Günümüzde Fen ve Tekniğe Ait Meselelerle İslâm'ı Anlatmak Yaygın Haldedir. Bunu Nasıl Görüyorsunuz?

Evet, günümüzde, çeşitli ilim dallarını ele alıyor ve onları birer adese yaparak, eşyâ ve hâdiselere, hatta dinî meselelere o adese ile bakıyor.. anlatırken de aynı usûle riâyet ediyoruz. Meselâ "Cenâb-ı Hakk vardır" derken, diyoruz ki: Fizik ilmi mevzû olarak ele aldığı şu sahalarla Allah'ın varlığına delâlet ediyor. Kimya esrârengiz hal ve hüviyetiyle, şu kanun ve yollarla aynı noktaya parmak basıyor. Astrofizik şu meselelerle Cenâb-ı Hakk'ın varlığını ilân ediyor... vs.

Bazan da toplu olarak bunların hepsini nazara alıyor ve kâinat içinde cereyan eden, makro ve mikro plânda hâdiselerle O'nun varlığına ve birliğine dâir deliller araştırıyoruz.

Bir kitap var adı: "et-Tıb Mihrâb'ül-imân"manâsı: Tıb ilmi îmânın mihrâbıdır. Bu isim bana çok tonlu gelir. Bir insanın tıp tahsili yapıp da Allah'a inanmaması düşünülemez. Evet, O mihrâpta hep îmâna dâir meseleleri okunur.

Çünkü insan anatomisi öyle baş döndürücü mâhiyette yaratılmıştır ki, insanın hangi yanına bakarsanız bakınız, gördüğünüz âhenk karşısında kendinizden geçecek ve "Allahü Ekber" diyeceksiniz. Tıp işte böyle bir mihrâptır!

Günümüzde umûmiyet itibariyle çeşitli ilimlere müracaat ederek dinimizi anlatmaya çalışıyoruz. Kur'ân'a bakarken ve baktırmaya çalışırken, onun mucizeliğini anlatma sadedinde bu ilimleri birer vâsıta olarak kullanıyoruz. Meselâ, anne karnında ceninin geçirdiği embriyolojik safhalarda, çocuğun uğradığı kademelerin hepsi, Kur'ân'da, sırasıyla bugün tesbit edilen ve ileride tesbit edilecek olan keyfiyete göre ifâde ediliyor. Bugünün ileri tekniğiyle ve röntgen şuâları yardımıyla tesbît edilen bu safhalar nasıl olmuştur da on dört asır evvel, ümmî bir zât tarafından tesbît edilmiştir. Bir insana isnât edilmesi itibariyle bu mümkün değildir. Öyle ise Kur'ân, Efendimize âit bir söz olamaz. Bu kadar tahşidattan sonra da şu neticeye varıyoruz: Kur'ân Allah kelâmıdır. Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu ispat, aynı zamanda onu bize tebliğ edenin risâletini de kabullenme demektir. Bunun ötesinde, îmâna âit hemen her meseleyi bu silsile içinde ele almak mümkündür.

Kur'ân'ın mucize oluşunu ispat sadedinde, müstakil olarak ve tafsilatıyla üzerinde durduğumuzdan, misâllendirmeyi daha fazla uzatmak istemiyoruz. Burada anlatmak istediğimiz husus şudur:

