﴿
اَلله ُ﴾
ALLAH
Allah[1]
adı, Yüce Yaratıcı’nın diğer bütün isimlerini kapsar. Bu yüzden el-Esmau’l-hüsnâ
olarak bilinen bütün isim ve sıfatlar bu ada dayandırılır. Bu nedenle “Rahmân,
Rahîm, Azîz, Gaffâr, Kahhâr Allah’ın adlarındandır deriz.” Ama “Allah, Rahmân’ın
adlarındandır” demeyiz. Yüce Allah şöyle buyurur: “En güzel isimler Allah’ındır.”
[2]
Kur’an ve hadislerde
geçen veya geçmeyen bütün güzel isim ve sıfatlar Allah’a izafe edilir. “Allah” lafzı, Yaratıcı’nın bütün isim ve
sıfatlarını içinde toplayan bir isimdir. Kalbi, bu ismi hakkıyla bilecek
genişlikte olan ve kulluk görevlerini tam bir saygı ve içtenlikle yerine
getirerek, sevginin zirvesi sayılan kulluk hakkını veren kimse, hiçbir insana
muhtaç olmaz; insanların en zenginleri arasında yer alır.[3]
Lisan-ı hâli ile şairin söylediği şu dizeleri söyler:
Hiçbir malım olmadan bütün insanlardan
zengin oldum
Zira en üstün zenginlik,
mal ile değil ondan uzak durmakladır.
Muhtaç olmamak her ne
kadar büyük öneme sahip olsa da beraberinde büyük tehlikeler de taşımaktadır. Bu
tehlikelerin başında, muhtaç olmadığını düşünerek büyüklenmek ve haddini aşmak
gelmektedir. Birçok ülke ve zengin kimse bu yüzden zenginliklerini kaybetmiş
ve yıkılarak yok olmuşlardır. Böylece onlar gerçek zenginliğe değil sadece
gölgesine sahip olmuşlardır. Zenginlik onlara, uykuda görülen ve uyanınca
kaybolan anlık bir rüya gibi gelmiştir.[4]
“Allah” Adının Bütün İsim ve Sıfatları Kapsaması
“Allah” adı bütün güzel
isimleri ve üstün sıfatları içine alır. Bu ad, Yüce Yaratıcının zâtî, sübûtî,
fiilî bütün sıfatlarına delalet eder.[5]
Allah’ın zâtî sıfatları,
kemâl sıfatlarıdır. Herhangi bir eksiklik ve kusuru yoktur. Hiçbir varlığa benzemez.
Allah’ın diğer isim ve sıfatları bu yüce ada izafe edilir. Âyette belirtildiği
gibi “En güzel isimler Allah’ındır.” [6]
Rahmân, Rahîm, Kuddûs, Selâm, Azîz, Hakîm, Allah’ın adlarındandır deriz. Ama “Allah”,
ne Rahmân’ın ne de Azîz’in veya bir başkasının isimlerindendir demeyiz.
Bu da gösteriyor ki, “Allah”
adı el-Esmâ-ü’l hüsnânın bütün anlamlarını özetle içine almaktadır. Diğer ilâhî
isim ve sıfatlar bu adın ayrıntıları ve açıklamalarıdır. Bu, “Allah” adının tapınılan
ve kulluk edilen olduğunu gösterir. Bütün varlıklar O’na sevgi, saygı, ümit ve
korku ile tapmaktadır. İhtiyaç ve felaket anlarında O’na yönelmekte, O’ndan
kurtuluş beklemektedirler.
Bu durum O’nun iktidarını,
ilâhlık ve merhametini gerekli kılmaktadır. Allah’ın ilahlığı, Rabliği,
merhametliliği ve iktidarı bütün kemâl sıfatların varlığını zorunlu
kılmaktadır. Çünkü diri ve canlı olmayan (Hay), işitmeyen, görmeyen, gücü
yetmeyen, konuşmayan, dilediğini yapamayan, ne yaptığını ve nasıl yapması
gerektiğini bilmeyen bir kimsede kemâl sıfatlarının bulunması mümkün değildir.
Yüce ve güzel (celâl ve cemâl) sıfatların hepsi “Allah” ismine has sıfatlardır.
Fiilî ve kudret
sıfatları, fayda veya zarar verme, bol veya az verme, dileğini gerçekleştirme,
güçlü olma ve varlıkları yönetme ise “Rab” ismine has sıfatlardır.
İhsan sıfatları, iyilik,
cömertlik, sevgi ve şefkat, merhamet ve lütuf, yumuşaklık gibi sıfatlar da “Rahmân”
ismine has sıfatlardır.
Rahmân adının özelliği
merhamet/esirgemedir. Rahîm ise kullarına merhamet eden, onları esirgeyendir.
Bu yüzden Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurur: “O, mü’minleri çok
esirgeyicidir.” [7],
“O, onlara (karşı) çok şefkatlidir, çok esirgeyicidir.” [8]
Âyetlerin orijinalinde, daha geniş anlamlı ve nitelenen bütün sıfatları
kendinde toplayan “Rahmân” kelimesi yerine “Rahîm” kelimesi geçmektedir. Çünkü
Rahîm, Rahmân’dan daha öte ve özel bir anlam ifade etmektedir.[9]
“Allah” Kelimesinin Kökeni
“Allah” kelimesinin
kökeni ve hangi kelimeden türediği konusunda dil bilginleri büyük bir ayrılığa
düşmüşlerdir. Bu kelime türetilmiş midir? Türemiş ise “elehe”den mi, “ve-le-he”den
mi yoksa “lâ-he”den mi türetilmiştir?[10]
Dil bilginleri bu konuyu
tartışa dursunlar, yeryüzünde bulunan herkes, âlim-cahil, kelimelerin kökenini
ve türevlerini bilen-bilmeyen, Arap olan-olmayan herkes, “Allah” adının âlemlerin
Rabb’i, gökleri ve yeri yaratan, yaşatan ve öldüren, her şeyin Rabb’i ve
yöneticisi olan gerçek varlığın adı olduğunu bilmektedir. İnsanlar “Allah” adı
ile, yukarıda saydığımız bütün bu anlamların kastedildiğini bilmekte ve bunda
herhangi bir ayrılığa düşmemektedirler. İnsanlar tarafından bu ad, diğer
bütün adlardan daha fazla tanınmaktadır. Dil bilginleri de kelimenin kökeni
konusunda ayrılığa düşmekte ancak anlamı konusunda herhangi bir ayrılığa
düşmemektedirler. “Allah” lafzının aynı anlama delalet ettiği konusunda görüş
birliği içindedirler. Tartışma, kelimenin nereden türediği ve lafzın manaya
delaleti konusundadır. Bu konudaki tartışmanın, kelimenin anlamı üzerinde herhangi bir etkisi bulunmamaktadır.[11]
“Allah”
Adı Türememiştir; Türediğini İddia Etmenin Amacı Nedir?
es-Süheylî ve hocası Ebû
Bekir b. el-Arabî, “Allah” adının herhangi bir kök kelimeden türemediğini iddia
eder ve derler ki: “Türemek, kendisinden türetilen bir maddenin var olmasını
gerektirir. Halbuki “Allah” adı kadîm (öncesiz) dir. Öncesiz olanın da
türetilecek bir maddesi yoktur. Böylece türeme imkansız olmaktadır.”
Eğer türeme ile bu anlam
kastedilmekte ve onun başka bir asıldan geldiği iddia edilmekte ise, kuşkusuz
bu iddia geçersizdir. Ancak “Allah” lafzının türediğini iddia edenler böyle
bir anlamı kastetmedikleri gibi bunu ima bile etmemektedirler. Bu adın Alîm, Kâdir,
Ğafûr, Rahîm, Semî’, Basîr gibi esmâ-i hüsnâda geçen diğer adlar gibi Allah’ın
ilahlık sıfatına delalet ettiğini söylemektedirler. Bu isimlerin de bir kök
kelimeden türedikleri, kadîm (öncesiz) oldukları ve bir asıl maddelerinin
olmadığı kuşkusuzdur. Peki, bu isimlere ne cevap vereceksiniz? “Allah” adının
türediğini iddia edenlerin es-Süheylî ve hocasına verdikleri cevap işte budur.
Sonuç olarak; türemekten kastımız
lafzın kök kelimeden gelen ana kaynağıdır. Bölümlerin asıllardan türediği gibi
anlamın da bu kök kelimeden türediği kastedilmemektedir. Dilbilimcilerin kök ve
türetilen kelimeyi asıl ve ikincil olarak adlandırması, birinin diğerinden
türemesi anlamında değil; sadece birinin diğerinin anlamını ve daha fazlasını
kapsaması itibariyle böyle adlandırmışlardır.
Dolaysıyla buradaki türeme
maddî anlamda bir türeme değil, zorunlu anlamda bir türemedir. Kapsayan (Allah),
türetilen; kapsanılan ise (daha önce belirttiğimiz kök kelimeler) kendisinden
türetilen olarak isimlendirilmiştir. Bu anlamda Allah’ın isimlerinin kök
kelimelerden türetilmesinde bir sakınca yoktur.[12]
“Allahümme”
Kelimesinin Anlamı
“Allahümme” kelimesinin “Ya
Allah / Ey Allah’ım” anlamında olduğu konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur.[13]
Bu yüzden istek dışında bir yerde kullanılmaz. “Allahümme Ğafûrun Rahîm”
denmez; İğfir-lî ver-hamnî” denir. Dilbilimciler “Allahümme” kelimesinin
sonundaki şeddeli mim konusunda ihtilaf etmişlerdir. Ünlü dilbilimci Sîbeveyh,
bu mim’in başa gelmesi gereken “Ya” ünlem işareti yerine geldiğini söyler. Bu
yüzden O’na göre her iki harfin (Ya ve Mim) bir kelimede yan yana gelmesi caiz
değildir. O’na göre “Yâ Allahümme” denilmez. Eğer gelirse de bu istisna bir
durum sayılır. Yine O’na göre “Allahümme” kelimesi nitelenemez. Yani “Ya
Allahümme’r-Rahîm” denilmez; “Allahümme’r-hamnî” denilir.
el-Ferrâ gibi bazı
dilbilimciler de kelimenin sonundaki mim’in hazfedilen bir cümlenin yerine
geldiğini söyler. O’na göre “Yâ” ünlem harfi, “Allahümme”nin başına gelebilir
ve “Ya Allahümme” denilebilir.
Basralı
Dilbilimcilerin Cevabı
Basralı dilbilimciler bu
iddialara birçok yönden cevap vermişlerdir. İşte cevapları:
“Ey Allah’ım! Seni,
arşını taşıyanları, melekleri ve bütün yaratıklarını şahit tutarak sabahladım.
Sen gerçekten Allahsın. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Sen teksin, ortağın
yoktur. Muhammed de senin kulun ve elçindir.” [15]
Kur’an’da da bu kelimeden
sonra talep gelmemiştir. İşte buna örnek; Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki: “Ey mülkün
sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü
çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır senin
elindedir. Gerçekten sen, her şeye güç yetirensin.” [16]
“De ki: “Ey gökleri ve
yeri yaratan, gaybı ve müşehade edileni bilen Allah’ım. Anlaşmazlığa
düştükleri şeylerde, kullarının arasında sen hüküm vereceksin.” [17]
Hz. Peygamber’in rükû ve
secdede söylediği şu duada da “Allahümme” kelimesinden sonra talep zikredilmemiştir:
“Sen ne yücesin! Ey Allah’ım! Ey Rabb’imiz! Sana hamd olsun. Ey Allah’ım! Beni
bağışla.” [18]
Burada da iddia ettikleri takdir geçerli değildir.
Kimi dil bilimciler, daha
fazla saygı ve talepte ısrarı belirtmek için “Allahümme”nin sonuna mim’in
eklendiğini söylemekte ve bu görüşlerini destekleyen çeşitli deliller ileri
sürmektedirler. Ancak biz, konumuzun dışına çıkmamak için bu meseleyi
uzmanlara bırakmayı, delillerini zikretmeden asıl konumuza devam etmeyi daha
uygun buluyoruz.
Özetle mim harfi, her
halükarda ve her ihtiyaç anında kendisiyle dua edilen, bütün isim ve sıfatları
kapsayan “Allah” lafzına mübalağa ve tazim için eklenmiştir. Buna göre dua
eden bir kimse “Allahümme innî es’elüke / Ey Allah’ım! Senden diliyorum”
dediğinde sanki, “En güzel isim ve en üstün sıfatların sahibi olan Allah’a, isim
ve sıfatlarıyla dua ediyorum” demiş olur. Buradaki mim, dua edenin Allah’a
karşı duyduğu derin saygı ve talepteki ısrarını belirtmektedir.
Hz. Peygamber birçok
duaya bu kelimeyle “Allahümme” ile başlamıştır. Bu dualardan sadece iki
tanesini örnek vermekle yetineceğiz. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Bir
kula bir hüzün, dert ve kaygı geldiğinde şöyle dua ederse Allah mutlaka onun hüzün,
dert ve kaygısını giderir, yerine gönül ferahlığı getirir: “Ey Allah’ım!
Şüphesiz ben senin kulunum, erkek ve kadın kullarının oğluyum. Senin emrinin
altındayım. Hakkımda verdiğin hüküm geçerlidir. Bu hükmün adildir. Senin
kendini isimlendirdiğin veya kitabında indirip belirttiğin veya herhangi bir
varlığa öğrettiğin veya kendi katında gayb âleminde tercih ettiğin her isimle senden
diliyorum. Şu yüce Kur’an’ı kalbimin baharı ve gönlümün nuru yap. Onunla
hüznümü yok et, dert ve kaygılarımı gider.” Bunun üzerine sahâbîler: “Ey Allah’ın
Resûlü! Bunu başkalarına öğretelim mi?” dediler. Hz. Peygamber: “Evet, bunu işitenlerin
başkalarına öğretmesi gerekir” buyurdular.[19]
Dua edenin isim ve
sıfatlarıyla Allah’tan istekte bulunması daha güzeldir ve böyle dua etmesi
teşvik edilir. Şu İsm-i azâm duasında olduğu gibi: “Ey Allah’ım! Hamd sanadır,
senden başka ilâh yoktur. Sen şefkatli, merhametli ve cömertsin. Gökleri ve
yeri yaratansın. Ey yücelik ve ikram sahibi! Ey Hay! Ey Kayyûm! Yalnız senden diliyorum.”
[20]
* * *
﴿ اَلأَكْرَمُ
– اَلْكَرِيمُ
﴾
EKREM - KERÎM
Yüce Allah şöyle buyurur:
“Oku, Rabb’in en büyük
kerem sahibidir.” [21]
“Ey insan üstün kerem
sahibi olan Rabb’ine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?” [22]
“Gerçekten benim Rabb’im
Ganî (kimseye ve hiç bir şeye karşı ihtiyacı olmayan)dır, Kerîm olandır.” [23]
Ekrem’in Anlamı
İbn Teymiye, “Rabb’in
en büyük kerem sahibidir.” [24]
âyetini tefsir ederken şunları söyler: “Kerem sözcüğü, bütün iyilikleri,
güzellikleri ve bağışları kapsayan bir sözcüktür. Her ne kadar tam anlamı “karşılıksız
vermek” olsa da bu sözcükle sadece bu anlam kastedilmemektedir. Sözcük, başkasına
yapılan her türlü iyiliğe, güzel davranışa ve çok hayra delalet etmektedir. Allah
Teâlâ kendisinin Ekrem olduğunu ismi tafdil (üstünlük belirten isim) kipiyle haber
vermekte ve kendisini bize böyle tanıtmaktadır. Bu da sadece O’nun sınırsız
ve mutlak kerem sahibi olduğunu göstermektedir. Âyette “Rabb’in en büyük
kerem sahibidir.” [25]
denilerek bu isim mutlak olarak zikredilmekte, “Falandan daha kerem sahibidir”
denilerek herhangi bir sınırlama yapılmamaktadır. Bu ifade tarzı, O’ndan daha
üstün bir kerem sahibinin olmadığına ve O’nun kerem konusunda hiçbir eksik ve
kusurunun bulunmadığına işaret etmektedir.”[26]
Allah Ekremü’l-ekremin (kerem
sahiplerinin en üstünü)dir. Burada Ekrem sözcüğü Kerîm (hayırsever) anlamında
kullanılmıştır. Tıpkı E’azz (en üstün) ve Etval (en uzun) kelimelerinin üstün
ve uzun anlamında kullanıldığı gibi.[27]
Beyhakî “el-Esmâ ve’s-sıfât”
adlı eserinde Hattâbî’den şu açıklamayı nakleder: “Allah, Ekremu’l-ekremîndir”
sözünün anlamı: O’ndan başka mutlak kerem sahibi yoktur, hiç kimse kerem
sahibi olmada ona eşit olamaz demektir.”[28]
Kerîm’in Anlamı
Kerîm, kendi lütuf ve
ihsanından karşılıksız olarak veren demektir. Cüneyd Bağdadî Kerîm’i şöyle
tanımlar: “Kerîm, seni bir vesileye doğru iten, ona muhtaç edendir.”
Allah’ın Kerîm ismini şöyle
tanımlayanlar da olmuştur:
“Kerîm, kendisine isyan edenleri,
tevbelerini kabul etmekte umutsuz bırakmayan ve onları sorguya çekmeden
tevbelerini kabul edendir.”
“Kerîm, kime ve ne verdiğine
aldırmayan, kendisinden isteyenleri boş çevirmeyen, kendisine sığınanları terk
etmeyen, bir yanlışlık gördüğünde onu açığa vurmadan düzelten, bir iyilik
yapıldığında karşılığını veren ve onu gizleyen, eksiksiz ve kusursuz yüce
varlıktır.”[29]
el-Halîmî, Kerîm’in
anlamı hakkında der ki: “O, mutlak fayda verendir. Araplar, bol süt veren,
sağıcısını yormayan, arkasını çekmeyen ve sütünü tutmayan koyuna “iyi koyun”
anlamında “Şâtü’n Kerîme” derler. Araplar bu gibi güzel huyları nedeniyle onu bu
şekilde adlandırmışlardır. Şüphesiz Yüce Allah’ın, kendi lütuf ve ihsanından
insanlara verdiği birçok yararlar, iyilikler ve güzellikler bulunmaktadır. Bu
özelliği nedeniyle O, herkesten daha fazla Kerîm adını hak etmektedir.”[30]
Ekrem Kerîm Arasındaki Fark
İmam Kurtubî, her iki
isim arasında uygun bir anlam bulmaya çalışır ve şöyle söyler: “Ekrem, Allah’ın
zatıyla ilgili, Kerîm ise O’nun fiiliyle ilgili bir sıfattır. Her ne kadar dış
yapıları farklı olsa da her iki kelime de “ke-re-me” kök sözcüğünden türemektedir.
Allah’ın cömertlik ve kerem sıfatlarına ne kadar baksan ve onları farklı görsen
de sonuçta cömertlik, Allah’a ve O’nun, ilk yaratılış dönemindeki (ki bu,
göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların altı günde yaratıldığı dönemdir)
yaratma gücünden kaynaklanmakta ve ona dayanmaktadır. Kerem ise bu altı günden
sonra ortaya çıkan ve hâlâ devam eden nimetlerle alâkalıdır. “O, her gün bir
iştedir.” [31]
âyetinde bu anlama işaret edilmektedir. Yüce Allah’ın o üstün gücünden
kaynaklanan nimetler her gün ve her vakitte kullarına ulaşmaktadır. Bu nimetler
ardı ardına kullara gelmeye devam etmektedir. Bu durum Allah’ın Kerîm
oluşunun bir özelliğidir. İlk yaratılış dönemindeki hayır ve nimetler ise O’nun
cömert oluşunun bir özelliğidir.” [32]
Bu açıklamadan
anlaşılıyor ki, Kerîm ve Ekrem isimleri aynı anlamı ifade etmektedirler. Bu
anlam; Allah’ın kullarına karşı lütufkar ve ihsan sahibi olması, onlara
cömertçe davranmasıdır.
Yüce Allah’ın Kerem Sahibi Oluşunun Göstergeleri
* Allah’ın, kullara
nimetleri hak etmeden vermesi, daha talepte bulunmadan kendi lütuf ve keremiyle
onlara bağışta bulunması, Kerem sahibi oluşunun bir göstergesidir. Örneğin
dua eden, “Ya Kerîmü’l-afuv / Ey Affeden, Kerîm!” der. Bu kul, işlediği
herhangi bir fenalıktan pişman olup tevbe ettiğinde Allah’ın onu bağışlaması,
affetmesi ve o fenalığın yerine bir iyilik yazması, Yüce Allah’ın kerem sahibi
olduğunu açıkça göstermektedir. Allah tevbe eden kulunu bağışlayacağını ve
kötülüklerini iyiliklere dönüştüreceğini bize şöyle haber vermektedir:
“Ancak tevbe eden,
iman eden ve salih amellerde bulunanlar başka; işte onların günahlarını, Allah
iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” [33]
Ebû Zer’den rivayet
edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ben,
cennete en son girecek kimseyi de, cehennemden en son çıkacak kimseyi de
bilmekteyim. Bir adam getirilir ve: “Ona küçük günahlarını gösterin” denilir.
Bunun üzerine ona küçük günahları gösterilir ve: “Sen falan gün şöyle şöyle yaptın;
filan gün şöyle şöyle yaptın” denilir. O: “Evet” der. Çünkü yaptıklarını inkar
edemez. İşlediği büyük günahların da kendisine gösterileceğinden korkar. Ancak
ona: “Her kötülük yerine sana bir iyilik verildi” denilir. Bunun üzerine adam: “Ey
Rabb’im! İşlediğim daha büyük kötülükler vardı; onları burada göremiyorum”
der. Ebû Zer der ki: “Bu söz üzerine Hz. Peygamber’in güldüğünü gördüm. Öyle
ki, azı dişleri görünüyordu.” [34]
* Allah’ın kullarının
işledikleri günahları gizlemesi, onları ortaya çıkarmaması, kusurlarını
örtmesi ve yaptıklarını görmezden gelmesi, O’nun Kerem sahibi oluşunun bir
diğer göstergesidir.
* Mü’min kullarının basit
ve küçük itaatlerine bile büyük sevaplar vermesi, onları överek onurlandırması
ve üstün tutması, Allah’ın ne kadar büyük Kerem sahibi olduğunu gösterir.
Allah’ın, “Ahdime
bağlı kalın ki, ben de ahdinize bağlı kalayım.” [35]
diyerek kullarıyla
ahit yapması O’nun kerem ve ihsanını gösterir. Yine Yüce Allah’ın, “Onlar O’nu
sever, O da onları sever” [36]
buyurarak kullarını sevdiğini belirtmesi, O’nun ne kadar kerem sahibi olduğunu
göstermektedir.
* Allah’ın “Yerde
olanların tümünü sizin için yaratan O’dur. “ [37]
buyurarak dünyayı ve içindeki bütün nimetleri kulları için yaratması, onların
istifadesine sunması; “Rabb’inizden olan mağfirete ve eni, göklerle yer kadar
olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır.” [38]
buyurarak âhireti onların kalacağı ebedî bir yurt yapması, O’nun ihsan ve kereminin
bir başka göstergesidir.
* Allah, kereminin bir
göstergesi olarak, göklerde ve yerde bulunan her şeyi bütün insanların
hizmetine verdiğini ve onlara boyun eğdirdiğini belirtmiş ve şöyle
buyurmuştur: “Kendinden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların
tümüne sizin için boyun eğdirdi.” [39]
Evet, Allah gerçekten Ekremu’l-ekremîndir.
Kerem sahiplerinin en üstünüdür. Hiç kimse bu niteliğinde ona eşit olamaz, O’nun
benzeri bir kerem sahibi kesinlikle yoktur.[40]
Allah’ın bu sıfatından
müslümana düşen pay, Allah’ın genel ve özel ihsanından, kereminden ve cömertliğinden
yararlanmasıdır. Allah’ın bu özelliğini rehber edinerek özelde müslümanlara ve
genelde tüm insanlara cömertçe davranmalı ve onlara iyilik yapmalıdır. Sahip
olduğu mal, mülk, mevki, makam ve ilmi onların yararına kullanmalı, her yönden
onlara yardımcı olmalıdır.[41]
* * *
﴿ اَلأَوَّلُ
وَ الآخِرُ
وَالظَّاهِرُ
وَالباَطِنُ
﴾
EVVEL- ÂHİR - ZÂHİR
- BÂTIN
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“O, Evvel’dir, Âhir’dir;
Zâhir’dir, Bâtın’dır.”[42]
Ebû Hüreyre’den rivayet
edilen bir hadis-i şerifte; Hz. Peygamber yatağına girince şöyle dua eder: “Ey
Allah’ım! Ey göklerin Rabb’i! Ey yerin Rabb’i! Ey Rabb’imiz! Ey her şeyin Rabb’i!
Ey taneyi ve çekirdeği yaran! Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’an’ı indiren! Senin
emrindeki zarar verecek her şeyden sana sığınırım. Sen evvelsin, Senden önce
hiçbir şey yoktur. Sen Âhir’sin, senden sonra hiçbir şey yoktur. Sen zâhir’sin
(en üstünsün), senden üstün bir şey yoktur. Sen Bâtın’sın (her şeyde
gizlisin), senden gizli bir şey yoktur. Borçları ödemede bize yardım et, bizi
fakirlikten kurtar ve kimseye muhtaç etme.”[43]
Evvel ve’l-Âhir’in Anlamı
Bu isimlerin anlamı
hakkında el-Halîmî der ki: “Evvel (ilk), öncesi olmayan; Âhir (son) ise
sonrası olmayandır. Çünkü “önce” ve “sonra” birer sonu ifade eder. “Önce”,
varlığın başlangıçtan önceki sonu; “sonra” ise, başlangıçtan sonraki sonu
ifade eder. Eğer varlığın başlangıcı ve sonu olmazsa, öncesi ve sonrası da
olmaz. İşte Allah öncesi ve sonrası olmayan tek varlıktır. Diğer bütün
varlıkların öncesi ve sonrası vardır.” [44]
Fahrüddin Râzî’nin Görüşü
Fahrüddin Râzî bu
isimlerin birkaç anlamı olduğunu söyler. Bu anlamları özetle şöyle
sıralayabiliriz:
Başlangıç ilk olarak
Allah’la başladı, son olarak dönüş yine O’nadır.[46]
İbn Kayyim’İn görüşü
İbn Kayyim bu isimler
hakkında şunları söyler: “Bu dört isim (Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın) bilgi ve
marifetin temel direğidir. Bu yüzden kul, bütün gücü ve anlayışı ile bu
isimleri tanımaya çalışmalıdır. Şunu bil ki, senin bir başlangıcın, sonun, dış
görünümün ve gizlin vardır. Tıpkı bunun gibi her şeyin bir başlangıcı, sonu,
dış görünümü ve gizlisi vardır. Hatta akla gelen düşüncelerin, kısa anların ve
nefsin (ruh) dahi bu özellikleri vardır. Kısaca büyük küçük, görünen
görünmeyen her şeyde bu özellikler bulunmaktadır.
Yüce Allah’ın Evvel oluşu
kendisini dışındaki her şeyin Evveliyatından önce olmasıdır. O’nun Âhir oluşu,
kendisinden başka her şeyin son bulmasından sonra da var olmaya devam
etmesidir. Demek ki Allah’ın Evvel oluşu, O’nun her şeyden önce varolduğunu, Âhir
oluşu ise, her şeyden sonra O’nun varolacağını, varlığını devam ettireceğini
ifade etmektedir.
Allah’ın Zâhir oluşu, O’nun
her şeyden üstün olmasını gerektirir. Çünkü Zâhir, her şeyin üstünde olan, içindekileri
çevreleyen ve dıştan görünen demektir. Allah’ın Bâtın oluşu ise, her şeyi
kuşatmasını ve kapsamasını gerektirir. Öyle ki, insana şah damarından daha
yakın olur. Tabî bu, sevenin sevgilisine olan yakınlığı gibi değildir. Her iki
yakınlık birbirinden farklıdır. Bu dört isim kuşatıcılık ile alâkalıdır. Bu kuşatma
zaman ve mekan olmak üzere iki türlüdür. Allah’ın Evvel ve Âhir oluşu zamanla
ilgili, Zâhir ve Bâtın oluşu ise mekanla ilgili kuşatıcılığa işaret eder. Allah’ın
Evvel ve Âhir kuşatıcılığı önce ve sonra ile belirtilir. Her başlangıç,
öncesinin son bulmasıyla başlar. Her son da öncesinin son bulmasıyla başlar.
Allah’ın Evvel ve Âhir oluşu bütün başlangıçları ve sonları kuşatır.
Allah’ın Zâhir ve Bâtın
oluşu, bütün Zâhir ve Bâtınları kuşatır. Allah mutlak anlamda bütün zâhirlerin
(dış görünümlerin) üstündedir. Aynı şekilde O, bütün bâtınlarda (gizliliklerde)
mevcuttur. O’na hiçbir şey gizli değildir. O, her başlangıçtan önce vardır ve
her sondan sonra varlığı devam edecektir. Evvel, O’nun öncesiz olması; Âhir,
varlığının devam etmesi ve ebediyen baki kalmasıdır. Zâhir, her şeyin üstünde
ve yüce olması; Bâtın, her şeyin içinde ve yakınında bulunmasıdır. O Evvel
olmakla her şeyin ilkidir, Âhir olmakla her şeyin sonu ve arda kalanıdır. Zâhir
olmasıyla her şeyin üstündedir, Bâtın olmasıyla her şeye aslından daha
yakındır. O’nun Zâhir ve üstün oluşunu hiçbir yer ve gök gizleyemez. Zâhir
oluşu Bâtını görmesine mani olmaz. Çünkü Bâtın da O’nun için Zâhir gibidir. O’nun
için görülmeyen görünen, uzak olan ise yakın gibidir. Sır ve gizlilik O’nun
için geçerli değildir. Çünkü sır, O’na göre aleniyet gibidir.
Bu dört isim de tevhidin
şartlarını kapsamaktadır. O, Âhir olmakla birlikte Evveldir, Evvel olmanın
yanında Âhirdir. Zâhir olmakla birlikte Bâtındır, Bâtın olmakla birlikte Zâhirdir.
O hâlâ Evvel ve Âhir’dir, Zâhir ve Bâtın’dır.”[47]
Bu İsimleri Bilmenin Sağladığı Yararlar
Allah’ı bu şekilde
tanıyan ve bilen ârif kişi, bütün sebepler yok olduktan sonra sadece Allah’ın bâkî
kalacağını, hiçbir şey yokken O’nun var olduğu gibi her şey yok olduktan sonra
da O’nun varolacağını bilir, daha bir samimiyetle O’na ibadet etmeye çalışır. O’ndan
başka hiçbir şeye güvenip bel bağlamaz.
Bu iki ismin anlamını iyi
düşün. Sadece Allah’a yönelmenin ve O’na dayanıp güvenmenin bir zorunluluk olduğunu
anla. O’nun dışındaki her şeyden yüz çevirip daima O’na muhtaç olduğunu unutma.
Her şeyin O’ndan başladığını ve tekrar O’na döneceğini hatırından çıkarma. Hiçbir
vesile ve sebep yokken o kendi lütuf ve ihsanı ile bütün varlıkları yarattı.
Bu yüzden bütün sebep ve vesileler yine O’na gelip dayanacak ve son bulacaklardır.
O, her şeyin Evveli ve sonudur. O, her şeyin yaratıcısı ve yapıcısı olduğu
gibi aynı zamanda her şeyin ilâhı ve idarecisidir. Ana amaç ve temel gaye O
olmadıkça mutluluğa kavuşmak, kurtuluşa ermek ve kemâle ulaşmak mümkün
değildir.
O, bütün varlıkların
kendisiyle varolduğu, varolmaya başladığı Evvel’dir. O, kulluğun, istek ve
iradenin ve sevginin gelip son bulduğu Âhir’dir. Bu yüzden Allah’tan başka
yönelecek, ibadet ve kulluk edilecek, tapınılacak bir varlık yoktur. Nasıl ki
O, kendisinden başka hiçbir şey yokken varlıkları yarattı, nasıl ki seni tek
başına yarattı ise sen de sadece O’nu ilâh kabul ederek yalnız O’na kulluk et
ki, kulluğun O’nun katında geçerli olsun. Senin yaratılışın ve varlığın O’ndan
başladığı gibi sen de O’nu, sevginin, iradenin ve ilâhlığın temel amacı yap. Böylece
Evvel ve Âhir isimleriyle O’na kulluğunu gerçekleştir.
İnsanların çoğu Allah’a Evvel
ismiyle kulluk ettiler. Oysa Âhir adıyla kulluk etmeleri gerekirdi. Peygamberlerin
ve onlara tâbi olanların kulluğu böyleydi. O, bütün âlemlerin ve bütün
peygamberlerin Rabb’idir. O, ne yücedir. O’na şükürler olsun.[48]
* * *
﴿ ََالْباَرِئُ
﴾
BÂRİ’
Yüce Allah’ın bu ismi Kur’an’da
şöyle geçer:
“O Allah ki,
yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var eden (Bârî)’dir.”[52]
Bâri’, varlıkları
yokluktan varlığa çıkaran, takdir ettiğini ve kararlaştırdığını varlık
sahasında ortaya koyan demektir. Zira bir şeyi takdir eden ve düzenleyenin,
bunu gerçekleştirmeye ve varlık sahasına koymaya gücü yetmeyebilir. Ancak
Allah böyle değildir. O, karar veren ve bu kararı uygulayıp hayata
geçirendir.[53]
Kurtubî, “Bâri’, yoktan
var eden, ortaya çıkaran demektir” der.
el-Halîmî ise bu ismin iki
manaya geldiğini söyler ve bunu şöyle açıklar:
“Her canlı şeyi sudan
yarattık.” [55]
“Sizi topraktan
yaratmış bulunması, O’nun âyetlerindendir.”[56]
“Hani Rabb’in
meleklere: “Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım” demişti.”[57]
“İnsanı, ateşte pişmiş
gibi kuru bir çamurdan yarattı. Cânn’ı (cinni) da yalın-dumansız bir ateşten
yarattı.”[58]
“Andolsun, biz insanı,
süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam
bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak
yarattık; ardından o alak’ı bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o
çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra
bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.”[59]
Buna göre Bâri', var eden
ve yaratan anlamına gelmektedir. “Be-re-e” kökünden gelen “el-Beriyye” de varlıklar,
yaratılanlar anlamına gelmektedir. Bu da Bâri’nin yaratma ve var etme
anlamına geldiğini göstermektedir. O halde Allah, Bâri’ / yaratandır. Çünkü O,
bütün bu bedenleri, cisimleri yokluktan varlığa çıkarmıştır.
Ebû Süleyman el-Hattâbî, Bâri’
ismi hakkında der ki: “Bâri” adı, diğer varlıklardan daha çok canlı varlıklar
için kullanılır. Örneğin, “Bere’allahu’l-insan / Allah insanı yarattı”
denilir. Ancak “Bere ‘allahu’s-sema ve’l-ard / Allah yeri ve göğü yarattı”
denilmez. Hz. Ali’nin “Taneyi yaran ve nefes alıp veren canlıları yaratan Allah’a
andolsun ki” şeklinde yaptığı ünlü yemini bu anlama işaret etmektedir.”[60]
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Allah’ın Bâri’ ismini
bilmenin üç faydası vardır. Bunlar:
* * *
﴿ اَلْباَسِطُ
-
الْقاَبِضُ ﴾
BÂSİT - KÂBIZ
Bu her iki isim Kur’an’da
bu şekilde değil fiil yapısıyla geçer. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah, daraltır (yakbizu)
ve genişletir (yebsutu).” [64]
“O’nun iki eli açıktır
(mebsutatân).” [65]
“Eğer Allah, kulları
için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı (basata), gerçekten yeryüzünde
azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir.” [66]
“Allah, yeri sizin
için bir yaygı (bisâtâ) kıldı.” [67]
Bu isimlerin türedikleri
kök kelimenin çeşitli şekilleri Kur’an’da ve hadislerde geçmektedir. Kur’an’da
genelde fiil yapısıyla geçer. Aşağıdaki hadiste ise Bâsit şeklinde geçmektedir.
Enes b. Malik anlatıyor. Hz. Peygamber döneminde bir ara fiyatlar yükselince
insanlar: “Ey Allah’ın Resûlü! Fiyatlar yükseldi. Bize bir fiyat belirle.” dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Yaratan, bol veren (Bâsit) ve
rızıklandıran Allah fiyatı belirler. Ben, sizden herhangi birinin bir
haksızlık nedeniyle benden kan veya mal bedeli istemeden Rabb’im olan Allah’a
kavuşmayı dilerim.”[68]
Kâbız, “ka-ba-za”
fiilinin ism-i faili, Bâsıt ise “ba-sa-ta” fiilinin ism-i failidir. Bu iki
kelimenin anlamı, birbirinin zıddıdır. Kâbız, tutan, malik olan, daraltan, az
veren anlamında; Bâsıt ise, açan, yayan, genişleten, bol veren anlamındadır. Bâsıt
adı, cisimler ve akılla bilinebilen varlıklar için kullanılır. Kur’an’da bu
anlamda kullanılmıştır. İsrailoğullarının başına kral tayin edilen Talut hakkında
Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah, onun bilgi ve vücut gelişimini arttırdı
(bastaten).”[69]
Bazen Kâbız, “eli sıkı, dar” anlamında cimriliği ifade etmek için, Bâsıt ise “eli
açık, geniş, bol” anlamında cömertliği ifade etmek için kullanılır. Örneğin; çok
hayır yapan, iyiliklerde bulunan kimse için “eli açık biri” denilir. Yani
cömerttir, ikramı ve ihsanı çoktur, hayırsever biridir. Hayır ve iyilik yapmayan,
başkalarına yardım etmeyen ve malına aşırı düşkün olan içinse “eli sıkı”
denilir. Yani cimridir, iyilik yapmayı istemez. Bâsıt ismi bazen güç kullanma
anlamında da kullanılır. Şu âyette bu anlamda kullanılmıştır: “Eğer sen beni
öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana
uzatacak değilim (bâsitun).” [70]
Allah Kâbız ve Bâsit’tir.
Yani varlıkların rızıklarını dilerse az vererek daraltır, dilerse de bol vererek
genişletir. O, dilerse verir, dilerse vermez. Dilerse kişiyi galip kılar,
dilerse mağlup eder.
el-Halîmî, Bâsıt ve Kâbız’ın
anlamları hakkında der ki: “Bâsit, yayan, genişleten anlamındadır. O, kulları
arasında lütuf ve ihsanını yayar. Dilediği kimselere bol rızık verir, onu
ferahlık ve genişliğe kavuşturur. Ona ihtiyacından daha fazlasını vererek
başka kullarından üstün tutar, ona karşı son derece cömert davranır. Kâbız
ise, lütuf ve ihsanını dilediği kulundan kısar, rızkını daraltır, onu muhtaç
eder, rahat yaşamdan mahrum bırakır ve yoksullaştırır.”
el-Hattâbî bu isimlerin
anlamları hakkında şu sözleri nakleder: “Kimileri, “Kâbız, Allah’ın kullarına
yazdığı ölümle onların ruhlarını kabzetmesi (alması)dır” der. Kimileri de “Kâbız,
verilen sadakaları alan; Bâsıt ise bu sadakalara sevap verendir” der. Fakat
bilinmelidir ki, yanında Bâsıt isimi zikredilmedikçe sadece Kâbız ismiyle Allah’a
dua edilmez.”
İbnu’l Hisâr der ki: “Bu
her iki isim hem dünyevî hem de uhrevî menfaatler için geçerlidir. Yüce Allah
şöyle buyurur: “Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş
tutup-yaysaydı basata, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği
miktar ile indirir.” [71]
Allah kullarının genel ve özel tüm menfaatlerini bildiği için dilediği şekilde
dilediği yere rüzgar gönderir, kimi yerlere yağmur yüklü bulutlar göndererek
yağmur yağdırır, kimi yerlere yağdırmaz, kimi yerlere çok, kimi yerlere az
yağdırır. Bazen sadece kişileri, bazen de tüm toplumu zengin yapar. Bazen de
bunun tersi olmuştur.[72]
Bazı âlimler der ki: “Bast’ın
(bolluk ve genişliğin) en büyüğü, Allah’ın kalplere merhametini yaymasıdır. Böylece
kalpler aydınlanır ve günah bataklığından kurtulur.”[73]
O hâlde her müslümanın,
Allah’tan başka rızıkları genişleten ve daraltan kimsenin olmadığına
içtenlikle inanması gerekir. Bütün insanlara rızkı bol veya az verenin Allah
olduğuna inanmalıdır. Kalpleri huzura kavuşturan, dilleri ve diğer bütün
organları kötülüklerden arındıran, sahiplerini mutlu eden yine O’dur.[74]
Bu İki İsmi Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْباَعِثُ
﴾
BÂ’İS
Bu isim, Kur’an-ı Kerîm’de
fiil yapısıyla geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sonra adı konulmuş
ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) (ba’s) O’dur.” [80]
“Sonra belki
şükredersiniz diye, sizi ölümünüzden sonra dirilttik (ba’s).”[81]
“O, ümmîler içinde,
kendilerinden olan ve onlara âyetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve
onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamberi gönderendir (ba’s).” [82]
Bu isim, ruh vermek (diriltmek),
bedenleri yeniden diriltmek, peygamber göndermek ve akla düşünceler vermekle
ilgili bir isimdir. Bu yönüyle anlamı; gönderen, ortaya çıkaran ve yaratan sözcüklerine
yakındır. Bâ’is ismi, Allah’ın fiilî sıfatları arasında yer alır.
İbnül-Arabî der ki: “Bi’setin
(diriltmenin) hakikati, bir şeye hayat vermek ve hareket etmesini sağlamaktır.
Ölüleri diriltecek ve onlara hayat verecek olan, onları ilk kez var eden ve
yaşamaları sağlayan Yüce Allah’tır. İnsanları dinine davet etmesi için
peygamberler gönderen, böylece kullarının kendisine ibadet ve itaat etmesini
sağlayan O’dur. İsrailoğullarının üzerine bazı kullarını gönderen O’dur. Kırıkları
iyileştirip yeniden sağlığına kavuşturan yine O’dur. Bütün bu eylemler hareket
ettirmeye ve ortaya çıkarmaya dayanmaktadır. Sadece sebepler değişmektedir.” [83]
Her müslümanın, Allah’ın
kıyamet günü ölüleri dirilteceğini, onlara yeniden hayat vereceğini ve tekrar
yaratacağını bilmesi zorunludur. Yüce Allah Yasin sûresinde inkarcılarla
inananların yeniden diriliş karşısındaki tavırlarını bize şöyle haber
vermektedir. İnkarcılar derler ki: “Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız
yerden bizi kim diriltip-kaldırdı.?” [84]
İnananlar ve Allah’a kulluğu gerçekleştirenler ise derler ki: “Bu, Rahmân (olan
Allah)’ın vadettiğidir, gönderilen (peygamber)ler doğru söylemişlerdir.”[85]
Hiç şüphesiz Allah, kıyamet günü bütün ölülere yeniden hayat
verecek, kabirlerde olanları diriltecek ve onları yaptıklarından sorguya çekecektir.
Bâ’is İsmini Bilmenin Faydası
Kul, Allah’ın bu ismini öğrenince kendisini ve ailesini
cehaletten kurtarmak için gerçek hayatı oluşturan ilim ve bilgiyi elde etmeye
çalışmalıdır. Böylece kalbi yakînle (kesin bilgi), dili zikirle ve azaları da
salih amellerle hayat bulur. Allah, azîz kitabında bilgi sahibi olanlarla
bilgisizleri, dirilerle ölülere benzetmektedir. Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde
yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp
oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir?” [86]
“Ancak dinleyenler icabet eder. Ölüleri (ise,) Allah
diriltir.” [87]
Kuşkusuz, bir kimseyi cehaletten kurtarıp bilgi sahibi yapmak,
ona yeniden hayat vermek ve daha güzel bir hayata kavuşturmak demektir. İnsanlara
ilmiyle faydalı olan ve onları Allah’a davet eden herkesin bir nebze de olsa bu
tür diriltmede payı bulunmaktadır. Ancak bu peygamberlerin ve onların gerçek
varisleri olan âlimlerin ulaştığı bir mertebedir. Bu, açıktır ve bu konuda herhangi
bir ihtilaf yoktur.
Sonra insan, aklına gelen doğru düşünceleri kabul etmeli,
yanlış düşünceleri ise reddetmelidir. Bunda da bir ihtilaf yoktur.[88]
﴿ اَلْباَقي
﴾
BÂKÎ
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Celal ve ikram sahibi
olan Rabb’inin yüzü (zatı) bâkî kalacaktır.” [89]
“Allah, daha
hayırlıdır ve daha bâkîdir.” [90]
el-Halîmî, bu isim
hakkında şöyle söyler: “Bâkî, Allah’ın “Kadîm” isminin bir gereğidir.[91]
Allah, bir sebep ve öncesi olmadan var olan bir varlık olduğuna göre
varlığının son bulması ve yok olması mümkün olmamalıdır. Çünkü varlığından
sonra yok olan her varlık, varlığını sağlayan sebebin ortadan kalkmasıyla yok
olmaktadır. Kadîm olan Allah’ın varlığı, herhangi bir sebebe bağlı olmadığına
göre; varlığının son bulması ve yok olması düşünülemez. Eğer Allah’ın
varlığını sağlayan bir sebep olsaydı, bu sebebin ortadan kalkmasıyla O’nun
varlığının da yok olması düşünülebilirdi. Fakat biliyoruz ki, O’nun varlığı
herhangi bir sebebe dayanmamaktadır. Bu da onun yok olmayacağını
göstermektedir.[92]
Gazâlî ise bu ismi şöyle
açıklar: “Geçmiş” ve “gelecek” bizim için geçerli olan kavramlardır. Bize göre “geçmiş”,
belirli bir sürenin geçmiş olmasını, “gelecek” ise, henüz gelmemiş zamanı
ifade eder. Yani hayat bizim için kesinleşmiş geçmiş zaman, şimdiki zaman ve
gelmesi muhtemel gelecek zamandan ibarettir. Halbuki Hak Teâlâ için zaman
kavramı geçerli değildir. O zaman üstü bir varlıktır. Çünkü zamanı O,
yaratmıştır. Bu nedenle zaman, O’nun zatından hiçbir şey değiştiremez. Zaman
henüz yaratılmadan önce zaman diye bir şey yoktu. O hâlde Allah’ın varlığı, zaman
yaratıldıktan sonra da önceden olduğu gibi aynen devam etmektedir.[93]
Bâkî İsminin Anlamları
* * *
﴿ اَلْبَدِيعُ
﴾
BEDÎ’
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Gökleri ve yeri bir
örnek edinmeksizin yaratandır (Bedî’).” [97]
Enes b. Malik anlatıyor:
Hz. Peygamber bir adamın: “Ey Allah’ım! Hamd yalnızca sanadır. Senden başka ilâh
yoktur. Sen verdiğin nimetleri başa kakmazsın. Gökleri ve yeri hiçbir örnek
edinmeden yaratansın. Sen yücesin, ikram sahibisin. Senden cenneti istiyor ve
cehennemden sana sığınıyorum.” şeklinde dua ettiğini işitince şöyle buyurdu: “Kendisiyle
dua edildiğinde kabul eden ve kendisiyle istendiğinde veren ismiyle, Allah’a dua
etmekteydi.”[98]
İbn Kesir “Bedî’” ismini,
“daha önce bir örneği olmadan yaratan, ortaya çıkaran, var eden” olarak
açıklar.[99]
Kurtubî ise bu ismi, daha
önce bir tanımı, şekli ve modeli olmadan yoktan var eden, icat eden olarak
açıklamaktadır.[100]
el-Halîmî de, “daha önce
hiçbir benzeri olmaksızın bir şeyi yaratan” olarak açıklıyor. Allah Teâlâ bize,
kendisinin gökleri ve yeri hiçbir örnek edinmeden yarattığını haber
vermektedir.[101]
Âyette geçen “Bedî’” sözcüğü “Mübdi’” anlamındadır. Mübdi’, “daha önce olmayan
bir şeyi yoktan var eden”dir. Bütün varlıklar, cevher ve özler Allah’ın var
etme gücüne (ibda’) işaret etmektedir. Bu nedenle O, “Bedî’” ve “Mübdi’”
olarak isimlendirilmeyi hak etmektedir.[102]
Gazâlî ise bu ismi şöyle
açıklar: “Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Allah’a benzeyen hiçbir varlık
olmadığı gibi kaynağı O’na gelip dayanan hiçbir şey de kendisine benzemez. O,
mutlak Bedî’ (örneksiz yaratan)’dır.” [103]
Allah’ın hiçbir benzeri
ve örneği yoktur. Bedî’, örneği olmayan demektir. O, varlıkları yoktan var
edendir. Sanatının şaşırtıcı güzelliklerini ve üstünlüklerini, hikmetinin
garipliklerini ortaya koyan O’dur.[104]
* * *
﴿ اَلْْبَرُّ
﴾
BER
Bu isim, Kur’an’da şöyle
geçmektedir:
“Hiç şüphesiz, biz
bundan önce O’na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol (Ber),
esirgemesi çok olanın ta kendisidir.” [105]
Ber ismi birçok hadiste
de geçer. Bütün İslâm âlimleri bunun Allah’ın isimlerinden biri olduğu
üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Aşağıdaki âyetler bu ismin kullar için
de kullanılabileceğini göstermektedir:
“Anneme iyilik yapmayı
(ona itaat etmeyi) (berran) de emretti.” [106]
“Ana ve babasına iyilik
yapardı (onlara itaatkârdı) (berran).” [107]
Ber, iyilik yapan
demektir. Mutlak iyilik sahibi, her iyilik ve güzelliğin kendisinden
kaynaklandığı Yüce Allah’tır.[108]
Ber İsminin Çeşitli Anlamları
Alimler, Ber isminin
anlamı hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşleri şöyle
sıralayabiliriz:
Lütuf ve ihsanını kulları
arasında dağıtan, onlara sayısız nimetler veren, onlara ihsan ve Kerîmiyle
davranan Allah Teâlâ’dır. O’nun nimet ve ihsanı türlü türlüdür. O, insanlar
tarafından görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen bu nimetleri kullarına
vermekten hoşnutluk duyar.[110]
Allah’ın İnsanlara Verdiği Özel Nimet Türleri
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Andolsun, biz Âdemoğlunu yücelttik; onları karada ve
denizde (çeşitli araçlarla) taşıdık, temiz-güzel şeylerden rızıklandırdık,
yarattığımız birçok mahlukattan üstün kıldık.” [112]
Bu âyette de belirtildiği
gibi Yüce Allah, insanoğluna birçok nimetler vermiş ve onu varlıkların
çoğundan üstün kılmıştır. Üstünlük elbisesini insana giydiren Allah ne
yücedir. İnsanoğlunun üstünlüğünü gösteren bu nimetlerin başında akıl, bilgi,
güzel konuşma, isteklerini ifade etme, güzel bir sûrette yaratılma, güzel bir
görünüme sahip olma, uyumlu ve ılımlı olma, düşünce ve tefekkürle bilgilerini
geliştirme ve ilerletme, erdemli davranışlarda bulunma, bu davranışları
kazanmak için çaba harcama, iyilik yapma ve itaat etme gelmektedir. İnsanoğlu,
annesinin karnında henüz bir embriyo hâlinde bulunduğu an ile meleklerin
kendisini cennete koydukları an arasında ne dönemler geçirmektedir. Gerçekten “Yaratıcıların
en güzeli olan Allah, ne yücedir.” [113]
Dünya bir köy, mü’min de
bu köyün reisidir. Herkes bu dünyayla meşgul olmakta, menfaat sağlamaya ve
çıkarlarını korumaya çalışmaktadır. Bütün insanlar kendi ihtiyaçlarını
karşılamak için uğraş vermektedirler. Ancak Rahmânın arşını taşıyan melekler, mü’minlerin
günahlarının bağışlanması için Allah’a dua etmektedirler. Koruyucu melekler,
onları tehlikelerden korumaktadırlar. Yağmur yağdıran ve bitkileri yeşerten melekler,
mü’minin bol ürün alması ve rızkının genişlemesi için çalışmaktadırlar. Kâinatta
var olan her şey, insanlara hizmet için yaratılmış ve itaatkâr kılınmıştır. Güneş,
ay ve yıldızlar Allah’ın belirlediği bir hesaba göre yörüngelerinde dönerek
insanlara hizmet etmektedir. Bu sayede insan vakitlerini düzenleyebilmekte,
zaman kavramını anlamakta ve kendisini bir sisteme sokabilmektedir. Rüzgarlarıyla
bulutlarıyla ve uçan kuşlarıyla gökyüzü de insana hizmet etmektedir. Aynı şekilde
toprağıyla, dağlarıyla, denizleriyle, nehirleriyle, ağaçlarıyla, meyveleriyle,
bitkileriyle, hayvanlarıyla ve içinde bulunan her şeyiyle yeryüzü de insanın
hizmetine sunulmuştur. Yüce Allah Kur’an-ı Kerîm’de defalarca kâinatta varolan
her şeyin insana hizmet için yaratıldığını belirtmektedir. Bu âyetlerden
sadece bir iki tanesini zikretmekle yetineceğiz:
“Allah; kendi emriyle
onda gemiler akıp gitsin ve O’nun fazlından ararsınız diye, sizin için denize
boyun eğdirdi. Umulur ki şükredersiniz. Kendinden (bir nimet olarak) göklerde
ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda,
düşünebilen bir kavim için gerçekten âyetler vardır.”[114]
“Allah, gökleri ve
yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler
çıkarandır. Ve Onun emriyle gemileri, denizde yüzmeleri için size, emre amade
kılandır. Irmakları da sizin için emre amade kılandır. Güneşi ve ayı da
hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize
amade kılandır. Ve size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini
saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki,
insan pek zalimdir, pek nankördür.” [115]
Allah’ın nimetlerini
tanımaya çalışan, hikmetlerini ve mükemmel sıfatlarını düşünen kimse, âdet ve
geleneklerine bağlı, toplumun yaşam tarzını benimseyen, yaşadığı toplumun
dışına çıkmayan âdeta bulunduğu yere çakılıp kalan kimseden daha anlayışlı ve
daha derin düşüncelidir. Böyle bir kimse toplumun hoşnut olduğu şeyleri kendisi
için kabul etmez. Daima farklı düşünür, ileriye bakar; donuk fikirli olmaz.
Nefis, mal ve mülk, onun
gurbet yollarına düşmesine mani olamaz. Razı olacağı ganimetleri (Allah’ın
nimet ve hikmetlerini tanıma bilgisini) elde etmedikçe yurduna dönmez ve
ufuklarda dolaşmaktan kaçınmaz. Bu üstün çabalar sonucu kahramanların zor
gördüklerini o kolay görür; bilgisizlerin ürküp kaçtıklarından o huzur bulur.[116]
Ber İsmini Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْبَصِيرُ
﴾
BASÎR
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.”[120]
“Allah işitendir, görendir.” [121]
“Gözler O’nu idrak edemez; O gözleri idrak eder.”[122]
Yüce Allah, her şeyi en mükemmel şekilde görendir. Bu âlemdeki
en küçük parçaları, en ufak karıncayı, organlarını, etini, kanını, beynini ve
damarlarını dahi görendir. Öyle ki, onun, zifiri karanlık gecede siyah taşın üzerindeki
hareketlerini bile görür. Yedi kat göğün üzerinde olanı gördüğü gibi, yedi kat yerin
altında olanı da görür.[123]
Allah Teâlâ, yer ve göklerin her yerinde görülebilecek her
şeyi Basîr sıfatıyla kuşatmıştır ve onları görmektedir. O’nun için görülmeyen
bir şey yoktur. Hiçbir şey O’ndan gizli değildir. O, ağaçların dallarından
yapraklarına doğru akan suyu görür. Türü, iriliği, ufaklığı, inceliği kalınlığı
ne olursa olsun bütün bitkilerdeki suyun akışını bilen ve görendir. Karıncaların,
arıların, sineklerin ve daha bilinmeyen nice küçük varlıkların damarlarında dolaşan
kanı da görendir. Azamet ve büyüklüğü akılları şaşırtan, sıfatlarının etki
alanı sınırsız olan, merhamet ve şefkati sonsuz olan Allah ne yücedir. O,
görüneni ve görünmeyeni, hazır bulunanı ve bulunmayanı görendir. Hatta
gözlerin hareketlerini, kalp atışlarını ve akla gelen düşünceleri dahi bilen
ve görendir. Yüce Allah her şeyi gördüğünü bize şöyle haber vermektedir:
“O, seni, kıyam ettiğin zaman da, secde edenler arasında
dönüp dolaşmanı da görmektedir. Hiç şüphe yok, O, işitendir, bilendir.”[124]
“(Allah,) gözlerin hainliklerini ve göğüslerin
saklamakta olduklarını bilir.”[125]
“Allah her şeyin
üzerinde şahid olandır.”[126]
Yani O, bütün varlıkları gören, işiten ve ilmiyle onları kuşatıp bilendir.[127]
Basar (Gözle
Görmek) İle Basîret (Kalple Görmek) Arasındaki Fark
İbn Kayyim, aynı kökten
türeyen basar ile basîret arasında fark olduğunu belirir. Basar’ı yukarıda
belirttiğimiz şekilde, basîreti ise şöyle açıklar: “Basîret, Allah’ın kalbe
attığı bir nurdur. Kalbine böyle bir nur atılan kimse, peygamberlerin haber
verdiği hakikatleri görür. Öyle ki, bunları sanki gözüyle görmektedir. Böylece
peygamberlerin davet ettiği şeylerden en üst derecede yararlanır. Bu hakikatlere
aykırı davranmak ona açık zarar verir. Bazı âriflerin söylediği “Basiret, bir
şeyden yararlanmayı sağlar, ona aykırı davranmak sahibine zarar verir.”
sözünün anlamı budur. Kimi ârifler de basîreti şöyle tanımlar: “Basîret,
imanla veya bizzat görmekle seni şaşkınlıktan kurtaran şeydir.”
Basîretin Dereceleri
Bu derecelerin hepsini
elde eden kimsenin basîreti kemâle ulaşır. Bu dereceler:
* İsim ve sıfatlarda
basîret
* Emir ve yasaklarda
basîret
* Sevap ve cezada basîret
Şimdi bu dereceleri
sırayla ele alıp açıklayalım.
Bu derecede kulun
imanının, Allah’ın kendisini nitelediği veya Resûlü’nün belirttiği herhangi
bir sıfatla çelişen bir şüpheden etkilenmemesi gerekir. Hatta böyle bir
şüpheyi, Allah’ın varlığından şüphe etmekle eşit tutmalıdır. Çünkü basîret
ehline göre; her iki şüphe türü de aynıdır.
Buna göre; kalbin, Yüce
Allah’ın arşına yerleştiğini, emir ve yasaklar verdiğini, yüksek-alçak bütün
varlıkların hareketlerini, kişi ve şahısları gördüğünü, seslerini işittiğini,
sırlarını ve sinelerinde sakladıklarını bildiğini, onları gözetlediğini,
herkesin O’nun yönetimi ve emri altında olduğunu, her şeyin O’ndan geldiğini ve
O’na çıktığını, meleklerin önünde dizildiğini, emirlerini uygulamak için hazır
beklediklerini müşahede etmelidir. Bütün kemâl ve yücelik sıfatlarının O’nda
bulunduğunu, her türlü kusur, ayıp ve noksanlıklardan uzak olduğunu, hiçbir
benzerinin ve eşinin olmadığını bilmeli ve O’nu daima müşahede etmelisin.
Allah, kendisini Kitabında
nitelediği şekildedir. Varlıkların O’nu nitelediği şekillerin üstündedir. Allah,
ölmeyecek tek canlı (Hay)’dır. Bir an bile uyumaz, daima uyanıktır. Göklerde
ve yerde bir zerre bile O’ndan gizli değildir. O, her şeyi bilendir, her şeyi
görendir. Kapkaranlık gecede simsiyah kayanın üzerindeki siyah karıncanın
hareketini dahi bilir. Yüksek-alçak ve farklı dillerdeki bütün sesleri
işitendir. Her varlığın ihtiyaçlarını ayrıntısıyla bilendir. Sözleri tam bir
doğruluk ve adaletle tamamlanmış ve gerçekleşmiştir. Sahip olduğu sıfatlar,
kulların sıfatlarıyla kıyaslanamaz. Çünkü sıfatları kullarınkine kesinlikle
benzemez. Allah’ın zatı da kulların zatlarına benzetilemez. O, böyle bir
benzerlikten tamamen uzaktır. O’nun varlıklar arasındaki fiil ve eylemleri
tartışmasız adildir. Hikmeti, ihsanı, merhamet ve iyilikleri bütün varlıkları
kuşatmıştır. Dilediğini yaratma ve emretme hakkı yalnız O’na aittir. Dilediğine
bol nimet verir, dilediğine kısar. Mülk O’nun, hamd yalnız O’nadır. Her türlü övgüye
ve yüceliğe layıktır. O, kendisinden önce bir şey olmayan Evvel, kendisinden
sonra bir şey olmayacak Âhirdir. O, Zâhir’dir, O’nun üstünde hiçbir varlık
yoktur; Bâtın’dır, Onsuz bir şey yoktur. O’nun bütün isimleri övgü, medih,
yücelik ve üstünlük ifade eder. Bu yüzden en güzel isimler O’nundur. Bütün
sıfatları, kemâl sıfatlar olup hiçbir eksiği yoktur, mükemmeldir. Sıfatlarının
üzerinde bir sıfat yoktur. Bütün fiillerinde hikmet, rahmet, maslahat ve
adalet bulunur.
Yaratılan her şey O’nun
varlığına delalet eder. Basîret gözüyle bakanlar, her şeyin O’nu gösterdiğini
görürler. Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları, gereksiz yere
yaratmadı. İnsanları da başıboş bırakmadı. Bütün varlıkları, kendisini anması,
ibadet etmesi ve birlemesi için yarattı. Onlara bol nimetler verdi ki, bunlara
şükrederek daha fazla ihsanına ve keremine kavuşsunlar.
İnsanların bu tür
basîreti idrak etmeleri, Kur’an ve hadisleri tanıma ve anlama, bu metinlerin
gerçeklerine aykırı şüpheleri bilme ve reddetme derecelerine göre değişiklik
gösterir.
İnsanlar arasında basîreti
en az olanların, selef-i salihin tarafından yerilen Kelam ilmiyle uğraşan
kimseler olduğunu görürsün. Çünkü bu kimseler, âyet ve hadislerin gerçek
anlamlarını bilmemektedirler; bu yüzden kalplerine gerçek olmayan hayali
şüpheler yerleşmiştir. Bunların çoğuna göre mü’min bile olmayan sıradan halkın
durumuna baktığında, bu insanların onlardan daha fazla basîret sahibi olduklarını,
imanlarının daha güçlü olduğunu, vahye daha çok teslim olduklarını ve hakkı
kabul edip boyun eğdiklerini görürsün.
Basîret sahibi bir mü’min,
Kur’an ve hadis metinlerini herhangi bir tevile, taklide veya kişisel
görüşlere sapmadan olduğu gibi kabul etmeli, bunun dışına çıkanlara muhalefet
edip onlardan uzak durmalıdır. Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenme konusunda
kalbinde en ufak bir şüphe bulundurmamalıdır. Bu emir ve yasaklara sıkıca
sarılmalı, onları samimiyetle uygulamalı, arzu ve isteklerinin kendisine engel
olmasına fırsat vermemelidir. Dinî hükümleri temel kaynaklarından almaya çalışmalı,
bu konuda bir gevşeklik ve ihmalkarlık göstermekten kaçınmalı, âlimlerin basîretin
aslı konusundaki görüşlerini öğrenmelidir.
Kul, Allah’ın, her
insanın yaptığı iyilik veya kötülüğü gördüğünü, buna şahit olduğunu, insanın
yaptığı iyilik ya da kötülüğün karşılığını bu dünyada veya âhirette mutlaka vereceğini
bilmelidir. Bu karşılık Yüce Allah’ın ilâhlığının, Rab oluşunun, adaletinin ve
hikmetinin bir gereğidir. Bunda şüphe etmek, Allah’ın ilâhlığından ve
rabliğinden hatta varlığından şüphe etmek demektir. Bunun aksinin
gerçekleşmesi, yani Allah’ın iyi ya da kötü amellerin karşılığını vermemesi
düşünülemez. Böyle bir şey mümkün değildir. Allah’ın bütün bu varlıkları gereksiz
yere yaratmış olması veya onları başıboş ve serbest bırakması asla kendisine
yakışmaz. O, böyle bir şey yapmaktan tamamen uzaktır.
Akıl, amellerin
karşılığının olması gerektiğine tanık olduğu gibi Allah’ın bir olduğuna da
tanıklık eder. Bu yüzden kıyamet ve dirilişin akılla bilinebileceği ancak
ayrıntılarının vahiyle bilinebileceği görüşü doğrudur. Bu nedenle Yüce Allah,
ölümden sonraki dirilişi inkar etmeyi kendisini inkar etmek olarak kabul
etmektedir. Çünkü bu inkar, kendisinin güç ve kudretini ve ilâhlığını inkar
etmektir. Her iki inkar da O’nu inkar etmeyi gerektirmektedir.[128]
Kişinin feraseti (sezme
kabiliyeti ve anlama gücü), basîretinin gücüne göredir. Bu, iki türlüdür:
Allah’ın Basîr Adını Bilmenin Faydaları
“De ki: “Göklerde ve
yerde ne var? Bir bakıverin.”[131]
“Meyvesine, ürün
verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin.”[132]
“Kemiklere de bir bak,
nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?”[133]
* * *
﴿ اَلتَّواَّبُ
﴾
TEVVÂB
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz O, tevbeleri
kabul edendir, esirgeyendir.”[134]
“Allah, tevbelerinizi
kabul etmek ister.”[135]
“Kullarından tevbeyi
kabul eden O’dur.”[136]
Tevbe, günah olan şeyden
dönmek, onu terk etmek demektir. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber: “Pişmanlık,
tevbedir.”[137]
buyurmaktadır. Allah, “Tevbeyi kabul edendir.”[138]
Ünlü dilbilimci el-Ahfeş
der ki: “Kulun tevbe etmesi, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan
vazgeçip, bu emir ve yasaklara uygun hareket etmektir. İsyanı bırakıp itaate
dönmektir.”[139]
el-Halîmî, Allah’ın Tevvâb
ismini şöyle tanımlar: “Günahlarına pişman olup kendisine itaate dönen kuluna,
merhamet ve lütfu ile muamele etmesi, iyiliklerini geçersiz kılmaması ve
yaptıkları iyiliklere karşılık itaat edenlere vaat ettiklerini ondan
esirgememesidir.”
el-Hattâbî ise şöyle
söyler: Tevvâb, kullarının tevbelerini kabul edendir. Tevbeler tekrarlandıkça
Allah’ın kabulü de yinelenir. Allah, kulu tevbeye muvaffak eder, kul tevbe
edince de tevbesini kabul eder. Şu âyet bu anlama işaret etmektedir: “Sonra
tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti.” [140]
O hâlde tevbe, günah ve
isyandan sonra kulun itaate dönmesidir.[141]
Kimileri Tevvâb ismini şu
şekilde açıklamıştır: Tevvâb, kullarına tevbe yollarını ve nedenlerini
kolaylaştırandır. Allah, kullarının tevbe etmelerini kolaylaştırmak için
onlara birçok âyetlerini peş peşe gösterir, onları çeşitli musibet ve
belalarla korkuttur ve kendilerine birçok uyarılar gönderir. Kullar, işledikleri
günahların çirkinliklerini ve kötü sonuçlarını görünce, Allah’ın korkutmalarından
korkuya kapılıp uyarılarını dikkate alır ve işledikleri günahları terk edip
Allah’a itaate dönerler. Allah da bunun üzerine kendi fazlı keremiyle onların
tevbelerini kabul eder.” [142]
Allah’ın tevbe eden
kullarına tevbeyle dönmesi iki şekilde gerçekleşir:
İşte Allah’ın tevbe eden
kullarına tevbeyle yönelmesi böyledir. Kulun Rabb’ine dönmesi ise, O’na hizmet
ve kulluğa dönmesidir.[143]
Bilinmelidir ki, “Kesin tevbe, kendisinden önceki günahları siler.”[144]
Tevvâb isminin ince
anlamları hakkında Râzî, şunları söyler: “O, duaya, karşılıksız vermekle;
özür dilemeye, bağışlamakla; kendisine yönelmeye, kabul etmekle ve tevbeye de günahları
affetmekle karşılık verir. Kul isteklerle Allah’a yöneldiğinde Allah da kula,
isteğini vermekle yönelir.”
Her müslüman, mutlak anlamda Allah’tan başka günahları
bağışlayan kimse olmadığına inanmalıdır. Kulun yaptığı tevbenin, sadece kendi
isteğiyle değil; Allah’ın muvaffak kılmasıyla gerçekleştiğini bilmelidir. Hatta
kul, bu konuda Allah’ın takdirine göre hareket ettiğini ve yapmakta olduğu
fiilin (tevbenin) Allah’ın gücü ve kuvveti ile gerçekleştiğini bilmelidir. Bu
yüzden Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Sonra tevbe etsinler diye onların
tevbesini kabul etti.” [145]
Bu âyet kulun tevbe etme nedenini, öncelikle Allah’ın kendisini tevbe etmede
başarılı kılmasına bağlamaktadır. Dolaysıyla Allah’ın günah yolundan dönüp
itaate yönelmede başarılı kıldığı kimsenin, bunu kendinden bilmesi doğru
değildir. Zira O, böyle bir şeye muktedir değildir.[146]
Tevvâb İsmini Bilmenin Faydaları
Tevbeye Teşvik
İmam Kurtubî der ki: “Tevbe
etmenin her an her müslümana farz olduğu konusunda bütün İslâm âlimleri
tartışmasız ittifak etmişlerdir. İman etme konusunda ittifak ettikleri gibi…
Yüce Allah, mü’minlere tevbe etmeyi şöyle emretmektedir:
“Hep birlikte Allah’a
tevbe edin ey mü’minler, umulur ki felah bulursunuz.”[149]
Tüm insanlığın efendisi
Hz. Peygamber günde en az yüz kere Allah’a tevbe ve istiğfar ettiğine göre;
gaflet ehli kimselerin hâli nice olur acaba? Ona ve insanların en hayırlıları
olan ashabına, “Andolsun Allah, peygamberin, muhacirlerin ve ensârın
üzerine tevbe ihsan etti.” [150]
denilmesine rağmen böyle davranmaktaydılar. Tevbe âdeta onlarla özdeşleşmişti,
Onlar, seçkin ve marifet ehli kimselerdi. Onların sahip oldukları bu üstünlüklere
sahip olmayan, onlara benzemeyen kimselerin acaba daha fazla tevbe etmeleri
gerekmez mi? Seviyesi ne olursa olsun her kul, tevbe etme ihtiyacı duyar.
Çünkü günah işlemekten ve hata yapmaktan uzak değildir. Allah tevbe etmeyenleri
şöyle nitelemektedir:
“Kim tevbe etmezse,
işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.”[151]
İman, kendisinden önce işlenen
günahları silip yok ettiği gibi, tevbe de kendisinden önce işlenen günahları silip
yok eder. Allah tevbe edenler hakkında şöyle buyurur:
“Ancak tevbe eden,
iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını,
Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Kim
tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi)
kabul edilmiş olarak Allah’a döner.”[152]
İman ve tevbe, her ikisi
de kalple ilgili amellerdir. İman, kul, Allah’a tam teslim olmadıkça, O’nun
emir ve yasaklarına uymadıkça tamamlanmadığı gibi tevbe de, günahları terk
etmedikçe tamamlanmaz. Tevbe, imanın bir parçasıdır. Tevbenin de gizli ve açık
amelleri bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlar tevbe edip
namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde
kardeşlerinizdir.” [153]
Burada tevbeden sonra
yapılması gereken ameller olarak namaz ve zekat özellikle vurgulanmaktadır.
Çünkü bu her iki amel, İslâm dininin en önemli temel direkleridir. Tevbe
edenlere vacip olan, Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmek ve bütün
yasaklarından kaçınmaktır. Tevbe eden bir inkarcının hükmü budur. Tevbe eden mü’minin
hükmü ise, yaptığı günahları içi ve dışıyla, açık ve gizli amellerle telafi
etmesidir. Gizli ameller pişmanlık, korku ve bir daha günaha dönmeme
kararlılığıdır. Açık ameller ise, günahların türüne göre değişmektedir. Bu tür
ameller, emir ve yasaklar olarak ifade edilen amellerdir. Bunların bir kısmı
söz veya fiillerle telafi edilebilirken bir kısmı da telafi edilemez.
Ancak bilmelidir ki,
bilgisizlikle, kasten veya sehven işlenen hiçbir günaha tam bir kararlılıkla
dönmemek, tevbenin temel esasını oluşturur. Bu yüzden her ne sûretle işlenmiş
olursa olsun günahtan tevbe etmek farzdır. Sehven, yanlışlıkla ve istemeyerek
herhangi bir kayba neden olmuşsa bunu telafi etmesi ve hak sahibine bu kaybın
tazminatını vermesi gerekir. Yüce Allah şu âyetlerle bu hükme işaret
etmektedir:
“Bizim âyetlerimize
iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: “Selâm olsun size. Rabb’iniz
rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük
işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır,
esirgeyendir.”[154]
“Sonra gerçekten Rabb’in,
cehalet sonucu kötülük işleyen, sonra bunun ardından tevbe eden ve ıslah
olanlar (la beraberdir). Şüphe yok, senin Rabb’in bundan sonra bağışlayandır,
esirgeyendir.”[155]
Bu her iki âyet Mekke
döneminde nazil olmuştur. Medine döneminde nazil olduğu ittifakla kabul edilen
şu âyette hüküm aynen tekrarlanmıştır:
“Allah’ın (kabulünü)
üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemen
ardından tevbe edenlerin kidir. İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul
eder.” [156]
Bütün bu âyetlerde Yüce
Allah, bilgisizlik nedeniyle veya sehven işlenen bir kötülükle oluşan kaybın
telafi edilmesini ve kayıp sahibine tazminatın ödenmesini zorunlu kılmaktadır.
Özellikle eğer hatanın şartları yerine gelmişse hüküm daha da kesinleşir.
Böyle bir tevbeden sonra Allah’ın bağışlaması, bir zorunluluk olarak değil;
ihsan ve keremiyle gelmektedir. Çünkü yaratılanın yaratan üzerinde bir
zorunluluk ve mecburiyeti yoktur.
Şunu bil ki, her günahtan
tevbe edilebilir. Tevbe eden günahkâr kul, sanki hiç günah işlememiş gibi olur.
Ancak şeytana aldanan, onun gibi inkara sapan, bilerek yalan söyleyen ve bunu
terk etmeyen hıristiyan ve yahudi bilginler gibi İblis’in peşinden giden
kimseler tevbe etmezler. Fakat bunlardan tevbe edenlerinde tevbeleri kabul
olur. Allah Teâlâ, tevbelerin ne zamana kadar ve kimin tevbesinin kabul
edileceğini Nisa sûresinin şu âyetinde bize haber vermektedir: “Kötülükleri
işleyip dururken, ölüm kendisine geldiği zaman; “şimdi tevbe ettim” diyenler
ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir. İşte onlara elem verici
azap hazırlamışızdır.” [157]
Bu âyetin de işaret ettiği gibi tevbeler, ölüm anına kadar kabul edilmektedir.
Yani can çekişen ve artık kesin olarak öleceği bilinen kimsenin tevbesi kabul
olmaz. Allah, bunu şu âyette açıkça belirtmektedir:
“Onlar bizim
dayanılmaz azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: “Bir olan Allah’a iman ettik
ve O’na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkar ettik.” Ama bizim dayanılmaz azabımızı
gördükleri zaman, imanları kendilerine hiç bir yarar sağlamadı.” [158]
Kısaca bireysel olarak
her insanın, can çekişme anı gelmeden yapacağı tevbe kabul olunur. Genel olarak
herkes için tevbe, Hz. Peygamber’in haber verdiği ve Kur’an’ın işaret ettiği alâmetler
ortaya çıkmadıkça kabul olunur. Müslim’in Ebû Hüreyre’den rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Allah, güneş henüz batıdan
doğmadan önce tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.”[159]
* * *
﴿ اَلْجاَمِعُ
﴾
CÂMİ’
Allah’ın bu ismi Kur’an’da
tamlama olarak şöyle geçer:
“Rabb’imiz, kendisinde
şüphe olmayan bir günde insanları muhakkak sen toplayacaksın.” [160]
“Doğrusu Allah,
münafıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde toplayacak olandır.” [161]
“Sizi toplanma günü
için bir arada toplayacağı gün” [162]
Bu isim, Ebû Hüreyre’nin
rivayet ettiği değişik hadis-i şeriflerde de geçer. Bütün İslâm âlimleri, Allah’ın
böyle bir isminin olduğunda ittifak etmişlerdir.
Bu ismin insanlar için de
kullanılması caizdir. Bu konuda, âlimler arasında herhangi bir ihtilaf bulunmamaktadır.
Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki: “Allah’ın bol
ihsanıyla (fazlıyla) ve rahmetiyle, yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların
toplayıp yığmakta olduklarından hayırlıdır.” [163]
Cem’, sözlükte bir araya
getirmek ve toplamak anlamına gelir. Bu sözcük cisimler için kullanılmaktadır.
Şu âyetler bu tür kullanıma işaret etmektedir:
“Rabb’imiz, kendisinde
şüphe olmayan bir günde insanları muhakkak sen toplayacaksın.” [164]
“Doğrusu Allah,
münafıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde toplayacak olandır.” [165]
Cem’ sözcüğü, anlamlar
için de kullanılmaktadır. Ancak Araplar kelime yapısı açısından her ikisi
arasında bazı ince farkların olduğunu söylerler. Cisimler için
kullanıldığında sadece üçlü fiil yapısıyla (sülâsî); anlamlar için kullanıldığında
ise, üçlü ve daha fazla fiil yapısıyla kullanılır.
Özetle cem’, dağınık olan
şeyleri toplamak ve insanların toplanması gibi anlamlara gelir. Ümmetin icma’ı
(görüş birliği) sözcüğünde geçen icm’a bu kökten türetilmiştir.
Câmi’, Allah’ın zatî ve
fiilî sıfatları arasında yer alır. Zatî sıfat olarak Câmi’, Allah’ın bütün
faziletleri ve güzel nitelikleri kendinde toplaması ve bunlara sahip olması
anlamına gelir. Çünkü tüm bilgiler, varolmadan önce O’nun yanında
bulunmaktadır. Böyleyken Allah’ın ilmi, kendi iradesi ve kudretiyle yarattığı
varlıklarla ilgili bilgileri kuşatmaz mı? Fiilî sıfat olarak Câmi’ ismi, Kur’an’da
daha çok bu anlamda kullanılır. O, gerçekten dağınık, benzer ve birbirine zıt
olan şeyleri bir araya toplayandır.[166]
Parçaları bir araya
getirip birleştiren, özel bir terkip oluşturan, böylece onlara özel bir yapı
kazandıran, şânı yüce olan Allah’tır.
Birbirini seven kalpleri
bir araya getiren ve kaynaşmalarını sağlayan O’dur. Şu âyet Allah’ın kalpleri
birleştirdiğini bize haber vermektedir: “Ve onların kalplerini uzlaştırdı.
Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalplerini
uzlaştıramazdın. Ama Allah, aralarını bulup onları uzlaştırdı.” [167]
Ölümden sonra dağılıp yok
olan beden parçalarını tekrar dirilişle bir araya getiren, ölümle birbirinden tamamen
ayrılan ruh ve bedeni yeniden birleştiren yine O’dur.
Kıyamet günü bütün
insanları huzurunda toplayacak, zalim ile mazlumu bir araya getirecek O’dur.
Yüce Allah bu gerçeği bize şöyle haber veriyor: “Bu, hüküm günüdür; sizi ve
öncekileri bir arada topladık.” [168]
Bu hesaptan sonra insanların kimi ebedî esenlik ve mutluluk yurdunda, kimi de
ebedî azap yurdunda toplanacaklardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Doğrusu
Allah, münafıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde toplayacak olandır.”
[169]
İbn Kesir bu âyette geçen
Câmi’ ismini şöyle açıklar: “Allah Teâlâ, kıyamet günü bütün insanları yeniden
dirilttikten sonra huzurunda toplayacaktır. Sonra aralarında ihtilafa
düştükleri şeyler konusunda hüküm verecek ve onları birbirinden ayıracaktır.
Herkese, dünyada yaptığı iyi veya kötü ameline göre karşılık verecektir. İyilik
yapanları cennetle ödüllendirecek, kötülük yapanları da cehennemle
cezalandıracaktır.”[170]
Bu İsmin
Varlık Âlemindeki Delilleri
Birbirine benzer, farklı
ve zıt şeyleri bir araya toplayan Allah Teâlâ’dır. Bu da O’nun varlığını
gösteren en büyük delillerden biridir. O, gök ve yıldızları, yer ve denizleri
bir arada toplayandır. Birçok farklı madeni yeryüzünde bir arada bulunduran,
aynı zamanda insanları, hayvanları ve bitkileri yeryüzünde yaşatan Allah’tır.
Bütün bu varlıkların, yapıları, şekilleri, renkleri, tatları ve türleri
birbirinden farklıdır. Ama hepsi de yeryüzünde birlikte bulunmaktadır. Örneğin;
narın dış yüzüne bakıp kabuğunu, şeklini, tadını düşünen, sonra da içine bakıp
tanesinin şeklini, rengini, tadını, taneler arasındaki zarı düşünen kimse,
birbirinden farklı nice özelliklerin aynı meyvede bir arada topladığını görür.
Aynı şekilde kemiklerle
sinirlerin, damarlarla kasların, beyinle cildin ve kanın, canlılarda bulunan
salgı ve karışımların ne kadar farklı ama aynı yapıda bulunduklarını, Allah’ın
onları bedenlerde topladığını müşahede eder.
Allah âlemde zıtları da
bir araya toplamıştır. Sıcaklık ve soğukluğun, yaşlılık ve kuruluğun bir arada
var olması bunu ispat etmektedir. Sonra bu âlemde, birbirinden nefret eden ve
zıtlaşan canlılar birlikte yaşamaktadırlar. Birbirine zıt varlıkları bir arada
yaşatanın, dünya ve âhirette bir araya getirdiği varlıkların inceliklerini
bilen biri olması gerekir. Aksi hâlde böyle bir şeye gücü yetmez.
Allah Teâlâ yeryüzünde
insanlar yaratmıştır. Allah, bu dünyaya gelmiş bütün insanları kıyamette
huzurunda toplayacaktır. Bunda en ufak bir şüphemiz yoktur. Bu yüzden her
müslüman, Allah’ın her yönden Câmi’ (toplayan) olduğunu bilmesi gerekir. Bunu
bilmeyen veya bunda şüphe eden kimse şu haberi yalanlamış demektir[171]:
“Sizi toplanma günü için bir arada toplayacağı gün” [172]
Câmi’ Adını Bilmenin
Faydaları
* * *
﴿ اَلْجَباَّرُ
﴾
CEBBÂR
Cebbâr isminin türediği
kök kelime olan cebr, sözlükte üç anlama gelmektedir. Bu anlamlar şunlardır:
Kur’an-ı Kerîm’de bu isim
“Ey Musa, orda cebbâr (zorba/iri yapılı) bir kavim vardır.”[175]
şeklinde geçer. Ünlü dilbilimci el-Ahfeş, âyette geçen “cebbâr” sözcüğüyle, o
şehirde bulunanların uzun boylu, güçlü ve iri yapılı olmaları kastedildiğini
söyler. Ona göre burada, şehirdeki adamlar, ellerin uzanamadığı yüksek hurma
ağaçlarına benzetilmektedirler. Çünkü “Raculun cebbâr” denildiğinde uzun
boylu, güçlü ve iri cüssesiyle büyük hurma ağacına benzeyen adam
kastedimektedir.
Katâde ise, âyette geçen “cebbâr”
sözcüğü hakkında: “Bu kimseler, başka kimselerin sahip olmadıkları güçlü ve iri
bedenlere sahiptiler.” der.
Kimisi de âyette geçen “cebbâr”
sözcüğünün bir şeye zorlayan, zorba anlamında olduğunu söyler. el-Ezherî: “Bu,
hicazlıların kullandığı bilinen bir sözcüktür” der.
İmam Şafiî cebbârı,
iktidar sahibi zorba olarak tanımlar.
el-Ferrâ ve ez-Züccâci-î
cebbâr sözcüğünü şöyle açıklarlar: “İnsanlardan cebbâr olan, insanları kendi
isteğine zorlayan, azgın ve zorba kimsedir. Allah’ın ismi olan Cebbâr ise,
kırıkları iyileştiren, yoksulları zenginleştiren demektir.”
Fakat bu, Mütekebbir
ismine daha yakın bir anlamdır. Bu nedenle Cebbâr isminin değil; Ceberût
isminin karşılığıdır.
Hz. Peygamber şöyle dua
ederdi: “Güç ve kuvvet sahibi, bütün varlıkların yaratıcısı ve hükümdarı, ulu
ve yüce Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır.”[176]
Cebbâr ismi, Allah’ın Mütekebbir,
Melik, Azîm ve Kahhâr isimleri gibi ululuk ve yücelik bildiren bir isimdir.
İbn Abbas der ki: “Cebbâr,
ulu ve yüce demektir. Ceberûtullah; Allah’ın azameti ve yüceliği demektir.”
Bu isim zorba krallar
için de kullanılmaktadır. es-Süddî, “Cebbâr, insanları isteği doğrultusunda
zorlayan ve onlara baskı uygulayandır” der. Burada Cebbâr, Kahhâr anlamında
kullanılmıştır.
Muhammed b. Ka’b ise
şöyle söyler: “Cebbâr, insanları kendi istediği şeylere zorladığı için böyle
isimlendirilmiştir. Allah’ın dilemesi olmadan insanlar bir an bile Rablerine
isyan edemezler.”
el-Enbârî, “Allah’ın bir
ismi olarak Cebbâr, ulaşılamayan, erişilemeyen, el uzatılamayan, ulu ve yüce
demektir” der.
Allah’ın Cebbâr sıfatı üç
temel manaya dayanır: Hükümranlık, üstünlük ve yücelik.[177]
Hurma ağacı boyu uzayıp yükselince, eller yetişemez olunca “cebbare” olarak
adlandırılır. Bu yüzden Allah Teâlâ da ulu (Mütekebbir) ve yüce-üstün (Azîz),
anlamlarına yakın olan Cebbâr adıyla isimlendirilmiştir. Bu üç ismin her biri
diğer ikisinin anlamını kapsar.
Bu üç isim (Azîz, Mütekebbir
ve Cebbâr), şu üç ismin (Hâlik, Bâri’, Musavvir) benzeridir. Cebbâr ve Mütekebbir
isimleri Azîz isminin açıklaması olduğu gibi, Bâri’ ve Musavvir isimleri de Hâlik
isminin birer açıklaması ve ayrıntısıdır. Buna göre Cebbâr, güç ve kuvvetin,
izzet ve üstünlüğün, hükümranlığın kemâlidir. Bu yüzden Yüce Allah’ın en güzel
isimleri arasında yer almıştır.[178]
Kulun Ceberutlukla
Nitelendirilmemesi
Kulun ceberûtlukla
nitelendirilmesi hoş karşılanmamıştır. Çünkü Allah Teâlâ, kendi güç ve
kuvvetiyle (ceberûtluğu) bütün ceberûtları (zorba/diktatör) yenmiş ve ululuğu
ile onlara üstün gelmiştir. Hiçbir iktidar sahibinin hükmü O’na uygulanamaz.
Bütün varlıklar ve iktidar sahipleri O’na boyun eğer. Hiç kimse O’na emir
veremez. Herkes O’nun emirlerine uymak zorundadır. Allah, emredilen değil;
emir verendir. O, mağlup değil; gâlip olandır. Yüce Allah bu özelliğini bize
şöyle haber vermektedir: “O, yaptıklarından sorulmaz, oysa onlar sorguya çekilirler.”
[179]
Bütün insanlar, mükemmel
değil; eksik nitelik sahibidirler. En küçük şeyden bile etkilenirler.
Kurtçukların yiyeceği olurlar. Sinekler bile onları rahatsız eder. Açlık ve
tokluğun esaretindedirler. Böyle niteliklere sahip olanlara ululuk ve yücelik
nasıl yakışır?[180]
Yüce Allah, kulları
arasında kendilerini cebbâr (üstün güç sahibi, zorba) olarak niteleyenleri
şöyle kötülemiştir:
“İşte Allah, her mütekebbir zorbanın kalbini böyle
damgalar.” [181]
Bir başka âyette Allah, Peygamberine şöyle buyurur:
“Sen onların üzerinde bir zorba da değilsin.” [182]
Yani onları iman etmeye zorlayacak ve baskı altına alacak değilsin.
Tirmizî’de ve diğer hadis kitaplarında geçen bir hadis-i
şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünde büyüklenen ve zorbalık yapanlar
kıyamet gününde insanların, üzerlerine bastığı karıncalar gibi diriltilirler.”[183]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْجَمِيلُ
﴾
CEMÎL
Allah’ın Cemîl ismi Kur’an’da
geçmemekte sadece hadis-i şeriflerde geçmektedir. Yüce Allah, Cemîl (güzel)’dir,
O’ndan daha güzel bir varlık yoktur. Hatta bütün varlıkların güzelliği bir
adamda toplansa ve hepsinde bu adamın güzelliği bulunsa yine de onların bu
güzellikleri, Allah’ın güzelliğinin yanında, güneş ışığı karşısında zayıf
kandil ışığına benzer. “En yüce örnekler Allah’a aittir.” [185]
Abdullah b. Amr b. Âs, Ebû
Said el-Hudrî, Abdullah b. Mes’ûd, Abdullah b. Ömer b. Hattab, Sâbit b. Kays, Ebü’d-Derdâ,
Ebû Hüreyre ve Ebû Reyyan’ın rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah güzeldir, güzel olanı sever.”[186]
Allah’ın güzel
isimlerinden biri de Cemîl (güzel)’dir. Kim, varlık âlemindeki her güzelliğin
sahibi olandan daha güzel olabilir? Bu âlemde var olan bütün bu güzellikler O’nun
bir sanat eseridir. Güzellikleri yaratan O’dur. Yaratılan yaratandan daha
güzel olabilir mi? O, zatı ile en güzeldir. O, bütün güzel isimlerin,
sıfatların ve fiillerin sahibidir. O’nun bütün isimleri güzeldir. En güzel
isimler O’na aittir. O’nun bütün sıfatları mükemmel ve eksiksizdir. Bütün
fiilleri güzeldir.
İnsanlar bu dünyada O’nun
yüceliğini ve güzelliğini (cemâlini) göremezler. Cennette O’nu gördüklerinde
ise bu onlara, içinde bulundukları bütün nimetleri unutturur. O an O’nun
dışında hiçbir şeye dönüp bakmazlar. Eğer yüzündeki nur perdesi olmazsa
yüzündeki o nur, kendisine bakan bütün gözleri yakardı.
Buhârî’nin rivayet ettiği
bir hadiste Ebû Musa şöyle anlatıyor: “Hz. Peygamber aramızda ayağa kalktı ve
şu beş cümleyi söyledi: “Yüce Allah uyumaz, zaten uyumak O’na yakışmaz. Rızkı
yükseltir (bol verir) ve indirir (az verir).
Yüce Allah’ı En Güzel Bilmek
Marifetin (bilme ve
tanıma) en üstün derecesi, Yüce Allah’ı en güzel varlık olarak bilmektir. Bu,
seçkin ve özel kullara has bir marifet türüdür. Her kul, Allah’ı bir özel
sıfatı ile tanır. Bu tanımaların en mükemmeli ve üstünü, O’nu güzelliği,
yüceliği ve kusursuz oluşu ile tanımaktır. İsim ve sıfatlarında Allah’a benzer
bir varlık yoktur. Eğer bütün varlıkların güzelliği bir adamda toplansa ve
hepsinde bu güzellik bulunsa, onların bu iç ve dış bütün güzellikleri Allah’ın
güzelliğinin yanında, ancak zayıf bir kandil ışığının muhteşem güneş ışığı
karşısındaki durumuna benzer.
Allah’ın güzelliği, eğer
yüzündeki nur perdesini kaldıracak olsa, nurunun ulaştığı bütün varlıkları
yakacak niteliktedir. Dünya ve âhiretteki bütün varlıkların iç ve dış
güzelliği, O’nun bir eseridir. Bütün bu güzellikleri yaratan acaba ne kadar
güzeldir?
O, bütün üstünlüklerin,
güç ve kuvvetin, cömertliğin, ihsan ve iyiliğin sahibidir. Her şeyi en iyi
bilendir. Bütün karanlıklar O’nun yüzünün nuru ile aydınlanmıştır. Hz.
Peygamber, Taif dönüşünde şöyle dua etmiştir: “Karanlıkların kendisiyle
aydınlandığı, dünya ve âhiret işlerinin kendisiyle düzeldiği o yüzünün nuru
ile sana sığınıyorum.”[188]
Abdullah b. Mes’ûd der
ki: “Rabb’inize göre
Allah’ın güzelliği (cemâl)
dört derecedir: Zatının güzelliği, sıfatlarının güzelliği, fiillerinin
güzelliği ve isimlerinin güzelliği. Allah’ın bütün isimleri güzeldir. Bütün
sıfatları en mükemmeldir. Bütün fiilleri hikmetle, adaletle ve merhametle
gerçekleşir.
Allah’ın zatının
güzelliği kusursuzdur. Kendisinden başka kimse bu güzelliğini bilemez, idrak
edemez. Varlıklar O’nun güzelliğini tarif edemez. Kulları arasından özel
ikramda bulunduğu kimseler bile güzelliğini tanımlayamazlar. Çünkü bu güzelliği
başkalarından saklanmıştır. Üzerinde, görünmesini engelleyen ridâ (dış elbise)
ve izâr (iç giysi, örtü) vardır. Hz. Peygamber bir kudsî hadisinde Allah’ın
şöyle buyurduğunu söyler: “Yücelik benim ridâm, büyüklük ise izârımdır”[190]
Yücelik, büyüklükten daha geniş anlamdadır. Allah Teâlâ, büyük ve yücedir,
üstün ve güçlüdür.
İbn Abbas der ki: “Allah’ın
zatı, sıfatlarla, sıfatları da fiillerle örtülmüştür. En mükemmel sıfatlarla,
yüce ve üstün niteliklerle örtülen bir güzelliği nasıl tasavvur edebilirsin?”
Bu sözle Allah’ın zatının
güzelliğiyle ilgili bazı anlamları anlayabilmekteyiz. Kul Allah’ın fiillerini
tanıma derecesinden sıfatlarını tanıma derecesine, sıfatlarını tanıma
derecesinden de zatını tanıma derecesine yükselmektedir. Fiillerin güzelliğini
biraz müşahede edince bununla sıfatların bazı güzelliklerini tanımaktadır.
Sonra tanıdığı bu sıfatların güzelliği ile zatın güzelliklerini tanımaktadır.
Burada hamdin sadece O’na ait olduğu, hiçbir varlığın hakkıyla O’na hamd
edemediği ortaya çıkmaktadır. Allah, kendisini tanıttığı gibidir. O, zatına
ibadet edilmeyi, zatının sevilmesini ve zatına şükredilmeyi hak eden tek
varlıktır. Allah, kendisini seven, kendisiyle övünen ve kendisini övendir. O’nun
bir olması, kendisini sevmesi, kendisiyle övünmesi ve kendisini övmesi, birliğinin,
sevginin, övünmenin ve övgünün ta gerçeğidir. Allah, kendisini övdüğü gibidir.
Varlıkların yaptıkları bütün övgülerinin üstündedir. Allah, zatını sevdiği gibi
bütün sıfatlarını ve fiillerini de sevmektedir. O’nun bütün fiilleri güzel ve
sevimlidir. Yapılanlar arasında kendisini öfkelendiren ve hoşuna gitmeyen
şeyler bulunsa da bu, O’nun, fiillerini sevmesine mani değildir. Hoş olmayan
ve sevilmeyen hiçbir fiili yoktur. Varlıklar arasında O’ndan başka zatı için
sevilen ve hamd edilen başkası yoktur. O’nun dışında sevilen her şey, O’nun
sevgisine bağlı olarak ve O’nun rızası için seviliyorsa, bu doğru bir sevgidir.
Aksi halde geçersiz bir sevgidir.
İlâhî gerçek işte budur.
Gerçek ilâh, kendi zatı için sevilen ve kendi zatına hamd edilendir. İhsanı,
bol nimeti, kendisine isyan edenlere bile yumuşaklıkla davranması, affetmesi,
suçlarını bağışlaması O’nun sevgisinin bir tezahürüdür. Bu yüzden kulun, Allah’tan
başka ilâh olmadığını bilmesi, inanması, O’nun için sevmesi, O’na hamd etmesi
ve bütün noksanlıklardan uzak tutması gerekir. O’nun dışında açık ve gizli
gerçek nimet verenin olmadığını bilmeli, bu nimetlere karşılık O’na sonsuz
teşekkür etmelidir. Böylece hem verdiği nimetlere karşılık hem de nimet
karşılığı olmadan O’na hamd etmeli, O’nun için sevmeli ve O’nun için nefret
etmelidir.
Allah’ın zatına benzer
bir varlık olmadığı gibi, O’nun sevgisi gibi bir sevgi de yoktur. Çünkü O’nu
sevmek, kendisine itaat etmekle birlikte geçerlidir. O’na itaat etmek,
varlıkların yaratılış amacı olan kulluğu yerine getirmektir. O’nun belirlediği
emir ve yasaklara samimiyetle uymaktır. Sevginin sonu ve en üst derecesi budur.
Böyle sevgi ancak O’na beslenir. Sevgide O’na ortak koşmak, O’na şirk
koşmaktır. Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamayacağını ve amellerini
kabul etmeyeceğini bize bildirmiştir.
Allah’a hamd etmek iki
türlüdür. Birisi, iyiliklerini ve üstün niteliklerini itiraf etmekle birlikte
O’nu sevmektir. Buna göre O’nu sevmeden sadece iyilik ve üstünlüklerini itiraf
eden Allah’a hamd etmiş olmaz. Diğeri ise, O’nu sevdiği halde iyilik ve üstün
niteliklerini itiraf etmemektir. Böyle yapan da Allah’a hamd etmiş olmaz. Hamd
etmekte asıl olan; her iki yönün de bulunmasıdır. Gerçek bir hamd eden olmak
için hem Allah’ın kullara yaptığı iyilikleri ve mükemmel sıfatlarını itiraf
edip kabul etmek, hem de O’nu sevmek gerekir.
Allah, kendisini övdüğü gibi meleklerin, peygamberlerin ve mü’min
kullarının yaptığı hamdlerle de övünür. O, hem kendi kendisini över, hem de
varlıkların kendisine hamd etmesi ile övünür. Varlıkların övmesi, ancak O’nun
dilemesi, izni ve yaratması ile gerçekleşir. Hamd edene hamd etme imkanı
tanıyan, müslümanın müslüman olmasını, namaz kılanın namaz kılmasını ve tevbe
edenin tevbe etmesini sağlayan O’dur. Bütün nimetler ve iyilikler O’ndan
başladı ve O’nda son bulacaktır. Hamd O’nunla başladı yine O’nda son
bulacaktır. Kuluna tevbe etmeyi ilham eden ve buna sevinen, son derece mutlu
olan O’dur. Bütün bu fiil ve eylemler O’nun varlığıyla, fazlı keremiyle
gerçekleşmektedir. Kuluna itaat etmeyi ilham eden, itaat etmesinde ona yardımcı
olan sonra da amellerine karşılık onu ödüllendiren O’dur. Bu da O’nun kendi
fazlı ve keremidir. Allah, her yönden kendisinin dışındaki her şeyden
müstağnidir. Hiç kimseye muhtaç değildir. O’nun dışındaki her şey, her yönden
O’na muhtaçtır.
Kul, bütün sebep ve
sonuçlarda O’na muhtaçtır. O’nun yardımıyla olmayan bir şey gerçekleşmez. O’nun
için yapılmayan bir amel, fayda sağlamaz.[191]
Allah Güzeldir, Güzelliği
Sever
Hz.
Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği
sever.”[192]
Hz. Peygamber bu sözü, kendisinden istenen güzel elbise üzerine söylemiştir.
Buna göre güzellik, elbiseleri kapsadığı gibi bunun dışındaki bütün güzel şeyleri
de kapsamaktadır. Nitekim bir başka rivâyette Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Allah temizdir, temizliği sever.”[193]
Sahih bir rivâyette ise şöyle buyurur: “Allah güzeldir, güzelden başkasını kabul
etmez.”[194]
Sünen kitaplarında geçen bir başka hadis ise şöyledir: “Allah, nimetinin eserini,
kulunun üzerinde görmeyi sever.”[195]
Ebü’l-Ahvas el-Ceşmî
şöyle anlatır: “Hz. Peygamber, üzerimde eski ve yıpranmış bir elbise gördü.
Bunun üzerine bana: “Malın var mı?” dedi. Ben: “Evet” deyince, Hz. Peygamber: “Ne
malın var?” dedi. Ben: “Allah’ın bana verdiği develer ve koyunlar.” dedim. Hz. Peygamber: “O hâlde, sana verdiği
bu nimet ve saygıyı üzerinde göster” buyurdu.[196]
Allah Teâlâ, verdiği
nimetlerin eserini kulların üzerinde görmekten hoşlanır. Çünkü bu, sevdiği
güzelliklerdendir. Buna göre; Allah’ın verdiği nimetlere şükreden kimse, bu
nimetlerin gereğini yerine getirmeli ve kullanmalıdır. Nimetleri kullanmak
dış güzellik; dil ve kalp ile şükretmek ise, iç güzelliktir.
Yüce Allah, güzelliğe
olan sevgisi nedeniyle kulları için, dışlarını örtüp süsleyecekleri içlerini
takva ile güçlendirip süsleyecekleri güzel elbiseler yarattığını bize şöyle
haber vermektedir:
“Ey Âdemoğulları, biz
sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size süs kazandıracak bir giyim
indirdik (yarattık). Takva ile kuşanıp-donanmak ise hayırlıdır. Bu, Allah’ın âyetlerindendir.
Umulur ki öğüt alıp-düşünürler.” [197]
Allah, cennet ehlinin
güzel ve mutluluklarını ise şöyle ifade eder:
“Artık Allah da,
onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir
sevinç vermiştir. Ve onları sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle
ödüllendirmiştir.” [198]
Allah cennet ehlinin
yüzlerini parlaklıkla, içlerini mutlulukla ve bedenlerini de ipek giysilerle
ödüllendirmiştir. Allah güzel sözleri, fiilleri, elbiseleri ve güzel görünmeyi
sevdiği gibi çirkin sözleri, fiilleri, elbiseleri ve çirkin görünümlüleri de
sevmez. Kısaca Allah, çirkinliği ve çirkini sevmez, güzelliği ve güzeli sever.
Bilmelidir ki, iki grup
bu konuda doğru yoldan sapmıştır: Bu gruplardan biri şöyle dedi: “Allah’ın
bütün yarattıkları güzeldir. O, yarattığı bütün şeyleri sever. Biz de O’nun
yarattığı bütün şeyleri severiz. O’ndan gelen hiçbir şeyden nefret etmeyiz ve
kızmayız. Bütün varlıkları O’nun yarattığını ve O’ndan geldiğini bilen, bütün
varlıkları güzel görür. Kâinata O’nun gözü ile bakarsan, bütün varlıkların
güzel olduğunu görürsün.” Bu grup, görüşlerinin doğruluğuna şu âyetleri delil
gösterdiler: “Ki O, yarattığı her şeyi en güzel yapandır.”[199],
“Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın sanatı (yapısı) dır.”[200],
“Rahmân (olan Allah’)ın yaratmasında hiçbir çelişki ve uygunsuzluk
göremezsin.”[201]
Bunlara göre; ârif (Allah tanıyan), varlık âleminde hiçbir çirkinlik görmeyen,
her şeyin iyi ve güzel olduğunu kabul edendir.
Ancak bu kimselerin
kalplerinde ve düşüncelerinde Allah için öfkelenmek, Allah için düşmanlık
yapmak, dinin çirkin kabul ettiği fiilleri kınamak, Allah yolunda cihad etmek
ve Allah’ın koyduğu cezaları uygulamak yoktur. Erkek ve kadınların güzel sûretlerini,
Allah’ın sevdiği güzelliklerden sayar, böylece günah işlemeye gerekçe
bulurlar. Hatta bu gruptaki bazı kimseler, Rabb’inin güzel sûrete girip onda
göründüğünü iddia eder. Bu gruptan olan, eğer Allah’ın varlıklarla bir olduğuna
inanan biriyse: “Bu sûret, Hak Teâlâ’nın güzel görüntülerinden biridir” der ve
onu “Güzel görüntüler” olarak adlandırır.
Bu grubun iddialarına
karşılık diğer grup ise şöyle söyler: “Yüce Allah güzel sûretleri ve düzgün
bedenleri ve yapıları kötülemiştir. Münafıklar hakkında Allah şöyle
buyurmuştur: “Sen onları gördüğün zaman cüsseli-yapıları hoşuna gider.
Konuştukları zaman da onları dinlersin.” [202] Allah, helak ettiği bazı kavimler hakkında
ise şöyle buyurur: “Onlardan önce nice insan-kuşaklarını yıkıma uğrattık,
onlar mal (giyim, kuşam ve tefriş) bakımından da, gösteriş bakımından da daha
güzeldiler.” [203]
Hasan Basrî, âyette geçen
“gösteriş” sözcüğünü güzel sûretler olarak açıklar. Sahih-i Müslim’de
geçen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber, Allah katında dış güzelliğin önemli olmadığını
belirtmiş ve şöyle buyurmuştur: “Elbette Allah, sizlerin sûretlerinize ve
mallarınıza bakmaz. Ancak O, kalplerinize ve amellerinize bakar.”[204]
Bu hadiste, bilgi bakışı değil, sevgi bakışı yok sayılmaktadır.”
Bu grup, dünyanın en
güzel nimetleri sayılan ipek elbisenin, altının, altın ve gümüş kapların
kullanılmasının yasaklanmasını da görüşlerinin doğruluğuna delil gösterirler.
Bunun yanında Yüce Allah bu nimetlere göz dikilmemesini emreder ve şöyle
buyurur: “Onlardan bazı gruplara, kendilerini onunla denemek için
yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme.” [205]
Hz. Peygamber de bir hadislerinde şöyle buyurur: “Perişanlık[206]
imandandır.”[207]
Bütün bu metinlerde güzellik yerilmekte ve teşvik edilmemektedir. Bununla
birlikte Allah Teâlâ, israfı yasaklamakta ve israf edenleri zemmetmektedir.
İsraf, yemek ve meşrubatlarda olduğu gibi giyimde de olur.
Bu iki zıt görüş arasından
şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Sûret, giyim ve görünümde güzellik üç
türlüdür. Bunlar, övülen, yerilen ve ne övülen ne de yerilen güzelliklerdir.
Övülen güzellik; Allah için olan, Allah’a itaat etmeye, emirlerini uygulamaya,
yasaklarından kaçınmaya yardım eden güzelliktir. Hz. Peygamber, gelen yabancı
heyetleri karşılayacağı zaman güzel giyinirdi. Bu, savaşmak için hazırlanan bir
savaş aletine benzer. Kibir ve gurur ifade etmesine rağmen, eğer düşmanların
daha fazla öfkelenmelerini sağlayacaksa, Allah’ın dinine yardım edecek ve
Allah sözünü yüceltecekse savaşta ipek elbise giymeye cevaz verilmiştir.
Yerilen güzellikler ise, dünya için, başkanlık için, kibir ve gurur için, nefsî
arzu ve isteklerine ulaşmak için olan güzelliklerdir. Bu güzelliklere ulaşmak,
kulun temel amacıdır. Zaten insanlardan çoğunun bundan başka bir amacı yoktur.
Ne övülen ne de yerilen
güzellikler ise; bu iki amacın ve niteliğin dışında olan güzelliklerdir.
Yukarıda aktardığımız
hadis, iki önemli ilkeye işaret etmektedir: Bilgi (marifet) ve yaşamak
(sulûk). Allah güzelliklerle bilinir. Güzellikte O’na benzer hiçbir varlık
yoktur. Bunun ardından O’na, sevdiği güzel söz, fiil ve ahlaki davranışlarla
ibadet edilir. Elde edilen bilgi böylece hayata geçirilir. Allah, kulunun
dilini güzel sözlerle; kalbini samimiyet, sevgi, kendisine yönelme ve dayanma
ile; organlarını itaatle süslemesini sever. Bununla birlikte Yüce Allah,
verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmeyi de sever. Kulun güzel giyinmesi,
bedenini her türlü kirden, pislikten ve çirkinliklerden, aklını kötü düşüncelerden
koruması Allah’ın hoşuna gider. Sünnet olmak, tırnakları kesmek, koltuk altlarını
ve avret yerlerini temiz tutmak, bedenî güzelliklerin başında gelir.
Allah güzel sıfat ve
niteliklerle bilinir. Güzel ahlâk, söz ve fiillerle daha iyi tanınır. Bu bize,
O’nun özel vasfı olan güzelliği tanıtır. Ardından güzel olan diniyle O’na
ibadet edilir. Özetle hadis, bilgi ve pratik gibi iki temel ilkeyi bize kısa ve
öz bir biçimde ifade etmektedir.[208]
* * *
﴿ اَلْحَافِظُ
﴾
HÂFIZ
Allah’ın bu ismi Kur’an-ı
Kerîm’de şu şekillerde geçer: “Hiç şüphesiz, zikri (Kur’an’ı) biz indirdik
biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz.” [209],
“Allah en hayırlı koruyucudur.” [210],
“Allah (onları ve haklarını) nasıl koruduysa…”[211]
el-Halîmî der ki: “Hâfız,
kullarını din ve dünya işlerinde tehlikelerden koruyan demektir”.
Ebû Hüreyre’den rivayet
edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Sizden biri
yatağına girmek istediğinde, yatağını elbisesiyle silkeleyip kontrol etsin
sonra da sağ tarafı üzerine yatsın ve şöyle desin: “Ey Rabb’im! Senin adınla
yatağıma uzandım, yine senin adınla kalkarım. Ey Allah’ım! Eğer canımı alırsan
ona merhamet et. Eğer tekrar gönderirsen, salih kullarını koruduğun gibi onu
da koru.”[212]
Bu isim, koruyabilen ve
koruma gücüne sahip olana işaret etmektedir. Koruyabilmek; ilim, hayat ve
diğer şartlara sahip olmayı gerektirir. Bu isim, olumlu ve olumsuz olabilecek
şeyleri korumak, varlıklar arasında istemediği ve hoşlanmadığı şeylerin
olmasına mani olmakla ilgilidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hayır; o
(Kitap), şerefli-üstün olan bir Kur’an’dır; Levh-i Mahfuz’dadır.” [213]
Âyette geçen Levh-i mahfuz, korunmuş levha demektedir. Bu levha, her türlü
yanlışlıklardan, unutkanlıklardan ve değişikliklerden korunmuştur.
“Üzerinde
gözetleyici-koruyucu bulunmayan hiçbir nefis (kimse) yoktur.”[214]
Bu isim, zata ve fiillere
sıfat olarak kullanılır. Zata sıfat olarak kullanıldığında, bilgi anlamına
gelir. Çünkü Allah, bilgisi ile bütün bilgileri korumaktadır. Hiçbir şey O’nda
kaybolmaz. Falan Kur’an’ı hıfzetti / ezberledi denildiğinde Kur’an’ın o
kişinin kalbinde / aklında hazır bulunduğu anlaşılır. Bu tür hıfzın koruma
zıttı unutkanlıktır. Kur’an bu anlama şöyle işaret etmektedir: “Senin Rabb’in
kesinlikle unutkan değildir.” [215],
“Bunun bilgisi Rabb’imin katında bir kitaptadır. Benim Rabb’im şaşırmaz ve
unutmaz.” [216]
Hâfız ismi, fiillere
sıfat olarak kullanıldığında ise, varlıkları koruma anlamına gelir. Bu
anlamın zıddı ise ihmal etmek, dikkat etmemektir. Şu âyette bu anlama işaret
edilmektedir: “Allah en hayırlı koruyucudur.” [217]
Allah’ın söz, fiil ve
melekleri ile koruması, herkesi kapsar. Yüce Allah şöyle buyurur: “De ki: “Gece
ve gündüz sizi Rahmân (olan Allah)’tan kim koruyabilir?” [218]
“(Allah) size
koruyucular gönderiyor.” [219]
Yani Allah, sizi tehlikelerden koruyan melekler göndermektedir.[220]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
“Kim Allah için azalarını
korursa, Allah da onun kalbini korur. Kim Allah’ın hakkını korursa, Allah da
onun hakkını korur.”
İbn Abbas’tan rivayet
edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Allah’ın hukukunu koru
ki, O da seni korusun. Allah’ın hukukunu koru ki, O’nu yanında bulasın.”[221]
* * *
﴿ اَلْحَسِيبُ
﴾
HASÎB
Yüce Allah şöyle buyurur:
“Hesap görücü olarak Allah yeter.” [224]
Tefsir kaynaklarında bu ismin
birçok anlamı zikredilmektedir. Bunları özetle şöyle belirtebiliriz:
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Günahların acısını
hisseden, gaybı bilenin kendilerini hesaba çekeceğini ve bütün ayıplarını sayıp
kaydettiğini kesin bilgiyle bilen kalp ehli kimseler, henüz dünyada iken amel
tartılarını kurar ve kendilerini hesaba çekerler. İşledikleri hataları ortaya
koyar, sonra da ortağından düşmanlıkla ayrılan bir ortak gibi kendilerini sıkı
bir şekilde hesaptan geçirirler. Böyle bir ortak, sevdiği bir şeyi diğeri için
terk etmeye razı olur mu? Susuzluk anında ona kendi suyundan bir yudum su verir
mi? İşte böyle sıkı hesap nedeniyle bu kimselerin günahları, Hafîf bir esintinin
bile düşürdüğü kuru ağaç yaprakları gibi sayfalarından dökülür. Hesap gününde
hesap vermek üzere geldiklerinde amel sayfaları tertemiz bir şekilde parlar.
Harfler ve mânalar sayfayı aydınlatır. Çünkü daha önce sıkı bir denetimden ve
ince bir hesaptan geçmiştir. Bu yüzden hesapları, sorgulanmak için değil;
sadece Allah’a arz içindir. Bu nedenle her insan kendisini ağır hesaptan
kurtarmak için çalışmalı, Allah’ın belirlediği sınırlara dikkat etmeli, âhiretteki
hesabının Hafîf olması için daha bu dünyada iken kendisini hesaba çekip
yanlışlarını düzeltmelidir.[231]
Allah’ı Hasîb ve Kâfi
bilmek, her zaman özellikle sıkıntı, belâ ve zorluk dönemlerinde kalbin sadece
O’na dayanmasını ve O’nunla yetinmesini sağlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah,
kuluna kâfi değil mi?” [234]
Kalp Allah’ı kâfi bilecek, buna içtenlikle inanacak; dil de onu ifade
edecektir.
* * *
﴿ اَلْحَفِيُّ
﴾
HAFÎ
Bu isim Kur’an-ı Kerîm’de
şöyle geçer: “O bana pek lütufkârdır. (Hafîyen)”[235]
Yani bana pek çok iyilikler yapmıştır.[236]
İbn Arabî, bu isim
hakkında der ki: “Ne önceki ne de sonraki âlimlerden hiçbiri Allah’ın böyle
bir ismi olduğunu zikretmemişlerdir. Fakat biz bu ismi, Allah’ın kitabından
çıkarmaktayız.”
Ancak bu İbn Arabî’nin
iddiasıdır. Çünkü ondan önce el-Halîmî, Beyhakî ve diğer birçok alim bu ismi zikretmişlerdir.
el-Herevî, “Garîb”inde
der ki: İbn Ammar, İbn Ömer’den rivayet ederek, İbn Keysan, Sa’leb’den, “O
bana pek lütufkârdır”[237]
âyetinin anlamını sordu. Sa’leb şöyle cevap verdi: “İbn Arabî, âyette geçen “Hafî”
kelimesini iyilik eden ve nimet veren olarak açıklamıştır. Ancak “Sanki sen,
ondan haberdarmışsın gibi sana sorarlar.” [238]
âyetinde geçen “Hafî” kelimesi bu anlamda değil, haberini bilmek anlamındadır.”
Hafî, ısrarla istemek
anlamına da gelmektedir. Bir hadiste “Hz. Peygamber’in yanına yaşlı bir kadın
girdi ve ondan istedi, bu isteğinde ısrar etti.” denilir.
Yukarıda işaret ettiğimiz
gibi bu isim genellikle çok iyilik yapmak anlamında kullanılır. “O bana pek
lütufkârdır”[239]
âyeti bunun en açık delilidir.
el-Ezheri, “Hafî”nin
bilmek ve sevinmek; es-Süddî, dostluk, arkadaşlık ve sıcak davranmak;
el-Cevherî ise birine aşırı ilgi göstermek, onunla ilgilenmek, durumunu
sormak, bol ikramda bulunmak ve fazla değer vermek anlamına geldiğini söyler.
Bütün bu anlamlarla birlikte Hafî, eşyaları araştırarak ve inceleyerek öğrenen
bilgin anlamına da gelmektedir.
İbn Arabî, Sa’leb’den rivâyetle
“Hafî”nin bir işle ilgilenmek, önem vermek ve bilmek anlamına geldiğini söyler.
Hafî’nin, hâkîm (yargıç)
anlamına geldiğini, Arapların hâkîmlere, Hafî dediklerini ileri sürenler de
vardır. Kimisi de Hafî’nin, engel olan anlamında olduğunu söyler.
Bütün bu anlamlar, Hafî
isminin müşterek bir sözcük olduğunu ve birçok mânaya geldiğini
göstermektedir. Anlamı, daha çok kendinden önceki sözcüğe bağlı olarak
belirlenmektedir. Ancak bu isim genelde iyilik yapmak, ilgi göstermek, ikramda
bulunmak ve yardımına koşmak anlamında kullanılmaktadır. Ünlü dilbilimci
el-Ferrâ, “O bana pek lütufkârdır”[240]
âyetini, durumumu bilen, bana lütufkâr davranan, dua ettiğimde duamı kabul
eden, ihtiyaçlarımı karşılayan şeklinde açıklamıştır.
Hafî, soru soran
anlamında da kullanılmaktadır. Buna göre Allah’ın soru sorması, bilgi almak
veya anlamadığını sorup öğrenmek anlamında değil, övünmek ve başkasına da
tasdik etmek anlamındadır. Örneğin bazı hadislerde,
Hafî’nin, yukarıda da
belirtildiği gibi “bilen” anlamına geldiğini söylersek, bu, gerçek anlamda
değil; mecazi anlamda bir adlandırmadır. Kelimenin mecaz yönü, soru sormanın,
öğrenme ve bilmenin kapısını açmasıdır. Hafî’nin Hâkîm veya engel olan
anlamında olduğunu söylersek, bununla ilgili geniş açıklamayı Allah’ın Mâni’
ve Hakem isimlerini açıklarken vereceğiz.
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Her sorumlu, Allah Teâlâ’nın
mutlak Hafî (iyilik ve ihsanı bol olan) olduğunu bilmelidir. Çünkü O, bir
iyiliğe on kat fazla sevap vereceğini, hatta bunu yedi yüz kata kadar
çıkaracağını vaat etmiştir. Allah Resûlü, bu vaatle ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır: “Biriniz İslâm’ı en güzel şekilde yaşadığında, yapacağı her
iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap yazılır. Yapacağı her
kötülüğe ise sadece bir kötülük yazılır. Kul, Allah’la buluşuncaya kadar böyle
devam eder.”[243]
Allah, daha başlangıçta İslâm’ı
kabul etmesiyle insana iyilikte bulundu. Sonra üzerinde hiçbir hak olmadan
kullarına birçok iyilikler yaptı, nimetler verdi. Bütün bunlar O’nun kendi fazlı,
keremi ve merhametindendir. Nimet ve iyiliklerle ilgili daha geniş açıklamalar
ileri de gelecektir.
Kul, bu ismi bilmekle
daha fazla öğrenmek için ilim ehline çok soru sormalı, araştırma ve
incelemelerde bulunmalıdır. Bunun için daima âlimlere yakın olmalı ve onlarla
ilişkisini kesmemelidir.[244]
* * *
﴿ اَلْحَفِيظُ
﴾
HAFÎZ
Hafîz, Kur’an’da geçen
Allah’ın güzel isimlerinden bir diğeridir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Senin Rabb’in, her
şeyin üzerinde gözetici-koruyucu (Hafîz) olandır.” [245]
“Allah’ın dışında
birtakım veliler edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyici (Hafîz)dir.”
[246]
el-Halîmî, bu ismi “kaybetmeyen,
sağlam, güvenilir” olarak açıklar.
Ebû Süleyman ise şöyle
der: Hafîz, Hâfız anlamındadır. Kâdir ile Kadîr ve Âlim ile Alîm gibi. Allah,
gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları belirlediği bir zamana kadar
koruyandır. Bu sayede varlıklar yok olup dağılmazlar. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Onların korunması O’na
güç gelmez.” [247]
“Ve itaatten çıkmış
her azgın şeytandan koruduk.” [248]
Allah, kullarını
tehlikelerden, felâketlerden ve kötü sonlardan koruduğunu bize şöyle haber
verir: “Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri vardır, onu Allah’ın
emriyle gözetip-korumaktadırlar.” [249]
Melekler, Allah’ın emri ile onları korumaktadırlar. Bunun yanında onların
işlediklerini de kaydetmekte, böylece korumaya almaktadırlar. Onların bütün
sözlerini de sayıp kaydetmektedirler. Allah, insanların niyetlerini, sırlarını
ve sinelerinde saklı tuttuklarını da bilmektedir. Hiçbir şey O’na gizli
değildir. O’nun için gizli denilen bir şey yoktur. Allah, dostlarını günah
işlemekten ve şeytanın tuzaklarına düşmekten korur. Bu sayede Allah dostları,
şeytanın tuzaklarından ve fitnelerinden kurtulurlar.
Her müslüman, bütün varlığı
koruyanın Yüce Allah olduğunu, O’nun Hâfız ve Hafîz olduğunu bilmelidir.[250]
Allah bütün varlığı
koruyup gözetleyendir. O, bütün herşeyi toplu ve ayrıntılı olarak bilendir. O,
hiçbir şeyi unutmaz, yanılmaz ve kaybetmez. O, Kur’an’ı her türlü tahrif ve
değişikliklere karşı koruma altına aldığını bize şöyle haber vermiştir: “Hiç
şüphesiz, zikri (Kur’an’ı) biz indirdik; onun koruyucuları da gerçekten biziz.”
[251]
Allah’ın Hafîz ismi
hakkında şöyle güzel bir söz nakledilmiştir: “Sıkıntı zamanında seni şikayet
etmekten koruyan, nimet zamanında da seni felaketlerden koruyandır.”
Hafîz İsminin Varlıklardaki Bazı Görünümleri
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
İnsanı hastalık ve
musibetlerden, mala veya çocuklara gelen belâlardan korumak değil, doğru
yoldan ayrılma belâsından kişiyi cennete götürür. Eğer bu tür koruma olmazsa
insan cehenneme gider. Şair ne güzel söyler:
Kul, başına gelen her belâdan kurtulur,
Ancak cehenneme götüren
belâ başka.
Kurtuluşu olmayan bu belâ,
asıl belâdır
Ve bu belâ, başkalarından
saklanamaz.[258]
Anlatıldığına göre; bir
hırsız Rabia el-Adeviye’nin evine girer. Râbia, o sırada uyumaktadır. Hırsız,
Râbia’nın elbisesini tam aldığı sırada odanın kapısının gizliden aralandığını
görür ve hemen elbiseyi bırakır. Sonra ikinci kez elbiseyi alır. Fakat kapının
yine gizliden aralandığını görür ve elbiseyi yine bırakır. Bu durum defalarca
böyle tekrarlanır. Sonunda gaipten bir ses şöyle söyler: “Elbiseyi bırak; çünkü
onu biz korumaktayız. Sahibi uyuyor olsa bile onu biz, bırakmayız…” İşte koruma
budur.[260]
* * *
﴿ اَلْحَقُّ
﴾
HAK
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Onlar Allah’ın hiç şüphesiz apaçık Hak olduğunu
bileceklerdir.” [261]
İbn Abbas anlatıyor. Hz.
Peygamber
el-Halîmî der ki: “Hak,
inkarı mümkün olmayan, ispat edilmesine gerek duyulmayan, varlığı kabul
edilendir. Buna göre yüce Allah’ın varlığı, kabul edilmesi gereken şeylerin
ilkidir. O’nun varlığı, kabul etme emri henüz insanlara gelmeden kabul
edilmiştir. Bu yüzden varlığı inkar edilemez. Yüce Allah’ın varlığına delalet
eden deliller olmasa da O, vardır. Bununla birlikte bütün varlık âlemi, O’nun
varlığının apaçık delilidir.”[263]
Yüce Allah’ın her sözü ve
fiili haktır. O’nunla buluşmak haktır. Gönderdiği peygamberler ve indirdiği
bütün kitaplar haktır. Dini hak dindir. Hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca O’na
ibadet etmek haktır. O’na dayanan ve dayandırılan her şey hak ve gerçektir.[264]
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “İşte böyle; Allah, Hakkın ta kendisidir. O’nun dışında
kendilerine tapmakta oldukları ise, şüphesiz bâtılın ta kendisidir. Şüphesiz
Allah, yücedir, büyüktür.” [265]
“De ki: “Hak Rabb’inizdendir;
artık dileyen iman etsin, dileyen küfre sapsın.” [266]
“İşte bu, sizin gerçek
Rabb’iniz olan Allah’tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var?” [267]
“De ki: “Hak geldi, bâtıl
yok oldu; hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur.” [268]
“O gün, Allah onlara
hak ettikleri cezayı eksiksiz verecektir ve onlar da Allah’ın hiç şüphesiz Hak
olduğunu bileceklerdir.” [269]
Allah’ın bütün isimleri,
sıfatları ve fiilleri haktır. O’na ibadet etmek haktır. O’nun kullara vaadi,
azabı ve hesabı haktır. Kullar hakkındaki hükmü adaletin ta kendisidir ve bu
hükmünde hiçbir haksızlık yoktur.[270]
İbn Kayyim, Allah’ın Hak
ismiyle ilgili olarak şunları söyler: “Hak, göklerin, yerin ve ikisi
arasındakilerin kendisiyle yaratıldığı Yüce Allah’tır. O, görünen ve görünmeyen
bütün varlıkların sayfalarda yazılı olarak varolmasını, yazabilen ve yazamayan
herkesin bunları okumasını sağlayan varlıktır. Şair şöyle söyler:
Şu kainat sayfalarını düşün, çünkü onlar
Mele-i a’lâ’dan sana
gelen mektuplardır.
Eğer iyi düşünürsen,
orada yazılmıştır
Allah’ın dışındaki her
şey bâtıldır.
Varlıkların temel amacı
olan Hak, hem kullardan istenen hem de kullarla istenen bir amaçtır. Kullardan
istenen, onların Allah’ı ve eksiksiz sıfatlarını tanımaları, O’na ibadet
etmeleri, hiçbir şeyi O’na ortak koşmamaları, sadece Allah’ı ilâh, mabud, itaat
edilen ve sevilen olarak kabul etmeleridir. Yüce Allah bu isteği şöyle ifade etmektedir:
“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların
arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın her şeye güç yetirdiğini ve
gerçekten Allah’ın ilmiyle her şeyi sarıp-kuşattığını bilip-öğrenmeniz için.”
[271]
Allah bu âyette, âlemi, kullarının kendisini, gücünü ve her şeyi kuşattığını
tanıyıp bilmeleri için yarattığını haber vermektedir. Bu, O’nu tanımayı, isim
ve sıfatlarını bilmeyi ve O’nu birlemeyi zorunlu kılmaktadır.
Bir başka âyette Yüce
Allah, varlıkların yaratılış amacını şöyle haber vermektedir: “Ben,
insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım.”[272]
Demek ki, kullardan istenen temel amaç budur. Yani kendilerini var edeni
bilip-tanımak ve yalnız O’na ibadet etmek.
Kullarla hedeflenen amaç
ise, amellerin karşılığını adaletle vermekle, iyiliklere sevap kötülüklere de
azap ile karşılık vermekle alâkalıdır. Yüce Allah bu amacı şu âyetlerle bize
açıklar: “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır; öyle ki, kötülükte
bulunanları, yapmakta oldukları dolayısıyla cezalandırır, güzel davranışta
bulunanları da daha güzeliyle ödüllendirir.” [273],
“Şüphesiz, kıyamet saati yaklaşarak gelmektedir. Herkesin harcadığı çabanın
karşılığını alması için, onun (haberini) neredeyse gizleyeceğim.” [274]
“Hakkında ihtilafa düştükleri
şeyi onlara açıklaması ve küfre sapanların kendilerinin yalancı olduklarını
bilmesi için (tekrar diriltecektir).” [275]
“Şüphesiz sizin Rabb’iniz,
altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra da arşa istiva eden, işleri de evirip
çeviren Allah’tır. Onun izni olmadıktan sonra hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabb’iniz
olan Allah budur, öyleyse O’na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek
misiniz? Sizin tümünüzün dönüşü O’nadır. Allah’ın vaadi bir gerçektir. İman
edip salih amellerde bulunanlara, adaletle karşılık vermek için yaratmayı başlatan,
sonra onu iade edecek olan O’dur. Küfredenler ise, küfre sapmaları dolayısıyla,
onlar için kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azab vardır.” [276]
Şimdi, Allah’ın baştan
sona gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları nasıl hak üzere, hakla, hak
için ve hakka şahit olması için yarattığını iyi düşün.[277]
Allah’ın Kudretinin Görüntüleri Ve Hak İsmini Bilmenin Faydaları
O, gerçek mülk sahibi
olan Yüce Allah, bu varlıkları bir amaç olmadan yaratmaktan ve onları var
ettikten sonra da başı boş bırakmaktan münezzehtir. İnkarcılar Allah’ın
peygamberler aracılığı ile kendilerine bir şey emretmediğini ve
yasaklamadığını, Allah’ın, kendilerini sevap veya azap için yeniden
diriltmeyeceğini iddia ettiklerinde Yüce Allah, onlara, gökleri ve yeri boşuna
yaratmadığını söyleyerek şöyle cevap vermektedir: “Biz gökyüzünü, yeryüzünü
ve ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratmadık. Bu, küfredenlerin
zannıdır. Vay ateşe uğrayacak o inkarcıların hâline!” [278]
İnkar edenler, Allah’ın,
kendilerine bir peygamber göndermediği ve kendisiyle buluşmak için bir süre
belirlemediği iddiasını, Allah’ın bütün bu varlıkları boşuna yarattığı
düşüncesine dayandırmaktaydılar. Bu yüzden Yüce Allah, varlıklar üzerinde düşünen
ve bu düşünceleri ile, Allah’ın bütün bu varlıkları boşuna yaratmadığına
şahitlik eden kullarından övgüyle söz etmiştir. Bu kullar, düşünceleri ile bu
gerçeği öğrendikten ve buna şahitlik ettikten sonra bu yaratılışın emir ve
yasakları, sevap ve azabı gerekli kıldığını öğrendiler. Yaptıkları
dualarında, elde ettikleri bu gerçeği şöyle dile getirdiler: “Onlar, ayakta
iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin
yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) Rabb’imiz, sen bunu boşuna yaratmadın.
Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru. Rabb’imiz, şüphesiz sen kimi ateşe
sokarsan, artık onu hor ve aşağılık kılmışsındır; zulmedenlerin yardımcıları
yoktur.” [279]
Bunu düşünen kullar,
göklerin ve yerin yaratılışının sevap ve azabı gerekli kıldığını bilince,
Allah’ın azap ve cezalandırmasından Yüce Yaratıcılarına sığındılar. Sonra göklerin
ve yerin yaratılışı hakkındaki düşünceleri onlara imanı hatırlatınca şöyle
dediler: “Rabb’imiz, biz: “Rabb’inize iman edin” diye imana çağrıda bulunan
bir davetçiyi işittik ve hemen iman ettik. Rabb’imiz, bizim günahlarımızı
bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizim de iyilik yapanlarla birlikte canımızı
al.” [280]
Böylece göklerin ve yerin yaratılışı hakkındaki düşüncelerinin bir ürünü
olarak bu kullar, Allah’ı tanıdılar, O’nu birlediler, dinini kabul ettiler,
peygamberlere, sevap ve azaba inandılar. Bu imanlarını vesile (aracı) yaparak,
Allah’tan günahlarını bağışlamasını, kötülüklerinin silinmesini ve iyilerle
birlikte kendilerini vaat edilen cennete koymasını dilediler. Böylece Allah’ın
üzerlerindeki nimeti tamamlandı ve başta ulaştıkları Allah’ın nimetine sonda
da ulaşmış oldular. Yaptıkları ibadet ve itaatleri vesile kılarak Allah’ın
sevabına nail oldular. Allah’ın, “Ey iman edenler, Allah’tan korkup sakının
ve (sizi) O’na (yaklaştıracak) vesile arayın”[281]
âyetiyle emrettiği vesile işte budur. Yüce Allah bir başka âyette kendisine
ulaşmak için vesile arayan özel kullarından şöyle söz eder: “Onların
taptıkları da, -hangisi daha yakındır diye- Rablerine (yaklaşmak için) vesile
arıyorlar. O’nun rahmetini umuyorlar ve azabından korkuyorlar.”[282]
Allah’a, peygamberlerine,
dinine, sevap ve azabına inanmak, emir ve yasaklarına uyarak O’na yaklaşmak,
her insanın temel amacı olmalıdır. Bütün bu anlattıklarımız sahili olmayan bir
denizden sadece bir damladır. Bu yüzden uzattığımızı sanma. Çünkü bu, ilim hazinelerinden
bir hazinedir. Her insan bu hazineye ulaşamaz, bundan mahrum bırakılan onu kabul
edemez. Allah, dilediği kimselere merhamet ve lütfunu bahşeder.[283]
* * *
﴿ اَلْحَكَمُ
﴾
HAKEM
Bu isim Kur’an-ı Kerîm’de
Allah’ın bir sıfatı olarak bu şekilde geçmez. Ancak şu âyetlerde zımnen geçer:
“Allah’tan başka bir
hakem mi arayayım?”[285]
“Allah, aramızda hüküm
verenlerin en hayırlısıdır.”[286]
“De ki: “Ey gökleri ve
yeri yaratan, gaybı ve müşehade edilebileni bilen Allah’ım. Anlaşmazlığa
düştükleri şeylerde, kullarının arasında sen hüküm vereceksin.”[287]
Bu ismin, insanlar için
de kullanılabileceği Kur’an’da şöyle geçmektedir:
“Allah’tan başka bir
hakem mi arayayım?”[288]
“(Kadın ile kocanın) aralarının
açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da
ailesinden bir hakem gönderin.”[289]
Ancak bu ismin bir özel
isim veya lakap / ünvan olarak kullanılması caiz değildir. Hani b. Zeyd
anlatıyor: “Hz. Peygamber’in yanına bir heyet geldi. Aralarından birine “Ebü’l-Hakem
denildiğini işitince Hz. Peygamber o kişiye: “Hakem Allah’tır. Neden sana Ebü’l-Hakem
denilmektedir?” dedi. Adam: “Kavmim herhangi bir konuda ihtilaf ettiklerinde
bana gelir, ben de hakemlik yapar ve aralarında hüküm veririm. Böylece her iki
taraf, verdiğim hükme razı olur.” dedi. Hz. Peygamber: “Çocukların var mı?”
dedi. Adam: “Evet, Şurayh, Abdullah ve Müslim Benî Hâni” dedi. Hz. Peygamber: “En
büyükleri hangisi?” diye sordu. Adam: “Şüreyh” dedi. Hz. Peygamber: “Artık sen,
Ebû Şüreyh’sin” dedi. O’na ve oğluna dua etti.”[290]
Zeccâc der ki: “Hakîm ve Hakem
aynı anlamdadır. el-Vâsit ile el-vasat gibi. Hakem’in asıl anlamı mani olmaktır.
Aynı kök kelimeden türeyen “Hakemetü” gem anlamına gelir. Zira gem, atın
huysulaşmasına mani olur. Aynı kökten türeyen bir diğer sözcük hikmettir.
Hikmet de kişinin saçma ve çelişkili sözler söylemesine, aptalca davranışlarda
bulunmasına mani olur. Hakem sözcüğü de bu kökten türemiştir. Hakem,
hasımların birbirlerinin haklarına tecavüz etmesine mani olur. Allah,
kendisini Hâkimlerin Hâkimi ve Hakemlerin Hakemi olarak niteler. Şöyle buyurur
Yüce Allah: “Haberiniz olsun; hüküm yalnızca O’nundur. Ve O, hesap görenlerin
en süratli olanıdır.”[291]
el-Halîmî ise Hakem’in
anlamı için şunları söyler: “Hakem, hüküm ve karar verendir. Hükmün aslı,
fitne ve fesada mani olmaktır. Allah’ın koyduğu bütün yasalar, kulların
yararı içindir. Bu yasaların dışındaki her şey, yanlıştır, fitne ve fesattır.”
Ebû Süleyman el-Hattâbî
de der ki: “Hâkîm, insanların birbirlerine haksızlık etmelerine mani olduğu
ve hakları, hak sahiplerine verdiği için böyle adlandırılmıştır. Birisi bir
fesada mani olduğu zaman “Hakemtü’r-racule ani’l-fesâd” denilir. Hayvanın
huysuzlaşmasına ve istenilen yönden başka bir yöne gitmesine mani olduğu için “gem”e
de “hakemetün” denilmiştir.”[292]
Bu İsmin Birçok Yüce Anlama Gelmesi
Allah’ın bu ismi, bütün
üstün sıfatları ve güzel isimleri kapsamaktadır. Çünkü işitmeyen, görmeyen,
bilmeyen ve haberi olmayan birinin Hakem olması mümkün değildir. O, bu dünyada
ve âhirette açık ve gizli olarak kulları arasında hüküm verendir. Verdiği
emirlerin, koyduğu yasaların, icra ettiği hükümlerin, varlıklar üzerinde sözlü
ve fiili olarak uyguladığı kararların hepsi O’nun gerçek hakîm olduğunu
göstermektedir. Bütün bunlar, Allah’tan başkası için geçerli değildir. Bu
yüzden Yüce Allah şöyle buyurur:
“O, Allah’tır,
kendisinden başka ilâh yoktur. İlkte de, sonda da hamd O’nundur. Hüküm de O’nundur
ve O’na döndürüleceksiniz.”[293]
“Elif, Lâm, Râ, (Bu,) Âyetleri
sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdâr
bulunan (Allah) tarafından birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış bir Kitap’tır.”[294]
Allah, henüz hüküm
vermeden önce Hâkim’di. Bu özellik O’ndan başkası için geçerli değildir.[295]
Hükmün Türleri
İbn Kayyim, Allah’ın
hükümlerinin üç türlü olduğunu söyler ve der ki: “Hükümler üç türlüdür:
1- Dinî hükümler
Bu hükümlerin kabul edilmesi,
tartışılmaması ve itiraz edilmemesi Yüce Allah’ın temel bir hakkıdır. Bu hükümler
içtenlikle kabul edilip tasdik edildikten sonra irade, uygulama ve amelin
geldiği başka bir teslimiyet türü gelmektedir. Bu teslimiyette, uygulanan
hükümlerde Allah’ın iradesine ters ve onunla tartışan irade ve istekler olmaz.
Kalbinde iman ve ikrar ile çelişen şüpheler olmadığı gibi, bu hükümlerin
uygulanmasında da hakka karşı çıkan ve ona itiraz eden iradeler olmaz. İman
eden sağlam kalp, şüpheleri kabul etmediği gibi sağlam irade de şüpheleri ve
hakka itirazı kabul etmez. Sınırsız arzu ve isteklerinin peşinden gidenlerin bu
hükümlere aykırı davranmaları gibi o da isteklerinin peşinden koşarak, Allah’ın
hükümlerine aykırı davranmaz. Şüphelere uyanların bâtıl şeylere daldığı gibi o
da bâtıla dalmaz. Allah’ın emir ve yasaklarına içtenlikle uyar, hakkı
tanımakla bu sınırsız arzu ve istekleri zayıflar. Allah’ı tanımakla, O’nu
sevmekle, emir ve yasaklarını bilip uymakla huzur bulur.[296]
İbn Teymiye bu hüküm
türünü şöyle ifade eder: “Bize emredilen ve Allah tarafından indirilen dinîgerçekler,
Kitap ve sünnette belirtilen bu hükümlerdir. Hiç kimse bunların dışına
çıkmamalıdır. Allah’ın rızasına ve sevgisine bağlı olan hükümler bunlardır.”[297]
Kul, bu tür hükümlerde
sadece kesb hakkına sahiptir. Ancak âriflerin üstadı Abdülkadir Geylânî der
ki: “İnsanlar, kaza ve kader konularına girdiklerinde dururlar. Oysa bana bir
kapı açıldı. Böylece Hakın çizdiği kaderi, Hak ile ve Hak için tartıştım. Ârif,
Allah’ın rızasını umarak kader çizgisinde duran değil; onu tartışandır. Dinî
hükmün gereği budur.”
Kul, burada kesb hakkına
sahip olmakla beraber seçme ve irade hakkına da sahiptir. İstemediği bir hüküm
verildiğinde kızar, öfkelenir ve eleştirir. Verilen bu hükmü tartışmak, karşı
çıkmak ve mümkün olan her şeyle kendini savunmak kulun temel hakkıdır. O, bu
hükmü mutlak olarak kabul etmek zorunda değildir. Böylece Hakk’ın hükmünü Hak’la
ve Hak için tartışır.[298]
İbn Teymiye, Allah’ın
yaratması ve dilemesine bağlı olan kaderî-kevnî gerçeklerin bu türden hükümler
olduğunu söyler. Ancak sonuçta selefin söylediği şu söz geçerli olur: “Allah’ın
dilediği olur, dilemediği olmaz.”
Hakem İsmini Bilmenin Faydaları
“Ey iman edenler,
kendiniz, annebabanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahidler
olarak adaleti ayakta tutun.”[300]
“Ey Davud, gerçek şu
ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile
hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah’ın yolundan
saptırır.”[301]
Hâkim ve yöneticilerle
ilgili detaylı bilgiler fıkıh kitaplarında bulunmaktadır. İsteyenler, bu
kitaplara başvurabilirler.[302]
Allah ve Resûlü’nün
dışında başka hâkimlere başvuranlar, inkar etmeleri emredilen tâgutun hükmüne
başvurmuşlardır. Kul, tâgutu inkar edip hüküm yetkisinin yalnız Allah’a ait
olduğuna inanmadıkça iman etmiş sayılmaz.[303]
* * *
﴿ اَلْحَكِيمُ
﴾
HAKÎM
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Allah bilendir, Hakîm
(hüküm ve hikmet sahibi)’dir.”[304]
“Şüphesiz, sen Azîz
(güçlü ve üstün olan)’sin, Hakîm (hüküm ve hikmet sahibi)’sin.”[305]
Mus’ab b. Sa’d babasından
rivâyetle anlatıyor: Hz. Peygamber’in yanına bir bedevi geldi ve: “Bana, daima
söyleyeceğim bir söz öğret.” dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “De ki: “Allah’tan
başka ilâh yoktur. O, tektir, hiçbir ortağı yoktur. Allah, büyüklerin en
büyüğüdür. O’na çok hamd olsun. Âlemlerin Rabb’i olan Allah, ne yücedir. Azîz,
Hakîm olan Allah’tan başka hiçbir güç ve kuvvet sahibi yoktur.” Bedevi: “Bu Rabb’im
için olan kelimelerdir. Peki benim için olanlar?” dedi. Hz. Peygamber: “De ki: “Ey
Allah’ım, beni affet, bana merhamet et, bana doğru yolu göster. Bana sağlık,
afiyet ve bol rızık ver” dedi.[306]
el-Halîmî der ki: “Hakîm,
söylediği her söz ve yaptığı her fiil doğru olandır. Böyle bir sıfatla
nitelenmek ancak Allah’a yakışır. Çünkü yaptığı bütün fiiller doğrudur,
eserleri mükemmeldir ve hiçbir kusuru yoktur. Bu kadar doğru, sağlam ve
mükemmel eserler ancak Hakîm olan biri tarafından yapılabilir. Bu eserlerin
hayat sahibi, bilen ve güçlü olan biri tarafından yapılması zorunlu olduğu gibi,
Hakîm olan biri tarafından da yapılmış olması zorunludur.
el-Hattâbî der ki: “Hâkim,
eşyaları sağlam ve eksiksiz yaratandır. Sözcük, müfil (muhkim) kalıbından faîl
(Hakîm) kalıbına dönüştürülmüştür. Muhkim, sağlam yapan anlamındadır. Eşyanın
sağlam yapılması demek, bunların güzel bir planla ve herkes tarafından
takdirle karşılanan bir yapıyla oluşturulması demektir. Yoksa her yapının
sağlam yapılı ve yıkılmaz olduğu kastedilmemektedir. Çünkü bu âlemde, karınca
gibi son derece zayıf yapılı varlıklar da bulunmaktadır. Ancak bu tür
varlıkların yaratılış sanstı bunları yaratan mâhir bir ustanın varlığına
delalet etmektedir. Tıpkı göklerin, yerin, dağların ve daha nice büyük
varlıkların yaratılışının Allah’ın varlığına delalet ettiği gibi. Yüce Allah
mükemmel yaratıcılığını bize şöyle haber verir: “Ki O, yarattığı her şeyi en
güzel yapandır.”[307]
Allah Teâlâ, burada varlıkların dış görünümlerinin güzelliğine değil en güzel
şekilde yaratılışına işaret etmektedir. Çünkü dış görünüm güzelliği maymun, domuz
vb. birçok hayvanda bulunmamaktadır. Bu yüzden burada yaratılan her varlığın
güzel bir planla yaratıldığı kastedilmektedir. O, bu varlıkları dilediği şekillerde,
dilediği görünümlerde ve dilediği biçimlerde yaratmıştır.[308]
Allah, bütün varlıkları bir plana göre yarattığını bize şöyle haber verir: “O
her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.”[309]
Hikmet, bir şeyi yapanın
onu ne için yaptığıyla alâkalıdır. Yani hikmet, yapanın yapma amacıyla ilgili
bir kavramdır. Dolaysıyla bir amaç için yapmayan kimse hakkında hikmet
düşünülemez.[310]
Hikmeti kabul etmeyen, Allah’a tam anlamıyla hamd edemez, O’nu eksikliklerden
münezzeh tutamaz. Hikmetin olmadığını savunanların iddiaları, ilk ve son dönem
İslâm âlimleri tarafından reddedilmiştir.[311]
Kitap ve Sünnette Hikmet ve Bu Sıfatı Kabul Etmeyenlere Cevap
“(Ki her biri) büyük hikmettir.”[312]
“Allah, sana Kitabı ve
hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti.”[313]
“Kime dilerse hikmeti
ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir.”[314]
Hikmet, faydalı ilim ve
salih ameldir. İlim ve amel, asıl hedefe bağlı olması ve ona ulaştırması
nedeniyle hikmet olarak adlandırılmıştır. Söylenen sözler, övülen sonuçlara ve
yararlı isteklere ulaştırmadıkça hikmet olarak adlandırılmaz. Dolaysıyla
hikmet, kişinin yararlı ilme ve salih amele yönelmesini ve istediği sonucu elde
etmesini sağlar.
Eğer hikmetle konuşan
kişi, hitap ettiği kimselerin yararını, doğru yolu bulmalarını ve mutluluğa
kavuşmalarını istemiyorsa, onlara bunun yollarını ve engellerini göstermiyorsa,
konuşmasının amacı bu değilse, bu amaçla konuşmuyorsa, peygamberleri bunun
için göndermemişse, kitapları bunun için indirmemişse, sevap ve azabı bunun
için koymamışsa, hikmet sahibi olmadığı gibi, sözleri de hikmet değildir.
“Bu, Allah’ın göklerde
ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah’ın gerçekten her şeyi bilen
olduğunu bilmeniz içindir.”[315]
“Allah, yedi göğü ve
yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner;
sizin gerçekten Allah’ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın
ilmiyle her şeyi sarıp kuşattığını bilip öğrenmeniz için.”[316]
“Öyle ki, Kitab ehli (yahudi
ve hıristiyanlar) Allah’ın fazlından hiçbir şeye güç yetirip sahip
olmadıklarını ve fazlın muhakkak Allah’ın elinde olduğunu, onu dilediğine
verdiğini bilip öğrensin.”[317]
“O, bunun önüne ve
arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer. Öyle ki onların, Rablerinden gelen
risaleti (insanlara gönderilenleri) tebliğ ettiklerini; (Allah’ın) onların
nezdinde olanları sarıp kuşattığını ve her şeyi sayı olarak da tespit ettiğini
bilsin.”[318]
“Allah bunu (yardımı)
size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı.”[319]
Eğer bu âyetlerde geçen “Lâm”,
“Firavun’un ailesi, onu (ileride bilmeksizin) kendileri için bir düşman ve
üzüntü olsun diye aldılar.”[320]
âyetinde kullanıldığı gibi ‘Akibet Lâm’ıdır. Çünkü burada Lâm’dan sonra gelen,
istenen bir sonuç değildir. Fakat eylemleri sonuçta buraya gelip dayanacağından
ve yaptıkları, böyle kötü bir sonla biteceğinden fiilin başına “Sebep Lâm’ı
gelmiştir. Oysa gerçekte bu “Akibet Lâm”ıdır denilirse…
Bu iddiaya iki yönden
cevap verebiliriz:
İnsanların Başına Gelen Belalar ve Bunlardaki Hikmetler
1) Bil ki, Allah’ın her
kuluna has rahmeti, ihsanı ve keremi vardır. O, bunları dilediğine verir. Bu,
O’nun Rab oluşunun, ilâhlığının ve hikmetinin bir gereğidir. Her iş, O’nun
nezdinde ihsan ve adalet üzere taksim edilmiştir. Dilediği kuluna merhamet
eder, dilediğine azap eder. O, her iki durumda da hamd edilmeyi hak eder. İyi
kullar O’nun ihsan ve merhametini, kötü kullar ise azabını hak eder. Her iki
grubun da hikmet, belâ ve musibetten payları vardır. Bu dünyada var olan her
şey, onlar için yaratılmıştır. her şeyde mü’minler için iyilik, yarar ve
merhamet vardır. Allah, mü’minleri iyilikler için yaratmış, onlar da bu
iyilikleri yapmaktadırlar. Allah, onları bu yönde kullanmaktadır. Ancak onlar
bunu, O’nu tanıyınca idrak edebildiler. Allah’ın önceden dilemesi ve taksimi
olmasaydı, onlar hiçbir iyilik yapamaz ve sevabını alamazlardı.
Aynı şekilde Allah’ın
dilemesi olmadıkça hastalıklar ve zehirler de onlara zarar veremez.
Düşmanları olan şeytan ne zaman onlara bir vesvese verse, tuzağına düşürmek
istese veya zarar vermeye çalışsa, bu iyi kullar hemen Allah’ı hatırlar ve
şeytanın tuzağını görüp ondan uzaklaşırlar. Oysa diğer insanlar, şeytana
aldanır, tuzağına düşer ve sapkınlıklar içinde bocalar dururlar. Kendilerini
kurtarmaları için onlara yardım eden de olmaz.
Bu iyi kullar büyük veya
küçük bir günah işlediklerinde, hemen sağlam bir tevbe ile bu günahlardan uzaklaşır
ve iyilikler yaparlar. Böylece bu günahlar, onlar için bir rahmete ve ilaca
dönüşür. Yaptıkları iyilikler, günahlarını siler ve yeniden Rablerine
yönelirler. Allah, kendisini ve ihsanını onlara tanıtmıştır. Kalplerinin
kendi elinde olduğunu ve kendisinin onları koruduğunu onlara bildirmiştir. İyi
kullar, Allah’a isyan etmemeye azmetmişlerdir. Ancak bu azimlerinin de Allah’ın
elinde olduğunu bilirler. Allah, kaza ve kaderdeki üstünlüğünü, af ve bağışlamadaki
iyilik ve ihsanını onlara göstermiştir. Allah, onlardaki eksiklikleri, zulüm ve
cehaletleri kendilerine göstermiş ve bizzat nefislerini onlara şahit
tutmuştur.
İyi kullar, daima Allah’a
muhtaç olduklarını ve O’na karşı boyun bükmek gerektiğini bilirler. Eğer O,
kendilerini bağışlamaz ve günahlarını af etmezse asla bir kurtuluş yolu
bulamayacaklarını çok iyi bilirler. Bu kullar, Allah’a isyan etmemeye kesin
karar verdikten ve bunu sözlerle sağlamlaştırdıktan sonra Allah’ın dilemesi ile
günah işlediklerinde, bununla Allah’ın üstün gücünü, günahlarını gizlemesi ile
güzelliğini, yumuşak huyluluğunu, geniş affını, şefkatini, merhametini ve
esirgemesini tanır, bilirler. O’nun acele etmeyen Halîm ve merhameti öfkesini
geçmiş Rahîm olduğunu daha iyi anlarlar.
Ne zaman tevbe ederek
kendisine dönerlerse, O’nu bağışlayan, merhamet eden, yumuşak ve ihsan sahibi,
işledikleri kötülükleri affeden, kendilerini yanılmalardan koruyan, tevbeden
sonra kendilerini seven biri olarak bulurlar. Bu yüzden O’na yalvarır ve
içtenlikle dua ederler. Dualarını güzellikle kabul etmesini, güzel şefkatini,
kendilerine dua etmeyi ilham etmesini ve tevbeyi kolaylaştırmasını vesile
kılarak O’na yaklaşırlar. Her şeyden yüz çevirerek bütün varlıkları,
samimiyetleri ve kalpleri ile O’na yönelirler.
Kulların günah işlemeleri
ve hata yapmaları, Allah’ın onlara şefkat göstermesine, iyilikte bulunmasına
ve nimetler vermesine mani olmaz. Günahlarına ve isyanlarına rağmen kullar
daha tevbe etmeden, O, kendilerine yönelir, tevbelerini kabul eder. Kullar
henüz bir talep ve istekte bulunmadan onlara sayısız nimetler verir. Kullar,
tevbe edip kendisine yöneldiklerinde ve günahlarının bağışlanmasını
dilediklerinde ise onlara daha farklı muamelede bulunur. Onlara geniş merhametini
gösterir; güzel nimetlerini, genel ve özel bağışını, affını, iyiliğini ve
geniş keremini tanıtır. Uzun süren kötü amellerden, şiddetli nefretlerden ve
günah bataklığına saplanmalarından onları kurtarır ve tevbelerini kabul eder.
