Ehl-i Tasavvuf, Alemin Kıdemi Hususunda Maddiyun Filozoflarının Getirdiği Yolda Gidiyorlar. İslam Akidesiyle Telif edebilir misiniz?

Ehl-i tasavvuf, âlemin kıdemine kâil değildir. Hele bütünü hakkında böyle düşünmek tamamiyle hatalıdır. Mutasavvıflar i inde, âlemin kıdeminde değil de "vahdet-i vücûd" hatta biraz daha ileri götürerek "vahdet-i mevcûd" faraziyelerine saplananlar olmuştur; ama bu, âlemin kıdemine kâil olma demek değildir. Zâhiren, âlemin kıdemine kâil oluyor gibi görünseler de, aslında öyle olmadığı muhakkaktır.

İlk defa mutasavvfûnu ve sofiliği anlamak lazım. Mutasavvıfûn, büyük ölçüde, tasavvufun nazariyatçılardırlar. Bu sahanın gerçek erleri olan sofiyyûn ise daha çok hal üzerinde dururlar.. ve mesleklerini dayandırdıkları bir kısım noktalar da yok değildir: Sevr mağarasında Resûl-i Ekrem'den (sav) Hz. Ebubekir'in mânen bir şeyler aldığı veya Hz. Ali ile baş başa kaldığı zaman, Hz. Ali'nin O' ndan bir şeyler aldığı kanaatı bu meslek erbabı arasında çok yaygındır. Vâkıa, kitap, sünnet, icmâ esaslarına göre hareket eden bu insanın, bu kanaatte olması zor görünse de, yolun sâlıverince bu mevzûdaki inanç tamdır. "Men lem yezuk lem ya'rif" "Tatmayan bilmez..."

Günümüzde olduğu gibi, o devirde de bu mesele hakkında şüphe ve kuşkuda bulunanlar vardı. Hatta, Hz. Ali'ye soranlar da oldu: "Ya Ali, senin yanında, Resûl-ü Ekrem'den sana intikâl eden gizli bir şey var mıdır?" O, kılıcının kabzasında, diyete, âkile ve zimmîler hukûkuna âit üç husustan başka bir şey olmadığını söyledi. Bunun dışında Allah Resûlü'nden (sav), husûsi mâhiyette bir şeyler aldığına dair herhangi bir nakil bilmiyoruz...

Sevr mağarasında Resûl-ü Ekrem (sav) ile Hz. Ebu Bekir arasında geçen sırlı muhâverelere gelince, o hususu da ispat etmek oldukça zor. Evet, Kur'ân ve hadisin dışında böyle gaybî bir şey varsa, yani kitaba yazılmayan, ama Sahâbe ve Tabiîn'in, Sevr mağarasındaki muhâvereye dair anlattıkları şeyler içinde, Resûl'ü Ekrem'in gizliden gizliye, Hz. Ebu Bekir'e bir şey öğrettiğine dair herhangi bir hususa rastlamadığımızı da söyleyebiliriz. Bence, böyle yapılacağına, doğrudan doğruya, Cenâb-ı Hakk'ın yeryüzünde elçisi ve beşerin en büyük mümessili olan Hz. Muhammed'in (sav) vesayası altında bulunulduğu anlatılmalı ve tekellüflere girilmemelidir. Kanaatimce bu daha samimi, daha inandırıcı olur.

Resûl-ü Ekrem'in (sav) pek çok vazifeleri vardı. Bu vazifeler, devlet tesisi; Müslümanların, İslâmiyet'in bütün icaplarını rahatlıkla yerine getirme imkânlarına kavuşturulmaları; keza, Müslümanların, yeryüzünde mahkûm değil, hâkim olarak yaşayabilmeleri için, maddî-mânevî bir kısım dinamiklere sahip olmaları gibi.. pek çok şeylerle donatılmaları icab ediyordu. Bu noktada, gönül hayatının, her şey üzerinde hâkimiyet tesis etmesi çok önemliydi. Binâenaleyh, Resûl-ü Ekrem (sav), farzlardan adâba kadar, din adına ne varsa hepsini yaşıyor, yaşanmasını teşvik ediyor ve her şeyde Allah'ın isteklerini ve hoşnutluğunu arıyordu. Meselâ O'nun hayatında, her sabah 100 defa "Lâ ilâhe illallâh vahdehu lâ şerîke leh" vardı. Diğer duâ ve münacâtlar da öyle... Biz sabah akşam namazlarında sadece, O'nun okuduklarının onda birini okuyabiliyoruz. Keşke hepimiz okuyabilseydik! Demek, Resûl-ü Ekrem'in (sav) söylediği şeylerden ancak çok az bir şey yapabiliyoruz. İnşaallah, yaptıklarımızla, vazifemizi yapmış sayılırız. Gerçek sofilik ve velâyet ise, ihlâsla O'nun yaptıklarını yapmaktan geçer. Vâkıa, kulluk vazifemizi zirvede edâ etsek dahi, Hakk'a karşı şükür, Efendimiz'e karşı da minnet borcumuzu yerine getirmiş olamayız.

