1599 nolu Hadis’in
İzahı:
Bu hadîsi Buhâri «îmân»
ve «Buyu'» bahislerinde; Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî «Buyu'»da; İbni, Mâce
«Fiten» bahsinde muhtelif râvilerden tahrîc etmişlerdir.
Bâzı kelimelerin îzâhı:
Müştebihât, şüpheli
şeyler demektir. Bu kelime beş şekilde rivayet olunmuştur: Müştebihât,
müteşebbihât, müşebbehât, müşebbihât ve müşbihât. Bunlardan birinci ile
ikincinin mânâları müşkilât demektir. Zira birbirine zıd olan iki tarafa da
benzer mânâsmadırlar. Yalnız ikinci rivayette tekellüf vardır. Üçüncü rivayetin
mânâsı hükmü yakînen bilinmeyen şeylere benzeyen demektir. Dördüncü ve beşinci
rivayetler: Kendini helâle benzeten mânâsına gelirler.
Irzî Ebu'l-Abbâs'ın
beyânına göre, insanın medih ve zemm yeri demektir. Meselâ : Birisi birinin
ırzından bahsetti denirse bunun mânâsı o kimseyi yükselten veya düşüren
husûsatını söylemiş demektir. Bu sebeple de ya medholunur ya zemm.
El-Himâ: Korunan yer
mânâsına gelen bir isimdir.
Ulemâ bu hadîsin
İslâm'da pek büyük bir mevkii olduğuna ittifak etmişlerdir. Bâzılarına göre
İslâm'ın üç temel hadîsinden biridir. Diğer ikisi: «Ameller niyetlere göredir.»
mânâsına gelen « hadîsiyle:
«Kişinin işine girmeyen
şeylere karışmaması iyi müslüman olduğundandır.» mânâsına gelen hadîs-i
şerifidir.
Ebû Dâvûd'a göre
İslâmiyet dört temel hadîs etrafında devreder. Bunların üçü saydıklarımız;
dördüncüsü de :
«Sizden biriniz kendisi
için sevdiğini dîn kardeşi işin de sevmedikçe (tam) îmân etmiş sayılamaz.»
mealindeki hadîs-i şerifidir.
Ulemânın beyanına göre
bu hadîsin yüksek mertebede olmasına sebep Nebi (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem)'in bunda yiyecek, içecek, giyecek gibi şeylere, nikâh ve sâireye tenbîh
buyurmuş olması ve bunların helâlden olmasına dikkati çekmesi; helâlin nasıl
bilineceğine irşâd buyurması; şüpheli şeyleri terk etmeye teşvik etmesidir.
Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunları korunan bir yeri misal alarak
izah etmiş; sonra dikkati gereken en mühim noktaya temas ile bunun kalb
olduğunu bildirmiştir.
İbnü'l-Arabî; «Bütün
hükümleri yalnız bu hadîsten çıkarmak mümkündür.» demiş; bu sözü îzâh eden
Kurtubi de: «Çünkü bu hadîs, helâl, haram ve sair hükümlere; bütün amellerin
kalbe bağlı olduğuna tafsilâtiyle şâmildir; işte bu cihetle bütün ahkâmın ona
ircaî mümkün olur.» şeklinde mütalâada bulunmuştur.
«Helâl aşikârdır...»
cümlesinden nıurâd: deliline bakarak helâlin hükmü beyan edilmiştir demektir.
Haram meselesi de öyledir; yalnız bu iki nev'İn delilleri arasında kalmış bir
takım şüpheli şeyler vardır ki, bunlar hakkında hangi tarafın delili tercih
edileceğini kestirmek güçtür; bunu ulemanın pek azı yapabilmiştir.
Nevevî bu cümleyi şöyle
îzâh ediyor: «Eşya helâl, haram ve şüpheli şeyler olmak üzere üç kısımdır.
