Kardeşlik anlayışımız nasıl olmalıdır? İçinde bulunduğumuz durumla bir değerlendirme yapar mısınız?
Mevzûa girmeden bir hususa dikkat çekmek istiyorum: İradî ve ihtiyârı kabul ettiğimiz fiillerimize kadar her şeyi ve hasenât namına bütün yaptıklarımızı Cenâb-ı Hakk'a vermekte çok hassas davranmak gerekiyor. İnsan bu mevzûda nefsine rağmen kendini iknâ etmelidir. Zâhiren kendi hareketlerine terettüb eder gibi görünen noktalarda bile temkinli olmalı ve "Hayır bunlar da O'na aittir. Sakın sahiplenmeye kalkma" diyerek kendi nefsine pay ayırmaktan kendini kurtarmalıdır. İnanan insan, şirkin her türlüsünden kaçınmak ve hatta bu mevzûda kıskanç olmak zorundadır. Haddizatında, Cenâb-ı Hakk da kendine şerik koşulmasına karşı çok "gayûr" kıskançtır. Bütünüyle kendisi için yapılmayan amellerin hiçbirinin O'nun yanında sinek kanadı kadar kıymet ve değeri yoktur. Yapılan bütün hizmetler hangi isim ve ünvan altında ve nerede yapılırsa yapılsın, Allah katında değer ve kıymeti hâiz olabilmesi için ihlâs ve O'nun rızasına dikkat edilmelidir. Dikkat edilmesi gereken ikinci husus da soruda mevcut manânın yaşanır keyfiyetiyle devamlı ve sürekli olmasıdır...
Birbirinde fânî olma seviyesinde kardeşlik, dış dünyada te'sir icra edecek en müessir faktörlerden biridir. Birbirinin fazilet ve meziyetleriyle iftihar etme ve onları aynen kendindeymiş gibi kabullenme, cemaata ait fertleri de birbirlerine sımsıkı kenetleyecek ve içlerindeki hamle ruhunu kamçılayarak, kıvılcım halindeki istidat ve kabiliyetleri tutuşturup birer kor haline getirecek ve ilâhî rahmetin sağnak sağnak inmesine vesile olacaktır. Vifak ve ittifak içinde birbiriyle bütünleşmiş ve tek vücut haline geliniş bu cemaatın ruh ve gönlüne Cenâb-ı Hakk'ın nusret ve yardım eli uzanacak ve onu hep müsbete, güzele ve doğru tarafa çevirecektir, dolayısıyle de cemaatın yanılma payı en asgariye inmiş olacaktır. Niyetleri halis olduğu için, belki bu yanılmalar da onlara sevap kazandıracaktır. Fakat birbirinden kopuk çizgide bulunanlarda, aynı çizgide olmalarına rağmen bu dediklerimizin tahakkuku mümkün değildir. Hele bir de çizgide inhiraflar, dolayısiyle de ihtilaflar baş gösterirse bir daha içinden çıkmak mümkün olmayan fasit daireye girilmiş olur. Böyle bir fasit daireye giriş ise, hedefe sırtını dönüp koşan insan gibi, her attığı adım onu esas gaye ve hedeften uzaklaştırır.
Halbuki bir devrede bu işi omuzlayanlar, Allah Rasulü ve O'nun ashabıydı. Demek ki "tenasübü illiye" prensibi içinde meseleyi değerlendirecek olursak, bu işi yeniden omuzlayacakların da aynı şuur ve yapıya sahip olması gerekir. Bütünüyle onlar gibi olma, keyfiyet itibariyle mümkün olmayabilir. Fakat biz, ancak onlara benzediğimiz nisbette onların yaptıklarını yapabilme durumunda olduğumuzu da unutmamalıyız. Aynı durum kardeşlik için de geçerlidir. Onlar nasıl ve ne şekilde bir kardeşlik anlayışına sahiptiler ve bu kardeşlik anlayışı onları muvaffakiyette hangi noktalara getirdi, bizler için de bu kâide ve netice değişmeyecektir.