Günah işlemelerine rağmen onlara yaptığı iyilik ve ihsana, kendilerini şahit
tutar; onlara büyük övgüye layık olduğunu gösterir.
Onlar, Allah’ın verdiği
nimet ve yardımlarla günah işlediklerini, ama buna rağmen Allah’ın kendilerini
günahlarla baş başa bıraktığını ve nimetleri kesmediğini anlarlar. Sonra Allah’ın,
kendilerini, kurtuluşu olmayan yıkım ve felaketleri gerektiren günahlarla baş
başa bırakmadığını, aksine şifa veren ikinci bir ilaçla bu hastalıktan ve bataklıktan
kurtardığını görürler. Eğer Allah’ın yardımı olmasaydı bu kötü durum onları
helâke götürecekti. Ancak Allah, kalplerinde bir umut yeşertti, akıllarındaki
tevbe düşüncesini güçlendirdi ve kendisinin, onların kendisi hakkındaki zanları
gibi olduğunu bildirdi.
Eğer Allah, işledikleri
günahların çirkinliğini ve büyüklüğünü, öfkesini ve kızgınlığını isyan
edenlere göstermiş olsaydı, bu, onların O’nun merhametinden tamamen umut
kesmelerine, kronik ve öldürücü bir hastalığa yakalanıp helak olmalarına neden
olurdu. Fakat Allah, felaketten önce onlara merhamet etti ve günahların neden
olduğu kötü izleri, çeşitli belâ ve sıkıntılar vererek sildi. Bu, onlara olan
merhametinin bir gereğiydi. Bu belâ ve sıkıntılar aynı zamanda derecelerinin
yükselmesine, kendisine daha yakın olmalarına ve katında daha değerli bir
konuma gelmelerine neden oldu.
Böylece onlara, günah
işlemelerine rağmen rabliğinin üstünlüğünü ve kulluğun ezilmişliğini gösterdi.
Kendisine yakın mertebelere gelmelerini ve üstün nimetlerine kavuşmalarını
sağladı. Her halükarda kazanan, nimet ve ihsanından geniş şekilde yararlanan,
günah işledikten sonra pişman olup tevbe edenler oldu. Allah’ın mü’min için
verdiği her hüküm ve her takdir, O’nun hayrınadır. Ve bu, Allah’ın keremine
nail olmaya ve sevabını kazanmaya neden olular.[324]
Özetle; Allah’ın Hakîm
ismi, bütün varlıklarla ve dinî emirlerle ilgili bir isimdir. Gerek
varlıkların yaratılışı, gerekse dinî emir ve yasaklar son derece sağlam ve mükemmeldirler.
O’nun kader, din ve ceza ile ilgili bütün kararları doğru ve yerinde verilmiş
kararlardır.[327]
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Her şeyde bir hikmeti
bulunan ve akıl sahiplerini derin bir hayrette bırakan Yaratıcıyı yüceltmek ve
O’na kulluk etmektir.
* * *
﴿ اَلْحَلِيمُ
﴾
HALÎM
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Ve bilin ki, şüphesiz
Allah bağışlayandır, (kullara) yumuşak davranandır.”[328]
“Şüphesiz Allah,
bilendir, Halîmdir.”[329]
Halîm kelimesinin anlamı
hakkında el-Halîmî der ki: “Halîm, günahları nedeniyle kullarına nimet
vermeyi ve iyilik yapmayı kesmeyendir. O, kendisine itaat edeni
rızıklandırdığı gibi isyan edeni de rızıklandırır. Kendisinden korkan ve
iyilik yapanlara nimet vermeye devam ettiği gibi günah işlemeye devam eden
kullarına da nimet vermeye devam eder. Belâ ve musibetlerden koruması için
kendisine dua edeni veya ibadetle meşgul olup bu istekte bulunamayanı koruduğu
gibi, dua etmeyen ve kendisinden gafil olan kimseleri de belâ ve musibetlerden
koruyabilir.” [330]
Ebû Süleyman el-Hattâbî
ise bu ismi şöyle açıklar: “Halîm, günahları bağışlayan ve cezalandırmada
acele etmeyen, öfkesine yenilmeyen, cahillerin cehaleti ve asilerin isyanı
kendisini öfkelendirmeyendir. Halîm ismi, gücü olduğu hâlde bağışlayana
verilir; gücü olmadan bağışlayana bu isim verilmez.”[331]
el-Aklîşî ise şunları
söyler: “Allah, Halîm’dir. Yani cezaları erteleyen veya tamamen kaldırandır.
Allah’ın cezaları ertelemesi, müşahede ile; kaldırması ise nakli deliller ile
bilinmektedir. Bütün İslâm âlimleri bu konuda görüş birliğine varmışlardır.
İnkarcı ve günahkarların
cezalarının ertelenmesi bu dünyada gerçekleşir. İsyan ehlinin cezasının âhirete
ertelenmesi gözlerle müşahede edilebilir. Bu kimselerin, Allah’ı inkar
etmelerine ve O’na isyan etmelerine rağmen sağlık ve afiyet içinde bulunmaları,
Allah’ın nimetleriyle birlikte yaşamlarını sürdürmeleri ertelemenin açık göstergesidir.
Cezaların kaldırılması
ise âhirette gerçekleşir. Bu yalnız, cezayı hak etmiş bazı müslüman günahkârlar
için geçerlidir. İnkarcıların bununla bir ilgileri yoktur. Onların bu isimle
ilgili olarak âhirette hiçbir payları yoktur. Âyet ve hadislerle bu
kesinleşmiş bir hükümdür. İslâm bilginleri bu konuda ittifak etmişlerdir. Bu
yüzden her müslümanın, mutlak Halîm’in yalnız Allah olduğunu bilmesi gerekir.
Bu ismin başkaları için kullanılması, gerçek anlamda değil mecazî anlamdadır.
Allah’ın hilm ve
yumuşaklığı, inkarcıları, günahkârları ve isyan ehlini içine alacak
genişliktedir. O, cezayı hak edenleri cezalandırmakta acele etmez, tevbe etmeleri
için onlara süre verir. Eğer Allah dilese, günah işledikleri an kullarını
cezalandırır. Çünkü bazı günahlar, çeşitli acil cezaların verilmesini gerekli
kılmaktadır. Ancak O’nun hilmi, günahkârlara süre tanımayı gerekli kılmaktadır.”[332]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah, kazanmakta oldukları
dolayısıyla insanları (azab ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) üzerinde
hiçbir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar
ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi
kullarını görendir.”[333]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Allah Teâlâ’nın burada
sabırla nitelendirilmesi, hilm anlamındadır. Yani böyle çirkin bir iddiada
bulunmalarına ve cezayı hak etmelerine rağmen Allah, onları cezalandırmakta
acele etmemektedir.[336]
* * *
﴿ اَلْحَمِيدُ
﴾
HAMÎD
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Hiç şüphesiz Allah, Ganî (hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç
olmayan)’dır, Hamîd (hamd da yalnızca O’na ait)’ tir.”[338]
el-Halîmî bu isim
hakkında der ki: “Hamîd, hamd edilmeyi hak eden, hamda layık olandır. Çünkü O,
vardı ve bütün varlıkları ve insanı yoktan var etti. Sonra iki üstün nimeti
akıl ve hayatı insanda topladı. Sonra ona sayısız nimetler verdi ve onu, bütün
varlıklara üstün kıldı. Ona çalışma azmi verdi. O halde O’ndan başka kim hamd
edilmeyi hak eder? Kim O’nun kadar hamde layık olur? Hayır, bütün övgüler ve
hamdler sadece O’nadır, başkasına değil. Bütün bu minnet ve bağışlar
başkasından değil sadece O’ndandır.”
el-Hattâbî ise şöyle
söyler: “O, fiilleriyle hamd edilmeyi hak eden ve hamda layık olandır. Hamîd, “faîl”
vezninde olup “mefûl” yani “Mahmûd / övülen, hamd edilen” anlamındadır.
Sıkıntı ve bolluk zamanlarında, şiddet ve rahatlık anlarında yalnız O’na hamd
edilir. Çünkü O, Hakîm’dir. her şeyi yerli yerinde yapar. Hiçbir fiilinde hata
yapmaz ve yanlışlık bulunmaz. O, her durumda övülmeyi hak edendir.”[339]
Hamîd, Allah’ın sabit
sıfatlarından biridir. Bu, bazen sözleriyle bazen de zatıyla ilgilidir. Her
iki durumda da özel tamlama olarak kullanılır. Hamîd, sözlerle ilgili olarak
kullanıldığında Hâmid (Hamd eden, öven) anlamına gelir. Bu durumda hamd, iki
anlamda kullanılır.
Hamîd, zatla ilgili
olarak kullanıldığında ise Mahmûd (hamd edilen, övülen) anlamına gelir.
Böylece Allah, kendi zatını sözlerle öven Hâmid ve kullarının kendisini
övdüğü, methettiği ve saygı duyduğu Mahmûd’dur. Kulların Allah’ı övmesi, O’na
hamd etmesi ve diğer kısımlardaki hamd türleri özel tamlama anlamındadır. Çünkü
her insan Allah’a hamd etmeyeceği gibi Allah da her insanı hamd ehli yapmaz.
Allah’ın gazabını kazanmış insanlar O’na hamd etmekten uzaktırlar. Allah, böyle
insanları hamd ehli yapmaz. Ancak bu insanlar kıyamet günü kabirlerinden kaldırıldıklarında
istemeseler de Allah’a hamd edeceklerdir.[340]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi çağıracağı gün, O’na övgüyle icabet
edeceksiniz.”[341]
İbn Kayyim ise Hamîd ismi
hakkında şunları söyler: “Hamîd, övülmeyi gerektirecek sıfatlara ve sebeplere
sahip olan ve hamd edilmeyi hak edendir. Hiç kimse O’na hamd etmese bile O,
yine de hamda layık olandır. O, zatıyla övünen ve kendisini övendir. Mahmûd,
hamd edenlerin kendisine hamd ettiği ve övdüğüdür. Mecîd (Yüce) Mümecced (Yüceltilen),
Kebîr (Büyük) Mükebber (Büyük görülen), Azîm (Ulu) Muazzam (Ululanan) da
böyledir. Hamd ve mecd, her ikisi de tamamıyla Yüce Allah’a aittir.
Hamd, övmeyi ve hamd
edileni sevmeyi gerektirir. O’nu seven ama O’nu övmeyen, O’na hamd etmiş olmaz.
Herhangi bir nedenden ötürü O’nu öven ama O’nu sevmeyen de hamd etmiş olmaz.
Dolaysıyla O’nu sevmedikçe ve övmedikçe O’na hamd edilmiş olmaz. Övgü ve
sevgi, bunları gerektiren sebeplere bağlıdır. Hamd edilenin eksiksiz ve üstün
sıfatlara sahip olması, insanlara ihsanda bulunması O’na hamd etmeyi gerektiren
nedenlerdir. Sevgi ve övgüyü sağlayan bu tür nedenlerdir. Bu sıfatlar ne kadar
çok ve mükemmel olursa, gösterilecek sevgi ve övgü de o kadar çok ve büyük
olur. Allah Teâlâ, hiçbir yönden hiçbir eksiği bulunmayan mutlak kemâl
sahibidir. Bütün iyilikler ve ihsanlar O’ndan gelir ve yine O’na döner. Bu yüzden
O, her yönden hamd edilmeye, sevilmeye ve övülmeye layıktır. O, zatı,
sıfatları, isimleri ve fiilleri için sevilen tek varlıktır. O’ndan kaynaklanan
her şey güzeldir ve her iyilik için O’na hamd edilmelidir.”[342]
Allah’ın Kendi Zatını Övmesi ve Kulların O’na Hamd Etmesi
Bütün gökler, yer, ikisi
arasında bulunanlar ve bunların dışında var olan her yer Allah’a hamdla
dolmuştur. Allah’a hamd, dünyayı ve âhireti, üstün ve alçak bütün âlemleri
doldurmuştur. O’nu hamd etmenin genişliği ilminin genişliğine ulaşmıştır.
Bütün varlıklar eksiksiz bir şekilde O’na hamd ederler. Sonunda O’na hamd
edilmeyen bir hüküm yoktur. Gökler ve yer, O’na hamd ile ayakta durmaktadırlar.
Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme O’na hamd ederek girerler.
Hasan Basrî der ki: “Cehennem ehli, Allah’a hamd ederek cehenneme girerler.”
Allah Teâlâ, bütün âlemlerin
Rabb’i oluşuyla övünür ve yalnız kendisinin hamda layık olduğunu bize şöyle
bildirir: “Hamd, yalnız âlemlerin Rabb’i olan Allah’a aittir.”[343]
Allah, kitapları indirmekle
de övünür ve şöyle buyurur: “Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç
bir çarpıklık kılmayan Allah’a aittir.”[344]
Allah, gökleri ve yeri
yaratmakla da övünür ve şöyle buyurur: “Hamd gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı (nuru) yaratan Allah’adır.”[345]
Allah, her şeyin sahibi
olmakla ve mülkünün kusursuz oluşuyla övünür ve şöyle buyurur: “Hamd,
göklerde ve yerde olanların tümü kendisine ait olan Allah’ındır; âhirette de
hamd O’nundur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, haber alandır.”[346]
O’nun hamdi bütün zaman
ve mekanları doldurmuş, bütün eşyaları ve sözleri kapsamıştır. Yüce Allah
şöyle buyurur: “Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit
de Allah’ı tesbih edip (yüceltin). Hamd O’nundur; göklerde de, yerde de, günün
sonunda da ve öğleye erdiğiniz vakit de.”[347]
Bütün varlıklar nasıl O’na
hamd etmesin? “Ki O, yarattığı her şeyi en güzel yapandır.”[348]
O’na nasıl hamd etmesinler ki, kendileri O’nun yapısıdırlar ve O’nun emriyle
var olmuşlardır. “Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın
sanatı (yapısı)dır bu.”[349]
Allah’ın bütün fiilleri
hikmet, merhamet ve faydalarla doludur. O’nun her fiili adalettir ve güzeldir.
Yasakladığı her şey kötüdür. Bütün varlık O’nundur. Bütün iyilikler O’nun
elindedir. Bütün işler sonuçta O’na gelip dayanacaktır. Her şey O’na doğru
akmaktadır. Özetle eylem sahibinin eylemindeki hikmeti büyüdükçe O’na yapılan hamd
de büyür. Eğer eyleminde bir hikmet yoksa ve bir amacı bulunmuyorsa, o kimse
övgüyü hak etmez.[350]
Allah Teâlâ, açık ve
gizli, dinî ve dünyevî bütün nimetleriyle, kullarını tehlikelerden ve
felaketlerden korumasıyla hamd edilmeyi hak etmektedir. En güzel isimlere ve
en üstün sıfatlara sahip olması ayrıca hamd edilmeye değer. O, bu isim ve
sıfatlarla hamd edilir, övülür ve methedilir. Allah en güzel ve en mükemmel
sıfatlara sahiptir. Hiçbir eksik ve kusuru yoktur. O’nun sahip olduğu bu
sıfatların her biri, en mükemmel şekilde hamda layıktır. Zatında, sıfatlarında,
isimlerinde ve fiillerinde O’na hamd olsun. Varlıkları yaratmasına, emir ve
yasaklar koymasına, kaderle ilgili hükümlerine, dinî hükümlerine, dünya ve âhiretteki
sevap ve ceza hükümlerine hamd olsun. Özetle ve ayrıntılarla O’na hamd olsun. Kalemlerin
sayamayacağı ve düşüncelerin hayal edemediği her şey için O’na hamd olsun.[351]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Hz. Peygamber bir
hadislerinde şöyle buyurur: “Zikrin en efdali, Lâ ilâhe illallah, övgünün en
efdali ise, Elhamdu lillah’tır.”[353]
Müslüman bu ismi
bilmekle, Allah tarafından övülen davranışlar kazanmaya çalışmalı ve kendisine
üstün ahlâk edinmeli, bunlarla çelişen davranışları terk etmeli, anlamsız ve
faydasız şeylerden kaçınmalıdır.[354]
Varlık âlemindeki en
küçük parçacıklar bile O’na hamd eder ve hamd edilmesine şahitlik yapar. Bu
yüzden gökler, yer ve ikisi arasında bulunan her şey O’nu hamd ile tesbih eder.[355]
Yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirir: “Yedi gök, yer ve bunların
içindekiler O’nu tesbih etmektedir; O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur,
ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz.”[356]
Bütün bu sıfatları ile O,
her yönden hamd edilmeye layık olandır. Güçsüzlük, yaratılmışlık ve cansızlık
O’nun hakkında mümkün olmadığı gibi O’nun övülmemesi ve hamd edilmemesi de
mümkün değildir. Bütün hamd ve övgüler yalnız O’nadır. O, mutlak İlah, Rab ve Kâdir
olduğu gibi aynı zamanda kendisine hamd edilen ve övülen Mahmûd’dur.
* * *
﴿ اَلْحَيُّ
-
اَلْقَيُّومُ
﴾
HAY - KAYYÛM
Kur’an-ı Kerîm’de bu iki
isim çoğu zaman birlikte zikredilir. Şu âyetlerde olduğu gibi:
“Allah. O’ndan başka ilâh
yoktur. Diridir (Hay), kaimdir (Kayyûm).”[357]
“Sen, asla ölmeyen ve
daima diri olan (Allah)’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et.”[358]
İbn Abbas bir hadis-i
şerifte Hz. Peygamber’in şöyle dua ettiğini rivayet eder: “Ey Allah’ım! Sana
teslim oldum, sana inandım, sana dayandım, sana yöneldim ve senin için mücadele
ettim. Beni saptırmandan senin izzet ve üstünlüğüne sığınırım. Senden başka ilâh
yoktur. Sen asla ölmeyen ve daima diri olansın. İnsanlar ve cinler ise ölürler.”[359]
Hay, her yönleriyle tam
bir hayata sahip olan demektir. İşitme, görme, güçlü ve irade sahibi olmanın
yanında diğer zati sıfatlara da sahip olan ve eksiksiz bir hayatın bütün
anlamlarını kendinde toplayan kimsedir.[360]
Hayat sahibi olmak, bütün
kemâl sıfatlara sahip olmayı zorunlu kılar. Bu sıfatlardan herhangi birine
sahip olmamak, hayat sahibinin güçsüzlüğünü gerekli kılar. Allah Teâlâ’nın
hayatı en mükemmel ve en eksiksiz bir hayat olduğuna göre; O, bu özelliğin
zıddı olan bütün eksik ve kusurlu sıfatlardan uzaktır. Allah, bütün kemâl sıfatlara
ve kusursuz hayata sahip olan tek varlıktır. Kelamcılar bu aklî yolla, Allah’ın
işitme, görme, bilme, irade, kudret, kelam ve diğer sübûtî sıfatlarının
bulunduğunu ispat etmişlerdir.[361]
Kayyûm, yarattıklarını koruyup
idare eden, işlerini düzenleyendir. Bu, Katade’nin görüşüdür.
Hasan Basrî ise bu ismi
şöyle tanımlar: “Kayyûm, iyi ya da kötü yaptıklarının karşılığını vermek için
her canlının başında duran ve onu gözetleyendir. O, her şeyi bilir ve hiçbir
şey O’na gizli kalmaz.”
İbn Abbas: “Hay, gücünü
kaybetmeyen ve yok olmayandır.”der.
el-Hattâbî: “Kayyûm, sonu
olmayan ve varlığı daim olandır. Kayyûm, “fey’ûl” vezninde mübalağa kipidir.”der.[362]
Kayyûm, Allah’ın kusursuz
güç, kuvvet ve üstünlüğe sahip olduğunu gösterir. O, yalnız başına kâimdir. Ayakta
kalmak için hiçbir yönden kimseye ihtiyacı yoktur. O, kendi kendine yetendir ve
başkasına muhtaç değildir. O’nun dışında her şey O’na muhtaçtır. Her şeyi
ayakta tutan ve koruyan odur. O’nun desteği olmadan hiçbir şey ayakta duramaz
ve varlığını devam ettiremez. Bu, O’nun mükemmel gücünü gösterir.
Bu her iki isim, O’nun
bütün kemâl sıfatlarını, eksiksiz güç ve kudretini ve tam müstağni oluşunu
kapsar. Bu yüzden bu iki isimle Allah’tan yardım dileyen, sanki bütün isim ve
sıfatlarıyla Allah’tan yardım dilemiştir. Bu nedenle Allah’tan bu iki isimle
yardım dilemek sıkıntılardan, dert ve kederlerden, zorluk ve darlıklardan
kurtulmak ve isteklere kavuşmakta daha etkilidir. Yardım dilenen ve umulan
rahmet, mahlukatın değil Allah’ın bir sıfatı olarak istenmektedir. “Senin
izzet ve üstünlüğünle sığınırım” diyerek izzetle sığınma talep eden kimse,
Allah’ın mü’min kullarını üstün tutmak için yarattığı izzetle değil, Allah’ın
bir sıfatı olarak sığınma talep etmektedir.
Bütün bu sözler ehlisünnetin
Hz. Peygamber’in “Allah’ın tam kelimeleri ile sığınırım” duasında geçen görüşünü
doğrulamaktadır. Ehlisünnet burada geçen “Allah’ın kelimeleri”nin mahluk
(yaratılmış) olmadığı görüşündedir. Çünkü onlara göre mahluk olandan sığınma talep
edilmez. Meleklerin diliyle anlatılan “Rabb’imiz, rahmet ve ilim bakımından
her şeyi kuşatıp sardın”[363]
âyetindeki rahmet, her şeyi kuşatıp saran bir sıfat olarak zikredilmektedir. Yüce
Allah’ın “Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır”[364]
âyetindeki sözü de bu anlamdadır. Nasıl ki ilmi her şeyi kuşatıp sarmışsa, aynı
şekilde merhameti de her şeyi kuşatıp sarmıştır.[365]
Kulun, Allah’ın Kayyûm Oluşunu Bilmesinin Etkileri
Kul, Allah’ın bütün fiilî
sıfatlarını kapsayan Kayyûm ismini tanıdığında, her şeyin O’nun desteği ile
ayakta kaldığını, varlığını devam ettirdiğini, her canlıyı O’nun hayatta
tuttuğunu ve koruduğunu görür. Allah Teâlâ’nın kimseye muhtaç olmadan yalnız
başına kâim olduğunu, O’nun dışındaki bütün varlıkların ancak O’nunla var
olabildiklerini, varlıklarını devam ettirdiklerini, O’nun her şeyi düzenleyip
idare ettiğini, kimini üstün tutup kimini alçalttığını, iyilik edenlere sevap
kötülük edenlere de azap ulaştırdığını müşahede eder. Allah’ın kâim olmakla
asla uyumadığını, zaten uyumanın O’na yakışmayacağını, herkese adil
davrandığını, kimine bol kimine az rızık verdiğini, asla şaşırmadığını,
unutmadığını ve yanılmadığını anlar.
Kâinatı bu şekilde görmek
ve anlamak, âriflerin ulaşabildiği bir mertebedir. Rububiyet mertebesi işte
budur. Bu mertebeden daha üstün olan mertebe ilâhlık mertebesidir. Bu mertebe
ancak peygamberlerin görebileceği bir mertebedir. Bu mertebede Allah’tan başka
ilâh olmadığı, O’nun dışında her şeyin bâtıl ve geçersiz olduğu hakke’l-yakin
müşahede edilir. Allah’tan başka Rabb’in olması imkansız olduğu gibi O’ndan
başka ilâhlığı, tapınmayı, kendisi için namaz kılmayı, secde etmeyi hak eden
bir ilâhın olması da imkansızdır. Allah’ın kemâl isimlerine, sıfatlarına ve
fiillerine mutlak itaatle birlikte sevgi beslemek gerekir. Bütün sevgilerin
sonu, bu sevgidir. Mutlak olarak yalnız O’na itaat edilir ve yalnız O’na
tapılır. Hüküm ve karar verme yetkisi O’nundur. O’ndan başkasına yapılan bütün
ibadetler geçersizdir ve sapıklıktır. O’ndan başkasını sevmek sahibine azap
verir. O’nun dışındaki her zenginlik gerçek yoksulluktur. O’nun dışında bir
şeyle övünmek ve üstünlük iddia etmek asıl alçaklıktır ve küçüklüktür. O’ndan
başka her çokluk, azlık ve muhtaçlıktır.
Varlıkların Allah’tan
başka Rabb’inin olması mümkün olmadığı gibi onların Allah’tan başka ilâhının
olması da mümkün değildir. Bütün istekler O’na gelip son bulur, bütün dilekler
O’ndan istenir. O’nunla birlikte başka bir ilâhın bulunması da mümkün değildir.
Gerçek ilâh O’dur. O, gerçek mülk sahibidir, hiçbir şeye muhtaç değildir ve hiç
kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Her şey O’nunla kâimdir, O’nun kâimliği
kimseye bağlı değildir. Varlık âleminde iki ilâhın bulunması mümkün değildir. Eğer
varlık âleminde iki ilâh bulunmuş olsaydı, kâinatın düzeni bozulur ve hiçbir
varlık var olamazdı. Bu kainatta, eşit seviyede ve birbirinden bağımsız iki
failin (yaratıcının) olması da mümkün değildir. Çünkü birinin bağımsız oluşu,
ötekinin bağımsız oluşuna terstir. Birinin tam bağımsız oluşu, diğerinin Rab
olmasını engeller.[366]
Sâliklerin (Allah’a
yürüyenlerin) tecrübe edip kabul ettiklerine göre, “Yâ Hayyu yâ Kayyûm, lâ ilâhe
illâ ente / Ey diri ve kâim olan! Senden başka ilâh yoktur” duasını okuyan ve
bunu tekrarlayan kimsenin kalbi ve aklı dirilir.
Şeyhülislâm İbn Teymiye,
bu duaya gerçekten çok düşkündü. O’nu dilinden hiç düşürmezdi. Bir gün bana
şöyle dedi: “Kalbin diri olması için bu iki ismin (Hay ve Kayyûm) çok büyük
etkileri vardır.” İbn Teymiye bu iki ismin, ism-i azam olduğuna işaret
etmekteydi. Bir defasında O’nun şöyle dediğini işittim: “Kim sabah namazının
sünneti ile farzı arasında kırk defa “Ya Hayyun yâ Kayyûm, lâ ilâhe illâ ente,
birahmetike esteğîs (Ey diri ve kâim olan! Senden başka ilâh yoktur. Rahmetinle
yardım diliyorum) derse, kalbi dirilir ve asla ölmez.”
el-Esmâü’l-hüsnâ ile
ibadet etmenin, onunla dua etmenin kıymetini bilen, emir, yaratılış ve kulun
istek ve ihtiyaçları arasındaki gizli ilişkiyi fark eden, bunun gerçekliğini
daha iyi kavrar. Bilinmelidir ki, her istek ve ihtiyaç, kendisine uygun olan
üslup ve dualarla istenir. Kur’an ve hadislerdeki duaları incelersen, bunun
böyle olduğunu görürsün.[367]
* * *
﴿ اَلْحَيِيُّ
-
اَلسِّتِّيرُ
﴾
HAYÎ- SİTTÎR
Yüce Allah kendisini hayâ
sıfatı ile nitelendirdiği gibi Hz. Peygamber de O’nu bu sıfatla nitelemiştir.
Buna göre O, hayâ ve kerem sahibidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah,
hayâ ve kerem sahibidir. Kulun, kendisi için kalkan ellerini boş çevirmekten
hayâ eder.”[368]
Ümmü Süleym: “Ey Allah’ın
Resûlü! Allah, haktan hayâ etmez.” dedi.[369]
Hz. Peygamber onun bu sözünü onayladı ve şöyle buyurdu: “Evet, Allah, haktan
hayâ etmez; kadınlara arkalarından yaklaşmayın.”[370]
Ya’lâ b. Ümeyye
anlatıyor. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah hayâ sahibidir ve ayıpları
örtendir. Biriniz yıkanmak istediğinde kendisini bir şeyle örtsün.”[371]
el-Halîmî der ki: “Hayâ
vasfı, Allah için tevil edilir. Çünkü hayâ, kulların bir vasfıdır. Zira hayâ,
kulun kendi yapısında var olan ve onu, hayâ ettiği kimseyi yüceltmeye iten bir
durumdur. Bu ise sadece kullar için geçerlidir. Allah için böyle bir şey mümkün
değildir. Ancak Allah Teâlâ, istekte bulunanlara isteklerini vermesi,
kendisine yalvaranların ihtiyaçlarını karşılaması, kendi kerem ve ihsanı ile
onları geri çevirmemesi nedeniyle hayâ sahibi olarak nitelenmiştir. Hayâ,
kabul gören ve övülen bir ahlâkî vasıftır. İnsanlara has her güzel vasfın en
mükemmeli ve eksiksizi Yüce Allah’ta bulunur. Eğer bu vasıflandırmada bir
çelişki bulunsa, bu vasıf Allah hakkında tevil edilir. Yüce Allah, dua eden
kulunu boş çevirmekten hayâ ettiğini, hakkı söylemekten hayâ etmediğini bizzat
kendisi söylemektedir. Bu durumda Allah’ın hayâ etmesi, hakkı sahibine vermeyi
gerektiren adalet sıfatına dayanmaktadır. Her sıfatın geçerli olduğu bir makam
vardır. Hayâ vasfı, fiilî sıfatlardandır. Çünkü bu sıfat, Allah’ın keremini ve
nimetini ortaya koymasından ibarettir.”
el-Halîmî şöyle devam
eder: “Allah’ın hayâ etmesi, O’nun kendisine dua eden kulunu boş çevirmekten hoşlanmamasıdır.
Fakat insanların korktuğu gibi O, bu fiilinin (boş çevirmesi) kötülenmesinden
korkmaz. Oysa insanlar, bu korku nedeniyle bir fiili işler veya terk ederler.
Allah hakkında ise hiçbir korku caiz değildir.”[372]
Beyhakî ise şunları
söyler: “Sittîr, örten demektir. Allah kullarının birçok ayıplarını ve
kusurlarını örter, onları ortaya çıkarıp insanlar karşısında rezil etmez. Bu
yüzden kullar da kendi ayıplarını örterek, onur ve haysiyetlerini korumalı,
onurlarını lekeleyecek fiillerden kaçınmalıdırlar.”
“Allah ondan utandı”
cümlesinin anlamı, kulun kendisinden hayâ etmesi nedeniyle onu günahları yüzünden
cezalandırmayarak ödüllendirdi demektir.[373]
İbn Kayyim’in Allah’ın Hayâ Sıfatını Kabul Etmeyenlere Cevabı
Bu kimselere göre hayâ,
nefisten kaynaklanan bir durumdur. Bu yüzden Yüce Allah’ın böyle bir sıfatla
nitelendirilmesi caiz değildir.
Hayâ sahibindeki kemâl
sıfatları arttıkça sevinci, sevgisi, hoşnutluğu, öfkesi ve kızgınlığı da
artar. Bu yüzden Hz. Peygamber öfkelendiğinde öfkesi için ayağa kalkmazdı.
Anlatıldığına göre; Hz. Musa öfkelendiğinde başındaki sargısı tutuşurdu. Oysa
O, israiloğulları arasında en fazla hayâ sahibi olandı. Bu şiddetli hayâsı
nedeniyle asla kimsenin yanında yıkanmazdı.
Bu bir kemâl (olgunluk)
sıfatı ise, bunun, herkesten daha çok kemâl sıfatına layık olan varlıkta
(Allah) bulunmaması düşünülemez. Bu sıfat, nefisten kaynaklanıyor gerekçesiyle
yok sayılamaz. Bu iddia, meseleyi anlamamaktır, sabit ve doğru anlamları
çirkin ve nefret edilen isimlerle adlandırmaktır. Allah’ın bu sıfatını inkar edenler,
bunu hep yaparlar. Bu, onların bilinen bir özelliği ve karakteridir. Bu durum
bilindikten sonra, Allah’ın bu sıfatını kabul etmeyenler, Allah’ın hak ettiği
bir hakkı teslim etmeyenlerdir. Oysa Allah o hakla peygamberler göndermiş ve
kitaplar indirmiştir. Dininin aslı ve ibadetlerin amacı budur.[374]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Bazı ilk dönem
müslümanlardan rivayet edildiğine göre, onlardan kimisi, üzerinde bir örtü
olmadan veya birisi etrafına bir örtü tutmadan yıkanmaz, elinden geldiğince
gözlerden korunmaya çalışırdı. Abdullah b. Mes’ûd anlatıyor. Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: “Allah’tan gereği gibi hayâ ediniz.” Bizler: “Allah’a hamd
olsun, gerçekten O’ndan hayâ ediyoruz.” dedik. Hz. Peygamber: “Sizin sandığınız
gibi değil. Allah’tan gereği gibi hayâ etmek, aklının bildiğini koruması,
karnının yediğini gizlemesi, senin ölümü ve sonrasını düşünmendir. Bilin ki,
kim âhiret hayatını arzularsa, dünya hayatının süsünü terk eder. İşte kim bunu
yaparsa, Allah’tan gereği gibi hayâ etmiştir.” buyurdu.[375]
İbn Mes’ûd rivayet
ediyor. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “İnsanların peygamberlerden duyduğu ilk
söz şudur: Hayâ etmezsen dilediğini yap.”[376]
Allah bu âyette,
insanlardan utanıp gizlenen; ama insanları yaratandan utanma ve gizlenme gereği
duymayanları yermekte ve kötülemektedir. Çünkü böyle yapmakla onlar,
yaratılanları yaratandan üstün tutmaktadırlar.[378]
* * *
﴿ اَلْخَافِضُ
- اَلرَّافِعُ
﴾
HÂFID - RÂFİ’
Hâfıd ismi, Kur’an’da ne
yalnız başına ne tamlama ve ne de bu ismin türetildiği bir fiil olarak
geçmemektedir. Râfi’ ismi ise, bu şekilde olduğu gibi Kur’an’da geçmez. Fakat
aşağıdaki âyetlerde olduğu gibi değişik şekillerde geçer:
“Ey İsa, doğrusu senin
hayatına ben son vereceğim, seni kendime yükselteceğim.”[379]
“Dereceleri yükselten
Arş’ın sahibi (Allah)tır.”[380]
“Allah, sizden iman
etmekte olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.”[381]
Allah’ın Cemîl ismini
açıklarken geçen Ebû Musa hadisinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Rızkı yükseltir
(bol verir) ve indirir (az verir).”[382]
Bu iki isim, Ebû Hüreyre’nin
rivayet ettiği hadiste geçmektedir ve bütün İslâm âlimleri bunları kabul etmişlerdir.
Bu iki ismin, isim, fiil
ve nekre (belirsiz isim) biçimin de kullar için kullanılması caizdir. Alimler
arasında bu konuda bir ihtilaf yoktur. Abbas b. Mirdas’ın Hz. Peygamber’e
söylediği: “Bugün kimi alçaltırsak, artık kaldırılmaz.” sözü bunu
kanıtlamaktadır. Hz. Peygamber onun bu sözünü onaylamış ve elinden tutup
kaldırmıştır.
Hâfıd “ha-fe-de”
fiilinin, Râfi’ de “ra-fa-’e” fiilinin ism-i failidir. Araplar Hafd ve ref’
kelimelerini yer, mevki, makam, üstünlük ve alçaklık için kullanırlar. Birinin
diğerinden yer ve makam olarak üstünlüğü, diğerinin alçaklığını gerektirir. Bu
isimler gerçekte yükseklik ve alçaklığa delalet ederler. Ancak yönelmek ve yüz
çevirmek, yaklaşmak ve uzaklaşmak, üstün olmak ve küçük düşmek, dost veya
düşman olmak gibi anlamları da kapsarlar.
Allah, ref’
(yükseklik)ten değil hafd (alçaklık)tan başladı. Çünkü her iki isim de
başkalarını ilgilendiren isimleridir. Buna göre; bu isimler doğrudan kullarla
ilgili isimlerdir. Bu dünyada ve âhirette mü’min kullarını yükselten, inkarcı
ve münafıkları da alçaltan O’dur. Yüce Allah şöyle buyurur:
“İşte onlar,
sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler
ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanırlar.”[383]
“Katımızda sizi (bize)
yaklaştıracak olan, ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip
salih amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık
olmak üzere kat kat mükâfat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven
içindedirler.”[384]
“Gerçekten münafıklar,
ateşin en alçak tabakasındadırlar.”[385]
Şöyle bir söz
nakledilmiştir: “Allah hafd (alçak) ile başladı. Çünkü insanı önce cennette
yarattı, sonra da yeryüzüne indirdi. Sonra onlardan dilediğini yükseltecek
dilediğini de alçaltacaktır. Maddî yükseltme ve alçaltma budur. Manevî
yükseltme ve alçaltma ise, dilediği kaderleri indirmesi, dilediğini de
kaldırmasıdır. Şair şöyle söyler:
Zayıfı hor görme, belki sen
Bir gün düşersin, o da
yükselir.
Allah dilediği kulunu
indirir, dilediğini de yükseltir. Müslim, Amir b. Vasile’den rivayet ediyor.
Nafi’ b. el-Haris, Asfan’da Hz. Ömer’le karşılaşır. Hz. Ömer kendisini el-Vadi’de
görevlendirmişti. Hz. Ömer: “el-Vadi’de kimi görevlendirdin?” dedi. Nafi’: “İbn
Ebzî’yi.” dedi. Hz. Ömer: “İbn Ebzî de kim?” dedi. Nafi’: “Azad edilmiş kölelerimizden
biri.” dedi. Hz. Ömer: “Başlarına azatlı bir köleyi mi görevlendirdin?” dedi.
Nafi’: “O, Allah’ın kitabını okuyan ve miras ilmini iyi bilen biridir.” deyince
Hz. Ömer şöyle dedi: “Peygamberiniz şöyle buyurmuştu: “Yüce Allah, bu kitapla
nice milletleri yükseltir, nicelerini de alçaltır.”[386]
Ebü’d-Derdâ anlatıyor.
Hz. Peygamber, “O, her gün bir iştedir.”[387]
âyeti hakkında şöyle buyurdu: “O’nun bir günahı bağışlaması, bir sıkıntıyı
gidermesi, bazı milletleri yükseltmesi, bazılarını da alçaltması, bu iştendir.”[388]
Her iki isim Allah’ın
fiilî isimlerindendir. Âlimler arasında bu konuda bir ihtilaf yoktur. Allah
dilediği kimselere nimetler vererek yükseltir, dilediği kimseleri de verdiği
nimetleri alarak alçaltır. Buna göre; kulların yükselmesi, alçalması,
zenginleşmesi veya yoksullaşması Allah’ın elindedir. Aynı şekilde hakkın ve
taraftarlarının galip gelmesi, bâtılın ve taraftarlarının mağlup olması, İslâm
ve müslümanların üstün gelmesi, inkar ve inkarcıların alçalması yine O’nun
elinde ve tasarrufundadır. Allah tevhid kelimesini ve buna bağlı olanları
yükseltir, ona ulaşan yolları kolaylaştırır. İnkarı ve buna bağlı olanları ise
aşağılar ve onları alçaltır. Kalpleri kendisine yakınlaştırarak yükseltir, nefisleri
de kendisinden uzaklaştırarak alçaltır. Dostlarını korumakla, onları sevmekle,
güzel davranmakla, onlara verdiği sözleri yerine getirmekle yükseltir.
Düşmanlarını ise, kendisinden uzaklaştırmakla, reddetmekle, nefret etmekle,
kötü davranmakla ve onları azapla tehdit etmekle alçaltır. Hoşnutluğuna tâbi
olanları yükseltir, kendi arzu ve isteklerine uyanları alçaltır. Eskilerden
rivayet edilen şöyle anlamlı bir söz vardır: “Allah, kaderine razı olanı daha
üstün makamlara yükseltir.” Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurur: “Hiçbir
mal, sadaka vermekle azalmaz. Kendisine haksızlık yapılan bir kul, buna
sabrederse, Allah onun izzet ve onurunu daha fazla arttırır. Allah için alçak
gönüllü olan kulu, Allah mutlaka yükseltir.”[389]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Bil ki, asıl alçaltılmış
kimse; ilâhî başarı ve yardımdan yoksun bırakılandır. Başarısızlık ve
ümitsizlik içinde bulunan, nefsinin isteklerine yenilen, Rabb’inden bir iyilik
görmeyen, kalbinde Rabb’ine dönme gücü bulmayan, dualarına güvenme hissini
kalbinde duymayan kimsedir. Bu kimse terkedilmişlikle ödüllendirilmiştir. Daima
meşgul ve sıkıntı içindedir. Sıkıntı içinde geceler, pişmanlıkla sabahlar.
Buna göre yükselme ve alçalma, cezanın birer işaretidir. Kendisine göklerin
kapısı açılan kimsenin ruhu yükselir ve müjdelerle sevinir. Kendisine göklerin
kapısı açılmayan kimse ise, daha aşağılara iner, sıkıntılar içinde her şeyden
ümidini keser. Kişinin işlediği ameller ve ruh dünyası, bu müjde veya
sıkıntıların bir göstergesidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Fakat kim verir ve
korkup sakınırsa ve en güzel olanı doğrularsa, biz de onu kolay olan için
başarılı kılacağız. Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse ve en güzel
olanı da yalanlarsa, biz de ona en zorlu olanı (azaba uğramasını)
kolaylaştıracağız.”[391]
2- Bu ismi bilen kişi, eğer
iktidar sahibi bir kimse ise, Allah’ın yükselttiği ve değer verdiği kimseleri
yükseltmeli ve onlara değer vermeli; Allah’ın uzaklaştırdığı ve alçalttığı
kimseleri de etrafından uzaklaştırmalıdır. Buna göre âlim ve âbidlere son
derece önem vermeli, onlara ilgi göstermeli, yüksek mevki ve makamlara onları
getirmelidir. Cahil, tembel, gafil insanlara da asla önem vermemeli ve onları
yanından uzaklaştırmalıdır. İnkarcılardan savaşan kimselerle, bu dine
girinceye veya alçalmış olarak elleriyle cizye verinceye kadar savaşmalı ve bu
dini yüceltmelidir. Halka zulmeden, haksızlık yapan, İslâm’a aykırı davranışlarda
bulunup, alenen günah işleyen kimselere engel olmalıdır. Aynı şekilde Hz.
Peygamber’in yolundan ayrılarak bid’atlere bulaşan kimselere de mani olmalı,
onlara değer vermemeli ve kendisinden uzak tutmalıdır.
Bu ismi bilen eğer
iktidar sahibi değilse, bu ismi kardeşlik ve dostluk için kullanmalıdır. Allah’ın
kendilerini yükselttiği ve değer verdiği kimselerle arkadaşlık ve dostluk
kurmalı, Allah’ın kendisinden uzaklaştırıp, alçalttığı kimselerden de uzak
durmalıdır. Eğer buna gücü yetmiyorsa, Allah’ın yükselttiklerini sevmeli,
alçalttıklarından da nefret etmelidir. Çünkü Allah için sevmek veya nefret
etmek, imanın bir gereğidir.[392]
* * *
﴿ اَلْخَالِقُ
-
اَلْخَلاَّقُ
﴾
HÂLİK - HALLÂK
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Allah’ın dışında bir
başka yaratıcı mı var?”[393]
“O, her şeyin
yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin.”[394]
el-Halîmî, Hâlik ismi
hakkında der ki: “Hâlik, varlıkları sınıflandıran, her sınıfa bir ölçü koyan ve
buna göre büyük küçük, uzun-kısa, insan-hayvan, yerde sürünen-gökte uçan
herşeyi, ölümü ve hayatı, özetle bütün varlıkları var edendir. Şüphesiz yoktan
ve örneksiz var etmeyi kabul etmek, yaratmayı kabul etmektir. Çünkü yaratma,
örneksiz var etmenin bir şeklidir. Bu yüzden birbirinden ayrılmazlar.”[395]
Allah Teâlâ yaratan, O’nun
dışındaki her şey yaratılandır. Her şey O’nun emrinde ve hizmetindedir. O’ndan
başka bir yaratıcı yoktur. Bütün her şey, gökler, yer, ikisi arasında ve içinde
bulunanlar, bunların hareketleri, kımıltıları, rızıkları, ecelleri, sözleri ve
fiilleri yaratılmıştır. Bütün bunların tek yaratıcısı Hz. Allah’tır. Bütün varlıklar
sonradan yaratılmış ve yoktan var edilmişlerdir. O, bütün bunların yaratıcısı,
var edicisi ve yapıcısıdır. Her şey O’ndan başladı ve yine O’nda son
bulacaktır.[396]
Hallâk ismi ise şu âyetlerde
geçer.
“Gökleri ve yeri
yaratan, onların bir benzerini de yaratmağa kadir değil mi? Hiç tartışmasız
(öyledir); O, yaratandır, bilendir.”[397]
İbn Kayyim şu âyetlerin
de bu anlamda olduğunu söyler.
“Ey insanlar, sizi ve
sizden öncekileri yaratan Rabb’inize kulluk ediniz.”[398]
“Kafirler için
hazırlanmış ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının.”[399]
Bu âyetler dinin temelini
oluşturan yaratıcının varlığını, güç, kuvvet, ilim, irade ve hayat gibi üstün
sıfatlara sahip oluşunu, her fiilinin bir hikmeti bulunduğunu ve evrenin
sonradan yaratıldığını ispat etmektedir. Bu âyetler aynı zamanda tevhidin,
rubûbiyet ve ulûhiyet olmak üzere ikiye ayrıldığını da ispat etmektedir.
Rubûbiyet tevhidi, varlıkları tek başına yoktan var edenin Allah olduğunu kabul
etmek; Ulûhiyet tevhidi ise, ibadet edilmeye, sevilmeye ve itaat edilmeye layık
tek varlığın, tek ilâh ve mabudun Allah olduğunu kabul etmektir. Allah’ın
varlığı ve birliği bu şekilde ispat edildikten sonra Hz. Peygamber’in
peygamberliği, çelişkilerden uzak ve en güzel bir şekilde eksiksiz ispat
edilmiştir. Böylece Hz. Peygamber’in verdiği her haberin ve söylediği her sözün
doğru olduğu kanıtlanmıştır. Hz. Peygamber de bize âhiret hayatından, cennet ve
cehennemden söz etmiştir.
Allah’ın Tek Yaratıcı ve Tek İlah Olduğunun İspatı
Yüce Allah Kur’an’ın birçok
yerinde şöyle buyurur: “Andolsun, onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye
soracak olsan, tartışmasız: “Allah” diyecekler.”[400]
Madem Allah bütün varlıkları tek başına yaratmıştır, o halde ibadete ve kulluk
yapılmaya layık olan tek varlık da O’dur. Bu gerçek ortadayken ve O’nun tek
yaratıcı olduğu kabul edilirken, ibadet etmede O’na nasıl ortak koşulur?
İşte Kur’an’ın Rubûbiyet
tevhidi (Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul etmek) ile ulûhiyet tevhidini (Yalnız
Allah’a kulluk etmek) ispat etme metodu budur.
Bir başka âyette Allah’ın
yaratma özelliği “Sizi ve sizden öncekileri yaratan”[401]
şeklinde ifade edilir. Burada Allah Teâlâ bizi ve bizden öncekileri, babalarımızı
ve atalarımızı da yarattığına dikkat çekmekte, böylece tek yaratıcının kendisi
olduğunu, ne bizim ne de bizden öncekilerin yaratılışında kimsenin kendisine
ortak olmadığını belirtmektedir. Allah’ın, varlıkları tek başına yaratmış
olması, O’nun güç ve kuvvetinin, iradesinin, ilminin, hikmet ve hayatının
mükemmel ve eksiksiz oluşuna delalet eder. Bu sıfatlar, O’nun diğer üstün
sıfatlara da sahip olmasını zorunlu kılar. Bu da sıfatlarının ve fiillerinin
eşsiz olduğunu, hiçbir varlıkta bulunmadığını, hiçbir varlığın fiillerinde O’na
ortak olmadığını gösterir. Bu cümle ile Allah varlığını ispat ettikten sonra, onları
yaratmadaki amacını şöyle açıklamaktadır: “Rabb’inize kulluk ediniz”[402]
Yani O, sizi ve sizden öncekileri yarattı ki, O’na itaat edip isyan etmeyesiniz,
O’nu zikredip unutmayasınız, nimetlerine nankörlük etmeyip şükredesiniz. İşte
Allah’ın azabından korunup sakınmanın yolu budur. Âyet şu cümleyle bitiyor: “Ki
sakınasınız.” Cümlede geçen “Le alle” edatının anlamı konusunda çeşitli
görüşler ileri sürülmüştür. Bunları kısaca şöyle belirtebiliriz:
* Kulluk ediniz emrinin
nedenini açıklamaktadır.
* Yaratılışın nedenini
açıklamaktadır.
* “O’na ibadet ediniz ki,
bu ibadetinizle O’ndan korunasınız” anlamındadır.
* Bir diğer görüş, “O’ndan
korunup sakınasınız diye sizi yarattı” şeklindedir. Bize göre bu görüş şu
sebeplerden dolayı daha doğrudur:
Ancak her iki durumun da
kastedilmiş olmasına bir mani yoktur. Hatta böyle olması daha uygundur. Daha
sonra Yüce Allah şöyle buyurarak devam etmektedir: “O, sizin için yeryüzünü
bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı. Ve gökten yağmur indirerek bununla sizin
için (çeşitli) ürünlerden rızık çıkardı.”[405]
Bu âyetle Allah, varlıkları yaratmanın bir başka hikmetini daha açıklamaktadır.
Dolaysıyla ilk âyet, yaratılışın ve varoluşun nedenini açıklamaktadır. Bu,
yaratma delili olarak adlandırılmaktadır.
“Allah, gökleri ve
yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler
çıkarandır. Ve onun emriyle gemileri, denizde yüzmeleri için size, emre amade
kılandır. Irmakları da sizin için emre amade kılandır. Güneşi ve ayı da
hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize
amade kılandır.”[406]
Yüce Allah bu âyetlerde,
gökleri ve yeri yarattığını belirtmekte sonra dabunların varlıklara olan
faydalarından ve hikmetlerinden söz etmektedir.
“(Onlar mı) hayırlı yoksa,
gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi! Ki onunla (o suyla) gönül
alıcı bahçeler bitiriverdik. Sizin içinse onun bir ağacını bitirmek, (bile)
mümkün değildir. Allah ile beraber başka bir ilâh mı? Hayır, onlar sapıklıkta
devam etmekte olan bir kavimdir. Ya da yeryüzünü bir karar yeri kılan, onun
arasında ırmaklar var eden ve ona (yeryüzü için) sarsılmaz dağlar yaratan ve
iki deniz arasında bir ara engel (haciz) koyan mı? Allah ile beraber başka bir
ilâh mı? Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.”[407]
“Gerçek şu ki,
göklerin ve yerin yaratılmasında
Bu tür âyetler Kur’an-ı Kerîm’de
oldukça çoktur. Düşünenler için…
Yüce Allah Bakara sûresinin
* * *
﴿ اَلْخَبِيرُ
- اَلْعَلِيمُ
﴾
HABÎR - ALÎM
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Allah, bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir.”[410]
“O, kulları üzerinde
kahredici olandır. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır.”[411]
“O, yarattığını bilmez
mi? O, Latîf’tir; Habîr’dir.”[412]
Habîr, bilgisi eşyaların
dış görünümlerini kuşattığı gibi içini ve gizliliklerini de kuşatandır.
Dolaysıyla kalpler ve sineler, her şeyi en ince detaylarına kadar bilen Latîf
ve Habîr olan Allah’tan bir şeyi nasıl saklayabilir ve gizleyebilir?[413]
el-Halîmî, Allah’ın Alîm
ismi hakkında şunları söyler: “Alîm, insanların akıl ve duyuları ile idrak
edebildikleri her şeyi idrak eden ve bilendir. Bunun yanında O, insanların
akıl ve duyuları ile idrak edemedikleri şeyleri de bilendir. Dolaysıyla hiçbir
şey O’na gizli değildir. O’nun için gayb ve bilmemezlik diye birşey yoktur. O,
herhangi bir şeyi idrak etmekten aciz değildir. Ama insanlar ve akıl ve duyusu
olmayan diğer varlıklar, çoğu şeyleri idrak etmekten acizdirler. Bu nedenle Allah
insanlara, insanlar da Allah benzemezler.
Ebû Süleyman el-Hattâbî
de der ki: “Alîm, insanların bilemediği ve idrak edemediği sırları ve
gizlilikleri bilendir. Alîm, mübalağalı ism-i fail olup en mükemmel şekilde
ilim sıfatına sahip olandır.”[414]
Kur’an’da Allah’ın
ilminin her şeyi kuşattığını ve O’nun her şeyi en ince detayları ile bildiğini
belirten birçok âyet-i Kerîme vardır. Gökte ve yerde, büyük ve küçük, zerre
ağırlığınca bile olsa hiçbir şey O’nun ilminden gizli değildir. O, asla unutmaz
ve yanılmaz. Türü ve genişliği ne olursa olsun, Allah’ın ilmi, bütün varlıkları
kuşatmıştır. Allah, bütün bu varlıkların bilmediklerini bilen, gücü
yetmediklerine güçlerinin yetendir. Allah’ın ilmi, ulvî ve süflî bütün âlemleri,
bunların içinde bulunan varlıkların zatlarını, sıfatlarını, fiillerini ve bütün
işlerini kuşatmıştır. O, şimdiye kadar olan bütün şeyleri ve gelecekte olacak
bütün şeyleri de bilendir. O, olmayan şeyler, eğer olmuş olsaydı nasıl
olacağını da bilendir. Bütün insanları, yarattığı andan itibaren dünyada nasıl yaşadıklarını
ve öldükten sonra âhirette nasıl yaşayacaklarını bilendir. Allah, bütün
insanların iyi ve kötü amellerini ve bu amellerin âhiretteki karşılığını
ayrıntıları ile bilendir.[415]
Allah’ın ilmi, görünen ve
görünmeyen, zâhir ve bâtın, gizli ve açık her şeyi kuşatmıştır. O, zorunlu, imkânsız
ve mümkün olan şeyleri, ulvî ve süflî âlemleri, geçmişi, geleceği ve şu anı
bilendir. Hiçbir şey O’na gizli değildir.[416]
Alîm, Habîr ve Hakîm İsimlerinin Varlıklardaki Görünümleri
Allah, her şeyden
haberdar olan Habîr; her şeyi yerli yerine koyan ve layık olduğu yere indiren Hâkim’dir.
O, hiçbir şeyi uygun olmadığı bir yere koymaz, layık olmadığı bir yere
indirmez. O, bütün bunları kusursuz ilmi ve hikmeti ile yapar. Buna göre; O,
nimet verilmemesi ve yoksun bırakılması gereken yere nimet vererek bağışta
bulunmaz. Verilmesi gereken yere de vermemezlik yapmaz. Allah sevap yerine
ceza, ceza yerine de sevap vermez. Yükselteceği yerde alçaltmaz, alçaltacağı
yerde yükseltmez. İzzet yerine zillet, zillet yerine izzet vermez. Yasaklaması
gerekeni emretmez, emretmesi gerekeni yasaklamaz.
O, nerede, ne yapacağını,
risaletini kime vereceğini, kimin bunu daha çok kabul etmeye yatkın olduğunu,
bu risaletin kendisine verilmesine kimin daha çok şükredeceğini en iyi
bilendir. Bu risalete kimin layık olmadığını, kimin onu hak etmediğini de
bilendir. Allah, nimeti hak etmeyene değil hak edene verir.
Eğer Allah, eşyanın yapısında
var olan zararlı şeyleri yok etseydi, bu durumda bunların üzerine kurulu olan
yararlar kaybolur ve eşyaların tabiatı bozulurdu. Oysa bu eşyaların yararı,
içinde bulunan zararlardan çok daha fazladır. Şayet zararı var diye bu
varlıkları yok etse, kâinattaki düzen bozulur ve o eşyadan sağlanan büyük yararlar
yok olurdu. Örneğin; güneş, yağmur ve rüzgârdaki yararlar sayılamayacak kadar
çoktur. Bu varlıkların sağladığı yararlar, verdikleri zarardan çok daha
büyüktür. Eğer bu varlıkların yapısında bulunan cüz’i zararlar engellenecek
olsa, bu zararlardan kat kat daha fazla olan yararlar elde edilemez.[417]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
“Şu halde bil; gerçek
şu ki, Allah’tan başka ilâh yoktur.”[420]
“Bilin ki, Allah
gerçekten cezası pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”[421]
“Bilin ki elbette O’na
kavuşacaksınız.”[422]
“Bilin ki, gerçekten
Allah, ölümünden sonra yeryüzüne hayat vermektedir.”[423]
* * *
﴿ ذَو
الْجَلاَلِ
وَ
اْلإِكْرَامِ
- اَلْجَلِيلُ
﴾
ZÜ’L-CELÂLİ VE’L-İKRÂM
- CELÎL
Celîl ismi, Kur’an’da bu
şekliyle değil, Zü’l-celâli ve’l-ikrâm olarak Rahmân sûresinde iki yerde geçer.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Celâl ve ikram sahibi
olan Rabb’inin yüzü (zatı) bâkî kalacaktır.”[424]
“Celâl ve ikram sahibi
olan Rabb’inin adı ne yücedir.”[425]
Celâl, emir ve yasak
koyma hakkına sahip olan anlamına gelir. İnsanlar arasında birinin celâl sahibi
olması demek, başkaları üzerinde uygulayıcı gücü olan ve kendisine itaatten
başka yol bulunmayan kimse demektir. Yüce Allah’ın yarattığı kimseler üzerinde
uygulayıcı gücü ve itaati zorunlu olduğuna göre kendisine Celîl ve Celâl
isminin verilmesi gerekir.
Bu yüzden Allah’ı, diğer
insanlardan daha fazla tanıyan âriflerin pek çoğu bu isimlerle O’na dua etmeyi
tercih ederler.
Ebû Süleyman der ki: “Celâl,
Allah’ın yüceliğine ve ululuğuna delalet eder. O’nun şanı pek yücedir. O’nun dışındaki
her büyük, küçüktür; her üstün aşağıdır.”[426]
Zü’l-celâli ve’l-ikrâm,
ululuk ve ikram sahibidir. Bütün üstün sıfatlar O’na bulunur ve hiç kimse O’ndan
üstün olamaz. O’nun ululuk ve yüceliğini kimse hakkıyla kavrayamaz.
Kurtubî, “Zü’l-celâli ve’l-ikrâm”
cümlesinin anlamı hakkında şunları söyler: “Zü’l-celâli ve’l-ikrâm, azamet ve
ikram sahibi olan demektir. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber: “Yâ Ze’l-celâli
ve’l-ikrâm’ı sıkça tekrarlayın.” buyurmaktadır.[427]
Celâl; azamet, yücelik, ululuk, büyüklük ve izzet vasıflarına sahip olmak,
varlıklara has sıfatlardan uzak olmak demektir.
O hâlde celâl, Allah’ın
zatına has bir sıfattır. Zü’l-ikrâm ise, ikram sahibi demektir. İkram, nimet
verme anlamındaki “in’am” sözcüğünden daha özel bir anlam taşır. İn’am genel,
ikram ise özeldir. Çünkü in’am sahibi, kendi fazlından nimeti hak edene verdiği
gibi, katında hiçbir değeri olmayan kimseye de verebilir. Kendisine isyan
edenlere, emir ve yasaklarına aykırı davrananlara nimet vermesi bunu
göstermektedir.
Bu tür nimet, ikram
olarak adlandırılmaz. Oysa ikram, nimet verenin değer verdiği, sevgi ve saygı
gösterdiği kimselere nimet verdiğinde kullanılır. Örneğin; velilere verdiği
keramet nimetlerini ifade etmek için “ekremehu” (ona ikramda bulundu) denilir.
Allah, başkalarına ikram
etmediği nimetleri kendilerine ikram ederek onları onurlandırmış, değer vermiş
ve üstün makamlarla onları ödüllendirmiştir. Allah, nimetini hak edene de
etmeyene de verir. Ancak ikramı, hak etmeyenden başkasına vermez. Âhirette
nimetini hak etmeyenlere vermediği gibi.
Allah, kullarına bu
dünyada ikramda bulunabileceği gibi onu, âhirete de erteleyebilir. Bu durumda O’nun
ikramı bütün varlıklar için genel, hakikat ehli için de özel olur.[428]
Allah, insanları diğer varlıklardan üstün tutarak genel ikramda bulunduğunu
bize şöyle haber vermektedir: “Andolsun, biz Âdemoğlunu yücelttik”[429]
Buna göre; Allah, Zü’l-celâli
ve’l-ikrâm’dır. Yani bütün azamet ve ikramlar O’na aittir. Bütün emir ve yasaklar,
iyilik ve ikramlar O’ndan kaynaklanır. O, kendi zatında celâl ve ikram sahibidir.
Bütün ikramlar O’ndan insanlara akar. O’nun genelde insanlara, özelde
dostlarına ikramının sınırı yoktur.[430]
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Allah’ın sana iyilik ve
bağışta bulunup nimetler verdiği gibi sen de, başkalarına iyilik yap ve
bağışta bulun. İnsanların yaptıkları hataları bağışla. Kötülükleri terk
etmeyenleri güzelce terk et, kötülüklerini iyilikle başından sav. Celîl ve
Celâl olan Rabb’inin hoşnutluğunu kazanmak için böyle davran. Birbirlerinize
yaptığınız iyilikleri unutmayın, çünkü Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
“Aranızdaki iyiliği
unutmayın.”[431]
Seninle ilişkisini
kesenle sen ilişkini kesme. Sana vermeyene sen vermeye devam et. Sana
haksızlık edeni affet.[432]
Seni kötüleyen ve sana
sövene karşılık verme, sabret. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de başkalarına
iyilik yap ve sana kötülük edene iyilikle davran.[433]
* * *
﴿ ذُو
الطَّوْلِ ﴾
ZÜ’T-TAVL
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “O, lütuf sahibidir.”[434]
el-Halîmî der ki: “Zü’t-tavl,
hayır ve iyiliği bol olandır. Kullarına iyilik yapmak istediğinde Allah’ın yapamayacağı
tür iyilik yoktur. Ama insanlardan Zü’t-tavl olanlar böyle değildir. Çünkü
onlardan biri bir iyilik yapmak istese, iyiliği yapacağı şeyi bulamayabilir.
İbn Abbas, “Zü’t-tavl” ifadesini, bol lütuf ve zenginlik sahibi olarak açıklar.”[435]
İbn Kesîr, şu anlamları
verir:
* Geniş lütuf ve
zenginlik sahibi
* Bağış sahibi
* Nimet ve fazilet sahibi
* Kullarına şükrünü eda
edemeyecek kadar bağışta ve iyilikte bulunan, lütufkâr davranan ve nimet veren.
[436]
Allah bu gerçeği şöyle ifade eder: “Eğer Allah’ın nimetini saymaya
kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz.”[437]
Kurtubî ise “Zü’t-tavl”ı
şöyle açıklar:
* O, Lâ ilâhe illâllah
diyen kimseye muhtaç değildir.
* Bağış ve ihsan
sahibidir, günahları affedendir, hak etmeyene bile nimet verip bağışta
bulunandır.
* Tavl, uzunluk anlamına
gelen “Tûl” kelimesinden türetilmiştir. Sanki Allah, başkalarına nimet vermekle
büyümekte ve yücelmektedir. Kimisi de, “Allah’ın böyle adlandırılması, nimet
verme süresinin uzaması nedeniyledir.” demiştir.[438]
* * *
﴿ ذُو
اْلإِنْتِقَامِ
-
اَلْمُنْتَقِمُ
﴾
ZÜ’L-İNTİKÂM -
MÜNTAKIM
Kur’an’da her iki şekilde
de geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah güçlüdür,
intikam alıcıdır.”[439]
“Büyük bir şiddetle
yakalayacağımız gün, elbette biz intikam alacağız.”[440]
“Ama kim tekrarlarsa,
Allah ondan öç alacaktır.”[441]
Bütün İslâm âlimleri
Allah’ın böyle bir ismi olduğunda müttefiktirler. Ancak bu isim, Allah’a
yalvarma ve dua etme isimlerinden değildir.[442]
Müntakım, isyan edenlerin
belini büken, emir ve yasakları çiğneyenleri ve azgın tağutları türlü
uyarılardan ve kendilerine süre tanıdıktan sonra şiddetli cezalarla
cezalandırandır. O’nun intikamı, acilen cezalandırmaktan daha ağırdır. Çünkü
acil ceza, kişinin daha fazla günah işlemesine mani olur. Bu da kendisinden şiddetli
intikam alınmasını önler.[443]
Aşağıdaki âyet bu
sözcüğün kullar için kullanılmasının caiz olduğunu göstermektedir: “Kendileri
onlardan, yalnızca üstün ve güçlü olan, övülen Allah’a iman ettiklerinden
dolayı intikam alıyorlardı.”[444]
Dolaysıyla bu konuda bir ihtilaf bulunmamaktadır.
Yüce Allah kendisini, Müntakım
(intikam alan) olarak nitelemektedir. Ancak kendisini, Kur’an-ı Kerîm’in birçok
yerinde fiil olarak tekrarlanmasına rağmen öfkelenen anlamına gelen “Gâzib”
sözcüğüyle nitelememektedir. Çünkü Allah, öfke anlamına gelen gazab sözcüğünü,
intikam sözcüğü yerine kullanmış olabilir. Böylece Müntakım sözcüğü gâzib
sözcüğünün yerini almış olur. Buna göre gadap, Allah’ın fiilî sıfatlarından
sayılır.
Allah’ın intikam isteği,
gazabla ifade edilmiş olabilir. Bu durumda Gâzib Müntakım sıfatını da kapsayan
Allah’ın zatî sıfatları arasında yer alır. Çünkü intikam, asi ve günahkârların
üzerine belâ indirmek ve onlara azap etmektir. Müntakım “nakame” fiilinden
ism-i faildir. Hz. Aişe şöyle söyler: “Hz. Peygamber kendi nefsi için hiç
intikam almadı. Ancak Allah’ın yasakları çiğnendiğinde Allah için intikam
alırdı.”[445]
Müntakım ism-i failinin
türediği “nakame” fiilî dört anlama gelmektedir. Bunlar:
Bu anlamlar Kur’an-ı Kerîm’in
değişik yerlerinde kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sonunda
bizi öfkelendirince, biz de onlardan intikam aldık.”[446]
“Oysa sen, yalnızca,
bize geldiğinde Rabb’imizin âyetlerine inanmamızdan başka bir nedenle bizden
intikam almıyorsun.”[447]
Âyetinde geçen intikam sözcüğü iki
anlama gelmektedir: Kınamak ve kötülemek. Hz. Peygamber’in şu sözünde ise azmak
ve haddi aşmak anlamındadır: “İbn Cemil sırf fakir olduğu için haddi aşınca
Allah, onu zenginleştirdi.” Burûc sûresinde geçen “Onlardan intikam
alıyorlardı” âyetindeki intikam sözcüğü, şu iki anlama da gelebilir:
Yakalamak ve cezalandırmak.
İntikam, söz ve fiille gerçekleşebilir. Bütün bu durumlar İslâm’da,
intikam alınan kimsenin işlediği fiile ve suça göre belirtilmiştir. Buna göre
Allah, sözleri ile inkarcıları yerer, kötüler ve lanetler. Onları cezalandırmakla
intikam alır. Daha önce de açıkladığımız gibi intikam sıfatı, bazen Allah’ın
zâtî sıfatları arasında bazen de fiilî sıfatları arasında yer alır. Dolaysıyla Müntakım,
intikam hakkı olan ve intikam sahibi olandır. O’nun intikamı hemen gerçekleşebileceği
gibi âhirete de ertelenebilir. Bu, O’nun takdirindedir. Her sıfat, bir fiile
ihtiyaç duyar. Allah’ın intikamı, insanlarınkinden dört yönüyle farklıdır:
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Her müslüman, haklı olarak intikam alması gerektiğinde
kesinlikle Allah’ın belirlediği sınırların dışına çıkmamalıdır. Eğer bunu
Allah için ve İslâm’ın gerektirdiği şekilde ilâhî bir cezayı uygulamak için
yapıyorsa, bu fiiline karşılık Allah’tan sevap da alır.[451]
* * *
﴿ اَلرَّازِقُ
-
اَلرَّزَّاقُ
﴾
RÂZİK - REZZÂK
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Sen rızık vericilerin
en hayırlısısın.”[452]
“Allah, dilediğine
hesapsız rızık verir.”[453]
“Kendi rızkını
taşıyamayan nice canlı vardır ki, onu da, sizi de Allah rızıklandırmaktadır.”[454]
Râzik, “razaka” fiilinden
ism-i faildir. Rezzâk ise aynı kökten mübalağalı ism-i faildir. Rızık,
yararlanılan her şey anlamındadır. Çoğulu “erzak” (rızıklar)tır.
Rızık, kaynağı Allah’tan
gelen vergi, bağış demektir.
el-Halîmî Râzik ismini
şöyle açıklar: “Râzik, bedenlerin ayakta durması için zorunlu olan şeyleri
insanlara veren, ihtiyaç duydukları nimetleri kendilerine ulaştıran demektir.
Rızık, nimetlerin yokluğu nedeniyle hayatın durmaması için gereklidir.[455]
Rezzâk, Kur’an-ı Kerîm’de
şu âyette geçer: “Hiç şüphesiz, rızık veren, O, metin kuvvet sahibi olan Allah’tır.”[456]
Rezzâk, çokluğa delalet
eden mübalağalı ism-i faildir.
el-Halîmî, Rezzâk ismini
de şöyle açıklar: “Rezzâk, rızkı peş peşe, bol ve geniş olarak verendir.”
el-Hattâbî ise şöyle
açıklar: “Rezzâk, rızık vermeyi üslenen ve her canlının ayakta kalmasını
sağlayacak azığı verendir. Mübah olsun olmasın, her yönden gelen ve canlıya
yarar sağlayan her şey Allah’ın verdiği rızıktır. Özetle canlıların
varlıklarını devam ettirmelerini sağlayan her şey, her azık, rızıktır. Zira
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet
yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler, birbiri
üstünde dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları bitirdik. Kullara rızık
olmak üzere.”[457]
“Gökte rızkınız vardır.”[458]
Ancak alınmasına ve yararlanılmasına müsaade edilen şeyler, helâl; müsaade
edilmeyenler de haramdır. Fakat hepsi de rızıktır.[459]
Allah’ın Kullara Verdiği Rızık
Allah’ın, kullarına
verdiği rızık genel ve özel olmak üzere iki türlüdür:
a- Kalplerin rızkı: Kalplerin rızkı, ilim, iman ve
bunlara bağlı gerçeklerdir. Her kalp gerçeği bilmek ister ve buna son derece
muhtaçtır. Bunun için yalnız Allah’ı ilâh olarak kabul eder ve sadece O’na
ibadet eder. Böylece gönül zenginliğine kavuşur ve ihtiyaçları giderilir.[460]
Kuşeyrî, bu tür rızık
hakkında der ki: “Kalplerin rızkı işte budur: İlâhî marifet ve bilgiler. Bu
bilgiler, temiz ve kirli olmak üzere iki türlüdür. Temiz bilgiler, melekler
vasıtasıyla kalplere giren bilgilerdir. Kirli bilgiler ise, şeytanlar
vasıtasıyla kalbe giren bilgilerdir. Yüce Allah zâhirî rızıkları dilediği
kimselere az veya çok verir, sonra da bunu tamamen keserek, onları öldürür. İşte
kalplerin rızkı da aynen böyledir. Allah kimilerine öyle bol ilim verir ki, bu
ilmin nuru yeryüzüne dağıtılacak olsa bütün yeryüzünü aydınlatır. Kimisine
sadece kendisine yetecek kadar ilim verir, kimse onun ilminden yararlanamaz.
Kimisine de hiç ilim vermez ve öylece yaşayıp ölür. Hayvanlarla arasında
hiçbir fark olmaz.[461]
b- Bedenlerin rızkı: Sahibine bir sorumluluk ve
günah yüklemeyen helal rızıktır. Mü’minlerin Allah’tan istedikleri ve sadece
kendilerine has olan rızık, bu iki rızık türünü de kapsar. Bu yüzden mü’min
kul, kendisine rızık vermesi için Rabb’ine dua ettiğinde bu iki tür rızkı
kastetmelidir. “Ey Allah’ım! Beni rızıklandır” dediğinde bunun anlamı şudur: “Ey
Allah’ım! Kalbimi ilim, hidayet, marifet, bütün salih amelleri kapsayan iman ve
güzel ahlâkla; bedenimi de, zorluk, sıkıntı ve yorucu olmayan rahat helâl
rızıkla rızıklandır.”[462]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Kul, Allah’tan
başkasından rızık beklememeli, bu konuda O’ndan başkasına dayanıp
güvenmemelidir. Hâtim el-Esamm’dan şöyle bir olay nakledilir. Bir adam Hâtim
el-Esamm’a: “Nereden yiyorsun?” dedi. Hâtim: “O’nun hazinesinden.” diye cevap
verdi. Adam: “Sana gökten ekmek mi yağıyor?” dedi. Hâtim: “Eğer yeryüzü O’nun
olmasaydı gökten yağdırırdı.ç” dedi. Adam: “Sizler sözleri hep tevil
ediyorsunuz.” dedi. Hâtim: “Biliyorsun ki, gökten sadece sözler iner.” dedi.
Adam: “Seninle mücadele edecek gücüm yok.” deyince Hâtim: “Çünkü bâtıl, hakka
karşı duramaz.” dedi.[466]
2- Buna göre her
müslüman, Allah’tan başka rızık veren birmutlak Rezzâk’ın olmadığını
bilmelidir. Eğer başkası, geçinmesi için rızık veriyor görünse de gerçekte o,
kendisine verileni vermektedir. O hâlde sen de Allah’ın sana rızık olarak verdiklerinden
başkalarına ver ki, Allah sana daha fazlasını versin. Yüce Allah bu gerçeği
bize şöyle bildirmektedir: “Her neyi infak ederseniz, O (Allah), onun
yerine bir başkasını verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”[467]
Bu yüzden azığından fazla gelen Zâhir rızkı elinde tutup saklama. Onu melekût âlemindeki
hazinelerde saklamak üzere infak et ki, daha da artsın.
Eğer bu tavsiye ve
emirlere uyarsan, her yönden Rezzâk olana bağlanmış olur, verdiği rızıklardan hem
sen tam faydalanırsın hem de ve başkaları senden faydalanır. Senin onlara
yapacağın hayırlar eksilmez. Bu sayede senin Zâhir ve bâtın (açık ve gizli)
rızkın da kat kat artar. Güç ve kudret sahibi padişahın katında doğruluk makamına
oturursun.[469]
* * *
﴿ اَلرَّاشِدُ
- اَلرَّشِيدُ
-
اَلْمُرْشِدُ
﴾
RÂŞİD - REŞÎD - MÜRŞİD
Kur’an-ı Kerîm bu isme
şöyle işaret eder:
“Rabb’imiz, katından
bize bir rahmet ver ve işimizde bize doğruyu göster (bizi başarılı kıl).”[470]
“Allah, kime hidayet
verirse, işte hidayet bulan odur, kimi de saptırırsa ona doğru yolu gösteren
bir veli asla bulamazsın.”[471]
Bu isimlerin insanlar
için kullanılması ittifakla caizdir. Nitekim Yüce Allah, Şuayb Peygamberin
kavminin Şuayb Peygamber için bu ismi kullandıklarını bize şöyle haber verir: “Gerçekte
sen yumuşak huylu ve aklı başında (reşîd bir adam)sın.”[472]
Râşid, Reşîd ve Mürşid
kelimeleri “raşade” fiilinden türetilmişlerdir. Râşid, ism-i fail; Reşîd de
mübalağalı ism-i faildir. Mürşid kelimesi ise “erşede” fiilinden türetilen ism-i
faildir ve birine doğru yolu gösteren anlamına gelir. Mürşid Kur’an’da
kullanılmıştır: “Ona doğru yolu gösteren bir veli asla bulamazsın.”[473]
Kur’an’da olgunluk
anlamında rüşd kelimesi de kullanılmıştır: “Yetimleri, nikâha erişecekleri
çağa kadar deneyin; şayet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz hemen
onlara mallarını verin.”[474]
Rüşd ve hidayet
kelimeleri birbirine yakın anlamlar taşırlar. Hatta eş anlamlı oldukları bile
söylenebilir.[475]
Fakat bununla birlikte rüşd için değişik tanımlar yapanlar da olmuştur. Kimisi rüşdü,
sapıklığın karşıtı olan doğruluk olarak tanımlar. Buna göre Reşîd ve Râşid, rüşd
sahibi olan, fiillerinde bir yanlışlık, çelişki ve saçmalık bulunmayandır. O,
dilediği kimseyi doğruluğa eriştirerek mutlu eden, dilediğini de doğruluktan
uzaklaştırarak bedbaht (mutsuz) edendir. O’nun hiçbir işinde yanılma ve takdirinde
bir yanlışlık yoktur.[476]
Yüce Allah’ın her işi, kimsenin işareti, yol göstermesi ve rehberliği olmadan
en doğru ve en güzel şekilde gerçekleşir. O, Yüce Allah’tır. Birinin O’na yol
göstermesinden münezzehtir. Fakat her kul, O’nun rehberliğine muhtaçtır. Ancak
kulun, planlarında doğruya isabet etmesi ve işlerinin düzelmesi, dinî ve dünyevî
amaçlarındaki doğruluk ve hidayet derecesine bağlıdır.[477]
Rüşd, Allah’ın zatî
sıfatlarından olabileceği gibi O’nun selbî (olumsuz) veya fiilî sıfatlarından
da olabilir. Allah’ın zatî sıfatlarından olması durumunda bu vasıf, O’nun ilim
ve iradesine dayanır. Çünkü dildeki doğruluk, yapacağı veya yapmayacağı şeyleri
bilmeyi gerektirir. Allah’ın ilminin eksiksiz ve mükemmel oluşu, varlıkları
kusursuz olarak yaratması ve bütün evrenin güzel bir düzen içerisinde varolması
ve varlığının devam etmesi, O’nun ilminin ne kadar doğru olduğunu
göstermektedir.
Bu ismin Allah’ın selbî
sıfatlarından olması durumunda, O’nun yüceliği, çelişkilerden uzaklığı, ilim ve
amelde doğruluk olmadığında mahlukların karşılaştığı noksan sıfatlardan
münezzeh olduğu anlamına gelir. Bu ismin Allah’ın fiilî sıfatlarından olması
durumunda ise, ism-i fail (doğru yolu gösteren) anlamına gelir. Fakat dilbilimcilerin
faîl (reşîd) vezninin anlamı konusunda ihtilafa düştüklerini belirtmekte yarar
var. Kimisi mefûl (doğruluk, olgunluk sahibi) anlamında olduğunu; kimisi de müf’il
(doğru yolu gösteren, mürşid) anlamında olduğunu söyler.
el-Halîmî der ki: “Reşîd
ve Mürşid aynı anlamda olup, yararlı şeyleri gösteren ve onlar davet eden
anlamına gelir. Şu âyetler bu anlama işaret etmektedir. “İşimizde bize
doğruyu göster (bizi başarılı kıl).”[478],
“Allah kimi de saptırırsa ona doğru yolu gösteren bir veli asla bulamazsın.”[479]
Bu âyet, Allah’ın, hidayet ettiği kimsenin dostu ve mürşidi olduğunu göstermektedir.”
İbn el-Hassar ise şöyle
söyler: “Bu ismin (Reşîd) anlamı, Hâkim’in anlamına yakındır. Çünkü Hâkim, her
şeyi yerli yerine koyan demektir. Reşîd de böyledir. Fiilleri doğru olan,
yanlış yapmayan, işi ve düzeni doğru ve sağlam olandır. Ancak Reşîd, işe
başkasından önce başlama ve nefsin de işte payının bulunmasına izin vermek
yönünden Hâkim anlamından ayrılır. Hâkim, lafız itibariyle bu anlamlara işaret
etmez.[480]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Her müslüman, bütün
varlıkların mutlak yol göstericisinin ve doğruluk sahibinin Allah olduğunu
bilmesi gerekir. İnsanları doğru yola ileten, varlıklarının ve hayatlarının
düzene girmesini sağlayan yararları gösteren O’dur. O, meleklere,
peygamberlere ve inanan mü’min velilere kendisini tanımaları için rehberlik
eden ve onlara yakîn (kesin bilgi) bahşedendir. Bütün varlıklara bünyelerini
ayakta tutacak şeyleri gösteren ve öğreten Allah’tır. Bu, sadece insanlara has
bir durum değildir. Bütün varlıkları ve canlıları kapsamaktadır. Yeni doğmuş
bebekleri ve hayvanları kendilerine yararlı olan şeylere sevk eden O’dur.
Onlara göğüsleri emme içgüdüsü veren Allah’tır. O ne yücedir! Örümcekler, henüz
erken vakitlerde evlerini örmeye başlarlar. Arılar, daha ilk anda kovanlarını
yaparlar. Zamanı gelen yavru kuşlar yumurtalarının kabuklarını kırar ve dışarı
çıkarlar. Zamanı gelen bebek, annesinin karnında bir an bile beklemez. Yağmura
yağmasını ve ateşe yakmasını emreden, suya doyurma görevi veren O’dur. Bütün diğer
şeyleri buna göre sen kıyas et. Gökte ve yerde varolan her şey, O’nun çizdiği
doğru plan ve programa göre işlemektedir. Düzen, doğruluk ve rehberlik O’ndandır.
Mü’min kullarını, melek ve peygamberlerin dini
olan kendi dinine irşad eden, onlara ilâhî kitapların açıkladığı yolu gösteren
O’dur. İçinde eğrilik olmayan dosdoğru din işte budur. Böyle bir dine inanan
her müslüman, Mevlâsının kendisine emrettiklerini yapmalı, yasakladıklarından
kaçınmalıdır. İşte asıl rüşd, doğruluk ve olgunluk budur. Hz. Peygamber, bir
hutbesinde rüşd üzere olanları şöyle tanımlar: “Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse,
işte o, doğru yola (rüşde) ermiştir. Kim de Allah’a ve Resûlü’ne isyan ederse,
sadece kendi nefsini kınasın ve bilsin ki, Allah’a asla zarar veremez.”[481]
Hz. Peygamber bu
hadisinde doğruluk ve rüşdün Allah’a ve Resûlü’ne itaat etmekte, sapkınlık ve
yanlışlığın da isyan etmekte olduğunu belirtmektedir. Buna göre; her müslüman,
Allah’ın kullarına doğru yolu göstermeli ve onları, İslâm’la bağdaşmayan,
kendilerini Allah’a itaat ve ibadet etmekten alıkoyan, Allah’a ve Resûlü’ne isyan
etmelerine, emir ve yasaklarını çiğnemelerine neden olan bütün âdet ve
davranışları terk etmeye çağırmalıdır. Eğer müslüman bu özelliklerle kendisini
donatır ve bunlara sahip olursa, Allah katında reşîd olarak adlandırılır ve
büyük sevaplar kazanır. Allah ona, İbrahim peygambere bağışta bulunduğu gibi
bağışta bulunur.[482]
Yüce Allah Hz. İbrahim için şöyle buyurur: “Andolsun biz, bundan önce de İbrahim’e
rüşdünü vermiştik.”[483]
* * *
﴿ اَلرَّبُّ
﴾
RAB
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Hamd, yalnız âlemlerin Rabb’i olan Allah’a aittir.”[484]
Hz. Abbas rivayet ediyor:
Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah’ı Rab, İslâm’ı din ve Muhammed’i
de peygamber olarak kabul eden, imanın tadını almıştır.”[485]
el-Halîmî Rab kelimesinin
anlamı hakkında der ki: “Rab, yarattığı her şeyi olgunlaştırıp onu takdir
ettiği kemâle erdirendir. Buna göre; O, spermayı bel kemiği ile kaburgaların
arasından çıkarıp anne rahminde döllendiren, sonra onu bir kan pıhtısı hâline,
ardından da bir et parçasına dönüştüren, sonra onu kemik hâline getiren, sonra
kemiğe et giydiren, sonra anne karnında bedenine ruh veren, sonra onu başka
bir varlık olarak küçük ve zayıf bir halde annesinin karnından çıkaran, sonra
büyüyünceye kadar onu çocukluk ve gençlik gibi çeşitli evrelerden geçiren,
ardından olgunlaştıran, sonra ihtiyarlatan ve bu dünya hayatına son veren
varlıktır. Allah’ın yarattığı bütün varlıklar böyledir. Doğar, büyür ve
ölürler. Bu süreçte onları ayakta tutan ve kendilerine hayat veren O’dur. Allah
kendisinin belirlediği şekilde her varlığa bir biçim vermiştir. O, insanların
bedenlerini dilediği şekilde yaratan, onlara bir süre belirleyip ardından
varlıklarına son verendir.”
Bana ulaşan habere göre Ebû
Süleyman şöyle demiştir: “Birden fazla tefsir ehli kimseden rivayet edildiğine
göre; “Hamd, yalnız âlemlerin Rabb’i olan Allah’a aittir.”[486]
âyetinde geçen Rab kelimesi, efendi anlamındadır. Ancak bu anlam, eğer “âlemler”i,
cansız varlıkların dışında kalanlar anlamında kabul edersek doğrudur. Zira “ağacın
veya dağın vb. efendisi” ifadesi doğru değildir. Ama “insanların efendisi”
doğru bir ifadedir. Şu âyet bu görüşü doğrulamaktadır: “Rabb’ine (yani
efendine) dön de ona soruver: “Ellerini kesen o kadınların durumu neydi?...”[487]
Rab kelimesinin Malik
(sahip) anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu durumda “âlemlerin Rabb’i (sahibi)”
tamlaması doğru ve genel anlam ifade eder. Çünkü âlimlerin çoğu, “âlem”
kelimesinin bütün varlıklar için geçerli olduğu görüşündedirler ve şu âyeti bu
görüşlerine delil gösterirler: “Firavun dedi ki: “Âlemlerin Rabb’i nedir?”
Dedi ki: “Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabb’idir. Eğer kesin
bilgiyle inanıyorsanız (böyledir).”[488]
Rab, düzelten,
iyileştiren, düzenleyen ve ayakta tutan anlamlarına gelir.
el-Herevî ve diğerleri
der ki: “Bir şeyi düzelten, gereğini yerine getiren ve eksikliklerini
tamamlayana Rab denilir. Bu nedenle, ilâhî kitapların gereklerini yerine
getirerek insanları düzeltmeye ve hatalardan kurtarmaya çalışanlara “Rabbaniyyûn”
(Rabbânîler) denilmiştir.
Rab, daha çok kendisine
ibadet edilen mabud anlamında kullanılır. Rab kelimesi, kabir azabını anlatan hadiste
“Rabb’in (mabudun) kimdir?” şeklinde geçer.[489]
Bütün bu açıklamalardan
sonra; Yüce Allah, rablerin Rabb’i ve kulların gerçek mabududur. O, bütün mal,
mülk ve insanların maliki ve sahibidir. Bütün varlıkları yaratan ve rızıklarını
veren O’dur. O’nun dışındaki bütün rabler ve efendiler, yaratamaz ve rızık
veremezler. Bütün varlıklar, yoktan yaratılmışlardır. Hepsi O’nun mülküdür. Her
şey O’nun emriyle var olmuştur. Allah, her şeye sahiptir. Hiçbir şey O’nun
mülkünün dışında değildir. Oysa insanlar, her şeye sahip olamazlar. Bazı
şeylere sahip olsalar bile bu, sahip olamadıklarının yanında pek basit kalır.
Allah bu yönüyle insanlardan ayrı ve üstündür. Yaratan ile yaratılanlar
mukayese edilebilir mi? Firavun “Sizin en yüce Rabb’iniz benim.”[490]
demekle, kavminin en Yüce Rabb’i olma iddiasında bulundu ve kendisinin, rablerin
Rabb’i olduğunu ispat etmek istedi. Ancak Allah, buna müsaade etmeyerek onu
cezalandırdı. “Böylelikle Allah (c.c.) onu, âhiret ve dünya azabıyla yakaladı.”[491]
Rab kelimesinin terbiye
(eğitme) anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Buna göre Yüce Allah,
varlıkları yaratan, onları terbiye edip eğiten, işlerini düzelten, durumlarını
iyileştiren, dünya ve âhiret işlerini idare eden ve onları daima gözetendir. O,
her şeyi yaratandır. O’nun dışındaki her şey yaratılmıştır. Bütün insanlar O’nun
kuludur. O, her şeyin Rabb’idir. O’nun plan ve programı, idare ve sevki olmadan
hiçbir şey düzelmez. O’nun emri olmadan hiçbir şey varlığını devam ettiremez. Rab
kelimesi Kur’an-ı Kerîm’de eğitme ve koruyuculuğunu üstlenme anlamında şu âyette
kullanılmıştır: “Kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup,
koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız.”[492]
Varlıkların işlerini
düzenleyen, onları koruyup gözeten, durumlarını düzelten ve iyileştiren
yönüyle Rab, Allah’ın fiilî sıfatlarından; mülk sahibi ve efendi olması yönüyle
de Allah’ın zatî sıfatlarından sayılır.[493]
Allah’ın Rab Oluşunun Çeşitli Görünümleri
Yüce Allah, mülkünde
dilediği şekilde hareket eden mâlik, itaat edilen efendi, emrinin altındakileri
idare eden, onları terbiye eden ve işlerini dilediği şekilde düzenleyen ve
düzelten mürebbidir.
Allah her şeyin Rabb’i ve
mâlikidir. O, öncekilerin de sonrakilerin de Rabb’i’dir. Doğunun ve batının, göklerin,
yerin ve ikisi arasında bulunanların, dünyanın ve âhiretin mâliki ve sahibidir.
Mülk O’nundur. Mülkünde O’na ortak olan kimse yoktur. O mal ve mülkü dilediğine
verir, dilediğinden de çekip alır. Dilediğini Azîz, dilediğini zelil eder.
Dilediğini mutlu, dilediğini bedbaht yapar. Dilediğini yükseltir, dilediğini
alçaltır. Dilediğine verir, dilediğine vermez. Dilediğiyle ilişki kurar,
dilediğiyle ilişkisini keser. Dilediğine hesapsız rızık verir, dilediğine çok
az verir. Dilediğini yaratır. Dilediğine erkek, dilediğine kız çocuk,
dilediğine de ikiz erkek ve ikiz kız verir. Dilediği kimseleri de kısır bırakır.
O her şeyi bilen güç ve
kudret sahibidir. Geceden gündüzü, gündüzden geceyi çıkarır. Ölüden diriyi,
diriden ölüyü çıkır. Ölümünden sonra yeryüzünü tekrara dirilten O’dur. Güneşe
ve aya bir düzen verip, belirlediği süreye kadar her birinin kendi yörüngesinde
dönmesini sağlayandır. O, yeryüzünü gökten emirlerle düzenleyip-yönetendir.
İşler (sâlih ameller) bin yıl süreli bir günde kendisine yükselir. O, her şeyi
yarattı ve düzenledi. Her şeye bir ölçü verip onlara, takip edecekleri yolu
gösterdi. Kimisini güldürür, kimisini ağlatır. Kimisini yaşattı kimisini
öldürdü. İnsanları çift çift, dişi ve erkek olmak üzere spermalardan yaratır.
Kimisine bol mülk vererek zengin, kimisine de az vererek yoksul yapar. Var eden
ve yok edecek olan O’dur. Başlatan ve sona erdiren de O’dur. O, dilediğini
yapar. Gökyüzünü yükseltip onu orada tutan, geceyi karanlık, gündüzü aydınlık
yapan, yeryüzünü bir döşek gibi seren ve kullarının, üzerinde yaşamalarını
kolaylaştıran, dağları yeryüzünün sallanmasını engelleyen ve sabit durmasını
sağlayan kazıklar şeklinde diken, gemilerin kendi emriyle denizlerde batmadan
yüzmesini sağlayan, gökyüzünün yeryüzüne düşmesine mani olan, karanlığı
giderip sabahı ortaya çıkaran, geceyi insanlar için bir dinlenme ve rahatlama
vesilesi kılan O’dur. Güneş ve ay, O’nun belirlediği bir hesaba göre akıp
gitmektedir. Ne güneşin aya erişip onu geçmesi, ne de gecenin gündüzü geçmesi
mümkün değildir. Her biri kendi yörüngesinde akıp gitmektedir.
Her şeyi en güzel şekilde
yaratan Allah’tır. İnsanın yaratılışına çamurdan başlamıştır. Yapısını
tamamladıktan sonra ona üfleyip ruh veren O’dur. İnsana göz, kulak ve kalp
veren O’dur. Ama insanlar buna ne kadar az şükretmektedirler. Bütün varlıkları
yaratan, kıyamet günü bütün insanları yeniden diriltip toplayacak olan, tuzlu
ve tatlı denizlerin birbirine karışmasına mani olan, aralarına engel koyan,
kullarına açık ve gizli sayısız nimetler veren, düşünmek ve şükretmek
isteyenler için
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Her müslüman kendisi için
gerçekte Allah’tan başka Rab olmadığını bilmelidir. Buradan hareketle, elinin altında
bulunan, eğitim ve bakımı kendisine bağlı olanlara güzel davranmalı, onları en
iyi şekilde yetiştirmeye, ihtiyaçlarını karşılamaya ve işlerini bir düzene
sokmaya çalışmalıdır. Böylece onları yavaş yavaş yükseltmeli, gelişmelerine
yardımcı olmalı ve Allah’ın kendisini koruyup gözettiği gibi o da, onları
koruyup gözetmelidir.
İbn Abbas’a, Rabbânî kelimesinin
anlamı ve kim olduğu sorulunca şöyle cevap verir: “Rabbânî, insanlara büyük işlerden
önce küçük işleri öğretendir.” Buna göre Rabbânî alim, rablik ilminin gerçeğini
anlayan, sıradan insanları anlayabilecekleri ve taşıyabilecekleri kadar bu
ilimle terbiye eden, bu konuda daha da ilerlemek isteyenlere ise, bu ilmin
incelik ve derinliklerini, hazinelerini aktarmaya çalışan kimsedir. Böylece her
insan, kendisine takdir edildiği kadar Allah’ın fazlından almış ve idrak etmiş
olur. Bununla Rabb’ine yalvarır ve “Ey Rabb’im! Şüphesiz ben nefsime
zulmettim, beni bağışla”[495]
diyerek Kur’an’da geçen diğer dualarla birlikte dua eder. Kendisi için Rab
ismini kullanmamaya ve bu isimle çağırılmamaya dikkat eder. Zira rivayet
edilen sahih bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Sizden biri
kölesine ve cariyesine, abdî (kölem) ve emetî (cariyem) demesin. Köle olan da,
rabbî (efendim anlamında) ve rabbetî (hanımefendim) demesin. Köle sahibi, fetâtî
(uşağım/hizmetçim) desin; köleler de, (seyidî/seyyidetî efendim) desin. Biliniz ki
asıl siz, kul ve köle olansınız, Allah da sizin Rabb’inizdir.”[496]
* * *
﴿ اَلرَّحْمٰنُ
- اَلرَّحِيمُ
﴾
RAHMÂN - RAHÎM
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Hamd, yalnız âlemlerin
Rabb’i olan Allah’a aittir. O, Rahmân’dır ve Rahîm’dir.”[497]
“(Bu Kur’an,) Rahmân
ve Rahîm’den indirilmiştir.”[498]
Tevbe sûresi dışında
bütün sûrelerin başında Bismillâhirrahmânirrahîm “Rahmân Rahîm olan Allah’ın
adıyla” cümlesi bulunur.
“De ki: “İster Allah
diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın, ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel
isimler O’nundur.”[499]
“O, mü’minleri çok
esirgeyicidir.”[500]
Ebû Hüreyre’nin rivayet
ettiği kudsî bir hadiste Hz. Peygamber, Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu
nakleder: “Ben, namazı kendimle kulum arasında böldüm. Kul, “Hamd, yalnızca âlemlerin
Rabb’i olan Allah’a aittir. dediğinde Ben, “Kulum bana hamd etti” derim.
Kul, “O, Rahmân’dır Rahîm’dir.” dediğinde Ben, “Kulum beni övdü” derim…”[501]
Rahmân ve Rahîm isimleri
aynı kökten türetilmiştir. Her ikisi de mübalağa ifade eder. Ancak Rahmân’ın
mübalağası Rahîm’den daha fazladır. Rahmân daha genel, Rahîm daha özeldir.
Rahmân ve Rahîm isimleri,
Yüce Allah’ın büyük ve geniş merhamet sahibi olduğunu gösterir. Öyle ki, O’nun
merhameti her şeyi kuşatmış ve bütün canlıları kapsamıştır. Allah, bu kadar
geniş merhametini âhirette yalnız peygamberlerin izinden giden ve kendisinden
korkan takva sahipleri için yazmıştır. Allah’ın mutlak merhametini hak edenler
bunlardır. Bunların dışındakiler ise Allah’ın merhametinden sadece bir pay
alanlardır.[502]
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetim ise her şeyi
kapsamıştır. Onu korkup-sakınanlara, zekâtı verenlere ve bizim âyetlerimize
iman edenlere yazacağım.”[503]
el-Hattâbî der ki: “Rahmân,
genel olarak merhamet sahibi demektir. Bu, bütün varlıkların rızıklarını, menfaatlerini
ve ihtiyaçlarını kapsayan bir merhamettir. İnanan inanmayan, iyi veya kötü
herkes için geneldir. Rahîm ise yalnız inananlara has merhameti ifade eder.
Yüce Allah şöyle buyurur: “O, mü’minleri çok esirgeyicidir.”[504]
İbn Abbas, Rahmân isminin
sadece Allah’a mahsus olduğunu ve O’ndan başka kimsenin bu adla adlandırılmasının
caiz olmadığını söyler.[505]
Yüce Allah şöyle buyurur: “Hiç O’nun adaşı olduğunu biliyor musun?”[506]
Âlimlerin çoğunluğu İbn
Abbas’ın bu görüşünü destekler. Rahmân’ın yalnız Allah’a ait bir isim olduğunu
ve bu adı başkasına vermenin caiz olmadığını söylerler. Yüce Allah’ın şöyle
buyurduğunu görmez misin?
“De ki: “İster Allah
diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın, ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel
isimler O’nundur.”[507]
“Biz, Rahmân’ın
dışında tapılacak birtakım ilâhlar kıldık mı (hiç)?”[508]
Bu son âyet, yalnız
Rahmân’ın ibadet edilmeyi hak ettiğini haber vermektedir. Rahmân’ın, Allah’ın
en büyük isimlerinden (ism-i âzam) olduğu söylenmiştir.[509]
Rahmân, Yüce Allah’ın hem
ismi hem de sıfatıdır. Bu isim, Allah lafzına bağlı olarak zikredildiğinde
sıfat anlamındadır. Ancak Kur’an’da bu şekilde değil, özel isim olarak
kullanılmıştır. Bu isim sadece Allah’a has özel isimlerden olduğu için daha
çok bir isme bağlı olarak değil; yalnız zikredilmesi hoş karşılanmıştır. Allah
isminin yalnız olarak kullanıldığı gibi. Rahmân’ın bu şekilde kullanılması O’nun
Rahmân sıfatına ters gelmez. Çünkü Allah ismi de ulûhiyet sıfatına delalet
ettiği hâlde hiçbir zaman başkasına ait bir sıfat olarak zikredilmemiştir.
Oysa
Alîm, Kâdir, Semî’ ve Basîr gibi diğer sıfatlar böyle değildir. Bu gibi
sıfatlar daima başka isimlere sıfat olarak gelmişlerdir. Bu yüzden bu ve benzeri
sıfatlar yalnız olarak değil sıfat olarak kullanılırlar.[510]
Rahmân ve Rahîm’i Bir Arada Zikretmenin Faydaları
Bunu iyi anlamak
istiyorsan şu âyetleri iyi düşün: “O, mü’minlere çok Rahîm (merhamet eden)’dir.”[513],
“O, onlara (karşı) çok şefkatli ve çok Rahîm (merhametli)’dir.”[514]
Kur’an’da hiçbir âyette “O, mü’minlere çok Rahmândır” geçmemiştir.
Bu, Rahmân’ın merhamet
sahibi olduğunu; Rahîm’in ise sahip olduğu bu merhametle varlıklara merhamet
ettiğini göstermektedir. Bu ince farkı, başka bir kitapta bulamazsın. Eğer kalp
aynanı bu isme tutar ve onu teneffüs edip yansıtırsan, bu farkı daha iyi anlarsın.[515]
O halde Rahmân ve Rahîm
sıfatlarını bir arada zikretmenin faydası, Allah’ın özel ve genel
merhametinden ve bu dünyadaki ve âhiretteki merhametinden yararlanmaktır.[516]
Gerçek Rahmet ve Anlamı
Bilinmelidir ki rahmet,
kişiye zor gelse de veya nefsi onu hoş karşılamasa da insanlara yarar sağlamayı
ve onlara fayda ulaştırmayı gerektiren bir sıfattır. Gerçek rahmet işte budur.
İnsanlar arasında sana karşı en merhametli olanı, sana yarar sağlamak ve kötülükleri
senden savmak için seni sıkıntıya sokandır.
Babanın çocuğa merhameti;
Babanın, çocuğunu ilim öğrenmeye ve onunla amele etmeye zorlaması, hatta
gerektiğinde bunun için kendisini dövmesi, onu kendisine zarar verecek arzu ve
isteklerden men etmesi bu türden bir merhamettir. Baba eğer bunları yapmaz ve
ihmalkar davranırsa, bu, onun çocuğuna olan merhametinin az olduğunu gösterir.
Babanın, çocuğunu zorlamamakla ona merhamet ettiğini, ona acıdığını ve rahat
etmesini sağladığını sanması doğru değildir. Bu, annenin çocuğuna merhameti
gibi duygusal ve bilgisizlikten kaynaklanan sahte bir merhamettir.
Bu yüzden merhametlilerin
en merhametlisi olan Allah’ın kullarına çeşitli belâ ve musibetler vermesi, O’nun
rahmetinin bir gereğidir. Çünkü kullarına yarar sağlayacak ve onlardan
kötülükleri defedecek şeyleri en iyi bilen O’dur. Dolaysıyla Allah’ın,
kullarına musibetler vermesi, onları çeşitli felaketlerle sınaması, onları birçok
arzu ve isteklerinden men etmesi, O’nun kullarına olan merhametinin bir göstergesidir.
Ancak insanlar, bilgisizlik ve haksızlıklarından Rablerini belâ vermesi
nedeniyle itham etmekte, O’nun belâ ve musibet vermekle kendilerine iyilik
ettiğini görememekte ve bilememektedirler.
Rivayet edilen bir eserde
şöyle denilmiştir: “Başına bir musibet gelen kimse Allah’a: “Allah’ım! Bana
merhamet et” diye dua ettiğinde Allah: “Merhamet ettiğim bir şeyle ona nasıl
merhamet edeyim.” der.”
Bir başka eserde ise
şöyle denilir: “Allah bir kulunu sevdiğinde, sizden birinin hastasını koruduğu
gibi Allah da onu dünyadan, güzelliklerinden ve zevklerinden korur.”
Bu, Allah’ın merhametinin
tam oluşundandır; yoksa O’nun cimriliğinden değildir. Çünkü O, cömertlerin
cömerdidir; bütün cömertlik yalnız O’na aittir. Bütün varlıkların cömertliği, O’nun
cömertliğinin yanında dünyadaki bütün dağların ve kumların karşısında küçücük
bir zerre misali gibidir.
Allah’ın emir ve
yasaklarla kullarını sınaması, O’nun rahmet ve korumasının bir gereğidir.
Allah’ın, kullarına emrettiklerine olan ihtiyacından veya yasakladıklarına olan
cimriliğinden değildir. Çünkü O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, cömert ve kerîm
olandır.
Allah’ın dünyada mü’minleri
sıkıntıya sokması, onlara bela ve musibetler vermesi, kulların bu dünyaya bağlanmalarına
ve burayı karar yeri edinmelerine mani olmak, asıl karar yeri olan ve sonu
olmayan âhiret hayatına yönelmelerini sağlamak içindir. Allah, belâ ve
musibetlerle, kullarının öteki dünyaya yönelmelerini sağlamaktadır. Allah âhirette
vermek için bu dünyada vermemekte, esenliğe kavuşturmak için musibetler vermekte,
diriltmek için öldürmektedir.
Allah merhametinin bir
gereği olarak kullarını, merhametine güvenerek kendisine karşı gelmekten ve
güzel olmayan davranışlarda bulunmaktan sakındırmaktadır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Allah, sizi kendisiyle (kendisine karşı gelmekten)
sakındırır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır.”[517]
Birçok âlim şöyle
demiştir: “Allah’ın kendisinden sakındırması, O’nun kullarına olan şefkat ve
merhametinin bir gereğidir. Böylece Allah kullarını, merhametine güvenip
kendisine karşı gelmekten sakındırmaktadır.”[518]
Dalalet ve Gazap
Hidayet ve merhamet
(acıma) Allah’ın kulları üzerindeki nimetlerindendir. Bu iki nimetin zıddı,
dalalet ve gazaptır.
Yüce Allah bize, her gün
ve
“Allah’ın Rahmetinin Eserlerine Bak”[520] Âyetinin Anlamı
Bu varlıkta Allah’ın
genel ve özel rahmetinin eserlerine bir dön de bak. Bu rahmeti ile bizlere
peygamberler gönderen, kitaplar indiren, bizleri bilgisizlikten kurtaran,
dalaletten hidayete ileten, yanlışlık ve sapıklıklardan doğruya çıkaran,
körlükten kurtarıp görmemizi sağlayan O’dur. Bizler O’nun rahmet ve merhameti
ile isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini öğrendik. Böylece O’nun Rabb’imiz ve
Mevlâmız olduğunu bildik. O, merhameti ile bize bilmediklerimizi öğreten, bize
yararlı olan dinî ve dünyevî maslahatlarımızı gösteren, merhametiyle güneş ve
ayı yaratıp insanların faydasına sunandır. O’nun
İnsanların ve hayvanların
kendi aralarındaki merhamet duygusu, Allah’ın merhametinin bir eseridir. O,
rahmet kelimeden kendisine Rahmân ve Rahîm isimlerini türeten, en geniş ve
kapsamlı sıfatının merhamet olduğunu ilan edendir. Bütün varlıkları kuşatan Arş’ının
üzerine, her şeyi kapsayan merhamet sıfatı ile oturmuştur. Allah, rahmet
sıfatından türetilen ve başka varlıkların adlandırılmadığı bu isimle Arş’ına
oturunca, bu sıfatının bir gereği olarak rahmetinin gazabını geçtiğini yazdı.
Bu pek ve önemli yazgısı, bütün kullarına verdiği bir merhamet, günahları affetme
ve bağışlama, onları cezalandırmama, ayıpları örtme ve kendilerini bilgi
sahibi yapma sözü oldu.
O’nun öfkeden hoşnutluğa
ve cezalandırmadan bağışlamaya dönmesi rahmetinin bir eseridir. Erkek canlılar
için kendi cinslerinden dişiler yaratması, soylarının tükenmemesi ve çiftlerin
karşılıklı birbirlerinden yararlanması için aralarına sevgi ve merhamet bağı
koyması, herkesin ihtiyaçlarını karşılaması için varlıkları birbirine muhtaç
etmesi, Allah’ın geniş merhametinin birer eseridir. Eğer Allah, hiç kimseyi
ihtiyaç sahibi kılmayıp herkesi zengin yaratsaydı, dengeler bozulur ve dünya
yaşanmaz hâle gelirdi. Allah’ın zengin ve yoksul, azîz ve zelil, güçlü ve
güçsüz, yöneten ve yönetilenler yaratması, sonra da hepsini birbirine muhtaç
etmesi ve merhametiyle hepsini kuşatması, O’nun merhametinin bir eseridir.
Yüce Allah yüz parça
merhamet yaratmıştır. Her merhametin arası yerle gök arası kadardır. Bu merhametlerden
sadece bir tanesini yeryüzüne indirmiştir. İşte bu bir parça merhametle bütün
insanlar ve diğer canlılar birbirlerine merhamet etmektedir. Annelerin
çocuklarına merhameti, kuşların, vahşi hayvanların ve diğer bütün canlıların yavrularına
merhamet etmesi bu bir parça merhametle gerçekleşmektedir. Dünya düzeninin
ayakta kalması ve varlıkların varlıklarını devam ettirmeleri bu merhametle olmaktadır.
Varlıklar için belirlenen
süre geldiğinde Yüce Allah, yeryüzüne indirdiği bu bir parça merhameti tekrar
katına kaldıracak, böylece gebe canlılar karınlarındakini atacak, anneler de
süt verdikleri çocuklarını bırakacaklardır. Allah, yeryüzüne indirdiği sonra da
kaldırdığı merhameti katındaki doksan dokuz merhamete ekleyecek ve merhametini
yeniden yüze tamamlayacaktır. Bu geniş merhameti ile kendisini birleyenlere,
peygamberlerini tasdik edenlere ve onların izinden gidip kendisine itaat
edenlere merhamet edecektir.
Eğer bu varlık âlemine
basiretle bakacak olursan, denizin suyla, havanın havayla dolu olduğu gibi
yeryüzünün de bu bir parça merhametle dolu olduğunu ve bu merhametin dışında
bir şey olmadığını görürsün. Bu, “Merhametim gazabımı geçmiştir.”[521]
sözünün bir gereğidir. Ancak bilinmelidir ki geçilmiş (gazap), yavaş da olsa
mutlaka onu hak edenlere yetişecektir. Bu, Allah’ın merhametiyle çelişmez.
Çünkü bunda bir hikmet ve amaç vardır. O, hüküm verenlerin en Hâkimi ve
merhamet edenlerin en merhametlisidir.[522]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Allah’ın sevdiği bir
diğer amel, başkalarını kendine tercih etmendir. Yüce Allah bu davranışı şöyle
övmektedir: “Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz
nefislerine tercih ederler.”[523]
* * *
﴿ اَلرَّفِيعُ
﴾
REFÎ’
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Dereceleri yükselten Allah…”[525]
Refî’, kendisinden daha
yüksek bulunmayan demektir. Allah, en yüksektir. O, övgü ve senânın bütün
derecelerini hak eden tek varlıktır. O’ndan başka bunu hak eden bir varlık
yoktur.
Yusuf b. Musa, Cerîr’den
anlatıyor. Bir adamın şöyle dediğini işittim: Rüyamda İbrahim es-Sâiğ’i
gördüm. Oysa O’nu hiç tanımam. Ona: “Ne ile kurtuldun?” diye sordum. Bana şu
duayla kurtulduğunu söyledi: “Ey Allah’ım! Ey gizlilikleri bilen! Ey
dereceleri yükselten! Ey Arş sahibi! Ey kullarından dilediğine ruh veren! Ey günahları
bağışlayan, tevbeleri kabul eden, cezası pek şiddetli olan! Ey lütuf sahibi!
Senden başka ilâh yoktur.”[526]
el-Halîmî der ki: “Refî’,
Allah’ın zatî sıfatlarındandır; övgü ve medhin bütün derecelerini hak eden
demektir. Övgü ve medih derece derecedir ve birçok çeşidi bulunmaktadır. Bütün
bunları Allah’tan başka kimse hak etmez.”[527]
Bu sıfat, “yüksek ve
üstün niteliklere sahip”, “yedi göğün üstünde”, “cennette dostlarının
derecelerini yükselten” gibi anlamlara da gelebilir.[528]
İbn Kesir, bu ismi şöyle
açıklar: “Büyük ve yüksek Arş’ının, bir tavan gibi bütün varlıkların üstünde
olmasıdır.”[529]
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Bu ismi bilmenin faydası,
kişinin Allah’ın katındaki derecelerinin yükselmesini istemesi ve bunun için
çaba harcamasıdır. Allah’ın iyilik ve itaat ehlini bu dünya hayatında
yükselttiğini de bilmesidir.
* * *
﴿ اَلرَّفِيقُ
﴾
REFÎK
Bu isim Kur’an’da ne isim
ne de fiil olarak geçmez. Ancak Allah’ın böyle bir isminin olduğu Müslim ve
diğer kitaplarda bulunan sahih hadislerde geçmektedir. Hz. Peygamber’in temiz
eşi Hz. Aişe anlatıyor: “Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ey Aişe! Elbette Allah
yumuşaktır (Refik), yumuşaklığı sever. Allah sertlikle vermediğini
yumuşaklıkla verir. Bu verdiğini yumuşaklıktan başkasıyla vermez.”[530]
el-Cevherî der ki: “Rıfk,
sertliğin zıddı olup yumuşak olmak demektir.”
Ebû Zeyd, Rıfk’ın fayda
vermek ve yarar sağlamak anlamına geldiğini söyler.
Refîk, yolculukta
birlikte olmak, yoldaş anlamına da gelir. Bu ismin, Allah’tan başkaları için
söylenmesinde bir sakınca yoktur. Çoğulu “rüfekâ”dır. Ancak Refîk, “sadîk”
(arkadaş) gibi tekil için kullanıldığı gibi çoğul için de kullanılabilir. Çünkü
Yüce Allah çoğul anlamda şöyle kullanmıştır: “Ne iyi arkadaştır (refik) onlar.”[531]
Refîk, acemi, beceriksiz
ve aptal gibi anlamlara gelen “Ahrak” kelimesinin zıddı olarak da
kullanılmıştır. Bu, Refîk kelimesinin birçok anlama gelen müşterek bir kelime
olduğunu göstermektedir. Başka dilbilimciler er-rıfk’ın aslının, işleri
düzeltmek ve tamamlamak için çözüm bulma anlamında olduğunu söylemişlerdir.
Ancak Allah bundan münezzehtir. Çünkü O’nun için çözülecek bir sorun yoktur.
Allah Refîk’tir. Yani
yumuşaklığı çok olandır. Zıddı, sertliktir. Allah’ın azabı pek şiddetli ve
zordur. Rıfk, vermek anlamında da gelebilir. Yani Allah, hayrı bol olan, onu
dağıtan ve iyilik yollarını kolaylaştırandır. Allah’ın insanoğluna sağladığı en
büyük kolaylık, Kur’an’ı, ezberleyenlere kolaylaştırmasıdır. Allah bu gerçeği
bize şöyle haber verir: “Andolsun biz Kur’an’ı zikr (ile öğüt alıp-düşünmek)
için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?”[532]
Dolaysıyla Allah’ın kolaylaştırması olmadan hiç kimse Kur’an’ı kolaylıkla
ezberleyemez. Allah’ın izni ve takdiri olmadan hiç kimse bağışta bulunamaz,
iyilik yapamaz.
Rıfk, işlerde acele
etmemek ve süre vermek gibi anlamlara da gelebilir.
Özetle; Allah hakkında Refîk,
Halîm (Tevbe etmeleri için kendisine isyan edenleri cezalandırmada acele etmeyen,
onlara süre tanıyan) anlamındadır.
el-Hattâbî der ki: “Allah
Refîk’tir demek, aceleci olmayan demektir. Çünkü ancak kaçırmaktan ve kaybetmekten
korkanlar acele eder. Oysa herşey elinde olan, acele etmez. “Allah, yumuşaklığı
sever” cümlesinin anlamı ise, Allah, işlerinde ve amellerinde acele etmeyenleri
sever demektir. Bunları Allah’ın Halîm adını açıklarken zikretmiştik.”
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Bu ismi bilen Müslüman,
bütün işlerinde ve durumlarında yumuşak olmalı ve asla acele etmemelidir. Çünkü
acele etmek şeytanın bir tuzağıdır. Acele eden, yanlış ve eksik yapmaktan,
sonuçta pişman olmaktan kurtulamaz. Hz. Peygamber Eşacc Abdülkays’a şöyle
söylemiştir: “Sende, Allah’ın sevdiği iki özellik bulunmaktadır: Yumuşaklık ve
acele etmemek.”[533]
* * *
﴿ اَلرَّقِيبُ
﴾
RAKÎB
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Bilin ki, şüphesiz
Allah bağışlayandır, (kullara) yumuşak davranandır.”[534]
“Allah, her şeyi
gözetleyip-denetleyendir.”[535]
Allah Teâlâ, Hz. İsa’nın
diliyle şöyle buyurmaktadır: “Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde,
üzerlerindeki gözetleyici sen’din.”[536]
Bu ve benzeri âyetler Kur’an-ı
Kerîm’de oldukça fazladır.
Meşhur Cibril hadisinde,
Cebrail (a.s.) Hz. Peygamber’e: “İhsan nedir?” diye sorunca Hz. Peygamber şöyle
cevap vermiştir: “Allah’ı görüyor gibi ibadet etmendir. Eğer sen O’nu
göremiyorsan da O, seni görmektedir.”[537]
el-Halîmî bu ismi şöyle
açıklar: “Rakîb, yarattığı şeylerden gafil olmayandır. O’nun yarattıklarından
gafil olması, eksik olduğunu ve gaflette olduğu noktadan kendisine bir zarar
gelebileceğini gösterir. Bu ise Allah hakkında imkansızdır.”
Zeccâc ise şöyle söyler: “Rakîb,
koruyup gözetleyendir. Öyle ki, hiçbir şey O’ndan kaybolmaz.”[538]
er-Râzî ise şöyle
açıklar: “Rakîb, gizlilikleri ve sırları bilen, görendir. O, her şeyi bilen ve
görendir. Hiçbir söz ve gizli konuşma O’na gizli değildir.”[539]
Kurtubî de şunları
söyler: “Allah, unutmasının mümkün olmadığı mutlak ilmiyle bütün varlıkları
gözetleyip denetleyendir. Allah, görülenleri, uyku ve uyuklamanın tutmadığı
gözleriyle görüp denetler. İşitilenleri, her hareket ve sözü işiten kulakları
ile işitip denetler. Bu gözetleyici ve denetleyici sıfatları ile Yüce Allah,
bütün varlıkları küllî ve cüz’î (bütün ve parça, ayrıntılı) olarak gözetler.
Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan bütün gizlilikleri ve sırları bu
sıfatlarıyla denetler. Hiçbir şey O’na gizli değildir. Her şey O’nun gözetleme
ve denetleme sıfatının altındadır. Bu açıdan bütün varlıklar O’nun için aynıdır.
Allah, gözetlenenlerin bütün durumlarını gören ve gözetleyen, onları bütün ve
ayrıntı olarak koruyan, her hareket ve davranışlarını sayıp kayda geçirendir. Bütün
bunlar O’nun ilim ve müşahede sıfatıyla gerçekleşir. İşte gerçek bilgi ve idrak
budur.”[540]
es-Sa’dî ise şunları
söyler: “Rakîb, sinelerde saklı olanı ve her canlının yaptıklarını bilen, varlıkları koruyan ve onları en güzel
bir sistem ve düzenle yönetip varlıklarını devam ettirendir.”[541]
İbn Kesir ise bu ismi
şöyle açıklar: “Rakîb, bütün durumlarınızı ve amellerinizi gözetleyip
denetleyendir.”
Kulun Allah’ın Gözetiminde Olduğunu Bilmesi (Murakabe)
İbn Kayyim der ki: “Murakabe,
kulun gizli ve açık bütün durumlarını Yüce Allah’ın gözetlediğini kesin olarak
bilmesi ve bunu devamlı aklında tutmasıdır. Kulun bu kesin bilgi ile kendisini
daima kontrol altında tutması murakabenin kendisidir. Murakabe, Allah’ın
sürekli gözetleyici olduğunu, kendisini gördüğünü ve sözlerini işittiğini
bilmenin bir sonucudur. Allah, her an ve her zaman bütün canlıları gözetlediği
gibi insanların yaptıklarını da gözetlemektedir. Bundan gafil olmak, Allah’a
ulaşma yoluna yeni başlayanların hâllerinden uzak olmak demektir. Bu yolda
mesafe alan mürîdlerin veya âriflerin murakabeden gafil olmaları durumunda acaba
hâlleri nice olur?”
el-Cerîrî der ki: “Kendisiyle
Allah arasındaki ilişkiyi takva ve murakabe ile güçlendirmeyenler, keşif ve müşahedeye
ulaşamazlar.”
Bazı ârifler şöyle söylemişlerdir: “Allah, aklına gelen
şeylerde bile Allah’ı murakabe edenlerin azalarını, yanlış hareketlerden korur.”
Bazı âriflere: “Çobanlar, ne zaman asası ile koyunları
tehlikeli meralardan korurlar?” diye sorulunca: “Orada bir bekçi (gözetleyici)
olduğunu bildikleri zaman.” diye cevap vermişlerdir.
Cüneyd-i Bağdâdî der ki: “Kendi nefislerinde murakabeyi
gerçekleştirenler, bir ânı bile Rablerinden gafil geçirmekten korkarlar.”
Zün’nûn-i Mısrî de şöyle söyler: “Murakabenin âlameti, her
durumda Allah’ın indirdiklerini tercih etmek, O’nun yücelttiklerini yüceltmek,
küçük gördüklerini küçük görmektir.”
Başka arifler de murakabeyi şöyle tanımlamışlardır: “Murakabe,
kalbin her an ve her adımda Allah’ın gözetiminde olduğunu bilmesidir.”
el-Cerirî der ki. “Bu işimiz (tasavvuf) iki kural üzerine
bina edilmiştir: Nefsini daima Allah’ın gözetimi (murakabe) altında tutmak,
dışını da İslâm’a uygun hâle getirmektir.”
İbrahim el-Havâs da şöyle söyler: “Murakabe, açık ve gizli
bütün hallerini Allah için arındırmaktır.”
Bazı ârifler şöyle demişlerdir: “Bu yolda insanın nefsine
zorunlu kılacağı en önemli şey, muhasebe, murakabe ve bildikleriyle amel
etmektir.”
Ebû Hafs, Ebû Osman en-Nisabûrî’ye şöyle tavsiyede bulunur: “Öğüt
vermek için insanların arasına oturduğunda, öncelikle kendi kalbine ve nefsine
öğüt ver. İnsanların seni dinlemek için toplandıklarına aldanma. Bil ki, onlar
senin sadece dışını gözetlemekte, Yüce Allah ise hem dışını hem de içini
gözetlemektedir.”
Murakabe, Yüce Allah’a Rakîb (gözetleyen), Hafîz (koruyan),
Alîm (bilen), Semî’ (işiten) ve Basîr (gören) adlarıyla ibadet etmektir. Bu
isimleri bilen ve anlamlarını iyi düşünüp onlarla ibadet eden kimse murakabe
sahibi olmuş olur. Yine de en doğrusunu Allah Teâlâ bilir.[542]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Anlatıldığına göre İbn Ömer, koyun gütmekte olan köle bir
gencin yanından geçer ve ona: “Bana bir koyun sat.” der. Köle genç: “Bu
koyunlar benim değil.” deyince İbn Ömer: “Onu kurt yedi dersin.” der. Köle
genç: “Peki Allah nerede?” diye cevap verir. Bunun üzerine İbn Ömer, bu genç köleyi
ve koyunları sahibinden satın alır. Sonra da genci azad eder ve aldığı koyunları
ona bağışlar. İbn Ömer uzun süre boyunca gencin söylediği “Peki, Allah nerede?”
cümlesini tekrarlar.
Murakabe sahibi kimse, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı
davranmaktan hayâ eder. O’nun heybetinden kaçınır. Oysa günah işlemeyenlerin
çoğu, cezasından korktukları için günah işlemeyi terk ederler. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “O, Allah’ın görmekte olduğunu bilmiyor mu?”[543]
Kalbini gözetim altında tutan kimse, nefes alış verişinin bile Allah için olmasına
dikkat eder. Aldığı veya verdiği bir nefesi bile O’nsuz almak veya vermek
istemez. Bir an bile O’na itaatten geri durmaz. Nasıl böyle yapmasın ki? Çünkü
Allah’ın küçük büyük her şeyde kendisini sorguya çekeceğini bilir.
* * *
﴿ اَلرَّؤُوفُ
﴾
RAÛF
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Şüphesiz sizin Rabb’iniz şefkatli ve merhametlidir.”[545]
el-Halîmî der ki: “Raûf,
kullarına kolaylık sağlayan demektir. Çünkü Yüce Allah kullarına kaldıramayacakları
ibadetler ve yükler yüklememiştir. Yaşlılık, hastalık ve zayıflık gibi hâllerde
onları birçok ibadetlerden muaf tutmuştur. Hatta onlara, yapabilecekleri birçok
şeyleri de yüklememiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ, güçlülük dönemlerinde
emir ve yasaklara uymayı şiddetle emretmekte, zayıflık ve hastalık gibi
güçsüzlük dönemlerinde ise emirlerini Hafîfletmektedir. Yolcu ve hasta olanları
sorumlu tutmadığı şeylerden, yolcu ve hasta olmayanları sorumlu tutmuştur. Her
iki durum da sahipleri için şefkat ve merhamettir.”
el-Hattâbî ise şöyle
söyler: “Bazen merhamet, fayda nedeniyle hoş olmayan zor şeylerdedir. Bu
yüzden şefkat ve merhamet çoğu zaman, zor ve nefsin hoş görmediği şeylerde
saklıdır.”[546]
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, onlara Allah’ın
dini(ni uygulama) konusunda sizi bir re’fet (acıma) tutmasın.”[547]
Allah Teâlâ burada ‘rahmet’ sözcüğünü değil, acıma anlamına gelen ‘re’fet’
sözcüğünü kullanmaktadır. Çünkü zina ederek Allah’a isyan eden (bekar) âsilere
el-Aklişî de der ki: “Re’fet
(şefkat) ve rahmet arasındaki farkı iyi düşün. Aralarında fark nedeniyle şu âyetlerde
birlikte zikredilmişlerdir: “Şüphesiz Allah, insanlara şefkat edendir,
esirgeyendir.”[548],
“Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir.”[549]
Buna göre re’fet (şefkat), rahmetten daha geniş anlamdadır. Allah kuluna ne
zaman merhamet etmek istese, ona rahmet nimetini verir. Bu nimet, bir belâ ve musibetin
ardından gelebileceği gibi, belâ olmadan da gelebilir. Oysa re’fet böyle
değildir. Yukarıda açıkladığımız gibi onda, insan için bir zorluk veya zarar
söz konusu değildir.”[550]
es-Sa’dî ise şöyle
söyler: “Rahmân, Rahîm, Ber, Kerîm, Cevâd, Raûf, Vehhâb. Bütün bu isimlerin
anlamları birbirine yakındır. Bu isimler, Yüce Allah’ın rahmet, iyilik,
cömertlik, kerem gibi sıfatlara sahip olduğunu gösterir. O’nun bu sıfatları,
hikmeti gereği bütün varlıkları kuşatacak genişliktedir. Ancak bu sıfatlardan
yararlanmadaki en büyük payı mü’min kullarına tahsis etmiştir. Bu yüzden şöyle
buyurmuştur: “Rahmetim her şeyi kapsamıştır. Onu korkup-sakınanlara, zekâtı
verenlere ve bizim âyetlerimize iman edenlere yazacağım.”[551]
Dolayısıyla bütün iyilikler ve nimetler O’nun merhametinin ve kereminin bir
eseridir. Dünyadaki ve âhiretteki bütün servetler ve hayırlar, O’nun
merhametinin bir göstergesidir.”[552]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Her müslüman Allah’ın
dışında mutlak şefkat sahibi kimse olmadığını, O’nun şefkatinin biz insanların
şefkati gibi olmadığını bilmelidir. Allah’ın kullarına bol nimetler vermesi,
onları çeşitli tehlikelerden koruması, nefislerinin arzu ve isteklerinin
peşinden koşmalarına mani olması, O’nun kullarına olan şefkat ve
merhametindendir. Bazen bir musibet vererek onları içinde bulundukları
gafletten uyandırması, bazen gittikleri yolda onları tökezleterek doğru yola
girmelerini sağlaması, O’nun şefkat ve merhametinin bir gereğidir. Bu belâ ve
musibetler dıştan böyle görünebilir; ancak gerçekte bunlar, kendileri için bir
şefkat ve merhamettir. Hz. Peygamber bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “İnsanlar
arasında musibetleri en şiddetli olanlar peygamberlerdir. Sonra onların izinden
giden Allah dostlarıdır. Dinine bağlılık derecesine göre kişinin başına musibetler
gelir. Belâlar, hiçbir hatası olmadan yeryüzünde yürüyünceye kadar kişinin
peşini bırakmaz.”[553]
Enes b. Mâlik anlatıyor:
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Sevabın büyüklüğü belânın büyüklüğüne göredir.
Allah bir topluluğu sevdiği zaman onlara belâ verir. Razı olana rıza, olmayana
da gazap vardır.”[554]
Allah’ın bu ismini bilen
kimse, Allah’ın kendisine şefkat ve merhamet ettiği gibi o da, nefsine acımalı,
ona gücünden fazla yük yüklememeli ve yapısını aşan şeylerden sorumlu
tutmamalıdır. Nefse acımak demek, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından
ve tehlikelerden onu korumak demektir. Nefsine acıyıp ona şefkat gösterdiğin
gibi, başka insanlara da acımalı ve onlara da şefkat elini uzatmalısın. Böylece
şefkatli bir kalbe sahip olur, her iki dünyada Allah’ın şefkat ve merhametinin
seni kuşatmasını sağlamış olursun.[555]
* * *
﴿ اَلسُّبُّوحُ
﴾
SÜBBÛH
Bu isim Kur’an’da değil,
Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadislerde geçmektedir. Hz. Aişe anlatıyor:
Hz. Peygamber rükû ettiğinde: “Ey ulu ve yüce olan! Ey hiçbir ayıbı ve kusuru
olmayan! Ey meleklerin ve Rûh’un (Cebrail’in) Rabb’i!” diye dua ederdi.”[556]
Müslim’in bir başka rivâyetinde
Hz. Peygamber’in bu duayı rükûda ve secdede söylediği nakledilir.
el-Halîmî bu ismin anlamı
hakkında der ki: “Sübbûh, var olma yönünden varlıklarda bulunan her türlü ayıp
ve noksanlıklardan uzak olan demektir. Tesbîh ve tenzih etmek, yüceltmek, ayıp
ve eksikliklerden uzak tutmak anlamlarına gelir.”[557]
* * *
﴿ سَرِيعُ
الْحِسَابِ –
سَرِيعُ
الْعِقاَبِ ﴾
SERÎU’L-HİSÂB - SERÎU’L-İKÂB
Her iki sıfatta Kur’an-ı Kerîm’de
geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah, hesabı pek
seri görendir.”[558]
“Şüphesiz senin Rabb’in,
sonuçlandırması pek çabuk olandır.”[559]
“O, hesap görenlerin
en süratli olanıdır.”[560]
İslâm âlimleri tarafından
ittifakla kabul edilen Allah’ın Hasîb ismini açıklarken bu konuya da
değinmiştik.
Kâdi Ebû Bekir der ki: “Kûfe’de
Şeyh Ebû Bekir et-Turtûşî ile birlikteydim. Onunla, “Şüphesiz senin Rabb’in,
sonuçlandırması pek çabuk olandır. O, bağışlayan ve esirgeyendir.”[561],
“Rabb’in sonuçlandırması pek çabuktur ve gerçekten O, bağışlayandır,
esirgeyendir.”[562]
âyetlerini müzakere ettim ve: “Lâm’ın âyetlerden birinin başına gelip diğerinin
başına gelmemesinin faydası acaba nedir?” diye sordum. Şeyh Ebû Bekir
et-Turtûşî sorumu şöyle cevapladı: “Arapça Lâm’ın hükmü, verilen haberi tekit
etmektir. Lâm’ın En’am sûresindeki âyetin başına gelmemesinin nedeni, buradaki
hitabın, dünyada toplu cezalandırmayı hak etmeyen fakat cezası âhirete
ertelenen bir ümmete yapılmasıdır. Durum böyle olunca hükmü, verilen haberi
tekit etmek olan Lâm burada gelmemiştir. A’raf sûresindeki âyet ise
İsrailoğullarına hitap etmektedir. Bu toplum ise, dünyada topluca
cezalandırmayı hak etmiş, hayvanlara dönüştürülmüş ve yerle bir edilmişlerdir.
Durum böyle olunca âyetin başına görevi, verilen haberi tekit etmek olan Lâm
gelmiştir.”[563]
* * *
﴿ اَلسَّلاَمُ
﴾
SELÂM
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“O Allah ki, O’ndan
başka ilâh yoktur. Melik’tir; Kuddûs’tur; Selâm’dır…”[564]
Bir hadis-i şerifte ise
Hz. Peygamber şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım! Sen Selâm’sın; Selâm (esenlik)
yalnız sendendir. Ey ikram ve celâl sahibi olan! Sen ne yücesin.”[565]
İbn Arabî der ki: “İslâm
âlimleri, bizlerin Allah hakkındaki “Selâm” sözümüzün nispet anlamında olduğu
ve takdirinin “selâmet, esenlik sahibi” olduğu konusunda hemfikirdirler. Ancak
nispetin burada ne anlama geldiği konusunda üç farklı görüşe ileri
sürmüşlerdir. Bunlar:
İkinci ve üçüncü
maddelerdeki anlamlara göre Selâm, Allah’ın fiilî sıfatlarından; birinci
maddedeki anlama göre ise zatî sıfatlarındandır.
Selâm’ın, “kullarını
esenliğe çıkaran” anlamında olduğu söylenmiştir.
İbn Kesir ise şunları
söyler: “Selâm, zatında, fiillerinde ve sıfatlarında mükemmel oluşu nedeniyle
her türlü eksiklikten, noksanlıktan, kusur ve ayıptan salim olan demektir.”[567]
Selâm Sözcüğünün Gerçek Anlamı
İbn Kayyim der ki: “Selâm
sözcüğünün gerçek anlamı, kötülük ve ayıplardan beri olmak, onlardan kurtulmak
ve esenliğe kavuşmaktır. Selâm sözcüğünden türeyen ve kökü buna dayanan bütün
sözcükler, bu anlamlar çevresinde dolaşır. “Sellemekellah” (Allah seni
kurtarsın) ve “Selleme fülanün mineş-şer” (filanca kötülükten kurtuldu) gibi
cümleler bu tür anlamdadır. Mü’minlerin sırat üzerinde “Rabb’i sellim” veya “Allahümme
sellim” (Rabb’im, Allah’ım kurtar, selâmet ve esenliğe kavuştur) şeklinde dua
etmeleri de bu anlamdadır. Yine “Seleme’ş-şey’u li fülan” (Bu şey filancaya
aittir) cümlesinde “seleme” aidiyet ve sahiplik anlamı taşır. Birini zarardan
kurtarmak da bu sözcükle ifade edilir. Kur’an’da bütün bu anlamlar kullanılmıştır.
Örneğin “Allah bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan,
sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim
olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu?”[568]
âyetinde geçmekte olan “selem” sözcüğü, yalnız birine ait olmak, başkasının
ortaklığı bulunmamak anlamında kullanılmıştır. Selâm, savaş karşıtı olan barış
anlamında da kullanılmıştır. Şu âyette bu anlamda kullanılmıştır: “Eğer
onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a
tevekkül et.”[569]
Çünkü barış ile, savaşan tarafların her ikisi de birbirlerine verdikleri eziyet
ve sıkıntılarından kurtulmakta ve rahat etmektedirler. Bu yüzden kelime,
müşareke gibi mufaale babında müsâleme (karşılıklı silah bırakma, barışma)
olarak kullanılmıştır.
Yine ‘selim kalp”
ifadesinde selim, temiz, sağlam, kin ve nefretten arınmış kalp anlamındadır.
Ancak gerçek anlamı, kalbi yalnız Allah’a teslim etmek, O’nun dışında bir şeyi
orda barındırmamak demektir. Böylece kalp, şirkten, kinden, günahların
pisliklerinden ve Allah’a muhalefet etme duygusundan kurtulur ve selim bir
kalp olur. Samimiyet ve sadakatle Allah’ın yolunda yürür, O’nunla iyi
ilişkiler kurar. Sonuçta kıyamet günü Allah’ın azabından kurtulur ve O’nun
ikram ve saygınlığını kazanır.
İslâm sözcüğü de bu
kelimeden türemektedir. Çünkü İslâm, kayıtsız şartsız Allah’a teslim olmak, O’na
boyun eğmek demektir. Müslüman, şirk ve küfrün pisliklerinden temizlenerek
yalnız Allah’a teslim olmuş kimsedir. O, tıpkı tamamen efendisinin emrinde olan
ve başka sahibi bulunmayan bir köle gibidir. Bu yüzden Yüce Allah, yalnız Rabb’ine
inanan ve O’na teslim olanla birçok efendisi bulunan iki kişinin örneğini bize
şöyle vermiştir: “Allah bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve
geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca
bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu?”[570]
Yine ticari bir muamele
şekli olan selem[571]
terimi de bu kökten türemiştir. Selemde, zimmetinde olan şeyin selâmetini Rabb’ine
havale ederek satma ve ücreti peşin alma söz konusudur. Bu yüzden bu tür satış
usulü selem olarak adlandırılmıştır. Ama gerçeği Yukarıda izah ettiğimiz
gibidir. Eğer bu, yılan vb. hayvanların soktuğu kimseye “selim” (kurtulan) denilmesiyle
çelişmektedir denilirse, şu cevabı veririz: Bu bir çelişki değildir. Çünkü
yılan vb. hayvanların soktuğu kimsenin “selim” olarak adlandırılması, kişinin
temel amacını ifade etmek içindir. Yani kişinin iyileşmesi ve bundan kurtulup
sağlığına yeniden kavuşmasıdır. Zira bu kimseye göre şu an, bundan kurtulmak ve
selâmete kavuşmaktan daha önemli bir isteği bulunmamaktadır. Durum böyle olunca
“selim” olarak adlandırılmıştır. Bu, tehlikeli yerin “kurtuluş yeri” olarak adlandırılması
gibidir. Tehlikeli yerde bulunana göre buradan kurtulmaktan başka bir amacının
olmadığını ifade etmek için bu adlandırma yapılmıştır.
Özetle, yılan vb.
hayvanların soktuğu kimsenin “selim”, tehlikeli yerin “kurtuluş yeri” olarak
adlandırılması, o kişilerin kurtulma ümidini ve onlara yönelik iyimserliği ifade
etmek için bu adlandırma yapılmıştır.[572]
Allah’ın Selâm Olarak Nitelenmesi
Allah, bu sıfatı
herkesten daha fazla hak etmiştir. Eğer bu bilinirse, bu sıfatın Allah’ın
isimlerinden biri olarak kabul edilmesi daha doğru olduğu anlaşılır. Allah, bu
isimle isimlendirilenlerden daha fazla bu ismi hak eder. Çünkü her türlü ayıp
ve kusurdan beridir. Hiçbir eksiği yoktur. O, her yönüyle gerçek Selâmdır.
Oysa varlıkların bu özelliği sınırlıdır. Allah için bu isim ve sıfatta ne de
başka isim ve sıfatlarında bir sınırlama yoktur. O’nun bütün isim ve sıfatları
sınırsız anlam taşır. O, kendi zatında, isim ve sıfatlarında ve fiillerinde her
türlü eksiklikten ve hayallerin vehimlerinden uzaktır. O’nun fiillerinde
herhangi bir yanlışlık, haksızlık ve kötülük olmaz. Hiçbir fiili, amaçsız ve
geliş güzel değildir. Her fiili bilerek ve yerli yerinde gerçekleşir. Bu yüzden
O, her yönüyle ve her itibarla gerçek Selâmdır. Bu nedenle Yüce Allah bu ismi,
kendilerine bu ad verilen kimselerden daha fazla hak eden mükemmel ve eksiksiz
varlıktır.
İşte Allah’ın kendisinin
beri olduğunu söylediği gerçek tenzih budur. Hz. Peygamber O’nu bu şekilde
tenzih etmiştir. O, eşten ve çocuktan beridir. O’na benzeyen hiçbir varlık
yoktur. Hiçbir şey O’na denk değildir. O’nun mülkünde kendisine ortak kimse
yoktur. O, gerçek Selâm’dır.
Allah’ın bütün mükemmel
sıfatlarına baktığında, her sıfatın bu mükemmelliğin zıddı olan sıfattan uzak
olduğunu görürsün. O’nun hayat sahibi oluşu, bunun zıddı olan ölümden, uykudan
ve uyuklamadan beri olduğunu gösterir. Kayyûm oluşu yine böyledir. Güç ve
kudret sahibi oluşu, yorgunluk ve bitkinlikten; ilim sahibi oluşu,
ilimsizlikten, unutkanlıktan, hatırlama ihtiyaç ve düşüncesinden beri olduğunu
gösterir. Mutlak irade sahibi oluşu, hiçbir amaç, menfaat ve yarar gözetmeden
davranmadığını gösterir. O’nun bütün sözleri yalan ve haksızlıktan beridir. Her
sözü, doğruluk ve adaletle tamamlanmıştır. O’nun zenginliği, başkasına muhtaç
olmadığını, herkesin O’na muhtaç ama O’nun hiçbir şeye ve kimseye ihtiyaç
duymadığın gösterir. Mülkünde mutlak mâlik olması, başkasının kendisine ortak,
yardımcı veya kendisiyle çekişen olmadığını ve hiç kimsenin O’nun izni olmadan
şefaat etmesinin mümkün olmadığını gösterir. Tek ilâh oluşu, ulûhiyetinde başka
ortak bulunmadığını ve kendisinden başka ilâh olmadığını gösterir.
Allah’ın hilm, af ve
bağışlama sahibi oluşu, günahkar kullarını cezalandırmaktan vazgeçmesi, O’nun
güçsüzlüğünden veya buna ihtiyaç duyduğundan değildir. O’nun bu sıfatları,
başkasının yaptığı gibi yapay ve suni de değildir. O, gerçek bağışlayıcıdır.
Bu, O’nun salt cömertliğinden, ihsan ve keremindendir. Aynı şekilde Allah’ın
azabı, intikamı ve yakalaması da pek şiddetlidir. O, çabuk hesap gören ve
sonuçlandırması pek çabuk olandır. Ancak O’nun böyle olması, haksızlık
etmesine, yanlışlık yapmasına, gereğinden fazla katı ve sert olmasına veya
haksız intikam almasına neden olmaz. O, bütün bunları hikmet ve adaleti ile
gerçekleştirir. Her şeyi yerli yerinde yapar ve kimseye haksızlık etmez.
Böylece ihsan, sevap ve nimetlere karşılık hak ettiği hamd ve senayı burada da
hak eder. Eğer Allah, sevabı cezanın yerine koysaydı bu, O’nun hikmet ve
izzetiyle çelişirdi. Bu yüzden Allah’ın cezayı yerli yerine koyması, hamd
edilmeye değer. Allah’ın hikmet ve izzet sahibi olması, düşmanlarının ve cahillerin
buna aykırı vehimlerinden uzak olduğunu gösterir.
Allah’ın kaza ve kaderi, her türlü haksızlık, zulüm, saçmalık
ve hikmetten yoksun olarak gerçekleştiği düşüncesinden beridir. Onun koyduğu
yasalar ve verdiği emirler her türlü çelişkiden uzaktır. O’nun dininde hiçbir
çelişki ve karışıklık yoktur. Bütün emir ve yasakları kullarının yararınadır.
Onlara olan merhamet ve şefkati nedeniyle bu emir ve yasakları koymuştur. Her
bir emir ve yasağın ayrı ayrı faydası vardır ve hepsi bir amaç için
konulmuştur. Kısaca her emir ve yasağı, hikmet, rahmet, maslahat ve adalettir.
Allah’ın kullarına nimetler vermesi, O’nun ihsanının bir
gereğidir. Yoksa verilene olan ihtiyacından veya karşılığında bir bedel almak
için değildir. Allah’ın nimet vermemesi, cimriliğinden veya fakir düşmek ve
muhtaç olmak korkusundan değildir. Aksine Allah’ın vermesi, bir karşılık almak
veya bir ihtiyaçtan değil katıksız ihsan ve iyiliğinden; vermemesi ise cimrilik
veya yoksulluk korkusu değil katıksız adaletindendir. O’nun hiçbir hükmünde
cimrilik veya adaletsizlik yoktur.
Allah’ın göğe yükselerek arşa istiva etmesi, kendisini
taşıyacak ve üzerine oturacak bir şeye ihtiyaç duymasından değildir. Aksine
arşın kendisi ve O’nu taşıyanlar (melekler) Allah’a muhtaçtır. Allah arştan da
onu taşıyan meleklerden de kendisinin dışındaki her şeyden de müstağnidir. Hiçbir
şeye ihtiyacı yoktur. Allah’ın yüceliği ve istivası her türlü eksiklikten
beridir. O’nun ne arşa ne de başka bir şeye ihtiyacı bulunmamaktadır. Zira
hiçbir şey onu kuşatamaz. O, her şeyin üstündedir; mutlak gani ve Hamîd
olandır. Allah’ın arşa istiva etmesi ve bütün varlıklara egemen olması, bir
arşa veya herhangi bir yönden başka bir şeye muhtaç olmadan mâlik oluşunun bir
gereğidir.
Allah’ın her
Allah’ın zenginliği, işitmesi ve görmesi, Müşebbihe’nin
benzetmelerinden ve bu sıfatları yok sayanların iddialarından uzak olduğunu
gösterir. Allah’ın dostlarını desteklemesi ve onlara yardım etmesi, insanların
birbirlerine yardım etme ihtiyacı duyması ve yardım etmediğinde eziklik ve
aşağılanma hissetmesi gibi değildir. O’nun yardımı tamamen hayır ve
merhametinden, iyilik ve ihsanından kaynaklanır. Yüce Allah, Azîz kitabında
şöyle buyurur: “De ki: “Övgü (hamd), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan
ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’adır.”[573]
Allah Teâlâ burada mutlak anlamda hiçbir dosta değil, sadece düşkünlükten
dolayı bir dosta ihtiyacı olmadığını vurgulamaktadır. Allah’ın, kendisini
sevenleri ve dostlarını sevmesi de böyledir. O’nun sevgisi, insanların
birbirini sevmesi gibi değildir. Çünkü insanların birbirlerini sevmesi, bir ihtiyaçtan,
yakınlıktan, yağcılıktan veya bir menfaat elde etmekten kaynaklanabilir. Oysa
Yüce Allah’ın sevgisi böyle değildir. O, böyle bir sevgiden beridir.
Allah’ın eli ve yüzü, Müşebbihe’nin benzetmelerinden ve
bunları inkar edenlerin iddialarından beridir. O’nun eli ve yüzü,
insanlarınkine asla benzemez. Kendisinin dışında kimse, bunların nasıl
olduğunu bilemez.
Bütün bu anlattıklarımız, Allah’ın Selâm ismi ile yüceliğine
yakışmayan her türlü şeylerden uzak olduğunu ve mükemmel sıfatlarının zıddı olan
bütün sıfatlardan münezzeh olduğunu göstermektedir. Bu ismi ezberleyen nice kimseler,
bu ismin delalet ettiği ve bizim işaret ettiğimiz bu gizli anlam ve sırlardan
haberdar değildirler. Sen bunları düşün ve anla. Allah yardımcımız olsun.[574]
Bu İsmi Bilmenin
Faydaları
* * *
﴿ اَلسَّمِيعُ
﴾
SEMÎ’
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır.
“Şüphesiz Allah,
işitendir, görendir.”[577]
“Elbette Allah
işitendir, görendir.”[578]
el-Hattâbî der ki: “Semî’,
mübalağalı ism-i fail vezninde olup işiten anlamına gelir. O, fısıltıları da
gizli söylenenleri de işitendir. O’na göre alenilik veya gizlilik, sükut veya
konuşmak birdir.”[579]
İbn Kayyim ise şunları
söyler: “Semî’, gizli veya açık söylenen her sözü eşit olarak işitendir. O’nun
işitmesi bütün sesleri kuşatmıştır. Varlıkların seslerini asla birbirine
karıştırmaz ve şaşırmaz. Birinin sesini işitmek, ötekinin sesini de işitmeye
mani olmaz. Talep edenlerin çokluğu, onu şaşırtmaz ve yanıltmaz. Hz. Aişe
anlatıyor: “İşitmesi bütün sesleri kuşatan Allah’a hamd olsun. Kocasının Hz.
Peygamber’e şikayet etmeye gelen kadın, hayâsından bazı sözlerini gizli
söyleyince Yüce Allah şöyle buyurdu: Allah, aranızda geçen konuşmaları
işitiyordu. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.”[580]
Sem’ (işitmek) ile dört
anlam kastedilir. Bunlar:
Şu âyetler birinci anlama
delalet etmektedir:
“Gerçekten Allah, eşi
konusunda seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan (kadın)ın sözünü
işitti.”[581]
“Andolsun Allah; “Gerçek,
Allah fakirdir, biz ise zenginleriz” diyenlerin sözlerini işitmiştir.”[582]
Şu âyet ise ikinci anlama
delalet etmektedir:
“Ey iman edenler, “Râinâ-Bizi
güt, bize bak” demeyin, “Unzurnâ-Bizi gözet” deyin ve dinleyin.”[583]
Namazda, rükûdan
kalkarken söylenen “Semi’allahu limen hamideh” (Allah, kendisine hamd edeni
işitti) duası ve rivayet edilen “Allahüme’s-ma” (Ey Allah’ım! İşit. Yani cevap
ver, senden istediğimi bana ver demek.) duası üçüncü anlama işaret etmektedir.
Şu âyet de dördüncü
anlama işaret etmektedir.
“Onlar, yalana kulak
verenler…”[584]
Yani yalana kulak verip onu kabul edenler ve inkar etmeyip ona uyanlar…
demektir. Bir görüşe göre şu âyette bu anlamdadır:
“İçinizde onlara kulak
verenler de vardır.”[585]
Yani onların sözlerini kabul edip uyanlar da var demektir. Ancak bir diğer
görüşe göre bu âyet, gözcü ve ajanlara işaret etmektedir. Fakat biz, bu görüşü
doğru bulmuyoruz. Çünkü gözcü ve ajanlar, iç içe olmayan gruplar arasında bulunurlar.
İç içe yaşamayan gruplar, birbirlerinden haber almak için gözcü ve ajanlara
ihtiyaç duyarlar. Oysa bu âyet, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Ve
münafıklar sahabelerle iç içe birlikte yaşamaktaydılar. Bu yüzden gözcü ve ajanlara
ihtiyaçları yoktu.[586]
Allah’ın Semî’ İsmine İnanmanın Gereği
Yüce Allah aşağıdaki âyetlerde
bizlere “işitmeyi”, “dinlemeyi” ve “uymayı” emretmekte; işitip uyanları methetmekte
ve müjdenin bunlara ait olduğunu haber vermektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah’tan
korkup-sakının ve dinleyin.”[587]
“Dinleyin ve itaat
edin.”[588]
“Eğer onlar: “İşittik
ve itaat ettik, sen de işit ve ‘Bizi gözet’“ deselerdi, elbette kendileri için
daha hayırlı ve daha doğru olurdu.”[589]
“Öyleyse kullarıma
müjde ver. Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın
kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.”[590]
“Kur’an okunduğu
zaman, onu dinleyin ve susun.”[591]
“Peygambere indirileni
dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup
taştığını görürsün.”[592]
Allah, kendi işittirmesi
ile kulların işitmesini, kendilerinde hayır bulunduğuna delil göstermiştir.
Yani Allah’ın işittirmesi ile kulların işitmesi aynı anda olmadığında bu,
onlarda hayır bulunmadığına delalet etmektedir. Yüce Allah bu gerçeği şöyle
ifade etmektedir: “Eğer Allah, onlardan bir hayır görseydi muhakkak onlara
işittirirdi. İşittirseydi bile, arka çevirenler olarak (yine) yüz çevirirlerdi.”[593]
Bir başka âyette Allah
bize, düşmanlarının Kur’an’a karşı takındıkları tavrı haber vermekte ve onların
Kur’an’ı dinlemeyi terk ettiklerini ve onu dinlemeyi yasakladıklarını bize
şöyle bildirmektedir: “İnkâr edenler dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve
onda (okunurken) yaygaralar koparın.”[594]
Dinlemek, imanın kalbe
girmesini sağlayan, ona davet eden ve onu öğreten bir elçi gibidir. Bu yüzden Kur’an-ı
Kerîm’in birçok yerinde şu âyetler defalarca geçer:
“Yine de işitmiyorlar
mı?”[595]
“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların
kendisiyle akledebilecek kalpleri ve kendisiyle işitebilecek kulakları
oluversin?”[596]
Dinlemek (semâ),
akletmenin ve bunun üzerine kurulu olan imanın temelidir. Bu nedenle semâ,
aklın ve imanın öncüsü, sohbet arkadaşı ve yardımcısıdır. Ancak dinlenilen
şey, son derece önemlidir. İnsanların birçoğu semâ (dinleme) konusunda ihtilafa
düşmüş, kimisi bunu yanlış anlayarak doğru yoldan ayrılmışlardır.
Semânın (dinleme) aslı,
kalbin dinlenilen şeylerin anlamlarına dikkat kesilmesi ve bu anlamlarla
coşmasıdır. Bunların etkisiyle kalp, ya ister ya da nefret eder, ya sever ya da
nefret eder.
Semânın çeşitlerini
özetle şöyle açıklayabiliriz:
Kimi insanlar,
tabiatının, nefsinin ve arzusunun isteğiyle dinler. Bu kimselerin
dinlediklerinden payları, tabiatlarına uygun nefsani zevklerdir.
Kimi insanlar manevi
halleri, imanları, marifetleri ve akılları ile dinler. Bunların
dinlediklerinden payları ise, içinde bulunduğu manevi halin, iman ve düşünme
gücünün artmasıdır.
Kimileri de başkalarıyla
değil yalnız Allah ile dinler. Bu kimselerin durumu sahih ve kutsi bir hadiste
şöyle belirtilir: “Öyle ki, Benimle işitir, Benimle görür.”[597]
Semâların en üstünü ve hepsinden daha doğru olanı işte budur.[598]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Etkileyici semâ insanın
kalbini, gaybı bilenin katına teşvik eden, ruhları mutluluk ülkesine
sürükleyen, durgun azimleri en üst derecelere ve makamlara çıkmaya teşvik
ederek harekete geçiren semâdır. Bu semâ kişiyi imana çağırır, cennet yolunda
yürümesi için ona rehberlik eder, her
* * *
﴿ اَلسَّيِّدُ
﴾
SEYYİD
Bu isim Kur’an-ı Kerîm’de
geçmez, Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadislerde geçer. Abdullah b. eş-Şıhhîr
anlatıyor. Babam dedi ki: Beni Amir’den bir heyetle birlikte Hz. Peygamber’in
yanına geldim. Ona: “Sen seyyidi(efendi)mizsin” dedik. Bunun üzerine Hz.