Helâlin hükmü meydandadır; gizli bir tarafı yoktur; ekmek ve meyve yemek,
konuşmak, yürümek ve saire bu kabildendir. Haramın hükmü de açıktır; içki
içmek, kan dökmek, zina etmek, yalan söylemek ve saire gibi.
Şüpheli şeylere gelince:
Bunlardan murâd: Helâl veya haram olduğu açık açık belli olmayan şeylerdir.
Bundan dolayıdır ki, bunların hükmünü çok kimseler bilmez. Fakat ulemâ yâ
nasla, ya kıyâs ve istishâb gibi bir delille bunları bilirler. Bir şey helâl
ile haram arasında tereddütte kalır da hakkında nass veya icmâ' bulunmazsa o
mesele hakkında müctehid ictihad eder; ve onu şer'î bir delille helâl ve
haramdan birine katar. Bundan sonra o şey helâl veya haram hükmünü alır. Bâzan
meselenin delili de ictihaddan hâlî kalmaz; bu takdirde vera ve takva o şeyi
yapmamayı gerektirir.
Bir mesele hakkında
müctehid hiç bir karara varamazsa ne hüküm verilir?
Kaadî Iyâd'ın usûlü
fıkıh ulemâsından naklettiğine göre bu hususta üç mezhep vardır. Bunlardan
birinci mezhebe göre o meseleye helâl; ikinciye göre haram hükmü verilir.
Üçüncüye göre tevakkuf oiunur; yâni hiç bir hüküm verilemeyip durulur...»
Buhâri şârihi Aynî bu
ihtilâfın meşhur ilmî kelâm meselesine yâni şeriat gelmezden önce eşyanın hükmü
meselesine ait olduğunu söylüyor. Bu hususta dört mezhep vardır:
1- Esah olan mezhebe
göre şeriat gelmezden önce bir şeyin helâl, haram veya mubah olduğuna hüküm
verilemez; zira ehl-i hakk indinde teklif ancak şerîatle sabit olur.
2- İkinci mezhebe göre
helâl veya haram diye hüküm verilir.
3- Üçüncü mezhebe göre
verilemez.
4- Dördüncü mezhebin kavli
tevakkuftur.
Mâzirî: «Mekruh olan
şüpheli şeyler hakkında helâl veya haram denilemez.» mütaleâsmda bulunmuş;
başkaları: «Böyle bir şeyi terk etmek takva icâbıdır.» demişlerdir. Hattâbî
şüpheli şeylere misâl olarak bir kimsenin malında haram şüphesi yahut ribâ
karışmış olması ihtimalini göstermiş ve: «Böyle bir kimse ile alışveriş
muamelesi mekruh olur.» demiştir. Bu bâbta Kurtubî şunları söylüyor: Şüphesiz
ki, ortada açık açık helâl ve haram kılınmış şeylerle helâl veya haram hükmü
verilmesi tereddütlü olanlar vardır. İşte deliller bunlar hakkında birbirlerine
muâraza etmektedir; müştebihât (şüpheli şeyler) de bunlardır. Bunların hükmü
ihtilaflıdır. Bâzıları: Haramdır; çünkü harama götürür; demiş. Bir takımları:
Mekruhtur; vera' ve takva bunların terkini icâbeder.» mütaleâsında bulunmuş;
bunlar hakkında haram veya mekruh hükmü verilemeyeceğini söyleyenler de
olmuştur. Doğrusu ikinci kavildir; çünkü şeriat onları haram olmaktan
çıkarmıştır. Bunlar şüphe götüren şeylerdir.
Nebi (Sallallahu Aleyhi
ve Sellem): yâni: «Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap!»
buyurmuştur ki, vera da budur.»
Ulemâdan bazıları:
«Şüpheli şeyler helâldir ama vera' ve takva icabı terk edilirler.» demişlerse
de Kurtubî bunlara şu cevabı veriyor: «Bu söz doğru değildir; zîra helâl
derecelerinin en aşağısı bir şeyi yapmakla yapmamanın müsavi olmasıdır ki, buna
mübâh denir; böyle bir şeyde ise vera ve takva tasavvur edilemez; çünkü bir
tarafı diğerine tercih edilmiş; böylelikle o şey mübâh olmaktan çıkmıştır.