bir gün Ashab'dan biri gelir der ki: "Ya Resûlallah , ben günün dörtte birini salat ü selâmla geçiriyorum" . `°Güzel, daha fazla yapsan daha iyi olur" . Adam yükseltir. Efendimiz "daha fazla yapsan, daha iyi olur" demeye devam eder... İşte, Resulullâh'ın (sav) bu cevabı, ibadet ü taatı, altından kalkamayacak hale getirmedikten sonra, yapabildiğin kadar yap demektir. Evet, götüreceğin kadar al! Zira; "İnne'd-dîne yüsr". Yani, din ona âit mükellefiyetleri herkesin yerine getireceği kadar kolaydır. Onu ağırlaştırıp yaşanmaz hale getiren, kendisi altında kalır-ezilir. Sonra götüremiyecek hale gelir ve mağlup olur.

Mükellef, farzlârı terk edemez; müekked sünnetlerin terkinde de itab var. Sair şeylerde, arttırabildiği kadar artırabilir. Bir de bunu sonuna kadar da götürmeye azimli olursa, artık ona, Allah'a yaklaşma ve dost olma yolları açılmış demektir. İşte Resûl-ü Ekrem'in (sav) gönüllerde inkişaf hâsıl eden,bu batın tarafına "Bâtın-ı Muhammedî" diyoruz. Bu yola giren kimse -İnşaallah- hakiki mü'min, gerçek muttakî, manâsına uygun sofi ve tam manâsıyla velâyete namzet sayılır.

Resûl-i Ekrem'in (sav) bu mesleği, bir iki asır sonra perdelendi: Kur'ân okunuyordu, ama gırtlaklardan aşağıya inmiyordu. Hadis okuyorlardı; ama, muktezası gönüllerde ma'kes bulmuyordu. Şunu bunu ilzâm etmek için güzel laflar söylüyorlardı; ama, sözler gönüllerin derinliğinde heyecan uyarmıyordu. Bunun için mücedditler, yani dini aslına irca etmek ve yeniden Müslümanlarda eski aşk, eski heyecanı meydana getirmek isteyen kimseler zuhûr etti. Meselâ; Ebu Hanife, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbeli bunlardan sayabiliriz. Ömer b. Abdulaziz, ondan sonra Şafiî'dir, diyenler de var. Aslında, bunlar, çeşitli sahaların mücedditleridirler. Bu büyük zâtlar kitlelerde heyecanın sönmüş ve ölmüş olduğunu görünce, buna bir çâre aradılar. Sünnete dikkati çekmek için medreseler, tekyeler kurdular. Bu müesseselere ferdleri dâvet ettiler. Bunlara, seviye, idrak ve anlayışlarına göre nasihat etmeye başladılar. Bunlar, samimî, hasbi kimselerdi... Eğri-büğrü halleri ve yanları yoktu. Söyledikleri sözler, derhal cemaat arasında heyecan uyarıyordu. Onlar konuşurken âdeta mescid kandilleri dahi harekete geçiyordu. Bunlar, bulundukları yerlerde manyetik alanlar meydana getiren güçlü kimselerdi. İbrahim bin Edhem, F'udayl bin İyaz, Cüneyd-i Bağdâdî, Bişri Hafî, Ahmed b. Hanbel bu zâhid zâtlardandı. Böyle güçlü zevât, etraflarına halkı topluyor, sonra da Resûl-ü Ekrem'in (sav) evrad ve ezkârını onlara ders olarak veriyorlardı.

Böylece, bu müstesnâ zâtlar sayesinde yeniden gönüller Allah'a teveccüh etti. Derken onların etrafında herkes müritler gibi toplanmaya durdu; arkasından da birer birer tasavvuf ekolleri meydana gelmeye başladı. İşte ondan sonradır ki, müteakip dönemlerde, Kâdirî, Rufaî, Mevlevî, Nakşî tarikatları gibi tarikatlar kuruldu ve İslâm dünyâsının dört bir yanını nura gark ettiler.

