisi için hâlis kılsın. Onunla beni, anne ve babamı ve
onun dileyeceği kimseleri lütfü ile faydalandırsın. Şüphesiz ki O, duaları
işitendir, yakındır, duaları kabul edendir. (Âmin)
[5]
Şunu bil ki bu, oldukça geniş ve
kapsamlı bir konudur. İlim adamları, bu konuda birçok eser yazmışlardır. Biz
bunlardan Kur'ân'ın faziletini, Kur'ân'ı Allah rızası için öğrenmeye talip
oldukları ve gereğince amel ettikleri takdirde Allah'ın, Kur'ân ehli için
neler hazırlamış olduğunu gösterecek bazı hususları zikredeceğiz.
Kur'ân-ı Kerim'in faziletine dair mü'minin ilk
bilmesi gereken husus, bunun alemlerin Rabbi olan Allah'ın halkedilmemiş sözü,
eşi ve benzeri bulunmayanın kelamı, dengi ve benzeri olmayanın sıfatı olduğunu
bilmesidir. Kur'ân, aziz ve celil olan Allah'ın zatının nurundandır. Kıraati
(Kur'ân'ın okunması) ise, Kur'ân okuyanların sesleri ve nağmeleridir. Bu ise,
onların bazı ibadetlerde farz olarak ve çoğu vakitlerde de mendûb olarak
yerine getirmekle emr olundukları kendi kesbleri (kazançları) olan bir iştir.
Cünub olma hallerinde ise, Kur'ân okumaları yasaklanır. Kıraatleri sebebiyle
ecir alırlar, onu terkettikleri için de cezalandırılırlar. Bu, Hak Ehli
müslümanların üzerinde ic-ma ettikleri ve ilgili rivayetlerin açıkça ifade
ettiği bir husustur. Bu konuda va-rid olmuş pek çok haber bunu göstermektedir.
Sevap ve ikap (ecir ve mükafat) ileride de açıklanacağı üzere ancak kulların
kesbi olan fiiller hakkında söz-konusu olur. Şayet yüce Allah, bu Kur'ân-ı
Kerim'i gereği gibi düşünmek, ondan ibret almak, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan ve
O'na itaat ve ibadet ile ilgili buyrukları ibretle düşünmek, haklarını ve
farzlarını gereği gibi yerine getirmek için kullarının kalplerine bütün
bunları taşıyacak kuvveti vermemiş olsaydı, kalpler buna katlanamaz, onun ağırlığı
altında ezilir giderdi. Yahut alabildiğine bir sarsıntı geçirir ve buna hiçbir
şekilde tahammül edemezdi. Nitekim sözü hakkın ta kendisi olan şanı yüce
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Eğer
Biz, bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak ki o dağı Allah
korkusundan başını eğmiş, dağılıp parça parça olmuş görürdün" (el-Haşr,
59/21) Şimdi sorarım: Dağların gücü karşısında kalplerin gücü nedir ki? Fakat
yüce Allah kullarına kendi katından bir lütuf ve bir merhamet olmak üzere bu
Kur'ân'ı yüklenebilmeleri için dilediği kadar güç ihsan etmiştir.
[6]
Bunların başında Tirmizi tarafından Ebu Said el-Hudri
(r.a)'den gelen rivayet yer almaktadır. Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz buyuruyor ki: Kur'ân'ın ve Beni
zikretmesinin benden dilekte bulunmaktan alıkoyduğu kimseye dilekte bulunan
kimselere verilenlerin en faziletlisini veririm. -Devamla buyurdu ki-:
Allah'ın kelamının diğer sözlere olan üstünlüğü Allah'ın yaratıklarına olan üstünlüğü
gibidir." Tirmizi der ki: Bu, hasen, garib bir hadistir.[7]
Ebu Muhammed ed-Darimi es-Semerkandi Müsned'inde
Abdullah (b. Mes'ud)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"es-Seb'u't-Tıvâl, Tevrat gibidir. Miûn, İncil gibidir. el-Mesânî,[8] Zebur
gibidir. Kur'ân-ı Kerim'in diğer sûreleri de ayrıca bir üstünlüktür."[9]
Darimi ayrıca senedini kaydederek, el-Hâris'ten, o da
Ali (r.a)'dan -Tirmi-zi tarafından da rivayet edilen- şu hadis-i şerifi
kaydetmektedir: Hz. Ali dedi ki: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim:
- Karanlık
geceden parçalar gibi fitneler olacaktır. Ben:
- Ey Allah'ın Rasûlü, bundan kurtuluş nasıl olur?
diye sordum. Şöyle buyurdu:
- (Kurtuluş)
şanı yüce ve mübarek olan Allah'ın Kitabı'ndadır. Orada sizden öncekilere dair
bilgiler, sonrakilere dair haberler vardır. Aranızdaki anlaşmazlıkların hükmü
ordadır. O (hakkı bâtıldan, haklıyı haksızdan) ayırde-den fasıldır. Oyunla
eğlence değildir. Onu zorbalık dolayısıyla terkedenin Allah belini kırar. Her
kim ondan başka bir kaynakta hidayeti ararsa Allah, onu saptırır, o Allah'ın
sapasağlam ipidir, apaçık nurudur, hikmeti sonsuz öğütü-dür. O, dosdoğru
yoldur. O, nevaların sağa sola saptıramadığı buyruklardır. Diller onun ile
karışmaz, onunla birlikte farklı farklı görüşler ortaya çıkmaz. İlim adamları
ondan doymaz, takva sahipleri ondan usanmaz. Çokça müracaat edildiği için
eskimez, yıpranmaz. Akıllara durgunluk veren özellikleri bitip tükenmez. O,
işittikleri zaman cinlerin.- Biz gerçekten şaşırtıcı, hayret verici bir Kur'ân
işittik, demekten kendilerini alıkoyamadıkları sözdür. Onun ilmini öğrenen
ileri gider. Ona dayanarak söz söyleyen doğru söyler. Onun gereğince hükmeden
adalet yapar. Gereğince amel eden ecir kazanır. Ona çağıran dosdoğru yola
iletilerek hidayet bulur. İşte sen bunu benden öğre-niver ey A'ver!"[10]
eş-Şa'bi (bu hadisi Hz. Ali'den rivayet eden)
el-Haris'i yalancılıkla itham etmekte ise de bu, itibar edilecek bir itham
değildir. Çünkü el-Haris'in yalan söylediği açıkça tespit edilmiş değildir.
Ancak Hz. Ali'ye karşı duyduğu aşırı sevgisi ve onu başkalarından faziletli
kabul etmesi gözden düşmesine sebep olabilir. İşte -doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır ya- eş-Şa'bi'nin el-Haris'i yalancılıkla itham etmesi bundandır.
Çünkü eş-Şa'bi, Ebu Bekr (r.a)'in daha faziletli olduğu kanaatindedir. Onun ilk
müslüman olduğu görüşünü savunur. Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr der ki:
eş-Şa'bi'nin, Hemdanlı el-Haris hakkında: "Bana yalancılardan birisi olan
el-Hâris bana anlattı" dediği için cezalandırılmış olduğunu zannederim.
Nahiv ve lügat bilgini Ebu Bekr Muhammed b. el-Kasım
b. Beşşâr b. Mu-hammed el-Enbâri "er-Reddu alâ Men halefe Mushafe
Usmâne" (Hz. Osman'ın Mushaf'ına Muhalefet Edenlere Reddiye) adlı
eserinde Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah
(s.a) buyurdu ki: "Şüphesiz bu Kur'ân-ı Kerim, Allah Teala'nın bir
ziyafetidir. O'nun bu ziyafetinden gücünüz yettiği kadarını öğrenin. Muhakkak
bu Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın ipidir. Apaçık nur odur, faydalı şifa kaynağıdır,
ona sımsıkı sarılanın koruyucu sığınağıdır. Ona uyanların kurtuluşudur. O,
eğilip bükülmez ki doğrultulsun. Sapıp eğrilmez ki hoşlanılacak hale
getirilsin. Onun hayret verici özellikleri bitip tükenmez. Çokça müracaattan
dolayı eskiyip yıpranmaz. Onu okuyunuz. Çünkü Allah, onu okumanız sebebiyle her
bir harf karşılığında size on hasene verir. Ben sizlere elif, lam, mim tek
harftir demiyorum. [Fakat elif bir harf, lam bir harf mim bir harftir].
[11]
Sakın ha, sizden herhangi bir kimsenin bacak bacak üstüne koyarak Bakara
sûresini okumayı terkettiğini görmeyeyim. Çünkü şeytan Bakara sûresinin
okunduğu evden kaçar. Hayırdan eser bulunmayan ev Allah'ın Kitabı'ndan eser
bulunmayan evdir."
[12]
Ebû Ubeyd, Garibu'l-Hadis adlı eserinde Abdullah (b.
Mes'ud)'dan: "Bu Kur'ân Allah'ın bir ziyafetidir. Ona giren emniyettedir"
buyruğunu naklettikten sonra şunları söylemektedir:
Hadisin açıklaması şöyledir: Bu bir meseldir.
Kur'ân-ı Kerim'i, yüce Allah'ın insanlar için hazırladığı bir ziyafete
benzetmektedir. Bu ziyafette insanlar için hayırlar, menfaatler vardır. Bu
ziyafeti hazırladıktan sonra insanları bu ziyafete gelmeye çağırmıştır.
Araplar: “Madubeti vema dabeti” derler. Bu kelimeyi “Madubeitu” şeklinde
okursak, insanın hazırlayıp da başkalarını davet ettiği ziyafet anlaşılır. “Madabeti”
şeklinde okuduğumuz takdirde bu «edep»ten türemiş bir kelime olur. Bu kelimeyi
bu şekilde okuyanlar Hz. Peygamber'in bir başka hadisini delil gösterirler:
"Bu Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın edep öğrenilecek buyruğudur. “Madabeti” Onun
edep kaynağından edep öğreniniz" hadisini delil gösterirler. el-Ahmer
ise, bu söyleyişleri aynı anlamdaki bir kelimenin iki ayrı söyleyişi olarak
kabul etmiştir. Bu görüşte ondan başka birisinin olduğunu işitmedim. (Ebu
Ubeyd devamla der ki): Birinci açıklama şekli daha çok hoşuma gitmektedir.
Buhari, Osman b. Affan (r.a)'dan rivayet ediyor:
Peygamber (s.a) buyurdu ki: "Sizin en hayırlı olanınız Kur'ân'ı öğrenen
ve öğretendir."[13]
Müslim, Ebu Musa (ra)'dan rivayet ediyor: Resulullah
(s.a) buyurdu ki: "Kur'ân okuyan mü'minin misali, utrucc (ağaç kavunu)
gibidir. Kokusu da hoştur, tadı da hoştur. Kur'ân okumayan mü'minin misali ise
hurmaya benzer. Tatlı olmakla birlikte kokusu yoktur. Kur'ân okuyan münafikın
misali ise kokusu hoş, tadı acı olan reyhana benzer. Kur'ân'ı okumayan
münafikın misali ise, Ebu cehil karpuzuna benzer. Kokusu yoktur, tadı
acıdır." Bir diğer rivayette "münafikın misali" yerine "facirin
misali" denilmiştir.
[14]
Buhari'deki rivayet de şöyledir: "Kur'ân okuyan
mü'minin misali utrucc (ağaç kavunu) gibidir. Tadı hoş, kokusu da hoştur.
Kur'ân okumayan mü'minin misali hurma gibidir..." der ve hadisin geri
kalan kısmını kaydeder.
[15]
Ebû Bekr el-Enbârî der ki: Bize Ahmed b. Yahya
el-Hulvânî haber verdi. Bize Yahya b. Abdülhamid anlattı. Bize Huşeym anlattı.
(H)
[16] Bize
İdris bildirdi. Bize Halef anlattı. Bize Huşeym el-Avvam b. Havşeb'den
anlatarak dedi ki: Ebu Abdurrahman es-Sülemî'nin huzurunda Kur'ân okuyup
hatmeden kişi, Kur'ân'ı hatmetti mi, önünde oturtur, elini başının üzerine
koyar ve ona şöyle derdi: Ey filan, Allah'tan kork, eğer öğrendiklerinle amel
edecek olsan senden daha hayırlı kim olur, bilmem.
ed-Dârimi, Vehb ez-Zimari'den şöyle dediğini rivayet
eder: Her kime Allah Kur'ân'ı ihsan eder, o da gece ve gündüz onun gereğini
yerine getirir, onda bulunan hükümler gereğince amel eder ve Allah'a itaat
üzere ölürse, Kıyamet gününde Allah, o kimseyi sefere ile hakimlerle birlikte
gönderir. Said der ki: Burada sefereden kasıt melekler, hakimlerden kasıt ise
peygamberlerdir.
[17]
Müslim, Aişe (r.anh)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Kur'ân-ı Kerim'i maharetle okuyan kimse,
şerefli, iyi elçi meleklerle birliktedir. Kur'ân-ı Kerim'i zorlana zorlana
okuyan ve okurken sıkıntı çeken bir kimse için de iki ecir vardır."
[18]
Bu şekilde zorlanarak okuyanın iki ecir almasına
sebep, birisi okuması diğeri de zorlanması dolayısıyladır. Kur'ân'ı maharetle
okuyan kimsenin dereceleri ise bütün bunlardan yüksektedir. Çünkü Kur'ân-ı
Kerim, önceleri o kimse için de zorla okunan bir kitaptı. Daha sonra bu
basamaktan yüksele yüksele meleklere benzetilecek konuma kadar yükselmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Tirmizi, Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Allah'ın Kitabı'ndan bir harf
okuyan kimse için, bu harf sebebiyle bir hasene vardır. Her bir hasene ise on
katı ile mükafat alır. Ben sizlere Elif, Lam, Mim tek bir harftir demiyorum.
Fakat Elif bir harf, Lam bir harf ve Mim bir harftir" diyorum. Tirmizi der
ki: Bu yolla hasen sahih ve garib bir hadistir. Mevkuf olarak da rivayet
edilmiştir.[19]
Müslim, Ukbe b. Âmir'in şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Bizler Suffe-de bulunduğumuz bir sırada Rasûlullah (s.a) yanımıza
gelip şöyle dedi: "Sizden hanginiz buradan Buthân'a ya da el-Akik'e kadar
gidip günah da kazanmaksızın herhangi bir akrabalık bağını da kesmeksizin
büyük hörgüç-lü iki deve alıp gelmek ister?" Bizler: Ey Allah'ın resulü,
hepimiz böyle bir-şeyi arzu ederiz, deyince Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Peki niye her biriniz mescide gidip Allah'ın Kitabı'ndan iki âyeti
öğrenmiyor yahut okumuyorsunuz? Böylesi onun için iki dişi deveden hayırlıdır.
Üç tane öğrenirse, üç deveden, dört tane öğrenirse dört deveden ve öğrendiği
âyetler sayısınca o kadar deveden hayırlıdır. "[20]
Ebu Hureyre'den rivayete göre Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Her kim, müslüman bir kimsenin dünya sıkıntılanndan bir
sıkıntısını giderirse, Allah da o kimsenin Kıyamet günündeki sıkıntılarından
bir sıkıntısını giderir. Her kim sıkıntı içerisinde bulunan kimseye kolaylık
sağlarsa, Allah o kişiye dünyada da âhirette de kolaylık verir. Müslüman bir
kimsenin kusurunu örtenin Allah, dünyada da âhirette de kusurunu örter. Kul,
müslüman kardeşine yardımcı olduğu sürece Allah da ona yardımcı olur. İlim
öğrenmek üzere bir yola koyulan kimseye Allah cennete giden bir yolu
kolaylaştırır. Bir topluluk Allah'ın evlerinden birisinde Allah'ın Kitabı'nı
kendi aralarında okuyup onu öğrenecek olurlarsa muhakkak üzerlerine sekinet
(huzur, sükûn ve vakar) iner, rahmet onları kuşatır, melekler etraflarında toplanır,
Allah, onları kendi nezdindekiler arasında anar. Amelinin geciktirdiği kimseyi
ise nesebi öne götüremez."[21]
Ebu Davud, Nesai, Darimi ve Tirmizi, Ukbe b. Amir'den
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Kur'ân'ı yüksek sesle okuyan bir kimse açıkça sadaka veren
kimse gibidir. Kur'ân'ı kısık sesle okuyan kimse gizlice sadaka veren kimse
gibidir." Tirmizi: Bu, hasen, garib bir hadistir, demiştir.[22]
Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre Peygamber
(s.a) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde Kur'ân-ı Kerim gelir ve:
Rabbim, (ona) bir hülle giydir, der. O kişiye şeref tacı giydirilir. Daha sonra
yine: Rabbim, ona ihsanını artır, der. Bu sefer ona şeref ve üstünlük hüllesi
giydirilir. Sonra: Rabbim ondan razı ol der, Allah ondan razı olur. Ona: Oku ve
yücel denilir, her bir âyet karşılığında ona bir hasene artırılır."
Tirmizi, sahih bir hadistir, demiştir.[23]
Ebu Davud'un Abdullah b. Amr'dan rivayetine göre o
şöyle demiştir: Ra-sûlullah (s.a) buyurdu ki: "Kur'ân sahibine şöyle
denilir: Oku, yüksel ve dünyada dura dura, tertil ile okuduğun gibi şimdi de
tertil ile oku. Senin varacağın son nokta okuyacağın son âyet olacaktır."[24]
Bunu ayrıca İbn Mace Sünen'inde Ebu Said el-Hudri'den
şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Kur'ân sahibine
cennete girdiği vakit şöyle denilecektir: Oku, ve yüksel. Bunun üzerine
okumaya koyulur. Her bir âyet okudukça bir derece yükselir. Bu, Kur'ân'dan
bildiği son âyete kadar böylece sürüp gider."[25]
Ebu Bekr el-Enbârî, senedini kaydederek, Ebu Ümame
el-Hımsi'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Kendisine Kur'ân'ın üçte biri verilen kimse, nübüvvetin üçte biri
verilmiş gibidir. Kur'ân'ın üçte ikisi verilen kimse nübüvvetin üçte ikisi
verilmiş gibidir. Kur'ân'ın tümünü okuyan kimseye, nübüvvetin tümü verilmiş
demektir. Şu kadar var ki ona vahiy gelmez. Kıyamet gününde ona: Oku ve yüksel
denilir. O da her bir âyet okudukça bir derece yükselir. Nihayet bildiği
Kur'ân âyetlerini bitirir. Sonra ona: Bir avuç al, denilir. O da bir avuç
avuçlar. Sonra ona şöyle denilir: Ellerinde ne olduğunu biliyor musun? Sağ
elinde ebedilik, sol elinde de sonsuz nimetler olduğunu görür."[26]
Bize İdris b. Halef anlattı. Bize İsmail b. Ayyaş,
Temmam'dan, o el-Ha-sen'den anlatarak dedi ki: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Her kim, Kur'ân-ı Ke-rim'in üçte birini beller ve gereğince amel ederse,
nübüvvet işinden üçte birini almış demektir. Her kim Kur'ân'ın yarısını beller
ve gereğince amel ederse, nübüvvet işinin yarısını almış demektir. Her kim
Kur'ân'ın tümünü bellerse o nübüvvetin tümünü almış olur."
İdris b. Halef dedi ki: Ayrıca bize, Muhammed b.
Yahya el-Mervezî anlattı. Ona Muhammed b. Sa'dân haber vermiş, ona el-Huseyn
b. Muhammed Hafs'dan haber vermiş. Hafs, Kesir b. Zâzân'dan o Asım b.
Damra'dan, o Ali (r.a)'dan rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Her kim Kur'ân'ı okur, tilavet eder ve hıfz ederse, Allah, onu cennete
koyar ve hepsi için cehennemin vacip olduğu ev halkından on kişi hakkında şefaatçi kılar."[27]
Um ed-Derdâ dedi ki: Âişe (r.anh) yanıma geldi. Ona
şöyle dedim: Cennete giren kimseler arasında Kur'ân'ı okuyan kimsenin
okumayana üstünlüğü nedir? Âişe (r.anh) dedi ki: Kur'ân âyetlerinin sayısı
cennetteki derecelerin sayısı kadardır. Buna göre cennete girenler arasında
Kur'ân'ı okuyanlardan daha faziletli kimse yoktur. Bunu Ebu Muhammed Mekkî
zikretmiştir.
İbn Abbas da der ki: Kim Kur'ân'ı okur, onda
bulunanlara tabi olursa, Allah onu dalaletten hidayete iletir. Kıyamet gününde
onu kötü bir şekilde hesaba çekilmekten korur. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kim, Benim hidayetime uyarsa, o (dünyada) sapmaz,
(âhirette de) bedbaht "l™az." (Taha, 20/123) İbn Abbas der ki:
Böylelikle yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'e uyan kimselere dünya hayatında sapmama
ve âhirette de bedbaht olmama teminatını vermiştir. Bunu da Mekkî
zikretmiştir.
el-Leys der ki: Şöyle denilmektedir: Rahmet Kur'ân'ı
dinleyen kimseye ulaştığından daha çabuk hiçbir kimseye ulaşmaz. Çünkü şanı
yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve
susun. Olur ki rahmet olunasınız." (el-A'raf, 7/204)
"Olur ki" ise Allah'tan bir vaad olarak
zikredilen bir şeyin başına geldi mi o vaadin muhakkak gerçekleşeceğini ifade
eder.
İslâm tarihinde tasnif edilmiş ilk Müsned olan Ebû
Dâvûd et-Tayâlisî Müs-ned'inde Abdullah b. Amr'ın rivayetine göre Rasûlullah
(s.a) şöyle buyurmuştur: "Her kim on âyet-i kerime okuyarak namaz kılarsa
(veya onları uygularsa) gafillerden yazılmaz. Her kim yüz âyet-i kerime
okuyarak namaz kılarsa (veya onları uygularsa) kânitlerden yazılır. Her kim
bin âyet okuyarak namaz kılarsa (veya onları uygularsa) kantarlarla mükafat
alanlardan diye yazılır."[28]
Bu manayı dile getiren rivayetler pek çoktur. Bizim
kaydettiğimiz bu rivayetler ise bu konuda yeterlidir. Hidayete muvaffak kılan
Allah'tır.[29]
Okumanın mekruh, haram olma şekilleri ve bununla
ilgili ayrılıklar.
Buhari'nin rivayetine göre Katade şöyle demiş: Ben
Enes'e Rasûlullah (s.a)'ın Kur'ân okuyuşunun nasıl olduğunu sorduğumda bana
şöyle dedi: O "bismillahirrahmanirrahim"i okuduğunda
"bismillâh"ı "er-rahmân"ı ve "er-ra-hîm"i iyice
uzatırdı."[30]
Tirmizi, Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûlullah (s.a) kesik kesik okur ve: "Elhamdülillahi Rabbil
âlemin (âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun)" der sonra durur,
"er-rahmânirrahîm" der, sonra durur. Hz.
Peygamber (mâliki yerine): "meliki
yevmiddin" diye okurdu. Tirmizi: Bu ga-rib bir hadistir demiştir. Ebu
Davud da buna yakın ifadelerle hadisi rivayet etmiştir.[31]
Peygamber (sa)'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"İnsanlar arasında en güzel sesli kişi, Kur'ân'ı okuduğu zaman yüce
Allah'tan korktuğunu gördüğün kimsedir."[32]
Ziyad en-Numeyri'den rivayete göre o, beraberindeki
Kur'ân okuyucuları ile birlikte Enes b. Malik'in yanına varmış. Kurrâlardan
birisine: Oku, denilmiş, o da sesini yükselterek neş'elendirici bir üslupla
okumuş. Okuyucunun sesi de ince idi. Bunun üzerine Enes, yüzünü açtı -yüzü
üzerinde siyah bir bez parçası (peçe) bulundururdu- dedi ki: Ey filan, onlar
(ashab) böyle yapmıyorlardı. Enes, hoşuna gitmeyen birşeyi gördü mü yüzü
üzerindeki bezi açardı.
Kays b. Ubad'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasûlullah (s.a.) zikir (Kur'ân okuma) esnasında sesi yükseltmeyi hoş
görmezlerdi.
Kur'ân okurken sesin yükseltilmesini mekruh
gördükleri rivayet edilenlerin bir kısmı: Said b. el-Müseyyeb, Said b. Cübeyr,
el-Kasım b. Muhammed, el-Hasen, İbn Şîrîn, en-Nehaî ve başkaları...
Yine bunu mekruh görenler arasında Malik b. Enes ve
Ahmed b. Hanbel de vardır. Bunların tümü, Kur'ân okurken sesi yükseltmeyi ve
neşelendirecek bir şekilde nağmeli okumayı mekruh kabul etmişlerdir. Said b.
el-Müsey-yeb'den rivayet edildiğine göre o, bir seferinde cemaate namaz
kıldıran Ömer b. Abdülaziz'in kıraatte nağme yaptığını işitince ona haber
gönderip şunları söyledi: Allah seni ıslah etsin. İmamlar bu şekilde okumazlar.
Bundan böyle Ömer b. Abdülaziz nağmeli bir şekilde okumaya son verdi.
el-Kasım b. Muhammed'in şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Bir kişi Peygamber (s.a)'ın Mescidinde Kur'ân okudu ve nağme
yaptı. el-Kasım buna tepki göstererek şunları söyledi: Aziz ve celil olan
Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz O, aziz bir kitaptır. Önünden de
arkasından da batıl ona hiçbir surette erişemez" (Fussilet, 41/41-42).
İmam Malik'ten rivayet edildiğine göre; ona namazda
Kur'ân okurken sesi yükseltmeye dair soru sorulmuş, o da bunu oldukça çirkin
gördüğünü belirterek tepki göstermiş, Kur'ân okurken sesin yükseltilmesinden
hoşlanmadığını belirtmiştir.
İbnu'l-Kasım'ın ondan rivayetine göre, namazda nağme
yapma hakkında İmam Malik'e soru sorulmuş, o: Hoşuma gitmez, demiş ve şunları
eklemiştir: Bu şekilde okuyuş karşılığında birkaç dirhem alsınlar diye Kur'ân'ı
şarkı gibi okuyorlar.
Bazı kimseler de Kur'ân'ı yüksek sesle okumayı ve
hoşa gidecek şekilde nağmeli tilaveti caiz görmüşlerdir. Çünkü okuyucu Kur'ân
okurken sesini güzelleştirecek olursa, ruhları daha çok etkiler, kalpler onu
daha çok dinler. Buna da Hz. Peygamber'in: "Seslerinizle Kur'ân'ı
süsleyiniz" şeklindeki buyruğunu delil gösterirler. Bunu Hz.
Peygamber'den el-Bera' b. Âzib rivayet etmiştir. Hadis Ebu Davud ve Nesei tarafından
tahrîc edilmiştir."[33]
Hz. Peygamber'in şu buyruğunu da delil gösterirler:
"Kur'ân ile teganni etmeyen bizden değildir." Bunu da Müslim rivayet
etmiştir.[34]
Gösterdikleri deliller arasında Ebû Mûsâ
(el-Eş'arî)'nin Hz. Peygamber'e söylediği şu sözler de yer almaktadır: Benim
Kur'ân okuyuşumu dinlediğini bilseydim, ben onu alabildiğine güzel okurdum.[35] Yine
Abdullah b. el-Muğaffel'in şu sözünü de delil gösterirler: Rasûlullah (s.a)
Mekke'nin fethe-dildiği sene geceleyin bir yolculuğunda devesi üzerinde Feth
sûresini kıraatinde terci' yaparak (sesini yükseltip alçaltarak) okumuştur.[36] Bu
görüşü kabul edenler arasında Ebu Hanife ve arkadaşları, Şafii,
İbnü'l-Mübarek, en-Nadr b. Şumeyl de vardır. Ebu Cafer et-Taberi ile
Ebu'l-Hasan b. Battal'ın kadı Ebu Bekr b. el-Arabî'nin ve başkalarının da
tercih ettiği görüş budur.
Derim ki: Birinci görüş, zikrettiğimiz deliller ve
ileride gelecek hususlar dolayısıyla daha sahihtir. İkinci görüşün savunucuları
tarafından ileri sürülen birinci hadis, zahiri anlamı üzere alınmamalıdır. Bu
hadis, maklûb türünden ifadeler kapsamına girer. Yani: "Seslerinizi
Kur'ân ile süsleyiniz" demektir. el-Hattabi der ki: Hadis imamlarından
birden çok kişi: "Kur'ân ile seslerinizi süsleyiniz" şeklinde
açıklamış ve bu hadis "maklup" türüne girer demişlerdir. Nitekim
Araplar: "Ben deveyi havuza arzettim (götürdüm)" diyeceklerine:
Havuzu deveye arzettim, derler. el-Hattabi der ki: Bunu Ma'mer Mansur'dan, o da
Talha'dan rivayet etmiştir. Ve bu rivayetinde önce Kur'ân'ı zikredeceklerine
sesleri zikretmiştir. Yani hadisi: "Seslerinizi Kur'ân ile süsleyiniz"
anlamında rivayet etmiştir. Doğrusu da budur.
el-Hattabi der ki: Talha b. Abdurrahman b. Avsece'nin
el-Bera'dan rivayetine göre Rasûlullah (s.a): "Seslerinizle Kur'ân'ı
süsleyiniz" diye buyurmuştur. Yani onu okumak alışkanlığını edinin,
sesleriniz onunla meşgul olsun, onu bir parola ve bir süs edinin demektir.
Bunun Kur'ân okumaya ve bununla çokça uğraşmaya bir teşvik demek olduğu da
söylenmiştir. Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
(s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kur'ân ile seslerinizi
süsleyiniz."[37] Hz.
Ömer'in de.- "Kur'ân ile seslerinizi güzelleştiriniz" dediği rivayet
edilmektedir.
Derim ki: İşte Hz. Peygamber'in: "Kur'ân-ı Kerim
ile teganni etmeyen bizden değildir" hadisinin de ifade ettiği anlam
budur. Kur'ân ile sesini güzel-leştirmeyen bizden değildir, demektir. Abdullah
b. Ebi Müleyke de hadisi böylece açıklamıştır. Abdülcebbar İbnü'1-Verd dedi
ki: İbn Ebi Müleyke'yi Şöyle derken dinledim: Abdullah b. Ebi Yezid dedi ki:
Ebu Lübabe yanımızdan geçti, biz de evine girinceye kadar arkasından yürüdük.
Dış görünüşü pek de iyi değildi. Onun şöyle dediğini işittim: Rasûlullah
(s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kur'ân'ı okurken teganni etmeyen
bizden değildir." (Abdülcebbar) der ki: Ben İbn Ebi Müleyke'ye şöyle
dedim: Muhammed'in babası, şayet okuyanın sesi güzel değil ise ne yapmalıdır
dersin? İbn Ebi Müleyke dedi ki: Gücü yettiği kadar onu güzelleştirir. Bu hadisi
Ebu Davud zikretmiştir.[38]
Yine Ebu Musa el-Eş'ari'nin Peygamber (s.a)'e
söylediği şu söz de böyle açıklanmalıdır: Eğer senin benim okuyuşumu dinlediğini
bilseydim, Kur'ân okurken sesimi güzelleştirir, süsler ve tertîl ile okurdum.
İşte bu Ebu Musa'nın fıtri olan ses güzelliğine
rağmen Kur'ân-ı Kerim'i hızlıca okuduğunu göstermektedir. Şayet Peygamber
(s.a)'ın kendisini dinlemekte olduğunu bilseydi, kıraatini uzatır ve ağır ağır
(tertîl ile) okurdu. Tıpkı Peygamber (s.a)'ın huzurunda okuduğu gibi. Bu da
Kur'ân okurken sesinin güzelliğini artırırdı. Yoksa Rasûlullah (s.a)'ın:
"Kur'ân seslerle veya başka şeylerle güzelleştirilir" anlamına gelecek
bir söz söylediğini ileri sürmekten Allah'a sığınmak gerekir. Her kim böyle
bir açıklama getirirse o kesinlikle Kur'ân'ın onun güzelleştirecek, süsleyecek
birisine ihtiyacı olduğunu ifade etmiş olacağından, büyük bir iddiada bulunmuş
olur. Halbuki Kur'ânı Kerim nurdur, ışıktır. Kur'ân, güzelliğine bürünen, onun
ışığı ile aydınlanan kimse için en üstün ve yüce süstür.
Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Süsleme emrinin
anlamı, okuma şekillerini elde edip seslerimizle onları süslemek ve ölçülü bir
şekilde okumak demektir. Yani "Kur'ân okuyuşunu seslerinizle
güzelleştiriniz" anlamına gelir. O vakit (hadiste geçen):
"Kur'ân" kelimesi Kur'ân okumak, kıraat anlamına gelir. Nitekim yüce
Allah'ın: "Ve sabah vaktinin Kur'ân'ı" (el-İsrâ, 17/78) buyruğuyla
sabah vakti Kur'ân okumak kastedilmiştir. Yine: "O halde Biz onu (Cebrail
aracılığıyla) okuduğumuz vakit sen onun Kur'ân'ına uy!" (el-Kıyame. 75/18)
buyruğundaki "Kur'ân" kelimesi de Kur'ân'ın okunması anlamındadır.
Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Amr'dan şöyle dediği
rivayet edilmektedir: "Gerçek şu ki, denizde Süleyman (a.s)'ın zincire
vurduğu ve tutuklanmış olarak alıkonulan şeytanlar vardır. Bunların çıkıp
insanlara karşı bir Kur'ân (yani okuyacak birşey) okumaları zamanı
yakındır."[39]
Şair Hz. Osman hakkında da şunları söyler:
"Kurban ettiler o saçları ağarmış ve (alnında)
secdenin izlerini taşıyanı
Geceyi kimi zaman teşbih (namaz) ile kimi zaman
Kur'ân okuyarak geçireni."
Bu açıklamaya göre hadis'e belirtilen manayı vermek
doğru olur. Ancak tilavet demek olan Kur'ân okumayı -ilerde açıklayacağımız
üzere- sınırlarından dışarıya çıkartacak olursak bu men edilmiştir.
Zayıf bir görüş olarak şöyle de denilmiştir: Kur'ân
ile teganni etmenin anlamı ihtiyaç duymanın ve fakirliğin zıddı olan zengin
olmak duygusu anlamına gelen "istiğna"dan türetilmiştir. (Şarkı
anlamına gelen "ğina"dan türetilmemiştir.) Nitekim ihtiyaç duymadı
anlamında “Teğeneyte ve teğaneyte” denilir, es-Sihhah'da şöyle denilmektedir: “Teğna’r-Racul”
muhtaç olmamak, Allah tarafından ihtiyacının giderilmesi anlamındadır.ise
birinin ötekine muhtaç olmaması anlamındadır. Nitekim Temimli el-Muğiıe b.
Habnâ şöyle demiştir:
"Her ikimizin de hayat boyunca kardeşine
ihtiyacı yoktur
Öldük mü de bu ihtiyaçsızlığımız daha da
artacaktır."
Süfyan b. Uyeyne ile Veki' b. el-Cerrâh da bu
açıklamayı kabul etmişlerdir. Böyle bir açıklamayı Süfyan, Sa'd b. Ebi
Vakkas'tan da rivayet etmektedir.
Yine Süfyan'dan bir başka açıklama şekli de rivayet
edilmektedir. Bu şekli de İshak b. Raheveyh zikreder. Yani Kur'ân sayesinde
onun dışında kalan sözlere ihtiyaç duymaz. Nitekim Muhammed b. İsmail el-Buhârî
de bu açıklamayı benimsemiştir. Çünkü bu açıklamayı naklettiği[40] Bab
başlığının akabinde yüce Allah'ın şu buyruğunu zikretmektedir: "Onlara
karşı okunup duran ve bizim sana indirdiğimiz kitap onlara yetmedi mi?"
(el-Ankebut, 29/51)
Burada Kur'ân-ı Kerim sayesinde başka sözlere ihtiyaç
duymamaktan kasıt, geçmiş ümmetlerin haberlerine dair bilgilere muhtaç
olmamaktır. Tefsir alimleri bunu bu şekilde açıklar.
Kur'ân'ı teganni ile okumanın anlamının, onunla
hüzünlenip kederlenmek demek olduğu da söylenmiştir. Yani Kur'ân okuyan
kimsenin üzerinde Kur'ân tilaveti esnasında sevincin zıddı olan hüzün ve
kederin etkileri görülür, demektir. Burda teganni ise zengin olmak, ihtiyaç
duymamak anlamına gelen kökünden gelmemektedir. Çünkü bu kökten türemiş olsaydı
o vakit Hz. Peygamber'in demesi, ifadesini kullanmaması gerekirdi. Bu görüşü
İmam Ebu Muhammed İbn Hibban el-Büsti'nin de yer aldığı bir grup ilim adamı
kabul etmiştir.
Görüşlerine delil olarak Mutarrif b. Abdullah b.
eş-Şihhîr'in babasından yaptığı şu rivayeti gösterirler: "Rasûlullah
(s.a)'ı namaz kılarken gördüm. Göğsünden ağlamaktan dolayı tencerenin
kaynarken çıkardığı uğultu gibi bir ses duydum."[41]
Bu görüşü savunanlar derler ki: Bu haber, sözü geçen
hadis ile kederlenmenin kastedildiğine dair açık bir ifade taşımaktadır.
Ayrıca bu görüşlerine hadis imamlarının rivayet ettiği Abdullah b. Mes'ud'dan
gelen şu hadisi de destekleyici delil olarak göstermişlerdir. Peygamber (s.a)
ona: "Bana Kur'ân oku" dedi. (Abdullah b. Mes'ud der ki): Ona Nisa
sûresini okumaya başladım. Nihayet yüce Allah'ın: "Her ümmetten
(peygamberlerini) birer şahit, bunların üzerine de seni şahit kıldığımız zaman
halleri nice olur" (en-Ni-sâ, 4/41) âyetine vardığımda Hz. Peygamber'e
baktım, gözlerinden yaş aktığını gördüm.[42]
Şimdiye kadar dört ayrı açıklama şeklini sıralamış
olduk. Bütün bunlar arasında nağmeli bir şekilde sesi alçaltıp yükselterek
Kur'ân okunacağına dair ifadeler taşıyan bir açıklama yoktur.
Ebu Said b. el-A'râbî, Peygamber Efendimizin:
"Kur'ân ile teganni etmeyen bizden değildir" hadisiyle ilgili olarak
şunları söylemektedir: "Araplar, çoğu konuşmalarında şarkı ve nağmeye
düşkün kimseler idiler. Kur'ân-ı Kerim nazil olunca şarkı yerine nağmeli
okuyacakları, alışageldikleri şekilde seslendirecekleri sözün Kur'ân olmasını
arzuladılar. İşte bundan dolayı Peygamber: "Kur'ân ile teganni etmeyen
bizden değildir" diye buyurmuştur.
Beşinci açıklama şekli: Bu, hadisi nağmeli okuyuşa ve
neşelendirecek şekilde seslendirmeye delil getirenlerin açıklama şeklidir.
Ömer b. Şebbe anlatıyor: Ben, Ebu Âsim en-Nebil'e, İbn Uyeyne'nin Hz.
Peygamber'in: "teganni etmeyen" şeklindeki sözünü yani onunla
başkasına ihtiyaç duymamak anlamına yorumladığını sözkonusu ettiğimde, şunları
söyledi: İbn Uyeyne bu açıklaması ile sözedilmeye değer bir iş yapmış değildir.
İmam Şafii'ye de bu yorumu hakkında soru sorulunca şöyle demiş: Biz bunu daha
iyi biliriz. Eğer
Peygamber (s.a) ihtiyaç duymamak anlamına gelen
istiğnayı kastetmiş olsaydı: Kim istiğna duymazsa.....derdi. O böyle demeyip
"tegan-ni etmek" tabirini kullandığına göre, onun teganniyi kastetmiş
olduğunu bilmiş olduk. Taberî der ki: Bizim bildiğimize göre Arap dilinde
teganni sesi nağ-melejıdirmek suretiyle güzel ses çıkarmak demek olan gınadır
(yani şarkı söylemektir.) Şair şöyle demiştir:
"Şiir söyledin mi nağmeli söyle
Çünkü bu şiiri nağmeli söylemek bir yarıştır."
Teganni'nin istiğna anlamına geldiğini iddia eden bir
kimse şunu bilmeli ki, Arap dilinde ve şiirlerinde bu anlamda kullanılmış
değildir. İlim ehlinden de bunun bu anlama geldiğini söyleyen bir kimsenin
olduğunu bilmiyoruz. el-A'şâ'nın:
"Ben bir zamanlar Irak'ta uzun süre ikamet etmiş
ve
ikametim süresince de iffetini korumuş bir kişiydim"
Sözünü delil gösterip burada "istiğna"yı
kastettiğini ileri süren kimse yanlış bir iddiada bulunmaktadır. Çünkü el-A'şâ
burada "ikamet yeri"ni kastetmiştir. Nitekim Araplar bir kişi
hakkında "filan yerde ikamet etti" demek isterken işte bu kelimeyi
kullanırlar. Yüce Allah'ın: "Orada ikamet etmemişler gibi oldular"
(el-A'raf, 7/92) buyruğu da bu türdendir. Bu görüşü ileri süren kimselerin
şairin: "
"Ve biz öldüğümüzde birbirimize
ihtiyaçsızlığımız daha da artacaktır" Sözlerini delil göstermesi ise bir
yanılmadır. Çünkü burada geçen "et-Te-ğânî" kökü her biri diğerine
ihtiyaç duymayan iki kişi bakında kullanılan "te-fâul" veznindedir.
Mesela, vuruşan iki kişi hakkında "İki adam vuruştu" denilir. İki
kişinin ortaklaşa yaptığı bir fiil hakkında bunu söyleyen bir kimsenin aynı
şeyi tek kişi hakkında söylemesi yerinde olmaz. Dolayısıyla demek doğru olmaz.
Aynı şekilde istiğna anlamında da (teganniden) demek de doğru olmaz.
Derim ki: Taberi'nin "tegannînin istiğna
anlamında kullanıldığı Arap dilinde rastlanılmış bir şey değildir"
şeklindeki iddiası yerinde değildir. Çünkü önceden de belirttiğimiz gibi
el-Cevheri, bunu bu manada zikrettiği gibi el-Herevî de bu anlamda
zikretmiştir. Taberi'nin: "Fâale kipi karşılıklı olarak iki kişinin
yaptığı iş hakkında kullanılır" şeklindeki ifadesine gelince, bu kip
birçok yerde tek bir kimsenin yaptığı iş hakkında da kullanılır. İbn Ömer'in:
" Ve o günlerde ben ergenlik yaşıma
yaklaşmış bir genç idim"[43] şeklindeki sözleri bu türdendir. Araplar bu
kipi kullanarak: " Ayakkabıyı çekiçle dövdüm, hırsızı cezalandırdım,
hastayı tedavi ettim" dedikleri de çok olur. O takdirde burada
"teğânî" kipi de bu türden kabul edilmelidir. Hz. Peygamber'in
"teğân-nî etmeyen" ifadesi hem şarkı söylemek hem de istiğna
göstermek anlamlarına gelmesi muhtemel olduğuna göre, bu iki anlamdan birisini
esas alarak yorumlamanın tercihe değer bir tarafı yok demektir. Hatta eğer
bizim yapacak başka bir yorumumuz yoksa bunun "istiğna" anlamına
yorumlanması daha uygundur. Çünkü böyle bir açıklama şekli Süfyan'ın da
belirtmiş olduğu gibi büyük bir sahabiden rivayet edilmiştir. İbn Vehb, Süfyan
hakkında şöyle demektedir: "Ben hadislerin te'vili hususunda Süfyan b.
Uyeyne'den daha bilgili kimse görmedim". Bilindiği gibi O (İbn Vehb),
İmam Şafii ile görüşmüş ve onunla çağdaş bir kimsedir.
Altıncı yorum: Bu da Müslim'in Sahih'inde yer alan
fazlalık esas alınarak yapılan yorumdur. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine
göre o, Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Allah, sesi güzel
bir peygamberin açıkça ve te-ganni ile Kur'ân okumasını sevdiği kadar birşeyi
sevmiş değildir."[44]
Taberi der ki: Eğer İbn Uyeyne'nin dediği gibi
olsaydı, burada hem güzel sesin hem de açıktan okunmasının sözkonusu
edilmesinin bir anlamı olmazdı.
Buna karşılık biz de şöyle deriz: "Açıktan
okuması" ifadesinin Peygamber (s.a)'ın sözü olması muhtemel olduğu gibi,
Ebu Hureyre'ye veya bir başkasına ait bir söz olması ihtimali de vardır. Eğer
birinci ihtimal sözkonusu ise -ki bu uzak bir ihtimaldir- bu ifade Kur'ân
okurken dinleyenleri neşelendirmemek ve nağmeli okumamak gerektiğine bir
delildir. Çünkü Hz. Peygamber: "Onu nağmeli okurdu" demeyip bunun
yerine "açıktan okurdu" ifadesini kullanmıştır. Yani, okurken hem
kendisine sesini işittiriyor, hem de yanında bulunanlara. Buna delil de Hz.
Peygamber'in tehlil getirirken sesini yükselttiğini duyduğu kimseye söylediği
şu sözlerdir-. "Ey insanlar, kendinize acıyınız. Dua ettiğiniz kişi,
sağır da değildir, hazır olmayan bir gaip de değildir...."[45] Bu
hadis tamamı ile ileride gelecektir.
Şayet bu fazlalık bir sahabi tarafından veya bir
başka ravi tarafından eklenmiş ise, ileri sürdükleri gibi burda kendilerinin
lehine bir delil yoktur. Böyle bir te'vili mezhebimizin ilim adamlarından
birisi tercih ederek şöyle demiştir: Bu daha uygundur. Araplar, sesini
yükselten ve bunu arka arkaya sürdüren kimse hakkında "gani"
tabirini kullanırlar. Onun bu işi için de "ğinâ" lafzını kullanırlar.
İsterse şarkı nağmeleri gibi nağmeli söylemesin. Ayrıca i-lim adamımız şunları
da söyler: İşte sahabi bu anlamda hadisi yorumlamıştır. Söylenen sözü daha iyi
bilen, maksadını daha iyi kavrayan elbette ki odur.
Ebu'l-Hasen b. Battal, Şafii mezhebinin lehine delil
getirerek şunu da söyler: Bu konuda mes'eledeki kapalılığı İbn Ebi Şeybe
tarafından yapılan şu rivayet ortadan kaldırmaktadır. İbn Ebi Şeybe der ki:
Bize Zeyd b. el-Hubâb anlattı, dedi ki: Bize Musa b. Ali b. Rebah babasından, o
Ukbe b. Âmir'den rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Kur'ân'ı öğreniniz ve onunla teganni ediniz ve yazınız. Nefsim elinde
olana yemin ederim, onun (hafızalardan) ayrılıp gitmesi iki yaşına basmış
devenin yularından kaçıp kurtulmasından daha çabuktur."[46]
Bizim (Mâliki mezhebimize mensub) ilim adamlarımız
şöyle derler: Bu ha-dis-i şerifin senedi eğer sahih ise, Kur'ân-ı Kerim'i bize
bütün hocalardan nesilden nesile o şerefli çağa ve Rasûlullah (s.a)'a kadar
tevatür yoluyla ulaşan ve şekli kafi olarak bilinen kıraat şekli
reddetmektedir. Bize tevatür yoluyla gelen bu kıraatte, ne nağme sözkonusudur
ne de başkalarını neşelendirerek okumak sözkonusudur. Bununla birlikte
harflerin mahreçlerinden çıkartılmasında, uzatılmasında, idğam ve izhar
yapılmasında ve benzeri kıraat şekillerinde işi oldukça ileriye götürenlerin
çokluğuna rağmen, böylesine rastlanılmamıştır. Diğer taraftan nağmeli ve
neşelendirecek şekilde okumakta hemzeli olmayan bir harfi hemzeli imiş gibi
okumak, med olmayan yeri medli okumak da sözkonusudur. Bunun sonucunda tek bir
elif birkaç elif, tek bir vav birkaç vav, tek bir harf ise birden çok harfe
dönüşür. Bu da Kur'ân-ı Kerim'de bir fazlalığa sebebiyet verir. Bu ise men
edilmiştir. Bu şekilde okuyanlar eğer, hemze üzerinde durak yapacak olurlarsa
bu sefer birkaç hemze çıkartırlar. Üzerinde durulan türden hemzeler de varsa o
sadece bir tanedir. Birden çok hemze değildir. Ve bu hemze ya mebni olur, ya
maksur olur. Denilse ki: Abdullah b. Muğaffel'in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Rasûlullah (s.a) bir gece yolculuğunda devesi üzerinde iken Feth
sûresini okudu. Kıraatinde terci' yaptı.[47] Bunu
Buhari zikretmiş ve yaptığı bu terci'in niteliği ile ilgili olarak üç defa
(hemzeleri uzatarak) â, â, â demiştir.[48]
Biz bununla ilgili olarak şunu söyleriz: Bu Hz.
Peygamber'in med yapılan yerde bunu iyice med yaptığı şeklinde anlaşılmalıdır.
Ayrıca sırtında yol aldığı devenin onu sarsması halinde çıkarttığı sesin
anlatılması olma ihtimali de vardır. Nitekim sesini yükselten kimse eğer binek
üzerinde ise bineğinin sarsmasının, sesinin basıncında ve kesik kesik
çıkmasında etki ettiği görülen bir şeydir. Böyle bir ihtimal sözkonusu
olduğuna göre bunu delil göstermek mümkün değildir.
Hadis hafızı Ebu Muhammed Abdülgani b. Said,
Katade'nin Abdurrahman b. Ebu Bekir'den, onun da babasından rivayetine göre,
Ebu Bekir(r.a.) şöyle demiştir: "Rasûlullah (sa.)'ın kıraatinde terci'siz
(nağmesiz) med vardı."
İbn Cüreyc de Ata'dan, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a)'ın nağme yapıp neş'elendiren bir müezzini
vardı. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Gerçek şu ki ezan düz kolay ve
pürüzsüzdür. Eğer senin ezanın da düz kolay ve pürüzsüz olacak ise oku, değilse
okuma." Bunu Darakutnî, Sünen'inde rivayet eder.[49]
Peygamber (s.a) ezanda nağmeyi yasakladığına göre yüce Allah'ın koruması
altında olan Kur'ân-ı Kerim'de nağme yapmayı caiz görmemesi daha uygundur.
Çünkü yüce Rabbimiz hak sözünde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Zikri
(Kur'ân'ı) Bizler indirdik ve onu koruyacak olanlar da Bizleriz."
(el-Hicr, 15/9); "Önünden de arkasından da batıl ona erişemez. O, Hakim
ve Hamid tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/42).
Şunu belirtelim ki bu görüş ayrılıkları sesi
yükseltip alçaltmak ve çokça nağme yapmak ile Kur'ân'ın anlamının anlaşılmaması
hali ile ilgilidir. Eğer iş daha da ileriye götürülecek ve Kur'ân'ın anlamının
anlaşılması bütünüyle engellenecek olursa, bu ittifakla haramdır.
Hükümdarların önünde ve cenazeler arkasında Kur'ân okuyan Mısır'daki
okuyucuların yaptığı budur. Onlar bu şekilde okumanın karşılığında hediyeler ve
ücret alırlar. Fakat bu işleri sapıkçadır. Bu amelleri boşunadır. Onlar bu
şekilde Kur'ân okuyarak Allah'ın Kitabı'nı değiştirmeyi helal görüyorlar.
Allah'ın indirdiği kitabında bulunmayan şeyleri ilave etmek suretiyle Allah'a
karşı cür'etkarca hareket etmeyi önemsemiyorlar. Bu onların dinlerini
bilmediklerinden, peygamberlerinin Sünnetlerinin dışına çıkmalarından ve
Kur'ân okumakta kendilerinden daha önce geçmiş bulunan salih kimselerin
izledikleri yolun dışına çıkmalarından dolayı böyle olmaktadır. Onlar bu
davranışlarıyla şeytanın kendilerine süslü ve güzel gösterdiği amellerine
yöneliyorlar. Bu işi yapınca iyi bir iş yaptıklarını zannediyorlar. Hakikatte
ise onlar sapıklıklarında dönüp duruyorlar. Allah'ın Kitabı ile oynuyorlar.
İnna lillah ve inna ileyhi râciûn. Fakat doğru sözlü yüce Peygamber, bunun
gerçekleşeceğini de haber vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber'in haber verdiği
gibi olmuştur.
İmam Hafız Ebu'l-Huseyn Rezin ile Ebu Abdullah
et-Tirmizi el-Hakim Ne-vâdiru'l-Usul adlı hadis kitabında Hz. Huzeyfe'den
Rasûlullah (s.a)'nın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Kur'ân'ı
Arapların nağme ve sesleriyle okuyunuz. Sakın aşıkların[50] nağmeleriyle ve iki kitap ehlinin (Yahide ve
Hristiyanların) nağmeleriyle okumayınız. Benden sonra şarkı ve ağıt yakar gibi
Kur'ân'ı nağmeli okuyacak kimseler gelecektir. Kur'ân onların hançerlerinden
aşağıya inmez. Kalpleri fitneye garkolmuştur. Bu okuyuşlarından hoşlananların
kalpleri de onlarınki gibidir. "[51]
İlim adamlarımız der ki: Vaizlerin önlerinde ve
toplantılarda günümüz Kur'ân okuyucularının Kur'ân okudukları vakit, Arap
olmayanların nağmeleri ile Kur'ân okumalarının Rasûlullah (s.a)'ın yasakladığı
şekil olma ihtimali çok yüksektir. Kıraatte terci' (tekrarlamak ve nağme
yapmak.) hıristiyanla-rın okuyuşu gibi harfleri tekrarlayıp durmaktır. Tertil
ise ağır ağır okumak, harfleri ve harekeleri açık seçik bir şekilde
çıkarmaktır. Kur'ân okuyuşunda istenen budur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Ve Kur'ân'ı tertil ile (tane tane,
ağır ağır) oku." (el-Müzemmil, 73/4.)
Umm Seleme'ye Rasûlullah (s.a)'ın namazda Kur'ân okuyuşuna
dair soru soruldu da şöyle dedi: Onun namazından size ne? O namaz kılar, sonra
da kıldığı kadar uyur, sonra uyuduğu kadar namaz kılar, sonra namaz kıldığı
kadar uyurdu. Ve sabaha kadar bunu böyle yapardı. Böyle dedikten sonra Hz.
Peygamber'in kıraatinin nasıl olduğunu anlattı. Onun harfleri tane tane açık seçik
okumasını nitelendirdi.[52] Bunu
Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiş, Tirmizi de: "Hasen, sahih,
garib bir hadistir" demiştir.[53]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a ibadet
edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın" (en-Nisâ, 4/36) Bir başka yerde
de şöyle buyurmaktadır: "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa salih
bir amel işlesin ve Rab-bine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın"
(el-Kehf, 18/110).