Bu takdirde o şeyin ya
terk edilmesi tercih olunacaktır ki, mekruh dediğimiz budur; yahut yapılması
tercîh edilecektir; buna da mendup diyoruz.
Yukarıda zikri geçtiği
vecihle delili açık ihtimalden hâli kalmayan tabaklanmış ölü hayvan derisi gibi
şeylere gelince: îmam Mâlik'in meşhur olan kavline göre böyle bir deri temiz
değildir; binâenaleyh mayiâttan hiç birinde kullanılamaz; yalnız su için
kullanılabilir; çünkü su, vasıflarından biri değişmedikçe pisliği atar. İşte
Hz. İmamin vardığı netice budur; fakat şahsı hakkında böyle bir deriyi su için
kullanmaktanda çekinirdi.
Ebû Hanîfe ile Süfyân-ı
Sevrî (Radiyallahû anhûma) nın: «Gökyüzünden yere düşmem benim için nebîzin azı
haramdır diye fetva vermekten ehvendir; ama kendim onu asla içmiş değilim;
içmem de...» dedikleri hikâye olunur.
Demek oluyor kî, bu
zevat fetvada tercih ile amel etmiş, fakat kendi şahısları hakkında takvaya
riayetkar kalmışlardır.
Muhakkıklardan biri:
Hakime gereken hüküm ahkâm hususunda müslümanlara kolaylık göstermek; kendisi
hakkında sıkı davranmaktır; diyerek bu mânâyı kasdetmiştir. Bu vera'ın menşei:
Şeriatın metruk hükmü nazar-ı itibara alabileceğini düşünmektir. Bu düşünceden
de (bir meselede isabet eden bir kişidir) sözü meydana çıkmıştır ki, İmam
Mâlik'in meşhur olan mezhebi budur. Onun mezhebinde (hilafa riâyet olunur) sözü
burada neş'et etmiştir.»
Hilafa riâyet meselesine
İmam Şafiî dahî kaildir. Bunu birçok meselelerde tasrîh etmiştir.
Aynî diyor ki: «Buraya
kadar anlatılanlardan bu hadîste zikri geçen ve korunulması gereken şüpheli şeyler
hakkında birkaç kavil hâsıl oluyor:
1- Bir mesele hakkında
deliller birbirine muarız olur da şüpheye düşülürse bu gibi yerlerde bir taraf
tercih edilinceye kadar tevakkuf yâni çekimser kalmak vâcib olur; zîra ortada
delîl olmaksızın bir tarafın hükmünü tercîhe kalkışmak haramdır.
2- Şüpheli şeylerden
murâd: Mekruhlardır. Hattâbî, Mazirî ve diğer bir takım ulemânın kavilleri
budur. Ulemanın ihtilâf ettikleri yerler dahî buraya dahildir.
3- Şüpheli şeyler mubahlardır.
Bâzılarına göre kendisinden çekinilen helâl demektir. Bu kavli Kurtubî'nin
nasıl reddettiğini az yukarıda gördük. Kurtubi burada şunları da ilâve ediyor:
«Bu ka'vil şeriattan malûm olan bir hakikati ortadan kaldırmaya müeddî olur.
Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile ondan sonra gelen dört halîfesi ve
ekseri ashabı mubah şeylere rağbet göstermeyip iyi yemeyi, yumuşak elbise
giymeyi ve güzel evlerde yaşamayı kabul etmemiş; bunların zıdlarını
yapmışlardır; bu hakikat onların sîretlerinde nakledilmiştir; denilirse, cevap
şudur:
Onların bu hâli şer'î
bir mûcib bulunup mezkûr fiillerin terkini iktiza ettiğine hamlolunur. Yoksa
mubahdan kaçınmamışlardır. Çünkü mubahın hakikati iki tarafın (yâni yapıp
yapmamanın), müsâvî olmasıdır.
