Osmanlı Padişahlarından Murad Ve Yavuz'u Diğerleriyle Mukayese Eder Misiniz? Kanûni'nin Çıkardığı Kanunlar Olduğu Söyleniyor?
Öteden beri çeşitli cemâatlar içinde bazı fertlerin Rabbimizin ihsân ettiği lütuflarla husûsiyet arz etmeleri gayet normaldir. Efendimizin nur havzı içinde Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (ra) hazretlerinin her biri kendi başlarına birer husûsiyet arz ederler. Sıddık, dendiğinde insanın aklına Hz. Ebû Bekir (r.a.) gelir. Zira onda, akıl ve mantığı, yine akıl ve mantıkla yenip teslimiyette zirveleşmenin en son ufkuna sıçrama gibi ayırıcı bir özellik vardır. Hakkı bâtıldan ayırmada kılı kırk yapan hassasiyet isterseniz böyle bir fârûkiyeti Hz. Ömer (r.a.)da bulursunuz. edep ve hayânın, Kur'ân'a saygı ve Allah Rasûlüne bağlılığın düşünüldüğü yerde de bir âbide gibi Hz. Osman (r.a.) karşınıza çıkar. Allah Rasûlünün kudsî dâiresine ait velâyetle alâkalı bazı husûsiyetler arıyorsanız akla Hz. Ali (r.a.) gelir.
Bunun gibi çeşitli devirlerde çeşitli cemâatlar büyüklüğü ve bir kısım ulvî hakîkatları temsil etmişlerdir. Fakat bunların içinde yine seçkin insanlar vardır; farklılık arz ederler.
Osmanlı padişahları içinde de Osman Gazi Hazretleri saffet ve içtenliğiyle âdeta bir semboldür. Orhan Gazi şecâat ve cesâret-i îmâniyesiyle ona yakın bir vaziyettedir. Murâd Hüdâvendigâra gelince O, hem mükemmel bir devlet reisi hem mükemmel bir ordu kumandanı hem de incelerden ince bir Hak dostudur. Evet O, devamlı surette ordusunun başındadır. Edirne'yi alır ve Trakya ilk defa bize onun zamanında açılır. O kadar saffet içindedir ki, bir gün hocasına gelir ve "Sizler nasıl oluyor da ilk tekbirde Kâbe'yi görebiliyorsunuz; ben senelerdir uğraşıyorum buna ancak ikinci veya üçüncü tekbirlerde muvaffak olabiliyorum" der.
İslâm'ın izzeti ve kendi şehâdeti için Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunur. Ve bu duâ yere düşmez o gün şehid olur. Eğer soruda kastedilen Murâd bu Murâd ise hakîkaten murâdına ermiş bir Murâd'dır.
İkinci bir Murâd'da Fatih'i sînesinde yetiştiren ve Ehlullah'dan olduğuna şüphe bulunmayan Murâd'dır. Allah'ın veli kulu Hacı Bayram Veli hazretlerine teslim olmuş ve onun bir dediğini iki etmemiştir. Fatihi yetiştirsin diye Akşemseddîn'i oraya gönderen de odur.
İkinci Murâd, dinî ilimler ve tasavvufa dil beste ve âşina bir insandır. Aynı zamanda devlet işlerinden de iyi anlamaktadır. Aslında bu iki durum biri diğerinden bir şeyler eksiltmekle yaşayan iki zıt hayat tarzıdır. Devlet işlerini bütün incelikleriyle bilip temsî1 eden bir insanın dinî işlerde aynı ölçüde hassas olması, veya bunun aksi ender-i nâdirâttandır. Buna rağmen İkinci Murâd bu zor işin de üstesinden gelebilmiştir. Bir büyük düşünür bunu îzâh ederken, sadece Râşid Halifeleri istisnâ ederek işi hükme bağlamıştır. Evet, bir insana köy muhtarlığı dahi verilse eski safvetini zor korur. Halbuki bunlar cihâna hükmederken dahi mümkün mertebe saffetlerini muhafaza etmişlerdir.
Yavuz ise apayrı bir destan insandır. O İslâm birliğini te'mîn maksadıyla gittiği muhârebelerin birinden dönüyordu. Bu arada İstanbul'da halk, günlerdir onu istikbal edebilmenin heyecânıyla yollara dökülmüş bek1iyordu. Bunu haber alınca, İstanbul'a gece yarısındâ başka bir yoldan giriyor ve gizlice Topkapıya dalıyor.
Bir pençede dünyânın ödünü koparan ve kükrediği zaman ormana velvele salan bu adama bak ki, gece olup dâ, Rabbiyle münâsebete geçince, tepeden tırnağa bir âbid ve zâhid kesiliyor. Sanki şimdi o herkesi tir tir titreten Hükümdar değil de bir Tâvus b. Keysân veya bir Üveysi'1-Karnîdir. Bu hal ve bu vaziyet çok az insana nasip olmuş bir pâyedir. Onun içindir ki bunlar, sahâbîden ve tabiînden sonra adı anılması gereken şahıslar arasındadırlar.
Kanûnîye gelince o da büyük insandır. Zâten onlara hata isnâdı, yaptıklarının kendi kâmetine uygun düşmemesi sebebiyledir. Büyük bir seferden dönünce, kalbine gurur girmesin diye o geceyi bir izbede geçirecek kadar, muhâsebe ve iç murâkabesine sâhiptir.
Ne var ki öyle bir şahsiyet, şeriatın ahkâmına karşı daha hassas davranmalıydı, diyoruz. Çünkü ona ancak böyle bir vasfı yakıştırabiliyoruz. Şunu da unutmamak gerekir ki, Kanuni kendi devrinde istediği gibi, hiç kimseye sormadan kararlar almış ve bunları kitaplaştırmış değildir. O, bütün meseleleri o günün ulemâsına sormuş ve onlardan aldığı fetvâlara göre hareket etmiştir. Hele cin ve insin müftüsü, büyük müfessir Ebu's-Suûd Efendi ki onun Şeyhülislâmıdır böyle bir devâsâ birinin murakabe ve kontrolü altında bulunan bir zâtın, öyle aklına geldiğince hareket edemeyeceği, gün gibi âşikârdır. Öyleyse bu hatalar içtihadı hatalar kabul edilmelidir. Hele bizler "Ölülerinizin kötü yanlarını anmayın. Onların hep iyi taraflarını anlatın" îkâzına uyarak ecdâdımızın hep iyi taraflarını anıp anlatmak zorundayız. Hayr'ül-halef olmak da bunu gerektirir.