Peygamber: “Seyyid (Efendi) Allah’tır” buyurdu. Biz: “Sen en üstünümüz ve en
büyüğümüzsün” dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Sözlerinizden sadece bir
bölümünü söyleyin. Şeytan sizi taşkınlığa sevk etmesin” buyurdu.[603]
el-Halîmî der ki: “Seyyid,
mutlak olarak kendisine muhtaç olunan demektir. İnsanların seyyidi (efendisi),
onların başı, kendisine başvurdukları, emirlerini uyguladıkları, görüşleriyle
hareket ettikleri ve sözlerini dinledikleri kimse anlamına gelir. Melekler,
insanlar ve cinler Yüce Allah’ın yarattığı varlıklardır. Bu varlıklar O’nsuz
var olmamışlardır. Çünkü her varlık sonradan yaratılmıştır. Allah ise hiçbir
varlık yokken vardı. Eğer Allah onları yaratmasaydı bu varlıklar var
olmayacaklardı. Aynı şekilde var olduktan sonra eğer Allah, onlara yaşama
fırsatı vermeseydi yine var olamayacaklardı. Gerçek bu olduğuna göre Yüce
Allah, bütün varlıkların Seyyidi (efendisi) olmaya daha fazla layıktır.
Varlıkların bu isimle O’na dua etmeleri Allah’ın onlar üzerindeki bir hakkıdır.[604]
* * *
﴿ اَلشَّافِيُ
﴾
ŞÂFÎ
Bu isim Kur’an-ı Kerîm’de
isim olarak değil fiil olarak şöyle geçmektedir: “Hastalandığım zaman bana
şifa veren O’dur.”[605]
Ancak bu isim hadis-i şeriflerde hem isim hem de fiil olarak geçer. Hz. Aişe
anlatıyor: Hz. Peygamber bir hastanın yanına geldiği zaman şöyle dua ederdi: “Ey
insanların Rabb’i! Bu sıkıntı ve derdi gider. Şifa ver! Zira şifa veren sensin.
Senden başka şifa veren yoktur. Hastanın, tüm hastalıklarını gideren bir şifa
ver!”[606]
el-Halîmî der ki: “Dua
sırasında “Ya şâfî, ya kâfî” (Ey şifa veren, ey kafi gelen) demek caizdir.
Çünkü Yüce Allah, şek ve şüpheleri, haset ve kini kalplerden silip gönüllere
şifa verdiği gibi her türlü hastalığı, bela ve musibeti kaldırıp bedenlere de
şifa verir. O’ndan başka kimsenin buna gücü yetmez. Bu yüzden bu isimle yalnız
O’na dua edilir.”
Şifanın anlamı: Bedene
acı ve sıkıntı veren şeylerin kaldırılması, giderilmesidir. el-Cevherî der ki:
“Allah ona şifa verdi” denilir. Bu, Allah onu hastalıktan kurtarıp şifa verdi,
iyileşti demektir. İstişfa, şifa talep etmek anlamına gelir.”
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Her mükellef müslüman,
Allah’tan başka şifa veren olmadığına kesin inanmalıdır. Hz. Peygamber bunu şu
sözüyle dile getirmektedir: “Senden başka şifa veren yoktur.” Buna göre her müslüman,
şifanın yalnız Allah’tan geldiğine inanmalıdır. İnsan ancak O’nun şifa vermesi
ile iyileşir ve şifa bulur. Kullanılan ilaçlar ancak Allah’ın etkili kılmasıyla
şifa vesilesi olabilir. Bu ilaçlar kendiliğinden şifa veremezler. Sadece şifa
için bir araç ve vesiledirler. İlacın etkili olmasını sağlayan, Allah’tan başka
bir güç ve varlık yoktur. Allah bu gücünü, kendi takdir ettiği şekilde
kullanır. İlaç kullanana dilerse şifa verir, dilerse vermez. Akıllı ve düşünen
insan, bu cansız varlıkların bir gücü olmadığına, asıl güç ve etkinin Allah’tan
geldiğine inanır. Eğer Allah dilese, hiçbir araç ve vesile olmadan da hastaya
şifa verebilir. Ancak içinde bulunduğumuz bu dünya hayatı, sebepler üzerine
kurulu olduğundan Allah bildiği bir hikmet gereği, sonuçları sebeplere
bağlamayı takdir etmiştir. Cebrail (a.s.), “Allah’ın adıyla seni (büyüden)
koruyorum. Allah da sana şifa verendir.”[607]
derken bu manaya işaret etmektedir. Cebrail (a.s.), bu sözü ile bir sebep olan rukye
(büyüden koruma)nin kendisinden, bir sonuç olan şifanın da Allah’tan olduğunu açıklamış
olmaktadır.[608]
* * *
﴿ اَلشَّدِيدُ
الْبَطْشِ –
َاْلأَلِيمُ
اْلأَخْذِ ﴾
ŞEDÎDU’L-BATŞ - ELÎMU’L-AHZ
Her iki sıfatta Kur’an’da
şöyle geçmektedir:
“Doğrusu, Rabb’inin ‘zorlu
yakalayışı’ şiddetlidir.”[609]
“Gerçekten O’nun
yakalaması pek acıklı, pek şiddetlidir.”[610]
Batş, hızlı, sert ve
şiddetle yakalama demektir. Bu anlam Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Büyük
bir şiddetle yakalayacağımız gün, elbette biz intikam alacağız.”[611]
Hasan ve İkrime bu âyeti
tefsir ederken, bu yakalamanın kıyamet günü gerçekleşeceğini söylemektedirler.
İbn Abbas ve İbn Mes’ûd ise, bunun Bedir günü gerçekleştiğini söylerler. Bu
görüşlerini âyetin hemen akabinde gelen “İntikam alacağız” cümlesine
dayandırırlar. Elîmu’l-ahz (acı yakalama) böyledir. Hz. Peygamber bir hadislerinde:
“Allah zalime süre tanır. Öyle ki, onu yakaladığında bir daha bırakmaz” buyurur[612]
ve şu âyeti okur: “Allah, kasabaların zalim halkını yakalayınca, böyle
yakalar; Gerçekten O’nun yakalayıvermesi pek acıklı, pek şiddetlidir.”[613]
Yani Allah’ın yakalaması pek acıklı ve cezalandırması pek şiddetlidir. Yüce
Allah, Hud (a.s.)’ın diliyle kendisini “âhiz” (yakalayan, tutan) olarak
nitelemiş ve şöyle buyurmuştur: “Ben gerçekten, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’iniz
olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp denetlemediği hiç bir
canlı yoktur.”[614]
“Âhiz”, yakalama ve tutma anlamına da gelen “ahaze” kök fiilinden türetilmiş ism-i
faildir. Bu isim, Allah’ın güç ve kuvvetinden kaynaklanan fiilî sıfatlar
arasında yer alır. Allah her varlığı her yönden yakalama gücüne sahiptir. Zira “O’nun,
alnından yakalayıp denetlemediği hiç bir canlı yoktur.”[615]
Yani her şey Allah’ın mülkünde ve kabzasındadır. Bir başka âyette Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “Hani Rabb’in, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini
almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı…”[616]
Yani Allah, insanoğlunu yoktan var etti ve onları kendi mülkü ve kabzasına
aldı.
Tevbe sûresinde “Sadakaları
da alır.”[617]
âyetinde geçen “ye’hüzü” (alır) fiili, mülkünde ve kabzasında böyle şeylerin
gerçekleşmesi nedeniyle verilenleri hoşnutluk ve rızasıyla kabul etmek
anlamındadır.
“Allah, kasabaların
zalim halkını yakalayınca, böyle yakalar; Gerçekten O’nun yakalayıvermesi pek
acıklı, pek şiddetlidir.”[618]
âyetinde geçen “ahz” sözcüğü ise, intikam ve cezalandırmayı ifade etmektedir. Hz.
Peygamber’in bu âyeti açıklayan hadisini konunun başında belirtmiştik. Diğer âyetlerde
geçen “ahz” sözcüklerini de buna göre kıyas et. Bu örnekler oldukça çoktur.[619]
* * *
﴿ شَدِيدُ
الْعِقاَبِ ﴾
ŞEDÎDU’L-İKÂB
Bu sıfat Kur’an-ı Kerîm’in
birçok yerinde geçmektedir. Bütün İslâm âlimleri de Allah’ın böyle bir sıfatı bulunduğu
konusunda müttefiktirler. Sıfatın anlamı son derece açıktır. Allah, inkarcıları
inkarları nedeniyle günahkarları da günahları nedeniyle cezalandırır.
Dilediğinin cezasını bu dünyada verir, dilediğinin cezasını da âhirete erteler.
Hiç kimse bu yaptığı nedeniyle O’nu sorguya çekemez.
İkâb, ceza demektir.
Kişi, işlediği bir suç nedeniyle cezayı hak eder. Ceza, işlenen suçun karşılığıdır.
Allah kullarını, yasaklanan fiilleri işlediklerinde veya emredilen fiilleri
yapmadıklarında cezalandırır. Allah’ın kullarını cezalandırması iki türlüdür:
Peygamberlerin, Allah
dostlarının ve arınmış salihlerin başlarına gelen felaketler, musibetler ve
sıkıntılar, kendileri için bir ceza değildir. Çünkü ceza, kulun günah
işlemesinin ardından gelir ve bunun ceza olduğu hissedilir.
Allah’ın kendisini küfür,
nifak ve günah işlemekten koruduğu, kalplerine imanı sevdirdiği, kalplerini
yakîn nuru ile aydınlattığı kimselerin başına gelen belalar, musibetler,
sıkıntı ve zararlar, Allah’ın bu kimselere bir ikramıdır. Bunlarla Allah,
onları daha da arındırmakta, nurlarını arttırmakta ve onları kendisine daha
fazla yaklaştırmaktadır. Bu yüzden Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanlar
arasında bela ve musibeti en çok olan peygamberler, sonra onların izinden
gidenlerdir.”
2- Allah’ın, cezayı hak
eden kullarını âhirette cezalandırması. Uhrevi cezalar, ruhun bedenden
ayrıldığı ölüm andan itibaren başlar. Kabir azabı, yeniden diriliş sıkıntıları,
hesap verme ve cehennem ateşi hep uhrevi cezalardandır. Bu konuyla ilgili
detaylar “et-Tezkire” adlı eserimizde bulunmaktadır. İsteyenler oraya müracaat
edebilirler.
Fakat şunu belirtmekte
yarar görüyorum. Cehennemde bazılarının cezası diğerlerinkinden daha ağır
olabilir. Allah bu gerçeği Kur’an’da bize şöyle bildirmektedir: “Doğrusu
münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.”[620]
Hz. Peygamber de Amcası Ebû Talip için şöyle söylemiştir: “Cehennem ehli
arasında azabı en Hafîf olan O’dur. Cehennem azabı öyle şiddetlidir ki, ateşten
bir çift ayakkabı giyen kimsenin beyni, bunların şiddetiyle kaynar.”[621]
Hz. Peygamber’in burada cehennem ehlinden, inkarcıları kastettiği söylenmiştir.
Mü’minlerden cehenneme
girenlerin azabı da birbirinden farklıdır. Kimisinin azabı daha ağır ve uzun,
kimisinin de daha Hafîf ve kısa olabilir. Bununla ilgili detayları da Yukarıda
adını verdiğimiz “et-Tezkire” adlı eserimizden öğrenebilirsiniz. Fakat sonuçta
her müslüman cezasını çektikten sonra buradan çıkacak ve Allah’ın kendisi için
hazırladığı nimetlere kavuşacaktır. İnkarcılar ise ebedi olarak burada
kalacaklardır. Çünkü inkarcılar için Allah şöyle buyurur: “Onlar için göğün
kapıları açılmaz ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete de
girmezler.”[622]
* * *
﴿ اَلشَّكُورُ
-
اَلشَّاكِرُ
﴾
ŞEKÛR - ŞÂKİR
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Kim gönülden bir
hayır yaparsa (karşılığını alır). Şüphesiz Allah, şükrün karşılığını verendir,
bilendir.”[623]
“Allah Şekûr’dur,
Halim’dir.”[624]
“Rabb’imiz, gerçekten
bağışlayandır, şükrü kabul edendir.”[625]
Şekûr, Kur’an’da birçok yerde
geçmektedir. Bu ismin nekre (belirsiz) olarak kullar için kullanılması âlimlerin
ittifakıyla caizdir. Şu âyet, buna işaret etmektedir: “Şüphesiz o, şükreden
bir kuldu.”[626]
Bu ismin “Kullarımdan şükretmekte olanlar ne de azdır.”[627]
âyetinde marife (belirli) olarak gelmesi ise, burada bizzat bir kişi nitelenmemekte
genel bir sıfat olarak zikredilmektedir. Yani burada maksat bir kişi değil, bir
türdür.[628]
el-Halîmî der ki: “Şâkir,
kendisine itaat edeni metheden, öven ve ona, nimetten çok sevap verendir. Şekûr
ise, şükrü devam eden ve büyük-küçük ibadet ayırımı yapmaksızın şükrü bütün
itaat edenleri kapsayandır.”[629]
Dilbilimciler hamd ve
şükür sözcüklerinin aynı anlamda mı yoksa ayrı ayrı anlamlarda mı olduğu konusunda
çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Taberî ve el-Müberrid, her iki sözcüğün
aynı anlamda olduğunu söylemişlerdir. Ancak biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü
doğru olan görüş, bunların farklı anlamlarda olduğudur. Buna göre hamd, bir
iyilik karşılı olmaksızın methedileni sahip olduğu niteliklerle övmektir.
Şükür ise, yaptığı bir iyiliğe karşılığı teşekkür edileni övmektir. Bu, ünlü
dilbilimcilerden ez-Züccâcî, el-Kutbî ve diğerlerinin görüşüdür.
Allah, her türlü
noksanlıktan beri olan zatı ile ve kendisi için zorunlu olan bütün celal ve kemâl
sıfatları ile hamd edilmeye layıktır. O, kullarına yaptığı iyilikler nedeniyle
de şükredilmeye layıktır. O halde şükür, nimet verenin fiiline karşılık olarak
yapılan bir övgü, iyiliğini kabul ve itiraf etmedir. Bu anlama göre Şekûr,
kendisine şükredilen (teşekkür yapılan) anlamındadır. Bazılarına göre de
şükür, nimet verenin nimetini samimiyetle ve kendisine itaat etmekle kabul
etmektir. Çünkü bazen insan nimeti kabul eder ancak bu kabulü, Hafîfe alma
veya alay etme amaçlıdır. Böyle birine “şükrediyor” denmez. Bu yüzden “gerçek
şükür, nimet verene şükretmekte eksikliğini itiraf etmektir” denilmiştir. Bu
yüzden Yüce Allah, “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın.”[630]
deyince Hz. Davud: “Ey Rabb’im! Sana nasıl şükredeyim ki? Benim şükrüm bile
senin bir nimetindir” demiş, Yüce Allah da şöyle cevap vermiştir: “İşte şimdi
Beni tanıdın ve Bana şükrettin ey Davud! Çünkü şükretmenin de Benim bir nimetim
olduğunu bildin”.
Nimete şükürle karşılık
vermek, nimetlerin daha da artmasına vesile olur. Yüce Allah şöyle buyurur: “Rabb’iniz
şöyle buyurmuştu: Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım…”[631]
Allah, kimsede bulunmayan
sınırsız ihsan ve nimet sahibidir. O, hiçbir ihtiyacı olmadığı en basit ve
küçük bir itaati bile kabul eder. Buna karşılık, kendisinin dışında herkesin
faydalandığı büyük nimetler verir.[632]
Allah’ın Şekûr Adının Bazı Görünümleri
Yüce Allah, kendi uğrunda
çalışanların, emek harcayanların çalışmalarını asla karşılıksız bırakmaz. Bu çalışmaları,
kat kat sevaplar vererek ödüllendirir. Allah, güzel amel işleyenlerin
çabalarını da boşa çıkarmaz. O, Azîz kitabında bir iyilik işleyene on ila yedi
yüz hatta daha fazla misliyle sevap vereceğini belirtmiştir. Bu, Allah’ın iyi
kullarına olan bir ödülü ve mükafatıdır. Kim Allah için bir şeyi terk eder ve
ondan vazgeçerse Allah, o kişiye bundan daha hayırlısını verecektir. Mü’minleri
kendi hoşnutluğunu kazanacak ameller işlemede başarılı kılan, sonrada bu
amellerine karşılık onlara hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği
ve hiçbir aklın hayal bile edemediği nimetlerinden ve sevabından veren O’dur.
Bütün bu nimetler ve sevaplar, O’nun üzerindeki bir hak değil, yalnız kedi
fazlı, keremi ve cömertliğinin bir eseridir.
Kullara gelen nimetler ve
başlarından defedilen bela ve musibetler, Allah’ın ihsan ve kereminin bir
göstergesidir. Allah dilerse kendi ihsan ve kereminin gereği olarak onlara
nimetler verir, dilerse adalet ve hikmetinin bir gereği olarak onlara azap
eder, başlarına bela ve musibetler verir. O, her iki durumda da hamd edilmeyi
hak eder.[633]
Allah Teâlâ kullarını bu
dünyada ödüllendirebileceği gibi, ödüllerini âhirete de erteleyebilir. Kur’an-ı
Kerîm’in birçok âyetinde Yüce Allah, iyiliklere kat kat sevap vereceğini ve
kötülükleri affedip cezalandırmayacağını bize haber vermektedir. O, dilediğini
yapandır. Kendisine itaat edenleri ödüllendiren ve şükredenlere nimetle
karşılık veren tek varlıktır.[634]
Azîz kitabında şöyle buyurmaktadır: “Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de
sizi anayım; ve (yalnızca) bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin.”[635]
Yüce Allah, hiçbir şeyine
muhtaç olmadığı halde sana nimetler verendir. Sen ise her an O’na muhtaç olarak
şükretmektesin. O halde ihtiyaç ve zaruret nedeniyle yapılan bir şükür, sadece
ihsan ve keremin bir gereği olarak verilen nimetlere karşılık yeterli gelebilir
mi?
Bunu bildiğine ve
öğrendiğine göre, Allah’ın senin üzerindeki nimet çeşitlerini bir düşün. Seni
yoktan var etti. Sonra seni güzel bir biçimde yarattı. Sana varlıkların en
üstün sıfatı olan aklı vererek bütün varlıklardan üstün tuttu. Gerçekleri
görmen ve duyman için sana göz ve kulak verdi. Sonra da sana kendini tanıma
yolunu gösterdi. Yaptığın küçük iyiliklere bile büyük sevaplar verdi. Seni Azîz
kitabında defalarca övdü. Dilini “Elhamdülillah” (Allah’a hamd olsun)
cümlesiyle hareket ettirdiğinde, dilini bu kelimeleri zikrederek hareket
ettirmenin sana verilen nimetlere şükretmeye yeterli geldiğine inanırsan bil
ki, böyle bir insan kendisine verilen akıldan nasibini pek almamış demektir.[636]
Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla
takdir edemediler.”[637]
Bu
ismi bilmenin faydaları
Bil ki, her aza ve
organın kendisine has özel bir şükrü vardır. Nasıl ki dil, şükür sözcükleriyle Rabb’ine
şükrediyorsa, diğer organlarda kendilerine göre Rablerine şükretmelidir. Bir
hadis-i şerifte Hz. Peygamber, bütün organların her
Her aza ve organın şükrü,
yaratılış amacına göredir. Her organ, Allah’ın emrine uymada ve yasağından kaçınmakta
kullanılmalıdır. Buna göre bedenin şükrü, organları Allah’a itaatin dışında
kullanmamandır. Kalbin şükrü, onu Allah’ı anma ve bilme dışında şeylerle meşgul
etmemektir. Dilin şükrü, onu Allah’tan başka kimseleri övme ve methetmede
kullanmamandır. Malın şükrü, Allah’ın sevdiği ve hoşnut olduğu yerlerin dışında
harcamamandır.
Bunların dışında, Şâkir
ve Şekûr ile ilgili nafile ibadetler vardır. Bir defasında Hz. Peygamber,
ayakları şişinceye kadar
2- Allah’a şükretme
konusunda bunları bildikten sonra müslüman, insanlar arasında kendisine iyilik
yapanlara teşekkür etmeli ve Hz. Peygamber’in şu hadisini unutmamalıdır: “İnsanlara
teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.”[641]
Bir âyette Yüce Allah, kendisiyle birlikte anne ve babaya da şükretmeyi
emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Hem bana, hem de anne ve babana şükret.”[642]
Çünkü onlar var oluşumuza sebep olmuşlardır. Allah burada kendisine
şükretmemizi de emretmektedir. Çünkü bizler hiçbir şey değilken yoktan var
etti, bize kendisini tanıma yolunu gösterdi, rab oluşunu ve bir olduğunu bize
delilleriyle gösterdi. Anne ve babamız da bizlere bunları öğretti. Ayaklarımız
üzerine duruncaya kadar bizleri gözetip terbiye ettiler. Allah, bu iyiliklerine
karşılık bizlere, onlara şükretmeyi emretti. Bu yüzden eğer onlara kötülük
eder, hak ve hukuklarına riayet etmez ve emirlerine aykırı davranırsak sanki
bizleri yaratan ve doğru yolu gösteren Allah’a şükretmemiş oluruz. Çünkü her
iki iyilik ve ihsan birbiriyle irtibatlıdır.
Bu açıklamalara göre
şükrün üç temel şartı bulunmaktadır:
Bazı Allah dostlarına: “Şükür
nedir?” diye sorulduğunda: “Allah’ın verdiği nimetlerle O’na isyan etmemendir”[643]
şeklinde cevap vermişlerdir.
* * *
﴿ اَلشَّهِيدُ
﴾
ŞEHÎD
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu Allah, her
şeyin üzerinde şahid olandır.”[644]
“Şahid olarak Allah
yeter.”[645]
“Sen her şeyin üzerine
şahid olansın.”[646]
el-Halîmî bu ismi şöyle
açıklar: “Şehîd, insanların hazır bulunmadıkça bilemedikleri şeyleri bilen,
gören ve haberi olandır.”[647]
Allah, görünen ve
görünmeyen (gaybı ve müşahede edileni) her şeyi bilen ve görendir. Gayb,
görülemeyen gizli şeyleri; şehadet ise görülen açık şeyleri ifade eder. Allah’ın
ilim sıfatı eğer yalnız olarak zikredilirse, her şeyi bilen “Alîm” anlamında
kullanılmıştır. Şayet gayba ve gizli işlere tamlama olarak “Âlimu’l-gayb”
şeklinde gelmişse, her şeyden haberdar olan “Habîr” anlamında; eğer görülebilen
açık işlere tamlama olarak “Âlimu’ş-şehâde” şeklinde gelmişse, her şeyi gören
ve şahit olan “Şehîd” anlamında kullanılmış demektir.[648]
Yüce Allah’ın “O,
gaybı da, müşahede edileni de bilendir.”[649]
sözü bunu en güzel şekilde izah etmektedir.
Şeyh es-Sa’dî der ki: “Rakîb
ile Şehîd sözcükleri eşanlamlı sözcüklerdir. Her ikisi de Yüce Allah’ın,
işitilenleri işiten, görülenleri gören, açık ve gizli bütün bilinenleri bilen,
onları kuşatan anlamındadır. O, açık fiillerden de öte akla gelen şeyleri ve
anlık hareketleri bile bilen, gören ve gözetleyendir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah, sizin
üzerinizde gözeticidir.”[650]
“Allah, her şeye şahid
olandır.”[651]
Bu yüzden murakabe (Allah’ın
gözetiminde olduğunu bilme), kalbi amellerin en üstünü olarak kabul edilmiştir.
Dolaysıyla Allah’a Rakîb ile Şehîd isimleri ile dua etmek ve bunlarla ibadet
etmek, kalbi amellerin en önemlisi ve en üstünüdür.[652]
Yüce Allah, en gizli
şeyleri bile gözetlediğine ve her türlü sırları ve niyetleri görüp bildiğine
göre aza ve organlarla işlenen açık ve aleni fiilleri bilmesi, bunları görüp
gözetlemesi daha kolaydır.[653]
Bazıları da şöyle
söylemişlerdir: “Allah Teâlâ, Şehîd’dir, (Kendisine şahitlik yapılandır).
Çünkü şehadet kelimesiyle kullar, O’nun bir olduğuna şahitlik etmekte, böylece
kendisine ibadet etmeyi kabul ettiklerini göstermiş olmaktadırlar. Bu anlam şu âyetle
teyit edilmektedir: “Onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı.”[654]
Bu âyette Yüce Allah, kullardan kendi birliğine şahitlik yapmalarını talep
etmiş, kullar da bu talebi yerine getirerek Allah’ın birliğine şahitlik
yapmışlardır. Bu, gerçek şahit olmakla birlikle Allah’a şahitlik yapıldığını
göstermektedir.”
Her şeye şahit olan Yüce
Allah, kendi birliğini, adaletini ve üstün sıfatlarını insanlara açıklamış ve
bunların kanıtlarını kendilerine bildirmiştir. Bazı müfessirler, “Allah,
gerçekten kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti…”[655]
âyetini “Bir oluş (tevhid) delillerini ortaya koymakla şahitlik etti” şeklinde
tefsir etmişlerdir.[656]
“Şâhid Olarak Allah Yeter.”[657] Âyetinin Anlamı
İbn Kayyim der ki: “Yüce
Allah: “Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne
gelirse o da kendindendir.”[658]
âyetinin hemen ardından şöyle buyurmaktadır: ““Biz seni insanlara bir peygamber
olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter.”[659]
Bu kısa âyetle Yüce Allah, bizlere birçok dersler ve ibretler vermektedir. Bu
dersleri özetle şöyle sıralayabiliriz:
a- Allah burada İslâm
ümmetinin dikkatini şu önemli noktaya çekmektedir: Peygamber olduğuna şahitlik
yaptığı Resûlün başına istemediği bir durumun gelmesi peygamberin yaptığı
kendi amelleri nedeniyledir. O halde her insanın başına gelen istenmedik
durumlar, kişinin kendi yaptığı ameli veya hatası nedeniyledir.
b- Allah, peygamber
göndermekle insanların lehine veya aleyhine şahitlik yapacak delili ortaya
koymuştur. Buna göre insanlar, istemedikleri şeylerin başlarına gelmesi
nedeniyle Allah’ı zalim olarak (kendilerine haksızlık yapmakla) suçlayamazlar.
Çünkü Allah Teâlâ, kendilerine yararlı ve zararlı şeyleri öğreten, bunları yapma
veya bırakma yollarını gösteren peygamberler göndermiştir. Bu yüzden kendisine
yararlı olanı yapan ve zararlı olanından kaçınan kimseler Allah’a hamd etmeli;
aksini yapanlar da kendisinden başkasını kınamamalıdır.
c- Allah, Hz. Peygamber’in
peygamberliğine şahitlik yapmıştır. Bu şahitliğini, Hz. Peygamber’in elinde gerçekleşen
ve onun doğruluğuna ve gerçek peygamber oluşuna delalet eden birçok mucizelerle
göstermiştir. Dolaysıyla peygamberlik nedeniyle uğursuzluğa uğradıklarını iddia
eden zalim ve cahil kimselerin Hz. Peygamber’i ve getirdiği mesajı inkar etmeleri,
Hz. Peygamber’e hiçbir zarar veremeyecektir. Çünkü göklerin ve yerin Rabb’i olan
Allah, O’nun peygamberliğine şahitlik yapmaktadır.
d- İnkarcılar, başlarına
gelen kötülükleri ve cezaları, Hz. Peygamber’in peygamberliğini geçersiz
kılmaya delil göstermeye çalıştılar. Bunun üzerine Yüce Allah, peygamberliğe
kendisinin şahit olduğunu ve bu şahitliğinin yeterli olduğunu bildirdi.”[660]
İbn Kayyim kitabında daha birçok dersler zikretmektedir. Ancak bizler sadece
bu kadarını aktarmakla yetineceğiz.
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Bu âyette elbette genel
şahitlik kastedilmemektedir. Çünkü Allah, zaten her şeyi gören ve şahit
olandır. Dolaysıyla burada kast edilen şahitlik, Allah’ın gecenin son yarısında
dünya semasına indiği, ibadet eden kullarına yaklaştığı ve onları merhametle
gözleyip hazır bulunduğu özel şahitliktir.
Ebü’d-Derdâ anlatıyor. Hz.
peygamber şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ, gecenin kalan son üç saatinde üç kez iner.
İlk indiği saatte kendisinden başka kimsenin görmediği defteri açar. Sonra da
dilediğini oradan siler, dilediğini de bırakır. Allah ikinci kez Adn cennetine
iner. Bu, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan
aklının hayal bile edemediği Allah’ın kendi evi ve meskenidir. İnsanoğlundan üç
sınıf (ki bunlar, peygamberler, sıddîkler ve şehitlerdir) dışında hiç kimse
buraya girip oturamaz. Allah Teâlâ buraya giren kimseleri överek “Sana girecek
olanlara ne mutlu!” buyurmuştur. Üçüncü saatte ise Yüce Allah, Cebrail ve
diğer yakın meleklerle birlikte dünya semasına iner ve dünyaya: “İzzetim adına
kalk” der. Sonra da kullarını müşahede etmeye başlar ve
2- Allah’ın her duruma ve
her şeye şahit olduğunu bilerek O’na isyan etmekten korkmak ve günahlarını bağışlayacağını
ümit etmek. Allah, gerçekten bu dünyada da âhirette de her türlü gizliliklere
ve fısıltılara şahit olan tek varlıktır.[665]
* * *
﴿ اَلصَّادِقُ
﴾
SÂDIK
Bu isim Kur’an’da fiil ve
isim olarak geçer. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Biz şüphesiz doğru
olanlarız.”[666]
“Allah’tan daha doğru
sözlü kim vardır?”[667]
“Allah’tan daha doğru
sözlü kimdir?”[668]
“Dediler ki: “Bize
olan vaadinde sâdık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah’a hamd olsun…”[669]
Fakat bu âyetlere rağmen,
aralarında Kuşeyrî ve İbnü’l-Hassâr’ın de bulunduğu bir grup İslâm âlimi bu
ismi kitaplarında zikretmezler. Belki de bu ismi, Allah’ın kitabından çıkarmak
akıllarına gelmedi. ez-Züccâcî der ki: “Allah’ın bu sıfatı “Şüphe yok, O’nun
vaadi yerine gelecektir”[670]
âyetinden elde edilmektedir. Âyette geçen “me’tiyya” sözcüğü gerçekte ism-i
meful (edilgen sıfat fiil) olup ism-i fail (etken sıfat fiil) anlamındadır.
Dolaysıyla Allah’ın vaadi mutlak gerçekleşeceğine göre O, bu vaadinde Sâdık
(doğru)’dır. Allah’ın kullarına vaat ettiği her şey, hiç şüphesiz mutlaka
gerçekleşecektir.”[671]
Kâdî Ebû Bekir b. el-Arabî,
“el-Emed” adlı eserinde şunları söyler: “Bu isim Kur’an-ı Kerîm’de değil
hadis-i şeriflerde geçmektedir. Bu isim, Ebû Hüreyre’den rivayet edilen hadiste
fiil olarak geçer.”
el-Aklîşî de der ki: “Bu
sıfat, ne Kur’an’da ne de Tirmizî’nin hadis kitabında bu şekliyle (Sâdık
olarak) geçmez. Ancak Kur’an’da fiil olarak şu âyetlerde geçer: “Allah’tan
daha doğru sözlü kim vardır?”[672],
“Allah’tan daha doğru sözlü kimdir?”[673]
İbn Kayyim der ki: “Her
biri Allah’ın kitabı konusunda birer umman olmalarına rağmen ben bu imamlara
şaşarım. Onlar, Kur’an’ın anlam ve tefsirini derin şekilde araştırdıkları ve
gece-gündüz onu okudukları halde nasıl bu büyük isimden gafil kalabiliyor ve: “Bu
isim, Kur’an’da isim olarak değil yalnız fiil olarak geçmektedir” diyebiliyorlar.
Allah hepsine rahmet etsin. Sanki bunlar, En’am sûresindeki “Biz şüphesiz
doğru olanlarız.”[674]
bu âyeti okumuyorlardı? Fakat unutkanlık ve dikkatsizlik pek çok kez insanın
başına gelebilir. Mükemmellik ve eksiksizlik yalnız celâl sahibi olan Allah’a
mahsustur.”
Bu ismin nekre (belirsiz)
olarak kullar için kullanılması ittifakla caizdir. Zira Yüce Allah, Kur’an’da
bu şekilde kullanmıştır. Aşağıdaki âyetler bu görüşü teyit etmektedir:
“Mü’minlerden öyle
erkek-adamlar vardır ki, Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler..”[675]
“İşte bunlar, doğru
olanlardır.”[676]
“O, vaadinde doğruydu.”[677]
Sözünde doğru olan kişiye
“sâdık” derler. “Sadûk” sözcüğü de aynı anlamdadır ancak bu, daha çok mübalağa
için kullanılır. Allah bizlere, doğrularla birlikte olmamızı şöyle
emretmektedir: “Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğru (sadık)
olanlarla birlikte olun.”[678]
Doğrulukta oldukça ileri olana “sıddîk” denilmiştir. Bu sözcük, mübalağa kipi
olan “fa’îl” veznindedir. Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir’i bununla adlandırmıştır.
Hz. Ali sıddîk sözcüğü için şöyle söyler: “Sıddîk, Allah’ın âyetlerini tasdik
eden, âyetlerin işaret ettikleriyle amel eden, düşüncesiyle melekut âleminde
dolaşan, Allah’a verdiği söze sıkı sıkıya bağlı kalan kimsedir.”
Bazen doğruluğu çok olan
kimseye de sıddîk denildiği olmuştur.
Doğruluk anlamında olan
sıdk, yalanın zıddıdır. Sıdk, daha çok sözde doğruluk anlamında kullanılır. “Musaddık”,
kişiyi doğrulayan demektir. Fakat koyunların zekat ve sadakasını toplayana da
musaddık denilmiştir. Sıddîk, daima doğru söyleyen, doğruluktan ayrılmayan ve
doğruluğu fazla olan demektir. Bu sözcük daha çok sözlerini ameliyle
doğrulayanlar için kullanılır. Sen de Allah’ın âyetlerini, mucizelerini,
delillerini, isimlerini, sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini ve sözlerini
doğrula, bunları içtenlikle tasdik et ve inan. Yüce Allah, peygamberini şu
sıfatı nedeniyle övmektedir: “O, Allah’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır.”[679]
“Sâdık, Allah’ın zâtî
sıfatlarından olup, sözlerinin anlamına dayanır. Yukarıda belirttiğimiz gibi
sıdk (doğruluk), söz ve anlamlarıyla alakalı bir sözcüktür. Allah’ın söylediği
ve konuştuğu her söz mutlak doğrudur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun,
Allah size verdiği sözünde sadık kaldı.”[680]
Dolaysıyla Allah, her sözüne sadıktır ve her sözü doğrudur. Allah’ın kullarına
verdiği her vaadi gerçekleşecektir. Bu
yüzden kullarına hitap ederek onlara, hoşlandığı ve öfkelendiği amelleri haber
vermiş, emir ve yasaklarına uyarak kendisini hoşnut ettiklerinde sevap ve ödül
vereceğini, uymadıklarında ise cezalandıracağını onlara bildirmiştir. Böylece
Yüce Allah, kullarına haksızlık etmeden, onları aldatmadan ve herhangi bir
karışıklığa meydan vermeden kendilerine doğru ve net vaatlerde bulunmuştur.”[681]
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Her müslüman Allah’tan
daha doğru sözlü birinin bulunmadığına, her doğru ve doğruluğun O’nun katında
olduğuna inanmalıdır. Bu inançla her müslüman, bütün sözlerinde ve fiillerinde
doğru olmalı ve yalandan şiddetle kaçınmalıdır. Hz. peygamber şöyle
buyurmaktadır: “Doğruluktan ayrılmayınız. Zira doğruluk iyiliğe, iyilik de
kişiyi cennete götürür. Kişi doğru olmaya devam eder ve her sözünde doğru
olmaya özen gösterirse Allah katında adı sıddîklar arasına yazılır.”[682]
Sıddîklik makamı, pek
yüce ve üstün bir makamdır. Zira her şey doğruluğa dayanır. Her şeyin temeli
doğruluk üzerine kuruludur. Bu yüzden her sözünde ve davranışında doğru olan,
doğruluğunu gerçekleştirebilen kurtulmuştur. Sende kurtulmak için daima doğru
olmaya çalış ki, adın doğru olanlar arasına kaydedilsin. Unutma ki gerçek
sadıklar, kendileriyle Allah’ın arasını düzelten, bunun için üstün çaba
harcayan kimselerdir. Yüce Allah, emir ve yasaklarına doğruluk ve samimiyetle
uymaya çalışan kimseleri şöyle övmüştür: “Mü’minlerden öyle erkek-adamlar
vardır ki, Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler…”[683],
“İşte bunlar, doğru olanlardır…”[684],
“O, vaadinde doğruydu.”[685]
Buna karşılık Yüce Allah, sözlerinde doğru olmayanları da şöyle yermiştir: “Şayet
onlar Allah’a verdikleri sözde sadık olsalardı bu, onlar için daha hayırlı
olurdu.”[686]
Bir hadis-i şerifte Hz.
Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Doğruluk huzur ve güven, yalan ise huzursuzluk
ve kuşkudur.”[687]
Yani daima doğru olan ve doğru olmaya özen gösteren kimsenin kalbinde gerçek ve
doğruya karşı bir huzur ve güven duygusu oluşur. Doğruluğun bereketi ile işinde
tereddüt ve kuşkular kaybolur, yerini sükunet alır. Aynı şekilde yalan da kişi
üzerinde olumsuz etki bırakır. Yalan söyleyen ve bunu alışkanlık haline getiren
kimseler daima kuşkulu ve huzursuz olurlar. Yalan nedeniyle sürekli sıkıntı
içinde bulunur ve pek huzurlu olmazlar. Bu yüzden bir işte sebat göstermez ve
istikrarlı olmazlar. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in şu tehdidine muhatap
olurlar: “Yalandan sakınınız. Çünkü yalan fenalığa, fenalık da sahibini cehenneme
götürür. Kişi yalan söylemeye devam eder ve daima yalan peşinde koşarsa Allah
katında adı, yalancılar arasına yazılır.”[688]
* * *
﴿ اَلصَّبُورُ
﴾
SABÛR
Bu isim Kur’an-ı Kerîm’de
geçmemekte, ancak hadis-i şeriflerde geçmektedir. Bir hadislerinde Hz. peygamber
şöyle buyurmaktadır: “İşittiği bir ezaya Allah’tan daha fazla sabreden kimse
yoktur. O’nun çocuğu olduğunu iddia ettikleri
halde Allah, onlara sıhhat ve afiyet vermekte, onları rızıklandırmaktadır.”[689]
Allah’ın en güzel
isimlerinden biri de şüphesiz Sabûr’dur. Sabûr, mübalağalı bir isimdir ve çok
sabreden anlamındadır. Aynı anlama gelen Sâbir ve Sabbâr’dan daha beliğdir.
Allah’ın Sabûr sıfatının
ne anlama geldiği konusunda üç temel görüş ileri sürülmüştür. Bunlar:
Aslında Kurtubî’nin de
belirttiği gibi doğru olan ve tercih edilen görüş şudur: Sabûr, sabreden
anlamındadır. Sabır ise cezayı erteleme iradesidir. Sabrın bu anlamda olduğu Hz.
Peygamber’in Yukarıda geçen “İşittiği bir ezaya Allah’tan daha fazla sabreden
kimse yoktur. O’nun çocuğu olduğunu iddia ettikleri
halde Allah, onlara sıhhat ve afiyet vermekte ve onları rızıklandırmaktadır.”[690]
hadisi teyit etmektedir. Bu hadis, dünyada işlenen büyük günahların cezasının âhirete
ertelendiğine işaret etmekte, böyle büyük günahları işleyenlerin âhirette
mutlaka cezalandırılacağını vurgulamaktadır.
O halde sabır, cezanın
Allah’ın takdir ettiği ve süresini belirlediği bir zamana kadar
ertelenmesidir. Şu âyetler bu anlama işaret etmektedir:
“Eğer Allah, zulümleri
nedeniyle insanları hemen cezalandırsaydı, onun üstün (yeryüzünde) canlılardan
hiç bir şey bırakmazdı; ancak onları belirli bir süreye kadar ertelemektedir.”[691]
“(Ey Muhammed,) sakın
Allah’ı zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca
gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.”[692]
el-Aklîşî der ki: “Sabûr
sıfatı, Allah’ın olumsuz (selbî) sıfatlarından olabileceği gibi zatî veya fiilî
sıfatı da olabilir.
Selbî (olumsuz) bir sıfat
olarak Sabûr şu anlama gelir: Allah, iftira edenlerin iddialarına sabreden,
onları cezalandırmakta acele etmeyip cezalarını âhirete erteleyendir. Allah,
acele etmekten ve cezalandırmada tereddüt etmekten münezzehtir. Hz. Peygamber’in
“İşittiği bir ezaya Allah’tan daha fazla sabreden kimse yoktur.” hadisi bu
anlama işaret etmektedir.
Zatî bir sıfat olarak Sabûr
ise şu anlama gelir: Sabrın özü ve ruhu sebat etmek ve dayanmaktır. Allah, gücünü
kaybetmeyen, daima sabit olan ve varlığı devam edendir. Sabır, sebat anlamında
olduğu zaman Allah’ın zatî bir sıfatı olması doğru olur.
Fiili bir sıfat olarak Sabûr
da şu anlama gelir: Allah sabır sahibidir. Sabrı yaratmakla, sabreden
kullarının kalplerini sabretmeye dayanıklı kıldı. Bu sayede onlarda
nefislerinin vermek istedikleri tepkilere meyletmediler.
Aslında bu, sabır
konusunda söylenen en güzel sözlerden biridir.
Sabûr aynı zamanda -Halîm
sıfatını açıklarken belirttiğimiz gibi- isyankarlara süre tanıyan,
kendilerinden intikam almayı erteleyen anlamına da gelir. Şu âyetlerde bu
anlamda kullanılmıştır:
“Neredeyse bundan
dolayı, gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar
yıkılıp-göçüverecekti. Rahmân adına çocuk öne sürdüklerinde (ötürü bunlar
olacaktı).”[693]
“Gerçek şu ki, onlar
hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak
da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır.”[694]
Allah’ta bulunması
zorunlu olan üstünlük, yücelik, ululuk, büyüklük ve kemâl sıfatlarını bilen
kimse, O’nun dilediğini yapmaya gücü yettiğini, kendisine iftira edenlere ve
eziyet vermek isteyenlere sabrettiğini, sabrın, nefsi tepkilerden alıkoymak
anlamına gelmediğini, Allah’ın asilere süre tanımakla acı çekmediğini, O’nun
kullarına eziyet veren her şeye sabrettiğini bilir. Bütün bunlar yalnız Allah’a
mahsus hallerdir. Bu, O’nun dışında başkası için doğru olmaz.[695]
İbn Kayyim, Allah’ın
sabır sıfatı ile insanların sabrı ve Halîm ile Sabûr arasında fark olduğunu
söyler ve der ki: “Allah’ın sabır sıfatı, kulların sabrından farklıdır. Zira O’nun
sabrı, birçok yönden kulların sabrına benzemez. Mesela, Allah tam kuvvet
sahibidir. Dilediğini yapmaya kadirdir. Ancak kullar böyle değildir. Onların
gücü ve kuvveti sınırlıdır. Bu yüzden her dilediklerini yapamazlar. Yine,
Allah yaptığının sonucundan asla korkmaz. Kullar ise çoğu kez, yaptıklarının
kötü sonuçlarından korkar. Allah cezalandırmada acele etmez, kullar ise hemen
cezalandırmak ister. Sabretme nedeniyle Allah, hiçbir acı ve üzüntü duymaz,
hiçbir yönden bir noksanlığı bulunmaz. Ancak sabır, kullara acı, üzüntü ve
sıkıntı verir. Halîm isminin bu dünyada pek çok görüntüleri olduğu gibi, Allah’ın
Sabûr isminin de bu dünyada pek çok görüntüleri vardır. Düşünenler bu görüntüleri
rahatlıkla müşahede edebilirler.
Sabır ile Hilm (Yumuşaklık) Arasındaki Fark
Sabır, hilmin bir
ürünüdür. Yumuşak olmak sabırlı olmayı gerektirir. Kişinin sabrı, yumuşaklık
derecesine göredir. Yumuşaklığı fazla olanın sabrı da fazla olur. Yüce Allah’ın
bir sıfatı olarak hilm, sabırdan daha geniş ve daha kapsamlıdır. Bu yüzden Kur’an-ı
Kerîm’de Halîm sıfatı daha çok geçer. Halîm sıfatının kapsamlılığı nedeniyle Kur’an’da
birçok kez Allah’ın Alîm sıfatıyla birlikte zikredilmiştir. Şu âyetlerde olduğu
gibi:
“Allah, bilendir,
(kullara) yumuşak olandır.”[696]
“Şüphesiz Allah,
bilendir, Halîm’dir.”[697]
İnsanlar çoğu zaman ya ne
yapacaklarını bilemeden veya güçleri yetmediğinden bağışlar ve sabrederler. Allah
ise ne yapacağını bilerek ve tam bir güce sahip olduğu halde bağışlar ve
sabreder. İlimle birlikte hilm, güçle birlikte bağışlama ne kadar güzeldir. Bu
yüzden sıkıntı anlarında okunan duada Yüce Allah, azametle birlikte hilmle
anılır. Allah’ın yüce ve Halîm oluşu zatının bir gereğidir.[698]
Allah’ın sabretmesi,
kullarının inkarı, şirk koşması, sövmesi, emir ve yasaklarına uymamasıyla
ilgilidir. Kulların bu amelleri işlemesi, Allah’a eziyet vermez ve O’nu, hemen
cezalandırmaya sevk etmez. Aksine O, bütün bu fenalıklara sabreder,
cezalandırmada acele etmez, yumuşak davranır ve kendilerini düzeltmeleri için
bu fiilleri işleyenlere süre tanır. Eğer buna rağmen asi ve günahkarlar
yaptıklarından vazgeçmez, isyanlarına devam eder ve Allah’ın hilmine ve süre
tanımasına aldırış etmezlerse artık Allah, onları güçlülerin yakalayışı ile
yakalar ve şiddetli bir cezaya çarptırır. Bundan sonra artık kulların hiçbir
özrü kalmaz, hiçbir pişmanlık fayda vermez. Yaptıkları dualara bir karşılık
verilmez. Bütün bu durumlar, Allah’ın halîm sıfatının bir gereği gerçekleşir.
Bu sıfat, Allah’ın zatî bir sıfatı olup asla kaybolmaz.
Sabır ise, ilgili olduğu
durumun ortadan kalkmasıyla yok olur. Tıpkı bir hikmet gereği yaratılan diğer
fiillerin, varlık nedeni olan hikmetin kaybolmasıyla ortadan kalktığı gibi.
Hilm ile sabır arasındaki bu ince farkı iyi düşün. Zira bu farkı, ikisinin
anlamını iyi düşünenler ancak bulabilir. Bu farka dikkat çekenleri dinle ve
sende bu farka dikkat çek. Zira birçok kimsenin bu farkı anlaması oldukça
zordur. Bunlar, bu anlamın Kur’an’da olmadığını söyler, bu yüzden onunla
uğraşmak istemez ve yüz çevirirler. Daha çok kulun sabrı ve çeşitleri konusunda
konuşmayı tercih eder, hep bununla meşgul olurlar. Oysa bu kimseler bu ismin
hakkını vermiş olsalardı, Yüce Allah’ın Alîm, Rahîm, Kâdir, Semî’, Basîr, Hay
ve diğer güzel isimleri bütün varlıklardan daha çok hak ettiği gibi bu ismi de
daha çok hak ettiğini bilirlerdi. Allah’ın sabrı ile kulların sabrı arasındaki
farkın, kendi hayatları ile Allah’ın hayatı, kendi ilimleri ile Allah’ın ilmi,
kendi işitmeleri ile Allah’ın işitmesi ve kendi nitelikleri ile Allah’ın sıfatları
arasındaki fark gibi olduğunu anlarlardı.[699]
Allah’ın Kullarına Sabrettiğini Gösteren Bazı Görüntüler
“Hiç şüphesiz Allah,
gökleri ve yeri yok olmasınlar diye (her an kudreti altında) tutmaktadır.
Andolsun, eğer onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık onları kimse
tutamaz. Şüphesiz O, Halîm olandır, bağışlayandır.”[700]
“Eğer Allah,
kazanmakta oldukları dolayısıyla insanları (azap ile) yakalayıverecek olsaydı,
(yerin) sırtı üzerinde hiç bir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş
bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz
Allah kendi kullarını görendir.”[701]
“Rahmân çocuk
edinmiştir” dediler. Andolsun, siz oldukça çirkin bir cesarette
bulunup-geldiniz. Neredeyse bundan dolayı, gökler paramparça olacak, yer
çatlayacak ve dağlar yıkılıp-göçüverecekti. Rahmân adına çocuk öne sürdüklerinde
(ötürü bunlar olacaktı). Rahmân (olan Allah)’a çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde
ve yerde olan (herkesin her şeyin) tümü. Rahmân (olan Allah)’a, yalnızca kul
olarak gelecektir.”[702]
“Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler
kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah
katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır.”[703]
Yüce Allah bu âyetlerde,
hilm ve mağfiret sahibi oluşu nedeniyle gökleri ve yeri tuttuğunu ve onları yok
olmaktan koruduğunu bize bildirmektedir. Allah’ın hilmi ile gökleri ve yeri
koruması, tutması sabırdır. O, hilmi ile düşmanlarının yaptıklarına
sabretmekte ve cezalandırmada acele etmemektedir. Yine âyetler, kulların
işledikleri büyük suçların göklere ve yere ağır geldiğine, kulların üzerine
çökmek için Allah’tan izin istediklerine işaret etmektedir. Ancak Allah hilm
ve bağışlaması ile onları tutup korumakta ve yerlerinde kalmalarını
sağlamaktadır. Bu, Allah’ın, kullarını cezalandırmakta acele etmemesi ve
cezalarını ertelemesidir. Sabrın gerçeği de zaten budur. Gökleri ve yeri tutmak
hilm sıfatının bir gereğidir. Sabır da nefsi tepkilerden alıkoymak (tutmak) ve
cezayı erteleyip hemen uygulamamaktır. Ancak insanın bu niteliği ile Allah’ın
hilm ve sabrı arasında fark vardır. Bu farkı iyi düşün ve anla.”[704]
2- Abdullah b. Mes’ûd der
ki: “Rabb’inizin katında
“Döl yataklarında size
dilediği gibi sûret veren O’dur.”[705]
“Göklerin ve yerin
mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler armağan eder, dilediğine
de erkek armağan eder. Veya onları erkekler ve dişiler olarak çift (ikiz)
verir. Dilediğini de kısır bırakır.”[706]
On iki saatin dokuz saati
işte böyle geçer. Sonra rızıklar getirilir. Allah buna da üç saat süreyle nazar
eder. Şu âyet buna işaret eder: “Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar
dilediğine daraltır.”[707]
Böylece on iki saat tamamlanır.
Allah Teâlâ, En’am sûresinde
düşmanlarını, inkar edişlerini, şirk koşmalarını ve peygamberleri yalanlamalarını
zikrettikten sonra hemen ardından dostu Hz. İbrahim’in durumunu zikretmektedir.
Allah burada göklerin ve yerin yaratılışı ve işleyişini Ona gösterdiğini, İbrahim’in
Allah’ın dinini ve O’nun bir olduğunu ispatlamak için kavmiyle yaptığı tartışmaları
anlatmaktadır. Sonra da O’nun soyundan gelen peygamberleri, onlara nasıl hidayet
ettiğini, kitaplar gönderdiğini, hikmet ve peygamberlik verdiğini anlatmakta
ardından şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlar bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa,
and olsun, biz buna (karşı) küfre sapmayan bir topluluğu ona vekil kılmışızdır.”[708]
Bu âyetle Yüce Allah,
yeryüzünde inkar edenleri, birliğini kabul etmeyenleri ve peygamberleri
yalanlayanları yarattığı gibi inkarcıların inkar ettiklerine inanan,
gönderilen peygamberleri tasdik edip destek veren, inkarcıların uymadığı ilâhî
emir ve yasaklara içtenlikle uyan kimseler de yarattığını haber vermektedir.
Böylece Allah, bir denge
unsuru ile üstün ve alçak âlemleri (gökleri ve yeri) yerinde tutmakta ve yok
olmalarına mani olmaktadır. Aksi halde eğer Allah, düşmanlarının yıkım ve
cezayla ilgili istek ve arzularını hemen yerine getirseydi, gökler, yerler ve
ikisi arasında bulunan bütün şeyler bozulur ve dünya düzeni tamamen yıkılıp yok
olurdu.
Yüce Allah dünyanın yıkım
nedenlerini, gökleri ve yeri tutan sebeplerin ortadan kalkmasına bağlamıştır.
Bu sebepler, dünyada kendi kelâmının (Kur’an), Ev’inin (Kâbe), dininin (İslâm)
ve emir ve yasaklarına uyanların bulunmasıdır. Eğer gökleri ve yeri tutan ve
düşmelerine mani olan bu sebepler olmasa, dünya düzeninin yıkılmasına mani
olacak başka hiçbir güç yoktur.
Özetle Halîm, Allah’ın zatî
sıfatlarından Sabûr ise Allah’ın fiilî sıfatlarındandır. Buna göre sabrın
aslı, Allah’ın hilm sıfatına dayanmaktadır. Bu yüzden sabrın aslı olan Allah’ın
hilm sıfatı Kur’an’da zikredilmiş ancak Sabûr ismi zikredilmemiştir. Yine de en
doğrusunu Allah bilir.[709]
Bu İsmi Bilmenin Faydası
* * *
﴿
اَلصَّمَدُ ﴾
SAMED
Allah şöyle
buyurmaktadır: “De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir.”[714]
Hattâbî der ki: “Samed,
önemli işlerde başvurulan, felaket ve ihtiyaç anlarında kendisine müracaat
edilen demektir. Samed aslen kastetmek ve yönelmek anlamındadır.”[715]
Beyhakî, senedini
zikrederek İbn Abbas’ın “Samed”i şöyle açıkladığını nakleder: “Samed, reislik ve
efendiliği mükemmel olan, üstünlük ve asaleti eksiksiz olan, büyüklük ve
ululukta yüksek olan, yumuşaklıkta üstün niteliğe sahip olan, hiç kimseye
muhtaç olmayan, istiğnada mükemmel olan, üstün güç ve kuvvet sahibi olan,
ilimde kemale eren, hüküm ve kararları tartışmasız uygulanandır. O, bütün
üstünlük ve yücelik sıfatlarına haiz olandır. Bütün bu sıfatlar, Allah’tan
başka hiçbir varlıkta bulunmaz. Hiç kimse O’na denk değildir. O’na benzeyen
hiçbir şey yoktur. Bu yüzden Samed, Allah’tır. Tek ve üstün güç sahibi olan
Allah, ne yücedir.”
İbn Abbas’tan yapılan bir
diğer rivayete göre, Samed, hiçbir ihtiyacı bulunmayan ve hiç kimseye muhtaç
olmayandır.
ez-Züccâcî de der ki: “Beyhakî,
İbn Abbas’tan yaptığı bu nakille sanki Allah’ın cisim olmadığını ve bir sınırı
bulunmadığını ispatlamaya çalışmaktadır.”
İbn Arabi ise Samed’i
şöyle açıklar:”Samed, tek bir şeyden yapılmış sade şey demektir. Ama kelime
aslen el-Hattâbî’nin de söylediği gibi kastetmek ve yönelmek anlamındadır.”
Kimisi de Samed’i şöyle
tanımlamışlardır: “Samed, parçalara ayrılmayandır.” Bu tanım, Allah’ın
parçalardan oluştuğu veya parçalara ayrılabileceği görüşünü kesinlikle
reddetmektedir.
Özetle Samed, doğurmayan,
doğrulmayan ve hiçbir dengi bulunmayandır. Zira doğan her şey mutlaka bir gün ölecek
ve her ölen de mutlaka arkasında varisler bırakacaktır. Allah ise asla ölmez ve
arkasında varis bırakmaz. “Ve hiç bir şey O’nun dengi değildir.”[716]
Allah’ın ne bir benzeri ne bir dengi vardır. O’na benzeyen hiçbir şey yoktur.
Buna göre Samed, kendisinden
hiçbir şey çıkmayan, yemeyen ve içmeyen, bütün varlıklar yok olduktan sonra da
varlığı devam eden, hiç kimseye ihtiyacı olmayan, ama herkesin kendisine
muhtaç olduğu, istekler için kendisine yönelip başvurulan, felaket ve sıkıntı
zamanlarında yardımı talep edilendir.
O, hiçbir eksiği
bulunmayan mükemmel varlıktır. Cömertlik, yumuşaklık, üstünlük, yücelik ve
güçlülük gibi bütün reislik ve efendilik sıfatları Samed sıfatından
kaynaklanmaktadır.[717]
İbn Kayyim’in Allah’ın “Samed” İsmi Hakkındaki Anlamlı Sözleri
Allah’ın karşı konulamaz
büyük orduları vardır. Bu ordular ancak O’nun emri ile inerler. Öndekilerin,
arkadakilerin ve arada bulunanların maliki O’dur. O’nu güç ve kuvveti
sonsuzdur. Otoritesi, iktidarı ve mülkü her şeyi kuşatmıştır. O, her şeyi bilir,
asla hiçbir şeyi unutmaz. Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları yönetip
idare eden O’dur. O, bütün bu varlıkların yaratıcısı olduğu gibi bu
varlıkların Rabb’i ve Mâliki’dir de. İşte böyle olan bir Rabb’in benzeri asla
olmaz. Çünkü O, bütün sıfat ve fiillerinde eşsizdir. Hiçbir sıfatı, fiili veya
isimlerinin gerçeği olmayan varlıklar, anlamı olmayan boş isimlerden ibarettir.
Bu yüzden yok sayılmışlardır. Yüce Allah’ın şu sözü, bu gerçeği açıkça ispat
etmektedir: “O’nun benzeri olan hiç bir şey yoktur.”[718]
Yüce Allah bu sözü, kendi
eksiksiz ve mükemmel, üstün sıfat ve niteliklerini açıklayan şu âyetlerden
sonra söylemektedir: “Hâ, Mîm. Ayn, Sîn, Kâf. O, Azîz ve Hâkim olan Allah,
sana ve senden öncekilere böyle vahyetmektedir. Göklerde ve yerde olanlar O’nundur.
O, yücedir, büyüktür. Gökler, neredeyse üstlerinden çatlayıp-parçalanacaklar;
melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yerde olanlara mağfiret
dilerler. Haberiniz olsun; gerçekten Allah, bağışlayan ve esirgeyendir. Allah’ın
dışında birtakım veliler edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir.
Sen onların üzerinde bir vekil değilsin. İşte biz sana, böyle Arapça bir Kur’an
vahyettik; şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları
uyarıp-korkutman ve kendisinden şüphe olmayan toplanma gününü (haber verip
onları) uyarıp-korkutman için. (O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü
de çılgınca yanan ateşin içerisindedirler. Eğer Allah dileseydi, onları
herhalde tek bir ümmet kılmış olurdu. Ancak O, dilediğini kendi rahmetine
sokar. Zalimlere gelince; onlar için ne bir veli vardır, ne de bir yardımcı.
Yoksa O’nun dışında birtakım veliler mi edindiler? İşte Allah; veli olan O’dur,
ölü olanları da dirilten O’dur. O, her şeye güç yetirendir. Hakkında ihtilâfa
düştüğünüz herhangi bir şey; artık O’nun hükmü Allah’ındır. İşte benim Rabb’im
olan Allah. Ben O’na tevekkül ettim ve yalnızca O’na dönüp-yönelirim. O, göklerin
ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da
çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O’nun benzeri gibi olan
hiç bir şey yoktur. O, işitendir, görendir.”[719]
Yücelik, üstünlük,
ululuk, büyüklük, güç ve kuvvet, hikmet, mülk, hamd, mağfiret, merhamet,
konuşma, dileme, ölüyü diriltme, geniş ve mükemmel kudret, kulların arasında
hükmetme, gökleri ve yeri yaratma, işitme ve görme gibi bütün üstün ve mükemmel
sıfatlarla nitelenen bu varlığın bir benzeri ve eşi yoktur. Zira O, hiç kimsede
bulunmayan sıfatlara, isimlere ve fiillere sahip bir varlıktır. O’nda bulunun
bütün bu özelliklerin hiçbirinde bir eksiklik ve kusur yoktur. O’nun
özellikleri hiçbir varlığınkine benzemez. Bu yönüyle “O’nun benzeri olan
hiç bir şey yoktur”[720]
denilmiştir.”[721]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلضَّارُّ
- اَلنَّافِعُ
﴾
DÂR (ZÂR) - NÂFİ’
Bu isimler Ebû Hüreyre’nin
rivayet ettiği hadis-i şerifte geçmektedir. Bütün İslâm âlimleri bu isimleri
kabul etmişlerdir. Bu isimler, Allah’ın kitabında ne isim ne de fiil olarak
geçmez. Ancak şu iki âyette şöyle geçer:
“Şayet Allah sana bir
zarar dokunduracak olursa, O’ndan başka bunu giderecek yoktur. Sana bir iyilik
de dokunduracak olursa O, her şeye güç yetirendir.”[723]
“De ki: “Allah’ın
dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç bir şeye) malik değilim.”[724]
Her iki âyette geçen “zarar”
ve “fayda” sözcükleri, Allah’ın mutlak anlamda varlıkların idaresini elinde bulundurduğuna
ve bunun yalnız O’na has olduğuna delalet etmektedir. Allah, bu varlıkta
dilediğini yapan, her dileğini varlıklar üzerinde gerçekleştirendir. Bu yüzden
yalnız O, varlıklara yarar sağlar veya zarar verir. İkinci âyet bu anlamı açık
bir şekilde vurgulamaktadır: “De ki: “Allah’ın dilemesi dışında kendim için
yarardan ve zarardan (hiç bir şeye) malik değilim.”[725]
O halde her şey O’nun kabzasındadır. Dilediği ve karar verdiği şekilde
hükümlerini varlıklar üzerinde uygular. Ancak aklı kıt bazı kimseler, Rablerin Rabb’ine
yakışmayan bir takım sebepler ve eşler uydurdular. Şu âyetler bu kimselere
işaret etmektedir:
“Kendi kullarından O’na
bir pay çıkardılar/bir parça isnat ettiler. Doğrusu insan, açıkça bir
nankördür.”[726]
“Yoksa Allah’a, O’nun
yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince
birbirine mi benzeşti? De ki: “Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, tektir,
kahredici olandır.”[727]
Allah her şeyi yaratan ve
yarattığına bir ölçü ve etki koyandır. İlaçlara yarar veya zarar etkisi veren,
ölüme ölüm, acıya acı, yiyecek ve içeceklere doyurma ve kanma etkisi koyan
Allah’tır. O’nun her uygulaması bir düzen ve sisteme göredir. Her şeyin olumlu
ve olumsuz etkisi O’nun yed-i kudretindedir. O’nun iradesi, dilemesi ve izni
olmadan hiçbir şey etkisini gösteremez. Allah’ın etkiyi yaratma kararı olmadan
hiçbir varlık olumlu ya da olumsuz yönde etkili olamaz. Her şey O’nun irade ve
kararı ile gerçekleşir. Allah zalimlerin söylediklerinden beridir.
el-Halimî der ki: “Allah’a
sadece Dâr ismiyle dua etmek caiz değildir. Bu nedenle her iki isimle (Dâr, Nâfi’)
birlikte Allah’a dua edilmelidir.”
el-Hattâbî de şöyle
söyler: “Bu iki ismin birlikte zikredilmesi, Allah’ın dilediğine yarar
sağlamaya dilediğine de zarar vermeye kadir olduğunu gösterir. Zira zarar
verme veya yarar sağlama gücüne sahip olmayanın varlığı ve etkisi de olmaz.”
İbn Abbas anlatıyor. Bir
gün Hz. Peygamber’in terkisindeydim. Bana: “Ey delikanlı! (veya ey oğul!),
Allah’ın seni kendisiyle faydalandıracağı bazı sözler öğreteyim mi?” dedi. Ben:
“Evet, ey Allah’ın Resûlü!” dedim. Hz. peygamber şöyle buyurdu: “Allah’ı (emir
ve yasaklarını) koru ki, O da seni korusun. Allah’ı gözet ki, O’nu önünde (bir
rehber olarak) bulasın. Bollukta O’nu tanı ki, O da şiddet ve sıkıntı anında
seni tansın. Bir şey dilediğinde yalnız O’ndan dile. Bir yardım istediğinde
yalnız O’ndan yardım iste. Bil ki, kalem olacak şeyleri yazıp artık kurumuştur.
Bundan böyle eğer bütün varlıklar, Allah’ın sana takdir etmediği bir yarar
sağlamak isteseler buna güçleri yetmez. Yine Allah’ın takdir etmediği bir zarar
vermek isteseler, buna da güçleri yetmez. Nimet anlarında şükrederek Allah’a
ibadet et. Bil ki, yakîn (sağlam ve kesin bilgi), hoşlanmadığın şeylere
sabretmendedir. Zafer (yardım) sabırla; kurtuluş sıkıntıyla; kolaylık da
zorlukla birliktedir.”[728]
Ebû Muhammed Abdulhak der
ki: “Bu hadisi Ebû Bekir b. Sabit el-Hatîb, “el-Faslu’l-musil” adlı eserinde sahih
olarak tahric etmiştir. Ayrıca Tirmizî de bu hadisi tahric etmiş ve sahih
olduğunu söylemiştir. Doğru olan da budur.”
Bu İsmi
Bilmenin Faydaları
Dünya hayatı da âhiret
hayatı da yarar ve zarar arasında taksim edilmiştir. Buna göre cennet saf
yarar, cehennem de saf zarardır. Dünyada gerçekleşen zarar, âhiret için bir
yarara dönüşebilir. Bu durumda bu dünyadaki zarar, mecazi anlamdadır. Eğer
dünyadaki zarar, âhiret için de bir zarar ise bu durumda zarar, gerçek anlamdadır.
Aynı şekilde dünyadaki bütün iyilik ve yararlar da mecazi veya gerçek
anlamdadır. Gerçek yarar, sana âhiret hayatında da yarar sağlayan ve seni daha
yüksek makamlara çıkarandır. Bu yüzden dünyada iken sana yarar sağlayan
şeylerden âhiret için de fayda çıkarman ve kalbini bu amaca yöneltmen gerekir.
Bunun için Allah’ın sana sağladığı yararlardan sen de başkalarını
yararlandırmalı ve buna aracı olmalısın. Bu yararları sadece kendine saklayıp
cimrilik etmemelisin. Yaptığın iyilik ve başkalarına sağladığın yararlarla, âhirete
için kendine yarar sağlamış olursun. Böylece bu yararlar, yarın Allah katında
senin şefaatçilerin olur.[729]
* * *
﴿ اَلْعَدْلُ
﴾
ADL
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Rabb’inin sözü, doğruluk bakımından da, adalet bakımından da
tastamamdır. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur.”[733]
Allah’ın sözleri doğru ve adaletli olduğuna göre kendisi de mutlak adalet
sahibidir. Çünkü adil ve doğru sözler, O’nun sözleridir. Allah’ın her fiili, O’nun
sözü ile gerçekleşir ve her sözü de doğrudur.[734]
Adalet, Allah’ın zatî
sıfatları arasında yer alabileceği gibi O’nun fiilî sıfatları arasında da yer
alabilir. Zatî sıfat olduğu zaman, selbî (olumsuz) anlamlar da içerir. Buna
göre Allah, adildir. O’nun adalet sıfatı, haksızlık ve zulmetme sıfatlarını yok
eder. Bu yüzden O, haksızlık yapan ve zulmeden değildir. Zatî bir sıfat olarak
adalet, Allah’ın kulları hakkındaki ezeli hükmüne dayanır. Buna göre adalet, O’nun
bu adil hükmünden kaynaklanan bir sıfat fiildir. Allah adalet sahibidir
denildiğinde bu anlam kastedilir.
Allah bütün söz ve
fiillerinde mutlak adalet sahibidir. O’nun kararı doğru, hükmü adildir. Nimet
ve ihsanını dilediğine verir veya vermez, Azîz veya zelil kılar, yükseltir veya
alçaltır, ikram eder veya etmez, hemen yapar veya erteler, yarar sağlar veya
zarar verir, korur veya korumaz, zengin veya fakir yapar, sağlık verir veya
hastalandırır, bela verir veya beladan muaf tutar. Allah, bütün bunları mutlak
iktidar sahibi olması nedeniyle dilediği şekilde, verdiği karara göre yapar.
Eğer Allah, peygamber ve nebilerin, kendisine en yakın meleklerin ve salih
kulların da aralarında bulunduğu bütün varlıklara, isyankar ve inkarcılara
azap ettiği gibi azap etse bu O’nun adaletinden sayılır. Aynı şekilde inanan ve
inanmayan ayırımı yapmaksızın bütün herkesi cennetine koyup onlara nimetler
verse, bu da O’nun adaletinden ve fazlı kereminden sayılır. Ancak Allah’ın varlıkları
iki gruba ayırması, bir grubu cennete diğer grubu da cehenneme koyması O’nun
hikmetinin bir gereğidir. Allah’ın bütün herkese azap etmesi adaletinden,
merhamet etmesi fazlından, onları iki gruba ayırması da hikmetindendir. Bu yüzden
bazı âlimler şöyle söylemişlerdir: “Allah’ın adaletinden Allah’a sığınırız, O’ndan
ihsan ve keremini isteriz, hikmetinin de iyi yönünü talep ederiz.”
Adalet ismi, hüküm ve
hikmeti ve bunlarla ilgili bütün sıfatları kapsar. Adaletin zıddı olan zulüm
sıfatı, hevâ sahibi olan ve bu hevâsına tabi olan veya başkasına ait olan hakkı
sahibine vermeyen veya Mevlâ’sının emir ve yasaklarına aykırı hüküm veren
kimselere verilir. Hevâ ve arzularıyla mücadele eden, Mevlâ’sının kendisine belirlediği
emir ve yasaklara tabi olan kimseler adalet sıfatıyla nitelenirler. Haksızlık
ve zulüm sıfatının, âlemlerin Rabb’i olan Allah’ta var olması imkansızdır.[735]
Mutlak adalet sahibi,
dilediği her şeyi yapma hakkı olan ve kullar üzerinde hükmü geçerli olandır.[736]
Kullar üzerinde dilediği
şekilde tasarruf sahibi olan Allah, mutlak adalet sahibidir. O, bütün
sözlerinde, fiillerinde, kulları için belirlediği kaza ve kaderinde, emir ve
yasaklarında, sevap veya azabında adildir ve dosdoğru yol üzerindedir. O’nun
bütün iyilikleri doğrudur, bütün kaza ve kaderi adildir, her emri kullarının
yararına, her yasağı da onların zararınadır. Allah’ın sevabı, merhamet ve
ihsanının bir gereği olarak, azabı da adalet ve hikmetinin bir gereği olarak
onu hak edenleredir.[737]
Allah’ın zulmetmeye ve
haksızlık yapmaya gücü yeter. Ancak O, fazlı, keremi, cömertliği ve kullarına
iyiliği nedeniyle asla kimseye haksızlık ve zulüm yapmaz.
Birçok âlim, zulmü şöyle
tanımlar: “Zulüm, bir şeyi yerli yerine koymamaktır. Bu durum Allah için imkansızdır
ve kesinlikle O’nun şanına yakışmaz.”
Übey b. Ka’b der ki: “Eğer
Allah yerdeki ve gökteki bütün varlıklara azap etmek isteseydi, onlara azap
edebilir ve bundan dolayı zulmetmiş sayılmazdı. Aynı şekilde eğer onlara
merhamet etmek isteseydi, bunu da yapabilir ve O’nun bu rahmeti, kulların
amellerine karşılık değil onlara olan iyiliğinden sayılırdı. Bu durum İbn Mes’ûd’a
sorulmuş, İbn Mes’ûd, aynı cevabı vermiştir. Yine bu durum Zeyd b. Sabit’e
sorulmuş, O da Hz. Peygamber’in buna aynı cevabı verdiğini söylemiştir.”[738]
Hüküm ve Kaza (Yargı) Arasındaki Fark
Hüküm ve kaza (yargı)
arasında fark vardır. Bu nedenle hüküm için geçerlilik, kaza (yargı) için de
adalet esastır. Allah’ın hükmü, dinî (şer’i) ve kevnî (kaderî) olmak üzere iki
türlüdür. Her iki hüküm türü de kul için geçerli olup onun üzerinde uygulanır.
Dolaysıyla istese de istemese de kul, kendisi üzerinde geçerli olan ve uygulanan
iki hüküm altında bulunmaktadır. Kevni hükme muhalefet etmek, ona aykırı
davranmak mümkün değildir. Ancak dini hükme muhalefet etmek ve aykırı davranmak
mümkündür.
Kaza, tamamlamak,
bitirmek ve sonuçlandırmak anlamına gelir. Bu yüzden kaza, ancak hükmün kul üzerinde
uygulanması ve geçerli kılınması ile gerçekleşir. Bir hadis-i şerifte: “Benim
hakkımdaki kazan (yargın) adalettir” denilmiştir. Yani, kul üzerinde
uyguladığın ve geçerli kıldığın, böylece tamamlayıp kemale erdirdiğin hüküm,
Senin adaletindendir.
Hüküm ise, Allah’ın
verdiği karardır. O, bu kararı dilerse uygular, dilerse uygulamaz. Eğer bu, dinî
bir hüküm ise kullar için geçerlidir. Kevnî bir hüküm ise, Allah onu uygularsa
geçerli, uygulamaz ise geçersiz olur. Allah dilediği hükmü verir ve sadece
dilediğini geçerli kılıp uygular. O’nun bir hükmü uygulamaması, güçsüzlüğünden
kaynaklanmaz. Oysa O’nun dışındakiler, bir hüküm verebilir veya bir takdirde
bulunabilir ancak bunu uygulama gücüne sahip olamazlar. Allah, hüküm veren ve
verdiği hükmü uygulayabilendir. Hüküm vermek ve uygulamak yalnız O’nun
hakkıdır.
“Benim hakkımdaki kazan
(hükmün) adalettir.” hadisinde geçen kaza (hüküm), kul için verilen ve uygulanan
bütün hükümleri kapsar. Sağlık ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, zevk ve acı,
hayat ve ölüm, bağışlama ve cezalandırma. Bütün bu durumlar Allah’ın kul için
verdiği hükümlere göre gerçekleşir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Size
isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta olduğu dolayısıyladır.”[739],
“Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinç-duyar.
Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet
ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.”[740]
O halde kul üzerinde gerçekleşen her hüküm, Allah’ın bir adaletidir.
Soru: Size
göre günahlar, Allah’ın takdiri ve kazası ile gerçekleştiğine göre Allah’ın
kazadaki adalet yönü nedir? Zira Allah’ın günahkarları cezalandırmasıyla
ortaya çıkan adalet, bu durumda açıkça görünmemektedir?
Cevap: Bu gerçekten
ciddi bir sorudur. Bu yüzden bir grup “Adalet, ezelde takdir edilendir. Zulüm
ise kendi zatında imkansızdır. Çünkü zulüm, başkasının mülkünde tasarruf
etmektir. Oysa var olan her şey Allah’ın kendi mülküdür. O’nun kendi mülkünde
varlıklar üzerinde dilediği şekilde tasarrufta bulunması adalettir”
demişlerdir.
Bir grup ise şöyle
demiştir: “Adil olan, kendisinin takdir ettiği ve uyguladığı şeyleri
cezalandırmaz. Allah’ın günahkarları cezalandırmasından, bu günahların O’nun
kaza ve kaderiyle gerçekleşmediğini anlıyoruz. Dolaysıyla adalet, Allah’ın
dünyada veya âhirette günah işleyenleri cezalandırmasıdır.”
Adalet ile kaderi bir
arada kabul etmek bu kimselere zor gelmiştir. Bu yüzden kaderi kabul edenlerin
adaletten, adaleti kabul edenlerin de kaderden söz etmelerinin mümkün
olmadığını ileri sürmüşlerdir. Aynı şekilde tevhid ile Allah’ın sıfatlarını bir
arada kabul etmek de bu kimselere zor gelmiştir Bu nedenle Allah’ın sıfatlarını
inkar etmedikçe tevhidin sahih olmayacağını iddia etmişlerdir. Böylece bu
kimselerin tevhid anlayışı ta’til (Allah’ın sıfatlarını iptal), adalet
anlayışları da kaderi yalanlamak olmuştur.
Ehlisünnet ise kaderi ve
adaleti birlikte kabul etmektedir. Onlara göre zulüm, bir şeyi yerli yerine
koymamaktır. İtaat edeni veya günahsız olanı cezalandırmak gibi. Allah Kur’an-ı
Kerîm’in birçok yerinde kendisinin böyle bir şey yapmaktan beri olduğunu haber
vermektedir. Yüce Allah, her ne kadar dilediği kimseyi saptırsa da, günah
işlemesine imkan verse de bu, O’nun mutlak adaletinin bir gereğidir. Çünkü
sapıklığı ve günah işlemeyi uygun biçimde yerli yerine koymuştur. Bu nasıl
doğru olmasın ki? O’nun en güzel isimlerinden biri olan Adl, Allah’ın bütün
sözlerinin, fiillerinin ve hükümlerinin doğru, gerçek ve adil olduğuna işaret
etmektedir. Yüce Allah, hak ve bâtıl olan yolu açıkça izah etmiş, bunun için
peygamberler gönderip kitaplar indirmiş, engelleri kaldırmış, hidayet ve itaat
yolunu bulabilmesi için insana göz, kulak ve düşünme gücü vermiştir. Bütün
bunlar O’nun adalet sahibi oluşundan kaynaklanmaktadır. Allah dilediği kimseye
daha fazla ilgi gösterip onun hidayet bulmasını isteyebilir ve onu bunda
başarılı kılabilir. Bu, O’nun kendi fazlı ve ihsanıdır. O’nu dilediğine verir.
Aynı şekilde başarıyı hak etmeyen kimseye de ilgi göstermeyip onu nefsiyle baş
başa bırakabilir. Başarılı olmasını ve hidayet bulmasını istemeyebilir. Bu
yüzden destek ve fazlını ondan esirger ama adaletini esirgemez. Bu da iki
nedene dayanır:
“Böylece: “Allah
içimizden bunlara mı lütufta bulundu?” demeleri için onlardan bazısını
bazısıyla denedik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi?”[741]
“Eğer Allah, onlardan
bir hayır görseydi muhakkak onlara işittirirdi. İşittirseydi bile, arka
çevirenler olarak (yine) yüz çevirirlerdi.”[742]
Bu yüzden Allah’ın,
hidayete ermeleri için bu kimselere yardım etmemesi ve onlara kendisine isyan
etme imkanı tanıması mutlak adalettir. Tıpkı yılan, akrep ve kuduz köpeklerin
öldürülmesine karar vermesi gibi. Allah, bu varlıkları bu şekilde yaratmasına
rağmen onlar için bu kararı vermiştir. Allah’ın bu varlıklar hakkındaki bu
kararı mutlak adalettir.[743]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Hz. Peygamber ise şöyle
buyurmuştur: “Kendi nefislerine, ailelerine ve yönetimi altında bulunanlara
adil davrananlar, kıyamet günü Rahmân’ın sağında -ki O’nun her iki eli de
sağdır- nurdan minberler üzerindedirler.”[745]
* * *
﴿ اَلْعَزِيزُ
﴾
AZÎZ
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”[747]
el-Hattâbî der ki: “Azîz,
mağlup edilemeyen güçlü demektir. İzzet, galibiyet ve üstünlük, şiddet ve
kuvvet, yücelik ve ululuk gibi anlamlara da gelir. Buna göre Azîz, gücüne
erişilmeyen, güçlülükte eşi ve benzeri olmayandır.”[748]
İbn Kayyim ise şunları
söyler: “Azîz, dilediğine karar veren ve uygulayandır. O, izzetinin eksiksiz
ve mükemmel oluşuyla kullarına hükmeden ve bu hükmü onlar üzerinde icra
edendir. Allah kulların kalplerini ve iradelerini dilediği yöne çevirendir. O
dilerse kul ile kalbi arasına da girer. Allah dilediği şekilde kulunu istek ve
irade sahibi yapar. Bu, O’nun üstünlük ve izzetinin mükemmel oluşunu gösterir.
Zira Allah’tan başka hiç kimsenin böyle bir şey yapmaya gücü yetmez. Bir insan
ancak kişinin bedeni ve dış görünümü üzerinde etkili olabilir. Onu kendi
iradesi doğrultusunda istek ve irade sahibi yapması mümkün değildir. Buna ancak
karşı konulamayan mutlak üstünlük sahibi olan Allah yapabilir.”[749]
Gazali ise bu ismi şöyle
açıklar: “Azîz, benzeri az bulunan, kendisine şiddetle muhtaç olunan ve
ulaşılması zor olandır. Bu üç anlamı kendinde toplamayan kimseye Azîz ismi
verilmez. Benzeri az bulunan nice kimseler vardır ki kendisine hiç ihtiyaç
duyulmaz. Bu yüzden ona Azîz denilmez. Hatta benzeri bile bulunmayan ve kendisinden
çok yararlanılan birine, eğer ulaşmak kolay ise buna da Azîz denilmez. Güneş
gibi. Güneşin bir benzeri yoktur ve birçok yararı vardır. Ama kendisine ulaşmak
zor olmadığı için Azîz olarak nitelenemez.”[750]
Bütün varlıklar her şeyde
Allah’ın zatına, sıfatlarına, fiillerine ve bekasına muhtaçtırlar. Hiçbir kimse
O’nun gücüne erişemez. Ama O’nun her şeye gücü yeter. Akıl, O’nun gücünü
anlamaktan, gözler de O’nun azamet ve yüceliğini müşahede etmekten acizdir.
Hiçbir varlık O’nun nimetlerini sayamaz ve şükrünü eda edemez. Bütün bu
sıfatlar başkası için değil yalnız Allah için geçerlidir. Bu sıfatlar, O’nun
mutlak üstünlük sahibi olduğunu kesin bir şekilde ispatlamaktadır.[751]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْعَظِيمُ
﴾
AZÎM
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “O, pek yücedir, pek büyüktür.”[753]
İbn Abbas anlatıyor. Hz.
Peygamber sıkıntı anında şöyle dua ederdi: “Allah’tan başka ilâh yoktur; O,
azim ve halim olandır. Allah’tan başka ilâh yoktur; O, büyük arşın sahibidir.
Allah’tan başka ilâh yoktur; O, göklerin ve yerlerin Rabb’i’dir ve O, pek
değerli arşın Rabb’i’dir.”[754]
el-Halîmî der ki: “Azîm,
mutlak olarak kendisinden kaçınmak ve uzak durmak mümkün olmayandır. Çünkü bir
toplumun büyüğü, o toplumun bütün işlerini üslenen, kendisine karşı çıkılamayan
ve emirlerine aykırı davranılamayandır. Ancak gerçek mahiyeti böyle olmakla
beraber bu kimse, çeşitli bela ve musibetler nedeniyle zayıf düşebilir ve gücü
elinden gidebilir. Bu durumda kendisine karşı çıkılabilir, hatta mağlup edilip
saltanatı yok edilebilir. Oysa Allah Teâlâ, mutlak güç sahibidir ve hiçbir şey
O’nu güçsüz kılıp aciz düşüremez. Karşı çıkılıp mağlup edilemez. Emirlerine
karşı konulamaz. O, gerçek büyüktür. Bu ismin başkaları için kullanılması
mecazi anlamdadır.”[755]
el-Hattâbî de der ki: “Azîm,
büyüklük ve yücelik sahibi olandır. Bedenlerin niteliği sayılan büyüklüğün
dışında şanı yüce ve önemi büyük olandır.”[756]
Allah, varlığı ile her
büyükten daha büyüktür. Zira O’nun varlığı ezeli (öncesiz) ve ebedi
(sonsuz)dur. Başkasının varlığı böyle değildir. O, her büyükten daha büyüktür.
Bu yüzden hiçbir akıl, O’nun büyüklüğünü kavrayamaz. Hiçbir göz, O’nun
izzetini kuşatamaz. O’nun dışındaki her şey küçük, basit ve hakirdir. Yaratılan
bütün varlıklar O’ndan birçok ilimler öğrenmiş olsa bile, bu bilgileri sınırlı
ve sonludur. Bütün her şey Allah’ın yüceliğine, büyüklüğüne ve kemaline göre
bir hiç gibidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O’nun yüzünden (zatından)
başka her şey helak olucudur.”[757]
Akılların, sonsuz nurunu
kavramaktan aciz kaldığı, anlayışların izzetinin aydınlığında kaybolduğu Allah
ne yücedir. O’nun azametinin başlangıcı, yüceliğinin sonu yoktur.[758]
Allah’ın Büyüklüğünün Anlamı
“Onlar, Allah’ın
kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O’nun
avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, onların
şirk koşmakta olduklarından münezzeh ve yücedir.”[759]
“Gökler, neredeyse
üstlerinden çatlayıp-parçalanacaklar.”[760]
Hz. Peygamber kutsi bir
hadiste, Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu söyler: “Büyüklük benim örtüm, ululuk
da elbisemdir. Bu ikisi hakkında benimle çekişene azap ederim.”
Bu yüzden büyüklük ve
ululuk yalnız Allah’a aittir. Her iki vasfın gerçeği kavranılamaz ve mahiyetine
ulaşılamaz.
“İşte böyle; kim Allah’ın
şiarlarını yüceltir ve saygı duyarsa, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır.”[761]
“İşte böyle; kim Allah’ın
haram kıldıklarını (gözetip hükümlerini) yüceltirse, Rabb’inin katında kendisi
için hayırlıdır.”[762]
Allah’ın yarattığı,
emrettiği veya yasakladığı bir şeyi itiraz etmeden kabul etmek, Allah’a
saygının ve O’nu yüceltmenin bir ifadesidir.[763]
Allah’ın bu ismini
bilmenin faydası, işte bu anlattıklarımızdır.
* * *
﴿ اَلْعَفُوُّ
﴾
AFÜV
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Hiç şüphe yok Allah,
affedicidir, bağışlayıcıdır.”[764]
Hz. Aişe anlatıyor. Hz.
Peygamber’e: “Ey Allah’ın Resûlü! Kadir gecesine erişirsem ne söyleyeyim?” diye
sordum. Hz. Peygamber şöyle söyle dedi: “Ey Allah’ım! Şüphesiz sen affedicisin.
Af etmeyi seversin. Beni (veya bizi) affet.”[765]
el-Halîmî der ki: “Afüv,
kullarının hataları ve günahları nedeniyle oluşan izleri silen ve onları
cezalandırmayandır. Kullar işledikleri günahları terk edip tevbe ettiklerinde
ve Allah’tan bağışlanma dilediklerinde, Allah onların bu günahlarını affeder.
Kulların kötülükleri terk etmeleri ve kendisine yönelmeleri nedeniyle Allah,
bu kötülükleri örter ve hatta onları iyiliklere çevirir. Allah, bir şefaatçinin
şefaati veya kendi ihsanıyla da kullarını affedip onları cezalandırmaktan
vazgeçebilir.”
Ebû Süleyman ise şöyle
açıklar: “Afüv, “afeve”den faûl vezninde olup mübalağa bildirir. Afv, suçu
bağışlamaktır. Afv’ın esen rüzgarın oluşan izleri sildiği gibi günahların
izlerini silmek anlamına geldiği söylenmiştir. Bu anlama göre suçları affeden,
sanki bu affı ile günahların izlerini silmektedir.”[766]
Bu ismin insanlar için
kullanılması caizdir. Zira Kur’an’da bu anlamda kullanılmıştır. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: “…Ve onlar insanları bağışlayanlardır…”[767]
el-Halîl der ki: “Cezayı
hak edeni cezalandırmadığında affetmiş olursun.”
el-Aklîşî de şöyle
söyler: “Affetmek, fiilî sıfatlardandır. Allah, bu dünyada tevbe eden günahkar
kullarını affeder. Günahlarda ısrar edip tevbe etmeyen mü’min kullarını da âhirette
affeder.”[768]
O halde Afüv, her zaman
affetmekle, bağışlamakla ve cezalandırmamakla bilinendir. O, içtenlikle
kendisine yönelip tevbe eden kullarını affeder. Herkes O’nun merhamet ve
keremine muhtaç olduğu gibi affına ve bağışlamasına da muhtaçtır. Allah, afv
ve bağışlamanın gereklerini yerine getirenleri affedeceğini ve onları bağışlayacağını
vaat etmiştir.”[769]
Allah hakkında afv,
günahların izlerini tamamen ortadan kaldırması, onları Kiramen katibin
meleklerinin yazdığı defterden silmesi, kıyamet günü kullarını bu günahlardan
sorguya çekmemesi, hatırladıklarında utanmamaları için bu günahları onlara
unutturması ve her kötülüğün yerine bir iyilik koymasıdır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Allah, dilediğini
ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın anası O’nun katındadır.”[770]
“Ancak tevbe eden,
iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını,
Allah iyiliklere çevirir.”[771]
Afv, mağfiretten daha
kapsamlı ve geniş anlamdadır. Çünkü mağfiret, günahların örtüldüğünü, afv ise
onların izlerinin bile silindiğini ifade eder. Bir şeyin kendisini ve
oluşturduğu izi bile silmek, o şeyin üzerini örtmekten daha kapsamlıdır.
Allah Afüv’dür. Her
varlığa sayısız bağışlarda bulunur. İyilik ve ihsanını dilediğine verir.
Kendisine nimet verilen asla bir yorgunluk hissetmez.[772]
Allah’ın Affının Çeşitli Görüntüleri
Allah, geniş ve kapsamlı
affını günah işleyen kullarına ayırmıştır. O’nun affı, kulların işlediği bütün
günahları kuşatacak genişliktedir. Özellikle günah işlemeyi terk edip tevbe
eden, yeniden inanarak ve salih ameller işleyerek Allah’a yönlen, günahlarının
bağışlanmasını dileyen kimseler için Allah’ın affı daha fazla geçerlidir. Zira
O, kullarının tevbesini kabul eden, günahlarını affeden ve kötülüklerini
iyiliklere çevirendir. Allah, affedicidir ve affetmeyi sever. Kullarının,
affını elde edecek sebepleri yerine getirmelerini, hoşnutluğunu kazanmak için
çalışmalarını ve insanlara iyilik yapmalarını sever. Kul, ne kadar büyük
olursa olsun, ne kadar günah işlerse işlesin, eğer tevbe edip Allah’a
yönelirse, Allah o kulun büyük küçük bütün günahlarını affeder ve kulunu
bağışlar. Bu, Allah’ın affının ne kadar geniş olduğunu gösterir. İslâm’ın
kendisinden önce işlenen günahları yok sayması, tevbenin ise kendisinden önce
işlenen günahları silmesi Allah’ın affının genişliğine işaret eder.[773]
2- Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “De ki: “ Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden
kullarım! Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları
bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır. esirgeyendir.”[774]
Hz. Peygamber kutsi bir hadiste Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu nakleder: “Ey
ademoğlu! Bana hiçbir şeyi şirk koşmadan yer dolusu günahlarla Bana gelsen,
sana yer dolusu mağfiretle gelirim.”[775]
Bir başka âyette yüce Allah şöyle buyurur: “Hiç şüphesiz Rab’in, mağfireti
geniş olandır.”[776]
Allah, af ve mağfiretine
ulaşmanın yollarını açık tutmuştur. Bu yollar, tevbe, istiğfar, iman, salih
amel, insanlara iyilik, hatalarını bağışlama, Allah’ın fazlı ve ihsanından daha
fazla isteme ve hakkında iyi zan beslemektir. Allah bütün bu sebepleri, af ve
mağfiretine ulaşmanın yolu olarak belirlemiştir. O’nun affı, bu yolda yürüyenlere
daha yakındır.[777]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
“Kötülüğün karşılığı,
onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse artık
onun ecri Allah’a aittir.”[779]
“…Ve onlar insanları
bağışlayanlardır…”[780]
“Sen af yolunu
benimse, (İslâm’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.”[781]
Enes b. Malik anlatıyor.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ, öfkesinin gereğini yerine getirme
gücü olduğu halde öfkesini tutan kimseyi, kıyamet günü, bütün mahlukatın gözü
önünde davet eder ve ona, dilediği huriyi seçme hakkı verir.”[782]
2- Sana haksızlık eden ve
sana kötülük yapan kimseleri affetmelisin. Bilmelisin ki, Allah affedenleri
sever.[783]
* * *
﴿ اَلْعَلاَّمُ
- اَلْعَلِيمُ
﴾
ALLÂM - ALÎM
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Allah gaybları çok iyi bilendir.”[784]
Allâm ismi, meşhur
istihare duasında da geçer: “Şüphesiz sen, gaybları çok iyi bilensin”[785]
Ebû Hüreyre’nin rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber, sabahladığında, akşamladığında ve
yatağına girdiğinde Hz. Ebû Bekir’e şu duayı okumasını tavsiye etmiştir: “Ey
görüneni ve görünmeyeni bilen Allah’ım! Ey göklerin, yerin ve her şeyin Rabb’i
ve Maliki! Senden başka ilâh olmadığına şehadet ederim. Nefsimin şerrinden,
şeytanın şerrinden ve şirkinden sana sığınırım. Nefislerimize bir kötülük yapmaktan
veya onu bir müslümana zarar vermeye sürüklemekten sana sığınırız.”[786]
el-Halîmî der ki: “Alîm,
eşyaların hakikatini idrak eden, bilendir. Öncesiz olan Allah’ın bu isimle
isimlendirilmesinin zorunlu olması, kendisinin dışındaki bütün varlıkların O’nun
bir fiili olması nedeniyledir. İrade ve emir olmadan bir fiilin gerçekleşmesi
ise mümkün değildir. Dolaysıyla fiilin gerçekleşmesi iradeye bağlıdır. İrade
ise hayat ve bilgi sahibi olmayı gerektirir.”[787]
el-Halîmî, Allâm ismini
ise şöyle tanımlar: “Allâm, farklı türdeki bütün bilgi çeşitlerini bilendir.
Buna göre Allah, şu an var olanı, var olmakta olanları, var olduklarında nasıl
olacaklarını, var olmayanları ve eğer var olsalardı nasıl olacaklarını
bilendir.”
İbn Abbas, “Şüphesiz
O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilmektedir.”[788]
âyeti hakkında şunları söyler: “Allah, hem insanoğlunun kendi nefsinde gizlediklerini
hem de henüz gerçekleşmeden kendisinin faili olduğu ve insanoğlundan gizlediği
gizlilikleri bilendir. Allah, bütün bunları bilmektedir. Allah’ın geçmiş
hakkındaki bilgisi ile gelecek hakkındaki bilgisi aynıdır. Bütün varlıkların
bilgisi, O’na göre tek bir nefis gibidir.”[789]
Allah’ın Bilgisi İle Kulların Bilgisi Arasındaki Farklar
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Allah’ın kendi durumunu
bildiğini bilen kimse içinde bulunduğu duruma sabreder, O’nun verdiklerine şükreder,
çirkinlikler ve yanlışlıklardan kaçınır. Daha fazla bilgi için Allah’ın Habîr
ismindeki açıklamalara bakılabilir.
* * *
﴿ اَلْعَلِيُّ
-
َاْلأَعْلىَ -
اَلْمُتَعَالُ
﴾
ALÎ - A’LÂ - MÜTEÂL
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“O, pek yücedir, pek
büyüktür.”[793]
“Pek büyüktür,
yücedir.”[794]
“Rabb’inin yüce ismini
tesbih et.”[795]
Alî, alçaklığın zıddı
olan yükseklik ve yücelik anlamındadır.[796]
Allah’ın yüceliğinin üstünde hiçbir yücelik yoktur. Bütün dereceler ve
mertebeler O’ndan aşağıdır. Çünkü Alî, alçaklığın zıddı olan uluv (yücelik)dan
türemektedir.[797]
Allah’ın ululuk ve
yüceliği, akıl sahiplerini hayrette bırakmıştır. Akıllar, O’nun kemalini ve
cemalini anlatmaktan ve kavramakta acizdir. O’nun zatı her türlü yakışıksız
sıfattan beridir. Akıl, O’nun sıfatlarını tasavvur etmek uzaktır.
Allah, her üstün ve
yüksek makamın daha üstündedir. Zira varlıklar ya müessir (etkileyen) veya
etkilenendir. Etkileyen etkilenenden üstündür. Allah Teâlâ, her varlığı
etkileyendir. Bütün varlıklar O’nun bir eseri ve etkilenenidir. Bu yüzden O,
bütün varlıklardan daha üstün ve yücedir.
Allah kendi zatında yücedir.
Bu yüzden her şeyden daha yücedir. Yücelikte Allah’ın hiçbir kusur ve ayıbı yoktur.
O, mutlak olarak en yücedir. O, ilimde, kudrette, hayatta, cömertlikte,
merhamette ve diğer bütün sıfatlarında kusursuz ve mükemmel olduğu gibi
yücelikte de eksiksiz ve kusursuzdur. Bu, O’nun aklî derecelerde bütün
varlıklardan üstün olduğunu ispatlamaktadır. O’nun bu yüceliği cihet ve mekan
bakımından değildir. Zira O, cihet ve mekandan münezzehtir.[798]
Müteâl, yücelik anlamına
gelen Alî ile eş anlamlıdır. Ancak bu isim daha çok mübalağa ifade eder.[799]
Allah’ın Üstünlük Sıfatı ve Bu Sıfatı Kabul Etmeyenlere Cevap
Özetle bunlara göre
Allah, âlemin ne içinde ne dışındadır. Kâinatta meydana gelen olaylara bir
müdahalesi yoktur. Bu olayların bir maslahat ve hikmeti bulunmamaktadır. O’nun
yüzü ve elleri de yoktur. Her
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Varlıkların en bilgilisi
ve en doğru sözlüsü olan Hz. Peygamber’in haber verdiği ve bildirdiği şekilde
Allah’ın varlıklar üzerindeki üstünlüğüne, yüceliğine, büyüklüğüne ve arşı
üzerinde istiva edişine inanıp bunu müşahede eden kimse, bu sıfatların gereği
ile O’na ibadet eder. Kalbinde sonsuzluk nuru ışıldar, içtenlikle O’na yalvarıp
yakarır, bir kölenin güçlü efendisinin karşısında durduğu gibi O’nun huzurunda
boynu bükük durur. Güzel sözlerinin ve iyi amellerinin, özel ve seçkin
dostların amelleriyle birlikte Allah’a yükseldiğini ve kendisine arz olunduğunu
hisseder. Bu yüzden kendisini O’nun katında utandıracak ve alçaltacak söz ve
fiillerden şiddetle kaçınır. Bu makamda olan kul, hayat-ölüm,
görevlendirme-azletme, yükseltme-alçaltma, verme-men etme, üzüntü-sevinç, belâ-nimet,
gün ve nimetlerin insanlar arasında dolaşımı gibi çok çeşitli konularda ilâhî
emir ve talimatların her an dünyanın çeşitli yerlerine nasıl indiğini müşahede
eder. Allah’ın kendi dilediği şekilde mülkünde yaptığı bu tasarruflar hakkında
diğer kulların bir bilgisi yoktur. Ama bu makamdaki kul, bütün bunlara şahit
olur. Allah’ın ne kadar geniş bilgi sahibi olduğunu, emir ve talimatlarının
nasıl uygulandığını görür. Yüce Allah şöyle buyurur: “Gökten yere her işi O
düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde
yine O’na yükselir.”[804]
İşte bu müşahedenin hakkını, marifet ve ibadetle veren kimse bununla yetinir
ve başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz.[805]
* * *
﴿ اَلْغاَفِرُ
–
اَلْغَفاَّرُ
- اَلْغَفُورُ
﴾
GÂFİR - GAFFÂR - GAFÛR
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Bu Kitabın
indirilmesi, Azîz ve Alîm olan Allah’tandır; günahı bağışlayan, tevbeyi kabul
eden, cezası pek şiddetli olan ve lütuf sahibi (Allah’tan). O’ndan başka ilâh
yoktur.”[806]
“Haberin olsun; üstün
ve güçlü olan, bağışlayan O’dur.”[807]
“Haber ver kullarıma;
şüphesiz ben, ben bağışlayanım, esirgeyenim.”[808]
Gâfir, Gaffâr ve Gafûr
isimleri, “ga-fe-re” kökünden türemektedir. Bu kelimenin aslı örtmek,
perdelemek anlamına gelir. Bu yüzden savaşta başı darbelerden korumak için
giyilen şeye miğfer denilmiştir. Yine şu cümlede “Câe’l-kavmu cemmen gafirâ”
(Topluluk, büyük bir kalabalık halinde ‘topluca’ geldi) kullanıldığı gibi
büyük kalabalık anlamında kullanılır. Başı örten bez parçasına da “Gaffâre”
denilir. Bu kelimesinin, yaraların üzerine sürülen ve yaraların iyileşmesini
sağlayan bir bitki adından geldiği de söylenmiştir.[809]
el-Halîmî der ki: “Gâfir,
günahkarların günahını örten ve onları cezalandırmayıp insanların önünde rezil
etmeyen ve aşağılamayandır.”[810]
Bu anlamıyla bu isimler
Allah’ın fiilî sıfatlarından sayılmaktadır. Gafr, düzeltmek, ıslah etmek
anlamına da gelebilir. Bu yüzden “Gafertu’z-zenb” (günahı bağışladım)
cümlesinin “onu olabilecek şekilde düzelttim” anlamında olduğu söylenmiştir.
Dolaysıyla kişinin söylediği “Allahüme’ğ-fir lî” (Allah’ım beni bağışla) sözü “Allah’ım
beni ıslah et, düzelt” anlamındadır. Özetle bu isim, anlam olarak Allah’ın Afüv
isminin anlamına yakındır. Afv, günahın silinmesini; ğafr, ise silinen günahın
yerine nuru yerleştirmek ve kulun kusurlarını örtmek anlamını hissettirmektedir.
Bu yüzden Kur’an-ı Kerîm’de birçok yerde, şu âyette olduğu gibi birlikte
zikredilmiştir.[811]
“Hiç şüphe yok ki, Allah, Afüv’dür (affedicidir), Gafûr’dur (bağışlayıcıdır).”[812]
el-Halîmî, Gaffâr
hakkında ise şunları söyler: “Kulların günahlarını örtmede mübalağa edendir.
Öyle ki, bu günahları ne dünyada ne de âhirette ortaya çıkarmaz.”[813]
Allah, mutlak anlamda Gâfir,
Gaffâr ve Gafûr’dur. Bütün bu isimler, örtmeye, cezalandırmamaya ve aceleciliği
terk etmeye delalet eder. Mağfiret, günahları örtmek demektir. Örtmek ise
şimdiki zamanda ve mal üzerinde gerçekleşir. Örtmek iki türlüdür. Birisi,
hakkından vazgeçmek ve günahları bağışlamaktır. Diğeri, fenalıkların üzerini
örtüp başkalarının onları görmesine mani olmaktır. Dolaysıyla mağfiret
(örtmek), sabır, yumuşak davranma, cezalandırmada acele etmeme, ihsan ve bağış
gibi Allah’ın sıfatlarını kapsadığı gibi bu sıfatların zıddı olan bütün
sıfatların Allah’ta bulunmadığını da gösterir.[814]
ez-Züccâcî Gafûr ismi
hakkında der ki: “Gafûr, çok bağışlayan, örten anlamında mübalağa ifade eder.
Çünkü Allah, kullarını sadece bir kere değil defalarca bağışlar. Öyle ki, O’nun
bağışlaması sayılamaz. Ancak bu mübalağa, zatî bir sıfat değil fiili bir
sıfattır.”
el-Halîmî ise bu ismi
şöyle açıklar: “Kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve
bağışı bol olandır.”[815]
Ebû Hüreyre anlatıyor. Hz.
Peygamber’in şöyle dediğini işittim: “Bir kul günah işlediğinde: “Ya Rabb’i!
Bir günah işledim, beni bağışla” derse Rabb’i: “Demek kulum, günahları
bağışlayan ve cezalandırmayan bir Rabb’i olduğunu bildi? O halde kulumu
bağışladım” der. Sonra Allah’ın dilediği kadar bir süre geçer. Kul yine bir
günah işler ve: “Rabb’im! Bir günah daha işledim, beni bağışla” der. Rabb’i
yine: “Demek kulum, günahları bağışlayan ve cezalandırmayan bir Rabb’i
olduğunu bildi? O halde kulumu bağışladım” der. Sonra tekrar Allah’ın dilediği
kadar bir süre geçer. Kul yine bir günah işler ve: “Rabb’im! Bir günah daha
işledim, beni bağışla” der. Rabb’i üç defa: ““Demek kulum, günahları
bağışlayan ve cezalandırmayan bir Rabb’i olduğunu bildi? O halde kulumu bağışladım”
der ve şöyle söyler:”Artık o, dilediğini işlesin”[816]
Kulun Günahtan Türeyen Üç İsmi Vardır
Günah işlemede aşırı
giden kimse “Zallâm”dır. Sanki Allah şöyle söylemektedir: “Ey kulum! Zulmetme
ve günah işlemede senin üç adın vardır. Buna karşı benim de günahları bağışlama
da üç adım vardır. Eğer sen günah işleyerek ve zulmederek “zalim” olursan,
tevbe ettiğinde ben de “gâfir” olurum. Eğer “zalûm” olursan ben de “gafûr”
olurum. Eğer daha aşırı gider ve “zallâm” olursan, ben de “gaffâr” olurum. Bil
ki, senin sıfatların ve günahların sana yakıştığı gibi sonlu ve sınırlıdır.
Oysa benim sıfatlarım ve bağışlamam, bana yakıştığı gibi sınırsız ve
sonsuzdur. Sınırsız ve sonsuz olan daima sınırlı ve sonlu olana galip gelir. Bu
yüzden, ne kadar günahın olursa olsun asla bizden ümidini kesme. İçtenlikle
tevbe edersen, kabul ederiz. “Dedi ki: “Sapıklar dışında Rabb’inin
rahmetinden kim umut keser?”[820]
Kur’an’da Mağfiret İle İlgili Bazı Âyetler
Kur’an-ı Kerîm’de
mağfiret ile ilgili birçok âyet bulunmaktadır. Kelime, bu âyetlerde geçmiş
zaman, gelecek zaman ve mastar olarak geçer.
Geçmiş zaman lafzıyla Hz.
Davud’ın kıssasının anlatıldığı şu âyette geçer: “Davud, gerçekten bizim onu
denemeden geçirdiğimizi sandı, böylece Rabb’inden bağışlanma diledi ve rükû
ederek yere kapandı ve (bize gönülden) yönelip-döndü. Böylece onu bağışladık.”[821]
Bu âyet, Allah’tan mağfiret talebinde bulunup O’na yönelen herkesin mağfirete
kavuşacağına işaret etmektedir.
Gelecek zaman lafzıyla şu
âyetlerde geçer: “Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.
Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar.”[822],
“Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır. esirgeyendir.”[823]
Emir kipiyle şu âyette
geçer: “Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.”[824]
Mastar olarak da şu âyetlerde
geçer: “Rabb’imiz bağışlamanı(dileriz)”[825],
“Şüphesiz senin Rabb’in, zulümlerine karşılık insanlar için bağışlama sahibidir…”[826]
Özetle Yüce Allah, bu
dünyada güzellikleri ortaya çıkaran, çirkinlikleri ve günahları örten, âhirette
ise bu çirkinlikleri cezalandırmaktan vazgeçip onları bağışlayandır.[827]
O’nun günahları bağışlaması tam ve eksiksizdir. Öyle ki, bağışlamanın en üst
derecesinde O’nun mağfireti vardır.[828]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Her müslüman, Yüce Allah’ın
mutlak mağfiret sahibi olduğunu ve yalnız O’nun bunu hak ettiğini bilmelidir. O’ndan
başka kulların günahlarını bağışlayan kimse yoktur. Allah’ın bağışlamasının,
günah işledikten sonra tevbe eden kullar için geçerli olduğu Kur’an’da bizzat
belirtilmektedir. Bu konuda âlimler arasında bir ihtilaf bulunmamaktadır. Zira
bu hususta Kur’an’da geçen ifadeler hususî (özel) değil, umumî (genel) anlam
ifade etmektedir. Bu yüzden günah işlemeyi terk edip tevbe eden ve samimiyetle
Rabb’ine yönelen kimselerin tevbesini Allah kabul eder, günahlarını bağışlar ve
bu yüzden âhirette onları cezalandırmaz. İçtenlikle tevbe eden, sanki hiç günah
işlememiş gibidir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Eğer vazgeçerlerse geçmişte
(yaptıkları) şeyler bağışlanacaktır.”[829],
“Gerçekten ben, tevbe eden, inanan, salih amellerde bulunup sonra da doğru yola
erişen kimseyi şüphesiz bağışlayıcıyım.”[830]
Allah, günah işlemeyi
terk edip samimiyetle tevbe edenin tevbesini kabul edeceğini Kur’an-ı Kerîm’in
pek çok âyetinde defalarca tekrarlar. Bu konudaki nakli deliller kesinlik ifade
etmektedir.
Ancak bununla birlikte bu
isimleri yalnız Ehlisünnet kabul etmekte, Kaderiyye gibi bazı bid’at ehli
fırkalar, kul tevbe etmedikçe Allah’ın günahları bağışlamayacağını, tevbe etmeden
ölenlerin cehennemde ebedi olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler. Mutezile
mezhebine bağlı olanlar da, bu görüşe aklın Hâkimiyetini ilave etmekte; tevbe
eden kulu affetmenin ve günahını bağışlamanın Allah için bir zorunluluk
olduğunu iddia etmektedirler.
Oysa Ehlisünnet inancına
göre hiçbir varlığın ve hiçbir şeyin Allah üzerinde bir zorunluluğu yoktur. Kullar
için vacip (zorunlu) olan, bağışlaması pek geniş olan Allah’tan günahlarının
bağışlanmasını talep etmek ve hiçbir zaman O’ndan ümit kesmemektir. Yüce Allah birçok
âyette kendisinden bağışlanma dileyenleri methetmekte ve onlardan büyük bir
övgüyle söz etmektedir. Allah bu kullarını şöyle övmektedir:
“Ki onlar, seher
vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir.”[831]
“Gece-boyunca da pek
az uyurlardı. Onlar, seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi.”[832]
“Ve ‘çirkin bir hayâsızlık’
işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen
günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları
bağışlayan kimdir?”[833]
Her müslüman, bir günah
işlediğinde onu insanlardan gizlemeli ve asla açığa vurmamalıdır. Günahını yalnızca
Allah’a itiraf etmeli ve O’ndan bağışlanma dilemelidir. Hz. Aişe anlatıyor.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Kul, günahını itiraf eder ve tevbe ederse, Allah
tevbesini kabul eder.”[834]
Bir başka hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Açıktan günah işleyenler
dışında ümmetimin tamamı affedilir.”[835]
Bu isimleri bilen her
müslüman, kendi günahını örtüp gizlediği gibi, başkalarının da günahlarını
örtüp gizlemeli ve açığa vurmamalıdır. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir
hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bir müslümanın (hata ve günahını)
örterse, Allah da dünyada ve âhirette o kimsenin (hata ve günahını) örter.”[836]
Hz. Peygamber bir başka hadislerinde ise şöyle buyurur: “Bir kul, dünyada bir
kulun (ayıbını) örterse, Allah da kıyamet günü mutlaka o kulun (ayıbını) örter.”[837]
Müslüman, Allah’tan
bağışlanma dilediği gibi, kendisi de başkalarının kusur ve hatalarını
bağışlamalı ve[838]
Yüce Allah’ın şu âyetini daima hatırlamalıdır: “Allah’ın sizi bağışlamasını
sevmez misiniz?”[839]
* * *
﴿ اَلْغَنِيُّ
-
اَلْمُغْنِيُّ
﴾
GANÎ - MUĞNÎ
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Rabb’in, hiç bir şeye
ihtiyacı olmayan rahmet sahibidir.”[840]
Allah, kendisinin hiçbir
şeye muhtaç olmadığını şöyle ispat eder: “Bizim Rabb’imiz, her şeye
yapılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir.”[841]
Allah, kendiliğinden
zengindir. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O’nun dışındaki her şey,
kendiliğinden O’na muhtaçtır. O’nun fazlı ve rahmeti olmadan bir kimsenin
iyilik yapması ve iyilikte zirveye ulaşması mümkün değildir. Aynı şekilde O’nun
adaleti ve hikmeti olmadan bir kimsenin kötülük yapması ve kötülükte zirveye
ulaşması mümkün değildir. O’nun hitabından itâbı anlaşılır. Günahkar mü’min
kullarını en ince ve yumuşak ifadelerle azarlar. Ama bununla birlikte onların birçok
hata ve kusurlarını bağışlar, beyan ettikleri özürleri kabul eder,
yanlışlıkları ve bozuklukları düzeltir, bela ve musibetlerden korur,
düşmanlarına karşı savunur, onları destekler ve yardım eder, menfaatlerini
gerçekleştirir, her türlü sıkıntılardan kurtarır ve onlara vaat ettiğini yerine
getirir. Allah, onların tek velisi ve dostudur. Bu kulların O’ndan başka dostu
yoktur. Allah, onların gerçek Mevlâ’sı ve yardımcısıdır. Düşmanlarına karşı
onlara yardım edendir. O, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır.[842]
Allah, kendi zatında,
sıfatlarında ve fiillerinde vâcibu’l-vücud (varlığı zorunlu) olandır. Bu
yüzden ganîdir, kendisinin dışında hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O’nun dışındaki
her şeyin varlığı ise mümkinü’l-vücuddur (varlığı mümkün olandır). Bu
varlıklar, Allah’ın var etmesi ile ancak var olabilirler. Varlıkları tamamıyla
Allah’a bağlı ve O’na muhtaçtırlar. Bu nedenle ganî olan (bir şeye ve bir
kimseye ihtiyacı olmayan) başkası değil, yalnız Allah’tır. Kimi dilbilimciler ‘gınâ’yı
tam, eksiksiz; Muğnî’yi ise tamdan daha üstün olarak ifade ederler.[843]
Yüce Allah, ne zatı ile
ne de zâtî sıfatları ile hiçbir şeye bağlı değildir. O, kendi varlığı ile
kaimdir. Varlığının başkasına bağlı olmasından münezzehtir. Zatı veya zatî
sıfatlarından biri başkasına bağlı olan, varlığı veya kemali bu dış varlığa
dayalı olan her varlık, yardıma muhtaçtır. Başkasının yardımına muhtaç olan ise
Ganî (zengin) olamaz. Böyle bir durumun Allah için düşünülmesi mümkün
değildir. Bu yüzden O, mutlak Ganî’dir. Allah aynı zamanda Muğnî (zenginlik
veren, zenginleştiren)’dir. Ancak her zenginlik verenin mutlak Ganî olması
düşünülemez. Zira zenginlik veren zengin olma ihtiyacı duyar. İhtiyaç duyan ise
zengin olamaz. Oysa Allah, zengin olmaya ihtiyaç duymaz. Bu yüzden O, mutlak Ganî
ve Muğnî’dir. Allah’ın dışında zenginlik verenler, zenginlik verdiklerine daima
destek vermek ve bu desteği kesintiye uğratmamak zorundadırlar. Aksi halde zenginlik
vermiş olmazlar. Fakat Allah’tan başka hiç kimsenin buna gücü yetmez. Çünkü
zenginlikleri ne kadar çok olsa da güçleri ve sahip oldukları şeyler
sınırlıdır. Dolaysıyla gerçek zengin, hiçbir şeye ve hiçbir kimseye ihtiyacı
olmayan Allah’tır. Başkasına muhtaç olanların zenginliği ise ancak mecazi
anlamdadır.[844]
Mutlak Ganî ve zengin,
hiçbir şeye ihtiyaç duymayan Allah’tır. Bütün varlıklar O’na muhtaçtır. Yüce
Allah şöyle buyurur: “Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan)
muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganî (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamîd
(övülmeye layık)tır.”[845]
Yüce Allah bu âyette, kulların muhtaçlığının kendilerinden ayrılmayan zatî bir
durum olduğunu, kendi zatının ise gani ve Hamîd olduğunu belirtmektedir. Ganî
ve Hamîd oluş, Allah’ın zatî bir niteliğidir. Bu nitelikler herhangi bir sebepten
dolayı Allah’ta var olmuş değildir. Bizzat O’nun varlığında var olan niteliklerdir.
Kulların ve diğer varlıkların muhtaçlığı da herhangi bir sebepten değil, kendi
varlıklarının bir gereği olarak vardır. Dolaysıyla bu muhtaçlık, sonradan var
olmanın veya var olma imkanının bir nedeni sayılamaz. O, muhtaç olanın zatî bir
özelliğidir. Kulun Rabb’ine muhtaç olması, bu muhtaçlığı gerektiren bir
nedenden dolayı değil, zatî varlığının bir gereğidir. Allah’ın Ganî olması, Ganî
olmasını gerektiren bir nedenden dolayı değil kendi zatının bir gereğidir. Şeyhülislâm
İbn Teymiye, bu gerçeği şu dizelerle ifade eder:
Muhtaçlık, benim ebedi
olan zatî bir vasfımdır
Gınânın, O’nun ebedî olan
zatî bir vasfı olduğu gibi.[846]
Fakirlik ve Zenginlikte İnsanın Durumu
Kendini zengin sanan kul
ne kadar zengin olursa olsun yine de, varlığı ve zatı ile kendisini yaratan Rabb’ine
muhtaçtır. Allah, kuluna bol nimetler verir, ona merhamet ve ihsanını yağdırır,
açık ve gizli cömertlikte bulunur, güzel elbiseler giydirir, gerçekleri
anlaması için göz, kulak ve kalp verir, bilgilenmesini sağlar, güç ve kuvvet
verir, tasarruflarda bulunmasını ve rahat hareket etmesini sağlar, kendi
cinsinden olan insanları istihdam etme gücü verir, at ve develeri emrine amade
kılar, deniz hayvanlarından faydalanmasını, gökteki kuşlardan avlanmasını ve
vahşi hayvanlardan korunmasını sağlar, kanal açma, ağaç dikme, arazi sürme,
yüksek binalar yapma imkanı ve gücü verir, kendisine yararlı olan şeyleri
isteme zararlı olanlarından kaçınma ve korunma hissi verir. Miskin kul, geçici
olarak bütün bu nimetlere sahip olduğunu görünce, kendisinin de bu kocaman
kainatta bir pay sahibi olduğunu zanneder. Allah’la birlikte kendisinin de mülk
sahibi olduğunu iddia eder. Kendisine muhtaç bir gözle değil zengin bir gözle
bakar. Yoktan yaratıldığını, daha önce içinde bulunduğu muhtaçlık ve yoksulluk
durumu unutur. Sanki muhtaç ve fakir olan o değil başka biriymiş gibi davranır.
İmam Ahmed b. Hanbel, “Müsned”inde
Busr b. Cuhaş el-Kureşi’den şöyle bir hadis nakleder. Bir gün Hz. Peygamber
avucuna tükürdü. Üzerine parmağını koyduktan sonra şöyle dedi: Allah Teâlâ
buyurdu ki: “Ey insanoğlu! Sen beni nasıl aciz bırakabilirsin ki? Seni buna
benzer bir şeyden yarattım. Sonra sana bir düzen ve biçim verip kıvama getirdim.
Yeryüzünde yürümeye ve sınırlar koymaya başladın. Mal topladın, kimseye dağıtmadın.
Can boğaza gelip dayanınca “sadaka vereyim” dedin. Artık şimdi mi sadaka
vereceksin?”
İşte kaybeden burada
kaybeder, başarılı olan burada başarılı olur. Kendi hakikatini, fakirliğini,
muhtaçlığını, Rabb’iyle irtibatlı olma zorunluluğunu unutan, bu yüzden haddini
aşıp isyan eden ve bedbahtlığı hak eden kimse burada kaybeder. Yüce Allah şöyle
buyurur:
“Hayır; gerçekten
insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden.”[847]
“Fakat kim verir ve korkup-sakınırsa ve en güzel olanı
doğrularsa, Biz de onu kolay olan için başarılı kılacağız. Kim de cimrilik
eder, kendini müstağni görürse ve en güzel olanı da yalan sayarsa, Biz de ona
en zorlu olanı (azaba uğramasını) kolaylaştıracağız.”[848]
Allah Katında
Mükemmel Olan Varlık
Allah katında en değerli ve en mükemmel olan varlık, O’na
eksiksiz bir şekilde ibadet eden, O’na muhtaçlığını hiçbir zaman unutmayan, daima
Rabb’ine muhtaç olduğunu düşünen, bir an bile O’ndan istiğna etmeyip yüz çevirmeyendir.
Bu yüzden Hz. Peygamber daima şu duayı okurdu: “Allah’ım! Benim bütün işlerimi
düzelt ve bir an bile beni nefsime ve yarattıklarından başka birine terk etme.”[849]
Yine Hz. Peygamber, şu duayı çokça okurdu: “Ey kalpleri evirip çeviren! Kalbimi
senin dinin üzerine sabit kıl.”[850]
Hz. Peygamber kalbinin Allah’ın elinde olduğunu, onu dilediği
yöne çevirebileceğini, bu yüzden hiçbir şeye malik olmadığı biliyordu. Allah
bu gerçeği ona şöyle haber vermişti: “Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık,
andolsun, sen onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin.”[851]
Hz. Peygamber’in Allah’a muhtaçlık bilinci, O’nu tanımasına, O’na yakınlığına
ve O’nun katındaki konumuna dayanıyordu. Rabb’ine muhtaç olduğunun bilincinde
olarak kulluğunu eksiksiz bir şekilde yerine getirmesi nedeniyle, varlıklar
arasında Allah’a en yakın olan, O’nun katında en üstün mevki ve makama sahip
olan O’ydu. O’nun böyle bir konuma sahip olması, işin sadece görünen kısmıydı.
Ama buna rağmen O, insanlara şöyle sesleniyordu: “Ey İnsanlar! Beni bulunduğum
konumumdan daha üstün bir konuma çıkarmanızı asla istemem ve sevmem. Biliniz ki
ben, sadece bir kulum.”[852]
Bir başka sözünde ise şöyle söylüyordu: “Hıristiyanların Meryem oğlu Mesih’i
yücelttikleri gibi sizler de beni yüceltmeyin. Bilin ki ben, sadece bir kulum.
Benim hakkımda sadece “O, Allah’ın kulu ve Resûlüdür” deyin.”[853]
Bu İsimleri
Bilmenin Faydaları
Bil ki gerçek zenginlik
ancak, Allah ile elde edilir. Zira O, kendi zatında mutlak zengin olan ve asla
başkasına muhtaç olmayandır. O’nun dışındaki her şey O’na muhtaçtır. Örneksiz
ve eşsiz yaratmak O’nun temel bir özelliği olduğu gibi, O’nun dışındakilerin
temel özelliği de muhtaçlıktır. Allah’ın dışında bütün varlıklar
yaratılmıştır. Bu nedenle yaratılma ve muhtaçlık, onların zatî bir özelliğidir.
Mal, mülk ve zenginlik sahibi olmaları geçici ve izafidir. Çünkü kendi zatının
dışında bir şeyle zengin olmuştur. O, bu harici şeyle zengin olmakta ve aynı zamanda
ona ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden mutlak zengin olarak nitelenemez. Kendi zatının
bir gereği olarak zengin olan ancak mutlak zengin olarak nitelenebilir. Bu durum
ise başkası için değil sadece Allah için geçerlidir. O, kendi zâtıyla zengin
olan, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayandır. O, tek, Ganî ve Hamîd
olandır.[855]
* * *
﴿
اَلْفَاطِرُ
﴾
FÂTIR
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah’ındır.”[856]
Ebû Hüreyre anlatıyor.
Hz. Ebû Bekir Hz. Peygamber’e. “Ey Allah’ın Resûlü! Bana sabahladığımda ve akşamladığımda
okuyacağım bir dua öğret” dedi. Hz. Peygamber: “De ki: “Ey gökleri ve yeri
yaratan! Görüneni ve görünmeyeni bilen! Her şeyin Rabb’i ve mâliki olan! Allah’ım!
Senden başka ilâh olmadığına şahitlik ederim. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden
ve şirkinden sana sığınırım.” Bu duayı, sabahladığında, akşamladığında ve yatağına
girdiğinde oku.”[857]
el-Halîmî, bu ismin
anlamı hakkında der ki: “Fâtır, yeri ve göğü birbirinden ayırandır. Yüce Allah
şöyle buyurur: “O küfre sapanlar görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle
yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık…”[858]
Fâtır, “Gök bir duman halindeydi, ona bir düzen verdik. Yer henüz yaratılmamıştı.
Biz onu yarattık ve döşedik” anlamına da gelebilir. Şu âyetler bu anlama işaret
etmektedir: “Göğü (Allah) bina etti. Onun boyunu yükseltti, ona belli bir
düzen verdi. Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra yeryüzünü
serip döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı.”[859]
Bu anlamı kabul edenler, ““O küfre sapanlar görmüyorlar mı ki “[860]
âyetine “Bilmiyorlar mı ki” anlamı vermektedirler. Ancak Fâtır, İbn Abbas’tan
rivayet edilen bazı rivâyetlerde olduğu gibi “yarmak” anlamına da gelebilir: “O
küfre sapanlar görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle
bitişik iken, biz onları yardık…”[861]
Allah gökleri yağmurla, yeri de bitkilerle yarmıştır.” el-Halîmî der ki: “Allah’ın
örneksiz ve mükemmel yaratması, bütün bu anlamları kapsamakta ve
gerektirmektedir.”
Ebû Süleyman da der ki: “Fâtır,
varlıkları yaratandır. Yani onları yoktan var edendir. Şu âyet bu anlama işaret
etmektedir: “Bizi kim (hayata) geri çevirebilir” diyecekler. De ki: “Sizi
ilk defa yaratan.”[862]
İbn Abbas der ki: Ben, ‘göklerin ve yerin Fâtırı’nın ne anlama geldiğini hala
bilmiyordum. İki bedevi bir kuyunun başında tartışırken biri, “Ben bunun Fâtır’ıyım
deyince mânasını anladım. Bedevi bu sözü ile kuyuyu kendisinin yaptığını kastediyordu.”[863]
* * *
﴿ فَالِقُ
اْلإِصْباَحِ
– فَالِقُ
الْحَبِّ وَ
النَّوَى ﴾
FÂLİKU’L-İSBÂH -
FÂLİKU’L-HABBİ VE’N-NEVÂ
Her iki sözcük de Kur’an’da
geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Taneyi ve çekirdeği
yaran şüphesiz Allah’tır.”[864]
“O sabahı da yarıp
çıkarandır.”[865]
Bu sözcükler hadis-i
şeriflerde de geçmektedir. Ebû Hüreyre anlatıyor. Hz. Peygamber, yatağımıza
girdiğimizde bize şöyle söylememizi emrederdi: “Ey göklerin, yerin ve büyük
arşın Rabb’i olan Allah’ım! Ey Rabb’imiz! Ey her şeyin Rabb’i olan, taneyi ve
çekirdeği yaran Allah’ım!...”[866]
İlk dönem İslâm
büyüklerinden Süfyan-ı Servi, Kâbe’yi tavaf ederken şöyle derdi: “Ey sabahı
yarıp çıkaran! Rabb’im sensin. Mevlâm sensin. Bana sen yetersin”
Bu isimlerin Allah’tan
başkası için kullanılması caizdir.
Felak, yarmak demektir.
Felaka, Felak sûresinde olduğu gibi
ed-Dahhâk der ki: “Fâliku’l-isbâh, gündüzü ortaya çıkarandır.
Allah, taneyi ve çekirdeği yaran,
İbn Abbas, “Fâlik, yaratan” anlamındadır der.
Mücahid, “Fâlik, yarmak anlamındadır. Allah’ın dışında hiçbir
güç tane ve çekirdekleri yarıp onlardan yararlı şeyler çıkaramaz” der.
Bu isimler, hayat, kudret, ilim, irade gibi diğer bütün
sıfatların anlamlarını kapsamaktadır. Bazı materyalistlerin iddia ettiği gibi
bitkilerin var olması için illa da tane ve çekirdeklerin olması gerekmez.
Canlıların var olması için spermanın rolü ne ise bitkilerin var olması için de
tane ve çekirdeklerin rolü odur. Allah nasıl ki kendi katından spermaya bir
canlılık veriyor, böylece insan veya hayvanların var olmasını sağlıyorsa, aynı
şekilde Allah kendi katından tane ve çekirdekler bir canlılık vermekte, böylece
daha önce görünmeyen çeşitli bitkilerin var olmasını sağlamaktadır. Allah,
dilediği bazı insanları spermasız yarattığı gibi hiçbir tane ve çekirdek
olmadan bitkileri doğrudan topraktan, hatta sert kayalardan bile var edebilir.
Materyalistler, Allah’ın bu hikmetine diyecekler. Bu kimseler, Allah’ın gücünü
ve genişliğini bilmemektedirler. Bu yüzden bakışlarını yalnız elementler
dünyasına çevirmiş, bu elementlerde saklı olan gizli sırlara ve bunları
yaratanın gücüne bakmamışlardır. Bu gizli sırlara ve güce, ancak basiret sahibi
kimseler inanır. Bu nedenle ilmin kapısı sayılan Hz. Ali çoğu kez “Hayır,
taneleri yarana ve canlıları yaratana yemin olsun ki” şeklinde yemin etmiştir.
Çünkü O, bu iki fiildeki hikmetleri bilmekteydi. Bu hikmetleri, Yüce Allah’ın
kendilerine öğrettiklerinden başka kimse bilemez.
Bu İsimleri Bilmenin Faydası
Her müslüman, Allah’tan başka mutlak bir yaratıcının
bulunmadığına, O’nun eşi ve benzerinin olmadığına, Yukarıda zikrettiğimiz her
şeye yalnız O’nun gücünün yetebileceğine inanmalıdır. Mü’min kullarının kalpleri
iman için yaran, onları kendi marifeti ile onurlandıran ve kendi ihsan
kapılarını onlara açan O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur.[869]
* * *
﴿ اَلْفَتَّاحُ
﴾
FETTÂH
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “O, (gerçek hükmünü vererek hak ile bâtılın arasın) açandır,
(her şeyi hakkıyla) bilendir.”[870]
el-Halîmî der ki: “Fettâh,
hüküm verendir. Allah, verdiği hükümlerle kulları arasında kilitlenen sorunları
ve hak ile bâtılın arasını açan, haklıyı yüceltip haksızı alçaltandır. Bu,
dünyada olabileceği gibi âhirette de olabilir.”
el-Hattabi ise Fettâh
ismini şöyle açıklar: “Fettâh, gerçek anlamda açan demektir. Allah, kullarına
merhamet ve rızık kapılarını açan, kilitlenen işlerini açan, hakkı görmeleri
için kalplerini ve gözlerini açandır. Fatih, yardım eden anlamına da gelir. Şu âyette
bu anlamdadır: “Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi…”[871]
Müfessirler bu âyette
geçen “fetih” sözcüğünü “yardım ve zafer” olarak açıklarlar. Yani “Eğer yardım
istiyorsanız işte size yardım geldi” demektir. Müfessirler bu açıklamalarını
senediyle birlikte İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadise dayandırır ve
ardından şu âyeti zikrederler: “O, Fettâh (açan) ve Alîm (bilen)dir.”[872]
Râzî ise şunları söyler: “Allah,
kullarına hayır kapılarını açan ve zor olan işleri kolaylaştırandır. O, ilim
ile kullarının dini işlerini, zenginlik ile de dünyevî işlerini açandır. Zulme
uğrayana yardım eden ve sıkıntısını giderendir. Allah, hak ile bâtılı
birbirinden ayırmış ve aralarını açmıştır. Her ikisini de açıkça ortaya koyup
açıklamış, hakkı üstün tutup geçerli kılmış bâtılı da geçersiz kılmıştır. O, Fettâh’tır,
marifet ve bilgisi ile mü’min kullarının kalplerini; günahkarlara da bağışlama
kapılarını açmıştır. İsyan etmeleri nedeniyle onlara nimet kapılarını kapamamış,
unutmaları nedeniyle de merhametini onlardan esirgememiştir.”[873]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
“Allah’tan başka bir
hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir.[874]
“Kim Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır.”[875]
“Kim Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.”[876]
“Kim Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır.”[877]
Müslüman, Allah’ın
hükmünü ve bu hükümle lehinde veya aleyhinde verilen hükmü içtenlikle kabul
etmeli ve ona boyun eğmelidir. Şu âyetlerde bu duruma işaret edilmektedir:
“Hayır, öyle değil; Rabb’ine
andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin
verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı bulmaksızın, tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.”[878]
“Onlar derler ki: “Allah’a
ve Resule iman ettik ve itaat ettik” sonra da bunun ardından onlardan bir grup
sırt çevirir. Bunlar iman etmiş değildirler. Aralarında hükmetmesi için onlar
Allah’a ve Resûlüne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer
hak onların lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler. Bunların kalplerinde hastalık
mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah’ın ve Resûlünün kendilerine
karşı haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır, onlar zalim
olanlardır. Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve Resûlüne çağrıldıkları
zaman mü’min olanların sözü: “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte felaha
kavuşanlar bunlardır. Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse ve Allah’tan korkup
O’ndan sakınırsa, işte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır.”[879]
Allah’tan başka hiç kimse
göğüsleri İslâm’a açamaz, gayb kapılarını açmaya gücü yetmez. Ancak her mü’min
bunda bir pay sahibidir. Allah dilediğini dilediği kimseye ihsan eder. Gaybten
en büyük payı alanlar peygamberler, sonra veliler, sonra âlimler, sonra da
sıradan mü’minlerdir. Allah, inkarcıların dışında hiç kimseyi bu paydan mahrum
bırakmamıştır.
Ey Allah’ın kalp
kilitlerini açtığı ve kendi katından üzerine nurlar yağdırdığı kişi! Allah’ın
kapılarını sana açtığı gibi sen de, ilim anahtarlarıyla cahil ve bilgisiz
kimselerin kapalı kalplerini aç ve onların gönüllerini fethet. Yüce Allah’ın
şöyle buyurduğunu unutma: “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sende ihsanda
bulun.”[882]
Eğer Allah sana bu kapıyı açmamış ama sana bol zâhiri rızık vermişse, sen de
açık kalpli ve cömert bir ele sahip ol. Cimrilik etme. Anahtarı kaybolmayan ve
asla kapanmayan ve tükenmeyen hazinelerden infak ettiğini unutma. Eğer bu kapı
da sana açılmamışsa, Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi elinde kötülüğe kapalı
hayra açık anahtar bulunan kimse gibi olmaya çalış. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Kimi insanlar kötülüğe kapalı hayra açıktırlar. Kimi insanlar da kötülüğe
açık iyiliğe kapalıdırlar. Allah’ın hayır anahtarlarını eline verdiği kimseye
ne mutlu! Allah’ın kötülük anahtarlarını eline verdiği kimseye de ne yazık!”[883]
* * *
﴿ اَلْقاَدِرُ
- اَلْقَدِيرُ
-
اَلْمُقْتَدِرُ
﴾
KÂDİR - KADÎR -
MUKTEDİR
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“(Allah,) Ölüleri
diriltmeye güç yetiren değil midir?”[884]
“Gerçekten O, her şeye
güç yetirendir.”[885]
“Allah, her şeyin
üzerinde güç yetirendir.”[886]
el-Halîmî der ki: “Bu
isimler, hiçbir şeyin Allah’ı aciz bırakamayacağına delalet eder. O, dilediğini
yapandır. Hiç kimse O’na mani olamaz. O’nun fiilleri apaçık ortadadır. Bu
fiiller canlı ve bilen biri olmadan gerçekleşmeyeceği gibi, güçlü ve aciz
olmayan biri olmadan da gerçekleşemez.”[887]
Muktedir, gücünü
fiillerle ortaya koyup gösterendir. Allah’ın gücü yettiği halde yapmadığı nice
fiilleri vardır. Eğer dilerse bunları yapabilir. Bu gücü nedeniyle O, Muktedir
ismini hak etmiştir.
el-Hattâbî der ki: “Muktedir,
gücü ve kuvveti tam olandır. Öyle ki hiçbir şey O’nun gücüne karşı duramaz, O’na
mani olamaz. Hiçbir güç O’nu aciz bırakamaz. Muktedir, “mufteil” babındandır ve
diğer isimlerden (Kâdir ve Kadîr) daha kapsamlı olup, mutlakıyet ifade eder.”[888]
Kâdir, Kadîr ve Muktedir,
güç ve kudret sahibi demektir. Ancak bu isimler arasında Muktedir, daha mübalağalı
bir anlam ifade eder. Kudret, bir şeyin bilgi ve iradenin takdir ettiği
şekilde ve bunlara uygun olarak gerçekleşmesini sağlayan güç ve kuvvet
anlamındadır. Kâdir, bir şeyi dilediğinde yapan veya yapmayandır. Kâdir için
dilemek, bir şeyi yapmak için mutlaka olması gereken bir şart değildir. Allah,
kıyameti şuanda da gerçekleştirmeye kadirdir. Eğer O, bunu dilerse yapabilir.
Ancak kıyamet şu an gerekleşmediğine göre Allah, bunu şu an için
dilememektedir. Allah’ın ezeli ilmiyle kıyamet için bir süre ve saat
belirlemesi, O’nun güç ve kudretinde bir kusur olduğunu göstermez.
Mutlak Kâdir, her varlığı
tek başına ve kendi dilemesi ile hiç kimseden yardım alma ihtiyacı duymadan yoktan
var edendir. Bu da ancak Allah için geçerlidir. Kul da birtakım şeyler yapmaya
kadirdir. Ancak onun kudreti oldukça sınırlıdır. O, bu gücünü sadece varlığı
mümkün olan bazı şeyler üzerinde gösterebilir. Yüce Allah gibi, bir şeyi
yoktan var edemez. Yoktan var etme özelliği yalnız Allah’a mahsustur. Kulların
gücünü de yaratan O’dur.[889]
Allah’ın Kudretinin Bazı Görüntüleri
Özetle Allah, eksiksizliği ve mükemmelliği nedeniyle bütün kemâl
sıfatlara sahiptir. Her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzaktır. Bütün iyi övgüler
ve hamdler O’nadır. Güzel olmayan bir fiil O’ndan sadır olmaz. Daima en güzel
isimlerle isimlendirilir. En mükemmel övgüler O’na yapılır. O, her zaman övülen
ve sevilendir. Yarattığı bütün varlıklardan yüce, cömert ve ikram sahibidir. [892]
Bu İsimleri Bilmenin
Faydası
Bu isimleri bilen kul, daima Allah’ı yüceltir ve O’na saygı
duyar. Yararlı zararlı, iyi kötü bütün her şeye gücü yeten, mutlak kâdir olan
ve kudreti her şeyi kuşatan O’dur. Bu yüzden kul, böylesine güçlü olandan kendisine
nimet vermesini umut eder; kendisinden intikam almasından da korkar.[893]
* * *
﴿ اَلْقَاهِرُ
-
اَلْقَهَّارُ
-
اَلْغَالِبُ ﴾
KÂHİR - KAHHÂR - GÂLİB
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“O, kulları üzerinde
kahredici olandır.”[894],
“Allah, tektir ve
kahredici olandır.”[895]
el-Halîmî der ki: “Kâhir,
kullarının işlerini dilediği şekilde düzenleyen, idare eden, onlara üstün ve
egemen olandır. Bu isim, zor ve ağır olan, üzen ve sıkıntıya sokan bir anlam
içerir. Allah dilediği kimselerin hayatını veya bazı organlarını çekip alır.
Hiç kimse buna karşı koyamaz. Dolaysıyla Allah’ın takdirinin dışına çıkmak veya
O’nun sevk ve idaresini geri çevirmek mümkün değildir. Kahhâr ise, hiçbir
şekilde mağlup edilemeyen ve üstün gelinemeyendir.”
el-Hattâbî ise bu ismi
şöyle açıklar: “Kâhir, canlılar arasında haddini aşıp kendisine isyan eden
zorbaları azap ile diğer bütün canlıları da ölüm yok edendir.”[896]
Allah’ın Varlıklar Üzerindeki Üstünlüğü
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Bu âyet Hz. Peygamber’e
üç duruma karşılık üç şeyi emretmektedir. “Bir yetim iken, seni bulup
barındırmadı mı?” durumuna karşılık “Sakın yetimi üzüp-kahretme”
emri gelmektedir. “Seni yol bilmezken, doğru yola iletmedi mi?” durumuna
karşılık “İsteyip-dileneni azarlama” emri gelmektedir. Yani senden doğru
yolu göstermesini isteyenlere doğru yolu göster. Senden bir istek ve talepte
bulunana cevap ver ve onu azarlama. “Bir yoksul iken seni bulup zengin
etmedi mi?” durumuna karşılık “Rabb’inin nimetini anlat” emri
gelmektedir.
Âyette sözü edilen nimet,
Allah’ın Hz. Peygamber’e verdiği nübüvvet, dostluk, sevgi, ilim ve hikmet nimetidir.
O’na verilen en büyük nimetler bunlardır. Allah, Hz. Peygamber’e bu nimetleri
ortaya koymasını, yaymasını, anlatmasını ve başa kakmadan, minnet etmeden ve
ezip aşağılamadan bilmeyenlere öğretmesini emretmektedir.[903]
Allah’ın Gâlib ismi şu âyette
geçer: “Allah, emrinde Gâlib olandır.”[904]
Gâlib, Allah’ın fiilî sıfatlarındandır. Allah’ın galip gelmesi dilediği kimseye
kadir olması, gücü yetmesi ve onu dilediği şekilde yakalaması demektir. Hiç
şüphe yok ki, Allah’ı mağlup etmek isteyen kesinlikle yenilecektir.
Her müslüman, Allah’ın
mutlak galip olduğunu bilmeli ve her işinde yalnız O’na dayanmalıdır. Zira samimiyetle
Gâlib olana dayanan, bütün yeryüzündekiler aleyhinde olsa bile sonuçta mutlaka
o galip olacaktır. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah, “Andolsun ki Ben
ve peygamberlerim galip geleceğiz” diye yazmıştır.”[905]
Allah’tan yüz çevirip
başkasına dayananlar mutlaka mağlup olacak, şeytanın elinde birer oyuncak
olacaklardır. Allah şöyle buyurur: “Şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç
şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır.”[906]
Allah’ın Gâlib ismini, Kâhir
ve Kahhâr isimleriyle birlikte zikrettik. Zira anlam olarak birbirlerine çok
yakındırlar.
* * *
﴿ اَلْقُدُّوسُ
﴾
KUDDÛS
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. O, Melik’tir, Kuddûs’tur,
Selâm’dır…”[907]
Kuddûs, her türlü kötülük
ve eksiklikten uzak, temiz, kutsal, yüce ve saygın olan demektir.
el-Halîmî der ki: “Kuddûs,
bütün üstün ve güzel sıfatlarla övülen, methedilen demektir. Dolaysıyla Allah’ı
takdîs etmek, O’nu tesbih etme; Allah’ı tesbih
etmek, O’nu takdîs etme anlamını kapsar. Bir bakıma ikisi iç içedir. Allah’tan
kötü sıfatları nefyetmek, O’nun güzel sıfatlara sahip olduğunu kabul etmek
demektir. Örneğin, “O’nun ortağı ve benzeri yoktur” dediğimizde bu, Allah’ın
bir ve tek olduğunu kabul ettiğimizi ispat eder. Aynı şekilde “Hiçbir şey O’nu
aciz bırakamaz” dediğimizde bu, O’nun güçlü ve her şeye gücü yeten Kâdir
olduğunu kabul ettiğimiz anlamına gelir. Yine “O, hiç kimseye zulmetmez”
dediğimizde bu, O’nun bütün hükümlerinde ve fiillerinde âdil olduğunu kabul
ettiğimizi gösterir. Diğer yandan Allah’ın güzel sıfatlara sahip olduğunu kabul
etmek, kötü sıfatların O’nda bulunmadığı anlamına gelir. Örneğin, “Allah, Âlim’dir,
bilendir” dediğimizde bu, O’nun bilgisiz ve cahil olmadığını ispat eder. Yine “O,
Kâdir’dir” dediğimizde bu, acizlik sıfatının O’nda bulunmadığını gösterir.
Özetle “O, şöyledir” dediğimizde bu sözün zâhiri, takdîs; “O, şöyle değildir”
dediğimizde bu sözün zâhiri de tesbihtir. Yani Allah’ı takdîs etmekte zımnen
tesbih anlamı, Allah’ı tesbih etmekte de zımnen takdîs anlamı bulunmaktadır.
Yüce Allah bu ikisini İhlâs Sûresinde bir araya getirmiştir. İhlâs Süresinin
ilk iki âyeti olan “Kul huvallâhu Ehad. Allâhu’s-Samed” (De ki: O Allah birdir.
Allah Samed’dir -her şey varlığını ve devamını O’na borçludur. O hiç bir şeye
muhtaç değildir-) âyetleri takdîsi; “Lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû
kufuven Ehad” (Kendisi doğurmamıştır ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi
değildir) âyetleri ise tesbîhi ifâde eder. Bunların her ikisi de yani hem
takdîs hem de tesbîh; Yüce Allah’ın vahdaniyetini ve tek varlık olduğunu, O’nun
benzeri ve ortağının bulunmadığını ispat etmektedir.”[908]
Kurtubî de der ki: “Kuddûs,
her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak olan, her türlü kusurdan temiz olan demektir.”[909]
Kuddûs Hakkında İbn Kayyim’in Açıklamaları
Kuddûs, her türlü
eksiklik, kötülük ve ayıptan beri olan demektir. Müfessirler şöyle
söylemişlerdir: “O, kendisine yakışmayan her türlü ayıptan uzak ve temiz
olandır.” Dilbilimciler de bu tanımı kabul etmektedirler. Kuddûs sözcüğünün
aslı, arılık ve temizlikten gelmektedir. Beytülmakdis (Kutsal ev) ismi de
buradan gelmektedir. Burada günah ve kirlerden temizlenildiği için bu isim
verilmiştir. Sırf namaz kılmak için buraya gelen kimse, annesinden doğduğu
günkü gibi hatasız ve günahsız olarak geri döner. Dünyevî sıkıntılardan ve
belâlardan uzak olduğu için cennete “Haziretu’l-kuds” (Kutsal alan)
denilmiştir. Hz. Cebrail’e de “Ruhulkudüs” (Kutsal ruh) denmiştir. Çünkü o,
her türlü kusurdan arınmış ve temizlenmiştir.
Kuddûs sözcüğünü,
aşağıdaki âyette geçtiği gibi melekler de kullanmıştır. Allah şöyle
buyurmaktadır: “Melekler:”Biz seni övüp-yüceltir ve (sürekli) takdis edip
dururken, orada fesat çıkaracak ve orada kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?”
dediler.”[910]
Yani bizler Seni, Sana yakışmayan her türlü eksiklikten uzak tutmakta ve Seni
tenzih etmekteyiz.
İbn Cerir bu âyeti şöyle
açıklar: “İnkar edenlerin Sana izafe ettikleri her türlü iddiadan ve pislikten
Seni tenzih ediyor, bütün güzel ve temiz sıfatların Sende bulunduğunu kabul
ediyoruz. Seni saygıyla zikrediyor ve Seni yüceltiyoruz.”
Ebû Salih ve Mücahid ise
şöyle açıklar: “Seni tekbir ediyor ve seni yüceltiyoruz.”
Kimisi de şöyle
açıklamıştır: “Seni her türlü kötülükten ve kusurdan tenzih ediyor, Sana
hiçbir eksiklik yakıştırmıyoruz.”
Bu âyette melekler, Allah’ı
tenzih etmekte, yüceltmekte ve takdîs etmektedirler. Âyette tesbîh ile takdîs
yan yana zikredilmektedir. “Seni hamd ile tesbîh ediyor ve seni takdîs
ediyoruz.”[911]
Tesbîh, Allah’ı her türlü kötülükten ve kusurdan tenzih etmektir. Meymun b.
Mahran der ki: “Subhanallah” sözü, Allah’ı yüceltmek ve O’nu her türlü kusurdan
tenzih etmek demektir.” İbn Abbas’ta bu sözün “Allah’ı her türlü noksanlıktan
tenzih etmek, uzak tutmak” anlamına geldiği söyler. Zaten sözcüğün aslı da “uzaklık”
anlamına gelmektedir.[912]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْقَرِيبُ
- اَلْمُجِيبُ
﴾
KARÎB - MÜCÎB
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır.
“Kullarım beni sana soracak
olursa, işte Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına
cevap veririm.”[915]
“Hiç şüphe yok O,
işitendir, yakın olandır.”[916]
Ebû Musa el-Eş’ari
anlatıyor. Hz. Peygamberle birlikte bir seferdeydik. Yukarıdan her bir vadiye
baktığımızda Allah’ı tekbîr ve tesbîh ediyorduk. Seslerimiz çok yükselince Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Nefislerinize sahip olun. Sizler
işitmeyen veya uzakta olan birine seslenmiyorsunuz. O, sizinle birliktedir.
Sizi işiten ve yakın olandır.”
Bir başka rivayete göre
ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dua edip çağırmakta olduğunuz size, bineğinizin
boynundan daha yakındır.”[917]
el-Halîmî der ki: “Karîb
(yakın olan), kul ile Rabb’i arasında bir mesafe olmadığı anlamına gelir. Bu
yüzden kulun durumu O’ndan gizli değildir. O, kulun yaptığı her duayı işitir.
Allah’ın yakınlığı bir mesafe ifade etmez. Zira mesafe, bir sınırın olmasını
gerektirir. Oysa Allah için sınır yoktur.”
el-Hattâbî de der ki: “Karîb,
bütün varlıklara ilmiyle, dua edenlere de duaları kabul etmekle yakın olandır.”[918]
Allah’ın Kullarına Yakınlığı
Allah’ın kullarına
yakınlığı iki türlüdür. Bunlar:
Genel ve özel yakınlık bu
şekilde anlaşıldığında, bunun, Allah’ın arşı üzerinde bulunduğu gerçeğiyle
çelişmediği anlaşılır.[920]
Mücîb ismi de Kur’an’da birçok
yerde geçer. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:
“Andolsun, Nuh bize
(dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik.”[921]
“Şüphesiz benim Rabb’im,
yakın olandır, (duaları) kabul edendir.”[922]
Mücîb, birçok yerde de
fiil olarak şöyle geçer:
“Ya da sıkıntı ve
ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden...”[923]
“Rabb’iniz dedi ki: “Bana
dua edin, size icabet edeyim…”[924]
Mücîb, “cavebe” kök
fiilinden türeyen ism-i fail olup, cevap veren anlamına gelir. Bu sözcük aynı
zamanda “kesmek, biçmek ve oymak” anlamlarına da gelmektedir. Kur’an’da bu
anlamda şöyle kullanılmıştır: “Ve vadilerde kayaları oyup-biçen Semud’a?”[925]
Eğer el-icabe, bu anlamda kabul edilirse bu durumda “Mücîb”, kesen anlamına
gelir. Yani, kendisi ile dua edenin arasını “kabul ile” kesendir. Buna göre
Allah, dua edenin duasını hemen kabul etmekte ve imdadına yetişmektedir.[926]
el-Halîmî der ki: “Bu
isim genellikle el-Karîb ismiyle birlikte zikredilir ve “el-Karîbu’l-mücîb”
veya “Mücîbü’d-duâ” (duaları kabul eden) denilir. “Mücîbu da’vete’l-muttarrîn”
(Çaresizlerin dualarını kabul eden), isteyene istediğini veren demektir. Allah’tan
başka kimsenin gücü buna yetmez.[927]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Şunu bil ki, duaların
kabul edilmesi bir takım şartlara bağlıdır. Bu şartların bir kısmı dua edenin
durumuyla, bir kısmı dua edilen ve istenen şeylerle, bir kısmı da zaman ve
mekanla ilgilidir. Duanın kabul edilmesine mani olan şeyler ise sayılamayacak
kadar çoktur.
* * *
﴿ اَلْقَوِيُّ
- اَلْمَتِينُ
﴾
KAVÎ - METÎN
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah, güç
sahibidir, azizdir.”[930]
“Hiç şüphesiz, rızık
veren, metin kuvvet sahibi olan Allah’tır.”[931]
el-Hattâbî der ki: “Kavî,
Kâdir (gücü yeten) anlamında olabileceği gibi, her hangi bir şekilde acizliğin
kendisine Hâkim olamadığı tam ve mutlak güç sahibi anlamında da olabilir. Allah’ın
dışındaki varlıklar her ne kadar güç sahibi olarak nitelenseler de, bunların
gücü sınırlı ve sonludur. Birçok şeylere güçleri yetmez.”[932]
el-Halîmî, Metîn ismi
hakkında der ki: “Metîn, güç ve kuvveti azalmayan, güçsüz düşmeyendir. Bu
durum yalnız Allah için geçerlidir. O’nun dışındaki bütün varlıklar, zamanla
güçlerini kaybeder ve zayıf düşerler. Bu değişim, Allah için imkansız varlıklar
için mümkündür.”
İbn Abbas, âyette geçen “Metîn”
sözcüğünü “Şedîd” (çetin, zorlu) şeklinde açıklamıştır.[933]
Allah’ın isimlerini
açıklamaya çalışanlar “Zü’l-kuvveti’l-metîn” (metin kuvvet sahibi olan)
ifadesini tam ve mükemmel güç olarak açıklamışlardır. Aynı kök kelimeden
türeyen metanet de, tam ve eksiksiz güç anlamındadır. Buna göre “el-kuvvetu’l-metîn”,
güç ve kuvvetin sonudur, ötesi yoktur. Kavî, kendi üzerinde eser ve iz kabul
etmez. Aksine yarattıkları üzerinde iz ve etki bırakır.
el-Hattâbî der ki: “Metîn,
ilahlık ve birlik sıfatlarında durumu pek açık olandır. Buna göre “Zü’l-kuvveti’l-metîn”,
açık kuvvet sahibi demektir.”[934]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْكَبِيرُ
- اَلْمُتَكَبِّرُ
﴾
KEBÎR - MÜTEKEBBİR
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“O, gaybı da, müşahede
edileni de bilendir. Pek büyüktür, yücedir.”[936]
“O Allah ki, O’ndan
başka ilâh yoktur. Melik’tir. Kuddûs’tur; Selâm’dır; Mü’min’dir; Müheymin’dir; Azîz’dir;
Cebbar’dır; Mütekebbir’dir.”[937]
el-Hattâbî der ki: “Kebîr,
şanı büyük ve yüce olandır. O’nun dışındaki her büyük, O’nun büyüklüğünün altında
ve küçüktür. İnsanlar arasında Kebir (büyük), daha çok yaşı ileri olanlar için
kullanılır.”[938]
Mütekebbir ise,
varlıkların sıfatlarından uzak ve yüce olandır. Allah Mütekebbir’dir. Yücelik
ve azamette kendisine karşı çıkan azgın varlıkların bellerini kırıp güçlerini
yok edendir. Mütekebbir’de bulunan “ta” harfi, teklik bildirmekte ve büyüklüğün
yalnız Allah’a mahsus olduğunu belirtmektedir. Büyüklük, varlıkların gerçek
bir sıfatı değildir. Çünkü varlıkların özelliği itaat etmek ve boyun eğmektir.