Onlar mekruhtan kaçınmışlardır;
ancak bâzan şeriat mekruhu mekruh olduğu için-; bâzan da mekruha vardırdığı
için istemez. Nitekim oruçlu bîr kimsenin karısını öpmesi bu kabildendir; zîra
orucu bozmaya vardırabilir. Onun için de mekruhtur. Bizim buradaki meselemiz de
böyledir. Çünkü ashâb-ı kiram ya dünyaya dalmak suretiyle hâlen, yahut âhirette
hesaba çekilmek suretiyle ileride korktukları mefsedetlerin başlarına
geleceğini anlamışlardır...»
îyi yeyip iyi giyinmek
hususunda Şafiîyye ulemâsı ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hâmid El-Esferâînî: «Bu
taat değildir.» demiş; Taberî taat olduğunu söylemiş; îbni Sabbağ: «Bu iş
insanların hâline, ibâdete düşkünlüklerine, maksatlarına, fakirlik ve
zenginlikle iştigallerine göre değişir.» mütaleâsında bulunmuştur. Rafiî bu son
kavil için: «Doğrusu da budur.» diyor
Vukuu ihtimalden uzak
olan şeyleri caiz görerek üzerinde durmak ise kaçınılması istenen şüpheli
şeylerden değil vesvese kabîlindendir. Belki mahremi vardır endişesiyle büyük
şehirden evlenmemek, ihtimal pislik karışmıştır diye ovadaki suyu kullanmamak,
görmeden pislik bulaşmış olabilir düşüncesiyle elbiseyi yıkamak ve sair buna
benzer şeyler hep vesvese olup vera' ve takva ile alâkası yoktur. Bu gibi
şeyler şeriatın maksatlarını bilmemekten ileri gelir.
«îmdi bu şüphelerden kim
korunursa dîni ve ırzı için berâet almıştır...» Yâni dîni için noksanlıktan;
ırzı için de ta'n edilmekten, dedikodudan berâet hâsıl oldu demektir. Bu
cümledeki dîn sözü Allah'a, ırz da İnsanlara tealluk eden şeylere işarettir.
«Her kim bu şüphelere
düşerse harama konar...» cümlesinin iki mânâya ihtimali vardır. Birinci
ihtimale göre bu cümleden murâd: Şüpheli şeyleri çok yapa yapa nihayet harama
tesadüf eder; bunu kasden yapmasa bile yapılan işde takrîr varsa günahkâr olur;
demektir.
îkînci ihtimal şudur: Bir
kimse dikkatsizliği âdet edinir; derken şüpheli bir, şeyi, arkasından daha
şüphelisini irtikâb etmeye başlar. Nihayet biîe bile harama dalar. Nitekim
selef bu mânâda: «Günahlar küfrün postasıdır.» demişlerdir.
îbni Battal; «Bu hadîste
hükümleri ihtilaflı olan şüpheli şeylerden korunmayıp onların hürmetini ayaklar
altına alan kimsenin ırzı aleyhine dedikodu yolu açtığına delîl vardır.» diyor.
Aynî diyor ki: «Hâsılı
ulemâ burada şüpheli şeyleri tefsir babında dört sey söylemişlerdir. Delillerin
tearuzu, ulemânın ihtilâfı, mekruh ve mubah olan şüpheliler. Filhakika: Mekruh
helâl ile haram arasında yoldur.» derler. Mekruhu çok işleyen harama düşer.
Mubah da helâl ile mekruh arasında bir geçittir. Binâenaleyh onu çok işleyen
mekruha yol bulur.
«Korunan bir yerin
etrafında hayvan otlatan çobanın hayvanlarım oraya kaçırması yakıncacık olduğu
gibi...»
