Hizmetten inhiraf eden ve hizmete karşı soğuk davranan kardeşlerimize karşı bizim hareket ve tavırlarımız nasıl olmalıdır?
Çeşitli sebep ve sâiklerle hizmetten elini gevşetmiş kardeşlerimiz vardır. Ve bunlar her zaman da olabilirler. Fakat onlar yine bizim mü'min kardeşlerimizdirler. Kur'an'ın ve Sünnet ölçüleri içinde bir mümine verilen değer aynen onlar için de geçerlidir. Öyleyse her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da ölçü, kitap ve sünnet olmalıdır.
Onları katiyyen gıybet edemeyiz. Çünkü gıybet haramdır ve mümin kardeşin etini dişlemektir. Ha onu küçük düşürücü bir hareket ve söz sarfetmişsin ha da onu bir kazana koyup kaynatmış ve etini dişlemişsin;bu iki hareket arasında hiçbir fark yoktur. Gıybetin câiz olduğu noktalar vardır. Ve bunlar kitaplarda uzun uzadıya tafsîl edilerek anlatılmıştır. Ancak, ben o sınırlara dahi girilmesi taraftarı değilim. Oralarda ölçü ve dengeyi koruyabilme belli bir seviyedeki insanlar içindir. Her önüne gelenin o hakkı kullanması, o sınırı zorlaması hiç de doğru değildir. Bu, meselenin bir yönü. Diğer bir yönü de şudur: Bizim konuştuklarımız, muhakkak bir gün o kardeşimizin kulağına gidecektir. Ve bu durumda onu kendimizden daha da uzaklaştırmış olacağız. Buna sebebiyet verdiğimizden dolayı da meselenin sorumluluğu bize âittir. Bu da az bir vebal değildir. Zira hiç kimseyi böyle âli bir hizmetten mahrum etmeye kimsenin hak ve salâhiyeti yoktur. Bazan da o şahıs sadece uzaklaşmakla kalmaz dün, uğruna canını verecek kadar cansiperâne çalıştığı bir davâya bugün, hasım haline gelebilir. Hak bir davâya hasım olmak nasıl müthiş bir sükûtsa, ona sebep olmak da aynı seviyede büyük bir cürümdür.
İnsanlar çok kere içinde bulunmadıkları hizmeti kınar ve hafife alırlar. Bu durum göz önünde tutularak, uzaklaşan her arkadaştan; uzaklaştığı ölçüde bu türlü tavırlar beklemek akıllıca bir hareket olur. Çünkü onun acı kaderi ve yüzüne ekşi ekşi bakan tâlihi budur. Bu acı bir neticedir. Böyle bir neticeye düşene de ancak acınır ve şefkat edilir. Bize düşen,aynı duruma düşmüş olsaydık nasıl bir mukâbele beklerdik, o mukâbeleyi arkadaşımıza çok görmemektir.
Allah Rasûlü de aynı şekilde yapıyordu. O devrede, yanılan, sürçen, aktivitesini kaybeden hiç kimsenin ardından onun aleyhine tek söz söylemedi. Zâhiren Müslüman görünen Abdullah b.Übey b.Selül'ün münafık olduğunu bildiği halde ve bu münafık; iffeti, âyetle sâbit Hz.Âişe gibi bir pâk ve muallâ dâmene iftira çamuru sıçratmasına rağmen, ağzından gıybet işmam edecek tek kelime konuşmamış ve sahâbînin ısrarına ve öldürmek taleplerine karşı, ısrarla "Hayır, Muhammed (as.) arkadaşlarını öldürtüyor, dedirtemem" cevabını vermişti. Bütün hadîs kitaplarını baştan sona tarayınız; İki Cihan Serveri'nin, bir mü'minin ardından, onun hoşlanmayacağı bir tek kelime sarfettiğini gösteremezsiniz, gösterebilirseniz ben şimdiye kadar dediklerimden ve bundan sonra da diyeceklerimden vaz geçerim. Hayır, tek bir kelime bile gösterilemez. İşte, bu mevzûda yanıltmaz ve yanılmaz ölçümüz bu olmalıdır. Kardeş1erimizi tek kelimey1e dahi gıybet etmemeliyiz.
