«İş hususunda onlarla müşavere et..» [1]
Yalnız kendi re'yiyle hareket eden, başkasının görüşüne tenezzül etmiyen egoistler, sevabdan ziyâde hatâ yaparlar. Âmir durumunda veya mevkiinde bulunuyorlarsa, cem'iyet ve milletin zararına bir takım yargılarda bulunabilirler. Dikta rejimleri hep bu gibi bencil ruha sahip olan dikatörlerin eseridir. Milletlerini felâketten felâkete, zulümden zulüme sürükleyen Neronlar, Nemrutlar aynı hastalığın kahramanlarıdır.
Cumhurun görüşüne büyük değer veren İslâm dîni diktatörlüğü asla tasvib etmez. Çünkü ferdî akıl da mantık da yanılabilir. Bu yüzden, dünyada bunca doktrinler vardır ki hepsi de akla ve mantığa dayandığı ve haklı olduğunu savunduğu halde biri diğerine uymamaktadır. Halbuki hak denilen mefhum teşettüt kabul etmez. Bu bakımdan da, kabile ve milletleri umumun re'yine göre idare etme prensibini tslânı dîni yaşamanın âdeta lâzım-ı gayr-i müfârikı olarak kabul eder ve böylece demokrasinin en uygun nüvesini vaz'eder.
Hazret-i Peygamber (S.A.V.), müstesna kaabiliyetine, isabetli görüşüne ve bunların üstünde ledünnî ilme mazhar olmasına rağmen istişareyle emrediliyor. Asıl kararın müşavereden sonra verilmesi tenbîh ediliyor. Artık İslâm'ın istişareye umumun görüşünü almaya nasıl değer verdiğini îzaha bile lüzum yoktur.
Şimdi Hazret-i Peygamber (S.A.V.)in istişareyle ilgili ilâhî emri nasıl tatbik ettiğine İslâm tarihinden birkaç misâl verelim:
a) Allah'ın Resulü, Bedir gününde Şam dolaylarından gelmekte olan Kureyş kervanına karşı çıkmayı eshâbiyle müşavere ettikten sonra kararlaştırdı.
b) Nereye ineceklerini istişareden sonra Münzir b. Amr'ın görüşüne uyularak kuyunun önüne geçilmesi kararlaştırıldı.
c) Uhud savaşında hazırlıklar ikmâl edildikten sonra, kendisinin de bizzat savaşa çıkıp çıkmaması hususunda eshabivİe müşavere etti. Çıkması ekser tarafından uygun görüldüğü için çıktılar.
d) Hendek günü düşmanların el birliğiyle hazırlanıp geleceklerini haber alınca derhal esbabını toplayarak takip edilecek hattı hareketi tesbit için istişarede bulundu; en doğru ve uygun fikri, Selnıân el-Fârisî beyân ettiği için ona göre hareket edildi; Medînenin etrafına geniş hendek kazma işine girişildi.
Yine Hendek muhasarasında, müslümanlarm pek fazla iz-tirap çekmekte olduğunu gören Hazret-i Peygamber (S.A.V.), bir gün Sa'd b. Muâz ile Sa'd b. Ubâde'yi çağırarak, «Medine mahsulünün üçte birini vererek Gatafanları, Kureyşin ittifakından çıkarmak mümkün olabilir sanırım» buyurdu. Fakat bu iki sahabe, Resûl-i Ekrem'e şu cevabı verdiler: «Ya Resûlel-îah! eğer bu bir ilâhî vahy ise diyeceğimiz yok, eğer şahsî bir mütalâa ise, şunu arza cesaret ederiz ki, câlıiliyyet zamanında bile biz böyle cizye vermedik. Müslümanlık bizi yeni bir hayata kavuşturmuş iken bu zilleti kabul edemeyiz.»
Bu mütâlâa, Peygamber'i fevkalâde memnun etti.
e) Hazret-i Aişe olayında da eshâbiyle istişarede bulundular ve bu hususta Hz. Ali ile Hz. Üsâme'nin re'yine göre hareket ettiler
İstişare ile alâkalı birçok hadîs-i şerîfleer vardır. Biz burada teberrüken birkaç tanesini zikredeceğiz.
İbnü Merdveyh'in Hazret-i Ali (R.A.)den yaptığı rivayette: «Hazret-i Peygamber (S.A.V.)den (azim)den sorulduğunda buyurdular ki: «Azim re'y enliyle istişarede bulunduktan sonra onların görüşüne uymaktır.»
İbnü Mâce, Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin Ebû Hüreyre (R.A).
den yaptıkları rivayette buyuruluyor ki: «Müsteşar güvenilirdir.»[2]«Sizden biriniz kardeşiyle istişarede bulunduğunda, kardeşi ona görüşünü açıklasın.»[3]
îstişâre konusunda Iüfessir Hamdı Yazır'ın tefsirinde geçen bir parçayı nakletmekte fayda görüyorum:
«Müşavere emrinin vücub mu, yoksa nedib rai ifâde ettiği hakkında âlimlerin görüş farkı vardır. İmâm-ı Şafiî Hazretleri nedbe hamletmişse de zahir olan vücubdur. Fakat müfessirîn ve ulemânın görüş birliği vardır ki: Allah tarafından vahy inmiş bulunan hususlarda Peygamberin ümmet ile müşavere etmesi caiz değildir. Çünkü nass karşısında re'y ü kıyâs yersizdir; mevrid-i nassta içtihada mesağ olmadığı malûmdur. Nass olmayan hususlara gelince, her şeyde müşavere caiz midir, değil midir? Birçok âlimler ve müfessirler (Ve şâvirhüm fi'l-eııv ri) emrinin, emr-i harbe masruf olduğu fikrindedir. Çünkü vahiy bulunan hususlarda müşavere caiz olmadığı kesin olarak bilindiğinden (fi'l-emri)deki (elif-lâm)ın istiğrak için olmadığı anlaşılır. O halde (ahd) için olması taayyün eder. Bu âyette geçmiş ma'hud emir ise, harp ve düşmanla karşılaşmadır. Şu halde emrin buna has kılınmış olması gerekir. Fakat diğer âlimler ise (el-emri)in âmm olduğu ve ancak nass vârid olan hususlarda tahsis edilmiş ve bu bakımdan geri kalanda umumî üzere hüccet olarak kalmış bulunduğu fikrindedir, Fiî-vâ-ki' (İnne'1-emre küîîehu H'l-lahi) emri, harbe mahsus olmadığı gibi buradaki (el-emri) dahi Öyle olmak lâzım gelir.»
Ayette geçen müşavere emri, bilhassa ümmeti bu yola sev-ketmek içindir. O halde müşavere Peygamber Efendimiz hakkında mendub bile olsa, herhalde ümmeti hakkında vâcibdir.
Nitekim diğer bir âyette: «Müslümanlann işleri dâima aralarında nıüşâvere iledir.» [4] buyurulması bu âyeti daha güzel ve açık olarak tefsir etmektedir[5].