Müslim'in rivayetine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyamet gününde insanlar
arasında aleyhine hüküm verilecek ilk kişi şehid düşen bir kimse olacaktır. Bu
Allah'ın huzuruna getirilecek Allah ona nimetlerini sayıp dökecek, o da
bunları itiraf edecektir. Allah ona: Sana verdiğim bu nimetler ile sen ne
yaptın, diye sorunca: Senin yolunda şehid düşünceye kadar çarpıştım,
diyecektir. Allah: Yalan söyledin, fakat sen: Cesurdur, denilsin diye
çarpıştın, nitekim böyle söylendi. Daha sonra yüce Allah onun hakkında emir
verecek o da yüzüstü cehenneme atılıncaya kadar sürüklenecektir. Diğeri ilmi
öğrenip öğreten, Kur'ân okuyan kimsedir. Bu da Allah'ın huzuruna getirilecek, Allah
onun üzerindeki nimetlerini ona sayıp dökecek, o da bunları itiraf edecektir,
Yüce Allah ona: Sen bu nimetler ile ne yaptın, diye sorunca o da diyecek ki:
İlmi öğrendim, öğrettim, Senin uğrunda Kur'ân okudum. Yüce Allah ona: Yalan
söyledin diyecektir. Sen ilmi alimdir, denilsin diye öğrendin. Güzel Kur'ân
okuyor, denilsin diye Kur'ân okudun. Bunlar senin hakkında söylendi. Daha
sonra emir verilecek ve cehenneme atıhncaya kadar yüzüstü sürüklenecektir.
Diğer bir kişi ise Allah'ın kendisine genişlik ihsan ettiği ve malın bütün
çeşitlerinden verdiği kimsedir. Bu kişi Allah'ın huzuruna getirilecek, Allah
üzerindeki nimetlerini sayıp dökecek, o da bu nimetleri itiraf edecektir.
Allah ona: Peki sen bu nimetlerle ne yaptın, diye sorunca, şöyle diyecektir: Uğrunda
harcanmasını arzuladığın ne kadar yol varsa Senin için infakta bulunmadığım
tek bir yol bırakmadım. Allah ona, yalan söyledin, diyecektir. Fakat sen bunu :
Bu kişi oldukça cömerttir, denilsin diye yaptın ve bu söylendi. Daha sonra yüce
Allah emir verecek ve cehenneme atıhncaya kadar yüzüstü sürüklenecektir."[54]
Tirmizi, bu hadisi naklederken şunları da
söylemektedir: Sonra Rasûlul-lah (s.a) iki dizime vurarak şöyle buyurdu: Ey Ebû
Hureyre, işte bu üç kişi, Kıyamet gününde kendileriyle cehennem ateşinin ilk
alevlendirileceği kişiler olacaktır."
Ebu Hureyre'nin adı Abdullah'tır. Abdurrahman olduğu
da söylenmiştir. O dedi ki: Bana Ebu Hureyre künyesinin verilmesinin sebebi,
kolumun yeni içerisinde bir kedi taşımamdır. Rasûlullah (s.a) beni görünce:
"Bu ne?" diye sordu. Ben, kedi dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Ey Ebu Hureyre (kedicik babası)" dedi.
İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu (hadis) ameli ve ilmiyle
Allah'ın rızasını aramayan kişi hakkındadır.
Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu da rivayet edilmiştir:
"Her kim Allah'tan başkası için ilim talep ederse veya ilmiyle Allah'tan
başkasını murad ederse cehenemdeki yerine hazırlansın."[55]
İbnü'l Mübarek, Rekâik adlı eserinde, el-Abbas b.
Abdülmuttalib'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu
ki: "Bu din öyle zaferler elde edecektir ki, denizleri aşacak ve hatta
Allah yolunda atlılar denizleri geçecektir. Ondan sonra Kur'ân okuyacak bir
takım kimseler geleceklerdir. Bunlar, Kur'ân okuduklarında bizden daha iyi
okuyabilen kimdir, bizden daha bilgili kimdir diyeceklerdir." Daha sonra
Hz. Peygamber ashabına yönelerek şunları söyler: "Bu gibi kimselerden bir
hayır olur mu dersiniz?" G.ûlsr: Hayır deyince şu cevabı verir:
"Bunlar sizdendir. Bunlar bu ümmettendir ve bun.'ar cehennemin yakıtıdır."[56]
Ebu Davud ve Tirmizi de Ebû Hureyre'nin şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Her kim kendisiyle
Allah'ın rızası aranılan bir bilgiyi sadece ve sadece o bilgi sayesinde
dünyadan bir menfaat elde etmek için öğrenirse o, Kıyamet gününde cennetin
kokusunu alamayacaktır." Tirmizi der ki, bu basen bir hadistir.[57]
Ebu Hureyre'den rivayete göre Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Ha-zen kuyusundan Allah'a sığınınız." Ashab: Ey
Allah'ın Rasûlü, Hazen kuyusu nedir, diye sorunca şöyle buyurdu: "Bu
bizzat cehennemin günde yüz defa kendisinden Allah'a sığındığı cehennemdeki
bir vadidir." Ey Allah'ın Peygamberi buna kim girecektir, diye sorulunca
şu cevabı verir: "Amelleriyle riyakârlık yapan kurradır (Kur'ân
okuyucusudur, bilginleridir)." Tirmizi: Bu, garib bir hadistir, der.[58]
Esed b. Musa'nın kitabında kaydedildiğine göre,
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Cehemmende öyle bir vadi vardır ki,
cehennemin kendisi bu vadinin şerrinden günde yedi defa Allah'a sığınır. Bu
vadide öyle bir kuyu vardır ki, cehennemin kendisi ve o vadi, bu kuyunun
şerrinden Allah'a sığınırlar. Bu kuyuda da öyle bir yılan vardır ki, cehennem
de o vadi de ve o kuyu da bu yılanın şerrinden yedi defa Allah'a sığınırlar.
Allah bu yılanı Allah'a isyankarlık eden Kur'ân hafızı olan bedbahtlar için
hazırlamıştır."
O halde Kur'ân hafızı ve ilim talep eden kimsenin
kendi nefsinde Allah'tan korkan bir takva sahibi olması, amelini yalnız Allah
için ihlasla yapması gerekir. Eğer hoşuna gitmeyecek birşey yapmış ise hemen
tevbe etmekte, Allah'a yönelmekte elini çabuk tutsun. İlim talebine ve ameline
ise ihlâsı elde etmekle başlasın. Kur'ân-ı Kerim'i hıfzetmiş bir kimsenin
göstermesi gereken dikkat ve titizlik öbürlerinden daha fazladır. Nitekim, onun
da başkasına verilmeyecek ecirleri vardır.
Tirmizi'nin Ebu'd-Derda'dan rivayetine göre
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Allah kitapların birisinde bir
peygambere şunu indirmiş (veya vah-yetmiş) bulunuyor: Dinden başka şeyler için
bilgi elde eden amelden başka maksatlarla ilim öğrenen, âhiret için yapılması
gereken amel ile dünyayı isteyen kimselere de ki: Bunlar insanlara karşı koyun
postuna büründük-leri halde kalpleri kurtların kalbi gibidir. Dilleri baldan
tatlı olduğu halde kalpleri acıdan da acıdır. Onlar beni mi kandırmaya
çalışıyorlar, benimle mi alay etmek istiyorlar? Onlar için öyle bir fitne
hazırlayacağım ki, o fitnede taham-mülkâr halim selim kimseler bile şaşırıp kalacaktır."[59]
et-Taberi, A'dâbu'n-Nufûs adlı eserinde şu rivayeti
kaydetmektedir: Bize Ebu Kureyb Muhammed b. el-Alâ anlattı, bize el-Muharibî,
Amr b. Âmir el-Becelî'den, o İbn Sadaka'dan o, Peygamber (s.a)'ın ashabından
birisinden ya da ona anlatan birisinden rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a)
şöyle buyurdu "Allah'ı kandırmaya çalışma. Çünkü Allah'ı kandırmaya
çalışanın bu gayretini Allah boşa çıkartır. Ve eğer o farkında ise aslında
kendi kendisini kandırır." Ashab sorar: Ey Allah'ın Peygamberi, insan
Allah'ı kandırmaya nasıl çalışır? Şöyle buyurdu: "Allah'ın sana
emrettiğini yerine getirirsin fakat, bu amelin ile başkasını murad edersin.
Riyadan sakınınız. Çünkü o, şirkin kendisidir. Riyakarlık yapan bir kimse,
Kıyamet gününde herkesin önünde kendilerine nisbet edileceği dört isim ile
seslenilir. Ey kafir, ey haşir (ziyana uğrayan), ey gadir (sözünde durmayan),
ey facir! Amelin haktan uzaktır, ecrin boşa çıkmıştır. Bugün senin hiçbir
nasibin yoktur. O bakımdan ey aldatıcı, sen kimin için amel ediyor idiysen git,
ecrini onda ara."
Alkame, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: İçinde küçüğün büyüyeceği, büyüğün de ihtiyarlayacağı bir fitne
gelip sizi kuşatınca, insanların kendisine göre hareket edeceği bid'at bir yol
izlenip o bid'atten herhangi bir şey değiştirildiğinde, Sünnet değiştirildi,
denileceği bir fitne gelip sizi kuşatacağında, haliniz nice olacaktır? Hazır
bulunanlar: Bu ne zaman olacaktır, ey Ebu Abdurrahman? denilince şu cevabı
verir: Kur'ân okuyucularınız artıp fakihleriniz azaldığında, emirleriniz
çoğalıp eminleriniz azaldığında, âhiret için işlenen bir amel ile dünya
arandığında ve dinden başka bir maksat ile din bilgisi öğrenildiğinde.
Süfyan b. Uyeyne der ki: Bize ulaştığına göre İbn
Abbas şöyle demiştir: Eğer Kur'ân hafızları hakkıyla Kur'ân'a uysalar ve
gerektiği gibi hareket etseler, şüphesiz Allah onları sever. Fakat onlar bu
Kur'ân ile dünyayı istediler, onun için Allah da onlara buğzetti ve insanların
nazarında da önemsiz-leştiler.
Ebû Cafer Muhammed b. Ali'nin yüce Allah'ın:
"Onlar ve azgınlar oraya (cehenneme) hep birlikte yüzleri üstü ardı
arkasına atılırlar." (eş-Şuarâ, 26/94) buyruğu ile ilgili olarak şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Bunlar dilleriyle hak ve adaleti nitelendiren
fakat, onu terkedip ona aykırı hareket eden kimselerdir.
İnşaallah bu kitabımızda yeri geldikçe bu hususa dair
daha da etraflı açıklamalar gelecektir.
[60]
Bunların başında Kur'ân'ı ezberleyip öğrenmek
isteğinde önceden de belirttiğimiz gibi, Allah'a ihlasla yönelmesi, gece
gündüz namazda yahut namazın dışında olsun -onu unutmamak üzere- kendisini Kur'ân-ı
Kerim'i okumaya vermesi gelir. Müslim'in İbn Ömer'den rivayetine göre
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kur'ân'ı ezberlemiş olan kimsenin
durumu, bağlı deve sahibinin durumuna benzer. Eğer onu gözünden uzak tutmaz ve
kontrol ederse elinde tutar. Eğer bağını çözerse çeker gider. Kur'ân hıfzetmiş
kimse de geceleyin ve gündüzün namaz kılıp Kur'ân okur ise Kur'ân'ı hatırlar,
unutmaz. Eğer (çokça.) namaz kılıp
okumazsa onu unutur."[61]
Kur'ân'ı hıfzetmiş olan bir kimsenin Allah'a hamdeden
bir kul olması gerekir. O'nun nimetlerine şükreden, Allah'ı zikreden, Allah'a
tevekkül eden, Allah'tan yardım isteyen, O'na yönelme arzusunu taşıyan, O'na
sıkı sıkı bağlanan, ölümü hatırından çıkarmayan ve ölüme hazır bir kimse
olmalıdır.
Yine Kur'ân hafızının günahlarından korkması,
Rabbinin affını uman bir kimse olması gerekir. Sağlıklı halinde korku ona
baskın olmalıdır. Çünkü son nefeslerini ne halde vereceğini bilmemektedir.
Eceli yaklaştığında ise Allah'ın rahmeti onun nefsinde daha bir yer etmelidir.
Çünkü bu durumda Allah, hakkında hüsn-ü zan beslemek gerekir. Rasûlullah (s.a)
şöyle buyurmuştur: "Ölümünüz halinde her biriniz mutlaka Allah hakkında
hüsn-ü zan beslesin."[62] Yani
Allah'ın kendisine rahmet ve mağfiret edeceği zannını taşısın.
Kur'ân hafızının, çağının insanlarını iyi bilen
birisi olması gerekir. Yönetim ve yöneticilerin zararlarına karşı kendisini
korumaya çalışmalıdır. Nefsini kurtarmaya, canını tehlikelerden uzak tutmaya
gayret etmelidir. Dünyalığından gücü yettiği kadarını önünden göndermeli
(tasadduk etmeli) ve bütün bu hususlarda nefsine karşı gücü yettiği kadar mücahede etmelidir.
Kur'ân'ı hıfzeden bir kimsenin en çok önem verdiği
şey, dininde vera' sahibi olmak, Allah'ın kendisine emrettiği ve nehyettiği
bütün hususlarda Allah'a karşı takvâlı olmak, O'nun gözetiminde olduğunu
unutmamak olmalıdır. İbn Mes'ud der ki: Kur'ân okuyan kimsenin, insanlar
uyuduğunda gecesiyle (yaptığı ibadetiyle) bilinmeli, insanlar uyandığında
gündüzü ile, insanlar gördüğünde ağlamasıyla, insanlar lafa daldıklarında
susmasıyla, insanlar böbürlenip durduklarında alçakgönüllülüğü ile, insanlar
sevindiklerinde de üzüntüsüyle tanınmalı, bununla ayırt edilmelidir.
Abdullah b. Amr der ki: Kur'ân'ı hıfzetmiş bir
kimsenin, lafa dalanlarla birlikte dalmaması, cahillik edenlere karşı cahillik
etmemesi gerekir. Aksine o, Kur'ân hatırı için affedip bağışlayabilmelidir.
Çünkü onun göğsünde yüce Allah'ın kelamı vardır.
Yine Kur'ân hafızının şüpheli yollardan kendisini
koruması gerekir. Kur'ân meclislerinde ve başka meclislerde, gülmesini ve
faydasız konuşmasını azaltmalıdır. Başkasının kötülüklerine karşı tahammül
etmeye ve vakar sahibi olmaya kendisini zorlamalıdır.
Kur'ân hafızı, fakirlere karşı alçakgönüllü olmalı.
Büyüklenmekten, kendisini beğenmişlikten uzak durmalıdır. Eğer fitneye
düşmekten korkarsa, dünyadan ve dünyalık peşinde koşanlardan uzak durmalı,
gereksiz tartışma ve iddialaşmaları terketmelidir. Kendisini yumuşak davranmaya
ve edeb sınırları içinde kalmaya zorlamalıdır.
Kötülük etmeyeceğinden emin olunan, hayrı umulan,
zararından uzak kalınan, laf götürüp getiren dedikoduculara kulak asmayan,
onları dinlemeyen, hayırda kendisine yardımcı olacak, kendisine doğruyu, güzel
ahlakı gösterecek olanlarla ve hayrı kendisine güzel gösterecek, çirkin
göstermeyecek kimselerle arkadaşlık yapmalıdır.
Kur'ân'ın hükümlerini öğrenmelidir. Allah'ın emrinden
neyi murad ettiğini, kendisine neyi farz kıldığını anlamalıdır. Böylelikle
okuduğundan faydalansın ve okuduğu hükümlerin gereğince amel etsin. Ezberinden
Kur'ân-ı Ke-rim'in farz ve hükümlerini ezbere okuduğu halde, okuduğunun ne
anlama geldiğini bilmeyen kimsenin bu durumundan daha çirkin ne olabilir!? Böyle
bir kimse, anlamını bilmediği şey ile nasıl amel edebilecektir? Okuduğu
Kur'ân'ın incelikleri hakkında kendisine soru sorulduğu halde bunları bilmemesi
ne kadar çirkindir? Bu durumda olan kimse, olsa olsa koca koca kitaplar
yüklenmiş eşeğe benzer.
Kur'ân hafızının Allah'ın, İslâm'ın ilk dönemlerinde
kullarına ne şekilde hitap ettiğini, Kur'ân'ın sonraki nüzul dönemlerinde de
onları neye teşvik ettiğini, İslâm'ın ilk dönemlerinde Allah'ın neleri farz
kıldığını, daha sonraki dönemlerde ise bu farzlara neleri eklediğini bilip
biribirinden ayırt edebilmesi için Kur'ân'ın Mekkî olanını Medenî olanından
ayırt etmesi gerekir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in çoğu yerinde, Medenî olan
buyruklar Mekkî olanları nes-heder. Mekkînin Medeni âyetleri neshetmesine ise
imkan yoktur. Çünkü men-suh (neshedilen) nesneden (nâsih)e göre daha önceki
dönemlerde nazil olmuştur. Hafızın i'rabı ve Kur'ân-ı Kerim'deki ğarib
lafızları bilmesi de onun için bir kemal sebebidir. Çünkü bunları bilmesi,
okuduğunu iyice anlamasına, öğrenmesine kolaylık sağlar, okuduğu buyruklar ile
ilgili şüphelerini ortadan kaldırır.
Ebu Cafer et-Taberi der ki: el-Cermi'yi şöyle derken
dinledim: Otuz yıldan beri, fıkıh ile ilgili mes'elelerde Sibeveyh'in
Kitabından hareketle fetva veriyorum. Muhammed b. Yezid der ki: Çünkü Ebu Ömer
el-Cermi, hadis bilen birisi idi. Sibeveyh'in Kitabını öğrenince hadisteki
fıkhı da öğrenmiş oldu. Çünkü Sibeveyh'in Kitabından düşünme ve tefsiri
öğreniyordu. Daha sonra bu öğrendiklerinden hareketle Rasûlullah (s.a)'dan
sabit olarak nakledilen Sünnetleri, tetkik ediyordu. İşte bunları öğrenerek
kişi, aziz ve celil olan Allah'ın Kitabı'ndaki muradını anlar. Ve bunlar Kur'ân
hükümlerini alabildiğine açar. ed-Dahhak, yüce Allah'ın: "Fakat
öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğumuz kitap sayesinde Rabbaniler
olunuz." (Al-i İmran, 3/79) buyruğu ile ilgili olarak şunları
söylemektedir: Allah'ın Kitabı'ni öğrenen bir kimse fakih olmakla yükümlüdür.
İbn Ebi'l-Havârî der ki: Yüz seksenbeş yılında bir
grup ile birlikte Fudayl b. İyad'ın yanına gittik. Kapıda durduk. İçeri girmek
için bize izin vermedi. Birisi şöyle dedi: Eğer bunun dışarı çıkacağı varsa
ancak Kur'ân okunduğu için dışarı çıkar. Biz de Kur'ân okuyan birisine
okumasını söyledik. O da okumaya başlayınca Fudayl bize, küçük bir pencereden
baktı. Biz de: Esselamu aleyke ve rahmetullah, dedik. O: Ve aleykümu's-selam
deyince şöyle dedik: Nasılsın ey Ebu Ali, halin nicedir? Şöyle dedi: Ben
Allah'ın verdiği afiyetteyim. Fakat sizden yana da eziyet çekiyorum. Sizin
içinde bulunduğunuz bu durum İslâm'da görülmedik bir haldir (bid'attir). O
bakımdan inna lillah ve inna ileyhi râciûn, diyorum. Bizler ilmi bu şekilde
talep etmiyorduk. Fakat hocalara gider ancak onlarla birlikte oturmaya
kendimizi ehil görmezdik. O bakımdan onlardan uzakça bir yerde oturur ve
farketmeden onları dinlemeye çalışırdık. Bir hadis geçti mi, onlardan bu
hadisi tekrarlamalarını ister ve kaydederdik, sizler ise cahillikle ilmi talep
ediyorsunuz. Allah'ın Kitabı'nı da zayi etmiş bulunuyorsunuz. Eğer sizler
gerçekten Allah'ın Kitabı'nı talep et-seydiniz, arzuladığınız şeylerin şifasını
orada bulurdunuz. Biz, Kur'ân'ı öğrendik deyince, şöyle dedi: Sizin Kur'ân'ı
öğrenebilmenize ömürleriniz ve çocuklarınızın ömürleri de yetmez. Biz: Bu
nasıl olur, ey Ali'nin babası deyince, şöyle dedi: Sizler Kur'ân'ın i'rabını
bilmedikçe, muhkem buyruklarını mü-teşabih olanlarından, nâsihini mensûhundan
ayırd edemedikçe Kur'ân'ı öğrenmiş olamazsınız. Bunları öğrendiğiniz takdirde
ise Fudayl'in ve İbn Uyey-ne'nin sözlerine de ihtiyacınız kalmaz. Daha sonra
şöyle dedi: Kovulmuş olan şeytandan işiten, bilen Allah'a sığınıyorum. Rahman
ve Rahîm olan Allah'ın adıyla: "Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt,
kalplerde olanlara bir şifa, mü'minler için de bir hidayet ve rahmet
gelmiştir. De ki: Allah'ın lütuf ve rahmeti ile ... ve yalnız bunlarla
sevinsinler. Bu, onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır." (Yunus,
10/57-58) âyetlerini okudu.
Derim ki: İşte Kur'ân okuyucusu bu mertebelere ulaştı
mı, o kimse Kur'ân'ı iyice okuyup belleyen Furkân'ın bilgisini elde eden bir
kimse olur. Allah'ın kolaylık verdiği kimse için bu mertebelere ulaşmak zor
birşey değildir. Kur'ân'ı öğrenirken veya öğrendikten sonra -önceden de
açıkladığımız şekilde- niyetini Allah için halis kılmadığı sürece, Kur'ân
öğrenenin sözünü ettiğimiz bu hususlardan herhangi bir şekilde yararlanması
sözkonu-su değildir. Öğrenci, kimi zaman öğrenmek ve dünyada şeref sahibi olmak
arzusuyla ilmi talep etmekle işe başlar. İlmi kavraması devam ederken bu kanaatinde
hatalı olduğunu öğrenir, bundan dolayı tevbe eder, Allah için niyetini halis
kılar. Bununla bu sefer yararlanır ve halini düzeltir.
el-Hasen der ki: Bizler önceleri ilmi dünya için
talep ederdik. O bizi âhi-rete çekti. Süfyan es-Sevri de aynı şeyi söyler.
Habib b. Ebi Sabit de der ki: Biz, bu işi önceleri hiçbir niyetimiz olmaksızın
talep ettik. Niyet sonradan geldi.
[63]
Ebu Bekr el-Enbârî der ki: Peygamber (s.a)'ın
ashabından ve onlara tabi olanlardan (Allah onlardan razı olsun) Kur'ân-ı
Kerim'in i'rabının faziletine, i'rabını öğrenmeye teşvike dair ve yanlış hareke
ile okumayı yerip, bunun hoşlanılmayan birşey olduğunu belirten birtakım
haberler gelmiş, bulunuyor. Bütün bunlar ise, Kur'ân-ı Kerim'i okuyup
ezberleyen kimselerin bu ilmi öğrenmek için oldukça gayret göstermelerini
gerektirmektedir.
Bunlardan birisi de Yahya b. Süleyman ed-Dabbi'nin
bize naklettiği şu rivayettir: Yahya dedi ki: Bize Muhammed b. Said anlattı.
Dedi ki: Bize Ebu Mu-aviye, Abdullah b. Said el-Makburi'den, o babasından, o da
dedesinden, o Ebu Hureyre'den rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
"Kur'ân'ı i'rab ile (açık seçik, tane tane, harflerinin doğru olarak
harekeleri belirtilmiş olarak) okuyun ve onun garib (manalarını bilmediğiniz)
kelimelerini araştırın."[64]
Bana babam anlattı. Bize İbrahim b. el-Heysem
anlattı. Dedi ki: Bize Adem b. Ebi İyas anlattı. Dedi ki: Bize Ebu't-Tayyib
el-Mervezî anlattı. Dedi ki: Bize Abdülaziz b. Ebi Revvad Nafi'den, o İbn
Ömer'den anlatarak dedi ki: Ra-sûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Her kim
Kur'ân okuyup onun i'rabını belli etmezse, ona bir melek görevlendirilir. Bu
onun için Kur'ân-ı Kerim'in indirildiği şekle uygun olarak okuduğu her bir
harfe on hasene yazar. Eğer bir kısmını i'rablı okur ise, onun için iki melek
görevlendirilir. Bunlar okuduğu her bir harf için yirmi hasene yazarlar. Eğer
tümünü i'rablı okur ise, onun için dört melek görevlendirilir. Bunlar ona her
bir harf için yetmiş hasene yazarlar. "[65]
Cüveybir, ed-Dahhak'tan rivayetle dedi ki: Abdullah
b. Mes'ud dedi ki: Kur'ân'ı tecvidli okuyunuz ve en güzel seslerle onu
süsleyiniz. Kur'ân'ı i'rablı okuyunuz, çünkü o, Arabi bir Kur'ân'dır. Allah da
Kur'ân'ın i'rablı (açık seçik, fasih, tane tane, harekeleri belli) okunmasını
sever.
Mücahid'in bir rivayetine göre, İbn Ömer dedi ki:
Kur'ân'ı i'rablı okuyunuz.
Muhammed b. Abdurrahman b. Zeyd'den rivayete göre o,
şöyle demiş: Ebu
Bekr ve Ömer (r.anhum)'a dediler ki: Kur'ân-ı
Kerim'in bir bölümünün i'rablı okunmasını harflerini ezberlemekten daha çok
severiz.
eş-Şabi'den gelen rivayete göre o, şöyle demiştir:
Hz. Ömer dedi ki: Kim Kur'ân'ı i'rablı olarak okur ise, Allah katında bir şehid
ecri alır.
Mekhûl dedi ki: Bana ulaştığına göre Kur'ân-ı Kerim'i
i'rablı olarak okuyan kimse, i'rabsız olarak okuyan kimsenin iki katı kadar
ecir alır.
İbn Cüreyc'in, Ata'dan rivayetine göre İbn Abbas
şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Arapları üç şey sebebiyle
seviniz. Ben Arabım, Kur'ân arapçadır, cennet ehlinin konuşacağı dil de
arapçadır."[66]
Süfyan, Ebu Hamza'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: el-Hasen'e, arap-çayı öğrenen birtakım kimselerden söz edildi. O
da: Güzel bir iş yapıyorlar dedi. Peygamberlerinin dilini öğreniyorlar. Yine
el-Hasen'e: Bizim lahin yapan (i'rab kurallarına aykırı okuyan) bir imamımız
var, denildi. O da: Onu imamlıktan çekiniz, cevabını verdi.
İbn Ebi Müleyke'den şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Ömer b. el-Hat-tab (r.a) döneminde bedevi bir arap (Medine'ye)
gelip şöyle der: Muhammed (s.a)'in üzerine indirilen Kur'ân-ı Kerim'den bazı
yerleri bana kim okuyup öğretebilir? Adamın birisi ona Tevbe sûresini öğretmeye
başladı. Ve: "Allah ve Rasûlü, müşriklerden uzaktır" (mealindeki
et-Tevbe, 9/3 ayet-i kerimesini) Allah müşriklerden ve Rasûlünden uzaktır,
anlamına gelecek şekilde şeklinde kelimesini esreli olarak okutur. Bunun
üzerine bedevi arap şöyle der: Allah Resulünden uzaklaştı mı? Eğer Allah
Rasûlünden uzaklaşmış ise ben de ondan uzaklaşıyorum. Bedevi arabın bu sözleri
Hz. Ömer'in kulağına gider. Hz. Ömer onu çağırıp şöyle söyler:
- Ey bedevi! Sen Allah Rasûlünden (s.a) uzak olduğunu
mu ilan ettin? Şöyle dedi:
- Mü'minlerin emiri, ben Medine'ye geldim. Kur'ân
bilmiyorum. Bana kim Kur'ân okumayı öğretir diye sordum. Bu kişi bana Berae (Tevbe)
sûresini okuttu ve: şeklinde okuttu.
Bunun üzerine ben de: Peki Allah, Rasûlünden uzaklaştı mı? Eğer Allah
Rasûlünden uzaklaşmış ise ben de ondan uzaklaşıyorum, dedim. Bunun üzerine Hz.
Ömer şöyle dedi:
- Bu âyet böyle değildir ey bedevi!
- Nasıldır ey müminlerin emiri, diye sorunca, Hz.
Ömer der ki:
- Bu: "Muhakkak Allah ve Rasûlü müşriklerden
uzaktır" şeklindedir. Bu sefer bedevi şu cevabı verir:
- Allah'a yemin ederim, ben de Allah'ın ve Rasûlünün
uzak olduklarından uzağım. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattab (r.a), dil bilgisini
bilmeyenlerin başkalarına Kur'ân öğretmemesini emretti. Ebu'l-Esved
(ed-Dueli)'e de nahiv ilminin esaslarını koymasını emretti.
Ali b. el-Ca'd dedi ki: Ben Şu'be'yi şöyle derken
dinledim: Arapçayı (arap dili kaidelerini) bilmeden hadisle uğraşan bir
kimsenin misali, boynuna içinde yem bulunmayan bir yem torbası asılmış eşeğe
benzer.
Hammad b. Seleme de der ki: Her kim hadis öğrenmeye
koyulur, fakat nahiv öğrenmezse, boynuna içinde arpa bulunmayan bir yem
torbası asılmış eşek gibidir.
İbn Atiyye der ki: Kur'ân-ı Kerim'in i'rabı şeriatta
asıldır. Çünkü ancak bununla şeriatın kendisi olan Kur'ân'ın anlamları doğru
dürüst öğrenilebilir.
İbnü'l-Enbârî dedi ki: Peygamber (s.a)'ın ashabından
ve onlara tabi olanlardan (Allah onlardan razı olsun) Kur'ân'ın garip ve müşkil
lafızlarına dair dil bilgisi kaideleri ve şiir ile delil gösterdiklerine dair o
kadar çok rivayetler gelmiş bulunuyor ki, bunlar bu konuda nahiv bilginlerinin
izlediği yolun doğruluğunu açıkça ortaya koymakta, bu yolu izleyenlere tepki
gösterenlerin tutumlarının yanlış olduğunu açıklamaktadır. Bu rivayetlerden
bazısı:
Bize Ubeyd b. Abdulvahid b. Şerik el-Bezzaz anlattı,
dedi ki: Bize İbn Ebi Meryem anlattı, dedi ki: Bize İbn Ferruh haber verdi,
dedi ki: Bana Üsame haber verdi: Bana İkrime'nin haber verdiğine göre, İbn
Abbas şöyle demiş: Bana Kur'ân-ı Kerim'in garib (sözlük anlamını bilmekte
güçlük çektiğiniz) lafızlarına dair soru sorduğunuzda, şiiri tetkik ederek o
kelimenin manasını bulmaya çalışınız. Çünkü şiir, arabın divanıdır.
Yine bize İdris b. Abdülkerim anlattı, dedi ki: Bize
Halef anlattı, dedi ki: Bize Hammad b. Zeyd, Ali b. Zeyd Cüd'an'dan rivayetle
dedi ki: Ben Said b. Cübeyr ile Yusuf b. Mihran'ı şöyle derken dinledim: İbn
Abbas'a Kur'ân-ı Ke-rim'de bir hususa dair soru sorulduğunu işittim. O, şunları
şunları söyledi ve dedi ki: Şairin şöyle şöyle dediğini duymadınız mı?
Yine İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre, bir
kişi ona yüce Allah'ın: "Elbiseni temizle" (el-Müddessir, 74/4)
buyruğu hakkında soru sormuş, o da şu cevabı vermiş: "Sözünde durmamak
üzere elbiseni giyinme, demektir" dedi ve Ğaylan es-Sakafi'nin şu
beyitini örnek gösterdi:
"Allah'a hamdolsun ki ben giymedim, sözünde
durmayan bir kimse gibi elbise Ve ben işlediğim bir ayıptan dolayı da yüzünü
örten değilim." Birisi de İkrime'ye "ez-Zenim" (el-Kalem, 68/13)
kelimesinin anlamını sorunca İkrime şöyle der: Bu veled-i zina anlamındadır,
der ve;
örnek olarak da şu beyti okur:
"Veled-i zinadır, babası kimdir bilinmez
Fahişedir onun annesi, onun soyu alçaktır."
Yine ondan rivayete göre, "Zenim"
kelimesini nesebi belli olmadığı halde bir kavme nesebi iltihak ettirilen,
çirkin ve kötü söz söyleyen ve bayağı kimse demektir, demiş ve şu beyiti
okumuştur:
"Zenimdir o. Erkekler fazladan kendilerinden olduğunu
iddia ettiler.
Ayak kısımlarının postun enine ilave edildiği gibi.
"
Yine İkrime'den rivayete göre o yüce Allah'ın:
"Gölgeli dalları vardır"(er-Rahman, 55/48) âyetini açıklarken şöyle
demiş: O ağaçların gölgeleri ve dalları vardır. Şairin şu sözlerini duymadın
mı?:
"Ete susamış çift pençeli bir doğanın eline
düşmüş
İki yavrusu olan bir erkek güvercini;
Gölgeli dallar üzerinde şakıyarak çağıran
Dişi güvercinin sesi, şevkini galeyana getirmedi
(mi)?"
İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivayetine göre İbn Abbas yüce
Allah'ın: "Bakarsın ki bütün onlar toprağın üzerinde
diridirler"'(en-Nâziât, 79/14) buyruğunda yer alan "es-Sâhire"
yer demektir, demiştir. Ümeyye b. Ebi's-Salt da şöyle demiştir On-ların yanında
deniz eti de var, kara eti de var." İbnü'l-Enbârî der ki: Raviler şu
beyiti de rivayet etmektedirler:
"Onda kara eti de var deniz eti de
Ağızlarını açıp istedikleri her şey ebedi olmak üzere
onlarındır." Nâfi' b. el-Ezrak, İbn Abbas'a der ki: Bana yüce Allah'ın:
"O'nu uyuklama ve uyku almaz"(el-Bakara, 2/255) buyruğunda yer alan
( iLJI ) kelimesinin ne demek olduğunu söyleyiver. İbn Abbas: O uyuklamadır,
der. Çünkü Züheyr b. Ebi Sülmâ şöyle demiştir:
"Gece boyunca onu uyuklama almaz
Uyumaz da O: O'nun işinde zayıf görüşlülük ve
tutarsızlık yoktur."
[67]
İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun)
derler ki: Ashab-ı Kiram ve tabiinden tefsirin faziletine dair gelen
rivayetlere gelince, bunlardan bir kısmı şöyledir:
Ali b. Ebi Talib (r.a), Cabir b. Abdullah'tan sözetti
ve onu bilginlikle niteledi. Birisi ona şöyle dedi: Canım sana feda! Sen, sen
olduğun halde Ca-bir'in alim olduğunu mu söylüyorsun? Hz. Ali şöyle dedi: O
yüce Allah'ın: "Sana Kur'ân'ı farz kılan Allah, elbette seni bir dönüş
yerine geri çevirecektir." (el-Kasas, 28/85) buyruğunun tefsirini bilen
bir kimse idi.
Mücâhid der ki: Allah'ın en sevdiği kişi indirdiğini
en iyi bilen kişidir.
el-Hasen der ki: Allah'a yemin ederim, Allah
indirdiği her bir âyetin ne hakkında indirilmiş olduğunu ve onunla neyi
kastettiğinin bilinmesini ister.
eş-Şa'bî der ki: Mesruk, bir âyetin tefsirini
öğrenmek için, Basra'ya kadar yolculuk yaptı. Ona: Bu âyetin tefsirini bilen
kişi Şam'a gitti denilince, yol hazırlığını yaptı ve Şam'a gitmek üzere yola
koyuldu ve sonunda o âyetin tefsirini öğrendi.
İkrime de, yüce Allah'ın: "Kim Allah'a ve
Rasûlüne hicret maksadıyla evinden çıkarsa...." (en-Nisâ, 4/100) buyruğu
ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Evinden Allah'a ve Rasûlüne hicret
etmek kasdıyla çıkan bu adamın kim olduğunu öğrenmek için ondört sene
araştırıp durdum ve nihayet kim olduğunu tesbit ettim.
İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu kişi Damra b. Hubeyb'dir.
Kimliğine dair açıklama ileride gelecektir.
İbn Abbas da der ki: Ben Rasûlullah (s.a)'a karşı
biri birine yardımcı olan iki kadının kim olduğuna dair Ömer'e soru sormak
istediğim halde iki yıl süre ile sadece onun heybetinden korktuğum için
soramadım. Nihayet ona kim olduklarını sorunca: Bunlar Hafsa ve Âişe'dir
demişti.
İyas b. Muaviye de der ki: Tefsirini bilmeksizin
Kur'ân-ı Kerim'i okuyanların misali, geceleyin hükümdarlarından bir mektup
alan ve kandilleri bulunmayan bir takım kimselere benzer. Bundan dolayı
korkuya kapıldıkları halde mektupta ne olduğunu da bilemeden öyle kalırlar.
Tefsiri bilenler ise, işte böyle bir kandil bulup mektupta neler olduğunu
okuyabilen kimseye benzerler.
[68]
Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr dedi ki: Nisbeten gevşek
birkaç yoldan Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Şu üç kişiye ikramda bulunmak, yüce Allah'ın celaline tazim göstermekten
ötürüdür: Adaletli yönetici, saçları ağarmış müslüman ve Kur'ânda aşırıya
kaçmayan ve terkedip ondan uzaklaşmayan hamil-i Kur'ân."[69]
Ebu Ömer der ki: "Hamil-i Kur'ân" Kur'ân'ın
hükümlerini, helal ve haramını ve onda bulunan hükümlerin gereğini yerine
getiren kimsedir.
Enes b. Malik, Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Kur'ân herşeyden faziletlidir. Kur'ân'a gereken saygıyı
gösteren Allah'a saygı göstermiş demektir. Kur'ân'ı hafife alan yüce Allah'ın
hakkını hafife almış demektir. Kur'ân hamili olan kimseler, Allah'ın rahmeti
ile donatılmış kimselerdir. Allah'ın kelamını tazim edenler, Allah'ın nuruna
bürünenlerdir. Kim bunlara dostluk ederse, Allah'ı dost edinmiş olur. Kim
bunlara düşmanlık ederse yüce Allah'ın hakkını hafife almış olur."
[70]
et-Tirmizî el-Hakim Ebu Abdullah, Nevâdiru'l-Usûl
adlı eserinde şunları söylemektedir:[71]
Aşağıdaki hususlara riâyet etmek Kur'ân-ı Kerim'e
saygı göstermenin ifadesidir.
1-
Kur'ân-ı
Kerim'e abdestsiz dokunmamak ve ancak abdestli olarak Kur'ân'ı okumak.
2-
Misvak
kullanmak, dişlerinin arasındaki kırıntıları ayıklayıp ağzının hoş olmayan
kokusunu gidermek. Çünkü ağız Kur'ân'ın geçtiği yoldur. Yezid b. Ebî Mâlik der
ki: Ağızlarınız Kur'ân'jn geçtiği yollardandır. O bakımdan oraları gücünüz
yettiğince temizleyiniz ve ayıklayınız.
3-
Bir
hükümdarın huzuruna girmek için elbise giyildiği gibi elbise giyilsin. Çünkü o
kendisi ile Rabbi arasında özel bir şekilde konuşacaktır.
4-
Kur'ân
okumak için kıbleye yönelmek. Ebu'l-Âliye Kur'ân okuyacağı vakit sarık sarar,
elbiselerini giyinir ve kıbleye yönelirdi.
5- Balgam
çıkardığı her seferinde ağzını çalkalamak. Şu'be, Ebu Hamza'dan onun da İbn
Abbas'tan rivayetine göre, İbn Abbas'ın önünde bir bardak bulunurdu. Balgam
çıkardı mı ağzını çalkalardı. Sonra da zikre (Kur'ân okumaya) devam ederdi.
Balgam çıkardığı her seferinde ağzını çalkalardı.
6-
Esnemesi geldiği zaman Kur'ân okumayı kesmek. Çünkü Kur'ân okuduğu vakit, o
Rabbine hitap etmekte ona seslenmektedir. Esnemek ise şeytandan gelir. Mücâhid
der ki: Kur'ân okurken esneyecek olursan, esnemen geçinceye kadar Kur'ân'ı
ta'zim etmek üzere, Kur'ân okumayı kes. İkrime de böyle söylemiştir. Bununla
böyle bir uygulamada Kur'ân-ı Kerim'e ta'zim ve saygı ifadesi olduğunu anlatmak
istemektedir.
7- Kur'ân
okumaya başladığı sırada şeytan-ı racim'den (kovulmuş şeytandan) Allah'a
sığınmak ve eğer sûrenin başından yahut daha önce okuyup da durduğu yerden
okumaya başlayacak olursa "bismillahirrahmanirrahim" demek.
8- Kur'ân
okumaya başladığı takdirde, zorunlu olmaksızın arada bir insan kelamı ile
okuyuşunu kesmemek.
9- Kur'ân
okurken yalnız başına bir yere çekilmek. Böylelikle birisi gelip onunla
konuşarak okumasını kesmez ve okuması ile cevabını birbirine karıştırmaz.
Çünkü böyle yapacak olur ise, başlangıçta çektiği istiazenin himayesi son
bulur.
10-
Kur'ân-ı Kerim'i sükûnetle, ağır ağır ve tertil ile okumak.
11-
Kendisine yapılan hitabı iyice kavramak üzere zihnini ve bütün kavrayış gücünü
toplamak.
12-
Allah'ın va'dinin dile getirildiği âyette durmak ve yüce Allah'tan bunu
arzulayıp lütfundan bu va'de nail olmasını dilemek. Tehdidin sözkonu-su
edildiği âyet üzerinde durup o tehditten Allah'a sığınmak.
13-
Kur'ân'ın verdiği misaller üzerinde durmak ve bu misalleri gereği gibi
anlamak.
14-
Kur'ân'ın garip lafızlarını (anlamını bilmediği kelimelerini) araştırmak.
15- Sözler
tamamıyle açık ve seçik bir şekilde ortaya çıkıncaya kadar her bir harfin
hakkını eksiksiz olarak vermek. Çünkü her bir harf karşılığında onun için on
hasene vardır.
16-
Okuması bitirdiğinde Rabbini tasdik etmek, Rasûlünün tebliğ ettiğine dair
şahitlik etmek, bunun hak olduğuna dair tanıklık yapmak. Bunun için şöyle
der: LU»-Î ^1 s jjAaLÜI ja ^JUi JLp ^j t «İÜLj LiLj UÎ j
"Doğru söyledin Rabbimiz. Peygamberlerin tebliğ
etmiştir. Biz buna tanıklık edenlerdeniz. Allah'ım, bizi hakka tanıklık eden
şahitlerden ve adaleti uygulayan kimselerden kıl." Sonra da bazı dualar
yapar.
17- Kur'ân
okuduğu vakit, her bir sûreden birkaç âyet seçip okumamak. Çünkü Rasûlullah
(s.a)'dan bize kadar ulaşan rivayete göre o, birgün her bir sûreden az bir
miktar okuyan Hz. Bilal'in yanından geçer. Ona bir sûreyi tamamıyle okumasını
emreder. Rivayet böyledir ya da buna benzer bir şekildedir.
18-
Mushaf'ı koyduğu zaman açık bırakmamak, onun üstüne herhangi bir kitabı
koymamak. Böylelikle Kur'ân-ı Kerim ilim kitabı olsun, başka bir şeye ait
olsun her zaman için diğer bütün kitaplardan yüksekte olmalıdır.
19-
Kur'ân'ı okuduğu vakit onu göğsüne yakın tutmak veya önündeki herhangi bir
şeyin üstüne koymak, yere koymamak.
20-
Tahtaya yazdığı vakit, tükürükle silmemek, su ile yıkamak.
21- Su ile
yıkadığı vakit, necasetin bulunduğu yerlerde ve çiğnenip geçilen Yerlerde
yıkamaktan korunmak. Çünkü Kur'ân'ın yazısının yıkandığı :»»c suyun da kendine
göre bir hürmeti vardır ve bizden önce gelen seleflerle kimisi bu gibi suları
şifa niyetiyle kullanırdı.
22- Bir
sahife yıprandığı veya okunmaz hale geldiği vakit, başka kitapla-t ccrumak için
kullanmamak. Çünkü böylesi Kur'ân'a büyük bir saygısızlık-:r rakat bunun yerine
yazıyı su ile siler.
23-
Mushafa bir defa olsun bakmaksızın hiçbir gün geçirmemek. Ebu Mu-si şöyle
derdi: Her gün Rabbimin fermanına bir defa olsun bakmamaktan haya ederim.
24-
Gözlerinin de ondan pay almasını sağlamak. Çünkü gözler ruha göir_.' Ruh ile
göğüs arasında bir perde vardır. Kur'ân ise göğüstedir. Kişi ezıeröen okuduğu
vakit, kulağına işittirir ve bu ruhuna ulaştırır. Hattına da bak takdirde bu
sefer bu işin gerçekleşmesinde göz ve kulak ortaklaşa haresr ederler. Bu ise bu
işin daha güzel bir şekilde yerine gelmesini sağlar. Böy-neisle göz de kulak
gibi payını almış olur.
Zeyd b. Eslem'in Ata b. Yesar'dan rivayetine göre,
Ebu Said el-Hudrî şöy-ıt ûemiş: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Gözlerinize
de ibadetteki paylarını ve-tsz." Ashab: Ey Allah'ın Rasûlu, gözlerin
ibadetteki payı nedir, diye sorun-::a şöyle buyurdu: "Mushafa bakmaları,
Kur'ân üzerinde tefekkür ve hayret -edici gerçeklerden söz ettiği vakit de
gereken ibreti almak."
Mekhul, Ubade b. es-Samit'ten şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Ümmetimin en faziletli ibadeti
bakarak Kur'ân okumak-ır "
25-
Dünya
işlerinde herhangi bir durum ile karşı karşıya kaldığında onu ;e vil etmemek.
Burada te'vilin ne anlama geldiği biraz sonra açıklanacaktır.
3ize Amr b. Ziyad el-Hanzalî anlattı: Bize Huşeym b.
Beşir Muğire'den, : ibrahim'den rivayetle dedi ki: Dünya işlerinden herhangi
bir husus arız ol-ruğunda Kur'ân-ı Kerim'den herhangi bir buyruğun (ona dair)
te'vil edilme-fi erih görülüyor idi. Te'vil ise, mesela yanına gelen bir
kişiye: "Bir takdir .Lzere geldin ey Musa" (Taha, 20/40) demek ve
yemek ve benzerlerinin ha-::r olduğu bir sırada: "Geçmiş günlerde
işledikleriniz sebebiyle afiyetle yi-«n Jçm."(el-Hakka, 69/24) demek gibi.
26- Nahl
sûresi, Bakara sûresi, Nisa sûresi gibi şu sûresi bu sûresi demep bunun yerine:
İçinde şu şu hususlardan sözedilen sûre demek.
Ben (Kurtubi) derim ki: Hz. Peygamber'in şu hadisi bu
iddiaya aykırıdır: Sakara sûresinin sonlarındaki iki âyeti bir gecede okuyan
kimseye bu iki âyet yeter." (l) Bu hadisi Buharî ve Müslim Abdullah b.
Mes'ud'dan rivayet etmişlerdir.[72]
27- Ne
kadar becerikli ve maharetli olduğunu göstermek gayesiyle çocuk öğreticilerinin
yaptığı gibi kafasını eğerek Kur'ân okumamak. Çünkü bu şekilde hareket etmek,
aykırı bir harekettir.
28- Şu
bid'atçi, olmadık hemzeleri kıraate ilave eden, kelimeleri çıkartmakta
aşırılığa giden, kendilerini zorlaya zorlaya okuyan, kokmuş, pis ağızlı kimselerin
yaptığı gibi kıraatinde aşırıya kaçmamak. Çünkü böyle bir okuyuş sonradan
bid'at olarak ortaya çıkmıştır. Şeytan bunu onlara telkin etmiş, onlar da böyle
bir okuma şeklini benimsemişlerdir.
29-
Kur'ân-ı Kerim'i fasıkların nağmeleri gibi şarkı nağmeleriyle, hıristi-yanların
nağmeleriyle veya rahiplerin figan ve inilti nağmeleriyle okumamak. Çünkü bütün
bunlar bir sapıklıktır. Buna dair açıklamalar daha önceden yapılmıştır.
30-
Kur'ân'ı yazdığı takdirde, açık ve seçik yazmak. Ebu Hukeyme'den rivayete göre
Kûfe'de mushaf yazarmış. Ali (r.a) yanından geçerken, onun yazdığına bakmış
ve: Kalemini incelt, demiş. Bunun üzerine kalemimi alıp yanında güzelce yonttum.
Sonra ayakta durmuş yazıma bakan Hz. Ali'nin önünde yazdım. Bu sefer şöyle
dedi: İşte böyle, onu nurlandır. Aziz ve ce-lil olan Allah'ın onu nurlandırdığı
gibi.
31- Kur'ân
okuma esnasında bir kimsenin sesini ötekinden yükseltmemesi. Çünkü böyle
yaparsa okuduğu anlaşılmaz olur, sonunda işittiğinden hoşlanmaz hale gelir. Ve
bu bir çeşit anlamsız bir yarış şeklini alır.
32-
Kıraatler hususunda tartışmaması ve mücadele etmemesi. Arkadaşına bu böyle
değildir, dememesi. Çünkü o kıraatin de Kur'ân-ı Kerim'den sahih ve caiz olma
ihtimali vardır. O takdirde de Allah'ın Kitabı'nı inkar etmiş duruma düşer.
33-
Pazarlarda, gürültü olan yerlerde, boş işlerle uğraşılan yerlerle ayak takımı
kimselerin toplantı yerlerinde Kur'ân okumamak. Yüce Allah'ın, Rahman olan Allah'ın
kullarını sözkonusu edip onların boş sözlerle karşılaştıklarında şerefli bir
şekilde geçip gitmelerinden övgüyle söz ettiğine dikkat etmek gerekir.[73]
Burada kişinin kendisi adına geçip gitmesi sözkonusu edilmiştir. Ya boş
işlerle uğraşan kimseler arasında ve ayak takımının toplantı yerlerinde Kur'ân
okunursa ne olur?
34-
Mushafa yaslanmamak, dayanmamak. Arkadaşına vermek istediği takdirde onu
uzaktan atmamak.
35-
Mushafı oldukça küçük yazmamak. el-A'meş'in İbrahim'den, onun Ali (r.a)'dan
rivayetine göre Hz. Ali: "Mushaf küçültülmesin" demiştir.
Ben (Kurtubi) derim ki: 'Rivayete göre Ömer b.
d-ftattab (ya), birisinin, elinde küçük bir mushaf görür. Bunu kim yazdı? diye
sorar. Adam: Ben, deyince elindeki sopa ile ona vurur ve: "Kur'ân'ı
ta'zim edin" der. Rasûlullah (s.a)'dan rivayet edildiğine göre o,
"mescidcik veya mushafcık" denilmesi; nehyetmiş.
36- Kur'ân'dan olmayan birşeyi mushaf içinde
yazmamak.
37- Altın
ile mushafı süslememek ve altın ile yazısını yazmamak. Çünkü : takdirde dünya
süsü ona karışmış olur. Muğire'nin İbrahim'den rivayetine göre o, mushafın
süslenmesini, altın ile yazılmasını yahut âyetlerin başında iiamet konulmasını
veya küçültülmesini hoş görmezmiş. Ebu'd-Derda'dan rivâyete göre Rasûlullah
(s.a) şöyle buyurur: "Mescidlerinizi süslemeye başladığınız,
mushaflarınızı tezyin ettiğiniz zaman, helak yakanıza yapıştı demektir.[74]
tbn Abbas da gümüş ile süslenmiş bir mushaf görünce
şunları söyler: Siz runu çalsın diye hırsızı teşvik ediyorsunuz. Halbuki bu
Kur'ân'ın zineti îcendi içindedir.
38-
Yere
ve sonradan yapılmış mescidlerde olduğu gibi duvara yazmamak. 3ize Muhammed b.
Ali eş-Şakikî, babasından rivayetle anlattı. Abdullah b. el-Mubârek,
Süfyan'dan, o Muhammed b. ez-Zübeyr'den dedi ki: Ben Ömer b. Abdülaziz'i şöyle
derken dinledim: Rasûlullah (s.a) yolda geçerken yerde bir yazı görür.
Huzeyllilerden bir gence: "Bu ne?" diye sorar. Allah'ın Ki-tabı'ndan
bir bölüm. Onu bir yalıudi yazdı, der. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bunu
yapana Allah lanet eylesin. Allah'ın Kitabı'nı korunması gereken verden başka
yere koymayın."
Muhammed b. ez-Zübeyr der ki: Ömer b. Abdülaziz,
oğullarından birisinin duvar üzerine Kur'ân-ı Kerim'i yazdığını gördü ve bu
sebepten dolayı onu dövdü.
39- Bir
hastalıktan şifa bulmak kastı ile, onun yazısı(nın suyu ile) yıkanan bir
kimsenin bu suyu çöplüğe veya necaset yerine, çiğnenip gidip gelinen vere
dökmemesi. Bunun yerine insanların üzerinden geçmediği bir tarafa dökmeye ya
da temiz bir çukur kazarak oraya akıtmaya gayret etmelidir. Böylelikle
vücudundan o çukura doğru su akıtılsın, sonra üstünü örtsün. Veya büyükçe bir
akarsuya gidip onun suyuna karışıp akmasını sağlasın.
40-
Kur'ân'ı hatmettiği her seferinde tekrar Fatiha'dan başlamak. Böylelikle
Kur'ân terkedilmiş gibi olmaz. İşte bundan dolayı Rasûlullah (s.a) Kur'ân'ı
hatmettiği vakit, Kur'ân'ın baş tarafından -Kur'ân terkedilmiş gibi olmasın
diye- beş âyet kadar bir miktar okurdu.
İbn Abbas'ın rivayetine göre, bir adam gelip: Ey
Allah'ın peygamberi, hangi amel daha faziletlidir? diye sormuş. Hz. Peygamber
ona şu cevabı vermiş: 'Sana konup göçen gibi olmanı tavsiye ederim." Adam:
Konup göçen ne demektir, diye sorunca Hz. Peygamber şu cevabı verir:
"Kur'ân okuyan kişi, başından başlar, sonuna gelince tekrar başına geçer.
Her konduğunda hemen göçer."[75]
Ben derim ki: Kur'ân'ı hatmettiği vakit, ailesini bir
arada toplaması müs-tehaptır. Ebu Bekr el-Enbârî anlatıyor: Bize İdris haber
verdi: Bize Halef anlattı: Bize Veki' Mis'ar'dan, o Katâde'den naklederek dedi
ki: Enes b. Malik Kur'ân'ı hatmettiğinde aile halkını toplar ve dua ederdi.
Bize İdris haber verdi. Bize Halef anlattı. Bize
Cerir, Mansur'dan, o el-Ha-kem'den rivayetle dedi ki: Mücâhid ve Ebu Lübabe'nin
oğlu Abde ve bir grup kimse, mushaftan Kur'ân'ı hatmederlerdi. Hatmin sonuna
geldiklerinde bizlere: Yanımıza gelin, çünkü Kur'ân hatmedildiği sırada rahmet
iner, diye haber gönderirlerdi. Bize İdris haber verdi, bize Halef anlattı.
Bize Huşeym, el-Avvam'dan, o İbrahim et-Teymi'den rivayetle dedi ki: Sabah
saatlerinde Kur'ân'ı hatmeden kimseye, melekler, akşamı edinceye kadar dua
eder. Akşamın ilk vakitlerinde Kur'ân'ı hatmeden kimseye de melekler, sabahı
edinceye kadar dua ederler. O bakımdan onlar Kur'ân-ı Kerim'i gecenin veya gündüzün
ilk saatlerinde hatmetmeyi seviyorlardı.
