İbn-i Arabi Hazretlerinin "Şeceretün Nûmâniye" işaretleri hakikatlarla ne ölçüde telif edilebilir?
Bu kitabın matbuunu bilmiyorum. El yazması bir kaç kütüphanede var zannediyorum. Bunlardan biri de Edirne'de Selimiye kütüphanesindedir. Şeceretün-Nûmâniye gibi hemen çok eşerlerinde Hz. Muhyiddin, o gaybbîn, gözüyle bazı hakikâtlârı keşfedebilmesi, bazı gaybî haberler verebilmesi; Allah'ın ihsânı olan ilham esintileriyle, hali hazırdaki durumu apaydınlık gördüğü gibi, Allah'ın lütfuyla geçmişi; geleceği de önündeki kitabın sayfaları gibi görüp okuyan, açık-kapalı te'villerde bulunan bir meşrepin kutbu ve hârika bir zattır. Bu arada, O'nun geleceğe ait hadiselerden bahsetmesi, meselâ, falan tarihte şöyle bir şey, filan tarihte şöyle bir şey ve filan tarihte de şöyle bir şey... olacak demesi, O'nda, oldukça açık ve herkesten farklıdır. Vakıa, birçok Hak dostu, Allah'ın emri ve izniyle benzeri şeyler yapmışlardır ama, O'nun kadar açık ve ileri değillerdir.
Hz. Muhyiddin bu mevzuda ilk olmadığı gibi, son da değildir. Ondan sonra da bir çokları aynı şekilde ve aynı istikamette bazı şeylerden haber vermişlerdir. Daha ötede Üstad-ı Küll Rehber-i Ekmel Efendimiz, geçmiş ve gelecekle alakalı bu türlü şeylerden haber vermektedir. Evet O sultanlar sultanı, kıyamete kadar zuhur edecek hadiseleri, âdeta bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetinin enzarına arz ve takdim buyurmuşlardır ki, bunların bir kısmı açıktır, sarihtir, te'vile lüzum hasıl olmayacak kadar vâzıhtır. Bir kısmı ise, Kur'ân'ın müteşâbihatı nev'inden ancak, te'vile, tefsire tabi tutulunca hakikatlarına vâkıf olunabilmektedir. Hele bir kısmı var ki onlar sadece ehl-i tahkikin anlayabileceği mahiyettedir...
Daha sonra, Ehlullah'ın, bu mevzudaki istihraçları ise, yani bir kısım hükümler çıkararak, bize ait aydınlatıcı bir kısım şeylerden haber vermeleri; ya Kur'ân'a dayandırılır, ya Efendimizin (sav) sünnetine ya da, doğrudan doğruya mişkât-ı nübüvvetin vesâyası altında, kendi gönüllerine esip gelen ilhamlara...İşte bu sayede hak erleri, bir kısım hakikatlara nigâhbân olur. Sonra da hususî bir dil kullanarak onları başkalarına anlatırlar. Ancak bu türlü hakikatları ortaya atan hakikat erleri, halkla fevkalâde bir münâsebet içinde bulundukları gibi, iddia ve tefahürden de fevkâlâde uzaktırlar. Binbir hârika şeyler ortaya döker, binbir gizli mesaj sunarlar ama, katiyyen iddiaya sapmazlar. Hepsinin de dilinden düşürmediği tek şey: "İşin doğrusunu Allah bilir" kelimesidir. Temelde bu anlayış olunca, yani her şeyi bildiren ve işin temelini, nüvesini lütfeden Allah olunca, bu türlü ihbarlara karşı itiraz, sırf itiraz etmek için itiraz olur ki, her biri nefsin ayrı bir hırıltısı olan bu kabil mırıldanmaların hiçbir ilmî kıymeti yoktur.
