Kur’ân’da hem ibadet, hem de dua kelimeleri
geçer. İbadet, kulluk etmek; dua, çağrıda bulunmak, yardım istemek anlamınadır.
Tefsir ve meallerin çoğunda, duaya “ibadet” anlamı verilerek asıl anlamın
kaybolmasına yol açılmıştır. İbadet, yapılan duanın kabul edilmesi mak
Tahrif,
harf
kökündendir. Harf sözlükte uç, kıyı, sivri ve keskin taraf anlamlarına gelir[2]. Sözü tahrif,
iki tarafa yüklenebilecek anlam taşıyan bir sözü yalnız bir tarafa çekmektir[3]. Şu ayet tahrifi, örneklerle açıklamıştır.
“Kimi Yahudiler kelimeleri yerlerinden tahrif ederler (yerleşik
anlamlarından kaydırırlar). “سَمِعْنَا
وَعَصَيْنَا” “وَاسْمَعْ
غَيْرَ
مُسْمَعٍ” bir de “رَاعـِنَا“ derler. Bunu dillerini bükerek
ve dine saldırarak yaparlar. Eğer bunların yerine “سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا” “اسْمَعْ” bir de “انظُرْنَا“ deselerdi elbette daha
iyi ve daha doğru olurdu. Ama tanımazlık etmelerinden dolayı Allah onları
lanetledi. Artık pek az inanırlar.” (Nisa 4/46)
Ayetteki üç cümleden her birinin
iki anlamı vardır.
1-
“سَمِعْنَا
وَعَصَيْنَا” cümlesinin bir anlamı “dinledik
ve sıkı tuttuk” diğeri ise “dinledik ve isyan ettik” şeklindedir. Çünkü (asâ = عصى); hem
isyan, hem de değneğe sarılır gibi sarılma anlamına gelir[4].
Eğer “سَمِعْنَا
وَأَطَعْنَا” “Dinledik ve boyun eğdik”
deselerdi sözü başka anlama çekme, yani tahrif imkânı kalmayacağından daha iyi
ve daha doğru olacaktı.
2- “وَاسْمَعْ
غـَيْرَ
مُسْمَعٍ”
cümlesinin bir anlamı, “lütfen dinle, sana söz söylemek haddimize değil ama..”
diğeri ise “dinle, söz dinlemez adam[5]” şeklindedir. Eğer
3- “رَاعـِنَا“
cümlesinin anlamlarından biri “bizi güt” diğeri “bizi gözet” şeklindedir.
"Bizi güt" sözünde bir iğneleme vardır. Yani "Sen bizi hayvan
güder gibi gütmek istiyorsun, öyleyse güt." demiş olurlar. Dillerini biraz
eğer, ayn harfini uzatarak raînâ
derlerse “bizim çoban” demiş olurlar. Eğer bunun yerine “انظُرْنَا“
deselerdi “bizi gözet” dışında bir anlama çekilemezdi.
Kur’ân ancak böyle tahrif edilebilir. Çünkü
o, milyonlarca insanın hafızasındadır ve sayısız nüshası bulunmaktadır. Onu
başka bir şekilde tahrif mümkün değildir.
Ayette yer alan; “...
Bunu dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar.” cümlesi tahrif
için kötü niyeti şart koşmaktadır. Yoksa birden fazla anlam içeren bir sözle
ilgili her yanlış tercih tahrif kapsamına girmez. “Dua” kelimelerine bir delile
dayanmadan “ibadet” anlamı verenler bunu dine saldırma amacıyla yapmamış
olabilirler. Ama dine saldırmak isteyenlere alet oldukları da bir gerçektir. Ahkaf Suresinin 4, 5 ve 6. âyetlerini örnek vererek, duaya
ibadet anlamı vermenin, âyetleri nerelere taşıdığını görmeye çalışalım:
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De
ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana,
onların yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir
payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi
kalıntısı getirin bakalım. Eğer doğru sözlü kimseler iseniz.
Allah’ın yakınından kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri
çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir.
İnsanlar, ahirette bir araya
getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak ve onların kulluğunu kabul
etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/4,5,6)
Birçok mealde bu ayetlere, şu şekilde anlam verilmiştir:
“De ki: Söylesenize, Allah’ı bırakıp
taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar, göstersenize bana. Yoksa onların
göklere ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel
(size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin.
Allah’ı bırakıp da
kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık
kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.