Biz, çeşitli ilimlere mürâcaat ediyoruz ve dinimizi onlarla anlatmaya çalışıyoruz. Çünkü insanlığın kafa yapısı o noktaya gelip dayanmış bulunuyor. Karşı cephe ve materyalist düşünce, ilim ve tekniğe ait meseleleri inkâr ve küfrüne birer malzeme olarak kullanma gayretindedir. Bu iğfal sebebiyle kafaları bulanmış ve bakışları kararmış insanımıza, aynı malzemeleri kullanarak, ilim ve tekniğin dine zıt ve düşman olmadığını ispat etmek zorundayız. Diğer bir tabirle, Marks, Engels ve Lenin gibi maddecilerin maddeyi değerlendirerek, inkâra gitmelerine karşılık, bizim de aynı maddeyi değerlendirerek îmâna gitmemiz âdeta bir vecîbe haline gelmiştir. Ben şahsen bunca tahşidatta hiçbir mahzur görmediğim gibi, günümüzün inanmış kadrolarının bu gibi meseleleri çok daha rahat anlatabilecek seviyede kendilerini yetiştirmelerinin zaruretine bile inanıyorum. Zira Kur'ân âyetleri yer yer elimizden tutarak bizleri, semâlara çıkarır, yıldızların, galaksilerin, sistemlerin içinde gezdirir, seyr ettirir ve Kâinat çapında o muhteşemlerden muhteşem Cenâb-ı Hakk'ın saltanatının haşmetini tanıttırır. Sonra bizi insanlar arasında dolaştırır. İnsan azâlarına dikkatimizi çeker ve bidâyetten nihâyete kadar, varlığı gözler önüne serer.. İnsanın teşrîhi durumunu ele alıp ve bu upuzun yolculuğu zerreler âlemine kadar sürdürür. Bazan Allah'a karşı en saygılı insanın âlimler olacağını söyler ve benzeri beyânlarıyla ilme teşvikte bulunur ve daha birçok ilmî ve fennî meselelere parmak basar, muhataplarına araştırma ve düşünmeyi tavsiye eder. Ne var ki, bu mevzûda anlatılan hususların, Kur'ân'ın ruhuna uygun olmasını ilk şart olarak göz önünde bulundurmak lâzımdır. Yoksa Kur'ân adına Kur'ân tahrif edilmiş olur. Bu arada usûl bakımından bir-iki hususa dikkati çekmek de yarar görüyoruz:

Birincisi: İslâm'a ait hakîkatları anlatmaya sadece bir vesile ve vâsıta olarak ku1lanılması gereken bu gibi mevzûları, kendi kendimizi göstermeye ve ilmimizi ispat etmeye vâsıta olarak kullanmaya kalkınca, her şey değişir ve anlattıklarımızın hiçbiri muhâtapta te'sir etmez hale gelir. Ağzımızdan çıkarken apaydın ve nurlu olarak çıkan bu hakîkatlar, kalpteki niyetle orantılı olarak nurunu ve aydınlığını kaybeder ve kapkaranlık bir halde bize geri döner. Konuştuklarımızın iknâya yönelik olması gerekirken, ilzâmı hedefler ve ona göre bir şeyler söylemeye çalışırsak, aksi düşüncedeki muhâtabımızın gönlüne girme yollarımızı tıkadığımızdan dolayı hiçbir zaman müessir olamayız. Halbuki bunun aksine davrandığımız zamanlarda, biz farkında olmasak bile dinleyenler arasında mevzûya ihtiyaç duyanlar, hisselerini alır ve istifâde ederler. Çünkü artık kendimizi değil, bizzat hakîkatın kendisini göstermek niyetini taşıyoruz. Hatta bazan öyle olur ki, sizin herhangi bir meseleyi çapına uygun anlatamadığınızı düşündüğünüz bir sohbetiniz, talâkat-ı lisaniyenizin fevkalâde olduğuna inandığınız bir başka konuşmanızdan daha tesirli ve daha istifâdeli olmuştur. Demek ki bu mevzûları anlatmada en birinci gâye ve hedef, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını tahsîl ve bize âit hakîkatları, muhâtabın seviyesine göre takdîm olmalıdır.

İkincisi: Herkes ilim ve teknikten bahsediyor diye, herhangi bir komplekse kapılıp, bu duygunun sevkiyle İslâmî mevzûları anlatma gayretine girmek kat'iyyen doğru değildir. Hele, kendi meselelerimizden şüphe ediyormuşuz gibi bir tehâlükle bu mevzûlardan bahsedip meselelerimize itibâr ve güç kazandırmayı Hedeflemek, kabûl ettiğimiz hakîkatlara karşı saygısızlığın ifâdesi olur. Hele hele, ilim ve tekniğin söylediğini esas kabûl edip, kendi meselelerimizi onlara tasdîk ettirmek, hiçbir yönüyle tecvîz edilecek gibi değildir.