"Vahy-i metluv" olan Kurân'dan başka, Efendimizin (sav), dellâlı bulunduğu diğer iki mübârek kaynak daha vardı: Kudsî hâdisler ve onların dışındaki söz ve beyanları. Bunlar vahy ve ilhamın hangi derecesinden gelirse gelsin, ilahi kaynaklıdır. Efendimiz (sav) arabın efsahi olarak, maksatlarını en güzel anlatanlar arasında, harika bir üslûpla anlatan bir insan olarak, kalbine vahy olunan şeyleri, ruhundaki esintileri, en güzel kelime ve kalıplar içinde dile getirmiş, o esintileri en iyi şekilde değerlendirmiş ve bize intikâl ettirmiştir. Şimdi bir veli, her şeyi, üstadı sayılan Hace-i Kâinat'a dayandırıyor ve O'nun ilm-i ledünnî deryasından bir şeyler çıkarıyorsa, bunu yadırgayıp istiğrab edecek ne var?..
Bazan bir velinin nazarına, uzaktan bir kısım hakikatler gösterilir. Bunlar dün olduğu gibi bugün de olabilir. Veli bazan mesafeyi ayarlayamaz ve hakikatı olduğu gibi tesbit edemez. Bazen herhangi bir hadiseyi sembol halinde görür ve teviline muttali olamaz; olamaz da kendine göre tevil yapar. Yaparken de hatasız bir tevil yaptığını zanneder. Halbuki maksad-ı ilâhi başkadır, onların yaptıkları teviller başka... Tıpkı, insanın gördüğü rüyaları gibi... Meselâ, siz rüyada altın-gümüş görür ve zannedersiniz ki, Cenab-ı Hak bugün size tatlı bir lütufta bulunacak veya maddi ve manevi istifade edecek ve bir şeye mazhar olacaksınız... Halbuki, altın ve gümüşün mânâsı hevây-ı nefis ve nefs-i emmâre bakımından kuvvet kazanma demektir... Keza görseniz ki, Hz. Cebrail, hanenizin penceresinden içeriye giriyor, siz zannedersiniz ki, ruh-u emin ve ruh-u metin hanemize girdiğine göre, evimizde ilâhi esintilerden bir şey olacak. Halbuki âlem-i misâlde böyle bir vak'a ile sembolize edilen hakikatın manası o evden yüce ruhlu birisinin vefat edip gitmesi demektir. Kezâ.. birisi rüyasında, uygun olmayacak şekilde, herhangi bir insanla buluştuğunu görür. Günaha girdiğini ve gireceğini zanneder. Oysa ki, bunun mana ve tevili, öteki insana yardımı dokunması şeklindedir. Böyle bir vak'a aynen Harun Reşid'in hanımı Hz. Zübeyde için bahis mevzudur. Bu mübarek kadın, rüyasında görür ki, Bağdat halkı gelip bununla temas ediyorlar. İffetine, namusuna fevkalâde düşkün olan Zübeyde Hatun titrer ve ürperir. Sonra da bir tabirciye sorar. Tabirci ona: "Sultanım öyle bir hayır yapacaksın ki, bütün insanlık âlemi ondan istifade edecek. " Neden sonra Zübeyde Hatun Harem-i Şerif'e su getirme lütfuna mazhar olur.
Şimdi veli, misâl âleminden hakâik adına aldığı sembollerin gerçek mânâlarını bilmiyorsa, onları te'vil edecek ve belki bazılarında da yanılacaktır. Nüve ve çekirdek itibâriyle velinin bahsettiğiyle, nefsü'1-emirdeki hakikât arasında fark yoktur. Fark, icmal ve tafsilde, bizim dilimizle sembollerin dilinin farklılığındadır. Bu farklılığı ortadan kaldırıp, insanlara yanıltmayan mesajlar sunmak sadece peygamberler ve onların has varislerine müyesser olmuştur. Peygamberler yanılmazlar, yanılırlarsa Allah hemen düzeltir. Zira, kitlelere imam olduklarından, onların yanılmaları kendilerine münhasır kalmaz; arkalarındakileri de yanıltır: Onların her şeyi objektif ve bütün insanlığı kucaklayıcı, içine alıcı mahiyettedir.