Gerçek büyüklük yalnız Allah’a mahsustur.”
Bazı dilbilimciler Mütekebbir’in,
insanlara yasaklanan ve büyüklenme anlamına gelen “kibir”den değil, Allah’ın
büyüklük ve azametini ifade eden “Kibriyâ”dan türediğini söylemiş ve Hz.
Peygamber’in bir kudsi hadiste Allah’tan naklettiği şu hadisi delil
göstermişlerdir: “Büyüklük (Kibriyâ) benim ridam (örtüm)dır. Kim bu örtü üzerinde
benimle çekişirse, O’nu yok ederim.” Hadiste geçen rida (örtü)den maksat,
sıfattır. Mesela “Filancanın şiarı zühd, ridası verâdır” denilir. Yani verâ,
(haram korkusuyla şüpheli şeylerden sakınma) o kişinin bir sıfatı ve
niteliğidir.[939]
Yüce Allah bütün
üstünlük, yücelik ve büyüklük sıfatlarına sahiptir. O, her şeyden daha büyük,
daha üstün ve daha yücedir. O’nun bu sıfatları, seçkin ve veli kullarının
kalplerine yansır. Bu kulların kalpleri, Allah’ın büyüklük, üstünlük ve yücelik
sıfatlarıyla dolup taşar. Böylece O’na daha çok ibadet eder, büyüklüğüne ve
yüceliğine teslim olup boyun eğer ve huzurunda saygıyla eğilirler.[940]
Allah şöyle buyurur: “Sizin
(durumunuz) böyledir. Çünkü bir olan Allah’a çağırıldığınız zaman inkâr
ettiniz. O’na şirk koşulduğunda da inandınız. Artık hüküm, yüce (Alî), büyük (Kebîr)
olan Allah’ındır.”[941]
Mütekebbir’in anlamı
hakkında bazı müfessirlerin görüşleri şöyledir:
Katâde: “Kötülükten (bir
rivayete göre kötülüklerden) imtina ederek büyüklenendir.”
Mukâtil: “Her türlü
kötülükten uzak ve yüce olandır.”
Ebû İshak: “Kullarına
zulmetmekten uzak ve yüce olandır.”[942]
ez-Zeccâc: “Büyüklüğünün
sonu olmayan Kebîr ve yüceliğinin sonu bulunmayan Azîm’dir. O’nun bütün isimleri
ve sıfatları en üstün ve en yücedir. Kullarına asla zulmetmez.”[943]
Gazali: “Mütekebbir, kendi
zatından başka bütün her şeyi küçük gören, büyüklük, üstünlük ve yüceliği yalnız
kendisinde gören; başkasına, kralların kölelere baktığı gibi bakandır. Eğer bu
bakış gerçek ve doğru ise gerçek tekebbür budur. Böyle bakan, gerçek büyüklüğü
hak etmiştir. Bu durum, Allah’tan başka hiçbir varlık için düşünülemez. Zira bu
yalnız O’nun hakkıdır. Eğer bu bakış gerçek değil ve büyüklük yalnız kendisine
ait değilse, bu durumda büyüklük iddiası geçersiz ve bâtıldır. Böyle bir bakış
yasaklanmış ve kötülenmiştir. Kudsi bir hadiste Allah şöyle buyurmuştur: “Büyüklük
ridam (dış elbise), yücelik ise izarımdır (iç elbise). Bu ikisinden biri
üzerinde benimle çekişeni ateşe atarım.” Bu durum, büyüklük ve yüceliğin Allah’ın
kemâl sıfatlarından olduğunu ortaya koymaktadır. Diğer varlıkların bu
sıfatlara sahip olduklarını iddia etmeleri, gerçek dışıdır. Böyle bir iddia
onların eksikliğini ve haddi aştıklarını gösterir.”[944]
Râzî: “Mütekebbir,
büyüklük ve hükümranlıkta eşsiz, yücelik ve ululukta tek, mutlak iyilik, ihsan
ve mağfiret sahibi olan, mülkü hiç yok olmayan ve yüceliği asla değişmeyendir.”[945]
Kebîr, büyüklük sahibi
demektir. Büyüklük, zatın kemale kavuşmasından ve varlığının mükemmel oluşundan
ibarettir. Bu, yalnız Allah için geçerlidir. O’nun varlığı ezeli (öncesiz) ve
ebedi (sonsuz)dur. O’nun yok olması düşünülemez. Böyle bir şey O’nun hakkında
mümkün değildir. Bütün varlıkların varlığı, O’nun varlığından sudur eder. O’nun
varlığı ve zatı, mükemmel ve eksiksiz olduğuna ve bütün varlıkların varlığı O’nun
varlığından sudur ettiğine göre, O, her varlıktan daha fazla büyüklüğü ve yüceliği
hak edendir.[946]
Kurtubî: “Mütekebbir, Rab
oluşuyla her varlıktan üstün ve büyük olandır. O’nun benzeri, eşi ve dengi yoktur.
Her türlü kötülükten uzaktır. Kendisine yakışmayan bütün olumsuz ve çirkin
sıfatlardan münezzehtir. Mütekebbir sözcüğünün aslı, imtina etmek ve boyun
eğmemektir. Buna göre Allah, bütün kötü sıfatlardan imtina eder ve hiçbir
varlığa boyun eğmez. Zira mutlak büyük ve yüce olan yalnız O’dur.”[947]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Müslümanlar hakkında
teşvik edilen ve övülen tekebbür (büyüklenme), Allah’ın dışındaki her şeyden
yüz çevirmek ve yalnız Allah’a yönelmektir. Müslüman, sevap elde etmek veya
cezadan kurtulmak için değil, sadece Hak için hakka ibadet etmelidir. Aksi
halde yaratılmış olan bir şeyi amaç edinmiş ve buna ulaşmak için de hakkı aracı
yapmış olur. Oysa Hak ve doğru olan bu değildir. Hiçbir karşılık beklemeden
yalnız Hak için hakka ibadet etmek, bütün durumlarda Allah’ı yüceltmeyi,
büyüklüğüne içtenlikle saygı duymayı, adi ve alçak olan bütün şeylerden uzak
durmayı gerektirir.
* * *
﴿ اَلْكَاشِفُ
- اَلْكاَفيِ - اَلْكَفِيلُ
﴾
KÂŞİF
- KÂFÎ - KEFÎL
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Şayet Allah sana bir
zarar dokunduracak olursa, O’ndan başka bunu giderecek yoktur.”[948]
“Allah sana bir zarar
dokunduracak olursa, O’ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur.”[949]
el-Halîmî der ki: “Kâşif
ismi tamlama olarak kullanılmadıkça yalnız olarak onunla dua edilmez. “Kâşife’d-dur”
(zararı gideren, kaldıran) veya “Kâşife’l-kerb” (sıkıntı ve zorluğu gideren,
kaldıran) şeklinde dua edilebilir. Anlamı, sıkıntı ve zorluğu veya bir zararı
giderip kalbe ferahlık veren, üzüntü ve kederi kaldırıp yerine sevinç ve
mutluluk getirendir.”[950]
Kâfî ismi Kur’an’da ve
hadislerde şöyle geçer: “Allah, kuluna kâfi değil mi?”[951]
Enes b. Malik anlatıyor. Hz. Peygamber yatağına girdiği zaman şöyle dua ederdi:
“Bizi yediren, içiren, ihtiyaçlarımızı karşılayan (Kâfî) ve barındıran Allah’a
Hamd olsun. Barınağı olmayan ve ihtiyaçları karşılanmayan nice kimseler vardır.”[952]
Gerçekte bütün
varlıkların ihtiyaçlarını karşılayan Allah’tır. Diğer hususlarda olduğu gibi
bu hususta da O’nun bir ortağı, eşi ve benzeri yoktur. Bütün ihtiyaçlar yalnız
O’nun tarafından karşılanmaktadır. Bu yüzden yalnız O’na ibadet etmek, O’na
yönelmek ve O’ndan ümit etmek gerekir.[953]
Kefîl ismi Kur’an’da ve
hadislerde şöyle geçmektedir: “Allah’ı kendinize kefil kılarak sağlama
bağladığınız yeminleri bozmayın.”[954]
Ebû Hüreyre anlatıyor. Hz. Peygamber, malı daha sonra teslim almak üzere parasını
peşin veren bir adam hakkında şöyle buyurmuştur: “Kefîl olarak Allah, ona yeter.”[955]
el-Halîmî der ki: “Kefîl,
ihtiyaçları karşılamayı kabul eden demektir. Ancak bu kabul, insanların
birbirlerine kefil olduklarını belirten kefalet akdi gibi yazılı bir akit ile
gerçekleşmez. Allah, muhtaç varlıklar yaratıp onları kendisine muhtaç olma
zorunda bırakınca ve varlıklarının devam etmesini bu ihtiyaçların
karşılanmasına bağlayınca, bu varlıkların ihtiyaçlarını karşılamayı üzerine
almış böylece belirli bir süreye kadar varlıklarını devam ettirmelerini sağlamıştır.
Böyle bir şeyi ancak Allah yapabilir. Rızık verdiğini iddia edenlerin böyle
bir şey yapmaları mümkün değildir. Zira Allah bütün insanların, hayvanların ve
annesinin karnında bulunan ceninlerin bile rızklarını verendir. Sabahları
yuvalarından aç çıkıp akşamları tok dönen kuşların, yerin altında yaşayan haşerelerin,
çöllerdeki yırtıcı hayvanların rızklarını veren yine O’dur. Allah’tan başka
buna kimin gücü yetebilir?[956]
Kefil, sorumluluk
yüklenendir. Bu yönüyle kefalet, kelam ile ilgili bir sıfattır. Allah
kullarının ihtiyaçlarını karşılamayı (kefaletini) üzerine almış ve bu konuda
onlara garanti vermiştir. Kefil, geçimini sağlayan ve infak eden anlamına da
gelebilir.
İnsanların dinî ve dünyevî
ihtiyaçlarını karşılamayı üzerine alan Allah, gerçek kefildir. Bu yüzden,
çalışan bir kimsenin amelini boşa çıkarmayacağını bize şöyle haber vermiştir: “Şüphesiz
ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir amel işleyenin amelini çıkarmam.”[957]
İnsanlar bu vaade dayanarak Allah’ın hazinelerine kavuşmak için çalışmış ve
azabından O’na sığınmışlardır.[958]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Her müslüman, Allah’tan
başka zorluk ve sıkıntıları kaldıran, üzüntüleri ve kederleri gideren
olmadığına inanmalı; sonra da gücü yettiğince malı veya bulunduğu makam ve
mevkisi ile üzüntülü kardeşlerinin üzüntülerini, sıkıntılı olan akraba ve
dostlarının sıkıntılarını gidermeye çalışmalıdır.
Ebû Katâde, kendisine
borcu olan birinin yanına gitti. Adam kendisinden gizleniyordu. Bir süre sonra onu buldu. Adam: “Zordayım” dedi. Ebû
Katâde: “Allah’a andolsun, gerçekten öyle misin?” dedi. Adam: “Allah’a
andolsun ki öyleyim” deyice Ebû Katâde dedi ki: Hz. Peygamber’in şöyle
söylediğini işittim: “Allah’ın kendisini kıyametin sıkıntılarından kurtarmasını
sevenler, zorda olanı (süre tanıyarak) rahatlatsın veya (alacaklarından vazgeçip)
onu kaldırsın.”[959]
Ebû Hüreyre anlatıyor.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Kim bir mü’minin dünyevî sıkıntılarından birini giderirse,
Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim zorda olan
birine kolaylık sağlarsa Allah da dünyada ve âhirette ona kolaylık sağlar.”[960]
* * *
﴿ اَللَّطِيفُ
﴾
LATÎF
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Gözler O’nu idrak edemez; O gözleri idrak eder; O Latif’tir,
her şeyden haberdardır.”[961]
el-Hattâbî der ki: “Latîf,
bilmedikleri yönden kullarına lütuflarda ve iyiliklerde bulunan, onlara düşünemedikleri
yönden yararlar sağlayandır. Allah şöyle
buyurur: “Allah, kullarına karşı lütuf sahibi olandır; dilediğini
rızıklandırır.”[962]
İbn Arabi’nin Latîf’i
şöyle tanımladığı rivayet edilir: “Latîf, seni ihtiyaç ve amacına kibarlıkla
ulaştırandır. “Allah sana lütfetti” denildiğinde bu, “Allah güzellikle seni
amacına kavuşturdu” demektir.”
Bazı kimseler Latîf’i, “Keyfiyeti
idrak edilemeyen, gizli olan” şeklinde tanımlamışlardır.[963]
Gazali Allah’ın Latîf
ismi hakkında şunları söyler: “Latîf, yararlı olan şeylerin gerçeklerini ve
inceliklerini bilen, sonra da bunları, sert olmayan yumuşak bir yolla hak
edenlere ulaştırandır. Bu bilgi ve yumuşak fiil, herhangi bir şeyde bir arada
bulunduğunda lütuf anlamı gerçekleşmiş olur. Bu anlamın Allah’tan başkası için
gerçekleşmesi düşünülemez. Çünkü Allah’ın her şeyin inceliklerini,
gizliliklerini ve gerçeklerini bildiği kuşkusuzdur. O’na göre gizli ve açık
şeyleri bilmek aynıdır. Allah’ın, fiillerinde yumuşak olmasının ise zaten bir
sınırı yoktur.”[964]
Kurtubî der ki: “İslâm
âlimleri Latîf’i birçok değişik anlam ve ifadelerle tanımlamışlardır. Yirmi
ikiye kadar çıkan bu tanımları şöyle sıralayabiliriz:
Allah’ın Lütfünün Bazı Görüntüleri
Hz. Yusuf’un babasından
ayrı düşmesi, köle olarak satılması, ardından evinde bulunduğu kadının
saldırısına uğraması, kendisine iftira edilmesi ve hapse atılması gibi Zâhiren
musibet ve sıkıntı olarak görülen birçok durum, gizli bir nimet ve fethe
dönüşmüştür. Allah bütün bu sıkıntıları, O’nun dünya ve âhiret mutluluğu için
bir sebep yapmıştır.
Örnek olarak Hz. Musa’nın
kıssasını düşünelim. Musa, firavunun doğan bütün bebekleri boğazladığı bir dönemde
doğdu. Ama O, bundan kurtuldu. Allah, annesine onu nehre bırakmasını emretti.
Annesi emir üzerine onu nehre bıraktı. Allah kendi lütfü ve inâyeti ile onu,
doğan her erkek bebeği boğazlayan ve ilerde kendisini helak edeceği düşmanının
sarayına sürükledi. Böylece Allah onu, bizzat düşmanının evine ve yatağına
attı. Sonra bir sebep takdir ederek onu, Mısır’ın dışına çıkarıp firavunun hükmünün
olmadığı bir yere ulaştırdı. Ardından yine bir sebep takdir ederek onu bekârlıktan
ve yoksulluktan kurtardı. Evlenmesini ve zenginleşmesini sağladı, sonra da
düşmanının ülkesine geri gönderdi. Musa, firavunla mücadele etti ve kendisine
verilen bütün mucizeleri ona gösterdi. Ancak firavun ve ileri gelenler
inanmadılar. Ona ve inananlara baskı ve şiddet uyguladılar. Bunun üzerine
Musa, kendisine inananlarla birlikte kaçak bir şekilde oradan çıktı. Firavun ve
askerleri onları yakalamak için peşlerine düştü. Oysa bu, onlar için sonun başlangıcıydı.
Düşmanlarına karşı Musa’ya ve inananlara Allah’ın yardımı gelmişti.
Kendilerini takip edenler, gözlerinin önünde denizde boğulup helak olmuşlardı.
Bu olay bize, Allah’ın
dilediği kimseye güzel, dilediği kimseye de kötü akıbet verdiğini ve istediğini
istediği şekilde gerçekleştirdiğini açıklamaktadır. İnsanların aklı, Allah’ın
fiillerinde saklı bulunan merhamet ve nimetleri anlamaktan acizdir. İnsanlar
bu fiillerin hikmetlerini, Allah’ın isim ve sıfatlarının gerçeğini bilemez ve
kavrayamazlar. Hz. Âdem’in kendisine yasaklanan ağaçtan yemesi ve bu yüzden
cennetten çıkarılmasının nice hikmetleri vardır. Ancak insan aklı, bu
hikmetlerin ayrıntılarını bilemez. Aynı şekilde akıl, gizli yollarla gelen ve
en güzel sonuçlar doğuran sayısız hikmetlerin sırlarını da bilemez.[971]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْمُبْدِئُ
– اَلْمُعِيدُ
– اَلْمُحْصِي
- اَلْمُحِيطُ
﴾
MÜBDİ’
- MUÎD - MUHSÎ - MUHÎT
Aralarındaki anlam
yakınlığı nedeniyle bu isimleri bir arada zikretmeyi uygun bulduk. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz O, ilkin var eden, (sonra dirilterek)
döndürecek olandır.”[976]
Ebû Süleyman der ki: “Mübdi’,
insanı ilkin var edendir. Yani onu yoktan yaratıp var edendir. Muîd, hayattan
sonra ölüme, ölümden sonra da ikinci kez hayata döndürendir.[977]
Şu âyet bu anlamı ifade etmektedir: “Ölü iken sizi O diriltti; sonra yine
sizi öldürecek, yine diriltecektir ve sonra yalnızca O’na döndürüleceksiniz.”[978]
Bütün varlıkları yoktan
var eden, onları inşa edip ortaya koyan Allah’tır. Varlıklar yok iken Allah
tarafından yaratılmış ve varlık âlemine çıkarılmışlardır. O, istediği her an,
olmayan bir şeyi var edebilir, sonra da onu ilk haline döndürebilir. Sonradan
yaratılan her varlık böyledir. İkinci kez yaratılış, başka bir şekilde
yaratılış değildir. Var olup yok olan bir şey, başka şekilde değil aynen
yaratılacaktır. Dünyadaki insan nasıl ise, kıyamet gününde de aynı olacaktır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun, sizi ilk
defa yarattığımız gibi (bugün de) ‘teker teker, yapayalnız ve yalın (bir
tarzda)’ bize geldiniz…”[979]
“Yaratmayı başlatan,
sonra onu iade edecek olan O’dur; bu O’na göre pek kolaydır.”[980]
“Kendi yaratılışını
unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: “Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim
diriltecekmiş?” De ki: “Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her
türlü yaratmayı bilendir.”[981]
Bu âyetlerde Yüce Allah
ilk yaratılışı, ikinci yaratılışın gerçekleşeceğine delil göstermekte sonra da
şu benzetmeyi yapmaktadır: “Ki O, yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Siz de
ondan ateş yakıyorsunuz.”[982]
Yüce Allah bu âyetlerde, yeşil ve yaş ağaçlardan ateş çıkarmayı, ölüp yok olmuş
hayatları ve çürümüş kemikleri yeniden diriltmeye delil göstermekte, hemen
ardından şöyle buyurmaktadır: “Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini
de yaratmağa kadir değil mi? Hiç tartışmasız (öyledir); O, yaratandır,
bilendir.”[983]
Allah bu âyette de, bir şeyi yaratmadaki gücünü, onun bir benzerini yaratma
gücüne delil göstermektedir. “Hiç tartışmasız (öyledir); O, yaratandır,
bilendir.”[984]
Allah, bütün bu âyetlerden sonra varlıkların neyle var olduklarını ve ne ile
yaratıldıklarını bize şöyle haber vermektedir: “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun
emri, ona yalnızca: “Ol” demesidir; o da hemen oluverir.”[985]
Bu âyet, ilk ve sonraki yaratılışın Allah için ne kadar kolay olduğunu
vurgulamaktadır.[986]
Muhsî ismi Kur’an’da fiil
şekliyle şöyle geçer: “Allah, her şeyi sayı olarak sayıp-tesbit etmiştir.”[987]
el-Halîmî der ki: “Muhsî,
insanların ilimlerinin kuşattığı ve kuşatmadığı bütün olayların sayısını ve
miktarını bilendir. O, canlıların alıp verdiği her nefesi, rızkı, insanların
itaat ve günahlarını, yakınlığını, yağmur ve kum tanelerinin sayısını, bütün
bitkileri, hayvan türlerini, ölüleri ve canlıları bilendir. Kısaca Allah, bütün
varlıkların sayısını, kalanları ve yok olanları bilendir. Bu sıfat Allah’ın,
insanlar gibi çoklukları nedeniyle varlıkların sayılarını idrak etmekten aciz
olmadığını ispatlamaktadır. O, bütün varlıkları ve sayılarını bilendir.
Varlığı bütün varlıkları kuşatmıştır. O’nun adı en yücedir.”[988]
Kimi âlimler Muhsî ismini
şöyle tanımlamışlardır: “O, açıkta olanı gören, gizli olandan haberdar
olandır. O, senin zâhirini görüp müşahede eden, batınını da gözetleyip kontrol
edendir. O, senin itaatlerini sayıp kayda geçiren ve bütün hallerini bilendir.”[989]
Muhît ismi Kur’an’da
şöyle geçmektedir: “Gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır.”[990]
el-Halîmî bu ismi şöyle
açıklar: “Muhît, kendisinden kaçış mümkün olmayandır. Allah’tan başka su sıfatı
hak eden bir varlık yoktur. Bu sıfat aynı zamanda Allah’ın ilim ve kudretinin
mükemmelliğini, gaflet ve acizlikten uzak olduğunu ispatlamaktadır.”
Ebû Süleyman ise bu ismi
şöyle açılar: “Muhît, gücü bütün varlıkları kuşatandır. O, “İlmiyle her şeyi
sarıp-kuşatan”[991]
ve “Her şeyi sayı olarak sayıp-tesbit eden”[992]dir.”[993]
Allah, ilmi, gücü,
merhamet ve üstünlüğü ile her şeyi kuşatmıştır. O, ilmi ile bütün bilgileri, görmesi
ile bütün görülenleri, işitmesi ile bütün işitilenleri kuşatandır. O’nun
dilemesi ve kudreti bütün varlıklar üzerinde geçerlidir. Merhameti, göklerdeki
ve yerdeki bütün varlıkları kapsayacak genişliktedir. Bütün varlıkları, izzet
ve üstünlüğü ile yenmiştir. Her şey O’na boyun eğmiştir.[994]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Bazıları Davud et-Tâî’ye
atıcılık hakkında soru sorunca şöyle cevap verdi: “Atıcılık güzeldir. Ancak,
neyi attığına (günlerini nasıl geçirdiğine) iyi bak.”[997]
* * *
﴿ اَلْمَجِيدُ
﴾
MECÎD
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Allah’ın rahmeti ve
bereketleri sizin üzerinizdedir, ey ev halkı şüphesiz O, övülmeye layık
olandır, Mecîd’dir.”[998]
“Arşın sahibidir; Mecîd
(pek yüce)dir.”[999]
el-Hattâbî der ki: “Mecîd,
kerem ve ihsanı bol olandır. Mecd, bolluk ve genişlik anlamındadır. Araplar,
pek cömert, bağışı bol ve geniş olan kimseye “Raculü’n-mâcid” derler.”[1000]
Mecd, zengin (Ganî) ve
zenginlik veren (Muğnî) anlamına da gelebilir. Allah’ın isimlerinden Vâcid,
istediği her şeyi yapmaya gücü yeten anlamına gelir. Mâcid ise, güç ve kudrette
mükemmel olmasının yanında cömertliği, rahmeti, keremi ve ihsanı bol olan
anlamına gelir. Allah, zatında ve bütün sıfatlarında en mükemmel ve eksiksiz
olan, yüce ve üstün olandır.”[1001]
Mecîd, mecd sıfatına
sahip olandır. Mecd, sıfatların bol, geniş ve büyük olmasıdır. Dolaysıyla
Allah’ın bütün sıfatları, bol, geniş ve büyüktür. O, Alîm’dir, ilminde
mükemmeldir. O, Rahîm’dir, rahmeti bütün şeyleri kapsamıştır. O, Kâdir’dir,
hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz. O, Halîm’dir, hilminin sonu yoktur. O, Hâkim’dir,
hükmünde ve hikmetinde eşsizdir. O’nun diğer bütün isim ve sıfatları böyle
eşsiz ve mükemmeldir. Hiçbirinde herhangi bir kusur ve noksanlık yoktur. O’nun
hakkında böyle bir kusur düşünülemez. [1002]
Allah’ın zatı en yücedir.
Bütün fiilleri güzeldir. Bağışı, ikram ve ihsanı pek boldur. Zatın yüceliği ile
fiillerin güzelliği bir araya geldiğinde mecd ortaya çıkar. Her ikisi de Allah’ta
bulunduğu için O, Mâcid’dir. Fakat Mecîd, mübalağa ifade ettiği için Mâcid’den
daha geniş anlamlıdır. Allah, bağışı, ihsan ve ikramı pek geniş olandır.[1003]
Hamîd İle Mecîd Arasındaki Fark
Mecd, büyüklük, genişlik,
bolluk ve üstünlük ifade eden bir sıfattır. Hamd ise ikram sıfatına delalet
eder. Allah hem üstünlük hem de ikram sahibidir. Kulun “Lâ ilâhe illallahu vallahu
ekber” sözünün anlamı şudur: “Lâ ilâhe illallah” sözü Allah’ın ilahlığına ve
bir oluşuna delalet etmektedir. O’nun eşsiz ve tek ilâh olması, O’nu tam bir
sevgiyle sevmeyi zorunlu kılar. “Vallahu ekber” sözü ise Allah’ın büyüklüğüne
ve yüceliğine delalet etmektedir. Bu ise O’nu yüceltmeyi, ululamayı ve büyük
tutmayı zorunlu kılar. Bu yüzden Kur’an-ı Kerîm’in birçok yerinde Hamîd ve Mecîd
birlikte zikredilmiştir. Şu âyetler bu anlama işaret etmektedir:
“Allah’ın rahmeti ve
bereketleri sizin üzerinizdedir, ey ev halk. Şüphesiz O, Hamîd (övülmeye layık)
olandır, Mecîd’dir.”[1004]
“Övgü (hamd), çocuk
edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya (ihtiyacı)
bulunmayan Allah’adır. O’nu tekbir edebildikçe tekbir et.”[1005]
Allah bu âyette Hz.
Peygamber’e, kendisine hamd etmeyi ve kendisini yüceltmesini emretmektedir.
“Celal ve ikram sahibi
olan Rabb’inin adı ne yücedir.”[1006]
“Celal ve ikram sahibi
olan Rabb’inin yüzü (zatı) bakî kalacaktır.”[1007]
İmam Ahmed’in Müsned’inde,
Ebû Hatim’in Sahih’inde ve başka hadis kitaplarında, Enes b. Malik’ten rivayet
edilen Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ya Ze’l-celâli ve’l-ikram’a
(ey celâl ve ikram sahibi olan!) sarılınız.” Hadiste geçen celâl ve ikram,
Allah’ı hamd ve mecd (yüceltme)dir. Buna benzer âyetlerden bir kaçı şöyledir:
“Gerçekten benim Rabb’im
Ganî (kimseye ve hiç bir şeye karşı ihtiyacı olmayan)dır, Kerîm olandır.”[1008]
“Şüphesiz Allah,
affedicidir, güç yetiricidir.”[1009]
“Allah, güç
yetirendir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”[1010]
“O, çok bağışlayandır,
çok sevendir. Arş’ın sahibidir; Mecîd (pek yüce)dir.”[1011]
Kur’an-ı Kerîm’de bu ve
buna benzer birçok âyet bulunmaktadır.[1012]
Hamîd ve Mecîd’in Etkileri
Allah Hamîd (övgüye
layık) ve Mecîd (yüce) olandır. Bu her iki isim de bazı etkiler gerektirir.
Allah’ın günahları affetmesi, sürçmeleri bağışlaması, kötülükleri örtmesi ve
kullarına yumuşak davranması bu etkilerden sadece bir kısmıdır. Allah, hakkını
alma ve cezalandırma gücüne sahip olduğu halde, cezanın miktarını ve günahın
büyüklüğünü bildiği halde kullarını bağışlar. O’nun hilmi (yumuşaklığı),
bilgisinden sonra ortaya çıkar. Affı, kudretinden sonra gelir. Bağışlaması,
hikmet ve üstünlüğünden sonradır. Hz. İsa’nın söylediği gibi: “Eğer onlara
azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan,
şüphesiz Azîz olan da Hâkim olan da sensin sen.”[1013]
Yani Senin bağışlaman, kudretinin ve hikmetinin mükemmelliğindendir. Sen, acizlikten
dolayı affedenler gibi değilsin. Haklarının değerini bilmediklerinden, onları
çiğneyenlere hoşgörülü ve yumuşak davrananlar gibi de değilsin. Aksine sen,
hakkını ve değerini çok iyi bilensin. Hakkını almaya ve onları cezalandırmaya
kadirsin. Ama böyle olmana rağmen sen, bu sıfatların gereklerini yapmaz, affedersin.
İsim ve sıfatların
dünyadaki etkilerini ve işlerin nasıl gerçekleştiğini düşünürsen, bütün
kötülüklerin kullardan kaynaklandığını; Allah’ın bütün isim, sıfat ve
fiillerinde mükemmel olduğunu, hiçbir eksiğinin bulunmadığını görürsün. Bu
isim ve sıfatlar Allah’ın Rablik ve ilahlığını gerektirdiği gibi, O’nun hamd
edilmeye ve yüceltilmeye layık olduğunu da gerektirir.
Allah’ın takdir ettiği ve
gerçekleşmesini sağladığı her fiilde sayısız hikmetler ve sırlar vardır. Bu
fiiller sayesinde kullar, Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıyabilmekte, O’nu
sevmekte, anmakta, şükretmekte, bu isim ve sıfatlarla O’na ibadet
etmektedirler. Her ismin ilim, marifet ve hal olarak kendisine has bir ibadet
türü vardır. İnsanlar arasında ibadette en ileri olanlar, insanların bildikleri
bu isim ve sıfatların tamamıyla Allah’a ibadet edenlerdir. Bu kimselere için
bir isimle dua ve ibadet etmek, başka bir isimle dua ve ibadet etmeye mani
olmaz. Oysa diğer insanlar Kâdir ismiyle Allah’a dua ve ibadet ederken genelde
Allah’ın Halîm ve Rahîm isimlerini o an düşünemezler. Dolaysıyla Kâdir ismi,
diğer isimleri perdelemiş olur. Aynı şekilde Mu’tî (veren) ismiyle dua edenler,
o an Mâni’ ismini düşünemezler. Böylece Mu’tî ismi, Mâni’ ismini perdelemiş
olur. Veya Rahîm, Afüv, Gafûr isimleriyle dua edenler Allah’ın Müntakım
olduğunu düşünmezler. Böylece bu isimler, el-Müntakım ismini perdelemiş
olurlar. Vedûd, Latîf, Ber, Muhsin gibi isimlerle dua edenler Allah’ın Adl, Cebbâr,
Azîm, Kebîr isimlerini düşünmezler. Oysa ibadette ileri olan kullar, bütün bu
isimleri birlikte düşünür, dua ve ibadet eder, biriyle ötekisini perdelemezler.
Allah’a yönelen ve O’nun
yolunda yürüyenlerin mükemmel metodu işte budur. Bu metot, Kur’an’ın kalbinden
şu âyetten çıkarılmıştır: “İsimlerin en güzeli Allah’ındır. Öyleyse O’na
bunlarla dua edin.”[1014]
Bu isimlerle dua etmek, Allah’tan istemek ve O’na ibadet etmek anlamına gelir.
Bu şekilde Allah, kullarından kendisini bu isim ve sıfatlarla tanımaya, övmeye
ve bunlarla kendisine ibadet ederek nasiplerini almaya çağırmaktadır.[1015]
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Bu ismi bilen, daima
Allah’ı yüceltir; O’nun hakkındaki bilgisi (marifeti) artar. Bu ismin “Zü’l-celali
ve’l-ikram”ın kapsadığı bütün isimleri kapsadığını anlar. Allah’ın iyiliğinin
güzel, bağış ve ihsanının bol, üstünlüğünün aşılmaz ve hiçbir fiilinin çirkin
olmadığına kesin bir bilgiyle inanır.[1016]
* * *
﴿ اَلْمُحْسِنُ
﴾
MUHSİN
Bu isim Kur’an-ı Kerîm’de
isim olarak değil, fiil olarak şöyle geçer: “Doğrusu Rabb’im bana iyilik
etti de beni zindandan çıkardı ve sizi çölden buraya getirdi.”[1017]
Muhsin kelimesi, iyilik
yapan, iyilik sahibi, bağışta bulunan ve minnet etmeden veren gibi anlamlara
gelir.
İbn Arabî der ki: “Muhsin
(iyilik yapan), Mücmil (güzelleştiren) ve Mufaddil (fazlından veren) gibi
isimler, Kur’an ve hadislerde isim olarak değil, fiil ve daha değişik
şekillerde geçmektedir. Hepsi de güzel anlamlı kelimelerdir. Ancak Allah,
kendisini isimlendirdiği isimlerle isimlendirilir. Muhsin ismi Kur’an’da fiil
olarak şöyle geçer: “Doğrusu Rabb’im bana iyilik etti de beni zindandan
çıkardı.”[1018]
Cemîl ismi Hz. Peygamber’in hadislerinde geçer. Bu ismi daha önce açıklamıştır.
Cemîl isminin “Mücmil” (güzelleştiren) anlamında olduğu söylenmiştir. Mufaddil
ismi de Kur’an ve hadislerde isim olarak geçmez. Fiil ve değişik şekillerde geçer.
Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah büyük fazl sahibidir.”[1019]
Mün’im ismi de Kur’an’da fiil olarak şöyle geçer: “Rabb’im, bana verdiğin
nimetler adına, artık suçlu-günahkârlara destekçi olmayacağım.”[1020]
Nimet, sonucu güzel çıkmasa da kişiye yarar sağlayan her bağış ve ihsandır. Allah’ın
inkarcılara söyledi şu söz, nimetin bu anlamda olduğuna işaret etmektedir: “Allah’ın
nimetlerini hatırlayın…”[1021]
Mün’im ve Mufaddil, Kur’an’da
bu söylediğimiz şekilde geçmektedir. Muhsin, “ahsene” fiilinden ism-i fail
(etken sıfat fiil) olup, iyilik eden, ihsanda bulunan anlamındadır. Allah’ın,
kullarına ve bütün varlıklara ihsanı pek açıktır. Öyle ki, onları adeta ihsana,
fazlına, cömertlik ve inama boğmuştur. el-Aklîşî der ki: “Allah’ın kullarına
inam ve ihsanı üç türlüdür. Bunlar, temel ihsanlar, aracı ihsanlar ve
tamamlayıcı ihsanlardır.
Temel ihsanlar, üç bölümden oluşur.
Aracı ihsanlar, temel ihsanlar ile tamamlayıcı
ihsanlar arasında bağ oluşturan ihsanlardır. Bu ihsanlar altı bölümden oluşur.
Şöyle ki:
Tamamlayıcı ihsanlar,
Allah’ın kuluna inam ve ihsan ettiği gizli bilgiler ve manevi latifelerdir.
Allah bu inam ve ihsanlarla kulunu mükemmelleştirir, hemcinsleri arasında onu
yüceltip onurlandırır. Bu tür ihsanlar beş bölümdür. Bunlar:
Vehb b. Münebbih
anlatıyor: Elli yıl Allah’a ibadet eden bir âbid vardı. Allah kendisine: “Seni
affettim” diye vahyetti. Âbid: “Ey Rabb’im! Beni neden affedersin? Ben günah
işlemedim ki!” der. Bunun üzerine Allah, boynundaki bir damara hızlıca atmasını
emreder. Atmanın şiddetinden âbid ne uyuyabildi ne de namaz kılabildi. Ağrı
gittikten sonra uyumaya başladı. Rüyasında yanına gelen meleğe, damarın hızlı
atmasından duyduğu acıyı şikayet etti. Melek ona: “Rabb’in sana diyor ki:
Senin elli yıllık ibadetin, sadece bu damarın sükun bulmasına eşittir” dedi.[1033]
* * *
﴿ اَلْمُصَوِّرُ
﴾
MUSAVVİR
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “O Allah ki, yaratandır, kusursuzca var edendir, ‘şekil ve sûret’
verendir.”[1034]
el-Halîmî der ki: “Musavvir,
eşyaların görünümlerini dilediği şekil ve biçimde düzenleyendir. Allah’ın mükemmel
ve örneksiz yarattığını kabul etmek, bu yaratılışın ardından gelecek şeyleri
kabul etmeyi gerektirir.”
el-Hattâbî ise Musavvir
ismini şöyle açıklar: “Musavvir, birbirleri ile tanışmaları için varlıkları
değişik sûretlerde yaratandır. Tasvir, planlamak ve şekil vermek demektir.
Allah, insanı annesinin karnında üç evreden geçirmiştir. Bu evrelerin her biri
birbirinden farklıdır. İnsan, annesinin karnında önce bir kan pıhtısıdır. Sonra
bir et parçasına dönüşür. Ardından bir şekil alır. İşte insan, bu evrede şekil
ve sûretini kazanır. “Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.”[1035]
Kasım b. Muhammed
anlatıyor. Hz. Aişe bana şöyle haber verdi: “Üzerinde çeşitli resimler bulunan
bir çarşafla örtünmüştüm. Hz. Peygamber yanıma girince çarşafın üzerindeki
resimleri gördü. Bunun üzerine yüzü kızardı ve çarşafı alıp elleriyle yırttı.
Ardından şöyle söyledi: “İnsanlara arasında kıyamet günü azabı en şiddetli olanlar,
Allah’ın yarattıklarına benzer şeyler yapanlardır.”[1036]
Buhârî, Ebû Zür’a’dan
rivayet ediyor. Ebû Hüreyre’nin yanına girdim. Ebû Hüreyre ellerini koltuk
altlarına kadar, ayaklarını da dizlerine kadar yıkadığını görünce: “Bu nedir
ey Ebû Hüreyre?” dedim. Ebû Hüreyre: “Bu, bir süs ve ziynettir” dedi. Sonra
duvarı süsleyen bir resmi görünce dedi ki: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah
şöyle buyuruyor: “Benim yarattıklarıma benzer şeyler yapanlardan daha zalim kim
olabilir? Böyle yapanlar bir tane ve zerre yaratsınlar bakalım!”[1037]
Kurtubî der ki: “Musavvir,
resim çizen ve onlara çeşitli şekiller verendir. Musavvir, daha çok insan,
hayvan ve benzeri şeylerin resimlerini çizenler için kullanılır. Fakat tasvirin
asıl manası, planlamak ve şekil vermektir. Allah, insanı annesinin karnında üç
aşamadan geçirerek yaratmıştır. Öncelikle insanı bir kan pıhtısına sonra da bir
et parçasına dönüştürmüş, ardından ona bir şekil ve biçim vermiştir. İşte
tasvir bu aşamada ortaya çıkmaktadır. Allah, insanın tanınacağı ve başkasından
farklı olacağı şekil ve biçimi bu evrede vermektedir. Yaratıcıların en güzeli
olan Allah, ne yücedir.
İbn Kesir ise şunları
söyler: “Musavvir, bir şeyi dilediği zaman ona sadece: “ol” der, o da istediği
şekil ve biçimde oluverir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Dilediği bir sûrette
seni tertip etti.”[1038]
Bu yüzden Musavvir, yaratmak istediğini istediği şekil ve biçim üzere
yaratandır.”[1039]
Musavvir, organları
birbiriyle uyumlu halde yaratan ve onlara dilediği biçimi veren anlamına da
gelir. Allah, insanı en güzel şekilde yarattığını bize şöyle haber verir: “Doğrusu,
biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”[1040]
Musavvir’in, “Genel
olarak insanların dış görünümlerini (zâhirini) süsleyen ve sırlarını
aydınlatan” anlamına geldiği de söylenmiştir.[1041]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Kul, Allah’ın bu isim ve
sıfatını bilmekle Rabb’ine daha çok ibadet etmesi ve kulluk yapması gerektiğini
anlamalıdır. Kulluk, içtenlik ve samimiyetle yerine getirilen ibadetlerdir.
Böyle bir kulluk ancak, bütün varlıkları yaratan, zamanı evirip çeviren ve
varlıkları oluşturan Allah’a yapılabilir.
* * *
﴿ اَلْمُحْيِي
- اَلْمُمِيتُ
﴾
MUHYÎ
- MÜMÎT
Her iki ismin anlamı pek
açıktır. Mümît isim olarak Kur’an’da ismi geçmez, fiil olarak geçer. Muhyî ismi
ise hem isim hem de fiil olarak Kur’an’da geçer. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki: “Allah sizi
diriltiyor, sonra sizi öldürüyor, sonra da kendisinde hiç bir kuşku olmayan
kıyamet günü O sizi bir araya getirip-toplayacaktır.”[1042]
“Gerçek şu ki,
dirilten ve öldüren biziz, biz. Ve dönüş de bizedir.”[1043]
“Hiç şüphesiz O, ölüleri
de gerçekten diriltecektir.”[1044]
Her iki isim, Tirmizî’nin
rivayet ettiği hadiste birlikte geçmekte olup, Allah’ın fiilî sıfatları
arasında yer alırlar. Zira yaşatmak ve öldürmek Allah’ın bir fiilidir.
el-Hattâbî bu isimleri
şöyle açıklar: “Muhyî, ölü spermayı diriltip ondan canlı bir varlık
çıkarandır. Öldükten sonra ruhları tekrar iade ederek çürümüş bedenleri
yeniden diriltendir O’dur. Kalpleri marifet nuru ile aydınlatıp dirilten,
ölümünden sonra üzerine yağmur yağdırarak toprağı yeniden dirilten ve ondan
bitkiler çıkaran da O’dur.
Mümît ise, canlı varlıkları öldürendir. Allah ölüm ile
sağlıklı ve güçlü olanların gücünü yok eder. O, her şeyi yaşatan ve öldüren,
her şeye kadir olandır. Allah, yaşatma sıfatı ile övündüğü gibi, öldürme sıfatı
ile de övünür. Bu, hayır ve şerrin, yarar ve zararın yalnız O’ndan geldiğini,
mülkünde hiçbir ortağı bulunmadığını, yalnız kendisinin bâki ve ebedi olduğunu,
kendisinin dışındaki bütün varlıkların fani olduğunu bilmemiz içindir. Kalpler,
ilimle, marifetle, iyi ve erdemli insanlarla oturmakla aydınlanıp hayat bulduğu
gibi, cehalet ve bilgisizlikle, iyi ve erdemli insanlardan uzak durmakla,
arzularının peşinden gitmekle, oyun ve eğlencelere dalmakla, dünya metaı elde
etmeye çalışmakla ve Allah’tan gafil olmakla da katılaşır ve karanlığa bürünüp
hayatiyetini kaybeder.”[1045]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Her müslüman, mutlak
olarak yalnız Allah’ın yaşatan ve öldüren olduğunu bilmeli ve inanmalıdır.
Lanetli Nemrut ve Kaderiye mezhebinin iddia ettiklerine inanmamalıdır. Allah
dostu İbrahim Peygamber Nemrut’a gelip: “Benim Rabb’im, dirilten ve öldürendir”[1046]
deyince, inkarcı Nemrut: “Ben de diriltir ve öldürürüm”[1047]
demiş, sonra da zindandan ölüme mahkum edilmiş bir mahkumu çağırtıp serbest
bırakmış, suçu olmayan birini de tutup öldürmüş ve: “İşte bak! Ben de diriltip
öldürdüm” demişti. Oysa Nemrut, bu iddiasında yanılmıştı. Çünkü O, gerçekte diriltmemiş
ve öldürmemişti. Kendisinden başka kimselerin de yapabileceği, insanın
iradesine bağlı öldürme ve affetme fiilini işlemişti. Ancak O, gerçek delili
yalanlamak, halkı aldatmak ve zihinlerini bulandırmak için gerçek delilin
karşısına mecazi bir anlamla çıkmıştı. Bunun üzerine Allah dostu İbrahim
peygamber, insanların iradesine bağlı olmayan ve mecaz bir anlam ifade etmeyen
başka bir gerçek delille Nemrut’a karşı çıkmış ve: “Şüphe yok ki, Allah
güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir…”[1048]
deyince inkarcı Nemrut, afallayıp kalmış ve pes olmuştu. Ancak buna rağmen İbrahim
Peygambere inanmamış ve başka gerekçeler uydurmuştu.
İbrahim peygamber, Rabb’ini
mecaz ve gerçek anlam ifade eden diriltme ve öldürme sıfatları ile tanımladığında
gerçek anlamı kastediyordu. Ancak Nemrut, buna mecaz anlamla cevap vererek
kavminin zihnini bulandırmıştı. Bunun üzerine İbrahim Peygamber, bu tartışmayı
burada bırakıp kesinlikle mecaz ifade etmeyen, zihinleri bulandırmayacak başka
bir somut örneğe geçti. İşte burada inkarcı Nemrut afallayıp kaldı ve İbrahim’e
hiçbir cevap veremedi. Ona: “Ben de güneşi doğudan getirebilirim” diyemedi.
Çünkü akıl sahibi herkes kendisini yalanlardı. Nemrut, başka gerekçeler ileri
sürerek İbrahim Peygamberin ateşe atılmasını emretti. Ancak Allah, İbrahim Peygamberi
ateşte yanmaktan korudu. Zorbaların adeti işte böyledir. Bir şeyden yüz çevirdiklerinde
ve delil getirmekte acze düştüklerinde, hemen cezalandırma yolunu tercih
ederler.[1049]
* * *
﴿ اَلْمَلِكُ
- اَلْمَلِيكُ
﴾
MELİK
- MELÎK
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Hak Melik olan Allah
pek yücedir. Ondan başka ilâh yoktur; Kerîm olan Arş’ın Rabb’idir.”[1050]
“Oldukça kudretli,
mülkünün sonu olmayan (Allah)ın yanında doğruluk makamındadırlar.”[1051]
“De ki: “Ey mülkün
sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü
çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır senin
elindedir. Gerçekten sen, her şeye güç yetirensin.”[1052]
Allah, gerçek mülk
sahibidir. O’nun bu sıfatı, yücelik, büyüklülük ve üstünlük sıfatlarındandır.
Her şeye egemen olan, bütün işleri bir düzen içinde yürütüp idare eden O’dur.
Kulları üzerinde mutlak tasarruf sahibidir. Emir ve yasaklar koymak, sonra da
bunlara uyanları ödüllendirmek, uymayanları da cezalandırmak O’nun hakkıdır.
Yer ve gökler O’nundur. Bütün her şey O’nun mülküdür. İnsanlar O’nun
kölesidirler ve daima O’na muhtaçtırlar.[1053]
Melik ismi, gerçek
anlamda her yönüyle yalnız Allah içindir. Bu sıfat, Allah’ın diğer bütün kemâl
sıfatlarının var olmasını zorunlu kılar. Çünkü gerçek bir melik olan varlığın
hayat, kudret, irade, görme, işitme ve konuşma gibi sıfatlara sahip olmaması
düşünülemez. Emretmeyen ve yasaklamayan, ödüllendirmeyen ve cezalandırmayan,
veren veya vermeyen, aziz veya zelil kılmayan, ikram ve ihsanda bulunmayan,
intikam alan veya affeden, alçaltan veya yükselten, emir ve yasaklarını
kullarına tebliğ edecek peygamberler göndermeyen bir varlık nasıl melik olarak
nitelenebilir ki? Gerçek melik olan bir varlıkta, bu sıfatlardan hangisi
bulunmaz ki?
Görünen o ki, Allah’ın
isim ve sıfatlarını inkar edenler, kendi melikliklerini Allah’ın melikliğinden
daha mükemmel ve üstün görmektedirler. Bunlar kendileri için kabul ettiklerini
Allah için kabul etmemektedirler. Oysa gerçek meliklik sıfatı, emrinde bulunan
şeyler üzerinde tasarruf edebilmeyi zorunlu kılar. Bu varlıkta olan her şey
Allah tarafından yaratılmıştır. Bu yüzden O’nun eksiksiz ve mükemmel melikliği
başkasına dayanmaz. Buna karşılık her varlık O’na dayanır. Var olmaları, O’nun
yaratması ve dilemesine bağlıdır.
Allah’ın gerçek mülk
sahibi olması, O’nu övmekle yakından ilgilidir. Bu yüzden “Mülk de O’nun, hamd
de O’nun” denilmiştir. Allah’ın hamd ve mülk sahibi olması konusunda insanlar
üç kısma ayrılmışlardır. Peygamberler ve onların izinden gidenler, mülk ve
hamdin yalnız Allah’a ait olduğunu kabul ettiler. Bunlar, Allah’ın mutlak Kâdir
olduğunu, hüküm ve hikmet sahibi olduğunu ve bütün kemâl sıfatların O’nda
bulunduğunu kabul etmişler, O’nu her türlü eksiklikten ve varlıklara
benzemekten tenzih etmişlerdir. Ehlisünnet ve’l-cemaatin görüşü budur. Bunun
dışındaki mezhep ve gurupların iddiaları geçerli değildir, peşlerinden
gidilmez.
Allah, gerçek Rab, gerçek
melik ve gerçek ilâhtır. O, Rab oluşu ile bütün varlıkları yaratmış, Melik
oluşu ile hepsine üstün gelmiş, ilâh oluşu ile de onlara kendisine ibadet
etmelerini emretmiştir. Bu üç sözcüğün içerdiği derin anlamları, yücelik ve
ululuğu iyi düşün. Allah bu üç sözcüğü en güzel bir ifade ve üslup ile Nas sûresinde
birlikte zikretmiştir: “İnsanların Rabb’i, İnsanların Mâliki ve İnsanların İlâhı”.
Bu üç tamlama, imanın bütün temellerini ve Allah’ın güzel isim ve sıfatlarının
anlamlarını kapsamaktadır. Bu üç tamlama, el-Esmâü’l-hüsnâ’nın anlamlarını
şöyle kapsar:
İnsanların Rabb’i
tamlaması Allah’ın şu isim ve sıfatlarını kapsamaktadır: Kâdir, Hâlik, Bâri’, Musavvir,
Hay, Kayyûm, Alîm, Semî’, Basîr, Hasen, Mün’im, Cevâd, Mu’tî, Mâni’, Dâr, Nâfi’,
Mukaddim, Muahhir, Mudil ve Hâdî. Allah bu ve benzeri birçok isim ve sıfatı
hakkıyla hak edendir.
İnsanların Maliki
tamlaması, Allah’ın emreden, yasaklayan, aziz veya zelil kılan gibi kulları
üzerinde dilediği şekilde tasarruf sahibi olduğunu belirten isim ve sıfatları
kapsar. Allah’ın gerçek Mâlik olduğunu belirten isim ve sıfatlar şunlardır: Azîz,
Cebbâr, Mütekebbir, Hakem, Adl, Hâfıd, Râfi’, Muiz, Mudil, Azîm, Celîl, Kebîr, Hasîb,
Mecîd, Velî, Müteâlî, Mâliku’l-mülk ve Muksit. Tüm bu isim ve sıfatlar, Allah’ın
mülk sahibi oluşuna ve dilediği şekilde tasarruf yetkisine sahip olduğuna işaret
etmektedir.
İnsanların İlâhı
tamlaması ise, Allah’ın bütün celâl ve kemâl sıfatlarını kapsar. Güzel ve yüce
isim ve sıfatların tamamı bu tamlamanın kapsamına girer. Böyle bu üç isim (Rab,
Mâlik, İlâh) esmâ-i hüsnânın bütün anlamlarını kapsamış olmaktadır. Allah’ın
bu isimlerle kendisine sığınanları koruması, himayesine alması, insan ve
cinlerin musallat olmasına ve vesvese vermesine mani olması haktır.[1054]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Allah bizim tek Rabb’imiz,
Malik’imiz ve İlâh’ımız olduğuna göre sıkıntı ve musibet zamanlarında O’na sığınmaktan
başka çaremiz yoktur. Bizim O’ndan başka bir sığınağımız, barınağımız ve
mabudumuz yoktur. Bu yüzden sadece O’na dua edilmeli, yalnız O’ndan korkulmalı
ve O’na umut bağlanmalıdır. O’ndan başka kimse sevilmemeli, boyun eğilmemeli ve
itaat edilmemelidir. Yalnız O’na güvenip dayanılmalıdır. Zira umut bağladığın,
korktuğun, dua ettiğin, kendisine güven duyup dayandığın, seni terbiye eden, işlerini
üslenip onları bir düzene koyan ve idare eden Rabb’indir. O’ndan başka Rab
yoktur. O, aynı zamanda senin ve bütün varlıkların gerçek Malik’idir. Sen de
dahil bütün varlıklar O’nun mülküdür. Rabb’in ve Malik’in olan, aynı zamanda senin
gerçek İlâh’ın ve mabudundur. Bir an bile O’na ibadet etmekten uzak
durmamalısın. Senin O’na olan ihtiyacın, hayata ve ruha olan ihtiyacından daha
fazladır. O, senin ve bütün varlıkların gerçek İlâh’ıdır. O’ndan başka gerçek İlâh
yoktur.
Gerçek bir Rabb’e, Mâlik’e
ve İlâh’a sahip olduğunun bilincinde olanlar, O’ndan başkasına sığınmaz, O’nun
dışında kimseden yardım istemez ve O’nun himayesinden başka himaye aramazlar.
Allah, gerçek Rab, Mâlik ve İlâh olmakla, kendisine inananların tek koruyucusu,
hamisi, yardımcısı, destekleyicisi ve dostudur. Onların bütün işlerini
üslenmiş ve himayesine almıştır. Kul, sıkıntı ve felaket anlarında,
düşmanlarıyla karşılaştığı anlarda nasıl Rabb’ine, Mâlik’ine ve İlâh’ına
sığınmasın ki?[1055]
* * *
﴿ اَلْمُعِزُّ
- اَلْمُذِلُّ
﴾
MUİZ
- MÜZİL
Bu her iki isim, Hâfıd ve
Râfi’ isimlerinin hemen peşinden gelir. Muiz ve Müzil isimleri Kur’an’da isim
olarak geçmez, sadece fiil olarak geçer. Yüce Allah şöyle buyurur: “Dilediğini
aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir.”[1056]
Buna karşılık iki isim de hadis-i şeriflerde isim olarak geçmektedir. İslâm
âlimleri bu iki ismin el-Esmâü’l-hüsnâ’dan olduğunda müttefiktirler. Allah kimi
yükseltmişse onu aziz, kimi de alçaltmışsa onu da zelil kılmıştır.
Aziz veya zelil olmak
dünyada gerçekleştiği gibi âhirette de gerçekleşir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Artık
kitabı sağ-eline verilen kişi, der ki: “Alın, kitabımı okuyun. Çünkü ben,
gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım. Artık o, yüksek bir
cennette, hoş bir yaşayış içindedir.”[1057]
Âhirette kitabı sağdan
verilenler aziz kılınmıştır. Sağın karşılığı sol veya arkadır. Kitabı bu yönden
verilenler ise zelil kılınmış ve aşağılanmışlardır.
el-Hattâbî der ki: “Muiz,
düşmanlarına karşı dünyada dostlarına destek verip onları üstün kılan, âhirette
de onları en güzel şekilde ağırlayıp aziz kılandır. Müzil ise, inkar edenleri
dünyada kölelikle, cizye vermekle ve alçaltmakla zelil kılan, âhirette de
onları cezalandırmakla ve ebediyen cehennemde kalmakla zelil kılandır. Bu her
iki isim, Allah’ın fiilî sıfatlarındandır. Bazı âlimler Muiz isminin Allah’ın zatî
bir sıfatı olduğunu ve bu sıfatla üstünlüğünü bize haber verdiğini
söylemişlerdir. Ancak âlimlerin çoğunluğu bu görüşe rağbet etmemiş, bu ismin
fiilî bir sıfat olduğunu kabul etmişlerdir. Allah, “Onlar O’nu sever, O da
onları sever”[1058]
âyetinde olduğu gibi dostlarını methetmekle onları aziz kılmıştır.
Düşmanlarını da “Ebû Leheb’in iki eli kurusun ve kurudu da”[1059]
âyetinde olduğu gibi yererek onları zelil kılmış ve aşağılamıştır.
Allah, dostlarını
kendisine ibadet ve itaat etmede başarılı kılarak onları onurlandırmış ve aziz
kılmıştır. Zira Allah’a itaat etmekten daha üstün bir izzet yoktur. Allah
asilere destek vermeyerek onları zelil kılmıştır. Bu yüzden asiler, günah
bataklığına saplanmışlardır. Allah, dostlarını kanaatkarlıkla aziz, diğerlerini
dünyaya düşkünlükle zelil kılmıştır. Allah, dostlarını, amellerde samimi ve
ihlaslı olmakla aziz, diğerlerini riya ve gösterişle zelil kılmıştır. Allah,
dostlarını nefislerinin arzu ve isteklerini terk etmekle aziz kılmış,
diğerlerini ise arzu ve isteklerine uymakla zelil kılmıştır.
Denilmiştir ki: “Allah,
bir kulunu aziz etmek istediğinde onu kendisine yakınlaştırır ve kendisine
münacatta bulunanlar arasına katar. Bir kulunu da zelil kılmak istediğinde onu
arzu ve isteklerine düşkün yapar, kendisiyle onun arasına bir perde çeker ve
onu kendisine dua etmekten uzaklaştırır.”
Anlatıldığına göre Feth
el-Mûsilî bir yerde otururken kendisine, arzu ve isteklerinin peşinden
gidenlerin sıfatları soruldu. Feth’in yakınlarında, birinin elinde sadece
ekmek, diğerinin elinde ise ekmekle birlikte turşu olan iki çocuk vardı. Elinde
sadece ekmek olan çocuk arkadaşına: “Elindeki turşudan bana da versene” dedi.
Arkadaşı: “Bir şartla. Eğer benim köpeğim olursan veririm” deyince, elinde
sadece ekmek olan çocuk: “Tamam” dedi. Bunun üzerine ekmeğinin yanında turşusu
olan çocuk, arkadaşının boynuna bir ip geçirdi ve tıpkı köpeklerin çekildiği
gibi onu çekmeye başladı. Feth, soru sorana dönüp dedi ki: “Eğer bu çocuk
elindeki ekmekle yetinmiş ve turşuya rağbet etmemiş olsaydı, arkadaşının köpeği
olmazdı.”[1060]
Ruhun kemâle ermesi ve
olgunlaşması ancak, hakkı tanıyıp-bilmek ve onu uygulamak ile mümkün olur. Eğer
kul bunda sabreder ve tamahkarlık etmezse, Rabb’inin ilâhî nurlarını müşahede
etmeye gark olur; Allah’ın dışında her şeyle ilişkisi kesilir ve O’ndan
başkasını düşünemez. İşte mutlak izzet budur. Eğer bunun aksi olursa, o da
mutlak zillet olur.
Bu iki uç arasında farklı
mertebeler vardır. Kimisi izzete, kimisi de zillete daha yakındır. Kimisi de
orta yerlerdedir. İzzet, başkasına ihtiyaç duymamayı gerektirir. Bu anlamıyla
mutlak ve en üstün izzet yalnız Allah’a mahsustur. Bu yüzden Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Şüphesiz, bütün izzet (onur ve yücelik) Allah’ındır.”[1061]
Allah Teâlâ, kendisine daha yakın olanların izzet sahibi olduğunu, kendisine
yaklaştıkça izzetin daha da arttığını bize şöyle haber vermektedir: “İzzet
Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerindir.”[1062]
Ruhlar âlemiyle ilgili
izzet ve zillet durumu böyledir. Bedenler âlemiyle ilgili izzet ve zillet ise,
sağlık, güzellik, mal, makam, asalet, çok arkadaş ve dost, insanların kendisine
muhtaç olması, buna karşılık kendisinin başkalarına pek muhtaç olmamasıdır.
Açıkladığımız bu ruhi ve
bedeni izzet anlamlarına göre aziz ve zelil kılma, Allah’ın fiilî sıfatları
arasına girmektedir. Fakat kimi âlimler, Muiz’i, Allah’ın kendisini
methetmesi, Müzill’i de kendisine yakışmayan sıfatlardan uzak olması şeklinde
açıklamışlardır. Bu anlama göre, her iki isim Allah’ın zatî sıfatları arasına
girmektedir.[1063]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْمُعْطِي
- اَلْمَانِعُ
﴾
MU’TÎ
- MÂNİ’
Muğire b. Şu’be
anlatıyor. Allah Resûlü her farz namazdan sonra şöyle söylerdi: “Allah’tan başka
ilâh yoktur. O, tektir. Hiçbir ortağı yoktur. Mülk ve hamd yalnız O’na aittir.
O, her şeye kadirdir. Ey Allah’ım! Senin verdiklerine mani olacak, mani
olduklarını da verecek kimse yoktur. Senin yardım ve ihsanın olmadıkça hiç
kimsenin yardımı fayda etmez.”[1065]
Hz. Peygamber bir başka
hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Eğer Allah meyvenin yetişmesine mani
olursa, kardeşinin parasını ne ile helal sayacaksın?”[1066]
Âlimler, bu her iki ismin
kullar için de kullanılabileceğini kabul etmişlerdir. Zira Allah, inkârcıları
kötülerken bu isimleri kullanmış ve şöyle buyurmuştur: “Ve onlar, yardıma
engel (mani) olurlar.”[1067]
Mâni’, “menea”, Mu’tî ise
“a’ta” kök fiilinden türetilmiş ism-i fail kelimelerdir. Araplar sarp dağlar
için “Cebelu’n-mâni’”, sağlam kaleler için de “Hisnu’n-mâni’” derler. Çünkü bu
tür kaleler, kendisine sığınanları korur, zarar görmelerine mani olur. Bu ifade
Kur’an’da da kullanılmıştır: “Onlar kalelerinin kendilerini Allah’tan
koruyacağını sanmışlardı.”[1068]
Allah, gerçek anlamda
mani olan ve verendir. Mani olma ve verme kelimelerinin anlamı pek açıktır.
Anlamlarını kısıtlayacak her hangi bir gerekçe yoktur. Men, vermenin zıddıdır. Hz.
Peygamber’in, “Ey Allah’ım! Senin verdiklerine mani olacak, mani olduklarını
da verecek kimse yoktur” duasındaki maksadı budur.
Allah’ın Mâni’ olması,
dünyada olabileceği gibi âhirette de olabilir. Allah’ın dünyada bir şeye mani
olup onu vermemesi, zımnen verme (atâ) içerebilir. Bazen de mani olmak, belâ
vermekten daha ağır olabilir. Allah’ın kendisine dünya malı vermediği bir
kimse, eğer kalbiyle Allah’a yönelir ve içtenlikle O’na itaat ederse, bu mani o
kimse için üstün bir onur ve şeref, büyük bir nimet olmuştur. Bu yüzden Allah
ve Hz. Peygamber, akıl sahiplerini daha çok yoksulluğa ve fakirliğe teşvik
etmiştir. Ancak dünya malı ve nimetleri bir kimseyi hasret ve üzüntüye sokuyor,
kendisine dünyalık verilmemesini bir nimet olarak değil, bir azap ve belâ
olarak görüyorsa, bu kimse her iki dünyada da hayırdan mahrum edilmiş demektir.
Allah bu dünyada kimi,
marifet ve ibadetinden men eder, zikrini onun temel azığı yapmazsa, bu kimse gerçek
anlamıyla bütün hayırlardan mahrum edilmiş demektir. Dünyada bu hayırlardan
mahrum olan, âhirette de hayırlardan mahrum olur. En büyük musibet işte budur.
Hem dünyada hem de âhirette ilâhî ihsanlardan men edilenler, hiçbir zaman mesut
olamazlar. âhiretteki güzelliklerden mahrum olanlara, dünyada sahip oldukları
mal ve mülkleri hiçbir yarar sağlamaz.
el-Halîmî der ki: “Mu’tî,
kullarına nimet veren; Mâni’ ise, nimet vermeyen, onu engelleyendir. Mu’tî
ismiyle birlikte zikredilmedikçe Mâni’ ismiyle dua edilmez.”
el-Hattâbî de der ki: “Allah,
nimet verme ve vermemeye kadir olandır. O’nun vermemesi cimriliğinden değil,
bir hikmetinin gereğidir. Vermesi ise merhametinin ve cömertliğinin gereğidir.”
Bazı âlimler Mâni’
isminin, koruyan, kuşatan ve yardım eden anlamında olduğu söylenmişlerdir.
Yani Mâni’ olan Allah, düşmanlarına karşı dostlarını koruyup himaye eden ve
onlara yardım edendir. Araplar bu sözcüğü koruma ve himaye etme anlamında
kullanmışlardır. Mesela “fülanun fi menatin min kavmih” (Filanca, kendisini
koruyan, himaye eden ve yardım eden bir topluluğun himayesindedir) denilir.
Yine Tufeyl b. Amr ed-Devsî, Hz. Peygamber’e: “Senin sağlam bir kalen ve
koruman var mı?” demiştir. Beyhakî der ki: “Bu anlamda Mu’tî ismi olmadan
sadece Mâni’ ismi ile dua etmek caizdir. Bu yüzden Allah’ın isimlerinin
sayıldığı haberleri zikrederken, Mâni’ ismini Mu’tî isminden ayrı olarak
zikrettik.” Kimisi de Mâni’ ismi yerine Dâfi’ ismini tercih etmiştir. Bu da, Mâni’
isminin korumak ve himaye etmek anlamını güçlendirmektedir.
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Her müslüman, Allah’tan
başka veren olmadığına inandığı gibi O’ndan başka men eden ve engelleyen olmadığına
da inanmalıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah, insanlar için
rahmetinden her neyi açacak olsa, artık onu kısıp-tutacak olan yoktur; her neyi
de kısar-tutarsa, artık onu da ondan sonra salıverecek olan yoktur.”[1069]
“Allah’tan başka
tapmakta olduklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O’nun
zararını onlar kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O’nun
rahmetini onlar tutup-engelleyebilecekler mi” De ki: “Allah, bana yeter.
Tevekkül edecek olanlar, O’na tevekkül etsinler.”[1070]
Gerçek veren ve mani
olanın Allah olduğunu bilen kimsenin, kalbini insanlarla meşgul etmemesi,
onlara güvenip dayanmaması, kanaatkar ve hoşnut bir kalple Rabb’ine yönelmesi
gerekir. Allah kendisine zenginlik verdiğinde, bu zenginliği O’nun yolunda
harcaması; bir şey vermediğinde ise haline kanaat ederek sabretmesi ve bunun
Allah’ın cimriliğinden veya yokluktan olmadığını bilmesi gerekir. Böyle
davrandığı takdirde bu vermeyişin, kendisini dünyevî zenginlikten daha üstün,
daha değerli ve onurlu bir makama çıkaracağını bilmelidir. İnsanlar tarafından
kendisine bir rızık geldiğinde bunun gerçekte Allah’tan geldiğine inanmalı,
insanın sadece bir aracı olduğunu görmelidir. Aynı şekilde insanlardan biri
mani olduğunda, gerçek mani olanın Allah olduğuna inanmalı, aracıları bir kenara
iterek onlarla meşgul olmamalıdır. Allah’ın bütün varlıklar üzerinde güç sahibi
olduğunu, gölgenin gölgesi olduğu şey üzerinde bir etkisi olmadığı gibi
insanların da gerçekte bir etkisi olmadığını bilmelidir. Bu yüzden gerçek fail
olan Allah’ı düşünmeden mani olan insanları kötülememeli, verenleri de methedip
övmemelidir. Allah, iyilik yapan ve vereni övdüğü için övmeli, hayra mani olanı
kötülediği için kötülemelidir.[1071]
* * *
﴿ اَلْمُقَدِّمُ
-
اَلْمُؤَخِّرُ
﴾
MUKADDİM
- MUAHHİR
Her iki isim Kur’an’da bu
şekilde geçmemektedir. Hatta Mukaddim ismi, fiil olarak bile Kur’an’da geçmez.
Ancak Muahhir ismi Kur’an’da fiil olarak şöyle geçer: “Onları gözlerin
dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.”[1072]
Bu iki isim yalnızca
hadislerde geçmektedir. İbn Abbas anlatıyor. Hz. Peygamber Teheccüt (gece)
namazı için geceleyin kalktığında şöyle dua ederdi: “… Öne alan (geçiren) ve
erteleyen (arkaya bırakan) sensin…”[1073]
Bütün İslâm âlimleri
Allah’ın bu isimleri olduğunu kabul etmiş ve üzerinde görüş birliğine
varmışlardır. Birini zikretmeden yalnız ötekiyle dua etmek caiz değildir. Her
iki ismin anlamları açıktır. İkisi de Allah’ın fiilî sıfatlarındandır.
Dilediğini yükseltip dilediğini alçaltan, dilediğini aziz kılıp dilediğini
zelil eden, dilediğini kendisine yakılaştırıp dilediğini uzaklaştıran O olduğu
gibi, öne alan ve arkada bırakan da O’dur. Öne alınan kimse yüksek mertebeler
çıkar. Geri bırakılan ise en aşağı mertebelere iner.
el-Halîmî der ki: “Mukaddim,
yüksek mertebelere çıkartan; Muahhir, yüksek mertebelerden indirendir. Allah,
nebileri ve dostlarını kendisine yakınlaştırarak ve onlara hidayet vererek
yükselten, düşmanlarını da kendisinden uzaklaştırarak alçak mertebelere
indiren ve kendisiyle onlar arasına perde koyandır. Allah, henüz varlıkları
yaratmadan önce bütün ölçüleri koymuş ve her şeyi takdir etmiştir. Sevdiği
kullarını diğer insanlardan üstün tutmuş ve insanları birbirinden üstün
kılmıştır. Bu O’nun dilemesidir. “O, yaptıklarından sorulmaz, oysa onlar
sorguya çekilirler.”[1074]
İbn Kayyim’in bu isimler hakkındaki
görüşü şöyledir: “Mukaddim ve Muahhir sıfatları, Allah’ın hem fiilî hem de zatî
sıfatlarındandır. Zira her ikisi de şu üç sıfata (Kudret, İrade ve Hikmet)
dayanmaktadır. Bu üç sıfat, Allah’ın kendi zatı ile kâimdir. Allah bu sıfatlara
sahip olduğu gibi, bunların gerektirdiği diğer bütün sıfatlara da sahiptir.
Dolaysıyla öne almak-arkaya bırakmak, yarar sağlamak-zarar vermek,
vermek-mahrum bırakmak, yükseltmek-alçaltmak gibi kâinatta meydana gelen her
şey O’ndan kaynaklanmaktadır. Bu konuda duyu organları ve akılla kavranan
şeyler arasında fark olmadığı gibi din ve dünya ile ilgili olan şeyler arasında
da bir fark yoktur. Bu isimlerin fiilî sıfatlardan olmasının anlamı işte budur.
Kelamcıların iddia ettiği gibi değil.”[1075]
Mukaddim ve Muahhir
isimleri hakkında el-Hattâbî der ki: “Eşyayı yerli yerine koyandır. O,
dilediğini öne koyar dilediğini de arkaya koyar. O, daha varlıkları yaratmadan
her şeyi takdir etmiştir. Sevdiği dostlarını diğer insanlardan üstün tutmuş ve
kendisine yakınlaştırmıştır. İnsanları birbirinden üstün kılan yine O’dur.
Allah, dilediği kimseleri başarılı kılıp öne çıkarmış, dilediklerini de geri
bırakmıştır. Her şey O’nun ilmi, iradesi ve hikmeti doğrultusunda
gerçekleşmektedir. Geri bıraktığını öne çıkarmaz, öne çıkardığını da geriye bırakmaz.
Bu iki ismi birlikte zikretmek, ayrı zikretmekten daha güzeldir.[1076]
Allah, bazı insanlara
ilim, ibadet ve başarı vermekle üstün kılmış ve onları öne geçirmiştir.
Bazılarını da bu dereceler ulaşmaktan mahrum bırakarak geri bırakmıştır. Hz.
Muhammed’i en üstün mertebeye çıkarmış ve şöyle buyurmuştur: “Senin zikrini
(şanını) yücelttik.”[1077]
Buna karşılık Ebû Leheb’i en aşağı mertebeye indirmiştir. Bu iki mertebe, pek
açıktır. Aralarında birbirinden farklı çeşitli mertebeler vardır.[1078]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Allah, öne çıkarırken
veya arkaya koyarken bunu kendi iradesine göre aşamalı bir şekilde yapar.
Gökleri ve yeri altı günde yarattığı gibi... Allah, Kur’an’da göklerin ve yerin
altı günde yaratıldığını bize açık bir şekilde haber vermiştir. Gökleri iki
günde, yeri ve içinde bulunanları da dört günde yaratmıştır.
Bu nedenle müslüman da, Hâfıd
ve Râfi’ isimlerinde açıklandığı gibi Allah’ın öne çıkardığını öne çıkarmalı,
arkaya koyduğunu arkaya koymalıdır. Allah’ın ibadet etmekle yükseltip aziz kıldığı
kimseye saygı duymalı ve ona yakın olmalı, günah işleyerek zelil kıldığı
kimseden de uzak durmalıdır. Bu kimse günah işlemeyi terk eder ve tevbe
ederse, o zaman kendisine yaklaşmalı ve saygı duymalıdır.[1079]
Anlatıldığına göre Bağdat’ta
salih bir adam vardı. On beş yıldır ezan okuyordu. Bir gün minareye çıktığında
gözü hıristiyan bir kadını gördü ve ona aşık oldu. Bir süre sonra onunla
buluşmaya başladı. Kadın, İslâm’ın yasakladığı fiilleri ona işletti. Adam içki
içtikten sonra sarhoş oldu. Sarhoşluk yüzünden ayağı kaydı ve damdan düşerek
öldü. Bu nedenle daima kötü sondan, günahları öne alıp ibadetleri geriye
bırakmaktan Allah’a sığınırız.[1080]
* * *
﴿ اَلْمُدَبِّرُ
- اَلْمُقِيتُ
﴾
MÜDEBBİR
- MUKÎT
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Şüphesiz sizin Rabb’iniz, altı günde gökleri ve yeri
yaratan, sonra da arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren Allah’tır. Onun izni
olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz.”[1081]
el-Halîmî der ki: “Müdebbir,
işleri, sonucu güzel olacak şekilde evirip çeviren, idare eden anlamına gelir.
Kelime, arka, son gibi anlamlara gelen “dübür” kökünden türemektedir.
Dolaysıyla Allah, ilminin bir gereği olarak işlerin sonuçlarına bakar ve ona
göre olaylara müdahale eder. Allah, her şeyi daha olmadan önce nasıl olacağını
ezeli ilmiyle bilir. Bu yüzden sonucu O’na gizli olan hiçbir şey yoktur.”[1082]
Mukît ismi Kur’an’da
şöyle geçer: “Allah her şeye azığını verir.”[1083]
Mukît, her insana ve
hayvana zamanına göre ve peş peşe azığını veren demektir. Allah bütün
canlıların rızık ve azıklarını, varlıklarını devam ettirecek şekilde veren,
daha sonra da kendileri için belirlediği süre bitince bu azıkları kesip
varlıklarına son verendir.”[1084]
Mukît ismi bu yönüyle Müdebbir
ismiyle ilişkilidir. Çünkü Müdebbir, işleri düzenlemek ve idare etmek anlamındadır.
Bu düzen ve idarenin en başında ise, varlıkların yaşamalarını sağlayan azık ve
rızkları düzenleme ve bunları zamanında kendilerine ulaştırma işlemi gelir.
Mukît ismi için çeşitli
tanımlamalar yapılmıştır. Bu tanımlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
* Mukît, bir şeyi
koruyandır.
* Mukît, her canlıya
azığını verecek güçte olandır.
* Mukît, güçlü ve
kuvvetli olandır. Buna göre Mukît ismi Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Mukît azık
veren anlamında olduğunda ise, tıpkı Vehhâb ve Rezzâk isimleri gibi Allah’ın fiilî
sıfatları arasında yer alır.[1085]
* İbn Abbas, Mukît ismini
Muktedir (güç ve kuvvet sahibi) veya amellerin karşılığını veren şeklinde
açıklamıştır.
* Mücahid ise bu ismi,
şahit olan, gören, hesaplayan şeklinde açıklamıştır.
* Katâde ve İbn Kesir,
koruyan şeklinde tanımlamışlardır.
* Mukît, gücü yetendir.
* Mukît, rızık verendir.
O, ilmi gereğince takdir ettiği miktarda herkese rızık ve azık verendir.[1086]
Allah her varlığa,
varlığını sürdürecek kadar azık ulaştırır. Bütün varlıkların rızklarını yalnız
kendi düzeni, tedbiri ve hikmeti gereğince dilediği şekilde dağıtır.[1087]
Şunu bil ki, azıkların
durumu türlü türlüdür. Allah kimi varlıkların azıklarını yiyeceklerden,
kimilerinkini zikir ve ibadetten, kimilerinkini de ilâhî keşif ve müşahedeler
türünden yaratmıştır.[1088]
Allah insanı yaratırken ta baştan şöyle buyurmuştur: “Yerde olanların tümünü
sizin için yaratan O’dur.”[1089]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
1- Her müslüman, Allah’tan
başka kulların ihtiyaçlarını karşılayan, işlerini düzenleyip yürüten, onlara
azık ve rızık veren olmadığını ve en üstün rızkın akıl nimeti olduğunu
bilmelidir. Allah bu nimeti kime vermişse onu yükseltmiş, kimi de bu nimetten
mahrum bırakmışsa onu da alçaltmıştır.[1090]
﴿ اَلْمَناَّنُ
﴾
MENNÂN
Bu isim Kur’an’da fiil olarak şöyle geçmektedir:
“Andolsun ki Allah, mü’minlere lütufta bulunmuştur.”[1092]
“Aksine, sizi imana yöneltip-ilettiği için Allah size
minnet etmektedir.”[1093]
Mennân ismi, Enes b. Malik’in rivayet ettiği bir hadiste
şöyle geçmektedir: “O, Mennân (iyilik ve lütufta bulunan)’dır. Gökleri ve yeri
örneksiz yaratandır.”[1094]
el-Halîmî der ki: “Mennân, büyük bağışlarda bulunandır.
Allah, insanı yaşatan, ona akıl, mantık ve güzel bir şekil verendir. Ona bol
nimetler veren, sayısız bağış ve lütuflarda bulunandır.”[1095]
Öyle ki Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya
kalkarsanız, onları sayamazsınız.”[1096]
el-Hattâbî bu ismi “Kendisinden isteyene veren” şeklinde
açıklar.
ez-Züccâcî ise şöyle söyler: “Mennân, minnet etmek, iyilik
yapmak anlamına gelen “menne” kökünden türemektedir. Bu Allah için, kullarını
rızıklandırmak, onlara inam ve ihsanda bulunmak, nimetler vermek anlamına
gelir.”[1097]
Allah’ın Lütuflarından Bazı Örnekler
Övülen ve Yerilen Minnet
Övülen minnet, kulun dünyevî
bir amaca kavuşma arzu ve isteği olmadan, sadece Allah rızası için yaptığı iyilik
ve bağıştır. Hz. Peygamber şu sözlerinde bu tür minnete vurgu yapmaktadır: “İnsanlar
arasında malıyla bana en çok minnet eden (iyilik yapan) Ebû Bekir’dir.” Bir
başka hadiste ise şöyle buyurmuştur: “Bana, Ebû Kuhafe’nin oğlundan (Hz. Ebû Bekir)
daha fazla minnette (iyilikte) bulunan yoktur.”[1100]
Burada minnet, büyük yardımlar yapmak anlamındadır. Şu âyetler bu anlamı
pekiştirmektedir:
“Andolsun ki, Allah mü’minlere
lütufta bulunmuştur.”[1101]
“Bundan önce siz de
böyle idiniz; ancak Allah size lütufta bulundu…”[1102]
“Andolsun, biz Musa’ya
ve Harun’a lütufta bulunduk.”[1103]
“Allah, bize lütufta
bulundu ve bizi kavurucu azaptan korudu.”[1104]
“Allah kullarından
dilediğine lütufta bulunur…”[1105]
Bu âyetlerde geçen minnet
sözcüğü gerçek anlamıyla lütufta bulunmak anlamındadır. Bu ise yalnız Allah için
geçerlidir. Kullarına böyle büyük lütuflarda bulunan Allah’a, razı oluncaya
kadar hamd olsun. Razı olduktan sonra da O’na hamd olsun. Başta da sonda da
hamd yalnızca O’na aittir. Övülen bütün bu lütuflar Allah’ın fiilleriyle
alakalıdır.[1106]
Yerilen minnet ise,
insanın yaptığı bir iyiliği hatırlatması, tekrarlaması ve başa kakmasıdır. Bu
tür minnet yerilmiş ve sahipleri kötülenmiştir. Yüce Allah Şöyle buyurur: “Ey
iman edenler, başa kakarak ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın.”[1107]
Hz. Peygamber de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Allah, kıyamet günü üç
kişi ile konuşmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için acı bir azap vardır.
Bunlar, yolu kapatan, iyiliği başa kakan ve yalan yeminle malını satanlardır.”[1108]
Allah, sözlü ve ameli her
türlü minneti kötülemiş ve yasaklamıştır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Yaptığın
iyiliği çok görerek başa kakma.”[1109]
İbn Kesir bu âyeti, “Yaptığın amelleri çok görerek Rabb’ine minnette bulunma”
şeklinde tefsir etmiştir.[1110]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Bu ismi bilen müslüman,
Allah’ın kendisine verdiği nimetlerle herhangi bir kimseye iyilik yaptığında,
bu iyiliğini asla başa kakmamalı, iyiliğini küçük görüp onu unutmalıdır.
Üstünlüğü kendinde değil, bu iyiliği kabul edende görmelidir.
İlahi müşahede sahipleri,
Allah dışında her şeyle ilişkileri kesilmiştir. Onlar sadece Rablerini ve
kendilerine bağışladığı lütuf ve ihsanları düşünürler. O’nun sebepleri var eden
olduğunu bildikleri için olaylarla ilgilenip kendilerini boş yere meşgul
etmezler. Mevlâ’sını müşahede etmesi, başka varlıkları görmesine mani olur. Bu
durum, bütün içtenliğiyle Allah’a muhtaç olduğuna inanan bu kulun, tüm hayatına
yansır. Her şeyde Mevlâ’sının izzet ve üstünlüğünü, lütuf ve ihsanını görür.
İzzet ve onuru başka yerde aramaz.[1112]
* * *
﴿ اَلْمُؤْمِنُ
-
اَلْمُهَيْمِنُ
﴾
MÜ’MİN
- MÜHEYMİN
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir, Kuddûs’tur,
Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir…”[1113]
Müfessirler, Allah’ın Mü’min
ismini şöyle açıklamışlardır.
İbn Abbas: Kullarına,
kendilerine zulmetmeme güvencesi verendir.
Katâde: Sözünün doğru
olduğunu ispatlayandır.
İbn Zeyd: Mü’min
kullarını imanlarında yanıltmayan, onlar doğru çıkarandır.
Mücahid: Kendisinin tek
ve eşsiz olduğunu doğrulayandır. Şu âyet bu anlama işaret etmektedir: “Allah,
gerçekten kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti…”[1114]
Allah, kıyamet günü azap
gören mü’minleri cehennemden çıkardıktan sonra onlara der ki: “Mü’min benim,
sizler de mü’minlersiniz”
Peygamberleri
mucizelerle, mü’minleri vaat ettiği sevabı vermekle, inkarcıları da vaat
ettiği azabı vermekle doğrulayandır. Dostlarını, azabından ve onlara
zulmetmekten güvende kılan, kullarını da korkudan kurtarıp güvene
kavuşturandır.[1115]
el-Hattâbî der ki: “İman,
sözlükte tasdik etmek, doğrulamak anlamına gelir. Buna göre Mü’min tasdik eden,
doğrulayan anlamındadır. Bu anlama göre Allah’ın Mü’min ismi iki anlama
gelebilir:
Birincisi, kullarına vaat
ettiğini (ki bu, dünyada paylarına düşen rızkı vermek ve iyi amellerine
karşılık âhirette onlara sevap vermektir) yerine getirerek onları doğrulayandır.
İkincisi, mü’minlerin
kendisi hakkındaki zanlarını doğru çıkarmak, onların ümitlerini boşa
çıkarmamaktır. Hz. Peygamber kutsi bir hadiste Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu
nakleder: “Ben, kullarımın beni zannettikleri gibiyim. Artık benim için dilediği
zanda bulunsun.”[1116]
Müheymin ismi Kur’an’da
Haşr sûresinin son âyetlerinde şöyle geçmektedir: “O Allah ki, O’ndan başka
ilâh yoktur. Melik’tir, Kuddûs’tur, Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir…”[1117]
ez-Züccâcî, el-Hattâbî ve
diğerleri bu ismi şöyle açıklarlar: “Müheymin kelimesinin aslı “Müeymin”dir. Kolaylık
için kelimedeki hemze harfi “ha” harfine dönüştürülmüştür. Arap dilinde bu tür
dönüşümler vardır.”
el-Halîmî der ki: “Müheymin,
kıyamet günü, kendisine ibadet edenlerin ibadetinden ve sevabından bir şey
eksiltmeyendir. Allah, sevap vermekten aciz kalmadığı gibi onu zorlanarak veren
de değildir. Bu yüzden kullarının bazı iyi amellerini gizleme veya inkar etme
ihtiyacı duymaz. O, cimri değildir ki, verdiği sevapları çok görsün ve bu
nedenle bazı amelleri gizlesin. Sevap vermekle kendisinden ve mülkünden bir şey
eksilmez ki, sevabını kısıp sınırlasın. O, mülkünden faydalanan değil ki,
başkası faydalandığında mülkünden bir şey eksilsin.
Allah, iyilerin
iyiliklerinden ve sevabından bir şey eksiltmediği gibi, asilerin de
isyanlarından ve hak ettikleri cezalardan bir şey arttırmaz. Zira yalan ve
haksızlık O’nun hakkında mümkün değildir. Allah, cehennem ehlinin azabını “ceza”
(amellerin karşılığı) olarak adlandırmıştır. Bu yüzden günah olmayan şeyin cezası
(karşılığı) yoktur. Bu da Allah’ın inkarcıların ve asilerin cezalarını
arttırmayacağını göstermektedir.
Müfessirler, Allah’ın Müheymin
ismini “Güvenilir” olarak işte böyle açıklamışlardır. İbn Abbas, Maide sûresi
Mücahid de söz konusu
ifadeyi benzer şekilde açıklamış ve şöyle söylemiştir: “Müheyminen aleyh”,
kendisinden önceki semavi kitapları tasdik eden, doğruluğuna tanıklık edendir.”
Ebû Süleyman ise bu ismi
şöyle açıklamıştır: “Müheymin, kullarının sözlerine ve fiillerine şahit
olandır. Şu âyet bu anlama işaret etmektedir: “Senin içinde olduğun
herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin
işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin
üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey
Rabb’inden uzakta (saklı) kalmaz.”[1118]
Bazı âlimler Müheymin’i “Bir
şeyi gözetleyen ve koruyan” şeklinde tanımlamışlardır. Zira bazı dilbilimciler
kelimenin aslı olan “heymene”nin, bir şeyin başında durmak, gözetlemek ve
korumak anlamında olduğunu söylemiş ve şu mısrayı delil göstermişlerdir:
Peygamberden sonra
insanların en hayırlısı
İyilik ve kötülükte Allah’ın
yolunu koruyanlardır[1119]
İbn Kesir der ki: “İbn
Abbas ve diğerleri, aşağıdaki âyetlerde olduğu gibi bu ismi gören-gözetleyen
anlamında, “Kullarının amellerini görüp-gözeten” şeklinde açıklamışlardır.[1120]
“Allah (c.c.) her
şeyin üzerinde şahid olandır.”[1121]
“Her nefsin bütün kazandıkları üzerinde gözetici
olana mı (başkaldırılır?)”[1122]
Râzî ise Müheymin ismini
şöyle açıklar: “Müheymin, doğrulayan, güvende kılan anlamındaki Mü’min ile
eşanlamlıdır.” Hasan Basri bu ismi “Tasdik eden, doğrulayan” şeklinde
açıklamıştır. Özetle bütün bu tanımlamalar, Müheymin isminin Mü’min ismine
yakın anlam ifade ettiğini göstermektedir. Elbette Allah, en doğrusunu bilir.”[1123]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْمَوْلَى
- اَلْوَلِيُّ
﴾
MEVLÂ
- VELÎ
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Allah’a sarılın, sizin Mevlâ’nız O’dur. O, ne güzel Mevlâ ve
ne güzel yardımcıdır.”[1125]
el-Berâ anlatıyor. Hz.
Peygamber Uhud günü, elli kişiden oluşan okçuların başına Abdullah b. Cübeyir’i
koymuş ve onlara şöyle söylemişti: “Kuşların bizi kapıp kaçırdıklarını görseniz
bile, sakın yerlerinizden ayrılmayınız.”
el-Berâ şöyle anlatmaya
devam ediyor: “Allah’a yemin olsun ki, inkarcılar yenilmiş, kadınların
ziynetlerini ve örtülerini bırakarak çıplak bir şekilde dağlara tırmandıklarını
görüyordum. Bu durumu gören okçular, yerlerini terk edip gitmeye başlayınca
emirleri olan Abdullah b. Cübeyir kendilerine Hz. Peygamber’in sözünü hatırlattı.
Ancak onlar, emirlerini dinlemediler ve çekip gittiler. İşte bundan sonra olan
oldu.
el-Halîmî der ki: “Mevlâ,
kendisinden yardım ve destek beklenendir. Allah gerçek mülk sahibi olduğu için
kulun, O’na sığınmaktan başka çaresi yoktur. Zira köle, ancak sahibinden yardım
bekler.”[1127]
Velî ismi Kur’an’da şöyle
geçer: “O, Velî’dir, Hamîd’dir.”[1128]
el-Halîmî bu ismi şöyle
açıklar: “Velî, işleri düzenleyen, yöneten ve idare edendir. Bu yüzden şehrin
yöneticisine vali, yetimin haklarını üslenene de “Yetimin velisi” denilmiştir.”
el-Hattabi ise bu ismi, “yardım
eden, destek veren” şeklinde açıklamış ve Allah’ın, mü’min kullarına yardım
ettiğini, düşmanlara karşı onları desteklediğini söylemiştir. Şu âyetler bu
anlamı pekiştirmektedir[1129]:
“Allah, iman edenlerin
Velî’si (dostu ve destekçisi)’dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır…”[1130]
“Allah, iman edenlerin
Velî’si’dir; kâfirlerin ise, velisi yoktur.”[1131]
Yani onların yardımcısı ve destekçisi yoktur.
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Bir başka âyette Allah
şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar onlara: “Düşmanlarınız olan insanlar size
karşı toplandılar, onlardan korkun” dediklerinde, bu onların imanlarını
arttırdı ve: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dediler. Bundan dolayı,
kendilerine hiç bir kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah’tan bir
nimetle geri döndüler. Onlar, Allah’ın rızasına uydular. Allah, büyük fazl (ve
ihsan) sahibidir.”[1138]
Allah, bir diğer âyette
kendi taraftar ve dostlarının galip geleceğini bize şöyle haber vermektedir: “Kim
Allah’ı, O’nun Resûlünü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok,
galib gelecek olanlar Allah’ın taraftarlarıdır.”[1139]
O halde ey müslümanlar,
Allah’ın inam ve ihsanına şükürle, O’na itaat etmekle ve O’nu birlemekte
karşılık verin. Eğer böyle yaparsanız Allah, hidâyetini, yardımını ve
marifetini dostlarından asla esirgemez.[1140]
* * *
﴿ اَلنَّصِيرُ
﴾
NASÎR
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”[1141]
Nasîr birçok anlama
gelmektedir. Bu anlamların bir tanesi de yardım etmektir. Nasîr, “Nasara” kök
fiilinden türemekte ve mübalağa ifade etmektedir. Anlamı, “Çokça yardım eden”dir.
Araplar “Allah, düşmanına karşı ona yardım etti” ifadesini sıklıkla
kullanırlar. Nasîr’in çoğulu “Ensâr” (Yardım edenler)dir. Şerîf ve Eşraf gibi.
Aynı kökten gelen “İstinsar” kelimesi yardım istemek, “Tenasere” ise, birbirine
yardım etmek, yardımlaşmak demektir. Yine aynı kökten türetilen “İntisar” kelimesi,
taraf olmak, taraf tutmak, zulmedene galip gelmek, ona karşı zafer kazanmak ve
ondan intikam almak gibi anlamlara gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Zulme
uğradıktan sonra hakkını alan kimselerin aleyhine artık bir yol yoktur.”[1142]
Nasr, korumak ve savunmak
anlamına da gelir. Kur’an, bu anlama şöyle işaret eder: “Eğer O’na isyan edecek
olursam Allah’a karşı kim beni savunur (korur?)”[1143]
Şu mısralar da bu anlamı pekiştirmektedir:
Haram aylar girdiği zaman, terk et Temim
topraklarını
Amir topraklarını savun
(Koru)
Nasîr ismi, Mevlâ (destekleyen),
Muğîs (yardım eden, imdada yetişen), Mücîb (çağrıya cevap veren) gibi isimlerle
aynı manaya delalet eder. aralarındaki fark şudur: Nasr, daha çok birbirine
denk veya denklikten üstün olan durumlarda kullanılır. Kelime aynı zamanda,
hazırlık yapmak, başarılı olmaya çalışmak, gayret etmek, dayanmak ve direnmek
gibi bazı gizli anlamlar da içerir. İmdada yetişmek, daha çok sıkıntı anlarında
kullanılan bir kelimedir. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurur: “Bil
ki, dayanmakla (sabretmekle) birlikte zafer, sıkıntıyla birlikte kurtuluş,
zorlukla birlikte kolaylık vardır.”[1144]
Yüce Allah, sabırla
ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Sabredin! Şüphesiz Allah, sabredenlerle
beraberdir.”[1145]
Yani zafer ve yardımı ile onlarla beraberdir.
Soru: Nasr,
yardım etmek anlamında olduğuna göre, “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O
da size yardım eder…”[1146]
âyetini nasıl açıklayacaksınız? Zira ne sözlerle ne de fillerle O’na yardım
etmek caiz değildir. O’nun hakkında böyle bir şey nasıl düşünülebilir?
Cevap: Bu
soruya birkaç yönden cevap verilebilir. Şöyle ki:
Âyette Nasr sözcüğü Allah’a
izafe edilmiştir. Bu, Allah’ın kendi dinine, peygamberine ve dostlarına verdiği
önemi vurgulamakta ve böylece onları yüceltmektedir. Aşağıdaki âyette de,
yoksulların gönlünü almak için borç almayı kendisine izafe etmiştir: “Allah’a
güzel bir borç verecek olan kimdir?”[1147]
Nasîr isminin kök
kelimesi olan “Nasr” sözcüğü, Kur’an’ın birçok yerinde fiil yapısıyla ve
genellikle Allah’ın kendileriyle yardım gönderdiği meleklere ve mü’minlere
izafet şeklinde geçer. Bu isim, Allah’ın fiilî sıfatları arasında yer alır.
Zafer anlamına da gelen Nasr sözcüğü, gerçekte, dostluk ve sevgiden kaynaklanan
yardımlaşmaları ve mü’minlerin düşmanlarına karşı elde ettikleri üstünlüğü
ifade etmek için kullanılır. Fenalıklar hususunda yapılan yardımlaşmaları veya
inkarcıların üstünlüklerini ifade etmek için bu sözcük kullanılmaz. Bu yüzden
kafirler mü’minleri yendiklerinde “Zafer kazandılar” denmez, “Galip geldiler”
denilir. Bu ince anlam, Kur’an ve hadislerde de vurgulanmıştır. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: “Allah dileseydi, onları size galip kılardı.”[1148]
Hz. Peygamber, âhir zamanda zorba imamlardan söz ettiğinde, onların
inkarcılara karşı “zafer kazanacak”larını haber vermiştir. Bu dönemde gelen
Allah’ın yardımı, dinini yüceltmek ve kelamını baki kılmak içindir. Zira Allah,
günahkar kimselerle dinini güçlendirebilir. Hz. Peygamber, bir hadislerinde bu
gerçeği şöyle ifade eder: “Elbette Allah, bu dini, facir (günahkar) kimselerle
de güçlendirir.”[1149]
Dolaysıyla “nasr” sözcüğü
inkarcılar için kullanıldığında bu, zafer anlamında değil galibiyet
anlamındadır. Gerçekte bu sözcük bu anlamıyla yalnız mü’minler için kullanılır.
Hz. Peygamber’in zorba imamlar için kullandığı “Zafer kazanacaklardır” sözü, “kendilerine
dünyalık mal ve mülk verilecektir” anlamında olabilir. Çünkü Nasr sözcüğü
bazen, vermek anlamında da kullanılır. Araplar “Unsurûnâ nasarakumullah” (Bana
veriniz, Allah da size versin) derler.[1150]
el-Halîmî der ki: “Nasîr,
dostunu teslim etmeyeceğine ve onu yardımsız bırakmayacağına güvenilendir.”[1151]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Müslüman, başarısızlık ve
mağlubiyetin de yalnız Allah’tan geldiğine inanmalıdır. Ancak Allah için “Başarısız”
ve “Mağlup” denilemez. Zira İslâm bu şekildeki adlandırmaları yasaklamıştır.
Zafer ve yardım, üç öğenin bulunmasını gerekli kılar: Yardım eden, yardım
edilen ve aleyhine yardım edilen. Allah’ın mü’min dostlarını meleklerle
desteklemesi, düşmanlarına karşı onlara yaptığı bir yardımdır. Allah, Bedir
günü Hz. Peygamber’i ve sahabelerini meleklerle destekleyip yardım etmiş ve düşmanlarına
karşı onlara zafer nasip etmiştir. Mü’minlerin düşmanları Allah’ın ve meleklerin
de düşmanıdırlar. Bu yüzden Allah, onlara karşı dostları olan mü’minlere yardım
etmiştir.
Allah’ın yardımı bazen,
kullarını kendisine ibadet etmeye ve anmaya teşvik etmek şeklinde de
gelebilir. Bu durumda aleyhinde yardım edilen bir düşmanı yoktur. Bu Allah’ın
kuluna ihsan ettiği açık bir nurdur. Hiçbir karanlık onu bu nurdan
uzaklaştıramaz. Bu tür yardım, aleyhine yardım edilen bir şeyin var olmasını
gerektirmez.
Fakat insanın baş düşmanı
İblis ve nefsanî arzu ve istekleridir. İblis ve nefis, insanı daima kötülük
işlemeye teşvik eder. Allah’ın görünmeyen gizli yardımı işte bunlara karşı
gelir. Allah’ın görünen yardımı ise, inkarcı düşmanlara ve zalimlere karşı
gelir. Eğer müslüman, Allah’ın yardımıyla bu görünen düşmanlarına karşı galip
gelirse zafer elde etmiş olur. Eğer düşman galip gelir ve müslüman buna karşı
dininde sebat gösterip sabrederse, yine Rabb’inin yardımını görmüş olur. Çünkü
düşmanla savaşmakta sebat göstermesi, mağlup olduğunu görerek nefsani
arzularına uymaması ve yılmaması, onun için en büyük zaferdir. Ancak bu zafer
görünmeyen gizli bir zaferdir. Bu kararlılığı nedeniyle Allah, kıyamette ona
bol sevap verecektir. Müslümanın, görünür düşmanına mağlup olduğu halde,
görünmeyen düşmanı olan İblise mağlup olmaması, Allah’ın ona büyük bir
yardımıdır. Zira İblis, insanın daima başarısız ve umutsuz olmasını ister,
bunun için çalışır.
* * *
﴿ اَلْوَاحِدُ
- َاْلأَحَدُ -
اَلْوِتْرُ ﴾
VÂHİD
- EHAD - VİTR
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sizin
ilahınız tek bir ilahtır; O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.”[1153]
“De
ki: O, Allah birdir.”[1154]s
Vâhid,
bölünmeyen ve parçalanmayan “Bir” anlamındadır. Sayı olan “Bir” anlamında
değildir.
el-Vâhidu’l-Ehad,
bir ve tek olandır. Zatında, sıfatlarında ve bilgisinde Allah’a denk bir varlık
yoktur. O, sonu olmayan bütün bilgilere sahiptir.
ez-Züccâcî
der ki: “Ehad, sözlükte Vâhid (bir) anlamındadır. el-Vâhidu’l-Ehad, Rahmân ve Rahîm
sıfatları gibi genellikle birlikte kullanılır. Rahmân sıfatı yalnız Allah’a
mahsus olduğu gibi Ehad sıfatı da yalnız Allah’a mahsustur. Bu yüzden başkası
için kullanılması caiz değildir. Ehad, yalnız Allah’a özel bir sıfat olması
nedeniyle belirlilik takısı olan “el” kullanılmamış, “el-Ehad” yerine “Ehad”
sözcüğü kullanılmıştır: “De ki: O, Allah Ehad’dir (birdir)”[1155]
el-Vâhidu’l-Ehad’in
Çeşitli Anlamları
Allah’ın
bir ve tek olması anlamına gelen el-Vâhidu’l-Ehad için çeşitli anlamlar
zikredilmiştir. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:
Cüneyd-i
Bağdâdî Tevhid’i şöyle tanımlar: “İçinde şekillerin kaybolduğu, bilginin
gerçeğine erişemediği ve Allah’ın hiçbir değişikliğe uğramadan olduğu gibi devam
ettiği bir manadır.”[1156]
Vitr,
çift olmayan, tek anlamındadır. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurur: “Allah’ın,
yüzden bir eksik doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa (öğrenip,
ezberlerse) cennete girer. Allah Vitr (tek)’dir, vitr (tek)i sever.”[1157]
Allah’tan
başka ezelî (öncesiz) olan başka bir varlık olmadığına göre, O’nun dışında
tapılacak ve ibadet edilecek başka bir ilâh ve varlık da yoktur. Eğer O’nun dışında
başka bir ilâha tapılırsa bu iki ilâhın var olduğunu kabul etmeyi zorunlu
kılar. Oysa Allah, tektir ve başka bir ortağı da yoktur.[1158]
Kulun, Allah’ın Birliğine Şahitlik Yapması
Tevhit,
Allah’ın bir ve tek olduğuna inanmaktır. Buna göre Allah, mutlak yaratıcıdır.
Dilediği bütün şeyleri yapmaya kadirdir. Mutlak uygulama gücüne sahiptir. Bütün
varlıkları var eden ve varlıklarını devam ettirmelerini sağlayan O’dur. Bütün
varlıkların varlığı O’na bağlıdır. O’nun hükmü bütün varlıklar üzerinde
geçerlidir. Ezelî ilmiyle belirlediği ve kaleminin yazdığı bir süre sonunda tüm
varlıklar O’na döneceklerdir. Emretme ve yasaklama yetkisi yalnız O’na aittir.
Allah, dilediği kuluna mükafat, dilediğine de ceza verir. Ancak Allah’ın kullarını
ödüllendirmesi veya cezalandırması, işledikleri amellere göredir. İyilik
işleyenleri mükafatlandırır, kötülük işleyenleri de cezalandırır. Allah,
mükafat için iyilikleri, ceza için de kötülükleri bir sebep olarak takdir
etmiştir. O’nun bu takdiri, kulların bilemeyeceği bir hikmet gereğidir.
Kulun,
Allah’ın bir olduğunu, mutlak ve tek yaratıcı olduğunu, dilediği her şeyi
yapmaya kadir olduğunu, takdir ettiği her şeyin zamanı geldiğinde
gerçekleştiğini müşahede etmesi, onu daima Allah’a sığınmaya, himayesine
girmeye ve ihtiyaçlarını O’na iletmeye sevk eder. Her an Allah’a muhtaç olduğunu
görmesini sağlar. Hayat, ölüm, diriliş, fayda ve zarar gibi her konuda hiçbir
güce sahip olmadığını, Allah’ın kapısında yoksul, aciz ve miskin bir kul
olduğunu anlar. O’na daha bir içtenlik ve samimiyetle kulluk yapmaya çalışır.
Kulun,
emretme ve yasaklama, ödüllendirme ve cezalandırma yetkisinin yalnız Allah’a
ait olduğunu müşahede etmesi, onu Allah’a hamd ve şükür etmeye, emir ve
yasaklarına titizlikle uymaya sevk eder. Bir hata işlediğinde kendisinin
kusurlu olduğunu görür ve nefsini kınar. Kusuru başkasında değil kendisinde
arar. Böylece Allah’a doğru yaptığı yolculukta, hem Rabb’inin mutlak
üstünlüğünü, derin hikmetini, mükemmel gücünü, ezeli ilmini ve büyük ihsanını
müşahede eder hem de kusurun kendisinde olduğunu görerek hatalarını düzeltmeye
ve nefsini arındırmaya çalışır.
İşte
ubûdiyet makamına çıkarılarak başarılı kılınmış, yardım edilmiş, lütuf ve
ihsanlarda bulunulmuş kul budur. Böyle bir kul için başarı garantilenmiştir.
Tüm peygamberler ve nebiler bu sınıftandır. İnsanlığın atası Âdem peygamber, “Rabb’imiz,
biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten
hüsrana uğrayanlardan olacağız”[1159]
diyerek kusuru kendisinde bulmuş ve Allah’ın mağfiretine, bağış ve ihsanına
kavuşmuştur. İnsanlığın ikinci atası Nuh peygamber, “Rabb’im, bilgim olmayan
şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve beni
esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum”[1160]
diyerek kusuru kendisinde bulmuş ve Rabb’inden bağışlanma dilemiştir.
Haniflerin lideri ve nebilerin üstadı İbrahim peygamber, “Beni yaratan ve
bana hidayet veren O’dur. Bana yediren ve içiren O’dur. Hastalandığım zaman
bana şifa veren O’dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur. Din (ceza)
günü hatalarımı bağışlayacağını ummakta olduğum da O’dur”[1161]
diyerek Rabb’ini yüceltmiş ve O’ndan bağışlanma dilemiştir. Rabb’ine, “Bu
şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut”[1162]
diye dua eden de yine odur. Hz. İbrahim bu duasıyla, kul ile puta tapma ve şirk
koşma arasına ancak, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’ın girebildiğine
dikkat çekmekte ve bu yüzden O’ndan, kendisini ve soyunu puta tapmaktan uzak
tutmasını istemektedir.
Hz. Musa da şu sözleriyle
Rabb’inden bağışlanma dilemektedir: “Rabb’im, (Şimdi) içimizdeki
beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak edecek misin? O da senin
denemenden başkası değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini hidayete
eriştirirsin. Bizim tek Velî’miz sensin. Öyleyse bizi bağışla, bizi esirge; Sen
bağışlayanların en hayırlısısın.”[1163]
Bu âyette geçen “fitne” sözcüğü, imtihan, deneme ve sınama anlamına
gelmektedir. “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar...”[1164]
ve “(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar
onlarla savaşın...”[1165]
âyetlerinde geçen ve kötülerin yaptıkları fiil ve eylemleri ifade eden “fitne”
anlamında değildir. “Seni birçok fitnelerle denemiştik”[1166]
âyetinde geçen fitne sözcüğü de yine denemek, sınamak ve imtihan etmek anlamındadır.
Bu cümle şu anlama gelmektedir: “Ey Musa! Doğduğun andan sana hitap ettiğimiz
ve kitap verdiğimiz şu ana kadar seni birçok evrelerden geçirdik ve çeşitli musibetlerle
seni sınayıp denedik.”
Hz. Musa, başına gelen
durumun Allah’ın bir sınaması olduğunu bildiği için “O da Senin denemenden
başkası değildir” demiştir. Musa (a.s) Yüce Allah’ın tek ilâh, mutlak
yaratıcı ve hüküm sahibi olduğunu müşahede edip buna karşılık beyinsizlerin
yaptıklarını ve Allah’a eş koşmalarını görünce, O’na izzet ve üstünlüğü ile
yalvarmış, kusuru O’na değil onu işleyene izafe etmiştir. Bir başka âyette
belirtildiği gibi Hz. Musa, kendisini kusurlu görmüş ve: “Rabb’im, gerçek şu
ki, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla.”[1167]
diyerek dua etmiş, buna karşılık Allah da şöyle cevap vermiştir: “Böylece (Allah
da) onu bağışladı. Hiç şüphe yok ki, O bağışlayandır, esirgeyendir.”[1168]
Aynı şekilde Yunus Peygamber
de kendisini kusurlu bulmuş, zulmü kendisine izafe ederek Rabb’ini her türlü
ayıptan tenzih etmiş ve şöyle dua etmiştir: “Senden başka ilâh
yoktur, sen yücesin, gerçekten de ben zulmedenlerden oldum.”[1169]
Hz. Peygamber, büyük
istiğfar olarak tanımladığı duada kusurun kulda olduğunu, Allah’ın her türlü
kusurdan uzak olduğunu vurgulanmış ve şöyle buyurmuştur: “Ey Allah’ım! Benim Rabb’im
sensin. Senden başka ilâh yoktur. Beni sen yarattın ve ben, Senin kulunum.
Gücüm yettiğince sana verdiğim ahde ve vaade bağlıyım. Yaptıklarımın şerrinden sana
sığınırım. Bana verdiğin nimetleri de günahlarımı da itiraf ediyorum. O halde
beni bağışla. Çünkü senden başka günahları bağışlayan yoktur.” Bu büyük istiğfar,
Allah’ın mutlak ve tek yaratıcı olduğunu, her dilediğini yapmaya ve uygulamaya
kadir olduğunu ifade eden rubûbiyet tevhidi ile yalnız Allah’a ibadet etmeyi ve
O’nu sevmeyi ifade eden ulûhiyet tevhidini birlikte kapsamaktadır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah’ın dışında ilâhlar olsaydı, hiç tartışmasız,
ikisi de bozulup gitmişti. Arşın Rabb’i olan Allah onların nitelendire
geldikleri şeylerden yücedir.”[1170]
Gökleri, yeri ve varlıkları ayakta tutan, onların var olmasını ve varlıklarının
devam etmesini sağlayan gerçek ilahtır. Bu gerçek ilâh, ilâh olarak kabul
edilmelidir. Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahların bulunduğu iddia
edilirse, bu ilahların hiçbiri gerçek ilâh değildir. Zira gerçek ilâhın eşi ve
ortağı olmaz. Eşi, ortağı ve benzeri olan ilâhlar, gerçek ilâh olarak
adlandırılmaz. Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı,
gökyüzünün ve yeryüzünün düzeni bozulur, varlıklarını devam ettiremezlerdi.
Göklerin ve yerin bir düzen içinde varlıklarını sürdürmeleri ve bozulmamaları,
tek ve gerçek bir ilâhın varlığına delalet etmektedir. İşte O gerçek ilâh,
Allah denilen varlıktır. Başta gökler ve yer olmak üzere bütün varlıkların
varlığı, tek ve Kahhâr olan Allah’a dayanmaktadır. Varlıkların varlığının
benzer iki ilâha dayanması mümkün olmadığı gibi birbirine eşit iki ilâha dayanması
da mümkün değildir.[1171]
Kulun Tek
Bir İlâha İbadet Etme İhtiyacı
Yukarıda açıkladığımız
gerçekleri öğrendikten sonra bil ki, kulun eşi ve ortağı olmayan tek bir ilâha
ibadet etmeye duyduğu ihtiyaç, bedenin ruha ve gözün ışığa duyduğu ihtiyaçtan
daha fazladır. Hatta bu ihtiyacın kıyas edileceği bir şey yoktur. Bu yüzden
kul, sevgide, korkuda, umutta, tevekkülde, amelde, yeminde, adakta, itaatte,
ihtiyaçlarını iletmede, saygı duymada, yüceltmede, secde etmede ve kendisine
yaklaşmada Allah’a hiçbir ortak koşmamalıdır.
Kulun gerçeği, bedeni
değil ruhu ve kalbidir. Ruh ve kalp ise, kendisinden başka ilâh olmayan gerçek ilâha
ibadet etmedikçe düzelmez ve huzur bulamaz. İnsan bu dünyada ne kadar çabalarsa
çabalasın, ne kadar mal ve mülk edinirse edinsin, Allah’ın adını anıp
zikretmedikçe, yalnız O’nu sevip ibadet etmedikçe ve hoşnutluğunu kazanmaya
çalışmadıkça mutlu ve huzurlu olması mümkün değildir. Dünyevî zevk ve
lezzetler, ne kadar çok ve çeşitli olursa olsun insana huzur vermez. Çünkü bu
zevk ve lezzetler sınırlıdır. Sonsuza kadar devam etme imkanı yoktur. İnsan
belirli bir süre bunlardan yaralandıktan sonra hayatı son bulur. Öldükten sonra
da yaptıklarının cezasını mutlaka çeker.[1172]
Allah’ı tanımanın, O’nun
varlığını, birliğini ve eşsizliğini müşahede etmenin bazı faydaları işte
bulardır.
* * *
﴿ اَلْهَادِي
- اَلْمُضِلُّ
﴾
HÂDÎ
- MUDİL
Her iki ismin anlamları
pek açıktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hiç şüphe yok Allah, iman
edenleri dosdoğru yola yöneltip-iletmektedir.”[1173]
“Yol gösterici ve
yardımcı olarak Rabb’in yeter.”[1174]
Her iki isim, Kur’an-ı Kerîm’in
birçok yerinde fiil olarak da geçmektedir. Bunun yanında aynı anlamı ifade eden
birçok âyetler de bulunmaktadır. Bu âyetlerden bir kaçı şöyledir:
“Allah, kimi hidayete
eriştirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse, onun
göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar.”[1175]
“Eğer Allah dileseydi,
sizi tek bir ümmet kılardı; ancak O, dilediğini saptırır, dilediğini hidayete
erdirir. Yapmakta olduklarınızdan muhakkak sorulacaksınız.”[1176]
“Biz hiç bir
peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık
anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, dilediğini hidayete
yöneltip-iletir.”[1177]
İmam Malik “Muvatta” adlı
eserinde Abdullah b. Zübeyr’den Hz. Peygamber’in şöyle söylediğini nakleder: “Şüphesiz
Allah, hidayete erdiren ve fitneye düşürüp saptırandır.”[1178]
İbn Arabî der ki: “Bil
ki, selef-i salihin fiillerden isimler, isimlerden de fiiller türetmişlerdir.
Sizlerde onlara uyun ki, doğruyu bulursunuz. Âlimlerimiz hidâyetin iki türlü
olduğunu söylerler. Birincisi, yol göstermek, davet etmek ve uyarmak
anlamındadır. Bu anlamda hidayet, peygamberlerin temel görevlerinden biridir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sen, yalnızca bir
uyarıcısın. Her milletin bir yol göstereni vardır.”[1179]
“Şüphesiz sen,
dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun.”[1180]
Bu âyetler,
peygamberlerin insanlara doğru yolu gösterdiklerini, onları buna davet
ettiklerini ve uyarıda bulunduklarını ispat etmektedir.
Hidâyetin ikinci anlamı
ise, desteklemek, korumak ve başarılı kılmaktır. Bu tür hidayet yalnız Allah’a
mahsustur. Hiçbir varlığın bu hidayet türünde bir etkisi yoktur. Yüce Allah, Ebû
Talip hakkında Hz. Peygamber’e şöyle buyurmuştur: “Gerçek şu ki, sen,
sevdiğini hidayete eriştiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir;
O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.”[1181]
Bu anlama göre hidayet, kalplerde imanı yaratmak anlamına gelmektedir. Bu ise
yalnız Allah’ın emrinde olan bir durumdur. Şu âyet bu anlama işaret emektedir: “İşte
onlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler.”[1182]
Allah bu âyette “Nefislerinden olan bir hidayet üzeredirler” dememekte aksine “Rablerinden
olan bir hidayet üzeredirler” buyurmaktadır. Böylece Mu’tezile ve diğer fırkaların
iddia ettiği gibi hidâyetin insandan değil, kendi katından kaynaklandığını
vurgulamaktadır. Allah, bu kimselerin iddialarından beri ve yücedir. Bu
anlamıyla hidayet, Allah’ın fiilî sıfatları arasında yer alır.”
Hidayet, doğru yola irşad
etmek ve doğru planı açıklamak anlamına da gelir.
Ebü’l-Muâlâ der ki: “Hidayet,
mü’minlere cennet yollarını ve bu yollara ileten yolları göstermek anlamına da
gelebilir. Aşağıdaki âyetler bu anlama işaret etmektedir: “(Allah) kesin
olarak onların amellerini boşa çıkarmaz. Onları hidayete erdirecek ve onların
durumlarını düzeltip-ıslah edecektir.”[1183],
“Onları cehennemin yoluna yöneltip götürün.”[1184]
İbn Abbas anlatıyor. Hz. Peygamber hutbeye şöyle başlardı: “Şüphesiz hamd,
yalnız Allah’a mahsustur. Biz de O’na hamd eder ve O’ndan yardım dileriz.
Allah kime hidayet ederse, artık onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa,
artık onu hidayet kavuşturacak yoktur.”[1185]
Yüce Allah, hidâyetle ilgili olarak başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: “Şimdi
sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı,
kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi
gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir?”[1186],
“Allah, kime hidayet verirse, işte hidayet bulan odur, kimi de saptırırsa
onun için asla doğru-yolu gösterici bir veli bulamazsın.”[1187]
İbn Abbas, “Eğer dilemiş olsaydık, gözlerinin üstüne bastırır-kör ederdik…”[1188]
âyetini “Eğer dileseydik onları hidâyetten saptırırdık; bu durumda nasıl hidayet
bulurlardı?” şeklinde açıklamıştır. Bir başka rivâyette ise, “Onları kör edip
hidâyeti görmemelerini sağladık” şeklinde açıklamıştır. Yine İbn Abbas, “Allah,
kimin fitne(ye düşme)sini isterse, artık onun için sen, Allah’ın karşısında
hiçbir şey yapamazsın”[1189]
âyetini “Allah kimi saptırmak isterse, onun için Allah katında sen bir şey
yapamazsın” şeklinde açıklamıştır.
Rivayet edildiğine göre Ebû
Cafer el-Medainî, Süfyan-ı Sevrî’ye “Allah, kimi hidayete eriştirmek isterse,
onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe
yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar.”[1190]
âyetinin ne anlama geldiğini sordu. Süfyan-ı Sevrî: “O, Allah’ın içe (kalbe)
attığı bir nurdur. Göğüs onunla açılır ve huzur bulur” diye cevap verdi. Ona: “Peki,
onu bilecek bir alamet var mı?” diye soruldu. Süfyan-ı Sevrî: “Evet. Ebedî
yurda yönelmek, bu aldatıcı dünyadan yüz çevirmek ve ölüm gelmeden evvel ona
hazırlık yapmaktır” dedi. Bu manada bir hadis, munkatı’ (kopuk) bir senetle Hz.
Peygamber’den de rivayet edilmiştir.[1191]
Bu İsimleri Bilmenin Faydaları
Her müslüman, Allah’ın
kendisini yarattığını bildiği gibi, merhameti ile hidayete erdirenin veya
adaleti ile saptıranın da Allah olduğunu bilmesi gerekir. Bu bilgiden sonra
daima Allah’tan kendisine hidayet etmesini ve İslâm üzere öldürmesini talep
etmeli ve bunun için dua etmelidir. Zira Allah’ın, kul ile kalbi arasına
girdiğini unutmamalıdır. Yüce Allah bu gerçeği bize şöyle haber vermektedir: “Ey
iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlüne
icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer.”[1192]
Bu gerçek, onu bilen kimseleri korkutan ve ürküten büyük bir konudur. Bu yüzden
Hz. Peygamber daima şu duayı tekrarlardı: “Ey kalpleri evirip çeviren! Kalbimi
Senin dinin (bir rivayete göre, Senin itaatin) üzere sabit kıl.”[1193]
Müslüman, peygamberlerin,
âlimlerin ve Allah dostlarının insanları hidayete çağırdıklarını, onlara doğru
ve iyilik yolunu gösterdiklerini, onların birer hidayet rehberi olduklarını
bilmelidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Her milletin bir yol göstereni
(rehberi, önderi) vardır.”[1194],
“Semûd’a da gelince; biz onlara doğru yolu gösterdik.”[1195]
Yani kendilerine peygamber gönderip, hidayet yolunu onlara açıkladık. Şu âyetler
bu anlamı pekiştirmektedir: “Sen sadece bir uyarıcısın.”[1196],
“Allah her şeye şahit olandır.”[1197],
“Sana düşen yalnızca tebliğ etmektir.”[1198]
Allah, imanı kimin
kalbinde yaratırsa anca o hidayet bulur. Ne peygamber ne de bir başkası, hiç
kimse buna müdahale edemez. Öyle ki Yüce Allah, Ebû Talip hakkında Hz.
Peygamber’e şöyle buyurmuştur: “Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete
eriştiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir; O, hidayete erecek
olanları daha iyi bilendir.”[1199]
Ehlisünnetin kabul ettiği
görüş budur. Bunu iyi bil.
“De ki: “Bizim Rabb’imiz,
her şeye yapılışını veren, sonra da doğru yolunu (hidâyetini) gösterendir”[1200]
âyetinde geçen hidayet ile bütün canlıları kapsayan genel hidayet
kastedilmektedir. Eğer bu hidayet olmasaydı, erkekler dişilere yönelmez,
hayvanlar otlaklara gitmez, bal arıları altıgen peteklerini yapmaz, örümcekler
ağlarını örmezlerdi. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Ancak
konumuzun dışına çıkmamak için sadece bu kadarla yetineceğiz.[1201]
* * *
﴿ اَلْوَارِثُ
﴾
VÂRİS
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Şüphesiz biz, gerçekten biz yaşatır ve öldürürüz ve Vâris
olanlar biziz.”[1202]
Vâris, başkasının gitmesi
ve yok olasından sonra Bâkî olan (kalan) demektir. Bu özelliğe sahip olan tek
varlık Yüce Rabb’imiz olan Allah’tır. Çünkü O, bu dünyada kendilerine verdiği
sürenin dolmasıyla yok olan bütün varlıkların ardından baki kalacak tek
varlıktır. Bütün varlıkların varlığı O’nun elinde ve yalnız O’na bağlıdır. O’nun
varlığı ise hiçbir varlığa bağlı değildir.[1203]
Râzî bu isim hakkında der
ki: “Şunu bil ki, varlığı mümkün olan bütün varlıkların maliki ve sahibi Allah’tır.
Fakat Allah kerem ve ihsan sahibi oluşu nedeniyle, bazı eşyayı geçici olarak
kullarının mülkiyetine vermiştir. İnsanlar ölümlü Allah ise Bâkî’dir. Bu yüzden
insanlar öldüklerinde sahip oldukları eşyalar, ilk sahibi olan Allah’a kalır.
Allah’ın Vâris olmasından maksat işte budur. Şu âyet bu anlama işaret
etmektedir: “Bugün mülk kimindir? Bir ve Kahhâr olan Allah’ındır.”[1204]
* * *
﴿ اَلْوَاسِعُ
﴾
VÂSİ’
Bu isim, Kur’an-ı Kerîm’in
birçok yerinde geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah geniş olandır,
bilendir.”[1205]
el-Halîmî der ki: “Vâsi’,
bilgileri ve gücü çok geniş olan demektir. Öyle ki, hiçbir şey O’nu aciz
bırakamaz ve hiçbir şey O’na gizli kalmaz. O’nun merhameti her şeyi kapsayacak
genişliktedir.”
Ebû Süleyman ise bu ismi
şöyle açıklar: “Vâsi’, zenginliği kulların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak,
rızıklandırması da bütün varlıkların rızkını kapsayacak genişlikte olan
demektir.”[1206]
Allah’ın sıfat ve
nitelikleri pek çok ve geniştir. O, var olan her şeyi kuşatmıştır. Bu yüzden
hiç kimse O’na gereği gibi hamd ve sena edemez. O, ancak kendisini övdüğü
gibidir. Yüceliği, iktidarı, mülkü, fazlı ve keremi, iyilik ve ihsanı,
cömertlik ve keremi pek geniştir. O’nun varlığı bütün zamanları, hatta zaman
öncesini ve sonrasını bile kuşatmıştır. Zira O öncesiz (ezelî) ve sonsuzdur(ebedîdir).
O’nun bilgisi bütün bilgileri kapsamıştır. Bir bilgi, O’nu öteki bilgilerle
uğraşmaktan men etmez. O’nun gücü bütün güçlerin üstündedir. Hiçbir güç O’nu
başka bir güçle meşgul edemez. Hiçbir durum, O’nu başka bir durumla
ilgilenmekten men edemez. O’nun işitmesi, işitilen bütün sesleri kapsayacak
genişliktedir. Hiçbir ses ve dua, O’nu başka ses ve duaları işitmekten men etmez.
O’nun iyilik ve ihsanı, bütün varlıkları kuşatmıştır. O’nun sıkıntıda olan
birine yardım etmesi, başkalarını ihmal etmeye veya yardımı ertelemesine mani
olmaz.[1207]
* * *
﴿ اَلْوَاقِي
﴾
VÂKÎ
Kur’an-ı Kerîm’de Vâkî
ismi, Hafîz (koruyan) ismi anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Ve onları
kötülüklerden koru. O gün sen, kimi kötülüklerden korumuşsan, gerçekten ona
rahmet de etmişsin. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.”[1208]
“Rabb’imiz, bize
dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru.”[1209]
Allah Teâlâ mutlak
anlamda Vâkî (koruyan)’dir. Allah, kendisine inanan kulları sapıklıklardan
koruyup himaye eder, kötülükleri onlardan savar. Bu isim, Allah’ın fiilî sıfatlarındandır.
Yüce Allah şöyle buyurur:
“Allah, kimi
saptırırsa, artık onun için hiç bir yol gösterici yoktur.”[1210]
“Dünya hayatında onlar
için bir azap vardır, âhiretin azabı ise daha zorludur. Onları Allah’tan
(kurtaracak) hiç bir koruyucu da yoktur.”[1211]
Bir hadiste şöyle
denilmiştir: “Allah’a isyan eden kimseyi, hiçbir koruyucu Allah’tan
(azabından) koruyamaz.”[1212]
Hz. Ali de şöyle
söylemiştir: “Savaş kızıştığı zaman bizler bir kalkan gibi Hz. Peygamberle
düşmandan korunurduk.”
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Her müslümanın mutlak
koruyucunun Allah olduğunu bilmesi sonra da kendisi ve başkaları için koruyucu
tedbirler alması gerekir. Yüce Rabb’inin şu emrini yerine getirmelidir: “Ey
iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun.”[1213]
Gerçek anlamda korunmak
ancak, Allah’ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından da kaçınarak gerçekleşebilir.
Allah korkusu (takva) olmadıkça korunmak mümkün değildir. Bu yüzden büyük küçük
ayırımı yapmaksızın her günahtan sakınılmalı ve başkalarını da sakındırmaya ve
günahları terk ettirmeye çalışmalıdır. Böylece kendisini ve başkalarını korumuş
olur. Gerçek takva sahibi işte böyle kimselerdir. Allah’ın yasaklarından birini
çiğneyen veya Allah’ın emirlerinden birine aykırı davranan kimse Allah’tan
korunmamış demektir. Bu kimse kendisiyle Allah’ın azabı arasına bir kalkan
koymamış, Allah’ı bir koruyucu olarak belirlememiş ve kendisini tehlikeye
atmış demektir.[1214]
* * *
﴿ اَلْوَدُودُ
﴾
VEDÛD
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Gerçekten benim Rabb’im,
esirgeyendir, sevendir.”[1215]
“O, çok bağışlayandır,
çok sevendir.”[1216]
Vedûd’ün iki anlamı
vardır. Bunlar:
Vud (sevgi) burada
merhamete daha yakın bir anlam ifade eder. ancak aralarında fark vardır.
Merhamet, zayıf olan birine acımayı ve merhamet etmeyi çağrıştırır. Vud (sevgi)
ise, bu çağrışımı yapmaz. Aksine sevginin bir sonucu olarak başlangıçtan
itibaren nimet vermeyi gerektirir.
Allah mutlak Vedûd
(seven)’dür. O’nun iyilik ve ihsanı, kullarına ve dostlarına kesintisiz olarak
ulaşır. Yüce Allah bu gerçeği şöyle ifade eder: “İman edenler ve salih
amellerde bulunanlar ise, Rahmân (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır.”[1218]
Allah, marifeti ile
dostlar tarafından, af ve merhameti ile günahkarlar tarafından, rızık
vermesiyle de bütün canlılar tarafından sevilendir.[1219]
Allah’ın Kulunu Sevmesi
Varlıkları düşündüğün
zaman Yüce Allah’ın seven ve sevilen olduğunu görürsün. Allah, peygamberleri, melekleri
ve mü’min kulları sever, onlar da O’nu sever. Hatta onlar için Allah’tan daha
sevimli başka bir şey yoktur. Allah sevgisi, hiçbir yönden başka sevgilere
benzemez. Bu tür sevginin aslı, biçimi ve ilgili şeyleri başka sevgilerde
bulunmaz. Kuldan istenen sevgi işte budur.
O hâlde Allah sevgisi,
her kulun kalbinde mutlaka bulunması ve her sevgiden önce gelmesi gerekir. O’nun
sevgisi her sevgiden üstün gelmelidir. Sevilenin her isteği yerine getirilmeli
ve O’na bağlı kalınmalıdır. Allah sevgisi amellerin özü ve ruhudur. Açık ve
gizli bütün ibadetler, Allah sevgisinden kaynaklanmaktadır. Kulun Rabb’ini
sevmesi, Allah’ın kuluna bir fazlı ve ihsanıdır. Kulun bu sevgide bir gücü,
kudreti ve müdahalesi yoktur. Kulun kendisini sevmesini sağlayan ve sevgisinin
kulun kalbine yerleştiren Yüce Allah’tır. Allah’ın muvaffak kılması ile kul,
kendisini sevince Allah onu başka bir sevgi ile ödüllendirmiştir. İşte gerçek
ihsan ve iyilik budur. Zira sebep de sebep olan da O’dur. Bu ödül, Allah’ın
kendisini seven kulunu sevmesidir. Tıpkı şükretmeleri nedeniyle şükreden
kullarını sevmesi gibi. Her iki durumda da kul fayda görmektedir. Seçkin
kullarının kalplerine kendi sevgisini yerleştirerek diğer bütün sevgileri
zayıflatan, onlara sevgiliden uzak kalma sabrı ve zorluklara karşı tahammül
gücü veren, ibadetlerin zorluklarından zevk almalarını sağlayan, böylece
onlardan dilediğine çeşitli kerametler ihsan eden, hoşnutluğunu kazanıp
yakınlığıyla huzur bulmalarını sağlayan Allah ne yücedir.
Kulun Rabb’ini Sevmesi
Kulun Rabb’ini sevmesi, Rabb’in
iki sevgisiyle kuşatılmıştır. Bu sevginin ilki, kulun Rabb’ini sevmeden önce
gerçekleşir. Kul bu sevgi ile Rabb’ini sevmeye başlar. İkincisi ise, kulun
seçkin ve samimi kullardan olmasını sağlayan sevgiye karşılık Allah’ın kulunu
sevmesidir. Bu sevgi, Allah’ın kuluna bir teşekkürü sayılır. Kulun Rabb’inin
sevgisini kazanacağı sebeplerin en büyüğü ve önemlisi, Allah’ı çokça zikretmek,
O’na hamd ve sena etmek, daima O’na yönelmek, O’na dayanmak, farz ve nafile ibadetlerle
O’na yaklaşmaya çalışmak, bütün söz ve fiillerde samimiyet ve içtenliği
gerçekleştirmek, gizli ve açık hallerde Hz. Peygamber’e tâbi olmaktır.[1220]
Yüce Allah bu gerçeği şöyle ifade eder: “De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız
bana uyun; Allah da sizi sevsin…”[1221]
Bu İsmin Bazı İnce Anlamları
İbn Kayyim der ki: “Vedûd,
Allah’ın üstün sıfatlarından biridir. Bu kelimenin aslı, sevgi anlamına gelen “meveddet”
köküne dayanmaktadır. Dilbilimciler Vedûd isminin anlamı konusunda ihtilaf
etmişlerdir. Kimisi ism-i fail olarak “seven” anlamında olduğunu ileri
sürmüştür. Tıpkı “Darûb”un “Dârib” (vuran), “Katûl”un “Kâtil” (öldüren), “Neûm”un
“Nâim” (uyuyan) anlamında olduğu gibi. Allah’ın diğer sıfatlarından “Gafûr”un “Gâfir”
(bağışlayan), “Şekûr”un “Şâkir” (teşekkür eden), “Sabûr”un “Sâbir” (sabreden)
anlamına gelmesi bu görüşü teyit etmektedir. Kimi dilbilimciler de Vedûd’ün
ism-i mef’ul olarak “sevilen” anlamında olduğunu ileri sürmüş ve Buhârî’nin “Sahih”
kitabında bu ismi böyle açıkladığını iddia etmişlerdir. Ancak bize göre ilk
görüş daha doğrudur. Çünkü bu isim, Kur’an-ı Kerîm’de “Gafûr” (bağışlayan) ve “Rahîm”
(esirgeyen) sözcükleriyle birlikte kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“O, çok bağışlayandır,
çok sevendir.”[1222]
“Gerçekten benim Rabb’im,
esirgeyendir, sevendir.”[1223]
Burada ince bir anlam ve
sır bulunmaktadır. O da, Yüce Allah tevbe eden kullarını sever ve buna karşılık
günahlarını bağışlar. Allah, günahlarını bağışladıktan sonra kullarını daha çok
sever. Zira onları günah kirlerinden temizleyip arındırmıştır. Yüce Allah şöyle
buyurur: “Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.”[1224]
Dolaysıyla tevbe edenler, Allah’ın sevdiği kullardır. Vud (sevgi), yine sevgi
anlamına gelen “hub”dan daha üstün ve daha derin anlam taşır.[1225]
Bu İsmi Bilmenin Faydası
Allah’ın Vedûd ismini
bilen her müslüman, insanlarla sevgi ve muhabbete dayalı ilişkiler kurmalı,
itaat ve ibadetlerle Allah’ın sevgisini kazanmaya çalışmalı, Allah’ı,
peygamberleri ve salih kulları sevip onlara yaklaşmalıdır.[1226]
* * *
﴿ اَلْوَكِيلُ
﴾
VEKÎL
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Vekîl olarak Allah
yeter.”[1227]
“Allah bize yeter, O
ne güzel Vekîl’dir.”[1228]
“Benden başka vekîl edinmeyin.”[1229]
Vekîl, vekalet verenin
ihtiyaç duyduğu bütün şeyleri adına yapmaya izin verdiği (yetkili kıldığı)
kimsedir. Kişinin vekîl tayin etmesi, kendi işini yapması için başkasına yetki
vermesi ya vekalet verenin acizliğinden veya rahatlığındandır. “Filanı vekîl
tayin ettim” dediğinizde bunun anlamı, o kişiyi kendi yerime koydum demektir.
Bu ifade, vekalet verenin acizliğini göstermez. Ancak “Filana vekalet verdim”
dediğinizde bu ifade, vekalet verilene tam bir teslimiyeti ve nasıl bir sonuca
ulaşacağınızı bilmemenizi gösterir. Özetle vekalet, bütün varlıkların ihtiyaç
duyduğu mahsus (hissedilen) ve makul (akılla anlaşılan) bütün işleri gerçek ve
bağımsız tek Vekîl olan Allah’a havale temektir. İnsanı ilgilendiren bütün
işlerde Allah’a güvenip dayanmak, O’na sığınmak ve yalnız O’ndan yardım
dilemektir.[1230]
Buna göre Vekîl, koruyan,
himaye eden, kefil olan, adaletli davranan ve yeterli olan anlamlarına gelmektedir.
el-Halîmî der ki: “Vekîl,
varlıkların kendisine ait olduğunu, emir verme yetkisinin yalnız kendisinde
bulunduğunu, kendisinden başka hiç kimsenin bir şeye malik olmadığını bilerek
her işin kendisine havale edildiği yüce varlıktır.”
el-Hattâbî der ki: “Vekîl’in
anlamının “Kulların rızklarına kefil olan ve onların ihtiyaçlarını karşılayan”
olduğu söylenmiştir. Ancak bu ismin hakikati, kendisine havale edilen işleri
yapandır. Müslümanların “Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir” sözünün
anlamı: O, işlerimize bakan, idare eden ve kefil olandır.”
Musa ve Şuayb Peygamberin
kıssasında geçen “Allah, söylemekte olduklarımıza Vekîl’dir”[1231]
âyetindeki “Vekîl” sözcüğünü İbn Cüreyc “şahit” olarak açıklar.[1232]
İmam Kurtubî, güzel bir
soruya dikkat çeker ve şöyle söyler: “Eğer dersen ki, madem Allah bütün
kulların rızkını ve işlerini üstlenmiş onlara kefil olmuş, o hâlde açlıktan ve
susuzluktan ölenlerin durumu nedir?”
Buna şöyle cevap
verilebilir: “Yüce Allah, hiç kimsenin ruhunu, bu dünyada kefil olduğu ve
garanti ettiği rızkını tamamlamadıkça almaz. Hz. Peygamber bir hadislerinde bu
noktaya şöyle işaret eder: “Hiçbir kul, rızkını tamamlamadıkça ölmeyecektir.”[1233]
Bu hadis, daha fazla açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır.
Vekîl isminin anlamını
böylece açıkladıktan sonra Allah’ın bu yüce ismiyle ilgili dört önemli hükmü
şöyle açıklayabiliriz:
Kur’an ve Sünnette Tevekkül
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer inanıyorsanız,
yalnızca Allah’a tevekkül edin.”[1235]
“Artık mü’minler,
yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.”[1236]
“Kim Allah’a tevekkül
ederse, O, ona yeter.”[1237]
Allah, dostlarının şöyle
dua ettiğini haber vermektedir:
“Ey Rabb’imiz, biz
sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır.”[1238]
Hz. Peygamber’e şöyle
emretmiştir:
“De ki: “O (Allah) Rahmân
(bizi esirgeyip koruyan)’dır; biz O’na iman ettik ve O’na tevekkül ettik.”[1239]
“Sen, artık Allah’a
tevekkül et; çünkü sen apaçık olan hak üzerindesin.”[1240]
“Sen de onlardan yüz
çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekîl olarak Allah yeter.”[1241]
“Sen, asla ölmeyen ve
daima diri olan (Allah)a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et.”[1242]
“Eğer azmedersen artık
Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”[1243]
Yüce Allah, Peygamber ve
nebilerin şöyle dediğini bize haber verir:
“Bize ne oluyor ki,
Allah’a tevekkül etmeyelim? Bize doğru olan yolları O göstermişti. Ve elbette bize
yapmakta olduğunuz işkencelere karşı sabredeceğiz. Tevekkül edenler Allah’a
tevekkül etmelidirler.”[1244]
Hz. Peygamber’in sahabesinin
şöyle dediklerini haber verir:
“Onlar, kendilerine
insanlar: “Size karşı insanlar toplandılar, artık onlardan korkun” dediklerinde
bu, onların imanlarını arttırdı ve: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir”
dediler.”[1245]
“Mü’minler ancak o
kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, O’nun âyetleri
okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.”[1246]
Kur’an-ı Kerîm’de
tevekkül ile ilgili bu ve benzeri âyetler doludur. Biz sadece bu
aktardıklarımızla yetineceğiz. Hz. Peygamber’inde tevekkül ile ilgili birçok hadisi
bulunmaktadır. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir.
Buhârî ve Müslim’de geçen
ve yetmiş bin kişinin hesaba çekilmeden cennete gireceğini beyan eden hadiste
Hz. Peygamber, bu kişilerin özelliklerini şöyle açıklar: “Onlar, başkalarını
gizli dinlemezler, uğursuz saymazlar, ateşle dağlanmazlar ve Rablerine tevekkül
ederler.”[1247]
Buhârî’nin naklettiğine
göre İbn Abbas şöyle söylemiştir: “Hz. İbrahim ateşe atıldığı zaman “Hasbünallahü
ve ni’me’l-vekîl” (Allah bize yeter. O ne güzel Vekîl’dir) sözünü söylemiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ashabı da aynı sözü söylemiştir.[1248]
“insanlar, “Size karşı insanlar toplandılar, artık onlardan korkun”
dediklerinde bu, onların imanlarını arttırdı ve: “Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl’dir”
dediler.”[1249]
Buhârî ve Müslim
naklediyor. Hz. Peygamber şöyle dua ederdi: “Ey Allah’ım! Sana teslim oldum ve
sana inandım. Yalnız sana tevekkül ettim ve sana yöneldim. Senin için mücadele
ettim. Allah’ım! Beni saptırmandan senin izzetine sığınıyorum. Senden başka ilâh
yoktur. Sen daima diri olan ve ölmeyensin. İnsanlar ve cinler ise ölürler.”[1250]
Tirmizî, Hz. Ömer’den
merfû’ olarak naklediyor: “Eğer hakkıyla Allah’a tevekkül etseydiniz Allah,
kuşları rızıklandırdığı gibi sizleri de rızıklandırırdı. Onlar aç olarak gider,
tok olarak dönerler.”[1251]
Yine Tirmizî, Enes’ten
naklediyor. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Kim evinden çıkarken “Allah’ın
adıyla, Allah’a tevekkül ettim. Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur”
derse, kendisine “Hidayete erdin, korundun ve himaye edildin” denilir. Bunun
üzerine şeytan diğer bir şeytana: “Hidayete eren, korunan ve himaye edilen bir
adamı nasıl saptırabilirsin?” der.[1252]
Allah’a tevekkül, dinin
yarısı sayılır. Diğer yarısı ise Allah’a yönelmektir. Özetle din, yardım
istemek ve ibadet etmektir. Tevekkül, yardım istemek; yönelmek ise ibadet
etmektir.
Tevekkülün Konumu
En kapsamlı ve en geniş
konum, tevekkül konumudur. Tevekkülle ilgili konuların çokluğu ve ihtiyaç
sahiplerinin fazlalığı nedeniyle bu konum, tevekkül edenler tarafından daima
mesken tutulur. Tevekkül pek geniş bir alandır. Zira inananlar, inanmayanlar,
iyiler, kötüler, kuşlar, vahşi ve evcil hayvanlar, her ihtiyaç sahibi Rabb’ine
güvenip dayanır. Yalnız O’na tevekkül eder. Mükellef olsun olmasın bütün yer
ve gök ehli, amaç ve istekleri farklı olsa da mutlaka tevekkül makamında
bulunurlar. Allah’ın özel ve seçkin dostları, imanla, dinine yardım etmekle,
sözünü yüceltmekle, düşmanlarına karşı cihad etmekle, O’nu sevmekle ve emirlerini
uygulamakla Allah’a tevekkül ederler.[1253]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
* * *
﴿ اَلْوَهَّابُ
﴾
VEHHÂB
Bu isim, Kur’an-ı Kerîm’de
birkaç yerde geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa güçlü ve üstün
olan, karşılıksız bağışlayan (Vehhâb olan) Rabb’inin hazineleri onların
yanında mıdır?”[1256]
“Rabb’imiz, bizi
hidayete eriştirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve yanından bize bir rahmet
bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok (Vehhâb) olan sensin Sen.”[1257]
Süleyman (a.s.)’ın şöyle
dua ettiğini haber verirken şöyle buyurur:
“Rabb’im, beni bağışla
ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz
sen, karşılıksız armağan edensin (Vehhâb olansın).”[1258]
Mevhib, Mevhibe ve Vehhâb
isimleri, bahşetmek, armağan etmek, karşılıksız vermek ve ihsanda bulunmak
gibi anlamlara gelen “ve-he-be” kökünden türemektedirler. Aynı kökten türeyen
îhâb, hibe edileni kabul etmek; el-istihâb, hibe etmesini istemek demektir.
Bu isim Allah hakkında,
kapsamlı ve geniş bağışa; hiçbir karşılık beklemeksizin ve hiçbir amaç
gütmeksizin zorlanmadan daima vermek anlamına gelir. Oysa O’nun dışında bağışta
bulunan herkesin dünyevî veya uhrevî, er veya geç bir amacı ve çıkarı vardır.
Bu yüzden mutlak hibe, yalnız Allah için geçerli olup, bu sıfatın O’ndan
başkası için kullanılması doğru değildir. Zira hibeler, dünyada ve âhirette
hiçbir kesintiye uğramadan ve tükenmeden daima Allah’tan kullarına doğru akar.
Allah’tan gelen hibeler, bu şekilde sonsuza dek artarak devam eder. Vehhâb
ismi, Allah’ın bütün fazlını, ihsanını, keremini, geniş mülkünü ve adaletini
kapsar.
İbn Arabi der ki: “İslâm
âlimleri bu ismin Allah’ın zatî sıfatlardan mı yoksa fiilî sıfatlardan mı
olduğu konusunda ihtilafa düştüler. Bu ismi Allah’ın zatî sıfatı olarak kabul
edenlere göre hibe, hibe edenin “sana verdim” veya “sana hibe ettim” şeklindeki
sözüdür. “Yerde olanların tümünü
sizin için yaratan O’dur.”[1259]
âyeti Allah’ın hibe sözüne işaret etmektedir. Dolaysıyla hibe, söze
dayanmaktadır. Bu yüzden zatî sıfatlardan sayılmalıdır. Ancak onların bu iddiaları
doğru değildir. Çünkü hibe edenin “sana hibe ettim” sözü, hibeyi haber vermek
veya hibe etmeyi emretmek içindir. Oysa hibenin aslı, kula ulaşan ve ona yarar
sağlayan şeydir. O halde hibe, bir fiildir. Bu fiilin Allah’ın emriyle
gerçekleşmesi, tıpkı diğer fiillerin Allah’ın “Ol!” emriyle gerçekleşmesi
gibidir. Bu isim (Vehhâb) hibeye, hibeye muhtaç olana (kul) ve hibe edene
(Vehhâb olan Allah’a) işaret etmektedir.”
el-Hattâbî ise bu isim
hakkında şunları söyler: “Hibe ettiği şeyler çok çeşitli olmadıkça, daima
fazla vermedikçe ve bağışı devam etmedikçe Vehhâb adı hak edilmez. İnsanlar
ancak sahip olabildikleri mal ve erzakı hibe olarak verebilirler. Dolaysıyla
onların hibe etme güçleri sınırlıdır. Bu yüzden hastaya şifa, kısır olana
çocuk, dalalette olana hidayet, sıkıntı ve belâda olana esenlik ve afiyet
veremezler. Oysa Allah, bütün bunları vermeye ve hibe etmeye kadirdir. O’nun
cömertlik ve merhameti bütün varlıkları kuşatmıştır. O’nun bağış ve hibeleri
asla kesintiye uğramaz. İyilik ve ihsanı süreklidir.”[1260]
Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî
de der ki: “Allah’ın hibe ve vergisi, herhangi bir nimet ve iyiliğe bağlı
olmaksızın gelendir. O’nun hibe ve vergisinde hiçbir acı ve zarar bulunmaz.
İçinde acı, zarar veya zorluk bulunan nimet ve iyilikler hibe sayılmaz. “…ve
yanından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan sensin sen”[1261]
âyetinin anlamı budur. Allah bu âyetle salih kullarına nasıl ibadet ve dua
etmeleri gerektiğini, içinde bir zorluk ve zararın bulunmadığı nimet ve
ihsanının nasıl isteneceğini, inkarcıların sapıklığını arttırmak için Allah’ın
kendilerine üst üste verdiği iyiliklerden (istidrâc)den nasıl korunmak
gerektiğini öğretmektedir. İnkarcıların istidracı, görünürde bir iyilik ve ihsan
olmasına karşın gerçekte kendileri için bir zarar ve helaktir. Oysa Allah’tan
içinde hiçbir zarar ve acı bulunmayan, kesintiye uğramayan, eksilmeyen ve
değişmeyen hibe ve bağışı istenmelidir.”[1262]
Bu İsmi Bilmenin Faydaları
Her müslüman Yüce Allah’ın
gerçek hibe ve bağış sahibi olduğunu bilmeli, O’nun mutlak Vehhâb olduğuna
inanmalıdır. Hangi yönden, hangi halde, helal veya haram, bir sebebe bağlı veya
sebepsiz olarak kula ulaşan her şey Allah’ın bir hibesi, bağışı ve vergisidir.
O, dilerse hibe ettiği bütün şeyleri çekip alır, dilerse bırakır.
Her müslüman, bu üstün
niteliği kazanmaya çalışmalı, insanlara ve diğer varlıklara dünyevî veya uhrevî
bir karşılık beklemeksizin hibe ve bağışlarda bulunmalıdır. Şu âyet bu üstün
niteliğe işaret etmektedir: “Ey iman edenler, rükû edin, secdeye varın, Rabb’inize
ibadet edin ve hayır işleyin, umulur ki
kurtuluş bulursunuz.”[1263]
Müslümanın bir vacibi
yerine getirmek için yaptığı iyilik ve yardımlar hibe sayılmaz. Kendisine vacip
olmayan, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığı hayırlar ve iyilikler
hibe sayılır. Hz. Peygamber müslümanları bu tür iyilikler yapmaya teşvik etmiş
ve şöyle buyurmuştur: “Sabahlayan her ekleminiz için bir sadaka vermek
gerekir. Her tesbîh (sübhanallah) bir sadakadır. Her tekbir (Allahu ekber) bir
sadakadır. Her tahlîl (lâ ilâhe illallah) bir sadakadır. İyiliği emretmek bir
sadakadır. Kötülükten alıkoymak bir sadakadır. Bütün bunların yerine kuşluk
vaktinde iki rekât namaz kılmak yeterlidir.”[1264]
Kişinin gücü yettiğince bu zikir ve namaza devam etmeli ve daha fazla kılmaya
çalışmalıdır.
Allah’ın sana hibe
ettiklerinden sen de başkalarına hibe et. Allah’ın geçici olarak sana emanet
ettiği şeylerde sakın cimrilik etme. Zira O, sen verdikçe sana daha fazla
vereceğini vaat etmiştir. Cimrilik edip vermeyenin malını da yıkıma
uğratacağını bildirmiştir. Eğer Allah sana, kişileri yüksek derecelere çıkaran
önemli bilgiler ve ilimler vermişse sen de hiçbir karşılık beklemeksizin bu
bilgi ve ilimleri, ihtiyaç duyan kimselere öğretmelisin. Bu aydınlık bilgileri
onlardan gizleyip saklama ki, kıyamet günü ağzın ateşten bir gemle gemlenmesin.
Ancak gizli sırlar ve bilgileri ehil olmayanlara vermemeye dikkat etmelisin.
Bu bilgileri ehil olmayanlara verirsen, onların bilgisizliklerini daha da artırır
ve kafalarının karışmasına dolayısıyla sapmalarına neden olursun. Bil ki,
bilgiyi ehil olandan gizlemek zulüm ve haksızlık olduğu gibi onu ehli olmayana
vermek de en büyük zulüm ve haksızlıktır. Bu yüzden iyi düşünmeli, bilgiyi kime
verip vermeyeceğine öyle karar vermelisin. Allah’ın sana bağışladığı ve hibe ettiği
şeyleri uygun olmayan yerlerde kullanmamalısın. Aksi halde sana verilen dünyevî
ve uhrevî değerli hibeleri heba etmiş olursun. Onları uygun yerlerde kullan ki,
Allah’ın daha fazla hibe ve bağışını hak edebilesin.
Bu büyük isme bağlı
kalmaya ve onu daima okumaya özen göster. Böylece bol miktarda mal ve mülk
sahibi olursun. Anlatıldığına göre eş-Şiblî, Ebû Ali es-Sakafî’nin bazı
dostlarına: “Ebû Ali’nin dilinde Allah’ın en çok hangi isim vardı?” diye
sormuş. Ebû Ali’nin dostları: “Vehhâb ismi” demişler. Bunun üzerine eş-Şiblî: “Demek
bu yüzden çok malı varmış.” der.
Allah’ın Vehhâb olduğuna
içtenlikle inanan ve bunu kendi nefislerinde gerçekleştirenler, her türlü
ihtiyaçlarını yalnız Allah’a iletir ve O’ndan başkasına dayanıp güvenmezler.
Allah’a gösterdikleri bu içtenlik ve inançla, zillet ve acizlikle O’nun hibe ve
bağışlarına kavuşurlar.[1265]
Dualarımızın sonu, âlemlerin
Rabb’i olan Allah’a hamd etmektir.
* * *
ESMÂULLÂHİ’L-HÜSNÂ
İBN KAYYİM el-CEVZİYYE
Derleyenler
Yûsuf Alî BÜDEYVÎ
Eymen Abdurrezzâk es-SEVVÂ
Çevirenler
Hanifi AKIN – Muhittin KORKMAZ
[Derleyenlerin önsözü ile “el-Latîf” isminden
kitabına sonuna kadar olan kısım, Hanifi AKIN; Kitabın başından “el-Latîf” ismine
kadar olan kısım, Muhittin KORKMAZ tarafından tercüme edilmiştir.]
Son Okuma: Hanife AKIN
بِسْمِ
اللَّهِ الرَّحْمَنِ
الرَّحِيمِ
rahmân ve rahîm allah’ın adıyla
ÇEVİRENİN
ÖNSÖZÜ
Hiç
kuşkusuz yüce Allah, her istek ve arzunun gerçekleşmesini bir sebebe bağlamış
ve her gayeye götüren yolu göstermiştir. İman ise, gaye ve arzuların en büyüğü
ve en önemlisidir. Allah, imanı zayıflatan ve ortada kaldıran sebepleri var
ettiği gibi, elde edilmesini ve güçlenmesini sağlayan sebepleri de var
etmiştir.
Kişiyi
imana götüren ve imanını kuvvetlendirmesine en büyük sebeplerden birisi; yüce
Allah’ı layık olduğu şekliyle tanımaktır. Allah’ı zatıyla tanıma gücüne ve
yeteneğine sahip olamadığımıza göre O’nu ancak isimleri ve sıfatlarıyla
tanıyabiliriz.
