Hz. Hasan Hz. Muaviye Varken (ra), Ömer Bin Abdülaziz'in Beşinci Halife Sayılmasının Hikmetini Açıklar mısınız?

Bu meseleyi zannediyorum, şimdiye kadar, kelâmcılar dahi mevzu etmemişlerdir. Ama, kafaya takılan bir soru olması itibariyle arz etmeye çalışayım. Raşid halifeler efendilerimiz dört tanedir. Bu hususta herkes ittifak halindedir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (ra). Bunlar, Efendimizin (sav) en eşref en ecmel, en ekmel, en ekber halifeleridir. Raşit Halifelerden sonra idare, Beni-Umeyye'nin eline geçti ve az sonra da, büyük ölçüde, Müslümanlar arasında safvet ve samimiyetle beraber, hilafet ruhu da sarsıldı. Devlet, kısmen saltanata dönüştü; sarayları lüks ve debdebe sardı. Vasat, zayıf ruhlarda, zaafların ortaya çıkmasına müsait hale geldi. Bununla beraber Emeviler bütün bütün boş ve yoz kimseler değildi. İçlerinde Kitaba ve sünnete vukufu olan pek çok büyük insan vardı. Ama, aile olarak artık bozulmaya yüz tutmuştu. Derken böyle bir aile içinde, yani diken tarlasına benzer bir yerde, Ömer bin Abdülaziz gibi Raşit halifelerle at başı gidecek nadideler nadidesi bir gül yetişti. Ömer'i zirvelere ulaştıran hususları başında, O'nun bir hamlede cismani arzuları aşarak, bedenin yerine ruhu, nefsin yerine gönlü yerleştirip her işinde Resûlûllah'ın yolunu ve Allah'ın rızasını araştırması gelir. Bu mesele çok kolay değildi, hele O'nun için asla. Zira O, sarayda, debdebe ve ihtişam içinde yaşıyor, her gün ava çıkıyor, sahip olduğu bol imkânlarla, meşru dairede de olsa yiyor, içiyor ve zevk ediyor... Asr-ı saadet insanından -takriben- yüz sene uzaklaşmış, ondan uzaklaşmakla, kendilerini var eden dinamiklerden de uzaklaşmış bir toplum, bir aile içinde ve sarayın olanca imkânlarına sahip birisinin başka türlü olması da çok zordu. Tam bu esnada amcası Süleyman vefat ederken oğlunu, tâvsiye edeceğine, bazılarının ısrariyle, ana tarafından Hz. Ömer Efendimizin torunu olan yeğeni Ömer bin Abdülaziz'i tavsiye etmişti. Halk da kabullenip, biatta bulunmuşlardı. Kendisine hilafet vazifesi tevdi edildiği gün, hemen birdenbire kendine gelip ruhuna dönen Ömer, tepeden tırnağa değişivermişti. Artık bu Ömer o eski Ömer değildi. Ömer, o günden itibaren yeniden ilk halifeler dönemini ihyaya çalışır. Fenalıklarla yaka-paça olur. İyiliklere doğru yollar vurur; hayra, hasenâta giden yollan kolaylaştırır. Haksızlıktan önler, zulme karşı ilân-ı harp eder. Hanımının boynundaki gerdanlık için, ganimetten gelmiştir mülahazasıyla "bana yaraşmaz" der, devlet hazinesine gönderir. Şübhelendiği şahsî.servetini "beyt-ül mal"a devreder, bir eski hırka sırtına geçirir ve devletin başına geçer...

O günkü devletin sınırları, Aral Gölü, Mâveraünnehir, Afganistan ve Batı Türkistan'ı; Taşkentleri, Buharaları, Semerkantları.. Batı Afrika'da, Cebel-i Tarık'ları, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Suriye ve Libya'lar! içine alıp Anadolu yakasına uzanıyordu. Ve Ömer de bu devletin reisiydi... Evet, Arap Yarımadası bütünüyle fethedilmiş, Basra Körfezi memleketleri İslâm hakimiyeti altına alınmış. Bugünkü Türkiye kadar kırk bir devletin hakim olduğu sahada tek hakim, daha doğrusu, bu yerlerde Allah'ın biricik halifesiydi. Ve Ömer o devirde insanların en fakiriydi...

