«Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını günahı (mucip suretler)le yemeniz için o (malları) hâkimlere aktarma etmeyin (iş başmdakilere rüşvet ve başka haksız yollardan yedirmeyin).» [1]
İlâhî buyrukların kusursuz tatbiki ve adaletin tam mâna-siyle gerçekleşmesi için halkın ve hâkimlerin vicdanı şer'î bir vicdan olmalı, yâni Kur'ân'ın getirdiği lâhûtî mânayla arınmış olmalı, büyük hesap ve yargî gününde aynı şeylerin tekrar ortaya dökülüp muhakeme edileceğini bütün derinliğiyle hissetmelidir.
İslâm Hukuku Nazariyat'nda konumuzla ilgili şu cümleleri nakletmekte fayda görüyoruz:
«İslâmiyetin ilk zamanlarında insanları muhakeme etmek için «Hâkim» ünvânı ile yâd olunan kimselerin ehemmiyeti pek büyüktü. Bidayette bu vazife bizzat Hazret-i Peygamber (S. A.V.) ve kendisini takip eden dört halîfe tarafından îfâ olunmuştur. Halîfenin bizzat hâkimlik vazifesini îfâ edemediği yerlerde bu vazife, halîfe tarafından âlim. tecrübeli, tam kemâl sahibi, vicdanı; dinî ve ahlâkî ahkâm ile eğitilip yetiştirilmiş yüce kişilere verilmiştir. İslâmiyette vicdan, dinî akidelerle, ahlâkî kaadilerle ve an'anevî meziyetlerle gelişmiş ruhî bir halet (meleke )dir. Vicdanın şer'î bir vicdan olabilmesi için, bu akîde ve kaaidelerin, şeriatın koyduğu akîde ve kaaidelerden meydana gelmiş bulunması gerektir.
Kısaca tarif ettiğimiz vicdan, genel olarak bir müslüma-nm hâiz olması lâzım gelen vicdandır. Hâkimlik vazifesini görecek kimsenin ise, bundan başka daha iki meziyet ile süslenmiş bulunması üzerinde durulur:
1- Şeriatın dünya hayatımız hususunda koymuş olduğu emir ve nehiylere tamamiyle itaat etmek.
2- Hukuk mevzuatının asıllarını öğreten ilimde derin bilgi sahibi olmak.
İşte Muâz bin Cebel (R.A.)in Hazret-i Peygamber'e (S.A. V.) «İçtihad ile dâvayı halledeceğim» dediği zaman, îmâ ve işaret etmek istediği hâkim, bu vasıfları taşıyan hâkimdir.» [2]
Nitekim Hazret-i Ali (R.A.), Ester Nahî'ye yazdığı mektupta, müslümanlar arasında hükmedecek hâkimi şöyle tarif etmektedir:
«İnsanlar arasında hüküm için Öyle bir adam seç ki, sence halkın en değerlisi olsun. İşten sıkılmasın. Duruşmaya gelenlerden sinirlenerek inada kalkışmasın. Hatâsında ısrar etmesin. Hakkı gördüğü gibi, döneceği yerde de dili tutulup kalmasın. Hiç bir zaman çok istediği menfaat kaybolacak endişesine düşmesin. Mes'eleyi künhüne kadar anlamadıkça birdenbire içinde doğan kanaatle hüküm vermesin. Şüphelerde en çok durur; delillere en ziyade sarılır; hasmın müracaatlarından usanmaz; baktığı işlerin vuzuh kesbetmesini sabırla bekler, mes'elenin vuzuhunda tereddüde düşmeksizin kat'î bir şekilde hareket eder, övme ile şımarmaz, kendisine uygun gelen menfaatler ve heyecanlar içerisinde eğilip bükülmez insanlardan olsun.
Bu kimseye zaruretini giderecek, halktan ihtiyacını kesecek kadar maaş ver. Kendi yanında da o zâta öyle bir mevki ver ki, yakınında bulunan kimseler, o mevki'e göz dikmesin ve o adam başkalarının sana gelip de kendisine karşı hainlik ede-
miyeceğinden emîn olsun.»
Demek ki, âyet-i kerîme'de, cem'iyet nizamının kıvamı, halk ve hâkimlerin, iş başında bulunan yetkililerin vicdanına bağlıdır, gerçeğine işaret edilmektedir.
Ayetin taşıdığı geniş mâna, ümmetin hepsine ve bütün mallara şâmildir. Dînen alınması mubah sayılan hususlar bu şümulün dışındadır. Meselâ: Borç sahibinin kendi hakkını tutup alması, Allah'ın farz kıldığı zekâtın ödenmesi, nafakası üzerine vâcib olanların nafakasının verilmesi gibi.
0 halde dînin mubah kılmadığı bir şey'i sahibinden almak ne yolla olursa olsun başkasının malını haksız sebeple yemek sayılır. Tefecilik, rüşvet, büyücünün aldığı para, kâhine verilen ücret bu kabildendir. [3]
1- Hâkimin hükmü, haram şey'i helâl, helâl şey'i de haram kılamaz. 0 halde hâkim, bir kimseye helâl olmayan bir şey'i, yalan şâhidliğe veya yalan yemine müsteniden hükmederse, o şey o kimse için asla helâl olmaz.
2- Bunun gibi hâkim rüşvetle haksız bir hüküm verecek olursa, bu da başkasının malını haksız sebeple almak demektir.
3- Hâkimin vicdanı takva üzerine kurulu bir miheng olmalıdır.
Ümmü Seleme (R.A.)den rivayet edilen bir hadîste buyu-ruluvor ki:
«Sizler davacı olarak bana gelirsiniz; bâzınız delilini bâzısından daha iyi anlatır da ben dinlediğime göre onun lehinde hükmedebilirim. O halde ben kime, kardeşinin hakkından alıp bir şey (verir) hükmedersem, o, o hakkı almasın. Çünkü ben ancak (dinlediğime göre hükmedip) onun için ateşten bir parça ayırmış oluyorum.» [4]
4- Hadîs-i şerîf de halkın vicdanının şer'î bir vicdan olmasının gerekliliğine işaret ediyor.[5]
[1] Bakare sûresi, âyet: 188.
[2] İslâm Hukuk Nazariyatı, Sava Paşa: C. 1.
[3] Aynı konuya Nisa sûresi, 29. âyetle temas edilerek buyunıhıyor ki:
«Ey îmân edenler, birbirinizin malların] bâtıl sebeblerle yemeyin. Meğer ki o, sizden karşılıklı rızâ île yapılan ticâretle ola. (Haram ve haksızlıkla) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet eder.»
Âyette geçen «bâtıl» kelimesi burada çok geniş ve şümullü mânâ taşımaktadır:
a) Mallarınızı gerek aile arasında, gerekse akrıba arasında haksız yere yemeyin, mîrâs ve şâir hususlarda gayr-i meşru bir yola sapmayın.
b) Hırsızlık, yalan, dolan, büyü ve benzeri haram yollara saparak yemeyin.
c) Zorla alıp yemeyin.
ç) Kumar ve benzeri oyunlarla yemeyin.
d) Ribâ, tefecilik ve benzeri vasıtalara baş vurarak yemeyin.
e) Lüks hayat peşinde koşup mallarınızı saçıp savurmak sureliyle yemeyin.
Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/62-64.
[4] Sabîh-i Buhârî ve Mıislim
[5] Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/64-65.