İmanın
elde edilmesini ve kuvvetlenmesini sağlayan en önemli hususlardan birisi de;
yüce Allah’ın Kur’an ve Sünnette geçen güzel isimlerini bilmek, onların
manalarını anlamaya çalışmak ve onlarla Allah’a kulluk etmektir. Çünkü yüce
Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“En güzel isimler (el-Esmâü’l-hüsnâ),
Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin”[1266]
Kur’an-ı
Kerim’de “isim” kelimesi, Allah lafzına veya onun yerini tutan zamire,
ayrıca Rab kelimesine izafet yoluyla nispet edilmiş, çoğul şekli olan “Esmâ” ise bağlı “en güzel”
anlamındaki “el-Hüsnâ” kelimesiyle sıfat tamlaması oluşturarak “el-Esmâü’l-hüsnâ”
şeklinde dört defa Allah’a nispet edilmiştir.
İslam
dininin telkin ettiği yüce yaratıcının öz adı, “Allah” kelimesidir. Bunun
dışında O’nu hatırlatacak kelimeler seçilirken, hem zât-ı ilahiyyeyi niteleyen
kavramlara uygun düşmeli ve hem de tazim ile hürmet unsurlarını taşımalıdır. Bu
ikinci şartın gerçekleşebilmesi için, isimlerin, naslardan seçilmesi ve
naslarda yer almayan kelimelerin O’na nispet edilmemesi gerekir. Çünkü isim,
işaret ettiği varlık için ifade edeceği mana açısından önem taşımaktadır.
Dolayısıyla bazı kelimelere ilahlık makamına yakışmayacak anlamlar yükleyerek
bunları yaratıcıya nispet etmek veya O’na ait kavramları ve bunları dile
getiren isimleri O’ndan başkasına vermek, Esmâu’l-Hüsnâ konusunda eğri yola
sapmak kabul edilmiştir.
Esmâu’l-Hüsnâ’nın
sayısı konusunda başvurulacak kaynak,şüphesiz ki Kur’an ve hadistir. Kur’an-ı
Kerim’de çeşitli kelime kalıplarıyla zât-ı ilâhiyyeye nispet edilmiş olarak yer
alan kavramların sayısını 313’e ulaştıranlar vardır.[1267]
Allah’ın
doksan dokuz isminin olduğunu ve bunları benimseyenlerin cennete gireceğini
ifade eden hadisi, Buhârî ile Müslim gibi otoriterler rivayet etmiş, Tirmizî’nin
rivâyetinde ise bu isimler tek tek zikredilmiştir. Bu isimlerden 93’ü Kur’an-ı
Kerim’de yer almış, diğer
Sayıları
ne olursa olsun, çeşitli kelime kalıplarıyla Allah’a nispet edilen isimler,
şüphe yok ki aşkın yaratıcıyı nitelendiren ve O’nu insan anlayışına yaklaştıran
kavramlardır. Naslarda yer alan bu kavramları tereddütsüz benimsedikten sonra
kelam alimleri, nasla sabit olmayan bir kavramı Allah’a izafe etmenin
meşruiyetini tartışmışlardır. Nasların nitelendirdiği genel uluhiyyet
anlayışına ters düşmemek şartıyla bunu meşru görenler olduğu gibi, doğru
bulmayanlar da olmuştur.
Bu
görüşü meşru gören imam Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî’ye göre, bu konuda “isim”
ile “vasıf” birbirinden ayrı düşünülmelidir. Nasla sabit olmayan bir ismi Allah’a
nispet etmek meşru değildir. Bununla birlikte uluhiyyete ters düşmeyen bir
kavramla O’nu nitelendirilmesi mümkündür.[1269]
İsim veya sıfat olarak Allah’a nispet edilen bütün kavramlar, tek bir zatı
nitelendirdiğinden tevhidi zedeleyici herhangi bir çokluğa sebep teşkil etmez.
Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v)’in, bir münacatında Allah’a ait isimlerin bilinme
derecelerini sayarken sonuncu derece olarak, “yada gayb ilminde bırakıp kendin
için tercih ettiğin isimlerin”[1270]
demek sûretiyle Hz. Peygamber (s.a.v)’inde bilmediği ilahi isimlerin bulunduğu
fikri ortaya çıkmaktadır.
Bu
görüşü kabul etmeyen Selef ekolü alimleri ise; yüce Allah’ın isimlerinin,
tevkifî olduğunu, çünkü bu isimlerin, naslarla bildirildiğini, bu konunun aklın
sahasına girmediğini, o halde Esmâu’l-Hüsnâ konusunda Kur’an ve Sünnetin
bildirdiklerinin dışına çıkmamak gerektiğini, yüce Allah’a kendisinin vermediği
bir ismi vermenin veya O’nun, kendisine verdiği bir ismi inkar etmenin, Allah’a
karşı yapılmış bir haksızlık olduğunu belirtmişlerdir.
Esmâu’l-Hüsnâ
listesinde yer alan
Yüce
Allah’ın isimlerinin hepsi güzeldir. Bu isimlerin tamamı mutlak kemâle ve
mutlak övgüye delalet eder. Bu isimlerin her biri, kendi sıfatlarından türemiştir.
Dolayısıyla da sıfat olmak, isim olmaya engel değildir. Kulların sıfatları ise,
isim olmaya engeldir. Çünkü bu sıfatlar, onlarından fiillerinden meydana gelmiş
olup kullar arasında ortaktır. Bu ortaklık, özel isim olmalarını
engellemektedir.
Yüce
Allah’ın isimlerinden bazısı, O’nun fiilleriyle ilgilidir. Hâlık, Rezzâk,
Muhyî, Mumît gibi. Bu tür isimler, O’nun fiillerine delalet eder.
O’nun
isimlerinden bazısı, “el-Azîz”, “el-Hâkim” gibi tek başına ifade edilebildiği gibi, pek çoğu “Ya Azîz”, “Ya Halîm” gibi
başka bir ekle birlikte de söylenebilir.
Yüce
Allah için kullanılan isimlerden mastar ve fiil türetilerek bunlarla Allah’tan
haber verilmesi caizdir. Örneğin, “es-Semî’“, “el-Basîr”, “el-Kadîr” isimleri, yüce Allah’a ait isimler olmakla birlikte, bu
isimler, “Sem’“ (=işitmek), “Basar” (=görmek), “Kudret” (=güç yetirmek) şeklinde de kullanılabilir.
Yüce Allah’ın en güzel isimlerini, Kur’an ve sahih Sünnetin
ışığında bizlere tanıtan bu eser, bazen kelamî ve akademik tartışmalara yer
vermiş olsa bile, Allah’ın isimlerini, bazen sade ve bazen de ilmi bir üslupla
ele almış olup inancımızı hurafelerden ve yanlışlıklardan korumayı esas almıştır.
Kitap,
her ne kadar bazı kaynaklarda, İbn Kayyim’e nispet edilmiş olunsa bile,
elyazması asıl nüshaya ve bununla ilgili bir nüshaya ulaşılamamıştır. İbn Kayyim’in
basılı eserlerinden bu konu ile ilgili bilgiler, kitabı derleyenler tarafından bir araya
getirilmiştir.
İbn
Kayyim, bu eserde, Esmâu’l-Hüsnâ’nın manalarına, kelimenin Arapça dilbilimi
yönüne, dil yapısına, etimolojik ve belağat yönüne işaret etme hususunda
alimlerin, tefsircilerin, hadisçilerin ve dilbilimi bilginlerinin görüşlerinin
özünü sunmuştur.
Ayrıca
Arapça dilbilimcilerin isimlerle ilgili filolojik görüşlerine de yer vermiştir.
Örneğin, “Allahümme”
(=Allahım/Ya Allah) sözünün anlamı ve bu kelimenin aslı hakkında farklı
dilbilimi bilginlerinin görüşlerini açıklaması gibi. Yine Kur’an’da Allah’ın
sıfatı olarak geçen “Tebâreke” (=yüceler yücesi) kelimesinin aslı ve Arapça dil
sözlüklerinde, Meâni’l-Kur’an ve tefsir kitaplarında bu kelimenin delalet
ettiği manayı açıklama hususundaki görüşleri de böyledir. Ayrıca İsim ile ismin
ifade ettiği mana (=müsemma) arasındaki farklılığın, dil ve sözlük ile ilgili
kitaplardan kaynaklandığına dair açıklamaları da bu şekildedir.
İbn
Kayyim, Allah’ın bazı isimlerini, manzum şiirler içerisinde anmak sûretiyle
edebi kişiliğini de ortaya koymuştur.
Bu
kitapta, başlık halinde, yüce Allah’ın isimlerinden sadece
Bu
isimlerin çoğu, Tirmizî’de geçen konu ile ilgili hadiste geçerken, bazısı da
diğer hadislerde geçen ifadelerden seçilmiştir.
Kitabın
sonunda, “es-Semîu’l-Basîr” ile “es-Semîu’l-Alîm” isimlerinin niçin bu şekilde
kullanımı hakkında güzel açıklamalara yer verilmiştir.
Âyet
yada hadis metinleri içerisinde veya normal metin içerisinde yer alan bir takım
kelimeleri açıklamaya yönelik müellifin bazı açıklamaları, ya âyet ve hadis
metni içerisinde açıklandığından yada normal metin içerisinde çevrildiğinden
yada Türkçe çeviride faydalı görülmediğinden dolayı tercüme edilmemiştir.
Kitabın
müellifi İbn Kayyim el-Cevziyye, amelde Hanbelî ve kelamî konularda ise
Selefiyye ekolüne mensup olması hasebiyle, kelamî konulara ait kitaplarını bu
ekole göre ele almış ve konu ile ilgili meseleleri de, yine bu ekole göre
değerlendirmiş ve kendi metodu açısından kelamcılara, filozoflara ve sufilere
çeşitli tenkitler yöneltmiştir.
Geçmişte
ve günümüzde suistimal edilen kavramlardan birisi de, Ehl-i Sünnet kavramı
olmuştur. Bazı alimlerin, görüşlerinin halk arasında değer kazanmasını sağlamak
ve doğruluğunu ortaya koymak için Ehl-i Sünnet kavramını kullandıkları
görülmüştür. Geçmişte ve günümüzde yer alan bazı ekol ve mezhep müntesipleri,
diğer ekol ve mezheplerin düşüncelerinden farklı olan görüşünü ispat etmeye
çalışıp daha sonra da bu görüşün, Ehl-i Sünnetin görüşü olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Bu nedenle de müellifin,
bazı yerlerde kullandığı Ehl-i Sünnet kavramıyla, bağlı olduğu Selefiyye
ekolüne ait görüşü kast ettiği unutulmamalıdır.
Kitabın
sonuna; okuyucunun, kitapta geçen hadislerin, Allah’ın isimlerinin ve kitapta
geçen kitapların isimlerinin neler olduğunu bilmesi için bir fihrist ve
kaynakça konulmuştur.
Dipnotta
verilen bilgilerin bize ait olanını belirtmek için (ç) sembolü kullanılmıştır.
Çeviri
sırasında metne bağlı kalınmıştır. Özet çeviriden kaçınılmıştır.
Müellif,
bazı konularda, Arap dili ile ilgili kurallara da yer vermiş, fakat bu kurallar
genellikle Arapça’ya vakıf olan kimselerin bileceği konulardır. Bu tür
konularda okuyucu sıkmamak için dipnotta gerekli açıklamalar yapılmıştır.
Kitap,
Yûsuf Ali Büdeyvî ile Eymen Abdurrezzâk es-Sevvâ tarafından derlenmiştir.
Kitabı derleyenlerin kitap ve yazar hakkında yaptıkları açıklamalar okuyucu
için faydalı olduğu için tercüme edilmiştir.
Âyetlerin
meali, farklı meallerden alınmıştır. Hadislerin kaynağı; kütübü tis’ada yer
alan kitaplar için Concordance usulü kullanılmış, kütübü tis’a dışında yer alan
kitaplar için ise cilt ve sahife numaraları gösterilmiştir.
Yıllardır
Esmâu’l-Hüsnâ konusu üzerinde yoğunlaşmamıza katkı sağlayan değerli dostum
Vedat Öztürk ile kitabın çevrilmesine büyük önem gösteren Karınca Yayınları’nın
sahibi değerli dostum Feyzullah Birışık’a teşekkür ederim. Allah’ı tanıyıp gerçek anlamda O’na kul
olanlara ne mutlu!.
Hanifi
AKIN
Şehitkamil/GAZİANTEP
26.02.2004
KİTABI DERLEYENLERİN ÖNSÖZÜ
Hamd,
kendisinden başka ilâh olmayan ve en güzel isimler O’nun olan Allah’a
mahsustur. Allah’ın salatı; yüce ahlaka ve en üstün makama sahip, ümmi peygamber olan efendimiz Muhammed
(s.a.v)’in, onun aile halkının ve büyük mevkilere sahip sahabilerinin üzerine
olsun.
Bundan
sonra:
Biz,
değerli bir kitap ve büyük bir yazar hakkında bilgi vermek istiyoruz…
Kitap;
“Esmâullahi’l-Hüsnâ”dır. Yazarı ise, allame İbn
Kayyim’dir.
“Esmâu’l-Hüsnâ” konusu, İslam akidesinin en
açık konularından biridir. Çünkü Kur’an, yüce Allah’ın, “En güzel isimler
(=el-Esmâü’l-hüsnâ), Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin”[1272] sözünden dolayı bu isimleri tanımayı, bu isimlerin gerekli
olduğunu ve bu isimlerle dua edilmesini bize emretmektedir.
Hz.
Peygamber (s.a.v)’de,
إِنَّ
لِلَّهِ
تِسْعَةً
وَتِسْعِينَ
اِسْمًا مَنْ أَحْصَاهَا
دَخَلَ
الْجَنَّةَ
“Doğrusu Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri sayarsa,
cennete girer”[1273] buyurmasından dolayı bu
isimleri ezberleyen, uygulayan, bu isimleri uygun bir biçimde yerine getiren ve
sınırlarını koruyan kimseyi cennetle müjdelemektedir.
Konunun
önemine binaen, alimler ve tefsirciler bu konu ile ilgili çeşitli sözler
söylemektedirler.
Sahih,
Sünen ve Müsned türü kitaplarda, yüce Allah’ın isimleri ve sıfatları ile ilgili
geniş bilgiler bulunmktadır.
Bu isimler ile
sıfatların bazısı, Kur’an’da ve bazısı da Hz. Peygamber (s.a.v)’den gelen
hadislerde geçmektedir.
Hadis kitaplarında
bu isimler ile sıfatlar hakkında bölüm başlıkları oluşturulmuştur. “Kitabu’t-Tevhid”
(=Tevhid Bölümü) gibi. Bu bölüm, Buhârî’nin “Sahîh” adlı kitabının
sonunda yer almaktadır. Ebu Dâvud’un “Sünen”inde ise “Kitâbu
Reddi alâ’l-Cehmiyye” (=Cehmiyye Mezhebine Reddiye Bölümü) ve Nesâî’nin “Sünen” adlı eserinde ise “Kitâbu’n-Nuût”
(=Sıfatlar Bölümü) gibi. İşte bu kitaplardaki bu bölümler, sıfatlar ile ilgili
hadisleri bir araya getiren müstakil bir bölümü oluşturmaktadır. Yine İbn Mâce’nin
“Sünen”inde yer alan “Kitâbu’s-Sünnet”
(=Sünnet Bölümü), konu ile ilgili diğerlerinin içermediği farklı şeyleri
içermektedir. Yine Müslim’in “Sahîh”inde, Tirmizî’nin “Sünen”inde, İmam Mâlik’in “Muvatta”sında, İmam Şâfiî’nin “Müsned”inde, İmam Ahmed b.
Hanbel’in
“Müsned”inde, Ebu Dâvud’un “Sünen”inde, İbn Hibbân’ın “Sahîh”inde, Hâkim’in “Müstedrek”inde ve bununla
birlikte bazı temel eserler ile İbn Hacer el-Askalânî’nin “Fethu’l-Bârî”si, Mubârekfûrî’nin “Tuhfetu’l-Ahvazî” gibi hadis şerhi
kitaplarında konu ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Örneğin, İbn Hacer
el-Askalânî, Esmâu’l-Hüsnâ ile ilgili farklı
rivâyetleri toplamış ve bu rivâyetlerden müstefiz[1274]
olanları nakletmiştir.
Bununla birlikte biz, Akide, Tevhid ve Usul kitaplarında; zata, sıfatlara ve fiillere delalet etmesi
yönüyle Esmâu’l-Hüsnâ’yı, bu isimlerin
manaları ile kısımlarını açıklama mahiyetinde geniş bölümler
oluşturulduğuna rastlamaktayız. Nitekim Bağdâdî “Usûlu’d-Dîn”de, İmam Harameyn
el-Cüveynî “el-İrşâd”da, Beyhakî “el-Esmâ’ ve’s-Sıfât”ta, “el-İ’tikad ve’l-Hidâye”de ve bunların
dışında daha birçok alim bu konuyu eserlerinde işlemiştir.
Yine bu kitap, bu yönüyle ve önemi gereği tefsir kitaplarıyla da
bağlantılıdır. Çünkü
müfessir, “Allah” ismi ile ilgili bağlamı açıklayıp Kur’anî bağlamda bu
kelimenin Belağatla ilgili yönü ile Beyân ilmi ile ilgili yönünü ortaya
koymakta, Allah’ın
isimlerinin cümle içerisinde öne ve geriye alınması yada marife ve nekre
gelmesinin inceliklerine değinmekte ve Allah’ın isimlerin bu şekilde gelmesinin
hikmet yönünü açığa çıkarmaktadır.
Bazı alimler, yüce
Allah’ın isimlerini tasnif edip içerdiği
güzel manaları açıklamakta ve bu isimlerin delaletinden yaratıcının büyüklüğünü
ortaya koymaya çalışmaktır.
Bazı alimlerde, tevhidin ve akidenin temellerini sağlam bir
şekilde yerleştirme hususunda yüce Allah’ın isimleri, sıfatları ve fiillerini
delil getirmeye çalışmıştır.
Bazı alimler ise, bu isimleri, manzum şiirler çerçevesinde
açıklamaya gayret göstermişlerdir. Dolayısıyla Allah’ın isimleri, manzum şiir
çerçevesinde açıklanmıştır.
İmam
Nevevî, Aynî, İbn Hacer el-Askalânî, Kastallânî, Suyûtî ve daha birçok nebevî
hadis şerhçileri, bu yüce isimlerin manalarını açıklamaya çalışmışlardır.
Böylece Allah’ın isimleri ile ilgili hadisler, bariz ve ayırt edici bir
özelliğe sahip olmuştur.
İlk
dönem Tevhid alimleri ile Tasavvuf ehli alimleri, bu konuya büyük önem vermiş
ve ilgi göstermişlerdir.
Görüldüğü
üzere Allah’ın isimleriyle her istenilen şey elde edilmekte ve her arzu edilen
şey bu isimlerle tevessül edilmektedir. Bu isimleri anlamaya çalıştıkça; önemi
ortaya çıkmakta, kapalı görünen hususlar açığa çıkmakta ve gayb ile ilgili
sırlara vakıf olunmaktadır. İşte Allah’ın isimleri ile ilgili ortaya çıkan bu
durum, şer’an ve aklen inkar edilemeyecek ilimlerden büyük bir sırrı teşkil
etmektedir.
Buradan
şu husus ortaya çıkmaktadır: Yapmamız gereken şey, ancak taatleri işlemek, hayr
işleri yapmak ve Allah’ın isimleri ile ilgili gerçek yakarışı yapmaktır. Çünkü
bu isimler ve sıfatlar, insan için ilahi sırları ve rahmanî manaları ihtiva
eden bir sûret gibi bir görüntü ve bir aynadır. Zira yüce Allah, kullarına,
isimleriyle tecelli eder. Dolayısıyla da bu isimlerin etkilerini; şekillerinde,
renklerinde, hallerinde, mizaçlarında ve yaratılışlarında görürler.
Yine
isimler ile ilgili değişik tecelliler ve günler ile ömürler sona erse bile son
bulmayan sırlar vardır. Nitekim yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Göklerin
ve yerin hükümranlığına, Allah’ın yarattığı her şeye bakmadılar mı?”[1275]
İsimlerin
büyüklüğü, akıl sahipleri için, Allah’ın yarattığı bu tür şeylerin ortaya
çıkmasından yada bu tür şeylerin hakikatine ve azametine ulaşılmasından daha
büyüktür. Nitekim yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“İşte
bu (hususlar), bizim ihsanımızdır. İster ver, ister tut.
Bunun hesabı yok.”[1276]
Mutlu
kimse, Allah’ın başarıya ulaştırdığı kimsedir. Dolayısıyla da mutlu kimse,
başka bir amele ve işe dayanmaksızın sadece Rabb’ine taat etmekle meşgul olur.
İlerlemek isteyen kimse, Allah’ın sıfatlarının, varlıklar aleminde etkisini
tanıdıktan sonra ancak idrak etmekle ve tanıma dereceleri olan bilgi
mertebelerinin değeriyle bilir.
Yüce
Allah, bize, “En
güzel isimler (=el-Esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle
dua edin”[1277] buyurmak sûretiyle duanın yolunu kolaylaştırmıştır.
Görüldüğü üzere yüce Allah burada, “dua
edin” derken; O’nu tesbih edin, anın ve
bu isimlerle O’na ibadet edin demektedir. Çünkü bu konuda en yüce gayeye bu
isimlerle ulaşabiliriz ve çok lezzetli marifet içeceğinden bu isimlerle
içebiliriz.
Resulullah
(s.a.v)’de bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ
لِلَّهِ
تِسْعَةً وَتِسْعِينَ
اِسْمًا مَنْ أَحْصَاهَا
دَخَلَ
الْجَنَّةَ
“Doğrusu Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri sayarsa,
cennete girer.”[1278]
Hadisin
metninde geçen “Kim bu isimleri sayarsa” ifadesinin anlamı: “Kim bu isimleri ezberlerse”, “bu isimlerle
amel ederse”, “dua ederse”, “bu isimlerin manasını bilen kimsenin bu isimleri
okuyarak tekrarlarsa” demektir. Çünkü yüce Allah, kendisini bu isimlerle
isimlendirmiştir. Dolayısıyla bütün isimlerin varacağı yer, Allah’tır.
Müfessir
İbnu’l-A’râbî bu konu ile ilgili olarak şöyle der:
“Kim
Allah’ın isimleri hakkında bu manaları anlarsa, her yoldan güzelliği elde etmiş
ve kendisi için başarıya götüren yolu kazanmış olur.”[1279]
İlim
adamları, bu konuda değerli eserler yazmış olup bu isimlerin manalarını
açıklamışlar ve bu isimlerden çıkarılan hikmetler ile faydaları insanlara
bildirmişlerdir. Şüphesiz ki, yüce Allah’ı isimleriyle ve sıfatlarıyla tanımak,
en yüce gaye ve en şerefli değerdir. Çünkü bu isimler, Resulullah (s.a.v)’in; “Kim bu isimleri sayarsa, cennete girer” buyurması sebebiyle cennete girmenin yoludur.
Yine
müfessir İbnu’l-A’râbî konu ile ilgili olarak şöyle der:
“Alimler,
bu isimlerin manaları üzerinde durup bu isimler hakkında görüş belirttiler.
Allah’ın
isimleri, Kur’an’ın
Şimdi
de size, Kur’an-ı Kerim’de, yüce Allah’ın isimlerinin geçtiği yerleri genişçe
bir şekilde açıklayalım.
Fâtiha Sûresi: Bu
surenin içerisinde Allah’ın şu isimleri yer almaktadır. Allah ismi (Fâtiha:
Bakara Sûresi: Bu
surenin içerisinde şu isimler yer almaktadır:
el-Muhît ismi (Bakara:
Âl-i İmrân Sûresi: Bu
surede şu isimler yer almaktadır: el-Vehhâb ismi (Âl-i İmrân:
Nisâ Sûresi: Bu
surede şu isimler yer almaktadır:
er-Rakîb ismi (Nisâ:
En’âm Sûresi: Bu
surede şu isimler yer almaktadır: el-Kâhir ismi (En’âm:
A’râf Sûresi: Bu
surede şu isim yer almaktadır: el-Fâtih ismi (A’râf:
Enfâl Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: el-Kaviyy ismi (Enfâl:
Tevbe Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: el-Âlim ismi (Tevbe:
Hûd Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: el-Hafîz ismi (Hûd:
Yûsuf Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: el-Müsteân ismi (Yûsuf:
Ra’d Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: el-Müteâlî ismi (Ra’d:
Hicr Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: el-Hâfiz ismi (Hicr:
Kehf Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: el-Muktedir ismi (Kehf:
Meryem Sûresi: Bu
surede şu isim yer almaktadır: el-Hafiyy ismi (Meryem:
Tâhâ Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: el-Gaffâr ismi (Tâhâ:
Hac Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: el-Hâdî ismi (Hac:
Nûr Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: el-Mubîn ismi (Nûr:
Neml Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: el-Kerîm ismi (Neml:
Rûm Sûresi: Bu
surede şu isim yer almaktadır: el-Muhyî ismi (Rûm:
Sebe’ Sûresi: Bu
surede şu isim yer almaktadır: el-Fettâh ismi (Sebe’:
Fâtır Sûresi: Bu
surede şu isimler yer almaktadır: el-Fâtır ismi (Fâtır:
Zümer Sûresi: Bu
surede şu isim yer almaktadır: el-Kâfî ismi (Zümer:
Mü’min Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: el-Hâlık ismi (Mü’min:
Duhân Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: el-Muntekim ismi (Duhân:
Zâriyât Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: er-Rezzâk ismi (Zâriyât:
Tûr Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: el-Berr ismi (Tûr:
Kamer Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: el-Melîk ismi (Kamer:
Rahmân Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: Zu’l-Celâli ve’l-İkrâm ismi (Rahmân:
Hadîd Sûresi: Bu
surede şu isimler yer almaktadır: el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın isimleri (Hadîd:
Haşr Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el-Müheymin, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Musavvir isimleri (Haşr:
A’lâ Sûresi: Bu surede şu isim yer
almaktadır: el-A’lâ ismi (A’lâ:
Alak Sûresi: Bu
surede şu isim yer almaktadır: el-Ekrem ismi (Alak:
İhlâs Sûresi: Bu surede şu isimler yer
almaktadır: el-Ahad ismi (İhlâs:
* * *
ALLAH’IN İSİMLERİNİN MANALARI HAKKINDA
YAZILMIŞ ESERLER
Allah’ın
isimlerinin manalarını açıklama mahiyetinde yazılan eserlerin metotları
farklıdır. Metotların farklı olmasının nedeni; yazarların bağlı olduğu
mezheplerin değişik olması ve müfessirlerin, hadis alimlerinin, tevhid ve tasavvuf
alimlerinin, Arap filologu ve lügat fıkhı alimlerinin uzmanlık alanlarının
çeşitli olmasıdır.
Bu
ilimlerin her birinde, yüce Allah’ın isimleri ile ilgili hadis hakkında
müstakil bölümlere yer verilmiştir. Bu bölümler, araştırılıp tedvin edilmeye
muhtaç zengin bir bilgi servetini oluşturmaktadır.
* * *
İBN KAYYİM’İN ESMÂU’L-HÜSNÂ İLE İLGİLİ ÇALIŞMALARI
Diğer
uzman alimler gibi, İbn Kayyim’de; imanı sağlamlaştırmak, sahih akideyi tespit
etmek, fert ile toplum hayatına yüce İslam hakikatini yerleştirmek, İslam
hakikati ile ilgili yolları açıklamaya çalışmak, Allah’ın hakları ile kulların
hakları hususunda bu hakikatin gerektirdiğini yapmak, bu hakikatin delalet
ettiği şeyi anlamak ve bu hakikatle amel etmek, bu hakikati akıllara, nefislere
ve kalplere sağlamca yerleştirmeye gayret sarf etmek sûretiyle Esmâu’l-Hüsnâ
ile ilgili hadis hakkında çeşitli açıklamalar yapmış ve bunların manaları
hakkında bilgiler vermiştir.
İbn
Kayyim, Allah’ın isimleri ve bu isimleri sayma ile ilgili ilmin, diğer ilimler
gibi temel bir ilim olduğunu doğrulamıştır. Yaratığın bütün ilimleri sayması
gerektiği gibi, Allah’ın isimlerini sayması da doğal bir şeydir. Çünkü Allah’ın
isimlerini saymak, her bilinenin sayılmasına temel oluşturmaktadır. Zira
bilinen şeyler, bu isimlerin gereğidir ve bu isimlere bağlıdır.[1280]
Selef
ekolü, Kur’an’da ve Sünnette yüce Allah’ın şanına uygun bir biçimde O’nun
isimleri ve sıfatları ile ilgili gelen her türlü haberleri ve halleri, ispat
etmek sûretiyle doğrulamıştır.[1281]
Yine
Selef ekolü; Allah’ın sıfatlarını ve Allah’ın isimleri ile ilgili gerçekleri
inkar etmelerinden dolayı Cehmiyye, Mu’tezile, Kaderiyye mezheplerini reddetmiştir.
Bu
kitabın içeriği, Allah’ın isimleri ve sıfatları ile ilgili bilgiler verip Kitap
ve Sünnetten isimlerin delillerini ortaya koymakta ve yüce Allah’ın isimlerine
iman etmenin İslam’ın temel meselelerinden olduğunu bize bildirmektedir. Bu
konuda insanın olgunluğa erişmesi ve mutluluğa kavuşması, ancak yaratıcısını
bilmekle ve O’nun isimleri ile sıfatlarını tanımakla tamam olur. Bu gerçek ise,
isimler ile sıfatların durumunu araştırmakla elde edilir. Böylece bu konu,
varlığı tanımanın ancak en güzel isimler ve yüce sıfatlarla bağ kurmak sûretiyle
açığa çıkmış olur.
Akide,
Esmâu’l-Hüsnâ’nın gerektirdiklerini açıklama hususunda alanını genişletmekte ve
yüce Allah’ın isimleriyle nasıl övüleceği, Kur’an ile Sünnette Allah’ın
isimlerinin kaynaklarının nasıl olduğu ve işlenen konuların, Allah’ın
isimleriyle tevessül ile duanın nasıl yapılacağını bildirmektedir.
Bu
konuda Esmâu’l-Hüsnâ ile ilgili, kötülükten tenzih etmeyi açıklama mahiyetinde
bir bölüm oluşturulmuş ve Kur’an ile Sünnetin sınırlarını belirlediği gibi, bu
isimleri genelleştirmede edeb ile ilgili gereklilik belirtilmiştir.
İbn
Kayyim, bu eserde, Esmâu’l-Hüsnâ’nın manalarına, dilbilimi yönüne, dil
yapısına, etimolojik ve belağat yönüne işaret etme hususunda alimlerin,
tefsircilerin, hadisçilerin ve dilbilim bilginlerinin görüşlerinin özünü sunmuştur.
Yine
Arapça dilbilimcilerin konu ile ilgili filolojik meselelerine de yer vermiştir.
“Allahümme” (=Allahım) sözünün anlamı ve bu kelimenin aslı hakkında
farklı dilbilimcilerin görüşlerini açıklaması gibi. Yine Kur’an’da Allah’ın
sıfatı olarak geçen “Tebâreke” (=yüceler yücesi) kelimesinin aslı ve Arapça dil
sözlüklerinde, Meâni’l-Kur’an ve tefsir kitaplarında bu kelimenin delalet ettiği
manayı açıklama hususundaki görüşleri de böyledir. Ayrıca İsim ile ismin ifade
ettiği mana (=müsemma) arasındaki farklılığın, dil ve sözlük ile ilgili kitaplardan
kaynaklandığına dair açıklamaları da bu şekildedir.
İbn
Kayyim, Allah’ın isimlerini, “el-Kâfiyetu
fî Beyâni Akîdeti Ehli’s-Sünnet” adlı
kitabında ele aldığı manzum şiir hakkındaki düşüncesini ve bunun dışında ayrıca
konu ile ilgili birçok kimsenin yazdığı eserlerde az bulunan filolojik konular,
yorumlar, belağatlı nükteler ve aydınlatıcı fikirler hakkındaki görüşünü ortaya
koymuştur.
Son
olarak; okuyucu, kitabın içerisinde fıkıh, yasama, yorum, hadis şerhi, akaid ve
tevhid ile ilgili ifadeler görmektedir. Dolayısıyla bu kitap; içerisinde şiir,
nesr, edebî ve filoloji ile ilgili bazı sözler içermekle birlikte bir eğitim ve
bir ahlak kitabıdır.
* * *
İBN KAYYİM’İN BU KİTAPTAKİ METODU
İbn Kayyim, bu kitapta, her okuyucunun faydalanabileceği bu
nefis bölümlerde, göklerin ve yerin yaratılmasındaki asıl gayeyi
açıklamaktadır. Bu asıl gaye ise, kulların, yüce Allah’ı ve O’nun kemâl
sıfatlarını tanıyıp O’na ibadet etmelerini ve hiçbir şeyi O’na şirk
koşmamalarını istemektedir. İşte o zaman Esmâu’l-Hüsnâ, tevhidin ve mutlak
ibadetin yalnızca Allah’a has kılınması ile ilgili hususun, her bölüm ve her
bab başlığı içerisinde tecelli eder.
Kur’an
âyetlerinin, alemin yaratılması ile ilgili konusu; kulların, O’nun kudretini
tanımalarını ve O’nun ilminin genişliğini anlamaya yönelik çalışmalarınıf
gerektirir. İşte bu da, O’nu tanımayı, isimleri ile sıfatlarını tanımayı ve O’nun
bir olduğunu tanımayı sağlar.
İbn
Kayyim’in yaptığı bu araştırmaların sırrı, Allah’ın güzel isimleri ile O’nun
yüce sıfatları arasında bağ kurmak ve mahlukatın kaç gruba ayrıldığı, bu
mahlukatın ise yaratıcının varlığına, tevhide, ahirete ve peygamberlik ile
ilgili konulara karşı konumlarını ortaya koyma hususunda insanı irşad etmede
Kur’an’ın metodunu açıklamaktır.
Peygamberler
de, yüce Allah’ın isimlerini, sıfatlarını, bir olduğunu, O’na kavuşmayı ve
meleklerin varlığını haber vermişlerdir.
Şüphesiz
ki bu, iman konuları içerisine giren büyük bir konudur. Allah ancak bu konuyu,
ebedi ahiret mutluluğunu kendi istek ve arzularının önüne geçiren kimseye açar.
Allah’ın
isimleri ve sıfatları ile ilgili hadis, bu dünyada kulun elde edebileceği en
değerli bir ilimdir.
Görüldüğü
üzere bu kitap; içerisinde aydınlatıcı ve kuşatıcı bir yapının olduğu, aşırı
gitme, sahtelik ile ilavenin olmadığı, mükemmel bir üslubu yücelttiği ve
süslediği, dikkatli olma, ilmi kapasite ile fenni bir yeterliliğe sahip olma
hususunda belli bir metot ile bir gayeyi ortaya koyan bir tablo ve bir bilgi
mahiyetindedir.
Bununla
birlikte okuyucuyu; en görünümlü, en süslü ve en yüce kelimelerle belli bir
gayeye yöneltir.
Eğer
bazen konu dışına çıkılsa yada konu uzatılmış olunsa bile, kitap; kendine özgü
üslubuyla, yapısıyla, bilgi donanımıyla, hüküm çıkarmasıyla ve görüş
belirtmesiyle müellif İbn Kayyim (rh.a)’in istediği amaç ve metodu içermektedir.
Çünkü İbn Kayyim, bu kitapta, her türlü melekeleri önümüze koymaya
çalışmaktadır. Zaten İbn Kayyim, bütün kitaplarında; şeriatın güzellikleri,
akidenin temelleri, ibadetin asıl yönleri ile incelikleri ve konu hakkında Hz.
Peygamber (s.a.v)’in tavrı ile ilgili mükemmel bir tablo oluşturmada İslam
dininin sahih yönünü tanıtmayı hedeflemektedir. İşte bu metot, eski ve yeni
alimlerin eser yazarken kullandığı benzeri az bulunur bir metottur.
* * *
KİTABIN İÇERİĞİ
Bu
kitapta var olan düşünceler, üç bölüm halinde ele alınmıştır. Bu bölümler
şunlardır:
1.
Allah’ın güzel isimlerini
tanımak.
2.
Allah’ın isimlerini
kısımlara bölmek.
3.
Allah’ın isimlerinin
delaleti.
Kitabın
içeriğini şu şekilde sunmamız mümkündür:
•
Bu kitap; üzerinde Kur’an’ın, Sünnetin ve bu ümmetin selefinin icma ettiği yüce
Allah’ın isimleri ile sıfatlarını haber vermektedir.
•
Allah’ın her sıfatı; ya Kur’an’da gelmiş, ya mütevatir haberlerde gelmiş yada
haberi ahad yoluyla rivayet edilmiş olması. Her sıfatın, Kur’an’da bir aslı
vardır. Bununla birlikte biz, sıfatın gerektirdiğini belirtiriz ve keyfiyetsiz bir şekilde sıfatın dış
görünüşüne göre hareket ederiz.
•
Yüce Allah’a verilmesi mutlak anlamda caiz olmayanı ve O’nun sıfatlarına uygun
olmayanı haber vermek.
•
Allah’ın isimlerini; sarf, etimolojik ve lüğat fıkhı ile ilgili dilbilgisi manalarının
hakikatini açıklamak.
•
Yüce Allah’tan teşbihi nefyetmek.
•
İbn Kayyim, sahabe ile tabiunun, yüce Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının
manalarından anladıklarını ve bununla ilgili inançlarını anlatmaktadır.
•
Manası yüce Allah’a ait olmayan sıfatların, O’na isnad edilmemesi gerektiğini
haber vermek. Bu tür sıfatların manaları, kullara aittir. İnsanların, Adem
oğullarının niteliklerinden olan sıfatları,
yüce Allah’a isnad etmeleri caiz değildir.
•
Allah’ın isimlerinden, Resulullah (s.a.v)’in diğer hadislerinde metin ve mana
olarak gelenleri zikretmek.
•
Allah’ın isimleri, insanın bilmesi ve öğrenmesi gereken kurallardandır.
•
Bazı durumlarda içerdiği manadan dolayı yüce Rabb’imize bir isimle değil de iki
isimle birlikte dua edilmesi gerekmektedir. “el-Muzill” (=Düşmanlarını
zelil eden) isminin, “el-Muizz” (=Dinine
sarılanı galip kılan, yardım ve galibiyetini ona
ihsan eden) ismiyle
birlikte; “el-Kâbıd” (=Ruhları alan
veya kullarından dilediğinin rızkını daraltan) isminin, “el-Bâsıt” (=Dilediğinin
rızkını genişleten) ismiyle birlikte ve “ed-Dârr” (=Düşmanlarına cezasını indiren)
isminin, “en-Nâfi’” (=Kullarını ve âlemi iyiliğiyle kuşatan)
ismiyle birlikte dua edilmesi gibi.
•
Yüce Allah, tanıklık ettiği andaki ilmini, onay verdiği anındaki kudretini,
yaratma ile emretme anındaki hikmetini, peygamberler göndermeyi zikretme
anındaki rahmetini, kullarının günahlarını ve masiyetlerini zikretme anında
ceza vermede acele etmediğini, dua anında istenileni işittiğini ve hüküm verme
ile kudreti anındaki izzetini haber vermektedir.
* * *
BU KİTABIN ASLI
Yüce
Allah, bize; imam İbn Kayyim’in temel kitaplarını tahric etme,[1282]
mezhebi ile dilbilimi ile ilgili görüşlerini tedris etme ve şeriat ilimlerindeki
değerini açıklamayı kolaylaştırma hususunda bizi başarılı kılmıştır. Bununla birlikte
bu kitap ile ilgili olarak, İbn Kayyim’in bütün
basılı kitaplarını araştırmak ve bu fayda verici konu ile ilgili her
türlü eserini ortaya koymak bize gerekmektedir.
İbn
Kayyim’in biyografisini yazan kimseler, çoğunlukla, konumuzla ilgili olan “Şerhu Esmâillâhi’l-hüsnâ”
adlı kitabı, İbn Kayyim’e nispet etmişlerdir.[1283]
İbn
Receb “ez-Zeylu alâ Tabâkati’l-Hanâbile”de, İbnu’l-İmâd ise “Şezerâtu’z-Zeheb”de ve Dâvudî’de “Tabakâtu’l-Müfessirîn”de İbn Kayyim ile ilgili yazdıkları biyografilerde bu
kitaptan zımnen bahsetmişlerdir.
Bununla
birlikte bu kitabın elyazması nüshasına ulaşamadık ve bununla ilgili bir eseri
bulamadık. Yine de biz, İbn Kayyim’in basılı eserlerinden bu konu ile ilgili
her türlü bilgiyi toplamaya çalıştık. Çünkü İbn Kayyim’in bizzat kendisinin
güvenilir birisi olması hasebiyle, bu kitabın, insanlara fayda vereceğini
umuyoruz.
İbn
Kayyim (rh.a), bu konuya büyük önem vermiş ve bu konuya, şer’i ilimlerin en yücesi
olan Tevhid ilmi içerisinde yer vermiştir.
İbn
Kayyim’in güvenilir birisi olması, “Şerhu
Esmâi’l-Hüsnâ”
adlı kitabının da kapsamlı ve geniş bir kitap olmasını gerektirmektedir.
Çünkü İbn Kayyim bu konuda şöyle demiştir:
“Allah’ın,
“Şerhu Esmâi’l-Hüsnâ”yı açıklamaya lütfuyla yardım etmesi umulur. Çünkü bu
kitapta, Allah’ın isimleri hususunda sapmaktan ve sıfatlarını iptal etmekten
uzak olmak ile bu isimler ile ilgili kuralların hükümlerine önem verme yer
almaktadır. Dolayısıyla Allah, lütfuyla Mennân’dır. Zira Allah, üstünlük ve
yücelik sahibidir.
* * *
BU KİTAPTA YAPTIĞIMIZ UYGULAMA
Bu kitaptaki
uygulamamızı şu şekilde ortaya koyduk:
1.
İbn Kayyim’in basılı eserlerini saymak,
2.
Bu eserlerden, Esmâu’l-Hüsnâ ile ilgili
olanları ortaya çıkarmak,
3.
İsimler ve sıfatlarla ilgili maddeleri
sıralamak,
4.
Konu ile ilgili başlıkları dağıtmak,
5.
Konu ile ilgili âyetleri ortaya koymak,
6.
Konu ile ilgili rivayet edilen hadisleri
derlemek,
7.
Bazı yerlerde, İbn Kayyim’in kitaplarından
ve diğer başka kitaplardan alıntılar yapmak,
8.
Bu kitapta, İbn Kayyim’in metodunu
açıklamakla birlikte, Esmâu’l-Hüsnâ’yı tedvin etmeye yönelik önemli bir önsöz
yazmak. Çünkü bu kitap, bu tahkikle, Esmâu’l-Hüsnâ’yı anlatan kitapların en
kapsamlısı olur. Dolayısıyla da bu kitap, konu ile alakalı sahih akideyi
yerleştirmek ve bu akideyi, Allah’ın kitabı ve Resulullah (s.a.v)’in sünneti
doğrultusunda anlama hususunda okuyucunun zihninde şekillenen düşüncelere cevap
verme mahiyetinde kapsamlı ve faydalı bir kitap olma özelliği kazanmaktadır.
9.
Kitabın sonuna ilmi ve faydalı fihristler
koymak.
Biz,
yüce Allah’ın isimlerinin bereketiyle faydalanmayı umuyoruz. O, ne güzel bir
Mevla ve ne güzel bir yardımcıdır.
Allahım!
İsimlerinden ve sıfatlarından nasıl faydalanabileceğimizi bize öğret ve bize
öğrettiğinle faydalanmamızı sağla. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Bize
dünyada ve ahirette fayda sağlayacak bir ilim ver.
Duamızın sonu, “Hamd, alemlerin Allah’a
mahsustur.”
Yûsuf Alî Büdeyvî – Eymen Abdurrezzâk es-Sevvâ
DIMEŞK, 14.05.1416 Hicri –
08.10.1995 Miladi
YÜCE ALLAH’IN İSİMLERİNİ
VE SIFATLARINI TANIMAK
Muhakkak
ki Allah (c.c.)’ı, isimlerini ve sıfatlarını bilmek bilindiği üzere
ilimlerin en şereflisidir. Allah (c.c.)’ı isimlerini ve sıfatlarını bilmek,
maksadın, murad edilenin ta kendisidir.
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah, yedi kat göğü ve
yerden bir o kadarını yaratandır. Emir bunlar arasında iner durur ki, böylece Allah’ın
gerçekten her şeye kâdir olduğunu ve muhakkak Allah’ın, ilmi ile her şeyi
kuşatmış olduğunu kesinlikle bilesiniz diye”
(Talak:
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: “Bil ki, Allah’tan başka ilâh
yoktur” (Muhammed:
İşte
bu ikisi; Rab Teâlâ’yı isimleriyle, sıfatlarıyla, fiilleriyle, hükümleriyle
tanımak ve bunların gerektirdiği şekilde O’na kulluk etmek, kuldan asıl talep
edilenlerdir [1284]
Sıfatların Delillerinin, Kur’ân’dan ve Sünnet’ten Olması
Sıfatlara delalet eden
ve kendileriyle sıfatların tanındığı deliller; Kitap’tan, Sünnet’ten,
akli delillerden, fıtrattan ve Rabb’in yarattığı sanat eserlerinden bilinir. Kul tevhîd inancında karar kıldığı
zaman Hakk Teâlâ’nın sıfatlarını kendinin öğrettiğini , kulun kendi başına
sıfatları tanımadığını, Hakk’ın kula tanıtması olmaksızın bu işin olmayacağını,
kulun kalbine bu delilleri Hakk’ın koyduğunu ve o delillerden hareketle sıfatları
ve sıfatların sahibini tanıyacağını idrak eder.
O -hakikatte kendi zatını bilen- noksan sıfatlardan berîdir.
Çünkü sıfatları hakkındaki bütün bu delillerin ana kaynağı kendisidir. Buyruğu
ile fiili ile ve tanınması için delil yaratması ile kendi zatını kullarına bildirip açıklamıştır. O (c.c.)
Evvel ve Âhirdir. Kul bu konuda sadece bir alet, bir yaratık, delillerin,
delilerin eserlerinin ve hükümlerinin üzerinde cereyan ettiği bir mahaldir.Ve
kulun bu işlerde hiçbir rolü yoktur. İşte bu sıfatların deliller üzerine
tecellî etmesidir. Allahu Teâlâ’nın sıfatları deliller üzerine tecellî ettiği zaman asıl hükmün sıfatlar için
olduğu, delillerin ise sadece sıfatların birer eseri olduğu ortaya çıkar ki bu
bir yönüdür.
Diğer yönü ise; delillerin kul için ortaya çıkan parıltılar ve tecelliyat olduğudur. Ve sıfatlar
bu delillerin üzerine tecellî ettiği zaman o parıltıların ve
tecelliyatın hükmü sıfatlarda gizlenir ve hüküm yalnız sıfatlara mahsustur.
Böyle olunca da kul Zatının delillerine
ilmî ve irfânî bir şekilde yükselir.
Allah’ın İsimlerini ve Sıfatlarını Bilmenin,
İlimlerin En Yücesi Olması
Muhakkak ki bir ilmin şerefi konusunun şerefine, varlığının
delillerine ve kanıtlarına şahsın itimadına, tanınmasına olan ihtiyacın
şiddetine ve kendisiyle sağlanan faydanın büyüklüğüne tabidir. Kendisinden
başka ilâh olmayan, alemlerin Rabb’i[1285], göklerin ve yerlerin Kayyûm’u[1286], açık bir şekilde Melik[1287] ve
Hakk[1288]
olan, bütün kemâl sıfatlarla vasıflanmış, bütün ayıplardan ve noksan
sıfatlardan münezzeh olan ve bütün temsillerden, teşbîhlerden en mükemmel bir
şekilde berî olan Allah (c.c.) konusunun en büyük, en yüce, en ulvî konu olduğunda hiçbir şüphe
yoktur.
Muhakkak ki Allah
(c.c.)’ın isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini bilmenin ilimlerin en yücesi ve
en faziletlisi olduğunda hiç şüphe yoktur. Onun diğer ilimlere nisbeti konusunun
diğer ilimlerin konularına nisbeti gibidir. Nitekim Allah (c.c.)’ı bilmek,
ilimlerin en yücesi, en şereflisi ve bütün ilimlerinde aslıdır. Her varlık var
oluşunda apaçık Melik ve Hakk olana dayandığı ve zatının hakikatini bilmede O’na
muhtaç olduğu gibi O’nu bilmekte bütün ilimlerin aslıdır. O bütün noksan
sıfatlardan berî olan her şeyin Rabb’i, her şeyin Melik’i ve her şeyin yaratıcısıdır.
Bir ilmin tam bir illet ile olması ve onun illet olduğunun
bilinmesi sebep olanın bilinmesini gerektirdiği gibi, ilmin kemalinin tam bir sebep ile olduğunda
ve onun sebep olmasının müsebbibini bilmeyi gerektirdiğinde de hiç şüphe
yoktur. Allah (c.c.) hariç bütün
varlıklar varoluşlarında Allah (c.c.)’a isnat edilirler. Her sanat, onu
yapan sanatçıya ve her yapılan iş onu
yapan failine isnat edilir. İşte bundan dolayı bütün noksan sıfatlardan
münezzeh olanın zatını, sıfatlarını ve fiillerini bilmek O’nun haricindeki
eşyayı bilmeyi gerektirir. O kendi zatında bütün eşyanın Rabb’i ve Melikidir.
Ve O’nu bilmek bütün ilimlerin aslı ve köküdür. Böyle olunca da kim Allah
(c.c.)’ı tanırsa O’nun haricindeki eşyayı tanır ve kimde Rabb’i hususunda cahil
olursa O’nun yarattığı mahlukatı hakkında en cahil kimse olur. Allahu Teâlâ
şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ı unuttukları için Allah’ında kendilerini kendilerine unutturduğu
kimseler gibi olmayın” (Haşr,
Bu âyet hakkında iyice düşünmek gerekir. Çünkü bu âyetin
altında çok yüce ve çok büyük bir mana bulunmaktadır. Bir kimse Rabb’ini unuttuğunda
Rabb’i de ona kendi şahsiyetini ve kendi nefsini unutturur da o kendi şahsını
unutan kimse kendi hakikatini ve kendi
maslahatlarını bilemez. Çünkü o ahireti hakkında ve varacağı yeri
hakkında istikametini ve kurtuluşunu unutmuş böylelikle de başıboş salıverilmiş
hayvanlar makamında terk edilmiş ve atılmış olur. Halbuki nice hayvanlar vardır
ki yaratıcılarının kendilerine bahşettiği hidayet üzerine devamlı oldukları
için maslahatlarını, faydalarını ve
menfaatlerini o kimseden daha iyi bilirler. İşte bu kimse yaratılmış olduğu fıtrattan
çıkmış, Rabb’ini unutmuş ve Rabb’i de ona bundan dolayı zatını ve zatının
sıfatlarını unutturmuştur. Unutulan nefis ise ahiretinde ve varacağı yerde
kişiyi kemale erdirmez, konumunu arttırmaz ve muvaffak etmez.[1290]
Kul noksan sıfatlardan berî olan Rabb’in ezeliyette,
ebediyette ve fiilde tek olduğunu, Ondan başka her kesin bir zerreyi veya bir
zerrenin cüz’ünü yaratma kudretinden
aciz olduğunu ve varlığının kendi nefsinden
olmadığını bildiği zaman varlığının kendisine ait olmadığını, varlığının kendisi
sebebiyle olmadığını ve kendiliğinden olmadığını anlar.
Bu bilgi, kalpteki diğer zikirleri Allah’ın zikrinden ayırır.
Kişinin zenginliği, malikiyeti, mülkü ve kudreti kaybolup gittiği gibi
hafızasından ve zihninden Allah (c.c.)’tan başkasının zikri de kaybolur gider.
İşte böyle olunca Allahu Teâlâ tek ilâh ve tek zikredilen
olur.Nitekim O tek yaratıcı, tek Mâlik,[1291] tek Ganiyy[1292] ve ezelî ve ebedî olarak kendi zatıyla var olan tek ilahtır.
Allah’tan başkasına gelince, onun varlığı ve varlığının tabi
olduğu sebepler emanettir, kendisine ait değildir. Her ne zaman kul Allah’tan
başkasının zikrinden ve delillerinden yüz çevirirse işte o zaman kalbinde bu
bilgi yayılır.[1293]
Allahu Teâlâ’yı tanıma hususunda bahtlı olarak insanların en
yücesi Allahu Teâlâ’yı hakkı ile övemediğini itiraf eden kimsedir. Ve bu kişi
diğer hamd ve sena edenlerden üstündür.
Şairin dediği gibi:
“Ne
kadar mübalağa yapsa da övgüde
Hoşnut olan sana
ulaşamaz.
Muhakkak ki en yücesi
sendedir,
Senindir hamd hem de
hepsi.
Başlangıcı yok sonu yok
Allah’tır en iyi bilen
hamdi.[1294]
Yüce Sıfatlara İmanın, İslâm’ın Esaslarından Olması:
Rabb
(c.c.)’in sıfatlarına iman edinceye kadar bilgide ileri gitmek kula bir fayda
sağlamaz. Yani imanda ileri gitmiş olmaz. Sıfatları sadece bilmek kulu Rabb’i
hususunda cehalet sınırından çıkarır.
Böyle
oluca da sıfatlara iman etmek ve onları araştırmak İslâm’ın esası, imanın
kaidesi ve ihsan ağacının meyvesidir. Kim Yüce Allah’ın sıfatlarını inkar ederse irfan ehlinden
olmaktan uzaklaşarak İslam’ın esasını, imanı ve ihsan ağacının meyvesini
kesinlikle yıkmıştır.
Muhakkak
ki noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, sıfatlarını inkar eden kimseyi kötü
zan sahibi olarak addetti ve şirk ehlinden, küfür ehlinden ve büyük günah
işleyenlerden saydı. Hiç kimseyi tehdit etmediği şeyle onu tehdit etti. Ve
Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin,
ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz,
yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. Sizin Rabb’iniz hakkında
ki bu zannınız, sizi helak etti de hüsrana uğrayanlardan oldunuz”
(Fussilet,
Ve
Allahu Teâlâ sıfatlarından bu sıfatı inkar etmelerinin kötü zanlarından ibaret
olduğunu ve onları helak edeceğini bildirdi.
Allahu
Teâlâ kötü zan sahipleri hakkında şöyle buyurdu: “Kötü
âkıbet onların üzerine olsun. Allah da onlara karşı gazablanmış, onları lanetlemiş
ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. O ne kötü bir dönüş yeridir!”
(Fetih,
Allahu
Teâlâ hakkında kötü zanda bulunanlardan başka hiç kimse hakkında bu tehdidin
misli gelmemiştir. Sıfatlarının inkarı ve isimlerinin hakikatlerinin inkarı
kötü zannın en büyüklerindendir.
Allahu
Teâlâ’ya en sevimli olan şey isimleriyle, sıfatlarıyla ve fiilleriyle övülmesi
ve methedilmesidir. Sıfatların inkarı ise sapmanın ve küfrün en büyüğüdür. Ve
bu şirkten daha şerlidir. Sıfatları inkar eden kafir ise müşrikten daha
şerlidir. Böyle olunca da Melik’in sıfatlarını inkar etmek ile mülkünün
hakikatini inkar etmek veya sıfatları hakkında itiraz etmek ve yahut ta mülkte
O’nun ile bir başkası arasında ortaklık isnat etmek bir olmaz. Sıfatları inkar
edenler bizatihi resullerin düşmanlarıdır. Alemdeki her şirkin asl[1295]
ta’tîldir.[1296]
* * *
YÜCE ALLAH’IN EN GÜZEL İSİMLERİNİN
ASILLARI
Muhakkak
ki insanın kemali ve saadeti yaratıcısını tanımakla, yaratıcısının isimlerini
ve sıfatlarını tanımakla ve yaratıcısına ulaştıran yolu tanımakla tamam olur.
Ve
bunların hepsini Fâtiha sûresi içerip en mükemmel intizam ile derleyip
toplamıştır.
Muhakkak
ki Allahu Teâlâ’nın “Hamd, âlemlerin Rabb’i,
Rahmân, Rahîm ve Din günün sahibi olan Allah’a mahsustur” (Fâtiha,
“Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” (Fâtiha,
“Bizi dosdoğru yola ilet”
(Fâtiha,
“Gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil” (Fâtiha,
Surenin
evvelinde rahmet, ortasında hidayet ve sonunda nimet vardır. Kulun nimetten
nasibi hidâyetten nasibi kadar, hidâyetten nasibi ise rahmetten nasibi
kadardır.[1298]Ve bütün işler O’nun nimetine ve rahmetine döner.
Nimet
ve rahmet, rububiyyetin gerekli kıldığı şeylerdendir. O (c.c.) ancak Rahim’dir[1299] ve nimet ihsan edendir. İşte bu O’nun ilahlığının gerektirdiklerindendir.
Her ne kadar inkar ediciler inkar etse de müşrikler Ondan sapsa da O Hakk[1300] olan ilahtır.
Kim
Fâtiha sûresinin manalarının hakikatini ilmen, marifeten, amelen ve keyfiyeten
bilirse elbette O (c.c.)’nun kemalinden ihsan edilen daha bol bir nasibe ulaşır
ve kulluğu ibadet eden avam halkın derecesinden daha yüksek halis bir kulluk
olur. Allah (c.c.), kendisinden yardım talep edilendir.[1301]
Bütün Peygamberlerin, Akidenin Esasları Üzerinde İttifak Etmesi:
Asıllar
üzerine sabit olan tevhîd üzerinde bütün Peygamberler ittifak etmişlerdir.
1-
Bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah (c.c.) yücedir, ezelîdir,
başlangıcı yoktur, birdir, mülkünde hiçbir ortağı yoktur, eşi, benzeri, zıttı,
yardımcısı, nasihatcısı, yol göstericisi yoktur. Ancak O’nun izninden sonra şefaatçi
şefaat edebilir.
2-
Kesinlikle babası yoktur, çocuğu yoktur, dengi yoktur, hiçbir yönden nesebi
yoktur, zevcesi yoktur.
3-
Kendi zatıyla Ganiyy’dir.[1302] Yemez, içmez ve hiçbir şekilde yarattıklarının ihtiyaç
duyduklarına ihtiyaç duymaz.
4-
O hiçbir zaman bir halden başka bir hale değişmez. İhtiyarlık, hastalık,
uyuklama, uyuma, unutkanlık, pişmanlık, korku, keder ve bunlar gibi afetlere
hedef olmaz.
5-
Yarattıklarından hiçbir şeyle benzeşmez. Bilakis ne zatında ne sıfatlarında
nede fiillerinde O’nun misli gibi hiçbir şey yoktur.
6-
O yarattıklarından hiçbir şeye hulûl[1303] etmez ve yarattıklarından hiçbiride O’nun zatına hulûl
edemez. Bilakis O zatı ile yarattıklarından ayrı, yarattıkları da Ondan
ayrıdır.
9-
O her şeyi bilir[1305]. Sırrı ve daha gizli olanı da bilir. Olanı da, olacağı da,
olmayanı da bilir. Olmayan şayet olsaydı
nasıl olurdu, nasıl olacaktı onunda keyfiyetini bilir. Allahu Teâlâ şöyle
buyurdu: “O’nun ilmi dışında bir yaprak
bile düşmez. O yerin karanlıkları içerisindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş
ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır”
(En’âm,
11-
O kesinlikle gayba şahittir.[1308] Mülkünün idaresinde hiç kimseyi vekil tayin etmez.
Kullarının ihtiyaçlarını kendisine yükseltecek veya kulları hakkında O’na
yardım edecek veya kulları için şefkat ve merhamet dileyecek her hangi bir
kimseye ihtiyaç duymaz.
12-
O ezeli[1309] ve Bakî’dir.[1310] Zayıflamaz, yok olmaz, terk edip gitmez ve ölmez.
13-
O Mütekellim’dir.[1311] Emredici ve yasaklayıcıdır. Hakkı söyler, yol gösterir,
Resuller gönderir, kitaplar indirir, hayrdan ve şerden kazandıkları sebebiyle
her kulun üzerinde durur, iyilik yapanı iyiliği sebebiyle mükafatlandırır ve
kötülük yapanı kötülüğü sebebiyle cezalandırır.
14-
O vaadinde sadık, haberinde doğru sözlüdür. Ondan daha doğru sözlü hiç kimse
yoktur. Ondan daha doğru haber verecek hiç kimse yoktur. Ve O asla sözünden
dönmez.
15-
O yüceler yücesi Samed’dir.[1312] Tüm ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını karşılar ve Onun
samediyetin de çelişki söz konusu olmaz.
16-
O Kuddûs’dür,[1313] Selâm’dır.[1314] O her türlü ayıplardan, afetlerden ve noksanlıklardan
berîdir.
17-
O her yönden mutlak kemâl sahibidir. Kâmildir.
18-
O Adl’dır.[1315] Zulmetmez, eziyet etmez ve kulları Ondan zulmeder diye
korkmazlar.
İşte
bunlar bütün kitapların ve resullerin ittifak ettiklerindendir. Bunun zıttına
bir şeriatın gelmesi caiz olmayan ve hiçbir nebinin aslen aksini haber
vermeyeceği hükümlerdendir.
İsimlere ve Sıfatlara Bakış Açısı:
Bu
bakış açısına vakıf olmak, varlığın yaratma ve idare olarak en güzel isimlerle
ve en yüce sıfatlarla alakalı olduğunu bilmektir. Varlık onlarla irtibatlıdır.
Çünkü alem içindeki her şey ile isim ve sıfatların eserlerinin bazılarından ve
onların gerekli kıldıklarındandır.
İşte
bu, bilgilerin en yücesi ve en şereflilerindendir. Allah’ın her ismine has özel
bir sıfatı vardır. Çünkü Onun isimleri övülen kemâl sıfatlarıdır. Ve her bir
sıfatın ise bir gereği vardır.
Fiil,
ya lazımdır (=geçişsiz) yada muteaddidir (=geçişli). Muteaddi fiilin, bir mef’ule
taalluk etmesi gerekir. Bu, onun için zaruridir. İşte bu Onun yaratmasında,
yönetmesinde, mükafat vermesinde ve cezalandırmasında tecelli eder. Ve bunların
hepsi, Esmâu’l-Hüsnâ’nın eserleri ve gerekli
kıldıklarıdır.
Yüce Allah’ın isimlerini, isimlerinin
sıfatlarından ve manalarından ta’til etmek; sıfatları, fiillerden ve gerekli
kıldıklarından ta’til etmek ve fiilleri mef’ullerinden ta’til etmek mümkün
değildir. Nitekim yüce Allah’ın fiillerinden mef’ulünü, sıfatlarından
fiillerini, isimlerinden sıfatlarını ta’til etmek ve isimlerini ve sıfatlarını
zatından ta’til etmek mümkün değildir.
Yüce
Allah’ın vasıfları kemâl sıfatlar, fiilleri de hikmet ve maslahatlar, isimleri
ise en güzel isimler olduğuna göre, O’nun hakkında onları sonuçlarından ayrı
düşünmek imkansızdır. İşte bundan dolayı Yüce Allah emrini, yasağını, mükafat
vermesini ve cezalandırmasını ta’til eden kimseyi kınamıştır. Çünkü bu kimse
böyle yaparak Yüce Allah’ı layık olmadığı ve münezzeh olduğu şeye nisbet
etmiştir. Bu ise Yüce Allah hakkında hükmeden kimsenin kötü hükmüdür. Kim yüce
Allah’ı buna nisbet ederse Allah’ı şanına yakışacak bir şekilde taktir edip tanıyamamış
ve Onu hakkıyla ta’zim edememiştir.
Nitekim
yüce Allah; nubuvveti, resullerin gönderilmesini ve kitapların indirilmesini
inkar eden kimse hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah’ı
(şanına yakışacak bir şekilde) hakkıyla tanımadılar. Çünkü ‘Allah hiçbir insana
bir şey indirmedi’ dediler.”[1316]
Ve
ahireti, kulların mükafatlandırılmasını ve cezalandırılmasını inkar eden
hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah’ı (şanına
yakışacak bir şekilde) hakkıyla tanımadılar. Kıyamet günü bütün yeryüzü Onun kabzasındadır,
gökler ise O’nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır”[1317]
Salihler
ve günahkarlar, mü’minler ve kafirler gibi zıtları eşit görmeyi caiz gören
kimse hakkında Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Yoksa
kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, iman edip salih
amel işleyen kimseler ile bir mi
tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar.”[1318]
Yüce
Allah, bunun, Zatına layık olmayan kötü bir hüküm olduğunu bildirmiştir. O’nun
isimleri ve sıfatları bu kötü hükümden berîdir.
Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: “Yoksa siz, Bizim sizi
boş yere yarattığımızı ve sizin bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?
Melik ve Hakk olan Allah’ın şanı yücedir! O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O
yüce Arşın Rabb’idir.”[1319] Bu zandan ve hesaptan da yüce Allah’ın isimleri ve sıfatları
berîdir.
Bunun
benzeri âyetler Kur’an da çoktur. Yüce Allah o âyetlerde isimlerinin ve
sıfatlarının gerekli kıldıklarının hilafına olanı kendi Zatından nefyetmektedir.
Çünkü bunlar isimlerinin ve sıfatlarının noksan ve sonuçsuz olmalarını
gerektirmektedir.
Böyle
olunca da Yüce Allah’ın el-Hamîd ve el-Mecîd[1320] ismi, emrolunmayacak, nehyolunmayacak, mükafatlandırılmayacak
ve cezalandırılmayacak bir şekilde boşu
boşuna ihmal edilmiş ve başıboş salıverilmiş olarak insanın terk edilmesini men
etmektedir. el-Hâkim[1321] ismi
de aynı şekildedir ve noksanlıktan berîdir.
el-Melik
ve el-Hayy[1322] isimleri de fiilden atıl olmayı men etmektedir. Bilakis
hayatın hakikati mutlak fiildir. Ve her diri faal (=birçok fiil işleyendir.
Yüce Allah’ın, el-Hâlık ve el-Kayyûm olması O’nun hayatını ve sıfatlarının
vacib kıldıklarını gerekli kılmaktadır. es-Semî ve el-Basîr isimleri işitileni
ve görüleni gerektirir. el-Hâlık ismi mahlûku gerektirir.
Aynı
şekilde er-Rezzâk[1323] sıfatı da mahlûku gerektirir. el-Melik isimi hükmetmeyi, tasarruf da
bulunmayı, yönetmeyi, vermeyi, men etmeyi, ihsanda bulunmayı, adaleti, mükafat
vermeyi ve cezalandırmayı gerektirmektedir.
el-Berr,
el-Muhsin, el-Mu’tî, el-Mennân[1324] ve diğer isimleri, eserlerini ve vacib kıldıklarını
gerektirmektedir. Bu bilindiği zaman diğerleri de idrak edilir. el-Gaffâr,
et-Tevvâb ve el-Afuvv yüce Allah’ın isimlerindendir.
Ve
bu isimler için taalluk edecekleri fiiller, lazımdır. Şöyle ki; mağfiret
olunacak günah, kabul olunacak tevbe ve affolunacak cinayet lazımdır.
el-Hâkim
ismi için kendisinde hükmünün zuhur
edeceği bir taalluk lazımdır. Bu isimlerin eserleri için gerekli kıldıklarıdır.
Çünkü el-Hâlık için mahlûk, er-Razzâk için rızıklanan, el-Mu’tî için alan ve
el-Mâni’ için korunması gereken birileri lazımdır. Bu isimlerin hepsi Esmâ’ul-Hüsnâ
‘dır.
Rabb
Teâlâ, Zatını, sıfatlarını ve isimlerini sever. Ve O el-Afuvv olup affetmeyi
sever, mağfireti sever, tevbeyi sever ve kulu O’na tevbe ettiği vakit kulunun
tevbesine akla gelemeyecek kadar büyük bir sevinçle sevinir.
Mağfiret
etme, suçun failini affetme, ona halim davranma, tevbesini kabul etme ve ona
müsamaha gösterme takdiri, yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının gereğidir.
Sevgisinin ve rızasının hasıl olması bundan dolayıdır. Yüce Allah bunun ile
kendi zatını över. Semavatının ve arzının ehlide O’nu bunun ile överler. Bu ise
O’nun kemalinin vacib kıldıklarından ve hamdinin gerektirdiklerindendir.
Şanı
yüce Allah, el-Hamîd ve el-Mecîd’dir. O’nun hamdi ve mecdi eserlerini
gerektirmektedir. Bunlar ise, zellelerin mağfiret edilmesi, sürçmelerin bağışlanması,
günahların affedilmesi ve suçlara müsamaha gösterilmesidir. Bu ise hakkını tam
olarak alma hususunda kudretinin kemali ile ve yüce Allah’ın suç hakkındaki
ilminin ve suçun cezasını bilmesinin mükemmelliği iledir. Böyle olunca da yüce
Allah bilmesine rağmen ona halim davranmış ve kudret sahibi olmasına rağmen de
onu affetmiştir. O’nun mağfireti izzetinin ve hikmetinin kemalindendir.
Nitekim
Yüce Allah Hz. İsa (a.s.)’ın şu sözünü bizlere Kur’an da bildirmektedir: “Eğer onlara azab edersen şüphesiz onlar senin kullarındır.
Ve eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen Azîz ve Hâkim[1325] olansın” (Mâide,
Alemde
ve buyrukta yüce Allah’ın isimlerinin ve
sıfatlarının eserlerinin etkisini düşünen kimseye kuldan hasıl olan bu suçların
kazalarının ve kaderlerinin çıkış yerinin yüce Allah’ın isimlerinin,
sıfatlarının ve fiillerinin kemalinden olduğu aşikar olur. Ve onların nihâyetleri
de aynı şekilde Rubûbiyyetinin ve Uluhiyyetinin gerektirdiği gibi hamdinin ve
mecdinin gerekli kıldıklarındandır.
Yüce
Allah’ın her hükmünde ve her takdirinde düşünen kimse için açık bir hikmet, göz
kamaştıran mucizeler ve kullarına isimlerini ve sıfatlarını tanıtması vardır.
Bu ise onların Yüce Allah’a muhabbetlerini, O’nu zikretmelerini, O’na
şükretmelerini ve O’na Esmâu’l-Hüsnâ’sı ile kulluk etmelerini gerektirmektedir.
Çünkü her ismin ilim, bilgi ve durum olarak
kendine has bir ibadeti vardır.
Kulluk
olarak insanların en mükemmeli, beşer olarak vakıf olabildiği isimlerin ve
sıfatların tamamı ile kulluk eden kimsedir. Yüce Allah’ın el-Kadîr ismi ile
kulluk etmesi el-Halîm[1326] ve er-Rahîm ismi ile kulluk etmesine, el-Mu’tî ismi ile
kulluk etmesi el-Mâni’[1327] ismi ile kulluk etmesine, er-Rahîm, el-Afuvv ve el-Gafûr[1328] ismi ile kulluk etmesi el-Muntekim[1329] ismi ile kulluk etmesine ve yahut ta et-Teveddüd[1330],
el-Berr, el-Lütuf[1331] ve el-İhsân gibi isimleriyle kulluk etmesi de el-Adl,
el-Ceberrût[1332],
el-Azamet, el-Kibriyâ[1333] ve
diğer isimleriyle kulluk etmesine engel olan kimse gibi bir isim ile kulluk
etmesi diğer bir isim ile kulluk etmesine engel olmaz.
Bu,
Allah’a yürüyenlerden kemale erenlerin yoludur. O, Kur’ân’ın kalbinde meydana
gelen bir yoldur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na bunlarla dua edin” (A’râf,
Yüce
Allah kullarını isimleri ve sıfatlarıyla kendini tanımaya, onlarla kendine
övmeyi ve onlarla kulluktan nasiplerini almaya çağırmaktadır.
Çünkü
Yüce Allah isimlerinin ve sıfatlarının icap ettirdiği şeyi sever. O el-Alîm’dir
tüm alimleri sever. el-Cevvâd’dır[1334] tüm cömertleri sever. el-Vitr’dir[1335] teki sever. el-Cemîl’dir[1336] güzeli sever. el-Afuvv’dur affı ve affedeni sever. el-Hayiy’dir[1337] hayayı ve hayalı olanı sever. el-Berr’dir iyi şeyleri ve iyi
kimseleri sever. eş-Şekûr’dur[1338] şükredenleri sever. es-Sabûr’dur[1339] sabredenleri sever. el-Halîm’dir[1340] hilm ehlini sever.
Yüce
Allah tevbeyi, mağfireti ve affetmeyi sevdiğinden dolayı kendisinden
bağışlanmayı isteyen kullarını yaratmıştır. Onun tevbesini kabul eder ve onu bağışlar. Sevdiği
ve razı olduğu sonucun doğması için kulun O’nun sevmediği ve buğz ettiği fiili
işlemesini taktir etmiştir. Bunun vasıta kılınması ise; sevilen sonuca
ulaştıran hoşlanılmayan sebeplerin vasıta kılınması gibidir.
Bir
şair şiirinde şöyle demektdir:
“Kulların sevmediği nice işler vardır ki sevilene ulaştıran sebeptir.
Onun gibi sebepte yoktur”
Sonuçlarıyla birlikte sebepler dört kısımdır:
Birincisi, sevilen ve sevilen
sonuca ulaştıran sebeptir.
İkincisi, sevilmeyen ama sevilen
sonuca ulaştıran sebeptir. Bu iki kısım Yüce Allah’ın sevdiği ve kerih gördüğü
şeylere nisbetle kazasının ve kaderinin cereyan ettiği noktadır.
Üçüncüsü, sevilmeyen ve
sevilmeyene ulaştıran sebeptir. Dördüncüsü; sevilen ama sevilmeyene ulaştıran
sebeptir. Bu ikisi ise Yüce Allah hakkında imkansız olan şeylerdir. Çünkü Yüce
Allah’ın kazasından ve kaderinden murat edilen gayeler, yarattıklarının ve
hükmettiklerinin ancak vuku bulup meydana gelmesidir. Bunlar ise ancak Rabb’in sevdiği ve razı olduğu türden olur.
Bunlara ulaştıran sebepler ise Yüce Allah tarafından sevilen ve sevilmeyen
şeklinde ikiye ayrılmıştır.
İtaatler
ve tevhîd, yüce Allah’ın sevdiği sebeplerdir. İhsana ulaştırır. Aynı şekilde
sevilen mükafata ulaştırır. Şirk ve günahlar ise, kızdığı sebeplerdir. Bu da,
sevilen adalete ulaştırır. Fazilet, O’na adaletten her ne kadar daha sevimli
ise de melikliğin ve hamdin o ikisinde kemâl derecesinde olmasından, övgünün
çeşitli olmasından ve kudretin kemâl derecesinde olmasından dolayı adalet ve
faziletin bir arada olması birinin diğerinden ayrılmasından O’na daha
sevimlidir.
Şayet şöyle sorulsa:
Sevilmeyen bir şeyi vasıta kılmaksızın bu sevilen sonucun hasıl olması mümkün değimlidir?
Denir ki: Bu, batıl bir sorudur.
Çünkü melzumun (=gerekli olan), varlığı lazımının (=gerekli kılanın) varlığı
olmaksızın imkansızdır. Zihinde varlığı taktir olunan şey ayrı, yüce Allah’ın
sevdiği sonuç ise ayrıdır. “Zihinde olanın Rabb’in sevdiği sonuç olması gerekir”
diye hükmetmek cahilce bir hükümdür.
Aksine
hikmetine aykırı olduğundan dolayı Rabb Teala’nın buğz ettiği bir şey olabilir.
Böyle olunca da zihnin, bu, O’nun tarafından sevilen bir şeydir diye hükmetmesi
Allah o işten yüce olduğu halde Onu layık olmadığı bir şeye nisbet etmektir.
Akıl
sahibi olan iyice düşündükten sonra bu konunun hakkını versin. Çünkü bu konu
ayakların kaydığı, zihinlerin saptığı bir konudur. Şayet cahil kimseler kelamı
terk etselerdi ihtilaf da az olurdu.
Bu
bakış açısı bir kitaba sığmayacak veya cümlelerin kuşatıp kapsamına alamayacağı
kadar geniş bir konudur. Biz sadece geride kalan kısmı aydınlatacak kadar bir
temasta bulunuyoruz. Muvaffak kılan ve yardım eden Allah’tır.
* * *
ESMÂU’L-HÜSNÂ’NIN GEREKTİRDİKLERİ
Muhakkak
ki Kur’ândaki her âyet; tevhidi içermekte, ona delil olmakta ve ona
çağırmaktadır. Çünkü Kur’ân, ya yüce Allah’tan, O’nun isimlerinden, sıfatlarından
ve fiillerinden haber verir –Bu ilmî haberî tevhiddir- yada Ondan başka tapılan
her şeyden soyutlanarak hiçbir ortağı olmayan sadece yüce Allah’a ibadete
çağırır –Bu da irâdî talebî tevhiddir- veyahut ta emir ve nehiydir ve emrinde
ve nehiyinde itaati zorunlu kılar. Bunlar ise tevhidin hakikatleri ve en
mükemmel noktalarıdır.
Esmâu’l-Hüsnâ
ve yüce sıfatlar, eserleri olarak yaratmayı ve var etmeyi gerektirdiklerinden
dolayı bunların sonuçları olarak kulluğu ve buyruğu gerektirmektedirler. Böyle
olunca da her sıfatın vacip kıldığı ve gerekli kıldığı şekilde özel bir ibadet
vardır. Yani onları bilmenin ve tanımanın gerekli kıldığı özel bir ibadet vardır.
Bu ise kalp ve organlarla yapılan bütün ibadetlerde düzeni sağlar.
Kulun
Yüce Allah’ı, zararı yaratmasında, menfaati vermesinde, ihsanda bulunmasında,
yasaklamasında, yaratmasında, rızık vermesinde, yaşatmasında ve öldürmesinde
eşsiz ve tek olduğunu bilmesi Yüce Allah’a tevekkül etme ibadetinde kulu
olgunlaştırır.
Zahiri
olarak, tevekkülün gereği ve faydaları vardır. Kulun, yüce Allah’ın her şeyi
işittiğini, gördüğünü, bildiğini, göklerde ve yerde hardal tanesi kadar bir
şeyin dahi O’na gizli kalmadığını, hain gözleri ve kalplerin gizlediğini bildiğini
bilmesi, kulu; lisanını, organlarını, aklına gelebilecek ve yüce Allah’ın razı
olmayacağı her şeyden korunma hususunda olgunlaştırır. Ve organlarının yüce
Allah’ın sevdiği ve razı olduğu şeylere sarılması hususunda onu olgunlaştırır.
Bu ise batini olarak kulu haya yönünden olgunlaştırır.
Bu
haya ise onu haramlardan ve kabahatlerden kaçınma hususunda olgunlaştırır.
Kulun, yüce Allah’ın zengin, cömert, kerem sahibi, iyiliği bol olan, ihsanda
bulunan ve merhamet sahibi olduğunu bilmesi kulun ümidinin artmasını sağlar. Bu
da kulu bilgisine ve ilmine uygun olarak zahiri ve batini ibadetlerinde
olgunlaştırır. Aynı şekilde yüce Allah’ın celalini, azâmetini ve izzetini
bilmek, kulu; tevazu, vakar ve muhabbet yönünden olgunlaştırır.
Çeşitli
olarak bu batini haller ise isim ve sıfatların gerektirdiği şekilde zahiri
ibadetler açısından kulu olgunlaştırır.
Ve
yine aynı şekilde yüce Allah’ın kemalini, cemalini ve yüce sıfatlarını bilmek,
kulluğun her makamında özel bir sevgi oluşturur. Böyle olunca da kulluğun
tamamı, isimlere ve sıfatlara döner ve onlarla irtibatlanır.
Yaratmanın irtibatı, isimler ve sıfatlar
iledir. Yüce Allah’ın yaratması ve buyruğu alemde isimlerini ve sıfatlarını,
bunların sonuçlarını ve gerektirdiklerini lazım kılmaktadır. Çünkü yüce Allah
ne kullardan hasıl olacak itaatlerle süslenir, bezenir ve ne de onların
günahları O’na zarar verebilir.
Rasulullah
(s.a.v.)’den gelen şu hadisi kudsi
hakkında iyi düşünmek gerekir: “Ey
kullarım! Sizler asla bana zarar verecek (bir dereceye) ulaşamazsınız ki bana
zarar veresiniz. Ve keza sizler asla bana fayda verecek (bir dereceye)
ulaşamazsınız ki bana fayda veresiniz”[1341] Bu,
yüce Allah’ın şu sözünün devamıdır: “Ey
kullarım! Sizler
Bu
hadis-i şerif, yüce Allah’ın günahları bağışlamasının, dualara icabet etmesinin
ve gamları, kederleri gidermesinin kullardan gelecek her hangi bir menfaati
celp etmek için veya onlardan gelebilecek herhangi bir zararı def etmek için
olmadığını vurgulamaktadır.
Nitekim
bu; görmüş olduğu faydanın misli ile mükafatlandırmak veya ondan gelebilecek
her hangi bir zararı uzaklaştırmaya çalışmak yaratılmış olan kulların
adetindendir. Yüce Allah ise kendini mükafatlandırsınlar ve zararları kendinden
uzaklaştırsınlar diye kullarına ihsanda bulunmaz. O şöyle buyurur: “Sizler asla bana zarar verecek (bir dereceye) ulaşamazsınız
ki bana zarar veresiniz. Ve keza sizler asla bana fayda verecek (bir dereceye)
ulaşamazsınız ki bana fayda veresiniz.” Çünkü
ben, siz hidayet istediğiniz zaman size hidayet ettiğimde, sizi doyurmamı
istediğinizde sizi doyurduğumda, sizi giydirmemi istediğinizde sizi giydirdiğimde,
susuzluğunuzu gidermemi istediğinizde susuzluğunuzu giderdiğimde, düşmanınızdan
kurtulmayı istediğinizde düşmanınızı sizden uzaklaştırdığımda, bağışlanmayı
istediğinizde sizi bağışladığımda sizden her hangi bir menfaat talep edecek
değilim veya her hangi bir zararı benden def etmenizi talep edecek de değilim.
Çünkü siz, Ben el-Ganiyy ve el-Hamîd[1342] olduğum halde böyle bir şeye asla güç yetiremezsiniz.
Yüce
Allah’ın taktir ettikleri, kolaylaştırdıkları ve yarattıkları haricindeki işlere
güç yetirmeye aciz oldukları halde yaratılmış olan kulların bu fiilleri yapması
nasıl mümkün olur? Güç yetiremedikleri işleri nasıl yapabilirler? el-Ganiyy ve
es-Samed olana fayda sağlayacak dereceye nasıl ulaşırlar? Ki O kendisi için
başkasından fayda talep etmek veya zararın def edilmesini istemek hakkında
imkansız olan bilakis hakkında bu düşüncelerin muhal olduğu Zat’tır.
Yüce
Allah aynı hadisin devamında şöyle buyurur: “Ey
kullarım! Sizin evveliniz (öncekileriniz) ve ahiriniz (sonrakileriniz),
insanlarınız ve cinleriniz içinizden en fena kalpli bir adam gidişinde olsa
dahi o benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez”
Yüce
Allah kullarına emrettiği itaatleri ve yasakladığı günahları açıkladı. Bunlar
ise, emredenin ve emrolunanın fayda gördüğü işlerde, nehyedenin ve nehyolunanın
zarar gördüğü işlerde efendinin kölesine, babanın çocuğuna, imamın cemaatine
emri gibi onlardan gelecek bir menfaati celp etmeyi veya bir zararı def etmeyi
içermez. Yüce Allah kullarına yapmış olduğu ihsanında ve onlara iyiliği
emretmesinde onlardan gelecek faydanın yada zararın kendisine ulaşmasından
münezzeh olduğunu açıklamıştır. İşte bundan dolayı bu iki aslı zikrettikten
sonra şu anlaşılmaktadır; onların itaatleri olan takvaları ve günah ve
isyanları olan masiyetleri O’nun mülkünde ne bir şey arttırır nede bir şey
eksiltir. Onların hepsinin yüce Allah’tan istedikleri nisbette yüce Allah onları
yanındakine ulaştırır ama bu kesinlikle mülkünün tamamı değildir.
İşte
bu O’nun, buyruğunun, dualara icabet ederek, günahları affederek ve gamları,
kederleri gidererek ihsanda bulunmasının her hangi bir menfaati sağlamak yada
her hangi bir zararı def etmek için olmadığını içermektedir.
Şayet
yüce Allah’a kullarının hepsi istisnasız itaat etselerdi O’nun mülkünde hiçbir
şey artmazdı. Veya O’na hepsi asi gelselerdi O’nun mülkünden hiçbir şey
eksilmezdi. O el-Ganiyy ve el-Hamîd’dir. Bu sıfatlarla vasıflanan kullarının
itaati ile süslenip bezenmez ve onların günahları O’nu ayıplayıp lekelemez.
Fakat
Yüce Allah’ın kullarına teklifinde, tam bir hükümranlığını, hamdini ve
hikmetini gerektiren emirlerinde ve nehiylerinde gayesine ulaşan hikmetler
vardır. Bu ise ancak, kullara kuvvetlerinin ve takatlerinin hesabı ile sayamayacakları
ve yüce Allah’ın şanına yakışacak bir hesap ile de sayamayacakları kadar çok
olan nimetlerinin şükrünü gerektirmektedir. Yüce Allah yarattıklarının
kendisine güç yetirmesinden çok büyük ve çok yücedir. Fakat Yüce Allah,
tabiatlarında ve güçlerinde cömert davranmaları sebebiyle kullarından razı
olur. Hiçbir şey akıllarda ve fıtratlarda el-Mün’im’in şükründen daha güzel
değildir. Ve hiç kimse kula Ondan daha faydalı değildir.
Güzel Teklifde, Emirde ve Nehiydeki İki Yol:
Birincisi: Yüce
Allah’ın layık olduğu şekilde cemalinin, kemalinin, isimlerinin ve sıfatlarının
kullarına azami sevgiyi, tevazu ve itaati gerektirdiği şekilde zatına ve
sıfatlarına taalluk etmesidir .
İkincisi: Özellikle kullarından
daha zengin olmasıyla ve ancak kendisinden bir rahmet, cömertlik ve kerem
olarak kullarına ihsanda bulunmasıyla ihsanına ve nimetlendirmesine taalluk
etmesidir. Bu ise bir karşılık olarak veya menfaat sağlamak yada bir zararı def
etmek için değildir.[1343]
Kişi
yüce Allah’ın isimlerinden olan el-Hayy’a itibar ettiği zaman O’nun kemâl
sıfatlarından olan ilmini, işitmesini, görmesini, kudretini, iradesini,
rahmetini ve dilediğini yapmasını gerektirir
halde olduğunu görür.
Aynı
şekilde el-Kayyûm isminin de ulvî ve suflî alemin işlerini yönetmeyi
gerektirdiğini, idare ve düzenini icra edip yürütmeyi ve onu muhafaza etmeyi
gerektirdiğini görür. Kim O’nun kemâl sıfatlarını inkar ederse O’nun el-Hayy ve
el-Kayyûm olduğuna iman etmemiş olur. Şayet bunu ikrar ederse isimler hakkında
doğru yoldan sapmış ve hakikatlerini terk etmiş olur. Oysa yüce Allah’ın
isimlerinin lafızlarını ta’til etmeye kimsenin gücü yetmez. Başarı ancak Allah’tandır.[1344]
Tevekkül,
Esmâu’l-Hüsnâ’ya taalluk etmede makamların en kapsamlılarındandır. Çünkü
tevekkül için fiillerin isimlerinin umumuna ve sıfatların isimlerinin umumuna
özel bir taalluk vardır.
el-Gaffâr,
et-Tevbe, el-Afuvv, er-Raûf, er-Rahîm, el-Fettâh, el-Vehhâb, er-Razzâk, el-Mu’tî
ve el-Mâni’ isimlerine tevekkülün taalluku vardır. Bu ise yüce Allah’ın dininin
düşmanlarını zelil kılmak, onları alçaltmak ve yardım sebeplerinden alıkoyma
hususlarında kulun O’na tevekkülü yönündendir.
Kudret
ve İrâde isimlerine taalluk, tevekkülün Esmâu’l-Hüsnâ’nın tamamına umumi bir
taalluku olduğunu gösterir. Bundan dolayı imamlardan açıklama yapan kimse bu
meseleyi yüce Allah’ı tanımaktır diye tefsir etmiştir.
Ancak
yüce Allah kulun bilmesi hesabıyla olmasını murat etti. Bu ise kul için
tevekkül makamının en salim şeklidir. Kul ne zaman Rabb’ini en iyi şekilde
tanırsa o zaman O’na olan tevekkülü en kuvvetli şekli alır.[1345]
Murakabe
(=gözetleme, takip); er-Rakîb, el-Hafîz, el-Alîm, es-Semî ve el-Basîr
isimleriyle kulluk etmektir. Kim bu isimleri ve bu isimlerin gereği ile kulluğu
idrak ederse onun için murakabe meydana gelmiştir. Allah en iyi bilendir.[1346]
Bu,
yüce Allah’ı tanımada, isimlerini ve isimlerinin manalarını tanımada ve onlara
tutunmada ziyadeyi gerekli kılar.
Muhakkak
ki korkarak ümit eden Esmâu’l-Hüsnâ’ya tutunur, onlarla kulluk eder ve onlarla
dua eder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “En
güzel isimler (=el-Esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na onlarla dua edin” (A’râf,
Dua
eden kimsenin kendileriyle dua ettiği en yüce isimler olan Yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâsı
ile dua etmeyi terk etmek kula yaraşmaz.
Yüce
Allah’ın İsimlerinin, İfade Ettiği Manayı
ve
Bağlantı Kurduğu Şeyleri Gerektirmesi:
Allah;
el-Hâkim, el-Kerîm, el-Cevvâd, el-Muhsin, el-Vedûd, es-Sabûr ve eş-Şekûr’dur.
Kendisine itaat edilince karşılığını verendir. Kendisine isyan edilince
bağışlayandır. İşittiği ezaya karşı hiç kimse O’ndan daha sabırlı değildir.
Övgüyü O’ndan daha çok seven hiç kimse yoktur. Affetmeyi O’ndan daha çok seven
hiç kimse yoktur. İhsânı O’ndan daha çok seven hiç kimse yoktur.
O
Muhsîn’dir ihsanda bulunmayı sever. Şekûr’dur şükredenleri sever. Cemîl’dir
güzeli sever. Tayyib’dir tüm temizleri sever. Alîm’dir kullarından alim
olanları sever. Kerîm’dir kerem sahibi cömert kimseleri sever. Kaviyy’dir kuvvetli
mü’min O’na zayıf mü’minden daha sevimlidir. Berr’dir ebrârı sever. Adil’dir
adalet ehlini sever. Hayiyy ve Sittîr’dir haya ehlini ve iffetli bir şekilde
örtüneni sever. Gafûr ve Afuvv’dur kullarını affedeni sever ve onları bağışlar.
Sâdık’tır doğru kimseleri sever. Refîk’dir yumuşak huylu olanı sever. Rahîm’dir
merhamet sahiplerini sever. Tektir teki sever. İsimlerini ve sıfatlarını sever
ve kendisine onlarla kulluk edenleri, onlarla isteyen ve onlarla dua eden
kimseleri sever. Onları bilen, idrak eden onlarla Yüce Allah’ı sena eden,
onlarla hamd eden ve onlarla Yüce Allah’ı öven kimseyi sever.
Nitekim
Rasûlullah (s.a.v) sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah kadar övülmek ve sena olunmak kendisine sevimli
olan hiçbir kimse yoktur. İşte bundan dolayıdır ki yüce Allah kendisini (Kur’ânda
birçok güzel sıfatlarla) övmüştür. Yüce Allah kadar hamiyetli (kullarını
kayıran) hiçbir kimsede yoktur. Bu hamiyetlilikten ötürüdür ki fuhşiyyâtın (çirkin
fiillerin) açığını da gizlisini de haram kılmıştır. Yüce Allah kadar özrü
(=tevbeyi) kabul etmek kendisine sevimli olan hiçbir kimse yoktur. İşte bundan
dolayı Yüce Allah müjdeleyici ve uyarıcı resuller göndermiştir”[1347]
Ve
başka bir sahih hadiste de şöyle buyurmuştur: “İşitmekte
olduğu ezaya karşı yüce Allah’tan daha sabırlı hiçbir fert yoktur. Çünkü insanlar,
Allah onları rızıklandırdığı ve afiyete çıkarttığı halde O’na oğul isnat
ediyorlar”[1348]
Yüce
Allah isimlerini ve sıfatlarını sevdiği için onların gereğini emretmiştir.
Onlara adaleti, ihsânı, iyiliği, hataları örtmeyi, affetmeyi, cömertliği,
sabrı, bağışlamayı, merhamet etmeyi, doğruluğu, ilmi, şükrü, yumuşak huylu olmayı,
idrak etmeyi ve hakikati tesbit etmeyi emretmiştir. Yüce Allah isimlerini ve
sıfatlarını sevince de O’na kullarının en sevimlisi zatının sevdiği sıfatlarla
(yüce Allah’ı) vasıflandıran kimse oldu. Kullarından en çok buğz ettiği
kimseler ise kerih gördüğü sıfatlarla vasıflandıranlar oldu.
Esmâu’l-Hüsnâ’yı
tanımak, yaratmada ve buyrukta onların sonuçlarını araştırmak kime nasip olursa
yaratmayı ve buyruğu Esmâu’l-Hüsnâ sebebiyle düzenli bir halde intizamın en
mükemmeli olarak görür. Yaratma ve emretmede sonuçlarının nasıl cereyan
ettiğini görür. İlmi miktarınca, O’nun yaptığı icraatın kemaline ve cemaline
layık olduğunu bilir. O’na layık olmayan şeyi de tanır. Böylece O’nun
isimlerini yaptığı ve yapmadığı şeylere delil olarak getirir. Çünkü O hamdinin
ve hikmetinin gereğine zıt olan bir şeyi yapmaz.
Aynı
şekilde, O’na layık olan emrini ve şeraitini O’na layık olmayandan ayırır.
Hamdinin ve hikmetinin gereğinin aksine bir şeyi emretmediğini bilir. Böyle
olunca da ahkâmın bazısında sapıklık, zulüm, cahillik, abeslik ve bozukluk
gördüğünde veya hamdi ve senayı gerektirmediğini gördüğünde O’nun ahkamından ve
dininden olmadığını, O’nun ve Resûlünün bundan berî olduğunu bilir. Çünkü yüce
Allah sadece adaleti emretmiştir zulmü değil, faydalı olanı emretmiştir zararı
değil, hikmeti emretmiştir abes olmayı veya cehaleti değil. Yüce Allah,
Resûlünü ancak Hanîf (=şerden hayra meyleden), cömertlik ve yumuşaklık ile
gönderdi, katılık ve sertlik ile değil. O Resûlünü rahmet ile gönderdi, taş
yüreklilik ve kabalıkla değil. Çünkü O, merhamet sahiplerinin en merhametlisidir.
O’nun
Resûlü (s.a.v), rahmet ve alemlere yol göstericidir. O’nun dininin tamamı
rahmettir. Ve O (s.a.v) rahmet nebisidir. O’nun (s.a.v) ümmeti, merhamet olunan
ümmettir.
Bunun
hepsi Esmâu’l-Hüsnâ’sının, yüce sıfatlarının ve övülen fiillerinin gereğidir. O’ndan
ancak övgü ile bahsedilir. İsimlerin en güzeli ile isimlendiği gibi senaların
en güzeli ile O’na hamd edilir.[1349]
Esmâu’l-Hüsnâ ile Yüce Allah’ı Övmenin Üslubu:
Muhakkak
ki Yüce Allah’ı övmek umumidir. Zamir hariç zahir (=isim) olan Esmâu’l-Hüsnâ’sına
mudaf (=isim tamlaması) gelmez. Ancak zahir ismin zikredilmesinden sonra zamir
gelebilir.
Bunun
örneği ise namaz kılan kişinin;
الْحَمْدُ
للّهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ
* الرَّحْمنِ
الرَّحِيمِ *
مَالِكِ
يَوْمِ الدِّينِ*
إِيَّاكَ
نَعْبُدُ
“Hamd, alemlerin Rabb’i olan Allah’a mahsustur. O Rahmân ve Rahîm’dir.
Din (=ceza) gününün sahibidir. Ancak sana kulluk ederiz” demesi,
rükuda; {سُبْحَانَ
رَبِّيَ
الْعَظِيم} “Azîm
(=yüce) olan Rabb’imi noksan sıfatlardan tenzîh ederim” demesi secdede; {سُبْحَانَ
رَبِّيَ اَلأَعْلَى} “Â’lâ
(=en yüce) olan Rabb’imi noksan sıfatlardan tenzîh ederim” demesidir. Bunda, kemâl
sıfatların ve yüce na’tların[1350] manalarını içermesinden dolayı övgünün Esmâu’l-Hüsnâ ile iç
içe olması sırrı vardır.
Yüce
Allah bunlarla vasıflandığından dolayı O’nu öven mana üzerine delalet eden
zahir ismi getirdi. Zamir ise tek başına böyle bir övgüye delalet etmez. Bundan
dolayı, karşı karşıya hitap ile O’nu övmek gerektiği zaman zahir ismi, isim ve
sıfatların tamamına delalet
eden cemi (çoğul) mimini bitiştirerek getirdi. Rükûdan başını kaldırdığında; {أَلْلَّهُمَّ
رَبَّنَا
لََكَ
الْحَمْد} “Ey Allahım! Ey Rabb’imiz! Hamd,
yalnızca sana mahsustur” diyenin sözü buna örnektir. Çoğu zaman, lafzı bu mana
üzerine delalet ettiğinden dolayı yüce Allah’ın zikri üzerinde kısaltma yapılır.
Bunu iyice düşünmek gerekir. Çünkü bu gerçekten büyük bir inceliktir.
“Allahümme” lafzı ile, övgü ve
talebi içeren duanın nasıl sadır olduğunu düşünmek gerekir. Nitekim Rasulullah
(s.a.v.) “Seyyidu’l-İstiğfâr” duasında şöyle buyurmuştur: {ألْلَهُمَّ
أَنْتَ
رَبِّي لآ
إلَهَ إلاَّ أَنْتَ’
خَلَقْتَنيِ
وَ أَنَا
عَبْدُكَ} “Ey Allahım! Sen benim Rabb’imsin.
Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Senin kulunum”[1351]
Ve mücerret duanın Rabb lafzı ile
sadır olarak nasıl geldiğini düşünmek gerekir. Bunun misali de müminlerin şu
sözleridir {رَبَّنَا
فَاغْفِرْ
لَنَا
ذُنُوبَنَا} “Ey Rabb’imiz! Günahlarımızı bağışla”
(Âl-i İmrân,
Nebî (s.a.v.) iki secde arsında
şöyle diyordu: {رَبِّ
اغْفِرْ لِي
رَبِّ
اغْفِرْ لِي } “Ey Rabb’im! Beni bağışla. “Ey Rabb’im!
Beni bağışla”[1352]
Bunun
sırrı; yüce Allah’ın kudretini, ihsânını, kulunu terbiye etmesini ve kulunun
işini yoluna koymasını kapsayan bir
Rubûbiyyetinin olmasının istenmesi ve O’nun yüce sıfatlarını ve Esmâu’l-Hüsnâyı
gerektiren isbâtı içeren Uluhiyyeti ile övülen olmasıdır. Kur’â’nın yoluna uyan
kimse ona bu kitapta zikrettiğimiz şekilde misalleri bulur.
Duaya
gelince; dua hakkında birçok misaller zikrettik. Duanın Kur’ânda vaki olduğu
yerlerde hep Rabb ismi öne geçerek gelmiştir. Senâya (övgüye) gelince, onun
vaki olduğu yerlerde de Esmâu’l-Hüsnâ öne geçmiştir. Öne geçen isimlerin en
yücesi ise Allah (c.c.)’ın ismi celali olan “Allah” lafzıdır.
Örnekler: “Hamd,
Allah’a mahsustur” (Fâtiha,
Dua ve senâ, Kur’ân’da bu şeklin dışında
gelmediği halde bunu talep eden ve bu konu hakkında tembihte bulunan kimseyi
görmedim. Bu âyeti kerîmede Hz. İsa (a.s.)’ın Rabb’ini tanımasının ve O’na ta’zîm
etmesinin mükemmelliğine işaret eden harikulade bir sır vardır. Çünkü O’nun bu
talebi kavminin şu sorusunun hemen arkasından gelmiştir: “Hani havârîler ‘Ey Meryem oğlu İsa, Rabb’in
bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?’ demişlerdi. O, ‘İman etmiş
kimseler iseniz Allah’tan korkun’ cevabını vermişti” (Mâide,
Bu
duadan ve bu haceti gidermekten maksat ancak onun, Rabb’ini bu isimlerle
övmesi, yüceltmesi, nimetlerini hatırlaması, kudretinin ve rubûbiyyetinin
delillerini ortaya koymasıdır. Bu O’nun resulünün doğruluğuna delil olur. Ve
bunun ile imanın artması hasıl olur. Yüce Allah’ı övmek, kendisiyle birlikte
duanın güzel olduğu bir iştir. Duada senâ etmek aczi ortaya koymak gibidir. Makam,
dua ve senâ makamı olunca iki isim getirdi; birincisi, kendisiyle yüce Allah’ın
senâ edildiği “Allah” ismi celâlidir. İkincisi, kendisiyle dua edilen ve
istenilen “Rabb” ismidir. Bu harikulade sırda iyice düşünmek gerekir. Ve
kişinin idraki bundan uzaklaşmamalıdır. Çünkü Yüce Allah Kitabı hakkındaki bu
anlayışı dilediğine verir. Hamd ancak O’nadır.[1353]
ESMÂU’L-HÜSNÂ İLE
TEVESSÜL
Muhakkak ki yüce Allah’a isimleriyle
ve sıfatlarıyla tevessül[1354] etmek O’na daha
sevimlidir. Ve kul için O’na mahlukatı ile tevessül etmekten daha faydalıdır.
“İsm-i Âzâm” hadisinde geçtiği gibi
diğer hadislerde de aynı şekilde gelmiştir. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ey
Allahım! Muhakkak ki ben hamdi Sana has kılarak Senden istiyorum. Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Sen
Mennânsın. Göklerin ve yerin yaratıcısısın. Ya Ze’l-Celâli ve’l-İkrâm”[1355] ve başka bir
hadiste ise “Muhakkak
ki ben, Senden başka Tek, Samed, doğurmamış ve doğrulmamış, eşi ve dengi
olmayan Allah olduğuna şehadet ederek senden istiyorum.”[1356] Diğer bir hadiste
de şöyle buyurmuştur: “Ey
Allahım! Muhakkak ki ben kaybı bilen ilmin ile ve yaratmaya muktedir olan
kudretin ile Senden istiyorum”[1357]
Bunların hepsi; İbni Hibbân’ın, İmam Ahmed’in ve Hâkim’in
rivayet ettikleri sahîh hadislerdir. Bu hadisler, yüce Allah’ın şu sözünü
tasdik etmektedir: “En
güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na onlarla (=Esmâu’l-Hüsnâ) dua edin” (A’râf,
Rasûlullah (s.a.v.)’ın, “Kur’ân’ı, kalbime,
bereket yağmuru ve kalbime nur kılmanı istiyorum”[1358]
sözü
iki aslı içermektedir. Bunlardan biri hayat diğeri ise nurdur. Çünkü “rebî”
kelimesi yeryüzüne hayat veren yağmur manasınadır. Ve bu yağmur yeryüzünün
nebatının yeşermesine vesile olur.
Böylece yüce Allah’tan ubûdiyeti,
tevhîdi, isimleri ve sıfatları ile alemlere ruh ve kalbi için nur ve hayat kıldığı
kitabını, yeryüzünü hayata geçiren su menzilesinde ve yeryüzünü aydınlatan
güneş menzilesinde kılmasını istemektedir. Hayat ve nur bütün hayrları
toplayandır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ölü iken kendisini
dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz
kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?” (En’âm,
Yüce Allah, ruh ve nur ile hayatın
meydana geldiğini, nur ile hidâyetin hasıl olduğunu ve o nura tabi olanlar için
hayat ve hidayet olduğunu, o nura muhalefet edenler için ise ölüm ve sapıklık
olduğunu bildirmiştir.[1359]
*
* *
5. ESMÂU’L-HÜSNÂ’YI
KORUMADA EDEB
Yüce Allah’ın, her kemâl sıfatın en
mükemmeli ve en yücesi ile vasıflandığının bilinmesi gerekir. O dilemenin en
mükemmeli olan İrâde sıfatıyla vasıflanmıştır.
O hikmettir. Ve Yüce Allah’ın Kur’an’da
buyurduğu gibi İrâde sıfatı ile dilediği her şeyin meydana gelmesidir. O şöyle
buyurmuştur: “Dilediği
şeyleri mutlaka yapandır”
(Burûc,
Kelâm sıfatı da aynı şekildedir. O
kendi Zatını, Sıdk, Adl ve Hakk gibi kelam çeşitlerinin en yücesi olan Kelâm
sıfatı ile vasıflandırır.
Fiil de aynı şekildedir. O Zatını
fiillerin en mükemmeli ile vasıflandırır. O Fiil, Adl, hikmet, maslahat ve nimettir.
Yine muhabbet de böyledir. O,
Zatını, muhabbetin en yücesi ve en şereflisi ile vasıflandırdı. Yüce Allah
şöyle buyurmuştur: “Allah
onları sever, onlarda Allah’ı severler” (Mâide,
Bunların dışında olan, dostluk,
meyil, sevgi, aşk, gönül bağı ve bunların bezerleri ile Zatını vasıflandırmadı.
Çünkü el-Muhabbet ile isimlenmesi bu isimlerle isimlenmesinden daha şerefli ve
daha mükemmeldir. Dolayısıyla Yüce Allah hakkında, bunların dışındaki almış
olduğu isimler (Kur’ân ve Sünnet’te) gelmiştir.
Bu isimler gereklerinden ve
manalarından ayrılmazlar. Yüce Allah ise bunlarla vasıflanmaktan münezzehtir.
Aynı şekilde kendi Zatını vasıflandırmış olduğu yüce sıfatların tamamı, Zatını
vasıflandırmadıklarından manen ve lafzen daha mükemmeldir. el-Alîm ve el-Habîr
isimleri el-Fakîh ve el-Ârif’den daha mükemmeldir. el-Kerîm ve el-Cevvâd
isimleri es-Sahiy’den (=cömert adam) daha mükemmeldir. el-Hâlik,el-Bârî ve
el-Musavvir isimleri es-Sâni’ (=yapan) ve el-Fâil’den daha mükemmeldir. İşte
bundan dolayı bunlar Yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sının
içinde gelmemiştir. er-Rahîm ve er-Raûf isimleri de eş-Şefîk (=şefkatli)
isminden daha mükemmeldir.
Yüce Allah’ın Zatına vermiş olduğu
isimleri ve sıfatları korumak, onların üzerinde durmak ve yüce Allah’ın kendi
Zatını, isimlerinin ve sıfatlarının manasına uygun olmadığı için
isimlendirmediği şeylerle isimlendirmemeye dikkat etmek gerekir. Özellikle
mücmel (=manası kapalı, zor anlaşılan) veya övgü ve övgü dışında birkaç manaya
geldiği zaman lafız ile değil de manaya uygun olan ile isimlenir. Çünkü yüce
Allah bunlarla ancak mukayyed olarak isimlenir. Bu ise el-Fâil ve es-Sâni’
gibidir. Bunlar ise Esmâu’l-Hüsnâ’nın arasında yer almaz. Ancak âyeti kerimede
Yüce Allah’ın kendi Zatını isimlendirdiği gibi mukayyed olarak isimlenir. Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: “Dilediği
şeyleri mutlaka yapandır”
(Burûc,
Bu manadan dolayı –Allah daha iyi
bilir- el-Mürîd (=dileyen) kelimesi, es-Semî’ ve el-Basîr isimlerinin Esmâu’l-Hüsnâ’nın
içinde geldiği gibi gelmemiştir. Aynı şekilde el-Mütekellim (=konuşan, kelam
eden), el-Âmir (=emreden) ve en-Nâhî (=nehyeden, yasaklayan) kelimeleri de bir
kaç manaya geldiğinden dolayı Esmâu’l-Hüsnâ’nın içinde gelmemiştir. Çünkü Yüce
Allah Zatını sıfatların en mükemmelleri ile ve onların en şereflileri ile
vasıflandırmıştır.
Buradan da bazı muteahhirrin
alimlerinin (sonradan gelen alimler) yanıldıkları ve işledikleri çirkin günah anlaşılmaktadır. Çünkü onlar
Yüce Allah için her fiilden bir isim türetmişlerdir. Halbuki o fiilleri ile
ilgili isimleri Zatı hakkında mutlak
isim olarak bildirmiş ve Esmâu’l-Hüsnâ’nın içinde de zikretmiştir. Masala onlar Yüce Allah için
el-Mâkir (=tuzak kuran), el-Hâdiu (=oyun kuran, hile yapan), el-Fâtin (=imtihan
eden), el-Mudil (=saptıran), el-Kâtib (=yazan) gibi isimleri şu âyeti
kerimelerden türetmişlerdir: {وَيَمْكُرُ
اللّهُ} “Allah da (onlara) tuzak kuruyor” (Enfâl
Bu birçok yönden hatadır;
Birincisi: Yüce Allah bu
isimlerle kendi Zatını isimlendirmemiştir. Böyle olunca da bu isimlerle O’nu
isimlendirmek caiz olmaz.
İkincisi: Yüce Allah
mukayyed özel fiiller ile kendi Zatından haber vermiştir. Halbuki mutlak
isimlendirme esnasında bu fiilleri O’na isim olarak nisbet etmek caiz
olmaz.
Üçüncüsü: Bu isimlerle
isimlenmek hem övgü manası hem de yerme manası taşır. Bir yerde güzel manaya
diğer bir yerde de kötü manaya gelir. Böyle olunca da Yüce Allah’ın bir yerde
isimlendirilmesi ve o ismin başka bir yerde kötü bir manaya gelmesi uygun
olmaz. Açıklama olmaksızın Yüce Allah’ın böyle bir isim ile isimlenmesi
imkansızdır.
Dördüncüsü: Bunlar Yüce Allah’ın
kendi Zatını isimlendirdiği Esmâu’l-Hüsnâ’dan değildir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmuştur: “En
güzel isimler Allah’ındır” (A’râf,
Beşincisi: Bir kimse bu
isimlerle isimlense ve ona denilse ki bu isimler seni övmek ve seni methetmek
içindir. Bu isimlerle isimlenmekten razı olur ve bunları kendisi için övgü
sayarsa sen Mâkir, Fâtin, Muhadiu, Mudil, Lâin, Fâil, Sâni’ ve bunlar gibi
sıfatlar sahibisin denilir. Bu isimlerin daha yüceleri Allah’a mahsustur.[1360]
*
* *
ESMÂU’L-HÜSNÂ’YI
KÖTÜLÜKTEN TENZİH ETMEK
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “(Resûlüm!) De ki:
Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü
dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her
türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin” (Âl-i İmrân,
Yüce Allah âyeti kerimeye bütün
mülkün yegane sahibi olduğunu, mülkünü dilediğine verdiğini ve dilediğinden de
çekip aldığını açıklayarak başladı.
Birincisi, mülkün yegane sahibi
olmasıdır. İkincisi ise, mülkte yegane tasarruf sahibi olmasıdır. Bu ise Yüce
Allah’ın dilediği şerefi dilediğine vermesi, dilediğinden de bu şerefi çekip
alarak onu zelil kılmasıdır. Muhakkak ki hayrın tamamı O’nun iki elindedir. Hiç
kimsenin beraberinde o hayırdan bir şey yoktur. Yüce Allah bu âyeti kerimeyi şu
sözüyle bitirdi: “Gerçekten
sen her şeye kadirsin”
(Âl-i İmrân,
Âyeti
kerime tek olan yüce Allah’ın mülkünü, mülkün tasarrufunu ve kudretinin umumunu
almış ve bu tasarrufların hepsinin O’nun elinde olduğunu ve bu tasarrufun
tamamının hayır olduğunu içermiştir. Elinden mülkü çekilip alınarak zelil olan
kimseye göre her ne kadar şer olsa da dilediğinden mülkü çekip alması ve dilediği
kimseyi zelil kılması hayırdır. Çünkü bu tasarruf adalet, fazilet, hikmet ve maslahatın arasında dönüp durmaktadır.
Ve bunlardan dışarıda çıkmaz.
Bunun
hepsi, yüce Allah’ın övülerek ve hamd edilerek şerden tenzih edildiği gibi Yüce
Rabb’in övüldüğü ve hamd edildiği hayırdır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) “Sahih-i
Müslim”de geçen istiftâh duasında[1361] Rabb’ine
bununla sena ediyordu. Şöyle ki:
“Ey Rabb’im! İşte
Senin davetine, emrine icabet ediyorum. Hayrın tamamı Senin elindedir. Şer Sana
ulaşamaz. Benin varlığım Seninledir. Varlığımın sonu da yine Sanadır. Senaya
müstahaksın, yücesin, azamet sahibisin”[1362]
Yüce Allah kendisine şerrin nisbet
edilmesinden çok yüce ve çok büyüktür. O’na nisbet edilen her şey hayırdır. Şer
ancak O’na nisbetinin ve O’na izafetinin kesilmesinden sonra şer olur. İlerde
açıklaması da geleceği gibi şayet şer O’na izafe edilirse o şer olmaz. Yüce
Allah hayrın da şerrin de yaratıcısıdır. Çünkü şer O’nun mahlukatının
bazısındadır. Yaratmasında ve fiilinde değildir. O’nun yaratması, fiili, kazası
ve kaderinin tamamı hayırdır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah
zulümden münezzehtir. Ki zulmün hakikati bir şeyin yerinden başka bir yere
konmasıdır.[1363] Eşya ancak layık
olduğu yerlere konur. Bu ise tamamen hayırdır, şer ise bir şeyin mahallinden
başka bir yere konmasıdır. Eğer o yerine konmuşsa şer olmaz. Bununla şerrin O’na
ulaşamayacağı bilinir. Ve Esmâu’l-Hüsnâsı da buna delildir.[1364]
Rasulullah (s.a.v.)’in
“Kötülük Sana ulaşamaz” Sözünün Manası:
Muhakkak ki nimet ve sevab, Yüce
Allah’ın rahmetinin, mağfiretinin, birr (=ihsan da bulunma)nın ve kereminin
gerekli kıldıklarındandır. Bundan dolayı bunları Zatına izafe etmiştir. Azaba
ve cezaya gelince bunlar ancak mahlukatının kendisinden kaynaklanır. Bundan
dolayı da Zatını Muâkib (=cezalandırıcı) ve Muazzib (=azab edici) diye
isimlendirmemiştir. Aksine bu iki unsuru (=nimet-sevab ve ceza-azap)
birbirinden ayırmıştır ve bunları vasıflarından kılmıştır. Bu da mefullerinden
dolayıdır. Hatta âyeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır وَأَنَّ
عَذَابِي
هُوَ الْعَذَابُ
الأَلِيمَ} {نَبِّئْ
عِبَادِي
أَنِّي أَنَا
الْغَفُورُ
الرَّحِيمُ
“(Resûlüm!)
Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver. Benim
azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir” (Hicr,
Bu âyetin aynısı, En’âm sûresinin
sonunda da geçmektedir.
Ceza ve azab, isim ve sıfatların
gerektirdiklerinden değildir. Muhakkak ki yüce Allah özellikle O’nun sevdiği
sonuç olduğu zaman isim ve sıfatlarının sürekliliği ile daimidir. Bu ise isim
ve sıfatlarda asıl olan gayedir. Azab olan şerre gelince, her ne kadar da
hayrın hilafına hasıl olduğu zaman zail olan ve biten bir hikmet gereği mefullerine
dahil olmuşsa da isimlerinin ve sıfatlarının arasına dahil olmaz. Çünkü yüce
Allah iyiliği devamlı olandır. İhsanı ezeli ve ebedi olandır. Sürekli olarak
Muhsin olmuştur ve ihsanda bulunmaya devam edecektir. Devamlı olarak
cezalandırıcı, gadablanıcı, ve intikam alıcı olması isimlerinin ve sıfatlarının
gereklerinden değildir.
Bu yönü Allah’ın isimleri ve
sıfatları konusunda derinlemesine iyice düşünmek gerekir. İleride yüce Allah’ı
tanımak ve sevmekle ilgili konular gelecektir.
Yüce Allah’ı yarattıklarının
içerisinde en iyi bilenin ve O’nun isimlerini ve sıfatlarını yarattıklarının
içerisinde en iyi tanıyanın “Şer (=kötülük)
Sana ulaşamaz”
sözü, bu meseleyi en güzel bir şekilde açıklamaktadır.
Kastedilen mananın üzerinde başka
bir cümleyle durmadı. Bilakis şer, O’nun Zatında, sıfatlarında, fiillerinde ve
isimlerinde hiçbir yönden O’na izafe edilmez. Çünkü O’nun Zatının her yönden
mutlak kemâl sıfatları vardır. Bütün sıfatları övülen kemâl sıfatlardır. Ve bu
sıfatlarla O’na sena edilir. O’nun fiillerinin tamamı hayr, rahmet, adalet ve
hikmettir. Onlarda asla hiçbir yönden şer yoktur. Ve O’nun bütün isimleri
isimlerin en güzelleridir. Öyleyse şer O’na nasıl izafe edilir? Aksine şer, O’nun
mef’ullerinde yani mahlukatındadır. O ise şerden ayrıdır. Çünkü O’nun fiili,
mef’ulünden ayrıdır. O’nun fiilinin hepsi, hayrdır. Mef’ul olan mahluka
gelince, onda hayrda vardır şerde vardır. Şer, ayrı bir mahluk ve yüce Allah
ile kaim olmayan bir şey olunca da yüce Allah’a izafe edilmez. Rasulullah
(s.a.v.), “Sen
şerri yaratmazsın”
demedi ki, O’nun sözünün te’vili aransın. Aksine Nebî (s.a.v.) vasıf, isim ve
fiil olarak şerrin yüce Allah’a izafe edilmesini yasaklamıştır.[1365]
*
* *
YÜCE ALLAH’IN, EN
GÜZEL İSİMLERİYLE VE YÜCE SIFATLARIYLA TECELLÎ ETMESİ
Yüce Allah’ın, Zatını, sıfatlarla
sıfatlandırdığında ve isimlerle isimlendirdiğinde hiç şüphe yoktur. Yüce Allah,
sevdiğini, kerih gördüğünü, kızdığını, razı olduğunu, hiddetlendiğini,
öfkelendiğini, geldiğini, dünya semasına indiğini, Arşının üzerine istivâ
ettiğini, ilim ve hayat sahibi olduğunu, kudret ve irâde sahibi olduğunu,
işitmek, görmek ve vech (=yüz, cemal) sahibi olduğunu, iki eli olduğunu,
kullarının üzerinde olduğunu, meleklerin O’na yükseldiğini ve O’nun katından
buyrukları indirdiklerini, yakın olduğunu, muhsinlerle, sabredenlerle ve muttakilerle
beraber olduğunu ve göklerin sağ elinde dürülmüş olduğunu bildirmiştir. Ve O’nun
Resûlü de, O’nu; sevinmekle, gülmekle, kullarının kalplerinin O’nun parmaklarının arasında olmasıyla ve
diğer şeylerle vasıflandırmıştır.
Yeterli olan sıfatlarıyla, kulların
maslahatını korumasıyla, rızklarını onlara göndermesiyle, onlardan musibetleri
gidermesiyle, veli kullarına yardımı ve onları himaye etmesiyle, onlarla özel
bir beraberliği ile tecelli ettiği zaman kula, kulunun üzerinde vuku bulan her
şeyde yüce Allah’a tevekkül gücü, O’na güvenme gücü ve yüce Allah’tan razı olma
gücü verir. Yüce Allah razı olduğu şeylerde
onu sabit kılar.
Tevekkül manen kulun ilminden dolayı
yüce Allah’ın kafi olduğuna, kulu için seçtiğinin güzel olduğuna güvenip
dayanması, yüce Allah’ın fiiline ve onun için seçtiğine razı olmasıdır.
İzzet ve Kibriya sıfatlarıyla
tecelli ettiği zaman kula, yüce Allah’ın Azametinden dolayı gelen zayıflığa
karşı, İzzetinden dolayı ulaşan alçak gönüllüğe, Kibriyasından dolayı
tevazusuna ve kalbin ve azaların korku ve itaat ile O’na kulluk etmesi
hususunda mutmainlik verilir. Bu mutmainlikte onu kalpte, dilde ve azalarda
olgunluğa, sükunete ve vakara yükseltir ve onun sersemliğini, şiddetini ve
hiddetini giderir.
Bunun toplamı; yüce Allah’ın kuluna
bazen İlâhi sıfatları tanıtması ve bazen de Rubûbiyet sıfatlarını tanıtmasıdır.
Böyle olunca da İlahi sıfatların delilleri O’na
özel bir sevgiyi, O’nun huzuruna çıkma şevkini, O’nun dinine hizmet
etmek ile mutlu olmayı, sevinmeyi ve ferahlamayı, O’na yaklaşmakta yarışmayı, O’na
itaatte dostluk ve muhabbet göstermeyi, O’nun zikrine düşkün olmayı,
yarattıklarından O’na sığınmayı gerektirir. Kulun gayesi yalnızca O (c.c.)
olur.
Rubûbiyet sıfatlarının delilleri,
yüce Allah’a tevekkül etmeyi, O’na muhtaç olmayı, Ondan yardım istemeyi, alçak
gönüllülüğü, tevazuyu, huşuyu, itaati, boyun eğmeyi gerektirir.
Bunun kemali, Uluhiyyetin de
Rubûbiyyetinin delil olması, Rubûbiyyetin de Uluhiyyetinin delil olması, mülkünde
hamdinin, affında izzetinin, kazasında ve kaderinde hikmetinin, belasında
nimetinin, yasaklamasında vermesinin, Kayyum olmasında iyiliğinin, lutfunun,
ihsânının ve rahmetinin, mağfiretin de,
günahları örtmesinde ve göz yumarak müsamaha göstermesinde adaletinin,
intikamının, cömertliğinin ve kereminin delil olmasıdır. Emrinde ve nehyinde
hikmetinin ve nimetinin, rızasında ve gazabında izzetinin, mühlet vermesinde
hilminin, bolluk ve genişlikte zenginliğinin ve kereminin delil olmasıdır.
Kişi Kur’ân üzerinde iyice
düşündüğü, O’nu tahriften koruduğu, kelamcıların görüşlerinden ve
mütekelliflerin[1366] fikirlerinden
muhafaza ettiği zaman o kimseyi Arşının
üzerinde semâvâtının üzerinde Melik ve Kayyûm olana şahit eder. Ve kullarının
işlerini yöneten, emreden ve nehyeden, resuller gönderen, kitaplar indiren,
razı olan ve gazablanan, mükafat veren ve cezalandıran, men eden, izzetli kılan
ve zelil kılan, alçaltan ve yükselten, yedi kat göğün üzerinden gören ve işten,
sırrı ve aleniyeti bilen, dilediği her şeyi yapan, bütün mükemmel sıfatlarla
vasıflanan, tüm ayıplardan münezzeh olana şahit eder.
O’nun izni olmadan ne bir zerre nede
ondan daha küçük şeyler hareket edemez, O’nun ilmi olmaksızın bir yaprak dahi
düşmez, O’nun izni olmadan O’nun katında hiç kimse şefaat edemez, kullarına
Ondan başka ne bir dost ve nede bir şefaatçi vardır.[1367]
*
* *
ESMÂU’L-HÜSNÂ’NIN,
YÜCE ALLAH’IN ZATINA
VE BİRLİĞİNE
DELALET ETMESİ
Muhakkak ki yüce Allah kalpleri
sıfatlarında ve ahlaklarında kamil olan muhsin kimsenin sevgisi üzere yaratmıştır.
Bu, kullarının kalplerini yaratmış olduğu fıtrat üzere Fıtratullah (=Allah’ın
yaratması) olduğu zaman yüce Allah’tan
ihsan bakımından daha büyük hiç kimsenin olmadığı, hiçbir şeyin Ondan daha mükemmel ve daha güzel olmadığı bilinir.
Mahlukattaki bütün mükemmellikler ve güzellikler Yüce Allah’ın yaratmasının eserlerindendir.
Yüce Allah, Kemali tarif edilemeyen, Celâli ve Cemâli vasıflandırılamayan ve
mahlukatında hiç kimsenin sıfatlarının Cemâli ile İhsânının yüceliği ile
fiillerinin eşsiz yaratıcılığı ile O’nu övmeye güç yetiremediğidir. Aksine O
kendi Zatını övdüğü gibidir.
Kemâl olma, Zatı için sevilen bir
şey olduğu zaman yüce Allah’ın Zatının ve sıfatlarının sevilmesi gerekir. Çünkü
hiçbir şey O’ndan daha mükemmel değildir.
O’nun isimlerinden her bir isim,
sıfatlarından her bir sıfat ve fiilleri O’na delalet eder. O yaptığı ve
emrettiği her şey ile sevilen ve övülendir. Çünkü O’nun fiillerinde hiçbir
abeslik, emirlerinde hiçbir iradesizlik ve ilimsizlik yoktur. Aksine O’nun
bütün fiilleri hikmetten, maslahattan, adaletten, faziletten ve rahmetten çıkmaz.
Ve bunlardan her biri O’na hamd etmeyi sena etmeyi ve muhabbeti gerektirir. O’nun
Kelamı doğruluk ve adalettir. O’nun cezalandırması ve mükafatlandırması fazilet
ve adalettir. Çünkü O eğer verirse bu O’nun faziletinden, rahmetinden ve
nimetindendir. Eğer men ederse yada cezalandırırsa bu O’nun adaletinden ve hikmetindendir.
Bu husus, şu şiirde şöyle
geçmiştir:
“Kulların O’nun
üzerinde hiçbir hakkı yoktur.
Kesinlikle hiçbir
çalışma O’nun yanında zayi olmaz.
Eğer azaba
uğratılırlarsa O’nun adaletidir.
Eğer
nimetlendirilirlerse O’nun faziletidir.
O Kerîmdir ve
rahmeti bol olandır.”[1368]
Yüce Allah isimlerini tevhîdi üzere
ve şirkten uzaklaştırmak üzere delil getirir.
Şayet o isimlerin birer manası
olmasaydı buna delalet etmezlerdi. Nitekim buzağıya tapanlara Hârûn (a.s.)
söylediği şu söz buna misaldir: “Ey kavmim! demişti, siz bunun
yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabb’iniz şüphesiz Rahmân (=çok merhametli olan Allah)’tır.” (Tâhâ,
Yüce Allah bu iki âyette Tevhîdini
gerektiren ve bir ortağının varlığının imkansızlığını bildiren Esmâu’l-Hüsnâ’sı
ile Zatını övmesinin hemen akabinde müşriklerin koştuğu şirkten Zatını tenzih
etmiştir.
Kim Kur’ân’daki bu mana üzerinde
iyice düşünürse Kur’ân onu ilmî bir terbiyeye taşır. Allah o ilmi, Allah’ın
Kitabından ve O Kitaptan hidayet yollarını öğrenmekten yüz çevirenlerin
hepsinin yalanlarından korur.
Aynı şekilde Yüce Allah isimlerini
zarflardan, câr ve mecrûrlardan ve diğerlerinden oluşan mamullere taalluk
ettirmiştir. Şayet bu isimler sırf alem olsalardı bu taalluk onlarda uygun
olmazdı.[1369]
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: {وَاللّهُ
بِكُلِّ
شَيْءٍ
عَلِيمٌ} “Allah her şeyi bilmektedir” (Nisâ,
Aynı şekilde yüce Allah isimlerini, kemâl
sıfatlarını yalanlayarak inkar edenlere karşı delil kılmıştır. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Hiç
yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır” (Mülk,
Esmâu’l-Hüsnâ’nın,
Yüce Allah’ın Hikmetine ve Kudretine
Delalet
Etmesi:
Yaratmanın, buyruğun, hükmün ve
şerîatın âyetlerde Rabb’in ilminden, izzetinden ve hikmetinden önce geldiğinin
bilinmesi gerekir. İşte bundan dolayı Yüce Allah çoğunlukla bu üç isimden
ikisini bir arada zikretmiştir. Nitekim âyetlerde şöyle buyrulmuştur: {وَإِنَّكَ
لَتُلَقَّى
الْقُرْآنَ
مِن لَّدُنْ
حَكِيمٍ
عَلِيمٍ} “(Resûlüm!)
Şüphesiz ki bu Kur’an, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından sana
verilmektedir”
(Neml,
Yaratmanın yüce Allah’ın tam olan
kudreti ile irtibatı, varlığın O’nun kudretinden çıkmamasını gerektirir.
Yaratmanın tam olan ilmi ile irtibatı, ilmin yaratmayı kuşatmasını ve
yaratmadan önce gelmesini gerektirir. Yaratmanın hikmet ile olan irtibatı, her
yönüyle en mükemmel bir şekilde en güzel bir şekilde ve istenen ve övülen en
güzel sonucu kapsayacak şekilde meydana gelmesini gerektirir.[1371]
Bu alemdeki ibret hakkında, onun
parçalarının bir araya gelişi, parçalarının en güzel nizam ve intizam üzere
dizilişi ve bu alemin yaratıcısının kudretinin, ilminin, hikmetinin ve lutfunun
kemaline en mükemmel bir şekilde delalet edişi hakkında iyice düşünmek gerekir.
Çünkü kişi alem hakkında iyice düşündüğü zaman onu içinde ihtiyaç duyulan tüm
aletlerin, maslahatların, eşyaların ve mükemmel bir sistemin bulunduğu bina
edilmiş hazır bir ev gibi bulur.
Gökyüzü onun üzerinde yükseltilmiş
bir tavan, yer yüzü yayılmış bir zemin, bir yatak, bir döşek ve sakinleri için
bir yerleşme makamı, güneş ve ay onda parlayan iki kandil, yıldızlar onun kandilleri ve süsü ve bu evin yollarında
yolculuk yapanlar için yol gösteren işaretlerdir. Mücevherler ve madenler, saklanan
hazineler ve hazırlanmış süzülen madenler gibi onda gizlenmiştir. Bunların
hepsi ona ihtiyaç duyanlar için uygun hale getirilmiştir. Bitki çeşitleri ona
ihtiyaç duyanlar için hazırlanmıştır. Hayvan sınıfları da insanın maslahatları
içindir. Binit develeri, sağmal develer, gıda elde edilen hayvanlar,
kendisinden elbise, eşyalar ve aletler elde edilen hayvanlar bu maslahatlardandır.
Ve yine insan uyurken ve otururken
onu öldürmek veya ona zarar vermek için bekleyen canlılardan korumak için
görevlendirilmiş bekçide (kedi, köpek v.b.) bu maslahatlardandır. Eğer insanı
koruyanın zıttı ona musallat olmasaydı insan için onların arasında bir mekan
söz konusu olmazdı. İnsan muhkem olan bu
alemde kendisine bahşedilmiş fiili ve emri ile mutasarrıf bir melik gibi
kılındı.
İşte bunda alemin, Hâkim, Kadîr ve
Alîm olan yüce Allah tarafından yaratılmış
olduğuna en büyük ve en açık deliller vardır. O, alemi en güzel bir şekilde
taktir etmiş ve ona en güzel nizamı vermiştir. Muhakkak ki alemin iki
yaratıcısının olması imkansızdır. Çünkü ilâh bir tanedir ve Ondan başka ilâh
yoktur. O, yüce ve büyük olarak zalimlerin ve inkarcıların söylediklerinden
münezzehtir.
Eğer göklerde ve yerde yüce Allah’tan
başka bir tane dahi ilâh olsaydı her ikisinin de işleri fesada gider, düzeni
bozulur ve maslahatları atıl duruma gelirdi. Bir bedende iki ruhun birleşerek
ve eşit bir şekilde o bedeni yönetmesi imkansızdır. Şayet böyle bir şey söz
konusu olsaydı üçüncü bir üstünlüğün altında olmasının da mümkünlüğü ile
birlikte o bedenin düzeni bozulur ve helak olurdu. Bu ise akılların ve
fıtratların ilk bakışların da dahi imkansız olduğunu bildiği bir meseledir. “Eğer yerde ve
gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı,her ikisi de (yer ve gök) kesinlikle fesada uğrardı
(bunların nizamı bozulup gitmişti).
Demek ki Arş’ın Rabb’i olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan
münezzehtir”
(Enbiyâ,
Bu âyettekiler açık delillerdir.
Öncekilerde sonrakilerde bu delilleri reddetmekten veya bunlardan daha güzellerini
getirmekten aciz kalmışlardır. Ancak bu delillerdeki muradı anlamayanlar buna
itiraz ederler. Eğer sözün uzaması korkusu olmasaydı burada o göz kamaştıran
delilleri ve o delillerin içermiş oldukları harikulade sırları açıklardık.
İnşallah Tevhîdin delileri için ilerde müstakil bir kitap hazırlayacağım.[1372]
*
* *
AHKÂM ÂYETLERİ VE YÜCE ALLAH’IN SIFATLARIYLA İLGİLİ ÂYETLER
İnsanlar ahkam âyetlerinin çoğunda
ihtilaf etmişlerdir.[1373]
Fakat bir yerde dahi sıfat ile ilgili âyetlerde
ve haberlerde ihtilaf etmemişlerdir. Bilakis sahabe ve tâbiûn sıfat âyetlerinin,
manalarının ve hakikatlerinin sabitliği hakkında ittifak etmişlerdir. Bu, sıfat
âyetlerinin açıklanmasının ahkam âyetlerinin açıklanmasından daha önemli ve
onların açıklanmasına yardım etmenin daha mühim olduğuna işaret etmektedir.
Çünkü sıfatlarla ilgili âyetler iki şehadetin (=Kelime-i Şehadet)
gerçekleşmesinin tamamlanmasıdır. Ve
onların isbatı Tevhîdin gereklerindendir.
Yüce Allah ve Resulü açık bir şekilde onları beyan etmiştir. O beyanda
ilimde derinleşen alimleri tehlikeye düşürecek bir kapalılık meydana gelmez.
Ahkam âyetlerinin manaları
insanların havassı[1374] tarafından
anlaşılmaktadır. Sıfatlarla ilgili âyetlere gelince, onların manalarının
anlaşılmasında hâs ve âm müşterektir. Tabi burada mananın aslının anlaşılmasını
kast ediyoruz yoksa künhünü yada keyfiyetini değil. İşte bundan dolayı
sahabeden bazıları ahkam âyetleri hakkında müşkül[1375]
duruma düşmüşlerdir. Örneğin Yüce Allah’ın şu
buyruğunda: {حَتَّى
يَتَبَيَّنَ
لَكُمُ
الْخَيْطُ
الأَبْيَضُ
مِنَ
الْخَيْطِ
الأَسْوَدِ} “Beyaz iplik siyah
iplikten ayırt edilinceye kadar” (Bakara,
Sıfat âyetlerinden biri olan şu âyette
ve sıfatları açıklayan diğer âyetlerde sahabe ve diğerleri müşkül duruma
düşmemiştir. “Kullarım
sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım” (Bakara,
Önceki âyette olduğu gibi ahkam âyetleri
mücmeldir ancak sünnetin onları açıklamasıyla anlaşılır. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Sizden
her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka
veya kurban olmak üzere fidye gerekir” (Bakara,
Sıfatlarla ilgili âyetlerde ve
hadislerde haricen açıklanmasına ihtiyaç duyulan bir mücmellik (kapalılık) yoktur.
Her ne kadar beyanı ve tafsilatı ile ilgili sünnet gelmişse de aksine onların
beyanı kendilerindedir.[1377]
*
* *
YÜCE ALLAH’IN SIFATLARI HAKKINDAKİ ÂYETLERDE
TE’VİLİN OLMAMASI
Kelamcıların maksadına delalet
etmesi için ortaya bir kelam konduğu zaman onun maksadı ancak onun kelamı ile
anlaşılır.
Yüce Allah’ın Kelâmı üç kısımdır:
1.
Yüce
Allah’ın maksadı nass (=tevile ihtimali olmayan asıl)dır.
2.
Her
ne kadar ondan başkasının kast edilmesi ihtimali varsa da O’nun maksadı
zahirdir
3.
O’nun
maksadı ne nastır nede zahirdir. Aksine
ihtimalli ve açıklanması gerekir.
Birincide tevil yapılması imkansızdır.
Çünkü onun tevili Mütekellimi açık bir şekilde yalanlamaktır. Bu, Kur’ân’ın
açık olan naslarının manalarında umumi bir durumdur. Hususi olarak ta
sıfatlarla ve Tevhîd ile ilgili âyetler hakkındadır. Muhakkak ki yüce Allah;
mütekellim, emreden, nehyeden, söyleyen, haber veren, icat eden, hükmeden,
vadeden, korkutan, açıklayan, hidayet eden ve Dâru’s-Selâm’a çağırandır. O,
kullarının üzerindedir. Her şeyden yücedir. O, Arşına istivâ etmiştir.[1378]
Buyruk,
O’nun katından iner ve O’na yükselir. O, gerçek {فعّال} Fa’âl’dir[1379]. O her an bir
iştedir. Dilediği her şeyi yapandır. O’ndan başka mahlukat için ne bir dost ne
bir itaat olunan şefaatçi nede bir yardımcı vardır. O Rubûbiyyetin de,
yönetmesinde ve Kayyûmiyyetin de tektir. O şöyle buyurmaktadır: “O, gizliyi de,
gizlinin gizlisini de bilir” (Tâhâ,
Yüce Allah açıkta olanları işittiği
gibi gizli olanları da işitir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini görür. Mahlukattan
bir zerre dahi O’na gizli kalmaz. Muhakkak ki O her şeye kadirdir. İlminden ve
yaramasından çıkmadığı gibi elbette kadir olunan hiçbir şey O’nun kudretinden
çıkamaz. O’nun emri ile alem için görevlendirilmiş melekleri vardır. O melekler
yükselir ve inerler. Hareket eder ve bir mekandan başka bir mekana intikal
ederler. Yüce Allah dünyayı götürür, bu alemi yok eder ve ahireti getirir.
Kabirdekileri diriltir. On ve üç sayılarının medlullerine[1380]
delalet
ettiği gibi ve güneş, ay,
*
* *
YÜCE ALLAH’IN ZATI,
SIFATLARI VE İSİMLERİ
HAKKINDA BAHİS
Yüce Allah’a, sıfat ve haber olarak
muteber olanlar altı kısımdır:
1.
Yüce
Allah’ın Zatına nisbet edilir. Bir kimsenin Zat, mevcûd ve şey demesi gibi.
2.
el-Âlîm,
el-Kadîr ve es-Semî’ gibi manevi sıfatlarına nisbet edilir.
3.
el-Hâlık
ve er-Razzâk gibi sıfatları, fiillerine nisbet edilir
4.
Sadece
tenzihe nisbet edilir. Ve subûtu (=devamlılığı) içermesi gerekir. Çünkü
yoklukta kemâl (=mükemmellik) yoktur. el-Kuddûs ve es-Selâm gibi.
5.
İnsanların
çoğu bunu zikretmez. Bu sayılan birçok sıfatın tamamına delalet eden isimdir.
Belirli bir sıfata özgü kılınmaz. Bilakis o, tekil bir manaya değil de kendi
manasına delalet eder. Örneğin, el-Mecîd, el-Azîm ve es-Samed gibi. Çünkü
el-Mecîd, kemâl sıfatlardan bir çoğu ile sıfatlanan kimsedir. Ve onun lafzı da
bu manaya delalet eder. Çünkü bu isim; genişlik, çokluk ve ziyadelik için
zikredilmiş bir isimdir. Örneğin, “me-ce-de” kökünden türemiş “istemcede” (=bol
oldu, geniş oldu) ve “emcede” (=çayırı bol meraya uğradı) manalarında kullanılmıştır:
“İstemcede’l-merhu ve’l-afâr” (=merh ve afâr ağaçları[1382]
ateş bakımından bol oldular) denilir. Ve “emcede’n-nakatu’l-ulf” (=Deve, ulf
ağacına uğradı) gibi.
Kur’ân’dan örnek ise {
ذُو
الْعَرْشِ
الْمَجِيدُ
} “O, Şerefli Arş’ın
sahibidir”
(Burûc,
Dua eden kimse “Beni affet, bana
merhamet et! Muhakkak ki Sen Gafûr ve Rahîmsin” demesiyle talep
ettiği şeyi gerektiren ismi getirir. Eğer “muhakkak ki Sen Semî’ ve Basîr’sin” deseydi dua diğeri
kadar güzel olmazdı. Dua, isimleriyle ve sıfatlarıyla kendisine tevessül edilene
ulaşır. Bu, vesilelerin en yakını ve yüce Allah’ın en çok sevdiği tevessüldür.
İmam Ahmed’in “Müsned”inde ve Tirmizî’nin
(“Sünen”)indeki bir hadiste
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ya Ze’l-Celâli ve’l-İkrâm’a
sarılıp ayrılmayın[1384]“
Başka bir hadiste: “Ey Allahım!
Muhakkak ki ben hamdi Sana has kılarak Senden istiyorum. Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Sen
Mennânsın. Gökleri ve yeri yaratansın. Ya Ze’l-Celâli ve’l-İkrâm”[1385]
Bu, O’na hamd ederek dua ve
tevessüldür. el-Mennân olandan başka hiçbir ilâh yoktur sözü isimleri ve sıfatlarıyla
O’na tevessüldür. Bu tevessül icabete daha müstahak ve Allah katında
gerçekleştirilmeye daha layıktır. Bu, Tevhîd konularının içerisinde en büyük
konudur. Biz burada konuya işaret etmeye çalıştık. Yüce Allah’ın öğüt verdiği
kimse için bu konu açıldı.
el-Azîm, kemâl sıfatlardan bir çoğu
ile vasıflanan kimsedir. es-Samed’de böyledir.
İbn Abbâs (r.a) Samed hakkında şöyle
der: “Samed, yücelikte ve şerefte kemale eren kimsedir”
İbn Vâil ise şöyle der: “O, şerefi
son haddine ulaşan kimsedir.”
İkrime’de şöyle der: “O’nun üzerinde
hiç kimse yoktur.”
Zeccâc’da şöyle der: “O, şerefte son
hadde ulaşmıştır. Böylece her şey O’na muhtaç olmuştur.”
Enbârî’de şöyle der: “Samed’in,
üzerinde hiç kimsenin olmadığı efendi olduğuna ve insanların ihtiyaçlarında ve
işlerinde O’na muhtaç olduğuna lugat
ehli arasında hiçbir ihtilaf yoktur.”
Ondan türeyen kelimede aynı manaya
delalet eder. Çünkü bu toplamak ve ona yönelmeyi içeren bir teveccühtür.
Efendiliğin ve şerefin tüm sıfatları O’nda toplanır. Bunun sözlükteki asıl ismi
için şu şiir delil getirilmiştir:
“Beni Esedin
şereflisi Seyyid ve Samed olan Amr bin Yerbû’nun haberini ölüm habercisi erken getirdi”[1386]
Araplar, “ileri gelenlerini”,
kendilerine yönelen kimselerin güvenlerini topladığı ve kendilerinde
efendiliğin tüm sıfatlarının bulunduğu için “Samed” diye isimlendirirler.
6. Sıfat olan iki ismin
birleşmesiyle meydana gelen sıfattır. Bunun kadri tek gelmesinden daha yücedir.
Örneğin, el-Ganiyyu’l-Hamîd, el-Afuvvu’l-Kadîr ve el-Hamîdu’l-Mecîd gibi. Kur’ân’da
birleşen isimlerin ve birleşen sıfatların hepsi böyledir. Muhakkak ki
el-Ganiyy, kemâl bir sıfattır. Hamd’da aynı şekilde kemâl bir sıfattır.
el-Ganiyy ve el-Hamîd’in birleşmesiyle bambaşka bir kemallik oluşur. Yüce Allah
için el-Ğaniyy sıfatından dolayı bir övgü vardır. el-Hamîd sıfatından dolayı da
bir övgü vardır. Bunun ikisinin birleşmesinden dolayı da bambaşka bir övgü
vardır. el-Afuvvu’l-Kadîr, el-Hamîdu’l-Mecîd ve el-Azîzu’l-Hâkim’de aynı
şekildedir. Bunu üzerinde çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü bu, ilimlerin en şereflilerindendir.[1387]
*
* *
ESMÂU’L-HÜSNÂ
VE ESMÂU’L-HÜSNÂ’DAN SELBİN
NEFYEDİLMESİ
Selbî sıfatlar,[1388] yüce Allah’ın
sıfatlarına dahil olmazlar. Ancak subûtu[1389] içerenler bunun
dışındadır. Mesela, Ahad, Ulûhiyyet’te ve Rubûbiyyet’te bir olmayı
içermektedir. es-Selâm kemaline zıt olan tüm noksanlıklardan berî olmasını kapsamaktadır. Yüce Allah’ın
Zatından subûtu içeren selb ile haber vermek aynı şekildedir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“O’nu ne bir
uyuklama nede uyku tutar”
(Bakara,
Bu, âyet hayatının ve Kayyûm olmanın
kemalini içermektedir. Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Bize hiçbir
yorgunluk çökmedi”
(Kâf,
Bu âyette kudretinin kemalini
içermektedir. Yine yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca
bir şey Rabb’inden uzak (ve gizli) kalmaz” (Yûnus
Bu da, ilminin kemalini
içermektedir. Yine yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Doğurmadı ve
doğrulmadı”
(İhlâs,
Bu âyet, Samed olmasını ve
zenginliğini içermektedir. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O’nun hiçbir dengi
yoktur”
(İhlâs,
Bu da, kemâl olmada tek olduğunu ve
hiçbir denginin, benzerinin olmadığını içermektedir. Yine yüce Allah konu ile
ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Gözler O’nu
göremez; halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar
olandır”
(Enâm,
Bu âyeti kerimede azametini ve her
hangi birinin O’nu kuşatacak bir görüşle idrak etmesinden yüce olduğunu
kapsamaktadır. Bu, yüce Allah’ın Zatını sıfatlandırdığı selbî haberlerin tamamı
hakkında genel durumdur.
Burada bazı maddelerin bilinmesi
gerekir.
1.
Yüce
Allah’ın Zatından haber verme konusu, yüce Allah’ın isimleri ve sıfatları
konusuna girenlerden daha geniş değildir. Şey, Mevcut ve Zatıyla Kaim gibi.
Bunlar, Esmâu’l-Hüsnâ’nın ve yüce sıfatların içerisine girmez. Çünkü bunlarla,
sadece O’nun Zatından haber verilmektedir.
2.
Bir
sıfat, hem kemâl manaya ve hem de noksan manaya geldiği zaman O’nun isimlendiği
isimleri arasına mutlak olarak girmez. Bilakis onların kemâl olanlarıyla
isimlenir. Bunlar da Mürîd, Sâni’ ve
Fâil gibidir. Bunlar ise isimlerinin arasına girmezler. Bundan dolayı
isimlendirme esnasında mutlak Sâni’ diye isimlendiren hata yapmıştır. O,
dilediği her şeyi yapandır. Muhakkak ki irade ve fiil kemâl manaya da gelir noksan manaya da
gelir. İşte bundan dolayı yüce Allah kendi Zatını, fiil ve haber olarak
bunların en mükemmelleriyle isimlendirmiştir.
3.
Mukayyed
bir fiilden mutlak isim türeterek yüce Allah’ın Zatından haber vermek gerekli
değildir. Nitekim bazı son devir alimleri, Mudil (=saptıran), Fâtin (=imtihan
eden) ve Mâkir (=tuzak kuran) gibi isimleri Esmâu’l-Hüsnâ’dan sayarak hata
yapmışlardır. Yüce Allah, onların bu sözlerinden münezzehtir. Çünkü yüce Allah
kendi Zatını bu isimlerden ancak özel ve muayyen olan fiillerle
isimlendirmiştir. O fiillerin isimleriyle mutlak olarak isimlendirmek caiz
değildir. Allah en iyi bilendir.[1390]
4.
O’nun Esmâu’l-Hüsnâ’sı, özel isimleri ve sıfatlarıdır. Kulların sıfatlarının
hilafına Esmâu’l-Hüsnâ ile vasıflanmak,
o vasfın özel isim olmasına aykırı değildir. Çünkü kulların vasıfları müşterek
olduğundan dolayı Yüce Allah’ın vasıflarının hilafına onlara özel isim olmaya
aykırıdır.
5.
Yüce Allah’ın
isimlerinden her bir isimde O’na delaletler vardır. Kimisi Zatına ve
sıfatlarına delalet eder. Kimisi ikisinden birisinin içerdiklerine delalet
eder. kimisi de O’ndan hiç ayrılmayan diğer sıfatlarına delalet eder.
6.
Yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sı
için iki itibar vardır. Biri Zatı yönünden itibar diğeri ise sıfatları yönünden
itibardır. Birincisi eş anlamlıdır. İkincisi ise zıt anlamlıdır.
7.
İsimler ve sıfatlar
konusunda yüce Allah’ın isimlenmesi, Tevkîfî’dir.[1391] Ve birde Tevkîfî olması gerekmeyen haberî
isimlerle isimlenmesidir. Mesela, Kadîm, Şey, Mevcut ve Zatıyla Kaim olma gibi.
Bu isimler, tevkîfî midir? yoksa işitildiği zaman reddedilmeyen isimlerin
bazılarıyla O’nu isimlendirmek câiz midir?[1392] meselesindeki ihtilaf, lafzidir.
8.
Yüce Allah bir isimle
isimlendiği zaman o isimden, mastarın ve fiilin türemesi ve bununla yüce Allah’tan
haber verilmesi caizdir. Örneğin, Semî, Basîr ve Kadîr isimlerinden türeyen Sem’
(=işitmek), Basar (=görmek) ve Kudret (=güçlü olma) gibi. Şu âyetlerde olduğu
gibi fiilleriyle O’ndan haber vermek caizdir: “Kocası hakkında
seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir.
Allah, sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir” (Mücadele,
9.
Yüce Allah’ın fiilleri isimlerinden ve
sıfatlarından meydana gelir. Mahlukatın ise isimleri fiillerinden meydana
gelir. Yüce Allah’ın bütün fiilleri kemalindendir. Mahlukatın kemali ise yapmış
olduğu fiillerden meydana gelir. Mahlukatın isimleri ancak fiilleri sebebiyle
kemale erdikten sonra türemiştir. Yüce Allah ise ezelden beri kemâl sıfatlarla
vasıflanmıştır. Ve O’nun kemalinden dolayı fiilleri vuku bulmuştur. Çünkü O, zatıyla
ve sıfatlarıyla kemâl derecesindedir. O’nun fiilleri kemalinden dolayı meydana
gelmiştir. O tüm sıfatlarında kâmildir ve yapar. Mahlukat ise işlemiş olduğu
fiillerin derecesine layık olan bir kemallik ile kâmil oldur.
10.
Esmâu’l-Hüsnâ’yı
saymak ve onları bilmek bütün malumu bilmek için asıldır. Çünkü yüce Allah’ın
dışındaki bütün malumlar (=bilinenler) ya O’nun yaratmasıdır veya emridir yada
O’nun yarattığını bilmektir veyahut ta O’nun şeriatını bilmektir. Yaratmak ve
emretmek, yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sından kaynaklanmaktadır. Yaratma ve emretme,
Esmâu’l-Hüsnâ ile irtibatlıdır. Gereken irtibat, O’nun gerekli kılması sebebiyledir.
Emretmenin tamamı, Esmâu’l-Hüsnâ’dan kaynaklanır. Bunların hepsi güzeldir ve
kulların maslahatlarından dışarı çıkmaz. Onlar için şefkat ve merhamettir.
Onlara emretmesi ve yasaklamasıyla kemale erdirerek onlara ihsanda
bulunmasıdır. Çünkü O’nun bütün emirleri maslahat, hikmet, rahmet, lütuf ve
ihsandır. Çünkü emrin çıkış kaynağı,
yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sıdır. Ve O’nun bütün fiilleri adalet, hikmet, maslahat
ve rahmetten dışarı çıkmaz. Çünkü onların çıkış kaynakları da Esmâu’l-Hüsnâ’sıdır. O’nun yaratmasında asla
bir uygunsuzluk ve abeslik yoktur. O mahlukatını batıl olarak, başı boş
salıverilmiş yada abes olarak yaratmamıştır. Nitekim yüce Allah’ın dışındaki
her şey O’nun yaratması iledir. Yüce Allah’ın dışındaki her şeyin varlığı O’nun
varlığına tabidir. Mahluk olan meful yaratıcısına tabi olmuştur. Aynı şekilde
Esmâu’l-Hüsnâ’yı bilmek, yüce Allah dışındaki her şeyi bilmek için asıldır.
Yüce Allah’ın isimlerini bilmek ve saymak, diğer ilimler içinde asıldır. Bir
mahluk için gerektiği şekilde kim Esmâu’l-Hüsnâ’yı sayarsa ilimlerin tamamını
saymış olur. Çünkü Esmâu’l-Hüsnâ’yı saymak bütün ilimleri saymak için asıldır.
Muhakkak ki malumatın tamamı Esmâu’l-Hüsnâ’nın gerekli kıldıklarıdır. Ve
onlarla irtibatlıdırlar. Yüce Allah’ın ilminden ve hikmetinden kaynaklanan
yaratma ve buyruk hakkında iyice düşünmek gerekir. İşte bundan dolayı kişi
onlarda bir düzensizlik ve uygunsuzluk bulamaz.
Çünkü meydana gelen düzensizlik ya kulun emrettiği şeyde yada yaptığı şeyde olur. Buda ya yaptığı iş
hakkındaki cehaletinden dolayı yada hikmetsizliğinden dolayı kaynaklanır. Yüce
Allah’a gelince O Alîm ve Hâkim’dir. O’nun fiiline ve buyruğuna düzensizlik,
uygunsuzluk ve çelişkiye tabi olmaz.
11.
Yüce
Allah’ın isimlerinin tamamı en güzelleridir. Onların arasında asla bunların
dışında bir isim yoktur. Fiile itibar ederek yüce Allah’ı isimlendirmenin O’nun
isimlerinden olduğu konusu daha önce geçti. Örneğin, Hâlık, Razzâk, Muhyî ve
Mumît gibi. Bu, O’nun bütün fiillerinin sırf hayır olduğuna delalet etmektedir.
Kesinlikle onlarda hiçbir şerr yoktur. Eğer O, şerri yapsaydı O’nun için o
şerden bir isim türerdi. O zaman O’nun bütün isimleri güzel olmazdı. Yani Esmâu’l-Hüsnâ
olmazdı. Bu da, batıldır. Şer, O’na ulaşamaz.[1393] Sıfatlarının
arasına girmeyeceği, Zatına tabi olmayacağı ve fiillerine dahil olmayacağı gibi
şer, O’na ulaşamaz. Fiil ve vasıf olarak O’na izafe edilemez. Ancak O’nun mef’ullerine
dahil olur. Fiil ile mef’ul ayrı ayrı şeylerdir. Şer, yüce Allah’ın yapmış
olduğu fiil ile değil, O’ndan ayrı olan mef’ulü ile beraberdir. Bunun üzerinde
iyice düşünmek gerekir. Çünkü bu mesele kelamcılardan çoğuna gizli kalmıştır.