Bunlar arasında Resûl-ü Ekrem'in (sav) sünnetine uymayı esas alan ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen İmam-ı Rabbânî gibi mürşitler, hep bu esası işlemiş ve: "Ancak Sünnet-i seniyyeyi rehber edinen sâhil-i selâmete çıkar" diye ısrarla peygamber yolunu tavsiye etmişlerdir.

Sünnet mîzânlarına göre hareket etmeyen insanın, dış âlemle alâkası kesildiği nisbette, ölçüler alt="*" üst olur. Evet, tasavvuf berzahında yaşamanın insânî buudları değiştirdiği insanın, âdeta başkalaştığı içindir ki, zaman zaman bir kısım dinî ve tabiî prensipler hafife alınır olmuş ve şer'i şerifteki muvazene de bozulmuştur. Böyle bir muvâzenesizlikle, evliliğin gereksizliğine inananlar, insanlardan kaçıp, kendi iç dünyâlarına kapananlar, "bana kalbim yeter" deyip sadece kalbî ve rûhî hayatla meşgul olanlar hiç de az değildir. Zaman gelmiş böyleleri, bütün bütün zâhirî duygulara sırtını dönerek beden ve cismaniyete âit her şeyi inkâr etmişlerdir.

İşte böyle bir istiğrak ve vecd içinde bulunanın gözünde, bütün dünyâ ve içindekiler silinir gider de, çevresinde sadece ve sadece Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellîleri parıldamaya başlar. Artık O'nun tecellilerinden başka her şey yok olur. O da: "Allah'tan başka mevcut yoktur" demeye başlar. Vakıâ, ehl-i sünnet velcemaat "Hakâiku'l eşyâ sâbitetün", "Allah var, Allah'ın yarattığı eşyâ da var" diyerek, eşyânın varlığını kabul etmişlerdir; ama vecd insanına göre, bunda hiçbir beis yoktur. Zira, eşyâ O'nunla kâimdir. O var olduğu için eşyâ da vardır.

Ehl-i Sünnetin bu mevzûdaki değiştirilmez, sâbit hükümlerine rağmen, veli, vecd ve istiğrak halinde verdiği bu hükmü, bu durumdan ayıldıktan sonra "sahve" haline de tatbik eder. Meselâ, Muhyiddîn İbn-i Arabi, Fütühat-ı Mekkiye ve Fususul Hikem'inde; Suhreverdî, Heyâkil'un Nur'da ve daha başkaları pek çok kitapta, "Sen ben her şey hayalât, sadece Allah var" gibi sözleri ve benzerlerini tekrar eder dururlar. Ancak, bu büyük zâtların bu mevzûdaki düşünceleri vahdet-i mevcutçular "monist"in mütâlaalarıyla karıştırılmamalıdır. Evet bunlar, "Vahdet-i vücûd" erbabıdır, "vahdet-i mevcûd" değil. Vahdet-i Mevcûd bir bakıma, Epikür'le başlamış, Hegel'le geliştirilmiş, 'târihî maddeciliğin elinde ayn bir şekil almış "ruh-i küllî" esasına dayanan, istismâra müsâit bir nazariyedir. Vahdet-i vücûd bir hal ve istiğrak ifâdesidir. Maddecilikle de hiçbir alâkası yoktur. Aksine, o, Allah adına, bütün kâinatın nefsi ve inkârıdır. Bundaki kusur, sadece sünnet mîzânları ile ölçülüp biçilmeden, müşâhede ve duyuşa göre hüküm vermekten ileri gelmektedir. Bu kusuru niçin yaptılar diye aklınıza gelebilir. Evet, "Muhyiddin İbni Arabî, hayatı boyunca vecd ve istiğraklarını yazdı. Keşke kendine geldiği ve yakazaya döndüğü zaman bunları tashih etseydi. Neden iltibasa müsâit bu mülâhazaları olduğu gibi bıraktı?" diyebilirsiniz. Bence, evvela, büyüklüğünü ölçemeyeceğimiz bu kimseler hakkında, hücum ve teşnî yerine daha dikkatli olmak icâb eder.

Evet bunların, şeriatın ruhuna muhalif beyanlar karşısında insanın "Hazret, bunları niçin daha sonra tahkik ve tashih etmedin?" diyesi gelebilir. Ancak, onlar, asıl âlemi, vücud olarak, kendi sekir ve istiğraklarıyla yaşadıkları âlem kabûl ediyor, bizim âlemimize döndükleri, veya diğer tabirle, kendi âlemlerinden ayrıldıktan zaman, onu uykuya dönmek kabûl ediyorlarsa, neyi ve niye tashih ve tahkik edecekler ki..!