41- Teaviz[76]
yazarak bunlarla birlikte tuvalete girmemek. Ancak bir deri, yahut gümüş veya
buna benzer bir kap içerisinde olması hali müstesna. O takdirde Kur'ân-ı
Kerim'i hıfzettiğin halde de öyle bir yere giriyor gibi olursun.
42-
Kur'ân'ı yazdığı veya yazılan yerden yıkamasından biriktirdiği suyu içtiği
vakit, her bir nefeste Allah adını anıp bu konuda niyetine gereken tazimi
göstermesi. Çünkü Allah ona niyeti kadarını verecektir.
Leys'in rivayetine göre Mücâhid şöyle demiştir:
Kur'ân'ı bir yere yazıp sonra onun suyunu hastaya içirmende bir mahzur yoktur.
Ebu Ca'fer der ki: Kalbinde katılık hisseden bir kimse, zaferan ile bir
bardağa "Yasin"i yazsın, sonra da onu içsin.
43- Ben
derim ki: Küçük sûre denmemesi de Kur'ân'a hürmetin gereğidir. Ebu'l-Âliye
küçük veya büyük sûre denilmesinden hoşlanmazdı. Böyle bir söz söylediğini
duyduğu kimseye: Sen ondan da küçüksün. Kur'ân ise hepsi büyüktür, diye
çıkışmıştır. Bunu Mekkî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) te-yid etmiştir.
Derim ki: Ebu Davud buna aykırı bir rivayet kaydetmektedir.
Amr b. Şu-ayb'ın babasından, onun da dedesinden rivayetine göre şöyle demiştir:
"Kur'ân-ı Kerim'in mufassal bölümünün küçük olsun, büyük olsun bütün sûre
menfi namazda insanlara imamlık yaparken Rasûlullah (s.a)'ın okuduğunu
işitmişimdir.[77]
Hz. Âişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a) Allah'ın Kindan ancak Cebrail'in açıklamalarını kendisine
öğrettiği sayılı âyetleri tefsir e-derdi.
ibn Atiyye der ki: Bu hadis, Kur'ân'da sözü geçen
gaybi haberler, müc-T»ııe- enin tefsir edilmesi ve buna benzer ancak yüce
Allah'ın ihsan edeceği basar ile bilinebilen hususlara dairdir. Kıyametin
kopma zamanı, lafızları iti-"jaar.yle anlaşılır olan (ancak gaybi
özellikleri de bulunan) Sûr'a üfürme sası göklerin ve yerin yaratılışlarındaki
tertip (sıralama) gibi hususlar Allah'ın
içirmediği gaybî hususlara örnektir.
Tirmizî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre,
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Bildikleriniz dışında bana bir söz
isnad etmekten sakınınız. nkü kasdi olarak bana yalan isnad eden kişi
cehennemdeki yerine hazırcın."[78]
Yine Cündüb'den rivayete göre, Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Kimr ân'a dair kendi görüşüne dayanarak bir söz söylerse,
isabet etse dahi ha-î eder." Tirmizî der ki, bu garib bir hadistir. Bunu
ayrıca Ebu Davud da ri-
ivet etmiştir.[79] Onun
ravilerinden birisi hakkında[80]
zayıf olduğunu belir--ttr. ifadeler kullanılmıştır.
Rezin, ayrıca şunları ekler: Ve her kim kendi görüşüne
dayanarak söz söy-er ve hata ederse, o kâfir olur. Nahiv ve lügat alimi Ebu
Bekr Muhammed : el-Kasım b. Beşşar b. Muhammed el-Enbârî,
"Kutabu'r-Red" adlı eserinde şunları söylemektedir: İbn Abbas
yoluyla gelen hadis-i şerif iki şekilde açıklanmıştır. Bu açıklamadan birisi
şöyledir: Her kim, Kur'ân-ı Kerim'in müş-«ii. lafızları ile ilgili olarak ashab
ve tabiinin teşkil ettiği ilk müfessirlerin göuflerinden olduğu bilinmeyen
sözler söylerse, o kişi kendisini Allah'ın ga-:,iDina maruz bırakır. Diğer açıklama
şekli ise, -ki iki görüşten daha sağlam t mana itibariyle daha doğru olan
açıklama şeklidir-: Her kim Kur'ân-ı Kerr. hakkında hakkın başkası olduğunu
bile bile bir söz söylerse, cehennem-ie yerine hazırlansın. Hadis-i şerifte
geçen: "hazırlansın kelimesi.
anlamı, orda konaklasın, demektir. Şair şöyle demiştir:
"Soyu itibariyle aşiretinin en şereflileri
arasında yerini almıştır
Ve o kavini arasında böylece yer edinmiştir."
(İbnul-I^nbârî) Hz. Cündüb yolu ile gelen hadis
hakkında da şunları söylemektedir: Bazı ilim adamları, bu hadis-i şerifte geçen
"görüş" ile heva-nın kastedildiğini söylemişlerdir. Her kim Kur'ân-ı
Kerim'e dair kendi heva-sına uygun, fakat selef imamlarından da nakletmediği
bir görüş söylerse isabet etse dahi hata eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerim hakkında
aslını astarını bilmediği bir şeyi söylemiş, Kur'ân'a dair rivayetleri
nakleden kimselerin görüşlerini bilmeksizin kendi kanaatini ortaya atmış olur.
İbn Atiyye der ki: Bunun anlamı şudur: Kişiye, yüce
Allah'ın Kitabı'nda yer alan bir buyruğun manasının ne olduğu sorulur. O da bu
konuda ilim adamlarının dediklerine, nahiv ve usul gibi ilimlerin konu ile
ilgili kurallarının gereğine bakmaksızın haddi olmayan görüşler ileri sürer.
Dil bilginlerinin Kur'ân-t Kerim'in kelimeleri ve lafızlarıyla ilgili, dil
açısından açıklamalarda bulunmaları, nahivcilerin nahiv kurallarını, fukahanın
manasını açıklamaları bunun kapsamına girmez. Bu ilim adamlarının her birisi,
ilim ve inceleme yasalarına uygun olarak kendi içtihadını ortaya koyar. Bu şekilde
görüş beyan eden bir kimse, sadece kendi görüşüne dayanarak görüş beyan eden
bir kimse değildir.
Derim ki: Bu doğru bir açıklama şeklidir. İlim
adamlarından birçok kişinin tercih ettiği görüş de budur. Kur'ân-ı Kerim'e
dair kendi vehmine ve hatırına geldiği şekilde, ilgili esaslara uygun
istidlalde bulunmaksızın görüş belirten bir kimse hata eder. Anlamı üzerinde
ittifak edilen muhkem esaslara göre, açıklamalarda bulunarak onun anlamını
çıkartmaya çalışan kimse ise övülmüştür.
Bazı ilim adamları şöyle demektedir: Tefsir, konu ile
ilgili rivayetleri dinlemiş olmaya bağlıdır. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a
ve Rasûlüne döndürünüz." (en-Nisa, 4/59) diye buyurmaktadır. Ancak böyle
bir açıklama yanlıştır, tutarsızdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in tefsirinin
yasaklanmasından kasıt, ya sadece nakil yoluyla gelen ve kulaktan kulağa alınan
rivayetler ile yetinip hüküm çıkarmayı terketmektir veya başka birşey
kastedilmiştir. Bununla kişinin Kur'ân-ı Kerim hakkında ancak işittiği
rivayetlere dayanarak söz söylememesinin kastedildiği iddiası batıldır. Çünkü
ashab-ı kiram, Kur'ân-ı Kerim'i okumuş ve onun tefsiri ile ilgili farklı
görüşler ortaya atmıştır. Onlar bütün bu söylediklerini Peygamber (s.a)'den
işitmiş olamazlar. Çünkü Peygamber (s.a), İbn Abbas'a dua etmiş ve şöyle
buyurmuştur: "Allah'ım, onu dinde fa-kih kıl ve ona te'vil ilmini
öğret."[81]
Eğer te'vil de tenzil (Kur'ân-ı Kerim) gibi
işitilerek nakledilmesi gereken birşey olsaydı, İbn Abbas'a böyle özel bir
duada bulunmanın manası ne olurdu? Bu gayet açık bir husustur. Bunun
anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Bununla birlikte, buna dair, etraflı
açıklamalar -inşaallah- Nisa sûresinde gelecektir. Burada görüşe dayanarak
Kur'ân-ı Kerim'i açıklamanın yasaklanması şu iki anlamdan birisi hakkında
kabul edilir:
1-
Herhangi bir şeye dair bir görüşü olur, tabiatı ve hevâsı da ona meyletmekte
olduğu için kalkar, Kur'ân-ı Kerim'i görüş ve hevasına uygun bir şekilde
te'vil eder ve maksadının doğruluğuna delil göstermeye çalışır. Şayet böyle bir
görüş ya da hevası olmamış olsaydı, Kur'ân-ı Kerim'den böyle bir anlamı
çıkartması sözkonusu olmazdı. Bu şekilde bir açıklama, kimi zaman bilerek
yapılır. Kur'ân-ı Kerim'in birtakım âyetlerini bid'at görüş ve kanaatlerinin
doğruluğuna delil gösteren kimsenin yaptığı gibi. Halbuki böyle bir kimse bu
âyet-i kerimeden bunun kastedilmediğini bilmektedir. Ancak onun bu şekilde bir
açıklama yapmaktan kastı, karşı tezi savunan kimseye iddiasının doğru olduğu
izlenimini vermektir. Kimi zaman da böyle bir açıklama bilmeden yapılır. Bu da
âyet-i kerimenin o anlama gelme ihtimali bulunduğu için maksadına uygun gördüğü
anlama şekline meyil göstermesi ve kendi görüş ve nevasından başka bir delile
dayanmaksızın, o yönü tercih etmesi şeklinde olur. Böylelikle Kur'ân-ı Kerim'i
kendi görüşüyle tefsir etmiş olur. Yani sahip olduğu kişisel görüşünü, o
açıklama şeklidir diye takdim etmiştir. Şayet o görüşe kendisi sahip olmamış
olsaydı, o açıklama şekli onun için ağırlık kazanmazdı.
Kimi zaman da sağlıklı ve
doğru bir maksada sahip olur. O bakımdan Kur'ân-ı Kerim'den ona uygun bir delil
araştırır. O âyet ile kendisinin kastetmek istediğinin anlatılmadığını bile
bile delil gösterir. Mesela, katılaşmış kalbe karşı bir mücahede vermeye davet
eden bir kimsenin kalkıp: Yüce Allah: "Fir'avn'a git, çünkü o
azmıştır" (Taha, 20/24) deyip bu esnada kalbine işaret etmesi ve burada
geçen "Fir'avn" lafzı ile böyle bir kalbin kastedildiğini
hissettirmeye çalışması gibi. Bu tür bir açıklama şekli sözlerine güzellik
katmak, dinleyenleri teşvik etmek üzere doğru maksatlar için birtakım vaizler
tarafından kullanılır. Ancak böyle birşey yasaktır. Çünkü bu tür bir açıklama
lügatte bir kıyastır. Bu da caiz değildir. Bazen Batınîler, fasid maksatları
uğruna bu tür açıklama şeklini kullanırlar. Bundan kasıtları ise, insanları
aldatıp kendi batıl mezheplerine çekmektir. Böylelikle onlar, Kur'ân-ı Kerim'i
kat'iyyen kastedilmedikleri bildikleri birtakım manalara yorumlayarak kendi
görüş ve mezheplerinin mahkumu haline getirirler. İşte bütün bu hususlar,
kişisel görüşe dayanarak yasaklanan tefsir (açıklama) şekillerinden bir
tanesidir.
2- İkinci
şekil ise, Kur'ân-ı Kerim'in garip lafızları ile ilgili nakil ve kulaktan
kulağa aktarılarak gelen rivayetleri tesbit etmeye kalkışmaksızın, Kur'ân'da
bulunan müphem (üstü kapalı) ve mübeddel[82]
lafızlara bakmaksızın, Kur'ân'daki ihtisar, (kısaltma) hazf, (anlamı bozmayacak
şekilde kelimeyi/kelimeleri açıktan zikretmeme), izmar (anlamı tamamlayan
kelime takdir etme), takdim ve te'hirlere dikkat etmeksizin, sadece Arapçanın
zahirî kurallarını göz önünde bulundurarak Kur'ân'ın tefsirine kalkışmak ve
gereken teenniyi göstermemek. Tefsirin zahirini sağlam tutmayan ve sadece
arapçayı anlayarak anlamlan çıkartmaya kalkışan bir kimsenin yanlışlıkları çok
olur ve görüşüne dayanarak Kur'ân-ı Kerim'i açıklamaya çalışanlar zümresine
girer. Yanlışlıklardan korunabilmek için tefsirin zahirinde nakil ve semâ'ın
(kulaktan rivayet dinleme) kaçınılmaz olduğu bilinmelidir. Artık bundan sonra
kavrama ve istinbat alanı önünde genişler. Ancak sema yoluyla anlaşılabilecek
garib ifadeler pek çoktur. Zahirin sağlamlaştırılmasından önce batının (derin
anlamların) anlaşılabilmesini ummamak gerekir. Çünkü yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu
biliyoruz: "İşte Semud'a da gözleri göre göre, o dişi deveyi verdik de bu
yüzden zulmettiler." (el-İsra, 17/59) Bunun anlamı şudur: Biz onlara göz
göre göre bir âyet (mucize) verdik. Onlar da bu mucizeyi (dişi deveyi )
öldürmekle kendilerine zulmettiler. Arap dilinin zahirî anlamlarına bakan
kimse, bu ifade ile dişi devenin, gözleri gören bir deve olduğunu sanır ve
kavminin ne surette zulmettiklerini de bilmez, onlar ise hem kendilerine hem
başkalarına zulmetmişlerdir. İşte burada hazif ve izmar vardır. Kur'ân-ı
Kerim'de bunların misalleri pek çoktur. İşaret ettiğimiz bu iki şeklin dışında
kalan şekiller, "şahsî görüşe dayanılarak yapılan tefsirlerin yasaklanması"
kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Atiyye der ki: "Sa'id b. el-Museyyeb, Amir
eş-Şa'bi ve benzerleri se-lef-i saliha mensup ileri gelen birtakım kimseler,
Kur'ân'ı Kerim'in tefsirini büyük bir iş kabul ediyor, bilmelerine ve bu konuda
oldukça ileri seviyede olmalarına rağmen, kendileri adına ihtiyat ve takvayı elden
bırakmıyor, tefsir yapmaktan kaçınıyorlardı."
Ebu Bekr el-Enbârî der ki: Geçmiş selefin ileri gelen
ilim adamları, Kur'ân-ı Kerim'in müşkil lafızlarını açıklamaktan çekinirlerdi.
Onlardan kimisi, yapacağı bu açıklamanın yüce Allah'ın maksadına uygun düşmeyeceğini
kabul ediyor ve bundan dolayı konu ile ilgili söz söylemekten çekiniyordu.
Kimisi de tefsirde bir imam kabul edilerek onun izlediği yolun esas
alınmasından ve bu yolun takip edilmesinden korkuyordu. Olabilir ki, sonradan
gelen bir kişi kendi görüşüne dayanarak bir kelimeyi açıklar ve bu konuda hata
eder ve: "Görüşüne dayanarak Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmekte benim
uyduğum önder, selefe mensup filan önder kişidir" demesinden
çekini-yorlardı.
İbn Ebi Müleyke'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Ebu Bekr es-Sıd-dîk (r.a)'a Kur'ân-ı Kerim'deki bir yerin tefsiri soruldu, şu
cevabı verdi: Ben Allah'ın Kitabı'ndan bir buyruk hakkında yüce Allah'ın
muradının hilâfına bir söz söyleyecek olursam, hangi gök beni gölgelendirir,
hangi yer beni taşır? Ben nereye giderim ve ne yapabilirim?
İbn Atiyye der ki: "Selefin ileri gelenlerinden
sayıca pek çok kişi de Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmekten geri kalmazlardı. Onlar
bu konuda gerçekten müslümanlara karşı şefkatli ve merhametli davranmış
oldular. Allah onlardan razı olsun. Müfessirlerin başı ve aralarında Allah'ın
yardımına mazhar olan kişileleri Ali b. Ebi Talib (r.a)'dır. Ondan sonra
Abdullah b. Abbas gelir. Abdullah b. Abbas kendisini bu işe vermiş ve
tamamlamıştır. Bu konuda onun izinden Mücâhid, Said b. Cübeyr ve başkaları
gitmiştir. Tefsire dair Abdullah b. Abbas'tan öğrenilen ve kaydedilenler Hz.
Ali'den gelenlerden daha fazladır."
İbn Abbas der ki: Ben Kur'ân tefsirine dair ne
öğrendimse Ali b. Ebi Ta-lib'den öğrendim.
Ali (r.a), İbn Abbas'ın tefsir yapmasını över ve
ondan tefsiri öğrenmeye teşvik ederdi. İbn Abbas'ın kendisi de şöyle dermiş:
Abdullah b. Abbas Kur'ân-ı Kerim'in ne güzel tercümanıdır!
Hz. Ali de onun hakkında şöyle demiştir: İbn Abbas
sanki incecik bir perdenin arkasından gayba bakmaktadır.
Ondan sonra Abdullah b. Mes'ud, Ubeyy b. Ka'b, Zeyd
b. Sabit ve Abdullah b. Amr b. el-As gelir. Ashab-ı Kiram'dan nakledilen her
bir rivayet güzeldir ve önceliklidir. Çünkü onlar, Kur'ân-ı Kerim'in nüzulüne
tanık olmuşlardır ve Kur'ân onların diliyle yazılmıştır. Âmir b. Vasile dedi
ki: Ali b. Ebi Talib (r.a)'ı hutbe okurken dinledim. Hutbesinde şöyle diyordu:
Bana sorunuz. Allah'a yemin ederim, Kıyamet gününe kadar olacak her neyi bana
sorarsanız mutlaka onu size söylerim. Bana Allah'ın Kitabı hakkında soru
sorunuz. Allah'a yemin ederim Kur'ân-ı Kerim'deki bütün âyetlerin her birisinin
gece mi yoksa gündüz mü nazil olduğunu, düzlükte mi dağda mı nazil olduğunu
bilirim. Bunun üzerine İbn'ül-Kevvâ ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey mü'minle-rin
emiri, "tozutup savuranlar" (ez-Zariyat, 51/1) ne demektir? diye
sorar. Ondan sonra da rivayetin geri kalan
kısmını kaydeder.
el-Minhal b. Amr dedi ki: Abdullah b. Mes'ud dedi ki:
Eğer Allah'ın Kitab'ını benden daha iyi bilen birisinin olduğunu ve binek sırtında
ona gidilebileceğini bilsem, mutlaka o kimsenin yanına giderim. Adamın birisi
ona: Ali b. Ebi Talib ile hiç karşılaştın mı? diye sorar. Abdullah: Evet
karşılaştım cevabını verir.
Mesrûk dedi ki: Ben Muhammed (s.a)'ın ashabının, bir
su havuzuna benzediklerini gördüm. Onlardan kimisi bir kişiyi suya kandırır,
kimisi iki kişiyi, kimisi de bütün insanlar ondan su almaya gelecek olsa
hepsine de yetecek kadar su verbilirdi. İşte Abdullah b. Mes'ud bu tür
havuzlardan birisidir.
Bu menkıbeleri Ebu Bekr el-Enbârî
"Kitabu'r-Red" adlı eserinde kaydetmektedir.
Ebu Bekr dedi ki: Bize Ahmed b. el-Heysem b. Halid
anlattı. Bize Ahmed b. Abdullah b. Yunus anlattı, bize Sellam Zeyd el-Ammî'den,
o Ebu Sıddîk en-Nacî'den, o Ebu Said el-Hudrî'den rivayetle dedi ki: Rasûlullah
(s.a) şöyle buyurdu: "Ümmetime karşı en merhametli olan kişi Ebu Bekir,
Allah'ın dininde en kavi olanları Ömer, aralarında en içten haya duyanları
Osman, en güzel hüküm verenleri Ali, miras hukukunu en iyi bilenleri Zeyd, aziz
ve ce-lil olan Allah'ın Kitabı'nı en güzel okuyup bilenleri Ubeyy b. Ka'b,
helal ve haramı en iyi bilenleri Muaz b. Cebel, bu ümmetin emini Ebu Ubeyde b.
el-Cerrah'tır. Ebu Hureyre, ilim dolu bir kap, Selman ise dipsiz bir ilim
denizidir. Ebu Zer'den daha doğru sözlüsünü ise ne sema gölgelendirmiş, ne de
yer sırtında taşımıştır."[83]
İbn Atiyye der ki: "Tabiin müfessirleri arasında
öne geçenlerden Hasan-ı Basrî, Mücâhid, Said b. Cübeyr ve Alkame sayılabilir.
Mücâhid, İbn Abbas'tan iyice anlayarak, belleyerek, her âyet üzerinde dura dura
ilim öğrenmiştir. Bunlardan sonra İkrime ve Dahhak gelir. İbn Abbas'ı
görmemekle birlikte Dah-hâk, İbn Cübeyr'den ilim öğrenmiştir. es-Süddî'ye
gelince Amir eş-Şa'bi, onu ve Ebu Salih'i tenkid ederdi. Çünkü onun görüşüne
göre onlar gerekli tedki-ki yapmakta ihmalkâr davranırlardı."
Derim ki: Yahya b. Main şöyle demiştir: el-Kelbi
birşey değildir.
Yahya b. Said'den, rivayete göre o, Süfyan'dan şöyle
dediğini rivayet etmiştir: el-Kelbi dedi ki: Ebu Salih şöyle dedi: Sana ne
anlatümsa yalandır.
Habib b. Ebi Sabit der ki: Biz ona -yani Um Hani'in
azatlısı Ebu Salih'e-"dürûğ-zen" derdik. Bu ise Farsların dilinde
"yalan söyleyen kişi" demektir.
Daha sonra yüce Allah'ın
Kitabı'nın tefsirini, sonradan gelenlerin en adil olanları taşıdı. Nitekim
Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Sonradan gelen her bir neslin
arasından bu ilmi adaletli olanları yüklenip taşır. Bunlar aşı rı gidenlerin
tahriflerini, batılcıların hırsızlıklarım ve cahillerin yanlış te'vil-lerini
bertaraf ederler." Bunu Ebu Ömer ve başkaları rivayet etmiştir.[84]
el-Hatib Ebu Bekr Ahmed b. Ali el-Bağdadî der ki:
İşte bu Rasûlullah (s.a)'dan gelen ve bu ilim adamlarının dinin bayrakları,
müslümanların önderleri olduklarına dair bir tanıklıktır. Çünkü bu ilim
adamları, şeriatı tahriften ve batılın değiştirmelerinden korumuş, ahmak ve
cahillerin te'villerini reddetmişlerdir. Din hususunda bunlara başvurmak ve
bunların dediklerini esas almak gerekir. Allah onlardan razı olsun.
İbn Atiyye der ki: "Abdurrezzak, el-Mufaddal,
Ali b. Ebi Talha, el-Buha-rî ve başkaları tefsire dair telifler yapmışlardır.
Daha sonra Muhammed b. Ce-rir -Allah'ın rahmeti üzerine osun- dağınık şekilde
bulunan tefsir rivayetlerini toplayıp bir araya getirdi, uzaklıkları
dolayısıyla erişilmesi zor olanları yaklaştırdı ve isnadları kaydetmek
hususunda da sadra şifa verdi. Müteahhir-ler arasında öne çıkanlardan Ebu İshak
ez-Zeccac ile Ebu Ali el-Farisî de yer alır. Ebu Bekr en-Nakkaş ve Ebu Ca'fer
en-Nahhas'ın ise, çoğunlukla ilim adamları tarafından eksikleri tesbit edilmiştir.
Mekkî b. Ebi Talib de onların yolundan gitmiştir. Ebu'l-Abbas el-Mehdevî,
telifi sağlam birisidir. Bunların hepsi de ecre layık, ecri hak eden
müctehidlerdir. Allah onlara rahmetini ihsan buyursun ve onların yüzlerini ak
etsin."
[85]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz, sana da bu
Zikri (Kur'ân'ı), insanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye
indirdik." (en-Nahl, 16/44)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onun
emrine aykırı hareket edenler, kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azabın
gelip çatmasından çe-kinsinler." (en-Nur, 24/63)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak
ki sen dosdoğru yola ulaştırısın." (eş-Şûra, 42/52)
Yüce Allah, birden çok âyet-i kerimede Peygamberine
itaati farz kılmış ve kendi zatına itaat ile birlikte onu da sözkonusu
etmiştir. Şöyle buyurmaktadır: "Peygamber size ne verdiyse onu alın ve
neyi yasak ettiyse ondan sakının." (el-Haşr, 59/7)
İbn Abdi'1-Berr "Kitabu'l-llm"de
Abdurrahman b. Yezid'den şöyle dediğini kaydetmektedir: Abdurrahman hacc için
ihrama girmiş bir kimsenin elbiselerini giymiş olduğunu görür. Elbiselerini
çıkarmasını söyleyince adam: Allah'ın Kitabı'ndan elbisemi çıkartmamı öngören
bir âyet göster bana. Abdurrahman ona: "Peygamber size ne verdiyse onu
alın ve neyi yasak ettiyse ondan sakının" (el-Haşr, 59/7) âyetini okur.
Hişam b. Huceyr'in de şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Tavus, ikindiden sonra iki rekat namaz kılardı. İbn Abbas ona: Bu
iki rekatı kılmaya son ver, deyince şöyle dedi: Uyulan sünnet edinilir diye
bunların kılınmaları yasaklandı, diye cevap verince İbn Abbas da şöyle der:
Rasûlullah (s.a) ikindiden sonra namaz kılınmasını yasaklamıştır. Ben, bu iki
rekatı kılıyorsun diye sana azap mı edilecek yoksa ecir mi verilecek
bilmiyorum. Çünkü şanı yüce olan Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah ve
Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman hiçbir mü'min erkek ve mü'min kadına
işlerinde istediklerini yapmak yetkisi verilmemiştir." (el-Ahzab, 33/36)
Ebu Davud rivayet ediyor.... el-Mikdâm b. Ma'dî
Kerib, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Şunu bilin
ki bana Kitap ve onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir. Şunu bilin ki
aradan fazla geçmeden karnı tok bir adam koltuğuna oturarak şöyle diyecektir: Siz
bu Kur'ân'a bağlanmaya bakınız. Onda helal diye gördüğnüz bir şeyi helal, haram
diye gördüğünüz bir şeyi de haram belleyiniz. Şunu biliniz ki evcil eşekler ve
yırtıcı hayvanlardan azı dişi olan her bir hayvan, antlaşmak bir kimsenin
kaybedip de sizin bulduğunuz bir malı size helal değildir. Ancak sahibinin ona
ihtiyaç duymaması müstesna. Herhangi bir topluluğun yanına misafir olarak
konaklayan kimseye, o topluluğun ikramda bulunmaları görevidir. Eğer ona ikramda
bulunmayacak olurlarsa, ona vermeleri gereken ziyafet kadarı (nı almak sureti)
ile onları cezalandırabilir. "[86]
el-Hattabi der ki: Hz. Peygamber'in: "Bana Kitap
ve onunla birlikte onun gibisi verilmiştir" buyruğunun iki şekilde
anlaşılma ihtimali vardır: Birinci ihtimale göre anlamı şudur: Hz. Peygamber'e
zahiren tilavet edilen vahiy verildiği gibi, ona tilavet edilmeyen batınen
vahiy de verilmiştir. İkinci anlam, ona Kitab-ı Kerim okunarak kendisi ile
ibadet olunan bir vahiy olarak verilmiştir. Ayrıca onun gibi sözlü açıklama da
ona verilmiştir. Yani Kitab-ı Ke-rim'de bulunan ifadeleri açıklamasına,
âyetlerin umumi olduğunu belirtmesine yahut hükümlerini tahsis etmesine,
fazladan hüküm koymasına ve Kitab-ı Kerim'de bulunan hükümleri teşri'
buyurmasına izin verilmiştir. O takdirde Kur'ân-ı Kerim'in tilavet edilip
okunan zahir vahyinde olduğu gibi aynen bunları da kabul etmek gerekir ve
gereklerince amel etmek icabeder.
Hadis-i şerifte geçen "aradan fazla geçmeden
karnı tok bir adam...." ifadesiyle Hz. Peygamber, -Harici ve Rafizîlerin
yaptığı gibi- Kur'ân-ı Kerim'de sözk'onusu edilmemiş ve kendisinin ortaya
koyduğu Sünnetlere aykırı davranmaktan sakındırmaktadır. Çünkü Haricilerle
Rafizîler, Kur'ân-ı Kerim'in zahirine yapıştılar ve Kitabın beyanını ihtiva
eden Sünneti terkettiler. O bakımdan şaşırdılar ve saptılar.
Hadis-i şerifte geçen "koltuk" ifadesiyle
evlerden dışarı çıkmayan ve ilmi öğrenilebilecek yerlerde aramayan, lüks, refah
ve rahat içerisinde yaşayan kimseleri kastetmektedir. Hadis-i şerifte geçen:
"sahibinin ona ihtiyaç duymaması hali müstesna..." ifadesi: Sahibi o
kaybedilen eşyaya ihtiyaç duymayarak onu bulana terketmesi hali müstesna,
demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Böylece onlar, inkar
etmiş ve yüz çevirmişlerdi. Allah da (onların iman ve itaatlerine) muhtaç
olmadığını göstermişti." (et-Te-ğabun, 64/6) Allah onlara ihtiyaç
duymayarak onları bırakmıştı, demektir.
Hadis-i şerifte geçen: "Ona vermeleri gereken
ziyafet kadarı ile onları cezalandırabilir" ifadesi yiyecek birşey
bulamayıp ölmekten korkan, zaruret halinde olan kimse hakkındadır. Böyle bir
kimse, kendisine ikramda bulunmayan o kimselerden kendisini mahrum ettikleri
ikram karşılığında ikram kadarını almak hakkına sahiptir. "Onları
cezalandırmak" anlamına gelen ( ft:'nı ) kelimesi şeddeli olarak da
(yuakkıbehum) şeklinde ve (muâkabe)den, şed-desiz olarak da rivayet
edilmektedir. Yüce Allah'ın: "Şayet ceza ile karşılık verecek
olursanız..." (en-Nahl, 16/126) buyruğu da burdan gelmektedir. Yani eğer
siz galip gelir ve onlardan ganimet alırsanız., anlamındadır. İşte bu durumda
olan (misafir olarak kendisine ikram olunmayan) kimsenin de kendisine yapılacak
ikram kadarını da mallarından alma hakkı vardır. (el-Hat-tabi devamla) der ki:
Bu hadis-i şerifte hadisin ayrıca Kur'ân-ı Kerim'in nas-ları ışığında gözden
geçirilmeye ihtiyacı olmadığına delalet vardır. Çünkü Ra-sûlullah (s.a)'dan
olduğu sabit olan bir buyruk, bizatihi bir hüccettir. Bazılarının: "Size
hadis geldiğinde onu Allah'ın Kitabı'na arzediniz, ona uygun gelirse alınız,
uygun gelmezse reddediniz" şeklinde hadis diye yaptıkları rivayet
batıldır, aslı yoktur.
Diğer taraftan Peygamber (s.a)'ın beyanı iki
türlüdür: Birisi Kitapta mücmel olarak gelen ifadeyi açıklamaktır. Beş vakit
namazı, vakitlerini, secdelerini, rükûlarını ve diğer hükümlerini açıklaması,
zekatın miktarını, vaktini, hangi mallardan alınacağına dair açıklamaları,
haccın menasikini açıklaması gibi. Nitekim Rasûlullah (s.a) haccını eda
ettiğinde insanlara şöyle söylemiştir: "Hacc ibadetinizin şeklini benden
öğreniniz."[87] Yine Hz. Peygam-ber'in:
"Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz de öyle namaz kılınız."[88] diye
buyurduğu Buharî'de rivayet edilmektedir.
İbnü'l-Mubarek'in rivayet ettiğine göre İmran b.
Husayn, adamın birisine şöyle demiş: Sen ahmak bir insansın. Öğlen farzının
dört rekat olduğunu ve o rek'atlerde açıktan Kur'ân okunmayacağını Allah'ın
Kitabı'nda görüyor musun? Daha sonra İmran (r.a) ona namazı, zekatı ve buna
benzer hususları sayar ve şöyle der: Sen bütün bunların Allah'ın Kitabı'nda
genişçe açıklanmış olduğunu görüyor musun? Yüce Allah'ın Kitabı bunları müphem
olarak zikretmiş, Sünnet de bunları açıklamış bulunmaktadır.
Evzaî'nin rivayetine göre Hassan b. Atiyye şöyle
demiştir: Vahiy, Rasûlul-lah (s.a)'a nazil oluyor, Cebrail de bunu açıklayan Sünneti
Hz. Peygamber'e getiriyordu. Said b. Mansur rivayetle dedi ki: Bize İsa b.
Yunus, el-Ev-zaî'den, o Mekhul'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kur'ân'ın
(anlaşılmak için) Sünnete duyduğu ihtiyaç, Sünnetin (anlaşılmak için) Kur'ân'a
duyduğu ihtiyaçtan fazladır.
Yine aynı senedle el-Ezvai şöyle demiştir: Yahya b.
Ebi Kesir dedi ki: Sünnet Kitaba karşı hüküm vericidir. Fakat Kitap Sünnet ile
alakalı hüküm vermek durumunda değildir.
el-Fadl b. Ziyad der ki: Ebu Abdullah'a -yani Ahmed
b. Hanbel'e- Sünnetin Allah'ın Kitabı'na karşı hüküm verici olduğuna dair
rivayet edilen hadis hakkında soru sorulmuş ve o da şöyle demiştir: Ben böyle
bir söz söylemeye cesaret edemem. Ancak derim ki: Sünnet Allah'ın Kitabı'nı
açıklar ve beyan eder.
Bir diğer beyan şekli ise, Allah'ın Kitabı'nın
hükmünden başka hüküm ortaya koymaktır. Kadının halası ve teyzesi ile birlikte
nikahlanmasının haram kılınması, evcil eşeklerin ve parçalayıcı azı dişi olan
yırtıcı hayvanların yenmesinin haram kılınması, şahid ile birlikte bir yeminle
hüküm vermek ve buna benzer -inşaallah- ileride açıklanacak diğer hükümler
buna örnektir.
[89]
Kur'ân'ı ezberlemeden önce Kur'ân'la amel etmeye dair
rivayetler.
Ebu Amr ed-Dânî, "Kitabu'l-Beyan" adlı
eserinde isnadını da kaydederek Hz. Osman, Hz. İbn Mes'ud ve Hz. Ubey'den şunu
rivayet etmektedir: Rasû-lullah (s.a) onlara Kur'ân-ı Kerim'den on âyet-i
kerime öğretirdi. Onlar ise bu âyet-i kerimelerde amel ile ilgili hususları
öğrenmedikçe bir başka on âyet-i kerimeye geçmezlerdi. Böylelikle Hz.
Peygamber, bizlere hem Kur'ân-ı Ke-rim'i ve hem de onunla amel etmeyi birlikte
öğretirdi.
Abdurrezzak'ın Ma'merden, onun Ata b. es-Saib'den
rivayetine göre, Ebu Abdurrahman es-Sulemî şöyle demiştir: Biz, Kur'ân-ı
Kerimden on âyet-i kerime öğrendik mi, o on âyetin helalini, haramını, emir ve
nehiylerini öğrenmedikçe bir sonraki on âyeti öğrenmeye geçmezdik. İmam
Malik'in Muvat-ta adlı eserinde belirttiğine göre Abdullah b. Ömer Bakara
sûresini sekiz yılda öğrendi.[90]
Hafız Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit, "Esmau men
Reva an Malik" adını taşıyan eserinde şunu zikretmektedir: Mirdas b.
Muhammed Ebu Bilal el-Eş'ari dedi ki: Bize Malik, Nafi'den, o İbn Ömer'den
rivayetle dedi ki: Ömer Bakara sûresini on iki yılda öğrendi. Onu hatmedince
bir deve kesti.
Ebu Bekr el-Enbârî'nin zikrettiğine göre: Bana
Muhammed b. Şehriyar anlattı, bana Hüseyn b. el-Esved anlattı, bana Ubeydullah
b. Musa, İbn Ziyad b. Ebi Eşlem Ebu Amr'dan, o Ziyad b. Mihran'dan rivayetle
dedi ki: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Kur'ân'ın lafızlarını ezberlemek, bizim
için zor, onunla amel etmek bizim için kolay olmuştu. Fakat bizden sonrakilere
Kur'ân'ı ezberlemek kolay, onun gereğince amel etmek zor olacaktır.
Bize İbrahim b. Musa anlattı, bize Yusuf b. Musa
anlattı, bize el-Fadl b. Dukeyn anlattı, bize İsmail b. İbrahim b. el-Muhacir
babasından, o Mücâ-hid'den rivayetle İbn Ömer dedi ki: Bu ümmetin ilkleri
döneminde Rasûlul-lah (s.a)'ın ashabından faziletli olan bir kimse, Kur'ân-ı
Kerim'den ancak bir sûre ya da ona yakın bir miktar ezberlerdi. Onlara Kur'ân
gereğince amel etmek ihsan buyurulmuştu. Bu ümmetin sonrakileri ise, küçüğü de
aması da Kur'ân-ı Kerim'i okuyacak, fakat onun gereğince amel etmek, onlara
ihsan edilmeyecektir.
Bana Hasan b. Abdülvehhab Ebu Muhammed b. Ebi'l-Anber
anlattı, bize Ebu Bekr b. Hammad el-Mukrî anlatarak dedi ki: Ben Halef b. Hişam
el-Bez-zar'ı şöyle derken dinledim: Kur'ân-ı Kerim bana göre ancak elimizde
bulunan bir ariyettir. Şöyle ki bizler Ömer b. el-Hattab'ın Bakara sûresini on
küsur yılda ezberlediğini yüce Allah'a şükür olsun diye bir deve kestiğini
rivayet ediyoruz. Günümüzde ise şunun gibi bir çocuk benim önümde oturuyor ve
bir harf dahi kaçırmaksızın, Kur'ân-ı Kerim'in üçte birini okuyuveriyor. O
bakımdan ben Kur'ân-ı Kerim'in elimizde ancak bir ariyet (iğreti) olarak bulunduğunu
zannediyorum.
Hadis ilminde ehil kimseler de şöyle der: Hadis
toplayan bir kimsenin onu bilmeden ve anlamadan hadis dinleyip toplamakla
yetinmemesi gerekir. Böyle yapacak olursa, pek faydalı birşey ele geçirmeksizin
kendisini yormuş olur. Bu kişinin hadis ezberlemesi, gece gündüz azar azar ve
tedricen olmalıdır. Hadis hafızları arasında bulunup da bu tür ifadelerin
kendilerinden rivayet edildiği kimselerden birisi de Şu'be, İbn Uleyye ve
Ma'mer gibileridir. Ma'mer der ki: Ben ez-Zührî'yi şöyle derken dinledim: Her
kim toptan ilmi elde etmek isterse, toptan onu elinden kaçırır. İlim birer
ikişer hadis öğrenilerek elde edilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Muaz b. Cebel de der ki: İstediğinizi biliniz. Allah,
onunla amel etmediğiniz sürece sadece bilmekten dolayı size ecir vermez.
İbn Abdi'1-Berr der ki: Abbad b. Abdüssamed yoluyla
gelen rivayette, Mu-az'ın sözüne benzer Peygamber (s.a)'dan da rivayet edilmiştir.
Bunda şu fazlalık da vardır: "İlim adamlarının gayreti, kavrayıp
anlamaya, akılsızların gayreti ise çokça rivayete yöneliktir."
Bu hadis, mevkuf olarak da rivayet edilmiştir ki
mevkuf rivayet merfu rivayetten daha uygundur. Ayrıca Abbad b. Abdüssamed de
sözü delil gösterilen kimselerden de değildir.
İlmin faziletine ve Allah'ın aziz Kitabı ile yüce
Sünnetin şerefine dair şu beyitleri yazan gerçekten güzel söylemiştir:
"İlimlerin saymakla bitmez güzellikleri varsa da
Baş taçları iman edilmesi farz olan:
Allah'ın koruduğu Aziz Kitabıdır
Bundan sonra da kederleri gideren ilim gelir
İşte bu Mustafa'nın hadisi bilgisidir
Ondadır peygamberlik nuru, ondadır şeriat, ondadır
edeb
Bunlardan sonra sonu yoktur ilimlerin
İlim talebini tercih eden! Seç kendine uygun olanı
İlim gizli bir hazinedir, madeninde bulursun ancak
onu;
Ey ilim talibi! Araştır ve incele kitapları
Anlayarak oku Allah'ın Kitabı'nı
Bütün ilimler vardır orada; düşün, hayretler
göreceksin
Oku! - Hidayet bulasıca - Mustafa'nın hadislerini ve
Mevla'dan dile
Ne dilersen, arzunu getirir yerine
Din ilmini tadan zevk alır ondan
İlmi arttıkça: Oh ne kadar hoş! der."
[91]
Müslim, Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ediyor: Peygamber
(s.a) Ğifaroğulla-rına ait küçük bir suyun yakınında bulunuyordu. Cebrail (a.s)
ona gelerek şöyle dedi: Allah sana Kur'ân-ı Kerim'i ümmetine tek bir okuyuş
şekliyle okutmanı emrediyor. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan
esenlik ve mağfiretini dilerim, fakat benim ümmetim buna güç yetiremez."
Daha sonra ona ikinci bir defa geldi ve şöyle dedi: "Allah, sana bu
Kur'ân-ı Kerim'i ümmetine iki şekilde okutmanı emrediyor." Hz. Peygamber
yine: "Allah'tan mağfiret ve esenliğini dilerim. Benim ümmetim buna güç
yetiremez" dedi. Daha sonra ona üçüncü bir defa gelerek şöyle dedi: Allah
sana bu Kur'ân-ı Kerim'i ümmetine üç şekilde okutmanı emrediyor. Hz. Peygamber
yine: "Allah'tan mağfiret ve esenliğini dilerim. Benim ümmetim buna güç
yetiremez." dedi. Arkasından
dördüncü bir defa gelerek şöyle dedi: "Allah sana bu Kur'ân-ı Kerim'i
ümmetine yedi harf üzere okutmanı emretmektedir. Hangi şekilde okurlarsa isabet
ederler."[93]
Tirmizî'nin yine Ubeyy b. Ka'b'dan rivayetine göre,
Rasûlullah (s.a) Hz. Cebrail'le karşılaşmış ve şöyle demiş: "Ey Cebrail,
ben ümmi bir ümmete gönderilmiş bulunuyorum. Aralarında kocamış ve piri fani
yaşlılar olduğu gibi, küçük çocuklar, küçük kızlar, hiçbir şekilde bir kitap
okuyamayan adamlar da vardır." Ona şöyle dedi: "Ey Muhammed, Kur'ân
yedi harf üzere nazil olmuştur" Tirmizî der ki, bu sahih bir hadistir.[94]
Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu Davud, Nesaî ve diğer
musannef kitaplar ile müsned kitaplarda Hz. Ömer'in Hişam b. Hakim ile
başlarından geçen olay yer almaktadır. Bu başlığın sonlarında bu olay tamamı
ile -inşaallah- zikredilecektir.
İlim adamları "yedi harf" ile neyin
kastedildiği ile ilgili olarak otuzbeş ayrı görüş ortaya atmışlardır ki
bunları Ebu Hatim Muhammed b. Hibbân el-Bustî tek tek sıralamıştır. Biz,
bunlardan bu kitabımızda sadece beş görüşü alacağız.
1- Süfyan
b. Uyeyne, Abdullah b. Vehb, Taberî, Tahavî ve benzeri ilim adamlarının
çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre, yedi harften kasıt, birbirinden farklı
lafızlar ile anlatılan birbirine yakın manalar ve şekillerdir: kelimeleri gibi.
(Üç kelime de: Gel! anlamındadır). Tahavî der ki: Bu hususta kaydedilen en
açık rivayet, Ebu Lekre'den gelen şu hadistir: Cebrail, Peygamber (s.a)'e
gelip, bir harf (şekil) üzere oku, dedi. Mi-kail ise, ona: Daha fazlasını iste!
deyince bu sefer Cebrail: İki harf üzere oku, dedi. Yine Mikail: Daha da
arttır, dedi. Nihayet yedi harfe kadar çıktı. Ve şöyle dedi: Oku, hepsi
şifadır ve yeterlidir. Ancak rahmet âyetini, azap âyetine, yahut azap âyetini
rahmet âyetine karıştırmamalısın. gibi.[95] (İlk
üç kelimenin anlamı, "gel" ondan sonraki kelimelerin anlamı ise
"git, çabuk ol, acele et")tir.
Verkâ, İbn Ebi Necih'ten, o Mücâhid'den, o İbn
Abbas'tan, onun da Ubeyy b. Ka'b'dan rivayetine göre Ubeyy b. Ka'b: İman edenlere:
Bizi bekleyin.....derler." (el-Hadid, 57/13.) buyruğunu aynı veya yakın
anlamları ifade eden:"İman edenlere bizi
bekleyin; bizim için gecikin, bizi gözetleyin derler" şeklinde okurdu.
Yine aynı isnadla gelen bir rivayete göre Ubeyy yüce Allah'ın: Onları
aydınlattıkça da ışığında yürürler" (el-Ba-kara, 2/20) buyruğunu (yakın
anlamlarda): ışığında yürürler, ışığında koşarlar" şeklinde okurdu.
Buharî ve Müslim'deki rivayete göre ez-Zühri şöyle
demiştir: Bu harfler, (yani okuyuş şekilleri) tek bir emir ile ilgilidir.
Bunlar dolayısıyla helal ve haramda değişiklik olmaz.[96]
Tahavî der ki: Harflerde (kıraat şekillerinde)ki
insanlara tanınan genişlik, onların Kur'ân-ı Kerim'i lehçelerinden farklı bir
şekilde öğrenmekten acze düşmeleri idi. Çünkü onlar, çok azı müstesna
yazmasını bilmeyen ümmi bir topluluk idiler. Belli bir lehçeyi kullanarak
konuşan kimselerin başka bir lehçeye göre okumaları zor geldiğinden bunu
yapacak olsa bile, ancak büyük bir külfeti gerektirdiğinden mana bir olduğu
vakit, farklı lafızlar kullanmak hususunda onlara bir genişlik tanındı. Onlar
aralarında yazı yazmasını bilenlerin sayısı çoğalıncaya kadar ve lehçeleri
Rasûlullah (s.a)'ın kullandığı lehçeye alışıncaya kadar bu durumları devam
etti. Artık bundan sonra, Kur'ân'ın lafızlarını ezberleyebilecek hale geldiler.
İşte o vakit, bu lehçeden farklı bir şekilde okumalarına imkan kalmadı. İbn
Abdi'1-Berr der ki: İşte bununla bu yedi harfin bunu gerektiren özel bir
zaruret dolayısıyla belli bir süre sözko-nusu olduğu, daha sonra bu zaruretin
kalktığı, zaruret kalkınca da bu yedi harfin hükmünün kalkıp artık Kur'ân-ı
Kerim'in tek bir harf (şekil) üzere okunması gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Ebu Davud rivayet ediyor... Ubeyy dedi ki: Rasûlullah
(s.a), bana şöyle dedi: Ey Ubeyy, bana Kur'ân-ı Kerim okutuldu ve bana: Bir
veya iki harf üzere (oku) denildi. Benimle birlikte bulunan melek: İki harf
üzere olsun de, deyince, bu sefer bana: İki veya üç harf denildi. Beraberimde
bulunan melek, üç harf üzere dedi ve nihayet yedi harfe kadar çıktı. Daha sonra
şöyle dedi: Sen azap âyetini rahmet âyetine, yahut rahmet âyetini azap âyetine
karıştırmadığın sürece, herşeyi işitendir, herşeyi bilendir, yerine azizdir,
hakimdir diyecek olursan hepsi de yerindedir, yeterlidir."[97]
Sabit b. Kasım, bu hadisin bir benzerini Ebu Hureyre
yoluyla Peygamber (s.a)'den rivayet ettiği gibi, İbn Mes'ud'un sözü olarak da
buna yakın ifadelerle rivayet etmektedir.
Kadı Ebu Bekr Muhammed b. et-Tayyib el-Bâkillânî der
ki: Bu rivayet (Hz. Ubeyy'in rivayet ettiği hadisi kastediyor), eğer sabit ise,
bunun önce mutlak olarak serbest bırakıldığını sonra da neslıedildiğini kabul
etmek ve bu şekilde yorumlamak gerekir. Bugün için insanların, bir yerde
bulunan yüce Allah'ın hehangi bir ismini anlamı uygun olsun yahut olmasın, bir
başka ismiyle değiştirmesi caiz değildir.
2- Bazılan
şöyle der: Yedi harften kasıt, Yemenlisiyle, Nizârıyla, bütün arap-ların
lehçelerine uygun yedi ayrı lehçedir. Çünkü Rasûlullah (s.a)'ın bu lehçeler
arasında bilmediği bir lehçe yoktur. Ayrıca ona "cevamiu'l-kelim (kapsamlı
sözler)" de verilmiştir. Bunun anlamı bir harfin yedi şekilde olması değildir.
Bundan kasıt, Kur'ân-ı Kerim'de değişik yerlerde görülen birbirinden farklı
kelimelerdir. Bu kelimelerin kimisi Kureyş lehçesine göre, kimisi Hu-zeyl,
kimisi Hevazin, kimisi de Yemen lehçesine göredir. el-Hattabi der ki: Kur'ân-ı
Kerim'de yedi şekilde okunan bir takım buyruklar yer almaktadır. Bunlar ise
yüce Allah'ın: "ve tağuta ibadet eder" (el-Maide, 5/60); Yarın onu
bizimle beraber gönder de bol bol yesin ve oynasın." (Yusuf, 12/12)
buyruklarını ve bunların okunuş biçimlerini zikretmektedir. Bununla Hattabi,
Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmının -hepsinin değil- yedi harf üzere nazil olduğu
kanaatini benimsiyor gibidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in yedi harf, yani yedi
lehçe üzere nazil olduğu görüşünü kabul edenler arasında Ebu Ubeyd el-Kasım b.
Sellam da vardır. İbn Atiy-ye de bu görüşü seçmiştir. Ebu Ubeyd der ki: Bazı
kabileler bu açıdan diğer kabilelere göre daha şanslıdırlar, daha çok pay sahibi
olmuşlardır. Daha sonradan İbn Şihab'ın Enes'ten şu rivayetini kaydetmektedir:
Hz. Osman, ilgili heyete mushaflan yazmalarını emr edince şunları söylemiştir:
Sizin ile Zeyd arasında yazım bakımından ihtilafa düştüğünüz yerler olursa,
orayı Kureyş lehçesine göre yazınız. Çünkü Kur'ân onların lehçesiyle inmiştir.
Bunu'Bu-harî zikretmektedir.[98]
Ayrıca İbn Abbas'ın şöyle dediğini de zikretmektedir: Kur'ân-ı Kerim iki
Ka'b'ın; Kureyş Ka'bı'yla Huzaalıların Kâ'b'ı lehçesiyle inmiştir. Ona: Bu
nasıl olur? diye sorlunca şöyle demiştir: Çünkü bunların yurtları birdir. Ebu
Ubeyd de der ki: İbn Abbas Huzaalıların Kureyşlilerin komşusu olduğunu ve
onların lehçelerini kullandıklarını kastetmektedir.
Kadı Mulıammed b. et-Tayyib Ebu Bekr el-Bakillânî der
ki: Hz. Osman: Çünkü Kur'ân Kureyş lehçesiyle inmiştir, sözleriyle onun büyük
bir çoğunluğu onların lehçesiyle inmiştir, demek istiyor. Kur'ân-ı Kerim'in
tümünün sadece Kureyş lehçesiyle indirilmiş olduğuna dair kafi bir delil
bulunmamaktadır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de Kureyş lehçesinden farklı birtakım
kelimeler ve okuyuşlar vardır. Yüce Allah da: "Muhakkak Biz onu arapça bir
Kur'ân olarak indirdik." (ez-Zuhruf, 43/3) diye buyurmaktadır. Kureyş
lehçesiyle bir Kur'ân olarak indirdik, dememektedir. Bu, Kur'ân-ı Kerim'in
bütün arapla-rın dilini kuşatacak şekilde indirildiğini göstermektedir. Hiçbir
kimse kalkıp: Bu ifadeleriyle sadece Kureyş arapları kastedilmiştir, diyemez.
Nitekim: Kahtanlılar dışında sadece Adnanîlerin lehçesi yahut Mudarlılar
dışında Ra-biahların lehçesini kastetmiştir, de diyemez. Çünkü "arap"
adı bütün bu kabileleri eşit şekilde kapsamaktadır.
İbn Abdi'1-Berr der ki: Bana göre, Kur'ân-ı Kerim
Kureyş lehçesiyle nazil olmuştur, diyenlerin sözü; çoğunlukla bu şekildedir,
anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Çünkü hemzelerin tahkiki ve
buna benzer Ku-reyş lehçesinde bulunmayan okuyuş şekilleri, sahih kıraatler
arasında vardır. Kureyşliler ise hemzeli okumazlar.
İbn Atiyye der ki: Peygamber (s.a)'ın: "Kur'ân-ı
Kerim yedi harf üzere nazil olmuştur" buyruğunun anlamı şudur: Kur'ân-ı
Kerim'de yedi kabilenin ibaresi, (anlatım üslubu, lehçesi) vardır. Kur'ân
hepsinin lehçesi ile inmiştir. Kimi zaman anlatmak istediğini Kureyşlilerin
kullandığı ifadelerle, kimi zaman Huzeyllilerin kullandıkları ifade ile
anlatır. Kimi zaman da başkalarının ifadesiyle anlatır. Bu ise daha fasih ve
daha kısa sözlerle (veciz) anlatım esas alınarak yapılır. Mesela, ( jJa» )
kelimesi, Kureyşlilerden olmayanlara göre, başlamak, birşeyi yaratıp yapmak
anlamındadır. Kur'ân-ı Kerim'de bu kelime yer almıştır. İbn Abbas, bunun ne
demek olduğunu bir kuyu ile ilgili olarak davalaşmaya gelen iki bedevinin
konuşmalarını dinleyinceye kadar iyice anlayamamıştır. Gelen bu bedevilerden
birisi: Onu ilk olarak ben açtım" dedi. İbn Abbas bununla ilgili olarak
şöyle der: İşte ben o vakit yüce Allah'ın: Gökleri ve yeri yoktan var edendir"
buyruğunun ne demek olduğunu anladım. Yine İbn Abbas şöyle demiştir: Ben yüce
Allah'ın: Rabbimiz, bizimle kavmimizin arasını Sen hak ile ayır (hükmet), Sen
ayıranların (hükmedenlerin) en hayırlısısın."(el-A'raf, 7/89) buyruğunu
Zuyezen'in kızını, kocasına: Gel seninle mahkemeleşelim anlamında: dediğini
işitince-ye kadar bilemiyordum.
Ömer b. el-Hattab da yüce Allah'ın: Yoksa onlar
kendilerini yavaş yavaş (azaltarak) cezalandıracağı korkusundan (emin mi
oldular)?" (en-Nahl, 16/47) buyruğunun ne anlama geldiğini bilemiyordu.
Aynı şekilde Kutbe b. Malik, Peygamber (s.a)'ın
namazda yüce Allah'ın: Büyük ve yüksek hurma ağaçları" (Kaf, 50/10) buyruğunu
okuduğunu işittiğinde de aynı durum sözkonusu olmuştur. Bunu Müslim "sabah
namazında kıraat" başlığı altında zikretmektedir.[99] Buna
benzer başka örnekler de vardır.