Ve bu meselede ayaklar kaymış, fikirler sapmıştır., Allah’ın izni ile hak ehli
ihtilaf ettiği zaman yüce Allah onlara hidayet etti. Allah, dilediği kimseyi
sıratı müstakîme ulaştırır.
12.
Bu
madde onları sayan kimsenin cennete gireceği, yüce Allah’ın isimlerini saymanın
mertebelerini açıklama hususundadır. Bu saadet, kurtuluş ve felah vesilesidir.
Birinci mertebe, onların
lafızlarını ve adetlerini saymaktır.
İkinci mertebe, manalarını ve
medlullerini anlamaktır.
Üçüncü mertebe, yüce Allah’ın şu
buyruğunda olduğu gibi onlarla dua etmektir: “En güzel isimler (=Esmâu’l-Hüsnâ)
Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin” (A’râf,
a.
Senâ
(=övgü) duası ve ibadettir.
b.
Talep
duası ve istemektir. O’na ancak Esmâu’l-Hüsnâ’sı ve yüce sıfatları ile senâ
edilir. Aynı şekilde ancak onlarla istenir. Ve; “Ey Mevcud!, Ey Şey! Ey Zat
beni bağışla ve bana merhamet et” denmez. Bilakis her talepte o talebin gereği
olan isim ile istenir. Böylece dua ederek isteyen kimse o isim ile Yüce Allah’a
tevessül etmiş olur. Peygamberlerin dualarını iyice düşünen kimse özellikle
dualarının sonu ile başını bu şekle uygun olarak bulur. Peygamberlerin
dualarındaki bu ibareler “Allah’ın
isimleri ile ahlaklanır”[1394] diyen kimsenin
söz ünden daha evladır. Çünkü bu isabetli
bir ibare değildir. Bu, gücü belli bir miktar üzere olan bir ilâha benzeterek
felsefecilerin uydurduğu bir sözdür. Daha güzel ifade ise Ebu Hâkim b. Berrecan’ın[1395] şu
ifadesidir; “Kulluk”, Ondan daha güzel ibare ise Kur’ân’a uygun olan ifadedir.
O da kulluğu ve istemeyi kapsayan duadır.[1396] Bunlar dört
kısımdır. Birincisi: inkar olarak en şiddetlisi olan felsefecilerin ifadesidir.
O da Yüce Allah’ı yarattığı mahlukata benzetmektir. Bundan daha hafif olanı “ahlaklanmak”
ifadesidir. Bu ikisinden daha güzel olanı da “kulluk” ifadesidir. Ama bunların
hepsinden daha güzel olanı ise Kur’ân’ın lafzı ile duadır.
13.
Düşünürler;
Hayy (=diri), Semî (=işiten), Basîr (=gören), Alim (=bilen), Kadîr (=güç kuvvet
sahibi), Mâlik (=mülk sahibi) gibi yüce Allah’ın isimlendiği isimlerle kulların
sıfatlandığı isimler hakkında ihtilafa düştüler.
Kelamcılardan bir taife; bunlar
kulda hakiki manada, yüce Allah’ta ise mecazi manadadır dediler. Bu, cehmiye
mezhebinin aşırı gidenlerinin sözüdür. Bu sözlerin en çirkini ve fesat olarak
da en şiddetlisidir.
İkincisi, birinci görüşün
zıttıdır. Yüce Allah’ta hakiki manada kulda ise mecazi manadadır dediler. Bu,
Ebu Abbâs en-Nâşî’nin sözüdür.
Üçüncüsü, her ikisinde de
hakiki manada olduğudur. Bu ehli sünnetin görüşüdür. Doğru olan da budur. O
ikisindeki hakikatler hakkındaki ihtilaf, bu isimleri her ikisinde de hakiki
olmaktan çıkarmaz. Yüce Allah, celaline yakışır bir şekilde bu isimlerle
isimlenmiş kulda yaratılışına yakışır bir şekilde aynı isimlerle
vasıflanmıştır. Fâil (=yapan), Âmil (=bir işle amel eden), Müktesib (=çalışıp
kazanan), Kâsib (=gayret eden), Sânî (=fâil, yapan), Muhdis (=sonradan îcâd
eden), Câil (=yapan, kılan), Muessir (=etkileyen, tesir eden), Munşî (=inşa
eden, yaratan), Mûcid (=îcâd eden), Hâlık (=yaratan, yapan), Bârî (=yaratan)
Musavvir (=şekil veren), Kâdir (=güç yetiren) ve Murîd (=irâde eden, dileyen)
lafızlarına gelince bu lafızlar üç kısımdır.
Birinci kısım: Bârî (=yaratan),
Bedî ve Mubdî (=numunesiz yoktan yaratan) gibi sadece yüce Allah’ın isimlendiği
isimlerdir.
İkici kısım: Müktesib (=çalışıp
kazanan), Kâsib (=gayret eden) gibi sadece kulun isimlendiği isimlerdir.
Üçüncü kısım: Sânî (=işleyen,
yapan), Fâil (=yapan), Âmil (=bir iş ile amel eden), Munşî (=inşa eden, yaratan),
Kâdir (=güç yetiren) Murîd (=irâde eden,
dileyen) yüce Allah’ın da kulun da isimlendiği isimlerdir.
Hâlık (=yaratan, yapan) ve Musavvir
(=şekil veren)’e gelince eğer kayıtsız ve mutlak olarak kullanılırlarsa onlarla
ancak yüce Allah isimlenir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “O, Hâlık (=yaratan),
Bâriu (=var eden), Musavvir (=varlığa getirdiklerine biçim veren) Allah’tır” (Haşr,
Şair şöyle demiştir: “Sen ölçtüğün
şeyi yarıyorsun. Kavmin bazısı ölçüyor sonrada yarmıyor”[1398]
Yani senin gücün var yapıyorsun bu
kabiliyetle ölçtüğün şeyi yapıyorsun (tamamlıyorsun). Diğerleri yapmaktan ve
tamamlamaktan aciz oldukları halde ölçüyorlar. Bu itibarla kula hâlık isminin verilmesi
âyette de olduğu gibi uygun olmuştur:
“Yapıp yaratanların
en güzeli olan Allah pek yücedir” (Mu’minûn,
Yani şekil verenlerin ve ölçüp
biçenlerin en güzelidir. Su tulumu, kırba ve benzeri şeyleri ondan kesmek için
gereğince ölçtükleri zaman Araplar şöyle der: “Deriyi ölçtüm ve onu oranladım”.
Mücâhid bu âyetin tefsirinde şöyle
der: “Onlar işliyorlar. Allah’ta işliyor. Allah işleyenlerin en hayırlısıdır.”
Leys de şöyle der: “Yapan adam. Yani
işleyen adam. Kadınlar içinde ‘Onlar işleyici kadınlardır’ demiştir.”
Mukâtil ise şöyle demiştir: “Yüce
Allah şöyle der: ‘O (c.c.), hiç hareket etmeyen heykeller ve benzerlerini yapanlardan
yaratma olarak daha güzeldir.”
“Bârî” ismine gelince, bununla ancak
yüce Allah isimlenir. Çünkü O (c.c.) mahlukatı yok iken yaratan, var eden ve
icat edendir.
Birincisi: Yüce Allah’a veya
kula kayıtlamamakla birlikte oluşan itibardır.
İkincisi: Sadece yüce Allah’a
izafet olarak oluşan itibardır.
Üçüncüsü: Kula bir kayıt ile
izafet olarak oluşan itibardır. Bu itibardaki isim kendisi ve hakikati için
gerekmemektedir. Bu isim hem Yüce Allah için hem de kul için sabittir. Yüce
Allah için o isimden kemaline layık olan mana kul için ise ona layık olan mana
vardır. Bu, işitilen her şeyi idrak etmenin gerekli kıldığı Semî, görülen her
şeyi görmenin gerekli kıldığı Basîr, Alîm, Kadîr ve diğer isimler gibidir.
Çünkü onlarla isimlenmenin uygun olmasının şartı onlarla vasıflanan kimse için
manalarının ve hakikatlerinin meydana gelmesidir. Bu itibardaki isimler
kendileri ve hakikatleri için gerekmemektedirler.
Yüce Allah için bu isimlerden
birinin sabit olmasında herhangi bir şekilde hiçbir mahzur yoktur. Aksine bu
isimler Yüce Allah için yarattıklarının o isimde O’na benzememesi ve O’nun da
onlara benzememesi yönüyle sabit olur. Kim Yüce Allah’ı o isimden kulları
isimlendirmek için olumsuzlaştırırsa, yüce Allah’ın isimleri hakkında sapmış ve
O’nun yüce sıfatlarını inkar etmiş olur.
Her kim bir isimde mahlukatıyla
benzeştirme yönüyle yüce Allah’ı o isim ile isimlendirirse, yüce Allah’ı yarattıklarına
benzetmiş olur. Ve kim yüce Allah’ı
yarattıklarına benzetirse kafir olur. Bilakis, Celaline ve Azametini yakışır
bir şekilde yüce Allah’ı yarattıklarına
benzetmeksizin kim yüce Allah’ın isimlerini O’na sabit kılarsa yüce Allah’ı
teşbih pisliğinden ve ta’tîl kanından tenzih etmiş olur.
İşte bu, ehli sünnetin[1400]
yoludur. Kula izafesi gereken bir sıfatın yüce Allah’tan nefyedilmesi gerekir.
Nitekim uykuya, uyuklamaya, gıdaya ve benzerlerine ihtiyaç duymalarından dolayı
kul için hayat lazımdır.
Aynı şekilde menfaati elde etmek ve
zararı uzaklaştırma hususunda hareket edebilmesi için kula irade sıfatı
lazımdır.
Yine aynı şekilde kendinden yüce
olana ihtiyacından, O’na isnadından ve O’nun tarafından kuşatılmış olmasından
dolayı yüce olması lazımdır.
Bunun hepsinin Kuddûs ve Selâm olan
yüce Allah’tan uzaklaştırılması gerekir. Ve yüce Allah’a has olan sıfat
gerekir. Çünkü, kıdem (=evveli olmayan), vucûb (=varlığı gerekli olan) ve ihata
(=her şeyi kuşatan) olmasını gerektiren İlim, Kudret, İrade ve diğer sıfatları
gibi Yüce Allah’ın vasıflandığı bir sıfat mahluk için hiçbir yönden sabit
olmaz. Muhakkak ki yüce Allah’a has olan bir sıfatın mahluk için sabit olması
imkansızdır.
Kişi bu kaideyi bilgi olarak idrak
ettiği ve gereği gibi düşündüğü zaman kelamcıların bazısının belasının aslı
olan şu iki afetten kurtulmuş olur. Bu afetlerden biri ta’tîl afeti diğeri ise
teşbih afetidir. Doğrusu bir kimse bu meseleyi tasavvur ederek bu makamın
hakkını verdiği zaman Allahu Teâlâ için Esmâu’l-Hüsnâ’yı ve yüce sıfatları
hakikaten sabitlemiş olur. Böyle olunca da kişi ta’tîlden kurtulmuş olur.
Esmâu’l-Hüsnâ ve yüce sıfatlardan
mahlukun özelliklerini ve benzetmelerini nefyettiği zamanda teşbihten kurtulmuş
olur. Burada iyi düşünmek ve bu kaideyi bu konuda devamlı kendisine müracaat
edilen bir kalkan kılmak gerekir. Allah (c.c.) doğruya muvaffak kılandır.[1401]
Lafzî olan, subûtî ve selbîdir.
Lafzî olan subûtî: Mevsûf için
sıfattan bir ismin türemesidir.
Lafzî olan selbî: onun dışında bir
ismin türemesi imkansızdır.
Manevi olan da, subûtî ve selbîdir.
Manevi olan da
subûtî:
hükmünün mevsûfa dönmesi ve o sıfat ile mevsûfdan haber verilmesidir.
Manevi olan selbî: sıfatın hükmünün
onun haricine dönmemesi ve ondan haber vermemesidir. Bu isimlerin ve sıfatların
tanınmasında büyük bir kaidedir. Buna bir misal olarak Kelam sıfatını örnek
verelim. Şöyle ki kelam bir yerde meydana geldiği zaman onun dışındakiler için
söz söyleme olur. O sıfatla ondan haber verilir. Ve bu sıfatın hükmü
mütekellime (=konuşana) döner başkasına değil. Yani o dedi, emretti, yasakladı,
çağırdı, fısıldadı, haber verdi, hitap etti ve konuştu denir. Bu hükümler
başkası için imkansızdır. Bu hükümlerle delil getirilir. İsimlerde sıfatların
kaim olması üzeredir. O sıfatın başkasından tenzih edilmesi ise onunla sıfatlanmamış
olmasından dolayıdır. Bu, Mu’tezile ve Cehmiyye’nin görüşlerini reddeden
sünnetin aslıdır. Bu yanlış görüşleri uzaklaştırmak ve geri çevirmek, usullerin
en sağlamıdır.
“Zatını
isimlendirdiğin bütün isimlerinle, Kitabında indirdiğin bütün isimlerinle ve
katındaki kaybî ilimde kendine ayırdığın (seçtiğin) bütün isimlerinle senden
istiyorum”[1402]
Yüce Allah, isimlerini, üç kısma
ayırmıştır.
Birinci kısım: Kendi Zatını
isimlendirdiği, melekler ve diğerlerinden dilediklerine açıkladığı ama
Kitabında indirmediği isimlerdir.
İkinci kısım: Kitabında indirdiği
ve kullarına öğrettiği isimlerdir.
Üçüncü kısım: Gaybî ilminde
kendine ayırdığı ve mahlukattan hiç kimseye bildirmediği isimlerdir. İşte
bundan dolayı Rasûlullah (s.a.v.) “İlmini sadece Kendine has kıldığın”
diye
buyurdu.
Burada maksat, yüce Allah’ın bir
isimle isimlenmede tek olması değildir. Çünkü bu münferitlik Kur’ân’da indirdiği
isimlerde sabittir.[1403]
Şefaatle
ile ilgili hadis de Rasûlullah (s.a.v.)’in şu sözü bundan dolayıdır:
“Şimdi muktedir
olamayacağım hamdlerle O’na hamd ederim”[1404]
Buradaki hamdler, yüce Allah’ın
isimlerini ve sıfatlarını tamamlar.
Bir başka hadiste Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ben Sana olan
övgüleri saymaya güç yetiremem Sen kendi Zatını övdüğün gibisin”[1405]
Rasûlullah (s.a.v.)’in “Muhakkak ki Yüce
Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer”[1406]
sözüne
gelince, buradaki kelam, tek bir cümledir[1407] ve
“kim
onları sayarsa”
sözü sıfattır müstakil bir haber değildir. O zaman mana şöyle olur:
Yüce Allah’ın o isimlerinin
makamında birçok isimleri vardır. Kim onları sayarsa cennete girer. Bu, yüce Allah’ın
bunlardan başka isimlerinin olmasını olumsuzlaştırmaz. Bu bir kimsenin şöyle
demesi gibidir: “Filan sahip olduğu yüz köleyi cihad için hazırladı.” Bu, o
adamın başka bir cihad için hazırlanmış olan başka kölelerinin olmasını
nefyetmez. Bu, İslâm alimleri arasında hakkında hiçbir ihtilafın bulunmadığı
bir meseledir.[1408]
Bir kişi ‘Ya Azîz Ya Halîm! Ya Gafûr
Ya Rahîm! diyebilir veya her bir ismi tek tek getirerek de dua edebilir. Ve
yine tek tek veya birleşik olarak caiz olan şekli ile Yüce Allah’a senâda ve
Ondan haber vermede durum aynıdır.[1409]
Ama bazı isimleri ile tek olarak
isimlendirilmez. Aksine o isme uygun olan bir isim ile birleştirilerek isimlendirilir.
Mesela, Mâni’, Dârr ve Muntekîm
gibi. Bu isimlerin birleştirilmesi uygun olandan ayrı bir şekilde tek başına
getirilmesi caiz olmaz. Çünkü bu isimler Mûtî, Nâfî, Afuvv ile birleşiktirler.
Örneğin, Mûtî’l-Mânî’dir. Dârru’l-Nâfî’dir.
Muntekimu’l-Afuvv’dur. Muizzu’l-Muzill’dir gibi. Çünkü kemâl olma, bu
isimlerden her bir ismin kendisine uygun olanla birleşmesindedir. Çünkü yüce
Allah, birleşen ismi ile O’nun Rubûbiyyette, mahlukatı yönetmesinde, onlar
hakkında tasarrufta bulunmasında, vermesinde, men etmesinde, fayda vermesinde,
zarar vermesinde, affetmesinde ve intikam almasında tek olduğu kast edilmektedir.[1410]
Sadece men, intikam ve zarar ile
yüce Allah’ı övmeye gelince, bu caiz olmaz. Bu birleşik isimler diğer isimlerden
bazı harflerinin bazılarından ayrılması imkansız olan bir ismin yerine
geçmektedir. Bu durumda şayet o ismin sayısı fazla olursa ancak bir ismin
yerine geçer. Bundan dolayı tek başına gelmez ve ancak birleşik olarak bununla
Yüce Allah isimlenir. Bunu gerçekten iyi öğrenmek gerekir.
Şayet birisi; Ya Muzill! Ya Dârr! Ya
Mânî! dese, bununla ancak haber vermiş olur. Ta ki bu isimlere uygun olan bir
ismi bunlarla beraber zikredinceye kadar yüce Allah’ı övmüş ve O’na hamd etmiş
olmaz.
Eğer dördüncü kısmı gerektiren
takdirî olan bir kısmı olsaydı iki itibarla
kemâl ve noksan sıfatların olması olurdu ki Yüce Allah bu üç kısımdan münezzehtir
ve ancak birinci kısım ile vasıflanır. O’nun bütün sıfatları sırf kemâl
sıfatlardır. O sıfatların en mükemmelleri ile vasıflanmıştır ve O’nun için
kemâl sıfatlardan en mükemmelleri vardır.
Yine O’nun sıfatlarına delalet eden
isimleri, isimlerin en güzelleri ve en mükemmelleridir. İsimleri arasında
hiçbir isim O’nun isimlerinden daha güzel değildir. O isimleri dışında hiçbir
isim o isimlerin yerine geçmez ve onların manasını vermez. O isimlerden bir
ismin başka bir isim ile tefsir edilmesi sırf eş anlamlı tefsiri olmaz. Aksine
o yaklaştırma ve anlatma yolu üzere bir tefsir olur.
Yüce Allah’ın kemâl sıfatlarından
her biri ismin en güzeli en mükemmeli ve manen en tamamıdır. Aynı şekilde bu
isimler ayıp şaibesinden veya noksanlıktan en uzak ve en münezzeh olanlarıdır.
Yüce Allah’ın idrak sıfatları el-Âlimu’l-Habîr, es-Semîu’l-Basîr’dir. Ve
bunların yerine el-Âkilu’l-Fakîh, es-Sâmi, el-Bâsir ve en-Nâzir gelmez. İhsân
sıfatları; el-Berr, er-Rahîm ve el-Vedûd’dur. Bunların yerine er-Refîk,
eş-Şufûk ve benzerleri gelmez. Yine el-Aliyyu’l-Azîm’dir. Bunların yerine
er-Rafîu’ş-Şerîf gelmez. Aynı şekilde el-Kerîm’in yerine es-Sehiyy gelmez.
el-Hâliku’l-Bârîu’l-Musavvir’in yerine el-Fâil, es-Sâni ve el-Müşekkil gelmez.
el-Gafûru’l-Afuvv’un yerine es-Safûhu’s-Sâtir gelmez.
Yine yüce Allah’ın diğer isimleri de
Zatında muteber olan en mükemmel ve ne güzel isimlerdir. Bu isimlerin makamına
başka bir isim asla geçemez. Bunu iyi düşünmek gerekir. sıfatları sıfatların en
mükemmeli olduğu gibi isimleri de isimlerin en güzelleridir (Esmâu’l-Hüsnâ’dır).
Sen yüce Allah’ın Zatını vasıflandırdığı ve Resûlünün O’nu vasıflandırdığı sıfatlarda
sınırı aşarak ibtalcilerin ve ta’tilcilerin O’nu vasıflandırdığı sıfatlara
müracaat etmediğin gibi Yüce Allah’ın kendi Zatını isimlendirdiği bu isimlerden
başkasına da meyletme!
Bu, Esmâu’l-Hüsnâ’nın tefsirinde
kelamı alan birçok kimseye gizli kalan bir meseledir. Bundan dolayı da ismin
manasını başka şeyle tefsir etmiş ve o ismi bilmediği yönden
noksanlaştırmıştır. Her kim bu ilme sahip olmazsa yüce ismin hakkını ve
manasını eksilir. Bunun sonucunu düşün!
“En güzel isimler (el-Esmâü’l-hüsnâ)
Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında
eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır” (A’râf,
Yüce Allah’ın isimlerinde ilhâd;[1411] isimlerde,
isimlerin hakikatlerinde ve manalarında o isimler için sabit olan haktan
sapmaktır. Bu kelime meyilden alınmıştır. Nitekim bu kelimelerin kökü olan ‘le-ha-de’
buna delalet etmektedir. Ortasından bir tarafa meyleden kabrin kenarındaki
yarık manasına gelen ‘lahd’ kelimesi de bundan türemiştir. Aynı şekilde dinde
haktan batıla meylederek sapan kimse için kullanılan ‘mulhid’ kelimesi de bu
kelimeden türemiştir.
İbn Sekkît[1412]
şöyle demiştir: “Mulhid, haktan sapandır. Hakka, ondan olmayan şeyi sokan
kimsedir. ‘Mufteil’ vezninden olan ‘multehid’de aynı manadadır.”
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Rabb’inin Kitabı’ndan
sana vahyedileni oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O’ndan başka
bir sığınak da bulamazsın” (Kehf,
Yani kim O’na döner, O’na koşar, O’na
sığınır ve O’na boyun eğerek yalvarırsa Ondan başkalarını terk edip O’na
yönelmiş olur. Bir kişi birine döndüğü zaman Araplar falan falana meyletti der.
Yüce Allah’ın isimlerinde ilhâd beş
çeşittir.
Birincisi: İlah isminden
türeterek Lât’ı, Azîz isminden türeterek Uzzâ’yı isimlendirmeleri gibi Yüce
Allah’ın isimleri ile putlarını isimlendirdiler. Bu şüphesiz ilhaddır. Çünkü
onlar Yüce Allah’ın isimleri ile putlarına ve batıl ilahlarına meylettiler.
İkincisi: Hıristiyanların
Yüce Allah’ı celâline yakışmayacak bir şekilde “baba” diye isimlendirmeleri,
felsefecilerin “kendi zatını gerekli kılan” veya “yaratmanın fail olan sebebi”
ve bunların bezerleri ile isimlendirmeleridir.
Üçüncüsü: Yüce Allah’ı berî
olduğu şeylerle ve münezzeh olduğu noksanlıklarla vasıflandırmaktır. Nitekim
Yahudilerin en bozukları şöyle dediler: “Muhakkak ki O (Allah), fakirdir. O mahlukatı yarattıktan
sonra istirahat etti.” Onların
bu sözünü yüce Allah bizlere şöyle bildirdi: “Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır
(=sıkıdır), dediler” (Mâide,
Dördüncüsü: İsimlerin
manalarından ta’tîl edilmesi ve hakikatlerinin inkar edilmesidir. Nitekim Cehmiyye
mezhebi ve onlara tabi olanlar şöyle demişlerdir:
“Onlar mücerret lafızlardır. Onlar
sıfatları ve manalarını içermezler.”
Yüce Allah’ı Semi, Basîr, Hayy,
Rahîm, Mütekellim ve Murîd isimleri ile isimlendiriyorlar ve diyorlar ki; O’nun
(c.c.) kendisiyle kaim olan hayatı, işitmesi, görmesi, kelamı ve iradesi
yoktur. Bu, aklen, şeran, lisanen ve fıtraten isimler ve sıfatlar hakkında
ilhâdın en büyüklerindendir. Bu müşriklerin ilhâdı ile aynıdır. Çünkü onlar
Yüce Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını ilahlarına veriyorlardı.
Bunlar ise yüce Allah’ı kemâl
sıfatlarından tenzih ediyor onları inkar ediyor ve ta’tîl ediyorlar. Bunların
her ikisinde yüce Allah’ın isimlerinde mulhidtirler. Sonra Cehmiyye ve onların
zelil olanları, bu ilhâd da birbirinden uzaklaşmışlardır. Kimileri haddi aşmış,
kimileri ilhâd da vasat olmuş, kimileri ise saptırılmıştır. Yüce Allah’ın kendi
Zatını vasıflandırdıklarından ve Resûlünün O’nu
vasıflandırdıklarından herkim bir şey inkar ederse ister az olsun ister
çok olsun bu meselede kesinlikle ilhâd etmiştir.
Beşincisi: Yüce Allah’ın
sıfatlarını mahlukatın sıfatlarına benzetmektir. Yüce Allah, yüce ve büyük
olarak, Müşebbihe mezhebindekilerinin söylediklerinden berîdir, münezzehtir. Bu
ilhâd, Muattıla mezhebindekilerin
ilhâdıyla aynı durumdadır. Çünkü onlar yüce Allah’ın kemâl sıfatlarını
nefyediyor ve inkar ediyorlar. Bunlar da, yüce Allah’ın sıfatlarını mahlukatın
sıfatlarına benzetiyorlar.
İlhâd bunları toplamış ama yolları
onları ayırmış. Allah, Resûlüne tabi olanlar ve sünnetini yaşayan mirasçılarını
bütün bunlardan korumuştur. Onlar Yüce Allah’ı kendi Zatını vasıflandırdığı
gibi vasıflandırmış, O’nun sıfatlarını inkar etmemiş, sıfatlarını mahlukatın
sıfatlarına benzetmemiş, sıfatlar hakkında lafzen ve manen Resûlüne
indirilenlerden sapmamışlardır. Bilakis isimleri ve sıfatları, yüce Allah için
isbat etmiş, O’ndan mahlukata benzemeyi nefyetmişlerdir. Onların isbatı
teşbihten berî, tenzihleri ta’tîlden kopartılmıştır. Onlar teşbih yaparak, puta
tapalar gibi ta’tîl yaparak yokluğa tapanlar gibi değildirler.
Ehli İslâmın dinler içerisinde vasat
olduğu gibi ehli sünnet de akideler içerisinde vasattır. Onların çehrelerinin
kandilleri doğuya da batıya da nisbet edilmeyen mübarek zeytin ağacından
tutuşturulur. Yağı neredeyse, kendine ateş değmese dahi ışık verir. Nur üstüne
nurdur. Allah (c.c.) dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Yüce Allah’tan bizi
nuruna kavuşturmasını, rızasına ve Resûlüne (s.a.v.) tabi olmaya ulaştıran yolu
bize kolaylaştırmasını diliyoruz. Muhakkak ki O (c.c.), yakındır ve dualara
icabet edendir.
Bunlar, yüce Allah’ın
vasıflanmasıyla ilgili kısımda başladığımız kaideye izafe olan yirmi kaidedir.
Bunları iyice anlaman ve koruman gerekir. Sonra, şayet düşünen bir kalp,
söyleyen bir lisan ve kabul eden bir mahal bulursan Esmâu’l-Hüsnâ’yı yay. Ancak
bunları bulamasan senin susman daha evladır. Rubûbiyet ciheti bir şeyi hatırlamaktan
daha yüce ve daha şereflidir. Veyahut ta Ondan (c.c.) şu söz söylenir: “Zira her ilim sahibinin
üstünde daha iyi bilen biri vardır” (Yûsuf,
*
* *
﴿
اَلله ُ﴾
ALLAH
“Allah” ismi, yüce Allah’ın tüm
isimlerini toplayıcıdır. Bundan dolayı Esmâu’l-Hüsnâ’nın tamamı O’na izafe
edilir. Rahmân, Rahîm, Azîz,[1413] Gaffâr[1414] ve Kahhâr[1415] yüce Allah’ın
isimlerindendir denir. Allah, Rahmân’ın isimlerindendir denmez. Yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
“En güzel isimler
(=Esmâu’l-Hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin” (A’râf,
Bu tecelli, bütün tecelli eden
isimleri kendisinde toplamıştır. “Allah” lafzı celâli hariç her tecelli ancak O’nun
sıfatlarından bir sıfatın tecellisidir. Zatı ilahiyyenin sıfatlarına kalbi
genişleyen, tevazunun ve tazimin olgunluğuyla sevginin olgunluğu olan kulluktan
O’nun hakkını yerine getiren ve ibadet vazifelerini yerine getiren kimse için
hak olan ilâh ile onun zenginliği tamamlanır ve o kulların en zenginlerinden
birisi olur.
Bunun misali olan lisanı hal şöyle
der:
“Mal olmaksızın
insanların tamamından zengin oldum muhakkak ki
her şeyden yüce olan zenginlik mal ile değildir”
Ey şerefini ve kadrini yükselten
zenginliğin sahibi! Onun dışındaki köleler ve diğerleri hakirleşti. Ona
nisbetle onu taşıyan gölge gibi oldular. Uykuda nefes sesinin getirdiği aniden
gelen sayıklama; uykudan uyanmak onu uzaklaştırır. [1416]
*
* *
﴿ اَلرَّحْمَنُ
– اَلرَّحِيمُ
﴾
er-RAHMÂN
- er-RAHÎM
Bir topluluk Rahmân[1417] isminin Yüce Allah
için sıfat olmasını uzak bularak “Bismillehirrahmânirrahîm” sözümüzden dolayı
Rahmân alem (=özel isim)dir. Ve alemler (=özel isimler), sıfat olmaz dediler.
Sonra şöyle dediler: Rahmân Yüce Allah’ın ismi celâlinden bedeldir ve sonra
sözlerine şöyle devam ettiler: bunun üzerine Rahmân’ın Yüce Allah’a has bir
özel isim olduğuna, Onda yüce Allah’tan başkasının müşterek olmadığına delalet
etmektedir. Rahmân ismi; Alîm, Kadîr, Semî ve Basîr gibi değildir. İşte bundan
dolayı da bunlarla yüce Allah’ın
dışındakiler isimlenmiştir.
Aynı şekilde Kur’ân’ı Kerîmde Rahmân
lafzının kendisinden önce geçen bir isme tabi[1418] olmaması da buna
delalet etmektedir: “Rahmân,
Arş’a istivâ etmiştir”
(Tâhâ,
Süheyli şöyle der: Bizim yanımızda
Rahmân isminin bedel olması ve aynı şekilde atfı beyan olması imkansızdır.[1419] Çünkü birinci isim
beyan etmeye ihtiyaç duymaz. Çünkü o marifelerin (=belirli isimler) tamamından
daha marife ve daha açıktır. İşte bundan dolayı müşrikler şöyle dediler:
“Onlara: Rahmân’a
secde edin! denildiği zaman: “Rahmân da neymiş! Bize emrettiğin şeye secde eder
miyiz hiç!” derler ve bu emir onların nefretini arttırır” (Furkân,
Fakat her ne kadar da bu özel
isimlerin makamında gelse de o kendisi ile senânın murat edildiği sıfattır. Rahîmde[1420]
aynı şekildedir. Ancak Rahmân, gadbân ve benzerleri gibi mübalağa
kalıbındandır. Rahmân kelimesi tesniye gibi sonunda elif ve nun harfi
olmasından dolayı mübalağa manasına girdirilmiştir. Çünkü tesniye hakikatte
harf ziyade etmektir. Bu sıfatta aynı şekildedir. Gadbân (=öfkeli) ve sekrân
(=sarhoş) sanki gadab ve sekar lafızlarından harf ilavelerini taşıyorlarmış
gibidirler. Böyle olunca da lafız tesniye lafzına benzemiştir. Çünkü tesniye
hakikatte iki harfin ziyade olmasıdır. Aynı şekilde bu kalıbı mütelazım olan
iki harfin bu kalıptan var olmasından dolayı tesniyeye[1421] benzettiklerini
görmezmisin? İşte bundan dolayı hükmân (=iki hüküm) ve ilmân (=iki ilim)
dediler ve sanki o bir şeyin ismiymiş gibi nun ile irab yaptılar. Gadbân ve
tesniye kalıpları müşterektir dediler. Rahmân ve Rahîm sıfatlarının bir arada
zikredilmesi bu dünyada ve ahirette umumi ve hususi olarak rahmetten haber vermeyi
ifade etmektedir.
Rahmân ve Rahîm sıfatlarının bir
arada zikredilmesi gelince onda ikisinin tek tek zikredildiğindeki manadan daha
güzel bir mana vardır. O da Rahmânın yüce Allah’ın kendisiyle kaim olan sıfata
delalet ettiği, Rahîm’in ise merhamet olunana taallukuna delalet ettiğidir.
Böyle olunca da birincisi sıfat için ikincisi de fiil için oldu. O zaman da
birincisi rahmetin Yüce Allah’ın sıfatı olduğuna delalet etti, ikincisi de
rahmeti ile mahlukatına merhamet ettiğine delalet etti.
Eğer sen bunları iyi anlamak
istersen yüce Allah’ın şu âyeti kerimelerini iyi düşün:
“Allah, müminlere
karşı çok merhametlidir”
(Ahzâb,
“Çünkü O, onlara
karşı çok şefkatli, pek merhametlidir” (Tevbe, 9/117.)
‘Rahmânun bihim’ hiç gelmedi. İşte
bundan da anlaşıldı ki Rahmân rahmet ile vasıflananın sıfatıdır. Rahîm ise
rahmeti ile merhamet edendir.
Bu, her hangi bir kitapta
bulamayacağın bir nüktedir. O nükte esnasında şayet kalp görüşün nefes alıp
verirse o nüktenin sûreti senin için açığa çıkmaz.[1422]
*
* *
﴿
اَلْمَلِكُ -
اَلْحَقُّ ﴾
el-MELİK
- el-HAKK
Allah’ın
isimlerinden biri de Melik’tir.[1423] Hakiki mülkün
manası her yönden Yüce Allah için sabittir. Bu sıfat sair kemâl sıfatları da
gerektirmektedir. Çünkü tam ve hakiki mülkün, hayatı, kudreti, iradesi,
işitmesi, görmesi, kelamı ve kendisiyle kaim olan ihtiyari fiili olmayan biri
için sabit olması imkansızdır. Emretmeyen, nehyetmeyen, mükafatlandırmayan,
cezalandırmayan, vermeyen, men etmeyen, şereflendirmeyen, zelil kılmayan, hakir
görmeyen, ikram etmeyen, nimetlendirmeyen, intikam almayan, alçaltmayan, yükseltmeyen,
memleketinin dört bir köşesine elçiler göndermeyen, kullarına emirlerini ve yasaklarını
vasiyet etmeyen bir kimse nasıl meliklik ile vasıflanır. Hakikatte hangi
melikte bu sıfatlar yoktur.
Bu, kullarını, yüce Allah’tan daha
mükemmel kılarak O’nun isimlerini ve sıfatlarını inkar eden muattileyi (ta’tîlcileri[1424]) açıklamaktadır.
Onlar Rableri hakkında söylediklerini emirleri ve melikleri hakkında söylemekten
kaçınırlar. Hak olan mülkiyet sıfatı, ancak O’nun ile tasarrufun tamam olduğu
Zatın varlığını gerektirmektedir.
Hepsi yüce Allah’tandır. Mülkün
kemali yüce Allah’tan başkasında durmaz. Çünkü yüce Allah’ın dışındaki her şey
O’na dayandırılır. Yapması ve yaratması üzere O’nun varlığında durur. Bu, O’nun
mülkünün kemalinin O’nun hamdi ile beraber olduğunu açıklamaktadır. Mülkün ve
hamdin tamamı yüce Allah’a mahsustur.
Bu makamda insanlar üç guruba
ayrılmıştır:
Birincisi: Resuller ve onlara
tabi olanlar, yüce Allah’a mülk ve hamdi sabit kılmışlardır. Bu, kaderi,
hikmeti, isimlerin ve sıfatların hakikatlerini Yüce Allah için isbat edenlerin
ve noksan sıfatlardan ve mahlukata benzetmekten tenzih edenlerin mezhebidir. Bu
makamda, kelam ehlinden kendisine uyulanların akidesine ve görüşüne katılmayan
ehli sünnetin dışındaki bütün taifelerin azığı tükendi.
İkincisi: Yüce Allah için
mülkü sabit sayıp hamdin hakikatini inkar edenlerdir. Bunlar hikmeti ve ta’lîli
(delillerle ispat etmeyi); mümkün olan her şey Yüce Allah için caizdir, çirkin
olan fiilden tenzih edilmez aksine hepsi mümkündür. Çünkü o Ondan çirkin
sayılmaz diyerek nefyederler. Ancak imkansız olan kötülük zatı içindir. İki
zıttın bir arada toplanması gibi. Böyle olunca da meleklerine, nebilerine,
resullerine ve itaat eden kullarına azap etmesi, naîm cennetin de veli
kullarının üzerinde kılarak iblise ve ordusuna ihsanda bulunması caiz olur.
Ve bizim için bunun imkansızlığını
bilmeye hiçbir yol yoktur. Sadece O’nun hakkındaki zürriyet haberini nefyetmek
müstesnadır. Kendi iradesine buyrukta bulunması, nebilerinin iradesine
emretmesi, putlara secde etmeyi, yalanı, günahı, kan dökmeyi, malları gasp
etmeyi emretmesi, iyiliği, doğruluğu, iffetli olmayı, ihsanı yasaklaması caiz
olur. Buyruğun kendisinde, emretmesiyle yasaklaması arasında hiçbir fark
yoktur. Bu ancak sırf irade ile tahakkümdür. O’nun bir şeyi emretmesi ve onu
yasaklaması muhabbetini ve onunla emretmesini
gerektirecek güzel bir sıfatı olmaksızındır. Yine bir şeyi kerih
görmesini ve onu yasaklamasını gerektiren kötü bir sıfatı olmaksızındır derler.
İşte bunlar, hakikatte mülkü yüce
Allah için sabit kılmamakla beraber, hamd olmaksızın mülkü O’nun için sabit
kıldıkları halde hakikatte Yüce Allah’ın hamdini inkar ettiler. Çünkü onlar
Yüce Allah’ı, ezelde ve ebette elbette O’nunla birlikte kaim olan bir fiil
yoktur diyerek (haşa) atıl (işlevsiz) kıldılar. Onlardan çoğu, ancak melik,
rabb, ve ilâh olmanın onlarla mümkün olacağı kemâl sıfatlardan Yüce Allah’ı
atıl kıldılar. Onların sabit kıldığı ne bir mülk nede bir hamd vardır.
Üçüncü fırka: hamdden bir
kısmını Yüce Allah için sabit kıldılar ve O’nun mülkünün kemalini inkar
ettiler. Bunlar, hikmetten bir kısmını isbat eden ve bu hikmet sebebiylede Yüce
Allah’ın kudretinin kemalini nefyeden kaderiyedir. Bunlar hamdden bir kısmını
muhafaza ettiler Yüce Allah’ın mülkünün kemalini de inkar ettiler. Hakikatte
bunlar ne bunu nede diğerini sabit kılmadılar. Çünkü, onların sabit kıldığı
hikmet mahlukata nisbet edilen hikmet olup hükmü ve sabit kıldıkları mülk Yüce
Allah’a dönmemektedir. Çünkü onlar
ancak, hakikatte hak olan melikin ancak onlarla mümkün olacağı sıfatların kaim
olmasını nefyettiklerinden ve ihtiyari fillerin kaim olmasını nefyettiklerinden
dolayı mülkü nefyetmekte karar kıldılar.
Onlara göre O’nunla kaim olan bir
vasıf ve fiil yoktur. O’nun irade, kelam, işitme, görme, fiil, sevgi ve öfke
gibi vasıfları yoktur. O mülkün ve hamdin hakikatinde işlevsiz durumdadır.
Burada kastedilen, mülkünün umumiyetinin kaderin isbatını ve mülkünde O’nun dilemesi dışında bir şeyin
olmamasını gerektirir. Allah bundan daha büyük ve daha yücedir. Ve O’nun
hamdinin umumiyeti, yaratmasında ve buyruğunda hiçbir hikmetin ve övülen
gayenin -ki o gaye için yapıyor ve emrediyor-
olmamasını gerektirir. Allah bundan daha büyük ve daha yücedir.
Melik emreder, yasaklar, ikram eder,
alçaltır, mükafatlandırır, cezalandırır, verir, men eder, aziz kılar, zelil
kılar ve ana- baba ve zürriyetini bu hükümlerin üzerlerinde cereyan edeceği
diyara indirir. Onlar imanlarının tam olacağı diyara indirilmişlerdir. Çünkü
iman sözdür, ameldir, cihaddır, sabırdır ve nimet karşılığında şükretmektir.
Bunların hepsi ancak imtihan diyarında olur. Naim cennetinde olmaz.
İlim ehlinden bir kişi değil, Ebu’l-Vefâ
b. Akîl ve onun dışında ilim ehlinden birçok kişi, resullerin, nebilerin ve
müminlerin bu dünyadaki amelleri naim cennetinden daha efdaldır dediler.
Ve şöyle dediler: Çünkü cennetin nimeti onların nasipleri ve uzun müddet
faydalanacakları şeylerdir. İmana, onun amellerine, namazlara, Kur’ân okumaya,
Allah yolunda cihada, O’nun rızası için canları feda etmeye ve onu hevalara ve
şehvetlere üstün saymaya nerede kıyaslanır. İman Yüce Allah’a taalluk eder. Ve
o Yüce Allah’ın kullar üzerindeki hakkıdır. Cennet nimetleri ise kullara
taalluk eder ve onların nasipleridir. Onlar ancak ibadet için yaratılmışlardır
cennet ise nimet diyarıdır. Teklif ve ibadet diyarı değildir.
Aynı şekilde yüce Allah’ın hükmü ve
hikmeti yeryüzünde bir halife kılmak için geçti. Ve bunu meleklerine bildirdi.
Yüce Allah bu meselede kendine has olan hikmetten ve hamdin gayelerinden dolayı
bu halifenin ve zürriyetinin yeryüzünde olmasını mutlak sûrette murad etmişti.
Onları cennetten, onların meskeni olarak onu yaratmadan önce taktir ettiği
diyara çıkarması gerekiyordu. Bu taktir sebepler ve hikmetler ileydi. O ağaçtan
nehyetmek, ona o ağaçtan yemesini vesvese edinceye kadar düşmanıyla onu baş
başa bırakması ve günah işleyinceye kadar onu nefsiyle baş başa bırakması O’nun
hikmetlerinden bazılarıdır.
Bu sebepler, istenen övülen
sonuçlara ulaştırır. Ve bu da, onun cennetten çıkmasını gerektirmektedir.
Sonra, diğer hikmetler için gayeler kılınan başka sebepler onun çıkmasını
gerektirmektedir. En mükemmel yönleriyle Yüce Allah’ın sebeplere yönelmesi bu
gayelerdendir. Bu takdir ve bu sebepler ve gayeleri, göklerin, yerin, dünyanın
ve ahiretin ehlinin Yüce Allah’ı onunla övdüğü açık olan katıksız hikmetten
kaynaklanmaktadır. Hakimler hakimi olan yüce Allah bunu batıl olarak taktir
etmedi, abes olarak tedbir etmedi ve açık olan hikmetinden ve tam olan
hamdinden başı boş kılmadı.
Yüce Allah meleklerine şöyle dedi: “Hatırla ki Rabb’in
meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle
seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan
dökecek (insanı mı) halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin
bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi” (Bakara,
Sonra Yüce Allah, tanımadıkları bu
halifenin durumundan meleklere gizli kalan ilminden ve hikmetinden, onun
neslinden veli kullarını, sendiği kullarını, resullerini, çeşit çeşit
vesilelerle O’nun yakınlığını isteyerek O’na yaklaşmaya çare arayan nebilerini,
sevgisi ve rızası için canını feda eden,
Tüm bunlar o kulu, yüce Allah’a
ibadetten, O’na şükretmekten, O’nu zikretmekten ve yaklaşmaktan alıkoyamaz.
Eğer sizin ibadetiniz, yan çizmeksizin ve yapmamak için mücadele etmeksizin
benim için olursa; bu yan çizmelerle, yapmamak için mücadele etmelerle ve
alıkoymalarla birlikte onların ibadetleri benim içindir.
Yine yüce Allah, tazim ettikleri ve yücelttiklerinin
durumundan onlara gizli kalanları açıklamayı murad etti. Onlar onun nefsindeki
kibiri, hasedi ve şerri bilmiyorlardı. Bu hayrı ve nefislerde gizlenen bu şerri
bilmiyorlardı. Yüce Allah’ın şanına yakışır bir şekilde o hayır ve şerrin
mukabilindeki hakimler hakiminin hikmetinin bilinmesi için onun ortaya
çıkartılması ve bariz kılınması gerekiyordu.
Yine yüce Allah, çeşit çeşit ve
sınıflar halinde mahlukatı yarattığında hükmünde ve hikmetinde onların kulluğunu
diğerlerinin kulluğundan daha mükemmel kılarak Adem’in ve zürriyetinin,
faziletli olarak yarattıklarının çoğundan daha faziletli olması hükmü geçti. Bu
kulluk diğerlerinin hallerinden daha faziletli ve derecelerinden daha
yüksektir. Burada kerhen ve zorla değil de isteyerek ve seçerek ortaya
koydukları ihtiyari kulluğu kastediyoruz. İşte bundan dolayı yüce Allah,
Cebrâil’i bu insan çeşidinin efendisine resul olan kul veyahut ta nebi olan
melik olması arasında muhayyer bırakmak için gönderdi. Ve yüce Allah, kendi
tevfîkiyle, Hz. Muhammed (s.a.v)’i, resul ve kul olarak seçti. Davet, meydan
okuma, miraç ve Kur’ân’ın indirilmesi gibi makamlarının en şereflisinde ve
hallerinin en faziletlisinde yüce Allah kulluğun en mükemmeliyle Hz. Muhammed
(s.a.v)’i zikrederek şöyle buyurdu:
“Allah’ın kulu, O’na
yalvarmaya kalkınca, neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi” (Cin,
“Eğer kulumuza
indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir
sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi
(yardımcılarınızı) da çağırın” (Bakara,
“Bir
“Âlemlere uyarıcı
olsun diye kulu Muhammed’e Furkân’ı indiren, Allah, yüceler yücesidir” (Furkân,
Yüce Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i
övdü ve Allah’a olan tam kulluğundan dolayı ismini yüceltti. İşte bundan dolayı
mahşer ehli şefaat talep ettikleri zaman şöyle dediler:
“Muhammed’e gidin O
geçmiş ve gelecek bütün günahları Allah tarafından affedilmiş bir kuldur.”[1425]
Kulluk insan oğlunun durumlarının en
şereflisi ve Yüce Allah’a en sevimlisi olunca o kulluk için gerekli olan ve
onun ancak koşulan bazı şartlarla meydana geleceği sebepler vardır. Hikmetin en
yücelerinden biride orada kulluğun hükümlerinin, sebeplerinin, şartlarının ve
gerektirdiklerinin onların üzerinde cereyan edeceği diyara çıkartılmaları idi.
Onların cennetten çıkartılmaları yüce Allah’ın sendiği sonuçların medyana gelmesiyle
birlikte onları kemale erdirmek ve yüce Allah’ın nimetinin onların üzerinde
tamamlanması içindir. Çünkü o dualara icabet etmeyi, kederleri gidermeyi,
üzüntülere icabet etmeyi, hataları bağışlamayı, günahları yok etmeyi, belaları
def etmeyi, şerefe layık olanı şereflendirmeyi, zillete layık olanı zelil
kılmayı, mazluma yardım etmeyi, kırık kemiği düzeltmeyi, mahlukatının bazısını
bazısının üzerinde yüceltmeyi ve onun faziletinin ve hususiyetinin kıymeti
bilinsin diye onlara rütbeler vermeyi sever. Tam olan mülkü ve kemâl olan hamdi
her ne kadar Yüce Allah’ın sevmediği yollar ve sebepler olsa da Yüce Allah’ın
orada sevdiği sonuçların hasıl olacağı diyara onları çıkartmasını gerektirdi.
Bir şeyin üzerinde durmak onun dışında bir şey değildir. Adaletin gereğinin yaratılmasının adaletten
olduğu gibi hikmetin gereğinin yaratılması da hikmetten dolayıdır.[1426]
Göklerin, yerin ve ikisi
arasındakilerin yaratılması olan hak bu mahlukatın varlığı ile beraber olan
haktır. Bu hak mahlukatın sayfalarında yazılıdır. Katip olsun veya olmasın
muvaffak olan her kes onu okur. Nitekim şiirde şöyle geçmektedir:
“Kainatın
satırlarında iyi düşün.
Çünkü o Melei’l-Âlâ’dan
sana gönderilen risalelerdir.
Onda hat (=yazı)
vardır, eğer onun hattında düşünürsen:
Dikkat edin! Allah’ın
dışındaki her şey batıldır.”
Onun yaratılmasının gayesi olan
hakka gelince; oda kullardan murad edilen ve kullara murad edilendir. Kullardan
murad edilen; onların yüce Allah’ı ve kemâl sıfatlarını tanımaları ve O’na
hiçbir şeyi ortak koşmadan kulluk etmeleridir. Böyle yaptıkları zaman sadece O
(c.c.) onların ilâhı, mabudu, itaat ettikleri ve sevdikleri olur.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah, yedi kat
göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır
ki, böylece Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını
bilesiniz”
(Talak,
Yüce Allah bu âyeti kerimede kulları
kudretinin kemalini ve ilminin her şeyi kuşattığını bilsinler diye alemi
yarattığını bildirdi. İşte bu, yüce Allah’ı tanımayı, isimlerini, sıfatlarını
ve tevhîdini tanımayı gerektirmektedir.
Yine yüce Allah şöyle buyurdu:
“Ben cinleri ve
insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât,
Bu gaye, kullardan murad edilen
gayedir. O da, onların Yüce Rab’lerini tanıyıp yalnızca O’na kulluk etmeleridir.
Kullara murad edilen gayeye gelince; o da adaletle, faziletle, sevapla ve ceza
ile karşılık vermesidir.
Yüce Allah âyeti kerimelerde şöyle
buyurmuştur:
“Göklerde ve yerde
bulunanlar hep Allah’ındır. Bu, Allah’ın, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması,
güzel davrananları da daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir” (Necm,
“Kıyamet günü
mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye
neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim” (Tâhâ,
“Hakkında ihtilaf
ettikleri şeyi onlara açıklaması ve kâfir olanların da kendilerinin yalancılar
olduklarını bilmeleri için (Allah onları diriltecek)” (Nahl,
“Şüphesiz ki Rabb’iniz,
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek
arşa istiva eden Allah’dır. Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O
Rabb’iniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hâla düşünmüyor musunuz! Allah’ın
gerçek bir vâdi olarak hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Çünkü O, mahlûkatı önce
(yoktan) yaratır, sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle mükâfat
vermek için (onları huzuruna) geri çevirir. Kâfir olanlara gelince, inkâr
etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve elem
verici bir azap vardır”
(Yûnus,
Yüce Allah’ın bu sözü, göklerin,
yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışını, başında, ortasında ve sonunda nasılda
kapsadı. Şimdi bunu iyi düşün! Onlar hak ile hak için yaratılmış ve hakka
delildir.[1427]
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Mutlak hakim ve
hak olan Allah, çok yücedir. O’ndan başka ilâh yoktur, O, yüce Arş’ın sahibidir” (Mu’minûn,
el-Melik ve el-Hakk[1428]
düşmanlarının zannı olan bu hesabı bozduğundan dolayı bu iki isim hakkında iyi düşün. Çünkü bu zan
mülkünün kemaline ve hak olmasına zıttır. Çünkü el-Meliku’l-Hakk olan emreder
ve yasaklar. Mahlukatında sözüyle ve emriyle tasarrufta bulunur. İşte bu Melik
ve Mâlik arasındaki farktır. Çünkü Mâlik sadece fili ile tasarrufta bulunur.
Melik ise hem fiili ile hem de emri ile tasarrufta bulunur. Yüce Allah Mâliku’l-Mülk’tür.
O hem fiili ile hem de emri ile tasarrufta bulunur. Her kim, O mahlukatını abes
olarak yarattı, onlara emretmez ve nehyetmez diyerek zanda bulunursa o kimse
Yüce Allah’ın mülkünü yalanlamış ve O’nu gereği gibi tanımamıştır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah’ı gereği
gibi tanımadılar. Çünkü ‘Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi’ dediler” (Enâm,
Her kim yüce Allah’ın şeriatını,
emrini ve nehyini inkar ederse ve mahlukatı başı boş salıverilmiş hayvanlar
makamında kılarsa kesinlikle yüce Allah’ın mülkünü yalanlamış ve O’nu gereği
gibi tanımamıştır. Yüce Allah’ın, mahlukatın ilâhı olması zatının,
sıfatlarının, isimlerinin ve fiillerinin her yönden en mükemmeli ve kemali
üzere meydana gelmesini gerektirir. Nitekim O’nun Zatı, sözü, vadi, emri ve
fiillerinin hepsi haktır. Ahiret gününde şeriatını ve dinini gerektiren cezası
haktır. Kim bundan bir şey inkar ederse Yüce Allah’ı her yönüyle ve her
itibarla mutlak hak olarak vasıflandırmamıştır. O’nun hak olması şeriatını,
dinini, sevabını ve cezalandırmasını gerektirir. Mahlukatını abes olarak
yaratan, başı boş bir şekilde terk eden, onlara emretmeyen, nehyetmeyen, onları
mükafatlandırmayan ve cezalandırmayan el-Meliku’l-Hakk nasıl düşünüle bilir? Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“İnsan, kendisinin
başıboş bırakılacağını mı sanır!?” (Kıyamet,
İmam Şâfî (rh.a) konu ile ilgili
olarak şöyle der: “Mühmel (=ihmal edilen, başı boş bırakılan), kendisine bir
şey emredilmeyen ve bir şeyden nehyedilmeyendir.”
Bir çok alimde bu konu ile ilgili
olarak şöyle der: “Bu kelime, hayr ve şer ile karşılık görmeyen yani mükafatlandırılmayan
ve cezalandırılmayan manasınadır.”
Bu iki söz birbirinden ayrılmaz.
İmam Şâfî (rh.a.) karşılığın, sevabın ve cezanın sebebini zikretti. O da, emir
ve nehiydir. Diğer alimler ise emrin ve nehyin gayesi olan sevab ve cezayı
zikrettiler. Bundan sonra yüce Allah’ın şu sözünü düşün:
“O, (döl yatağına)
akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi? Sonra bu, alaka (aşılanmış
yumurta) olmuş, derken Allah onu (insan biçiminde) yaratıp şekillendirmişti” (Kıyamet,
O başı boş bir nutfe iken onu terk
etmeyen kimdir? Aksine onu nutfeye çevirdi ve o ondan daha mükemmel oluncaya
kadar ona şekil verdi. Ve o, kan pıhtısı oldu. Kan pıhtısını da, ondan daha
mükemmel oluncaya kadar şekillendirdi. Ve sonra onu yarattı ve yaratılışına
şekil verdi. Onun çeşitli olgunlukların da
onu kendi yönlendirmesi ve hikmetiyle yönlendirdi. Ta ki onun olgunluğu
düzgün bir insan şekline ulaştı. Nasıl onu başı boş terk eder ve sevk etmez?[1429]
Muhakkak ki Yüce Allah Âyeti
kerimelerde buyurduğu gibi, mahlukatı bir gaye için ve hikmet için yaratmadı diyerek iddiada bulunanları reddetti.
“Sizi sadece boş
yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mu’minûn,
“İnsan, kendisinin
başıboş bırakılacağını mı sanır?!” (Kıyamet,
“Biz gökleri, yeri
ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık Onları
sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar” (Duhân,
Hak, hikmetler ve her şeyin kendisi
sebebiyle övülen gayelerdir. Hak, birçok
kısımlara ayrılır.
1.
Yüce
Allah’ın; isimleriyle, sıfatlarıyla, fiilleriyle ve âyetleriyle tanınmasıdır.
2.
Yüce
Allah’ın sevilmesi, O’na ibadet edilmesi, şükredilmesi, zikredilmesi ve itaat
edilmesidir.
3.
Yüce
Allah’ın emretmesi, nehyetmesi ve hükümler koymasıdır.
4.
Yüce
Allah’ın buyruğu idare etmesi, hükmü sağlam yapması, idaresi altındakileri
çeşitli yöntemlerle yönetmesidir.
5.
Yüce
Allah’ın mükafatlandırması, cezalandırması, ihsanda (=iyilikte, ikramda)
bulunan kimseyi ihsanı ile mükafatlandırması, kötülük yapan kimseyi azabı ile
cezalandırmasıdır. Varolan ve görülen adaletinin ve faziletinin eserini
yaratır. Bundan dolayı da O’na hamd edilir ve şükredilir.
6.
Yüce
Allah’ın kullarına kendisinden başka hiçbir ilâh ve Rabb olmadığını
öğretmesidir.
7.
Doğru
olanı tasdik edip ona ikram etmesi ve yalancıyı yalanlayıp onu zelil
kılmasıdır.
8.
Zihnî
ve haricî varlıkta eserlerin çokluğu ve çeşitliliği üzere isimlerinin ve
sıfatlarının sonuçlarının meydana gelmesi ve yüce Allah’ın bunu kullarına
meydana gelişlerine uygun olan bir ilim olarak öğretmesidir.
9.
Tüm
mahlukatın, yüce Allah’ın birliğine, O’nun Rabbleri, yaratıcıları, Melikleri ve
sadece O’nun ilahları ve mabudları olduğuna şehadet etmeleridir.
10.
Mukaddes kemalinin eserlerinin meydana gelmesidir.
Yaratmak ve yapmak O’nun kemalinden hiç ayrılmaz. Çünkü Hayy O (diri) ve her
şeye kadirdir. Bu sıfatlara sahip olan faildir ve irade sahibidir.
11.
Mahlukatın
tamamının layık oldukları şekilde yaratılmalarında O’nun hikmetinin eserinin
ortaya çıkması ve akılların ve fıtratların güzelliğine ve göz kamaştıran
hikmetine şahit olmaları yönüyle O’nun muhabbetinin eserinin ortaya çıkmasıdır.
12.
Yüce
Allah ikram etmeyi, nimetlendirmeyi, affetmeyi, mağfiret etmeyi ve müsamaha
göstermeyi sever. Bu fiillerin gereği olarak mahlukat ve hüküm lazımdır.
13.
Yüce
Allah senâ edilmeyi, methedilmeyi, övülmeyi, noksan sıfatlardan beri kılınmayı
ve tazim edilmeyi sever.
14.
Rubûbiyyetinin,
Vahdâniyyetinin, İlâhiyyetinin ve diğer sıfatlarının delillerinin çokluğu
mahlukatın içerdiği hikmetlerden dolayıdır. Mahlukatını hak sebebiyle
yaratmıştır. Hak için yaratmıştır. Ve onların yaratılması hakka katılmıştır. O
kendi zatında haktır. Onun başlatması haktır. Onun gayesi haktır. Ve O hakkı
içermektedir. Yüce Allah’ı, mahlukatı başı boş ve gayesiz yaratmaktan tenzih
ettiklerinden dolayı yüce Allah iman eden kullarını övmüştür.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Onlar, ayakta
dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar,
göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:)
Rabb’imiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem
azabından koru!”
(Al-i İmrân,
Bu zannın veli kullarının zannı
olmadığını aksine düşmanlarının zannı olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur:
“Göğü, yeri ve
ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay
o inkâr edenlerin ateşteki haline!” (Sâd,
Yüce Allah’ın, mahlukatı kendisinin
dilediği bir hikmet için yaratmadığını, emrinin ve nehyinin bir hikmet için
olmadığını ancak yaratmak ve emrin dilemesinden ve sırf kudretinden ibaret
olduğunu hiçbir hikmet ve amaçlanan gaye için olmadığını söyleyen kimsenin,
yüce Allah’ı tanıdığı nasıl düşünülür? Bu, O’nun hamdinin hakikatini inkardan
başka bir şey değildir. Aksine yaratmak ve buyruk ancak O’nun hamdini ve
hikmetini ortaya koyan hikmetleri ve gayeleri ile kaim olmasıdır. Hikmetin
inkarı, yaratmanın ve buyruğun inkarıdır. Çünkü yüce Allah’ın münezzeh olduğu
ve onun kendisine nisbet edilmesinden yüce olduğu şeyi O’na sabit kıldılar. Onlar
yaratmayı ve buyruğu sabit kılarak onda hiçbir rahmeti, maslahatı ve hikmeti
sabit kılmadılar. Aksine onların yanında, mükellef için maslahat olmayan şeyi
emretmesi ve maslahat olandan da yasaklaması caizdir. O’na nisbet ettiklerinin
hepsi eşittir. Onların yanında nehyettiği her şeyi emretmesi ve emrettiği her
şeyi de nehyetmesi caizdir. Bununla bunun arasında hiçbir fark yoktur ancak
bunlar mücerret emir ve mücerret nehiy içindir.
Ve onların yanında, ömrünü yüce Allah’a itaat ile, O’na şükretmek
ile ve O’nu zikretmekle tüketen ve bir
göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa O’na isyan etmeyen kuluna azap etmesi ve
ömrünü O’nu inkarla, şirk ile ve zulüm ile geçirmiş olan ve bir göz açıp
kapayıncaya kadar dahi olsa O’na itaat etmeyen kulunu cennette nimetlendirmesi
caizdir. Ondan bunun hilafına olanı bilmeye hiçbir yol yoktur. Ancak Resûlün
bildirmesi bunun dışındadır. Eğer Resûl böyle bir şey bildirmemişse yüce Allah
için bu caiz olur. Bu, yüce Allah hakkında zannın ve kötü düşüncenin en çirkinlerindendir.
Bu zandan O’nu tenzih etmek O’nu zulümden tenzih etmek gibidir. Bilakis bu Yüce
Allah’ın münezzeh olduğu zulmün ta kendisidir.
Hayret verici ve enteresan olan şey,
yüce Allah’ın kendi zatını vasıflandırdığı kemâl ve yüce sıfatlardan O’nu tenzih (=uzaklaştıran) eden bu mezhebin
erbabının çokluğudur. Onlar bu isim ve sıfatların isbatının tecsim (=cisme
benzetmek) ve teşbih (=mahlukata benzetmek) olduğunu iddia ederler. Bu zulümden
yüce Allah’ı tenzih etmezler. Bunun adalet ve hak olduğunu iddia ederler.
Onların yanında tevhîdin (=yüce Allah’ı birlemek) ancak yüce Allah’ın arşına
istivasını, semavatının üzerinde yüce olduğunu, konuştuğunu, kelam sahibi
olduğunu ve kemâl sıfatlarını inkar etmekle tamam olacağını iddia ederler. Bu
taifenin yanında tevhîd ancak bu olumsuzlaştırmak ve bu isbatla tamam olur.
Yüce Allah başarının sahibidir.[1430]
* * *
﴿ اَلْقَدُّوس
ُ﴾
el-KUDDÛS
“el-Kuddûs”,[1431]
tefsircilerinde dediği gibi, tüm şerlerden, noksanlıklardan ve ayıplardan
münezzeh (=uzak) olandır.
Dil bilimciler, bu kelime ilgili
olarak şöyle derler: Allah, bütün ayıplardan temiz ve O’na layık olmayan tüm
vasıflardan münezzehtir.
Bu kelimenin aslı, “taharet”ten ve “nezahet”ten
gelmektedir. “Beytu’l-Mukaddes” bu kelimeden
alınmıştır. Çünkü orası, tüm günahlardan arınılan yerdir. Oraya yönelen kimse
orada duadan başka hiçbir şeyi murad etmez ve anasının onu doğurduğu ilk gün
gibi günahlarından arınmış bir şekilde döner. Yine cennette, dünyanın
afetlerinden arınmış temiz bir yer olduğundan dolayı “Hazîratu’l-Kuds” diye
isimlendirilmiştir. Cebrâil (a.s.)’de “Rûhu’l-Kuds” diye
isimlendirilmiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v) tüm ayıplardan uzaktır.
Meleklerin şu sözü de aynı şekildedir:
“Bizler hamdinle seni tesbih ve seni
takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı
halife kılıyorsun? dediler”
(Bakara,
Bu âyetin manası “Senin için
nefsimizi temizleriz” demektir ve buradaki lam harfi, fiili geçişli kılmak
içindir denmişse de bu doğru bir görüş değildir. Doğru olan ise mananın; “Sana
layık olmayan şeylerden Seni takdis ve tenzih ederiz” demektir. Bu ise tefsir
ehlinin cumhurunun (=çoğunluğunun) görüşüdür.
İbn Cerîr dedi ki: {وَنُقَدِّسُ
لَكَ}”Seni takdis ederiz” demek; tüm kötülüklerden
arınmış olan sıfatlarına Seni nisbet ederiz ve Seni inkar eden küfür ehlinin
Sana izafe ettiği şerlerden Seni tenzih ederiz demektir.
Ebu Salih der ki: “Bazıları şöyle
dediler: ‘Seni tazim eder ve Seni yüceltiriz’ (demektir.)”
Mücâhid der ki: “Seni tazim eder ve
Seni yüceltiriz” (demektir.)[1432]
Tefsircilerden bazıları da şöyle
derler: “Kötülüklerden Seni tenzih ederiz ve onları Sana nisbet etmeyiz (demektir.)”
Âyetin metninde geçen “lam” harfi,
yüce Allah’ın şu âyeti kerime buyurduğu “lam” harfiyle aynı anlamdadır: {رَدِفَ
لَكُم} “Size yaklaştı” (Neml,
İşte bundan dolayı bu lafız, âyeti
kerimede meleklerin şu sözüyle birlikte geldi: {وَنَحْنُ
نُسَبِّحُ
بِحَمْدِكَ} “Bizler hamdinle
seni tesbih ederiz”
( Bakara,
Muhakkak ki tesbih Yüce Allah’ı tüm
kötülüklerden tenzih etmektir.
Meymûn b. Mihrân der ki: “ ‘Subhânallah’, kendisiyle yüce
Allah’ın tazim edildiği ve kötülüklerden uzak tutulduğu bir kelimedir.”
İbn Abbâs der ki: “ ‘Subhânallah’ kelimesi, yüce
Allah’ı bütün kötülüklerden tenzih etmektir.”
Bu kelimenin[1434] aslı “Mubâade”
(=Uzaklaştırmak) kelimesinden alınmıştır. Araplar bir yerden uzaklaştıkları
zaman {سَبَّحت
فيِ
اْلاَرْضِ}”Sebbahtu fi’l-ardi” derler. Şu âyeti
kerimede aynı manadadır:
“Her biri bir
yörüngede yüzmektedirler”
(Enbiyâ,
Her kim yüce Allah’ı över ve O’nu kötülüklerden tenzih
ederse muhakkak ki yüce Allah’ı tesbih etmiştir.
Şöyle denir: “Sebbahallah” (Allah’ı tesbih
etti). “Sebbaha
lehu”
(O’nu tesbih etti.) “Kaddese
lehu”
(O’nu takdis etti) ve “Kaddesehu” (O’nu takdis
etti.)[1435]
*
* *
﴿ اَلسَّلاَم
ُ﴾
es-SELÂM
“es-Selâm, yüce Allah’ın
isimlerindendir. Bu isim, “feâlun” kalıbında “kelâm” gibi masdar ismidir.
Selamet manasındadır. Bu isimle isimlenmeye yüce Allah diğer mahlukattan daha
müstahaktır. Çünkü O, tüm afetlerden, ayıplardan, noksanlıklardan ve
karalamalardan Selâmdır.
Yüce Allah, her yönüyle mutlak kemâl
sahibidir. O’nun kemalliği zatından hiç ayrılmaz ve durum devamlı böyledir.
Selâm; fiillerinin abeslikten, zulümden ve hikmete muhalif olmaktan selametini,
sıfatlarının mahlukatın sıfatlarına benzemesinden selametini, zatının tüm
noksanlıklardan ve ayıplardan selametini ve isimlerinin bütün karamalardan
selametini içermektedir.
Selâm ismi, Yüce Allah’ın kemalatının (=mükemmelliklerinin)
tümünün isbatını ve noksan sıfatların tümünün O’ndan uzaklaştırmayı içermektedir.
Bunun manası şöyledir: “Subhânallahi ve’l-Hamdu lillah.” Bu tesbih, yüce Allah’ın Ulûhiyyette ve tazimde tek olduğunu
kapsamaktadır. Ve aynı şekilde; “Lâ ilehe illallahu vallahu ekber”‘de
Ulûhiyyette ve tazimde tek olduğunu kapsamaktadır. Böyle olunca da Selâm ismi, Rabb celle
celaluhu’nun kendileriyle senâ edildiği “el-Bâkiyâtu’s-Sâlihât”[1436] ları derleyip
toplamıştır.
Bunun tafsilatının bazısı şöyledir;
yüce Allah, hayatı ölümden, uyuklamaktan,
uyumaktan ve değişikliğe uğramaktan selamette (=uzak, salim) olan Hayy’dır. O,
kudreti yorulmaktan, zorluk çekmekten, takatsiz düşmekten ve dilediğini yapmaya
aciz olmaktan selamette olan Kâdir’dir. O, hardal tanesi kadar bir şeyin dahi ilminden
uzak kalmasından ve bilgilerden bir bilginin dahi ilminden uzak kalmasından
ilmi selamette (=uzak, salim) olan Alîm’dir. Yüce Allah’ın diğer sıfatları da aynı şekildedir.
Yüce
Allah’ın rızası, öfkenin onunla beraber olmasından Selâmdır. O’nun
Hilmi,[1437] intikamın onunla
beraber olmasından Selâmdır. İradesi, ikrâhın (=zorlamanın) onunla beraber
olmasından Selâmdır. Kudreti, aczin onunla beraber olmasından Selâmdır.
Dilemesi, dilediği şeyin gereğinin zıttının onunla beraber olmasından Selâmdır.
Kelâmı, yalanın ve zulmün onda meydana gelmesinden Selâmdır. Bilakis O’nun
sözleri doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır.[1438]
O’nun
vadi (=sözü) çelişkinin ona karışmasından Selâmdır. Yüce Allah kendisinden önce ve sonra bir şeyin
olmasından ve altında ve üstünde bir şeyin olmasından Selâmdır. Aksine O, her şeyin
üzerinde yücedir. Her şeyin üzerinde, her şeyden önce ve her şeyden sonradır.
O, her şeyi kuşatmıştır. O’nun vermesi ve vermemesi, yeri ve (zamanı) dışında
meydana gelmekten Selâmdır. O’nun bağışlaması, adam kayırmaktan veya kullarının
günahlarından dolayı daralmaktan yada insanların bağışlaması gibi hakkını almaktan
acziyetinden ötürü bağışlamaktan Selâmdır. Rahmeti, ihsânı, şefkati, iyiliği,
cömertliği, veli kullarına olan yardımları, onlara sevgi göstermesi, onlara
olan merhameti, onları anması ve onları bağışlaması onlara olan bir ihtiyaçtan
veya onların vesilesiyle şereflenmekten yada onların vesilesiyle artmaktan
Selâmdır. Özet olarak Yüce Allah, mukaddes
kelamının her yönüyle aykırı olduğu her şeyden Selâmdır.
Bu
ismin selbî[1439] isimlerden
olduğunu iddia eden kimse hataların en
büyüğünü yapmıştır. Çünkü sırf selb kemalliği
içermez. Aksine Selâm ismi, O’na zıt olan her şeyden salim olan
kemalliği içermektedir. Bu ismin hakkını tam veren kimse onun manasını eda
etmiş olur. Ve resuller göndermeyi, kitaplar indirmeyi, ahiretin sabitliğini,
alemin sonradan yaratıldığını, kazanın ve kaderin sabitliğini, Yüce Allah’ın mahlukatının üzerinde olmasını,
onların fiillerini görmesini, seslerini işitmesini, sırlarına ve alenen
yaptıkları işlerine vakıf olmasını, onların işlerini yönetmede tek olmasını,
her yönüyle şirkten mukaddes olan kemaliyle bir olmasını gerektirir bir halde bulur.
O, her yönden beşerin noksanlıklarından temiz ve münezzeh olduğu gibi her
yönüyle hak olan Selâm’dır.
Yüce
Allah, her ikisinde de solun söz konusu olmadığı iki “El” ile vasıflanmıştır.
Aksini her ikisi de mübarek sağdırlar.[1440] Yüce Allah’ın tüm isimleri aynı şekilde hüsnâ (=en
güzel)dır. O’nun tüm fiilleri hayır sıfatları ise kemaldir. Yüce
Allah Selâmı dünyada ve ahirette (O’nun huzuruna çıkma gününde) dostları
arasında selamlaşma kıldı. Yüce Allah
Adem (a.s.) yaratıp, yaratmasını tamamlayıp insan şekli verdiği zaman ona şöyle
buyurdu:
“Meleklerden ileri
gelen şu cemaate git ve seni nasıl selamladıklarına kulak ver. Çünkü o bundan
sonra senin ve zürriyetinin selamlaşmasıdır”[1441]
Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: “Rableri katında onlara esenlik
yurdu (=Daru’s-Selâm=cennet) vardır. Ve yapmakta oldukları (güzel) işler
sebebiyle Allah onların dostudur” (Enâm,
Başka bir âyeti kerimede şöyle
buyurmuştur: “Allah
kullarını esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir” (Yûnus,
Cennetin “Dâru’s-Selâm” diye
isimlendirilmesinde ihtilaf edilmiştir.
Şöyle denildi: Selâm, yüce Allah’tır
cennet ise O’nun yurdudur.
Ve şöyle denildi: Selâm
selamettir.
Cennette tüm afetlerden, ayıplardan ve noksanlıklardan selamet yurdudur.
Ve bir de şöyle denildi ki: “Dâru’s-Selâm” ile
isimlendi çünkü cennet ehlinin oradaki selamlaşması Selâm’dır. Bu manaların hiç
birinin arasında çelişki olmaz.
Müslim’in sözüne gelince: “es-Selâmu
aleykum” kendisine selam verilene, müslümanın hile ile öldürmesinden,
aldatmasından, zorlamasından ve kendisine ondan gelecek çirkin şeyden
selametini bildirmektir. Oda aynı şekilde karşılık verir (ve Aleykum Selâm
der). Yani yüce Allah aynısını sana da
nasip etsin. Onu sana helal kılsın (demektir).[1442]
Selâm, ayıplardan ve noksanlıklardan
salim olandır. Selâm ile isimlenmesi sâlim diye isimlenmesinden daha
belagatlıdır (=daha fasih, daha açık). Selâm ile vasıflanması mahlukatına
yapacağı zulmünden mahlukatının selametini gerektirmektedir. Böyle olunca da
yüce Allah zulmü ve şerri irade etmekten,
onlarla isimlenmekten, o fiillerden ve onlara nisbet edilmekten Selâm’dır.
Yüce Allah noksan sıfatlardan, noksan
fiillerden ve noksan isimlerden Selâm’dır. Mahlukatını zulümden selamete çıkarandır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah Kadir
gecesini “Selâm”, Cenneti “Daru’s-Selâm”, Cennet ehlinin selamlaşmasını “Selâm”
diye vasıflandırmış ve veli kullarını Selâm sözü ile övmüştür. Bunların hepsi
ayıplardan selâmdır.[1443]
O zaman şöyle bir soru sormamız
mümkün olur: Rahmet ve Bereketin Yüce
Allah’a izafe edilmesinde ve Selâm’ın izafeden mücerret olarak tek başına
gelmesindeki hikmet nedir?[1444]
Bunun cevabı şöyledir: Selâm,
yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olunca
mutlak olarak Yüce Allah’ın ismi
celaline izafe olarak zikredilmesine ihtiyaç kalmadı. Rahmet ve berekete
gelince, eğer onlar, yüce Allah’a izafe
edilmezlerse kimin rahmetinin kimin bereketinin istendiği bilinmez.
Şayet, Aleykum ve rahmetun ve
bereketun (=Rahmet ve bereket sizin üzerinize olsun) dense bu lafızda kendisinden
rahmet ve bereketin talep edildiği merhamet edenin ve bereket verenin kim
olduğuna işaret yoktur.
İkinci cevap: Selâm,
kendisiyle “Selâmun Aleykum” diyen
kimsenin sözünün murad edilmesidir. Bu ise hakikatte selam verene izafe edilir.
Bunun ile de Selâm olan Yüce Allah’tan
talep edilen selametin hakikati murad edilir. Bu da, yüce Allah’a izafe edilir. Böyle olunca da masdar
olan bu isim bazen bunu zikrederek selameti talep edene izafe edilir bazen de
kendisinden selamet talep edilene (Yüce
Allah’a) izafe edilir. Böyle olunca da kesinlikle izafe edilmeden
getirilir.
Rahmet ve berekete gelince, bu ikisi
yalnızca Yüce Allah’a izafe edilirler.
Bundan dolayı da “Benim rahmetim ve bereketim sizin üzerinize olsun”
denmez. “Benden selam sizin üzerinize
olsun” veya “Falandan selam falanın üzerine olsun” denir. (Falanın falana
selamı var veya benden selam söyleyin gibi)
Bunun sırrı, rahmet ve bereketin
zıttına “Selâm” lafzının sözlü bir cümle için isim olmasıdır.[1445] Çünkü rahmet ve
bereket, lafızları için değil de kendi manaları için birer isimdirler. Bunu iyi
düşünmek gerekir. Çünkü bu güzel bir misaldir.
Üçüncü cevap: Rahmet ve bereket,
selamet kelimesinin mücerret (=soyutlanmış, sade) gelmesinden daha mükemmeldir.
Çünkü selamet, şerden uzaklaştırmaktır. Rahmet ve berekete gelince; onlar hayrı
tahsil etmek, onu devam ettirmek, sabit kılmak ve çoğaltmaktır. Bu ise daha
mükemmeldir. Çünkü asıl maksat budur. Birincisi selamete vesiledir. Bundan
dolayı cennet ehli için hasıl olan nimetler onların mücerret olarak sadece cehennemden
selamete ermelerinden daha mükemmeldir. Her iki mananın da en olgunu ve en
mükemmeli lafzen Yüce Allah’a izafe olmuştur.
Diğeri (bereket) ona nisbet edilmiştir. Atıftan ve içinde bulunduğu karineden
dolayı manen Yüce Allah’a izafe edildiği
anlaşılmaktadır. Bu lafız en mükemmel şekil ve en güzel üslup üzere gelmiştir.
Diğer bir soru şöyledir: Selâm ve
rahmetin müfret (=tekil) gelmesinde ve bereketin cemi (=çoğul) gelmesindeki
hikmet nedir?
Cevap şöyledir: Selâm, ya sırf
masdardır. Ve oda bir şeydir. Cemi olması için de hiçbir mana yoktur yada
Yüce Allah’ın isimlerinden bir isimdir.
Bunun da cemi olması imkansızdır. Bu iki taktir üzere onu cemi yapmaya imkan
yoktur.
Rahmete gelince; aynı şekilde şefkat
ve merhamet manasında masdardır. Bir önceki (Selâm) gibi cemi olmaz. Rahmetin
sonundaki “te” hillet (=dostluk), muhabbet ve rikkat (=şefkat) kelimelerindeki “te”
ile aynı makamdadır. Darbeten (=bir kez vurmak) ve temraten (=bir hurma)deki “te”
gibi sınırlamak için değildir.
Nitekim rikkâtun (=şefkatler),
hillâtun (=dostluklar) ve ra’fâtun (=merhametler) denmediği gibi rahmâtun
(=rahmetler) denmez. Burada ceminin gelmesi sınırlamayı ve bir adetle kayıtlı kılmayı
bildiriyor. Onun müfret olması ise kendisiyle isimlenenin mutlak olarak
sınırsız olduğunu bildirir. Öyleyse burada müfret olması cemi olmasından manen
daha mükemmel ve daha olgundur. Bu, tekil olanın manasının çoğul olanın manasından
daha mükemmel olması (hadisesi) cidden harikuladedir. İşte bundan dolayı
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“De ki: Kesin
delil, ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi” (Enâm,
Bu buyruk “kesin deliller ancak Allah’ındır”
denmesinden daha umumi ve daha mükemmeldir.
Yüce
Allah’ın “Allah’ın
nimetini sayacak olsanız sayamazsınız” (İbrâhim,
Ve yine yüce Allah’ın, “Onlardan bir kısmı da: Ey Rabb’imiz!
Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından
koru! derler”
(Bakara,
Aynı şekilde Yüce Allah’ın şu buyruğu da diğerleri gibidir:
“Onlar, Allah’tan
gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin
sevinci içindedirler”
(Al-i İmrân,
Bu âyetlerin benzerleri gerçekten
çoktur.
Berekete gelince; o hayrın çokluğu
ve peş peşe devamlı olarak gelmesiyle
isimlenmiştir. Her ne zaman o hayırdan bir şey sona erse onun arkasından
hemen başka bir hayır gelir. Bu devam eden hayırdır. Hayr olan şeyler peş peşe
birbirini takip etmeye devam ederler. Cemi lafzı bereket kelimesinde, bereket
ile kastedilen manaya delalet ettiğinden dolayı daha evladır. Ve bundan dolayı
yüce Allah’ın Kur’ân’ı Kerim’deki şu
buyruğunda şöyle gelmiştir:
“Allah’ın rahmeti
ve bereketleri sizin üzerinizdedir” (Hûd,
Burada yüce Allah, rahmeti müfret bereketi ise cemi
zikretmiştir. Teşehhütteki (=namazdaki oturuş) selâmda da aynı şekildedir:
“Ey Nebi! Selâm,
Allah’ın rahmeti ve bereketleri Senin üzerine olsun”[1446]
Müslim’in “Sahîh”inde Sevbân’dan
rivayet ettiği hadiste Nebi (s.a.v.)’in namazdan çıkış esnasındaki şu sözünü
düşünmek gerekir:
“Allahumme ente’s-Selâmu
ve minke’s-Selâmu tebârekte yâ ze’l-Celâli ve’l-İkrâm” (=Ey Allah’ım! Sen Selâm’sın
ve Selâm Sendendir. Sen yücesin. Ey Celâl ve İkrâm sahibi)[1447]
Bu mübarek lafızları iyi düşünmek
gerekir. Senâ çeşitlerini, yani tenzih senâsını, tesbih senâsını, hamd senâsını
ve yüceltme senâsını lafzın en belagatlısı en vecizi ve mana olarak en
mükemmeli ile nasılda bir araya getirmiş. Bu şekilde Yüce Allah’ın Selâm olduğunu, Selâm’ın O’ndan
olduğunu ve Selâm’ın O’nun vasfı ve mülkü olduğunu bildirmiştir.[1448]
Bu bilindiği zaman şu da anlaşılır:
Yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olarak Selâm ile isimlenmesi bunun
hepsinden daha evladır. Yüce Allah, her yönüyle tüm ayıplardan ve
noksanlıklarsan selamette olduğundan dolayı bu isimle isimlenmeye bu isimle
isimlenen herkesten daha müstahaktır. O (c.c.) bütün itibarlarla hak olan Selâm’dır.
Mahlukat ise izafe ile selâmdır.
Yüce Allah kendi zatında tüm
ayıplardan ve vehmin hayal etmiş olduğu tüm noksanlıklardan Selâm’dır. O (c.c.)
sıfatlarında tüm ayıplardan ve noksanlıklardan Selâm’dır. O (c.c.) fiillerinde
tüm ayıplardan, noksanlıklardan, şerlerden, zulümden ve hikmet yönünün dışında
meydana gelecek fiillerden Selâm’dır. Bilakis O (c.c.) her yönden ve her
itibarla hak olan Selâm’dır.
Yüce Allah’ın bu isme müstahak
olması bu isimle isimlenen her şeyin müstahak olmasından daha mükemmeldir. Bu,
Yüce Allah’ın kendi zatını tenzih ettiği ve Resûlünün O’nu tenzih ettiği
tenzihin hakikatidir. O (c.c.), zevceden ve çocuk edinmekten Selâm’dır. O
(c.c.), eşi, dengi, adaşı ve benzeri olmaktan Selâm’dır. O (c.c.), ortaktan
Selâm’dır. Bundan dolayı kemâl sıfatlarının her birine baktığın zaman her sıfatı kemaline zıt olan şeylerden
Selâm olarak bulursun.
O’nun hayatı ölümden, uyuklamadan ve
uykudan Selâm’dır. Kayyûmiyyeti ve Kudreti yorgunluktan ve zorluk çekmekten
Selâm’dır. O’nun ilmi Ondan bir şeyin ayrılmasından veya O’na unutkanlığın
isabet etmesinden, hatırlamaya ve düşünmeye ihtiyaç duymaktan Selâm’dır. O’nun
iradesi hikmetten ve maslahattan çıkmaktan Selâm’dır.
O’nun kelimeleri yalandan ve
zulümden Selâm’dır. Bilakis Rabb’in sözleri, doğruluk ve adalet bakımından
tamamlanmıştır. O’nun zenginliği hiçbir yönden başkasına ihtiyaç duymaktan
Selâm’dır. Aksine O’nun dışındaki her şey O’na muhtaçtır. O (c.c.) kendi
dışındaki her şeyden zengindir. Mülkünde zıtlık olmasından, ortağı olmasından,
muavini veya yardımcısının olmasından yada O’nun izni olmadan O’nun katında bir
şefaatçinin bulunmasından Selâm’dır.
O’na Ulûhiyyetinde bir ortağının
olmasından Selâm’dır. Aksine O, kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan Allah’tır.
O’nun Hilmi, affetmesi, bağışlaması, mağfiret etmesi ve kulların günahlarından
vazgeçmesi O’nun dışındakilerde olduğu gibi ihtiyaçtan, zayıflıktan yada
menfaatten dolayı olmaktan Selâm’dır. Aksine O’nun cömertliği, ihsanı ve keremi
saf ve halistir. Aynı şekilde azabı, intikamı, yakalamasının şiddeti ve
cezalandırmasının sürati zulüm, öfke, katılık ve sertlikten dolayı olmaktan Selâm’dır.
Aksine O (c.c.)’nun hikmeti, adaleti ve eşyayı yerli yerine koyması saf ve
halistir.
O (c.c.), ihsanda bulunmaya,
mükafatlandırmaya ve nimetlendirmeye müstahak olduğu gibi hamda ve senâya da
müstahaktır. Bilakis mükafatı cezanın yerine koysaydı bu hikmetiyle ve
izzetiyle çelişirdi. O (c.c.) cezayı yerli yerine koymuştur. Bu ise O’nun
hamdından,[1449]
hikmetinden
ve izzetinden dolayıdır. O (c.c.)
düşmanlarının ve cahillerin hikmetine muhalif olan vehimlerinden Selâm’dır.
Onun kazası ve kaderi abeslikten,
zulümden ve açık olan hikmetine muhalif olarak meydana gelmesinin düşünülmesinden
Selâm’dır. O (c.c.)’nun şeriatı ve dini çelişkiden, ihtilaftan, bozulmaktan,
kulların maslahatına zıt olmaktan, onlara rahmet olmaktan, ihsan olmaktan ve
hikmetine zıt olmaktan Selâm’dır. Aksine O’nun şeriatının tamamı hikmettir,
maslahattır ve adalettir.
Aynı şekilde O (c.c.)’nun (nimetler)
vermesi yaltakçılık olmaktan ve nimet verdiği kimseye ihtiyaç duymaktan Selâm’dır.
O (c.c.)’nun bir şeyi men (=yasak) etmesi katıksız adalet ve cimriliğin ve
acziyetin karışmayacağı hikmettir.
Yüce Allah’ın Arşına istivası ve
onun üzerinde olması, Arşı taşımaya ihtiyaç duymasından yada ona istivaya
muhtaç olmaktan Selâm’dır. Aksine Arş ve onu taşıyanlar O (c.c.)’na muhtaçtır.
O (c.c.) Arş’tan, onu taşıyanlardan ve her şeyden Ğaniy’dir.[1450] O (c.c.) yüce ve
yüksektir. O’na
(c.c.) hiçbir sınır ulaşamaz. Arş’a ve diğer mahlukata hiçbir ihtiyaç duymaz. Yüce
Allah’ı hiçbir şey kuşatamaz. Her şeyi kuşatan Arş değil bilakis O (c.c.)’dur.
O (c.c.) ‘nunla birlikte Arşa ihtiyacın olması söz konusu değildir. O (c.c.) Ğaniy ve Hamîd[1451]
Aksine
Arşına istivası ve mahlukatını kuşatması, herhangi bir yönden Arşa veya bir
başkasına ihtiyaç duymaksızın mülkünün ve üstünlüğünün gerektirdiklerindendir.
Her
Yüce Allah’ın veli kullarını dost
edinmesi, mahlukatın birbirini dost edindiği gibi acizlikten dolayı değildir.
Aksine O (c.c.)’nun dostluğu yardım, rahmet, ihsan ve iyiliktir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmuştur:
“Çocuk edinmeyen,
hakimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan
Allah’a hamd ederim de ve tekbir getirerek O (c.c.)’nun şanını yücelt!” (İsrâ,
Bu âyette yüce Allah kendisine dost
edinmeyi mutlak olarak nefyetmedi (=olumsuzlaştırmadı). Aksine acziyetten
dolayı dost edinmeyi nefyetti.
Aynı şekilde O (c.c.)’nun
sevdiklerine ve dostlarına muhabbeti, ihtiyaç duyulan sevgiden dolayı
mahlukatın birbirine olan sevgi ihtiyaçlarından veya yalan sevgi göstererek
yaltaklık yapmaktan yada yakınlığı ile menfaat elde etmekten Selâm’dır. O
(c.c.)’nun muhabbeti hakkında muattilenin uydurduklarından Selâm’dır.
Aynı şekilde kendi zatına “el” ve “yüz”ü izafe etmiştir.
Muhakkak ki O (c.c.) müşebbhenin hayallerinden ve muattilenin uydurduklarından
Selâm’dır.
Yüceler yücesi olan Allah’ın
münezzeh olduğu her şeyi Selâm isminin nasılda kapsadığını gerçekten iyi düşünmek
gerekir. Bu ismi nice ezberleyenler vardır ama içerdiği sır ve manalarını idrak
edemez.[1453]
Selâm masdarmı yoksa masdar ismimi?
diye sorulacak olursa şöyle cevap veririz: Tahiyyat (=Selâm demek) manasında
olan Selâm “selleme” fiilinden masdar ismidir selleme’nin masdarı
alleme-talîmen, fehheme-tefhîmen ve kelleme-teklîmen gibi teslîmen olarak
gelir. Kelleme’den kelâm’ın geldiği gibi Selâm’da selleme’den gelmiştir.
Şayet şöyle sorulsa: masdar ile isim
arasındaki fark nedir?
Şöyle cevap veririz: O ikisinin
arasındaki fark lafzî ve manevî’dir.
Lafzî olana
gelince:
Masdar, efale’den ifâl, fa’ale’den tefîl, infeale’den infiâl, tefa’lele’den
tefa’lul ve diğerleri gibi kıyasî olan fiilinin üzerinden gelir. Selâm ve kelâm’a
gelince her ikisi de fiillerinin üzerine kıyasî olarak gelmezler. Eğer
fiillerinin üzerine kıyasî olarak gelselerdi teslîm ve teklîm denirdi.
Manevî olan farka
gelince:
Masdar fiile ve failine delalet eder. Teklîm (=konuşmak), teslîm (=teslim olmak,
selam vermek), talîm (=öğretmek) ve benzerleri kullanıldığı zaman fiillerine ve
o fiilleri yapan kimselere delalet eder. Böyle olunca da teslîm selâma ve selâm
verene delalet eder. Teklîm ve talîm’de aynı şekildedir.
Masdar ismine
gelince:
O yalnızca fiile delalet eder. Selâm ve kelâm lafızları, teklîm ve teslîm’in
hilafına selâm verene ve konuşana delalet etmez.
Bu farkın sırrı, selleme-teslîmen ve
kelleme-teklîmen sözlerindeki masdarın fiilin tekrarı makamındadır. Sanki
konuşan şöyle diyor; selleme-selleme ve kelleme-kelleme. Fiil failinden hiçbir
zaman ayrılmaz.[1454]
Dördüncü soruya
gelince:
Tahiyyat’ta talep edilen selâm’ın manası nedir?
Bunda meşhur olan iki görüş vardır.
Birincisi: “Selâm ismi sizin
üzerinize olsun” demektir. Burada Selâm,
Allah (c.c.)’tır. Bu cümlenin manası ise; “Selâm isminin bereketi sizin üzerinize
insin ve üzerinize hak olsun” ve benzerlerini demektir. Bu manada Yüce Allah’ın
isimlerinden başka bir isim değil de Selâm ismi tercih edildi. Sonraki sorunun
cevabında gelecek.
Sahabeyi Kirâm bu söz hakkında birçok
delil getirmiştir. Bunlardan bir tanesi sahih bir hadiste şöyle gelmiştir:
“Namazda şöyle
diyorlardı: Selâm kullarından önce Allah’a olsun. Selâm Cebrâil’in üzerine
olsun. Selâm falanın üzerine olsun. Nebî (s.a.v.) onları uyararak şöyle
buyurdu: Selâm Allah’a olsun demeyin. Muhakkak ki Allah Selâm’dır. Fakat siz;
Ey Nebî! Selâm Senin üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketleri Senin
üzerine olsun. Selâm bizim üzerimize olsun. Ve Salih kullarının üzerine olsun’
deyin.”[1455]
Nebî (s.a.v.); Selâm Allah’a olsun
demeyi onlara yasakladı. Çünkü Selâm, selam verilene dua ve onun selamete
ermesini istemektir. Allah (c.c.) kendisinden selamet talep edilendir yoksa
kendisi için selamet talep edilen değildir. O (c.c.) duaya icabet etmesi istenendir
yoksa kendisi için dua edilen değildir. Allah’a selamet dilemek imkansızdır.
Aksine Yüce Allah kitabında da buyurduğu gibi kullarına selamet verendir:
“Senin izzet sahibi
Rabb’in, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.
Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun!” (Saffât,
“Selam olsun
İbrahim’e”
(Saffât,
“Bütün âlemler
içinde Nuh’a selam olsun”
(Saffât,
“Selam olsun
İlyâsîn’e”
(Saffât,
Hz. Yahyâ hakkında yüce Allah şöyle
buyurdu:
“Doğduğu gün,
öleceği gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağı gün ona selam olsun!” (Meryem,
“Denildi ki: Ey
Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle (gemiden)
in!” (Hûd,
Yüce Allah kıyamet günü cennet ehline
selâm verir. Nitekim şöyle buyurmuştur: سَلَامٌ
قَوْلًا مِن
رَّبٍّ
رَّحِيمٍ} {لَهُمْ
فِيهَا
فَاكِهَةٌ
وَلَهُم مَّا
يَدَّعُونَ
“Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine getirilir.
Onlara merhametli Rabb’in söylediği selam vardır” (Yâsîn,
Burada “قَوْلًا” kavlen kelimesi
masdar (mefûlu mutlak) olarak mensubdur. Fiili ise selâmın içerdiği kavlin
(=söz) fiilidir. Çünkü selâm bir kavildir.
İmam Ahmed’in “Müsned”inde ve İbn Mâce’nin
“Sünen”inde Muhammed b.
Münkedir’in Câbir (r.a.) den rivayet ettiği bir hadiste, Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
“Cennet ehli
nimetler içinde iken aniden üzerlerinde bir nur belirir. Başlarını kaldırıp
baktıklarında Cebbâr (olan Allah c.c.) onları üzerlerinden kuşatmıştır. Ve
onlara şöyle seslenir: ‘Ey cennet ehli Selâmun aleykum’ sonra şu âyeti
kerimesini okur ‘Onlara merhametli Rabb’in söylediği selam vardır’ sonra
onlardan gizlenir. Ve onların diyarında, onların üzerlerinde O (c.c.)’nun
rahmeti ve bereketi kalır”[1456]
İbni Mâce’nin hadis kitabında merfû
olarak Rasûlullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Hak Teâlâ’nın
kıyamet günü ilk selâm vereceği kişi Ömer’dir”[1457]
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“O’na kavuşacakları gün kendilerine
esenlik dileği selamdır” (Ahzâb,
Bu, Yüce Allah’ın huzuruna
çıktıkları gün onların selâmıdır. Bu selâmın onlardan Yüce Allah’a olması imkansızdır.
Çünkü onlar O’na selâm vermelerinin imkansız olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Dünyada ikinde bu işten men edilmişlerdi. Bu ancak Yüce Allah’tan onlar için
selâmdır. Burada ki selâm mufule izafe edilmektedir. Bu selâm kulların
selâmlandığı selâmdır yoksa onların Yüce Allah’ı selamlamaları (yüce Allah’a
selamet dilemeleri) değildir. Eğer Yüce Allah’ın Yâsîn sûresindeki şu sözü olmasaydı:
“Onlara merhametli Rabb’in söylediği selam vardır” bu selâmın meleklerden
kullara olması muhtemel olurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“(O yurt) Adn
cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla
beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır
(Melekler:) Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu
(cennet) ne güzeldir! (derler)” (Ra’d,
Fakat bu, onlar cennetteki
makamlarındayken onların yanına girdikleri zaman onları selâmlayarak giren
meleklerin selâmıdır. Yüce Allah’ın, “O’na kavuşacakları gün kendilerine
esenlik dileği selamdır”
(Ahzâb,
Onun sana gözükmemesi yeter. Bu, cezası içinde olan günahtır.
Burada kastedilen, Selam’ın, yüce
Allah’tan talep edilmesidir. Ve O’nun kullarına selâm vermesi imkansız
değildir. O’nun selâma ihtiyacı olmadığı için O’na selâm verilmez. Rasûlullah
(s.a.v.)’in; “Muhakkak
ki Allah Selâm’dır”[1458] sözü, Selâm’ın,
yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olduğuna delidir.
Bazıları şöyle dediler: Selam veren bir
kimse selâm verdiği zaman manası selâm’ın ismi sizin üzerinize olsun demektir.
Onların delilerinden birincisi; Ebu Dâvud’un,
Abdullah ibn Ömer’den rivayet ettiği şu hadistir:
“Bir adam Nebî
(s.a.v.)’e selâm verdi. Fakat Nebî (s.a.v.) selâmına karşılık vermedi ta ki
duvara dönüp sonra teyemmüm aldı sonra selâmına karşılık verdi ve şöyle dedi:
Muhakkak ki ben temizleninceye kadar Allah’ı zikretmeyi hoş görmedim” [1459]
Dediler ki: Bu hadiste Selâmın Allah’ı
zikretmek olduğunu açıklama vardır. Zikir ise ancak yüce Allah’ın isimlerinden
bir ismi içerdiği zaman olur.
İkinci delil: Kitap ehlinden
olan kafirlerin (bir biriyle karşılaştıklarında konuşmalarına) Selâm ile başlamamalarıdır.
Ve onlara da “Selâmun
Aleykum” denmez.
Onlardan birisine; Allah seni selamete çıkarsın (seni hidayete erdirsin)
denilmesinin çirkin görülmediği malumdur. Bu da ancak Selâm’ın, yüce Allah’ın
isimlerinden bir isim olmasından dolayıdır. Bu ismin bereketinin bir kafir için
meydana gelmesini talep etmek caiz olmaz. İşte bunlar görüldüğü gibi kuvvetli
ve açık delillerdir.
Meşhur olan ikinci
görüş: Selâm
selamet manasında masdardır. Oda selâm esnasında selâm ile istenen taleptir
(=selamettir). Bu sözün sahiplerinin birinci delilleri ise Selâm’ın elif-lam’sız
zikredilmesidir. Selâm veren kimse şöyle der: Selâmun Aleykum. Eğer yüce Allah’ın
isimlerinden bir isim olsaydı bu şekilde söylenmezdi. Yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sından
olan diğer isimlerinin elif-lam ile marife (=belirli isim) geldiği gibi bununla
da elif-lam’lı bir şekilde isimlenmesi gerekirdi.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
{
السَّلَامُ
الْمُؤْمِنُ
الْمُهَيْمِنُ
الْعَزِيزُ
الْجَبَّارُ
الْمُتَكَبِّرُ} “Selâm (esenlik
veren) Mü’min (güvenlik veren), Müheymin (kollayıp koruyan), Azîz (üstün,
gâlib), Cebbâr (istediğini zorla yaptırmaya muktedir olan), Mütekebbir (çok büyük)dir!
Allâh (kafirlerin) ortak koşmalarından yücedir”(Haşr,
Nekre (=belirsiz) olan isim
marifenin (=belirli isim) hilafına, marifenin Yüce Allah’a kullanılmasına üstün
tutularak muayyen olana (yüce Allah’a) kullanılamaz. Çünkü yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sı
hatırlandığı zaman marifenin Yüce Allah için muayyen olarak kullanıldığı (görülür).
İkinci delilleri: “Selâmun Aleykum ve
rahmetullahi ve berekâtuhu”
sözünde rahmet ve bereketin Selâma atfedilmesi Selâm ile muradın masdar
olduğuna delalet etmektedir. İşte bundan dolayı kendisi gibi masdar olan rahmet
ve bereket Selâm’ın üzerine atfedilmiştir.
Üçüncü delilleri: Eğer burada,
Selâm, yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olsaydı cümle ancak Yüce Allah’ın
ismi celâlinin gizlenmesi ve kendisiyle kayıtlı olan bir taktir ile düzgün
olurdu. Ve mana şöyle olurdu: “Bereketu ismi’s-Selâmi aleykum” (=Selâm isminin
bereketi üzerinize olsun). Çünkü tek başına isim onların üzerine olmaz. Şayet
şöyle denseydi: “İsmullahi aleyke” (=Allah’ın ismi senin üzerine olsun) o zaman
mana şöyle olurdu: Bu ismin bereketi ve taktir edilen buna benzer şeyler (senin üzerine olsun). Bu taktirin aslın
hilafına olduğu ve hakkında delil olmadığı bilinmektedir.
Dördüncü delilleri: Selâmdan kastedilen
bu mana değildir. Ondan kastedilen bundan sonraki sorunun cevabında geleceği
gibi ancak haber ve dua olarak selameti bildirmektir. İşte bundan dolayı Selâm,
selameti içerdiğinden dolayı emân (=emniyet) ve selam veren ve selama karşılık
verenlerden her biri için emniyettir.
Ve şöyle dediler: Bu delillerin
hepsi Selâm’ın selamet manasında masdar olduğuna delalet etmektedir. Selametin
sonundaki “ta” kaldırılmıştır. Çünkü burada kastedilen bir tek selamet değil
selamet cinsinin tamamıdır. “ta” ise sınır ifade etmektedir.
Bu meselede doğru ile yanlışı
birbirinden ayıran hüküm, şöyle denmesidir: Doğru olan, bu her iki görüşünde
toplamında mevcuttur. O ikinden her birinde bazı doğrular bulunmaktadır. Asıl
doğru olan her ikisinin toplamındadır. Biz ancak bunu bir kaide ile
açıklıyoruz. Oda Yüce Allah’a dua eden kimsenin talep ettiği her şeyde Esmâu’l-Hüsnâ
ile istemesi, bu talebini gerektiren ve meydana gelmesine uygun olan isim ile
tevessül (=vesile) etmesidir.
Hatta dua eden sanki bu isim ile O’na
tevessül ederek şefaat istiyor. Bir kimse: “Ey Rabb’im! Beni bağışla ve tevbemi
kabul et. Muhakkak ki Sen tevbeleri çokça kabul eden ve günahları bağışlayansın” dediği zaman, o
kimse, yüce Allah’tan; iki şeyi, isimlerinden iki ismi vesile kılarak istemiştir.
Bu iki isim, onun talep ettiği şeylerin meydana gelmesini gerektirmektedir.
Aişe (r.a.), Kadir gecesine
ulaştığında nasıl dua etmesi gerektiğini Nebî (s.a.v.)’e sorduğunda Nebî
(s.a.v.)’in ona verdiği cevapta aynı şekildedir:
“Deki: Ey Allahım!
Muhakkak ki Sen affedici ve Kerîm’sin affetmeyi seversin, beni affet”[1460]
Aynı şekilde Ebu Bekir Sıddîk
(r.a.), Rasûlullah (s.a.v.)’den kendisiyle dua edebileceği bir dua öğretmesini
istediğinde, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ey Allah’ım ben
nefsime çok zulüm ettim ve günahları Senden başka bağışlayacak kimse yoktur.
katından bir mağfiret ile beni bağışla ve bana merhamet et. Muhakkak ki Sen
el-Ğafûr ve er-Rahîm’sin”[1461]
Bunun örnekleri gerçekten çoktur.
Biz burada bu delilleri getirerek sözü uzatmayacağız.
Bu sabit olunca, makamda bir
kimsenin yanında en mühim olan selametin talebi makamı olduğunda onun lafzında
Yüce Allah’ın isimlerinden bir ismin siğası (=kip-kalıp) getirildi. Oda
kendisiyle selametin talep edildiği Selâm’dır. Selâm lafzı iki manayı kapsamına
almaktadır.
Birincisi, Abdullah ibn Ömer’inde
hadisinde geçtiği gibi yüce Allah’ın zikridir.
İkincisi ise selam verenin
maksadı olan selametin talebidir. “Selâmun aleykum”, hem yüce Allah’ın isimlerinden
bir ismi içermekte ve hem de Ondan selameti talep etmeyi içermektedir. Bu
faydalı olan bilgiyi iyi düşünmek gerekir.
Buna yakın olan, bazı selef
ulemasından rivayet edilen Âmîn hakkındaki
görüştür. Bazıları, Âmîn’in, yüce Allah’ın isimlerinden bir isim olduğunu söylemiştir.[1462]
İnsanlarda bir çoğu bu görüşü reddetmiş
ve demişlerdir ki: Âmîn, yüce Allah’ın isimlerinden bir isim değildir. Bunlar,
selefin sözünün manasını anlamamışlardır. Halbuki onlar bu kelimenin, yüce
Allah’ın ismini içerdiğini kastetmişlerdir. Çünkü Âmîn kelimesinin
manası; “Duamıza
icabet et ve Senden
istediğimizi ver”
demektir.
Âmîn kelimesi talep etmeye delalet
etmesiyle beraber yüce Allah’ın ismini içermektedir. “Selâmun aleykum”deki
kapsamlılık ise daha açıktır. Çünkü Selâm, yüce Allah’ın isimlerinden bir
isimdir. Bu da, meselenin sırrının açılmasıdır.[1463]
*
* *
﴿ اَلْجَباَّرُ
-
اَلْمُتَكَبِّر
ُ﴾
el-CEBBÂR
- el-MÜTEKEBBİR
Cebr’e[1464]
gelince; lugatta üç asla nisbet edilir.
Birinci asıl (=kök): Bir
kimseyi fakirlikten kurtarıp zenginleştirmek veya kırılan kemiğini
düzeltmektir. Bu ıslah (=düzeltmek)’tan alınmıştır. Bu kök lazım (=geçişsiz) ve
müteaddi (=geçişli) olarak kullanılır.
Bir kimse şöyle der: Kemiği
düzelttim ve oda düzeldi.[1465]
el-Accâc şu şiirinde bu ikisini bir
arda zikretmiştir:
Allah dini tamamladı ve O dinde tamamlandı.[1466]
İkici asıl: Zorlamak ve egemenliği altına almaktır. Bu, en çok “ef’ale”
vezninde (=kipinde) kullanılır. Şöyle denilir: “Ecbertuhu alâ keza” (=Onu böyle
yapmaya zorladım). “Cebertuhu aleyhi” ifadesi, çok az kullanılır.
Üçüncü asıl: Yüce (=yüksek) ve yetişilemeyenden alınmıştır. El yetişmeyen
hurma ağacına “Nahletun cebbâr” denir.
Cevherî
şöyle der: cebbâr olan hurma ağacı yüksek ve el yetişmeyendir.
A’şâ
şöyle der: Uzundur ve dalları iptir el yetişmez. Sürüler halinde kuşlar
üzerinde öterler.[1467]
{قَالُوا
يَا مُوسَى
إِنَّ فِيهَا
قَوْمًا جَبَّارِينَ} “Yâ Musa! Orada
zorba bir toplum var”
(Maide,
Şöyle ki: Bir kimse uzun boylu, iri
ve kuvvetli olduğu zaman yüksek olan hurma ağacına benzetilerek “Raculun cebbâr”
(=uzun adam) denir.
Katâde der ki: Onların tuhaf
cüsseleri ve yaratılışları vardı ve başkaları da bu yaratılışa sahip
değillerdi.[1469]
Denildi ki: Burada cebbâr bir
kimseyi bir işe cebredendir. Bir kimse başka bir kimseyi o işe zorladığı zaman
böyle denilir. Ezherî dedi ki: Bu, bilinen lugattır. Hicazlıların
(=Mekkelilerin) çoğu, bu sözü kullanmaktadır.
İmam Şâfî (Allah ona rahmet etsin)
şöyle derdi: “Sultan onu cebretti (=zorladı).”
Bir kimseyi bir işe zorladığı zaman
cebreden kimsenin cebbâr olması uygundur.
Zeccâc dedi ki: Cebbâr, insanlardan
diğer insanları dilediği şeye zorlayan zorba kişidir. Yüce Allah’ın ismi olan
Cebbâr’a gelince Zeccâc onu şu şekilde tefsir etmiştir: O kırık kemikleri
düzelten ve fakiri zenginleştirendir. Yüce Allah’ta böyledir.[1470]
Fakat yüce Allah’ın ismi olan Cebbâr’ın
manası bu değildir. Bundan dolayı el-Mütekebbir ismi ile beraber
zikredilmiştir. O da ancak ceberûttur (=üstünlük ve azamet sahibi)
Nebî (s.a.v.) şöyle diyordu:
“Ceberût,[1471] Melekût,[1472] Kibriyâ[1473]
ve
azamet sahibi olan Allah’ı tesbih ederim.”[1474]
Cebbâr; Mütekebbir, Melik, Azîm ve
Kahhâr gibi tazim isimlerinden bir isimdir.
“O Cebbâr’dır,
Mütekebbirdir”
(Haşr,
Yüce Allah’ın bu âyeti kerimesi
hakkında İbni Abbâs (r.a.) şöyle dedi: O, Azîm’dir. Allah’ın Ceberût’u azametidir.[1475]
Cebbâr, hükümdarların
isimlerindendir. Cebr; hükümdar ve cebâbire de hükümdarlardır.
Şair şöyle der: Hayırlı sabahlar ey
cebr! Yani ey melik!
Suddî der ki: O insanları zorlayan
ve dilediği şey hakkında onlara üstünlük sağlayandır. Buna nazaran da Cebbâr
Kahhâr manasına gelir.
Muhammed b. Ka’b der ki: O, Cebbâr
diye isimlendi. Çünkü O, mahlukatı dilediği şeye zorlayandır.[1476] Mahlukat, yüce
Allah’ın dilemesi müstesna bir göz açıp kapatıncaya kadar dahi olsa rabbine asi
gelmekten durum olarak daha önemsizdir.
Zeccâc der ki: Cebbâr, mahlukata
dilediğini zorla yaptırandır.
İbni Enbârî der ki: Cebbâr,
ulaşılamayan Yüce Allah’ın sıfatlarındandır.
Arapların şu sözü de bu manadan
alınmıştır: Uzanan elden uzak olan hurma ağacına “nahlatun cebbâratun” denir.
Yüce Allah’ın sıfatında Cebbâr üç manaya gelmektedir. Bunlarda Mülk, üstünlük
ve yüceliktir. Çünkü hurma ağacı uzun ve yüksek olduğu zaman ve ona eller
ulaşamadığı zaman cebbâre diye isimlenir. Bundan dolayı Yüce Allah Cebbâr
ismini Azîz ve Mütekebbir ile birlikte zikretmiştir. Ve bu üç isimden her biri
diğer iki ismi de içermektedir.
Bu üç isim şu üç isme benzemektedir.
Onlarda Hâlık, Bârî ve Musavvir’dir. Bârî ve Musavvir isminin Hâlık isminin
manasın açıkladığı gibi Cebbâr ve Mütekebbir ismi Azîz isminin manasını
açıklayıcı olarak gelmektedir. Yüce Allah’ın sıfatlarından olan Cebbâr; kudret,
izzet ve mülkün kemaline dönmektedir. İşte bundan dolayı Yüce Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sındandır.
Mahlukata gelince; Cebbâr ile
vasıflanmaları onlar için yerme ve noksanlıktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
{كَذَلِكَ
يَطْبَعُ
اللَّهُ
عَلَى كُلِّ قَلْبِ
مُتَكَبِّرٍ
جَبَّارٍ} “Allah, büyüklük
taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler” (Mü’min,
{وَمَا
أَنتَ
عَلَيْهِم
بِجَبَّارٍ} “Sen onların
üzerinde bir zorlayıcı değilsin” (Kâf,
Yani onları imana zorlamak için
musallat edilmedin.
Tirmizî ve diğerlerinde Nebî
(s.a.v.)’den şöyle rivayet edilmiştir.
“Cebbâr ve
Mütekebbir olanlar, kıyamet gününde insanların üstüne basarak çiğnediği karınca
gibi haşredilirler”[1477]|[1478]
*
* *
﴿ اَلْبَصِير
ُ﴾
el-BASÎR
Bir kimse, gecenin karanlığında som
kayanın üzerinde siyah karıncanın yürüyüşünü gören, küçük bir zerrenin
yaratılışının kısımlarını, iliğini, damarını, etini ve hareketini gören ve
karanlık bir gecede bir sivri sineğin kanadını çırpışını gören Basîr (c.c.)’in
isminin manasını idrak ettiği zaman rükünlerini koruyarak ibadet ile bu tecelliye
o ismin hakkını verir ve onun Yüce Allah’tan bir görüş ve Yüce Allah’a ondan
hiçbir şeyin gizli kalmadığı bir müşahede ile olduğunu yakinen bilir.
Yüce Allah’ın görmesi, kemâl olan
Basîr’dir.[1479] O, en küçük zerrenin yaratılışının parçalarını,
azalarını, etini, kanını, iliğini ve damarını, karanlık bir gecede katı bir
kayanın üzerinde kıpırdamasını ve yedi kat yerin altını yedi kat göğün üstünü
gördüğü gibi görür.[1480]
*
* *
﴿ اَلْعَزِيزُ
﴾
el-AZÎZ
“el-Azîz”,[1481] tam izzet sahibi
olandır. Tüm kötülüklerden, şerlerden ve ayıplardan uzak olması izzetinin tam
(=mükemmel) olmasından dolayıdır. Çünkü
bu
noksanlıklar izzetin tamamına zıttır.[1482]
* * *
﴿ اَلْحَكِيمُ
– اَلْعَلِيمُ
-
اَلْعَلاَّمُ
﴾
el-HÂKİM
- el-ALÎM - el-ALLÂM
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“O, Hâkim (=hüküm
ve hikmet sahibi)dir, Alîm (=bilen)dir” (Zâriyât,
Bu âyet, yaratma ve buyruğun kaynağı
olan hikmet ve ilim sıfatının isbatını içermektedir. Yüce Allah’ın yaratmış
olduğu her şey ilminden ve hikmetinden meydana
gelmiştir. Buyruğu ve hükmü ilminden ve hikmetinden kaynaklanmaktadır.
İlim ve hikmet bütün kemâl sıfatları
içirmektedir. İlim, hayatı ve hayatın kemalinin ayrılmaz unsurlarını kapsamaktadır.
Bunlar ise; Kayyûmiyyet (=her şeyi koruyan), kudret, bekâ (=sonu olmayan),
işitmek, görmek ve kemâl olan ilmin gerektirdiği diğer sıfatlardır.
Hikmet; iradenin, adaletin,
rahmetin, ihsanın, cömertliğin, iyiliğin ve en güzel yönleriyle eşyaları yerli
yerine koymanın, kemalini içermektedir. Ve yine Resuller göndermeyi ve
mükafatın ve cezanın sabit olduğunu içerir.
Bu ilmin hepsi el-Hâkim ismindendir.
Nitekim bu, hikmet sıfatıyla yüce gayelere delil getirmede ve yüce Allah’ın
mahlukatı abes olarak, başı boş salıverilmiş ve batıl olarak yarattığını iddia
edenlerin reddedilmesinde Kur’ân’ın yoludur. Böyle olunca da hikmet sıfatı
hüküm koymayı, kaderi, mükafatlandırmayı ve cezalandırmayı içerir. Bundan
dolayı sözlerin en doğrusu ahiretin akıl ile bilinmesi ve işitmenin, aklın onun
isbatına delil getirmesinin açıklanmasını getirmesidir.
Kur’ân’ın yolunda düşünen kimse onu
buna delalet eder bir şekilde bulur. Yüce Allah, ahirete bir defa dönüşün
mümkün olduğuna ve dönüş yerinin (=ahiretin) başka bir şekilde meydana
geleceğine delalet eden makul misaller getirir. Böylece tekrar dönüşün mümkün olduğuna delalet eden
kudretinin delillerini ve onun meydana gelmesini gerektiren hikmetinin
delillerini zikreder.
Kur’ân da bulunan ahiretin delilleri
hakkında iyice düşünen kimse Yüce Allah’ın hamdı ile o delilerin dışındaki
delilere ihtiyaç duymaksızın aynı şekilde yeterli ve zahir olarak onları bulur.
Bu deliller süratli bir şekilde gayeye ulaştırır ve insanların çoğunda meydana
gelen şüpheye verilen cevabı içerir.
O âyetlerde bulunan delillerde
yeterli açıklamalar, şüphelerin meydana geleceği yerler hakkında tenbihler ve o
şüphelere kalbi tatmin eden cevaplar vardır. Bu delillerle kişinin bilgisi
diğer delillerin zıttına şüphe götürmeyecek şekle gelerek artar. Çünkü diğer
deliller bunun aksinedir. Burada kastedilen, yaratmanın ve buyruğun Yüce Allah’ın
ilminden ve hikmetinden kaynaklandığıdır.
Bu kıssa,[1483] adet olarak iki
yaşlı insandan bir çocuğun doğmasından dolayı nefislerin hayrete düşmesini gerektirdiklerinden
dolayı bu iki ismin zikredilmesine mahsus kılınmıştır. İlmin gizlenmesi bu
doğum sebebiyledir. Hikmet bilinen adetin dışında bu velâyetin cereyan etmesini
gerektirtmektedir. Âyette ilim ismini ve bu yaratma sebebiyle Yüce Allah’ın ilmini
içeren hikmeti zikretti. Gayesi ve hikmeti, hikmetin gereğini terk etmeksizin
yerli yerinededir.[1484]
Yüce Allah’ın ilminden dolayı
meydana gelen birinci mertebe ezelî ilmidir. Bunda da evvelinden sonuncusuna
kadar tüm resuller, sahabenin tamamı ve ümmetin onlara tabi olanları ittifak
etmişlerdir. Ancak ümmetin mecusileri onlara muhalefet etmişlerdir. Yüce Allah’ın
geçmişteki yazısı olmadan önce olacak şeyleri bildiğine delalet etmektedir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Hatırla ki Rabb’in
meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle
seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan
dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi
herhalde ben bilirim, dedi”
(Bakara,
Mücahid dedi ki: Yüce Allah iblisten
meydana gelecek isyanı bildi ve onu o isyan için yarattı.
Katâde der ki: Bu mahlukatın
içerisinden nebilerin, resullerin, salih kavimlerin ve cennet sakinlerinin var olacağı
Yüce Allah’ın ilmindeydi.
İbni Mesûd der ki: (Bu âyetin
manası,) Ben, iblis hakkında sizin bilmediklerinizi bilirim (demektir).
Mücahid aynı şekilde der ki: İblis’in
Adem’e secde etmeyeceğini bildi.[1485]
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet vakti
hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde
olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede
öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır” (Lokmân,
Ahmed b. Hanbel’in “Müsned”inde Lakît b. Âmir
Rasûlullah (s.a.v.)’den şöyle bir hadis
rivayet edilmiştir:
“Lakît b. Âmir dedi
ki: Ey Allah’ın Resûlü gayb hakkında ne biliyorsun? Rasûlullah (s.a.v.) şöyle cevap verdi: Rabb’in gaybın beş
anahtarını gizledi onları Allah’tan başka hiç kimse bilmez buyurdu ve elini
işaret etti. Bende onlar nedir diye sordum O’da (s.a.v.) şöyle dedi: Ecelin
ilmi; siz bilmediğiniz halde sizden birinin ne zaman öleceğini O bilir. Siz
bilmediğiniz halde O meninin rahme ne zaman düşeceğini bilir. Yarın ne
olacağını bilir. Sen bilmediğin halde O senin ne yiyeceğini bilir. Siz korktuğunuz
halde size merhamet edegeldiği yağmurun gününü bilir. Yüce Allah (celâline ve
azâmetine yakışır bir şekilde) güler. Yakında gelecek yağmurunuzu bilir.
Kıyamet gününü bilir”[1486]
Sıhhatinde ittifak edilen bir
hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Sizden hiçbir
kimse ve yaratılmış hiç bir nefis müstesna olmamak üzere muhakkak cennetteki
yerini Allah bilmiştir (taktir ve tayin ederek yazmıştır).”[1487]
Bezzâr, Ebu Saîd’den Rasûlullah
(s.a.v.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
“Fetret devrinde[1488] helak olan, akıl
hastası ve akıl baliğ olmadan ölen çocuk getirilir. Fetret devrinde helak olan
şöyle diyecek: Bana kitap ve resûl gelmedi. Akıl hastası olan şöyle diyecek: Ey
Rabb’im! Bana akıl vermedin ki onunla hayrı ve şerri akledeyim. Akıl baliğ olmadan
ölen çocuk şöyle diyecek: Ey Rabb’im! Amel işleyecek çağa erişemedim. Yüce
Allah ilminde velev ki amel işleyecek çağa erse dahi bedbaht olacağı malum
olanı diğerlerinden ayırtır ve şöyle buyurur: siz bana isyan ettiniz. Elçilerim
nasıl gizli kaldı?[1489]
Buhârî ve Müslim’de Ebu Hureyre’den
Rasûlullah (s.a.v.)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Her doğan çocuk
ancak fıtrat üzere doğar. Onu ana ve babası (büyüyünce) yahudi veya hıristiyan
yada mecusi yaparlar. Nitekim hayvanlar yavrularını eksiksiz doğururlar. Sizler
bu kusursuz doğan hayvan yavruları içinde hiç kulağı, dudağı, burnu ve ayağı kesik
olanını buluyormusunuz? Nihayet sizler bizzat onların burun, kulak ve ayak gibi
azalarını kesiyorsunuz. Sahabeler:
- ‘Ey Allah’ın
resûlü! Küçük iken ölen kimseye ne dersiniz?’dediler. Allah’ın resûlü (s.a.v.):
- ‘(Eğer
yaşasalardı) Allah onların yapacakları şeyi en iyi bilendir’ diye cevap verdi.”[1490]
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Hevâ ve hevesini ilâh
edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve
kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi
onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?”
(Câsiye,
İbn Abbâs der ki: “Onu yaratmadan önce ne olacağını bildi. Bu O
(c..c)’nun katında geçen ilim üzeredir. O (c..c) Ümmü’l-Kitapta (Kaderin yazılı
olduğu kitap) o kul için geçen buyruğu irade eder.”
Saîd b. Cübeyr ve Mukâtil derler ki:
“(Bu buyruk,) o kul hakkında yüce Allah’ın ilmi üzeredir.”
Ebu
İshâk der ki: “Yani yüce Allah’ın ezeli ilminde olduğu gibidir. Bu ise
onu yaratmadan önce dalalette olacağını bilmesidir.” Bu, tefsir alimlerinin
çoğunluğunun görüşüdür.
Sa’lebî der ki: “Kulun işinin
akıbetinin ne olacağını bilir. Birde şöyle denmiştir: Yüce Allah’ın ezeli
ilminde olduğu gibidir. Bu ise onu yaratmadan önce dalalette olacağını
bilmesidir.”
Beğâvî ve Ebu’l-Ferec ibnü’l-Cevzî’de
aynı görüşü belirterek şöyle dediler: Kul hakkında onun hidayete ermeyeceği bilgisi
yüce Allah’ın ezeli ilminde olduğu üzeredir.
Muhtevî ve başkalarının da bulunduğu
bir taife bu âyet hakkında iki görüş zikretmiştir. Bu, onlardan biridir.
Muhtevî şöyle demiştir: “Yüce Allah
kuldan meydana gelecek durumu bilmesi üzere onu saptırmıştır. Bu durumda onun
hidayete müstahak olmamasıdır.”
Bir de şu görüş zikredilmiştir:
Hiçbir fayda ve zarar veremeyen bir puta tapan kimsenin durumunu bilmesi
üzeredir.
Birinci görüşe göre, âyeti
kerimedeki (bir bilgiye göre saptırdığı=bir ilim üzere saptırdığı) sözü failin
halidir. O zaman mana şöyle olur: Yüce Allah
ezeli ilminde onun dalalet ehlinden olduğunu bildiği halde (=bilerek) saptırmıştır.
İkinci görüşe göre, mef’ulün
halidir. O zamanda mana şöyle olur: Kafirin dalalette olduğunu bildiği halde
Yüce Allah onu saptırmıştır.
Ben derim ki: birinci görüş üzere
mana şöyle olur; yüce Allah onun durumunu, sözlerini, ona neyin münasip
olduğunu, neyin layık olduğunu, yaratılmasından öncede sonrada ona layık olduğu
şeyden başkasının uygun olmayacağını, onun dalalet ehlinden olduğunu ve
hidayete ehil olmadığını bilerek onu saptırmıştır. Eğer böyle birine hidayet
edilseydi o zaman hidayet yerinden başka bir yere konmuş olurdu ki böylece
hidayete müstahak olmayan kimse hidayet sahibi olurdu.
Yüce Allah Hâkim’dir. Ve ancak
eşyayı layık oldukları mahallerine koyar. Bu söz üzere âyeti kerime, kaderin ve
kulun üzerine taktir edilen dalaleti gerekli kılan hikmetin isbatı hakkında
gelmiştir. İlmi zikretti. Çünkü O, işlerin hakikatini, eşyayı yerli yerine
koymayı, müstahak olana hayrı vermeyi ve hayra müstahak olmayanı ondan
uzaklaştırmayı açıklayandır. Çünkü bu ilim olmaksızın meydana gelmez.
Yüce Allah onun dalaletine münasip
olan ve dalaletini gerektiren hallerini bilmesi üzere onu saptırmıştır. Yüce
Allah kafiri saptırdığını bildirerek bunu çok yerde zikreder. Nitekim yüce
Allah âyeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:
“Allah kimi doğru
yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse göğe
çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle
murdarlık verir” (En’âm,
“Şüphesiz Allah
(hakkı açıklamak için) sivrisinek ve ondan daha küçük bir varlığı misal getirmekten
çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak
ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle
ne murat eder? derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da
doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü
bunlar birer imtihandır) Onlar öyle (fâsıklar) ki, kesin söz verdikten sonra
sözlerinden dönerler. Allah’ın ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını
istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat
çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır “ (Bakara,
“Allah zalim
kimseleri hidayete erdirmez” (Bakara,
“Allah, yoldan
çıkmışlar topluluğuna rehberlik etmez” (Mâide,
“Şüphesiz Allah,
yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez” ( Zümer,
“Zalimleri ise
Allah saptırır”
(İbrâhim,
“İşte Allah o aşırı
giden şüphecileri böyle saptırır” (Mü’min,
“Allah, büyüklük
taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler” (Mü’min,
“İşte bilmeyenlerin
(hakkı tanımayanların) kalplerini Allah böylece mühürler” (Rûm,
Muhakkak ki yüce Allah bu günahların
sahipleri için bunu akibet yapmıştır. Bu birinci saptırmasından sonra ikinci
saptırmasıdır.
“Sözlerinden
dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri
öldürmeleri ve “Kalplerimiz kılıflanmıştır” demeleri sebebiyle (onları
lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam
aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı
müstesna artık iman etmezler” (Nisâ,
“Kendilerine bir
mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah’a
andiçtiler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındandır. Ama mucize geldiğinde de
inanmayacaklarının farkında mısınız Yine O’na iman etmedikleri ilk durumdaki
gibi onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak
azgınlıkları içerisinde bırakırız” (En’âm,
“Bir zaman Musa
kavmine: Ey kavmim! Benim, Allah’ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz
halde niçin beni incitiyorsunuz? demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da
kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsıklar topluluğunu doğru yola iletmez” (Saff,
“Onların
kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır” (Bakara,
“Ey inananlar!
Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin
ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda
toplanacaksınız”
(Enfâl,
Yani eğer siz Allah’a ve Resûlüne
icabet etmeyi (=uymayı) terk ederseniz sizinle kalbiniz arasına girerek sizi
cezalandırırda bundan sonrada icabet etmeye gücünüz yetmez.
Her ne kadar aynısı olmasa da şu âyeti
kerimesi de buna benziyor:
“Andolsun ki sizden
önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettiklerinden
dolayı nice milletleri helâk ettik; zaten onlar iman edecek değillerdi. İşte
biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız” (Yûnus,
Başka bir yerde de şöyle buyurur:
“İşte o ülkeler...
Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki, peygamberleri
onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere
iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler” (A’râf,
Bu âyeti kerime hakkında üç görüş
vardır. Onlardan biri Ebu İshâk’ın şu görüşüdür: “Bu iman etmeyen kavmin
durumunu bildirmektir.”[1491]
Nitekim Yüce Allah Nûh (a.s.)’ın
şöyle dediğini bizlere bildirmiştir:
“Nuh’a vahyolundu
ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık (sana) asla inanmayacak. Öyle
ise onların işlemekte olduklarından (günahlardan) dolayı üzülme” (Hûd,
Buna, şu sözünü delil getirdi:
“İşte kâfirlerin
kalplerini Allah böyle mühürler” (A’râf,
Bu onların kalplerinin
mühürlendiğine delildir.
İbn Abbâs der ki: “Bu kafirler
(ruhlar aleminde) Âdem’in zürriyetinden çıkartıldıklarında yalanlamış oldukları
kendilerinden misâk (=büyük söz) alınan güne kendilerine resuller
gönderildiğinde de inanacak değillerdi.
O zaman kerhen iman etmişlerdi. Yalanlamalarını gizledikleri halde dilleriyle
ikrar etmişlerdi.”
Mücâhid’de der ki: “(Bu âyetin
manası,) şayet onları helaklerinden sonra tekrar diriltseydik helak olmadan
önce yalanladıkları şeye yine iman edecek değillerdi (demektir).”
Yüce Allah’ın bu buyruğunun bir
benzeri de şudur:
“Hayır! Daha önce
gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Eğer (dünyaya) geri
gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar
gerçekten yalancıdırlar”
(En’âm,
Diğer alimler de dediler ki:
İsteyerek talep ettikleri mucizeleri resulleri onlara getirdiğinde de görmeden
önce inkar ettiklerine gördükten sonrada inanacak değillerdi. Mucizeleri
gördükten sonra hakka iman etmeleri gerektiğini bildikleri zamanda hakkı
önceden yalanlamaları onu gördükten sonra iman etmelerine engel oldu.
İşte bu, hakkı reddenin, ondan yüz
çevirenin ve onu kabul etmeyenin cezasıdır. Artık o haktan döndürülmüş, onun
ile hak arasına girilmiş ve onun kalbi haktan çevrilmiştir. Bu ceza olarak
saptırmaktır. Ve o da, yüce Allah’ın adaletinden kaynaklanmaktadır.
Başta (kulun) kabul etmemesinden ve
hidayete ermemesinden önce saptıran ilk saptırmaya gelince; Yüce Allah’ın,
kulunun hidayete uygun olmadığını, layık olmadığını ve hidâyeti kabul edecek
bir mahal olmadığını önceden bilmesinden meydana gelen bir saptırmadır.
Yüce Allah, peygamberliği kime
vereceğini en iyi bildiği gibi hidâyetini ve yardımını da kime vereceğini en iyi bilendir. Nitekim yüce
Allah’tan gelecek risaleti taşımaya ve onu mahlukata tebliğ etmeye her kes ehil
olmadığı gibi her kes onu kabul etmeye
ve tastik etmeye de ehil değildir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Aramızdan Allah’ın kendilerine
lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı! demeleri için onların bir
kısmını diğerleri ile işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi
bilmez mi?”
(Enâm,
Yani “bazılarını bazıları ile
denedik ve imtihan ettik”
Yüce Allah liderleri ve önde
gelenleri kendilerine tabi olanlar, peşlerinden gelenler ve zayıflarla imtihan
etti. İtaat edilen lider tabi olan ve zayıf kimseye baktığı zaman ondan
tiksinti duyar ve ona selam vermekten tiksinerek derki: Bana değil de hidâyeti
ve saadeti Allah buna mı vermiş. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah şükredenleri
daha iyi bilmez mi?”
(Enâm,
İşte bunlar nimetleri ve nimetlerin
kıymetini bilen kimselerdir. Ve onlar bu nimetlere karşılık itiraf ederek,
tevazu göstererek, boyun eğerek ve kulluk ederek şükrederler. Eğer sizin
kalbinizde onların kalbi gibi olsaydı nimetlerimin kıymetini bilir, o nimetlere
karşılık bana şükreder ve beni onlarla zikrederdiniz. Onların tevazusu gibi
bana tevazu gösterir onların sevgisi gibi beni severdiniz de bende sizi onları
nimetlendirdiğim gibi nimetlendirirdim. Fakat benin iyiliklerim ve nimetlerim için onlara layık
olan mahaller vardır. Ve ancak onların yanında güzel olurlar. İşte bundan
dolayı hidâyeti mahsus kıldığı kimselerle ilmi çoğu kez bir arada zikreder.
Nitekim yüce Allah âyeti kerimelerde
şöyle buyurmuştur:
“Allah şükredenleri
daha iyi bilmez mi?” (Enâm,
“Onlara bir âyet
geldiğinde, Allah’ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe
kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi
bilir”
(En’âm,
“Rabb’in,
dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak
koştuklarından münezzehtir ve şânı yücedir. Rabb’in, onların, sînelerinde
gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir” (Kasas,
Yani yüce Allah, yaratmakta ve
yarattıklarından (nebiler ve veliler) seçmekte eşsiz ve ortaksızdır. İşte bundan
dolayı Kur’ân okurken yüce Allah’ın {وَيَخْتَارُ} “ve seçer” buyruğundaki durak
işaretinde durmak gerekmektedir.[1492]
Sonra yüce Allah, onların kendi
iradeleriyle isteyerek (peygamber) seçmelerinin mümkün olmadığını bildirdi.
Çünkü bu onların vazifesi değildi. Bilakis bu, seçtiği (kimsenin) mahallinin ve
yerlerinin neresi olacağını en iyi bilen ve her şeyi yaratan yüce Allah’ın
buyruğudur. Yoksa şöyle diyen kimselerin dediği gibi değil:
“Ve dediler ki: Bu Kur’ân, iki şehirden bir
büyük adama indirilse olmaz mıydı?” (Zuhruf,
Yüce Allah, resuller göndermenin
onların tercih etmesiyle (=dilemesiyle) olmadığını ve insanların Yüce Allah’a
karşı tercih haklarının olmadığını bildirmiştir. Aksine O, dilediğini yaratır
ve seçer. Sonra yüce Allah, onların yaratma hakları olmadığı gibi seçme
haklarının da olmadığını bildirdi.
“ve seçer” kelimesinden sonra
gelen “mâ”nın meful olduğunu iddia eden kimse hata yapmıştır.
Kur’ân’da da lugatta da “ihtiyar” (=seçmek, tercih
etmek) “hıyarat” (=seçmek, tercih
etmek) birbirine uygun gelmiştir. O da, bir şeyi bir başka şeye tercih
etmektir. Bu da, seçilen şeyin tercih edilmesi, has kılınması ve öne alınması
demektir. Bu ise mutlak dilemekten daha hususidir.
Lugatta ki “ihtiyar” kelimesi kelam
ehlinin ıstılahından daha hususidir. Bunun delili ise şu âyeti kerimelerdir:
“Allah ve Resûlü
bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah
ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzâb,
“Musa tayin
ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti” (A’râf,
Bu âyetlerle Kaderiyye mezhebinin
ortaya atmış olduğu iddianın da cevabı verilmiş olmaktadır. Kaderiyye şöyle
demektedir: Küfür ve isyan, Allah’ın tercih etmesi ile mi? yoksa O ‘nun tercih
etmesi dışında mı meydana gelmektedir? Şayet “yüce Allah’ın tercih etmesi iledir” derlerse, o zaman her muhtar
(=seçilen, tercih edilen) razı olunan ve sevilen şey olur. Böyle olunca da
masiyet (=günah) ve küfür, yüce Allah’ın razı olduğu ve sevdiği şey olur. Eğer “yüce
Allah’ın tercih etmesi ile değildir”
derlerse, o zamanda yüce Allah’ın tercihi
ve iradesiyle olmamış olur. Buna cevap olarak şöyle demek gerekir:
Kelamcıların ıstılahındaki genel tercih etme ile neyi kastediyorsunuz?
Meşiet (=dilemek) ve iradeyi mi?
yoksa Kur’ân’da, sünnette ve Arap lugatında var olan hususi tercih etmeyi mi
kastediyorsunuz? Eğer birinci tercih etmeyi kastediyorsanız, o bu itibarla O’nun
tercih etmesi ile meydana gelmiştir. Fakat bunun masiyete ve küfre isnat
edilmesi caiz olmaz. Çünkü “tercih etme” lafzında, seçmek ve sevgi manası
bulunmaktadır. Böyle olunca da masiyet ve küfür ancak yüce Allah’ın meşieti
(=dilemesi) ve kudreti ile meydana gelmiştir denir.
Şayet “tercih etme” ile, Kur’ân’da
ve Arap lugatında ki manayı kastediyorsanız, bu mana itibarı ile O’nun tercih
etmesi ile meydana gelmemiştir. Her ne kadarda meşieti ile meydana gelmişse
de.
Şöyle bir soru sorula bilir: Yoksa
siz, küfür ve isyanın, O’nun iradesiyle meydana geliyor diyor, sonrada bunu
tercih etmeye mi isnat etmiyormusunuz?
Bu soruya şöyle cevap verilir: Allah’ın
Kitabında irade lafzı iki türlüdür.
Birincisi, tüm mahlukatı
kapsayan kevnî iradedir.
Misalleri ise şu âyeti kerimelerdir:
“Dilediği şeyleri
mutlaka yapandır”
(Burûc,
“Bir ülkeyi helâk
etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlarına (iyilikleri)
emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke
müstahak olur; biz de orayı darmadağın ederiz” (İsrâ,
“Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa,
ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez” (Hûd, 11/34.)
“Allah sizin
tevbenizi kabul etmek ister” (Nisâ,
Ve bu âyetlerin benzerleridir.
İkincisi, dinî ve emrî
iradedir. Bunun meydana gelmesi vacip değildir.
“Allah sizin için
kolaylık ister” (Bakara,
Denilse ki; bu masiyet ve küfür,
yüce Allah’ın izni ile mi oluyor? yoksa O’nun izni olmaksızın mı meydana
geliyor?
Deriz ki: Aynı şekilde “izin verme”de
iki türlüdür.
Birincisi, kevnî izindir.
Misali şu ayettir: “Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler”
(Bakara,
İkincisi, dinî ve emrî
izindir. Misali ise şu âyetlerdir:
“De ki: Allah mı
size izin verdi”
(Yûnus,
“Kendileriyle savaşılanlara
(müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi” (Hacc,
İhtiyar kelimesi şerrin hilafına
olan hayır kelimesinden türemiştir. Yüce Allah hakkında asıl olan (İhtiyar kelimesi)
ile, fayda veren ve hayır olan şeyi murat etmesidir. İrade ihtiyar diye
isimlenmiştir. Bu, iradenin bir şeyi bir şeye tercih etmeyeceğini ancak failin
bunu tercih ettiğini içermektedir.
Burada maksat, has kıldığı şeylerin
yanında ilmide zikretmesidir. Nitekim âyeti kerimede şöyle buyurmuştur:
“Andolsun ki Biz
onları bilerek bütün milletler üzerine seçip tercih etmiştik” (Duhân,
Burada mananın, “onların seçilmeye
ehil olmaları tarafımızdan bir ilim iledir” olduğunda insanlar arasında hiçbir
ihtilaf yoktur. {عَلَى
عِلْمٍ} şibhi cümlesi hal olarak nasbe
makamındadır. O zaman mana şöyle olur: Biz onları ve hallerini bilerek seçtik.
Ve bu ilim, onlar yaratılmadan önce seçilmelerini gerekli kıldı. Yüce Allah,
onları tercih etmesini, hikmetinin onları tercih etmesinde olduğunu ve
hikmetinin ve ihtiyarının yerlerine delalet eden ilmini zikretti.
Bunlara işaret eden âyetler ise
şunlardır:
“Andolsun biz
İbrahim’e daha önce rüştünü vermiştik. Biz onu biliyorduk” (Enbiyâ,
Bu âyet hakkında sözlerin en
doğrusu, mananın; “Tevrat inmezden önce” olduğudur. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
“Andolsun biz, Musa
ve Harun’a, takvâ sahipleri için bir ışık, bir öğüt ve Furkân’ı verdik” (Enbiyâ,
“İşte bu (Kur’ân)
da, bizim indirdiğimiz hayrlı ve faydalı bir öğüttür. Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?”
(Enbiyâ,
“Andolsun biz
İbrahim’e daha önce rüştünü vermiştik” (Enbiyâ,
Burada mana anlaşıldığından dolayı “kablu” kelimesi izafet
terkibinden ayrılmış ve damme üzere mebni olmuştur. Çünkü, mudafun ileyhi burada
her ne kadarda lafızda zikredilmemişse de
menvî (=niyet edilmiş maksat) ve
malumdur.
Yüce Allah, resullerin imamları ve
mahlukatın en şereflileri olan bu üç kişiyi bu âyetlerde zikretti. Bunlar, Hz.
Muhammed (s.a.v.), İbrâhîm (a.s.) ve Mûsâ (a.s.)’dır. Buradaki “min kablu” ya;
akıl baliğ olmadan küçük olduğu halde de denmiştir. Lafızda buna delalet eden
bir şey yoktur. Ancak âyetin geliş üslubunda “min kablu” zikredilen manayı
gerektirir.
Bir de şöyle denilmiştir: “min kablu” lafzındaki mana; “Bizim ilmimizde
geçtiği gibi”
demektir. Yine aynı şekilde lafızda buna delalet eden bir şey yoktur. Bu İbrâhîm’e
has bir olay da değildir. Aksine ezelî ilminde yüce Allah bütün müminlere hidâyeti
taktir etmiştir.
{وَكُنَّا
بِه
عَالِمِينَ} “Biz onu biliyorduk” buyruğunda
kastedilen mana hakkında Beğavî der ki: “Muhakkak ki O (c.c.) hidayet etmeye ve
nubuvvet vermeye ehildir (=müstahaktır).”[1493]
Ebu’l-Ferec der ki : “Bunun manası; ‘rüşdü
verecek yeri biz biliriz’ demektir.”[1494]
Zemahşeri, “Keşşâf” adlı eserinde der
ki: “Yüce Allah’ın İbrâhîm (a.s.)’ın güzel hallerini ve hoş sırlarını bilmesi
ve o sıfatlardan razı olması ve onları övmesidir. Ta ki bu sıfatlarla onu
dostluğuna ve yakınlığına müstahak kılmıştır. Bu senin, insanlardan hayrlı olan
biri hakkında “Ben falancayı biliyorum” demen gibidir. Senin bu sözün güzel
vasıfları içermektedir.”[1495]
Bunun misalleri de şu âyeti kerimelerdir:
“Allah,
peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir” (En’âm,
“Andolsun ki Biz
onları bilerek bütün milletler üzerine seçip tercih etmiştik” (Duhân,
“Allah Âdem’i, Nuh’u,
İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Bunlar birbirinden
gelme bir nesillerdir. Allah Semî’ (=işiten), Alîm (=bilen)dir” (Âl-i İmrân,
Bunlara yakın olan bir âyeti kerime
de şudur:
“Süleyman’ın emrine
de kasırga (gibi esen) rüzgârı verdik; onun emriyle içinde bereketler yarattığımız
yere doğru eserdi. Biz her şeyi biliriz” (Enbiyâ,
Yani bu özelliği, insanlar ve
mekanlar içerisinde buna layık olanlardan hangisine vereceğimizi biz biliriz.
Yüce Allah, yarattıklarından seçtiği
birilerini tercih etmesinde ve yine onlardan saptırmış olduğu birilerini dalalete
düşürmesinde Alîm ve Hâkim[1496] olduğu gibi övülen
akibetlerden ve yüce gayelerden oluşan buyruklarında ve şeriatında da Alîm ve Hâkim’dir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Hoşunuza gitmediği
halde savaş size farz kılındı. Bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayrlı
olur. Bazen de hoşlandığınız bir şey sizin için şer olur. Allah bilir, siz
bilmezsiniz”
(Bakara,
Yüce Allah bu âyeti kerimede,
içerisinde maslahatın bulunduğu ve tercih etmesini ve emretmesini
gerektiren kulların menfaatinin bulunduğu
şeyleri bildiğini ve onları kullarına emrettiğini bildirdi. Onlar ise ya ilimlerinin
olmamasından yada tabiatlarının nefretinden dolayı bunu hoş görmezler.
Bu, Yüce Allah’ın kulların bilmediği
işlerde işlerin sonucunun ne olacağını bilmesidir. Ve yine aynı şekilde
kulların bilmediği hususlarda mahlukatından dilediğini seçmeyi bilmesidir. Bu âyeti
kerime, her ne kadar nefislere zor gelse de Yüce Allah’ın buyruğunun lazım
oluşu üzere bir hususiyeti içermektedir. Ve her ne kadar nefisler çirkin görse
de hükmüne rıza göstermenin gerekliliği üzere bir hususiyeti içermektedir.
İstihare hadisinde Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle derdi:
“Ey Allahım! Senin
ilmin ile Senden hayırlısını isterim. Senin kudretin ile Senden güç isterim.
Senin fazlı kereminden isterim. Muhakkak ki Sen güç yetirirsin ben ise güç
yetiremem. Sen bilirsin ben ise bilemem. Sen gaybı en iyi bilensin. Ey Allahım!
Eğer bu işin benim için dinimde, dünya işlerimde ve işimin sonucunda benim için
hayrlı olduğunu biliyor isen benim için onu takdir et ve onu benim için kolaylaştır.
Sonra onda benim için bereket kıl. Eğer bu işin benim için dinimde, dünya işlerimde
ve işimin akibetinde benim için şer olduğunu biliyor isen onu benden ve beni de ondan çevir. Hayr neredeyse onu
benim için takdir et. Sonra beni onun ile razı et”[1497]
Kul dünyasında ve ahiretin de
kendisine fayda verecek bir iş hususunda onda maslahat olup olmadığını, gücünün
yetip yetmeyeceğini ve kendisine kolay olup olmayacağını bilmeye ihtiyaç duyar.
Kul bu meselede hiçbir şeye sahip değildir. Aksine onun ilmi Yüce Allah’ın
insana öğrettiği ilimden ibaret ve kudreti de Yüce Allah’ın insana bahşettiği
kudretten ibarettir.
Ve yine aynı şekilde yüce Allah’tan
kudret ve O’nun fazlı kereminden talep etmektir. Çünkü O, kulu güç yetirir
kılmazsa kul acze düşer. Ve yine o işi kul için kolaylaştırıp hazırlamazsa kul
zorluktan kurtulamaz. Sonra ilmi ile o işi kul için tercih ettiği, kudretiyle o
iş üzere ona yardım ettiği ve fazlı kereminden o işi onun için kolaylaştırdığı
zaman bu defa da kul o iş üzere yüce Allah’ın kendisini sabit kılmasına ve o işte yaratmış olduğu bereketi daimi kılmasına
ihtiyaç duyar.
Çünkü bereket, o işin sabitliğini ve
artarak çoğalmasını içermektedir. Bu, kulu o işe güç yetirir kılması ve o işi
ona kalaylaştırması üzere miktarın artmasıdır. Sonra kul bunların hepsini
yaptığı zaman bu kez de yaptığı bu iş sebebiyle yüce Allah’ın kendisinden razı
olmasına ihtiyaç duyar. Çünkü yüce Allah, kul hoşlanmamaya devam ettiği halde o
kerih gördüğü şeyi onun için kolaylaştırmış ve ona hayırlı olanı vermiştir.
Sad ibn Ebî Vakkâs’ın Rasûlullah
(s.a.v.)’den rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
“Adem oğlunun
saadeti, yüce Allah’tan hayır talep etmek ve O’nun kazasına razı olmaktır. Adem oğlunun
sapıklığı ise Allah’tan hayır talep etmeyi terk etmek ve O (c.c.)’nun kazasını hoş görmemektir”[1498]
Burada mukadder olanı iki şey
çepeçevre kuşatmıştır.
Birincisi; olaydan önce
istiharedir (=hayrı talep etmek).
İkincisi ise; olaydan sonra
rızadır. Talep edilen şey meydana gelmeden tercih edip seçmesi ve meydana geldikten
sonra razı olması Yüce Allah’ın kulunu başarıya ve saadete ulaştırmasıdır.
Kulun, yapmak istediği şey meydana gelmeden önce Yüce Allah’tan hayrı talep
etmemesi ve o iş meydana geldikten sonra Yüce Allah’ın kuldan razı olmaması
onun hor ve zelil bir şekilde terk edilmesidir.
Ömer İbni Hattâb (r.a.) şöyle
buyurmuştur: “Sevmiş olduğum veya sevmemiş olduğum şeye önem vermem. Çünkü ben
hayrın sevdiğim şeyde mi yoksa hoşlanmadığım şeyde mi olduğunu bilemem”
Hasan Basrî (rh.a.) dedi ki: “Meydana
gelen hoşlanmadığınız şeyleri ve belaları kerih görmeyin. Nice hoşlanmadığınız
işler vardır ki kurtuluşunuz ondadır. Ve nice kendiniz için iyi gördüğünüz
işler vardır ki onda helakiniz vardır”
Konuya uygun olan âyeti kerimelerden
birisi şudur:
“Andolsun ki Allah,
elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı
tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah
sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi” (Fetih,
Yüce Allah bu âyeti kerimede, umre
yapamadan müşriklerin kendilerini geri çevirdiği ve kerih gördükleri hudeybiye
senesinde varolan hikmetini açıkladı. Ve yine asıl arzuladıkları şeyin bundan
sonra gerçekleşeceğini onlara bildirdi. Bu olaydan bir yıl sonra fetih
gerçekleşti. Yüce Allah şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki Biz sana apaçık bir
fetih verdik” (Fetih,
48/1.)
Çünkü dinin, dünyanın ve yardımın
maslahatları, İslâm’ın zuhuru ve bundan önce ummadıkları bir şekilde küfrün
batıllığının ortaya çıkışı bu hikmet sebebiyle meydana gelmiştir. İnsanların
bir kısmı diğer insanların arasına karıştı ve Müslümanlar korkmadan İslâm
hakkında, onun delilleri ve mucizeleri hakkında açıktan açığa konuştular.
Bu vakte kadar İslâm’a girmeye yakın
olanlar bu vakit içerisinde İslâm’a girdiler. Müşriklerin haddi aştıkları,
düşmanlıkları ve inatları her kes için ortaya çıktı. Bilgili ve kültürlü
insanlarda cahil halkta Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ve ashabının (=arkadaşlarının)
hak ve hidayet sahibi olduklarını bildiler.
Ve aynı şekilde Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in ve ashabının düşmanlarının ellerinde düşmanlık ve inattan başka bir
şeyin olmadığını da herkes bildi. Çünkü İbrâhîm (a.s.)’ın zamanından beri hac
veya umre yapmaya gelen hiçbir hacı geri çevrilmemişti. Böylece araplar,
kureyşin inadının ve düşmanlığının hakikatini bildiler. Bu olay ise birçok
insanı İslâm’a çağıran bir sebep oldu. Bu olay,
kureyşlilerin nefislerine yardımın en büyüklerinden olduğu halde
kureyşin inadı ve isyanı arttı.
Müminlerin ise bu olay ile sabrı,
tahammülü, Allah’ın hükümlerine sarılmaları ve Resûlüne itaatleri arttı. Bu
olay (=Hudeybiye anlaşması), bu olay dışında ki yüce Allah’ın bildiği ama
sahabenin bilmediği birçok olaya varıncaya kadar onlara yapılan yardım
sebeplerinin en büyüklerindendir. İşte bundan dolayı yüce Allah Hudeybiyye günü
fetih diye isimlendirmiştir. Nebi (s.a.v.)’e: “Bu, fetihmidir?” diye soruldu O
da: “Evet” diye cevap verdi.[1499]
Bu olay, Yûsuf (a.s.)’un şu sözüne
benziyor:
“(Yusuf) dedi ki:
Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabb’im onu
gerçekleştirdi. Doğrusu Rabb’im bana (çok şey) lütfetti. Çünkü beni zindandan
çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden
getirdi. Şüphesiz ki Rabb’im dilediğine lütfedicidir. Kuşkusuz O çok iyi
bilendir, hikmet sahibidir”
(Yusuf,
Yüce Allah bu âyeti kerimede
dilediğine lütfettiğini ve insanların bilemeyeceği gizli yollardan (lütfunu) verdiğini
bildirdi.[1500]
“el-Hâkim”: Eşyayı
(mahlukatı) yerli yerine koyandır. O, yarattığı her şeyde, yarattıklarını yerli
yerine koymasında ve o yeri onun için hazırlamasında Muhsin (=iyiliği bol
olan), Cevvâd (=çok cömert), Hâkim ve Adl (=adalet sahibi)’dır. Yaratmak ve
buyruk tüm noksan sıfatlardan uzak olan Yüce Allah’a mahsustur. Nitekim O
(c.c.) ancak iki işten tercihe en şayan olanını emreder. Maslahatların meydana
gelmesini ve mükemmel olmasını, fesatları terk etmeyi ve onları azaltmayı
emreder. İki şey çakıştığı zaman onlardan en güzelini ve maslahata en uygun
olanını tercih eder. İslâm şeriatında yapılan bir işin emrolunan kimse
için varlığı yokluğundan daha
hayırlıdır. Yasaklanan şeylerinde yokluğu var olmasından daha hayırlıdır.
Şayet şöyle bir şey denilse: Bir
şeyin varlığı yokluğundan daha hayırlı olduğu zaman onun varolmasını nasıl dilemez? Bir şeyinde yokluğu varlığından daha
hayırlı olduğu zaman onun yok olmasını nasıl dilemez? Umumi irade senin bu
küllî kaideni bozuyor.