Arzu edilirse mevzûu şöyle toparlayabiliriz:

İlimler, vicdânlarımızda meknî hakîkata konan, toz ve toprağı süpürmek için birer vâsıta birer süpürgeden ibârettir. Yoksa Allah korusun ilimlerin gösterdiğinin doğruluğundan hareket etmeye başlarsak, âyet ve hâdisleri onlara uydurmaya çalışır ve uymadığı yerde de hem kendimiz hem de muhâtabımız şüphe ve tereddüde düşürmüş oluruz. Halbuki bizim hareket noktamız şu olmalıdır:

Allah'ın ve Rasulünün beyanları doğrudur. İlimlerin söyledikleri de bu beyânlara uyduğu sürece doğru sayılır. İnhirafları ölçüsünde de yanlıştır. Aynı zamanda ilim1erin doğru olan kısmı dahi, îmânî hakikatları ayakta tutucu kâideler değillerdir. Bunlar îmânî meselelerde ancak fikir verici ise düşündürücü mâhiyette kabûl edilebilirler. Îmânî hakikattan vicdanımıza yerleştirip tesbît edene gelince o, doğrudan doğruya Rabbimizin hidâyet elidir. Cenâb-ı Hakk'ın eliyle gerçekleşen ve gerçekleşecek olan bir neticeyi ilimlerden beklemek kalbî hayatımız adına öyle öldürücü bir darbedir ki, böyle bir darbeye maruz kalan zor iflâh olur. Çünkü O, bütün bir hayat, kâinattan deliller toplayacak ve bu delilleri Allah namına konuşturmaya çalışacak ve bu arada farkında bi1e olmadan kendisi de hep bir naturalist ve hep bir tabiatperest olarak kalacaktır. Sulara bakacak, bahara bakacak, fakat vicdânında zerre kadar bir yeşillik ve bir filiz verme emâresi bulunmayacaktır. Ömrü boyunca belki bir defa dahi, delillerin ötesinde ve tamamen vicdânında Cenab-ı Hakk'ın mevcudiyetini hissedemeyecek; zâhiren tabiatperestlikten kurtulacak ama hayatının sonuna kadar bir naturalist olarak ömür sürecektir.

Onun içindir ki, ilimlere tebeî bir nazarla bakmalıdır. Ve insan bütün ilimlere ait delillere şöyle bakmalıdır: Siz sadece birer süpürgesiniz. Yer yer şeytan içime vesvese attığında sizi kullanacak, tozu-toprağı temizleyeceğim. Yoksa benim içimdeki hakîkatlar o kadar köklü, o kadar derin ve o kadar pırıl pırıldır ki, değil sizin gibi karanlıkta türkü söyleyenler, bu meseleyi ışık cümbüşü içinde destanlaştıranlar dahi bir yere gelince benim vicdânımdaki aydınlığa zerre kadar yeni bir ışık ilâve edemeyeceklerdir.

İnsan kalbindeki îmânıyla mümindir, kafasındaki ma'lumat yığınlarıyla değil. Bu sebepledir ki, insan, âfakî veya enfüsî delillerle sıçrayabileceği mesâfeye çıktıktan sonra eğer bunların zâhirî ve keyfiyetlerinden sıyrılmazsa, terakki adına bir adım dahi atamaz o, bir yerde bunları bütün bütün arkaya atacak ve doğrudan doğruya, Kur'ân'ın aydınlık tayfları altında; kalp ve vicdânının nurlu yolunda yürüyecektir ki, o zaman aradığı aydınlığa ulaşabilsin.

Bir Batılı düşünür, "Allah'a lâyıkıyla inanabilmek için okuduğum bütün kitapları arkaya atma lüzumunu duydum" der. Şüphesiz, kâinat kitabının, insanın kendi mâhiyet kitabının ve bunları şerh eden kitapların kendilerine göre birer yerleri vardır. Fakat bunlar vazifelerini tamamladıktan sonra, insan, onlardan sıyrılmalı ve îmânıyla baş başa kalmalıdır. Bütün bu anlattıklarımız biraz tecrübeye dayanan meselelerdir. Vicdânî tecrübeleriyle derinleşemeyenlere bu dediklerimiz nazarî gelebilir. Fakat geceleri aydın ve Rabb'e iştiyak içinde kanatlanmış ruhlar ne demek istediğimizi çok iyi anlarlar...!