3- Bu yedi
lehçe, Mudarlıların arasındaki lehçelerdir. Yalnız onlar hakkında sözkonusudur.
Bunu bir topluluk ileri sürmüş ve Hz. Osman'ın: "Kur'ân Mudar lehçesiyle
nazil olmuştur" ifadesini delil göstermişlerdir. Bunlar derler ki: Bu
yedi lehçenin bir kısmı Kureyşin, bir kısmı, Kinanenin, bir kısmı Esedlilerin,
bir kısmı Huzeyllilerin, bir kısmı Teymlilerin, bir kısmı Dabbli-lerin, bir
kısmı da Kayslıların olabilir. Bunlar Mudar'a mensup kabileler olup bu şekilde
yedi ayrı lügati (lehçeyi) kapsamaktadırlar. İbn Mes'ud da mushaf yazıcılarının
Mudarlı olmasını severdi. Ancak başkaları bütün bu yedi kıraatin Mudarhlara
münhasır kalmasını kabul etmez ve şöyle derler: Mudarlıların istisnaî bir takım
söyleyişleri vardır ki, bunlara göre Kur'ân-ı Ke-rim'in okunması caiz değildir.
"Kayslıların keşkeşesi" diye bilinen okuyuş ile "Temimlilerin
Temtemesi" diye bilinen okuyuş şekilleri gibi. Kayslıların keşkeşesi
şudur: Onlar müenneslere ait kâfi, şîn şeklinde telaffuz ederler. Mesela yüce
Allah'ın: Rabbin senin altında bir nehir akıttı" (Meryem, 19/24)'deki
buyruğunu: şeklinde okurlar. Temimlilerin Temtemesine gelince, mesela onlar,
(insanlar anlamına gelen): "en-nâs" diyecek yerde "en-nât"
derler. (Keseler anlamına gelen) "ekyâs" diyecek yerde
"ekyât" derler. Bu görüşü reddedenler bu örneklere dikkat çektikten
sonra derler ki: İşte bu tür söyleyişler (lehçeler), Kur'ân-ı Ke-rim'de
kullanılmaz. Seleften de bu tür okuyuşlar nakledilmiş değildir. Baş-kalan da
şöyle demektedir: Hemzenin "ayn" diye değiştirilmesi ve boğaz harflerinin
birinin diğerinin yerine kullanılması ise fasih konuşanlarca da kullanıldığı
şekil, meşhur olan bir kullanış şeklidir. Çoğunluk da böyle okumuş-tur. Buna
delil olarak da İbn Mes'ud'un: Onu bir süreye kadar zindana atmayı uygun
gördüler" (Yûsuf', 12/35) (Burada yer alan kelimesi diğer okuyuşlarda
"ha harfiyle okunur. Bu kıraat şeklini Ebu Davud zikretmektedir. Ayrıca
bunlar Zu er-Rimme'nin şu beyitini de delil gösterirler:
"Gözlerin onun gözleri, gerdanın onun gerdanı
Teninin rengi onunki gibi, şu kadar var ki o bu kadar
uzun değildir."
Burada şair
diyecek yerde "ayn" harfiyle demiştir.
4. Bunu
ed-Delail müellifi ilim adamlarından birisinden nakletmektedir. Buna yakın bir
görüşü de Kadı İbnu't-Tayyib (el-Bâkıllâni) anlatmaktadır. O şöyle diyor: Ben
kıraatlerdeki farklılıkları iyice tetkik ettim. Bunların yedi türlü olduğunu gördüm:
a-
Harekesi değişmekle birlikte manası ve şekli değişmeyen: "Onlar sizin için
daha temizdir" (Yusuf, 78.) buyruğundaki
kelimesini şeklinde okumak.
"Vegöğsüm daralır" (Şuara, 13) buyruğunda yer alan şeklindeki
kelimeyi şeklinde okumak gibi.
b- Yazı
şekli değişmemekle birlikte i'rab dolayısıyla anlamı değişen okuma şekilleri.
Mesela: "Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır" (Sebe, 34/19)
buyruğunda yer alan kelimesini, şeklinde okumak gibi.[100]
c- Şekli
aynen kalmakla birlikte harflerinin değişmesi sebebiyle anlamı da
değişen okuma şekilleri. Mesela: Onları
birleştiririz....." (el-Bakara, 2/259) kelimesini (Onları canlandırırız
anlamına gelecek şekilde) şeklinde okumak.
d- Bazı
kıraat şekillerinde okuma şekilleri değişmekle birlikte anlamı olduğu gibi
kalmaktadır. "Atılmış yün gibi" (el-Karia, 101/5) buyruğun "yün
gibi" anlamına gelen kelimesini aynı anlama gelen şeklinde okumak gibi.
e- Şekli
de manası da değişen kıraatlere örnek: Meyveleri birbirine girmiş muz
ağaçları..." (el-Vakıa, 56/29) buyruğunu "Birbirine geçmiş
olgunlaşmış meyveler" anlamına gelecek şekilde: şeklinde okumaları gibi.
f- Bazı
kıraatlerde de takdim ve te'hir edilir: Ölüm baygınlığı hak olarak gelmiş
olacaktır." (Kaf, 50/19) buyruğunu "Hak baygınlık ile ölüm gelmiş
olacaktır" anlamına gelecek şeklinde okumak gibi.
g- Kimi
okuyuşlarda da fazlalık ve eksiklik vardır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında
olduğu gibi: Doksandokuz koyun" dedikten sonra "dişi" anlamına
gelen kelimesinin ilavesiyle okunması. (Sa'd, 38/23) Yine yüce Allah'ın: Çocuğa
gelince, onun anne babası mü'min idiler" (el-Kehf, 18/80) buyruğunu:
Çocuğa gelince o kafir idi, anne babası ise mümin idiler" şeklinde
okumak; Muhakkak Allah onların
zorlanmasından sonra Gafurdur, Rahimdir" (en-Nur, 24/33) buyruğunu: Muhakkak
Allah onların zorlanmasından sonra onlar için gafurdur, rahimdir"
şeklinde okumak gibi.
5- Yedi
harften kasıt, yüce Allah'ın Kitabı'nda yer alan şu hususlardır: Emir, nehiy,
vad, vaîd (tehdid), kıssa, tartışma ve misaller. İbn Atiyye der ki: Bu zayıf
bir görüştür. Çünkü buna "harf" adı verilmez. Diğer taraftan
genişliğin helali helal kılmak veya herhangi bir manayı değiştirmek hakkında
sözko-nusu olmadığı üzerinde icma vardır. Kadı Ebu Bekr İbnu't-Tayyib
el-Bakıl-lânî bu anlamda Peygamber (s.a)'dan gelen bir hadis zikretmekte sonra
da şunları söylemektedir: Fakat Hz. Peygamber'in okumalarına cevaz verdiği bu
şekil değildir. Burada "harf" cihet ve şekil demektir. Yüce Allah'ın:
İnsanlardan kimisi Allah'ı bir harf (bir uçurumun) kenarında imiş gibi ibadet
eder." (el-Hacc, 22/11) buyruğunda yer alan "harf" kelimesi, bu
anlamdadır. Bu hadisin helal kılmak, haram kılmak ve buna benzer yedi ayn yol
anlamına geldiği söylenebilir. Hz. Peygamber'in: "Kur'ân yedi harf üzere
indirilmiştir" buyruğu ile yedi kıraat imamının okuduğu yedi kıraat olduğu
da söylenmiştir. Çünkü bu yedi kıraatin hepsi de Rasûlullah (s.a)'dan sahih
yollarla bize ulaşmıştır. Ancak böyle bir görüş -ileride açıklanacağı üzere
açıkça batıl olduğundan dolayı- hiçbir değer ifade etmez.
[101]
ed-Davudî, İbn Ebi Sufra ve onlar gibi birçok ilim
adamımız şöyle demektedir: Bu Kur'ân kıraatinin yedi imamına nisbet edilen
yedi okuyuş, ashab-ı kiramın geniş bir çerçeve içerisinde ele aldığı yedi harf
(okuyuş şekli) değildir. Çünkü sözünü ettiğimiz bu yedi okuyuş şekli ashab-ı
kiramın kullandığı yedi şekilden sadece birisine racidir. Bu bir şekil ise Hz.
Osman'ın Kur'ân'ı toplatırken esas aldığı şekildir. Bunu İbn en-Nahhas ve
başkaları zikretmektedir.
Meşhur olan okuma şekilleri ise, Kur'ân okuma
imamlarının tercihleridir. Çünkü onların her birisi, kendisince daha güzel ve
daha tercihe değer kabul ettiği kendisinin rivayet edip şeklini öğrendiği bir
seçime dayalıdır. O, bu konudaki bilgi ve tercihine dayanarak belli bir okuma
şekline bağlanıp bu okuma şeklini başkalarına öğretmiş ve bu da ondan
nakledilerek şöhret kazanmıştır. Bu kıraat şekli, onun okuyuşu diye bilinip
ona nisbet edilir olmuş, o bakımdan "Nafi' harfi ve İbn Kesir harfi
(okuyuşu)" gibi ifadeler kullanılmaya başlanmıştır. Onlardan herhangi
birisi, ötekinin tercihini yasaklamadığı gibi, ona karşı tepki de göstermiş
değildir. Aksine uygun ve caiz görmüştür. Bu yedi imamın her birisinden de iki
veya daha fazla bir tercih şekli rivayet edilmiştir. Bunların hepsi sahihtir.
Müslümanlar bu çağlarda bu imamlardan sahih olarak gelen ve onlar tarafından
rivayet edilen kıraat şekillerine itimad ettiler ve bunu ilgili eserlerde
kaydedip yazdılar. Bu doğru şekil üzere icmâ, kesintisiz olarak devam etti ve
yüce Allah'ın vadettiği "Kitabının korunması" vadi yerini buldu.
Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib, et-Taberi ve bunlara benzer mütekaddim imamlar ve
faziletli muhakkıklar da bu kanaattedirler.
İbn Atiyye der ki: Yedi kıraat çağlar boyunca ve her
yerde kabul görmüş bulunmaktadır. Bu kıraatlerden birisi okunarak namaz
kılınır. Çünkü bunlar icma ile sabit olmuştur. Şaz kıraatlerle ise namaz
kılınmaz. Çünkü insanlar bu kıraat üzere icma etmiş değildir. Ashab-ı kiramdan
ve tabiin alimlerinden gelen rivayetlere gelince, bu konuda sadece onların bu
rivayeti yaptıklarına inanılır. Ebu's-Semmal ve benzerlerinden gelen
rivayetlere ise güven duyulmaz.
İbn Atiyye'den başkaları da şöyle demiştir: Mütevatir
mushaflardan ayrı olan şaz kıraatler, Kur'ân değildir ve bunlar Kur'ân'dandır
kabul edilerek onlarla amel edilmez. Bunlara dair yapılacak en güzel açıklama,
bu okuma şekillerinin nisbet edildiği kişinin âyetin te'vilinde izlediği bir
yol olarak kabul edilmesidir. Mesela Abdullah b. Mes'ud'un: "Üç gün oruç
tutmak" (el-Bakara, 2/196; el-Maide, 5/89) buyruğunu "peşpeşe,
aralıksız olarak" anlamına gelen (mevcut) ilavesiyle okuması gibi.
Şayet ravi, bu farklı kıraati Rasûlullah (s.a)'dan
işittiğini açıkça ifade ederse, ilim adamları bunun gereğince amel edip etmemek
konusunda olumlu ve olumsuz kanaat belirterek farklı görüşler ortaya
atmışlardır. Olumsuz kanaat belirtenlerin görüşleri şöyle açıklanır: Ravi bunu,
rivayet ve haber vermek sadedinde değil de Kur'ân'dır diye rivayet etmektedir.
Bu ise, (Kur'ân'dan olduğu tevatüren) sabit olmadığından kabul edilmez.
İkinci görüşün açıklaması da şöyledir: Bunun
Kur'ân'dan olduğu sabit olmasa bile, sünetten olduğu sabittir. Bu ise, diğer
ahad haberlerde olduğu gibi gereğince amel etmeyi gerektirir.
[102]
İbn Atiyye der ki: Yüce Allah, peygamberine yedi
harfi (okuma şeklini) mubah kılmış ve Cebrail (a.s) Peygamber ile karşılıklı
okumalarında bunlara göre onu okutmuştur. Bu okuyuş şekillerinde ise, i'caz ve
ifadelerin eşsiz bir şekilde dizilişi sözkonusudur. Hz. Peygamber'in:
"Ondan kolayınıza geleni okuyunuz" buyruğundan kasıt, ashab-ı
kiramdan her birisi herhangi bir kelimeyi bu okuma şekillerinden birisiyle
değiştirmek istedi mi kendiliğinden onu değiştirmesinin mubah olduğunu ifade
etmez. Durum böyle olsaydı Kur'ân-ı Kerim'in i'cazı ortadan kalkar ve şunun
bunun değiştirmelerine maruz kalırdı. Ve sonunda Allah tarafından indirildiği
şekilden başka bir hal alırdı. Bu konuda mübahhk sadece yedi harfte ve
Peygamber (s.a) ümmetine genişlik sağlaması için sözkonusu olmuştur. O da bir
sefer Hz. Ubeyy'e Cebrail'in kendisine okuttuğu şekilde okutmuş, bir başka
sefer İbn Mes'ud'a yine Cebrail'in kendisine okuttuğu şekilde okutmuştur. İşte
Ömer b. el-Hattab'ın Furkan sûresini okuyuşu ile Hişam b. Hakim'in bu sûreyi
okuyuşu bu şekildedir. Yoksa Peygamber (s.a)'ın her birisinin okuyuşu için -ihtilaf
ettikleri halde- "Cebrail bana bu şekilde okuttu"[103]
demesi nasıl doğru bir şekilde anlaşılabilir? Bu, olsa olsa Hz. Cebrail'in bir
sefer bu şekilde bir başka sefer de diğer şekilde okutması şeklinde
anlaşılabilir. İşte Enes (r.a)'ın: Gerçekten geceleyin kalkan nefs, hem
uygunluk bakımından daha kuvvetlidir, hem de söyleyiş bakımından daha
sağlamdır" (el-Müzemmil, 73/6) buyruğunda yer alan, kelimesini şeklinde
okuyunca ona: Bizler şeklinde okuyoruz derler. Enes (r.a) da buna karşılık
olarak Bunla-nn hepsi aynı manayadır" cevabını verir. Bunun anlamı olsa
olsa bunun Peygamber (s.a)'dan rivayet edilerek geldiği şeklinde olabilir.
Aksi takdirde eğer insanlardan herhangi bir kimse bu değişikliği yapabilecek
olsaydı yüce Allah'ın: "Muhakkak Zikri Biz indirdik, onu koruyacak olan
da bizleriz" (el-Hicr, 15/9) buyruğunun ifade ettiği gerçek ortadan
kalkardı.
Buharî, Müslim ve başkaları, Ömer b. Hattab (r.a)'ın
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ben, Hişam b. Hakim'in Furkan sûresini
benim okuduğumdan başka türlü okuduğunu işittim. Rasûlullah (s.a) bu sûreyi
bana okutmuş, öğretmişti. Nerdeyse elimi çabuk tutup ona müdahale edecektim.
Fakat okuyuşunu bitirinceye kadar ona mühlet verdim, ilişmedim. Daha sonra elbiselerini
boynunun altında toplayıp yakasından yakaladım, Rasûlullah (s.a)'ın huzuruna
getirdim ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben bunun, Furkan sûresini bana
okuttuğundan başka türlü okuduğunu duydum. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: Onu
bırak. (Ona da dönüp): Oku, dedi. Hişam benim işittiğim şekilde okudu.
Rasûlullah (s.a): "Bu şekilde nazil oldu," diye buyurdu. Daha sonra
bana dönüp: "Sen oku" dedi. Ben de bildiğim şekilde okudum. Bana da:
"Bu şekilde indirildi" dedi. "Muhakkak bu Kur'ân-ı Kerim yedi
harf üzerine indirilmiştir, siz ondan kolayınıza geleni okuyunuz."[104]
Ben derim ki: Hz. Ömer'den rivayet edilen bu hadisin
anlamına yakın Müslim tarafından Ubeyy b. Ka'b'dan gelen şu rivayet de vardır:
Mescidde bulunduğum sırada bir adam mescide girdi, namaz kılmaya başladı.
Benim kabul edemeyeceğim bir şekilde Kur'ân okudu. Daha sonra, bir başkası
girdi, o da bir önceki adamın okuduğundan farklı bir şekilde okudu. Namazı bitirdikten
sonra hep birlikte Rasûlullah (s.a)'ın huzuruna girdik ve ben şöyle dedim: Bu
adam benim kabul edemeyeceğim bir şekilde Kur'ân okudu. Daha sonra öteki girdi.
O da kendisinden öncekinin okuduğundan farklı okudu. Peygamber (s.a) her iki
kişiye de okumalarını emretti. Peygamber (s.a), ikisinin de okuyuşunu güzel
buldu. İçimde cahiliyye dönemindekini de geride bırakacak şekilde bir
yalanlama başgösterir gibi oldu. Peygamber (s.a) içine düştüğüm durumumu
görünce göğsüme vurdu. Her tarafımdan terler boşandı. O kadar korktum ki, bana
yüce Allah'ın huzurunda imişim gibi geldi. Hz. Peygamber bana şöyle dedi:
"Ey Ubeyy, bana Kur'ân-ı Kerim'i tek bir harf üzere oku diye elçi
gönderildi. Ben ona: Ümmetime kolaylaştır diye karşılık verdim. İkinci defa
bana: Onu iki harf üzere oku diye haber geldi. Ben ikinci olarak: Ümmetime
kolaylık sağla diye karşılık verdim. Üçüncü defa bana, Kur'ân-ı Kerim'i yedi
harf üzere oku diye gönderildi. Sana geri çevirdiğim her bir sefer
karşılığında benden isteyeceğin bir dilek de vardır. Bu sefer ben şöyle dedim:
Allah'ım, ümmetimi bağışla, Allah'ım ümmetimi bağışla. Üçüncüsünü ise, İbrahim
(a.s) dahil olmak üzere bütün insanların bana ihtiyaç duyacağı bir güne
sakladım."[105]
Ubeyy (r.a)'ın: "Bir yalanlama başgösterir gibi
oldu" ifadesinin anlamı bir şaşkınlık ve bir dehşet beni kapladı. Yani,
şeytan tarafından onu şaşırtmak ve dehşete düşürüp ayağını kaydırmak
istediğinden, esasında pek o kadar büyük ve önemli olmayan birşey olan kıraat
farklılıklarını ona çok büyük bir şey gibi gösterdi. Yoksa kıraatlerin
farklılığından dolayı bu kadar büyük bir olumsuzluğu ve yalanlamayı
gerektirecek taraf ne olabilir ki? Kıraat farklılığından daha büyük birşey olan
nesh hakkında bile bu sözkonusu olmadığına göre -ki bundan dolayı Allah'a
hamdolsun- kıraat farklılıkları nerede kalır ki?
Peygamber (s.a) Hz. Ubeyy'e böyle bir duygunun
geldiğini görünce göğsüne vurarak, onu uyardı. Bunun akabinde Hz. Ubeyy'in
kalbine genişlik geldi, içi aydınlandı. O kadar ki, adeta Allah'ın huzurunda
imiş gibi kendisini görmek noktasına ulaştı. Hatırına gelen bu düşüncenin ne
kadar çirkin olduğunu açıkça anlayınca yüce Allah'tan korktu ve utancından
dolayı her tarafından terler boşandı. İşte onun hatırına gelen bu olumsuz
düşünce Peygamber (s.a)'a ashab-ı kiramın: "Bizler içimizde herhangi bir
kimsenin dile getirmesini çok büyük bir iş olarak değerlendirdiği birtakım
duygular duyuyoruz" şeklindeki sorularına: "Böyle bir şeyi
bulabiliyor musunuz?" diye soru ile karşılık vermesine benzer. Ashab-ı
kiram: Evet deyince, Hz. Peygamber: "İşte imanın sarih şekli budur"
cevabını verir. Bu hadisi Müslim, Ebu Hu-reyre'den rivayet etmiştir.[106]
Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde gelecektir.
[107]
Hz. Osman'ın Kur'ân yazılı diğer belgeleri yakması, Peygamber
(s.a) döneminde ashab-ı kiramdan Kur'ân-ı Kerim'i hıfz edenler. Kur'ân-ı
Kerim, Peygamber Cs.a) döneminde ashab-ı kiram tarafından değişik miktarlarda
ezberlenmiş bulunuyor idi. Ashab-ı kiram Kur'ân-ı Kerim'den bazı bölümleri
sa-hifelere, hurma ağaçlarının kabukları üzerine, ince beyaz taşlara, uçları
sivri keskin taşlara yazmışlar idi. Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a) döneminde Yemame
savaşında, söylenildiğine göre, Kur'an hafızlarından yetmiş kişinin öldürülmesi
üzerine, Ömer b. el-Hattab (r.a), Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a)'a Ubeyy, İbn Mes'ud
ve Zeyd gibi ileri gelen hafızlarının ölümü korkusu ile Kur'ân-ı Ke-rim'in
toplanması tavsiyesinde bulundu. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer bu iş için Zeyd b.
Sabit'i tayin ettiler. O da oldukça yorucu bir mesaiden sonra sûreler arasında
sıra gözetmeksizin, Kur'ân-ı Kerim'i bir araya topladı.
Buhari'nin rivayetine göre Zeyd b.Sabit bu olayı
şöyle anlatmaktadır: Ye-mame'de hafızların öldürülmesinin akabinde Ebu Bekir
bana, yanında Ömer'in cie bulunduğu bir sırada haber gönderdi ve şöyle dedi:
Ömer yanıma gelip bana dedi ki: Yemame günü bir çok kimse öldü. Ben, değişik
yerlerde girişilecek savaşlarda Kur'ân hafızlarının öldürülüp telef
olmalarından ve böylelikle Kur'ân'ın birçoğunun kaybolacağından korkuyorum. O
bakımdan mutlaka onu toplamalısınız. Ben senin Kur'ân-ı Kerim'i derleyip
toplamanı (emretmeni) uygun görüyorum. Ebu Bekir dedi ki: Ömer'e dedim ki:
Rasûlullah (s.a)'ın yapmadığı bir şeyi nasıl yapabilirim? Ömer bana: Allah'a
yemin ederim ki bu hayırlı bir iştir. Bu konuda bana ısrarla isteğini
tekrarlayıp durdu, nihayet Allah onun doğruluğuna dair kalbime ilham verdi. Ve
ben de Ömer'in görüşüne sahip oldum. Zeyd der ki: Yanında da Ömer oturuyor ve
konuşmuyordu. Ebu Bekir bana şöyle dedi: Sen genç, aklı başında ve herhangi
bir olumsuz hasletle itham etmediğimiz bir kişisin. Rasûlullah (s.a)'a da
vahyi yazıyor idin. O bakımdan Kur'ân-ı Kerim'i iyice tesbit et ve onu bir
araya getir. Allah'a yemin ederim (Ebu Bekir) eğer bana herhangi bir dağı
yerinden taşımamı teklif etmiş olsaydı, Kur'ân-ı Kerim'i toplamak için bana
verdiği emirden daha ağır gelmezdi. Onlara şöyle dedim: Rasûlullah (s.a)'ın
yapmadığı bir şeyi nasıl olur da yaparsınız? Ebu Bekir dedi ki: Allah'a yemin
ederim bu hayırlı bir iştir. Ben de bu konuda tekrar meseleyi gözden
geçirmesini, tekrar tekrar söyleyip durdum, nihayet Allah bu konuda Ebu Bekir
ile Ömer'in kalbine nasıl bir genişlik verdi ise, benim de içime öyle bir
genişlik verdi. Bunun için kalktım, Kur'ân-ı Kerim'i yazılı olduğu deri parçalarından,
kol kemiklerinden, hurma ağaçları kabuklanndan ve Kur'ân'ı ezberlemiş olanlann
hafızalanndan toplamaya başladım. Nihayet Tevbe sûresinin son taraflarındaki
iki âyeti Ensar'dan Huzey-me'nin yanında buldum. Bu iki âyeti ondan başkasının
yanında görmedim. Sözkonusu iki âyet: "Andolsun ki içinizden size öyle bir
Peygamber gelmiştir ki..." (et-Tevbe, 9/128) den itibaren sûrenin sonuna
kadar olan iki âyettir. İçinde Kur'ân-ı Kerim'in toplandığı sahifeler, vefat
edinceye kadar Ebu Bekir (r.a)'in yanında durdu. Daha sonra bunlar yine vefat
edene kadar Ömer'in yanında kaldı, ondan sonra da Ömer'in kızı Hafsa'nın
yanında kaldı.[108]
el-Leys dedi ki: Bana Abdurrahmân b. Galib İbn Şihab'dan anlatarak şöyle dedi:
.... Ensar'dan Ebu Huzeyme'nin yanındaydı.... Ebu Sabit dedi ki: Bize İbrahim
anlatarak dedi ki: "Yüz çevirirlerse de ki: Bana Allah yeter. O'ndan
başka hiçbir ilah yoktur. Ben ancak O'na güvenip dayandım. O en büyük Arşın
Rab-bidir."(et-Tevbe, 9/129) buyruklarını Huzeyme veya Ebu Huzeyme'nin
yanında bulduk. "[109]
Tirmizî'nin de Zeyd b. Sabit'ten rivayetine göre:
Tevbe sûresinin sonlarını Huzeyme b. Sabit'in yanında bulduk: "Andolsun
ki içinizden size öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız
ona pek ağır gelir. Size çok düşkündür, mü'minlere cidden şefkatli ve
merhametlidir. Yüzçevirirler-se de ki: Bana Allah yeter, O'ndan başka hiçbir
ilah yoktur, ben ancak O'na güvenip dayandım, O en büyük Arşın Rabbidir."
(et-Tevbe, 9/128-129). Tirmizî: Bu basen sahih bir hadistir, demiştir.[110]
Yine Buhari'de Zeyd b. Sabit'ten şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Bizler Kur'ân sabitelerini mushafta istinsah edince, Ahzab
sûresinde Rasûlullah (s.a) tarafından okunduğunu işitmiş olduğum bir âyet-i
kerimeyi (kimse gelip bana okumadığından) bulamadım. Ancak bunun ensardan olan
Hu-zeyme tarafından ezberlenmiş olduğunu gördüm. -Zaten Rasûlullah (s.a) onun
şahitliğini iki kişinin şahitliğine denk kabul etmişti-. Ahzab süresindeki
söz-konusu âyet de şudur: "Mü'minlerden Allah'a verdikleri sözde duran
nice yiğitler vardır.."(el-Ahzab, 33/23).[111]
Tirmizî de, Zeyd b. Sabit'ten şunu rivayet
etmektedir: Ben Rasûlullah (s.a)'ın okurken dinlediğim Ahzab sûresinde yer
alan: "Mü'minlerden Allah'a verdikleri sözde duran nice yiğitler vardır.
Onlardan kimisi adağını yerine getirdi, kimisi de bekliyor...."
(el-Ahzab, 33/23) âyetini bulamadım. Ben bunu araştırdım, Huzeyme b. Sabit
-veya Ebu Huzeyme-'ın onu ezberlemiş olduğunu (ve hatırladığını) gördüm, onun
için bu âyeti, içinde yer aldığı sûresine yerleştirdim.[112]
Derim ki: Buharı ve Tirmizi'nin açıklamalarına göre,
Tevbe sûresinin son iki âyetinden birincisi Kur'ân-ı Kerim'in toplanması
sırasında sonradan tesbit edildi. İkinci toplamada da Ahzab süresindeki âyet-i
kerime sonradan tesbit edildi. Taberi, Tevbe süresindeki âyet, ikinci toplamada
sonradan tesbit edildi demekte ise de, birinci görüş daha sahihtir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
Şöyle bir soru sorulabilir: Hz. Ebu Bekir daha önce
Kur'ân-ı Kerim'i toplayıp bu işi bitirdiği halde Hz. Osman'ın bütün
müslümanlardan kendisinin çoğalttığı mushafa göre okumalarını istemesi nasıl
açıklanabilir? Cevap şudur:
Hz. Osman, yaptığı uygulama ile, insanların mushafı
yeniden derlemelerini sağlamak değildir. Onun Hz. Hafsa'ya gönderdiği şu
habere dikkat edelim: Bize yanında bulunan sabiteleri gönder, biz bunu
mushaflar halinde çoğaltıp sonra o sabiteleri sana geri vereceğiz. - İleride
buna dair açıklama gelecektir- Hz. Osman'ın bunu yapma sebebi, insanların
okuyuşlarında farklılık başgöstermesidir. Çünkü ashab-ı kiram, İslâm ülkesinin
değişik yerlerine dağılmış, böyle bir işe ihtiyaç kendisini oldukça
hissettirmeye başlamıştı. İnsanların okuyuşları arasında alabildiğine
farklılıklar ve herkesin kendi okuyuşuna taassupla bağlanması ileri derecelere
kadar gitmişti. Huzeyfe (r.a)'ın
sözkonusu ettiği ayrılıklar Şam halkı ile Irak halkı arasında vukua gelmişti.
Şöyle ki, Şamlılarla Iraklılar, Ermenistan'a yapılan gazada biraraya
gelmişlerdi. Her bir kesim, kendisine gelen rivayete uygun olarak Kur'ân okudu.
Fakat bu konuda aralarında ayrılık başgösterdi, anlaşmazlığa düştüler. Kimileri
kimisini tekfir etti, ondan beri olduğunu ifade etti ve karşılıklı biri birilerine
lanet ettiler. Hz. Huzeyfe onların bu durumlarından oldukça endişelendi,
korktu. -Buhari ve Tirmizi'nin açıklakladıklarına göre- Hz. Huzeyfe, Medine'ye
gelince evine daha girmeden Hz. Osman'ın yanına gitti ve şunları söyledi:
Helak olmadan önce bu ümmete yetiş. Hz. Osman: Ne hususunda onlara yetişeyim,
diye sorunca Hz. Huzeyfe: Allah'ın Kitabı ile ilgili bir hususta. Ben bu
gazada bulundum. Irak, Şam ve Hicaz bölgelerinden birtakım insanlar bu savaşta
bir araya geldiler, dedikten sonra az önce açıkladığımız durumu ona anlatıp
şunları ekledi: Ben yahudilerle hristiyanların ihtilafa düştükleri şekilde
bunların da kendi kitapları hakkında ihtilafa düşeceklerinden korkarım.[113]
Derim ki: Bu, Yedi harften kasıt yedi kıraattir,
diyenlerin görüşlerinin yanlış olduğunun en açık delilidir. Çünkü hak olan bir
şeyde ayrılık olmaz. Su-veyd b. Ğafele'nin Ali b. Ebi Talib'den rivayet
ettiğine göre, Hz. Osman şöyle sormuş: Mushaflar hakkındaki görüşünüz nedir?
Çünkü insanlar Kur'ân'ı okumak hususunda ayrılığa düştüler. Artık herkes: Benim
kıraatim senin kıraatinden daha hayırlıdır, benim kıraatim senin kıraatinden
daha efdaldir, demeye başladı. Bu ise küfür gibi bir şeydir. Bizler: Ey
mü'minlerin emiri senin görüşün nedir, diye sorduk, şu cevabı verdi: Benim
görüşüm insanların tek bir kıraat etrafında toplanmalarıdır. Çünkü sizler bugün
anlaşmazlığa düşecek olursanız, sizden sonra gelecek olanların anlaşmazlıkları
daha çetin olacaktır. Bizler: Görüşün en isabetli görüştür ey mü'minlerin
emiri, dedik. Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa'ya şu haberi gönderdi: Bize
yanında bulunan sahifeleri gönder. Onları mushaflar halinde çoğaltıp sonra bu
sahife-leri sana geri göndereceğiz. Hz. Hafsa da yanında bulunan sahifeleri ona
gönderdi. Hz. Osman, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. ez-Zübeyr, Said b. el-Asi,
Ab-durrahmân b. el-Haris b. Hişam'a emir vererek bu sahifeleri mushaflar halinde
çoğalttırdı.
Hz. Osman, Kureyşlilerden oluşan topluluğa şunları
söyledi: Sizler ile Zeyd b. Sabit arasında Kur'ân-ı Kerim'deki herhangi bir
ifade hakkında, anlaşmazlığa düşerseniz, onu Kureyşlilerin lehçesi ile
yazınız. Çünkü Kur'ân-ı Kerim onların lehçesiyle nazil olmuştur. Onlar da bu
talimata uydular. Nihayet sahifeleri, mushaflar halinde teksir edince Hz.
Osman sahifeleri Hz.Hafsa'ya gönderdi. Her bir bölgeye çoğalttıkları
mushaflardan birer nüsha gönderdiler. Daha sonra Hz. Osman, Kur'ân-ı Kerim'den
herhangi bir sahifede veya mushafta yazılı bulunan ne varsa, yakılması emrini
verdi. Hz. Osman, bu emri, muhacirleri, ensarı, müslümanların ileri gelen
insanlarını toplayıp bu hususta onlarla danıştıktan sonra vermiştir.
Kendileriyle danıştığı bu kimseler Peygamber (s.a)'dan nakledilen meşhur
kıraatlerden sahih ve sabit olan şekillerin toplanması, bunların dışında
kalanların da bir kenara bırakılması üzerinde ittifak ettiler ve onun görüşünü
tasvip ettiler. Gerçekten de Hz. Osman'ın görüşü doğru ve hakka ulaştırılmış
başarılı bir görüş idi. Allah'ın rahmeti onun da, danıştığı kimselerin de
üzerinde olsun.
Taberî, kaydettiği rivayetinde şöyle demektedir: Hz.
Osman, Zeyd ile birlikte sadece Said b. el-Asi'yi görevlendirmiştir. Ancak bu
görüş zayıftır. Bu-harî, Tirmizî ve başkalarının zikrettiği daha sahihtir. Yine
Taberî: Hz. Hafsa yanında bulunan sahifeler, bu son toplanmada imam (önder
nüsha) kabul edildi, demektedir ki, bu doğrudur.
İbn Şihab der ki: Bana Ubeydullah b. Abdullah'ın
haber verdiğine göre, Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Sabit'in mushafları çoğaltma
işinin başına getirilmesini pek hoş görmedi ve şöyle dedi: Müslümanlar,
mushafların çoğaltılması işinden ben uzaklaştırılıyorum da bu iş bir başka
adama görev olarak veriliyor. Allah'a yemin ederim, o daha kafir bir adamın
sulbünde iken ben İslâm'a girmiş idim. Abdullah b. Mes'ud bu sözleriyle Zeyd b.
Sabit'i kastediyordu. Bundan dolayı Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Ey
Iraklılar, yanınızda bulunan mushafları gizleyiniz ve saklayınız. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim, birşey gizlerse, Kıyamet günü o
gizlediği şeyi getirerek gelir." (h\-i İmran, 3/161). Siz de bu
mushaflarla Allah'ın huzuruna çıkınız. Bunu Tirmizî rivayet etmiştir.[114]
Buna dair açıklamalar, inşaallah Al-i İmran sûresinde gelecektir.
Ebu Bekr el-Enbârî der ki: Abdullah, Zeyd'den daha
faziletli, İslâm'ı kabulü daha önrce, İslâm'a hizmetleri daha çok, faziletleri
daha büyük olduğu halde, Kur'ân'ın toplanması işinde Ebu Bekir, Ömer ve
Osman'ın Zeyd'i Abdullah b. Mes'ud'dan öne geçirip bu iş için seçmelerinin tek
sebebi Zeyd'in Kur'ân-ı Kerim'i Abdullah'tan daha iyi ezberlemiş olmasıdır.
Çünkü Zeyd, Ra-sûlullah (s.a) daha hayatta iken Kur'ân'ın tümünü ezberlemiş
idi. Rasûlullah (s.a) hayatta iken Abdullah'ın Kur'ân'dan ezberlediği miktar
ise yetmiş küsur sûredir. Diğer sûreleri Abdullah, Rasûlullah (s.a)'ın
vefatından sonra öğrenmiştir. Dolayısıyla Rasûlullah (s.a) henüz hayatta iken
Kur'ân'ı baştan sona hatmedip ezberlemiş bir kimsenin, mushafın toplanması
işinde öne geçirilmesi daha uygundur, bu iş için tercih edilmesi ve seçilmesi
daha hakkaniyetlidir. İşin iç yüzünü bilmeyen bir kimse bu davranışın Abdullah
b. Mes'ud'daki bir kusur dolayısıyla olduğunu sanmasın. Çünkü Zeyd'in Kur'ân-ı
Kerim'i daha iyi ve daha çok ezberlemiş olması (faziletçe) onun Abdullalı b.
Mes'ud'un önüne geçmesini gerektirmez. Zira Zeyd, Hz. Ebu Bekir ile Hz.
Ömer'den de daha çok miktarda Kur'ân'ı ezberlemiş olduğu halde fazilet ve
menkıbeler açısından onlardan daha hayırlı ve hatta onlara eşit olamazdı.
Ebu Bekr el-Enbârî der ki: Abdullah b.Mes'ud'un bu
işe gösterdiği tepki, kızgınlık sonucu gösterilmiş bir tepki idi. Bunun
gereğince amel edilmez ve bu delil diye kabul edilmez. Ayrıca onun
kızgınlığının geçmesinden sonra Hz. Osman'ın ve beraberinde bulunan
Rasûlullah'ın ashab-ı kiramının güzel seçimini kabul ve itiraf ettiğinde,
onlara muvafakat edip muhalefeti terketti-ğinde de şüphe yoktur. Çünkü rivayet
ve nakil bilginlerince yaygın olarak bilinen şu ki, Abdullah b. Mes'ud,
Kur'ân-ı Kerim'in geri kalan kısımlarını Ra-sûlullah (s.a)'ın vefatından sonra
öğrenmiştir. Önder ilim adamlarından birisi der ki: Abdullah b. Mes'ud,
Kur'ân-ı Kerim'i hatmetmeden (tamamını hıfzetmeden) vefat etmiştir. Yezid b.
Harun der ki: İki muavvize (Felak ve Nas sûreleri) Bakara ve Al-i İmran
sûreleri ayarındadır. Onların Kur'ân-ı Ke-rim'den olmadıklarını iddia eden bir
kimse yüce Allah'ı inkar eden bir kafirdir. Ona: Peki Abdullah b. Mes'ud
bunlar hakkında ne diyordu? diye sorulunca şu cevabı verir: Abdullah b.
Mes'ud'un vefat ettiği vakit Kur'ân-ı Kerim'in tümünü hıfzetmemiş olduğu
hususunda müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur.
Ben derim ki: Bu iddia tartışılabilir bir kanaattir.
İleride bunun tartışması gelecektir.
İsmail b. İshak ve başkaları rivayetle der ki: Hammad
-sanırım Enes b. Ma-lik'ten- rivayetle şöyle demiştir: Ashab-ı kiram bir âyet-i
kerime hakkında ihtilafa düşerlerdi. Bu sefer: Bu âyeti Rasûlullah (s.a) filan
oğlu filana okutup öğretti derlerdi. Kimi zaman bu kişinin bulunduğu yer Medine'den
üç günlük uzaklıkta olurdu. Ona haber gönderilir, bu adam getirilir ve şöyle
denilirdi: Rasûlullah (s.a) şu şu âyeti sana nasıl okutup öğretti? O da,
öğrendiği şekli söyler ve onun dediği gibi yazarlardı.
İbn Şihab der ki: Günün birisinde "Tabut (sandık)"
(el-Bakara, 2/248; Ta-ha, 20/39) kelimesinin yazılışında ihtilafa düştüler.
Zeyd, "et-tâbûh" şeklinde yazılsın, deyince İbn ez-Zübeyr ile Said
b. el-Asî: "et-tabut" şeklinde yazılması gerektiğini ileri sürdüler.
Bu anlaşmazlıklarını Hz. Osman'a söyleyince o, "t" ile
"et-tabut" şeklinde yazınız, dedi. Çünkü Kur'ân-ı Kerim Kureyş'in
diliyle (lehçesiyle nazil olmuştur. Bunu Buharı ve Tirmizî rivayet etmişlerdir.[115]
İbn Atiyye der ki: Zeyd bu kelimeyi "h" ile
"et-tabuli" şeklinde, Kureyş-liler ise "t" ile
"et-tabut" şeklinde okudular, sonunda "t" ile tesbit
ettiler ve mushaflar o günden bu yana hep bu şekilde yazılageldi. Hz. Osman da
bundan nüshaları çoğalttı.
Başka birisi der ki: Denildiğine göre çoğalttığı
nüsha sayısı yedidir. Dört olduğu da söylenmiştir. Çoğunluk bu görüştedir. Hz.
Osman bu nüshaları İslâm aleminin çeşitli yerlerine gönderdi: Irak'a, Şam'a ve
Mısır'a birer ana mushaf gönderdi. O bölgelerin kurraları (Kur'ân okuyucuları)
okuma tercihlerinde buna dayandılar. Onlardan herhangi bir kimse, kendisine
ulaşan şekliyle bölgesindeki mushafa muhalefet etmedi. Ve bu yedi kıraat imamı
arasında kimisinin artırdığı kimisinin eksilttiği şekliyle harflerde bir
ayrılık yoktur. Çünkü onların her birisi, bölgesindeki mushaftan kendisine
ulaşana ve kendisinin yaptığı rivayete dayanarak okumuştur. Hz. Osman da bu
yerleri (kıraat ihtilafı olan yerleri) bazı nüshalarda yazmış, bazılarında
yazmamıştır. Bununla her bir şeklin sahih olduğunu ve hepsini okumanın caiz
olduğunu anlatmak istemiş idi.
İbn Atiyye der ki: Daha sonra Hz. Osman, bu
nüshaların dışında kalan mushaflann şeklindeki rivayete göre: yakılmasını veya
( JyJ) şeklindeki rivayete göre de: parçalanmasını sonra da yere gömülmesini
emretti. Ancak, burada "ha" harfinin noktasız olarak (yani yakılması
anlamını veren) rivayeti daha güzeldir.
Ebu Bekr el-Enbari "Kitabu'r-Red" adlı
eserinde, Suveyd b. Gafele'nin şöyle dediğini zikretmektedir: Ben, Ali b. Ebi
Talib (k.v)'ı şöyle derken dinledim: İnsanlar! Allah'tan korkunuz, Osman
hakkında aşırıya gitmekten ve onun için mushafları yakan kişi demekten
çekininiz, vazgeçiniz. Allah'a yemin ederim o, bunları ancak biz Muhammed
(s.a)'ın ashabından bir grubun görüşüne dayanarak yapmıştır.
Umeyr b. Said'den rivayete göre Ali b. Ebi Talib
(r.a) şöyle demiştir: Eğer Osman zamanında (onun yerine) ben vali (halife)
olsaydım, onun mushaf-lara yaptığının aynısını ben de yapardım.
Ebu'l-Hasan b. Battal der ki: Hz. Osman'ın Kur'ân'ı
topladığı sırada sahi-felerin ve diğer mushaflann yakılmasını emretmesi, yüce
Allah'ın isimlerinin yer aldığı kitapları yakmanın caiz olduğunu götermektedir.
Böyle bir uygulama onlara bir ikramdır, ayaklar altında çiğnenmeye karşı
durmadır. Yerde gelişigüzel, sağa sola atılmasına karşı onları muhafazadır.
Ma'mer, İbn Tavus'tan, o babasından rivayetle:
Yanında "rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla" (besmele)nin yazılı
olduğu mektuplar birikti mi, bu yazıların bulunduğu sahifeleri yakardı. Urve
b. ez-Zübeyr de el-Harre gününde, yanında bulunan birtakım fıkıh kitaplarını
yakmıştır. İbrahim ise, yüce Allah'ın adının zikredildiği sahifelerin
yakılmasını mekruh görmüştür. Ancak yakılır diyenlerin görüşü doğruya daha
yakındır. Nitekim Hz. Osman da bunu yapmıştır. Ümmetin konuşan dili olan Kadı
Ebu Bekr der ki: İctihad ederek böyle bir kanaate varması halinde, İmam'ın
(İslâm devlet başkanının, halifenin) Kur'ân-ı Kerim'in yazılı olduğu
sahifeleri yakması caizdir.
[116]
İlim adamlarımız der ki: Hz. Osman'ın bu
uygulamasıyla Hulûliyye'nin[117] ve
Haşviye'nin görüşleri reddedilmektedir. Bunlar harflerin, seslerin, kıraatin ve
tilavetin kadim olduğunu, imanın ve ruhun kadim olduğunu söylerler. İslâm
ümmetinin tümü, hristiyanlar, yahudiler ve brahmanistler, hatta her bir inkarcı
ve münafık ittifakla şunu kabul etmektedir: Kadim olan birşey fiil ile meydana
getirilmez, etkilenmez. Herhangi bir şekil veya bir sebep dolayısıyla güç
yeten bir kimsenin gücü ona taalluk etmez. (Yani kimse onu etkileyemez.) Kadim
için adem (zamanın herhangi bir diliminde yokluk) sözko-nusu değildir. Ve
kadim, hiçbir zaman muhdes (sonradan meydana getirilmiş) olmaz. Muhdes de
kadim olmaz. Kadim varlığının başlangıcı olmayan demektir, muhdes ise, bir
zaman sonra var olan meydana gelen demektir. Bu kesimler ise, dindar olsun
olmasın akıl sahiplerinin ittifakla kabul ettikleri ve üzerinde icma ettikleri
kanaatlerin dışına çıkmış ve şöyle demişlerdir: Hayır, muhdesin kadim olması
caizdir. Kul, yüce Allah'ın kelamını okuduğu takdirde Allah'ın kadim olan bir
kelamını fiilen işlemiş (meydana getirmiş) olur. Aynı şekilde alçıdan veya
tahtadan harfler yontsa veya altın ve gümüşten harf işlese, yahut bir elbise
dokuyup onun üzerine Allah'ın Kitabından bir âyeti nakşetse, bütün bunlar
Allah'ın kadim kelamını fiilen işlemiş olurlar.
Allah'ın kelamı, böylelikle kadim bir şekilde
dokunmuş, kadim bir şekilde yontulmuş, kadim bir şekilde işlenmiş olur.
Bunlara şöyle denilir: Yüce Allah'ın kelamı, hakkındaki görüşünüz nedir? Bu
kelamın eritilmesi, silinmesi veya yakılması mümkün olabilir mi? Şayet: Evet
diyecek olurlarsa, dinden çıkarlar, şayet: Hayır diyecek olurlarsa onlara
şöyle denilir: Peki yüce Allah'ın Kitabından bir âyetin mum yahut altın gümüş
tahta veya kağıt üzerinde şekillendiğini farzetsek ve bu şekil ateşe düşse
erişe ve yansa, sizler o vakit: Allah'ın kelamı yandı der misiniz? Şayet: Evet
diyecek olurlarsa, o vakit önceki görüşlerini terketmiş olurlar. Hayır diyecek
olurlarsa, onlara: Bu yazı Allah'ın kelamıdır ve artık yanmıştır, dememiş
miydiniz ve yine sizler: Bu harfler Allah'ın kelamıdır ve erimiş bulunmaktadır
dememiş miydiniz? Eğer: Harfler yandı fakat yüce Allah'ın kelamı bakidir
diyecek olurlarsa o, vakit, hakka dönmüş, doğruyu kabul etmiş ve verdikleri bu
cevap ile doğru hükmü itaatle karşılamış olurlar. Nitekim Peygamber (s.a)'ın
hak ehlinin söylediklerine dikkat çekerek söylediği de budur: "Kur'ân-ı
Kerim bir deri içinde bulunsa, sonra bu, ateşe düşse yanmaz."[118]
Yüce Allah da (kudsî hadiste) şöyle buyurmuştur: "Senin üzerine suyun
yıkamadığı bir kitap indirdim. Onu uykuda iken ve uya-nıkken okumaktasın."[119] Bu
hadisi, Müslim rivayet etmiştir.
Böylelikle şanı yüce Allah'ın kelamının harflerden
meydana gelmediği ve harflere benzemediği isbat edilmiş olmaktadır. Bu konuda
yapılacak açıklama oldukça uzun sürer. Bu açıklamalara dair tamamlayıcı
bilgiler "Usûl" ki-taplarındadır. Biz bu hususu "el-Kitabu'l-Esnâ
fi Şerhi Esmaillahi'l-Husnâ" adlı eserimizde gerektiği şekilde açıklamış
bulunuyoruz.
[120]
Raiîzîler -yüzleri kararsın- Kur'ân-ı Kerim'e dil
uzatarak şöyle derler: Sizin yaptığınız gibi bir âyetin ve bir kıraatin
nakledilmesinde bir kişinin rivayeti yeterlidir. Çünkü sizler, Tevbe sûresinin
sonu ile: "Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki..." (el-Ahzab,
33/23) âyetini tek bir kişinin, yani Huzeyme b. Sabit'in sözüne dayanarak
tesbit edip kabul ettiniz.
Bunlara şöyle cevap verilir: Huzeyme (r.a) bu
âyetlerin Kur'ân-ı Ke-rim'den olduğunu söyleyip açıklayınca, ashab-ı kiramdan
birçok kimse bunları hatırladı. Esasen Zeyd de bunları biliyordu. Bundan
dolayı: "Tevbe sûresinin sonundaki son iki âyeti bulamadım" demiştir.
Eğer o bunları bilme-seydi, herhangi birşey kaybedip etmediğini bilemezdi. Buna
göre âyet-i kerime sadece Huzeyme'nin sözüne dayanılarak değil, icma ile sabit
olmuştur.
İkinci bir cevap: Bu âyetlerin (Tevbe'nin son iki
âyetinin) yalnızca Huzeyme'nin şahitliğiyle sabit olması, Peygamber (s.a)'in
niteliğiyle alakalı olması ve doğruluğuna delilin ortada olması
dolayısıyladır. Çünkü bu o kadar açık ve belli bir karinedir ki, bir başka
şahidi aramaya gerek bırakmamaktadır. Ah-zab süresindeki âyet böyle değildir. O
âyet-i kerime, hem Zeyd'in hem Ebu Huzeyme'nin şehadetiyle sabit olmuştur.
Çünkü her ikisi de bu âyet-i kerimeyi Peygamber (s.a)'den kulaklarıyla
dinlemişlerdir.
Bu anlama gelecek açıklamalan el-Muhelleb de yapmış
ve Huzeyme ile Ebu Huzeyme'nin farklı kişiler olduğunu belirtmiştir. Tevbe
süresindeki âyetin yanında bulunduğu Ebu Huzeyme ensardan birisi olarak
bilinmektedir. Enes onu tanıtıp: Biz ona mirasçı olduk demiştir. Ahzab
süresindeki âyet-i kerime ise Huzeyme b. Sabit adındaki sahabi yanında
bulunmuştur. Dolayısıyla rivayetlerde bir çelişki yoktur. Kıssalar birbirinden
farklı olduğundan dolayı, içinden çıkılamayacak bir durum veya bir karışıklık
yoktur.
İbn Abdi'1-Berr der ki: Ebu Huzeyme'nin isminin ne
olduğunu belirten sahih bir rivayet tesbit edilememiştir. O künyesiyle ün
kazanmıştır. Adı Ebu Huzeyme b. Evs b. Zeyd b. Asram b. Salebe b. Ğunm b.
Malik b. en-Neccâr'dır. Bedir'de ve ondan sonraki gazalarda bulunmuş ve Hz.
Osman b. Affan'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir. Mes'ud b. Evs'in
kardeşidir.
İbn Şilıab, Ubeyd b. es-Sebbak'tan, o Zeyd b.
Sabit'ten rivayetle dedi ki: Tevbe sûresinin son âyetlerini ensardan Ebu
Huzeyme'nin yanında buldum. İşte bu Ebu Huzeyme ile nesebini verdiğimiz Ebu
Huzeyme aynı kişidir. Kendisiyle el-Haris b. Huzeyme adındaki Ebu Huzeyme
arasında her ikisinin de ensardan olması dışında bir nesep yakınlığı yoktur.
Birisi Evslidir, öteki Hazredidir.
Müslim ve Buhârî'de Enes b. Malik'ten şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a) döneminde hepsi de ensardan olan dört kişi,
Kur'ân-ı Ke-rim'i toplamıştır. Bunlar Ubeyy b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Zeyd b.
Sabit ve Ebu Zeyd'dir. Ben Enes'e: Ebu Zeyd kimdir? diye sordum. O:
Amcalarımdan birisidir, cevabını verdi.[121]
Yine Buhari'de Enes'in şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Peygamber (s.a) vefat ettiğinde Kur'ân-ı Kerim'i toplayanlar
sadece dört kişi idi. Bunlar Ebu'd-Derda, Muaz b. Cebel, Zeyd ve Ebu Zeyd'dir.
(Enes) dedi ki: Biz ona (yani Ebu Zeyd'e) mirasçı olduk.[122]
Bir diğer rivayette de şöyle demiştir: Ebu Zeyd vefat
ettiğinde kendisine mirasçı olacak çocuk bırakmamıştır. Bedir'e katılmıştır.
Ebu Zeyd'in adı Sa'd b. Ubeyd'dir.[123]
İbnu't-Tayyib de der ki: Bu rivayetler, Kur'ân-ı
Kerim'i Peygamber (s.a) hayatta iken Enes b. Malik'in dediği şekilde ensardan
bu dört kişinin dışında kimsenin ezberlemediğine ve toplamadığına delalet
etmiyor. Çünkü müteva-tir yollarla sabit olduğuna göre, Osman, Ali, Temim
ed-Dari, Ubade b. es-Sa-mit ve Abdullah b. Amr b. el-As (r. anhum) da Kur'ân-ı
Kerim'i toplamış ve ezberlemişlerdir. Buna göre Enes'in: "Kur'ân-ı Kerim'i
dört kişiden başkası toplamamıştır" ifadesinin, Rasûlullalı (s.a)'dan
dolaysız telkin ve öğretme yoluyla bunların dışında öğrenip toplayan yoktu,
anlamına gelmesi muhtemeldir. Onların birçoğu Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmını
Hz.Peygamber'den, diğer bir kısmını başkalarından öğrenmiştir. Dört imamın[124]
Kur'ân-ı Kerim'i, Peygamber (s.a)'ın döneminde topladıklarına dair birbirini
destekleyen rivayetler pek çoktur. Çünkü onların İslâm'a girişleri hem
öncedir, hem de Rasûlullalı (s.a)'ın onlara verdiği değer çok büyüktür.
Derim ki: Kadi (Ebu't-Tayyib), Abdullah b. Mes'ud ile
Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim'i (r.anhum)'ı gördüğüm kadarıyla Kur'ân'ı
toplayanlar arasında zikretmemektedir. Halbuki bunlar, Kur'ân-ı Kerim'i
toplayanlar arasındadır.
Cerir, Abdullah b. Yezid es-Sahbani'den, o Kumeyl'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer b. el-Hattab dedi ki: Rasûlullalı
(s.a) ile birlikte bulunuyordum. Onunla beraber Ebu Bekir ve Allah'ın dilediği
başka kimseler de vardı. Yolumuz namaz kılmakta olan Abdullah b. Mes'ud'un
yakınından geçti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Bu Kur'ân okuyan
kimdir?" Bu Umm Abd'in oğlu Abdullah'tır denildi. Şöyle buyurdu:
"Abdullah, Kur'ân-j Kerim'i. indirildiği gibi, aynı tazeliğiyle
okumaktadır."[125]
İlim adamlarından birisi şöyle demiştir: Hz.