Şöyle deriz: Umumi irade küllî
kaideyi bozmaz. Çünkü var olması; eğer olmamasından daha hayırlı olursa onun
var olması bazen hoşlanılmayan bir şey olmasını gerektirir. O da bu mana
itibarıyla bu emrolunan şeyin meydana gelmesinden ona daha sevimlidir. Ve
yasaklanan şeyin olmaması eğer olmasından daha hayırlı ise bazen onun varlığı
olmamasından daha sevimli olan sonuca götüren vesile ve sebep olur.
Yüce Allah bir şeyi emrettiği zaman
onu sevmiş, ondan razı olmuş, onu dilemiş ve onu beyan etmiştir. O ancak
varlığı yokluğundan daha hayırlı olan şeyi sever. Bir şeyi yasakladığı zamanda
ona buğzetmiş, kerih görmüş ve hoşlanmamıştır. Ve O ancak yokluğu varlığından
daha hayırlı olan şeye hiddetlenir. Bu ise, bu iki şeyin zatına nazarı itibarı
iledir. Sevdiği ve sevmediği şeylere ulaştırma itibarına gelince bunun için
ayrı bir hüküm vardır.
İşte bundan dolayı yüce Allah
kullarına kendilerine indirilenlerin en güzellerini almalarını emretti.[1501] “En güzeli”
ifadesi emrolunan şeydir. Emrolunanda yasaklanan şeyden daha hayırlıdır. Bu,
buyruğunda ve şeriatında sünneti olduğu zaman aynı şekilde yaratmasında,
kazasında ve kaderinde de sünneti olur.
Bir şeyi yapmayı veya yaratmayı
irade ettiği zaman o şeyi yaratması ve yapması yaratmamasından ve yapmamasından
daha hayırlıdır. Akside böyledir. Yani varlığı şer olan bir şeyin olmaması
olmasından daha hayırlıdır. Yüce Allah böyle bir şeyi yapmaz. Bilakis O, şerden
uzaktır ve şer O’na ulaşamaz.
Şayet şöyle denilse: Şer olduğu
halde onu niçin yarattı?
Deriz ki: Yüce Allah’ın yaratması ve
fiili şer değil bilakis hayrdır. Çünkü yaratma ve fiil, yüce Allah ile beraber
kaimdir. Şerrin ise yüce Allah ile beraber kaim olması ve yüce Allah’ın onunla
vasıflanması imkansızdır. Mahlukta olan şerrin Yüce Allah’a izafe ve nisbet
edilmesi söz konusu değildir. Fiil ve yaratma O’na izafe edilir. Bu ise
hayrdır. O (c.c.)’nun dilediği her şey
hayırdır. Var olmasını dilemediği ve
aslî yokluk üzere bıraktığı şey ise şerdir. Çünkü şerrin hepsi yokluktur.
Muhakkak ki şerrin sebebi cehalettir. Cehalet ise ilmin yokluğudur. Veya
zulümdür. Zulümde adaletin yokluğudur. Bu yokluk, mahallin hazır olmamasından
ve hayırların ve lezzetlerin sebeplerini kabulün yokluğundan dolayı elemleri
gerektirir.
Şayet denilse ki: İnsanlardan çoğu
bu sözü şöyle anlıyorlar; hayrın tamamı varlıktan ve varlığın gereklerindendir.
Şerrin tamamı ise yokluk ve yokluğun gereklerindendir. Varlık hayrdır. Katıksız
şer ise ancak yokluktur.
Deriz ki: Burada bu lafız, icmalî
(=tafsilatı olmayan kısa söz)dür. Eğer bu söz ile; yüce Allah’ın yarattığı ve
icat ettiği her şey murad ediliyorsa evet hayır bundadır. Ve bunun varlığı
yokluğundan daha hayırlıdır. Ve yine bu söz ile yaratmadığı ve dilemediği şey
murad ediliyorsa ki; bu yokluğu üzere devamlı yok edilen şeydir. Bunda da hayr
yoktur. Çünkü, eğer onda hayır olsaydı Yüce Allah onu yaratırdı. Muhakkak ki
hayr, O’nun elindedir. Doğru olan da budur. Yokluğa boğulan şer, hayr olmayan
şeydir. Eğer bu söz ile varlığı lazım olan her şeyin hayr olduğu ve yokluğu
lazım olan her şeyin şer olduğu murad ediliyorsa bu doğru değildir. Çünkü,
bazen tercih olunan şer varlığı gerektirir. Bazen de tercih olunan hayır
yokluğu gerektirir.
Birincinin misali; ateş, yağmur,
sıcak, soğuk, kar ve canlıların varlığıdır. Çünkü bunlar hayır olan varlığa
nisbetle ihsan edilen cüz’î şerrin gerektirdiği varlıklardır. Emredilen şeyde
aynı şekildedir. Bazen onu, elemden ve meşakkatten kaynaklanan ve kendisinde
hayır bulunan şeye nisbetle ihsan edilen cüzî şer gerektirir.
Bu işin hakikati şerrin iki kısım
olduğudur. Birincisi; her yönü ile katıksız
şerdir. İkincisi ise bir yönü ile
nisbî ve izafî olarak şerdir.
Birincisi; varlığa dahil
olmayan şerdir. Çünkü eğer varlığa dahil olsaydı katıksız şer olmazdı.
İkincisi; varlığa dahil olan
şerdir. Şerler diye ifade edilen işler ya yokluğa tabi olan şerlerdir veyahut
ta varlığa tabi olan şerlerdir. Eğer yokluğa tabi olursa; ya varlığında veya
varlığının ve bekasının devamında yahut ta kemalinde bir şey için zaruri olan
işlerden dolayı yokluktur. Veyahut ta her ne kadar varlığı yokluğundan daha
hayırlı olsa da ne varlığında ne
bekasında nede kemalinde bir şey için zaruri olmamasıdır. Bunlar dört kısımdır.
Birincisi; ihsan, hareket ve
canlılar için nefis gibi şeylerdir.
İkincisi; gıda kuvveti ve
gelişen gıda alıcı canlının gelişmesi gibi.
Üçüncüsü; sıhhat, işitme,
görme ve kuvvet gibi şeylerdir.
Dördüncüsü; malumatın
inceliklerini bilmek gibi şeylerdir. Bunları bilmek bilmemekten daha
hayırlıdır. Bu ise zaruri değildir.
Varlığa tabi olan işlere (=şerlere)
gelince; bunlar hastalıklar ve sebepleri, elemler ve sebepleri gibi hayata, bekaya
ve kemale zıt olan her şeyin varlığıdır. Varlığa tabi olan engeller; gıdanın
bedenin azalarına ulaşmasına ve ondan faydalanmasına engel olan pis maddeler
gibi, batıl itikatlar ve kalpte zıtlarının meydana gelmesine engel olan bozuk
iradeler gibi hayrın meydana gelmesine ve meydana gelmesi için hazırlanan ve onu kabul edecek mahalle ulaşmasına engel
olan şeylerdir.
Bizatihi şer, bir şeyin var
olmasında, bekasında ve kemalinde o şey için zaruri olan yokluktur. Bu
yokluktan dolayı aynı şekilde gerekli olan şerler vardır. Çünkü ilmin ve
adaletin olmaması, varlığa tabi olan şerlerden ikisi olan cehaletten ve
zulümden dolayı ilmi ve adaleti gerekli kılmaktadır. Sıhhatin ve itidalin
olmaması, varlığa tabi olan şerlerden ikisi olan elemden ve zarardan dolayı
sıhhati ve itidali gerekli kılmaktadır. Aşırı zenginliğin olmaması ve cehaletin
zarar veremediği ilimlerin olmaması gibi bunlardan müstağni olan şeylerin
olmamasına gelince bu hakikatte şer değildir. Ve bunların varlığı şer için
sebep değildir. Çünkü şerden kaynaklanan ilim her yerde ilim ve şerden müstağni
olmakta her yerde zenginliktir. Ve bunlarda şerre sebep olsun diye konmamıştır.
Şer ancak, zengin kişi hakkında; iffetin, sabrın ve adaletin olmaması gibi
hallerde hayrı gerektiren sıfatların olmamasından dolayı yerleşir.
Böyle olunca da, bu sıfatların
olmaması sebebiyle zenginliğinde kendisi için şer hasıl olur. Aynı şekilde hikmetin
yokluğu, eşyanın yerli yerine konmaması ve ilim sahibinde hikmetli bir iradenin
olmayışı o kişi için bu hal üzere şerrin yerleşmesini gerektirir. Böylece
şerrin ancak yokluk üzere sabit olduğu zahirdir. Eğer bir şer yokluk üzere
sabit olmazsa varolur ve varlığı cihetiyle de şer olur. Bunun varlığı şer için
sebep değildir. Varolan şeylerde şer değildir.[1502]
Sonra yüce Allah’ın reddettiği şey,
iki zıttı eşit görmek veya iki benzeri birbirinden ayırtmaktır. Çünkü O’nun
hikmeti ve adaleti bunu hoş görmez.
Birincinin misalleri şu âyeti
kerimelerdir:
“Öyle ya, (Allah’a)
teslimiyet gösterenleri, günahkârlar gibi tutar mıyız hiç? Size ne oluyor? Ne biçim
hüküm veriyorsunuz?”
(Kalem,
Yüce Allah, bunun batıl ve zulüm
olan bir hüküm olduğunu ve fakirliğin, ihtiyacın ve zulmün kendisine nisbet
edilmesinin imkansız olduğu gibi bununda kendisine nisbet edilmesinin imkansız
olduğunu bildirdi. Hikmeti ve ta’lîli[1503] inkar edenler bunu
Yüce Allah’a nisbet etmeyi mubah kıldılar. Hatta vaki olduğunu söylediler.
“Yoksa biz, iman
edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız?
Veya (Allah’tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?” (Sâd,
“Yoksa kötülük
işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen
kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye,
Yüce Allah, bunu kötü bir hüküm
kıldı. Yüce Allah böyle bir hükmün kendisine mubah kılınmasından ve nisbet
edilmesinden çok yüce, şerefli ve
mukaddestir.
Bilakis bundan daha açık olanı;
imtihan olmaksızın ve sabrını ve şükrünü ortaya koyacak bir teklif olmaksızın
bir kimsenin cennete gireceğini iddia eden kimseyi kınamasıdır. Yüce Allah’ın
hikmetinin de bunu reddettiği ortadır. Şanı yüce olan Allah şöyle buyurmuştur:
“Yoksa Allah
içinizden cihâd edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete
gireceğinizi mi sandınız?”
(Âl-i İmrân,
“(Ey müminler! )
Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden
cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş
ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah’ın
yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır” (Bakara,
“Yoksa, Allah,
sizden, cihâd edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş
edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah
yaptıklarınızdan haberdardır” (Tevbe,
Yüce Allah, bu zan ve hesabı
hikmetine muhalif olduğu için kınamıştır.
İkinciye gelince; oda iki benzeri
birbirinden ayırtmamaktır. Bunların misali de şu âyeti kerimelerdir.
“Kim Allah’a ve
Resûl’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu
peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne
güzel arkadaştır!”
(Nisâ,
“Mümin erkeklerle
mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten
alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat
ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah Azîz’dir, Hâkim
(=hüküm ve hikmet sahibi)’dir” (Tevbe,
“Münafık erkekler
ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder,
iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları
unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların kendileridir” (Tevbe,
“Allah nezdinde hak
din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki
kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler” (Âl-i İmrân,
“(Yusuf) erginlik
çağına erişince, ona (isabetle) hükmetme (yeteneği) ve ilim verdik. İşte güzel
davrananları biz böyle mükâfatlandırırız” (Yûsuf,
“Şimdi sizin
kâfirleriniz, onlardan daha mı hayırlıdırlar? Yoksa kitaplarda sizin için bir
berât mı var?”
(Kamer,
“Yeryüzünde dolaşıp
kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Allah onları
yere batırmıştır. Kâfirlere de onların benzeri vardır” (Muhammed,
“Senden önce
gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun (da budur). Bizim kanunumuzda
hiçbir değişiklik bulamazsın” (İsrâ,
“Allah’ın,
ötedenberi süregelen kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik
bulamazsın” (Fetih,
“Allah’ın kulları
hakkında süregelen âdeti budur” (Mü’min,
Yüce Allah’ın sünneti (=kanunu),
veli kullarına ikram ederek, onları şereflendirerek ve yardım ederek, düşmanlarını
ise hakir kılarak zelil kılarak ve reddederek meydana gelen malum olan
adetidir.
“Allah’a ve
Resûlüne karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi
alçaltılacaklardır”
(Mücadele,
Kur’ân bunlarla doludur. Yüce Allah
bu âyeti kerimelerde, hikmetinde ve adaletinde olan bir şeyin hükmünün
benzerinin ve mislinin hükmü olduğunu ve zıttının hükmünün de zıttı olduğunu
açıklamaktadır.
Yüce Allah’ın hikmeti; her şeyin,
kendisinden başkasının layık olmadığı bir şekilde yerli yerine konmasını gerektirmektedir.
Böyle olunca da hikmet, zıt ve muhalif olan şeylerin yaratılmasını gerektirdi.
O zıtlardan her birinin tercih edilmesi hükümlerden, sıfatlardan ve
özelliklerden onun sahip olduğuna ondan başkasının layık olmamasıdır. Hikmette
ancak bununla tamam olur.
Yüce Allah’ın hamdı her yönden tam ve
kamildir. O, fazileti vermesi, yüceltmesi ve ikram etmesiyle mahmûd (=övülmüş)
olduğu gibi adaleti, men etmesi, alçaltması, intikamı ve hakir kılması ile de
övülmüştür. Bunlar ile de diğerleri ile de tam ve kemâl olan hamd ancak Yüce
Allah’a mahsustur. O (c.c.) bunların hepsiyle kendi nefsini övmektedir.
Melekleri, resulleri, veli kulları ve buna vakıf olan herkes O (c.c.)’nu bunlar
ile övmektedir.
Bu hamdının kemalinin ve tam
oluşunun gereklerindendir. Tam ve mükemmel olan hamd yalnızca O’na mahsus
olduğu gibi yaratmasında ve îcâd etmesinde de tam ve mükemmel olan hikmet
yalnızca O’na mahsustur. Hikmetinin inkarı caiz olmadığı gibi hamdının da
inkarı caiz olmaz
Yüce Allah kulları için hilmini,
sabrını, vakarını, zenginliğini, rahmetini ve cömertliğini ortaya koymayı sever.
Bu ise kendisine şirk koşan müşriki ve hükümlerinde muhalefet eden kimseyi
yaratmasını gerektirmiştir. O, yüce Allah’a muhalefette tüm gücüyle çalışır ve
O’nu gazablandırmak için koşturur.
Aslında yüce Allah onun
karıştırmasını sağlar. Bununla birlikte yüce Allah çeşitli temiz nimetleri ona
sevk eder, onu rızıklandırır ve onu cezalandırır. Onu nimet sınıflarından
lezzet alacak sebeplerden bazılarına muktedir kılar. Duasına icabet eder. Ondan
kötülükleri uzaklaştırır. Küfrü, şirki ve kötülükleri ile pazarlık yapan
kimsenin zıttına O (c.c.) iyiliği ve ihsanı ile onunla pazarlık yapar. Bunda
Yüce Allah’ın nice hikmetleri ve hamdları vardır!
Veli kullarına sevgi gösterir ve
Rasûlullah (s.a.v.)’dan da sahih bir hadiste rivayet edildiği gibi kemâl sıfatlarının
kısımlarını onlara tanıtır. Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: “İşitmekte olduğu ezaya karşı Yüce Allah’tan daha sabırlı
hiçbir fert yoktur. Çünkü insanlar, Allah onları rızıklandırdığı ve afiyete
çıkarttığı halde O’na oğul isnat ediyorlar”[1504]
Rasûlullah (s.a.v.) kudsî bir
hadiste Rabb’inin buyruğunu şöyle bildirmiştir:
“Yüce Allah şöyle buyurdu: Adem oğlu beni
yalanladı, halbuki beni yalanlamak ona yakışmazdı. Bazısı da bana sövdü, halbuki
bana sövmek ona yakışmazdı. Adem oğlunun beni yalanlamasına gelince: Beni ilk
defa yarattığı gibi, Allah beni öldükten sonra tekrar yaratamaz demesidir. Halbuki ilk yaratma, benim için ikinci
yaratmadan daha kolaydır. Adem oğlunun bana sövmesine gelince: Allah bir çocuk
edindi demesidir. Halbuki ben ahadım, samedim, doğdurmadım ve doğrulmadım ve
hiçbir kimse benim dengim olmamıştır”[1505]
Yüce Allah bu sövmeye ve yalanlamaya
rağmen, söven kimseyi de yalanlayan kimseyi de rızıklandırır, ona afiyet verir ve
ondan belaları uzaklaştırır. Onu cennetine çağırır, tevbe ettiği zaman onun
tevbesini kabul eder, onun kötülüklerini iyiliklere çevirir, tüm hallerinde ona
merhametli davranır, ona resuller göndermeyi müstahak görür ve o resullere o
kimseye yumuşak sözlü olmalarını ve merhametli davranmalarını emreder.
Fadıl İbni İyâz der ki: “Karanlıkların
karıştığı hiçbir
Kim bana dua etti de ben ona icabet
etmedim? Kim benden istedi de ben ona vermedim? Ben Cevvâdım (=cömertim) ve cömertlik bendendir.
Ben Kerîmim ve kerem bendendir. Benden istemediği halde benden istemeyen kuluma
vermemde benim keremimdendir. Yaratılan benden nereye kaçıyor? Asiler benim
kapımdan nereye uzaklaşıyorlar?”
Bu husus, kudsî bir hadiste şöyle
ifade edilmektedir:
“Muhakkak ki Ben,
insanlar ve cinler büyük bir olay içindeyiz. Ben yaratıyorum benden başkasına
ibadet ediliyor. Ben rızk veriyorum benden başkasına şükrediliyor”[1506]
Yine bu husus, başka bir kudsi
hadiste şöyle geçmektedir:
“Ey Adem oğlu! Bana
karşı adil olmadın. Benim hayrım sana inerken senin şerrin bana yükseldi. Ben
senden zengin olduğum halde nice nimetlerle sana sevgi gösterdim! Sen bana
muhtaç olduğun halde nice günahlarla bana nefret gösterdin! Kerim olan melek
senden bana kötü ameli yükseltmeye devam ediyor”[1507]
Sahih bir hadiste Nebi (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Eğer siz günah
işlemeseydiniz Allah sizi götürür ve yerinize günah işleyen bir kavim getirirdi.
Böylece onlar bağışlanmayı talep ederlerdi de Allah ta onları bağışlardı”[1508]
Yüce Allah, isimlerini ve
sıfatlarını sevmesinin kemalinden dolayı hamdını ve -hükümlerinin ve
eserlerinin onlarda zuhur edeceği mahluku yaratma- hikmetini gerektirdi. Affı
sevdiği için af ile ihsan edeceği kimseyi yarattı. Bağışlamayı sevdiği için
bağışlayacağı, yumuşak davranacağı, ona karşı sabredeceği ve onu cezalandırmada
acele etmeyeceği kimseyi yarattı. Bilakis güven
vermeyi ve mühlet vermeyi sever.
Adaletini ve hikmetini sevdiği için
adaletinin ve hikmetinin zuhur edeceği kullarını yarattı. Cömertliği, ihsanı ve
iyiliği sevdiği için kötülük ve isyanına karşılık muamele edeceği kimseyi
yarattı. Yüce Allah, mağfireti ve ihsanı ile muamele eder. Şayet ellerinde
çeşitli günahları ve muhalefetleri icra ettirdiği kimseleri yaratmamış olsaydı
bu hikmetler, maslahatlar ve kat kat fazlaları kaybolurdu.
Şanı yüce olan Allah alemlerin Rabb’idir.
Hakimler hakimidir. Geniş hikmet ve bol nimetler sahibidir. O’nun hikmeti
kudretinin ulaştığı her yere ulaşmıştır. Her şeyde yüce Allah’ın karşı konulmaz
kudreti ve hidâyetleri olduğu gibi yine her şeyde O’nun gözleri kamaştıran
hikmeti vardır. Biz burada ancak ondan denizden bir damla kadarını zikrettik.
Eğer bu da olmasaydı; beşer aklı, O’nun mahlukatından bir şeyde dahi hikmetinin
kemalini kapsamlı bir şekilde bilmekten daha aciz,daha zayıf ve daha kısır
kalırdı.[1509]
Kelamcıların bazıları dediler ki:
Yüce Allah’a ancak ilim izafe edilir. Marifet ise O’na izafe edilmez.[1510]
Çünkü O’nun ilmi, mahlukatın ilminin hilafına eşyanın tamamıyla; bileşik olanı
ve tek bir parçadan meydana geleni ile de tekbir alaka olarak ilgilidir. Çünkü
mahlukatın bir şeyi marifeti (=tanıması) ve bilmesi başka bir şeyi bilmesi ve
marifet etmesinin haricinde bir olaydır.
Bu, yüce Allah’ın malumatın tamamını
bir ilim ile bildiği üzere ondan oluşan bir binadır. Ve yine Rasûlullah (s.a.v.)’ın doğruluğunu
bilmesi Müseyleme’nin yalancı olduğunu bilmesinin aynısıdır. Araştırmacıların
üzerinde durduğu mana ise bu sözün hilafına ilimlerin çokluğu ve değişkenliğinin
malumatın çokluğu ve değişkenliği ile ilgili olduğudur. İşte bundan dolayı da her malumun kendine has
bir ilmi vardır. Onların sözünün batıllığından ve onların görüşlerinin
doğruluğuna dair tercih edilen delillerin zikredilmesinden dolayı bu konuya
daha layık olan bir durum söz konusudur.
Bunun üzerine şu açıklamayı yapmak
gerekir: Yüce Allah’a ilmin izafe edilmesiyle fertlere ve bileşiklere dönmeyen
marifetin izafe edilmemesinin arasındaki fark ilmin alakalı olduğu hususlardadır.
Bu ise ancak marifetin kendisine ve manasına döner. Çünkü o kullanılmasının
vaki olduğu yerlerdedir. Buda ancak, kalpte unutulan veya zihindeki
karışıklıktan sonra tasavvuru oluşan (akla gelen) yerlerde kullanılır. Çünkü
bir şey zihinde tasavvur edildiği ve hasıl olduğu zaman şöyle denir: Onu bildi
veya görmediği halde onun vasfını tasavvur etti. Onda tayin edilen bu sıfat ile
onu gördüğü zaman şöyle denir: “arifehu” (onu bildi-onu
tanıdı). Görmüyormusunuz; bir kimse birinin yüzünü unuttuğu zaman, bir zaman
sora onu gördüğünde ve onun o şahıs olduğu anlaşıldığında şöyle dediğini?: Onu
bildim (=hatırladım). Aynı şekilde “sözü hatırladım”, “diyarı hatırladım”, “yeri
hatırladım” ve “yolu hatırladım” denir. (Bunlar marifet masdarının fiilleriyle
kullanılır)
Meselenin sırrı; marifetin, bilinen
bir şeyin başka bir şeye karıştığı ve böylece benzeştiği yerlerde ayırtmak için
kullanıldığıdır. Konuyla alakalı âyeti kerime şudur:
“Kendilerine kitap
verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.
Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler” (Bakara,
Çünkü onlar (=kitap ehli olan
yahudiler ve hıristiyanlar) Hz. Muhammed (s.a.v.)’i gördükleri anda onun
şahsına mutabık olan sıfatları görmeden öncede onun sıfatlarını ellerindeki
kitaplardan biliyorlardı. Sözün eş olması ve iki kesin bilgiden birinin
diğerine benzemesi babından “onu
(o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar” buyruğu geldi.
Bunu çok iyi düşünmek lazım!
“Tuhfetu’l-Mekkiyye”[1511] adlı kitapta bu
konuyu iyice açıkladık ve orada sırlardan ve faydalı şeylerden bahsettik.
Muhakkak ki “alimte” (=sen bildin)
bazen “arifte” (=sen tanıdın) manasına
gelir diye iddiada bulunanlara gelince. Onların delil olarak getirdikleri âyeti
kerimeler şunlardır:
“Sen onları
bilmezsin, biz biliriz onları” (Tevbe,
“Ve onlardan başka
sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz” (Enfâl,
Onların bu görüşe çağırmaları, “alimte”nin
bir mefule geçiş yaptığı görüşüne sahip olduklarından dolayıdır. Bu ise marifet
fiilinin hakikatidir. Bu şekilde delil, bir kısım insanların, bu âyetlerde ve
benzerlerinde ilim fiilinin bir mefule geçiş yaptığını söylemeleri üzere açıktır. Bu ise onu hakikatte ilim olmaktan çıkarmaz.
Çünkü “alimte” fiili “arefte” fiilinin misallerinde olduğu gibi bir mefule
geçiş yapmaz. Ancak hazf ve ihtisar söz konusu olduğu zaman bir mefule geçiş
yapar. “Sen
onları bilmezsin, biz biliriz onları” buyruğu, onların şahıslarının ve
isimlerinin bilinmesini (=tanınmasını) olumsuzlaştırmaz. Ancak onların
düşmanlıklarının ve nifaklarının bilinmesini olumsuzlaştırır. [1512]
Yine şu buyruğu da aynı şekildedir:
“Ve onlardan başka
sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz”
Belki onları tanıyorlardı ama
düşmanlıklarını bilmiyorlardı. Böyle olunca ilim, bir mevsufa (=vasıflanan) izafe
olan sıfata taalluk eder. Yoksa denildiği gibi bizatihi şahsına taalluk etmez.
Bununla beraber; “alimte”nin lafızda bir mef’ule geçiş yapmasından dolayı “arefte”
ile aynı manada olduğunu söyleyen kimsenin misali, akılsız varlıklara da
geçişli olan “seelte” (=sordun) fiilini lafızda bir mefule geçiş yaptığı için
delil getiren kimsenin misali gibidir. Bunların getirmiş oldukları delilleri
ise Yüce Allah’ın şu buyruğudur:
{وَاسْأَلِ
الْقَرْيَةَ} “Şehir ‘halkına’
sor”
(Yûnus,
Bu ise ancak mecaz ve hazf ilminin
bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Buna benzer bir konu daha önce geçmişti.
Onların bu sözü kuvvetli bir görüş değildir. Çünkü yüce Allah, resulünün o
münafıkların özlerini bilmesini olumsuzlaştırdı. Bu lafzın açık şeklidir.
Bununla beraber, gerekliliğinden dolayı münafıkların tanınmasının olumsuzluğu
geldi. Hz. Muhammed (s.a.v.) muayyen şahıslarda nifakın (=münafıklığın)
varlığını biliyordu ama nifak onlardan başkalarında da vardı. Fakat Hz.
Muhammed, onların özlerini bilmiyordu. Burada kast edilen husus, Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in tanıdığı malum şahıslar değildir. Çünkü diğer münafıklar içlerinde
ki nifaklarını gizlemişlerdi ve Hz. Muhammed (s.a.v.) de onları bilemezdi. Bu
lafız hiçbir yönden bu manaya delalet etmedi. Zahir olan ise; aksine, tayin edilen mananın “Hz. Muhammed
(s.a.v.) eğer onların karakterlerini bilseydi onları yüzlerinden ve konuşma
tarzlarından tanırdı”
olmasıdır.[1513]
İslâm’a girdiğini açıklayıp sora da Allah’a ve Resûlüne karşı düşmanlığını
gizleyen kimsenin nifakı Rasûlullah (s.a.v.)’a
gizli kalmadı.
Yukarıda ki âyette bu manayı
açıklayarak te’kit etti.
Yüce Allah’ın, “ve onlardan başka
sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz” (Enfâl,
Bu iki manadan birisi ise; insanlardan
oluşan ve Allah’a ve Resûlüne karşı savaşan din düşmanlarına yardım eden cinler
olduğudur. Bu mana üzerine bu âyet, âyetteki ilmin marifet manasına olması
açısından delildir.[1514]
İbni Kayyim şiir olarak dedi ki:
Yüce hikmet iki
kısımdır.
Kesin delillerle
hasıl olurlar.
Onlardan biri, yüce
Allah’ın yaratmasındadır.
O da, yine
birbirinden ayrılmayan iki kısımdır.
Bu beytin şerhinde şeyh Abdurrahmân
Sa’dî (rh.a.) der ki: Yüce Allah’ın hikmeti iki kısımdır.
Birincisi: hikmet
yaratmasındadır. Çünkü mahlukatı hak ile ve hakkı kapsayıcı olarak yaratmıştır.
Bu, yüce Allah’ın gayesidir. Yaratmayla murad edilen haktır. O, mahlukatın
tamamını en güzel bir nizam ile yarattı ve onları en mükemmel bir şekilde
tertip etti. Mahlukatın cüzlerinden her bir cüze varıncaya kadar her mahluka
ona layık olan yaratılışı verdi ve canlıların azalarından her bir azaya
yaratılışlarını ve şekillerini verdi. Hiç kimse O’nun yaratmasında bir
bozukluk, dağınıklık ve eksiklik göremez.
Şayet başından sonuna kadar akıl
sahibi olan tüm mahlukat Rahmân’ın yaratmış olduğunun bir mislini veya kainata
koymuş olduğu güzelliklerden, intizamdan ve mükemmelliklerden birine yakın olan
bir şeyi ortaya koymak için bir araya gelselerdi buna güç yetiremezlerdi.
Bunlardan birine güç yetirmeye nereden kudret sahibi olabilirler ki?
Bilgin olan akıl sahiplerinden
bazıları, yüce Allah’ın hikmetlerinden bir çoğunu bildiklerini ve o hikmetlerde
bulunan güzelliklerin ve mükemmelliklerin bazılarına vakıf olduklarını
zannettiler. Bu, kesin olarak, yüce Allah’ın azametini ve sıfatlarının kemalini
bilmek ile bilinen bir şeydir. O’nun hikmetleri yaratmaya ve buyruğa tabi olur.
O’nun kulları kainata bakmakta ve
tekrar tekrar bakıp düşünmekte yarıştılar. O’nun yaratmasında bir bozukluk, bir
noksanlık bula bildiler mi acaba? O’nun mahlukatından bir şeyde dahi kusur
aramaktan gözlerin bitkin ve aciz bir şekilde geri dönmesi kaçınılmazdır.[1515]
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
İkincisi: Hikmet şeriatında
ve buyruğundadır. Çünkü yüce Allah kanunlar koydu ve kitaplar indirdi. Burada
bundan daha büyük bir cömertlik varmı? Yüce Allah’ı tanımak, hiçbir şeyi O’na
ortak koşmaksızın yalnızca O’na ibadet etmek, ameli (=ibadeti) O’na has kılmak,
O’na hamd etmek, O’na şükretmek ve O’nu sena ederek övmek O’nun kullarına
verdiği hediyelerin mutlaka en efdalidir. Yüce Allah’ın kendisine bu nimetleri
verdiği kimse için faziletlerin en yücesi, sadetlerin en mükemmeli ve kalplerin
ve ruhların sevinçleri vardır. Nitekim bu, ebedi saadete ve daimi nimetlere
ulaştıran yegane sebeptir. Eğer O’nun şeriatında ve buyruğunda sadece hayırların
aslı ve lezzetlerin en mükemmeli olan bu yüce hikmet olsaydı bu yeterli ve açık
olurdu. Bu hikmetten dolayı mahlukat, cennet ve cehennem yaratıldı. Mükafat ve
ceza hak oldu.
O’nun şeriatı ve buyruğu tüm
hayırları kapsamıştır. O’nun bildirmiş olduğu haberler kalpleri ilim, yakin
(=kesin bilgi), iman ve doğru akidelerle ile
doldurur. Bunlarla kalpler istikamet bulur ve kalplerin bozukluğu yok
olur. Her güzel ahlak salih amel, hidayet ve doğruluk olarak meyvesini verir.
Yüce Allah’ın emirleri ve yasakları hikmetin gayesini, doğruluğu ve dini ve
dünyayı düzeltmeyi içermektedir. Çünkü Yüce Allah ancak halis olan ve tercih
edilen maslahatı emreder. Ve yine O, ancak katıksız olan ve tercih edilen şerri
yasaklar.
İslâm şeriatının hikmetlerinden
biriside kalpleri, ahlakı, amelleri ve sıratı mustakim (=dosdoğru yol) üzere
istikameti düzeltmek olduğu gibi dünyayı da düzeltmektir. Dünya işleri ancak
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in getirmiş olduğu hak din ile hakiki bir şekilde
düzelir. Bu ise her akıl sahibi için hissedilen manzaralardır. Muhakkak ki Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in ümmeti bu dini, asıllarını, kısımlarını ve yol gösteren ve
irşad eden tüm unsurlarını uyguladıkları zaman durum ve pozisyonları istikamet
ve doğruluk oldu.
Ondan saptıkları, onun göstermiş
olduğu doğru yolun çoğunu terk ettikleri ve onun yüce öğretilerini talep
etmedikleri zaman da dinleri bozulduğu gibi dünyaları da bozuldu.
Aynı şekilde; kuvvette, uygarlıkta
ve medeniyette korkunç sınırlara ulaşan diğer ümmetlere bir bakın! Fakat onlar
ne zaman dinin ruhundan, rahmetinden ve adaletinden yüz çevirmişlerse zararları
faydalarından daha büyük ve şerleri hayrlarından daha fazla olmuştur. Onların
alimleri, hakimleri ve reisleri onlardan meydana gelen şerleri telafi etmekten
aciz kalmışlardır. Onlar bu hal üzere devam ettikleri müddetçe elbette buna güç
yetiremeyeceklerdi. İşte bundan dolayı Muhammed (s.a.v.)’in din hakkında
getirmiş oldukları Yüce Allah’ın hikmetindendir. Ve Kur’ân, Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in doğruluğuna delalet eden delillerin en büyüğüdür.
*
* *
﴿ اَلسَّمِيعُ
- اَلْبَصِيرُ
﴾
es-SEMÎ’ -
el-BASÎR
İşitmekle kastedilen şey sesi idrak
etmek, manayı anlamak ve kabul ve icabet etmektir. Sem’in (=işitmenin) bu üç
manası da Kur’ân da mevcuttur.
Birinci mana şu âyeti kerimede
geçmiştir:
“Kocası hakkında
seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir.
Allah, sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah Semî’ (=işiten), Alîm (=bilen)dir” (Mücadele,
Bu, Yüce Allah’ın işitme sıfatını
ispat etmekteki en açık âyeti kerimedir. Bu âyeti kerimede işitmekle ilgili olan
“semia” fiilinin mazi,
muzari ve ism-i fail kalıpları zikredilmiştir. Yüce Allah’ın işitmesi haktır.
Nitekim müminlerin annesi olan Aişe (r.anhâ) der ki:
“Hamd, işitmesi tüm sesleri kapsayan
Allah’a mahsustur. Muhakkak ki mücadele (Evs b. Sâmit’in eşi) gelerek
Rasûlullah (s.a.v.)’a şikâyette bulunuyordu. Ben ise evin yan tarafındaydım ve
kadının bazı sözlerini anlamıyordum. Bu olay üzere yüce Allah şu âyeti kerimeyi indirdi: “Kocası hakkında
seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir” (Mücadele,
“es-Semî’“: Yüce Allah’ın
işitmesinde, sözün gizlisi yada açık olmasında eşit olmasıdır. O’nun işitmesi,
tüm sesleri kuşatmıştır. Mahlukatın sesleri O’na karışık gelmez. Birbirine
benzeyen sesler O’nu aldatmaz. O seslerden birini işitmesi başka bir sesi
işitmekten O’nu alıkoymaz. Meseleler O’nun yanılmasına sebep olmaz.
İsteyenlerin çokluğu O’nu bıktırmaz.
İkinci mana şu âyeti kerimede
geçmiştir:
“Allah onlarda bir
hayır görseydi elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile yine onlar
yüz çevirerek dönerlerdi”
(Enfâl,
Yani anlamalarını sağlardı. Onların
kalplerinde kibir ve haktan yüz çevirme olduğundan dolayı onlarda iki afet
vardır.
Birincisi: onlar
cehaletlerinden dolayı hakkı anlamazlar.
İkincisi: Şayet anlasalardı
bile kibirlerinden dolayı yüz çevirerek dönerlerdi. Buda noksanlığın ve ayıbın
sonucudur.
Üçüncü mana ise şu âyeti
kerimede geçmiştir:
“Eğer içinizde
(onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı
ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice
kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir” (Tevbe,
Yani onları kabul eden ve onlara
icabet birileri vardır. Bir âyeti kerimede şöyledir:
“Hep yalana kulak
verir, durmadan haram yerler”
Yani yalanı kabul ederler ve
yalancılara icabet ederler. Namaz kılan kimsenin şu sözü de bunun delillerindendir:
“Allah kendine hamd
edeni işitti (işitsin)”
Yani Allah hamd eden kimsenin
hamdına ve dua eden kimsenin duasına icabet etsin. Nebî (s.a.v.)’nin şu buyruğu
da buna delildir:
“İmam; Allah
kendine hamd edeni işitti (işitsin) dediği zaman sizde ‘Ey Rabb’imiz! Hamd
yalnız sana mahsustur’ deyiniz. Allah sizi işitir”[1517]
Yani Allah size icabet eder
demektir.[1518]
Haset edilen kimseden hasetçinin
şerri on şeyle uzaklaştırılır. Bunlardan bir tanesi: Hasetçinin şerrinden Yüce
Allah’a sığınmak ve O’nun aracılığı ile korunmaktır. Yüce Allah kendisine
sığınanı işitir ve bilir.
Burada işitmekten maksat icabettir.
Yoksa bilinen işitme değildir. Yüce Allah’ın dostu Hz. İbrâhim (a.s) sözü de buna delildir:
“İhtiyar halimde
bana İsmail’i ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamd olsun! Şüphesiz Rabb’im duayı Semî’
(=işiten)dir”
(İbrâhim,
Sığınan kimsenin durumu bunu
gerektirdiği için işitmek bazen ilim ile birlikte bazen de görmek ile birlikte gelmektedir. Çünkü o
düşmanından Yüce Allah’a sığınır ve Yüce Allah’ın onu gördüğünü ve düşmanının
hilesini ve şerrini bildiğini bilir. Yüce Allah bu sığınan kimseye ümidinin
genişlemesi ve kalbi ile duaya yönelmesi için onun sığınmasını işittiğini; yani
icabet edeceğini, düşmanının hilesini bildiğini ve onu gördüğünü bildirdi.
Kur’ân’ın hikmetini çok iyi düşünmek
lazım. Varlığını bildiğimiz ama görmediğimiz şeytandan sığınma hususunda A’râf,
Hâmîm ve Secde[1519] surelerinde Kur’ân,
Semî ve Alîm lafızlarını nasılda getirdi. Ve yine, kaynaştığımız ve gözlerle
görülen insanın şerrinden sığınma hususunda Hâmîm ve Mümin surelerinde Semî ve
Basîr lafızlarını nasılda getirdi. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Kendilerine gelmiş
kesin bir delil olmaksızın, Allah’ın âyetleri hakkında münakaşa edenler var ya,
hiç şüphe yok ki, onların kalplerinde, asla yetişemeyecekleri bir büyüklük
hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah’a sığın. Kuşkusuz O, Semî’
(=işiten), Basîr (gören)dir” (Mümin,
Çünkü bunların fiilleri gözle
görülebilen fiillerdir. Şeytanın dürtmesine gelince; bunlar kalbe atılan
vesveseler ve düşüncelerdir. İlim, bu gözle görülmeyenlerle alakalıdır. Yüce
Allah gözle görülmeyenlerden Semî ve Alîm isimleriyle sığınmayı emretti.
Görmeyle idrak edilen ve gözle görülenlerden Semî ve Basîr isimleriyle
sığınmayı emretti.[1520]
Nitekim Kur’ân’ın adeti,
muhataplarını tehdit ve uyarmada korkutmayı ve istikameti gerektiren
sıfatlarını zikrederek cereyan etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Size (Kur’an ve
Sünnet gibi) apaçık deliller geldikten sonra, eğer İSLÂM’dan saparsanız, şunu
iyi bilin ki Allah Azîz’dir, Hâkim’dir” (Bakara,
“Kim dünya
mükâfatını isterse (bilsin ki) dünyanın da ahiretin de mükâfatı Allah
katındadır. Allah Semî’ (=her şeyi işiten), Basîr (=her şeyi gören)dir” (Nisâ,
Kur’ân’ı Kerîm bunlarla doludur.
Bunun üzerine mana sanki içerik olarak şöyledir: Muhakkak ki Ben sana ne cevap
verdiklerini ve davetlerime nasıl mukabele ettiklerini işitir ve ne
yaptıklarını görürüm.
İcabet ve itaate nisbetle davetle
muhatap olanların iki kısım olduğunda şüphe yoktur.
Birincisi: “Doğru söyledin”
diyerek karşılık verip sonrada gereği gibi amel eden kimselerdir.
İkincisi: Yalanlayarak
karşılık verip sonrada aksi ile amel eden kimselerdir. Onlardan işitilen şeyin
mertebesi görme mertebesinden öncedir. İşitmeyle alakalı olan şey görmeyle
alakalı olan şeyden önce gelir.
Yüce Allah’ın âyeti kerimesindeki bu
manayı iyi düşünmek gerekir. Mûsâ ve Hârûn (a.s.)’a hitaben şöyle buyurmuştur:
“Buyurdu ki:
Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm” (Tâhâ,
Yüce Allah, firavunun onlara ne
cevap vereceğini işitir ve yapacağı şeyi de görür. Bu, (Kur’ân da) diğer yerlerde
yaygın değildir. Sadece bu duruma has olmuştur. (Dolayısıyla yüce Allah
yalnızca bu âyette “ben
sizinle beraberim; işitir ve görürüm”
diye buyurmuştur.)
Bozuk ön yargıların, işiten ile
işitilenin arasının son derece uzak olmasından dolayı konuşulanları işitmeyi
inkar etmeleri uzak olduğu halde bir şeyi görmeyi inkar etmelerinden daha
şiddetlidir. Buhârî ve Müslim de geçen sahih bir hadiste Abdullah ibn Mes’ûd
dedi ki:
“Beytin yanında üç nefer bir araya
geldiler. Bunların ikisi Kureyş’li, biri Sakîf’li yahut ta ikisi Sakîf’li, biri
Kureyş’li idi. Bunlar kalplerinin anlayışı az, karınlarının yağı çok
kimselerdi. Bunlardan biri:
- ‘Söylemekte bulunduğumuz sözleri
Allah’ın işitiyor olduğunu zannediyor
musunuz?’ dedi. Diğeri:
- ‘Eğer açıktan söylersek işitir, gizli söylersek işitmez’ dedi. Üçüncüsü
de:
- ‘Eğer açıktan söylediğimiz zaman
işitmekte ise bu taktirde O gizli söylediğimiz zamanda işitir’ dedi”[1521]
Görüldüğü üzere onlar “Allah’ın
görüyor olduğunu zannediyor musunuz?” demediler. İşitmenin öne alınması daha
mühimdir. Bunu bilmeye ihtiyaç duymak, (yüce Allah’a karşı yapılan) ciddi bir
saygısızlıktır.
*
* *
﴿ اَلْعَدْلُ
﴾
el-ADL
“el-Adl”: Kulları hakkında
adaletle tasarrufta bulunmasıdır. Yüce Allah; sözünde, fiilinde, kazasında, kaderinde,
emrinde, yasaklamasında, mükafatlandırmasında ve cezalandırmasında dosdoğru bir
yol üzeredir. O’nun bildirmiş olduğu haberlerin tamamı doğrudur. Kazasının
hepsi adalettir. Tüm emirleri maslahattır. Yasakladığı her şey bozulmaya
götüren sebeplerdir. Mükafatlandırması, O’nun fazlı keremiyle mükafata müstahak
olan kimse içindir. Rahmeti ve cezalandırması ise adaleti ve hikmetiyle cezaya
müstahak olan kimse içindir.
(Rasûlullah s.a.v.), hüküm ile
kazayı birbirinden ayırtmıştır. Geçen şeyi hükme, adaleti ise kazaya has
kılmıştır.[1522]
Çünkü Yüce Allah’ın hükmü, şer’î
olan dinî hükmü de kaderî olan kevnî hükmü de kapsamaktadır. Bu iki kısım, kul
hakkında geçen durumlarda geçerlidir. Ve kul bu iki hükmün altındadır. İstese
de istemese de kul hakkında bu iki hüküm geçti ve uygulandı. Ancak kulun kevnî
olan hükme muhalefet etmesi mümkün değildir. Şer’î olan dinî hükmü gelince
bazen ona muhalefet edebilir.
Kaza, tamamlamak ve kemale
erdirmektir. Bu ise ancak hükmün geçmesinden ve nüfuz etmesinden sonra olur. (Rasûlullah
s.a.v.) dedi ki: “Benim hakkımdaki kazan adalettir” yani; kemale
erdirdiğin, tamamladığın ve kulunun üzerine nüfuz eden hüküm onun hakkında
senden (gelen) adalettir. Diğer taraftan hüküm, Yüce Allah’ın hükmettiği
şeydir. Bazen bu hükmün icra edilmesini diler, bazen de bunu uygulamaz. Hüküm; eğer
dinî olan bir hüküm olursa bu kul hakkında hüküm olarak geçmiştir. Eğer kevnî
olursa; şayet yüce Allah bunu infaz etmişse, (hükmedilen şey) hakkında hüküm
geçmiştir. Şayet infaz etmemişse ondan uzaklaştırılmıştır. Yüce Allah
hükmettiği şeyi yerine getirendir. Yüce Allah’tan başkası ise bir şeye hükmeder
ve bir işi taktir eder ama uygulamaya güç yetiremez. Yüce Allah hükmeder ve
yerine getirir. Kaza ve yerine getirme Yüce Allah’a mahsustur.
Rasûlullah (s.a.v.)’ın “Benim
hakkımdaki kazan adalettir” sözü; kul hakkında sıhhat, hastalık, zenginlik, fakirlik,
lezzet, elem, hayat, ölüm, cezalandırma, bağışlama ve bunun dışındakiler gibi
her şeyi tüm yönleriyle bütün kazaları kapsamaktadır.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Başınıza gelen
herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla
beraber) Allah çoğunu affeder” (Şûrâ,
“Ama elleriyle
yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür!” (Şûrâ,
Yüce Allah’ın kul aleyhine
hükmettiği her şey onun hakkında adalettir.
Denilse ki: Size göre günah, yüce
Allah’ın kazası ve kaderi iledir. Günahın kazasındaki adalet yönü nedir? Çünkü
adaletin günahın cezalandırılmasında olduğu açıktır.
Denildi ki: Bu önemli bir sorudur. Bundan dolayı bir taife; Çünkü zulüm,
başkasının mülkünde tasarruf etmektir. Allah ise her şeyin sahibidir. Böyle
oluca da onun hakkındaki tasarruf ancak adalet olur deyerek adaletin taktir
olunan şey olduğunu zulmün ise Yüce Allah’ın zatı için imkansız olduğunu iddia
ettiler.
Diğer bir taifede dedi ki: Aksine
adalet, kazası ve kaderi ile cezalandırmamasıdır. Günahtan dolayı cezalandırması
uygun olunca kazası ve kaderiyle olmadığı anlaşılır. Böyle olunca da adalet, bu
dünyada yada ahirette günahtan dolayı cezalandırarak ve yererek karşılığını
vermektir.
Bu taifelere adalet ile kaderi bir
arya getirmek zor geldi. Bunlar şöyle bir iddiada bulundular: Her kim kaderi
isbat ederse, bunun adaletle olduğunu söylemesi imkansızdır. Ve her kimde
adalet iledir derse bunun kader ile olduğunu söylemesi imkansızdır. Nitekim
bunlara Tevhîd ile sıfatların isbatını bir araya getirmekte zor gelmişti.
Bunlar, tevhîdin isbatının ancak sıfatların inkarıyla mümkün olacağını iddia
etmişlerdi.
Böyle yapınca da onların tevhîdi ta’tîl[1523] adaletleri de kaderi
yalanlamak oldu.
Ehli sünnete gelince; onlar her
ikisinin de doğruluğunu isbat ettiler. Onların yanında zulüm, itaat eden ve hiç
günah işlemeyen kimseye azap etmek gibi hakkın (=eşyanın) yerinden başka bir
yere konmasıdır. Bu ise yüce Allah’ın zulümden Kur’ân’da da kendi nefsini
tenzih ettiği bir olaydır. Eğer yüce Allah dilediği bir kimseyi saptırmış ve
günaha hükmetmişse, bir başkasına da isyanı hükmetmişse bu onun hakkında
adaletin katıksızıdır. Çünkü yüce Allah, saptırmayı ve terk etmeyi (nefsi ile
baş başa bırakmayı) layık olduğu yere koymuştur. Bu taifelerin iddiaları nasıl
doğru olur ki? Bütün fiilleri ve hükümleri uygun, doğru ve hak olan adalet yüce
Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sındandır. Yüce Allah yolları açıklamış, resuller
göndermiş, kitaplar indirmiş, sebepleri izah etmiş ve kulaklarla, gözlerle ve
akıllarla hidâyetin ve itaatin sebeplerini sağlam bir şekilde yerli yerine
oturtmuştur. İşte bu O’nun adaletidir Yardımını arttırarak dilediği kimseyi
muvaffak kılmış. Nefsinden ona yardım etmeyi dilemiş ve onu muvaffak kılmıştır.
Bu O’nun fazlı keremindendir. Yardımına
ve fazlı keremine ehil olmayanı da nefsiyle baş başa bırakarak terk etmiştir. Ondan
fazlı keremini keserek kendi nefsinden onu muvaffak kılmayı dilememiş ve adaletini
de ona haram kılmamıştır.
Bunlar iki kısımdır:
Birincisi: İtaatte ve hem
fikir olmada Allah’ın düşmanını tercih etmesi, Allah’tan yüz çevirmesi, O’nun
zikrini ve şükrünü unutması sebebiyle kulun yüce Allah tarafından
cezalandırılmasıdır. Bu kimse terk edilmeye ve nefsi ile baş başa bırakılmaya
layıktır.
İkincisi: Hidâyetin
kıymetini bilmeyeceğini, o hidayete karşılık
Yüce Allah’a şükretmeyeceğini, O’na sena etmeyeceğini ve O’nu
sevmeyeceğini bildiği için başlangıçta bunu onun için dilememesidir. O kulun
hidayete uygun bir mahal olmamasından dolayı Yüce Allah onun için hidâyeti
dilemez.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Aramızdan Allah’ın
kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı! demeleri için
onların bir kısmını diğerleri ile işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri
daha iyi bilmez mi?” (Enâm,
“Allah onlarda bir
hayır görseydi elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile yine onlar
yüz çevirerek dönerlerdi”
(Enfâl,
Yüce Allah, bu nefislerin aleyhine
sapıklığı ve günahı hükmettiği zaman bu katıksız bir adalet olmuştur. Nitekim
yılanın, akrebin ve azgın köpeklerin öldürülmesine hükmettiği zaman -her ne
kadar da bu sıfat üzere yaratılmış olsalar da- bu onlar hakkında adalet
olmuştur.
Burada maksat Rasûlullah (s.a.v.)’ın
şu sözünün bu iki taifeye reddiye olduğudur: “Senin
hükmün benim hakkımda geçen şeydir. Benim hakkımdaki kazan adalettir”
Bu taifenin biri; kul hakkında yüce
Allah’ın hükümlerinin umumunu inkar eden, kulların fiillerinin yüce Allah’ın
kazası ve kaderiyle olmadığını iddia eden ve hükmün sadece emir ve nehiyde
olduğunu söyleyen kaderiye mezhebidir.
İkincisi: Asılsız şeyler
uyduran Cebriyye’dir. Bunlar dediler ki: Takdir olunan her şey adalettir. “Benim hakkımdaki kazan adalettir” sözünde bir fayda
yoktur. çünkü onların yanında adalet, Yüce Allah’ın mümkün olan tüm
fiilleridir. Zulüm ise O’nun zatı için imkansızdır. (Onlara göre,) Rasûlullah
(s.a.v.) sanki şöyle dedi: Benim hakkımdaki kazan geçen ve nüfuz
eden şeydir. Bu da, birincinin aynısıdır.[1524]
Ondan gelen her nimet fazlı
keremdir. Ondan gelen her ceza adalettir. O kullarına karşı, annenin çocuğuna
karşı olan merhametinden daha merhametlidir. O kulunun tevbe etmesine,
tehlikeli bir yerde yiyeceği ve içeceği üzerinde olduğu halde devesini
kaybettikten ve ondan ümidini kestikten sonra bulan kimseden daha çok sevinir.
Yüce Allah, ancak onların gücünün
yeteceği ve takatlerinin altında olan şeylerle onları mükellef kılar. Bazen
güçlerinin aksine kendilerine zor geldiği halde bir şeyi yapabilirler. Buda,
Yüce Allah’ın onlar için kolaylaştırdığı ve o iş için kudretlerini arttırdığı
halde güç yetire bildikleri şeydir. Yüce Allah yapmadığı bir fiilden dolayı hiç
kimseyi cezalandırmadığı gibi başkasının fiilinden dolayı da onu cezalandırmaz.
Yine, gücünün yetmediği bir şeyi terk ettiğinden dolayı hiç kimseyi
cezalandırmadığı gibi terk etmeye gücünün yetmediği bir fiilinden dolayı da onu
cezalandırmaz.[1525]
(ikrah
gibi.)
Yüce Allah, insanlar, yerin ve
göklerin kendisiyle kaim olduğu adaletle hükmetsinler diye resuller göndermiş
ve kitaplar indirmiştir. Her nerede adaletin
emareleri zuhur ederse ve hangi yolla olursa olsun adaletin güzelliği görülürse
Allah’ın şeriatı ve dini oradadır. Yüce Allah, en iyi bilen ve en iyi
hükmedendir. Adalet yollarını, emarelerini ve alametlerini bir şeye has kılmada
ve sonrada ondan daha zahir olanını, delalet olarak daha kuvvetli olanını ve
emare olarak daha açık olanını olumsuz kılmada en adildir. Olumsuz kıldığını
onlardan kılmaz. Ve onların varlığı esnasında ve gereğiyle kaim olduklarında
hükmetmez. Aksine yollardan hükmettiği yolu açıklar. O da maksadının, kullar
arsında adaletin ikame edilmesi ve insanların adaletle hükmetmesi olduğudur.
Adaletin ve hakkı gözetmenin ortaya koyduğu her yol dindendir ve oda dine
muhalif olmaz.[1526]
Adalet, eşyayı layık oldukları
yerlerine koymak ve menzillerine indirmektir. Nitekim zulümde, eşyanın yerinden
başka bir yere konmasıdır.
Yüce Allah hükmü adalet diye
isimlendirdi. Kaderiyye ise hüküm isminin hakikatini inkar etti, onu dinî ve
şer’î olan hükme döndürdü ve bunun da adaletin hakikatini isbat olduğunu iddia
ettiler. Onların yanında adalet kaderin inkarıdır. Bununla birlikte onu zulmün
sonucuna nisbet ederler. Çünkü onlar derler ki: Yüce Allah, ömrünü O (c.c.)’a
itaatle tüketmiş, sonra bir büyük günah işlemiş ve bunun üzerine ölmüş olan kimseyi
ebedi olarak elem verici bir azaba çarptırır.
Eğer denilse ki: Ceza ile hükmetmek
adalettir. Çünkü o günaha karşı cezalandırmaktır. O zaman ehli sünnetin usulüne
göre günah ile hükmetmekte adalet olur. Bu soru ne Kaderiyye’ye, ne de Cebriyye’ye
vazife değildir. Kaderiyeye gelince, onların yanında adalet günaha
hükmedilmemesidir. Cebriyeye gelince, onların yanında da taktir olunan her şey
adalettir. Aslında bu soruyu onlara sormak gerekir.
Bunlara şöyle cevap verilir: Evet, yüce
Allah’ın her kazası kulu hakkında adalettir. Çünkü O, kulu için eşyayı ondan başka bir yerde
güzel olmayacak bir şekilde koydu. O, cezayı koydu. Kazayı sebebiyle ve onu gerektiren
şey ile yerli yerine koydu. Çünkü yüce Allah ceza ile karşılık verdiği gibi
bizatihi günahın kazası ile de cezalandırır. Böylece, günah ile hükmü, önce
geçen günah üzere cezalandırması olur. Çünkü günahlar, bazısı bazısını kazanan
şeylerdir. Bu önce geçen günah ise Rabb’inden gafil olması ve yüz çevirmesi
üzere cezalandırmaktır. Bu gaflet ve yüz çevirme, fıtratın ve yaratılışın aslındadır.
Yüce Allah kimi kemale erdirmeyi dilerse onu kendine çevirir, onu kendine
çeker, ona doğru yolunu ilham eder ve ona hayır sebeplerini verir. Kiminde
kemale ermesini dilemezse onu terk eder, kalbini mühürler ve onu nefsi ile baş
başa bırakır. Çünkü o kemale erdirilmeye uygun değil, onun mahalli buna layık
değil ve hayırdan ona verilecek bir şeyi kabul edecek değildir. İşte burada
kader hakkında kulun ilmi bitmiştir.
Yüce Allah’ın bu kimseyi uygun
kılması ve ona uygun olanı vermesi, diğerini de uygun kılmaması ve ona uygun
olmayan şeyden onu men etmesine gelince bu Rubûbiyyetinin, Ulûhiyyetinin,
ilminin ve hikmetinin gereğidir. Çünkü yüce Allah eşyanın ve zıtlarının
yaratıcısıdır. Bu O’nun kemalini ve isimlerinin ve sıfatlarının tecelli
edişinin gereğidir.
Burada kastedilen, sebebiyle ve
sonucuyla kazasında adil kimselerin en adili olduğudur. Kulu hakkında bir
kazaya ancak ondan başkasında layık olmayan bir mahalde meydana gelecek olanı
hükmeder. Çünkü O; Hâkim, Adl, Ganiyy ve Hamîd’dir.[1527]
*
* *
﴿ اَللَّطِيفُ
﴾
el-LATÎF
“el-Latîf”:[1528] En zor işleri
tüm incelikleriyle bilen ve varlıklara nimetlerini gizli yollarla, kibarlık ve
yumuşaklıkla onlara ulaştırıp ihtiyaçlarını karşılayandır.
Ashab-ı Kehf’in de dediği gibi, “yumuşak davranmak”ta
bu kısma girer:
“Böylece
biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık. İçlerinden biri:
‘Ne kadar kaldınız?’ dedi. (Kimi:) ‘Bir gün ya da günün bir parçası kadar
kaldık’ dediler. (Kimileri de) şöyle dediler: ‘Rabb’iniz, kaldığınız müddeti
daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin
de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin.
Ayrıca, “yumuşak davransın” (=gizli hareket etsin) ve sakın sizi kimseye
sezdirmesin.”[1529]
Örneğin, Hz. Yusuf (a.s)’ın imtihanının zahir
(=dış) yönü; onun, babasından ayrılması,
kuyuya atılması, köle olarak (pazarda) satılması, evinde kaldığı kadın
tarafından ayartılmaya çalışılması,
kadının Hz. Yusuf (a.s)’ı yalanlaması, hapise atılması, (kısaca her
türlü) sıkıntı ve musibettir. Batın (=iç) yönü ise; yüce Allah’ın dünya ve ahirette onun mutlu olması için sebep kıldığı
her türlü nimet ve lütuftur.
Yine kullarını musibetlerle imtihan etmesi, onlara
kötü şeylerden kaçınmalarını emretmesi, şehevi istek ve duyguları onlara yasaklaması, hep bu türdendir. Bütün
bunlar, dünyada ve ahirette insanları mutluluğa ulaştıran yollardır. Çünkü
cennet, hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem ise şehevi istek ve
duygularla çevrilmiştir.[1530]
Hz. Peygamber (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah, mümin kimseye, ancak onun için hayr
olacak bir hüküm verir: Ona memnun olacağı bir şey isabet etse, şükreder. Bu
onun için bir hayr olur. Zarar isabet etse, sabreder. Bu da onun için bir hayr
olur”[1531]
Her halükarda hüküm, tamamen, kendisine şükür ve
sabr verilen kimse için hayrdır.
Yine Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz.
Muhammed (s.a.v)’in başına gelen işler de türdendir. Bu işler, dış görünüşü itibariyle, sıkıntı ve bela
şeklindedir. İç yönü
itibariyle ise, onları eşsiz bir gayeye ve mutluluğa götüren gizli yollardır.
Örneğin, bu konuda Hz. Musa’nın kıssasını bir
düşünün. Allah, Hz. Musa’ya; firavunun yeni doğan çocukları boğazladığı vakitte
onu Mısır’dan çıkartmada ve annesinin kederle karşılaştığı bir sırada annesine
Musa’yı emzirmesini ilham etmede hep lütufkar davranmıştır. Yine Musa’yı,
helakını onun ellerinde takdir ettiği ve dilediği zaman erkek çocuklarını kesen
ve kız çocuklarını da evine atıp odalık olarak kullanan düşmanının evine,
lütfuyla yollamış, daha sonra bekarlık ve imkansızlıktan sonra onun için
evlenmeye ve zenginliğe ulaştıran bir sebep takdir etmiş, daha sonra da
kanıtını göstermesi için onu düşmanının yurduna göndermiş, daha sonra onu ve
kavmini kaçma şeklinde düşmanının yurdundan onu çıkarmıştır. Bu olaylar,
onların gözleri önünde, düşmanlarına karşı mümin kullarına yardım etmenin ve o
düşmanları yok etmenin en güzel yanıdır.
İşte bu olaylar, yüce Allah’ın ne yaptığını
açıklamaktadır. Çünkü Allah, eksiksiz bir rahmet ve bol bol nimet içermesiyle
birlikte yarattığı varlıkların akıllarının eremeyeceği övülmüş sonuçlar ve yüce
hikmetler kastetmektedir. Bunu da, kullarına; isimlerini ve sıfatlarını tanıtmak
için yapmaktadır.
Yine Hz. Adem’in, yasak olan ağaçtan yemesi ve bu
sebeple cennetten çıkması da, O’nun açık hikmetlerindendir. Akıllar, bu tür
işlerin detaylarını anlamayabilir!!
Kendilerine nimetlerini ulaştırdığı ve sonuçları
göründüğünde ancak tanımaya yöneldikleri gizli yollar hususunda eşsiz olmaya,
mutlu olmaya sevk ettiği kullarına ve dostlarına yapmıştır. Bu öyle bir iştir
ki; kalp/ruh bu işin detaylarını tanımada zorluk çeker ve dil bu işi
yorumlamada zorlanır.
Allah’ın yarattığı varlıkların en iyileri, nebileri
ve resulleridir. Bunların en iyisi ve en belirgin olanı ise, sonuncusudur. Bu
son peygamberin ümmeti; Allah’ı, O’nun isimlerini ve sıfatlarını bilme yönünden
çeşitli derecelerde ve mertebelerdedir.
Yüce Allah, gökleri ve yeri yaratmadan önce bu konu
ile ilgili her türlü bilgiyi kuşatmıştır. Bununla ilgili bilgiyi takdir edip
kendi katında yazdırmış, daha sonra da bu konuyu meleklere -insanı yaratmadan
önceki Kitap’ta- yazmalarını emretmiş ve bu konuyu uygun bir hale ve duruma getirip
bir Kitab’a yazdırmıştır. Melekler, bunu, yüce Allah’ın kendi katında
yazdığından ve belirlediğinden hiç bir şey ne eksik ve ne de fazla bir şekilde
yazmıştır. Bu konu, bu bilgiyi
yazdırmadan önce de O’nun ilminde vardı. Sonra bu konuyu, kendi ilminde olduğu
gibi yazdırdı. Daha sonra da bu konuyu, yazdırdığı gibi buldu.
“Bilmez misin ki, Allah, gökte ve yerde ne varsa hepsini
bilir. Şüphesiz bunlar bir ‘kitap’tadır. Hiç şüphe yok ki bunlar, Allah’a pek
kolaydır”[1532]
Yüce
Allah, kullarını yaratmadan önce onların durumlarını, ne işleyeceklerini ve ne
yapacaklarını bildi. Daha sonra onlar hakkında bildiğini ortaya çıkarmak için
onları bu dünyaya göndermiştir. Bilinen şeyin ortaya çıkması için onları emr,
yasak, hayr ve şer konularında imtihan etmiştir. Onlar, daha önce geçen bilgiye
uygun fiiller ve sıfatlar yapmaları sebebiyle övgüyü, yerilmeyi ve cezayı hak
etmişler yada hak etmemişler. Bunlar, insanlar daha bu şeyleri işlemeden önce O’nun
ilminde vardı.
“İlmine
göre bizi nasıl cezalandırdın? ve Bu, elbisemizin ve kudretimizin altına girmez”
dememeleri için onları kınamak ve onlara delili ispat etmek için; peygamberler
göndermiş, kitaplar indirmiş ve şeriatlar koymuştur. Allah’ın, onların
yaptıklarıyla ilgili bilgisi ortaya çıkınca, imtihanın ve denemenin ortaya çıkardığı
bilinen şey üzerine (onlara) ceza gerekli olmuştur.
Nitekim
onların Allah’ın emri ve yasağı hususunda imtihan edilmesi, dünyanın onlar için
süslenmesiyle ve onların içerisine şehevi duygu ile istekleri yerleştirmesiyle
olan imtihan gibidir. İşte Allah’ın bu tür imtihanı; şeriatı, emri, hükmü ve
kudreti ile ilgili bir imtihandır.
Yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Biz, insanlardan hangisinin daha güzel amel edeceğini imtihan
etmek için yeryüzündeki şeyleri onlara süs olsun diye yarattık”[1533]
Yine
yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“O, öyle bir Allah’tır ki, hanginizin daha güzel amel
işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arşı da su
üstündeydi”[1534]
Yüce
Allah, bu âyeti kerimede, kullarını imtihan etmek için gökleri ve yeri, emri ve
yasağı yarattığını haber vermektedir. İşte O’nun bu yaratması, yarattığı
varlıkları (niçin) yarattığını gösteren bir belgedir.
Bundan
önce geçen âyette ise; ölümü ve hayatı, yine kullarını imtihan etmek için
yarattığını haber vermektedir. Çünkü kullarını, emretmesi ve yasaklaması ile
ilgili hususlarda imtihan etmek için diriltmiştir. Onlara, sevap ve cezadan
meydana gelen bu imtihanın sonucunu elde etmeleri için ölümü takdir etmiştir.
Birinci âyette;
bazılarını bazısıyla ve nimetlerle, musibetlerle imtihan etmesi sebebiyle kendi
katında bunlardan hangisinin daha tercih edileceği hususunda onları imtihan
etmek yeryüzünü onlar için süslediğini bildirmektedir. Bu imtihan; Allah’ın,
kulların hakkında, daha önce açık bir şekilde var olanı bildiğini ortaya
çıkarmaktadır.
İnsanların
ve cinlerin atalarından her biri, diğeriyle imtihan edildi. Bundan dolayıdır
ki, Allah’ın, Hz. Adem ile İblis’in imtihanının mahiyetini bildiğini
göstermektedir. Çünkü yüce Allah, meleklere bununla ilgili şöyle buyurmaktadır:
“Ben sizin bilmediklerinizi bilirim”[1535]
Bu
imtihan, kıyamet gününe kadar, insanların ve cinlerin soylarından gelenler için
sürecektir. Bundan dolayı peygamberler, ümmetleriyle imtihan edilmiştir.
Ümmetleri de peygamberlerle imtihan edilmiştir. Yüce Allah, (kudsi bir
hadiste,) kulu, elçisi ve dostu olan kişiye şöyle hitap etmektedir:
“Doğrusu ben seni, imtihan edeceğim ve seninle (başkalarını)
imtihan edeceğim”[1536]
Yüce
Allah’ta bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Sizi, bir imtihan olarak, kötülük ve iyilikle deneyeceğiz.
Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz”[1537]
Yine
yüce Allah’ta bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Sizin bir kısmınızı, bir diğerine fitne (=imtihan sebebi) kıldık”[1538]
Bu husus, sahih bir hadiste ise şu şekilde geçmektedir:
“(İsrail oğullarından) üç
kişi var ki, Allah, bunları imtihan
etmek istedi. Bunlar; abraş,[1539] kel ve kör. İmtihan, Allah daha
onları yaratmazdan önce kendi ilminde onlarla ilgili varolan hakikatleri ortaya
çıkardı. Köre gelince, o, fakir bir kimse olduğundan Allah’ın, kendisi üzerindeki
nimetini itiraf etmişti. Allah, ona, göz ve zenginlik vermişti. Çünkü Allah,
bir şükür ifadesi olarak istekte bulunan kimseye bol bol ihsanda bulunmuştu…
Kel ve abraşa gelince,
onların her ikisi de, şimdiki hallerinden önceki kötü hallerini ve fakirlik
durumlarını inkar etmişlerdi. Abraş, zenginliği hususunda:
- ‘Ben bu malı ancak büyükten büyüğe (geçen bir miras olarak)
elde ettim’ dedi.”[1540]
Bu, insanların çoğunun durumunu göstermektedir. Çünkü bu tür
insanlar, daha önce kendilerinde var olan eksiklik, cahillik, fakirlik ve
işlediği günah ile ilgili hususları kabul etmektedir. Yüce Allah, bunu, var olanın zıddına nakletti. Bununla o kimseye nimet
verdi.
İşte bundan dolayıdır ki, yüce Allah, insana; yaratılışının
başlangıcında hakir bir sudan meydana geldiğini,
daha sonra sapasağlam bir insan oluncaya kadar onun yaratılışını bir halden
diğer bir hale, evrelere ve kademelere döndürdüğünü bildirmektedir. Böylece
insan işitiyor, görüyor, saldırıyor ve biliyor. Fakat insan, yaratılışının
başlangıcını unuttu. Bu nasıl olur? Rabb’inin kendisine verdiği nimetleri
itiraf etmez? Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Onlardan her biri, nimetlerle donatılmış cennete gireceğini
mi umuyor? Hayır, Biz, onları bildikleri şeyden yarattık”[1541]
(Âyette
geçen) bu iki cümle arasındaki bağı düşündüğün zaman, bu iki cümlenin altında
marifet ve ilim hazinelerinden büyük bir hazine olduğunu bulursun. Çünkü yüce
Allah, insanın yaratılışının başlangıcını, onların bildikleri nutfe/damla
(=meni)den olduğuna işaret etmektedir. Âyet; Allah’ın varlığına, birliğine,
eşsiz oluşuna, Rab ve İlah oluşunda tek oluşunu göstermektedir. Bununla
birlikte O’nun insanları başıboş olarak bırakması, peygamber göndermemesi ve
bir kitap indirmemesi uygun olmaz. Yine O’nun insanları öldürdükten sonra onları
yeniden yaratamamaktan ve hayr ile kötülük türünden işlediklerinin karşılığının
vereceği yurda onları gönderememekten aciz değildir. Onlar yalancı oldukları,
peygamberleri yalandıkları, Allah’ı yine Allah’ın yarattığı varlığa denk tuttukları
ve hangi şeyden yaratıldıklarını bildikleri halde cennete girmeyi nasıl
arzularlar?
Bu,
yüce Allah’ın şu sözüne benzemektedir:
“Biz, sizi yarattık; öyleyse tasdik etmeniz gerekmez mi?”[1542]
Onlar,
Allahın, kendilerini yarattığını tasdik ederler. Fakat nasıl yarattığını; o’nu
birleme, tanıma ve peygamberlerini doğrulama şeklinde onlara delil
getirmektedir. Ayrıca da onları buna davet etmektedir. Çünkü O’nun isimlerini,
sıfatlarını, birlemeyi ve peygamberlerini doğrulamayı kabul etme ve O’na kavuşmaya iman etme, yine O’nun
yarattığı şeylerdendir. “Nimetler sûresi” diye de bilinen Nahl sûresi, (
“O (Allah), insanı, bir meniden (=spermadan) yarattı. Bir de
bakarsın ki o, Rabb’ine karşı apaçık bir düşmandır. Allah, yarattıklarından
sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlarda barınaklar yarattı. Sizi
sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyan elbiseler (=zırhlar)
yarattı. İşte böylece Allah, Müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır.”[1543]
Yüce
Allah, bu âyetlerde; insanlara verdiği asıl ve fer’i nimetlerini hatırlatıyor,
onlara bu nimetlerini tek tek sayıyor, onlara Müslüman olmaları için bu
nimetleri verdiğini haber veriyor. Böylece onların üzerine olan nimetini, nimetlerin
aslı olan İslam’la tamamlamaktadır. Sonra da kendisini inkar eden ve verdiği
nimetlere şükretmeyen kimseleri de şu sözüyle haber veriyor:
“Hem Allah’ın nimetini bilirler, sonra da onu inkâr ederler.
Onların çoğu kâfir kimselerdir”[1544]
Mücâhid
der ki: “Kureyşli kafirler; evleri, nimetleri, (kendilerini sıcaktan koruyan)
elbiseleri ve (yine savaşta onları koruyan zırhtan yapılmış) demiri bilmekteydiler. Sonra da “Bu,
atalarımıza aittir. Bunlar bize onlardan miras kaldı” demekle de Allah’ı inkar
etmekteydiler.”[1545]
Avn
b. Abdullah der ki: “Kureyşli kafirler, ‘filanca kimse olmasaydı, (başımıza) şu
şu gelecekti’ derlerdi. (Halbuki onlar, fayda ve zararın yalnızca Allah’tan
geldiğini de bilmekteydiler)”[1546]
Ferrâ
ile İbn Kuteybe ise bu konuda şöyle der: “Kureyşli kafirler, nimetlerin Allah’tan
olduğunu bilmekteydiler. Fakat ‘Bu,
atalarımızın şefaati sayesinde olmaktadır’
derlerdi.”[1547]
Bir
grup alim ise bu konuda şöyle der: “Burada ‘nimet’le kastedilen, Hz.
Muhammed (s.a.v)’dir. Buna göre nimeti inkar
etmek, onların, Hz Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğini inkar etmeleridir.” Bu
görüş, Mücâhid ile Süddî’den[1548]
rivayet edilmiştir. Bu görüş, inkarın hakikatine en yakın görüştür.
Birinci,
ikinci ve üçüncü söze gelince; Kureyşli kafirler, nimeti, Allah’a değil de, O’ndan
başkasına nispet ettiler. Nimeti Allah’tan başkasına nispet etmeleri sebebiyle
Allah’ın nimetini inkar ettiler. Çünkü onlar, Allah’ın nimetini inkar ederek
şöyle diyorlardı: “Bu (nimetler), ancak atalarımıza aittir. Biz bu nimetleri,
büyükten büyüğe geçen bir miras olarak aldık.” Bu kimse, abraş ve kel kimse
gibidir. Çünkü bu iki kimse, (daha önceki hadiste de geçtiği üzere) Allah’ın
kendilerine verdiği malı bildikleri halde inkar etmişler ve: “Bu mal bize ancak
büyükten büyüğe geçen bir miras olarak aldık” demişlerdi. Bunun üzerine
(Melek:) “Eğer ikinizde yalancılardan iseniz, Allah sizi eski halinize çevirsin”
demişti.[1549]
Nimetin
atalarından aldıkları bir miras olması, Allah’ın onlara verdiği nimetin
mahiyetini daha iyi ortaya çıkarmaktadır. Çünkü Allah, nimeti onların atalarına
vermişti. Sonra da onları, bu nimete mirasçı kılmıştı. Ataları, Allah’ın onlara
verdiği nimetle rızıklandıkları için onlar atalarını tamamlamış oldular.
“Filanca kimse olmasaydı, (başımıza) şu şu gelecekti” sözüne gelince, bu söz, “filanca kimse olmasaydı, (başımıza)
şu şu gelecekti” diyen kimseye nimetin verilmesinin kesin olduğunu
içermektedir. Nimetin verilmesi, zarar ve fayda olarak, kendisine yada
başkasına sahip olamayan kimseyedir.
Bunun gayesi, yüce Allah’ın kendi eliyle nimetini uygulamaya geçirdiği
sebebin bir parçası olmasıdır. Sebep, bir şeyi ortaya çıkarmada tek başına
yeterli değildir. Bunu bir sebep kılması, Allah’ın ona verdiği bir nimetidir.
Dolayısıyla da o kimse, bu nimetle nimetlenmiş olmaktadır. Yine o kimse, bunu,
nimetin parçalarından kılması sebebiyle nimetlenmiş olmaktadır. Sebep ve
müsebbep (=sebep kılınan/sebebi sonucu), Allah’ın nimet vermesindendir. Yüce
Allah, bazen bu sebeple nimet verir. Bazen de bir sebep olmaksızın nimet verir.
O zaman O’na bir tesir olmaz. Bazen de sebeplendirmek için sebebi hükmü altına
alır. Bazen de bunun gerektirdiği şeyin zıddını sebebe göre düzenler. O halde
Allah, birdir. Hakikate göre nimetini verir.
“Bu nimet, atalarımızın şefaati sayesinde olmaktadır” diyen kimseye gelince, bu söz; nimetin, sahibinin dışında
başka birisine nispet edilmesi sebebiyle şirk içermektedir. Allah’tan başkasına
ibadet edilen ilâh, Allah katında şefaat eden kimseden daha aşağı ve daha düşük
bir seviyededir. Bu ilâh, değersiz olma ve azab konusunda ona tapanlarla birlikte
hazır bulunur. Yarattıkları içerisinde Allah’a en yakın ve en sevimli olanı,
ancak Allah’ın izninden sonra razı olacağı bir şekilde onun katında şefaat
yetkisi verilen kimsedir. Allah’ın izniyle gerçekleşecek olan şefaat, O’nun
nimetlerindendir. Allah, bu şefaat ile, şefaati kabul etmek sûretiyle ve
şefaatte bulunacak kimseye bu imkanı vermek sûretiyle nimet vermektedir. Çünkü herkesin şefaatte bulunma
imkanı yoktur. O halde O’nun dışında hakiki olarak nimet veren kim vardır?!.
Yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Sahip olduğunuz her bir nimet, Allah’tandır”[1550]
Kulun
sahip olduğu her bir şey; göz açıp kapayıncaya kadar O’nun nimetinden,
lütfundan, ihsanındandır. İşte bundan
dolayıdır ki, yüce Allah, nimetten bir şey verip sonra da: “Bu bana ancak katımda bulunan bir ilme göre verilmiştir” diyen kimseyi yermektedir.
Bu
husus, diğer bir âyette ise şöyle ifade edilmektedir:
“İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra
kendisine tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da: ‘O bana bir bilgi
üzerine verildi’ der. Belki bu bir imtihandır, fakat pek çokları bilmezler”[1551]
Beğavî
der ki: “(Bu nimet, bana,) Allah’tan bana gelmiş bir ilim üzere (verilmiştir).
Doğrusu bu nimete hakkım var.”
Mukâtil’de
dedi ki: “(Bu nimet,) Allah’ın bana öğretmiş olduğu hayr üzere (verilmiştir).”[1552]
Bu
söz; Allah’ın, hakkı olduğu bilgi üzerine bunu ona verdiğini içermektedir.
Diğerleri
ise şöyle demişlerdir: “Bilakis bilgi ona nefsinden dolayı verilmiştir. Bunun
anlamı şudur: Bu (nimet) ona, çeşitli kazanç yollarını bilmeden ötürü
verilmiştir.” Bu görüş, Katâde ile birçok kimseye aittir.
Mananın
şu şekilde olduğu da söylenmiştir: “Biliyorum ki, dünya hayatında bu bana
verildiğine göre, Allah katında benim önemli bir değerim ve şerefim var.”
Bu,
Mücâhid’in şu sözünde geçen manaya da benzemektedir: “Bu (nimet), ona, üzerinde
bulunduğu şereften dolayı verilmiştir.”
Yüce
Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
“Bilakis o (nimet), bir imtihandır”[1553]
Yani
verilen bu nimetler, bir fitne olup kendisine nimetler verilen kimseyi bu
nimetler hususunda deneriz. Bir sıkıntı olup kendisine nimetler verilen o
kimseyi bu nimetlerle imtihan ederiz. Bu, onun seçmesini ve sakındığını göstermez.
Bize sevimli olan, bize yakın olandır. İşte bundan dolayı yüce Allah, bu
hususu, Kârûn ile ilgili kıssada şöyle anlatmaktadır:
“Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan
daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti.
Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).”[1554]
Allah’ın
bir kimseye mal, kuvvet ve servet vermesi; kendisine bu nimetleri verdiği o
kimseden razı olduğunu, o kimsenin derecesinin saygın olduğunu ve Allah katında
yüce bir mertebeye sahip olduğunu göstermektedir. Allah, Kârûn’a verdiğinden
daha fazlasını verdiği o kimseyi helak etmiştir. Bu nimetlerin çok olmasına
rağmen onları helak etmiştir.
Bilinmelidir
ki, Allah’ın bir kimseye bazen bir şey vermesi, bir sevgi ve rıza olmayıp
aksine bir imtihan ve bir fitnedir. İşte bundan dolayı yüce Allah, “Bilakis o (nimet), bir imtihandır” (Zümer:
Yüce
Allah’ın şu sözü, bu manayı desteklemektedir:
“Gerçekten bunu, onlardan önce geçenler de söylemişti. Fakat
onların kazandıkları şeyler, kendilerine fayda sağlamadı. Sonunda da kazandıkları
o amellerin kötülükleri, kendilerine gelip çattı. Bunlardan o zulmedenleri de
kazandıklarının kötülükleri yakında onlara gelip bulacaktır. Onlar da bunu
atlatacak değillerdir.”[1555]
Yani
gerçekten bu sözü, onlardan önce geçenler söylemişti. Ki onlara nimet vermiştik.
Abdullah
ibn Abbâs der ki: “Onlar, Allah’ın, dünyada kendilerine verdiği nimete karşı
şımardılar. Verilen bu nimete sevindiler ve haddi aştılar. Ve ‘Bu, Allah’ın
bize verdiği bir yüceliktir’ dediler.”
Yüce
Allah’ın “Fakat onların kazandıkları
şeyler, kendilerine fayda sağlamadı” (Zümer:
Ebu
İshâk[1556]
der ki: “Âyetin manası: “Allah bunu bize ancak yüceliğimizden dolayı verdi.
Çünkü biz buna layıkız” sözlerinde geçmektedir. Halbuki onların amelleri boşa
çıkmıştır. Dolayısıyla da amellerin boşa çıkması, “Fakat onların kazandıkları şeyler, kendilerine fayda sağlamadı”
(Zümer:
Daha
sonra Allah, onların bu yalancı zanlarını, “Bilmezler
mi ki muhakkak Allah rızkı dilediği kimseye yayar ve kısar.” (Zümer:
“Bu (nimet), bana ancak bende olan ‘bir bilgi dolayısıyla’ verilmiştir”
(Kasas:
Yine
bu anlatılana, yüce Allah’ın şu sözü de uygun düşmektedir:
“Ama insan, her ne zaman Rabb’i onu sınayıp da ikramda bulunur,
nimet verirse, ‘Rabb’im bana ikram etti’ der. Ama her ne zaman da sınayıp
rızkını daraltırsa, o vakit de, ‘Rabb’im beni zillete düşürdü’ der”[1557]
İnsan,
bunu, kendisine Rabb’inin verdiğini itiraf etmektedir. Fakat bunu, yüceliğinden
olduğunu zannetmektedir.
Birinci takdire göre âyet;
nimeti, Allah’ın lütfuna ve ihsanına değil de kendi nefsiyle, bilgisiyle ve
gücüyle bağlantı kuran kimsenin durumunu yermeyi içermektedir. İşte bu, küfrün
ta kendisidir. Çünkü şükrün başı, nimeti itiraf etmektir. Nimet ise, yalnızca
nimet veren Allah’tandır. Nimet, (Allah ile değil de) bir başkasıyla bağıntı
kurulursa o zaman nimet inkar edilmiş olur.
Bir
kimse: “Bu, bana, bende olan bilgi ve tecrübem dolayısıyla verilmiştir” dediği
zaman, o kişi, nimeti, kendi nefsiyle bağıntı kurmuş olur ki, doğrusu buna
şaşılır. Nitekim bu; bazı kimselerin, nimeti, “Bizden
daha kuvvetli kim vardır?” (Fussilet:
İkinci takdire göre ise âyet;
nimeti hak ettiğinden dolayı Allah’ın, kendisine nimet verdiğine inanan kişiyi
yermeyi içermektedir. Buna göre yüce
Allah, nimetin sebebini, nimeti elde etmek sûretiyle hak ettiği sıfatı göstermektedir.
Halbuki bu nimet, o kimseye, Allah’ın bir ihsan ve ikram olarak verdiği bir
mükafattır. Dolayısıyla nimeti, o kimsenin vasıflandığı şeye sebep kılmıştır.
Çünkü kişi, bu nimetin, kendisi için, şükür mü olduğu, yoksa inkar edeceği bir
imtihan ve sınanma mı olduğunu bilememektedir. Bu, onun düşündüğü gibi bir
mükafat değildir. Eğer bu, işlediği bir mükafat yada yerine getirdiği bir iyilik olsa, zaten
Allah, o kimseye bu sebeple nimet verendir. O Allah, sebep olunan şeyle ve
mükafatla nimet verendir. Bütün bunlar; Allah’ın lütfunun, ihsanının ve cömert
oluşunun ta kendisidir. Kula, kendisinden dolayı, zerre miktarı hayr yoktur.
Her iki takdire göre âyet;
o kişi, nimeti, her yönden Rabb’iyle bağlantı kurmamıştır. Eğer nimeti, Rabb’iyle,
bir şekilde bağlantı kuracak olursa, Allah, nimetlerin hakikatine ve
sebeplerine her türlü şekilde nimeti veren sadece O’dur. Nimetin sebepleri,
kula nimet verendendir. Eğer kul, nimeti, çalışmakla elde etmiş olsa bile, yine
de çalışmasıyla elde ettiği bu nimet, Allah’ın nimetindendir. Çünkü her nimet,
şükredilinceye kadar sadece Allah’tandır. Şükür, nimettir. Nimet ise Allah’tandır.
Herkes, Allah’a ancak nimetiyle şükretmeye güç yetirebilir. Şükretmek de, Allah’tan
bir nimettir. Nitekim Hz. Dâvud (a.s.) bu konuda:
“Ey Rabb’im! Senin şükrüne ancak yine Senin nimetinle erişip
dururken, ben, Sana nasıl şükredeceğim?” dedi.
Bunun üzerine Allah:
-
‘Ey Dâvud! İşte şimdi bana şükretmiş oldun’ buyurdu.[1558]
Bunu, İmam Ahmed rivayet etmiştir.
Yine
Hasen (el-Basrî’nin) şöyle söylediği nakledilmiştir: Dâvud (a.s) dedi ki: “İlahi! Vücudumdaki kıllardan her birinin ikişer tane dili
olsa,
Burada
kastedilen husus şudur: Şükreden kimsenin durumu, “Bu (nimet), bana ancak bende olan ‘bir bilgi dolayısıyla’
verilmiştir” (Kasas:
“İnsan, iyilik istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir
kötülük dokununca üzülür ve ümitsizliğe düşer. Andolsun ki kendisine dokunan
bir zarardan sonra, biz ona tarafımızdan bir rahmet tattırsak, o: ‘Bu (iyilik),
benim hakkımdır. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabb’ime döndürülmüş olsam
bile mutlaka O’nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır’ der. Biz, o
inkâr edenlere, yaptıkları şeyleri mutlaka haber vereceğiz ve onlara ağır bir
azap tattıracağız.”[1560]
‘Bu (iyilik), benim hakkımdır’ ifadesi ile ilgili şu açıklamalara yer verilmiştir:
Abdullah
ibn Abbâs der ki: “(O kişi, ‘bu benim hakkımdır’ sözüyle,) ‘benden kaynaklanan
bir şeyi kast etmektedir.”[1561]
Mukâtil’de
der ki: “Buna en layık olan kişi benim demektir.”
Mücâhid’de
der ki: “Bu iyiliği, amelim sayesinde elde ettim. Dolayısıyla da ben bu iyiliği
hak ettim.”[1562]
Zeccâc’da
der ki: “Bu iyilik, amelimle hak ettiğim bir vazifedir.”
Görüldüğü
üzere insan, en çirkin iki sıfatla nitelenmiştir: Eğer ona bir kötülük
dokunursa, ümitsizlik haline kapılır ve bu ümitsizlikten dolayı susup kalır.
Eğer ona bir iyilik dokunursa, Allah’ın, kendisine nimet verdiğini ve lütufta
bulunduğunu unutup şımarır ve bu nimeti hak ettiğini zanneder. Daha sonra da
öldükten sonra dirilmeye dair yalanlamasını da buna ilave edip: “Kıyametin kopacağını da sanmıyorum” (Kehf:
İbn
Kayyim, nazım olarak der ki:
“Allah, kuluna ve kulu için “el-Latîf” (=yumuşak davranan)dır.
“Lütuf, Allah’ın vasıfları hususunda iki kısma ayrılır:”
“(Birincisi:) İşlerin sırlarını bilgiyle idrak etmek,”
“(İkincisi:) (Kuluna) ihsanda bulunma ile ilgili durumlarda latif
olmak.”
“(Kul,) izzetli oluşunu sana gösteriyor ve lütfunu ortaya çıkarıyor.”
“Dikkatsiz davranma ile ilgili hususlarda kul, önemli bir
yere sahip olmaktan uzak olur.”
İbnü’l-Esîr “Nihâye”de der ki: “Yüce Allah’ın
isimleri içerisinde “el-Latîf” ismi de var. Latîf, bir işi yapma hususunda yumuşak olmayı ve faydalı şeyleri
yaratıklarından dilediğine güzellikle ve incelikle ulaştırmada işlerin en ince ve en gizli
yönlerini kendisinde toplayan zat demektir.[1565]
“el-Latîf” kelimesi;
‘yumuşak davranmak’ (=rıfk) anlamında kullanıldığı zaman, mazi fiilinin (orta
harfinin) fethalı okunmasıyla لَطَف (letafe) - يَلْطُفُ (yeltufu) - لُطْفاً (lutfen) denilir. Mazi
fiilinin (orta harfinin) dammeli (=ötreli) okunmasıyla لَطُف (letufe) – يَلْطُفُ (yeltufu) şeklince olunca,
o zaman ‘hoş olmak’ (صَغُرَ) ve ‘ince olmak’ (دَقَّ) anlamında olur.”[1566]
Râgıb el-İsfehânî’de “Müfredât”ta der
ki: “Lütuf kelimesi, bazen duyu organlarının idrak edemeyeceği ince
şeylerle ifade edilir. Lütuf kelimesini, bu şekilde Allah’a vasf etmek, O’nun
ince işlerle tanınması ve kullarını hidayete erdirmede yumuşak davranması
doğrudur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah (kıyamet gününden korkup vazifesini yapan) kullarına
çok lütufkârdır”[1567]
“Doğrusu Rabb’im, dilediğine lütfunu ihsan eder”[1568]
Yani
Allah; kardeşleri, Hz. Yûsuf’u kuyuya attıklarında onu kuyudan çıkarmakla ona
ihsanda bulunmuştur.”[1569]
Üstad
Abdurrahman es-Sa’dî konu ile ilgili olarak şöyle der: Yüce Allah, kuluna karşı,
gerek iç dünyasıyla ilgili işlerinde ve gerekse de dış dünyasıyla ilgili
işlerinde son derece yumuşak davranır. Onu, kendi iyiliğine ve hayrına olacak
şeylere doğru hissettirmeden yöneltir. İşte bu; O’nun bilgisinin, rahmetinin ve
cömert oluşunun alametlerindendir.
Müellif
İbn Kayyim, “el-Latîf” isminin iki manada olduğunu belirtmiştir:
Birincisi: O, her şeyden haberdardır. O’nun
ilmi; her türlü sırları, gizli işleri ve kalplerin gizlediği şeyleri, gaybi
konularını, meselelerin arka planlarını, her şeyin en ince ve gizli yönlerini
kuşatır. O, bunlardan hiçbir şeyin kendi bilgi ve tecrübesinden uzak olmayacak
şekilde kendisi için mümkün olan her türlü durumu bilir.
İkincisi: Kuluna ve dostuna karşı
son derece lütufkardır. Ona ihsanda bulunur, lütfu ve ikramıyla onu kuşatır ve
onu yüksek mertebelere eriştirir. Onu, kolay olana yaklaştırır ve zor olandan
ise uzaklaştırır. Onun hoşuna gitmeyen ve sıkıntı veren her türlü imtihanları
ve sınamaları onun üzerinde gerçekleştirir. Bu imtihan ve sınamaların meydana
gelmesinde, dünya ve ahirette kulu için menfaatler, mutluluklar ve güzel bir
sonuç olduğunu bilir. Nitekim peygamberleri, kavimlerinin eziyetiyle ve Allah yolunda
cihad etmekle imtihan etmiştir. Yine dostlarını da, arzu ettiklerine nail
olmaları için hoşlanmadıkları şeylerle imtihan etmiştir.
İşte
bu anlattıklarımız; musannifin sözünde geçen فيريك
عزَّته yani “hoş görmediğin imtihanınla” ve ويُبدي
لطفه yani “övülmüş sonuçlar ile sevinçli
bitişler” sözünün anlamıdır.
Kul,
gerek yönetme (=velayet), gerek lider olma (=riyaset) ve gerekse insanlar
arasında en sevilen faktörlerden birinin sorumluluğunu alma gibi nice dünyevî
şeylere gözünü diker. Allah ise, kulunun dinine zarar vermemesi için kulunu bu
tür şeylerden uzaklaştırmaya çalışır ve kuluna olan rahmetinden dolayı bu tür
şeyleri ondan kaçındırır. Kul ise (bunları elde edemediği için) cahilliğinden
ve Rabb’ini yeterince tanımamasından dolayı üzüntülü bir şekilde (hâlâ bunları
elde etme hususunda) ısrarını sürdürür. İstekte bulunanlar, ister söz lisanı veya
hal lisanıyla istemiş olsunlar, ister isteyen kimse mümin yada kafir ve iyi
yada günahkar olsun, eğer kul, (bilmediği nice şeylerin) kendisi için
hazırlandığını (ve bu konuda ona iyiliğin murad edildiğini) bilmiş olsa, (Allah’a
hamd eder ve bundan dolayı da O’na şükreder.)[1570]
O
halde kim istemiş olduğu şeyi doğru bir
şekilde, elde ettiği şeyi istekli ve gelecekte olma ihtimali olan zilletin ve
fakirliğin bilincinde olarak Allah’tan istemiş olursa, Allah, o kimseye,
istediği şeyi verir ve onu dilediği şeye nail kılar. Çünkü Allah; vermiş olduğu
sözü tutar, kuluna karşı rahîmdir, cömerttir ve kerîmdir.
Allah,
bu geniş cömertliğini, dostlarına; gözlerin göremediği, kulakların işitemediği
ve insan kalbinin hissedemediği yücelik, karar kılma ve rahmet yurdunda
hazırlamıştır.[1571]
* * *
﴿ اَلْحَلِيمُ
- اَلْعَفُوُّ
﴾
el-HALÎM
- el-AFUVV
İbn
Kayyim nazım şeklinde der ki:
“Allah, “el-Halîm”dir. Dolayısıyla işlediği isyandan (pişman
olup) tevbe etmesi için kulunu cezalandırmada acele davranmaz.”
“Allah, “el-Afuvv”dur. Dolayısıyla O’nun affı, yeryüzü sakinlerini
yönetmek için onların başına geçen insanı kuşatmıştır.”
Üstad
Abdurrahman es-Sa’dî, bu iki beyti açıklama mahiyetinde şöyle der: “el-Halîm”[1572] ve “el-Afuvv”, yüce Allah’ın isimlerindendir. “el-Halîm” şu
anlama gelmektedir: O Allah; kafirleri, fasıkları ve isyankarları da içine alan
kamil bir hilme sahiptir. Onlara karşı mühlet verir ve tevbe etmelerine fırsat
vererek onlara ceza vermede acele davranmaz. O isteseydi, onları günah işler
işlemez hemen cezalandırabilirdi. Çünkü işlenen günahlar, hemen arkasından acil
ve çeşitli cezaları gerektirir. Fakat yüce Allah’ın hilmi, onlara mühlet
vermeyi gerektirmektedir.”
Nitekim
yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Bununla beraber Allah, insanları, kazandıkları (günahlar)
yüzünden hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat
onları belli bir süreye kadar erteliyor. Nihayet ecelleri gelince gereğini
yapar. Şüphe yok ki Allah, kullarını görmektedir”[1573]
“el-Afuvv”a[1574]
gelince, O; kullarından meydana gelen günahları da içine alan geniş bir affa
sahiptir.
Afuvv,
özellikle de affa sebep olan istiğfar, tevbe, iman ve salih amel gibi şeyleri
yerine getirdikleri zaman, kullarının işlediği bütün günahları affeden
demektir… Allah, kullarının tevbelerini kabul eder ve işledikleri suçları/kötülükleri[1575]
affeder. Çünkü O, affedicidir. Affetmeyi sever. Kullarının, affa ulaşmalarına
sebep olan şeyleri yerine getirmek için çalışmalarından hoşlanır. İşte bunlar,
O’nun rızasını kazanmak için çalışmak ve O’nun yarattıklarına iyilik yapmaktır.
O’nun
eşsiz affından biri de; kul, ne kadar günah işlerse işlesin, sonunda O’na
yönelip tevbe ederse, onun işlediği
bütün günahları bağışlar. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan
kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları
bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[1576]
* * *
﴿ اَلشَّاكِرُ
- اَلشَّكُورُ
﴾
eş-ŞÂKİR
- eş-ŞEKÛR
“Şükür” mertebesi, mertebelerin
en yücesidir. Şükür mertebesi, “Rıza” mertebesinin üstündedir ve (hatta daha) fazladır.
Rıza, şükrün içinde yer
almaktadır. Şükür, rızasız olmaz.
Şükür,[1577]
imanın yarısıdır. İman, iki kısma ayrılır: Yarısı şükür ve yarısı da sabırdır.
Yüce
Allah, kullarına, şükrü emreder ve şükrün zıddına olan şeyleri ise yasaklar.
Şükreden kimseleri över, onları ‘yarattıklarının seçkinleri’ diye niteler,
onları yarattıklarının gayesi kılar, onlara en güzel mükafatı vaat eder, onları
ihsanının artmasına bir sebep ve nimetlerini koruyucu ve gözetici yapar.
Şükredenlerin, âyetlerinden faydalandıklarını haber verir. Onlar için isimlerinden
bir isim türetir ki, o da, “eş-Şekûr”dur.
Yüce
Allah’ın “eş-Şekûr”[1578] olması itibariyle, şükreden kimseyi, kendisi için şükrettiği
şeye ulaştırır. Hatta şükreden kimseyi, kendisine şükredilmiş olarak geri
çevirir. Bu da, Allah’ın, kulundan istediği şeyin ta kendisidir. Şükredenler,
kulları içerisinde az sayıda bulunur.
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Eğer yalnız O’na kulluk ediyorsanız, o zaman Allah’a ‘şükredin’.”[1579]
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bana ‘şükredin’. Nankörlük etmeyin”[1580]
Yüce
Allah, Hz. İbrahim (a.s)’dan şöyle söz etmektedir:
“Şüphesiz İbrahim,
Allah’a itaat eden, Hakk’a yönelen bir önderdi. Ve hiçbir zaman müşriklerden
olmadı. Allah’ın nimetlerine ‘şükreden’ idi. Allah onu seçmiş ve doğru yola
iletmişti”[1581]
Yüce Allah, Hz. Nuh (a.s)’dan ise şöyle
söz etmektedir:
“Doğrusu o, çok ‘şükredici’
bir kuldu”[1582]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah sizi
annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz. ‘Şükredesiniz’
diye size işitme (duygusu), gözler ve gönüller verdi”[1583]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O halde O’na kulluk
edin ve O’na ‘şükredin’. (Ancak) O’na döndürüleceksiniz”[1584]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah, ‘şükredenleri’
mükafatlandıracaktır”[1585]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ve hatırlayın ki, Rabb’iniz
size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için ‘şükrederseniz’ elbette size
(nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir”[1586]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz bu
(anlatıla)nda çok sabredenler ve çok ‘şükredenler’ için nice ibretler vardır”[1587]
Yüce Allah, kendisini, “eş-Şâkir”
ve “eş-Şekûr” diye isimlendirmiştir.
Şükredenleri de, bu iki isimle adlandırıp onlara kendi sıfatını vermiş ve
onları kendi ismiyle isimlendirmiştir. Şükredenlere, bu iki ismin verilmesi, ihsan
ve muhabbet olarak bu sana yeter de artar bile.
Allah, şükreden kimseyi, şükrüne ‘karşılık
vermek’ (=meşkûr)le mukabele eder. Bu, O’nun şu sözünde şöyle geçmektedir:
“(Onlara şöyle denir):
İşte (bütün) bu (nimetler), sizin için bir mükâfattır. Gayretiniz, karşılık
bulmuş (=meşkûr olmuş)tur”[1588]
Yüce
Allah, şükreden kulundan razı olur. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer ‘şükrederseniz’ sizden razı olur”[1589]
Şükredenlerin
kainatta az olması, onların seçilmiş kulları olduğunu gösterir. Nitekim yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Ama kullarım içinde ‘şükreden’ azdır”[1590]
Bu
konuda Buhârî ile Müslim’in “Sahîh”lerinde şöyle bir hadis geçmektedir:
“Peygamber
(s.a.v) ayakları şişinceye kadar namaz kılmıştı. Kendisine: ‘Allah senin gelmiş
ve geçmiş bütün günahlarını bağışladığı halde, sen hâlâ bunu niye yapıyorsun?’
denilmişti. Bunun üzerine: ‘Şükreden bir kul olmayayım
mı?’ buyurmuştu.”[1591]
“Peygamber
(s.a.v), Muâz’a: ‘Vallahi, Muâz! Seni seviyorum. Öyleyse her (farz) namazın
bitiminde: اَللَّهُمَّ
أَعِنِّي
عَلَى
ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ
وَحُسْنِ
عِبَادَتِكَ “Allahım! Seni zikretmek, sana ‘şükretmek’ ve sana güzel
ibadet etmek için bana yardım et”
demeyi sakın ihmal etme’ buyurdu”.[1592]
İmam
Ahmed’in “Müsned”inde ve Tirmizî’de, Abdullah ibn Abbâs’ın şöyle söylediği
rivayet edilmiştir:
“Resulullah
(s.a.v) şu kelimelerle dua ederdi:
اَللَّهُمَّ
أَعِنِّي
وَلَا تُعِنْ
عَلَيَّ
وَانْصُرْنِي
وَلَا
تَنْصُرْ عَلَيَّ
وَامْكُرْ
لِي وَلَا
تَمْكُرْ بِي
وَاهْدِنِي
وَيَسِّرِ
الْهُدَى لِي
وَانْصُرْنِي
عَلَى مَنْ
بَغَى
عَلَيَّ.
رَبِّ اجْعَلْنِي
لَكَ
شَكَّارًا
لَكَ
ذَكَّارًا لَكَ
رَهَّابًا
لَكَ مطاوعًا
لَكَ
مُخْبِتًا إِلَيْكَ
أَوَّاهًا
مُنِيبًا.
رَبِّ تَقَبَّلْ
تَوْبَتِي
وَاغْسِلْ
حَوْبَتِي
وَأَجِبْ
دَعْوَتِي
وَاهْدِ
قَلْبِي
وَسَدِّدْ
لِسَانِي وَاسْلُلْ
سَخِيمَةَ
صَدْرِي
“Allahım! Bana yardım et, aleyhime yardım etme. Bana zafer
ver, aleyhime zafer verme. Lehime tertip kur, aleyhime tertip kurma. Bana
hidayet et ve hidâyeti bana kolaylaştır. Üzerime saldırana karşı bana yardım
et. Rabb’im! Beni sana ‘çokça şükreden’, seni çokça zikreden, senden korkan,
sana pek çok itaat eden, senin için eğilen ve sana dönerek yakarışta bulunan
kişi kıl. Rabb’im! Tevbemi kabul eyle. Günahlarımı yıka. Duamı kabul et.
Kalbime hidayet et. Dilimi doğru kıl. Göğsümden hasedi çıkar[1593]“[1594]
Din
iki temel üzere kurulmuştur: Zikir ve şükür.
Zikirle kastedilen, mücerret
zikri lisan değildir. Aksine zikir, hem kalbî ve hem de lisanî olmalıdır.
Allah’ı
zikir; hem Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını zikretmeyi ve hem emrini ve
yasağını zikretmeyi içermektedir. Allah’ı zikir, kelamıyla olur. İşte bu; O’nu
tanımayı, O’na, kemâl sıfatları ile celal nitelemelere iman etmeyi ve medhin
her türlüsüyle O’nu övmeyi gerektirir. Bu da ancak O’nu birlemekle tamamlanmış
olur. Allah’ı zikretmek, hakiki olup tamamen bunu gerektirmektedir. Yine O’nun
nimetlerini ve yarattıklarına olan ihsanını da zikretmek gerekmektedir.
Şükre gelince, o, Allah’a
itaat etmeyi gerektirir. Açık ve gizli her türlü sevgiyle O’na yaklaşılır.
İşte
bu iki durum, dini tamamlar.
Allah’ı
zikretmek, O’nu tanımayı gerektirir. Allah’a şükretmek ise, O’na itaat etmeyi
içerir.
Bu
iki durum; insanların, cinlerin, göklerin ve yerin yaratılmasının, sevap ve
ceza konulmasının, kitaplar indirilmesinin ve peygamberler gönderilmesinin
gayesidir. Bu gaye; göklerin, yerin ve ikisi arasında yaratılanların hak olduğunu
göstermektedir. Bunun zıddı, batıl ve boş şeydir. Düşmanlarının zannının aksine
Allah, bütün bu batıl ve boş şeylerden uzaktır ve münezzehtir.
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hem o göğü, yeri ve aralarındakileri biz boşuna yaratmadık.
O, kâfirlerin zannıdır. Onun için vay ateşe girecek olan kâfirlerin haline!”[1595]
Yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun ve
eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların
çoğu bunu bilmezler”[1596]
Yine
yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları ancak hak ve hikmetle
yarattık ve elbette ki, kıyamet kopacaktır”[1597]
Yüce
Allah, Yûnus sûresinin girişinde konu ile ilgili âyetlerini andıktan sonra bu
konuda şöyle buyurmaktadır:
“İşte Allah; gökler, yer ve ikisi arasındakileri hak olarak
yarattı”[1598]
Yine
yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?”[1599]
Yine
yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza
geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”[1600]
Yine
yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye
yarattım”[1601]
Yine
yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de onlar kadarını
yarattı. Emir, bunlar arasında iner ki Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve Allah’ın
bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz”[1602]
Yine
yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Allah, Kâbe’yi, o Beyt-i haram’ı, haram ayı, kurbanı ve (kurbanlardaki)
gerdanlıkları insanlar için bir nizam kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde
olan her şeyi bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de
bilmeniz içindir”[1603]
Yaratma
gayesi, zikredilmek ve şükredilmek olduğunu belirtmekle sabit olmuştur.
Zikrediyor, fakat unutmuyor. Şükrediyor, fakat küfretmiyor. Yüce Allah,
kendisini zikredeni anıyor ve yine kendisine şükreden kimseye de teşekkür
ediyor. Allah’ı zikretmek, O’nu zikretmeye sebeptir. Allah’a şükretmek, lütfunu
artırmaya bir sebeptir.
Zikir, kalp ve dille olur. Şükür ise, kalp için bir sevgi
ve yönelmedir. Dil için ise bir övgü ve hamddir. Vücut organları için ise, bir
taat ve görevdir.[1604]
Üstad
Abdurrahman es-Sa’dî bu konuda şöyle der: “eş-Şekûr” kelimesi, cennet ehlinin lisanı üzere yüce Allah’ın şu sözünde
“el-Gafûr”
ismine bitişik olarak gelmiştir:
“Onlar (orada şöyle) derler: Hamd olsun Allah’a, bizden o
üzüntüyü giderdi. Gerçekten Rabb’imiz, çok bağışlayıcı (=gafûr) ve şükrün
karşılığını verici (=şekûr)dir”[1605]
Yine
“eş-Şekûr”
kelimesi, yüce Allah’ın şu sözünde ise “el-Halîm” ismine bitişik olarak gelmiştir:
“Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu sizin için
kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah çok mükafat verendir, halimdir”[1606]
“eş-Şekûr” kelimesinin anlamı;
kullarının amellerini kabul eden, amellerinden razı olan, amellerini mükafatlandıran
ve amellerindeki samimiyete ve sağlamlığa göre onlara kat kat verendir. Nitekim
yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki, Biz, öyle güzel işler yapanların mükafatını zayi
etmeyiz”[1607]
Yüce
Allah, kitabında; O’nun yolunda mallarını infak edenlerini örneğini, yedi başak
bitiren bir tane gibi, her başakta ise yüz tane olduğu şeklinde anlatmaktadır.
Müteakiben yüce Allah bundan sonra ise şöyle buyurmaktadır:
“Allah, dilediğine daha da katlar”[1608]
Burada
yüce Allah’ın kat kat vermesi; bu miktarı, dilediği kimseye artırdığı
şeklindedir.
Bu
husus, sahih bir hadiste ise şöyle geçmektedir:
“Kim helal bir kazançtan bir hurma tanesi kadar sadaka vermiş
olursa, -zaten Allah helal (kazanç)tan başkasını kabul etmez- Allah, o sadakayı
sağ eliyle alır. Sizden birisi tayını büyüttüğü gibi bu sadakasını, büyük bir
dağ gibi büyütmesin”[1609]
Allah,
kendi rızasına uygun işleri yapmakta mü’minleri başarıya ulaştırır. Sonra da
onla bu yaptıkları işlerden dolayı teşekkür eder, bir iyilik ve üstünlük olarak
onlara gözlerin göremediği ve kulakların duyamadığı, akla hayale gelmeyen güzel
nimetler ile bol ikramlar bahşeder. Aslında Allah, buna mecbur değildir. Bunu,
ancak cömertliğinden ve kereminden dolayı kendine vacip kılmıştır.[1610]
* * *
﴿ اَلْعَلِيُّ
﴾
el-ALİYY
“el-Aliyy”:[1611]
Her türlü kusur, kötülük ve noksanlıktan uzak olan demektir.
O’nun
üstünde hiçbir şeyin olmaması, hatta her şeyin üstünde olması; O’nun
kemalindendir.[1612]
* * *
﴿ اَلْكَبِيرُ
-
اَلْمُتَكَبِّرُ
﴾
el-KEBÎR
- el-MÜTEKEBBİR
“el-Kebîr”[1613] ve “el-Mütekebbir”,[1614]
Allah’ın isimlerindendir.
“el-Mütekebbir”in
anlamı hakkında bazı müfessirlerin görüşleri şöyledir:
Katâde ve bir çoğu der ki: “Her türlü kötülükten
(imtina ederek) büyüklenendir.”[1615]
Yine Katâde der ki: “Her türlü kötülüklerden
(imtina ederek) büyüklenendir.”[1616]
Mukâtil’de der ki: “Her türlü kötülükten uzak
ve yüce olandır.”[1617]
Ebu İshâk’da der ki: “Kullarına zulmetmekten uzak ve büyük
olandır”[1618]
* * *
﴿ اَلْحَفِيظُ
﴾
el-HAFÎZ
İbn Kayyim nazım olarak der ki:
وَهُوَ
الحَفِيظُ
عَلَيْهِم
وَهُوَ الْكَفِي لُ
بِحِفْظِهِمْ
مِنْ كُلِّ أَمْرٍ
عَان
“Allah, kullarına karşı “el-Hâfiz”
(=koruyan)dır ve himaye edilmesi gereken her türlü işte onları koruması
sebebiyle de “el-Kefîl”dir.
Üstad
Abdurrahman es-Sa’dî ise bu beyti açıklama mahiyetinde şöyle der: Yüce Allah’ın
isimlerinden biri de, “el-Hafîz”[1619]dir.
Bunun iki anlamı vardır:
Birincisi:
Kullarının hayr, şer, kabul, inkar, taat ve masiyet mahiyetinde
yaptıklarını koruyandır. Çünkü zerre miktarı bile olsa, bunlarla ilgili hiçbir
şey O’ndan kaçmaz. O’nun, bu amelleri koruması; bu amelleri kontrol altına alması
ve hesabını yapması demektir. O’nun ilmi, kullarının açık ve gizli bütün
amellerini kuşatır. O, bu amelleri, bu ameller daha meydana gelmeden önce, hatta
gökleri ve yeri yaratmadan önce Levh-i mahfûz’da yazmıştır. Allah, kullarının
bu amellerini kontrol etme işini; “Hâfizîn”, “Kirâmen kâtibîn” meleklerine
vermiştir. Çünkü bu melekler, kulların ne yaptıklarını bilirler.
Yüce Allah bu
konuda şöyle buyurmaktadır:
“Ölen
kimselerin, önceden yapıp gönderdiklerini ve bıraktıkları eserlerini yazarız.
Zaten biz her şeyi açık bir kütükte, bir “imam-ı mübin”de (=ana kitapta/Levh-i
mahfuzda) sayıp tespit etmişizdir”[1620]
Yine yüce Allah
bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“O gün Allah onların
hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah onları
bir bir saymıştır. Onlar ise unutmuşlardır. Allah her şeye şahiddir”[1621]
Yine yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“O gün herkesin amel defteri ortaya konulmuştur. Ey Muhammed!
Günahkârların, amel defterlerinden korkarak: “Eyvah bize! Bu nasıl deftermiş
ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış dökmüş” dediklerini
görürsün. Onlar, bütün yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Senin Rabb’in hiç
kimseye zulmetmez”[1622]
Yine yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur. Küçük, büyük
hepsi satır satır (=Levh-i mahfuzda) yazılmıştır”[1623]
Allah’ın
koruması ile ilgili bu mana; O’nun, kullarının açık ve gizli bütün amellerini
bilmesini, bu amelleri, Levh-i mahfuzda ve meleklerin elleriyle hazırlanan
sahifelerde yazılmasını, miktarlarını, bu davranışların doğru ve kusurlu
olmasında bu amellerin derecelerini, sevab ve azab yönünden de bu amellerin
mükafatlarının derecelerini bilmesini, sonra da lütuf ve adaletiyle onlara
gerekli karşılık vermesini kapsar.
İkincisi: “el-Hafîz”
kelimesinin diğer bir anlamı da; yüce Allah’ın, kullarını hoş olmayan bütün
şeylerden korumasıdır. Müellif, “Allah, kullarını, bütün çirkin işlerden
koruması altına almıştır” sözüyle buna işaret etmektedir.
Allah’ın,
kullarını koruması iki türlüdür: Genel koruma ve özel koruma.
Genel Koruma: Allah’ın,
yarattıklarını, güçlerinin yeteceği ve niyet ettikleri şeyleri onlara
kolaylaştırmak sûretiyle koruyup gözetmesidir. Onlar, O’nun hidâyetine ve kendi
maslahatlarına uygun şeylere, Allah’ın irşadı ve genel hidâyeti sayesinde
ulaşırlar. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Bizim Rabb’imiz; her şeye ‘uygun şeklini’ veren, sonra da ‘hidayet’ eden (=doğru yolu gösteren)dir”[1624]
Yani
her bir yaratığa, kendisi için zaruretlerine ve aslî ihtiyaçlarına göre doğru
yolu gösterir. Sonra da ona takdir
edilen ve hükmedilen yeme, içme, evlenmeyi sağlama hususunda ve bunların
sebeplerini kazanmada imkan sağlayan vesileler ve aletler verir. Bu tür koruyup
gözetmenin içine, iyi insanlarda girer, kötü insanlar da girer. Hatta hayvanlar
ve diğer varlıklarda bu korumanın kapsamı içerisine girer.
Dolayısıyla
Allah, gökler ve yer kaldığı müddetçe onların idaresini çekip çevirmektedir.
Yarattıklarını nimetleriyle koruyup gözetmektedir. İnsanlar için, koruyup gözeten melekler
görevlendirmiştir.
“Her insan için, önünden ve arkasından takip edenler vardır.
Allah’ın emrinden dolayı onu koruyup gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o
kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük
murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar için Allah’tan
başka bir veli de bulunmaz”[1625]
Özel Koruma: Daha
önce de geçtiği üzere; Allah’ın, kendi dostlarını özel olarak korumasıdır.
Çünkü yüce Allah, dostlarını; onların imanlarına zarar verecek ve inançlarını
sarsacak fitnelerden, şüphelerden ve şehevi isteklerden korur. Bu tür zararlı
şeylerden dolayı onları uzak tutar ve onları selamete çıkarır. Onları, cin ve
insan türünden olan düşmanlara karşı korur, düşmanlarına karşı onlara yardım
eder ve düşmanlarının tuzaklarını onlardan uzaklaştırır. Nitekim yüce Allah bu
konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah inananları savunur. Çünkü Allah hâin ve nankörlerin
hiçbirini sevmez” [1626]
İşte
bu, kullarının dinine ve dünyasına zarar veren bütün şeyleri uzaklaştırma
konusundaki Allah’ın genel korumasıdır.
Bununla
birlikte Allah, kulun imanını, lütfu gereği korumaktadır.
Nitekim
bu husus, Abdullah ibn Abbâs (r.a)’tan gelen sahih bir hadiste şöyle
geçmektedir:
احْفَظِ
اللَّهَ
يَحْفَظْكَ
احْفَظِ اللَّهَ
تَجِدْهُ
تُجَاهَكَ
“Allah’ı(n emirlerini, yasaklarını ve hadlerini) koru ki,
Allah’ta seni(n imanını) korusun. Allah’ı koru ki, O’nu karşında bulasın”[1627]|[1628]
* * *
﴿ اَلرَّقِيبُ
- اَلشَّهِيدُ
﴾
er-RAKÎB
- eş-ŞEHÎD
İbn Kayyim nazım olarak der ki:
وَهُوَ
الرَّقِيبُ
عضلَى
الْخَوَاطِرِ
وَالَّلوَا حِظِ
كَيْفَ
بِالأَفْعالِ
بِالْأَرْكَانِ
“Allah, düşünceleri ve bakışları “er-Rakîb”
(=gözeten)dir. Buna göre O, organlarla yapılan fiilleri nasıl gözetmez?”
Üstad Abdurrahman es-Sa’dî, bu beyti açıklama mahiyetinde
şöyle der: Allah’ın güzel isimlerinden birisi de, “er-Rakîb”dir. “er-Rakîb”[1629] ile “eş-Şehîd”[1630] ismi, eş anlamlıdır. Her iki kelime de; Allah’ın, kullarının,
kendi aralarında konuştuklarını işitmekte, herhangi bir konuda konuşmaya dalan
kimseleri görmekte, düşünce yapılarını ve kalplerinden geçirdikleri fikirleri
bilmekte ve yorumlarını takip etmektedir. Kulların söyledikleri veya yaptıkları
her şey, O’ndan uzak değildir.
Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Hangi işi yaparsan yap, Kur’ân’dan ne okursan oku, ne işte
çalışırsan çalış, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, biz sizin üzerinizde
şahidiz. Ne yerde, ne de gökte zerre kadar hiç bir şey Rabb’inin gözünden
kaçmaz. Ne zerreden daha küçük, ne de ondan daha büyük! Ancak bunların hepsi
apaçık bir kitaptadır[1631]“
Yine yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz?
Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli
konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve
nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet
günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir”[1632]
Yine yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını
biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız”[1633]
Bu husus, sahih bir hadiste şu şekilde geçmektedir:
“İmanı açıklamak, nerede olursa olsun Allah’ın seninle olduğunu
bilmendir”[1634]
İşte
bundan dolayıdır ki, murakabe, kalbî amellerin en yücesidir. Dolayısıyla da
murakabe, Allah’ı “Rakîb” ve “Şehîd” isimleriyle ibadet edip dua etmektir.
Kul,
görünen ve görünmeyen bütün hareketlerinin Allah’ın ilmi tarafından
kuşatıldığını ve her türlü davranışı sırasında O’nun ilminin hazır olduğunu
bildiği zaman, bu, o kula, Allah’ın hoşuna gitmeyen her türlü fikir ve düşüncelere
karşı bir iç murakabe yapmasını gerektirir. Dış dünyasını da, Allah’ın hoşuna
gitmeyecek her türlü söz ve davranıştan korur. Böylece ihsan makamında Allah’a
ibadet etmeye başlar ve Allah’ı, sanki görüyormuş gibi ibadet eder. Her ne
kadar o, Allah’ı göremese de Allah onu görür.
Müellifin
“Buna göre O, organlarla yapılan fiilleri
nasıl gözetmez?” şeklindeki sözünün
anlamı şudur: Yüce Allah, bütün gizlilikleri ve incelikleri görüp gözettiğine
ve sırları ve niyetleri bildiğine göre, O’nun, açıkta ve görünürde olan
organlarla işlenen fiillere şahit olması çok daha kolaydır.
* * *
﴿ اَلْحَمِيدُ
- اَلْمَجِيدُ
﴾
el-HAMÎD
- el-MECÎD
Yüce Allah, kendisini “el-Mecîd”[1635] (=yücelik, ululuk, şeref, cömertliği bol, lütfu çok, iyiliği
bol) olmakla nitelemiştir.
“el-Mecîd”,
Allah’ın kemâl sıfatlarının bol olmasını, kerem ve ikramının geniş olmasını, bu
sıfatların yaratılmışlar için olmamasını, fiillerinin geniş olmasını ve çokça
iyilik ettiğini içermektedir.
Kemâl sıfatları ve övülmüş fiilleri olmayan kimseye gelince,
o kimse için hiçbir Mecd (=yücelik, şeref) yoktur demektir. Yaratılmış, ancak
kendi vasıflarıyla ve fiilleriyle yüce ve şerefli bir konuma gelebilir. Yüce Allah’ın,
vasıfları ve fiilleri iptal edilecek olunursa, o halde O nasıl olurda yüce ve
şerefli (=mecîd) olur? Yüce Allah, Muattıla[1636]
müntesiplerinin; Allah için dediklerinden uzaktır. Çünkü Allah, yüce, şerefli
(=mecîd) ve dilediğini yapan (=fe’âl)dır.
“Mecd” kelimesi, Arap dilinde; kemâl
vasıflarının ve iyilik yapma fiillerinin bol olması anlamındadır.
“el-Mecîd”
ismine yakın en yakın isim, “el-Hamîd” ismidir. Nitekim melekler, konu ile ilgili olarak Hz. İbrahim
(a.s)’ın evi için şöyle demektedirler:
“Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir. Ey ev halkı!
Muhakkak ki O, Hamîd’dir, Mecîd’dir”[1637]
Nitekim bize –genellikle- namazın sonunda[1638]
yüce Allah’ı, “el-Hamîd” ve “el-Mecîd” olmakla övmemiz belirtildi. Yine rükudan doğrularken: رَبَّنَا
وَلَكَ
الْحَمْدُ “Rabb’imiz! Hamd, yalnızca sanadır”[1639] dememiz belirtildi.
Hamd ve mecd, genel olarak, “el-Hamîd” ve “el-Mecîd” olan Allah için kullanılır.
“el-Hamîd”:
Bütün kemâl sıfatları taşımayı hak eden ve sevilmeye layık olan (=habîb)
demektir.
“el-Mecîd”: Şanı
yüce, kerem ve ihsanı bol, her şeye kadir, müsamahası bol, celal ve ikram
sahibi demektir.
Kim الْمَجِيدُ “el-Mecîd” kelimesini kesreli okursa, bu kelime, yüce Allah’ın Arş’ına
sıfat olur.[1640]
Çünkü Allah’ın arşı, “el-Mecîd”dir. Zaten Allah, yüce ve şerefli olmaya en layık olandır.
Bu kıraat, bazı insanlara problem teşkil etmiştir. Bu nedenle
de bazı insanlar: “el-Mecîd” ismi, yaratılmışların sıfatları içerisinde geçmemektedir”
derler. Sonra da bu kıraatın, iki şekilden birini elemişlerdir. Buna göre bu kelime,
Yüce Allah; kerem ve ihsanı bol, zatı ve derecesi yüce olduğu
için yarattığı varlıkları bununla nitelendirmeye en layık olandır. Çünkü kerem
ve ihsanı bol, şanı yüce olan ve her şeye kadir olan sadece Allah’tır. O’nun zatının
yüce ve ihsanın bol olmasından dolayı varlıkları yaratmakta ve meydana getirmektedir.
Yedi kat gök ve yedi kat yer, Kürsî’nin içerisinde ancak çölde bırakılmış
bir halka gibidir.[1644]
Abdullah ibn Abbâs der ki: “Yedi kat gök, Arş’ın içerisinde
ancak bir kalkan içerisine atılmış yedi para gibidir.”
O halde Allah, şanı yüce olduğu halde nasıl olur da “el-Mecîd” olmaz?
Halbuki Allah Azîm’dir, Kerîmdir, Mecîd’dir.
“el-Hamîd”: “Faîl” vezninde olup “övülen/övgüye layık bulunan” (=mahmûd) anlamındaki “hamd”[1645] kelimesinden türemiştir.
Yüce Allah’ın isimleri içerisinde yer alan “el-Hamîd” ismi;
çoğunlukla, Semî’, Basîr, Alîm, Kadîr, Aliyy, Hâkim, Halîm gibi “Faîl” vezninde olup “övülen/övgüye layık bulunan” anlamındadır. Yine “Feûl” kelimesi de; Gafûr, Şekûr ve Sabûr gibidir.
“el-Vedûd”[1646] ismine gelince, bu konuda iki görüş vardır:
Birincisi: “Vedûd”
kelimesi, (“feû”l vezninde olup) “Fâil” (=pek seven) anlamındadır. Çünkü Allah, nebilerini,
resullerini, veli kullarını ve mü’min kullarını sever.
İkincisi: “Vedûd”
kelimesi, “Mevdûd” (=pek sevilen) anlamındadır.
Çünkü Allah’ın, hem kulu tarafından tamamen sevilmeyi isteme
ve hem de kulunu sevme hakkı vardır.
“el-Hamîd”
kelimesi, ancak (“Faîl” vezninde) “övülen/övgüye
layık bulunan” anlamına gelmektedir.[1647]
Fakat “el-Hamîd” kelimesi, “övülen/övgüye
layık bulunan” anlamından daha anlaşılır bir
durumdadır. Çünkü “Faîl” vezni, “Mef’ûl” vezninden ayrıldığında, bu sıfat, doğuştan gelen özellik ve
kalıcı huy gibi anlama geldiğini gösterir. Nitekim bu, “Filanca kimse zarîf
(=alımlı), şerîf (=şerefli) ve kerîm (=cömert)” demen gibidir. İşte bundan
dolayıdır ki, bu yapı, çoğunlukla, “şerufe” veznindeki bir fiilden türemiştir. Bu yapı; kebure (=büyük oldu), sağure (=küçük oldu), hasune (=güzel oldu), letufe (=hoş/şık olmak) ve buna
benzer doğuştan gelen nitelikler ve kalıcı özelliklerdendir.[1648]
İşte bundan dolayıdır
ki, “el-Habîb” (=sevilmeye layık), “Mahbûb” (=sevilen)dan daha anlaşılır bir durumdadır. Çünkü “Mahbûb” (=sevilen), kendisinde
istenilen sıfatlar ve isimler bulunandır. Dolayısıyla da “Mahbûb” (=sevilen), kendi
zatında “Habîb” (=sevilmeye layık) olmaktadır.
“Mahbûb”, seven kimsenin
sevgisine bağlı olmaktır. O zaman o, başkalarının sevgisiyle sevilen olur.
“el-Habîb” ise,
zatıyla ve sıfatlarıyla, başkalarının sevgisine bağlı olan veya bağlı olmayan
demektir.
İşte “Hamîd” ve “Mahmûd”da bu şekildedir.
Görüldüğü üzere “el-Hamîd”, Allah’ın sıfatlarındandır. Hamd’in sebepleri, başkası
hamdetmese de, hamd’in, övülen olmasını gerektirir. Dolayısıyla Allah, kendi
zatında “el-Hamîd”dir. “Mahmûd” ise, hamd eden kimselerin hamdine bağlı olandır.
İşte “el-Mecîd” (=yüce) ve “Mümecced” (=yüceltilen), “el-Kebîr” (=büyük) ve “Mükebber”
(=büyük görülen), “el-Azîm” (=yüce) ve “Muazzam” (=yüceltilen) da bu şekildedir.
Hamd ve Mecd’in her ikisi de, tamamen kemale dayanmaktadır.
Çünkü hamd, “Mahmûd” (=övülen) için övgüyü ve sevmeyi gerektirir. Bu nedenle
kim övüleni sevip de onu övmezse, ona hamd etmiş olmaz. Yine kim bir maksattan
dolayı birisini övüp de onu sevmezse, hem övmüş ve hem sevmiş oluncaya kadar, o kimseye hamd etmiş olmaz.
İşte bu övgü ve sevgi, bunu gerektiren ihtiyaçlara ve sebeplere bağlıdır.
Allah, kemâl sıfatlarından ve başkalarına olan celal ve iyilik yapma
özelliklerinden dolayı “Mahmûd” (=övülen)dur. Çünkü bu sıfatlar, sevginin
sebeplerini teşkil etmektedir. Bu sıfatlar, daha kapsamlı ve daha mükemmel
olunca, hamd ve sevgi, daha iyi ve daha büyük olmuş olur.
Hiçbir şekilde noksan olmayan mutlak kemâl ve tamamıyla
iyilik yapmak, Yüce Allah’a aittir. Dolayısıyla Allah, her türlü hamde ve her
türlü sevgiye en layık olandır. Çünkü zatını, sıfatlarını, fiillerini,
isimlerini, iyilik yapmayı ve kendisinden sadır olan her türlü şeyi sevmeye
Allah’ın hakkı vardır.
Mecd’e gelince, o;
sözlük anlamının da gerektirdiği gibi, şanının yüce olmasını, kerem ve
ihsanının bol olmasını ve celal sahibi olmasını gerektirmektedir. Ayrıca yüce
ve celal sıfatlarına da delalet etmektedir.
Hamd ise; ikram sıfatlarına delalet etmektedir. Çünkü yüce
Allah, celal ve ikram sahibidir. Bu,لاَ
إِلَهَ إلاَّ
اللهُ
وَاللهُ
أَكْبَر
“Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah, en büyüktür” diyen kimsenin
sözünün anlamıdır. Dolayısıyla “Allah’tan
başka ilâh yoktur” sözü, Allah’ın ilâh
oluşuna ve bir oluşuna delalet etmektedir. Allah’ın ilâh oluşu, tamamıyla O’nu
sevmeyi gerektirmektedir. “Allah, en büyüktür” sözü ise, O’nun yüce ve şerefli olmasına delalet etmektedir.
İşte bu, O’nun şerefli olmasını, şanının yüce olmasını ve büyük olmasını
gerektirmektedir.
İşte bundan dolayıdır ki, yüce Allah, Kur’an’da bu iki ismin
arasını çokça yan yana getirmektedir. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir. Ey (İbrahim’in)
ev halkı! Muhakkak ki O, Hamîd’dir, Mecîd’dir”[1649]
“Ve şöyle de: Hamd, o Allah’a ki, hiçbir çocuk edinmedi, mülkte
ortağı yoktur. Aciz olmayıp bir yardımcıya da ihtiyacı yoktur. Tekbir getirerek
O’nu noksanlıklardan yücelt de yücelt”[1650]
“Celal ve ikram sahibi Rabb’inin adı ne yücedir!”[1651]
“Yalnız celâl ve ikram sahibi Rabb’inin yüzü (zatı) baki kalacaktır”[1652]
“Müsned”de, Ebu Hâtim ile birçok kimsenin
“Sahîh”
adlı eserlerinde, Enes’ten gelen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
أَلِظُّوا
بِ: ” يَا ذَا
الْجَلَالِ
وَالْإِكْرَامِ
“
“‘Yâ za’l-celâli ve’l-ikrâm’ (=celal ve
ikram sahibi) demeye devam ediniz”[1653]
Görüldüğü üzere celal ve ikram, hamd ve mecd demektir.
Bunun bir benzeri de, yüce Allah’ın şu sözünde geçmektedir:
“Doğrusu Rabb’im Ganiyy’dir, Kerîm (=ikram sahibi)’dir”[1654]
“Şüphe yok ki, Allah afuvv (=çok bağışlayıcı)’dur, Kadîr
(=her şeye gücü yeten)’dir”[1655]
“Allah Kadîr (=her şeye
gücü yeten)’dir, Gafûr (=çok bağışlayan)’dur, Rahîm (=çok merhamet eden)’dir”[1656]
“O, Gafûr (=çok
bağışlayan)’dur, Vedûd (=pek seven)’dur”[1657]
Görüldüğü üzere bu, Kur’an’da çokça geçmektedir.
Sahih bir hadiste geçtiğine göre; sıkıntı anında yapılacak
dua şu şekildedir:
لَا
إِلَهَ
إِلَّا
اللَّهُ
الْعَظِيمُ
الْحَلِيمُ
لَا إِلَهَ
إِلَّا
اللَّهُ
رَبُّ الْعَرْشِ
الْعَظِيمِ لَا
إِلَهَ
إِلَّا
اللَّهُ
رَبُّ
السَّمَوَاتِ
وَرَبُّ
الْأَرْضِ
وَرَبُّ
الْعَرْشِ
الْكَرِيمِ
“Azîm, Halîm olan Allah’tan başka ilâh yoktur. Büyük Arş’ın Rabb’i
olan Allah’tan başka ilâh yoktur. Göklerin Rabb’inden, yerin Rabb’inden ve
Kerîm olan Arş’ın sahibi olan Allah’tan başka ilâh yoktur”[1658]
“el-Hamîd” ve “el-Mecîd”
isimlerinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e ve onun ev halkına Salât getirmenin akabinde
zikredilmesi, yüce Allah’ın “Allah’ın rahmeti ve
bereketleri üzerinizdedir. Ey (İbrahim’in) ev halkı! Muhakkak ki O, Hamîd’dir,
Mecîd’dir” (Hûd:
Hz. Peygamber (s.a.v)’e Salat getirme; yüce Allah’ı övme, O’na
saygı gösterme, O’nu anma, O’nun zikrini yüceltme, O’na olan sevgiyi artırma ve
O’na yakın olma demektir. Ayrıca Salat, hamdi ve mecdi de kapsamaktadır. Namaz
kılan kimse, sanki hamdinin ve mecdinin artmasını yüce Allah’tan istemektedir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v)’e Salat getirme, Allah’a karşı yapılan hamdin ve
mecdin bir çeşididir. İşte bu, Salat getirmenin hakiki yönüdür.
Allah ile ilgili bu iki isim, işte bu doğrultuda
zikredilmiştir. Bu iki isim ise, “el-Hamîd” ve “el-Mecîd”dir.
Bu husus, yüce Allah’ın şu sözünde şöyle geçmektedir:
“En güzel isimler
(=esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin”[1659]
Hz. Süleyman (a.s), Rabb’ine yaptığı duada şöyle dedi:
“Süleyman şöyle
dedi: Rabb’im! Beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık
ver. Şüphesiz sen, Vehhâb (=daima bağışta bulunan)’sın”[1660]
Hz. İbrahim (a.s)
ile oğlu İsmail ise yaptıkları duada şöyle dediler:
“Ey Rabb’imiz! Bizi
sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize
ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; çünkü Sen, Tevvâb (=tevbeleri
çokça kabul eden)’sin, Rahîm (=çok merhametli olan)’sin”[1661]
Hz. Peygamber (s.a.v)’de oturduğu yerde
رَبِّ
اغْفِرْ لِي
وَتُبْ
عَلَيَّ
إِنَّكَ أَنْتَ
التَّوَّابُ
الْغَفُورُ
“Rabb’im! Beni bağışla ve tevbemi kabul buyur. Şüphesiz ki
Sen, Tevvâb (=tevbeleri kabul eden)’sin ve Gafûr (=günahları bağışlayan)’sun”[1662]
Hz. Aişe, Peygamber (s.a.v)’e:
- “Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?” diye sordu.
Hz. Peygamber (s.a.v)’de buyurdu:
اللَّهُمَّ
إِنَّكَ
عَفُوٌّ
تُحِبُّ الْعَفْوَ
فَاعْفُ
عَنِّي
- “Allahım! Sen Afuvv (=çok
affedici)’sin, Kerim (=cömert/ikram sahibi)’sin, affetmeyi seversin. Beni affet” de.[1663]
Hz. Ebuı Bekr (r.a), Peygamber (s.a.v)’e namaz kılarken
okuyacağı duayı kendisine öğretmesini istediğinde, ona şöyle buıyurdu:
اللَّهُمَّ
إِنِّي
ظَلَمْتُ
نَفْسِي
ظُلْمًا
كَثِيرًا
وَلَا
يَغْفِرُ الذُّنُوبَ
إِلَّا
أَنْتَ
فَاغْفِرْ
لِي مَغْفِرَةً
مِنْ
عِنْدِكَ
وَارْحَمْنِي
إِنَّك
أَنْتَ
الْغَفُورُ
الرَّحِيمُ
- “Allahım! Ben nefsime çok
zulüm ettim. Günahları ise ancak Sen affedersin. Bana tarafından mağfiret buyur
ve bana acı. Çünkü Sen, Gafûr (=günahları çok bağışlayan) ve Rahîm (=çok merhametli
olan)’sin”[1664]
Bununla ilgili daha birçok rivayet vardır. Bu rivâyetleri, “Rûh ve’n-Nefs”[1665] adlı kitapta çokça naklettik.
Yüce Allah, Hz. İsa (a.s)’ın lisanından insanlara şöyle hitap
etmektedir.
“Eğer onlara azap
edersen, doğrusu onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz ki
Sen, Azîz (=çok güçlü) ve Hâkim (=hikmet sahibi)’sin”[1666]
Hz. İbrahim (a.s)’ın lisanından söylediği söz ise şu
şekildedir:
“Rabb’im!
Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen
gerçekten Gafûr (=günahları çok
bağışlayan) ve Rahîm
(=çok merhametli olan)’sin”[1667]
Buna göre Allah’ın, Hz. Muhammed (s.a.v)’e salat buyurması sûretiyle
onun hamd ve mecd getirmesi istenilince, o, bu isteği, Allah’ın “el-Hamîd” ve “el-Mecîd”
isimleriyle bitirmiştir.[1668]
Ayrıca Resulullah (s.a.v) için de, hamd (=övmek) ve mecd (=yücelik/methu sena)
talep edilmiş[1669]
olup bu talep, Resulullah (s.a.v) için meydana gelmiş ve o, kendisi için
meydana gelen bu salat getirmeyi, yüce Allah için en uygun iki vasfı haber
vermekle bitirmiştir.
Kul ile ilgili her türlü kemâl, noksanlığı
gerektirmemektedir. Muhakkak ki yüce Allah, her türlü kemale en layık olandır.
Yine Allah’ın, Hz. Muhammed (s.a.v)’e salat buyurması sûretiyle
onun için hamd ve mecd istemesi, O’na övgü yapmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla
Hz. Peygamber (s.a.v), yüce Allah’ın kendisi ile ilgili bu isteği, kendisini
peygamber olarak göndermesi sebebiyle O’na övgüde bulunmuş ve bu övgüsünü de, O’nu
hamd etmek ve mecd etmek sûretiyle bitirmiştir. Bunu da; bu duanın, Resulullah
(s.a.v) için hamd ve mecd talebini ve yüce Allah’ın bu duayı
gerçekleştireceğini haber vermesini içermektedir.[1670]
Hamd, tamamen alemlerin Rabb’i olan Allah’a mahsustur. Çünkü
Allah; varlıkları yaratması, bir takım hususları emretmesi ve yasaklaması hususunda
övülendir… Kulların taatleri, masiyetleri, imanları ve küfürleri hususunda
övülendir… İyi kimseleri, günahkarları, melekleri, şeytanları, peygamberleri ve
onların düşmanlarını yaratması hususunda övülendir… Düşmanları hakkında
adaletli olması hususunda övülendir… Yine O dostlarına karşı ihsanda bulunma ve
ikramda bulunma hususunda övülendir… Dolayısıyla kainatta yer alan zerrelerin
her biri, O’nun hamdine şahittir….
İşte bundan dolayıdır ki, yedi kat gök, yer ve bunların
içerisinde bulunanlar, Allah’ı hamd ile tesbih ederler.
“Yedi gök, yer ve
bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey
yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız”[1671]
Allah’a hamd etme, rükudan doğrulurken Hz. Peygamber (s.a.v)’in
şu sözünde de geçmektedir:
رَبَّنَا
وَلَكَ
الْحَمْدُ
مِلْءَ
السَّمَوَاتِ
وَمِلْءَ
الْأَرْضِ
وَمِلْءَ مَا
بَيْنَهُمَا
وَمِلْءَ مَا
شِئْتَ مِنْ
شَيْءٍ
بَعْدُ
“Rabb’imiz! Gökler dolusu, yer dolusu, onlardan sonra dilediğin
her şey dolusu hamd, yalnızca sanadır”[1672]
Gökler ile yer arasındaki boşluklar ve yaratıklar dolusu ve
bunlardan sonra dilediğinden takdir olunan her şey dolusu kadar hamd, Allah’a
aittir.
Burada iki durum ortaya çıkmaktadır:
Birincisi: Allah’ın,
hamdinin; gökleri ve yeri yarattığı dolusu. Buna göre mana: “Hamd, gökleri ve
yeri yarattığı dolusu ve bunlardan sonra yarattığı dolusu” şeklinde olmaktadır.
İkincisi: Mananın, “Hamdinin
dolmasından sonra dilediğin her şey dolusu” şeklinde olmasıdır.
Fakat denilir ki: Birinci mana, daha kuvvetlidir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.v)’in “onlardan sonra dilediğin
her şey dolusu” sözü; O’nun dilediği bir
şeyi gerektirmektedir. Çünkü dileme, mücerred olarak hamdin O’nun için dolması
değil, bizzat hamdin kendisiyle ilgilidir.
Fakat O, bir şeyin olmasını dilediği zaman, hamd tamamen O’nadır.
Bu nedenle dilemesi, hamdi doldurmaya yöneliktir. Hamdi dolduran, var olan bir
şey olmasını gerektirir.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)’in “onlardan sonra her şey” sözü;
yarattığı varlıklardan sonra olanı gerektirmektedir. Eğer bu sözle, yarattığı
varlıklar kastedilecek olunursa, o zaman mana; “Bu yarattığın varlıklarla birlikte
dilediğin her şey dolusu” şeklinde olur. Çünkü yaratılan varlık, ancak Ezeli
olan Allah sayesinde meydana gelir.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v), “Hamd dolusu, dilediğin her şey dolusu”
demedi. Aksine “dilediğin” dedi.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)’in “onlardan sonra dilediğin her şey dolusu” sözü; bunlardan sonra her şeyi ilgilendiren dileme ispatını
gerektirmektedir.
İkinci manaya göre ise; dileme, yaratılan şey dolusu ile
ilgilidir.
Yine “onlardan sonra dilediğin
her şey dolusu” denildiği zaman, bununla
kastedilen; hamdin, dolu olmasıdır. Hamd, dolu olunca, o zaman yüce Allah,
hamdin sürekli olmasını diler. Çünkü hamd, dünya ve ahirette sürekli olarak O’na
aittir.
Takdir olunan şeyler için bir sınır yoktur. Takdir olunan bir
şey, ancak kendisinden sonra olan bir şeyi takdiri ve sayıların takdiri gibi
sonu olmayan bir takdiri mümkün kılar. Eğer bununla, bu mana kastedilmiş ise, o
zaman dileme ile ilgili bir açıklamaya gerek yoktur.
Hatta bununla kastedilenin, “tükenmek bilmeyen dolusu” olduğu
da söylenmiştir. Buna göre Allah’ın, hamdi dilemesine gelince, sonradan meydana
gelen türden başka bir şey yada sonradan meydana gelenden geriye kalan bir şey
olsa da, hamd ancak mevcut ve yaratılan
olur. İşte bu, tamamen, Allah’ın hamdi sonradan dilemesindendir.
Yine hamd, sevgi yönü itibariyle övülen güzellikleri haber
vermektir. Övülen güzellikler, ya Allah’ın zatıyla kaimdir yada Allah’ın
yarattığı varlıklarda ortaya çıkmaktadır.
Yok olan bir şey ise, bir şey yaratamaz ve hiçbir varlığı
meydana getiremez. Yok olan bir şey, varlık olamaz. Dolayısıyla yok olan bir
şeyde, elbette övülecek şeyler bulunmaz. Bu nedenle de bilinen ve bilinmeyen
yaratıklar dolusu hamd, Allah’a aittir. Çünkü hamd; Allah’ın kemaliyle ve
zatıyla kaim olan övgüyü ve yarattığı varlıklarda görünen iyi işleri içermektedir.
Hamdin, var olmayanda meydana gelmesi, övülecek iyi işler
olmaz.
İnsanlar, hamdin; gökler, yer ve ikisi arasında bulunanlar
kadar dolu olmasının anlamı hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Bir grup, bu konuda temsil mahiyetinde şöyle
demişlerdir: “Şayet hamd, cisimler
şeklinde olsaydı, gökleri, yeri ve iki arasında bulunanları doldururdu.”
Diğer bir grupta şöyle demiştir: “Hamd, manalar ve arazlar[1673]
kabilindendir. Cisimler,[1674]
bunları doldurmaz. Bunlarda cisimleri doldurmaz.”
Doğru olan şudur: Hamdin, doldurmaya ve doldurulmaya ihtiyacı
yoktur. Çünkü “Su kabı suyla doldu” ve “Kase yemekle doldu” denildiğinde, bu,
dolmanın bir çeşididir. “Ev adamlarla doldu” ve “Şehir atla ve adamlarla doldu”
denildiğinde ise, bu da, başka bir tür dolma şeklidir. “Kitap satırlarla doldu”
denildiğinde ise, bu da, diğer bir dolma şeklidir. “İnsanların kulakları hamdle
veya filanca kimseyi yermekle doldu” denildiğinde ise, bu da, başka bir dolma
şeklidir.
Bu husus, bilinen bir rivâyette şu şekilde geçmektedir:
أَهْلُ
الْجَنَّةِ
مَنْ
اِمْتَلأَتْ
مَسَامِعَهُ
مِنْ ثَنَاءِ
النَّاسِ
عَلَيْهِ،
وَأَهْلُ
النَّارِ
مَنْ
اِمْتَلأَتْ
مَسَامِعَهُ
مِنْ ذَمِّ
النَّاسِ
لَهُ
“Cennetlik kimse, kulakları, insanların kendisi ile ilgili
(hayrlı) övgüleriyle dolan kimsedir. Cehennemlik kimse ise, kulakları insanların
kendisi ile ilgili (kötü) yermeleriyle dolan kimsedir.”[1675]
Hz. Ömer, Abdullah ibn Mes’ud hakkında şöyle der: “Abdullah
ibn Mes’ud, torba gibidir. O, ilimle doldurulmuştur.”
Denildi ki: “Filanca kimsenin bilgisi, dünyayı doldurdu.”
Yine denildi ki: “İbn Ebi’d-Dünyâ, bilgi olarak dünyayı
doldurur.”
“Filanca kimsenin şöhreti, dünyayı doldurdu ve ufku daralttı”,
“Sevgisi kalpleri doldurdu”, “Filanın kızgınlığı kalpleri doldurdu”, “Filanın
kalbi korkuyla doldu” denilir.
İşte bu, hamd ile ilgili anlatılanları kavramaya çalışan
kimse için yeterlidir.
Gerçekte ise “dolmak” ve “doldurmak” kelimelerini, özellikle
de cisimlere özgü kılmak, batıl bir mesele üzerinde ve delili olmayan bir iddia
üzerinde hüküm vermeyi gerektirir. İşin aslı, aynıdır. Ortak mana; kelimenin
sözlük anlamına, farklı anlamlara ve değişik kullanışa galip gelmesidir. Çünkü
böyle bir şeye dönmek, kelimenin mecaz anlamından ve ortak kullanımından daha
önceliklidir.
Burada kastedilen husus şudur: Yüce Allah’ın bütün isimleri
çok güzeldir. İsimleri içerisinde kötü bir isim yoktur. Sıfatları, tamamen
kemaline uygundur. Sıfatları içerisinde eksik bir sıfat yoktur. Fiilleri,
tamamen hikmetinin gereğidir. Fiilleri içerisinde hikmet ve maslahattan uzak
bir fiil yoktur. Göklerde ve yerdeki en güzel örnekler, O’nundur. Çünkü O, Azîz
ve Hâkim’dir. Kemâl sıfatıyla vasıflanmıştır. Yüce ve büyüktür. Teşbih ve temsilden
uzaktır. Na’tlarla[1676]
anılmıştır. Yine kemâl sıfatlarına aykırı olan sıfatlardan da uzaktır.
Dolayısıyla da O, Hayy’ın[1677]
zıddı olan ölümden ve Kayyûm’un[1678]
zıddı olan uyuklamadan, uykudan, yanılgıdan ve
gafletten uzaktır.[1679]
O’nun, ilimli olmakla vasıflanması,
bunun zıddı olan unutkanlıktan ve şaşkınlıktan tamamen uzak olmasını
gerektirir. Çünkü hiçbir şey, O’nun ilminden uzak değildir. Kudretli olmakla vasıflanması, bunun zıddı olan acizlikten, yorgunluktan
ve bitkinlikten uzak olmasını gerektirir. Adil
olmakla vasıflanması, haksızlık yapmaktan uzak olmasını gerektirir. Hikmetli olmakla vasıflanması, boş şeyden uzak olmasını gerektirir.
İşitmek ve görmekle vasıflanması, bunların zıddı olan şeylerden uzak olmasını
gerektirir. Hiçbir şeye muhtaç olmamakla (=ganiyy)
vasıflanması, bunun zıddı olan muhtaçlıktan uzaktır.
Hamd, tamamen O’na layıktır. Övülmüş olmaması, imkansızdır.
Yine O’nun Kâdir (=her şeye gücü yeten) olmaması, Hâlık (=yaratıcı) olmaması,
Hayy (=canlı ve diri) olmaması da imkansızdır. Hamdin tamamen O’nun zatı için
olması vaciptir. Çünkü sadece O’nun ilâh, rabb ve kâdir olması gibi sadece
övülmüş olan da O’dur.
“Hamd, tamamen Allah
içindir” denildiğinde, bunun iki anlamı
vardır:
Birincisi: O’nun, herkes tarafından övülmüş
olması.
O, bu vasfı sebebiyle resulleri, nebileri ve bunlara tabi
olan kimseler tarafından övülmüştür. İşte bu, yüce Allah’ın hamdindendir.
Dolayısıyla da O, birinci maksada göre övülmüştür.
O Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın olmakla da övülmüştür. Bu, O’nun
her şeyi bilmesi (=Alîm) olması gibidir. Çünkü hiç kimsenin bilmediği birçok şeyi
insanlara kendi ilminden bildirmiştir.
Nitekim bu husus, rivayet edilen bir duada şöyle geçmektedir:
اللَّهُمَّ
لَكَ
الْحَمْدُ
كُلُّهُ,
وَلَكَ
الْمُلْكُ
كُلُّهُ,
وَبِيَدِكَ
الْخَيْرُ
كُلُّهُ,
وَإِلَيْكَ
يَرْجعُ الْأَمْرُ
كُلُّهُ,
أَسْأَلُكَ
مِنَ
الْخَيْرِ كُلِّهِ
وَأَعُوذُ
بِكَ مِنَ
الشَّرِّ
“Allahım! Hamd, tamamen
senindir. Mülk, tamamen senindir. Hayr, tamamen senin elinledir. İş, tamamen
sana döner. Senden bütün iyilikleri isterim. Bütün kötülüklerden de sana sığınırım”[1680]
Mülk O’nundur. Mülkünden bazı yarattıklarına dilediği şekilde
vermiştir. Hamd O’nundur. Hamdinden dilediğine istediği şekilde vermiştir. Yine
yaratılmışların mülkü de, O’nun mülkü içerisine girmektedir. Yine kulun hamdi
de, O’nun hamdi içerisine girmektedir. Her şey O’nu övmektedir. Allah, öncelikle
zatıyla övülendir.
“Allahım! Hamd, senindir” sözüyle kastedilen şudur: Allahım! Sen, her türlü
hamde layıksın demektir.
Yalnız bu hamdle, hâricî hamd
kastedilmemektedir.
İkincisi: “Hamd, tamamen senindir” sözüyle; tam, mükemmel hamd kast
edilmektedir. Bu şekilde bir hamd, sadece Allah’a mahsustur. Allah’tan
başka birisinin böyle bir hamde ortak
olması yada layık olması düşünülemez.
“Hamdin Allah’a ait olması”, genel olarak hamdin bu iki anlamıyla
anlaşılmaktadır. Çünkü hamdin geneli O’nundur. İşte bu, yüce Allah’ın özelliklerindendir.
Dolayısıyla O, her halükarda ve her şeyde övülendir. Çünkü en mükemmel ve en
yüce hamd O’nundur.
Yine tam ve her şeyi kuşatan mülk
de O’nundur. Her şeye sadece O sahiptir. Dolayısıyla da tam ve mükemmel ancak O’nundur.
Peygamberlere tabi olan kimseler, Allah’ın mükemmel bir mülke ve hamde sahip olduğunu
ispat edip şöyle demişlerdir:
“O, her şeyi yaratan, her şeyin
rabbi ve melikidir. Elbette hiçbir şey; O’nun yaratması, kudreti ve dilemesi dışına
çıkmaz. Çünkü mülk, tamamen O’nundur.”
Mecusi Kaderiyye,[1681]
kulların fiillerini, O’nun mülkünden çıkarmaktadır. Ayrıca meleklerin, cinlerin
ve insanların bazı hareketlerini de, O’nun mülkünden çıkarmaktadır.
Peygamberlere tabi olan kimseler
ise, bunları, tamamen Allah’ın mülkü ve kudreti içerisine dahil edip mükemmel
hamdin mahiyetine delil getirmişlerdir. Çünkü O, bütün bunlarda ve mükemmel
hamd hususunda övülendir Yine O, bu hususlarda ve yarattığı ve yaratacağı her
türlü hususta övülendir. Kısacası, bu konuda fiil ile hedeflenen ve övülen gayeler
ve hikmetler, hep O’nundur.
Kaderiyye,[1682] gerçekte, hikmeti ve sebepleri[1683] bir tarafa bırakıp hikmetin kul için
olduğuna delil getirmeleri gibi hamdin de kul için olduğuna dair delil
getirmişlerdir. Çünkü hamd, hikmetin gerektirdiklerindendir. Hikmet de ancak
bir şeyi bir şey için yapıp sonra da bu yaptığıyla kendi fiilinden kaynaklanan
hikmeti kast eden kimse hakkında
geçerlidir. Bir şeyi bir şey için yapmayan kimse ise, kendi hakkında bir hikmet
düşünemez.