İnsanlar bir
araya toplandıkları zaman (müşrikler) onlara (tapındıklarına) düşman
kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkâr ederler. (Ahkaf 46/4,5,6)[6]”
Dua’ya ibadet anlamı verince, ona bağlı olarak yeni anlam
kaymaları kaçınılmaz hale gelmiştir. Hata, hatayı doğurmuş, yukarıdaki üç
ayetteki hata sayısı beşe çıkmıştır. Bu hatalar şunlardır:
“Dua, çağrı anlamına mastardır. Daha sonra küçükten büyüğe,
aşağıdan yukarıya iletilen istek ve ihtiyaç anlamına örf olmuş, isim olarak da kullanılmıştır. “Dua dinledim,
dua okudum” denmesi bundandır[7].”
İbadet ise taat anlamına gelir; taat boyun eğmek demektir, daha çok emre uymak ve izinden
gitmek anlamında kullanılır[8].
Türkçe’de buna kulluk denir. Terim olarak ibadet, Allah’ın emrini yerine getirmek için samimi niyetle namaz kılma ve oruç tutma gibi eylemlere verilen addır.
Dua
ile ibadet arasında sıkı bir bağ vardır. İbadetin asıl hedefi duadır. Yani
insan, Allah’a ibadet
ederek bazı isteklerini elde etmek ister. Allah Teâlâ
da dualarımızın kabulü için hem namaz kılmamızı, hem de sabırlı olmamızı
emrederek şöyle buyurur: “Ey iman
edenler! Sabır göstererek ve namaz kılarak yardım isteyin. Allah
sabredenlerle beraberdir.”
(Bakara 2/153) Bir ayet de şöyledir: “Kullarım sana beni sorarlarsa,
ben yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da
bana karşılık versinler. Bana güvensinler. Belki olgunlaşırlar.”
(Bakara 2/186)
Kişi, Allah’tan istekte bulunduğu zaman ona daha iyi
kul olma gayreti içine girer. Bu sebeple ibadet kabuk, dua öz gibidir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Dua ibadettir[9]. Dua ibadetin
iliğidir, özüdür[10].”
Asıl amaç, Allah’a isteklerini kabul ettirmektir. Dua yerine ibadet kelimesi kullanılınca bu ilişkiler tümüyle kaybolur.
O zaman insanlar, aracılardan medet ummaya başlarlar.
İsteklerini bir veli, bir ruhani aracılığı ile Allah’a sunan, önce onu razı etmek ister. Ona, hediyeler,
adaklar sunar, manevi huzurunda eğilir. Bunun ona kulluk yani
ibadet olduğu Ahkaf 6. ayette şöyle ifade edilmiştir:
“O insanlar bir araya getirildiği gün, bunlar onlara
düşman olacak, onların kulluğunu (ibadetlerini) kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/6)
Şu ayet de bu işin şirk olduğunu hükme bağlamaktadır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki ben
Sonuç olarak, dua’ya ibadet anlamı vermek, bazı
ayetleri Kur’ân’dan çıkarıp atmak gibidir. Mesela bu
tavır, yukarıdaki üç ayeti puta tapanlara has hale getirmiştir. Allah Teâlâ, ibadet ve dua kelimelerini farklı yerlerde kullandığına göre Kur’ân’ın tefsirini ve çevirisini
yapanların bu farkı önemsemeleri gerekir.
Arapça’da “men” kimse veya kimseler anlamına gelir ve akıllı varlıklar
için kullanılır[11].
“Mâ” ise şey veya şeyler demektir. Ahkaf 5. âyette üç kere “men” kelimesi geçer. Dua’ya
ibadet anlamı verenler, onlardan ikisine “men = kimse” üçüncüsüne de “mâ = şey” anlamı vermek zorunda kalınca ayetin anlamı esastan
değişmiş, şu hali almıştır: Allah’ı bırakıp da
kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık
kim olabilir? Bu meale göre yardıma çağrılanlar putlar olur ve bir ruhanîyi yardıma çağıran kişi âyetin kapsamına
girmez. Ama bir anlam kayması yapmadan “men” kelimesine “kimse veya kimseler”
anlamını verince şu meal ortaya çıkar: “Allah’ın yakınından
kıyâmet gününe kadar
kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir?” Bu doğru anlam, bir ruhanîden yardım istemenin önünü
kapar.
Bu hata, zorunlu olarak aşağıdaki hataları
doğurmuştur:
“Bunlar” diye tercüme edilen hum, Arapça’da akıllı erkek varlıkları gösterir. Ama “Men”e “şeyler” anlamı verildiği için hum zamirine de ya
“men”in lafzını gösteren “huve” ya da manasını gösteren “hiye” anlamını
verme zorunluluğu doğmuştur. Bu hafife alınamayacak bir hatadır.
“Habersizdirler” diye tercüme edilen “gâfilûn” kelimesi cem’i müzekker salimdir; yani akıllı
erkekler için kullanılır. “Men”e “şeyler” anlamı verilmesi bu anlamı da yok
etmiştir. Bu da önemli bir hatadır.
“Men”in “şeyler” diye tercüme edilmesi, 5. âyetle 6.