Peygamber'in: "İndirildiği gibi taze olarak okumaktadır" sözünün
anlamı şudur: Abdullah, Kur'ân-ı Kerim'i Kur'ân'ın ilk olarak indirildiği
lehçesi üzere okuyordu. Daha sonra Rasûlullah (s.a)'ın her ramazanda Cebrail
(a.s)'ın kendisiyle karşılıklı olarak okumasından sonra, Rasûlullah (s.a)'a
müsaade edilen yedi harfe göre okumaktan ayrı, indirildiği ilk şekliyle
okuyordu, demektir.
Vekî' ve onunla birlikte bir topluluk el-A'meş'ten, o
Ebu Zabyan'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bana Abdullah b. Abbas
şöyle dedi: Sen iki kıraatten hangisiyle okuyorsun? Ben şöyle dedim: İlk okuyuş
İbn Um Abd'in (Abdullah b. Mes'ud'un) okuyuşudur. Bana: Hayır, o son okuyuş şeklidir.
Rasûlullah (s.a) her sene Kur'ân-ı Kerim'i Cebrail (a.s)'a arzediyordu.
Rasûlullah (s.a)'ın vefat ettiği yılda Cebrail'e Kur'ân-ı Kerim'i iki defa
arzet-ti. Abdullah bu defasında hazır bulunmuş ve böylelikle o, neyin
neshedildi-ğini,' neyin de değiştirilmiş olduğunu öğrenmiş oldu.
Müslim'in Sahihi'nde, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediği
kaydedilmektedir. Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kur'ân-ı
Kerim'i şu dört kişiden öğreniniz, -önce- (Abdullah) İbn Umm Abd'ı zikretti.
Sonra Muaz b. Cebel, Ubeyy b. Ka'b ve Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Salim."[126]
Derim ki: Bu haberler, Abdullah b. Mes'ud'un
Rasûlullah (s.a) daha hayatta iken -az önce kaydedilen rivayetlerin
ihtilafına- Kur'ân-ı Kerim'i toplamış olduğunu göstermektedir.
Ebu Bekr el-Enbari, "Kitabu'r-Red" adlı
eserinde şunu zikretmektedir: Bize Muhammed b. Şehriyar anlattı, bize Hüseyn
b. el-Esved anlattı, bize Yahya b. Adem, Ebu Bekir'den, o Ebu İshak'tan
anlatarak dedi ki: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Ben, Rasûlullah (s.a)'ın
ağzından yetmiş iki -veya yetmiş üç- sûre okuyup öğrendim. Onun huzurunda Bakara
sûresini başından itibaren yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah çokça tevbe
edenleri ve çokça temizlenenleri seuer."(el-Bakara, 2/222) buyruğuna
kadar okudum.
Ebû İshak der ki: Abdullah, Kur'ân-ı Kerim'in geri
kalan kısmını ensardan Mucemmi' b. Cariye'den öğrenmiştir.
Ben derim ki: Eğer bu sahih ise , Yezid b. Harun'un
sözünü ettiği icma da doğru demektir. Bundan dolayı Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib,
Rasûlullah (s.a)'ın hayatında Kur'ân-ı Kerim'i toplayıp ezberleyenler arasında
Abdullah b. Mes'ud'u da zikretmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebu Bekr el-Enbari der ki: Bana İbrahim b. Musa
el-Hûzî anlattı, bize Yusuf b. Musa anlattı, bize Malik b. İsmail anlattı,
bize Züheyr, Ebu İshak'tan naklederek dedi ki: Ben Esved'e, Abdullah b. Mes'ud
A'raf sûresini ne yapıyordu? diye sordum. Şu cevabı verdi: Kûfe'ye gelinceye
kadar bu sûreyi bilmiyordu. İlim adamlarından kimisi şöyle demiştir: Abdullah
b. Mes'ud (r.a) Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerini öğrenmeden önce vefat
etti. İşte bundan dolayı bu iki sûre onun mushafında bulunmamaktadır. Yüce
Allah'ın izniyle kitabın sonunda da el-Muavvizeteyni sözkonusu edeceğimizde,
açıklanacağı şekilde, konu ile ilgili başka görüşler de ileri sürülmüştür.
Ebu Bekr der ki: Bize İbrahim İbn Musa'nın naklettiği
hadise gelince: İbrahim b. Musa der ki: Bize Yusuf b. Musa anlattı, bize Ömer
b. Harun el-Ho-rasanî, Rabia b. Osman'dan, o Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den
rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) hayatta iken Kur'ân-ı Kerim'i baştan sona
hatmeden (ezberleyen) kimseler arasında Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talib ve
Abdullah b. Mes'ud da vardı. Bu rivayet ilim ehli tarafından sahih bir hadis
olarak kabul edilmemektedir. Çünkü bu rivayet sadece Muhammed b. Ka'b yoluyla
gelmektedir. Bu hadis munkati' olup delil diye alınmaz ve gösterilmez.
Derim ki: Hz. Peygamber'in: "Kur'ân'ı dört
kişiden öğreniniz: İbn Umm Abd'dan...." buyruğu bu rivayet sıhhatine
delalet etmektedir. Bunu bize açıkça gösteren hususlardan birisi de şudur:
Hicaz, Şam ve Iraklılardan kıraat sahibi olanların her birisi, kendi seçip
beğendiği kıraati, Rasûlullah (s.a)'ın huzurunda okumuş, ashab-ı kiramdan
birisine nisbet etmektedir. Ve bu kıraatinde Kur'ân'ın tümünde herhangi bir şey
istisna etmemektedir. Asım kendi kıraatini Ali ve İbn Mes'ud'a, İbn Kesir kıraatini
Ubeyy'e, Ebu Amr b. el-Ala, kıraatini yine Ubeyy'e isnad etmektedir. (Senedini
kaydederek ona kadar ulaştırmaktadır.) Abdullah b. Amir ise kıraatini Hz.
Osman'a isnad etmektedir. Bunların hepsi şöyle demektedir: Biz Rasûlullah
(s.a)'ın huzurunda okuduk... Bu kıraatlerin senedleri muttasıl, ravileri
güvenilir kimselerdir. Bunu Hattabî söylemiştir.
[127]
Kur'ân'ın harekelenmesi, noktalanması, hiziplere
ayrılması, ta'şir edilmesi (onar âyet onar âyet bölünmesi), harflerinin,
cüzlerinin, kelimelerinin ve âyetlerinin sayısı.
İbnü't-Tayyib der ki: Selef, Kur'ân sûrelerinin
sıralanışında ihtilaf etmişlerdir. Kimisi, mushafına sûreleri nüzul
tarihlerine göre yazmış, Mekkî'yi öne almış, Medenî sûreleri sonraya bırakmış;
kimisi mushafının başına Fatiha'yı almış, kimisi başına "İkra"
sûresini almış. İşte Hz. Ali'nin tertib ettiği mushaf böyledir. İbn Mes'ud'un
mushafında ise Fatiha sûresi başta yer almakta, sonra Bakara, sonra Nisa sûresi
daha farklı bir sıralanış ile sûreler yer almaktadır. Ubeyy b. Ka'b'ın
mushafının başında ise önce Fatiha, sonra Nisa, sonra Al-i İmran, sonra En'am,
sonra A'raf, sonra Maide gelmektedir. Bu şekilde oldukça büyük farklılıklarla
mushaflar tertib edilmiştir, denilse;
Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib der ki: Cevap şudur:
Günümüzde mushafta yer aldığı şekliyle sûrelerin sıralanışının ashab-ı kiramın
içtihadı ile tesbit edilmiş olması muhtemeldir. Bunu Mekkî (Allah'ın rahmeti
üzerine olsun) Tev-be sûresinin tefsirinde zikretmektedir. Ayrıca sûre ve
âyetlerin sıralanışını, sûrelerin baş taraflarına besmelenin konulmasının
Peygamber (s.a)'ın emriyle gerçekleştiğini zikretmektedir. Peygamber (s.a.)
Tevbe sûresinin baş tarafında besmele konulmasını emretmediğinden dolayı
besmele konulmamıştır. Bu konu ile ilgili en sahih görüştür. İleride bu da
gelecektir. (Bk. et-Tev-be, 9/1 âyeti, başlık)
İbn Vehb "el-Cami"" adlı eserinde
şöyle demektedir: Süleyman b. Bilal'i şöyle derken dinledim: Rabia'ya şöyle
soruldu: Ne diye Bakara ve Al-i İmran sûreleri başa alındı? Halbuki bu iki
sûreden önce seksen küsur sûre inmiştir. Ve bu iki sûre de Medine'de inmiştir.
Rabia şu cevabı verir: Bu iki sûre öne alındı ve Kur'ân-ı Kerim, onu bu şekli
ile ortaya koyanın bilgisi üzere bu hale gelmiştir. İlim ehli bu konuda icma
halindedirler. Bizim de olduğu gibi kabul ettiğimiz ve hakkında soru
sormadığımız hususlardan birisidir.
Suneyd der ki: Bize Mu'temir, Sellam b. Miskin'den, o
Katade'den rivayetle dedi ki: İbn Mes'ud dedi ki: Sizden bir örneğe uyacak
kimse varsa, Rasû-lullah (s.a)'ın ashabını örnek edinsin, onlara uysun. Çünkü
onlar bu ümmet arasında kalpleri en iyi, ilmi en derin, işi sun'iliğe dökmekten
en uzak, yolları en doğru, halleri en güzel kimselerdir. Allah, onları
Peygamberine ashab olsunlar ve dinini dosdoğru uygulasınlar diye seçti. Onların
faziletlerini bilip kabul ediniz. İzledikleri yollarından gidiniz. Çünkü
onlar, dosdoğru hidâyet üzere idiler.
İlim ehlinden bir grup der ki: Kur'ân sûrelerinin
mushafımızdaki şekliyle sıralanışı, Peygamber (s.a)'dan tevkifi olarak (onun
emir ve irşadıyla) yapılmıştır. Ubey, Ali ve Abdullah (r. anhum)'ın
mushaflarındaki farklılıklara dair gelen rivayetlere gelince, bu farklılıklar
son arzadan (Hz. Peygamber'in Cebrail huzurunda Kur'ân'ı okumasından) önce idi
ve Rasûlullah (s.a) daha önce bu işi yapmamıştı, bu son arzadan sonra,
sûrelerin sıralanışını onlara göstermiş idi.
Yunus'un rivayetine göre, İbn Vehb şöyle demiştir:
İmam Malik'i şöyle derken dinledim: Kur'ân-ı Kerim, Rasûlullah (s.a)'dan onu
dinledikleri şekliyle sıralanmıştır.
Ebu Bekr el-Enbari de "Kitabu'r-Red" adlı
eserinde şunları kaydetmektedir: Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'i dünya semasına
toptan indirdi. Daha sonra Peygamber (s.a)'e yirmi (kusur) senede kısım kısım
nazil oldu. Sûre ve âyet, meydana gelen bir olay hakkında nazil olur ve
böylelikle hayrı arayan ve konu hakkında soru soran kimseye cevap teşkil
ediyordu. Hz. Cebrail de Ra-sûlullah (s.a)'a sûrenin ve âyetin yerini
öğretiyor, tesbit ediyordu. Sûrelerin uyumlu bir şekilde sıralanışı da tıpkı
âyet ve harflerin sıralanışı gibidir. Hepsi peygamberlerin sonuncusu
Muhammed'den, onun alemlerin Rabbin-den aldığı şekildedir. Önce yer alan bir
sûreyi sonraya bırakan, sonra gelen bir sûreyi de öne alan bir kimse, âyetlerin
sıralanışını bozan, harflerin, kelimelerin yerini değiştiren kimse gibidir.
En'am sûresi, Bakara sûresinden önce nazil olduğu halde, Bakara'nın En'am'dan
önce yer alması dolayısıyla hak ehline karşı ileri sürülebilecek bir delil
yoktur. Çünkü Rasûlullah (s.a)'dan bu sıralama şekli alınıp öğrenilmiştir. O
da: "Bu sûreyi Kur'ân-ı Kerim'in şu şu yerine koyunuz" derdi.[128]
Cebrail (a.s) da âyet sonu olan yerde vakıf (durak) yapardı.
Bize Hasan b. el-Hubab anlattı; bize Ebu Hişam
anlattı, bize Ebu Bekr b. Ayyaş, Ebu İshak'tan o, el-Berâ'dan rivayetle dedi
ki: Kur'ân-ı Kerim'den son nazil olan âyet şudur: "Senden fetva isterler,
de ki: Allah size kelale (babası ve çocuğu olmayanın mirası) hakkında hükmünü
açıklamaktadır...." (en-Nisa, 4/176) Ebu Bekr b. Ayyaş dedi ki: Ebu İshak
hata etmiştir. Çünkü Muhammed b. es-Saib'in bize, Ebu Saib'den anlattığına göre
Ebu Saib, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'ân-ı Kerim'in son
nazil olan âyeti: "Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese
kazandığının eksiksiz olarak verileceği ve zulmolunmayacakları öğünden
korkun." (el-Bakara, 2/281) buyruğudur. Cebrail (a.s), Peygamber (s.a)'a-.
Ya Muhammed, bunu Bakara'nın 280. âyetinin akabine yerleştir, demiştir.
Ebu'l-Hasen b. Battal der ki: Bu görüşü kabul eden
bir kimse, namazda ve ders esnasında Kur'ân tilavetinin mushafta tevkifi olarak
yapılan sıralamaya göre olması gerektiğini söylemez. Aksine, bu sıralama,
sadece mushafın yazı ve şeklinde sözkonusudur. Bu ilim adamlarından herhangi
birisinin: Böyle bir tertib namazda Kur'ân-ı Kerim okuma esnasında ve ders
olarak takib edilmesi halinde farzdır. Hiçbir kimsenin mesela, Kehf sûresini
Bakara sûresinden önce, Hacc sûresini de Kehf sûresinden önce öğrenmesi helal
değildir dediği bilinmemektedir. Hz. Aişe'nin kendisine soru soran kişiye: Bundan
önce hangisini okuduysan, sana zararı yoktur, dediğini bilmek gerekir.
Peygamber (s.a) da namazda bir rek'atte bir sûre okur. Diğer rek'atte ise hemen
onun arkasından gelen sûreden başkasını okurdu.
İbn Mes'ud ve İbn Ömer'den Kur'ân-ı Kerim'in başaşağı
edilerek okunmasını mekruh gördüklerine ve: Böyle yapanın kalbi baş aşağı
çevrilmiştir, dediklerine dair rivayete gelince, onlar bu sözleriyle sûreyi baş
aşağı çevi-rerek sonundan başlayıp başına doğru okuyan kimseyi kastetmişlerdir.
Çünkü böyle bir okuyuş haram ve yasaktır. İnsanlar arasında Kur'ân-ı Kerim'de
ve şiirde bunu, dilini böylelikle alıştırmak ve ezberleme gücünü elde etmek
için yapan kimseler vardır. Ancak yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de bu işin yapılmasını
haram kılmış ve men etmiştir. Çünkü böyle bir şekilde başaşağı okumak,
Kur'ân'ın sûrelerini ifsad etmektiT ve bu, sûrelerden gözetilen maksada
muhaliftir.
Kur'ân-ı Kerim'in mushaflarda nüzul tarihine göre
tesbit edilmesinin gerekmediğinin delillerinden birisi de şudur: Birtakım
âyet-i kerimeler, Medine'de nazil olduğu halde Mekkî sûrelerde
konulabiliyordu. Hz. Âişe'nin şu sözüne dikkat edelim: Bakara ve Nisa sûreleri
ben, Hz.Peygamber'in yanında iken nazil olmuştur. -Yani Medine'de inmişlerdir-
Mushafta ise bu iki sûre Mekke'de inen Kur'ân sûrelerinden öne alınmıştır. Eğer
ashab-ı kiram Kur'ân-ı Kerim'i iniş tarihine göre toplamış olsalardı, âyet ve
surlerin sıralanışının ta-mamiyle bozulması gerekirdi.
Ebu Bekr el-Enbari der ki: Bize Kadı İsmail b. İshak
anlattı, bize Haccac b. Minhal anlattı, bize Hemmam, Katade'den rivayetle dedi
ki: Medine'de Kur'ân-ı Kerim'de Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, Enfal, Berae
(Tevbe) Ra'd, Nahl, Hacc, Nur, Alızab, Muhammed, Feth, Hucurat, Rahman, Hadid,
Mücadele, Haşr, Mümtehine, Saff, Cumua, Münafikun, Tegabun, Talak, ilk on âyetine
kadar Tahrim, Zelzele ve Nasr sûreleri nazil olmuştur. İşte bu sûreler Medine'de,
Kur'ân-ı Kerim'in geri kalan sûreleri de Mekke'de nazil olmuştur.
Ebu Bekr der ki: Bu konudaki rivayetleri terkedip
icmadan yüz çevirerek uygulamaya kalkışarak sûreleri Mekke ile Medine'de
inişlerine göre sıralamak isteyen bir kimse, Fatiha'nın nerede yer alması
gerektiğini bilemez. Çünkü ilim adamları bu sûrenin nerede indiği hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Ayrıca Bakara sûresinin 235. âyetin baş tarafında bulunan
âyeti, (yani 234. âyeti), 240'ın baş tarafına (yani 239- âyet ile 240 arasına)
koymak zorunda kalır. Kur'ân-ı Kerim'in bu nazmını bozan kimse ise, onu inkar
etmiş, Muhammed (s.a)'ın yüce Rabbinden bize naklettiğini reddetmiş olur.
Medenî sûrelerin Mekkî sûrelerden öne alınmasının sebebinin yüce Allah'ın
araplara kendi dilleriyle hitap etmesi ve hitap ve karşılıklı konuşma
sanatlarından bildikleri üslupla onlara seslenmesi olduğu da söylenmiştir.
Onların üsluplarında kullandıkları sanatlardan bir tanesi de sonrakinin öne
öncekinin de sonraya alınması esasına kurulu olduğundan dolayı, yüce Allah'ın
Kitabında da kendilerine bu şekilde hitap edilmiş bulunulmaktadır. Çünkü
onlar, Kur'ân-ı Kerim'de bu sanat üslubunu bulmamış olsalardı, bizim hoşumuza
giden söz düzenimizde gördüğümüz bu tür bir üsluptan Kur'ân niye uzaktır,
diyeceklerdi. Abîd b. el-Abras der ki:
"Halkı tanınmayan yabancılara dönüştüğünden
Ve karşılaşılan durumlar halini değiştirdiğinden
Gözlerinin yaşları yerde akıp gidiyor
Sanki her bir damla yaş değişik yerden akıp
geliyor."
Burada: Oranın halkı, senin için tanınmayan kimseler
haline geldiklerinden dolayı, gözyaşlarının yerin üzerinde akıp gittiğini
görüyorum, demek istemiştir. Böylelikle sonradan söylenmesi gereken sözü öne,
önceden söylenmesi gereken sözü sonraya bırakmıştır. (Bir başka) şair de şöyle
demektedir:
"Nereye kaçıp gittin;
Halbuki sen kaçıp giden birisi değildin.
[129]
Rivayet edildiğine göre, Abdülmelik b. Mervan, bunun
yapılmasını emretmiştir. Bunun için Haccac, Vâsıt kentinde bu işe kendisini
vermiş, bu konuda oldukça gayret göstermiş ve Kur'ân'ın hizblere ayrılmasını
sayıca daha da artırmış idi. Kendisi Irak valisi olduğu sırada da el-Hasen ile
Yahya b. Ya'mer'e bu işi yapmaları emrini vermişti. Bunun akabinde Vasıt
kentinde kıraatlere dair bir kitap telif etmiş ve bu kitabında okuyucuların,
muahal hattına uygun olan kıraat ihtilaflarına dair rivayetleri toplamıştır.
Uzun bir süre bu esaslara göre uygulama yapıldı. Bu durum Mücâhid, kıraatlere
dair kitabını yazıncaya kadar devam etti.
ez-Zebidî Kitabu't-Tabakat'ta, el-Müberred'e isnad
ederek mushaflara ilk nokta koyan kişinin Ebu'l-Esved ed-Duelî olduğunu
belirtmektedir. Yine onun zikrettiğine göre İbn Sirin'in Yahya b. Ya'mer
tarafından noktaları konmuş bir mushafı varmış.
[130]
İbn Atiyye der ki: Tarihlerden birisinde gördüğüme
göre, Abbasî halifelerinden Me'mun bunu emretmiştir. Bu işi yapanın Haccac olduğu
da söylenmiştir. Ebû Amr ed-Dânî "Kitabu'l-Beyan" adlı eserinde
Abdullah b. Mes'ud'dan, onun mushafların on âyetlik bölümlere ayrılarak
işaretlenmesini mekruh gördüğünü ve bu işaretleri gördüğünde onları kazıdığını
nakletmektedir.
Mücâhid'den rivayet edildiğine göre o, mushafın
ta'şirini ve kokulanmasını hoş görmezdi. Eşheb der ki: Ben Malik'e,
sahifelerde kırmızı ve başka renklerle aşirler (onar âyetlik bölümler) arasında
konulan işaretlere dair soru sorulduğunu duydum. Bu işten hoşlanmadığım ifade
etti ve şöyle dedi: Mürekkeple mushafın ta'şir edilmesinde sakınca yoktur. Her
bir sûrenin sonunda o sûrede bulunan âyet sayısını belirten ifadelerin yazılı
olduğu mushaf-lara dair sorulan soruya da şu cevabı vermiştir: Ben ana
mushaflara herhangi bir şeyin yazılmasını veya şekillendirilmesini (hareke
konulmasını) hoş görmüyorum. Çocukların Kur'ân okumayı öğrendikleri mushaflara
gelince, onlar için bu açıdan bir sakınca olduğu görüşünde değilim.
Eşheb der ki: Daha sonra bize dedesinden kalma bir
mushaf çıkarıp gösterdi. Bunu Hz. Osman mushafları yazdığı sırada yazmış. Orada
(sûre) sonlarında satır boyunca zincir şeklinde mürekkepten işaretler gördük.
Ayrıca yine mürekkep ile âyetlerin noktalı harflerinin noktalanmış olduğunu da
gördük.
Katâde der ki: Önce işe nokta koymakla başladılar.
Sonra beşer bölümlere ayırdılar, işaretlerini koydular, daha sonra da onar
âyetlik bölümlere ayırıp işaretlerini koydular.
Yahya b. Ebi Kesir der ki: Kur'ân-ı Kerim önceleri
Mushaflarda başlıba-şına idi. Bu konuda ilk ihdas edilen şey, Te ve Be harfleri
üzerine nokta koymak oldu ve bunda mahzur yoktur, Kur'ân için bu bir nurdur,
dediler. Daha sonra da âyetlerin sonlarında nokta koyma işini ihdas ettiler.
Sonra da sûrelerin baş taraflarında ve sonlarında yeni şeyler yazdılar.
Ebu Hamza'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir:
İbrahim en-Nehai, benim mushafımda şu şu sûrenin baş taraflarını gördü ve bana
şöyle dedi: Sen bunu sil. Çünkü Abdullah b. Mes'ud şöyle demişti: Allah'ın
Kitabına ondan olmayan bir şeyi karıştırmayınız.
Ebu Bekr es-Serrac'dan rivayetle dedi ki: Ben Ebu
Rezin'e şöyle dedim: Mushafıma şu, şu sûredir, diye yazayım mı? Bana dedi ki:
Ben bu ayrı yazacağın şeylerin ne olduğunu bilmeyen ve dolayısıyla bunu
Kur'ân'dan zannedecek bir neslin ortaya çıkacağından korkuyorum.
ed-Dani (Allah ondan razı olsun) dedi ki: Bütün bu
haberler, Kur'ân-ı Ke-rim'in ta'şirinin, tahmisinin, sûre başları ile âyet
başlarının işaretlenmesinin ashab-ı kiramın yaptığı bir iş olduğunu
göstermektedir. Bu gibi işleri yapmaya onları götüren ictihadları olmuştur.
Aralarından ve başkalarından bu işi hoş görmeyenler gördüğüm kadarıyla kırmızı,
sarı ve buna benzer renklerle bu işaretlemelerin yapılmasından hoşlanmamıştır.
Ayrıca diğer bölgelerde yaşayan müslümanlar, ana mushaflarda olsun,
başkalarında olsun, bunun caiz olduğu ve bu işaretlemelerin kullanılabileceği
üzerinde ittifak etmişlerdir. Zorluk ve hata yapma ihtimalinde ise, Allah'ın
izniyle ittifakla yaptıkları şeyler hususunda (sorumluluk) üzerlerinden
kaldırılmıştır.
[131]
Sellâm Ebu Muhammed el-Himânî'nin rivayetine göre,
Haccac b. Yusuf, kurra, hafız ve yazıcıları toplayıp şöyle dedi: Kur'ân'ın
tümünün kaç harf olduğunu bana söyleyiniz. Ebu Muhammed der ki: Aralarında ben
de vardım. Hesap ettik, Kur'ân-ı Kerim'in 340.740 harf olduğunu görüş
birliğiyle ortaya koyduk. Bu sefer: Kur'ân'ın yarısının nerede bittiğini bana
haber veriniz, dedi. Bunun el-Kehf sûresinde yer alan ( ' \\Â'-'\'j ) (el-Kehf,
18/19) kelimesindeki "fa" harfi olduğunu gördük. Bu sefer: Bana
Kur'ân'ın üçte birlerinin nerede bittiğini söyleyiniz. İlk üçte biri Tevbe
sûresinin baş tarafında, ikinci üçte biri, Şuara sûresinin yüz veya yüzbirinci
âyetinin başında sona erdiğini geri kalan üçte birin ise, Kur'ân'ın geri kalanı
olduğunu gördük. Sonra Kur'ân-ı Kerim'in yedide bir harflerinin nerede sona
erdiğini bildiriniz dedi. İlk yedide birin Nisa sûresinde yer alan: Onlardan
bazısı ona iman etti, kimi de ondan yüzçevirdi" (en-Nisa, 4/55) buyruğunun
sonunda yer alan "Dâl" harfi. İkinci yedide bir A'raf sûresinde yer
alan: "Onların.... boşa gitmiştir" (e\-A'rai, 7/147) buyruğunda yer
alan "Te" harfi. Üçüncü yedide bir, Ra'd sûresinde yer alan: "C
İÎİSL4KI ) Yemişleri., devamlıdır" (er-Ra'd, 13/35) buyruğunda yer alan
ilk kelimenin sonundaki "eliftir. Dördüncü yedide bir Hacc sûresinde yer
alan: Her ümmet için......bir ibadet tayin
ettik" (el-Hacc, 22/34) buyruğunda yer alan "elif harfi. Beşinci
yedide bir Ahzab sûresinde yer alan: Hiçbir mü'min erkek ve hiçbir mü'min
kadın için.......yoktur" (el-Ahzab, 33/36)
buyruğunda yer alan "ha"s(yuvarlak 't'); Altıncı yedide bir Feth
sûresinde yer alan Allah hakkında kötü zan besleyen......erkekler"
(el-Feth, 48/6) buyruğundaki
"vav" harfi. Geri kalan ise, Kur'ân-ı
Kerim'in yedinci yedide biridir.
Sellâm Ebu Muhammed dedi ki: Biz, bu işi dört ayda
bitirdik. el-Haccac her bir gece, Kur'ân-ı Kerim'in dörtte birini okurdu.
Kur'ân-ı Kerim'in ilk dörtte biri, En'am sûresinin sonu, ikinci dörtte biri,
el-Kehf sûresinde yer alan (el-Kehf, 18/19) kelimesi, üçüncü dörtte bir Zümer
sûresinin sonu, dördüncü dörtte bir ise Kur'ân-ı Kerim'in geri kalan kısmıdır.
Bu hususta Ebu Amr ed-Dani'nin "Kitabu'l-Beyan" adlı eserinde
sözkonusu edilmiş görüş ayrılıkları da vardır. Bunu öğrenmek isteyen orada
bulabilir.
[132]
Muhammed b. İsa der ki: İlk Medenî mushafta, Kur'ân
âyetlerinin sayısı altı bindir. Ebu Amr der ki: Bu, Küfe halkının Medine
halkından rivayet ettikleri sayıdır. Bu konuda muayyen bir kişiye senedi
ulaştırarak herhangi bir kişinin adını vermezler.
Sonraki Medenî mushafta ise İsmail b. Cafer'in
kavline göre, Kur'ân âyetlerinin sayısı altıbin ikiyüz ondört âyettir. el-Fadl
der ki: Mekkelilerin görüşüne göre Kur'ân-ı Kerim'in âyet sayısı altıbin ikiyüz
ondokuzdur.
Muhammed b. İsa da der ki: Kufelilerin görüşüne göre,
Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin sayısı, altıbin ikiyüz otuzaltı âyettir. Süleym'in
ve Kisai'nin Ham-za'dan rivayet ettikleri sayı budur. Kisai, bunu Ali (r.a)'a
isnad eder.
Muhammed der ki: Basrahların sayımına göre, Kur'ân-ı
Kerim âyetlerinin toplamı, altı bin ikiyüz dörttür. Şu ana kadar onların
seleflerinin takip ettikleri sayı budur. Şam halkının kabul ettikleri sayıya
gelince, Yahya b. el-Ha-ris ez-Zemarî der ki: Bunlar altıbin ikiyüz yirmialtı
âyettir. Bir rivayete göre ise, altıbin ikiyüz yirmibeş, yani bir eksiği
iledir.
İbn Zekvan der ki: Ben zannederim ki, Yahya,
"bismillahirrahmânirrahîm"i saymamıştır.
Ebu Amr da der ki: İşte bunlar, insanların Kur'ân
yazımında biri birlerinden aldıkları şekliyle âyet sayısıdır. Eskiden beri de
şimdi de her bölgede kabul ettikleri sayım şekli budur.
Kur'ân-ı Kerim'in kelimelerinin sayısına gelince,
el-Fadl b. Şâzân der ki: Ata b. Yesar'ın görüşüne göre Kur'ân kelimelerinin
toplamı yetmişyedi bin dörtyüz otuzdokuzdur. Harf sayısı ise üçyüz yirmiüç
bin onbeştir.
Derim ki: Bu az önce kaydettiğimiz el-Himani'nin
verdiği sayıyı tutmamaktadır. Abdullah b. Kesir de Mücâhid'den rivayetle der
ki: Bu, bizim Kur'ân-ı Kerim'de saydığımız harf sayısıdır ki, üçyüz yirmibir
bin yüzseksen harftir. Bu da bundan önce el-Himani'den zikredilen harf sayısını
tutmamaktadır.
[133]
Arap dilinde sûrenin anlamı, onu bir diğer sûreden
açıkça ayırdetmek ve ondan ayrı olması anlamındadır, sûreye bu adın veriliş
sebebi orada bir mevkiden bir başka mevkiye yükselme olduğundan dolayıdır.
Nitekim Rabia şöyle demektedir:
"Allah'ın sana yüksek bir makam (şeref ve
üstünlük) verdiğini görmez misin?
Sen ondan aşağıda kalan her bir hükümdarın aşağıdan
ona
yükselmeye çalıştığını görürsün."
Yani Allah'ın sana verdiği ve seni çıkardığı şeref ve
üstünlük makamı hükümdarların makamından daha yüksektir.
Sûreye bu adın veriliş sebebi, şeref ve yüksekliğin
olduğu da söylenmiştir. Yerin yüksekçe olan kısmına "sur" denildiği
gibi.
Sûreye bu adın veriliş sebebinin, o sûreyi okuyan
(ezbere bilen) kimsenin bu sûreyi okuyamayana göre daha şerefli olmasından
dolayı olduğu da söylenmiştir. Binanın çevresini saran sur gibi. Bütün bu
söyleyişlerde hemze yoktur.
Bu adın veriliş sebebinin Kur'ân-ı Kerim'in belli bir
bölümü oluşundan dolayı olduğu da söylenmiştir. Nitekim araplar arta kalan
şeye "(.jj-m): su'r" demektedirler. dediklerinde "insanlardan
arta kalan şeyler arasında gelmiştir" demek isterler. Buna göre kelimenin
aslı hemzeli olarak şeklindedir. Daha sonra bu kelime hafifletilerek, hemze
yerine önceki harfin ötreli olması dolayısıyla vav gelmiştir.
sûreye bu adın veriliş sebebinin eksiksiz ve mükemmel
olması olduğu da söylenmiştir. Nitekim araplar, hilkati tam kusursuz dişi
deveye sûre adını verirler, sûre kelimesinin çoğulu, "suver"
şeklinde gelir. Nitekim şair, şöyle demiştir:
"Karadır gözlerinin çevresi, sûreler
okumazlar."
Bu kelimenin şeklinde çoğul yapılması da mümkündür.
Âyet: Alamet demektir. Yani kendisinden önce gelen
söz ile daha sonra gelecek olan sözün biribirlerinden ayrı olduğunu belirten
alamet demektir. Yani her bir âyet bir diğerinden ayırdedilmekte ve tek başına
bulunmaktadır. Araplar: derler. Yani benimle filan kişi arasında bir alamet
vardır. Yüce Allah'ın: "Onun hükümdarlığının alameti....."
(el-Bakara, 2/247) buyruğunda geçen (alamet anlamındaki): "âyet" kelimesi
bu anlamdadır. en-Nabğa da der ki:
"Onun için bir takım âyetler (alametlerdir,
diye) düşündüm;
Altı yıldan beridir ve işte bu yedinci yıl."
Bu adı alış sebebinin Kur'ân-ı Kerim'deki bir grup
harf toplamı ve onun bir parçası olması olduğu da söylenmiştir. Mesela, bir
topluluğun hep birlikte çıktığını ifade etmek istediğimizde ( p-^^ çy&\
çj>- ) tabirini kullanırız. Burç b. Mushir et-Taî de der ki:
"İki yarıktan çıktık. Yok bizim gibi kabile
Kalabalık topluluğumuzla katarız önümüze yavrulu,
aşılı develerini."
İnsanların benzerini söylemekten acze düştükleri
oldukça hayret verici bir söz dizisi olduğundan dolayı "âyet" adının
verildiği de söylenmiştir.
Nahivciler, "âyet" kelimesinin aslının ne
olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptir. Sibeveyh "fealetun"
vezninde "eyeyetun" demektedir, "ekemetun" ve
"şeceretun" kelimeleri gibi. Bu kelimede yer alan "ya"
harfi hareke alıp ondan önceki harfin harekesi de fetha olduğundan dolayı bu
"ya" elife dönüştü. Böylelikle kendisinden sonra med gelen bir hemze
şeklinde "âyet" haline geldi.
Kisai de der ki: Bu kelimenin aslı,
"fâiletun" vezninde "âyiyetun" şeklindedir.
"Âmine" kelimesi gibi. Burdaki "ya" harfi harekeli, ondan
önceki harf de üstün olduğundan dolayı elife dönüştü. Sonra da bu elif çoğul
ile karışmasın diye hazfedildi.
el-Ferra da der ki: Bunun aslı birinci ya harfinin
şeddeli okunması ile "ây-yiyetun" şeklindedir. Bu şeddeli oluş, hoşa gitmediğinden
dolayı elife dönüştürülerek "âyet" şekline gelmiştir. Âyet
kelimesinin çoğulu ise, "âyun, âyâ-tun, âyâun" şekillerinde
gelmektedir. Ebu Zeyd der ki:
"Bu zaman onun alametlerinden geriye bir şeyi
bırakmadı.
Kazanların oturtulduğu saç ayaklarından ve
küllerinden başka."
Kelime: Yapısına karışan bütün unsurlarıyla birlikte
ortaya çıkan şekil demektir. Yüce Allah'ın Kitabında en uzun kelime on
harflidir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: Andolsun onları
halifeler yapacaktır." (en-Nur, 24/55); "Sizi ona mecbur tutar
mıyız?" (Hud, 11/28) ve benzeri âyetler. Yüce Allah'ın: "(
\^S&L.\Î ): Ondan size içirdik." (el-Hicr, 15/22) buyruğu, Hz.
Osman'ın çoğalttığı mushaflardaki yazılışı itibariyle on harf olmakla birlikte
söyleyişte onbir harftir. En kısa kelime, gibi iki harfli olanlardır. Belli
bir mana ifade eden, soru hemzesi, atıf vavı gibi harfler, kelime olmakla
birlikte tek başına bunlar söz olarak söylenmezler.
Bazen tek bir kelime, tam bir âyet olabilir. Yüae
Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi. Fecre andolsun;" Kuşluk vaktine andolsun";
"( ş^h ) Asra andolsun..." gibi. Aynı şekilde "Elif, lam, mim;
elif, lam, mim, sad; ta, ha; ya sin; ha mim" gibi kelimeler Kufelilerin
görüşüne göre tam bir âyet ve birer kelimedirler. Bunlar ise sûrelerin baş
taraflarında bulunurlar. Sûre aralarında bulundukları takdirde ise bunlar
kelime olmazlar. Ebu Amr ed-Dani der ki: Ben yüce Allah'ın er-Rahmân sûresinde
buyurduğu İkisi koyu yeşildirler." (er-Rahmâçı, 55/64) buyruğundan başka
tek başına bir âyet olan bir kelime bilmiyorum.
Bu harflerin, bazen arka arkaya iki ayrı kelime ve
iki âyet halinde geldikleri de olur. Bu da yüce Allah'ın: "Ha mim, ayn,
sin, kaf" harfleridir. Bu sadece Kufelilerin görüşüne göre böyledir.
"Kelime" bunun dışındaki hallerde fazla ya
da eksik olmakla birlikte kendi başına anlam ifade eden söz ve tam bir âyet de
olabilir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Rabbinin
Israiloğullarına olan o pek güzel kelimesi (ya'di, sözü) sabretmeleri
sebebiyle tamamlandı." (el-A'raf, 7/137). Burada yer alan
"kelime" ile yüce Allah'ın şu buyruğundaki va'din kastedildiği
söylenmiştir: "Biz ise, o yerde mustaz'af kılınanlara lütufta bulunmak....
istiyorduk... Ve onlara... korkageldiklerini gösterelim." (el-Kasas,
28/5-6). Yüce Allah bir başka yerde de: "Onlara takva kelimesi üzerinde
sebat verdi." (el-Feth, 48/26) diye buyurmaktadır. Mücâhid der ki:
Buradaki takva kelimesinden kasıt "la ilahe illellah" sözüdür.
Peygamber (s.a) de şöyle buyurmaktadır: "Şu iki
kelime, dile kolay terazide ağır, rahman olan yüce Allah tarafından da çokça
sevilen sözlerdir:
"Allah'ı hamdi ile teşbih ederim, büyük olan
Allah'ın şanı ne yücedir."[134]
Araplar bazan bütünüyle bir kasideye, bütün bir
kıssaya da "kelime" adını verirler. Mesela, Kuss, kelimesinde yani hutbesinde
şunu söyledi. Züheyr, kelimesinde yani kasidesinde şunu söyledi. Filan
kelimesinde yani mektubunda şunu söyledi, derler ve böylelikle eğer sözü edilen
o ifadeler söylediği sözlerin kapsamı içerisinde yer alıyor ise, sözün tümüne
"kelime" adını verirler. Çünkü, bir şey şeyin bir parçası olup ona
yakın, onun çevresinde bulunur herhangi bir şekilde onun sebebiyle o şey
varolursa ona mecazen ve kelimenin anlamını genişleterek o şeyin adını
verirler.
Harf, kelimenin tek başına var olan bir parçasıdır.
Az önce açıkladığımız gibi, mecaz ve kelimenin anlamını genişletmek kabilinden,
harfe kelime, kelimeye de harf denildiği de olur. Ebu Amr ed-Dani der ki:
Sûrelerin başlarında tek bir harf halinde gelen Sad, Kaf ve Nun gibi hece
harfleri'ne nasıl harf veya kelime adı verilebilir? diye sorulursa, cevabımız
şu olur: Buna kelime denilir, harf denilmez. Çünkü harf söylenilerek susulmaz.
Ve şekil itibariyle tek başına bulunmaz, onunla birlikte karışık halde bulunan
diğer harflerden ayrı yazılmaz. Bu tür harfler ise, söylenilip susulur ve
bunlar tek başlarına ve ayrı bulunurlar. Tıpkı kelimenin tek başına ve ayrı
olması gibi. O bakımdan bunlara kelime adı verilmiş, harf denilmemiştir.
Ebu Amr der ki: "Harf kelimesi başka anlamda
gidiş, mezhep ve şekil anlamlarına da gelmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İnsanlardan bazıları, Allah'a bir harf (bir mezhep ve bir
şekil) üzere ibadet ederler." (el-Hacc, 12/11) Peygamber (s.a)'ın:
"Kur'ân-ı Kerim, yedi harf üzere indirilmiştir"[135]
buyruğu da bu türdendir. Yani yedi ayrı telaffuz şekli üzere indirilmiştir,
demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[136]
Kur'ân-ı Kerim'de arapların anlatım üslubuna göre
dizilmemiş söz dizisinin olmadığı, bununla birlikte Kur'ân-ı Kerim'de İsrail,
Cibril, İmran, Nuh ve Lut gibi arap dili ile konuşmayan kimselere ait özel
isimlerin bulunduğu hususunda imamlar arasında görüş ayrılığı yoktur.
Ancak tek tek özel isimlerin dışında arapça olmayan,
birtakım lafızların kullanılıp kullanılmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır.
Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib, et-Taberi ve başkaları Kur'ân'da arapça olmayan
lafızların bulunmadığı görüşündedirler. Onlara göre, Kur'ân-ı Kerim apaçık bir
arapçadır. Kur'ân-ı Kerim'de bulunup da diğer dillere nisbet edilen bazı
kelimeler de aslında değişik dillerde kullanılan ve söyleyişi birbirine
benzeyen kelimelerden ibarettir. Bu gibi kelimeleri araplar, farslar,
habeşliler ve başkaları ortak söyleyişlerle kullanmışlardır. Bazı imamlar ise,
arapça olmayan lafızların var olduğu kanaatindedirler. Bunlara göre bu
kelimeler oldukça az olduklarından dolayı Kur'ân-ı Kerim'i apaçık bir arapça
olmaktan çıkarmazlar. Rasûlul-lah (s.a)'ı da kendi kavminin diliyle konuşan bir
kimse olmaktan çıkarmazlar. Mesela, "el-mişkât" kelimesi, (bk.
en-Nur, 24/35): "Kandilin konulduğu duvar içerisindeki oyuk"
demektir. Yine "neşe'e" kelimesi geceleyin kalkmak anlamındadır. Yüce
Allah'ın: Muhakkak geceleyin kalkmak" (el-Müzemmil, 73/6) buyruğunda da bu
kelime kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: buyruğu "size iki kat verir"
anlamındadır. (el-Hadid, 57/28). Arslandan ürküp £açara"( el-Müddessir,
74/51) buyruğunda yer alan ve
"arslan" anlamında gelen
"kasvere" gibi. Bütün bunlar
Habeşçedir.
el-Ğassak, Türkçede kokuşmuş ve soğuk anlamındadır.
el-Kıstas rumcada mizan, terazi demektir. Siccil, farsçada taşlı çamur
anlamındadır. Tur, dağ anlamındadır. el-Yemm, süryanice deniz anlamındadır.
et-Tennur ise acemcede yeryüzü anlamındadır.
İbn Atiyye der ki: Bütün bu kelimelerin gerçek durumu
şudur. Bunlar asıl itibariyle arapça değildir. Fakat araplar bu kelimeleri
kullanmış ve arapçalaş-tırmışlardır. O bakımdan bu kelimeler arapçadırlar.
Kur'ân-ı Kerim'in dilleriyle nazil olduğu Arab-ı aribenin ticaretlerle
Kureyşlilerin Şam ve Yemen tarafına yaptığı yolculuklarıyla Müsafir b. Ebu
Amr'ın Şam'a, Ömer b. el-Hat-tab'ın, Amr b. el-As'ın, Umare b. el-Velid'in
Habeşistan'a yolculuk yapmalarında görüldüğü şekilde, diğer dillerin bazı
kelimelerinin karıştığı da söz-konusu olmuştur.
Dil konusunda sözleri belge mahiyetinde olan
el-A'şa'nın Hire'ye yaptığı yolculuk ve oranın hıristiyanlarıyla sohbeti de bu
türdendir. İşte bütün bunlar aracılığıyla arapçaya, arapça olmayan birtakım
kelimeler de karışmıştır. Bunların bir kısmının harfleri azaltılarak
değiştirilmiş, arapça olmayan
kelimelerin ağır söylenişleri hafifletilmiş ve araplar bu kelimeleri
şiirlerinde, karşılıklı konuşmalarında kullanmaya başlamış, nihayet bu
kelimeler sahih arapça kelimeler gibi kullanılır olmuş, bunlarla birtakım
hususlar açıklanır olmuştur. İşte bu noktada Kur'ân-ı Kerim de bu gibi
kelimeleri kullanmıştır. Herhangi bir arap, bu kelimeleri bilmiyor ise, onun da
başkasının dilini açık bir şekilde bilmeyişine benzer. Nitekim İbn Abbas
"Fatır" kelimesinin ve benzeri bazı kelimelerin de manasını bilmiyor
idi.
İbn Atiyye der ki: Taberî (Allah'ın rahmeti üzerine
olsun)nin kabul ettiği, benzer kelimeler iki dilde de müşterek olarak
kullanılan lafızlardır, şeklindeki kanaati uzak bir ihtimaldir.
Çünkü çoğunlukla rastlanılan, bu kelimelerden
birisinin aslı teşkil etmesi öbürünün de ondan dallanıp budaklanması
şeklindedir. Bununla birlikte biz, söyleyişler arasında uyumun az ve istisnaî
olabileceğini de reddetmiyoruz.
Başkaları ise şöyle demiştir: Ancak birinci görüş
daha doğrudur. İbn Atiyye'nin: Arapların kullandıkları bu kelimeler,
başkalarının dilinde asıl ve arapçaya da sonradan girmiştir, sözü bunun aksinin
böyle olmasına tercih edilebilecek durumda değildir. Çünkü arapların önce bu
kelimeleri kendi aralarında kullanmış olma ihtimali de vardır. Eğer önce bu
kelimeleri onlar kullanmış iseler, bu kelimeler arapça demektir. Çünkü onların
dillerindeki bu kelimelerin, ancak kabul ettikleri ve verdikleri mana ile
kullanıldıkları görülmektedir. Başkalarının bazı kelimelerde onlara muvafakat
etmiş olmaları da uzak bir ihtimal de değildir. Bu görüşü büyük imam Ebu Ubeyde
dile getirmiştir.
Bu kelimeler, arapların kullandıkları sözlerin
vezinlerine (kalıplarına) uygun değildir. Dolayısıyla bu kelimeler arapça
olmaz, denilecek olursa cevabımız şudur: Arapların kullandıkları bütün
vezinlerin tek tek tesbit edildiğini kim söyleyebilir ki, bu tür kelimelerin
bu vezinlere uymadıkları ileri sürülebilsin? el-Kadı, arapların kullandıkları
vezinlerin asıllarını uzun boylu araştırmış ve nahivcilerin izlediği yola uygun
bir şekilde bütün bu isimlerin arap dilindeki kalıplara uygun olduklarını
tesbit etmiştir. Eğer araplar, bu kelimeleri karşılıklı konuşmalarında
kullanmamış ve bu kelimeleri bilmiyor olsalardı, Allah'ın onlara bilmedikleri
bir şekilde hitap etmesine imkan olmazdı. O takdirde Kur'ân-ı Kerim de apaçık
bir arapça olmaktan çıkardı, Rasûlul-lah (s.a) da kendi kavmine kendi
dilleriyle hitap eden bir kimse olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[137]
Mucize, yüce Peygamberlerin (peygamberlik
iddialarının) doğruluklarını ortaya koyan her bir belgenin adıdır. Ona
"mucize" denilmesinin nedeni, insanların benzerini meydana
getirmekten aciz olmalarıdır. Mucizenin beş şartı vardır. Bunlardan bir tanesi
olmadı mı mucize olmaz.
Birinci şart:
Ancak yüce Allah'ın güç yetirebileceği bir şey olmalıdır. Mucizede bu şartın
aranmasının gerekçesi şudur: Peygamberlerin gelmelerinin mümkün olabildiği zamanlarda
birisi ortaya çıkıp risalet iddiasında bulunsa ve kendisinin mucizesinin de
hareket etmesi, durması, oturup kalkması olduğunu iddia edecek olsa, bu onun
için bir mucize olamaz. Doğru söylediğinin delili de değildir. Çünkü diğer
insanlar da benzeri şeyler yapabilmektedirler. O bakımdan mucizelerin, denizin
yarılması, ayın bölünmesi ve buna benzer insanların güç yetiremeyeceği şeyler
türünden olmaları gerekir.
İkinci şart:
Mucizenin olağanüstü (harikulade) olması gerekir. Bu şartı öngörmenin sebebi
de şudur: Peygamberlik iddiasında bulunan kişi, "benim peygamberliğime
delil, gündüzden sonra gecenin gelmesi, güneşin de doğudan doğmasıdır"
diyecek olsa, onun bu iddiasında mucize olmasını gerektiren bir taraf yoktur.
Çünkü bu tür fiillere her ne kadar Allah'tan başka kimsenin gücü yetmiyor ise
de bunlar onun iddiası dolayısıyla olmamaktadır. Onun peygamberlik iddiasından
önce ve bu iddiada bulunduğu zamana kadar bunlar hep böyleydi. Onun bunların
peygamberliğine delil olduğunu iddia etmesi ile başkasının aynı şeyi kendi
iddiasına delil olarak göstermesi arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla
bunlarda o kimsenin peygamberlik iddiasına delalet eden bir taraf da
bulunmamaktadır. Peygamberlerin delil diye gösterdikleri şeyin ise,
doğruluklarına delalet eden bir tarafı vardır. Mesela, bir peygamber şöyle der:
Benim doğruluğumun delili şanı yüce Allah'ın, O'nun peygamberi olduğuma dair
iddiam dolayısıyla adeti (yani tabiat kanunlarını ve diğer değişmez kanunları)
aşmasıdır. Bu asayı, yılana dönüştürmesi, taşı yarıp onun ortasından bir dişi
deve çıkarması, pınardan fışkyır gibi bu parmaklarımın arasından suyun
fışkırması ve buna benzer ancak göklerin ve yerin mutlak hakiminin
yapabileceği harikulade diğer mucizeler gibi. Böylelikle peygamberlik iddiasında
bulunan kimsenin gösterdiği bu tür harikulade olaylar şanı yüce Rabbimizin
bizzat sözünün yerini tutar. O'nun bize eşsiz yüce kelamını işittirip: "O
doğru söylemiştir, onu ben gönderdim" demesiyle bu mucizeler arasında bir
fark yoktur. Bu mes'eleye bir örnek verecek olursak -ki en yüce örnek Allah'ın
ve Rasûlünündür- şunu gösterebiliriz: Bir topluluk yeryüzü hükümdarlarından
birisinin huzurunda bulunsa, onun yakın adamlarından birisi de hükümdarın
göreceği ve işiteceği bir yerde kalkıp: Ey topluluk, bu hükümdarımız sizlere
şunu şunu emretmektedir. Bunun
delili ise hükümdarımızın kendine has herhangi bir
işi ile beni tasdik etmesidir. Bu ise, benim doğru söylediğimi ifade etmek
amacıyla elinden yüzüğünü çıkartmasıdır dese, hükümdar da, o kişinin topluluğa
söylediği bu sözü ve bu konudaki iddiasını işittikten sonra doğruluğuna delil
diye gösterdiği davranışı yapacak olursa o hükümdarın bu davranışı:
"Benim adıma ileri sürdüğü iddiada doğru söylemiştir" demesinin
yerini tutar. Aynı şekilde şanı yüce Allah da ancak kendisinin güç
yetirebileceği bir iş yapsa ve bununla Rasûlü vasıtasıyla ilahi kanununu aşsa,
bu fiil bizzat bize işittireceği ve : "Kulum risalet iddiasında doğru
söylemiştir. Onu size peygamber olarak Ben gönderdim, onun sözünü dinleyin ve
ona itaat edin" demesinin yerini tutar.
Üçüncü şart: Yüce Allah'ın peygamberi olduğu
iddiasında bulunan kişinin bu mucizeyi (Allah'ın peygamberi olduğuna) delil
göstermesidir. Meselâ: Benim peygamber oluşumun delili yüce Allah'ın şu suyu
zeytinyağına dönüştürmesi yahut benim ona "sarsıl" demem esnasında
yeri sarsmasıdır, diyerek bunu risalet iddiasına delil göstermesidir. Şanı
yüce Allah bunu yapacak olur ise, o takdirde meydan okuma gerçekleşmiş olur.
Dördüncü şart: Göstereceği mucizeyi kendisinin
mucizesi olduğuna delil olarak gösteren ve mucizenin, meydan okuyanın
iddiasına uygun olarak gerçekleşmesidir. Bunu şart koşmaya sebep şudur:
Peygamberlik iddiasında bulunan kişi: Benim peygamberliğimin alameti ve bu
iddiamın delili, şu elimin yahut şu hayvanın konuşmasıdır, dese, eli yahut o
hayvan : O yalan söylüyor, peygamber değildir diye konuşursa, şanı yüce
Allah'ın halkettiği bu konuşma peygamberlik iddiasında bulunan o kişinin
yalancılığına delalet eder. Çünkü şanı yüce Allah'ın yaptığı bu harikulade
fiil, onun iddiasına uygun olarak meydana gelmemiştir. Yalancı Müseylime
(Allah'ın laneti üzerine olsun) suyu artsın diye bir kuyuya tükürdüğü fakat
artacak yerde kuyunun kuruyup suyunun çekildiğine dair yapılan rivayet bu
türdendir. Şanı yüce Allah'ın bu türden fiilleri, kendisi vasıtasıyla
gerçekleştirdiği kimsenin yalancı olduğunu ortaya koyan deliller arasında yer
alır. Çünkü bunlar, yalancı, peygamber taslağının isteğinin hilafına meydana
gelmiştir.
Beşinci şart: peygamber olduğunu belirtip meydan
okuyanın yaptığı bu işin benzerini başka bir kimsenin gösterememesi. Eğer
peygamberliğe delil olarak gösterilen ve benzerinin meydana getirilmesi için
meydan okunan bu iş, diğer şartlarla birlikte gerçekleşecek olursa, o vakit bu,
harikulade olayı gösterenin peygamberliğine delalet eden bir mucize olur. Eğer
şanı yüce Allah, buna karşı çıkan birisini diker ve sonunda bu kişi
peygamberlik iddiasında bulunanın benzerini yapar, onun getirdiğinin benzerini
getirir ise, onun peygamberliği de batıl olur, yaptığı iş mucize olmaktan
çıkar, onun doğruluğuna delalet etmez. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Eğer onlar (Kur'ân'ı Mulıammed uyduruyor diyor ve bunda)
doğru söyleyenler iseler, onun gibi bir söz getirsinler." (et-Tûr, 52/35)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onu kendisi uydurdu mu
diyorlar? De ki: O halde haydi siz de onun gibi uydurma on sûre getirin."
(Hûd, 11/13) Bu sözleriyle şöyle diyor gibidir: Eğer sizler bu Kur'ân-ı
Kerim'in Muhammed (s.a) tarafından düzenlendiğini ve onun tarafından ortaya
konulduğunu ileri sürüyor iseniz, siz de bu türden on sûre meydana getiriniz.
Hepiniz toptan böyle bir şeyi meydana getirmekten acze düşecek olursanız, o
vakit biliniz ki bu, Muhammed tarafından düzenlenmiş, onun tarafından ortaya
konulmuş değildir.