Bu hizmetin bânisi ve kurucusu olan Zât'ın kitaplarına bakın. Talebelerinden belli bir devre uzaklaşanların hiçbirisi uzaklaştıkları halleri itibâriyle değil, dönüşlerindeki keyfiyet destanlaştırılarak dile getirilmiş ve onlar, târihe ve bizim hâfızalarımıza dönüşleriyle kaydedilmiştir. Halbuki gidiş olmadan dönüş düşünülemeyeceğine göre, bir de onların gidişleri olması gayet normaldir. Fakat ifâde inceliğinde kılı kırk yaran o Zât,hep gelişleri anlatmış, gidişlere tek satırla dahi yer vermemiştir. Kendi devrinde ince insanlar ona iftira dolu taarruzda bulundukları halde, o, sarîh gıybet ifade eden ve ferdin bizzat ismini vererek tek bir mukâbelede bulunmamıştır. Bulunmamıştır, zira, o kardeşimiz iman cihetinde bizim cephemizin adamıdır. Ve mü'min olma, küfrün karşısında yer alma,netice itibariyle Cennete hak kazanma pek de öyle hafife alınacak durumlar değildir. Onun için, yılandan çıyandan kaçtığımız gibi, kardeşlerimizi çekiştirmekten kaçmalı ve içtinap etmeliyiz.
meseleye bir başka zâviyeden bakmak da mümkün: İslâm'da, normal şartlarda uygulanan cezalar, cephede tatbik edilmez. Yani cephede zina edene, hırsızlık yapana, iftirada bulunana, bunların cezası her ne ise onlar uygulanmaz. Bunun bir hikmeti şudur. Böyle bir duruma düçar olan insan, can havliyle karşı cepheye geçebilir. Geçerse ne olur? O ebedi hasârete uğrar, biz de, hem de en mahrem yönlerimizi bilen bir düşman kazanmış oluruz. Bu iki netice de bizim namımıza birer kayıptır. Elbette mesele kontrol altına alınmalıdır ve buna zaruret de vardır. Fakat bu onu karşımıza almadan, en güzel bir usûl ve üslûpla yapılmalıdır.
Meselâ, bir kardeşimiz, korku şevkiyle veya makam sevdâsıyla bizden uzaklaşmış olabilir. Biz bunu ona onun anlayışı içinde, ihtiyatlı davrandığın, iyi yaptığını, fakat bizim elimizden böyle bir beceriklilik gelmediği için bizim yapamadığımızı söylemeli ve böyle düşündüğümüze de onu inandırmalıyız. Onunla seneler sonra dahi olsa münâsebete geçme menfezlerini tıkamamalıyız. Belki daha sonra hakikatı o da anlayacak ve bize dönecektir. O günlerde bizim haklı kendisinin yanılmış olduğunu itirâf ederse, biz de ona "Şimdi de sen haklısın" diyecek ve civanmert davranacağız.
Ayrıca, bugün onu gıybet eden insan hakkında, kendisini dinleyenlerin de itimâdının zedelendiği hususu hiç unutulmamalıdır. Birbirine itimâdı böyle sarsılan fertlerden meydana gelen bir cemaâtın ise, hak nâmına yüklenebileceği hiçbir misyon yoktur.
Hem gıybet edilen o şahsa karâbet veya başka hislerle yakınlık duyan ve bizimle aynı düşünceleri paylaşan insanlar vardır. Bu durumda onlarda hâsıl olacak alerjik bir durum, herhalde cephemiz adına sâdece zarar getirecektir.
Hem biz, bütün söyleyeceklerimizi bugün söylemiyoruz. Bizim yarın da söyleyeceklerimiz olacaktır ki, onların bugünden söylenmesinin hiçbir faydası yoktur.
O bizi gıybetle rencide etmiş olabilir. Burada da dengeyi koruyarak misliyle mukâbele etmeyeceğiz. Şahsî meselelere takılıp kalan bir onur ve gurur anlayışı bizden çok uzak olmalıdır. Bizim her şeyimiz yüce davâya fedâ edilmelidir. Allah Rasûlünün onurunun rencide olduğu, İslâmî meselelerin tezyif edildiği bir yer ve zamanda,bizim kendimize ait meseleleri değil gündeme getirmeye, düşünmeye dahi vaktimiz yoktur.
Bugün bir insana yapılacak en büyük yardım, onun dînî hayatını kurtarma istikametinde olan yardımdır. İşte bize düşen de öyle kardeşlerimizin yardımına koşmaktır.