Bu cümle ile şüpheli
şeyleri işleyen bir kimsenin hali bir ekinliğin kenarında hayvan otlatan
çobanın haline benzetilmektedir. Burada bir teşbîh-i melfuf vardır; zîra malûm
olan mahsus bir şeye benzetme yapılmış, mükellef çobana; insanın nefsi
hayvanlara; şüpheli şeyler ekinliğin etrafındaki sürüye; Allah'ın haram kıldığı
şeyler ekinliğe; şüpheli şeyleri işlemek ekinlik kenarında sürü otlatmaya
benzetilmiştir. Vechi şebeh: Korunmamaktan dolayı lâzım gelen cezadır. Bu
suretle teşbîh iki tarafı itibariyle melfûf; vechi şebehi itibariyle temsil
olmuş olur.
«Dikkat!.. Her
hükümdarın bîr mahrûsesi vardır. .» cümlesini Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) misal olarak söylemiştir. îzâhı şudur: Eskiden Arap hükümdarlarının
kendi hayvanlarına mahsus meraları olurdu. Buralara başkaları giremez; girerse
cezalamrlardı. Hükümdarın hışmından korkanlar o yerlerin semtine uğramaz;
korkmayanlar oralara sokulur; fakat yasak edilen yere farkına varmadan
hayvanları girerek cezalanmaktan emîn olamazlardı. îşte bunun gibi Allah
Teâlâ'nın da yasak yerleri vardır ki, bunlar günahlardır. Bunları irtikâb
edenler cezayı hak ederler. Şüpheli şeyleri yapmak suretiyle günahlara
yaklaşanların o günahlara dalmaları da yakındır.
Bâzıları bu misâlin
Şa'bî tarafından müdrec olduğunu söylemişlerse de bu iddia doğru değildir.
Babımız rivayetinde Hz. Nu'man (Radiyallahû anh)'ın: «Resûlullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem)'i dinledim» diyerek İki parmağı ile kulaklarına uzanması,
hadîsi bizzat Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'den işittiğini sarahaten
göstermektedir; cumhuru ulemânın kavilleri budur.
Mudga: Et parçası
demektir. Burada kalbe et parçası denilmesi bedenin diğer uzuvlarına nisbetle kalbin
küçüklüğünü göstermek içindir. Bununla beraber kalb bedenin sultanı mesabesinde
olup vücudun salâh ve fesadı ona bağlıdır. O iyi olursa teb'ası mesabesinde
bulunan sair âza da iyi olur. Tıbb ilmine göre nutfeden ilk meydana gelen uzuv
o imiş. Bütün kuvvetlerin, ruhun, idrakin menşeleri odur. Akıl da ondan başlar.
İşte burada kalbin hassaten zikir buyurulması bu mânâlardan dolayıdır.
Hadîs-i şerîf kalbi
ıslâha çalışmak, onu fesaddan korumak gerektiğine te'kiden delâlet etmektedir.
Ulemâdan bir cemaat
aklın başta değil kalbte olduğuna bu hadîsle istidlal etmişlerdir. Mesele
ihtilaflıdır. Şâfiîlerle kelâm ulemâsına göre akıl kalbtedir. îmam Ebû Hanîfe
dimağda olduğuna kaildir. Bu meselede felsefe erbabının kavilleri Şâfiîler'in;
tabîblerinki İmam Âzam'ın mezhebine uymaktadır. Tabîbler: «Dimağ fesada uğrarsa
akıl da bozulur.» derler.
Nevevî : «Bu hadîste
aklın kalbte olduğuna delâlet yoktur.» demiş ve et yememek için yemîn eden bir
kimsenin kalb yemekle yemini bozulması meselesini delîl getirmiştir. Mamafih
Şâfiîler'in bu meselede iki kavli vardır. Birinci kavle göre yemîn bozulur;
ikinciye göre bozulmaz; zira kalbe et denilmez; esah olan kavilleri de budur.