Sözü geçen beş şarta bağlı olduğunu ileri sürdüğümüz
mucizeler, ancak doğru iddialarda bulunanlar vasıtasıyla gerçekleştirilir.
"İşte sizin peygamberinizden naklettiğiniz rivayetlere göre, el-Mesih
ed-Deccal tarafından da yaygın bir şekilde bilinen mucizeler ve muazzam işler
gerçekleştirilecektir", diye bir itirazda bulunulacak olursa şu cevabı
veririz: Peygamber, peygamberlik iddiasında bulunur. Bu el-Mesih ed-Deccal ise
rububiyyet iddiasında bulunmaktadır. Bunlar arasındaki fark, ayırıcı özelikler
ise gözleri görenler ile görmeyenler arasındaki fark gibidir. İnsanlardan bir
kısmının diğer kısmına peygamber olarak gönderilmesinin imkansız olmayacağına
dair aklî delil vardır. O bakımdan yüce Allah'ın şeriat ve din getiren bir
insanın doğruluğuna dair delilleri ortaya koyması, halketmesi, uzak birşey
değildir.
Yine aklî deliller şunu göstermektedir: el-Mesih
ed-Deccal belli bir şekle sahip olacaktır ve bir halden bir hale değişip
duracaktır. Bu tür niteliklerin ise muhdes olanlara (sonradan yaratılmışlara)
layık olduğu ise sabittir. Bütün mahlukatı var eden yüce Rabbimizin herhangi
bir şeye benzemesi veya herhangi bir şeyin O'na benzemesi ise sözkonusu
değildir. Çünkü O'nun hiçbir benzeri yoktur, O, herşeyi işitendir, herşeyi
görendir.
[138]
Bu durum açıklık kazandığına göre, mucizelerin iki
türü olduğunu söyleyebiliriz. Birinci tür, meydana geldiği nakil yoluyla
yaygınlık ve şöhret kazanan fakat Peygamber (s.a)'ın vefatı ile çağı biten
mucizeler. İkincisi meydana geldiğine ve doğru olduğuna dair haberlerin
tevatüren bize kadar geldiği, subüt ve vücuduna dair yaygın bir şekilde
haberlerin bize ulaştığı, bunları işitenin kesin bir şekilde bunlara dair
bilgi sahibi olduğu mucizeler. Bunlar için aranan şart, nakleden kimselerin
sayıca pek çok ve kalabalık olmaları ayrıca naklettikleri şeyin kesin bir
bilgi ifade ettiğini de bilmeleri, başta sonda ve ortada nakledenlerin sayı
çokluğunun değişmemesi gerekir. Öyle ki, bunların yalan söylemek üzere birbirleyiyle
anlaşmış olmalarına imkan görülmemelidir. Kur'ân-ı Kerim'in nakledilme niteliği
işte budur. Peygamber (s.a)'ın varlığına dair nakil budur. Çünkü ümmet -Allah
bu ümmetten razı olsun- hala Kur'ân-ı Kerim'i kuşaktan kuşağa
nakledegelmektedir. Geçmiştekiler de kendilerinden öncekilerden öylece
nakledip durdular ve bu, geriye doğru varlığı kesin olarak bilinen, doğruluğu
da mucizevî delillerle sabit olan yüce Peygamber'e ulaşıncaya kadar böylece
sürüp gitmektedir. Rasû-lullah (s.a) da bunu Hz. Cebrail'den, o da aziz ve
celil olan Rabbimizden almıştır. Kur'ân-ı Kerim'i, asıl itibariyle ona birşey
eklemekten ve eksiltmekten korunmuş masum iki elçi nakletmiştir. Bize de
onlardan sonra naklettiklerinde ve işittiklerinde yalan söylemelerini kabul
etmeye imkan bulunmayan tevatür ehli insanlar nakletmişlerdir. Bunun imkansız
olması, nakledenlerin çokluğundan dolayıdır. İşte bundan dolayı bizler de
Muhammed (s.a)'in varlığına, Kur'ân-ı Kerim'in onun tarafından açıklanıp
benzerinin meydana getirilmesi için meydan okunduğuna, bize kadar yapılan
nakillerde doğru söylediklerine dair kesin bilgimiz de husule gelmiştir. Dünya
ilimlerinde bunun bir benzeri olarak insanın kendisine varolduğu belirtilen
ülkeler ile ilgili naklini örnek gösterebiliriz. Basra'nın, Şam'ın, Irak'ın,
Horasan'ın, Mekke'nin, Medine'nin varolduğuna dair haberler bu türdendir. Pek
çok durumu açıkça ortaya koyan ve mütevatir diye bilinen haberler de böyledir.
Buna göre Kur'ân-ı Kerim bizim peygamberimizin, ondan sonra Kıyamete kadar baki
kalacak ebedi mûcizesidir. Diğer bütün peygamberlerin mucizesi ise o
peygamberin hayatının sona ermesiyle yahut o mucizelerde değişikliklerin
yapılması ile sona ermiştir. Tevrat ve İncil gibi.
[139]
1- Arap
dilinde olsun, başka dillerde olsun, alışılmış bütün anlatım üsluplarından
farklı ve ayrı, harikulade eşsiz bir anlatım. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in
üslubunun şiirle bir ilgisi yoktur. Zaten üslubunu bu şekliyle düzenleyen yüce
Rabbimiz de şöyle buyurmaktadır: "Biz ona (Muhammed -s.a.-)e şiiri
öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. "(Yasin, 36/69)
Müslim'in Sahih'inde de rivayet edildiğine göre, Ebu
Zerr'in kardeşi U -neys, Ebu Zerr'e şöyle demiş: Ben Mekke'de senin dinin üzere
Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini ileri süren bir adamla
karşılaştım. Ona: Peki insanlar ne diyor, diye sorunca şöyle dedi: Onlar
şairdir, kahindir, sihirbazdır diyorlar. -Uneys şair birisi idi.- Ben,
kahinlerin sözlerini dinlemi-şimdir. Onun sözü kahinlerinkine benzemiyor. Söylediği
sözleri şiir çeşitlerine, vezinlerine vurdum, ancak benim tesbitime göre,
hiçbir kimsenin dilinden dökülen şiire benzemiyor. Allah'a yemin ederim,
şüphesiz ki o doğru söylüyor ve onu itham edenler yalan söylemektedirler.[140]
Aynı şekilde Utbe b. Rabia
da -ileride yeri gelince beyan edileceği üzere- Fussilet sûresini Peygamber
(s.a.)'ın ağzından dinleyince bu sözün sihir
de olmadığını, şiir de olmadığını itiraf etmiştir. Dili oldukça iyi
bilen fesahat ve belagatta belli bir yeri bulunan Utbe dahi Kur'ân-ı Kerim'in
benzeri bir sözü hiçbir şekilde işitmediğini itiraf ettiğine göre bu, fesahati
gerçekten bilen ve gerçek manada fasih olan her türlü sözü bütün şekilleriyle
söyleme gücü bulunan Utbe ve onun benzerlerinin Kur'ân'ın i'cazını itiraf
ettikleri anlamına gelir.
2-
Arapların
da kullandıkları bütün anlatım şekil ve üsluplarından farklı üslupta olması.
3- Hiçbir
insanın hiçbir şekilde gerçekleştiremiyeceği şekilde akıcılık, fesahat ve
belagat. Bunu yüce Allah'ın: "Kaf, o çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim...."
(Kaf, 50/1) buyruğu ile başlayan sûrenin tümünde, yine yüce Allah'ın:
"Halbuki arz bütünüyle, Kıyamet gününde onun kabzasındadır."
(ez-Zümer, 39-67) buyruğunda ve ordan itibaren sûrenin tümünde, yine yüce
Allah'ın: "Kat'iyyen Allah'ı zalimlerin yaptıklarından gafil diye
sanma." (İbrahim, 14/42) buyruğundan itibaren sûrenin sonuna kadarki
buyruklar üzerinde iyice düşünelim.
İbnu'l-Hassâr der ki: Şanı yüce Allah'ın hak ilah
olduğunu bilen, böyle bir anlatım ve akıcılığın ondan başkasının hitabında
sözkonusu olamayacağını da bilir. Dünya krallarının en büyüğü olanın dahi:
"Bugün mutlak egemenlik kimindir?" (el-Mumin, 40/12) demesi, hiçbir
şekilde düşünülemeyeceği gibi: "O yıldırımları gönderip onunla dilediğini
çarpar." (er-Ra.'d, 13/13) demesi dahi düşünülemez.
Yine İbnü'l-Hasssâr der ki: Söz düzeni (nazım) üslub
ve akıcılıkla kapsamlı ifadeler (cezalet) her sûrede hatta her âyette bulunan
özelliklerdir. Bu üç özellik ile her bir âyet, her bir sûre insanların diğer
sözlerinden ayırdedilmek-tedir. Bu üç özellik ile de insanlara karşı meydan
okumuş ve aciz bırakılmışlardır. Bununla birlikte icazın diğer yönleri ona
eklenmeksizin, başlı başına her sûrede bu üç özellik bulunmaktadır. İşte, üç
kısa âyetten meydana gelen Kevser sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in en kısa süresidir.
İki gaybî durumu ihtiva etmektedir. Birincisi, Kevserden, onun büyüklüğünden,
genişliğinden, çevresindeki kapların çokluğundan haber verilmektedir. Bu Hz.
Peygamber'i tasdik eden kimselerin, diğer peygamberlere uyanlardan daha çok olduklarına
delalet etmektedir. İkinci bir husus ise, Velid b. Muğire'ye dair verilen
haberdir. Âyet-i Kerimenin nüzulü sırasında çokça mal ve çocuk sahibiydi. Çünkü
hak söyleyen yüce Rabbimizin şu buyrukları bunu gerektirmektedir: "Benim
yalnız olarak yarattığım, kendisine alabildiğine mal ve hazır bulunan oğullar
verdiğim, oldukça uzun ömür verdiğim kimseyi, bana bırak!" (el-Müddessir,
74/11-14) Daha sonra ise yüce Allah, onun malını çocuklarını helak etmiş ve
böylelikle soyu kesilmişti.
4- Herbir
kelime ve her bir harfin yerli yerince kullanıldığında bütün Araplar, ittifak
etmişlerdir. Böyle bir kullanım hiçbir Arabın tek başına gerçekleştirebileceği
bir iş değildir.
5- Daha
önce hiçbir kitap okumamış, sağ eliyle yazı yazmamış, ümmi bir kimse tarafından
dünyanın ilk günlerinden itibaren (Kur'ân'ın) nazil olduğu zamana kadar meydana
gelen işleri haber vermesi. Böylelikle Hz. Peygamber, önceki peygamberlerin
ümmetleri ile kıssalarını, geçmiş dönemlerde varolmuş kavimlerin kıssalarını
haber vermiştir. Kitap ehlinin hakkında soru sorup da Hz.Peygamber'e bu
sorularla meydan okudukları hususları da haber vermiştir. Ashab-ı Kehf kıssası,
Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın başından geçenler ve Zülkarneyn'in durumu böyledir.
Bunları bilmeyen ümmi bir ümmetin ümmi bir ferdi olarak, onlara önceki
kitaplardan doğruluğunu öğrendikleri haberleri getirmiş ve böylelikle onlar
doğru söylediğini kesinlikle anlamış oldular.
Kadı İbnü't-Tayyib der ki: Bizler kesin olarak şunu
biliyoruz ki: Bu gibi şeyleri ancak öğrenmek yoluyla haber vermek mümkündür.
Hz. Peygamber'in bu konuda geçmişlerin bilgilerine sahip olanlarla, bu
haberleri bilenlerle birlikte oturup kalkmadığı, onlardan bilgi öğrenmek için
gidip gelmediği ve olur ki, eline geçirdiği bir kitaptan bunu öğrenmiş
olabilir, dedirtmeye imkan verecek şekilde okuma bilen birisi olmadığı
bilindiğine göre, bu gibi bilgileri ancak vahiy yolu ile elde edebileceği de
kesin bir bilgi olarak ortaya çıkar.
6- Şanı
yüce Allah'ın bütün va'dlerinde gözle görülen veya hissedilen şekilde verilen
va'din yerine getirilmesi. Bu, iki kısımdır. Yüce Allah'ın verdiği mutlak
va'dler, Rasûlüne yardımcı olması^ kendisini vatanından çıkartanları
çıkartması gibi. İkinci vâ'd ise, belli bir şart kaydıyla yapılan va'dlerdir.
Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Kim Allah'a tevekkül ederse O
kendisine yeter." (et-Talak, 65/3); "Kim Allah'a iman ederse onun
kalbine hidâyet verir." (et-Teğâbun, 64/11); "Kim Allah'tan korkarsa
ona bir çıkış yeri halkeder." (et-Talak, 65/2); "Eğer sizden sabırlı
yirmi kişi bulunursa, iki-yüz kişiye galip gelirler." (el-Enfal, 8/65) ve
benzeri buyruklar.
7-
Ancak
vahiy ile bilinebilen gelecekteki gaybî durumlara dair haber vermek. Mesela,
yüce Allah'ın Peygamberine dinini bütün dinlere üstün kılacağına dair verdiği va'd
bunlardan birisidir. Sözkonusu va'di Allahu Teala şu buyruğunda vermektedir:
"O, Rasûlünü hidâyet ile ve hak din ile gönderendir. O, bütün dinlere
üstün kılmak için...." (et-Tevbe, 9/33; el-Feth, 48/28; es-Saff, 6l/9). Nitekim bu va'dini
gerçekleştirmiştir. Ebu Bekr (r.a), ordularını gazaya gönderdiğinde yüce
Allah'ın dinini üstün tutacağına dair va'dini onlara hatırlatıyor ve bununla
muzaffer olacaklarına emin olmalarını, başarı elde edeceklerine tam kanaat
getirmelerini istiyordu. Hz. Ömer de aynı şeyi yapıyordu. Ve aralıksız olarak
doğuda, batıda, karada denizde fetih ve zaferler ardarda devam edip gitti.
Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Sizden iman edip salih amel işleyenleri, Allah
yeryüzünde mutlaka halife yapmayı va'detti. Tıpkı onlardan öncekileri halife
yaptığı gibi." (en-Nur, 24/55); "Andolsun Allah, Rasûlüne gösterdiği
rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. İnşaal-lah Mescid-i Haram'a korkusuzca,
güvenlik içerisinde.... gireceksinizdir." (el-Feth, 48/27); "Hani o
vakit, Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını
va'detmişti."(el-Enfal, 8/7); "Elif, Lam, Mim. Rumlar mağlub oldular.
En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra .... galip
geleceklerdir." (er-Rum, 30/1-3).
Bütün bunlar ancak alemlerin Rabbinin yahut O'nun
bildirdiği kimselerin bilebileceği gayba dair haberlerdir. İşte bu da yüce
Allah'ın Rasûlünü bunlardan haberdar etmesinin, onun doğruluğuna delalet eden
delilidir.
8- Bütün
insanların dosdoğru kalmalarını sağlayan helal, haram ve diğer hükümlere dair,
Kur'ân-ı Kerim'in ihtiva ettiği bilgiler.
9-
Çokluğu
ve üstün şerefleri itibariyle bir insandan sadır olmaları adeten görülmemiş
engin ve sonsuz hikmetler.
10-
Kur'ân-ı Kerim'in bütün muhtevası arasında, zahiriyle, batınıyla hiçbir
aykırılık omaksızın tam bir uyum ve münasebet içerisinde bulunması. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından
(gönderilmiş) olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok aykırılıklar
bulurlardı." (en-Nisa, 4/82)
Derim ki: Bunlar bizim ilim adamlarımızın (Allah'ın
rahmeti üzerlerine olsun) sözkonusu ettikleri Kur'ân-ı Kerim'in on mucizevî
yönüdür. Kur'ân-ı Kerim'in en-Nazzam ve bazı Kaderiye'ye mensup kimselerin
sözkonusu ettiği on-birinci mucizevi yönü daha vardır. Kur'ân'ın icaz yönü, ona
karşı çıkmanın engellenmesi ve benzerinin meydana getirilmesi için meydan
okunması halinde, bundan onların alıkonulmasıdır.İşte bu engelleme ve alıkoyma
Kur'ân-ı Kerim'in bizzat kendisinden maada bir mucizedir. Çünkü yüce Allah,
onun benzeri olan bir sûreyi meydana getirmeleri için onlara meydan okumakla,
ona benzer bir söz ortaya koymak gayesiyle çaba ve gayretlerini ortaya koymalarını
engellemiştir. Ancak böyle bir iddia tutarsızdır. Çünkü, muhalif bir kimsenin
ortaya çıkmasından önce bile, bu Kur'ân-ı Kerim'in muciz olduğu üzerinde
ümmetin icmaı vardır. Şayet asıl mucize engelleme ve alıkoymaktır, diyecek
olursak, Kur'ân-ı Kerim'in kendisi mucize olmaktan çıkar. Bu ise, icmaa
aykırıdır. Durum böyle olduğuna göre, bizzat Kur'ân'ın kendisinin muciz olduğu
öğrenilmiş olur. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in fesahat ve belagatı harikulade
özelliktedir. Zira bu şekilde bir söze hiçbir şekilde rastlanılmış değildir.
Bu söz söyleme şeklinin alışılmış ve bilinen bir şekil olmaması, onların
engellenip alıkonulmalarının muciz olmadığını ortaya koymaktadır. Bu konuda
Allah tarafından bir engelleme ve alıkoymanın bulunduğu görüşünü kabul
edenler, de mes'ele ile ilgili iki görüş ortaya atmışlardır: Bunlardan birisine
göre, onlar böyle bir şeye güç yetirebilmekten alıkonulmuşlardır. Eğer böyle
bir işe kalkışacak olsalardı ondan aciz olurlardı. İkinci görüşe göre, buna
güç yetirebilmekle birlikte, böyle bir işe kalkışmaktan alıkonulmuşlardır. Eğer
kalkışmış olsalardı buna güç yetirebilmeleri mümkün idi.
İbn Atiyye der ki: "Kur'ân-ı Kerim'de meydan
okuma şekli, onun söz düzeni, manalarının doğruluğu, lafızlarının fesahatinin
kesiksiz ve ardı arkasına gelmesi iledir. Mucize oluş yönü ise, şanı yüce
Allah'ın bilgisinin herşeyi kuşatması, sözü bütünüyle kuşatmış olmasıdır. Yüce
Allah, bu kuşatıcı bilgisi ile hangi sözün hangisinden sonra geleceğini
bilmiştir. Hangi mananın hangisinin ardından uygun düşeceğini açıkça
bilmiştir. Ve bu, Kur'ân-ı Kerim'in başından sonuna kadar böyledir. İnsanlar
iâe bilgisizdirler, unutkandırlar ve yanılırlar. Kesin olarak bilinen husus şu
ki, hiçbir insanın bilgisi herşeyi kuşatıcı değildir. İşte Kur'ân-ı Kerim'in
söz dizisi, böylelikle fesahatin en ileri derecesinde ortaya çıkmıştır.
Mes'eleye bu açıdan baktığımız takdirde; araplar fesahatin en ileri derecesinde
bulunan bu Kur'ân-ı Kerim'in bir benzerini getirebilirlerdi. Fakat Muhammed
(s.a) Peygamber olarak gönderilince bu işten alıkonuldular ve benzerini ortaya
koymaktan aciz düştüler, sözünün tutarsızlığı ortaya çıkmaktadır. Doğrusu
şudur: Kur'ân-ı Kerim'in benzerini meydana getirmek hiçbir zaman hiçbir
yaratığın gücünün yapabileceği birşey olmamıştır. İnsanların bu konuda
yetersiz olduğunu açıkça şundan görebiliriz. Fasih olan bir kimse, bütün gücü
ile bir konuşma metni veya bir kaside ortaya koyar. Daha sonra sene boyunca
bunu güzelleştirmeye çalışır durur. Arkasından kendisinden sonra gelen
birisine bu kaside veya konuşma metni verilir. O da bunu bütün güç ve
kabiliyetiyle ele alır. Onda birtakım değişiklikler ve düzeltmeler yapar. Yine
de bunda tartışılacak ve değiştirilecek, üzerinde durulması gerekecek yerler
kalmaya devam eder. Yüce Allah'ın Kitabı'ndan ise bir tek kelime alınacak
olursa, sonra da bütün arap dili başından sonuna kadar araştırılıp ondan daha
güzeli bulunmak istenirse kesinlikle bulunamaz."
Kur'ân'ın fesahatinin bir diğer yönü: Şanı yüce Allah
bir tek âyet-i kerimede iki emir.iki nehiy, iki haber ve iki müjdeyi sözkonusu
etmektedir. Bu da yüce Allah'ın: "Biz Musa'nın anasına: Onu emzir... diye
vahyettik."(el-Kasas, 28/7) buyruğudur. Maide sûresinin ilk âyetinde de
durum böyledir: Orada ahde bağlı kalma emredilmekte, bozulması yasaklanmakta,
helalin genel çerçevesi çizildikten sonra, ardı arkasına birtakım istisnalar
yapmakta ve sonra da yüce Allah sonsuz hikmet ve kudretini haber vermektedir.
Bu ancak yüce Allah'ın güç yetirebileceği bir şeydir. Yüce Allah, ölümden ve
insanın yapamadıklarına hasret çekmesinden, âhiret yurdundan, âhiretteki sevap
ve cezadan, hayırlı kimselerin umduklarına nail olacaklarından, günahkarların
aşağılıklara duçar olacaklarından haber vermiş, dünya hayatına aldanmaktan
sakındırmış, dünyayı, dar-ı bekaya nisbetle azlıkla nitelendirmiş
bulunmaktadır. İşte, bunları yüce Allah'ın şu buyruğunda görmekteyiz: "Her
can ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü ecirleriniz eksiksiz olarak
verilecektir...." (Al-i İmran, 3/185)
Yine Kur'ân-ı Kerim'de, öncekilerin ve sonrakilerin
kıssaları, şımarmış refah ehlinin (mütrefin) akıbeti, helak olanların sonunu
bir âyet-i kerimenin yarısında şu buyruğunda bizlere haber verilmektedir:
"Onlardan kimilerinin üzerine rüzgar gönderdik. Kimilerini sayha aldı,
kimisini yere geçirdik, kimilerini de suda boğduk." (el-Ankebut, 29/40)
Yüce Rabbimiz, Hz. Nuh'un gemisinin durumunu, suda
yürütülmesini, kafirlerin helak edilmesini, sonra tesbit edilen yerde durup
orada kalmasını, yere ve göğe müsahhar kılınma emirlerinin verilmesini şu
buyruklarıyla bize haber vermektedir: "Dedi ki: Binin içerisine, onun
akması da durması Allah'ın adıyladır... O zalimler güruhuna da: 'Uzak
olsunlar' denildi." (Hud, 11/41-44) ve buna benzer mucizevi pek çok
buyruk.
Kureyşliler, onun benzerini meydana getirmekten acze
düşüp: Bunu peygamber uydurmaktadır, demeye koyulunca yüce Allah şöyle
buyurdu: "Yoksa onlar: 'Onu kendisi uydurup düzüyor1 mu derler? Aksine
onlar iman etmezler. Eğer onlar doğru söyleyen kimseler ise, Kur'ân gibi bir
söz getirsinler." (et-Tur, 52/33-34) Daha sonra yüce Allah, acizliklerini
daha ileri derecede ortaya koyan şu buyruğu indirdi: "Yoksa: Onu kendisi
uydurdu mu diyorlar? De ki: O halde haydi siz de onun gibi uydurma on sûre
getirin." (Hud, 11/13) Bundan da aciz oldukları ortaya çıkınca şu kısa
sûrelerden bir tek sûrenin olsun benzerini meydana getirmelerini isteyerek,
onlardan istenen bu miktarı daha da aşağıya indirdi. İşte yüce Allah, bu
hususta şöyle buyurmaktadır: "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde
iseniz, haydi siz de onun gibi bir sûre getirin." (el-Bakara, 2/23) Ancak
bu meydan okumaya karşılık veremediler. Cevap vermenin hiçbir yolunu da
bulamadılar. Cevap verecek yerde, ona karşı savaştılar, inatlaştılar. Kadın ve
çocuklarının esir alınmasını tercih ettiler. Şayet ona karşı çıkmaya güç
yetirebilmiş olsalardı, elbette ki bu çok daha kolay olur, delillerini daha
beliğ bir şekilde ortaya koyar ve daha çok etkili olurdu. Üstelik onlar,
oldukça belağatle konuşan, dili iyi bilen ve inceliklerini kavrayan
kimselerdi. Fesahat ve güzel söz söylemek onlardan öğrenilirdi.
Kur'ân-ı Kerim'in belagatı, güzelliğin en üst
seviyesindedir. îcaz (özlü ifa-deleler) ve beyanın en yüce derecelerine
sahiptir. Hatta bu konuda, güzellik ve iyi olmanın da üstüne çıkarak zirve
olmak ve ötelere gitmek alanına dahi geçer. İşte Rasûlullah (s.a)... Ona
kapsamlı söz söyleme (cevamiu'1-ke-lim) imkanı verilmiş olmakla, şaşırtıcı
hikmetleri dile getirmek meziyetine sahip kılınmakla birlikte, -meselâ- onun
cennetin niteliklerine dair sözleri üzerinde düşündüğümüz takdirde, son derece
güzel olmakla birlikte Kur'ân-ı Kerim'in seviyesinden daha aşağılarda olduğu
görülür. Hz. Peygamber, cenneti şu hadisinde şöylece nitelemektedir:
"Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir
insanın hatırına getirmediği şeyler vardır.[141] Hz.
Peygamber'in bu sözü, nerede yüce Allah'ın şu buyruları nerede: "Orada
canların çektiği, gözlerin (görmekle) zevk aldığı şeyler de vardır."
(ez-Zuhruf, 43/71); "Hiçbir nefis, kendileri için gözleri aydınlatan,
neler gizlendiğini bilmez." (es-Secde, 32/17) Bu buyruklar vezin
itibariyle daha mutedil,terkipleri daha güzel, lafızları daha tatlı, harfleri
daha azdır. Üstelik i'caz, ancak bir sûre veya uzun bir âyet miktarında muteber
kabul edilmektedir. Çünkü söz uzadıkça, o sözü kullananın kullanım alanı
genişler. Diğer taraftan özlü anlatımı seçenin de söz söyleme alanı daralır. İşte
bu şekilde arap-lara karşı susturucu delil ortaya konulmuş oldu. Çünkü onlar,
fesahat erbabı kimselerdi. Eğer Kur'ân'a benzer bir örnekle karşı çıkmak
mümkün olsaydı, bunu onların yapması beklenirdi. Tıpkı İsa (a.s)'ın gösterdiği
mucizede, tabiplere karşı delilin, Hz. Musa'nın mucizesinde de sihirbazlara
karşı delilin ortaya konulması gibi. Şanı yüce Allah, gönderdiği
peygamberlere, o peygamberin döneminde insanların en ileri bulundukları ve en
çok ün saldıkları alan ile ilgili olacak şekilde mucizeler vermiştir. Hz. Musa
döneminde sihirbazlık en ileri noktaya ulaşmıştı. Tıp da Hz. İsa zamanında
böyleydi. Mu-hammed (s.a)'ın döneminde de fesahat bu şekildeydi.
[142]
Kur'ân-ı Kerim sûreleri, sair amellerin faziletlerine
dair uydurmacıların uydurduğu, iftiracıların ortaya koyduğu yalan hadislerle,
batıl haberlere iltifat edilmez. Bu gibi hataları pek çok kimse işlemiştir. Bu
hataları işleyenlerin bunda gözettikleri maksatlar, farklı farklıdır.
Zındıklardan Kufeli Muğire b. Sa-id, zındıklığı dolayısıyla asılmış bulunan
Şamlı Muhammed b. Said ve benzeri bazı zındıklar, hadis uydurmuş ve bu
hadisleri başkalarına da nakletmiş-lerdir. Maksatları ise, insanların
kalplerine şüphe yerleştirmektir. Mesela Muhammed b. Said'in Enes b. Mâlik'ten
rivayetine göre güya Peygamber (s.a) şöyle buyurmuş: "Ben peygamberlerin
sonuncusuyum, benden sonra peygamber olmayacaktır. Allah'ın dilemesi
müstesna." Burada böyle bir istisnayı eklemesinin sebebi propagandasını
yaptığı inkar ve zındıklıktır.
Derim ki: Bunu İbn Abdi'1-Berr "et-Temhid"
adlı eserinde zikretmiş ve hakkında birşey söylememiştir. Bunun yerine
buradaki istisnayı rüyaya hamlederek yorumlamıştır.[143]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kimileri, hadisi insanları davet ettikleri bir heva
ve arzularını kabul ettirmek kasdıyla uydurmuştur. Haricilerin ilim
adamlarından birisi, tevbe ettikten sonra şunları söylemiş: Bu hadisler bir
dindir. O bakımdan dininizi kimden alıp öğrendiğinize iyi dikkat ediniz.
Bizler önceleri (ben tevbe etmeden önce) birşeyi arzu ettik mi, onu hadis diye
ileri sürüverirdik.
Bazıları -iddia ettikleri gibi- hadisi hayır umarak,
ecir bekleyerek uydurmuşlardır. Bu hadisleriyle onlar, insanları faziletli
amellere çağırıyorlardı. Nitekim Ebu İsmet Nuh b. Ebî Meryem el-Mervezi ile
Muhammed b. Ukaşe el-Kirmani, Ahmed b. Abdullah el-Cüveybarî ve başkalarından
bu maksatla hadis uydurduklarını belirttikleri rivayet edilmiştir. Ebu
İsmet'i: Sen İkrime'den, o İbn Abbas'tan Kur'ân-ı Kerim'in sûre sûre
faziletlerine dair rivayetleri ner-den aldın? diye sorulunca, şu cevabı vermiş:
İnsanların Kur'ân-ı Kerim'den yüzçevirerek Ebu Hanife'nin fıkhı ile Muhammed
İbn İshak'ın Megazisiyle uğraştıklarını görünce, hasbeten lillah (Allah'tan
ecir almak umuduyla) bu hadisleri uydurdum.
Ebu Amr Osman b. es-Salah "Ulumu'l-Hadis"
adlı eserinde şunları söylemektedir: Ubeyy b. Ka'b'dan, o Peygamber (s.a)' dan
yoluyla, sûre sûre Kur'ân'ın faziletine dair rivayet edilen uzunca hadisin
durumu da böyledir. Birisi, bu hadisin nerden çıktığını araştırdı ve nihayette
bu hadisi bir topluluk ile birlikte uydurduklarını itiraf eden kişiyi tesbit
etti. Zaten bu hadisin uydurma olduğunun etkileri açıkça hadisin kendisinden
anlaşılmaktadır. Müfessir el-Vahidî ve bunu zikreden müfessirler bu hadisi
tefsirlerine almakla hata etmişlerdir.
Hadis uyduranların bir kısmı da dilenci ve
başkalarının eline bakan kimselerdir. Bunlar çarşı pazarlarda durur,
ezberledikleri sahih birtakım senetlerle, Peygamber (s.a)'a hadis uydururlar.
Bu senetlerle uydurdukları hadisleri zikrederler. Ca'fer b. Muhammed
et-Tayalisî anlatıyor: Bir seferinde Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main, Rusafe
mescidinde namaz kıldılar. Önlerinde kıssacı birisi dikildi ve dedi ki: Bize
Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main anlatarak dediler ki: Bize Abdurrezzak haber
verdi, bize Ma'mer, Katâde'den o Enes'ten rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a)
şöyle buyurdu: Kim la ilahe illallah diyecek olursa, onun her bir kelimesinden
gagası altından, tüyleri mercandan bir kuş yaratılır... Böylece yaklaşık yirmi
sahife tutacak kadar bir kıssa anlatır. Ahmed, Yahya'ya, Yahya da Ahmed'e
bakar durur. Bu adama bunu sen mi rivayet ettin? diye birbirlerine sorarlar.
Öteki: Allah'a yemin ederim, ben bunu şu ana kadar hiç duymamıştım. Her ikisi
de kıssacı kıssasını bitirinceye kadar sustular. Daha sonra Yahya, bu
kıssacıya: Bu hadisi sana kim rivayet etti, deyince adam: Ahmed b. Hanbel ile
Yahya b. Main dedi. Yahya: İbn Main benim, Ahmed b. Hanbel de budur. Bizler
Rasûlullah (s.a)'ın hadisleri arasında böyle birşey işitmedik. Eğer mutlaka
yalan söylemek istiyor isen, bizden başkasına isnad ederek yalan uydur. Kıssacı
ona: Gerçekten sen Yahya b. Main misin? diye sorunca: Evet, der. Kıssacı şu
cevabı verir. Yahya b. Main'in ahmak olduğunu işitir dururdum. Ne derece ahmak
olduğunu da şu anda öğrendim. Benim ahmak olduğumu nasıl anladın? diye sorar.
Adam şöyle cevap verir: Sanki dünyada senden başka Yahya b. Main ile bundan
başka Ahmed b. Hanbel yok mu? Ben bu adamdan başka adı Ahmed b. Hanbel olan
onyedi kişiden hadis yazmış bulunuyorum. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel
elbisesinin kolu ile yüzünü örttü: Ve bırak adam kalkıp gitsin, dedi. Onlara
alaylı bakışlarla kalkıp gitti.
İşte bu kesimler ve onların durumlarında olanlar, Rasûlullah
(s.a)'a iftira yoluyla hadis uyduran kimselerdir.
Anlatıldığına göre Harun er-Reşid, güvercinlerle
vakit geçirmekten hoş-lanırmış. Bir gün yanında Kadi Ebu'l-Bahteri'nin de
bulunduğu sırada kendisine güvercin hediye edilir. Ebu'l-Bahteri der ki: Ebu
Hureyre, Peygamber (s.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yarış ya
deve yahut at veya kanat (lı hayvan) ile yapılır."[144]
Ebu'l-Bahteri bu rivayetinde "veya kanat" ibaresini fazladan koyar.
O bunu sırf Harun er-Reşid için uydurdu. Harun er-Reşid de ona oldukça büyük
bir mükafat verdi. Yanından çıkınca er-Reşid dedi ki: Allah'a yemin ederim,
onun yalan söylediğini biliyorum. Sonra da güvercinlerin kesilmesini emretti.
Ona: Güvercinin günahı ne, diye sorulunca şu cevabı verdi. Bu güvercinler yüzünden
Rasûlullah (s.a)'a yalan yere hadis isnad edildi. İlim adamları da bundan
dolayı ve başka sebepler dolayısıyla uydurduğu hadisleri terkettikleri hiçbir
şekilde ilim adamları ondan gelen hadisleri hadis diye yazmazlar.
Derim ki: Eğer insanlar sahih kitaplarda, müsnedlerde
ve ilim adamları arasında kabul görüp fukaha imamların rivayet ettiği tasnif
edilmiş kitaplarda sahih olan hadislerle yetinmiş olsalardı, gerçekten de
başkalarına ihtiyaçları olmaz ve Rasûlullah (s.a)'ın şu buyruğunda yer alan
tehdit edici ifadelerin kapsamına girmezlerdi: "Bildiğiniz dışında benden
hadis nakletmekten sakınınız. Kim kasten bana yalan uydurursa cehennemdeki
yerine hazırlansın."[145]
Hz. Peygamber'in yalana karşı ümmetini cehennem ile
korkutması, onun kendisine iftira ve yalan yoluyla hadis isnad edileceğini
bildiğinin delilidir. Bu din düşmanlarının uydurduğu, müslümanlar arasında
yeralan zındıkların amellere teşvik, korkutmak ve buna benzer hususlara dair
uydurdukları hadislerden sakındıkça sakınmak gerek. Bu hadis uydurmacıları
arasında en büyük zararı olanlar ise, zahidliğe müntesib olan birtakım
kimselerdir. Bunlar, kendilerinin iddia ettiklerine göre, ecir umarak hadis
uydurmuşlardır. İnsanlar ise, onlara duydukları güven sebebiyle onlara
meylederek uydurdukları hadisleri kabul ettiler. Böylelikle bu uydurmacılar,
kendileri saptıkları gibi başkalarını da saptırdılar.
[146]
Kur'ân'ı tenkid ve Hz. Osman'ın Mushaf'ına ekleme
veya eksiltme yapmak suretiyle muhalefet eden kimselerin iddialarını red eden
deliller:
Kur'ân'ın, şanı yüce Allah'ın Muhammed (s.a)
tarafından -az önce geçtiği şekilde- kendisine mucize olmak üzere getirilen,
kalplerde ezberlenip dillerde okunan, mushaflarda yazılı bulunan sûre ve
âyetleri kesin olarak bilinen, harf ve kelimelerinde fazlalık ve eksiklikten
uzak olan, ayrıca tanımını yapmaya gerek bulunmayan, sayıma ihtiyacı
bulunmayan kitap olduğu hususunda ümmet arasında da Ehl-i Sünnet imamları
arasında da hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Her kim Kur'ân'da bir fazlalık ya da
eksiklik olduğunu iddia edecek olursa, bu konuda icmaı reddetmiş, insanlara
iftirada bulunmuş, Rasûlullah (s.a)'ın üzerine indirildiğini belirttiği
Kur'ân-ı Kerim'i de yüce Allah'ın şu buyruklarını da reddetmiş olur: "De
ki: Andolsun, bu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek için insanlar ve
cinler bir araya toplansalar, biribirlerine yardımcı da olsalar yine bir
benzerini meydana getiremezler." (el-İsra, 17/88) Fazlalık ve eksiklik
iddiasında bulunan kimse aynı zamanda yüce Allah'ın Rasûlünün mucizesini de
reddetmiş olur. Çünkü Kur'ân-ı Kerim, batıl şaibesiyle karşı karşıya
bırakılacak olursa, benzeri meydan getirilebilir bir noktaya düşer. Benzeri
meydana getirilebildiği takdirde delil de olmaz, belge de olmaz, mucize
olmaktan da çıkar.
"Kur'ân-ı Kerim'de fazlalık ve eksiklik
vardır" diyen kimse, Allah'ın Kita-bı'nı ve Rasûlünün getirdiğini
reddetmiş olur ve farz olan namazlar elli vakittir, dokuz kadın ile evlenmek
helaldir, Allah, ramazan ayı ile birlikte başka birtakım günlerde de oruç
tutmayı farz kılmıştır, gibi dinde sabit olmayan birtakım iddialarda bulunan
kimseye benzer. Bu tür iddialar icma ile red olunduğuna göre, Kur'ân-ı
Kerim'in üzerindeki icma ise bunlardan da daha sağlam, daha kesin, daha bağlayıcı
ve daha susturucudur.
İmam Ebu Bekr Muhammed b. el-Kasım b. Beşşar b.
Muhammed b. el-En-bârî der ki: Fazilet ve akıl ehli olan kimseler, Kur'ân-ı
Kerim'in şerefi, yüce makamını itiraf eder ve bu konuda hakkın, insaf ve
diyanetin gereğini kabul ederler. Kur'ân'a dair batılcıların iddialarını,
inkarcıların gerçekleri sulandırmalarını, sapıkların tahriflerini günümüze
kadar red edegelmiş bulunuyorlar. Bu hâl, yüce Allah'ın desteklediği, esasını
sağlamlaştırdığı, dallarını geliştirip durduğu, sapık ve zalimlerin
kusurlarına karşı koruyup düşmanların ve kafirlerin hile ve tuzaklarına karşı
muhafaza ettiği şeriatini çürütmeye çalışarak, ümmete hücum eden ve böylelikle
dinden sapan bir sapığın günümüzde ortaya çıkmasına kadar böylece devam edip
geldi.
Bu sapık kişi, Rasûlullah (s.a)'ın ashabının da uygun
gördüğü şekilde Hz. Osman'ın bir araya getirdiği mushafın Kur'ân-ı Kerim'in
tümünü kapsamadığını iddia etmektedir. Onun iddiasına göre, Kur'ân-ı Kerim'den
beşyüz harf (kelime) kaybolmuştur. Kaybolduğunu ileri sürdüklerinin bir kısmını
daha önce gösterdim. Geri kalanlarını da birazdan göstereceğim. Bunlardan
birisi: Asra ve zamanın musibetlerine andolsun" şeklindedir.
Müslümanların büyük bir topluluğu -ona göre- Kur'ân-ı Kerim'den "zamanın
musibetleri"ne ifadesini kaybetmiş bulunmaktadırlar. Bunlardan bir tanesi
de şu âyet-i kerime ile ilgili fazlalık iddiasıdır: "Nihayet yer süsünü takınıp
süslendiği, sahipleri de ona herhalde güç yetirebileceklerini sandıkları
sırada geceleyin veya gündüzün ona emrimiz geliverir. Sanki dün de yerinde
yokmuş gibi onu biçilmiş bir hale getiriveririz." (Yunus, 10/24) Bu iftiracı
kişi, bütün müslümanların Kur'ân-ı Kerim'den şu ifadeleri kaybetmiş olduklarını
ileri sürmektedir: Allah orayı, ancak ora halkının günahları sebebiyle helak
eder." Ve bu kişi, kaybolduğunu ileri sürdüğü daha birçok kelimelerden de
sözeder.
Bu kişi Hz. Osman'ın ve ashab-ı kiramın, Kur'ân-ı
Kerim'den olmayan şeyleri de fazladan eklediklerini iddia eder. Kıldığı farz
bir namazında çevresinde bulunan insanların da işiteceği şekilde De ki o"
ibaresini okumayarak, doğrudan; Allah birdir ve sameddir" şeklinde okudu
ve "Bir ve tektir" kelimesini değiştirdi, doğrusunun bu olduğunu
ileri sürdü. İnsanların okudukları şeklin batıl ve imkansız olduğunu iddia
etti. Farz namazında Kafirun sûresinin baş tarafını: İnkâr edenlere de ki:
Sizin taptıklarınıza ben tapmam" şeklinde okuyarak müslümanlann okuyuşunu
tenkid etti. Elimizde bulunan Mushafın birtakım harflerinin değiştirilmiş
olduğunu, bozulmuş olduğunu iddia etmektedir. Bunlardan birisi, onun iddiasına
göre şu âyet-i kerimedir: "Eğer sen onları azablandırırsan, şüphe yok ki
onlar senin kullarındır, ve eğer mağfiret edersen şüphe yok ki sen aziz ve
hakim olansın." (el-Maide, 5/118) Bu kişi burada zikredilen hikmet ve
izzetin mağfirete uygun düşmediğini doğrusunun ise: Ve eğer mağfiret edersen
şüphe yok ki sen gafur ve rahim olansın" şeklinde olduğunu ileri sürer.
Bu ve benzeri sapıkça iddiaları, nihayette müslümanların harfleri değiştirerek
kelimelerin şeklini de değiştirdiklerini (tashif yaptıklarını) iddia etmek
noktasına varmıştır. Mesela, yüce Allah'ın: Allah katında makbul idi."
(el-Ahzab, 33/69) ifadesinin kendisince doğru ve değiştirilmemiş şeklinin O Allah'ın makbul bir kulu idi" şeklinde
olduğunu ileri sürmektedir.
Hatta onu dinleyen ve tanıklık eden bir topluluğun
bize haber verdiğine göre, farz namazda şöyle okumuştur:: Onu okurken dilini
kıpırdatma, Çünkü onu toplamak ve onu okumak Bize düşer. Biz onu okuduğumuzda
sen de onun okumasına uy. Sonra ona dair haberi vermek bize aittir."[147]
Başkalarının, onu işiten başka kimselerden bize
anlattığına göre (Al-i İm-ran, 3/123- âyetini) şu şekilde okuduğunu
işitmişlerdir: Andolsun ki Allah, siz zelil iken size Ali'nin kılıcı ile yardım
etmiştir, zafer vermiştir."[148]
Yine bu kimselerin bize ondan naklettiklerine göre o:
"Bu benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur" şeklinde okumuştur.
Bize bildirdiklerine göre o, Kur'ân-ı Kerim'deki bir âyet-i kerimeye Rasûlullah
(s.a)'ın fesahatıyla bağdaşmayan ve yüce Allah'ın haklarında: "Biz, gönderdiğimiz
her peygamberi ancak kendi kavminin diliyle gönderdik." (İbrahim, 14/4)
diye buyurduğu kavminin dilinde kullanılmayan ilaveler yaptığını bildirmişlerdir.
O: İnsanlara demedin mi?" ifadesini yüce Allah'ın: İnsanlara......diye
sen mi söyledin." (el-Maide, 5/116) yerine getirmiştir. Halbuki i'rab ile
(arap dili cümle yapısı ile ilgili gramer kaideleriyle) uğraşanların bildiği
bir ifade şekli değildir bu. Aynı zamanda nahivcilerin konu ile ilgili
ekollerinden herhangi birisine göre de yorumlanamaz. Çünkü araplar hiçbir
şekilde demezler. tabirini ise, kullanmaları hem istisnaidir, hem çirkin ve
bayağı bir ifadedir. Çünkü bu olumsuzluk edatı mazi (di-li geçmiş) fiili
olumsuz yapmaz. Böyle bir-şey ancak arapların: Allah onlar gibisini yaratmadı
mı?" şeklindeki ifadelerinde bulunabilir ki, bu da istisnai bir söyleyiş
tarzıdır. Allah'ın Kitabı ise böyle bir söyleyiş tarzına göre açıklanamaz.
Bu kişi, Hz. Osman'ın Kur'ân-ı Kerim'i toplama işini
Zeyd b. Sabit'e vermekle isabet etmediğini de iddia etmiştir. Çünkü Abdullah
b. Mes'ud ve Ubeyy b. Ka'b, bu konuda ona göre Zeyd'den daha önce
gelmeliydiler. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin en iyi
Kur'ân okuyanı Ubeyy b. Ka'bdır." Yine Hz. Peygamber Abdullah b. Mes'ud
hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kur'ân-ı Kerim'i indirildiği şekliyle
taptaze okumaktan hoşlanan bir kimse Umm Abd'ın oğlunun (Abdullah b.
Mes'ud'un) okuyuşu ile okusun."[149]
Bu kişi der ki: Ebu Amr b. el-Ala, Hz. Osman'ın
mushafına muhalefet ettiği gibi, ben de muhalefet edebilirim. Ebu Amr b.
el-Ala şeklinde okumuştur. Halbuki bunlar mushafta (sırasıyla, şu şekildedir:
-elifli olarak- "muhakkak bu ikisi....."(Ta-lıa, 20/63);
"Sadaka vereyim ve.....
olayım" -vav'sız olarak- (el-Münafikun, 63/10);
Kullarımı müjdele" (ez-Zümer, 39-17); Allah'ın bana verdiği"
(en-Neml, 27-36) -son her iki yerde de "ya' harfi olmaksızın-
okumuşlardır. Diğer taraftan İbn Kesir, Hamza ve Kisai de Osman'ın mushafına
muhalefet ederek: "îş-te böyle Müminleri kurtarmak, üzerimize bir
haktır." (Yunus, 10/103) anlamındaki buyruğu ( j£*yJ\ *£ ÇU U»- IîiijS )
şeklinde iki nun ile okumuşlardır. Onlardan kimisi ikinci nun'u fethah olarak,
kimisi de cezmli olarak okurlar. Halbuki mushaftaki yazılışı ile bu kelime (yani kelimesi) şeklinde tek bir nun ile
yazılıdır. Diğer taraftan Hamza da mushaftan farklı olarak: Bana mal ile mi
yardıma geliyorsunuz?" (en-Neml, 27/37) buyruğunu tek bir nun ile okuyup
(ilave ettiği) ya harfi üzerinde vakfe yapmıştır. Halbuki mushafta iki nun
iledir ve ikisinden sonra da bir ya gelmemektedir. Hamza mushafa muhalefet
ederek): Haberiniz olsun ki Semud rablerini inkar ettiler." (Hud, 11/68.)
buyruğun-daki kelimesindeki elifi tenvinsiz olarak okumuştur. Halbuki elifin
tesbit edilmesi tenvinli okunmasını gerektirir.
Ancak bu kişinin, kıraat imamlarının muhalefet
ettiklerini ileri sürdüğü bütün bu iddiaları, bunların mushafa muhalefet
ettiklerini ortaya koymaz.
Derim ki: Daha önce mushaflar hakkında ihtilaf edilen
harf sayılarına işaret etmiş bulunuyoruz. Bu kitabın ilgili yerlerinde de
-inşaallah- gerekli açıklamalar yapılacaktır.
Ebu Bekr der ki: Bu kişi, yüce Allah'ın (Yunus,
10/24. âyetindeki) buyruğunu şu şekilde okuyanın Ubeyy b. Ka'b olduğunu ileri
sürmektedir: Sanki dün de yerinde yokmuş gibi. Allah onu ancak halkının
günahları sebebiyle helak eder." Ancak bu iddiası batıldır. Çünkü
Abdullah b. Kesir, Kur'ân'ı Mücâhid'den, Mü-câhid İbn Abbas'tan, İbn Abbas da
Ubey b. Ka'b'dan kıraat yoluyla öğrenmiştir. Ve onlar bu âyet-i kerimeyi şu
şekilde okumuşlardır: Sanki dün de yerinde yokmuş gibi onu biçilmiş bir hale
getirmişizdir. İşte Biz düşünen bir topluluk için âyetleri böylece
açıklarız." (Yunus, 10/24) Bir rivayette de Ubey b. Ka'b, Kur'ân-ı Kerim'i
Rasûlullah (s.a)'ın huzurunda okumuştur ve okumayı ondan almıştır. Bu isnad
Rasûlullah (s.a)'a kadar uzanan muttasıl bir sened olup, bunu adalet ve zabt
sahibi kişiler nakletmiştir. Rasûlullah (s.a)'dan herhangi bir husus bize sahih
bir senedle gelecek olur ise, ona muhalefet eden bir hadis alınıp kabul
edilmez.
Yahya b. el-Mubarek el-Yezidi der ki: Ben Ebu Amr b.
el-Ala'dan Kur'ân-ı Kerim'i öğrendim. Ebu Amr Mücâhid'den, Mücâhid İbn
Abbas'tan, İbn Abbas, Ubey b. Ka'b'dan, Ubey b. Ka'b da Peygamber (s.a)' dan
Kur'ân-ı Kerim'i öğrendi. Bu şekildeki birbirimizden okumayı öğrenmemiz de
sözü geçen âyet-i kerimede: "Allah orayı ancak ora halkının günahları
sebebiyle helak eder" ibaresi yoktur. Bu fazlalığı yüce Allah'ın
peygamberine indirdiğini inkar eden bir kimse kafir de olmaz, günahkar da
olmaz.
Bana Ubeyy anlattı, bize Nasr b. Davud es-Sağanî
bildirdi, bize Ebu Ubeyd bildirip dedi ki: Üzerinde icmaın gerçekleştiği
mushafa muhalif olarak rivayet edilen herkes tarafından değil de özel birtakım
kimselerin sened-lerini bilip Ubey'den naklettikleri ve: "Allah orayı
ancak ora halkının günahları dolayısıyla helak etti" fazlalığı, İbn
Abbas'tan da (el-Bakara, 2/198. âyetinin bir bölümünü): "Hac mevsiminde
(ticaretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur" şeklinde
okuması ve Hz. Ömer'in (Fatiha, 1/7. âyetini şeklinde okuması ve buna benzer
özel olarak rivayet senetleri bilinen birçok kıraat şeklini ilim adamları, bu
şekilde okuyarak namaz kılmak helal olur kasdıyla veya bunlarla Hz. Osman
tarafından teksiri yapılan mushafa karşı çıkmak kasdıyla nakil etmezler. Çünkü
herhangi bir kimse, bu kıraatlerin Kur'ân'dan olmadığını söyleyecek olursa,
kafir olmaz. As-hab-ı kiramın kendisine muvafakati ile Hz. Osman'ın topladığı
Kur'ân-ı Ke-rim'in bir kısmı inkâr edilecek olursa, bu inkar edenin hükmü
mürtedin hükmünün aynısıdır. Tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse mesele yok,
aksi takdirde boynu vurulur.
Ebu Ubeyd ayrıca der ki: Hz. Osman'ın Kur'ân-ı
Kerim'i toplaması her zaman için onun büyük ve şerefli menkıbelerinden birisi
olarak kalmaya devam edecektir. Bazı sapık kimseler, bu işi yaptığı için onu
tenkide kalkışmışlar fakat, hataları olduğu gibi ortaya çıkmış ve iddialarının
çirkinliği açık seçik bir şekilde görülmüştür.
Ebu Ubeyd der ki: Bana Yezid b. Zurey'den
anlatıldığına göre Yezid, İm-ran b. Cerir'den, o Ebu Miclez'in şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Bazı kimseler, ahmaklıkları sebebiyle Hz. Osman'ı tenkide
kalkıştılar, ardından da kıraati neshedilmiş olan buyrukları okumaya
koyuldular.
Ebu Ubeyd der ki: Ebu Miclez bununla Hz. Osman'ın
mushafa kaydettiğini bilgiye dayanarak kaydettiği gibi, etmediğini de bilgiye
dayanarak etmediği kanaatini açıklamaktadır.
Ebu Bekr der ki, yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki o
Zikri, Biz indirdik. Onu koruyacaklar da elbette Bizleriz." (el-Hicr, 15/9)
buyruğunda bu tür iddiada bulunan o kimsenin kafir olduğunun delili vardır.
Çünkü yüce Allah, Kur'ân-ı Ke-rim'i değişikliklere ve değiştirmelere karşı
muhafaza etmiştir. Fazlalıktan ve eksiklikten korumuştur. Bir kimse Tebbet
sûresini:
"Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Zaten kurudu.
Malı da kazandığı da kendisine fayda vermedi. O da onun kadıncağızı da odun
taşıyıcısı olarak alevli bir ateşe girecekler. Karısının boynunda liften
bükülmüş bir ip olduğu halde." şeklinde okusa, aziz ve celil olan Allah'a,
iftira etmiş ve O'nun söylemediğini söyledi diye iddia etmiş, kitabını tahrif
etmiş olur. Yüce Allah'ın koruma altına aldığı ve başka şeylerin karışmasını
engellediği bu kitabı başka şeylerle karıştırmaya kalkışmış olur. Bu kişinin,
yaptığı bu iş ile inkarcılara yolu hazırlamak amacı vardır. Böylelikle Kur'ân-ı
Kerim'e İslâm'ın kulplarını tek tek çözebileceklerini sandıkları şeyleri
soksunlar ve bu tür batılları nis-bet ettikleri o zatlara da bu işleri nisbet
etsinler. Onlar bu iddiaları ile kendisi vasıtasıyla İslâm'ın korunduğu icmaı
iptal etmeye, çürütmeye kalkışırlar. Halbuki icmaın sübutu ile namazlar
kılınır, zekatlar verilir, ibadet edilecek şekil ve yerler tesbit edilir. Yüce
Allah'ın: "Elif, Lam, Ra. Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış bir kitaptır."
(Hud, 11/1) buyruğunda böyle bir kimsenin bid'at sahibi olduğuna ve İslâm'dan
çıkıp küfre girdiğine delalet vardır. Çünkü "âyetleri
sağlamlaştırılmış" demek, insanların bu âyetlere birşeyler eklemeleri
yahut eksiltmeleri veya ona benzer âyetler getirmeleri engellenmiştir, anlamındadır.