âyetin ilişkisini koparmıştır. Bu ilişkinin kopmamasının tek yolu o kelimenin
“kimseler” diye tercüme edilmesidir. Ayet şöyledir:
“İnsanlar ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman
olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.”
Putlar ahirette, canlanıp
insanlarla bir araya gelmeyeceğinden âyette sözü edilenler, hesaba çekilen
akıllı varlıklardır. Bunlar da ruhlarından medet umulan büyüklerdir.
Ayetlerin mealindeki bu hatalar, türbe ziyareti ile
ilgili şu inanca yol açmıştır: “Allah bu sevgili
kullarına bazı yetkiler, imkânlar, özellikler bahşetmiştir, bunlar şefaatçilerimizdir,
bizler günahkâr olduğumuz için doğrudan Allah’tan istemeye yüzümüz yok, belki
bunlar sayesinde Allah dileklerimizi kabul eder.[12]”
Bu gibi yanlışlar sebebiyle, ölmüş bir din büyüğünü
Allah’ın yakın dostu saymak, ona hayali yetkiler verip Allah’a onun aracılığı ile ulaşmaya çalışmak İslam âleminin
en temel hastalıklarından olmuştur. Ahkaf 4. âyete
doğru anlam verince bu yol tamamen tıkanır. Ayetin doğru anlamı şöyledir:
“De ki,
baksanıza, Allah’ın
yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryüzünde yaratmış
oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda
bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım.
Doğru sözlü kimseler iseniz.”
Bu tenkitler, yukarıdaki üç ayet esas alınarak
yapılmıştır. Aynı hatalar, içinde dua kökünden kelimeler bulunan birçok ayetin Türkçe’ye
çevrilmesinde de görülmektedir. Daha garibi, birkaçı dışında bütün Türkçe
meallerde aynı hataların tekrarlanmış olmasıdır. Bu da, Allah’ın asla
bağışlamayacağını bildirdiği şirk günahını, Müslümanların kolayca işlemesine
yol açmıştır.
Kur’ân meali yapanların bu hatalara, bilerek ve isteyerek
düştüğü söylenemez. Ama onların çoğu Allah’ın ne dediğine bakma yerine önceki
âlimlerin bu âyetleri nasıl anladığına bakarlar. Bu da, vaktiyle yapılmış bir
hatayı kemikleştirir.
[1] Tirmizî, Dua,1, hadis no;
3371.
[2] Mütercim Asım, Kamus, (حرف) maddesi.
[3] Rağıb el-İsfehanî,
Müfredât, (حرف) maddesi.
[4]
es- Sıhah, Tac’ul- arus, Lisan’ul-Arab.
Ulaşabildiğimiz
tefsir ve meallerde bu incelik tespit edilememiştir.
[5]
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. Nisa 46. ayetin tefsiri.
[6] Hayrettin KARAMAN, Ali ÖZEK, İbrahim Kâfi DÖNMEZ, Mustafa ÇAĞIRICI, Sadrettin
GÜMÜŞ, Ali TURGUT, Kur’anı Kerim ve Açıklamalı Meâli, TDV yayınları, Ankara 1997.
(Bu meâlin Suudiarabistan baskısında öze dokunmayan
farklılıklar vardır.)
[7] Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak
Dini Kur’an Dili, c. I, s. 662, (Bakara 186. Ayetin
tefsiri) İstanbul 1935.
[8] İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab.
İtaat, tav’ kökündendir. Tav’ boyun eğmek demektir.
Zıddı kerih görmek, hoşlanmamaktır. Ayette şöyle buyurulur:
“Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: "İsteyerek
veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "İsteyerek
geldik" dediler.” (Fussilet 41/11)
Taat da aynı köktendir, gene boyun eğmek anlamına
gelir ve daha çok “Emre uymak ve izinden gitmek.” anlamında kullanılır. (Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât, طوع maddesi.
[9] Tirmizî, Dua,1, Hadis no; 3372.
[10] Tirmizî, Dua,1, Hadis no; 3371.
[11] Cümle içinde akıllı varlıklarla birlikte başka
varlıklar da geçerse men kelimesi, akıllı olmayanlar için de kullanılabilir.
Buna şu ayet örnek verilir: “Allah bütün canlıları sudan yarattı. Onlardan kimi
karnı üstünde sürünür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde
yürür.” (Nur 24/45) Bu ayette “kimi” diye tercüme edilen “men” kelimesidir. İki ayak üstünde
yürüyen insanlar, canlılar kapsamında olduğu için diğer canlılara da “men”
denmesi uygun düşmüştür.
[12] Hayrettin KARAMAN, “Ramazanda Türbe
Ziyaretleri” 10.
12. 2000 tarihli Yeni Şafak Gazetesi, Fıkıh Köşesi.