Muhaddisin-i Kiram derler ki: "Müminler zekât ve sadaka verecek insan bulamazlardı"ki; Muhbir-i Sadık bunu aynen haber vermişti: "bir gün elinizde zekât, dolaşacaksınız, fakat verecek kimse bulamayacaksanız. " Yani herkes zengin olacak. demektir ki, Ömer Bin Abdülaziz devrinde, bunların hepsi görülmüştü. İşte o böyle bir devletin başına geçmişti... İki sene küsur ay bu devleti idare eder, ama; senelerce yaşamış gibi, semereli olur. Daha sonra Endülüs'e kadar uzanacak o devletin her yönünde ıslahat yapar. O güne kadar raşid halifeler efendilerimiz hakkındaki bütün yanlış telakkileri izâle eder. Hz. Ali (ra)'nın muallâ mevkiini ilân eder. O güne kadar bir kısım kimselerin hutbelerindeki saygısızlığına son verir ve bugün dahi hutbelerimizde okuduğumuz,

"Allah, adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, fahşâ (edebsizlikten)' dan, münker (fenalık)'den ve bağy'dan (azgınlık) men eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir. " (Nahl-90) âyetiyle, adaletsizliğe, fuhşa, ahlâksızlığa, taşkınlığa karşı göğsünü siper eder; istikametli düşünür, âbidâne, zâhidane bir hayat yaşar. İşte, Ömer Bin Abdulaziz'in içinde bulunduğu şartlar hiç de böyle yaşamasına müsait olmadığı halde, böyle yaşaması, ham de o günkü Emevilerde hayat anlayışı çok değişik olmasına rağmen bu kadar duru, bu kadar arızasız, bu kadar pürüzsüz ve tıpkı ilk halifeleri gibi bir sirete sahip olması, O'nu Asr-ı Saadet insanı seviyesine ulaştırmıştır. Bu itibârladır ki, daha sonradan gelen bazı kimseler O'na haklı olarak müceddid demişlerdir ve dört halifeden sonra eğer bir beşincisi bahis mevzuu ise, Onun Ömer Bin Abdülaziz olacağını söylemişlerdir. Yani dört halifeden sonra ille de bir beşincisi bahis mevzuu ise O mutlaka Ömer Bin Abdülaziz'dir, demişlerdir. Ama Ömer Bin Abdülaziz'i Seyyidina Hz. Hasan'a tercih etme, Hz. Muaviye'ye tercih etme meselesine gelince, bu bizim muvâzene, mukâyese imkân ve iktidârımızı aşan bir mevzudur. Bu mevzuda Hasan Basri (ra), -Tabiinin imamlarından ve çocukken Efendimizin (sav) zevcelerinden birinin kucağında oturma şerefine eren birisidir- kendisine Ömer bin Abdülaziz'le Vahşinin derece ve mertebeleri sorulunca, umumî fazilet açısından, yani Allah'ın Resulünü görüp bizzat feyiz alma bakımından, "Ömer Bin Abdülaziz ancak Vahşinin atının burnunda bir toz olabilir" demiştir. Çünkü Vahşi Sahabî idi. Ömer bin Abdülaziz sahabî değildi. Hususî bir kısım meziyetleriyle Ömer çok ileride olabilir. Yoksa mutlak fazilet sahabiye aittir. Hususî bir, veya bir kaç fazilette, mercuh kendisine tereccüh edenlere tereccüh edebilir; ama, mutlak fazilette racih râcihtir.

Şimdi durum böyle olunca, Hz. Hasan Efendimiz ve Hz. Muaviye ile mukayese yapmamız mümkün değildir. Hem onların aralarındaki derecelerin, muhakeme, muhasebe, takdir ve kritiğini yapmak bize düşmez. Onlar o kadar muallâdırlar ki, Efendimizin Semâ-i Risâletinde, boy atmış, ser çekmiş, değişik gıda almış, değişik buudlarda gelişmiş, tıpkı Cennet varlıklarını hatırlatırlar. Belki pek çoğu itibariyle melekler seviyesine ulaşmışlardır. Biz onlar hakkında şöyle veya böyle bir hüküm verdiğimiz zaman, ihtimal, huzur-u Rabbûl-Âleminde çok mahcup oluruz. Bu tıpkı bir mahkemenin kapısında kapıcılık dahi yapamayacak kimselerin, o mahkemenin hâkimliğine tenezzül etmeyen kimseleri tenkidine benzer ki, bu ne müthiş utandırıcı bir şeydir! Binaenaleyh, bizler hem dilimizi hem de kalbimizi korur, hepsine karşı derin bir saygı ve hürmet hissiyle iki büklüm olur, bizi kapı kulu kabul etmelerini dileriz!..