Ben şahsen çocukluğumdan beri sahâbînin hayatını okurum. Belli bir devreden sonra da onları anlatmaya başladım. Fakat bazan, onların temsîl ettikleri kardeşlik tablolarını hayretle karşılar ve sanki sadece onlara mahsus ve bugün için tatbîki mümkün olmayan bir ütopya gibi değerlendirirdim. Daha sonra bazı arkadaşlarda gördüğüm bu manâdaki misâller, bana bu düşüncelerin yaşanabilirliği hakkında tam kanaat verdi. Hatta bazan bu arkadaşların birbirlerine gösterdikleri, yekdiğerinde fâni olma örnekleri, başkalarına öyle te'sir etti ki onların yanlarına gelen ve bu kardeşliği hayran hayran seyreden dıştan bir insanın, hayret dolu bir tonla "Aman Allah'ım, bu ne kardeşlik" dediğini bizzat kendim duydum ve hâlâ o tatlı ses tonuyla bu ifade, hâfızamda yeniliğini muhafaza etmektedir. Tabiî ki bu beni son derece sevindirmiştir. Arkadaşlarımızda müşâhede ettiğimiz bu civanmertliği kabul ve teslimle beraber yeterli bulmamız mümkün değildir. Biz bu mevzûda da doymama kuşağında dolaşanlardan olmalıyız. Zîrâ bugün yeterli olabilen şu kardeşlik şuuru, yarın, karşımıza dikilmesi muhtemel büyük engel ve engebeler karşısında sıçramamız için gerekli ölçüde olmayabilir. Kur'ân-ı Kerîm'de zikri geçen Akabeleri iyiden iyiye düşünmek mecburiyetindeyiz.
Köleyi azat etme bir akabedir. Bugünkü manâsıyla çeşitli ideoloji ve sistemler tarafından esir edilmiş, satın alınmış nice insanlara kadar uzanabilecek bir değerlendirme ile geniş çaplı ele alacak olursak, köle azat etmenin nasıl bir engel, tepe ve Akabe olduğu herhalde daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Kendisi sıkıntı ve darlık içinde olmasına rağmen, kardeşini kendi nefsine tercih etme de ayrı bir Akabe durumundadır. Maddî, mânevî füyüzât hislerinde dahi onları takdim etme ve kendisi için geriden gelmeyi bir vazife olarak kabullenme, insanın önüne dikilmiş başka bir engel ve engebedir. Bu engeli aşma da yine sahâbî gibi davranmaya bağlıdır. Kardeşinin karnı doysun diye kendi kaşığını boş getirip götüren ve bu durumu görmesin diye de mumu söndürüp odayı göz gözü görmez hale getiren ve çizdiği bu nurdan tabloyla gökteki melekleri dahi hayrete sevk eden sahâbî gibi. Ve yine son anda, ölümle pençeleşirken, kurumuş dudakları bir yudum su hasretiyle titrerken dudağına kadar gelen suyu, yanındaki kardeşi "su" dedi diye elinin tersiyle itip, kendisine su vermek isteyene, başıyla orayı işaret eden ve "Kendileri çok muhtaç olmasına rağmen kardeşlerini kendilerine tercih ederler" ilâhî mesajının nüzûlüne sebep olan sahâbî gibi...
Yetime yedirme, içirme de akabedir. Mecazın`kollarıyla uzandıkça karşımıza daha nice manâlar çıkacaktır. Belli bir İslâmî kültürden mahrum ve bu mahrumiyetten kaynaklanan bir nevi kimsesizlikle, el atanın kucağında kalan nice yetimler.. işte bunlara yurt ve yuvalar hazırlama, onların ellerinden tutup onları evci kemâle çıkarma yollarını araştırma, bu gâyeye matuf yedirme ve içirme, bu da apayrı bir tepe ve Akabe...
Sadece önümüze dikilmesi muhtemel Akabeye bir işaret olması bakımından girdiğimiz bu mevzûda hedeflediğim nokta şudur: Bugün kâfi gibi görünen bir kardeşliğimiz vardır. Fakat zorlaşan şartlar karşısında ve yaygınlaşan hizmet oranında dâima artan bir kardeşlik şuuruna da muhtacız. Onun için bu mevzûda da himmeti âl"ı tutmalı ve sürekli "Daha yok mu?" demeliyiz.