Onun için Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri gibi zâtlar, Cenâb-ı Hakk'ın tecellileriyle, baş başa kaldıkları zaman, müncezib oluyor, o âlemi, hakiki âlem olarak 'görüyor; bize göre rüyâ, onlara göre hakikat sayılan bu âlemde kalemi ellerine alıyor, o âlemde düşünüyor, o âlemin ölçü ve kıstasları içinde yazıyor; yazdıkları şeyleri biçimlendiriyor ve katiyyen bu âleme âit hususiyetlerle telif etmeyi düşünmüyorlardı. Şayet onlar, bu âlemi hakiki âlem olarak bilselerdi, herhalde, o âlemdeki hataları, bu âlemde tashih edeceklerdi. Etmediklerine göre, demek ki, bizim âlemimize hiçbir zaman hakiki âlem nazarı ile bakmadılar.

Mevzûu böylece, icmal ettikten sonra, diyebiliriz ki, hiç bir mutasavvıfa, maddeci demenin imkânı yoktur. Aksine maddeciler ile vahdet-i vücûdcular arasında tam bir zıddiyet vardır. Maddeciler, madde ve kâinat hesabına Allah'ı inkâr ederler. "Sadece madde ve atom vardır; her atom parça ve parçacığı da şuurlu olarak hareket etmektedir" demelerine mukâbil, mutasavvifînden vahdet-i vücûdcular Allah hesabına kâinatı nefy eder, "her şey O'na dayalıdır, O'ndan başka her şey fânidir. Öyleyse biz de bunların fâniliğine hükmetmeliyiz ki, huzurumuzu ihlâl etmesinler. Çünkü O'ndan ayrı olan her şey fânidir" derler. Aradaki bunca zıddiyete rağmen, hâlâ da ikisini "bir" görüp göstermek, doğrusu anlaşılır gibi değildir.

Bazı tenkidciler, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin eserlerinin içine, bir kısım Batılı panteistlerin fikirlerinin sokulduğunu iddia ederler. Bir arada Afzal-i Kasi'ye âit olduğu söylenen, pek çok panteistçe düşüncenin, İslâm ruhunu tahrif niyetiyle, İslâm düşmanları tarafından bu eserlere karıştırıldığını ileri sürerler.

Evvela Hz. Mevlânâ'ya isnat edilen bütün eserlerin ve O'nun eserleri içindeki her parçanın ona âit olduğu söylenemez. Günümüzde Mevlânâ'ya âit olduğu söylenen eserlerden bazılarının başkalarına âit olduğu şimdiye kadar çokları tarafından ortaya kondu.

Bunlardan, "Fih-i mafih"i için, Afzal-i Kasi'nin adından bahsedilmektedir. Afzal-i Kasi'nin kendisi neoplatonistdir ve hayatı boyunca Eflatunculuğu tekrar ihyâ etmeyi düşünmüştür. Hatta bu hususu hayatına gâye edinmiş olduğu da söylenebilir. Bu zât aynı zamanda, hurûfîdir. Harfleri kâinatın atomları gibi telakki eden FazlullahiI Hurufî'nin mezhebinden...

Hadis-i şeriflerin bile arasına, bir sürü şeylerin sokulmak istenilmesi yanında, Mevlânâ ve Muhyiddin-i İbn-i Arabî gibi zâtların sözleri arasına bir kısım yalan ve uydurma şeylerin sokulması mevzûunda kanaatimce, biraz müsâmahalı düşünmek lâzımdır. Yani, girebilir demek iktizâ eder.

Buharî gibi, yüzlerce hadis imamı, önünden hadisler geçerken, o söz Resûl-ü Ekrem'in (sav) mi, değil mi, onu bilebiliyordu. Bu mevzûun mütehassısı olan bu zâtlar, tahkik ettikleri sözlerde, âdeta. Resul-ü Ekrem'in (sav) sözleri kokuyor mu, kokmuyor mu, bunu hissedebiliyordu. Onur için hadisler, sağlam mihenklere vurulup ayıklandı; ama. tasavvuf büyüklerinin sözleri için böyle bir garantiden bahsedilemez

Ayrıca Muhyiddin İbn-i Arabî: "Bizim durumumuzda olmayanın ve hâlimizi bilmeyenin, bizim kitaplarımızı okuması haramdır" demiştir.