Kur'an-ı Kerim'de "Kime Dalâlet Murad Edersem, Dalâletten Ayrılmaz; Kime Hidayet Murat Edersem, Dalâletten Ayrılmaz" Deniliyor, Hem De "İnsanoğluna Akıl, Fikir Verdim, İradesini Kendi Elime Bıraktım, Ayrıca Doğru Yolu Da Eğri Yolu Da Gösterdim. Hangisinden Giderse Gitsin" Deniliyor. Bunlar Nasıl Telif Edilir?
Bu soruda iki şık var: Birincisi Cenâb-ı Hak külli irâdesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet şöyledir: "Men yehdillâhu felâ mudille leh. Ve men yudlil felâ hâdiye leh: Allah (cc) bir kimseyi hidayete erdirirse kimse onu saptıramaz. O kimi de, dalâlete iterse, kimse onu hidayete getiremez. " Mânâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, Nebîlerin gittiği istikâmetli şehrahdır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.
Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve beşere ait yönü ile birer üf'ûle, birer fonksiyondur. Bu îtibarla, bunların her ikisini de Allah'a vermek iktizâ eder. Arz ettiğimiz gibi, her fül Allah'a râcîdir. Ona râcî olmayan hiçbir iş gösterilemez. Dalâleti, Mudil isminin iktizâsıyla yaratan, hidâyeti, Hâdi isminin tecellisine bağlayan ancak Allah (cc)'dir. Evet, ikisini veren de Haktır.
Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübâşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidâyete sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor.
Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, bir ameliye ne kadarsa; meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşr-ı mi'şârını dahi insana vermek hatadır Hakiki mülk sahibi Allah'tır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.
Müşahhas bir misâl arz edeyim: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikren tenevvür etmek, hidayetin birer yoludur. Kur'ân-ı Kerim'i dinlemek, mânâsını tetkik edip derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i Ekrem'in (sav) Huzur-u Risâlet-Penâhilerine gitmek, rahle-i tedrisi önünde oturmak, onu can kulağı ile dinlemek; keza, bir mürşidin rahle-i tedrisi önünde oturmak, onun cennet âsâ iklimine girmek, onun gönülden ifâde edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü ma'kes yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete mübâşeret eder. Evet, câmiye geliş küçük bir mübâşeret olsa da, Allah (cc) camiye gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allah'tır; fakat, bu hidâyete ermede Allah'ın kapısını, "kesb" ünvanıyla döven kuldur.
İnsan, dem hâneye, meyhâneye, put hâneye gider; böylece "Mudill" isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve "Beni saptır" demiş olur. Allah da murad buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz'i bir şey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.
Şöyle bir misâl arz edeyim: Siz, Kur'ân-ı Kerim'i ve vâz u nasihatı dinlediğiniz keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nûra gark olur. Halbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammedi'yi duyarken, vâz u nasihati işitirken, hatta en içten münâcatlara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; "Bu çatlak sesler de ne?" diye ezanlar hakkında şikayette bulunur.
Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allah'tır (cc). Ama bir kimse delâletin yoluna girdiyse, Allah (cc) da, binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır, veya affeder.