Halbuki biz sözünü ettiğimiz bu kişinin, bu âyetlere başka şeyler eklediğini
görüyoruz. O (el-Ahzab, 33/25) buyruğunu: "Ali ile" kelimesini ekleyerek): Allah, Ali sayesinde müminlere savaş
hususunda kafi gelmiştir. Allah güçlüdür, azizdir. " Böyle bir fazlalık
ile Kur'ân-ı Kerim'de olmayan birşeyi koymuş ve Hz. Ali'yi öyle bir yerde
eklemiş ki, eğer orada adını geçirdiğini işitmiş olsaydı, mutlaka buna şer'i
cezayı uygular ve öldürülmesi hükmünü verirdi. Diğer taraftan o, yüce Allah'ın
kelamından (İhlas sûresinin baş tarafından: "De ki: O" buyruklarını
düşürmüş, ayrıca ( Jb-i ) kelimesini de'değiştirerek bu sûrenin baş tarafına:
şeklinde okumuştur. Onun Kur'ân-ı Kerim'de olan birşeyi kaldırması, o
kaldırdığı şeyi reddetmektir ve bir küfürdür. Kur'ân-ı Kerim'in bir tek harfini
inkar eden bir kimse, onun tümünü inkar etmiş ve bu âyet-i kerimenin anlamını
da yok etmiş olur. Çünkü tefsir alimleri şöyle demiştir: Bu âyet (yani İhlas
sûresinin baş tarafı) şirk ehline cevap olarak inmiştir. Onlar, Rasûlullah
(s.a)'a gelip: Bize Rabbini tanıt. O altından mıdır, bakırdan mıdır, tunçtan
mıdır? demeleri üzerine yüce Allah onlara cevap olmak üzere: De ki: O,
Allah'tır, birdir ve tektir" buyruğunu indirdi. Buradaki: " O"
buyruğunda onların sorularına karşı cevabın ne olduğuna delalet vardır. Bunu
ortadan kaldırdığınız takdirde âyetin anlamı ortadan kalkar. Ve yüce Allah'a
iftirada bulunulduğu açıkça anlaşılır. Rasulullah (s.a.Tın yalanlandığı ortaya çıkar.
Böyle bir kimseye ve onun izlediği yolu
destekleyenlere şöyle denilir. Bizim okumakta olduğumuz ve bizim de bizden
önceki geçmişlerimizin de başkasını bilemediğimiz Kur'ân-ı Kerim, başından
sonuna kadar Kur'ân'ın hepsini kapsamakta mıdır? Onun lafızları ve manaları
her türlü tutarsızlıktan ve bozukluktan uzak kalmış mıdır? Yoksa bu, Kur'ân-ı
Kerim'in bir kısmı hakkında sözkonusu olmakla birlikte diğer bir kısmı bizim
dinimize mensup ve bizden önce geçenler tarafından bilinmediği gibi, bizim
tarafımızdan da bilinmemekte midir? Eğer bunlar elimizde bulunan Kur'ân-ı
Kerim'in Kur'ân'ın tümünü kapsamakta ve ondan bir kayıp olmadığını kabul
etmekte, lafız ve manalarının doğruluğunu tasdik edip her türlü tutarsızlık ve
yanlışlıktan uzak olduğuna inanmakta iseler, o takdirde (el-Hakka, 69/35-36)
buyruklarını şu şekilde fazlalık ekleyerek Artık bugün burada onun için yakın
hiçbir dost yoktur. Ğıslinden başka bir içeceği de yoktur. Bu Ğıslin cahimin
alt taraflarından akan bir pınardandır." şeklinde okuduklarında
kendilerinin kafir olduklarına da hüküm vermiş olurlar:
Bundan daha açık Kur'ân-ı Kerim'e bir ilave olabilir
mi ve bu Kur'ân-ı Ke-rim'e nasıl karıştırılabilir ki? Yüce Allah, Kur'ân-ı
Kerim'i böyle bir değişikliğe karşı korumuştur. Her türlü iftiracı ve
batılcının Kur'ân âyetlerine benzeri şeyler eklemesine de imkan vermemiştir.
Yapılan bu ziyadeler üzerinde düşünülüp anlamlan tetkik edildiği takdirde,
tutarsız oldukları, doğru olmadıkları ortaya çıkar. Bunların yüce yaratıcının
buyruğuna benzemediği, O'nun sözlerine karıştırılamadığı ve manasına uymadığı
anlaşılır. Çünkü bundan sonra Kur'ân-ı Kerim'de gelen âyet-i kerime: "Ki
onu ancak hata işleyenler yer" (el-Hakka, 69/37) şeklindedir. Peki
içilecek olan birşey nasıl yenilir? Çünkü bu kişinin bu âyetden önce getirdiği
ziyadelikleriyle okuduğu şekil şöyledir: Artık bugün burada onun için hiçbir yakın
dost yoktur. Ğıslinden başka hiçbir içeceği de yoktur. Bu Ğıslin cahimin
altlarından akan bir pınardandır ki onu ancak hata işleyenler yer."
Bu ifadeler çelişkilidir. Biri ötekini çürütmektedir.
Çünkü içecek birşey, yenilmez ve araplar: Suyu yedim, demezler. Bunun yerine
onlar: Suyu içtim, tadına baktım ve tattım derler. Yüce Allah'ın inzal
buyurduğu şekilde ise, bir harfine dahi muhalefet edenin kafir olmasına sebep teşkil
edecek derecede doğru ve sağlıklıdır. Çünkü orada: "Ğıslinden başka hiçbir
yiyeceği de yoktur." (el-Hakka, 69,36) diye buyurulmaktadır. Gıslini
ancak hata işleyenler. yer veya bu yiyeceği ancak hata işleyenler yer. Gıslin
ise cehennemliklerin karınlarından çıkan yağlar ve onunla birlikte çıkan irin
ve başka şeylerdir. Bu. büyük belalar ve kıtlık zamanlarında yenen bir
yiyecektir. İçecek olan bir-şeyin yenmesi ise imkansızdır. O bakımdan bu batıl
iddiacı kişi, eğer fazladan eklediği: "O cahimin alt taraflarından akan
bir pınardandır" ifadesinden sonra "onu ancak hata işleyenler
yer" ifadesi yoktur, deyip bu âyet-i kerimeyi Kur'ân-ı Kerim'den değildir
diye reddetmiş olsaydı, o vakit, eklediği bu fazlalığın mana bakımından
tutarsızlığı pek görülmezdi. Ancak, Kur'ân-ı Kerim'in bir âyetini inkar ettiği
için de kafir olurdu. Bu kişinin sözlerini reddetmek ve gülünç olduğunu anlamak
için bu kadar açıklama yeterlidir.
Ashab-ı kiram ile tabiinden şu şu şekilde
okuduklarına dair gelen nakiller ise, sadece açıklama ve tefsir türündendir.
Yoksa, bunlar da okunan Kur'ân-ı Kerim'in bir parçası anlamında değildir. Lafzı
ve hükmü ile nesho-lunan yahut hükmü kalmakla birlikte yalnız lafzı nesholunan
ifadeler de aynı şekilde Kur'an'dan değildir. Nitekim ileride yüce Allah'ın:
"Biz .... hiçbir âyeti neshetmez veya unutturmayız" (el-Bakara,
2/106) buyruğunu açıklarken bunları (inşaallah) göreceğiz.
[150]
Bu konuya dair açıklamalar, on iki başlık halinde
sunulacaktır:
[151]
Yüce Allah, her Kur'ân okuyuşun başında istiaze
çekmeyi emir buyurmaktadır: "Kur'ân'ı okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan
Allah'a sığın." (en-Nahl, 16/98) Yani Kur'ân okumak istediğin zaman...
Burada di'li geçmiş (mazi fiili) gelecek hakkında kullanmıştır. Şairin şu beyitinde
olduğu gibi:
"Ben size geliyorum, geçmişte kalan sevgimi
anmak için
Ve yarın olanı (olacağı) yeniden başlatmak
için."
Burada, yarın meydana gelecek olanı kastetmektedir.
Yüce Allah'ın istiazeyi emreden buyruğunda bir takdim
ve tehir olduğu da söylenmiştir. Mana itibariyle birbirine yakın olan her iki
fiilden dilediğini önce söylemek mümkündür. Yüce Allah'ın şu buyruklarında
olduğu gibi: "Sonra yaklaştı ve sarktı." (en-Necm, 53/8). Anlamı ise
sarktı, sonra yaklaştı şeklindedir. Yüce Allah'ın: "Kıyamet yaklaştı ve
ay yarıldı" (el-Kamer, 54/1) buyruğu da bunun gibidir. Bu türden buyruklar
da çoktur.
[152]
Cumhurun görüşüne göre, namazın dışında kalanbütün
Kur'ân okumalarında bu emir, mendupluk ifade eder. Namazdaki bu emrin mahiyeti
hakkında ise farklı görüşler ileri sürülmüştür. en-Nakkaş'ın Ata'dan
naklettiğine göre, istiaze vaciptir. İbn Şirin ve en-Nehai ile bir grup ilim
adamı namazda her bir rek'atta istiazede bulunurlardı. Ve yüce Allah'ın
buradaki istiaze emrini umum (her Kur'ân okumayı kapsayan) bir emir olarak
kabul edip uyguluyorlardı. Ebu Hanife ve Şafiî, namazın ilk rek'atında istiaze
çekmeyi kabul ederler. Onların görüşlerine göre, namazdaki bütün kıraat tek
bir kıraat hükmündedir. İmam Mâlik ise, farz namazda istiazede bulunmayı
öngörmemekle birlikte, Ramazan kıyamında (yani teravih namazında) istiaze
çekmeyi öngörmektedir.[153]
İstiazenin Kur'ân-ı Kerim'den veya onun bir âyeti
olmadığı üzerinde ilim adamları icma etmişlerdir. İstiaze ise, Kur'ân-ı Kerim
okuyacak olanın: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım" demesinden
ibarettir. İstiazede ilim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği söz dizisi
budur. Çünkü yüce Allah'ın Kitabı'nda-ki lafız da budur. İbn Mes'ud'un da şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Ben: Kovulmuş olan şeytandan herşeyi işiten,
herşeyi bilen Allah'a sağınırım" dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a) bana
şöyle dedi: "Ey Umm Abd'ın oğlu: Kovulmuş olan şeytandan Allah'a
sığınırım (de). "Cebrail Levh-i Mahfuzdan, or-dan Kalemin yazdığından bana
böyle okumayı öğretti."
[154]
Ebu Davud ve İbn Mâce Sünen'lerinde, Cübeyr b.
Mut'im'den rivayetlerine göre o, Rasulullah (s.a)'ı bir vakit namazını kılarken
görmüş, Amr: Şu anda onun hangi namaz olduğunu bilemiyorum, dedi. Hz.
Peygamber: -üç defa- : "Allahu
Ekber Kebira, Allah Ekber Kebira" dedi. Daha sonra yine üç defa
"Elhamdülillahi kesira, elhamdülillahi kesira" dedi, sonra da yine
üç defa "Subhanellehi bükraten ve esıla" dedi, sonra yine üç defa:,
nefsi şiir, neflıi kibir demektir.[155] İbn
Mâce de der ki: Mu'te (hemzi) delilik, nefs kişinin ağzından tükürüp
saçmaksızın üflemesi, kibir de şaşkınlık demektir.[156]
Ebu Davud da Ebu Said
el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sûlullah (s.a) geceleyin kalktığında
tekbir getirir, sonra da şöyle buyururdu
"Allah'ım, Seni hamdin ile tenzih ederim. Senin
ismin ne mübarektir, şanın ne yücedir. Senden başka ilah yoktur." Daha
sonra "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" buyruğunu üç defa
tekrarladıktan sonra yine üç defa "Allah mutlak olarak en büyüktür"
der ve yine üç defa: "Kovulmuş şeytandan, onun hemzinden, nefhinden ve
nefsinden herşeyi işiten, herşeyi bilen Allah'a sığınırım" der sonra da
okumaya başlardı.[157]
Süleyman b. Salim'in, İbn el-Kasım (Allah'ın rahmeti
üzerine olsun)den rivayetine göre istiaze: Şu şekildedir:
"Kovulmuş şeytandan azim olan Allah'a sığınırım.
Şüphesiz Allah, herşeyi işitendir, herşeyi bilendir. Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla."
İbn Atiyye der ki: Fakat Kur'ân okuyucuları, bu konuda
yüce Allah'ın sıfatlarında olsun, diğer bölümlerinde olsun, başka değişik
kelimeler kullandılar. Mesela, onlardan birisi şöyle der: Hilekar olan
şeytandan mecid olan Allah'a sığınırım ve buna benzer değişiklikler yaptılar ki
ben bunların hiç birisi hakkında ne güzel bid'attir demediğim gibi, caiz
değildir de demem.
[158]
el-Mehdevî der ki: Kurra, Hamza dışında Fatiha
sûresinin ilk okunuşunda açıktan istiaze çekilmesi gereği üzerinde icma etmişlerdir.
Ancak Hamza, bunu açıktan değil içten okur. es-Suddi'nin, Medine halkından
rivayetine göre, onlar kıraate besmele ile başlarlarmış. Ebu'l-Leys
es-Semerkandî de bazı müfessirlerden istiaze çekmenin farz olduğunu
nakletmektedir. Kur'ân okuyucusu, istiaze çekmediğini Kur'ân okurken hatırlayacak
olursa okuyuşunu keser istiaze çeker ve baştan başlar. Bazısı da şöyle
demektedir: İstiaze çeker, sonra da durduğu yerden okumaya devam eder. Birinci
görüş Hicaz ve Iraklıların güvenilir ilim adamları tarafından kabul
edilmiştir. İkincisi ise, Şam ve Mısırlıların ileri gelen ilim adamları tarafından
kabul edilmektedir.
[159]
ez-Zehravî, şunu
nakletmektedir: Bu âyet-i kerime, namaz hakkındaki okuyuş ile ilgili nazil
olmuştur. Namaz dışında ise istiaze çekmemiz teşvik edilmiştir (mendup), farz
değildir. Başkası da şöyle demektedir: Yalnızca Peygamber (s.a)'e farz idi,
sonra biz de ona uyduk.
[160]
Ebu Hureyre'den istiazenin Kur'ân okumadan sonra
yapılacağına dair rivayet vardır. Davud (ez-Zahiri) de bu görüştedir. Ebu Bekr
İbnü'l-Arabi der ki: "Bazı kimseler, bu konuda doğruyu isabet ettirmekten
o kadar uzak düşmüşlerdir ki Kur'ân okuyan kişi okumasını bitirdiği vakit
koğulmuş olan şeytandan Allah'a sığınarak istiazede bulunur demişlerdir."
Ebu Said el-Hudrî Peygamber (s.a)'ın namazda Kur'ân
okumaktan önce istiaze çektiğini rivayet etmektedir.[161] Bu
ise, bu konuda bir nasstır.
Eğer: Kıraat esnasında, koğulmuş şeytandan Allah'a
sığınmanın faydası nedir, diye sorulacak olursa, cevabımız şu olur: Bunun
faydası emre itaat etmek ve onu yerine getirmektir. Şer'i emir ve hükümlerin,
ister emir olsun, ister uzak kalınması istenen bir nehiy olsun, onları yerine
getirmek suretiyle onların hakkını ifa etmekten başka bir faydalan yoktur.
Bunun faydası, kıraat esnsında şeytanın vesvesesinden
Allah'a sığınmak ve emrini yerine getirmek olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce
Allah, şöyle buyurmaktadır: "Senden önce ne kadar bir resul ve bir
peygamber gönderdi isek, mutlaka o birşey söylemek istediği zaman şeytan onun
sözüne bir-şeyler katmak istemiştir." (el-Hacc, 22/52) İbnu'l-Arabi der
ki: "Bizim bu konuda duyduğumuz en garib görüşlerden birisi de İmam
Mâlik'in "el-Mec-mua"da yer alan ve yüce Allah'ın: "Kur'ân'ı
okuduğun zaman, o koğulmuş şeytandan Allah'a sığın" (en-Nahl, 16/98)
buyruğu ile ilgili olarak ileri sürdüğü şu görüşüdür: Bu Allah'a sığınma
namazda Kur'ân okuyan kimse için Fatihayı okuduktan sonra olur. Ancak bu görüşe
dair herhangi bir rivayet varid olmamıştır. Ve rivayetlerin tedkiki esnasında
da bu görüşü destekleyen bir şey bulunmaz. Şayet bazı kimselerin ileri
sürdükleri gibi bu, istiaze Kur'ân okumaktan sonradır anlamında ise, bu iddia,
namazda Fatihayı okumayı tahsis etmek demek olur ki, oldukça aşırıya kaçan bir
iddia olur. Bu, İmam Mâlik'in kabul ettiği usule ve anlayışına uygun
görünmüyor. Şanı yüce Allah da bu rivayetin içyüzünü en iyi bilendir.
[162]
Müslim Süleyman b.Surad'ın şöyle dediğini rivayet
etmektedir: İki kişi Peygamber (s.a)'ın huzurunda biribirlerine sövdüler.
Onlardan birisi, kızmaya, yüzü kızarmaya, damarları şişmeye başladı. Peygamber
(s.a) ona bakıp şöyle buyurdu: "Ben bir söz biliyorum ki onu söyleyecek
olursa bu hali sona erer. (Bu söz): Euzu billahi mineşşeytanirracim (kovulmuş
olan şeytandan Allah'a sığınırım) sözüdür." Peygamber (s.a)'ın bu sözünü
işitenlerden birisi, kalkıp şöyle dedi: Az önce Resulullah (s.a)'ın ne
buyurduğunu biliyor musun? O şöyle buyurdu: Ben bir söz biliyorum ki onu
söyleyecek olursa, bu hali geçer gider. Bu: Kovulmuş olan şeytandan Allah'a
sığınırım, sözüdür. Kızan adam bu sözü söyleyene şu cevabı verdi. Sen beni deli
bir kimse mi görüyorsun? Bu hadisi Buharı de rivayet etmiştir.[163]
Yine Müslim'in rivayetine göre, Sakifli Osman b.
Ebi'l-As, Peygamber (s.a)'ın huzuruna varıp şöyle demiş: Ey Allah'ım şeytan
benimle namazım arasına, Kur'ân okumama engel oluyor ve beni şaşırtıyor.
Rasulullah (s.a) ona şöyle dedi: "Bu kendisine (kokuşmuş et parçası
anlamına gelen) hinzeb denilen bir şeytandır. Onun geldiğini hissettiğin
taktirde ondan Allah'a sığın ve üç defa sol tarafına tükürür gibi yap. Osman b.
Ebi'l-As der ki: Ben Hz. Pey-gamber'in dediğini yaptım. Yüce Allah da benim bu
halimi giderdi.[164]
Ebu Davud'un rivayetine göre İbn Ömer şöyle demiş:
Rasulullah (s.a) yolculuğu esnasında gece oldu mu şöyle buyururdu:
Ey arz, benim de Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır.
Senin şerrinden, sende yaratılmış olanın şerrinden, senin üzerinde hareket
eden arslanın şerrinden, yılanın, akrebin şerrinden, bu beldenin sakinlerinin
şerrinden, doğuranın ve onun doğurduğunun şerrinden Sana sığınırım."[165]
Havle b. Hakim de şunları söylemektedir: Ben
Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim bir yere konaklar,
daha sonra da: Ben, bütün yarattıklarının kötülüklerinden Allah'ın eksiksiz
kelimelerine sığınırım" diyecek olursa oradan ayrılıncaya kadar hiçbir
şey ona zarar vermez." Bu hadisi Muvatta, Müslim ve Tirmizî rivayet etmiş
olup, Tirmizî: Hasen, sahih garib bir hadistir, demiştir.[166]
Peygamber efendimizden gelen haberlerde şerrinden
Allah'a sığınılan şeyler pek çoktur. Allah'tan yardımcı olmasını dileriz.
[167]
Himayeye girmek, onun sayesinde hoşlanılmayan şeyden
kendisini korumak anlamında birşeyin yanında yer almak demektir. Bu manada:
"Filana sığındım" denilirken, filanın himayesine girdim, demek olur.
O benim sığınağımdır. Benim himaye edenimdir, anlamında da denilir ifadeleri
ise; başkasını onun himayesine verdim, manasına gelir. ifadesi de; senden
Allah'a sığınırım demektir. Nitekim recez vezninde şair şöyle demiştir:
"Kenara çekilip korkuyi» dedi ki:
Sizden Rabbime sığınırım ve şerrinizi bertaraf
etmesini dilerim"
hepsi aynı anlama (sığınmak) gelir. kelimesinin aslı
ise, şeklinde olup, "vav"harfi üzerinde damme ağır geldiğinden dolayı
vav'ın harekesi "ayn" harfine aktarılarak "eûzu" şeklini almıştır.
"eş-Şeyatin" kelimesinin tekilidir. Bu
kelimede yer alan "nun" harfi, hayırdan uzak anlamına gelen
kelimesinden türediğin-den dolayı kelimenin aslî harflerindendir. Evinin uzak
kalması anlamına da ) kelimesi
kullanılır. Şair der ki:
"Suad'ı alıp senden alabildiğine uzaklaştı
Ve ayrıldı senden kalbim de ona karşılık rehindir.
"
Dibi oldukça derin kuyu anlamına da denilir. kelimesi
de ip anlamındadır. Bu adın ona veriliş sebebi her iki tarafının birbirinden
uzaklığı ve uzayıp gitmesi dolayısı iledir. Bedevi bir arap da yürümeyen bir
atı: Sanki upuzun iplere bağlı bir şeytan gibidir" diye nitelemiştir.
Şeytana bu adın veriliş sebebi, haktan uzaklığı ve
isyankarlığıdır. Çünkü ister cinlerden ister insanlardan ister hayvanlardan
olsun, itaate gelmeyen her türlü isyankar kişiye şeytan denir. Cerir der ki:
"Onlarla konuşmaya olan düşkünlüğümden dolayı,
beni, şeytan diye çağırdıkları günler, Ve ben şeytan (uzak, isyankar) olduğum
sıralar onlar bana aşıktılar."
Şeytan kelimesinin helak
olmak anlamında kökünden alındığı ve sonraki "nun" harfinin fazla
olduğu da söylenmiştir. Birşey yandığı zaman denilir. Eti pişirmeksizin ateşin
dumanına bıraktığımız takdirde denilir. Kişi, iyice kızıp köpürdüğü zaman
da tabiri kullanılır. Dişi deve iyice
şişmanladığı takdirde denilir. Ölüp gittiği zaman da denilir. el-A'şa der ki:
"Vururuz bazan yaban eşeklerini karınlarından
bacaklarına uzayan damardan ve kana boyarız.
Kimi zaman kahramanlar mızraklarımızla ölür
gider."
Ancak bu kanaate sahip olanların görüşlerini
Sibeveyh'in şu anlattıkları reddetmektedir: Sibeveyh'e göre bir kişi
şeytanların fiillerini, işlerini yaptığı takdirde, araplar
"Şeytanlaşü" tabirini kullanırlar. Bu da şeytanlaşmak kelimesinin
"şetana" kelimesinin "tefey'ala" veznine getirilmesi
olduğunu göstermektedir. Eğer bu kelime dedikleri gibi "sata" dan
gelmiş olsaydı bunun yerine "teşeyyata" demeleri gerekirdi. Yine
Umeyye b. Ebi's-Salt'ın şu bey-iti de bu kanaati savunanların görüşlerini
reddetmektedir:
"Helak olacak herhangi bir kimse ona isyan etti
mi demire bağlar(dı) onu Ve onu zincir ve prangalar içinde hapse
atar(dı)."
Görüldüğü gibi buradaki
kelimesinin kelimesinden geldiğinde şüphe yoktur.
[168]
"er-racîm" kelimesi de hayırdan
uzaklaştırılmış, hakir düşürülmüş demektir. "Recm"in aslı taş
atmaktır. Taşlanana da "racîm" ile "mercûm" denilir. Recm
ise, öldürmek, lanetlemek, kovmak, sövmek anlamlarına gelir. Yüce Allah'ın şu
buyruklarında aynı kökten gelen kelimelere de bütün bu manalar verilmiştir:
"Dediler ki: Ey Nuh! Eğer vazgeçmezsen an-dolsun ki mutlaka taşlananlardan
olacaksın." (eş-Şuara, 26/16) Hz. İbrahim'in babasının ona:
"Andolsun eğer vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım" (Meryem, 19/46)
şeklindeki sözleri de bütün bu kelimelerle açıklanmıştır. İleride (belirtilen
âyetlerin tefsirinde) inşaallah gelecektir.
[169]
el-A'meş, Ebu Vail'den, O Abdullah'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Ali b. Ebi Talib (a.s) dedi ki: Peygamber (s.a)'ı Safa tepesinin
yakınlarında fil suretinde birisine doğru yönelmiş ve onu lanetlediğini
gördüm. Ben ona: Şu lanetlediğin kimdir ey Allah'ın Rasûlü? diye sordum. O: Bu
şeytan-ı racimdir, dedi. Ben: Ey Allah'ın düşmanı dedim. Allah'a yemin ederim seni
öldüreceğim, ümmetin rahat etmesini sağlayacağım, dedim. Benim senden
göreceğim karşılık bu değildir dedi. Ben: Ey Allah'ın düşmanı senin benden
göreceğin ceza nedir? diye sordum. Bana şunu dedi: Allah'a yemin ederim. Sana
kim ve ne kadar kişi buğzedecekse ben de mutlaka annesinin rahminde babasıyla
ortak olacağım.[170]
Buna dair açıklamalarımızı yirmiyedi başlık halinde
sunacağız.
[171]
İlim adamları der ki:
"Bismillahirrahmânirra-him" Rabbimizin her sûre başında indirmiş
olduğu bir yeminidir. Bununla kullarına şu şekilde yemin etmektedir: Kullarım,
bu sûrede Benim sizin için indirdiğim buyruklar hakkın kendisidir. Ve Ben bu
sûrede size vermiş olduğum vadimi, lütfumu ve iyilikle muamelelere dair bu
sûrenin bütün muhtevasını aynen yerine getireceğim.
"Bismillahirrahmânirrâlıim" buyruğu, yüce
Allah'ın bizim Kitabımıza ve özel olarak bu ümmete Süleyman (a.s)'dan sonra
indirmiş olduğu buyruklardandır. Kimi ilim adamı şöyle demiştir:
"Bismillahirrahmânirrâlıim" şeriatın tümünü ihtiva etmektedir. Çünkü
bu ifade, hem Allah'ın zatına, hem sıfatlarına delalet etmektedir. Bu doğru
bir açıklamadır.
[172]
Said b. Ebi Sükeyne der ki: Bana Ali b. Ebi Talib
(r.a)'ın "bismillahirrahmânirrahim"i yazan bir kişiyi gördüğü haberi
ulaştı. O kişiye şöyle dedi: Bunu güzel bir şekilde okunaklı olarak yaz. Çünkü
bir kişi, bunu güzel ve okunaklı bir şekilde yazmış, ona mağfiret olunmuştur.
Said dedi ki: Yine bana ulaştığına göre adamın
birisi, üzerinde "bismillahirrahmânirrâlıim" yazısı bulunan bir
kağıda baktı. Onu aldı öptü, gözlerine sürdü, bunun için ona mağfiret olundu.
İşte Bişr el-Hâfî'nin kıssası da bu kabildendir. O, üzerinde Allah adının
yazılı olduğu bir parçayı yerden kaldırdı, ona kokular sürdü. Bundan dolayı da
onun ismi de hoş kılındı. Bunu el-Kuşeyrî zikretmektedir.
Nesaî, Ebu'l-Muleyh'ten, o Rasulullah (s.a)'ın
arkasında bineğe binen (bir kişi Men şöyle dediğini rivayet etmektedir.
Resulullalı (s. a) buyurdu ki: "Bineğin sen üzerindeyken tökezleyecek
olursa, kahrolasıca şeytan, deme. Çünkü o bir ev kadar oluncaya kadar büyüdükçe
büyür ve: Ben kendi gücümle bunu yaptım, der. Fakat böyle diyecek yerde:
Bismillahirrahmânirrâ-him, de. O vakit sinek kadar oluncaya kadar küçülüp
gider."[173]
Ali b. el-Huseyn de, yüce
Allah'ın: "Sen Kur'ân'da Rabbini bir tek olarak zikrettiğin zaman nefret
ile arkalarına döner giderler." (el-İsra, 17/46) buyruğunu açıklarken
anlamının: Yani sen: " Bismillahirrahmânirrâhim" dediğin vakit demek
olduğunu söylemiştir.
Veki', el-A'meş'ten, o Ebu Vail'den, o Abdullah b.
Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Allah tarafından ondokuz
zebaniden kurtarılmak isteyen kimse "bismillahirrahmânirrâhim"i
okusun ki yüce Allah da o kimse için bunun her bir harfi karşılığında her bir
melekten kendisi vasıtasıyla korunacağı bir kalkan yaratsın. Besmele de yüce
Allah'ın haklarında: "Üzerinde ondokuz (görevli melek) vardır.
(el-Müddessir, 74/30) diye buyurduğu cehennem üzerinde görevli melekler
sayısınca ondokuz harftir. Bunlar ayrıca bütün fiillerinde:
"Bismillahirrahmânirrâhim" derler. İşte bundan dolayıdır ki bu
besmele, onlar için bir güç (kaynağı)tür. Onlar, Allah'ın adıyla bu kadar büyük
güce sahip kılınmışlardır.
İbn Atiyye der ki: Kadir gecesiyle ilgili olarak ilim
adamlarının şu görüşleri de bunu andırmaktadır. Bazı ilim adamlarının
görüşlerine göre, Kadir gecesi, yirmiyedinci gecedir. Bunu da (doksanyedinci
sûre olan) Kadr sûresinin yirmiyedinci kelimesi olan O" kelimesini
gözönünde bulundurarak söylerler.
Yine (rükudan doğrulduğu vakit) Rabbimiz sana pek çok
pek hoş ve mübarek kılınmış hamd ile hamd olsun" diyen kimsenin sözlerini
yazmak için biribirleriyle yarışırcasına acele eden meleklerin sayısı ile
ilgili, ilim adamlarının görüşleri de buna benzemektedir. Bu ifade otuz küsur
harftir. Bundan dolayı Peygamber (s.a) da: "Hangisi daha önce yazacak
diye otuz küsur meleğin biribirleriyle yarışırcasına acele ettiklerini
gördüm" diye buyurmuştur.[174]
İbn Atiyye der ki: Bu tür açıklamalar, tefsire dair
güzel nükteler ve açıklamalar kabilindendir. Yoksa sağlam bilgiye dayalı
açıklamalardan sayılmazlar. eş-Şabi ve el-A'meş'in rivayetine göre Resulullah
(s.a) önceleri "Bis-mikellahumme (adın ile Allah'ım)" şeklinde
yazıyordu. "Bismillah" diye yazması emroluncaya kadar bu şekilde
yazdı. "Bismillah" diye yazması emrolu-nunca bu sefer böyle yazdı.
Yüce Allah'ın: "De ki: Gerek Allah diye dua edin ve gerekse Rahman diye
dua edin..." (el-İsra, 17/110) buyruğu nazil olunca
"bismillahirrahmân" şeklinde yazmaya başladı. Daha sonra: "O
gerçekten Süleyman'dandır ve o gerçekten bismillahirrahmânirrâhim (rahman ve
rahîm olan Allah'ın adıyla) diye başlıyor" (en-Neml, 27/30) buyruğu nazil
olunca bu sefer bu şekilde (yani bismillahirrahmânirrâhim şeklinde) yazdı.
Ebu Davud'un Musannef'inde şöyle denilmektedir:
eş-Şabi, Ebu Mâlik, Ka-tâde ve Sabit b. Umare'nin dediklerine göre Peygamber
(s.a), Nemi sûresi nazil oluncaya kadar "bismillahirrahmânirrâhim"
şeklinde yazmıyordu.[175]
Ca'fer es-Sadık (r.a)'dan şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Besmele, sûrelerin taçlarıdır.
Derim ki: Bu besmelenin Fatiha'dan ve diğer
sûrelerden bir âyet olmadığının delilidir. Bu hususta ilim adamlarının üç ayrı
görüşü vardır:
a) Besmele
Fatiha'dan da, başka sûrelerden de bir âyet değildir. Bu İmam Malik'in
görüşüdür.
b)
Besmele, her sûreden bir âyettir. Bu da Abdullah b. el-Mubarek'in görüşüdür.
c) Şafiî
der ki, besmele Fatiha'dan bir âyet-i kerimedir. Diğer sûrelerden âyet olup
olmadığına dair görüşü ise farklı farklı nakledilmiştir. Bir seferinde: Her
sûrenin bir âyetidir, derken bir diğer seferde, sadece Fatiha'dan bir âyet-i
kerimedir, demiştir. Ancak ilim adamlarının Besmele'nin Kur'ân-ı Ke-rim'de Nemi
süresindeki bir âyette yer aldığında görüş ayrılığı yoktur.
Şafiî, Darakutnî tarafından rivayet edilen ve Ebu
Bekr el-Hanefi'den, o Ab-dülhamid b. Ca'fer'den, o Nuh b. Ebi Bilal'den, o Said
b. Ebi Said el-Makbu-rî'den, o da Ebu Hureyre'den gelen rivayet yoluyla
Peygamber (s.a)'ın şu buyruğunu delil göstermektedir: "Elhamdülillahi
rabbil alemin diye okuduğunuz takdirde (başında) bismillahirrahmânirrâhim'i
okuyunuz. Çünkü o (Fatiha sûresi) Kur'ân'ın anasıdır, Kitabın arasıdır,
es-Seb'u'1-mesani (tekrarlanan yedi )dir. Bismillahirrahmânirrâhim de
âyetlerinden bir tanesidir."[176]
Bu hadisi Abdülhamid b. Ca'fer, merfu olarak rivayet
etmiştir. Sözü geçen bu Abdülhamid'i Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Said ve Yahya b.
Main sika (güvenilir) bir ravi olarak saymaktadırlar. Ebu Hatim onun hakkında:
O doğru sözlüdür, derken Süfyan es-Sevri zayıf olduğunu söyler ve ona hücum
ederdi. Senette geçen Nuh b. Ebi Bilal de ünlü ve sika bir ravidir.
İbnu'l-Mubarek ile Şafiî'nin iki görüşünden birisinin
delili ise, Müslim tarafından Enes'ten gelen şu rivayettir: Enes dedi ki:
Rasulullah (s.a) günün birinde bizimle birlikte oturuyor iken bir parça
uyukladı. Daha sonra gülümseyerek başını kaldırdı. Biz: Ey Allah'ın rasûlü,
neden güldün? diye sorduk. Şu cevabı verdi: "Az önce bana bir sûre nazil
oldu." dedi ve şunları okudu: "Bismillahirrahmânirrâhim. Şüphesiz biz
sana Kevseri verdik. O halde Rab-bin için namaz kıl, kurban kes. Şüphesiz sana
buğz edenin kendisi ebter (soyu kesik) olandır." (el-Kevser, 108/1-3) Ve
sonra hadisin geri kalan kısmını kaydetti.[177]
Yüce Allah'ın izniyle bu hadisin tamamı Kevser sûresinin tefsirinde
gelecektir.[178]
Bu görüşler arasında doğru olan İmam Malik'in görüşüdür.
Çünkü Kur'ân-ı Kerim âhâd haberlerle sabit olmaz. Onun sübut yolu hakkında
ihtilafın sözkonusu olmadığı kati tevatürdür. İbnul-Arabî der ki: "Bunun
(yani besmelenin) Kur'ân-ı Kerim'den olmadığını anlamak için insanların onun
hakkındaki ihtilafları yeterlidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim hakkında ihtilaf
edilmez.
Tenkid edilmeleri sözkonusu olmayan sahih haberler de
Besmele'nin Nemi sûresi dışında Fatiha veya bir başka sûreden olsun bir âyet
olmadığını ortaya koymaktadır. Müslim, Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Aziz ve celil
olan Allah buyuruyor ki, Ben namazı (yani Fatiha sûresini) kendim ile kulum
arasında iki yarıya böldüm ve kuluma istediğini vereceğim. Kul: "Hamd
alemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur" dediği takdirde, Yüce Allah:
Kulum Bana hamdetti, der. Kul: "Rahman ve rahîm" dediğinde yüce
Allah: Kulum Bana sena etti, der. Kul: "Din gününün maliki"
dediğinde, yüce Allah: Kulum Benim şanımı yüceltti, der. -Bir defasında da:
Kulum herşeyin benden olduğunu ifade etti, der.- Kul: "Yalnız Sana ibadet
eder ve yalnız Senden yardım dileriz" dediğinde yüce Allah: Bu Benim ile
kulum arasındadır ve kuluma istediğini vereceğim, der. Kul: "Bizi
dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba
uğramışların ve sapıkların yoluna değil" dediğinde yüce Allah: "İşte
bu kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir."[179]
Yüce Allah'ın: Namazı: ". . . Ayırdım
demekten" kastı Fatiha süresidir. Fatiha sûresine "namaz" adını
veriş sebebi, Fatihasız namazın sahih olmamasıdır.
Yüce Allah ilk üç âyeti kendisine ayırmış ve şanı
yüce zatına tahsis etmiştir. Bu ilk üç âyet hakkında müslümanların ihtilafı
yoktur. Dördüncü âyetin, kendisi ile kulu arasında olduğunu ifade etmiştir.
Çünkü bu âyet-i kerime kulun Rabbi önünde zilletini arzedişini, O'ndan yardım
isteyişini ihtiva etmektedir. Bu ise yüce Allah'ı ta'zimi de ihtiva eder. Daha
sonraki üç âyet-i kerime ile de Fatiha sûresi yedi âyete tamamlanmış
olmaktadır. Bunların üç âyet-i kerime olduğunu ifade eden de hadis-i şerifte
geçen : "İşte bunlar da kuluma aittir" demesidir. Bunu İmam Mâlik
rivayet etmektedir. Burada "(Bunlar yerine): Bu ikisi"dememektedir.
İşte bu da: Üzerlerine nimet verdiğin kimseler...." buyruğunda âyetin
sona erdiğini göstermektedir.
İbn Bukeyr der ki: Mâlik
dedi ki: Üzerlerine nimet verdiklerin...." buyruğu âyet sonudur. Yedinci
âyet ise, bundan sonra gelen ve sûrenin sonuna kadar devam eden buyruktur.
Yüce Allah'ın bu şekilde yaptığı paylaştırma ile Hz.
Peygamber'in Ubeyy (r.a)'a: "Namaza başladığın zaman nasıl okursun?"
sorusuna onun: "Ben "alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun"
buyruğunu okudum ve sûreyi sonuna kadar devam ettim"[180]
demesi de Besmelenin Fatiha'dan bir âyet-i kerime olmadığını göstermektedir.
Aynı şekilde Medine, Şam ve Basra halkıyla ve kur-ranın büyük çoğunluğu:
Kendilerine nimet verdiklerini âyet sonu kabul etmişlerdir. Yine Katâde de Ebu
Nadra'dan, o Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Altıncı âyet-i
kerime: kendilerine nimet
verdiklerin" buyruğudur. Küfe halkından olan kurra ve fu-kaha ise bu
sûrede "bismillahirrahmânirrâhim"i bir âyet saymış fakat kendilerine
nimet verdiklerin"i âyet sonu kabul etmemişlerdir.
Eğer: Besmele mushafta yazılı bulunmaktadır. Ayrıca
Kur'ân hattı ile yazılmış olup tıpkı Nemi sûresinde olduğu gibi, Kur'ân gibi
nakledilmiştir ve bu şekilde nakil onlardan tevatür yoluyla gelmiştir,
denilecek olursa şu cevabı veririz: Sözünü ettiğiniz şey doğrudur. Fakat bu
şekilde nakil edilmesi ve yazılışı Kur'ân-ı Kerim'den olduğundan mıdır, yoksa
sûrelerin biribirlerin-den ayrıldığını belirtmek için midir? Nitekim ashab-ı
kiramdan: Biz "bismil-lahirrahmânirrâhim" buyruğu nazil olmadıkça bir
sûrenin bittiğini anlayamı-yorduk, dedikleri Ebu Davud tarafından rivayet
edilmiştir.[181] Yahut bu besmele,
teberrüken mi yazılmıştır? Nitekim ümmet, kitap ve mektupların baş taraflarında
besmele yazmak üzerinde ittifak etmiştir. Bütün bunlar ihtimal dahilindedir.
el-Cüreyrî der ki: el-Hasen'e: "Bismillahirrahmânirrâhim" hakkında
soru soruldu şu cevabı verdi: Bu, mektupların baş taraflarında yazılır. Yine
el-Hasen der ki: Bismillahirrahmânirrâhim buyruğu yalnızca Ta-Sin (en-Neml) sûresinde
yer alan: "Muhakkak ki o Süleyman'dandır ve şüphesiz ki o
bismillahirrahmânirrâhim (diye başlamaktadır). "(en-Neml, 27/30) dışında
Kur'ân-ı Kerim'den bir ifade olarak nazil olmuş değildir.
Bu konudaki tartışmaların hakkında nihaî hükmü
verecek olan ifade şudur: Kur'ân-ı Kerim düşünme kıyas ve istidlal ile sabit
olmaz. Aksine Kur'ân-ı Kerim, zorunlu bilgiyi gerektiren, kesin mütevatir olan
nakille sabit olur. Diğer taraftan, her sûrenin baş taraflarında ilk âyet olup
olmadığı hususunda Şafiî'nin görüşleri farklı farklı gelmiştir. Bu da
besmelenin her sûrenin bir âyeti olmadığını göstermektedir. Allah'a hamdolsun.
Eğer: Bir grup ilim adamı, Besmele'nin Kur'ân-ı
Kerim'den olduğunu rivayet etmiş, hatta Darakutni bu rivayetlerin sahih
olduğunu belirttiği bir cüzde bunları bir araya getirmeyi üstlenmiştir,
denilecek olursa cevabımız şu olur: Biz bu konudaki rivayeti reddetmiyoruz.
Buna zaten işaret de etmiş idik. Buna karşılık bizim lehimize delil olacak
sabit olmuş haberler vardır. Bunları güvenilir imamlar ve sağlam fakihler
rivayet etmiştir. Müslim'in Sahih'inde Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet
edilmiştir. Rasulullah (s.a) namaza tekbirle ve "elhamdülillahi rabbil
alemin"i okuyarak başlardı. . . Hadis, bütünüyle biraz sonra gelecektir.
Yine Müslim, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet
etmektedir. Peygamber (s.a)'ın Ebû Bekir ve Ömer (r.anhum)'ın arkalarında
namaz kıldım. Bunlar namaza "elhamdülillahi rabbil âlemin"i okuyarak
başlıyorlar ve ne kıraatin başında ne de sonunda "bismillahirrahmânirrâhim"
demiyorlardı.[182]
Diğer taraftan bu konuda bizim kabul ettiğimiz görüş
çok büyük bir delil ile de ağırlık kazanmaktadır. Bu, aklın kabul ettiği bir
husustur. Şöyle ki, Peygamber (s.a)'ın Medine'deki mescidi üzerinden asırlar
geçmiş bulunmaktadır. Rasulullah (s.a)'ın zamanından İmam Malik'in dönemine
kadar (ve günümüze kadar) o mescidde hiçbir kimse Sünnete tabi olduğundan dolayı
"bismillahirrahmânirrâhim"i okumuş değildir. Bu sizin konu ile ilgili
rivayet ettiğiniz hadisleri reddetmektedir.
Şu kadar var ki, bizim mezhebimizin ilim adamları,
nafile namazlarda besmelenin okunmasını sevap görmüşlerdir. Onun okunacağına
dair varid olmuş haberler buna veya bu konuda genişlik bulunduğuna
hamledilerek açıklanır. İmam Mâlik der ki: Nafile namaz kılarken ve Kur'ân-ı
Kerim'i başkasının huzurunda okurken, besmelenin okunmasında bir mahzur
yoktur.
İmam Malik'in ve onun mezhebine mensup ilim
adamlarının genel görüşü şu ki: Besmele Fatiha'run da başka bir sûrenin de
(ilk) âyeti değildir. Farz namaz olsun, başkasında olsun namaz kılan kimse,
gizli olsun açıkta olsun besmeleyi okumaz. Bununla birlikte nafilelerde okuması
caizdir. İmam Malik'in mezhebine mensup ilim adamlarınca meşhur olan görüş
budur.
İmam Malik'ten gelmiş bir başka rivayete göre,
Besmele nafile namazlarda ve sûrenin baş tarafında okunabilir. Ancak
Fatiha'nın başında okunmaz.
İbn Nafi'in ondan (Malik'ten) rivayetine göre farz ve
nafile namazlarda kıraatin başında okunacağını ve hiçbir şekilde
terkedilmeyeceğini ifade etmektedir: Medine halkından şöyle diyenler de
vardır. Onda -kıraatin başında- bis-millahirrahmânirrâhim'in okunması mutlaka
gereklidir. Bu görüşü savunanlar arasında İbn Ömer ve İbn Şihab da vardır.
Şafiî, Ahmed, İshak, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd'in görüşü de budur. İşte bu,
meselenin içtihadı bir mesele olduğunu, kati olmadığını göstermektedir.
Görüşlerini kabul ettiğimiz takdirde, aksi görüşte olan müslümanları tekfir
etmek gereken birtakım cahil ve kendisini fukahadan zanneden kimselerin
sandıklan gibi değildir. Çünkü bu konuda sözü geçen görüş ayrılığı vardır.
Bir grup ilim adamı da
Fatiha ile birlikte gizlice okunacağı kanaatindedir. Ebu Hanife ve es-Sevri
bunlardandır..Ömer, Ali, İbn Mes'ud, Ammar ve İbn ez-Zübeyr (r.anhum)'dan bu
kanaat rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu el-Hakem ve Hammad'ın da görüşüdür.
Ahmed b. Hanbel ve Ebu Ubeyd de bu görüşte olduklarını belirtmişlerdir.
el-Ezvai'den de buna benzer bir rivayet gelmiştir. Bunu Ebu Umer b. Abdi'1-Berr
"el-İstizkar" adlı eserinde zikretmektedir. Bunlar, görüşlerine bu
konudaki rivayetleri delil gösterirler ki bunu Man-sur b. Zâzân, Enes b.
Malik'ten rivayet etmektedir. Enes b. Mâlik dedi ki: Resulullah (s.a) bize
namaz kıldırdı. "bismillahirrahmânirrâhim"i okuyuşunu bize
işittirmedi. Ayrıca Ammar b. Ruzeyk'in el-A'meş'ten, Onun Şube'den, onun Sabit
b. Enes'ten rivayetini de delil gösterirler. Enes dedi ki: Peygamber (s.a)'ın
Ebu Bekir ve Ömer'in arkasında namaz kıldım. Onlardan herhangi birisinin
"bismillahirrahrnânirrâhim"i açıktan okuduğunu işitmedim.[183]
Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Enes'ten gelen
rivayetler bu görüşe uygundur. Bununla çelişmemektedir. Bu görüş ile hareket
edildiği takdirde besmelenin okunuşu ile ilgili görüş ayrılıklarından da
kurtulmak mümkün olur. Said b. Cübeyr'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Müşrikler mescid-de bulunurlardı. Resulullah (s.a):
"Bismillahirrahmânirrahim" diye okuduğunda onlar: İşte Muhammed,
Yemame'nin rahmanını -Müseylime'yi kastediyorlar- zikrediyor. Bunun üzerine
Hz. Peygmber "bismillahirrahmânirra-him"in gizliden okunmasını
emretti ve bu sefer: "Namazında sesini pek yükseltme, fazla da kısma.
İkisi ortası bir yol tut." (el-İsra, 17/110) buyruğu nazil oldu. Ebu
Abdullah et-Tirmizî el-Hakim der ki: Bu uygulama bu günümüze kadar -illet
ortadan kalkmış olmakla birlikte -bu şekil üzere kalmaya devam etti. Nitekim
tavafta remel yapılması de illet ortadan kalkmış olmakla birlikte, gündüz
namazlarında içten okumakta olduğu gibi kalmış, değişikliğe uğramamıştır.
[184]
Ümmet ilim kitaplarının ve risalelerin başlarında
Besmele'nin yazılmasının caiz olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Eğer kitap
bir şiir divanı ise, Mücahid'in eş-Şabi'in konu ile ilgili şöyle dediği
rivayet edilmektedir: (İlim adamları) Şiirin başında "bismillahirrahmânirrahim"
yazılmaması üzerinde icma etmişlerdir.
ez-Zühri de der ki: Bismillahirrahmânirrâhim'in şiir
başında yazılmaması şeklinde uygulama günümüze kadar gelmiştir.
Said b. Cübeyr, şiir kitaplarının başında besmelenin
yazılacağı görüşündedir. Müteahhir ilim adamlarının çoğunluğu da bu konuda
onun görüşünü kabul etmiştir. Ebu Bekr el-Hatib der ki: Bizim tercih ettiğimiz
ve müstehap gördüğümüz de budur.
[185]
el-Maverdi der ki: Bismillah diyen kimseye
"mübesmil (besmele çeken)" denir. Bu kelime müvelled[186] bir kelimedir. Şiirde bu kelime geçer. Ömer
b. Ebi Rabia der ki:
"Onunla karşılaştığım sabah Leyla besmele çekti
Şu mübesmil (besmele çeken) sevgili ne hoştur!"
Derim ki: Dil bilginlerinin (fiilde) kullandıkları
yaygın şekil "Besmele (besmele çekti)" şeklindedir. Yakub b.
es-Sikkit, el-Mutarriz, es-Saâlibî ve başka dil alimleri şöyle der: Kişi
"bismillah" dediği takdirde "besmele: Besmele getirdi,
çekti" denilir. Mesela, bismillah sözünü çokça tekrarlayan bir kimseye
fazlaca besmele çektin, denir. Kişi: "La havle vela kuvvete illa
billah" dediği takdirde "havkale" denilir. "La ilahe
illellah" dediğinde "hellele" : tehlil getirdi" denilir.
Sübhanallah dediği takdirde "sebhale: Teşbih getirdi" denilir.
"Elhamdülillah" demeye "hamdele"; "hayya
alessalah" demeye "haysala"; Sana feda olayım" demeye
"ca'fele"; Allah eksikliğini vermesin" demeye
"tabkala" denilir. "Allah seni daim aziz kılsın" demeye
"dem'aze" denilir. "Hayyaalel felah" demeye
"hayfele" denilir.
el-Mutarriz bu deyimlerden: "Hayya
alessalah" demeye "haysale" denileceğinden; "Sana feda
olayım" demeye "ca'fele" denileceğinden; "Allah ömrünü
uzun etsin" demeye "tabkale" denileceğinden ve: "Allah seni
daim aziz etsin" demeye "dem'aze" denileceğinden söz
etmemektedir.
[187]
Şeriat, yemek, içmek, hayvan kesmek, cima', taharet,
gemiye binmek ve buna benzer her türlü (meşru) fiilin başında besmele
çekilmesini teşvik etmiştir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
"Artık üzerlerine Allah'ın adı anılanlardan yeyin" (el-En'am, 6/118)
"Dedi ki: 'Binin içerisine, onun akması da durması da Allah'ın
adıyladır.'" (Hud, 11/41) Rasulullah (s.a) da şöyle buyurmaktadır:
"Kapını kapat, Allah'ın adını an, kandilini söndür ve Allah'ın adını an.
Kabını ört ve Allah'ın adını an, su kabının (kırbanın) ağzını düğümle ve
Allah'ın adını an."[188]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi biriniz^ hanımı ile
ilişki kurmak istediği takdirde: Adınla ey Allah'ım, şeytanı bizden uzaklaştır,
bize ihsan ettiğin rızıktan da şeytanı uzak tut." diyecek olursa eğer bu
ilişkilerinden dolayı çocuklarının doğması takdir edilirse ebediyyen şeytan ona
zarar veremez."
[189]
Hz. Peyamber, Ömer b. Ebu Seleme'ye şöyle demiştir:
"Ey oğul, Allah'ın adını an, sağ elinle ve önünden ye."[190]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yemeğin
üzerine Allah adı anıl-madığı takdirde şeytan o yemeği kendisine helal bilir.(O
yemekten yer)"
[191]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Hayvanını kesmemiş olan Allah'ın adı ile kessin."
[192]
Osman b. Ebi'l-Âs, Hz. Peygamber'e İslâm'a
girdiğinden beri vücudunda bir ağrı duyduğundan şikâyette bulunur. Rasulullalı
(s.a) ona şöyle der: "Elini vücudunun ağrıyan tarafına koy ve üç defa
"bismillah" de. Yedi defa Duyduğum ve kendisinden çekindiğim şeyin kötülüğünden
Allah'ın izzetine ve kudretine sığınırım" de.[193]
Bütün bunlar, Sahih'te sabittir. İbn Mâce ve Tirmizî'nin rivayetine göre Peygamber
(s.a) şöyle buyurmuştur: "Helaya girdikleri takdirde Ademoğulları-nın
avretlerini cinlere karşı örtmeleri "bismillah" demeleri ile
olur."[194]
Darakutnî de Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet
etmetedir: Rasulullalı (s.a) abdest suyuna elini değdirdiği takdirde yüce
Allah'ın adını anar, sonra da ellerine su boşaltırdı.[195]
İlim adamlarımız der ki: Besmelede Kaderiye'nin ve
onlardan olmayıp işledikleri fiilleri kendi kudretlerinin sonucu ortaya çıkar,
diyenlerin görüşleri reddedilmektedir. Bu hususta bu gibi kimselere karşı
delil gösterme şekli şöyledir: Şanı yüce, Allah her bir fiile başlama sırasında
-önceden de belirttiğimiz gibi- bismillah diyerek başlamamızı emretmektedir.
"Bismillah'in anlamı
"Allah ile" demektir. "Allah ile" buyruğunun anlamı ise,
O'nun yaratması ve O'nun takdiri ile ulaşılan sonuçlar elde edilir, şeklindedir.
İnşaallah buna dair daha etraflı açıklamalar ileride gelecektir. Kimi ilim
adamı da şöyle der: "Bismillah..."in anlamı Allah'ın yardımı, tevfiki
ve bereketi ile başlıyorum, demektir. Bununla yüce Allah, kullarına kıraat ve
buna benzer işlere başlamaları halinde kendi adını anmalarını öğretmektedir.
Bu başlangıçları aziz ve celil olan Allah'ın bereketi ile olsun diyedir.
[196]
Ebu Ubeyde Ma'mer b. el-Müsenna,
"bismillah"daki "ism" kelimesinin fazladan kullanıldığı
görüşündedir. Buna da Lebid'in şu beyitini delil göstermektedir:
" Siz bir yıla kadar (ağlayın mezarımın başında)
sonra size olsun selam adı
Tam bir yıl ağlayan kimse ise artık mazur
görülür."
Burada "ad" anlamına gelen "ism"
kelimesini şair fazladan zikretmiştir. Onun anlatmak istediği: "Sonra size
selam olsun"dan ibarettir.
Bizim ilim adamlarımız da Lebid'in bu sözlerini
"ism"in müsemmanın kendisi olduğuna delil gösterirler. Bu bahiste ve
başka yerlerde buna dair açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle- ileride gelecektir.
[197]
"İsm"in fazladan getirilmesinin ne anlama
geldiği hususunda farklı görüşler vardır. Kutub der ki: Bu kelime şanı yüce
Allah'ın zikrinin tazim ve tebcil edilmesi için fazladan konulmuştur. el-Ahfeş
de der ki: Bu kelimenin fazladan getirilmesi, yemin hükmünden uzaklaşılıp Allah
adı ile teberrük kasdının gerçekleştirilmesi içindir. Çünkü bu sözün aslı
"bismillah" yerine: "billah" şeklindedir.
"Billah" ise "Allah adına" anlamına yemin şeklinde de
anlaşılabilir.