İşte Hz. Muhyiddin'in, eğer Kur'ân, eğer Sünnet, eğerse kendi ilhamlarına dayanıp söylediği şeyler haktır. Ancak kendisine sembollerle anlatılan, mesleği, meşrepi, vazifesi ve devri itibariyle, teviline kapalı olduğu bir kısım meselelerde, sünnete muhalif beyanlarda bulunmuştur ki, İmam Şârânî, Molla Cami gibi ehl-i tahkik, ma'kul tevillerle, Hazretin anlatmak istediklerini anlatmağa çalışmışlardır.
Şeceretün-Nûmaniye'deki meselelere gelince, bunların bir kısmı zuhur etmiş; bir kısmı da Allah dilerse zuhur edecektir. Meselâ, Hz. Muhyiddin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan evvel yaşadığı, hatta Mevlânâ Celaleddin-i Rumî Hazretleri'nden daha yaşlı yani Selçukî döneminde yaşadığı halde, Osmanlı dönemine ve daha sonralara ait bir kısım vukuatı açık-kapalı haber vermiştir. Hz. Muhyiddin'in mezarı, Yavuz Sultan Selim hazretleri zamanında bulunur ve ortaya çıkartılır. Ona.ait olduğu söylenen şu söz, çok şâyân-ı dikkattir. "Sin şına girince Muhyiddin'in kabri ortaya çıkar. " Yani "Sin" Selim, "Şın" Şam'a girince, Muhyiddin'in kabri belli olur ve saygıdeğer yerini alır. Şimdi O, Cenab-ı Hak'tan gelen esintiler ve ilâhi tayflara dayanarak bunları söylüyor. Kendinden değil, zira et ve kemikten ibaret bir varlık bunları söyleyemez. O bütün benliğiyle Allah'a yönelmiş, mahiyetiyle melekleşmiş, Rabbimiz de onun melekleşen mahiyetine bir lütuf olarak, ona ruhlar ve ruhaniler seviyesinde bir letâfet vermiş. Bu letâfet sayesinde, eşyânın hakikatına, hatta geçmiş ve gelecek zamanlara nüfuz ile geçmişteki müphem vakalardan, gelecekteki meçhul hadiselerden, meselâ; Devlet-i âliyenin kuruluş ve gelişmesinden, bir kısım tarih çapındaki önemli vakalardan; Meselâ; 4. Murad'ın altı ayda Revân'a gidip, Revân'ı fethedeceğinden ve benzeri daha bir sürü şeyden bahsetmektedir. Bu arada Edison'u hayret ve takdirlere sevk eden "Fütuhat"daki elektrik bahsi de zikredilmeye değer kerametlerdendir.
Aslında, Muhyiddin bu mevzuda yalnız değildir. Meselâ Manisalı Müştak efendi, Cumhuriyetten takriben yüz sene evvel, İstanbul'a bedel payitahtın Ankara'ya intikâl edeceğini söylemiştir ki, gazeteler yazdı. Ancak Muhyiddin bu mevzuda kutub gibidir.
Bütün bunlarla beraber,bu büyük zevâtın muttali oldukları hakikatlar değişmez değildir. Allah, her şeyi değiştirdiği gibi, onların da görüp, duyup bilebildikleri şeyleri değiştirebilir. Zira O, eli kolu bağlı -hâşâ- âtıl bir varlık değildir. "Her ân O ayrı bir şendedir. " (Rahman-29) Her an insanın başını döndürücü ayrı bir icraatta bulunur. Binâenaleyh, Allah (cc) "levh-i mahv ve ispat"ta, yani, bizim göremeyeceğimiz buuddaki tabloları da tıpkı gördüğümüz her şeyi değiştirdiği gibi değiştirir; başka türlü yazar. Dilediğini mahveder, dilediğini tesbit buyurur. Ana kitaba gelince, o ilm-i ilâhîdir; kader de zâten, ilm-i ilâhînin bir ünvanıdır. Hz. Muhyiddin de buraya ıttılâı nisbetinde ne söylemişse, hak söylemiştir. Hakka uymayan bazı şeyler varsa, ya O, tevilini anlamamış veya o hakikâtın henüz vakti gelmemiş; yahut biz, Hz. Muhyiddin'in beyanını anlamıyoruz demektir.