[198]
Yine bu kelimenin başına "ba" harfinin gelmesinin
ne anlama geldiği hususunda da farklı görüşler vardır. Bu, emir anlamını ifade
etmek için mi gelmiştir? O takdirde: Allah adıyla başla, demek olur. Yoksa
haber anlamını ifade etmek için mi gelmiştir? O takdirde anlam: Allah'ın adı
ile başladım (başlıyorum) olur. Görüldüğü gibi bu konuda iki görüş vardır.
Birincisi el-Ferra'nın, ikincisi ez-Zeccac'ın görüşüdür.
Buna göre her iki açıklamaya göre "bism"
lafzı nasb konumundadır.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: "Benim
başlamam Allah adıyladır." Buna göre "bismillah" mübtedanın
haberi konumunda merfudur. Haberin haz-fedildiği de söylenmiştir. Yani: Benim
başlayışım Allah'ın adı ile gerçekleşmiş veya sabit olmuştur, demek olur. Bunu
açıkça ifade ettiğimiz takdirde o vakit "bismillah" lafzı,
gerçekleşmiş" veya "sabit olmuştur" fiilleri dolayısıyla nasb
konumunda olur. Ve bu: "Evde fazlalıklar eklenmiştir" sözüne benzer.
Kur'ân-ı Kerim'de de yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Onu hemen kendisinin
yanında durduğunu görünce: Bu benim Rabbimin lütfundan-dır...
dedi."(en-Neml, 27/40) Burada yer alan "yanında" ifadesi nasb
mahal-lindedir. Bu açıklamalar Basralı nahiv alimlerinden rivayet edilmiştir.
Takdirin: "Benim başlayışım Allah'ın adı iledir"
yahut "O'nun ile sabittir" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna göre
"bism" ifadesi "başlayışım" şeklindeki masdar ile nasb
edilmek konumunda olur.
[199]
"Bismillah" Elif'siz olarak yazılır. Çokça
kullanıldığı için gerek lafızda gerek yazıda isme bitişik olarak gelen
"ba" harfi yazıldığı için Elifin yazılmasına gerek duyulmaz. Halbuki:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku" buyruğunda
durum böyle değildir. Az kullanıldığı için burada kelimesinde "be"
harfinden sonraki "elif" harfi hazfedilmemektedir. Diğer taraftan
kelimesindeki "be" harfinden sonra gelen Elifin "er-Rahmân ve
el-Kahir" lafızları ile birlikte kullanıldığı takdirde hazfedilip
(yazılmayıp) edilmeyeceği hususunda farklı görüşler vardır. el-Kisai ile Said
el-Ahfeş elifin hazfedileceği (yazılmayacağı) görüşündedirler. Yahya b. Vessab
ise: Sadece "bismillah" ile birlikte yazıldığı takdirde elif
hazfedilir. Çünkü çokça kullanış burada sözkonu-sudur, demektedir.
[200]
Ba harf-i cerrinin özellikle esreli "bi"
şeklinde okunuş sebebi ile ilgili olarak üç farklı görüş ileri sürülmüştür: Söyleyişinin
ameline (yani kendisinden sonra gelen ismin sonunu esreli okutmasına) uygun
düşmesi içindir, denilmiştir. İkinci görüşe göre "ba" harfi sadece isimlerin
başına geldiğinden dolayı özellikle esreli okunur. Çünkü esre ancak isimlerde
sözkonusudur. Üçüncü görüş ise, bazan isim olabilen harfler ile
"ba"yı birbirinden ayırdetmek içindir. Şairin şu sözünde yer alan
"kaf" harfi de böyledir (isim yerini tutmaktadır):
"Öyle bir atla geri döndük ki, sanki su kuşu idi
aramızda, uzaklaşıp gidiyordu." Yani o, bizimle birlikte olan su hayvanı
gibi veya ona benzeyen bir hayvandı, anlamındadır.
[201]
kelimesinin vezni şeklindedir.
Bu kelimenin sonundan
"vav" harfi düşmüştür. Çünkü kökü fiilinden gelmektedir. Çoğulun
şeklinde küçültme ismi de: şeklindedir. Bu kelimenin aslının ( vezninin) ne
şekilde olduğu ile ilgili olarak görüş ayrılığı vardır. Vezni "fil"
şeklindedir, denildiği gibi "ful" şeklinde olduğu da söylenmiştir.
el-Cevherî der ki: Bu veznin çoğulu "esma" şeklinde gelir.
"Ciz"' ve "ecza" ile "kufi" ve "ekfâl"
kelimelerine benzemektedir. Bunların ne şekilde çoğullarının yapılacağı ise
ancak kulaktan duyma ile anlaşılır. Bu kelimenin dört ayrı söyleyiş şekli
vardır. Esreli olarak "ism" şeklinde, ötreli olarak: "usm"
şeklinde. Ahmed b. Yahya der ki: Elifi ötreli okuyan bir kimse bu kelimeyi
" semevtu" den türetmekte, esreli olarak okuyan ise
"semîtu" kökünden türetmektedir. Üçüncü bir söyleyiş olarak:
"Simun", dördüncü söyleyiş ise "sumun" şeklindedir. Bu
söyleyişlere uygun olarak şairlerden birisinin şöyle bir beyiti
aktarılmaktadır:
"Allah sana mübarek bir ad vermiştir
Bu isim ile Allah seni tercih etmiş, mümtaz
kılmıştır."
Bir diğer şair de şöyle demektedir:
"Bizi hayrete düşürdü bu senemizin başları
Bolluk sahibi diye bilinir fakat herşeyi kuru kuru
yer bitirir
eline geçirdiği her kemiği etinden ısrarla
sıyırır."
Burada geçen kelimesinin ilk harfi hem ötreli hem de
esreli olarak okunmuştur.
Bir başka şair de şöyle
demektedir:
"Her sûrede adı bulunanın adı ile
(başlarım)"
kelimesindeki "sin" harfi sakin (cezimli)
okunmuştur. Kıyasa aykırı olarak i'lal yapılmıştır. Bu kelimenin elifi vasıl
elifidir. Şair bazan bunu zorunluluk sebebiyle kat' elifi olarak da okuyabilir.
el-Ahvas'ın şu beyitin-de olduğu gibi:
"Ben Malik'in soy kütüğünde aşağılık birisi
değilim.
Bir isim alan herkes daha sonra bu isminin gereğine
sıkı sıkıya riâyet etmez."
[202]
15-
"İsm"e Nisbet:
Araplar, "ism" kelimesine nisbet etmek
istediklerinde
(mensub isim yapmak istediklerinde) derler.
Bunun yerine da diyerek olduğu gibi bırakabilirsin. şeklinde kelimesinin çoğulu
ise şeklinde gelir. el-Ferra Allah'ın bütün isimleriyle seni sığındırırım"
söyleyişini nakletmektedir.
[203]
"İsm" kelimesinin hangi kökten türediği
hususunda iki farklı görüş vardır. Basralılar der ki: Bu kelime yükseklik
yücelik anlamına gelen "sümuvv" kökünden türemiştir. "İsm"
denilmesi bu ismin sahibinin kendisi vasıtasıyla yücelen bir kimse ayarında
olması dolayısıyladır. İsmin müsemmayı (ad olduğu şeyi) yükseltip başkalarına
üstün kıldığından dolayıdır da denilmiştir. Yine: "İsm"e bu adın
veriliş sebebi, sahib olduğu güç sebebiyle sözün diğer iki kısmı olan harf ve fiilden
üstün olduğundan dolayıdır. İsmin harf ve fiilden daha güçlü olduğu da icma
ile kabul edilmiştir. Çünkü aslolan odur. İşte isim, fiil ve harfe üstün
geldiğinden dolayı, ona (üstün anlamında) "ism" adı verilmiştir.
Buna göre Basrahlann bu hususta üç ayrı açıklaması vardır.
Kufeliler der ki: "İsm" kelimesi, alamet
anlamına gelen "es-simeh" den türemiştir. Çünkü "ism" ad
olarak konulduğu şeyin alametini teşkil etmektedir. Buna göre "ism"
kelimesinin kökü "ve-se-me" şeklinde olur. Ancak birincisi daha
doğrudur. Çünkü bu kelimenin küçültme ismi: "sumeyy", çoğulu ise
"esma" şeklindedir. Bir kelimenin çoğulu ve küçültme ismi ise, o kelimenin
kökünü bize gösterir. (Kufelilerin açıklamasına aykırı olarak):
"vu-seym" denilmediği gibi (çoğulunda:) "evsam" da
denilmemektedir.
Birinci görüşün doğruluğunun bir delili de bu
konudaki görüş ayrılığının faydasıdır. Bunun faydası da şudur:
[204]
"İsm" kelimesinin yücelik ve üstünlükten
türediğini söyleyenler şöyle der: Yüce Allah bütün mahlukatın varlığından önce
de onların varolmasından sonra da ve yok olacakları takdirde de (bu üstün)
sıfatlara sahiptir. Yüce Allah'ın isim ve sıfatlarında yaratıkların etkisi
yoktur. Bu,
Ehl-i Sünnet'in görüşüdür.
"İsrrTin alametten türetildiğini söyleyenler de şöyle demektedir: Ezelden
yüce Allah, isimsiz ve sıfatsız idi. O mahlukatı yaratınca onlar O'na birtakım
isim ve sıfatlar izafe ettiler. Onları yok ettiği takdirde yine isimsiz ve
sıfatsız kalır. Bu da Mu'tezile'nin görüşüdür. Ümmetin icma ile kabul ettiği
görüşe muhalif bir görüştür. Bu konudaki hata ve yanlışlıkları "O'nun
kelamı mahluktur (yaratılmıştır)" demelerinden daha büyük bir hatadır.
Şanı yüce Allah, onların bu yanlış kanaatlerinden yüce ve münezzehtir. Bu
konudaki görüş ayrılığı dolayısıyla isim ve müsemma hakkında da farklı
görüşler ortaya çıkmıştır ki, bunu da bir sonraki mes'elede açıklayalım.
[205]
Kadı Ebu Bekr b. et-Tay-yib'in naklettiğine göre Hak
ehli, ismin müsemmanın kendisi olduğu görüşündedir. İbn Fûrek de bu görüşü
kabul etmiştir. Bu Ebu Ubeyde ve Sibe-veyh'in de görüşüdür. Bir kimse:
"Allah alimdir (bilicidir)" dediği takdirde onun bu sözü
"alim" olmak niteliğine sahip zatına delalet eder. İsmin
"alim" olması bizzat müsemmanın kendisinin böyle olduğu anlamındadır.
Yine bir kişi: "Allah haliktır (yaratıcıdır)" diyecek olursa halik
olan Rabbin kendisidir, der. Ve bu bizatihi isimdir. İsim onlara göre herhangi
bir açıklama sözkonu-su olmaksızın bizatihi müsemmanın kendisidir.
İbnu'l-Hassar der ki: Bid'atçilerden sıfatların
varlığını inkar edenler, adlandırmaların zatın dışında bir medlulü olmadığını
zanneder. O bakımdan bunlar: İsim müsemmadan başkadır, derler. Allah'ın
sıfatlarını kabul edenler ise adlandırmaların medlullerini de kabul eder ve
bunlar zatın vasıfları olup bunlar (sıfatlar) ibarelerden (söylenen sözlerden)
ayrıdır. Onlara göre bu sıfatlar isimlerin kendileridir. Bakara ve A'raf
sûrelerinde -yüce Allah'ın izniyle- buna dair daha fazla açıklamalar
gelecektir.
[206]
"Allah"
lafzı şanı yüce Rabbimizin en büyük ve en kapsamlı adıdır. Hatta kimi
ilim adamları şöyle demiştir: Bu, yüce Allah'ın ism-i azamı (en büyük ismDdir.
O'ndan başka hiçbir kimseye bu isim verilmiş değildir. Bundan dolayı bu ismin
tesniyesi (ikili) ve çoğulu yapılmaz. Şanı yüce Allah'ın: "Sen O'nun
adıyla başka bir kimsenin adlandırıldığını biliyor musun?" (Meryem, 19/65)
buyruğu ile ilgili iki açıklama şeklinden birisi de budur. Yani onun
"Allah" adını alan bir başka kimsenin varlığını biliyor musun?
Allah adı, bütün ilahî sıfatları kendisinde toplayan
rububiyyetin niteliklerine sahip kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan hak
varlığın adıdır.
Bunun ibadet edilmek hakkına sahip anlamına geldiği
söylenmiştir. Ezelden beri var olan ebediyen var olacak olan vacibu'l-vücud
(varlığı zorunlu) anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu ikisinin anlamı arasında
da fark yoktur.
[207]
Dil bilginleri bu ismin türemiş (müştak) midir, yoksa
zat-ı bari'nin özel ismi olmak üzere mi konulmuştur hususunda da farklı
görüşlere sahiptir.
Birinci görüşü, yani
türemiş olduğunu, ilim adamlarının birçoğu kabul etmektedir. Ancak bunun
türeme yolu ve asıl kökünün ne olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptirler.
Sibeveyh, el-Halil'den bunun aslının "Fiâl" gibi "ilah"
şeklinde olduğunu söylediğini rivayet etmektedir. Hemzenin yerine elif ve lam
getirilmiştir. (Allah olmuştur.)
Sibeveyh der ki: Mesela "en-Nass"
kelimesinin aslı da "Unas"dır. Bu kelimenin aslının "lâhe"
olduğu da söylenmiştir. Bunun başına elif ve lam tazim için getirilmiştir.
Sibeveyh'in tercih ettiği görüş budur. Buna delil olarak şu beyiti gösterir:
"Saklan, gizlen ben amcan oğluyum, şerefin
benden üstün değildir
Ve sen benim yöneticim değilsin ki beni yönetesin."
el-Kisai ve el-Ferra der ki: "Bismillah"ın
anlamı "el- ilahın adı ile" demektir. Hemzeyi hazfederek birinci
lamı ikinci lama idğam ettiler ve böylelikle bu ikisi şeddeli lam haline geldi.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: Fakat ben (muvahhidim) Allah benim
Rabbimdir." (el-Kelif, 18/38) Burada yer alan kelimesi aslında şeklindedir.
Nitekim el-Hasen de böyle okumuştur.
Diğer taraftan "Allah" lafzının şaşkınlık
ifade eden : "velehe" kökünden türediği de söylenmiştir. el-Veleh:
Aklın baştan gitmesi anlamındadır. Nitekim: Aklı başından gitmiş erkek, aklı
başından gitmiş kadın" denilir. Su çöle akıtıldığı takdirde de denilir.
Şanı yüce Allah'ın sıfatlarının hakikatini bilmek, O'nun marifeti üzerinde
düşünmek halindeyse, akıllar hayrete düşer ve altından kalkamaz, şaşırır
kalır. Buna göre "ilah" kelimesinin aslı "velah"dır. Bu
kelimenin başında yer alan hemze "vav" harfinin değişikliğe uğramış
şeklidir. Nitekim (kemer anlamına gelen) "işah" kelimesindeki hemze
de "vişâh" şeklinde "vav" ile; (yastık anlamına gelen)
"isâde" kelimesindeki hemze vav'a dönüştürülerek "visâde"
şekline getirilmiştir. Bu açıklama şekli el-Halil'den de rivayet edilmiştir,
ed-Dahhak'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah"a,
"ilah" denilmesinin sebebi, yaratıkların ihtiyaçlarını ona bildirip
sığınmaları, sıkıntılı zamanlarında ona yalvarıp yakarmalarıdır. el-Halil b.
Ahmed'in de şöyle dediği nakledilmektedir. Çünkü yaratıklar O'na sığınırlar.
(Aynı anlamı ifade etmek üzere) bu kelime şeklinde
söylenir.
Bu lafzın yükselmek anlamına gelen kökten türediği de
söylenmiştir.
Araplar yüksekteki her şeye "lâh" derlerdi.
O bakımdan güneş doğduğu zaman doğuşunu ifade etmek üzere ifadesini
kullanırlardı.
Tapınıp ibadet etmek için kullanılan
"elihe" kelimesinde ve kendisini ibadete verdiği takdirde de
kullanılan "teellehe" kelimesinden türediği de söylenmiştir. Yüce
Allah'ın (el-A'raf, 7/127)de yer alan
şeklindeki okuyuşu da böyledir. İbn Abbas ve başkaları derler ki:
Buradaki bu kelime "sana ibadeti.... " anlamındadır.[208]
Bunlar şöyle demektedirler: O halde Allah lafzı, bu
kökten türemektedir. Şanı yüce Allah lafzının anlamı ibadette kendisine
yönelinen, ibadet ile kastedilendir. Allah'ı tevhid edenleri "La ilahe
illellah" şeklindeki sözleri, Allah'tan başka kendisine ibadet edilen
yoktur, anlamındadır. Burada yer alan "illa" lafzı başka
anlamındadır. Yoksa istisna anlamını ifade etmez.
Bazıları da -uzak bir ihtimal olarak- şu iddiada
bulunmaktadır: Bu yüce lafızda aslolan gaib olanı kinaye yoluyla kasteden
"ha (hu)" zamiridir. Çünkü bunlar, (Allah'ı tanımanın) akıllarının
fıtrî yapısında varolduğunu kabul ederler. O bakımdan O'na bu kinaye (zamir)
harfi ile işaret ettiler. Daha sonra mülkiyet ifade eden "lam" harfi
eklendi. Çünkü eşyayı yaratanın ve eşyalara malik olanın O olduğunu
bilmişlerdir. Böylelikle bu kelime "lehu" şeklini aldı. Daha sonra
ta'zim ve hürmet ifade etmek için ona elif ve lam eklendi (böylelikle Allah
oldu).
İkinci görüş (ki lafzatullahın zat-ı uluhiyyeti
kastetmek üzere kullanılmış bir kelime olduğunu kabul edenlerin görüşüdür): Bu
görüşü aralarında Şafiî'nin Ebu'l-Meali, el-Hattabi, el-Ğazzali, el-Mufaddal
ve başkalarının da bulunduğu bir grup ilim adamı ileri sürmüştür. el-Halil ve
Sibeveyh'ten de şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Elif ve lam bu lafzın
ayrılmaz harfleridir. Bu harflerin bu lafızdan hazfedilmeleri caiz değildir.
el-Hattabi de der ki: Elif ile lam'ın bu yüce ismin yapısından olduğunun ve
tarif için gelmediklerinin delili bu lafzın başına bu şekli değişmeksizin
"nida harfinin" girmesidir. Mesela "ya Allah"
diyebiliyoruz. Nida harfleri ise tarif için olan elif ve lam ile birlikte bir
arada bulunmaz. Mesela ya Allah dediğimiz gibi ya er-Rahmân, ya er-Rahîm
demeyiz. İşte bu, iki harfin (elif ile lam harflerinin) ismin yapısının birer
parçası olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[209]
Yine "er-Rahmân" adının türemesi ile ilgili
farklı görüşler vardır. Kimisi bu ismin türemiş bir isim olmadığını
söylemektedir. Çünkü şanı yüce Allah'a has özel isimlerdendir. Diğer taraftan
eğer bu kelime, "rahmef'den türemiş olsaydı, rahmet olunan ile birlikte de
kullanılabilmeli idi ve böylelikle "Allah kullarına rahîmdir"
denilebildiği gibi "Allah kullarına rahmandır" da denilebilmeli idi.
Yine eğer bu isim "rahmef'den türemiş.
olsaydı yüce Allah'ın adı
olarak bunu işittiklerinde Arapların tepki göstermemeleri gerekirdi. Çünkü o
zaman Araplar, Rablerinin rahmet sahibi olduğunu kabul ediyorlardı. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Onlara: Rahmana secde edin denildiğinde onlar:
Rahman neymiş?... dediler." (el-Furkan, 25/60) Hudeybiye barışı sırasında
da Ali (r.a), Peygamber (s.a)'ın emriyle: "Bis-millahirrahmânirrâhim"
yazınca Süheyl b. Amr şöyle itiraz etmişti: Biz "Bis-millahirrahmânirrâhim"in
ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bunun yerine bizim bildiğimiz şey olan
"bismikellahumme" (adın ile Allah'ım) diye yaz.
İbnu'l-Arabi der ki: Onların bilmedikleri mevsuf
(nitelenen) olan Allah değil, onun sıfatı idi. Buna delil olarak onların
"Rahman kimdir?" demeyip "rahman nedir?" demelerini
göstermektedir.
İbnu'l-Hassar der ki: Sanki o (İbnu'l-Arabi)
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- yüce Allah'ın başka âyet-i kerimede yer alan:
"Ve onlar Rahmanı inkar ederler" (er-Ra'd, 13/30) buyruğunu
hatırlamamış gibidir.
İnsanların cumhuru (çoğunluğu) "er-Rahmân"
lafzının mübalağa ifade etmek üzere "rahmet" kökünden türemiş ve
mebni bir kelime olduğunu kabul etmektedir. Manası ise, eşsiz olan rahmet
sahibi demektir. İşte bundan dolayı "er-Rahîm" lafzının ikili ve
çoğulu yapıldığı gibi bunun iki ve çoğulu yapılmaz.
İbnu'l-Hassar der ki: Bu kelimenin türemiş olduğunun
delillerinden birisi de Tirmizî'nin rivayet edip sahih olduğunu belirttiği
Abdurrahmân b. Avf tan gelen şu rivayettir. Abdurrahmân b. Avf, Rasulullah
(s.a)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki:
Ben Rahmanım. Ra-himi (akrabalığı) yarattım ve ona kendi ismimden türeyen bir
isim türetip verdim. Kim onun bağına riâyet ederse ben de onu bitiştiririm.
Kim de onun bağını keserse ben de onu keserim."[210]
İşte bu hadis-i şerif er-Rahmân isminin türemiş olduğunu açıkça ortaya koyan
bir nasstır. Buna muhalefetin ve görüş ayrılığına düşmenin anlamı yoktur.
Arapların bu ismi tepki ile karşılamalarının sebebi yüce Allah'ı ve ona karşı
yerine getirilmesi gereken görevleri bilmeyişlerinden dolayıdır.
[211]
İbnu'l-Enbârî'nin "ez-Zâhir" adlı eserinde
zikrettiğine göre el-Müberred "er-Rahmân"ın İbrance bir isim olduğunu
bundan dolayı da bununla birlikte er-Rahîm isminin de zikredildiğini iddia
etmiştir. Bunu ifade etmek üzere de şu beyitler delil gösterilmektedir:
"Şerefe nail olamazsınız; ister abanızı ipekle
sırmalayın,
îster yenbüt (haşhaş) ağacını ufak ağaçlara
dönüştürün.
İsterseniz (develerin) arkalarından ayrılmayan deve
palanlarından ayrılın
Ve onların sırtlarını "Rahman ve Kur'an"
diye sıvazlamayı bırakın."
Ebu İshak ez-Zeccac "Meani'l-Kur'ân"da
şöyle demektedir: Ahmed b. Yahya dedi ki: "er-Rahîm" arapça ve
"er-Rahmân" İbranicedir. İşte bundan dolayı ikisi bir arada
zikredilmiştir. Fakat bu kabul edilmeyen bir görüştür.
Ebu'l-Abbas der ki: Na't (niteleme) bazan övgü için
olur. Mesela, şair Ce-rir demek bunun gibidir. Mutarrif in Katâde'den yüce
Allah'ın: "Bismillahir-rahmânirrâhim" buyruğunda kendi zatını
methettiğini söylediğini naklet-miştir. Ebu İshak der ki: Bu güzel bir
açıklamadır. Kutrub da der ki: Rahman ve Rahîmin bir arada zikredilmesi, te'kid
için olabilir. Ebu İshak der ki: Bu da güzel bir görüştür. Ve te'kidde büyük
bir fayda vardır. Arapların sözünde de bu pek çoktur. Onun için ayrıca delil
göstermeye ihtiyaç yoktur. Burada te'kidin faydası ise Muhammed b. Yezid
tarafından şöylece açıklanmaktadır: Bu, lütuf üstüne lütuf, nimet ihsanı
üzerine nimet ihsanına, bunlara rağbet edenlerin arzularını güçlendirmek ve umanın
emelini boşa çıkmayacağına dair bir vaaddır.
[212]
Rahman ve Rahîm isimleri aynı anlamı mı ifade eder,
yoksa iki ayrı anlama mı gelir hususunda da ilim adamları farklı görüşler
belirtmişlerdir. "Nedman ve Nedim (pişmanlık duyan)" kelimelerinde
olduğu gibi aynı anlama gelirler, denilmiştir. Bu Ebu Ubeyde'nin görüşüdür.
Bazıları da fa'lan (rahman kelimesinin vezni) faîl (rahîm kelimesinin vezni) in
binası gibi değildir. Çünkü fa'lan vezni ancak fiilin mübalağalı halini
anlatmak için kullanılır. Mesela kızgınlık ile dolup taşmış bir kimse için
"Ğadbân" tabiri kullanılır. Faîl vezni ise bazen fail ve mef'ul (yani
etken ve edilgen) anlamlarını ifade edebilir. Amalles der ki:
"Savaş seni bir defa dişlerinin arasına aldı mı?
O vakit sen şefkat duyulan merhamet olunan
olursun."
Buna göre "er-Rahmân" isim olarak özel,
fiil olarak genel; "er-Rahîm" ise isim olarak genel, fiil olarak
özeldir. Bu cumhurun görüşüdür.
Ebu Ali el-Farisî der ki:
"er-Rahmân" bütün rahmet türleri hakkında ku-lanılan genel bir isim
olup yalnız yüce Allah hakkında kullanılır. "Er-Rahîm" ise, mü'minler
hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve
mü'minlere çok merhametli (rahîm)dir." (el-Ahzab, 33/43) el-Ar-zemî der
ki: "er-Rahmân" yağmurlarla, duyu nimetleriyle ve genel olarak bütün
nimetlerle bütün yaratıklarına merhamet edendir. "er-Rahîm" ise, onları
hidâyete iletmek, onlara lütuflarda bulunmak suretiyle mü'minlere merhametli
olandır.
İbnu'l-Mübarek der ki: "er-Rahmân" kendisinden
istendiği zaman verendir. "er-Rahîm" ise kendisinden dilekte
bulunulmadığı zaman kızıp gazap-lanandır.
İbn Mâce Sünen'inde, Tirmizî de el-Cami'inde Ebu
Salih'ten, o Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah
(s.a) buyurdu ki: "Allah'tan dilekte bulunmayana Allah gazab eder."
Bu lafız Tirmizî'ye aittir.[213] İbn
Mâce de der ki: "Yüce Allah'a dua etmeyene Allah gazab eder."
[214] İbn
Mâce der ki: Ben Ebu Zur'a'ya bu senette sözü geçen Ebu Salih hakkında soru
sorduğumda şöyle dedi: Bu kendisine el-Farisi adı verilen kişi olup
Huzis-tanlıdır. Adını bilmiyorum. Şairlerden birisi de bu anlamı kabul ederek
şöyle demiştir:
"O'ndan dilekte bulunmayı terkettin mi Allah
gazab eder
Adem oğlancığı ise kendisinden istendi mi
gazaplanır."
İbn Abbas der ki: Bunlar rakîk (ince anlamlar ifade
eden) iki isimdir. Birisi ötekinden daha rakîkdir. Yani daha çok rahmet ifade
eder.
el-Hattabî der ki: Bu müşkil bir ifadedir. Çünkü
rakîkliğin yüce Allah'ın sıfatlarından hiçbirisiyle bir alakası yoktur.
el-Huseyn b. el-Fadl el-Beceli der ki: Bu şekildeki
bir rivayet ravinin vehminden kaynaklanmaktadır. Çünkü inceliğin (rikkatin)
yüce Allah'ın sıfatlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu ifadenin doğru şekli:
"Bunlar biri ötekinden daha refik (nfk ve yumuşaklık) olan iki isimdir."
Rıfk ise, aziz ve celil olan Allah'ın sıfatlarındandır. Nitekim Peygamber (s.a)
şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah refik (yumuşak merhametli) dir, rıfkı
sever ve katılığa karşılık olarak vermediği şeyleri rıfka karşılık olarak
verir."[215]
İlim adamlarının çoğunluğu, "er-Rahmân"ın
yüce Allah'ın özel ismi olup başkasına verilmesinin caiz olmadığı
kanaatindedir. Yüce Allah'ın şu buyrukları bunu göstermektedir: "De ki:
İster Allah diye dua edin ister Rahman diye dua edin." (el-İsra, 17/110)
Burada görüldüğü gibi er-Rahmân adı başkasının ortaklığının sözkonusu olmadığı
diğer adı olan "Allah" lafzına denk ve eşit olarak zikredilmiştir.
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz
peygamberlerimize sor: Rah-mân'dan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış
mıyız?" (ez-Zuhruf, 43/45) Burada yüce Allah, ibadete hak kazananın
"Rahman" olduğunu haber vermektedir. Müseylime el-Kezzab (Allah'ın
laneti üzerine olsun) kendisine "rahmânu'l-yemame" adını vermek
cesaretini göstermiştir. Müseylime kendisine bu adı verir vermez, hemen onun
kulağına "el-Kezzab (çok yalancı)" şeklindeki sıfatı ulaşıverdi.
Bundan dolayı şanı yüce olan Allah, "el-Kezzab" sıfatını onun adının
ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Her ne kadar her kafir, aynı zamanda
yalancı ise de bu nitelik Müseylime'nin kendisi ile tanındığı bir özel sıfat
halini almış ve yüce Allah, bu niteliği onun adının ayrılmaz bir parçası
haline getirmiştir. er-Rahmân adı ile ilgili olarak onun yüce Allah'ın ism-i
a'zamı olduğu da söylenmiştir. Bunu İbnu'l-Arabi zikretmiştir.
[216]
"er-Rahîm" yaratıklar için mutlak bir
niteliktir. "er-Rahmân" isminde genel bir anlam bulunduğundan dolayı
bizim sözlerimizde de tenzile (vahye) uygun olarak "er-Rahîm" den önce
zikredilmiştir. Bu el-Mehdevî'nin açıklamasıdır.
Şöyle de denilmiştir: er-Rahîm'in anlamı, sizin
Allah'ı ve er-Rahmân'ı bulmanız er-Rahîm iledir. Çünkü er-Rahîm, Muhammed
(s.a)'ın niteliğidir. Yüce Allah, onu şu buyruğunda böyle nitelemiştir:
"O rauf (çok şefkatli) ve rahim (çok merhametli) dir." (et-Tevbe,
9/129) Bu açıklamayı yapan, mananın şöyle olduğunu kastetmiş gibidir:
"Bismillahirrahmâni ve birrahîmi" yani ve Muhammed (s.a) aracılığıyla
bana ulaştınız. Yani ona uymak ve onun getirdiklerine tabi olmak sayesinde
sizler benim sevabımı, lütuf ve ihsanımı ve vechime nazarı elde edebildiniz.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[217]
Ali b. Ebi Tal-ib (k.v)'den yüce Allah'ın:
"Bismillah" lafzı ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilmiştir:
O, her türlü hastalığa karşı şifa ve her türlü devaya karşılık da bir
yardımdır. "er-Rahmân" ise ona iman eden herkese yardımdır. Bu, kendisinden
başkasına bu ismin verilemeyeceği zatın adıdır. "er-Rahîm" ise tev-be
edene, iman edip salih amel işleyene merhametlidir demektir.
Kimisi, bu lafzı (yani bismillahirrahmânirrâhim'i)
harfleri esas alarak açıklamıştır. Osman b. Affan'dan rivayet edildiğine göre
o, Rasulullah (s.a)'a "bismillahirrahmânirrâhim"in açıklamasını
sormuş o da şöyle buyurmuş: "Ba, yüce Allah'ın belası (sınaması) ruhu,
aydınlığı, parlaklığı ve yüceliği; sin yüce Allah'ın üstünlüğü, mim Allah'ın
mülkü demektir. Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Rahman ise,
yarattıklarından iyi olana da kötü ve günahkar olana da merhametli olan
demektir. Rahîm ise, özellikle mü'min-lere karşı şefkatli ve merhametli olan
demektir."[218]
Ka'b el-Ahbar'ın da şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Ba,yüce Allah'ın göz kamaştırıcılığı, sin yüceliği demektir.
O'ndan yüce hiçbir şey yoktur. Mim onun mutlak malikiyetini ifade eder. O,
herşeye kadir olandır. O'na karşı hiçbir kimse çıkamaz, mağlup edemez.
Şöyle de denilmiştir: Her bir harf, yüce Allah'ın
isimlerinden birisinin başlangıcıdır. Ba basir adının, sin semi' adının, mim
melik adının, elif Allah adının, lam latîf adının, ha hadi adının, ra râzık
adının, ha halîm adının, nun nur adının birinci harfidir. Bütün bunların anlamı
ise, herşeyin başlangıcı esnasında şanı yüce Allah'a dua etmektir.
[219]
(Besmelenin son kelimesi olan): "er-Rahîm"
lafzının "elhamdülillah" ile bitişik okunması hususunda ihtilaf edilmiştir.
Umm Seleme'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a), mim harfini sükunlu
okuyup vak'f yapar ve maktu' bir elif ile başlayarak: şeklinde okurdu.
Kufelilerden bir grup bu şekilde okumuştur. Ancak
çoğunluk ise: şeklinde okumuşlardır. Yani "er-Rahîmi" şeklinde esreli
ve "elhamdü"deki elifi vaslederek .... er-Rahîmi'1-Hamdü...
(şeklinde) okursun.
el-Kisai, kimi arapların, mim harfini üstünlü ve
elifin vasledilmesi şeklinde er-Rahîme'1-Hamdü... diye okuduğunu
nakletmektedir. Bu, şöyle açıklanır: Mim harfi sükûnlü okunur, elif kat' ile
okunur. Sonra elifin harekesi mime aktarılarak elif hazfedilir.
İbn Atiyye der ki: Bildiğim kadarıyla bu herhangi bir
kimsenin kıraati olarak rivayet edilmemiştir. Yahya b. Ziyad'ın yüce Allah'ın:
buyruğunu okuyuşu ile ilgili görüşü de böyledir.
[220]
[1] İbn Mâce, Mukaddime 16; hdl'no: 215; Müsned,
III,
127-128; Hâkim, Müstedrek, I, 556
[2] Müslim, Tahâre 1.
[3] Müslim, Vnsiyyet 14; Müsned, II, 372.
[4] "Kur'ân Ahkâmı ve İhtiva ettiği Sünnet ve Furkân
âyetlerini beyan edip açıklayan" anlamında.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/197-200.
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/200-201.
[7] Tirmizt, Fedâilu'l-Kur'ân, 25.
[8] es-Sebu't-Tivâl: Bakara, Âli İmrân, Nisa, Mâide,
En'âm, A'râf, Enfâl ve Tevbe. el-Miûn: Bunlardan sonra gelen ve âyet sayısı yüz
dolaylarında olan sûreler. el-Mesânî: el-Mi-ûn'dan sonra gelen sûrelerdir.
el-Mufassal ise kısa sûreler olup nereden başladıkları konusunda farklı
görüşler vardır. (Bk. ez-Zerkeşî, el-Burhân, Beyrut, 1408/1988, I, 307 v.d.
Sııyûtî, el-îtkâh, İst., Kahire, 1399/1979 dan tıpkı basım, 1, 84, v.d.)
[9] Dârimi, Fedâilu'l-Kur'ân 17
[10] A'ver, Hadisi Hz. Ali'den rivayet eden el-Hâris'in
lakabıdır. Hadisi, Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân, 14; Dârimi, Fedâilü'l-Kıır'ân 1;
hd. no: 3335'de rivayet etmişlerdir.
[11] Biraz sonra gelecek Tirmizî'n'm rivayetinde bu
fazlnlık vardır.
[12] Hâkim, Müstedrek, I, 555; Dâriınî, Fedâilu'l-Kur'ân 1,
hd. no: 3318 - kısmen -.
[13] Buharı, Fedâilu'l-Kur'ân 21; Ebû Dâvûd, Vitr 14;
Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 15
[14] Müslim, Salâtu'l-Müsafirîn 243
[15] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 16
[16] Hadisin iki veya daha fazla isnadı varsa, bir isnaddan
diğerine geçiş sırasında noktasız bir 'Hâ" yazarlar. Tercih edilen görüşe
göre bu "tehavyul"den kısaltmadır. Hadisin senedini okuyan buraya
geldi mi "Hâ" der ve geçer. Sened arasında bu şekilde bir
"Hâ" Sahîh-i Müslim'de daha çok Buhârî'de ise daha azdır. (Bk. Prof.
Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara, 1980, s. 117; Doç. Dr. Mectabâ
Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara, 1992, s. 106).
[17] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 20
[18] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 244; Ebû Dâvud, Vitr 14;
Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 13
[19] Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 17.
[20] Müslim, Snlâtu'l-Müsafîrin 251; Ebû Dâvûd, Vitr 15
[21] Müslim, Zikir ve Dua 38.
[22] Ebû Dâvûd, Tetavvu' 25; Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 20;
Nesât, Zekât 68.
[23] Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 18, Matbu nüshada:
"Hasen sahih bir hadistir."
[24] Ebû Dâvûd, Vitr 20.
[25] İbn Mâceh, Edeb 52.
[26] Hadisin senedinde hadis uydurmakla meşhur raviler
olduğu belirtilmiştir. Bk. eş-Şev-kânî, el-Fevâidu'l-Mecmûa, Kahire, 1380/1960,
s. 306.
[27] Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 13, az bir farkla. Sonunda
da şu kaydı düşmektedir: "Bu, ga-rîb bir hadistir. Bunun başka bir yolla
rivayet edildiğini bilmiyoruz. Senedi sahih değildir. Hafs b. Süleyman, hadis
(rivâyetin)de zayıf kabul edilir."
[28] Ebû Dâvûd, Ramadân.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/201-207.
[30] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 29.
[31] Tirmizi, Kıraat 1; Ebû Dâvûd, el-Hurûf ve'l Kıraat hd.
no: 4001.
[32] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Munir Şerfıu'l-Câmii's-Sağîr, I,
59'da yakın lafızlarla ve "hasen" olduğu belirtilerek.
[33] Ebû Dâvûd, Vitr 20; Nesâl, İftitâh 83; İbn Mâceh,
İkâme 176.
[34] Buharı, Tevhîd 44; Müslim'de bu lafız ile hadisi
tesbit edemedik. Ancak Kur'ân ile te-ganniyi güzel gören hadisler için bk.
Salâtu'l-Müsâfirîn 34; Ebû Dâvûd, Vitr 20.
[35] Hadis kitaplarında tesbit ettiğimiz kadarıyla sadece
Hz. Peygamber'in Ebû Musa'nın kıraatini beğenerek dinlediği kaydedilmektedir.
Bk. Müslim, Müsâfirîn, 234 v.d.; Tirmi-zî, Menâkib 55.
[36] Buhârl, Fedâilu'l-Kur'ân 30; Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirîn 237; Ebû Dâvûd, Vitr 20.
[37] el-Heysemî. Mecmau'z-Zevâid. VIT. 170'te İbn
Abbas'tnn.
[38] Ebû Dnvful. \ Mr 20; İKİ. no: 1471.
[39] Müslim, Mukaddime.
[40] Buhâri, Fedâilu'l-Kur'ân 19.
[41] Ebû Dâvûd, Salât 156, 157 ("tencere
kaynarken" ifadesi yerine: "değirmenin çıkardığı" şeklinde);
Nesâî, Sehv 18.
[42] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 33, 35; Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirîn 247, 248 v.s...
[43] Buhârî, tim 18, Salnt 90, Ezan 161; Müslim, Salât 254;
Ebû Dâvûd, Salât 112; Müsned, I, 264'de; İbn Ömer'den değil, İbn Abbas'dan.
[44] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 233, Buhârî
Fedailu'l-Kur'ân 19 (yakın ifadelerle).
[45] Buhârî, Deavât 50; Müslim, Zikr 44; Ebû Dâvûd, Vitr 26
[46] Mecmau'z-Zevâid, VII, 169.
[47] Buhârî, Fednilıı'l-Kur'ân 30; Meğâzî 48; Tefsir 48.
sûre; Müslim, Salâtu'l-Müsnfirîn 237; Ebû Dâvûd, Vitr 20.
[48] Buhârî, Tevhid 50
[49] Darakutnî, II, 86. Hadisin râvilerinden İshâk b. Ebî
Yahya, zayıftır. Aynı yer, Ebû't-Tay-yib Muhammed, et-Ta'lîku'1-Muğnî, II, 86.
notundan.
[50] "Âşıklar" diye tercüme ettiğimiz kelime
Kurtubi metninde "ehl el-ışk" şeklindedir. Biraz sonra belirtilecek
kaynaklarda ise bu kelime "ehl el-fisk" yani "fâsıklar"
şeklindedir. Bu daha uygun görünmektedir.
[51] el-Azizi, es-Sırâcu'l-MunîrŞerhu'l-Câmi's-Sağir, I,
256: Mecmau'z-Zevâid, VII, 169.
[52] Ebû Dâvûd, Vitr 20; Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân 23
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/207-217.
[54] Müslim, tıitfre 152; Tirmizi, Zühd 48; Nesâî, Cilmd
22.
[55] İbn Mâce, Mukaddime 23; Tirmizi, İlin 6.
[56] Mecmau'z-Zeuaid, I, 185; hadis zayıftır.
[57] Ebû Dâvûd, İlin 12; Îbn M6.ce, Muknddime 23; ancak bu
hadisi Tirmizi'de tesbit edemedik.
[58] Tirmizi, Zühd 48. Tirınizî dedi ki: Bu, hasen garip
bir hadistir. îbn Mâce, Mukaddime 23'te: "yüz defa" yerine:
"dört yüz defa" şeklinde; ayrıca sonunda: "Allah'ın en çok buğz
ettiği kurrâ (ilim adamları) ise, emirleri ziyaret edenlerdir" fazlalığı
da vardır.
[59] Yakın ifadelerle Tirmizi, Zühd 60 Ebû Hureyre'den;
Dâriml, Mukaddime 29. Ka'b'ın sözü olarak.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/217-220.
[61] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 23 ("Kur'ân hıfzetmiş
kimse de..." bölümünden sonrası yofc);
Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn, 226, 227.
[62] Müslim, Cennet 81.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/221-224.
[64] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Munîr, I, 222; el-Heyseraî,
Mecmau'z-Zevâid, VII, l63'te: "Râvîleri
arasında metruk vardır" kaydı ile.
[65] Hz. Âişe'den buna yakın ancak senedinde metruk râvî
bulunan bir rivayet için bk. el-
Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 163
[66] el-Hâkim, el-Müstedrek, IV, 87; et-Telhis'de:
"Hadisin mevzu olduğunu zannediyorum" denilmektedir.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/224-228.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/228.
[69] Ebû Dâvûd, Edeb 20.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/228-229.
[71] et-Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usûl, Kahire,
1408/1988, II, 391-397.
[72] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 10,
27; Müslim, Salâtıı'l-Müsâfirîn 255.
[73] bk. el-Furkân, 25/72
[74] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Muntr,
I, 127'de: Hadis zayıftır, denilmektedir.
[75] Tirmizl, Kıraat 11. hadisin
akabinde Tirmizî der ki: Bu, hasen-garib bir hadistir. Senedi pek kuvvetli
değildir. İbnu'1-Esîr, Garîbu'l-Hadis'te (1, 430) bu hadisi zikrettikten sonra,
Mekke'lilerin de bu uygulamayı sürdürdüklerini kaydetmektedir.
[76] Birtakım kötülüklerden
korunmak maksadıyla Allah'a sığınmayı ifade eden âyetler ve meşru dualar.
[77] Ebû Dâvûd, Salât 128-129.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/229-235.
[78] Tirmizî, Tefsir, 2951.
Hadis.
[79] Tirmizî, Tefsir, 2952; Ebû
Dâvûd, İlm 5.
[80] Mehran veya bir görüşe göre
Abdullah adını taşıyan Süheyl b. Ebî Hazm adındaki ra-vidir (Tercümeye esas
alınan Arapça baskının tahkikinden)
[81] Buharı, Vııdû' 10; Müslim,
Fedâilu's-snhâbe 138; İbn Mâce, Mukaddime 11 (yakın ifadelerle); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 266, 314 v.s....
[82] Bu kelime Arapça baskıyn
esas alınan bütün nüshalarda böyle yazılmıştır. (Arapça baskıya hazırlayanın
notu) Mübeddel, değiştirilmiş anlamındadır. O bakımından bu kelimenin müellif
tarafından bu şekliyle yazılmasına ve bu anlamın kast edilmesine imkân yoktur.
Aradaki hat benzerliği dolayısıyla "tevil olunan" anlamında
"ınüevvel" olması muhtemeldir.
[83] Tirmizi, Menâkıb 22; İbn
Mâce, Mukflddime 11; Müsned, III, 184, 281; (Ebû Hureyre ve sonrakilerle ilgili
bölüm yok).
[84] Bk. İbn Abdi'1-Berr,
et-Temhîd, Dâr el-Beyân el-Arabî, I, 59-60.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/235-241.
[86] Müsned, IV, 131; Ebû Dâvûd,
Sünne 5; Tirmizî, İlm 10; İbn Mâce, Mukaddime 2. Ayrıca bk. Dârimî, Mukaddime
48.
[87] Müslim, Hacc 310; Ebû Dâvûd,
Menâsik 77; Müsned, III, 318, 337...
[88] Buhârî, Ezan 18; Müsned, V,
53.
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/241-244.
[90] Muvatta, Kur'ân 11.
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/244-246.
[92] "Kur'ân'ın yedi harf
üzere indirildiği"ne dair rivayetlerin önemli bir bölümü için bk. Bu-hârî,
Huşuma t 4; Fedâilu'l-Kur'ân 4, 27; Murteddîn 9; Tevhid 53; Müslim,
Salâtu'l-Musâ-firîn 270-274; Ebû Dâvûd, Vitr 22; Tirmizı. Kıraat 9; Nesaî,
İftitah 37; Müsned, I, 263. »9, 313; V. 122, 124, 127; VI, 385, 391 v.s...;
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 151-154.
[93] Müslim, Salâtu'l-MüsâFırîn
274; Ebû Dâvûd, Vitr 22.
[94] Tirmizî, Kıraat 9.
[95] Müsned, V. 41, 51.
[96] Müslim, Salatu'l-Müsâfirîn
272.
[97] Ebû Dâvûd, Vitr 22.
[98] Buharı, Menâkıb 3.
[99] Müslim, Salat 165.
[100] O takdirde anlamı:
"Rabbiıniz, seferlerimizin arasını uzaklaştırdı" olur.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/246-253.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/253-254.
[103] Buharı, Fedâilu'l-Kur'nn 5;
Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 270 vd.
[104] Buhârî, Fedailu'l-Kur'ân 5,
Salâtu'l-Müsâfirîn
[105] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn
273.
[106] Müslim, İmnn 209.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/254-256.
[108] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 3;
Tefsir 9. sûre 20; Ahkâm 37; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 18. had.
[109] Buharı, Tefsir 9. sûre 20.
[110] Tirmizî, aynı yer.
[111] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 3.
[112] Tirmizî, Tefsir 9. sûre 19.
had.
[113] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 3;
Tirmizî, Tefsir 9. sûre 19. had.
[114] Tirmizî, Tefsir 9. sûre 19.
hadis.
[115] Tirmizî, Tefsir 9. sûre 19.
hadis; Buhârl, Fedâilu'l-Kur'ân 2'de; yazımında ihtilaf olunan kelime
zikredilmeksizin.
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/256-262.
[117] Hulûliyye: Allah'ın herşeyde,
herşeyin her cüz'ünde olduğunu, hatta bundan dolayı herşeye Allah
denilebileceğini kabul eden taife. Haşviyye; ise, nasların zahirlerini esas
alarak Allah hakkında tecsim'e kadar varan kanaatlere sahip bir müşebbihe
taifesi. (Bk. eş-Şehristâni, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut, 1395 / 1975, I, 105
ve 107).
[118] Müsned, IV, 155; Dârimî,
Fedâilu'l-Kur'ân 1.
[119] Müslim, Cennet 63; Müsned, IV,
162.
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/263-264.
[121] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 8;
Müslim, Fedâilu's-sahabe 23.
[122] Buhâri, Menâkibu'l-ensâr 17.
[123] Buhârî, Meğazi 12 - babın
ilk hadisi -
[124] Biraz sonra gelecek bir
hadisten de anlaşılacağı üzere bunlar: Abdtıllah b. Mes'ud, Mu-âz b. Cebel,
Ubeyy b. Ka'b ve Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Salim'dir.
[125] îbn Mâce, Mukaddime 11;
Müsned, I, 38
[126] Buharı, Menâkıbu'l-ensâr 16;
Müslim, Fedâilu'Sahâbe 116-117.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/264-267.
[128] Bk. Müsned I, 57, 69;
Müstedrek, II, 330; Ebû Dâvûd, Salât 120-121; Tirmizl, Tefsir 9.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/267-271.
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/271.
[131] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/271-272.
[132] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/273.
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/273-274.
[134] Buhârî, Tevhid 58 (aynı
zamanda Buhârî'deki son hadistir); Müslim, Zikr ve Dua 31.
[135] Hadisin kaynakları aynı
konuyu ele alan başlıkta geçmektedir.
[136] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/274-277.
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/277-279.
[138] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/280-282.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/282-283.
[140] Müslim, Fedâilu's-sahâbe
132.
[141] Müslim, Cennet 5.
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/283-289.
[143] İbn Abdi'1-Berr, özel olarak
bu hadis hakkında "mevzu"' hükmünü vermemekle birlikte; hakkında
"... eğer sahih ise ..." kaydını zikrettikten sonra buradaki
istisnayı salih (doğru çıkan) rüya olarak tefsir etmiş, Hz. Peygamber'in son
peygamber oluşuna dair el-Ahzâb, 33/40'daki: "Peygamberlerin
sonuncusu" buyruğunun delil olarak yeterli olduğuna özellikle dikkat
çekmiştir. (et-Temhid. V, 55).
[144] Ebû Dâvûd, Cihâd 60;
Tirmizî, Cihâd 22; Nesâî, Hayl 14; Müsned, II, 256, 474. Kurtu-
bî'nin de belirttiği gibi: "veyn
kanat" ibaresi yok. Çünkü sonradan uydurulmuştur.
[145] Müsned, I, 293, 323;
Tirmizî, Tefsir 3951. hadis.
[146] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/289-292.
[147] Aradaki farkın daha iyi
anlaşılabilmesi için: "Onu acele (hıfz) etmek için onunla dilini
kıpırdatma. Çünkü onu (kalbinde) toplamak ve onu (dilinde) okutmak bize aittir.
0 halde Biz onu (Cebrail aracılığıyla) okuduğumuzda sen de onun okumasına uy.
Sonra açıklamak da Bize düşer." (el-Kıyame, 75/16-19) âyetlerine hem
mealini hem de metinlerini bu tahrif edilen metinle karşılaştırmak gerekir.
[148] Aynı şekilde meal ve metin
karşılaştırılmalıdır.
[149] Müsned, I, 38.
[150] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/292-299.
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/299.
[152] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/299.
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/299-300.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/300.
[155] Ebû Dâvâd, Salât 118-119;
İbn Mâce, İkamem's-salât 2.
[156] İbn Mâce, aynı yer.
[157] Ebû Dâvûd, Salât 119-120;
Tirmizî, Salât 65.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/300-301.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/301.
[160] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/301.
[161] Nevevi, Ebû Said el-Hudri
yoluyla gelen bu hadisin "garib" olduğunu belirtmektedir. el-Mevcû,
Cidde, tarihsiz, III, 279.
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/301-302.
[163] Buhârî, Edeb 76; Müslim,
el-Biını ve's-sıla 109, 110
[164] Müslim, Selâm 68.
[165] Ebû Dâvûd, Cihâd 75; Müsned,
II, 132, III, 124.
[166] Müslim, Zikr ve Dua 54;
Muvatta, İsti'zân 34; Tirmizî, Deavât 40
[167] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/302-303.
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/303-305.
[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/305.
[170] eş-Şevkânî,
el-Fevâidu'l-mecmûa, 374'te: "... Senedinde İshâk b. Mııhammed en-Nehai de
vardır. Bu kişi ğulât-ı şiadan olup Hz. Ali'nin - hâşâ - uluhiyyetine
inanırdı" denilmektedir. Esasen Şeytan'ın verdiği iddia olunan cevabında,
gaybı bildiğini anlatan ifadeler vardır. Çünkü cevaptan, daha kişi annesinin
rahmine düşmeden bile, şeytanın, o kimsenin Hz. Ali'ye buğzedecek bir kişi
olup olmayacağını bildiği anlaşılmaktadır. Bu ise konu ile ilgili kat'i
naslarla mümkün değildir. Bu bile bu rivayetin uydurma olduğunu ortaya koymaya
yeter.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/305.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/306.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/306.
[173] Ebû Dâvûd, Edeb 77; Musned,
V, 59; aynen yakın ifadelerle V, 71, 365.
[174] Buhârî, Ezan 126; Ebû Dâuûd,
Salât 118-119 (770. hadis); Tirmigî, Salât 179; ayrıca bk.
Müslim, Mesâcid 149.
[175] Ebû Dâuûd, Salât 120-121
(787. hadis).
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/306-307.
[176] Darakutnî, I, 312.
[177] Müslim, Sala t 53.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/307-308.
[179] Müslim, Salât 38; Muvatta Snlât 39
[180] Muvatta, Salât 37.
[181] Ebû Dâvûd, Salât 120-121 (788. hadis): İbn Abbâs'tan
dedi ki: "Peygamber (sav), üzerine "Bismillahirrahmânirrâhim"
nazil olmadıkça (bir) sûrenin (diğerinden) ayrıldığını bilmezdi."
[182] Müslim, Salât 52.
[183] Müslim, Salât 50.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
1/308-312.
[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/312.
[186] Rivayet asrından sonra
insanlar tarafından kullanılan kelimeler hakkında kullanılan bir terimdir.
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/312-313.
[188] Buharı, Eşribe 22; Müslim,
Eşribe 97; Ebû Dâvûd, Eşribe 22.
[189] Buhârl, Tevhid 13; Müslim,
Nikâh 116.
[190] Müslim, Eşribe 108.
[191] Müslim, Eşribe 102
[192] Buharı, Zebâih 18; Müslim,
Edâhî 1.
[193] Müslim, Selâm 67; İbn Mâce,
Tıb 36.
[194] Tirmizî, Cuma, 73; İbn Mâce,
Taharet 40
[195] Darakutnî, I, 72.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/313-314.
[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/314.
[197] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/314.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/314-315.
[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/315.
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/315.
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/315-316.
[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/316-317.
[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/317.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/317.
[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/317-318.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/318.
[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/318.
[208] Bıı okuyuşa göre âyetin bu
kısmının nnlamı şöyle olur: "Seni ve sana ibadeti terkeder."
[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/319-320.
[210] Tirmizi, Birr ve Sıla 9.
[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/320-321.
[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/321-322.
[213] Tirmizî, Dua 2; Müsned, II,
477.
[214] İbn Mâce, Duâ 1
[215] Müsned, IV, 87
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/322-323.
[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/323-324.
[217] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/324.
[218] Bu gibi açıklamaların şer'i
hiçbir dayanağı olmadığı gibi; Kurtııbî merhumun da bu rivayeti 'rivayet
edildi" temriz siğasi; hadisin muteber bir yolla alınmadığına işaret eden
meçhul kip" ile nakletmiş olması da bu rivayete hadis olarak itibar
edilemeyeceğini ayrıca göstermektedir.
[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/324-325.
[220] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/325.