Ayrıca Kaderiyye şöyle der: Yüce
Allah’ın fiillerinde ve hükümlerinde sebeplilik bildiren lâm harfi (=Lâm-ı Ta’lîl)
yoktur.[1684] Kuvvetler, mizaçlar ve maslahatlar
ile ilgili yaptıklarıyla bağlantı kurulamaz. Bunlarla ancak zıt bir bağlantı
kurulabilir. Sebep, müsebbebden dolayı meydana gelmez. Çünkü sebep, müsebbebe
bağlı değildir.
Onlara göre, sebep yoksa müsebbeb
de yoktur. Bu da ancak dilemenin açığa çıkması ve benzerini benzerine tercih
eden iradenin ortaya çıkmasıdır. Çünkü tercih olunan, asıl değildir.
Onlara göre; bu husus, bedenler
için geçerli değildir. Mizaçlar ve kuvvetleri ise, bedenin harekete geçmesini
sağlayan sebeplerdir. Yüce Allah, cisimlerden birini, asıl bir sebep ve hikmet
olmaksızın sadece benzerini benzerine tahsis etmek sûretiyle görmeye, akletmeye
ve tatmaya has kılmıştır.
İşte Kaderiyye, mükemmel mülkün kul
için olduğuna delil getiremedikleri gibi mükemmel hamdin de kul için olduğuna
dair delil getirememişlerdir. Selefe ve ümmetin cumhuruna göre; bu her iki
görüş, kabul edilemezdir.[1685]
Mülk ve hamd, Allah hakkında eş anlamlıdır. Mülkünün ve
kudretinin kuşattığı her şey, O’nun hamdini de kuşatmaktadır. Dolayısıyla O, mülkünde
övülendir. Hamdiyle birlikte mülk ve kudret, O’nundur. Dolayısıyla yarattığı
şeylerden birinin, mülkünün ve kudretinin dışına çıkması imkansızdır. Yine
yarattığı şeylerden her hangi bir şeyin, hamdinin ve hikmetinin dışına çıkması
da mümkün değildir. İşte bundan dolayı yüce Allah, yaratmasının ve emretmesinin
hamdinden kaynaklandığını kullarına belirtmek için yaratma ve emretme hususunda
kendisini övmektedir. Bu nedenle de O, şükrü, ibadeti, övgüyü ve mehdi
gerektiren hamd hususunda her türlü yaratma ve emretme hususunda övülendir.
Çünkü emretme ve yaratmayı, kendisinde bir araya getirmiştir. Bundan dolayı da
yaratmayı ve emretmeyi tamamen kuşatmıştır. İşte bundan dolayı da bu iki kelimeyi
şöyle anmıştır:
“Bilesiniz ki, yaratmak
da emretmek de O’na mahsustur. Alemlerin Rabb’i Allah ne yücedir!”[1686]
Görüldüğü üzere hamd, sıfatların en genişi ve övgülerin en
kapsamlısıdır. Çoğunlukla ilme götüren yollar ve alemin zerrelerine,
parçacıklarına, emrin ve yasağın detaylarına ileten yollar, gerçekten çok
geniştir. Çünkü isimlerinin, sıfatlarının, fiillerinin, hükümlerinin,
adaletinin, düşmanlarından intikam almasının, ihsanda bulunma hususunda
dostlarına yaptığı lütfunun hepsi, hamd ile ilgilidir.
Yaratma ve emretme ancak hamdiyle gerçekleşir ve ortaya
çıkar. O’nun hamdinin gayesi, her şeye hayat vermektir. her şeyin var olması, O’nun
hamdiyle olur. Varlık aleminde O’nun hamdini araştırma ve izlerini ortaya çıkarma,
basiret sahibi ve derin görüşlü kimselerin tanıklık ettiği bir iştir.
O’nun isimlerini ve sıfatlarını tanımak, hamdin manasına ve
bilinen hususları kapsamasına delalet eden yollardandır. Kulun, alemin bir ilâha
sahip olduğu ile ilgili kabulü; her kemâl sıfat, her güzel isim, her güzel övgü
ve her yüce fiil ile bağlantılıdır. Dolayısıyla yüce Allah; tam bir kudrete,
mükemmel bir dilemeye, kuşatıcı bir ilme, sesleri kapsayan bir işitmeye, bütün
görülenleri ihata eden bir görmeye, bütün yaratılanları kuşatan bir rahmete,
hiçbir varlığa gerek duymayan en yüce melik olmaya, bütün yönlere sahip mutlak,
mükemmel bir muhtaç olmamaya, kainatta izleri görülen apaçık bir hikmete ve
bütün mükemmel, tam, harika yöntemlere, ifadelere, kelimelere galip gelen bir
izzete sahiptir.[1687]
Yüce Allah, yaratmasının başında ve sonunda, emretme ve şer’i
bir yasa koyma hususunda, alemlerin rabbi olduğu hususunda, ilâh olma ve diri
olma ile ilgili tek olmasında, kemaline uygun olmayan bir şeyle vasıflanmaktan
uzak olması hususunda; çocuk ile ortak edinmek, kendisine ihtiyaç duyduğu
yarattıklarından birisiyle dostluk kurmaktan uzak olması hususunda, yüce ve
büyük olması hususunda kendisini övmesi ile ilgili yarattığı ve emrettiği
hamdinin kapsamını bildirmektedir.
Yüce Allah, ulvi ve süfli alemde hamdini ortaya çıkaracağını
bildirmiş ve bütün bunları, kitabında haber vermiştir.
Görüldüğü üzere yüce Allah, hamdini ve hamd yollarını
çeşitlendirmiş, bu yolları bazen bir araya getirmiş ve bazen de bunları başka
şekillere ayırmıştır. Bunu da, kendisini onlara tanıtmak, kendisine nasıl hamd
ettiklerini ve nasıl övdüklerini onlara göstermek, bununla kendisini onlara
sevdirmek ve kendisini tanıdıklarında, sevdiklerinde, hamd ettiklerinde onları
sevmek için yapmıştır. Nitekim yüce Alah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Hamd, alemlerin Rabb’i
Allah’a mahsustur. O Rahmân’dır, Rahîm’dir. Din gününün sahibidir.”[1688]
Yine şöyle buyurmaktadır:
“Hamd, gökleri ve
yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. (Bunca âyet
ve delillerden) sonra kâfir olanlar (hâla putları) Rab’leri ile denk tutuyorlar.”[1689]
Yine şöyle buyurmaktadır:
“Hamd, Allah’a mahsustur
ki kulu (Muhammed’e), Kitab ‘ı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı. Onu
dosdoğru (bir kitap) olarak (indirdi) ki katından gelecek şiddetli azaba karşı
(insanları) uyarsın ve yararlı işler yapan müminlere kendileri için güzel bir
mükafat bulunduğunu müjdelesin.”[1690]
Yine şöyle buyurmaktadır:
“Hamd, göklerde ve
yerde bulunanların hepsi kendisinin olan Allah’a mahsustur. Âhirette de hamd, O’na
mahsustur. O, Hâkim (=hüküm ve hikmet sâhibidir), Habîr (=her şeyden haberdar olan)’dır.”[1691]
Yine şöyle buyurmaktadır:
“Hamd, o gökleri ve
yeri yaratan ve melekleri ikişer üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur.
O, yaratmada dilediği kadar artırır. Gerçekten Allah, her şeye gücü yetendir.”[1692]
Yine şöyle buyurmaktadır:
“Allah,
O’dur ki; O’ndan başka ilâh yoktur. Hamd, dünyada da ahirette de O’nun içindir;
hüküm de O’nundur. Yalnız O’na döndürüleceksiniz.”[1693]
Yine şöyle buyurmaktadır:
“O diridir, O’ndan
başka ilâh yoktur. Dini yalnız kendisine hâlis kılarak O’na yalvarın. Hamd, âlemlerin
Rabb’i olan Allah’a mahsustur.”[1694]
Yine şöyle buyurmaktadır:
“O halde akşama
girdiğiniz zaman da sabaha girdiğiniz zaman da Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve
yerde, ikindileyin ve öğleye erdiğiniz zaman da hamd, O’na mahsustur.”[1695]
Yüce Allah, (kıyamet günü)
müminlere sevap ile mükafat vermek, günahkarlara da ceza ile azab vermek sûretiyle
insanlar hakkında adaletle hüküm verip onların arasını bu şekilde ayırdıktan
sonra hamdin kendisine ait olduğunu şöyle belirtmektedir:
“Artık insanların
aralarında adaletle hüküm olunmuştur. ‘Hamd, alemlerin Rabb’i olan Allah’a
mahsustur’ denir.”[1696]
Yüce Allah, cehennemliklerin
cehenneme kendi hamdi sayesinde girmeleri gibi, cennetliklerin de cennete kendi
hamdi sayesinde girdiklerini cennet ehlinin lisanından şöyle haber
vermektedir:
“Ve
cennette ki kimseler: ‘Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun!
Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak
değildik...’ derler.”[1697]
Yine yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Cennetliklerin cennetteki duası: ‘Allah’ım!
Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!’ (sözleridir). Orada birbirleriyle
karşılaştıkça söyledikleri (söz) ise ‘selâm’ dır. Onların dualarının sonu da
şudur: Hamd, âlemlerin Rabb’i Allah’a mahsustur.”[1698]
Yüce Allah cehennemliklerin lisanından ise şöyle buyurmaktadır:
“O
gün Allah, onlara seslenip: ‘Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz
nerededir?’ der. Her ümmetten bir şahit çıkarır ve ‘kesin delilinizi ortaya
koyun?’ deriz. O zaman, gerçeğin Allah’a ait olduğunu, uydurduklarının
kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar.”[1699]
Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Böylece
günâhlarını itirâf ettiler. O çılgın ateş halkı (Allâh’ın acımasından) uzak
olup (artık onlara) ezilmek yaraşır!”[1700]
Görüldüğü üzere onlar inkar etme ve zulmetme konusunda kendi
nefislerini şahit tuttular ve kendilerinin bu dünyada yalancılardan olduklarını,
Rablerinin âyetlerini yalanladıklarını, O’na şirk koştuklarını, O’nun ilâh oluşunu
bile bile inkar ettiklerini, O’na iftirada bulunduklarını biliyorlardı.
İşte bu, onların, kendileri hakkında Allah’ın adaletli
davranmasını ve kendilerine bazı haklar vermesini istemeleri ile ilgili bir itirafı ortaya çıkarmaktadır.
Çünkü Allah, onlara zulmedici değildir. İnkarlarının ve kötülüklerinin
karşılıksız kalmaması için, Allah’ın adaleti ve hamdi gereği cehennem ateşine
girecekler ve bir şeyi yapmaya, terk etmeye güç yetirebilmeleri ve yaptıkları
fiiller gereği cezalandırılmışlardır. Bu, Cebriyye’nin[1701]
dediği gibi değildir.
Bu hikmeti detaylı bir şekilde açıklamak, insan aklının
kavrayamayacağı ve anlayamayacağıbir meseledir. Fakat bu meseleyi kısaca şöyle
özetleyebiliriz: Her üstün sıfat, güzel isim, güzel övgü ve her türlü hamd,
medh, tesbih, tenzih, takdis, celal ile ikram tamamıyla en güzel ve en mükemmel
şekilde Allah içindir. Dolayısıyla vasıflandığı, zikrolunduğu ve bahsedildiği
bütün hamdler, sena, tesbih ve takdis O’na aittir. Yaratıklarından hiçbirisi,
övme mahiyetinde, O’nun hamdini sayamaz. Çünkü O, kendi zatını övdüğü gibi ve
yarattıklarının, kendisini övmesinin üstündedir. Dolayısıyla ilk ve son olarak
hamd O’nundur. İşte bu, O’nun iki çeşit olan hamdinin birincisini haber vermektir.
Ki bu hamd çeşidi, sıfatlar ve isimlerle O’nu
hamd etmektir.
İkinci hamd çeşidi ise;
nimetleriyle ve yarattıkları şeylerle O’nu hamd etmektir. Bu, yaratılanın;
iyi-günahkar, mümin-kafir olduğuna, verdiklerinin bol ve geniş olduğuna, cömert
olduğuna, yarattıklarının güzel olduğuna, kullarıyla olan ilişkilerinin iyi
olduğuna, kullarına karşı rahmetinin iyiliğinin, lütfunun, sevgisinin sınırsız
olduğuna, zor durumda kalan kimselerin ettiği duaya icabet ettiğine, sıkıntıda
olan kimselerin sıkıntısını giderdiğine, üzüntülü kimsenin üzüntüsünü
giderdiğine, rahmetinin alemleri kuşattığı, istekte bulunmadan önce istekte
bulunacak kimseyi nimetleriyle kuşattığına şahitlik etmektedir.
Yüce Allah, isteyen kimseye en güzel bir şekilde lütufta
bulunur. Lütfunu ümitlerin ulaşamadığı yere ulaştırır. Hidâyeti ise, özellikle de Daru’s-Selam
(=cennet) yolcusu kullarınadır. Bu kullarını en güzel bir şekilde korudu ve onları
kötülüklerden, günahlardan alıkoydu. Onlara imanı sevdirdi ve onu kalplerinde
süsledi. Onları küfür, fasıklık ve isyandan uzak tuttu. Onları, doğru yolun
yolcularından kıldı. Kalplerine imanı yerleştirdi.
Onları, kendisinden bir ruhla destekledi. Onları yaratmadan önce kendilerini “Müslüman”
diye isimlendirdi. Kendisini anmalarından önce onlarıandı ve bir şey istemelerinden
önce onlara gerekli şeyleri verdi. Zengin olması hasebiyle kendi katından
onlara nimetler vermek sûretiyle onları memnun etti. Onlara masiyetleri sevdirtmedi
ve onları kendi yolunda tuttu.
Bununla birlikte onlar için bir yurt edindi. Bu yurdun
içerisine, nefislerin iştah duyacağı ve gözlerin tat alacağı her türlü şeyleri
hazırlayıp içini her türlü iyi şeylerle doldurdu ve gözün göremediği, kulağın
işitmediği, insanın kalbine gelmeyen her türlü nimetleri, mutlulukları,
sevinçleri ve neşeleri hazırladı.
Daha sonra onlara, bu yurda davet eden peygamberler gönderdi.
Ardından da bu yurda ulaştıran yolları onlara kolaylaştırıp bu konuda onlara yardım
etti. Bu kısa müddet içerisinde bu ebedi yurda yöneldiklerinden dolayı onlardan
razı oldu. Onlara, iyilik ettikleri takdirde bunun karşılığında onlara bu
iyiliğin on katını vereceğini, kötülük ettikleri takdirde ise, bağışlanmaları
için kendisine istiğfarda bulunmaları gerektiğini bildirdi. Onlara iyiliklerden
sonra kötülükleri yaptıkları takdirde onları mahvedeceğini vaat etti. Onlara
nimetlerini hatırlattı. Onlara isimlerini tanıttı. Onlara karşı muhtaç değil,
kendi katından bir rahmet ve iyilik olarak emrettiği şeyleri yapmalarını
istedi. Kendisinin onlara karşı cimri davranması değil, bir himaye ve koruma
olarak onlara yapılmaması gereken şeyleri yasakladı. Onlara en güzel bir hitap
şekliyle hitapta bulundu. En güzel bir şekilde onlara nasihatte bulundu. En
güzel bir biçimde onlara tavsiyede bulundu. En değerli niteliklerini
işlemelerini onlara emretti. En çirkin sözleri ve davranışları onlara
yasakladı. Onlara âyetler sundu. Onlara güzel örnekler anlattı. Kendisini bilme
ve tanıma ile ilgili yolları çoğalttı. Kendisi ile ilgili hidayet kapıları
açtı. Rızasını elde edecekleri ve gazabından kaçacakları yolları onlara
gösterdi.
En güzel ifadelerle onlara hitapta bulunup onları en güzel
isimlerle isimlendirdi. Nitekim yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler!”[1702]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Ey
iman edenler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz”[1703]
Yine yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“De ki: “Ey
nefislerine karşı aşırı giden kullarım!”[1704]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“(Resûlüm!) De ki: Ey
iman eden kullarım!”[1705]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Ey
insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize kulluk ediniz. Umulur
ki, böylece korunmuş (Allah’ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz. O\
yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla
size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah’a
ortaklar koşmayın.”[1706]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Ey
insanlar! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; Allah’tan başka size gökten
ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. Nasıl
oluyor da (tevhidden küfre) çevriliyorsunuz!”[1707]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Allah’ın
vâdi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da
Allah hakkında sizi kandırmasın!”[1708]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Ey
insan! İhsanı bol Rabb’ine karşı seni aldatan nedir? O (Rab) ki seni yarattı,
seni düzenledi, sana ölçülü bir biçim verdi.”[1709]
“Ey iman edenler,
Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkup gerektiği gibi sakının ve kesinlikle
Müslüman olarak can verin! Hep birlikte Allah’ın ipine (=kitabına, dinine)
sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün.
Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte
O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun
tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini
böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.”[1710]
“Ey iman edenler,
sizden olmayanları dost edinmeyin; onlar, sizi şaşırtmakta kusur etmezler, sıkıntıya
düşmenizi arzu ederler. Baksana, öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sinelerinin
gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, sizlere âyetleri açıkça
bildirdik.”[1711]
“Ey iman edenler!
Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen
gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabb’iniz
olan Allah’a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar.
Eğer sizler Benim yolumdan savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız onlara
nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da
bilirim. içinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan
sapmıştır.”[1712]
“Ey
iman edenler! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman
icabet edin. Allah’ın, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O’nun
katında toplanacağınızı bilin. Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden
sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder).
Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir. Hatırlayın ki, bir zaman siz yeryüzünde
âciz tanınan az (bir toplum) idiniz; insanların sizi kapıp götürmesinden
korkuyordunuz da şükredesiniz diye Allah size yer yurt verdi; yardımıyla sizi
destekledi ve size temizinden rızıklar verdi.”[1713]
“Ey insanlar!
(Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da
yalvardıklarınız bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi
yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar.
İsteyen de âciz, kendinden istenen de!”[1714]
“Meleklere:
‘Adem’e secde edin’ demiştik. İblis’ten başka hepsi secde etmişti. O, cinlerden
idi. Rabb’inin buyruğu dışına çıktı. Ey insanoğulları! Siz Beni bırakıp onu ve
soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandır. Kendilerine yazık
edenler için bu ne kötü değişmedir!”[1715]
Bu hitabın altında şu husus yer almaktadır: Doğrusu Ben,
atanız Adem’e secde etmeyip emrime karşı geldiği için İblis’i huzurumdan çıkardım,
gökten kovdum ve yanımdan uzaklaştırdım. Sonra da siz ey Adem oğulları! O ve
adamları, size apaçık düşman oldukları halde, siz, Beni bırakıp onu ve soyunu
mu dost ediniyorsunuz!.
Dolayısıyla zeki insan, bu hitabın yerini, kalpleri ve
ruhları sarsan etkisini iyi düşünür.
Kur’an’da, Allah’ın, çoğunlukla, kullarına yaptığı hitap;
sevgi gösterme, muhabbeti geliştirme, iyi davranma ve apaçık nasihat etme
şeklinde gelmiştir.
Ayrıca kullarına, yaptıkları vesilelerin en güzeline,
makamların en üstününe, ilimlerin ve becerilerin en yücesine razı olacağını da
bildirmiştir. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Eğer inkâr
ederseniz, şüphesiz Allah, size muhtaç değildir. Bununla beraber O, kullarının
küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden bunu kabul eder. Hiçbir günahkâr
diğerinin günahını çekmez. Nihayet hepinizin dönüp gidişi, Rabb’inizedir.
Yaptıklarınızı O size haber verir. Çünkü O, kalplerde olan her şeyi hakkıyla
bilendir.”[1716]
“İşte
bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din
olarak İslam’a razı oldum.”[1717] [1718]
O’nun isminin “el-Hamîd” olması bu şekildedir. Çünkü hamd, tamamen O’na aittir.
Hamdinin kemali; isimleri, fiilleri ve sıfatları hususunda herhangi bir
kötülüğün ve noksanlığın O’na nispet edilmemesini gerektirir. O’nun güzel isimleri, kendisine, herhangi bir kötülğün ve
haksızlığın nispet edilmesini men eder. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır. Dolayısıyla
kullarını, onların fiillerini, hareketlerini ve sözlerini de yaratmıştır.
Kul, kendisine yasak edilen çirkin bir şeyi işlediği zaman, o
kötü şeyi kendisi yapmış olur. Çünkü yüce Allah, o kimseyi, bu işi yapan
kılmıştır. Bu kılma eylemi; Allah’ın adaleti, hikmeti ve doğruluğudur. Bu
nedenle de o kimseyi, bu eylemi yapan (=fail) kılması hayrdır. Kulu bu eylemden
etkilenen (=mef’ul) kılması ise, kötü ve çirkindir. Çünkü yüce Allah, kulun
yaptığı o eylemi, yerli yerine koymuştur. Dolayısıyla bu konuda O’nu öven apaçık
bir hikmet ortaya çıkmaktadır ki, O’nunla ilgili ortaya çıkan bu husus; bir
hayr, bir hikmet ve bir faydadır. Böyle bir şeyin kuldan ortaya çıkması ise bir
noksanlık ve bir kötülüktür.
İşte bu, delil getirme hususunda ma’kul bir iştir. Buna göre
her şeyden haberdar olan yaratıcı; eğik bir tahta parçasını, kırılmış bir taşı
ve eksik tartılmış sütü alıp uygun bir şekilde yerine koyduğu zaman, işte bu husus;
O’nun adaleti ve övülen doğruluğu olur. Eğer o yer ile ilgili herhangi bir
yanlışlık, eksiklik ve yerilen bir ayıp varsa, hiç kuşkusuz ki bu durum,
tamamen o yer ile ilgilidir. Buna göre kim pis şeyleri uygun bir şekilde bir
yere koyarsa, hiç kuşkusuz bu; bir hikmet, bir adalet ve bir doğruluktur. Fakat
akılsızlık ve zulüm, bu şeylerin, başka bir yere koyulmasıdır. Dolayısıyla kim
sarığı başına, ayakkabıyı ayağına, sürmeyi gözüne ve çöpü de çöp kutusuna
koyarsa, hiç kuşkusuz bu, o şeyi, yerine koymuş demektir. Çünkü sarık,
ayakkabı, sürme ve çöp, yerine konulduğu için, konulan bu şeylere haksızlık
yapılmamış olunur.[1719]
* * *
﴿ اَلْوَدُودُ
- اَلشَّكُورُ
﴾
el-VEDÛD
- eş-ŞEKÛR
“el-Vedûd”:[1720] Nimetleri
gereği kullarını sevendir. Çünkü O, (kullarından) kendisine tevbe eden ve
yönelen kimseyi sever. Yine O, sevilen (=mahbûb)dir.
Buhârî, “Sahîh”de
der ki: “Vedûd, seven (=Habîb)dir.”[1721]
Araştırma sonucuna göre; Vedûd
kelimesi, iki anlama gelmektedir. Çünkü yüce Allah, dostlarını sever ve onlar tarafından da sevilir.[1722] Hz. Şuayb (a.s) bu konu ile ilgili
olarak şöyle der:
“Şüphesiz ki Rabb’im, Rahîm (=çok merhametli) ve Vedûd
(=kullarını çok seven)’dir.”[1723]
“el-Vedûd” (=sevme) ismi, “er-Rahîm”
(=merhamet etme) ismi ile “el-Gafûr” (=bağışlama) ismine daha yakın bir anlam
ifade eder. Fakat aralarında fark vardır. Örneğin, kişi kendisine kötülük eden
kimseyi bağışlayabilir, fakat onu sevmeyebilir. Yine sevmediği kimseye de
merhamet etmeyebilir de. Yüce Allah ise, kendisine tevbe eden kulunu bağışlar,
ona merhamet eder ve her şeye rağmen onu sever. Çünkü O, tevbe eden kimseleri
sever.[1724] Yine kulu kendisine tevbe ettiği
zaman onu sever.
Kul, Allah’ın gayretiyle Rabb’ini
sevince, Allah’ta onu bir başkasının sevgisiyle mükafatlandırır. İşte bu, gerçekte
tam bir ihsandır. Çünkü sebep de O’dur, müsebbeb de O’dur. Bundan maksat, karşılıklı
sevgi değildir. Bu ancak kullarından şükredenleri ve şükürleri sebebiyle Allah’ın
onları sevmesidir. Bunların hepsi, kulun maslahatı ve iyiliği içindir.
Sevgiyi yaratan ve onu müminlerin
kalbine yerleştiren yüce Allah çok mübarektir. Daha sonra O, bu sevgiyi
dostlarının kalbinde öyle bir noktaya ulaştırır ki, artık bu noktada diğer
bütün sevgiler çok küçük ve değersiz bir hale gelir ve onların bağından
kurtulurlar, bela ve musibetler onlara hafif gelir, ibadet ve taatlerin
zorlukları onlara zevk verir ve sonunda sevgilerin en yücesi olan Allah
sevgisini, Allah rızasını elde etme ve Allah’a yakın olma gibi çeşitli
kerametlerden dilediğini elde eder.[1725]
* * *
﴿ اَلْحَيُّ
-
اَلْقَيُّومُ
﴾
el-HAYY -
el-KAYYÛM
el-Kayyûm:[1726] Kendi
zatıyla kaim olup hiçbir kimseye muhtaç olmaması ve her şeyin O’nunla kaim
olması demektir. O’nun dışındaki her şey bizzat O’na muhtaçtır.
O’na muhtaç olmak; Kelamcıların
dediği gibi, hudûs
(=sonradan meydana gelme) deliline[1727] ve Meşşâî[1728] filozofların dediği gibi, imkan deliline[1729] dayanmak demek değildir. O’na
muhtaç olmak, zatidir. Zat ile ilgili olan bir şeyin sebebi de, açıklanamaz.
Kayyumluk makamı, fiilî sıfatları gereği, yüce Allah’a aittir. Çünkü
O, her şeye ve her nefse kaimdir. Zatıyla kaimdir. Varlığı başkasına bağlı değildir.
Çekip çevirmekle, rabb olmakla ve galip gelmekle kaimdir. O, adalet terazisini
indirir ve kaldırır.[1730] Gündüz olmadan geceleyin yapılan
amel ile
O’nu bir uyuklama ve uyku
tutmaz. İlminin kemali gereği her şeyi bilendir. Yarattığı varlıkların
önlerinde ve arkalarında olan her şeyi bilir. O’nun ilminden habersiz yere bir
yaprak bile düşmez. İzni olmaksızın bir zerre bile hareket etmez. Kalplerde
geçen fikirleri bilir. Fakat insanların kalplerinde geçen bu fikirleri ise
hiçbir hükümdar bilemez. Ayrıca O, kalbin bu fikirler hakkında muttali
olamadığı şeyleri bile bilir.[1732]
Hayy ve Kayyûm
isimlerinden anlaşıldığına göre; el-Hayy (=hayat sahibi olma), bütün kemâl sıfatları ihtiva
etmektedir. Bu sıfatlardan herhangi birine sahip olmamak, hayat sahibinin
güçsüzlüğünü gerekli kılar. Allah Tealâ’nın hayatı en mükemmel ve en eksiksiz
bir hayat olduğuna göre O, bu özelliğin zıddı olan bütün eksik ve kusurlu
sıfatlardan uzaktır. Allah, bütün kemâl sıfatlara ve kusursuz hayata sahip olan
tek varlıktır. Ehl-i ispat kelamcılar, Allah ile ilgili işitme, görme, ilim, irade,
kudret, kelam sıfatlar ile diğer kemâl sıfatları aklî yolla ispat etmişlerdir.
el-Kayyûm ise; hiçbir şeye muhtaç olmamasının ve kudretinin kemalini
içermektedir. Çünkü yüce Allah, kendi zatıyla kaim olup her halükarda hiçbir
kimseye muhtaç değildir. İşte bu, yüce Allah’ın, kendisinin dışında kalanlara
muhtaç olmamasının (=ganiyy) kemalindendir. Varlığı başkasına bağlı değildir.
Başkalarının varlığı ancak O’nun varlığına bağlıdır. Bu da, O’nun kudretinin ve
izzetinin kemalindendir.
Hayy ve Kayyûm isimleri; kemâl sıfatları ve mükemmel olan muhtaç olmama
(=ganiyy) ile kudret sıfatlarını düzenlemektedir. Bu iki isimle yardım isteyen
kimseler sanki yüce Allah’ın bütün isimleriyle ve bütün sıfatlarıyla yardım
istemektedir. Dolayısıyla sıkıntılardan kurtulmanın, üzüntüleri gidermenin ve
istekleri yerine getirmenin olduğu yerde bu iki isimle yardım istemek en doğru
olanıdır.
Burada kastedilen husus
şudur: Rahmet, kendisiyle yardım istenilendir. Rahmet de, yüce Allah’ın
bir sıfatı olup yarattıklarına ait bir şey değildir. Nitekim sığınan kimse de, أَعُوذُ
بِعِزَّتِكَ “İzzetine
sığınırım”[1733] şeklinde yüce Allah’ın izzetine sığınmaktadır. İzzet de, hiç
kuşkusuz yaratıkların değil Allah’ın sıfatıdır. Dolayısıyla Allah, mümin
kullarını, kendi izzetiyle saygın bir hale getirmektedir.
İşte bu, tamamen Ehl-i
Sünnetin bu görüşünü doğrulamaktadır: Hz. Peygamber (s.a.v)’in, َأعُوذُ
بِكَلِمَاتِ اللَّهِ
التَّامَّاتِ“Allah’a tam kelimelerle sığınırım”[1734] sözü, yüce Allah’ın
kelimelerinin mahluk olmadığına delildir. Çünkü yüce Allah’a, mahluk olan
kelimelerle sığınılmaz.
Yüce Allah’ın,
meleklerden naklen “Rabb’imiz! Senin
Rahmetin ve İlmin, her şeyi kuşatmıştır”[1735] buyruğuna gelince, burada
geçen Rahmet kelimesi, O’nun Rahmet sıfatıdır. O’nun Rahmet sıfatı ise, her şeyi
kuşatmıştır.
Yine yüce Allah’ın, “Rahmetim, her şeyi kuşatmıştır”[1736] buyruğu; her şeyle bağlantılı olan Rahmetinin genişliğinin
büyüklüğünü anlatmaktadır. Yine yüce Allah’ın ilminin genişliği de, bilinen her
şeyle bağlantılı olması hasebiyle ilminin büyüklüğünü ifade etmektedir.[1737]
İbnu’l-Kayyim, nazım
olarak der ki:
“O, Hayiyy (=haya sahibi)’dir.
Kulunun isyan etmekle ilgili açığı ortaya çıktığı zaman (onun bu kusurlarını)
açığa çıkarmaz.”
“Fakat O, böyle bir
durumda örtüsünü, kulunun üzerine atar.”
“Çünkü O, (bu tür
ayıpları) örten ve bağışlayandır.”
Şeyh Abdurrahman es-Sa’dî
bu beyti açıklama mahiyetinde şöyle der: Yüce Allah’ın “Hayy” olmakla vasıflanması,
Sünnette geçmektedir. Resulullah (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ
اللهَ حَيِيٌّ
يَسْتَحْيِي مِنْ
عَبْدِهِ إِذَا
مَدَّ يَدَيْهِ
إِلَيْهِ أَنْ
يَرُدَّهُمَا
صِفْرًا
“Şüphesiz ki Allah, son
derece haya sahibidir. Kulu O’na elini uzattığı zaman, O elleri boş çevirmekten
haya eder.”[1738]
Yine Resulullah (s.a.v),
mescitte bir toplulukla birlikte otururken yanına gelen üç kişinin durumu
hakkında şöyle buyurmuştur:
أَمَّا
أَحَدُهُمْ فَأَقْبَلَ
فَأَقْبَلَ اللَّهُ
عَلَيْهِ وَأَمَّا
الْآخَرُ فَاسْتَحْيَا
فَاسْتَحْيَا
اللَّهُ مِنْهُ
وَأَمَّا الثَّالِثُ
فَأَعْرَضَ فَأَعْرَضَ
اللَّهُ عَنْهُ
“Birincisi (halkanın ön
tarafında boş bir yer bulup oraya doğru) yöneldi. Allah’ta ona yöneldi. Diğeri
(halkanın arkasına oturmak sûretiyle topluluktan) utandı. Allah’ta ondan
utandı. Üçüncüsü ise, (geri dönüp gitmek sûretiyle topluluktan) yüz çevirdi. Allah’ta
ondan yüz çevirdi.”[1739]
Allah’ın haya sahibi
olması, O’nun şanına layık bir vasıftır. O’nun hayası, ayıplanma ve kınanma
korkusuyla kişiye musallat olan kırılmayı ve değişikliği gösteren yaratıkların
hayasına benzemez. Bilakis Allah, Rahmetinin genişliğine ve cömertliğinin,
kereminin, büyüklüğünün, affının, hoşgörülü olmasının kemaline uygun olmayan
şeyleri yapmaz. Kul ise; her hususta Allah’a çok muhtaç olması, O’nun katında
çok zayıf olması ve günah işlemesiyle birlikte O’nun nimetlerini kullanmasına
rağmen işlediği günahları (bir marifetmiş gibi başkalarına) karşı açığa
çıkarabilmektedir. Fakat yüce Allah, hiçbir şeye muhtaç olmamasına ve mükemmel
kudretine rağmen kulun gizlediğini ortaya çıkarmaktan ve onu küçük düşürmekten
haya eder, kulun yaptıklarını gizleme yöntemlerinden biriyle kapatır, bundan
sonra da onu affedip bağışlar.
Bu husus, Abdullah ibn
Ömer (r. anhümâ)’in rivayet ettiği şu hadiste şöyle geçmektedir:
اِنَّ
اللَّهَ عَزَّ
وَجَلَّ يُدْنى
الْمُؤْمِنَ فَيَضَعُ
عَلَيْهِ كَنَفَهُ،
ثمَّ يَسْأَلُهُ
فِيمَا بَيْنَهُ
وَبَيْنَهُ:
أَلَمْ تَفْعَلْ
كَذَا يَوْمَ كَذَا؟
حَتَّى إِذَا قَرَّرَهُ
بِذُنُوبِهِ وَأَيْقَنَ
أَنَّهُ قَدْ هَلَكَ،
قَالَ لَهُ:
سَتَرْتُهَا
عَلَيْكَ فِي الدُّنْيَا
وَأَنَا أَغْفِرُهَا
لَكَ الْيَوْمَ
“(Kıyamet günü) Allah,
mümin kuluna o derece yaklaşacak ki, ona:
- ‘Filanca gün şu şu
günahı işlemedin mi?’ diye Allah o kuluna günahını itiraf ettirinceye kadar işlediği
her türlü günah ile ilgili soru soracak ve (sonunda kulun mahşer yerinde rezil
etmeyip onun) üzerine yardımını indirecek. (Bu sırada) kul, helak olacağını anlayınca,
Allah:
- ‘İşlemiş olduğun o
günahları dünyada örtbas etmiştim. İşte bugün de o günahlarını bağışlıyorum’
der.”[1740]
Yine yüce Allah, İslam
yolunda saçı ağaran kimseye de azab etmekten haya eder. Kendisine yalvaran ve ellerine kaldıran bu iki
kimsenin isteğini geri çevirmekten de haya eder.
İşte yüce Allah,
kullarından insanların hatalarını örten ve haya sahibi kimselere olan sevgisi
sebebiyle onların işlemiş oldukları günahları örten ve onlara azab etmekten
haya edendir. Bu sebeple kim Müslüman bir kardeşinin ayıbını örterse, Allah’ta
onun işlemiş olduğu ayıbı hem dünyada ve hem de ahirette örter. Çünkü yüce Allah,
fasıklıkların açığa çıkmasından ve çirkin şeylerin ortaya çıkmasından
hoşlanmamaktadır.
Bir kişi, insanların en
hoşlanmadığı bir günahı işleyip de gecelerse, Allah onun işlemiş olduğu bu
günahı hemen örter. Fakat kul, Allah’ın örtbas ettiği günahı
Bu husus, şu hadiste de
şöyle geçmektedir:
كُلُّ
أُمَّتِي مُعَافى
إلاَّ الْمُجَاهِرِينَ
“Açıktan açığa günah
işleyen kimseler hariç ümmetimin hepsi affedilmiştir.”[1742]|[1743]
* * *
﴿ اَلْوَاحِدُ
- َاْلأَحَدُ ﴾
el-VÂHİD
– el-AHAD
Uluhiyyet makamı, peygamberlerle ve onlara tabi olan doğru inanç sahibi kimselerle bağlantılıdır.
Bu makam, Allah’tan başka ilâh olmadığına şahitlik etme makamıdır. Çünkü Allah’tan
başka bir ilâhın olması, batıldır ve böyle bir şey de mümkün değildir. O’ndan
başka ilâh yoktur. O’nun dışında hiç kimse; ilâh olmaya, ibadet edilmeye ve
secde edilmeye layık değildir.
Allah; isimlerinin,
sıfatlarının ve fiillerinin kemali gereği her türlü sonsuz itaate layık olduğu
gibi sonsuz sevgiye de layıktır. Kesin olarak, itaat edilen ve bir olandır.[1744] O’ndan
başka birisinin ilâh olması, bizzat o kimsenin kendisine azabtır. O’ndan başka
birisinin (yalnız başına) hiçbir şeye muhtaç olmaması, sapıklıktır. O’ndan
başka bir kimsenin (tek başına) izzet sahibi olması, zillet ve aşağılıktır. O’ndan
başka bir kimsenin (yalnız başına) her şeyi çoğaltıp artırması, değersiz ve
önemsizdir.
Yaratılmış bir varlığın,
O’ndan başka (bağımsız olarak) rab olması ve ilâh olması mümkün değildir. O
Allah ki, her türlü istekler Ona ulaşır ve buna benzer talepler hep O’na
yönelir.
O’nunla birlikte başka
bir ilâhın olması mümkün değildir. Çünkü hakikatte ilâh; hiçbir şeye muhtaç
değildir, her şey O’na muhtaçtır, hiçbir kimseye muhtaç değildir, her şey O’nunla
var olmuştur ve varlığı başka bir şeye bağlı değildir.
Kainatta iki ilâh olması
da imkansızdır. Eğer kainatta iki ilâh olsa kainatın düzeni, çok büyük bir
fesatla bozulur ve büyük bir bozgunculukla birbirine karışır. Kainatın
birbirine eşit iki kimse tarafından yapılması da imkansızdır. Çünkü bunlardan
her biri, bir fiili tek başına yapmak isteyecektir. Bunların tek başına iş
yapmaları, onların bağımsız olma özelliğiyle çelişmektedir. Çünkü bunlardan
birinin tek başına bağımsız olarak bir iş yapması, diğerinin rab olmasını
engellemektedir. Rububiyyet tevhidi[1745] ise, delalet yönünden Uluhiyyet
tevhidinden[1746]
daha büyüktür.
Yine Kur’an’da Uluhiyyet tevhidine
nazaran Rububiyyet tevhidi ile ilgili birçok delil
gelmiştir. Kur’an’da bu konuda birçok delilin gelmesinin nedeni; bununla ilgili
delaletin doğruluğu, akıl ile fıtratın bununla ilgili kabulü ve insanların Rububiyyet tevhidini
kabul etmelerinden dolayıdır.
Yine putlara tapanlar Rububiyyet tevhidini
kabul etmişler, fakat Uluhiyyet tevhidini inkar etmişlerdir. Çünkü onlar Allah’ın bir olduğunu,
kendilerinin, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların yaratıcısı olduğunu,
bütün bunlara tek başına sahip olduğunu kabul etmelerine rağmen “(O Allah) ilâhları, bir tek ilâh mı kılmış”[1747] demişlerdir. Allah ise onlara, kendisinin bir olduğu ve
ortağı bulunmadığı hususunda Rububiyyet
tevhidini kabul etmedeki doğal
hallerini hatırlatmakta ve onların eğer doğal hallerine ve akıllarına dönecek olsalar,
O’nunla birlikte başka bir ilâhın varlığının imkansız olduğunu, böyle bir şeyin
batıl olduğunu göreceklerini ifade etmektedir.
Görüldüğü üzere Uluhiyyet makamı,
haniflik (=doğru ve sağlam inanç) makamıdır. Çünkü bu makam, Allah’ın isimleri ile sıfatlarını kapsamaktadır. Kulların Uluhiyyet
tevhidi ile ilgili durumları, Allah’ın isimleri
ile sıfatlarını tanımadaki durumları gibidir.[1748]
Yüce Allah bu konuda
şöyle buyurmaktadır:
“Eğer yerde ve gökte
Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, yer ve göğün düzeni kesinlikle bozulurdu.
Arşın Rabb’i olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.”[1749]
Gökler, yer ve kainat; ilâhın,
bir tek olmasını gerektirmektedir. Göklerde ve yerde Allah’tan başka bir ilâh
daha olsaydı, o ilâh, gerçek ilâh olmazdı. Çünkü gerçek ilâhın; ortağı, dengi
ve benzeri olamaz. Allah’tan başka ilâhlar olsa, bu ilâhlar, uygun olan şeyleri
yok etmek sûretiyle her türlü bozgunculuğu meydana getirir. İlahın gerçek bir ilâh
olmasındaki doğruluk payı, o ilâhın, ancak Vâhid ve Kahhâr bir rab olmasıdır.
Kainatta birbirine eşit iki rabbin olması imkansızdır. Yine ebedi olma ve doğru
olma hususunda birbirine denk iki ilâhın olması da mümkün değildir.
Allah birdir,
rububiyyetinde ve uluhiyyetinde bir ortağı yoktur. Zatında, sıfatlarında ve
fiillerinde bir benzeri yoktur. Mülkü içerisinde yer alan küçük bir zerrede
bile O’nun ortağı yoktur. Yaratıkların işlerini düzenleme hususunda O’nun bir
halefi yoktur. Temennide bulunanların, ümit besleyenlerin, bir konuda istekte
bulunanların O’nu gölgede bırakarak tıpkı vatandaşlar ile hükümdarlar arasında
olduğu gibi, insanlarla O’nun arasında hileyi, iftirayı ve yalanı aracı
edebilecek hiçbir kimse yoktur. Böyle bir şey olsa, kainatın düzeni tamamen
bozulur. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Eğer yerde ve gökte
Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, yer ve göğün düzeni kesinlikle bozulurdu.”[1750]
Allah’ın sıfatlarını
iptal eden kimselerin iddia ettiği gibi, eğer O’nunla birlikte başka bir ilâh
olsaydı, kainat ile ilgili işleri düzenlemede ve işlerin bozguna uğraması
hususunda bir eksiklik meydana gelirdi. Çünkü O’nunla birlikte başka bir ilâh
olmaz ve kainat, iki ilâh üzerinde meydana gelmez.
Bilesin ki, kulun bir
olan Allah’a ibadet etmesi, sevgi hususunda O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması, O’ndan
korkma, O’na ümit bağlama, O’na tevekkül etme, O’nun için salih amel işleme, O’nun
adına yemin etme, O’nun için adakta bulunma, O’na boyun eğme, O’na huşu duyma,
ta’zimde bulunma, secdeye kapanma, yakınlaşma hususunda Allah’a ihtiyaç duyması,
bedenin ruha ve gözün ışığa ihtiyaç duymasından daha büyüktür. Bu ihtiyaç duymaya
mukayese edilebilecek benzer bir örnek daha yoktur. Çünkü kul, ruh ve kalpten
meydana gelmektedir.
Allah’tan başka bir ilâh
olması, bu gerçekliğe uygun düşmez. Bu gerçeklik, ancak dünyada Allah’ı
zikretmekle tatmin olur. Bu da, Allah’a karşı yapılan bir çabanın sonucu elde
edilir. Dolayısıyla da bu gerçeklik, O’na kavuşmaktan kaynaklanır, ayrıca
sevgiyi ve ibadeti O’na özgü kılmak ve O’nun rızasını ve ikramını da bu gerçekliğe
mahsus kılmakla olur.
Kul, Allah’tan başka (dünyevî)
lezzetler ve sevinçler elde etse, bu elde edilen şeylerin kulla sürekli olduğu
söylenemez. Çünkü bu lezzetler ve sevinçler, türden türe ve şahıstan şahısa
göre değişir. Kişi, bir vakitte bununla nimetlenirken, başka bir vakitte azab
görür. Kul, kendisine nimet verenin ve lezzet verenin dışında çoğunlukla böyle
(dünyevî) bir lezzet ve sevinçle tatmin olmaz. Böyle bir lezzeti ve sevinci
elde etmesi ve bu lezzet ve sevincin yanında yer alması, kula eziyet ve zarar
verebilir. Kişi için böyle bir lezzet ve sevinç, ancak uyuz kimsenin
tırnaklarıyla kaşımak sûretiyle elde ettiği lezzet cinsinden bir şeydir.
Tırnakla vücudu kazımak, hiç kuşkusuz ki cildi kanatır, tahriş eder ve ciltteki
zararı artırır. Dolayısıyla kişi, bu tür geçici dünyevî zevkler sonucu elde
ettiği lezzet ve sevinç yerine ilahi
sevgiyi tercih etmelidir.
İşte kalp de, Allah’tan
başka (dünyevî) sevgiden dolayı mutlu olmaz. Böyle bir sevgi, kişiye, azab ve
zarar verir. Akıllı kimse, bu iki
durumun arasını ölçüp kendisine en yararlı ve en iyi olanı seçer. Doğrusu Allah,
başarıya ulaştıran ve yardım edendir. Eşsiz nimet O’nun olduğu gibi, apaçık
kanıt ta O’nundur.
Burada anlatılmak
istenilen husus şudur: Kulun ilâhı, her
halde ve her vakitte ona gerekli olandır. O, gerçek ilâh olup O’nun dışında
kalan bütün ilâhlar batıldır. Kul nerede olursa olsun, Allah, sıkıntı anında ve
ihtiyaç duyduğunda hep onunla birliktedir. Yok olup giden ilâhlar hiçbir zaman
işe yaramaz. İşte bundan dolayı Hz. İbrahim (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Kaybolup giden (ilâh)ları
sevmem.”[1751]
Allah, doğruyu en iyi bilendir.[1752]
* * *
﴿ اَلصَّمَدُ
﴾
es-SAMED
Yüce Allah’tan, dosdoğru
yola (=sırat-ı mustakime) ileten hidâyeti istemek, isteklerin en yücesi ve
Allah’tan istenilen şeyi elde etmek ise, hediyelerin en şereflisidir. Çünkü
Allah kullarına, hidâyetin nasıl isteneceğini öğretmiş, öncelikle kendisine
hamd, övgü ve şanını yüceltmelerini emretmiş, sonra da onlara nasıl ibadet
edeceklerini ve Allah’ı nasıl birlemeleri gerektiğini belirtmiştir.
İşte tevhid ve ibadet,
maksada ulaştıran birer vesiledir. Bunlardan biri; Allah’a, isimleriyle ve
sıfatlarıyla tevessül[1753]
etmek, diğeri de O’na ibadet etmekle tevessülde bulunmaktır. Bu iki vesileyle
yapılan dua, geri çevrilmez.
İbn Hibbân “Sahîh”inde, İmam Ahmed “Müsned”inde ve Tirmizî’de “Sünen”inde rivayet ettikleri
iki “İsm-i A’zam” ile ilgili hadis, bu iki vesile türünü doğrulamaktadır.
Birincisi: Abdullah b. Büreyde’nin, babasından rivayet ettiği şu hadistir:
سَمِعَ
النَّبِيُّ
رَجُلاً
يَدْعُو
وَيَقُولُ: “
اللَّهُمَّ
إِنِّي
أَسْأَلُكَ
بِأَنِّي أَشْهَدُ
أَنَّكَ أَنْتَ
اللَّهُ لَا
إِلَهَ
إِلَّا
أَنْتَ الْأَحَدُ
الصَّمَدُ
الَّذِي لَمْ
يَلِدْ وَلَمْ
يُولَدْ
وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ
كُفُوًا أَحَدٌ.”
فَقَالَ: “
وَالَّذِي
نَفْسِي
بِيَدِهِ!
لَقَدْ سَأَلَ
اللَّهَ
بِاسْمِهِ
الْأَعْظَمِ
الَّذِي إِذَا
دُعِيَ بِهِ
أَجَابَ
وَإِذَا سُئِلَ
بِهِ أَعْطَى.
“Hz. Peygamber (s.a.v),
bir adamın dua edip:
- ‘Allahım! Senden başka ilâh
olmadığına, senin Ahad, Samed, doğmamış, doğrulmamış ve hiçbir dengi olmayan
Allah olduğuna şehadet ederek senden istiyorum’ dediğini işitti.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.v):
- ‘Nefsimi elinde
bulunduran zata yemin ederim ki, o adam Allah’tan, kendisine onunla dua edildiği
zaman mutlaka kabul ettiği ve kendisinden onunla istenildiği zaman mutlaka
verdiği ‘İsm-i A’zamı’yla istedi’ buyurdu.”[1754]
Tirmizî, bu hadisin sahih
olduğunu belirtmiştir.
İşte bu; Allah’ı tevhid
etmek ve O’nun vahdaniyetine şehadet etmek, dua eden kimsenin tevessülüdür.
Ayrıca bu, Allah’ın sıfatlarına delalet eden “Samed”[1755] ismiyle de tevessüldür.
Abdullah ibn Abbâs’ın da
dediği gibi; Allah, ilminde mükemmel olan Âlim’dir.Kudretinde mükemmel olan Kâdir’dir.
Yine Abdullah ibn Abbâs’tan
gelen başka bir rivayete göre; Allah, içerisinde her türlü efendilik türlerinin
bulunduğu mükemmel bir Seyyid’dir.[1756]
Ebu Vâil’de bu konuda der
ki: “Allah, (bütün efendiliklerin) kendisinde son bulduğu bir Seyyid’dir.”[1757]
Saîd b. Cübeyr’de konu
ile ilgili olarak şöyle der: “Allah; sıfatlarının, fiillerinin ve sözlerinin
hepsinde mükemmel olandır.”[1758]
* * *
﴿ اَلْغَنِيُّ
- اَلْكَرِيمُ
﴾
el-GANİYY
- el-KERÎM
Yüce Allah; el-Ganiyy[1759]
(=hiçbir şeye muhtaç olmayan), el-Hamîd, el-Kerîm[1760]
(=kerem sahibi) ve er-Rahîm’dir. O rahmet, ihsan ve tam bir cömert sahibi
olarak zarar verici şeylere karşı kullarına ihsanda bulunandır. Çünkü O,
zatının gereği merhametli, ihsanda bulunan, cömert ve ikramda bulunandır.
Yine O, zatının gereği
hiçbir şeye muhtaç değildir, her şeye kadirdir, diridir. İhsanda bulunması,
cömert olması, iyilikte bulunması ve merhametli olması, hep O’nun zatının
gerektirdiklerindedir. Kullar ise, ancak hisselerine düşen şeylerde ihsanda
bulunmayı düşünebilir. Çoğunlukla insanlar, kendileri için bir menfaatı elde
etmek ve bir zararı kendilerinden uzaklaştırmak için O’nu severler ve şanını
yüceltirler. İşte bu, Allah’ın, insanlara kolaylaştırdığı ve izin verdiği bir
husustur. Çünkü O, gerçekte, bu nimetin sahibidir.
Bu nimetin faydası ile
kaynağı ise, insanların ellerinde mevcuttur. Bununla birlikte onlar, bu nimeti
ancak çeşitli çıkarları sebebiyle elde etmek isterler. Çünkü onlar, birisini
sevdiklerinde, o kimsenin gizli ve açık bir güzelliği için olsun, ona
sevgilerini kullanarak amaçlarına
ulaşmak isterler.
İnsanlar, peygamberleri
ve veli kulları Allah rızası için sevdiklerinde, onlara kavuşmak isterler.
Böylece onları görmek, onların sözlerini işitmek ve buna benzer nedenlerden
dolayı onlardan yararlanmak isterler.
Bazısı da, bir insanı;
cesareti, liderliği, güzelliği ve cömertliği gibi dünyevî bir nedenden dolayı
sevecek olursa, onu bu sevgisinden bir çıkar elde etmek için sever. Bu
sevgisiyle ilgili dünyevî bir çıkarı olmasaydı, onu sevmezdi. Eğer bir kişi
için bir fayda yada hasetlik ve düşmanlık gibi zarar verici bir şeyi duayla
bile olsa ondan uzaklaştırsalar, onların bu yaptıkları davranışın, Allah rızası
için olmadığı zaman dahi bu davranışlarına bir karşılık isterler.
Hükümdarın askerleri,
efendilerin köleleri, mal sahiplerinin kiraladığı ücretlileri ve lider
konumunda olan kimselerin yardımcıları hep bu sevgiyi kullanmak sûretiyle
amaçlarına ulaşmak isterler. Bunların çoğu, bildikleri ve bir taraftan da
yaptıkları işler oranında ancak verilen hizmetin karşılığını elde etmeye
çalışırlar.
Diğer taraftan bu durum,
dinî oluşum veya içerisinde adaletli ve mükafat ile merhamet türünden bir
ihsanın bulunduğu bir yapılanma içerisinde de olabilir.
Yalnız birinci elde etme
durumu, kişinin kendisi ile ilgili bir menfaatlenmedir.
İkinci elde etme durumu
ise, Allah’ın kulları için meydana getirdiği maslahatların hikmeti
kabilindendir. Çünkü dünya hayatında[1761]
kullarının geçimliklerini aralarında paylaştıran ve birbirlerine iş
gördürmeleri için bazısını bazısına
derecelerle üstün kılan Allah’tır.[1762]
* * *
﴿ اَلصَّبُورُ
﴾
es-SABÛR
“es-Sabr” (=sabırlı) ismine
gelince,[1763]
yüce Allah, bu ismi, yaratanların en bilgilisi ve en yücesi olarak mübalağa
kipi kullanmak sûretiyle kendisine vermiştir. Bu “es-Sabr” ismini kendisine
verme işi, Buhârî ile Müslim’in “Sahîh”lerinde Ebu Musa el-Eş’arî’nin Hz. Peygamber (s.a.v)’den
rivayet ettiği şu hadiste geçmektedir:
مَا
أَحَدٌ
أَصْبَرُ
عَلَى أَذًى
سَمِعَهُ مِنَ
اللَّهِ
يَدَّعُونَ
لَهُ
الْوَلَدَ
ثُمَّ
يُعَافِيهِمْ
وَيَرْزُقُهُمْ
“İşittiği ezaya Allah’tan daha sabırlı
hiçbir kimse yoktur. Çünkü O’na çocuk isnad ederler. Sonra yine O, bu kimselere
afiyet veriyor ve rızık veriyor.”[1764]
Yüce Allah’ın en güzel isimlerinden (=El-Esmâü’l-hüsnâ’dan) birisi de; “es-Sabûr”
(=çok sabreden)dir. “es-Sabûr” kelimesi, mübalağa isimlerinden olup (mübalağa isimlerinden
olan) اَلصَّابِرُ “es-Sâbir”
ismi ile اَلصَّبَّارُ “es-Sabbâr” isiminden daha açık bir vaziyettedir.
Yüce Allah’ın sabır sıfatı, kulların sabrından farklıdır.
Zira O’nun sabrı, birçok yönden kulların sabrına benzemez.[1765] Bu yönlerden bazısı şunlardır:
1.
Yüce Allah’ın sabrı, tam
bir kudrete sahiptir. Kulların gücü ve kuvveti, sınırlıdır. Bu sebeple her
dilediklerini yapamazlar.
2.
Yüce Allah yardım
etmekten çekinmez. Kul ise, korkudan dolayı birisine yardım etmede acele eder.
3.
Sabretme nedeniyle Allah,
hiçbir acı ve üzüntü duymaz, hiçbir yönden bir noksanlığı bulunmaz. Ancak
sabır, kullara acı, üzüntü ve sıkıntı verir.
“el-Halîm”
isminin bu dünyada pek çok görüntüleri olduğu gibi, Allah’ın “es-Sabûr” isminin
de bu dünyada pek çok görüntüleri vardır. Düşünenler bu görüntüleri rahatlıkla
müşahede edebilirler.
Yüce
Allah’ın “es-Sabûr” ismi ile “el-Halîm” (=ceza vermede acele etmemesi) arasındaki fark ise şu şekildedir:
Sabır,
hilmin bir ürünüdür. Halim olmak, sabırlı olmayı gerektirir. Kişinin sabrı,
halim olma derecesine göredir. Dolayısıyla hilmi fazla olanın sabrı da fazla
olur. Yüce Allah’ın bir sıfatı olarak hilm, sabırdan daha geniş ve daha
kapsamlıdır. Bu sebeple Kuran-ı Kerim’de “el-Halîm” sıfatı daha çok geçer. “el-Halîm” sıfatının kapsamlılığı nedeniyle Kuran’da birçok kez Allah’ın
“el-Alîm”
sıfatıyla birlikte zikredilmiştir. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah, kalplerinizde
olanı bilir. Allah Alîm (=hakkıyla bilen)dir, Halîm (=cezalandırmada acele
etmese de ihmal etmeyen)dir.”[1766]
Yine yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Allah Alîm
(=hakkıyla bilen)dir, Halîm (=cezalandırmada acele etmese de ihmal etmeyen)dir.”[1767]
Hilm ile ilim arasındaki bu ilişki, bir rivâyette ise şu
şekilde ifade edilmektedir:
أَنَّ
حَمَلَةَ
الْعَرْشِ
أَرْبَعَةٌ.
إِثْنَانِ
يَقُولاَنِ:
سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ
وَبِحَمْدِكَ,
لَكَ
الْحَمْدُ
عَلَى حِلْمِكَ
بَعْدَ
عِلْمِكَ.
وَإِثْنَانِ
يَقولاَنِ:
سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ,
لَكَ
الْحَمْدُ
عَلَى عَفْوِكَ
بَعْدَ
قُدْرَتِكَ
“Arşın taşıyıcıları dört tanedir. Bunlardan ikisi (Allah’a): ‘Allahım!
Seni (noksan sıfatlardan) tenzih ederiz ve sana hamd ederiz. Çünkü ilminden
sonra hilmine göre yapılan hamd, sana aittir’ şeklinde dua ederler. Diğer ikisi
de:
- ‘Allahım! Seni (noksan sıfatlardan) tenzih ederiz ve sana
hamd ederiz. Çünkü kudretinden sonra affına göre yapılan hamd, sana aittir’
şeklinde dua ederler.”[1768]
Yaratılmış, cehaletinden dolayı ceza vermede acele etmez ve
acizliğinden ötürü bağışlar. Yüce Allah ise, ilminin kemalinden dolayı ceza
vermede acele etmez. Kudretinin tamamına göre affeder. Bir şeyin bir şeye nispet
edilmesi, hilmden ilme ve affetmekten kudretli olmaya doğru daha güzel olur.
İşte bundan dolayıdır ki, yüce Allah, endişe ve korku ile ilgili duada,
kendisini, “el-Azîm” (=yüce) olmakla birlikte “el-Halîm” olmakla nitelemiştir.[1769] Yüce
Allah’ın “Halîm” olması, O’nun zatının gerektirdiklerindendir.
Sabr’a gelince, Yüce Allah, bu ismi; kendisine kullarının
küfretmeleriyle, şirk koşmalarıyla, dil uzatmalarıyla, her türlü masiyet ve
günahlarıyla ilişkilendirmiştir. Bütün bu nedenlere rağmen yüce Allah, ceza
verme de acele etmez. Bilakis kuluna karşı sabreder, mühlet verir, çözüm bulması
için onu düşünmeye sevkeder, ona yumuşak davranır ve imkan tanır. Bu durum, yaratıcı için başka
bir şey kalmayıncaya kadar devam eder. Çünkü yüce Allah, kuluna, gerekli uyarı
ile nasihati yaptıktan ve kendisine her türlü şekilde dua edebileceğini
bildirdikten sonra daha hâlâ bağışlanması için Rabb’ine gelmiyor, huzuruna
girmiyor ise o zaman Allah’ın, o kula; ihsanda bulunma, nimet verme, bela ve
sıkıntıdan kurtarma gibi durumlarda ona karşı mühlet vermesi, yumuşak ve iyi
davranması uygun olmaz. Onu, yüce ve güçlü bir şekilde yakalar… İşte bu,
tamamen, yüce Allah’ın “Halîm” olma sıfatının gerektirdiklerindendir. Bu sıfat,
yüce Allah’a ait sürekli bir sıfattır.
Sabr’a gelince, bu sıfat, hikmetinin varlığıyla var olan ve
hikmetinin yok olmasıyla yok olan diğer fiiller gibi devamlı değildir.
Dolayısıyla da bunu iyi düşün. Çünkü bunda ince bir nüans farkı vardır. Bilgili
ve kabiliyetli kimseler bu konuda tökezlemezler. Konu ile ilgili bu ince nüans
farkını bilen ve bundan haber veren kimseler çok azdır. İnsanların çoğu, “es-Sabûr”
isminin Kur’an’da geçmemesinden[1770]
dolayı bu ismi anlama hususunda problem yaşamıştır. Dolayısıyla da bu ismin
gerçek anlamını görmezden gelerek bu isimle meşgul olmaktan uzak durmuşlardır.
Bunun yerine kulun sabrı ve bu sabrın kısımları hususunda söz etmekle meşgul
olmuşlardır. Eğer bu ismin hakkını vermiş olsalardı, elbette yüce Allah’ın,
el-Alîm, er-Rahîm, el-Kadîr, es-Semî’, el-Basîr, el-Hayy, yaratılmışlarla ilgili
diğer Esmâu’l-Hüsnâ ile ilgili isimlere daha layık olması gibi, bu isme de,
diğer yaratılmışlardan daha layık olduğunu bilirlerdi. Allah’ın sabrı ile
kulların sabrı arasındaki farklılık; O’nun diri olması ile kulların diri olması,
O’nun bilmesi ile kulların bilmesi, O’nun işitmesi ile kulların işitmesi arasındaki
farklılık gibidir.
Konu ile ilgili bu anlatılanları kavrayan kişi, Allah’ın
yarattığı kulun sabrı ile ilgili olanı daha iyi bilir ve şöyle der:
“İşittiği ezaya Allah’tan daha sabırlı hiçbir kimse yoktur.”
Basiret sahibi kimselerin, yüce Allah’ın sabrını bilmeleri; O’nun
rahmetini, af edici oluşunu ve iffetli oluşunu bilmeleri gibidir. Bununla birlikte
sabır; ilmin, kudretin, büyüklüğün ve izzetin kemaline göredir. Böyle bir
sabır, her türlü sabrın üstündedir. Çünkü samimi bir şekilde iyilikte bulunan
kimsenin yaptığı iyilik; son derece çirkin, günahların en büyüğüyle ve iğrenç
şeylerin en berbatıyla yapılan her türlü iyiliğin kat kat üstündedir. Yüce Allah’ı,
uygun olmayan her türlü şeye nispeti; kemali, isimleri ile sıfatlarını
zedeleme, âyetleri hususunda sapma, peygamberlerini yalanlama; sövmek, sataşmak
ile eziyet etmek sûretiyle peygamberlerine karşılık vermeleri, dostlarına zarar
vermek, onları öldürmek ve onlara ihanet etmek, ancak kendisinden daha sabırlı
olamayan “es-Sabbûr” olan Allah’ın sabredebileceği bir iştir. Dolayısıyla ilk insandan
son insana kadar bütün insanların sabrı, yüce Allah’ın sabrıyla aynı oranda
değildir.
Kulun sabrı, Allah’ın kendisiyle beraber olmasına göredir.
Allah o kulla beraber olunca, kul, başkalarının sabredemeyeceği şeylere
sabretme imkanı bulur.
Ebu Aliye bu konu ile ilgili olarak şöyle der: Sabredenler,
dünya ve ahiret mutluluğunu elde edip Allah ile beraber olma şerefine nail olmuşlardır.
Nitekim yüce Allah bu konuda “Şüphesiz
ki, Allah, sabredenlerle beraberdir”[1771] buyurmuştur.
Burada çok ince bir sır ve nüans farkı vardır. O da, her kim
Allah’ın sıfatlarından bir sıfata sarılacak olursa, o sıfatın, o kimseyi Allah’a
ulaştırmasıdır.
Yüce Allah, “es-Sabbûr”dur. Hatta kullarından işitmiş olduğu ezaya Allah’tan daha
sabırlı hiçbir kimse yoktur.
Denilmiştir ki: Yüce Allah, Hz. Dâvud (a.s)’a:
- ‘Benim ahlakımla ahlaklan. Çünkü “es-Sabbûr” (=çok
sabırlı) olmak, benim ahlakımdandır’ diye vahyetmiştir.
Yüce Allah, isimlerini ve sıfatlarını sevdiği gibi bunların
eserini kullarında da görünmesini sever. Çünkü Allah, güzeldir ve güzel olmayı
sever. Allah, affedicidir ve affedenleri sever. Allah, cömerttir ve cömert olan
kimseleri sever. Allah, Alîm (=her şeyi hakkıyla bilen)dir ve dolayısıyla ilim
ehlini sever. Allah, tektir ve tek olan şeyleri sever. Allah, Kaviyy (=çok
kuvvetli)dir ve dolayısıyla Allah katında kuvvetli mümin, zayıf müminden daha sevimlidir.
Allah, “es-Sabbûr” (=çok sabırlı)dır ve dolayısıyla sabredenleri sever. Allah, “eş-Şekûr” (=az bir amele karşılık büyük mükafat
veren)dir ve dolayısıyla şükredenleri sever.
Yüce Allah, kendi sıfatlarının eseriyle vasıflanan kimseleri
sevince, kullarının bu sıfatlardan vasıflandıkları kadarıyla Allah onlarla
beraberdir. Yüce Allah, işte bu özel birlikteliği şu sözüyle açıklamıştır:
كُنْتُ
لَهُ سَمْعاً
وَبَصْراً
وَيَداً وَمُؤَيِّداً
“Ben, kulumu (bir sevdim mi, onun işite)n kulağı, (gören) gözü,
(alıp tuttuğu) eli ve onun destekleyeni olurum”[1772]
Bazı alimler, sabrın kısımlarına, üçüncü birkısım daha ilave
ettiler. O da, Allah’la beraber olan sabırdır. Bu sabır türünü, sabır çeşitlerinin en yükseği kılıp
buna “Vefâ” ismini verdiler. Eğer Allah’la beraber olan sabrın hakikati
sorulacak olursa, bunun, daha önce geçen üç çeşit sabırdan başkasıyla açıklanması
mümkün değildir. Bu üç çeşit sabır ise;
Eğer “Allah ile beraber olan
sabrın”; kulun, Allah’ın hükümleri üzerinde
sebat edip hiçbir zaman bu hükümlerden ayrılmayarak ‘kendi nefsiyle birlikte
olması değil, O’nu sevmesi ve O’ndan gelen şeye razı olması’ şeklinde daima
Allah’la beraber olmak anlamında olduğu ileri sürülse, bu mana doğrudur ve az
önce geçen sabrın üç çeşidini de kapsamaktadır.
Eğer “Allah ile beraber olan
sabrın”; ‘sabrın bütün çeşitlerini toplayıcı’
olduğu da ileri sürülse, bu mana da doğrudur. Dolayısıyla bu sabır türünü,
sabrın çeşitlerinden dördüncüsü yapmak, doğru değildir.
Bilesin ki, “Allah
ile beraber olan sabrın” hakikati; ‘kalbin, doğrulukta
Allah’la beraber sebat edip Allah’a yönelmesi ve Allah’a bağlanması’dır. Bu,
tilkinin şaşırtmak için oraya buraya koşmayıp dosdoğru yoldan sapmaması
gibidir.
Bazı alimler, sabrın kısımlarına, başka bir kısım daha
eklemişler ve bu sabır çeşidine de, “Allah
uğrunda sabır” ismini vermişlerdir. Fakat bu
sabır çeşidi, az önce geçen sabır çeşitlerinin dışında başka bir sabır çeşidi değildir.
Dolayısıyla “Allah uğrunda sabır” çeşidinin manası, ‘Allah
için olan sabrın’ manasından başka bir şey
değildir.[1773]
Bu, “Allah hakkında ve Allah için bunu yaptım” denilmesi gibidir. Nitekim yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Ama bizim
uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.”[1774]
Yine yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Allah uğrunda
(=fillahi) cihad edin.”[1775]
Bu husus, Câbir’in rivayet ettiği şu hadiste şöyle
geçmektedir:
“Yüce Allah, Câbir’in babasına hayat verip ona:
- ‘Benden ne dilersen, onu yerine getireyim’ dedi.
O da:
يَا
رَبِّ
تُحْيِينِي
فَأُقْتَلَ
فِيكَ ثَانِيَةً
- ‘Rabb’im! Bei dünyaya döndürüp ikinci defa ‘senin uğrunda’
öldürülmeyi istiyorum’ dedi.”[1776]
Resululla (s.a.v)’de bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
وَلَقَدْ
أُوذِيتُ فِي
اللَّهِ
وَمَا يُؤْذَى
أَحَدٌ
“And olsun ki, ‘Allah uğrunda’ bana yapılan
eziyet, hiçbir kimseye yapılmamıştır.”[1777]
“Allah uğrunda”
sabrın iki manası vardır:
Birincisi: Allah’ın
rızasında, taatında ve yolunda sabır. Bu, insanın kendi isteğiyle yapmış olduğu
işlerdeki sabrıdır. Nitekim Resulullah (s.a.v) konu ile ilgili bir hadiste
şöyle buyurmaktadır:
تَعَلَّمْتُ
فِيكَ الْعِلْمَ
“Senin uğrunda ilim öğrendim”[1778]
İkincisi: Allah’tan
gelen musibetlere sabır. Bu, kulun kendi isteği dışında başına gelen
sıkıntılara sabırdır.[1779]
İbn Kayyim nazım olarak şöyle der:
وَهُوَ
الصَّبُّورُ
عَلَى أَذَى
أَعْدَائِه ِ شَتَمُوهُ
بَلْ نَسَبُوهُ
لِلْبُهْتَانِ
قَالُوا:
لَهُ وَلَدٌ,
وَلَيْسَ
يُعِيدُنا شَتْماً
وَتَكْذِيباً
مِن الإنْسَانِ
هَذَا
وَذَاكَ
بِسَمْعِهِ
وَبِعِلْمِهِ لَوْ
شَاءَ
عَاجلَهم
بكلِّ هوان
لَكِنْ
يُعَافِيهِمْ
وَيَرزُقُُهُمْ
وَهُمْ
يَؤْذُونَهُ
بالشِّرْكِ
والكُفْرَانِ
“O (Allah), düşmanlarının eziyetlerine karşı ‘es-Sabbûr’dur.”
“O’na uygun olmayan sözler sarfettiler, hatta O’na iftira attılar.”
“O’nun çocuğu olduğunu söylediler.”
“İnsanların sövmeleri ve yalanlamaları bize dönmez.
“Bu yada şu şekilde söylenen sözler, O’nun işitmesi ve ilmi
dahilindedir.”
“Eğer dilese, hissedilmeyecek bir şekilde onları çabucak
yakalayıverir.”
“Fakat onları affediyor ve onlara rızık veriyor.”
“Onlar ise şirk koşmak ve inkar etmek sûretiyle O’na eziyet
ediyorlar.”
Şeyh Abdurrahman es-Sa’dî, bu beyitleri açıklama mahiyetinde
şöyle der: Yüce Allah’ın isimlerinden birisi de; “es-Sabbûr”(=çok
sabırlı)dur. الصَّبُّورُ “es-Sabbûr” kelimesi, صَابِرَ “Sâbire” kelimesinden mübalağadır.
Sabrın manası ise şudur:
Nefsi, hoş görülmeyen şeylere hapsetmektir. Sabrın zıddı ise,
sabırsızlıktır. Sabır kelimesi, Allah hakkında kullanıldığı zaman manası; yüce
Allah’ın, düşmanlarının; kendisine sövmesi, yalanlaması, peygamberlerini
yalanlaması, âyetlerini yalanlama hususunda onlara ısrarlı davranmaları, dini
ve şeriatı ile ilgili hususlarda, gazabını gerektiren şuçları işlemelerine
rağmen onlara azap etmede acele davranmaması, onlara karşı nimetlerini peşpeşe
getirmeye devam etmesi ve rızkının geri kalanını da onlara bol bol vermesidir.
Yüce Allah’ın sabrı, en mükemmel olan sabırdır. Çünkü O’nun
sabrı; kudretinin, ganiyy (=hiçbir şeye muhtaç/zengin) olmasının, rahmetinin ve
ihsanının kemalindendir.
Müellif İbn Kayyim, bu yüce ismi, Resulullah (s.a.v)’den
gelen şu sahih hadisle açıklamıştır:
مَا
أَحَدٌ
أَصْبَرُ
عَلَى أَذًى
سَمِعَهُ مِنَ
اللَّهِ
يَجْعَلُونَ
لَهُ
الْوَلَدَ, وَهُوَ
يُعَافِيهِمْ
وَيَرْزُقُهُمْ
“İşittiği ezaya Allah’tan daha sabırlı hiçbir kimse yoktur.
Çünkü O’na çocuk isnad ederler. O ise, bu kimselere afiyet veriyor ve rızık
veriyor.”[1780]
Yine bu husus, “Sahîh”te, yüce Allahı şu kudsi hadisinde şöyle geçmektedir:
كَذَّبَنِي
ابْنُ آدَمَ
وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ
ذَلِكَ
وَشَتَمَنِي
وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ ذَلِكَ
فَأَمَّا
تَكْذِيبُهُ
إِيَّايَ فَقَوْلُهُ
لَنْ
يُعِيدَنِي
كَمَا
بَدَأَنِي
وَلَيْسَ
أَوَّلُ
الْخَلْقِ
بِأَهْوَنَ عَلَيَّ
مِنْ
إِعَادَتِهِ
وَأَمَّا
شَتْمُهُ
إِيَّايَ
فَقَوْلُهُ
اتَّخَذَ
اللَّهُ
وَلَدًا
وَأَنَا
الْأَحَدُ
الصَّمَدُ لَمْ
أَلِدْ
وَلَمْ
أُولَدْ
وَلَمْ
يَكُنْ لِي
كُفْئًا
أَحَدٌ
“Adem oğlu, beni yalanlıyor. Bu, ona yakışmaz. Adem oğlu,
bana uygun olmayan sözler sarfediyor. Bu, ona yakışmaz. Onun beni yalanlaması, ‘beni
ilk yarattığı gibi yeniden yaratamayacak’ demesidir. Halbuki bana, ilk
yaratmak, yeniden yaratmaktan daha kolaydır. Onun bana uygun olmayan sözler
sarfetmesi ise, ‘Allah çocuk edinmiştir’ demesidir. Halbuki ben, tekim. Samedim
(=hiçbir şeye muhtaç değilim). Doğurmadım. Doğurulmadım. Hiçbir kimse, bana
denk değildir.”[1781]
İşte bundan dolayıdır ki, yüce Allah, “es-Sabbûr”dur.
Dolayısıyla kullarından sabredenleri sever. Her türlü işlerinde onlara yardım
eder. Onların mükafatını hesapsız bir şekilde bol bol verir.[1782]
* * *
﴿ اَلْجَمِيلُ
﴾
el-CEMÎL
Yüce Allah’ın en güzel
isimlerinden[1783] (=El-Esmâü’l-hüsnâ’dan)
birisi de; “el-Cemîl”[1784] ismidir. Tüm evrendeki güzelliklerin eseri olan Zat’tan kim
daha güzel olabilir?. Zatın, vasıfların, fiillerin ve isimlerin güzel olması,
sadece O’na özgüdür. Çünkü O’nun isimleri tamamen güzeldir. Sıfatları tamamen
mükemmeldir. Fiilleri tamamen güzeldir. Dolayısıyla bu dünya hayatında hiçbir
insan, O’nun celalini ve cemalini görüp temaşa etmeye güç yetiremez.[1785]
Ahiret alemindeki “Adn”[1786] cennetinde O’nun zatını müşahade ettiklerinde, tüm cennetin
nimetleri anlamsız kalıp artık onlara iltifat etmek isteyip O’nun cemalini
temaşa etme arzusunda olurlar.
Eğer O’nun yüzünün
üzerinde nur perdeleri olmasaydı, yüzündeki nurlar, gözlerin ulaşabildiği son
ufuk noktasındaki mesafeye varıncaya kadar her şeyi yakıp kavururdu. Nitekim O’nun yüzündeki nur ile
ilgili bu husus, Buhârî’nin “Sahîh”inde Ebu Musa el-Eş’arî (r.a)’tan gelen şu hadiste şöyle
geçmektedir:
قَامَ
فِينَا
رَسُولُ
اللَّهِ
صَلَّى اللَّهم
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
بِخَمْسِ
كَلِمَاتٍ
فَقَالَ
إِنَّ
اللَّهَ
عَزَّ
وَجَلَّ لَا
يَنَامُ
وَلَا
يَنْبَغِي
لَهُ أَنْ
يَنَامَ
يَخْفِضُ
الْقِسْطَ
وَيَرْفَعُهُ
يُرْفَعُ
إِلَيْهِ
عَمَلُ
اللَّيْلِ
قَبْلَ
عَمَلِ
النَّهَارِ
وَعَمَلُ
النَّهَارِ
قَبْلَ
عَمَلِ
اللَّيْلِ
حِجَابُهُ
النُّورُ
وَفِي
رِوَايَةِ
أَبِي بَكْرٍ
النَّارُ
لَوْ
كَشَفَهُ
لَأَحْرَقَتْ
سُبُحَاتُ
وَجْهِهِ مَا
انْتَهَى
إِلَيْهِ
بَصَرُهُ
مِنْ
خَلْقِهِ
“Hiç şüphesiz ki Allah
uyumaz ve O’nun için uyumak gerekmez. Adalet terazisini indirir ve kaldırır.[1787]
Abdullah ibn Mes’ud (r.a)
Allah’ın yüzünün nuru ile ilgili olarak şöyle der: “Rabb’inizin katında
Daha sonra Abdullah ibn
Mes’ud, “O, her an yaratma halindedir”[1789] âyetini okudu. Ardından da şöyle dedi: “İşte yüce Allah’ın
sizinle ilgili yaratma hali bu şekilldedir.”
Osman b. Saîd ed-Dârimî’nin
belli bir senedle rivayet ettiği (mevkuf) bir hadiste Abdullah ibn Mes’ud şöyle
der:
“Hiç şüphesiz Rabb’inizin
katında
Daha sonra Abdullah ibn
Mes’ud “O, her an yaratma halindedir”[1790] âyetini okudu.
Ardından da şöyle dedi: “İşte
yüce Allah’ın sizinle ilgili yaratma hali bu şekildedir.”[1791]
Yine Allah’ın yüzünün nuru ile
ilgili husus, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Taif günü[1792]
yaptığı şu duanın
içerisinde de geçmektedir:
أَعُوذُ
بِنُورِ وَجْهِكَ
الَّذِي أشرقت
له الظلمات, وصلح
عليه أمرُ الدنيا
والآخرة أن يحلّ
عليّ غضبُك, أو
ينزلَ عليّ سُخْطُك,
لك العُتْبَى حتى
ترضى, ولاحول ولا
قوّة إلا بك
“Allahım! Tüm
karanlıkları bertaraf edip dünya ve ahiret işini düzene sokan yüzünün nuru hakkıyla,
gazabının ve öfkenin üzerime inmesinden sana sığınırım. Razı oluncaya kadar
hoşnutluk senin kudretindedir. Senden başka sığınacak güç ve kuvvet yoktur.”[1793]
Yüce Allah, kıyamet günü
insanları yargılamaya çekerken, yüzünün
nuru, tüm yeryüzünü aydınlatır. Nitekim
yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Yeryüzü, (o gün) Rabb’inin
nuruyla aydınlanır.”[1794]|[1795]
* * *
﴿ اَلرَّفِيقُ
﴾
er-REFÎK
İbnu’l-Kayyim nazım
olarak der ki:
وَهُوَ
الرَّفِيقُ
يحبُّ أَهْلَ
الرِّفْقِ
يُعْطِيهِمْ
بِالرِّفْقِ
فَوْقَ أَمَانٍ
“O (Allah), Refîk’dir.
Rıfk ehlini (=yumuşak davranan kimseleri) sever.
Hatta onlara, emanın
üstünde yumuşak davranmak sûretiyle verir.”
Şeyh Abdurrahman es-Sa’dî,
bu beyte yaptığı şerhte der ki: Yüce Allah’ın isimlerinden birisi de; “er-Refîk”dir.[1796] “Refîk” kelimesi, “Rıfk” (=yumuşak
davranmak/nazik davranmak) kökünden türemişir.[1797]
Rıfk, işlerde acele etmemek ve yavaş yavaş davranmak demektir. Sertliğin (=el-Unf) zıddıdır. Sertlik kelimesi de, sert
davranmak ve acele etmek anlamına gelmektedir.
Musannıf İbnu’l-Kayyim,
bu yüce ismi açıklamayı, Resulullah (s.a.v)’in sahih hadisinde geçen şu
sözünden almıştır:
إِنَّ
اللَّهَ رَفِيقٌ
يُحِبُّ أَهْلَ
الرِّفْقِ
وَإِنَّ اللَّهَ
يُعْطِي
عَلَى الرِّفْقِ
مَالَا يُعْطِي
عَلَى الْعُنْفِ
“Şüphesiz ki Allah,
(kullarına karşı son derece) Refîk’tir. Rıfk ehlini sever. Sertlik karşılığında
vermediğini rıfk karşılığında verir.”[1798]
Dolayısıyla yüce Allah,
fiillerinde Refîk’tir. Çünkü O, mahlukatını, bir defada yada bir anda yaratmaya
güç yetirdiği halde, hikmetinin ve rıfkının gereği tamamen tedrici olarak yavaş
yavaş yaratmıştır.
Yüce Allah, emretme ve
yasaklama hususunda da Refîk’tir. Bundan dolayı da kullarını, bir defada
yapılabilecek zor tekliflere muhatap etmemiştir. Aksine bu teklifleri, onların
nefislerine ve tabiatlarına uygun hale
getirinceye kadar evre evre tedrici bir hareket uygulamıştır. Nitekim yüce
Allah, bu tedriciliği; orucun farz oluşunda,[1799]
içkinin haram edilişinde,[1800]
riba[1801]
ve buna benzer konularda hep uygulamıştır.
İşlerde acele etmeyen
kişi, kainat ile ilgili işlerde Allah’ın sünnetullahına[1802] ve
işleri kolaylaştırma ile zorlukların üstesinden gelme hususunda ise Resulullah
(s.a.v)’in metoduna uyarak rıfkla ve sükunetle işleri yerine getirmelidir.
Özellikle de insanlara iyiliği emredip kötülükten sakındırırken ve onları irşad
ederken yumuşak davranmak ve ağır başlı olmak son derece önemlidir. Çünkü
insanları hakka davet eden kişinin, insanlara karşı yumuşak ve ağırbaşlı
davranması zorunludur. Nitekim yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“İyilikle kötülük bir
olmaz, Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında
düşmanlık bulunan kimsenin, yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.”[1803]|[1804]
* * *
﴿ اَلْمُغِيثُ
﴾
el-MUĞÎS
İbnu’l-Kayyim nazım
olarak der ki:
“O, bütün mahlukatı için “Muğîs”
(=yardımına koşan)’dir.
Yine darda kalan
kimselere yardım etmeye icabet edendir.”
Şeyh Abdurrahman es-Sa’dî,
bu beyte yaptığı şerhte der ki: “el-Muğîs”, “Gavs” kelimesinden türemiş bir İsm-i Fâil’dir.[1805] “Gavs” ise; sıkıntıyı gidermeye
ve üzüntüyü yok etmeye denir. Bundan dolayı da yüce Allah, zor işler ve
musibetler ile sıkıntılar anında bütün mahlukatının yardımına koşan (=Muğîs)’dır.
Nitekim bu husus, şu hadiste şöyle ifade edilmektedir:
يُعْجِبُ
رَبُّنَا
مِنْ قُنُوطِ عَبْدِهِ
وَقُرْبِ غِيَرِهِ
يَنْظُرُ إِلَيْكُمْ
أَزْلينَ قَنَطينَ
يظلُّ يَضْحَكُ
يَعْلَمُ
أَنَّ فَرَجَكُمْ
قَرِيبٌ
“Rabb’imiz, sıkıntılı
durumun değişeceği zaman yakın olmasına rağmen kullarının ümitsizliğe düşmesine
şaşırır, sıkıntılı durumda olan kimseler ile ümitsizliğe düşenler olarak
sizlere bakar, gülmeye devam eder ve sıkıntınızın bitmesinin yakın olduğunu bilir”[1806]
Yüce Allah ise bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Umutsuzluğa düşmelerinin
ardından yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayan O’dur.”[1807]
Allah tasa, üzüntü ve
keder halinde[1808]
dua eden kimsenin çağrısına yardım etmeye koşar.
Bu nedenle kim sıkıntılı
anında Allah’tan yardım dilerse, Allah, o kimseye sıkıntılı halinde yardım eder
ve onu kederden kurtarır.[1809]
* * *
İSİM VE
MÜSEMMÂ (=İSMİN İFADE ETTİĞİ MANA)
İsimlerin, İfade Ettiği Manalar (=Müsemmâ)
İçin
Çeşitli Kalıplar İçermesi:
İsimler, manaları için
kalıplar içerip bu manalara delalet edince, hikmet, isimler ile manaları
arasında bir bağın ve bir uyumun olmasını, fakat bu isimlerin, manasıyla
bağlantısı olmayan özel isim durumunda
olmamasını zorunlu kılmaktadır.
Hüküm ve hikmet sahibinin
hikmeti, bundan kaçındırtmaktadır. Vâkıa ise bunun aksinedir. Hatta isimler,
delalet ettikleri manalar üzerinde bir etkisi vardır. Manaları ise güzel olma,
çirkin olma, hafif olma, ağır olma, hoş olma ve yoğun olma gibi hususlarda
isimleri etkilerler.
Güzel isim koymak,
Resulullah (s.a.v)’in hoşuna giderdi. Bir yere elçi göndermek istediği zaman,
göndereceği elçinin güzel bir isme ve güzel bir simaya sahip olmasını isterdi.
İsimlerin manalarını,
bazen uykuda ve bazen de uyku ile uyanıklık halinde elde ederdi. Çirkin
isimlerin konulmasından hoş karşılamazdı. Çirkin bir mana taşıyan bir geçidi,
baştan başa geçmeyi de uygun görmezdi. Bir gazve sırasında iki dağın arasından
geçmişti. Yanındakilere, geçtiği bu yerin ismini sordu. Onlarda: “Fâdıh” ve “Mahz” dediler. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v), bu iki dağın arasından geçmekten vazgeçti ve bu geçide
böyle bir isim verilmesini uygun görmedi.[1810]
İsimler ile manalar
arasında tam bir bağ, uygunluk ve yakınlık vardır. Bu durum, eşyalar ile
eşyanın hakikatleri arasındaki ilişkide ve yine ruh ile beden arasındaki ilişkide de böyle bir bağ vardır. Aklın,
bunlar arasındaki bağı iyice irdelemesi lazım.
İsmin, İfade Ettiği
Manayı (=Müsemmayı) Gerektirmesi:
İsim, delalet ettiği manayı gerektirmekte ve
bu hususta etkili bir faktördür. Allah’a en sevimli isimler, O’nun en çok
sevdiği vasıfları gerektirmektedir. Abdullah, Abdurrahman gibi.[1811]
“Ubudiyetin”, “Allah” ve “Abdurrahman” ismine nispeti; Allah’a, bu iki
ismin dışında kalan diğer isimlere olan nispetinden daha sevimlidir. Kâhir, Kâdir gibi. Dolayısıyla Allah’a;
Abdurrahman ismi Abdulkâdir’den ve Abdullah ismi de Abdurrabb isminden daha
sevimlidir. Çünkü kul ile Allah arasındaki bağ, ancak sağlam ve mükemmel bir
ubudiyetle olur. Allah ile kul arasındaki bağ ise, tam bir rahmetle
gerçekleşir. Bu nedenle kul, Allah’ın rahmeti sayesinde meydana gelip mükemmel
bir şekil alır. İnsanı meydana getirmesinin gayesi de; kulun sevgi, korku, ümit,
yüceltme ve büyültme bakımından bir olan Allah’ı ilâh kabul etmesidir. O zaman
kul, Allah’ın kulu (=Abdullah) olur. İlahi manalardan birisi olan “Allah”
isminin, Allah’tan başka birisine verilmesi mümkün değildir. Allah’ın rahmeti,
öfkesini geçmiştir. Çünkü rahmet, O’na, öfkeli olmaktan daha sevimlidir.
Abdurrahman’da, O’na, Abdulkâhir’den daha sevimlidir.
“İsim, delalet ettiği
mananın aynısı mıdır? yoksa başkası mıdır?’ diye sorulsa, buna şöyle cevap
verilir:
İnsanların çoğu bu konuda
yanılgıya düşüp doğruyu bulamadılar. “İsim” ile, bazen ismin ifade ettiği mana
anlaşılır. Yani “isim” ile, manaya delalet eden başka bir lafız kastedilir.[1812]
Örneğin, “Allah şöyle buyurdu”, “Allah arşa istiva etti”,
“Allah işitti”, “Allah gördü” ve “Allah yarattı” denildiği zaman, bununla, mananın kendisi kastedilir. Yine “Allah,
Arapça bir isimdir”, “Rahmân Arapça bir isimdir”, “Rahmân Allah’ın
isimlerindendir”, “Rahmân ‘Fu’lân’ (فُعْلاَن) kalıbındadır”, “Rahmân kelimesi ‘Rahmet’ kelimesinden
türemiştir” ve buna benzer şeyler söylenildiğinde, burada, “isim” ile “mana”
(=müsemmâ) kastedilir.
Genel olarak “başka” اَلْغَيْرُ (=gayr) kelimesine gelince, “muğâyere”
الَْمُغَايَرَةُ (=muğâyere) ile, eğer mananın dışındaki bir kelime kastedilirse
bu doğru olur. Eğer bununla, yüce Allah kastedilirse bununla kendisi için bir
isim yaratıncaya kadar yada insanları yaratıncaya kadar O’nun bir isminin olmadığı
anlaşılır ki bu da, en büyük inkar ve sapıklık demektir.
İşte bundan dolayı Hz.
Peygamber (s.a.v), Allah ile ilgili olarak سَمَّيْتَ
بِهِ
نَفْسَكَ “Kendini (isimlerle) isimlendirdin”[1813] demiştir. “Kendini yarattın”
ve “Yarattığını isimlendirdin” dememiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu sözü,
yüce Allah’ın (kendisini isimlendirdiği) bir isimle konuştuğuna ve kendisini
belli bir isimle isimlendirdiğine delildir. Nitekim yüce Allah, Kur’an’da, kendisini,
gerçekten konuştuğu isimlerle isimlendirmiştir.[1814]
Yüce
Allah’ın Sıfatlarının, İsminin (İhtiva Ettiği) Mananın
İçinde Olması:
Yüce Allah’ın sıfatları,
isminin ihtiva ettiği mananın içinde bulunmaktadır. Buna göre O’nun “Allah”, “Rab”
ve “İlah” isimleri, mücerred bir zatın isimleri ve sıfatları değildir. Çünkü
böyle bir zatın mücerred varlığı olması imkansızdır. Zihin, bunu imkansız bir
varsayım kabul eder. Sonra da hükmünü bunun üzerine kurar. “Allah”, “Rab” ve “İlah”
isimleri, tüm kemâl sıfatları ve celal
na’tların sahibi Zat’ın isimleridir. İlim, kudret, hayat, irade, kelam, semi’,
basar, bekâ’, kıdem ve kendi zatına uygun gördüğü diğer kemâl sıfatlar gibi. O’nun
sıfatları, isminin ihtiva ettiği mananın içindedir. Buna göre zatı sıfatlardan
ve sıfatları zattan tecrid etmek, hakikati olmayan bir varsayım yada zihni bir
hayaldir. Bu, faydası olmayan, kendisine marifet ile iman gerekmeyen ve üstelik
kendisini bilmeye gerek duyulmayan göreceli bir durumdur.[1815]
Yüce
Allah’ın Kelamının, İsminin (İhtiva Ettiği) Mananın
İçinde Olması:
Yüce Allah’ın kelamı,
isminin ihtiva ettiği mananın içinde bulunmaktadır. Çünkü “Allah”, kemâl
sıfatlarla vasıflanmış Zat’ın ismidir. Bu sıfatlardan birisi de, “Kelâm”
(=konuşma) sıfatıdır. Yine O’nun ilmi, kudreti, diri olması, işitmesi, görmesi
de mahluk (=sonradan yaratılmış) değildir.
Kur’an, O’nun kelamıdır.[1816]
Kelam ise, O’nun sıfatlarından biridir. Bu kelam sıfatı, O’nun güzel
isimlerinden birisini teşkil etmektedir. Kur’an, mahluk değildir. Fakat “Kur’an,
Allah’tan değildir” denilmez. Çünkü kelam, Allah’ın isimlerinden birisi
olduğuna göre, kelam isminin, mahluk olduğu ve Allah’tan ayrı olduğu nasıl
söylenebilir? Görüldüğü üzere gerçek, Allah’ın yardımıyla ortaya çıkmış olup
problemler sona ermiştir.
Kur’an’da geçen yüce
Allah’ın güzel isimleri, O’nun kelamıdır. Kelamı ise, mahluk değildir.
Dolayısıyla “Kelam, Allah’tan başkadır ve O’ndan değildir” denilemez. Bu görüş,
Mutezile mezhebinin görüşüne aykırıdır. Onlar bu konuda şöyle derler: “Yüce
Allah’ın isimleri, O’ndan başkadır. Dolayısıyla isimleri, mahluktur.”
Bunların görüşlerini
kabul etmeyen kimselerin bu konudaki görüşü ise şu şekildedir: “Allah’ın ismi,
Zat’ının kendisidir ve Zat’ından başka bir şey de değildir.”[1817]
Kısacası: Şüphe böylece
sona ermekte ve doğru olan ortaya çıkmaktadır. Hamd, Allah’a mahsustur.[1818]
Allah’ın
Güzel İsimleri Hakkındaki Eşanlamlılık ve Farklılıklar:
Allah’ın isimleri
konusunda araştırma yapan kimseler; bu isimlerin, manalarının farklı olmasının
görünüm itibariyle mi birbirinden farklı olduğu, yoksa her ismin kendi manası
dışında başka bir manaya mı delalet ettiği, kcnusunda görş ayrılığına
varmışlardır.Çünkü bu isimler bir Zat’a delalet edip bu isimlerinin bu konudaki
medlulünün sayılamayacak kadar çok olduğu, bunun ise eşanlamlılığın bir konumu
olduğu hususunda görüş ayrılığına varmışlardır.
Hiç kuşkusuz bu konudaki
tartışma, tamamen lafzî (=kelime ile ilgili)dir.
Bu konuda şöyle denilmesi
doğrudur: Allah’ın isimleri, görünüm olarak, Zat sebebiyle eşanlamlıdır. Görünüm
olarak, sıfatlar sebebiyle de birbirinden farklıdır. Çünkü bu isimlerden her
biri, birbirine uygun sıfatlarla vasıflanmış zata delalet etmektedir.[1819]
Bunlardan birisi, tazammun (=kapsamlılık) itibariyle O’nun bir olduğunu ve diğeri de, iltizam (=gereklilik) sebebiyle
sıfatını göstermektedir.[1820]
En Üstün Sıfatları
Tanıma:
İsimler ve sıfatlar,
ahiretten ziyade dünyada söz konusudur. Bu isim ve sıfatların dünyada bir
benzerinin olmaması, insanların, bu isimleri ve sıfatları algılamalarına engel
değildir.
İsimlerin ve sıfatların
bir benzerinin ve bir örneğinin olmaması, bu isim ve sıfatların hakikatlerini
ve manalarının algılamaları insanlara mani değildir. Hatta onların kalplerine,
bu isim ve sıfatların hakikatlerini tanımayı ve bir benzerinin olmamasını
yerleştirmiştir. İşte yüce Allah, kendisi ile ilgili en üstün (=yüce) sıfatlara
Kur’an’ın
üç yerinde
delil getirmektedir:
Birincisi, yüce Allah’ın şu sözüdür:
“Ahirete iman etmeyenler
için kötü sıfatlar var. ‘En üstün sıfatlar’ ise, Allah’a aittir. O Azîz (=çok
güçlü)’dir, Hâkim (=hüküm ve hikmet sahibi)’dir.”[1821]
İkincisi, yüce Allah’ın şu sözüdür:
“Önce yaratan, ölümünden
sonra tekrar dirilten O’dur. Bu, O’nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde
olan ‘en üstün sıfatlar’ O’nundur. O, Azîz (=çok güçlü)’dir, Hâkim (=hüküm ve
hikmet sahibi)’dir.”[1822]
Üçüncüsü, yüce Allah’ın şu sözüdür:
“O’nun benzeri hiçbir şey
yoktur. O Semî’ (=işiten)’dir, Basîr (=gören)’dir.”[1823]
Allah’ı tanıma, O’nun
rububiyyetini, isimlerini, sıfatlarını ve zatını kabul etme ile ilgili hususlar
hep gökler ve yeryüzü halkının kalplerinde yer etmiştir.
İşte bundan dolayıdır ki,
müminler, bu üstün sıfatlara iman etmişler ve Allah dostu Arifler ise bu
sıfatlarla bezenmişlerdir. Allah, ilahî kitaplarda belirtilmiş ve aklî
delillerle doğrulanmış fıtrî tanımlar ile ilgili delilleri, bu kimselerin kalplerine
yerleştirmiştir. Bu nedenle de bunun belirlenmesi ile ilgili olarak şu
delillerin getirilmesi hususunda ittifak edilmiştir: 1.Akıl, 2.Sem’ (duyusal), 3.Fıtri
Araştırma yapan bir
kimse, “Ya Allah!” dediği zaman onun kalbine şu gelir: Rab; Kayyûm’dur, zatıyla
kaimdir, arşa istiva etmiştir, mükellimdir, mütekellimdir, işitendir, her şeye
kadirdir, dileyendir, istediği her şeyi yapandır. Dua eden kimselerin duasını
işitir, istekte bulunan kimselerin ihtiyaçlarını yerine getirir, sıkıntılı
kimselerin sıkıntısını giderir, kendisine yapılan taatlerden hoşnut olur ve
günahlara kızar. Melekler, bir iş ile ilgili olarak O’nun huzuruna çıkarlar ve
O’nunla ilgili bir iş ile ilgili olarak ise (yere) inerler.[1824]
* * *
SIFATLARI
VE NA’TLARI TANIMA
Sıfat ve Na’t Arasında Üç
Yönden Fark Olması:
Birincisi: Na’t,[1825]
durmadan yenilenen fiillerle olur. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Rabb’iniz,
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden, geceyi, durmadan
kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine
boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na
mahsustur. Alemlerin Rabb’i Allah ne yücedir!”[1826]
Yine yüce Allah konu ile
ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“O, size yeri beşik
kılmış ve doğru gidesiniz diye yeryüzünde size yollar yaratmıştır. Biz o suyla
(kupkuru), ölü memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece (mezarlarınızdan)
çıkarılacaksınız. Bütün çiftleri O yaratmıştır. Ve size bineceğiniz gemiler ve
hayvanlar vâr etmiştir.”[1827]
Sıfat ise zattan
ayrılmayan sabit şeylerdir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“O, öyle Allah’tır ki, O’ndan
başka ilâh yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, Rahmân (esirgeyen)dir,
Rahîm (bağışlayan)dır. O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh
yoktur. O, Melik (mülkün sahibi)dir, Kuddûs (eksiklikten münezzeh)tir, Selâm (selâmet
veren)dir, Mü’min (emniyete kavuşturan)dır, Müheymin (gözetip koruyan)dır, Azîz
(üstün)dür, Cebbâr (istediğini zorla yaptıran), Mütekebbir (büyüklükte eşi
olmayan)dır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O,
Hâlık (yaratan), Bâriu (var eden), Musavvir (şekil veren) Allah’tır. En güzel
isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O,
Azîz (üstün)dür, Hâkim (hüküm ve hikmet sahibi)dir.”
İkincisi: “Zâtî Sıfatlara”, na’t denilmez. Yüz, eller, ayak ve
parmaklar gibi. Bunlara, sıfat denir. Çünkü Selef, bunlara, “sıfat” demiştir.
Yine Ehl-i İspat kelamcıları da, bunlara, “sıfat” demişlerdir.
Burada anlatılmak husus
şudur: Bunlara, ister “sıfat” denilsin ve ister “sıfat” denilmesin, bu
izafelerin Allah için kullanılması, O’na nispet edilmesi ve bunlarla Allah’tan
haber verilmesi, Allah’ın bir şeye benzetilmesinden veya sıfatların iptalinden
uzak olarak yapılmalıdır.
Üçüncüsü: “Na’tlar”, sıfatlardan meydana gelen ve bilinen şeylerdir.
Bunları, havas (=seçkin kimseler) ile avam (=sıradan kişiler) bilir.
Sıfatlar ise, daha
geniştir. “Na’t” ile “sıfat”ın farkı, “havas” ile “avam” arasındaki fark
gibidir. “Na’t”ın, sıfatlardan meydana gelen bir şey olmasından dolayı Arapça’da
bir şeyi tatlandırma hususunda كَذَا نَعْتُهُ كَذَا “Onu
şöyle şöyle niteledim” denilir. Çünkü o şeyin sıfatlarından bazı özellikleri,
bu tatlandırılan nesne içerisinde ortaya çıkmaktadır.
Bazıları, “na’t” ile “sıfat”ın,
iki kelime olduğu ve aralarında hiçbir farkın olmadığını söylemişlerdir.[1828] Bundan
dolayı Basralı dilbilimciler, Nahvin (Arapça Dilbilgisinin) Sıfat Bölümünün
başına “Sıfat Bölümü” derken, Kufeli dilbilimciler ise “Na’t Bölümü” diye
başlık atarlar.
İki ekolün de maksadı
birdir. Bunlar birbirine yakındır.[1829]
“Allah” İsminin Kökeni:
Kelimelerin en açık
olanı, “Allah” أللَّهُ kelimesidir. Fakat dil
bilginleri bu konuda büyük bir ihtilafa düşmüşlerdir: “Allah” ismi, başka bir kelimeden
mi türemiştir? Yoksa türememiş midir? Eğer türemişse, o zaman التأله “e-le-he”
kelimesinden mi, الوَلَه “ve-le-he”
kelimesinden mi, لاَه “lâ-he”
kelimesinden mi türemiştir?
Alimleriyle,
cahilleriyle, kelimenin kökenini ve türevini bilen veya bilmeyen, Arabıyla,
acemiyle yeryüzü halkının hepsi, “Allah” isminin; alemlerin rabbinin ve gökleri ve yeri yaratanın
ismi olduğunu bilmektedirler. Ki O; diriltir, öldürür ve her şeyin rabbi ve
sahibidir.
Bütün bu insanlar, “Allah” ismiyle, ihtiva ettiği
mana (=müsemma)nın kastedildiği hususunda görüş birliği içindedirler. Çünkü “Allah” ismi, onlara göre; en
açık, en iyi bilinen ve her türlü manaya giren her isimden daha meşhur bir
isimdir.
Dil bilginleri, “Allah”
kelimenin kökeni hakkında görüş ayrılığına düşmüş olsalar bile, bu kelimenin
ifade ettiği mana hususunda herhangi bir tartışmaları yoktur.
“Allah” isminin etimolojik yapısına gelince, sahih olan görüşe göre;
“Allah”
isminin aslı, الإِلَهُ “el-İlâh”dır.
Bu, Sibeveyh ile onun
arkadaşlarının çoğunun görüşüdür. Yalnız yine bunlardan bu konuda farklı
görüşlerde[1830]
gelmiştir.
“Allah” ismi; güzel
isimlerin ve yüce sıfatların manalarının hepsini kapsayan bir isimdir.[1831]
“Allah” İsminin
Etimolojisi:
Süheylî ve onun hocası
Ebu Bekr ibnu’l-Arabî, “Allah” isminin, başka bir kelimeden türemediğini iddia etmişlerdir.
Onlara göre; bir kelimeyi, bir başka kelimeden türetme işi, türetilenin bir
madde olmasını gerektirir. “Allah” ismi ise, Kadîm (=Ezeli)’dir. Kadîm olan şey ise, madde
olamaz. Dolayısıyla “Allah” ismini, başka bir kelimeden türetmek imkansızdır.
Şüphesiz ki, “kelime
türetme” ile; bu mana kastedilip “Allah” ismi, başka bir kökten türetilirse, bu türetme işi, batıl
olur. Fakat onlar, kelime türetmeyle, bu manayı kast etmediler. Onlar, bununla
ancak yüce Allah’ın “sıfatına” delalet eden şeyi kast ettiler. Bu sıfat ise, الإلهيَّة “ilâhî
olma”dır. Ayrıca yüce Allah’ın bundan başka güzel isimleri daha vardır. Alîm,
Kadîr, Gafûr, Rahîm, Semî’, Basîr gibi. Bu isimler, kesinlikle başka bir kökten
türemiştir. Dolayısıyla bu kök, Kadîm’dir. Kadîm ise, madde olamaz. Eğer sizin
bu isimlerle ilgili bir cevabınız yoksa, işte bu, “Allah” isminin bir başka
kelimeden türediğinin söyleyenlerin bir cevabıdır.
Ayrıca biz, bu isimlerin,
ancak mana ve kelime itibariyle bir kökten elde edildiği ve türetilen
kelimenin, bir kökten meydana geldiği kanaatindeyiz. Çünkü dilbilimcilerin
türettiği kelimeyi isimlendirmesi, kelimenin kökü itibariyledir. Bir kelimeyi
türetme işi ise, hem türetilen kelimeden ve hem de kökten meydana gelir. Bunun
manası, birinin diğerinden meydana geldiği şeklinde değildir. Bu, ancak birinin
diğerini kapsaması ve hatta fazlasıyla ihtiva etmesi itibariyle olur.
Sibeveyh’in bu konudaki
görüşü ise şu şekildedir: Fiil, bir örnektir. Fiiller, isimlerden meydana gelen
kelimeden alınmıştır. Araplar, öncelikle isimlerle konuşmadılar. Fakat fiilleri
isimlerden türettiler. Çünkü isimlerle karşılıklı konuşma yapılır. Fakat fiillerle
karşılıklı konuşma, daha zaruridir.
Fakat bu ikisi arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla burada kelime türetme ile
kast edilen, maddi bir kelime türetme değildir. Kelime türetme kast edilen,
asıl itibariyle, zorunlu bir kelime türetme şeklidir. “Allah” isminin bu manada
türetilmesinde bir sakınca yoktur.[1832]
سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ “Subhâneke
Allahümme” Kelimesinin Anlamı:
Yüce Allah bu konuda
şöyle buyurmaktadır:
“İman edip güzel işler
yapanlara gelince, imanları sebebiyle Rableri onları nimet dolu cennetlerde,
alt tarafından ırmaklar akan (saraylara) erdirir. Onların oradaki duası: “Allahım!
Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!” (سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ) (sözleridir). Orada birbirleriyle
karşılaştıkça söyledikleri ise “selâm” (sözü)dür. Onların dualarının sonu da şudur:
“Hamd, âlemlerin Rabb’i Allah’a mahsustur.”
İbn Cüreyc, (bu âyette
geçen) yüce Allah’ın “Onların oradaki duası: سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ “Subhâneke
Allahümme” (Allahım! Seni noksan sıfatlardan
tenzih ederiz!) sözü hakkında şöyle der:
“Onlara bir kuş
yaklaştığı zaman, o kuşu arzulayıp: سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ “Subhâneke
Allahümme” (Allahım! Seni noksan sıfatlardan
tenzih ederiz!) derler. İşte bu, cennetteki kimselerin duasıdır. İstekte
bulunmalarının üzerine onların yanına bir melek gelip onlara, selam verir.
Onlar da, meleğe selam verirler. İşte bu da, yüce Allah’ın “Orada birbirleriyle
karşılaştıkça söyledikleri ise “selâm” (sözleri)dir” sözüdür. Orada bir şey
yedikleri zaman, Rableri olan Allah’a hamd ederler. İşte bu da, yüce Allah’ın “Onların
dualarının sonu da şudur: “Hamd, âlemlerin Rabb’i Allah’a mahsustur” sözüdür.”[1833]
Katâde ise yüce Allah’ın “Onların
oradaki duası: سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ “Subhâneke
Allahümme” (Allahım! Seni noksan sıfatlardan
tenzih ederiz!) sözü hakkında şöyle der:
“İşte bu, cennetteki
kimselerin duası ve orada birbirleriyle karşılaştıklarında söyledikleri selam
sözüdür.”
Eşcaî’de bu konuda şöyle
der: Süfyân e-Sevrî’nin şöyle dediğini işittim: “Cennetteki kimseler, bir şey
istedikleri zaman, سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ “Subhâneke
Allahümme” (Allahım! Seni noksan sıfatlardan
tenzih ederiz!) derler. Bunun üzerine istedikleri şey onlara gelir.” [1834]
سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ
“Subhâneke Allahümme” kelimesinin anlamı; yüce Allah’ı her türlü şeyden tenzih
etmek, O’nu yüceltmek ve kendisine uygun olmayan şeylerden O’nu ululamaktır.
Süfyân, Osman b. Mevhib’in
şöyle dediği nakletmektedir: “Musa b. Talha’nın şöyle dediği işittim:
Resulullah (s.a.v)’e, سُبْحَانَ
اللَّه “Subhânallah” (Allah’ı, noksan sıfatlardan tenzih ederiz!)in anlamı soruldu. O da:
- ‘Allah’ı, kötü
şeylerden tenzih etmektir’ diye cevap verdi.”[1835]
İbnu’l-Kavvâ’, Hz. Ali’ye,
bu kelimenin anlamını sordu. O da:
- ‘Bu, Allah’ın
kendisiyle ilgili razı olduğu bir kelimedir’ diye cevap verdi.”[1836]
Hafs b. Süleyman b.[1837] Talha
b. Yahya, babasından, o da Talha b. Ubeydulah’tan naklen der ki:
“Resulullah (s.a.v)’e, سُبْحَانَ
اللَّه “Subhânallah” kelimesinin anlamını sordum. O da:
- ‘Bu, Allah’ı her türlü
kötü şeylerden tenzih etmektir’ diye cevap verdi.”
Görüldüğü üzere yüce Allah,
cennetteki kimselerin, bir şey istediklerinde dualarının başında, سُبْحَانَ
اللَّه (Subhânallah) “Allahı,
noksan sıfatlardan tenzih ederiz!”
dediklerini ve istedikleri şey yerine geldiğinde ise dualarının sonunda, لِلَّهِ
رَبِّ الْعَالَمِينَ
اَلْحَمْدُ (el-Hamdu
lillâhi rabbi’l-âlemîn) “Hamd, âlemlerin Rabb’i
Allah’a mahsustur” dediklerini haber vermektedir.
Âyetin manası, bundan
daha geniştir. Çünkü dua ile, hem övgü ve hem de istek kast edilir.
Dua ile اَلْحَمْدُ
لِلَّهِ “el-Hamdulillah” arasındaki
ilişki, şu hadiste de geçmektedir:
أَفْضَلُ
الدُّعَاءِ :
اَلْحَمْدُ لِلَّهِ
رَبِّ الْعَالَمِينَ
“En faziletli dua, ‘el-Hamdulillahi
Rabb’i’l-Âlemîn’ (=hamd, âlemlerin Rabb’i Allah’a mahsustur) demektir.”[1838]
İşte bu, övgüyü ve zikri
ifade eden bir duadır. Bundan dolayı da yüce Allah, bu duayı, cennetteki
kimselere ilham etmektedir. Böylece duanın başını ve sonunu haber vermektedir.
Buna göre duanın başı, “tesbih etmek” (=subhanallah) ve sonu ise, “hamd etmek”
(=el-Hamdulillah)tir. İşte onlar, nefesi soludukları gibi bu iki duayı da
solumaktadırlar.
Yalnız burada, cennette
onlardan dünyadaki mükellefiyetliklerin düştüğüne ve ibadetlerinin sadece
soludukları bu dua olduğuna dair bir işaret var.
اَللَّهُمَّ (Allahümme) “Allahım”
ifadesinde ise, duanın apaçık olduğuna dair bir işaret vardır. Çünkü اَللَّهُمَّ
ifadesi, يَا
أَللهُ (Ya
Allah) manasını içermektedir. يَا
أَللهُ (Ya
Allah) ifadesi
de, hem isteği ve hem de övgüyü kapsamaktadır.
Bununla birlikte
cennet ehli kimselerin, “Bir şey istedikleri zaman, سُبْحَانَكَ
اَللَّهُمَّ “Subhâneke Allahümme”
dediklerini söyleyen kimseler, manayı eksik söylemiş oluyorlar. Böylece
cennetteki kimselerin, bir şey istedikleri zaman sadece bu sözü söylediklerini
zannediyorlar. Halbuki âyette bunu gösteren herhangi bir şey yoktur. Aksine âyet,
cennetteki kimselerin ilk dualarının, “tesbih” (subhanallah) ve son dualarının
ise “hamd” (el-Hamdulillah) olduğunu göstermektedir.
Sahih hadiste de geçtiği üzere; cennetteki
kimseler, nefesi soludukları gibi bu iki duayı da soluyacaklardırlar.
Buna göre dua,
istek vaktine bağlı değildir.
İşte bu, hem
ayete ve hem de cennet ehli kimselerin haline uygun düşmektedir. Yine de
doğruyu en iyi bilen yüce Allah’tır.[1839]
اَللَّهُمَّ “Allahümme” (=Allahım) Kelimesinin Anlamı:
اَللَّهُمَّ “Allahümme”
kelimesinin anlamının, يَا
أَللهُ “Ya Allah/Allahım”
olduğu hususunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Bundan dolayıdır ki, bu kelime,
sadece talep (=istek) anlamında kullanılır. Dolayısıyla اَللَّهُمّ
غَفُورٌ رَحِيمٌ “Allahım! Gafûr’dur, Rahîm’dir” denilmez. Aksine اِغْفِرْ
لِي وَارْحَمْنِي “Beni bağışla ve bana merhamet eyle” denilir.
Dilbilimciler, اََللَّهُمّ “Allahümme”
kelimesinin sonunda yer alan şeddeli “mîm”
(مَّ)
harfi hakkında ihtilaf etmişlerdir.
Sibeveyh bu
konuda der ki: “Mim harfi, nida harfi olan “ya”nın yerine ilave edilmiştir.
Bundan dolayı اَللَّهُمّ
kelimesini kullanırken, bu kelime ile nida harfini birlikte kullanmak doğru
değildir. Bundan dolayı da يَا
أَللَّهُمَّ “Ya Allahümme” denilmez.
Yalnız bu ifadenin, bazen çok az kullanıldığı da olur. Nitekim şair, bununla
ilgili olarak şöyle der:
إِنِّي
إِذَا مَا
حَدَثٌ أَلمَّا
أَقُولُ: يَا
أَللَّهُمّ
يَا
أَللَّهُمّ
“Ben acı verici bir
olayla karşılaştığımda, ‘Ya Allahümme’, ‘Ya Allahümme’ derim.”
Bu, mahallen mahzuf
olmadığında, ivaz olarak isimlendirilir.
Eğer bunun bir mahalli varsa, o zaman bedel olarak isimlendirilir. قَامَ (=kâme) ile بَاعَ (=bâa)’daki “elif” (ا) harfi gibi. Çünkü bu elif harfi, vâv (و) ve yâ (ي) harfinden bedeldir.
Yine Sibeveyh’e göre; bu
ismin, bir sıfat alması da caiz değildir. Dolayısıyla اَللَّهُمَّ
الرَّحِيم اِرْحَمْنِي “Rahîm olan Allahım! Bana merhamet eyle” denilmez. Bedel de değildir.
اَللَّهُمّ kelimesindeki
“he” (ه) harfinin üzerinde bulunan damme (=ötre), müred münada ismin
dammesidir. “Mim” (م) harfi ise, kendisinin sükun durumunda olmasından ve
kendisinden önce geçen “mim harfinin sükun olmasından dolayı fethalanmıştır.
İşte bu, اَللَّهُمّ isminin özelliklerindendir.
Bu, Halîl ile Sibeveyh’in
konu ile ilgili görüşünün özetidir.
Yine اَللَّهُمّ kelimesindeki “mim” harfinin, mahzuf bir cümleden “ivaz” olduğu da söylenmiştir.
Buna göre cümlenin takdiri: يَا
اَللَّهُ أَمَّنَا
بِخَيْرٍ
“Allahım!
Bizi iyiliğe yönelt” şeklindedir, yani اِقْصدْنَا “Bizi
yönelt” demektir. Burada ilk önce cârr
ve mecrûr konumunda olan بِخَيْرٍ “bi
hayr” kelimesi kullanımdan düşmüş, sonra da mef’ul durumunda olan نَا “nâ” düşmüştür. Cümle يَا اَللَّهُ
أَمَّ “yâ Allahümme emme”
şeklinde kalmış. Daha sonra bu ismin dua sırasında insanlar tarafından çok
kullanıldığı için hemze (أ) de düşmüş. Böylece يَا
اَللَّهُمَّ kalmış.
Bu da, Ferrâ’nın
görüşüdür.
Bu görüşün sahibi olan
Ferrâ’, اَللَّهُمّ kelimesinin önüne (nida edatı olan) يَا “yâ”nın girmesini uygun
görmüş ve bu görüşüne de şairin şu sözünü delil getirmiştir:
يَا
اَللَّهُمَّ ارْدُدْ
عَلَيْنَا
شَيْخَنا
مُسَلَّما……………
“Yâ Allahümme
(=Allahım)! …Hocamızı bize sapasağlam geri çevir”
Ayrıca Ferrâ’, bu
görüşüne delil olarak, yukarıda geçen beyti ve daha başka beyitleri
getirmiştir.
Basralılar ise bu görüşü,
birkaç yönden reddetmişlerdir:
4. kelimenin yaygın kullanımı, Arapların, يَا ve اَللَّهُمَّ kelimesinin arasını birleştirmediğini göstermektedir. Kelimenin
aslı, Ferrâ’nın belirttiği gibi olsa da, (bunların) arasını bu şekilde
birleştirmek mümkün değildir. Aksine kelimenin kullanımı yaygındır. Halbuki
yapılan iş, bunun tam tersidir.
“Mim” harfinin “Allah” ismiyle birleşmesi hususundaki görüş
birliği bunun tek başına bir fiil olmadığına delildir.
Eğer kişi, bununla Allah’ın
iradesini kast edince, o zaman sapıtmaz ve günah işlemez, dolayısıyla da Allah’a,
اَقْصدُ
كَذَا “Şuna yöneltiyorum” demez.
اَللَّهُمَّ
لَكَ
الْحَمْدُ, وَاِلَيْكَ
الْمُشْتَكَى,
وَأَنْتَ الْمُسْتَعَانُ,
وَبِكَ الْمُسْتَغَاثُ,
وَعَلَيْكَ
التُّكْلاَنُ,
وَلاَ حَوْلَ
وَلاَ قُوَّةَ
اِلاَّ بِكَ
“Allahım! Hamd ancak sana
mahsustur. Sıkıntılar ancak sana arz edilir. Sadece senden yardım istenilir.
Yalnızca sana yalvarılır. Yalnızca sana tevekkül olunur. Güç ve kuvvet ancak
senindir.”[1840]
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)’in
şu duası gibi:
اللَّهُمَّ
إِنِّي
أَصْبَحْتُ
أُشْهِدُكَ
وَأُشْهِدُ
حَمَلَةَ
عَرْشِكَ
وَمَلَائِكَتَكَ
وَجَمِيعَ
خَلْقِكَ
أَنَّكَ أَنْتَ
اللَّهُ لَا
إِلَهَ
إِلَّا
أَنْتَ وَأَنَّ
مُحَمَّدًا
عَبْدُكَ
وَرَسُولُكَ
“Allahümme innî esbahtü
üşhidü hamelete arşike ve melâiketeke ve cemîe halkıke enneke ente Allahu lâ
ilâhe illâ ente ve enne Muhammeden abduke ve rasûlüke (=Allahım, -senin iznin
ve inâyetinle-
Yüce Allah’ın şu sözü
gibi:
“Mülkün sahibi olan
Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini aziz
kılarsın, dilediğini alçaltırsın.”[1842]
Yine yüce Allah’ın şu
sözü gibi:
“De ki: Ey gökleri ve
yeri yaratan, gizliyi de aşikârı da bilen Allahım! Kullarının arasında,
ayrılığa düştükleri şeyin hükmünü ancak sen vereceksin.”[1843]
Hz. Peygamber (s.a.v),
rükudan ve secdeden doğrulurken söylediği şu söz gibi:
سُبْحَانَكَ
اللَّهُمَّ
رَبَّنَا
وَبِحَمْدِكَ
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِي
“Allahım! Seni noksan
sıfatlardan tenzih ederim. Rabb’imiz! Seni hamdinle (överim). Allahım! Beni
bağışla.”[1844]
Onların da belirttiği
gibi, işte bütün buralarda takdir yapmak caiz değildir.
Bazıları da, اَللَّهُمَّ ifadesindeki “mim” harfinin ta’zim etmek ve saygı göstermek için bu kelimeye
ilave edildiğini belirtmişlerdir. اَلزُّرْقَةُ “ez-Zurka” (=mavi) kelimesine “mim” harfini ilave etmek sûretiyle زُرْقُم “zurkum” olması ve الإبن “el-İbnu” (=oğul) kelimesine “mim” harfini ilave etmek sûretiyle وَابْنُم olması gibi.
İşte bu görüş, doğrudur
ve mümkündür. Yalnız bu konunun genişçe açıklanmaya ihtiyaç vardır.
اللَّهُمَّ kelimesinin
sonuna “mim” harfinin ilave edilmesiyle ile ilgili bu anlatılanların
bilinmesi faydalıdır. Çünkü Allah’ın bütün isim ve
sıfatlarını kapsayan, her durum ve her ihtiyaç halinde hep bu اللَّهُمَّ (=Allahümme) ifadesiyle yüce Allah’tan bir şeyler
istenilmektedir.[1845]
Allah’a dua eden bir
kimse, اللَّهُمَّ
إِنِّي
أَسْأَلُكَ
“Allahım!
Senden istiyorum” dediği zaman, sanki o
kimse, bu sözüyle, أدْعُوا
اللَّهَ
الَّذِي لَهُ
الْأَسْمَاءُ
الْحُسْنَى
وَالصِّفَاتُ
الْعُلْىَ
بِأَسْمَائِهِ
وَصِفَاتِهِ “En
güzel isimleri ve yüce sıfatlara sahip olan Allah’a bu isim ve sıfatlarıyla dua
ediyorum” demek istemektedir. İşte bundan
dolayıdır ki, Allah’tan bir şey isterken O’nun bütün isimleriyle isteme
mahiyetinde اللَّهُمَّ (=Allahümme) kelimesinin sonuna “mim” harfi getirilmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), bu hususu, sahih
bir hadiste şöyle ifade etmektedir:
مَا
أَصَابَ
أَحَدًا
قَطُّ هَمٌّ
وَلَا حَزَنٌ
فَقَالَ: “
اللَّهُمَّ
إِنِّي
عَبْدُكَ
وَابْنُ عَبْدِكَ
وَابْنُ
أَمَتِكَ,
نَاصِيَتِي
بِيَدِكَ,
مَاضٍ فِيَّ
حُكْمُكَ,
عَدْلٌ فِيَّ
قَضَاؤُكَ,
أَسْأَلُكَ
بِكُلِّ اسْمٍ
هُوَ لَكَ
سَمَّيْتَ
بِهِ
نَفْسَكَ, أَوْ
أَنْزَلْتَهُ
فِي
كِتَابِكَ,
أَوْ عَلَّمْتَهُ
أَحَدًا مِنْ
خَلْقِكَ,
أَوِ اسْتَأْثَرْتَ
بِهِ فِي
عِلْمِ
الْغَيْبِ
عِنْدَكَ
أَنْ
تَجْعَلَ
الْقُرْآنَ
رَبِيعَ قَلْبِي,
وَنُورَ
صَدْرِي,
وَجِلَاءَ
حُزْنِي, وَذَهَابَ
هَمِّي
وَغَمِّي,
إِلَّا
أَذْهَبَ
اللَّهُ هَمَّهُ
وَغَمَّهُ,
وَأَبْدَلَهُ
مَكَانَهُ
فَرَحًا.”
قَالُوا: يَا
رَسُولَ
اللَّهِ
أَلَا نَتَعَلَّمُهَا؟
فَقَالَ:
بَلَى
يَنْبَغِي
لِمَنْ
سَمِعَهَا
أَنْ
يَتَعَلَّمَهَا
“Kendisine herhangi bir
üzüntü ve keder isabet eden bir kul, şu duayı okursa, Allah onun üzüntü ve
kederini giderir:
“Allahım! Doğrusu ben,
Senin kulunum. Kulunun oğluyum. Cariyenin oğluyum. Dizginim senin elinde.
Hakkımda vereceğin hüküm geçerlidir. Hakkımda takdir buyurduğunu adaletlidir.
Senden; kendimi isimlendirdiğin veya kitabında indirdiğin veya kullarından
birine öğrettiğin veya katındaki gayb ilminde kendine sakladığın her isminle,
yüce Kur’an’ı, kalbimin baharı, hüznümün cilası ve endişe ile üzüntümü giderici
eylemeni dilerim. Çünkü Allah, o Müslüman kulun endişesini mutlaka giderir ve
endişesinin yerine ferahlık verir. Sahabiler:
- “Ey Allah’ın Resulü! Bu
sözleri söyleyelim mi?” diye sordular. Resulullah
(s.a.v)’de:
- “Evet, bu sözleri işiten kimseye, bu
kelimeleri söylemesi gerekir” diye
cevap verdi.”[1846]
O halde dua eden
kimsenin, Allah’tan, O’nun isim ve sıfatlarıyla bir şey istemesi mendubtur.
Nitekim bu husus, “İsm-i A’zam” ile ilgili duada şöyle geçmektedir:
اللَّهُمَّ
إِنِّي
أَسْأَلُكَ
بِأَنَّ لَكَ
الْحَمْدُ
لَا إِلَهَ
إِلَّا
أَنْتَ الْمَنَّانُ
بَدِيعُ
السَّمَوَاتِ
وَالْأَرْضِ
يَا ذَا
الْجَلَالِ
وَالْإِكْرَامِ
يَا حَيُّ يَا
قَيُّومُ
“Allahım! Hamd ancak
sanadır, senden başka ilâh yoktur, bol bol veren (=Mennân), gökleri ve yeri
yaratan (=Bedîu) (sensin). Ey Celâl ve İkrâm sahibi! Ey Hayy (=diri) ve Ey
Kayyûm! diyerek senden istiyorum”[1847]
İşte bu kelimeler, Esmâu’l-Hüsnâ’yı
(=Allah’ın en güzel isimlerini) kapsamaktadır.
Duanın Kısımları:
Dua üç kısımdır:
Buna göre birincisi
ikincisinden, ikincisi de üçüncüsünden daha mükemmeldir. Üçü de bir arada
yapılırsa, o zaman o dua, daha da mükemmel olur.
İşte Resulullah (s.a.v)’in
duaları genel olarak bu şekildedir.[1849]
تَبَارَكَ “Tebâreke” (=Yüceler Yücesi) Kelimesinin Anlamı:
Yüce Allah’ın “Tebâreke”[1850] sıfatına gelince, bu sıfat, sadece O’na özgü bir sıfattır.
Çünkü yüce Allah, bu sıfatı, sadece kendine özgü kılmıştır. Yüce Allah’ın bu
sıfatı, Kur’an’ın birçok âyetinde geçmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:
“Alemlerin Rabb’i Allah, yüceler
yücesidir!”[1851]
“Mutlak hükümranlık
elinde olan Allah, yüceler yücesidir!”[1852]
“Yaratanların en güzeli
olan Allah, yüceler yücesidir!”[1853]
“Göklerin, yerin ve ikisi
arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah, yüceler yücesidir!
Kıyamet saatini bilmek de O’na mahsustur. Siz O’na döndürüleceksiniz.”[1854]
“Kulu Muhammed’e Furkan’ı
indiren, Allah, yüceler yücesidir!”[1855]
“Dilerse sana bunlardan
daha iyisini ihsan edecek olan Allah, yüceler yücesidir!”[1856]
“Gökte burçları var eden
Allah, yüceler yücesidir!”[1857]
Bu, Selef’ten bazısının
söylediği sözün manasıdır. Buna göre تَبَارَكَ “Tebâreke”
kelimesi, تَعَاظَمَ “azametli”
anlamındadır.[1858]
Bir başkası da şöyle der:
“Bu kelime, bereketlerden daha önce meydana gelmesi anlamındadır. Çünkü bereket, tamamen ondan meydana gelir.”
Bir diğeri de şöyle der: “Allah’ın
iyiliğinin ve ihsanının kullarına çok olması
demektir.”
Denildi ki:” Allah’ın
şefkatinin ve merhametinin kullarına karşı geniş olması demektir.”
Denildi ki: Her şeyden
daha çok olması demektir. Çünkü O, sıfatlarında ve fiillerinde her şeyden pek
yücedir.”
Bundan dolayı تَبَارَكَ “Tebâreke”nin anlamının, تَعَالَى “Teâlâ” (=pek yüce) ve تَعَاظَمَ “Teâzame” (=azametli) anlamına geldiği de söylenmiştir.
تَبَارَكَ kelimesinin,
تَقَدَّسَ “Tekaddese” anlamında olduğu ve القدس “Takdis” (=mukaddes bilme, kutsama) kelimesinin ise الطهارة “Tahâret” (=temizlik) anlamına geldiği de söylenmiştir.
تَبَارَكَ kelimesinin,
‘her şeyde O’nun ismiyle teberrük edilir’ anlamına geldiği de söylenmiştir.
تَبَارَكَ kelimesinin, اِرْتَفَعَ “irtefea” anlamına geldiği ve المُبَارَك “Mübârek” kelimesinin de المُرْتَفَع “murtefe’
“ anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüşü,
Beğavî nakletmiştir.[1859]
تَبَارَكَ kelimesinin,
‘Allah’ı anmak sûretiyle elde edilen ve sağlanılan bereket’ anlamında olduğu da
söylenmiştir.
Abdullah ibn Abbâs’da der
ki: “ ‘Tebâreke’ kelimesi, her türlü bereketi getiren demektir.”
تَبَارَكَ kelimesinin,
‘devamlı olmak sûretiyle sabit olan ve sürekli olan’ anlamında olduğu da
söylenmiştir. Bu görüşü de, Beğavî nakletmiştir.
تَبَارَكَ kelimesinin
gerçek manası şudur: Bereket, hayrın çok olması ve devamlı olması demektir.
Hiçbir kimse, sıfat ve fiil yönünden bu kelimeyi kullanmaya hak sahibi
değildir. Çünkü تَبَارَكَ ve تَعَالَى , Allah’a mahsustur.[1860]
Selef’in bu konudaki
açıklaması da, kelimenin bu iki anlamı etrafında dönüp dolaşmaktadır. Bu iki
kelime, (anlam itibariyle) birbiriyle aynıdır. Fakat تَبَارَكَ kelimesine en layık olan
anlam, fiil manası değil de sıfat manasıdır. Çünkü bu kelime, lâzım (=geçissiz)[1861]
bir fiildir. تَعَالَى
, تَقَدَّسَ ve تَعَاظَمَ gibi. Bu kelimeler, O’ndan
başka bir üstün olan, takdis olan ve yüce olan anlamında değildir. Bilakis bu,
kelimenin, başka bir şekle ve yöne ihtimali olmaması anlamındadır. Çünkü bu
kelimelerin anlamı, kendisine nispet edilen zatın kendisine işaret etmektedir.
Zira O, اَلْمُتَعَالِي “müteâlî” (=pek yüce olan) ve اَلْمُتَقَدَّس “Mütekaddes” (=çokça takdis olunan)dır.
تَبَارَكَ kelimesinin,
بَارَكَ “Bâreke” anlamında olmasının doğru olmadığı, çünkü تَبَارَكَ ile بَارَكَ kelimesini, mana ve kelime yönünden birbirinden farklı olduğu!!
تَبَارَكَ kelimesinin, lâzım (=geçişsiz) bir fiil olduğu ve بَارَكَ kelimesinin ise müteaddi
(=geçişli) bir fiil olduğu söylenmiştir.[1862]
Buna göre تَبَارَكَ kelimesine, “Bereket” ve “Bâreke” anlamı dışında bir mana veren
kimsenin, manaya isabet etmediğini anlamış bulunmaktayım.[1863]
تَبَارَكَ kelimesi,
المُتَبَارَك “Mütebârek” kelimesinin gerektirdiklerinden olunca, تَبَارَكَ kelimesi, مَجْد “mecd” (=şanı yüce, büyük) kabilinden olur. الْمَجْدُ “el-Mecd” ise; Allah’ın celal, genişlik ve faziletin sıfatlarının çok
olması demektir. بَارَكَ kelimesi de, أَعْطَى “E’tâ” (=vermek, ihsan etmek, lutfetmek) ve أَنْعَمَ “En’ame” (=nimet vermek, ihsan etmek, bahşetmek) kabilinden olur.
تَبَارَكَ kelimesinin, bu konuda müteaddî (=geçişli) fiil olması, bir
aksilik olmazsa lâzım (=geçişsiz) fiil olmasını da gerektirir. تَبَارَكَ kelimesinin
müteaddî (=geçişli) fiil olması ile ilgili açıklamaları seleften nakleden kimseler,
bununla, bu kelimenin manalarını belli bir düzene koymak istemeyi kast
etmişlerdir. Fakat تَبَارَكَ kelimesi ile ilgili bu
açıklamalar, tali bir konudur.
Bu konudaki görüşü, “el-Fethu’l-Mekkî” adlı
kitapta detaylı bir şekilde ele aldık ve orada “bereket”in tamamen yüce Allah’a
ait olduğunu açıkladık. Bundan dolayı da O, “mübârik” (=ihsanı veren, bereketi veren)tir.
Bir kimse bereketi sadece
O’na verirse, o zaman O, “Mübârek” olur. İşte bundan dolayı da O’nun kitabı “mübârek” olur,
Resulü “mübârek” olur, Evi “mübârek” olur, şerefli kıldığı ve üstün kıldığı
zamanlar ve mekanlar “mübârek” olur, Kadir gecesi “mübârek” olur, Mescidi Aksa’nın
etrafı “mübârek” olur ve Kitabı’nın dört yada beş yerinde[1864]
bereketli olmakla vasıflandırdığı Şam bölgesi “mübârek” olur.
Bu konuda, Müslim’in “Sahîh”inde Sevbân’dan gelen bir
hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (s.a.v)’in namazı bitirdiğinde söylediği şu sözü
düşünmelisiniz:
اللَّهُمَّ
أَنْتَ
السَّلَامُ
وَمِنْكَ السَّلَامُ
تَبَارَكْتَ
ذَا
الْجَلَالِ
وَالْإِكْرَامِ
“Allahım! Selâm, sensin.
Selamet ancak sendendir. Mübareksin. Ey Celâl ve İkram sahibi”[1865]
Buna göre bu yüce
kelimelerin, övgü türlerini nasıl birleştirdiğini iyi düşünmelisin. Yani O’nu,
her türlü noksan şeylerden tenzih etmek ve tesbih etmek sûretiyle övmek ile en
açık ve en özlü kelimelerle O’nun şanını yüce tutmakla ve O’na hamd etmek sûretiyle
övmek. Böylece mana tamamlanmış olmaktadır.
Yüce Allah’ın, فَعَّالٌ
لِمَا
يُرِيدُ “Dilediğini
yapandır”[1866] (Hûd:
Yüce Allah’ın “Dilediğini yapandır”[1867] ifadesi, şu hususlara
delildir:
“Hiç yaratan,
yaratamayana benzer mi?
Hâla ibret almaz mısınız?”[1868]
Sonradan yok olmaması, O’nun
kemâl sıfatlarından ve celal na’tlarındandır.
Âyette geçen مَا “mâ”, Âmm İsm-i Mevsul’dur. Yani bir şeyi yapmak istediğinde o
şeyi tamamen yapar. Bu, O’nun dilemesinin, fiiline bağlı olmasında geçerli
olur. Allah’ın iradesinin, kulun fiiliyle olan ilişkisi ise başka bir konudur.
Bu konu, Kaderiyye[1869] ile Cebriyye[1870] mezhebine gizli kalmıştır. Onlar, kader ile ilgili konuda
gafil davrandıkları için kader meselesinde tökezlemişlerdir. Çünkü kaderde iki
irade söz konusudur: Biri, kulun yapması gerekli olan irade ve diğeri de Allah’ın
fail olması gerekli olan iradedir.
Allah, kuluna yardım
etmeyi ve onun için fiilin sebeplerini yaratmayı, kendi zatından dilerse, o zaman
kul, o fiili yapar. Eğer kulu için fiilin sebeplerini yaratmayı kendi zatından
dilemezse, o zaman kul için fiil söz konusu olamaz.[1871]
Buna, yüce Allah’ın, “Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur”[1872] sözü örnektir. Çünkü
gezdirmek, O’nun fiilidir. Gezmek ise, kulun fiilidir. Bu da, gezdirmenin
etkisi sonucu meydana gelir. Yine hidayete erdirmek ve saptırmak, O’nun
fiilidir. Hidayete ermek ve sapıtmak ise, kulun fiilidir. Sonuçta her ikisi de,
bizimle ilgili fiillerdir. Buna göre Allah, hidayet edendir. Kul ise hidayete
erendir. O, dilediğini saptırır. Kul ise sapıklığa düşendir. Sonuç itibariyle
bu da gerçek, bu da gerçek.[1873]
Allah’ın, Kemâl Sıfatları
ile Celal Na’tlarının Çok Olması:
Yüce Allah’ın “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur”[1874] sözü; O’nun kemâl
sıfatlarının ve Celal na’tlarının çok olduğuna, çok büyük ve her şeyi etkileyici
olması sebebiyle bu sıfatlarda O’nun asla bir benzerinin olmayacağını bildiren
en büyük delilerden biridir. Değilse eğer bu âyetten, ‘O’nun sıfatları yoktur’
manası çıksaydı, sırf yok olan “yokluk”, bu övgüye daha layık olurdu. Tabii
aslında bir kimse, “Filancanın benzeri yoktur” dese, bütün akıl sahipleri, bu
sözden, “O filanca kişi, diğer insanlardan bazı özellik ve sıfatlara ayrılır. O
insanlarda bu sıfatlar yoktur” manasını anlarlar. O kişinin bu sıfatları çoğaldıkça,
benzeri bulunma olasılığı da o derecede ortadan kalkar.
Bununla birlikte Allah’ın,
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur”[1875] sözü, O’nun sıfat ve isimlerinin alabildiğine çok olduğuna
en büyük delildir.
Yüce Allah’ın, “O’nu gözler idrak edemez”[1876] sözü de; O’nun görüleceğine, fakat idrak olunamayacağına
dair büyük bir delildir.
Yine yüce Allah’ın, “O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ın üzerine
istivâ edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni
bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür”[1877] sözü de; O’nun, mahlukatından ayrı olduğunun en büyük
delilidir. Çünkü O, yaratıklarını, kendi Zatı için yaratmış, Zatından hariç
(=dışında) olarak yaratmıştır. Sonra da Arş üzerine istiva etmiş olduğu için
mahlukatından ayrıdır ve O, onların ne halde olduğunu bilir, onları görür,
onları her şeyden hesaba çeker, onları ilmi, kudreti, iradesi, işitmesi ve görmesi
ile tamamen kuşatmıştır. İşte “nerede
olsanız, O, sizinle beraberdir”
anlamının anlamı budur.
Bu güzel karşıtlığı, hem
ifade ve hem de mana olarak yüce Allah’ın, “O’nu
gözler idrak edemez. O, gözleri idrak eder”[1878] sözünde de bulabilirsin. Çünkü Allah, azameti sebebiyle,
gözlerin, kendisini idrak ve ihata etmesinden yücedir, Latîf (=en ince şeyleri
bilen) ve Habîr (=her şeyden haberdar) olması sebebiyle de tüm gözleri O ihata
eder ve bu nedenle de O’na hiçbir şey gizli kalmaz.
O, latifliğinde azim
(=pek büyük) ve azametinde latiftir. Yakın olmasına karşın en yüksek ve en yüce,
en yüce olmasına karşın çok yakındır. Ve O, işitendir, bilendir. O’nugözler
idrak edemez, fakat O gözleri idrak eder. O, Latîf’tir ve Habîr’dir.[1879]
Yüce
Allah’ın, إِنَّ
رَبِّي عَلَى
صِرَاطٍ
مُسْتَقِيمٍ “Şüphesiz ki, Rabb’im
dosdoğru bir yol
üzerindedir” (Hûd:
Yüce Allah, “dosdoğru bir yol üzerinde”
olduğunu Kur’an’ın iki yerinde haber vermektedir:
Birincisi, Hûd peygamberden naklen söylediği şu sözdür:
“Ben, benim de Rabb’im,
sizin de Rabb’iniz olan Allah’a dayandım. Çünkü hareket eden ne kadar canlı
varsa, hepsinin perçeminden tutan O’dur. Şüphesiz ki, Rabb’im dosdoğru bir yol
üzerindedir”[1880]
İkincisi de, şu sözüdür:
“Allah iki adamı misal
veriyor: Biri hiçbir şeye gücü yetmeyen bir dilsiz ki, bu kimse, efendisine
yüktür ve nereye gönderse bir hayır çıkmaz. Şimdi bu adam ile adaletle emreden
ve dosdoğru yolda bulunan adam hiç eşit olur mu?”[1881]
Ebu İshâk der ki: “Yüce
Allah, burada, onlarla ilgili olarak dilediğini yapmaya kudreti olsa da, ancak
adaleti dilediğini haber vermektedir.”
Bu âyetin manası
konusunda başka görüşler de[1882]
nakledilmiştir. Bu görüşler, bu mananın gerektirdiklerinden ve etkilerindendir.
Yine bu konuda bazıları
da şöyle der: “Şüphesiz ki Rabb’im, dosdoğru yolu gösterir. O’nun dosdoğru yolu
göstermesi, kendisinin de dosdoğru yolda olmasını gerektirir. Çünkü bu gösterme
ve tarif, O’nun rahmetinin, ihsanının, adaletinin ve hikmetinin tamamındandır.”
Bazıları da şöyle der: “Bunun
manası şudur: O’na, hiçbir şey gizli değildir. O’ndan yıkıcı bir adaletin
gelmesi düşünülemez.”
Bazıları da şöyle der: “Bunun
manası şudur: Hiçbir kimseye, izleyebileceği bir yol yoktur. Sadece Allah’ın yolu
vardır.”
Yüce Allah’ın şu sözü
gibi:
“Çünkü Rabb’in (her an
kullarının yaptıklarını) gözetlemektedir.”[1883]
Bu mana, doğrudur. Yüce
Allah, bu manayı kastedince, bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Onların dönüşleri
Bizedir.”[1884]
“Şüphesiz onların dönüşü
sadece bizedir.”[1885]
“Çünkü Rabb’in (her an
kullarının yaptıklarını) gözetlemektedir.”[1886]
“Ve şüphesiz en son
varış, Rabb’inedir.”[1887]
Yüce Allah’ın, “dosdoğru bir yol üzerinde”
olması ile ilgili vasfına gelince, bu vasıf; O’nun hakkı söylüyor, doğruyu
yapıyor, kelimelerinin ise doğruluk, adalet, sevab ve iyilik olmasıdır. Çünkü
Allah, hakkı söylüyor ve doğru yola iletiyor. Bu nedenle de hak, adil, doğru
olmasından dolayı kendisinin hamd edilmesini söylüyor.[1888]
Hamd, vasıf ve hükümranlık olarak tamamen Allah’a mahsustur.
Çünkü O, Zatı hususunda övülendir. Kullarından dilediğini de mahmud (=övülmüş)
kılar[1889]
ve kendi katından o kuluna çeşitli nimetler ve rızıklar verir.
Yine İzzet de, vasıf ve hükümranlık
olarak tamamen Allah’a mahsustur. O, Azîz’dir. O’ndan daha izzetli hiçbir kimse
yoktur. İzzet sahibi olması sebebiyle kullarından dilediğini izzetli kılar.
Yine Rahmet de, vasıf ve hükümranlık
olarak tamamen O’na mahsustur.
Yine Bereket de, tamamen O’na
mahsustur. Çünkü O, Zat hususunda “Mütebârek”tir. Bu nedenle de kullarından dilediği kimseye bol ihsanlar
ve iyilikler verir. Onlara bu nimetleri vermesi sebebiyle “Mübârek” olmaktadır. Nitekim yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Alemlerin Rabb’i Allah, yücelerden
yücesidir.”[1890]
“Göklerin, yerin ve ikisi
arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah, yüceler yücesidir!
Kıyamet saatini bilmek de O’na mahsustur. Siz O’na döndürüleceksiniz.”[1891]
İşte bu, “Hâşiye”lere[1892] ve
“Etrâf”lara[1893]
sahip ilk dönem (sufi) marifet alimlerinin amacı idi. Fakat bunlardan sonra
gelenler; “bilgisizce bir şekilde, yaratıkların en iyisi Allah ile birliktedir,
onların en yakın olanı ve en yüce olanı Allah katındadır” demişlerdir. Halbuki
Hz. Peygamber (s.a.v), Allah’a hitaben şöyle buyurmaktadır:
لَا
أُحْصِي
ثَنَاءً
عَلَيْكَ
أَنْتَ كَمَا
أَثْنَيْتَ
عَلَى
نَفْسِكَ
“Ben, Senin övgünü
hakkıyla yapamam. Sen, kendini övdüğün gibisin.”[1894]
Yine Hz. Peygamber
(s.a.v), uzunca bir şekilde gelen “Şefaat” hadisinde Allah’a hitaben şöyle buyurmaktadır:
فَأَخِرُّ
لَهُ
سَاجِدًا
لِرَبِّي
فَيَفْتَحُ
عَلَيَّ مِنْ
مَحَامِدِهِ
بِمَا لاَ
أُحْسِنُهُ
“Rabb’imin huzurunda
secdeye kapanırım. O da, (kendisine karşı) nasıl yapacağımı bilemediğim
hamdleri kalbime ilham eder.”[1895]
Yine Hz. Peygamber
(s.a.v)’in, sıkıntı ve keder halinde yaptığı dua ise şu şekildedir:
أَسْأَلُكَ
بِكُلِّ
اسْمٍ هُوَ
لَكَ سَمَّيْتَ
بِهِ
نَفْسَكَ,
أَوْ
أَنْزَلْتَهُ
فِي كِتَابِكَ,
أَوْ
عَلَّمْتَهُ
أَحَدًا مِنْ خَلْقِكَ,
أَوِ
اسْتَأْثَرْتَ
بِهِ فِي
عِلْمِ
الْغَيْبِ
عِنْدَكَ
“Senden; kendimi
isimlendirdiğin veya kitabında indirdiğin veya kullarından birine öğrettiğin veya
katındaki gayb ilminde kendine sakladığın her isminle isterim.”[1896]
Bu hadis; yüce Allah’ın,
isim ve sıfatlarını, katındaki gayb ilminde kendine sakladığı ve bunları,
hiçbir mukarreb melek ile hiçbir peygamberin bilemediğini göstermektedir.[1897]
Acziyetimizi belirtmek ve
hakkında izin verilmeyen bir konuda susup durmamız gerekmektedir. Çünkü böyle
bir konuda aşırıya kaçmamalıyız ve bu konudan sakınmalıyız. Başarı, Allah’tandır.[1898]
Bazı Âyetlerde Geçen اَلْقُرْبُ
(=yakın) Kelimesinin Anlamının Açıklanması:
Yüce Allah, “Biz, O’na şah damarından daha yakınız”[1899] sözü ile “Üç kişi gizli konuşsa,
dördüncüleri O’dur, beş kişi gizli konuşsa altıncıları Odur, bundan az veya çok
olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O, onlarla beraberdir”[1900] sözü ile buna benzer Kur’an’ın
müteşabih âyetleriyle; kendisinin yedi kat gök üstündeki Arş’ın üzerinde
olduğu, bütün olup bitenleri bildiği, yaratıklarından ayrı olduğu ve bütün her
şeyin ilmi dahilinde olduğu ile ilgili ilmini kast etmektedir.
Yüce Allah’ın bir Arş’ı
ve Arş’ın da taşıyanları vardır. Allah, Arş üzerine istiva etmiştir. O’nun için
bir sınırlama yoktur.
Yüce Allah, Semî’ (=işiten)’dir
şüphe yok, Basîr (=gören)’dir şüphe yok, Alîm (=bilen)’dir cahil değil, Cevvâd
(=cömert)tir cimrilik etmez, Halîm (=ceza vermede aceleci değil)’dir
(dolayısıyla bir kimseye ceza vermede) acele etmez, Hafîz (=koruyan)’dır
unutmaz, yanılmaz, Garîb (=yakın)’dır gaflet etmez, konuşur, bakar, genişlik verir,
güler, ferahlanır, sever, hoşlanmaz, buğzeder, razı olur, gazab eder, hınç
duyar, rahmet eder, acır, affeder, bağışlar, verir, engeller, her
Yüce Allah’ın كُلَّ
يَوْمٍ هُوَ
فِى شَأْنٍ “O,
her an yaratma halindedir”[1902] Sözünün Anlamı:
Yüce
Allah, isimlerinin ve sıfatlarının hükümlerini uygulamak için mahluku,
yokluktan varlığa çıkarmaktadır. Kemalinin, yaratma, emretme, hüküm verme,
takdir etme, vaat etme, ceza verme, nimet verme, iyilik etme, ihsan etme,
cömert davranma, adil davranma, üstün olma, bağışlama, hilminin geniş olması ve
azgın kimseyi şiddetli bir şekilde yakalama gibi hususlarda izlerinin ortaya
çıkması, O’nun kemalindendir.
Yüce
Allah’ın kemali, O’nun “her an yaratma halinde
olmasını”[1903] gerektirmektedir. Dolayısıyla da günahları bağışlaması,
sıkıntıyı gidermesi, hastaya şifa vermesi, mazluma yardım etmesi, darda olan
kimseye kolaylık sağlaması, bozguna uğramış bir şeyi yeniden düzene koyması,
fakiri zenginleştirmesi, duaya icabet etmesi, tökezlemeyi azaltması, kendisine
itaat eden kimseyi izzetli kılması, kibirli kimseyi hakir görmesi, zorbacı kimseye öldürücü darbeyi
vurması, öldürmesi, diriltmesi, güldürmesi, ağlatması, adalet terazisini
indirip kaldırması, vermesi, engellemesi, emirlerini yerine getirme hususunda
meleklerden ve insanlardan peygamberler göndermesi genel olarak O’nun
işlerindendir. İşte bütün bunların dünyada meydana gelmesi düşünülemez. O’nun
apaçık hikmeti, bunların ancak imtihan ve deneme yurdunda olmasını gerekli
kılmaktadır.[1904]
Yüce
Allah’ın
قُلْ
لاَ يَعْلَمُ
مَنْ فِى
السَّمَاوَاتِ
وَالْأَرْضِ
الْغَيْبَ
إِلاَّ
اللَّهُ “De ki: Göklerde ve
yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar, ne zaman yeniden
diriltileceklerini bilmezler”[1905] Sözünün Anlamı:
Zemahşerî[1906]
konu ile ilgili olarak şöyle der: “(Âyette geçen) إِلاَّ “illâ” edatı, istisna-i munkatı’dır.[1907] Temîm
lüğatına göre gelmiştir. Yüce Allah, kendisinin göklerde ve yerde olduğunu
haber vermektedir. Hiç kuşkusuz bu da, mecaz iledir. Çünkü O, bir mekanda var
olmaktan münezzehtir. Fakat kendisinin, gökte yada yerde olduğunu haber vermesi
mecaz değildir. Bu, doğrudur. Kelimeyi, hakikat ve mecaz ile ilgili bir duruma
yorumlamak doğru değildir.
Derim
ki: Zemahşerî “Temîm lüğatına göre” sözüyle; Temîm lügatlarından birine göre, “İstisna-i Munkatı”nın, “İstisna-i Muttasıl”[1908] gibi olmasının caiz olduğunu kast etmektedir. Dolayısıyla
burada لاَ
يَعْلَمُ الْغَيْبَ
إِلاَّ
اللَّهُ “Allah’tan başka kimse gaybı bilmez” denilmesi doğrudur.
İbn
Mâlik’de[1909]
konu ile ilgili olarak şöyle der: “Bana göre, âyette geçen “İstisna”nın, “İstisna-i Muttasıl”
olması doğrudur. Âyette geçen في “fî”, gerçekte, yüce Allah’a ve yaratıklara giden bir fiile
müteallıktır.”[1910]
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah ve
melekleri, Peygamber’e çok salevât getirirler.”[1911]
Hz.
Peygamber (s.a.v)’de şöyle buyurmaktadır:
الْأَيْدِي
ثَلَاثَةٌ:
يَدُ اللَّهِ,
وَيَدُ
الْمُعْطِي,
وَيَدُ
السَّائِلِ
“Eller üç kısımdır:
Anlam
Yönünden Birbirine Zıt Sıfatların Birlikte
Kullanılmasının
Hikmeti:
Kur’an-ı
Kerim, ümit ve korkuyu ifade eden isimlerin arasını birleştirmektedir. Nitekim
yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“İyi
bilin ki Allah, hem cezası çok şiddetli olandır, hem de Gafûr (=çok
bağışlayan), Rahîm (=çok merhametli)’dir.”[1913]
Cennet ehli ise
şöyle demektedir: “Doğrusu Rabb’imiz, Gafûr (=çok bağışlayan), Şekûr (=çok nimet
veren)’dir.”[1914]
Cennetteki
kimseler, günahlarını bağışlaması ve kendilerine verilen nimetlere şükretmek
için Allah’ın yüceliğini belirtme mahiyetinde “Doğrusu Rabb’imiz, Gafûr (=çok
bağışlayan), Şekûr
(=çok nimet veren)’dir” demektedirler. Burada ta’lil[1915]
anlamı vardır. Yani O’nun bağışlaması ve nimet vermesi sebebiyle yücelik yurdunu
elde ettik. Çünkü O, günahlarımızı bağışladı ve iyiliklerimize karşılık ise
ihsanda bulundu, demektedirler.
Yine
yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Eğer
siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size niçin azap etsin! Allah, Şâkir
(=şükre karşılık veren), Alîm (=her şeyi bilen)’dir.”[1916]
İşte bu, onların şükretmelerine karşılık
verilen bir mükafattır. Yani eğer şükrederseniz, O, şükretmeniz sebebiyle Alim
(=her şeyi bilen)’dir. Çünkü O, hem şükreden kimseyi ve hem de küfreden kimseyi
çok iyi bilir.[1917]
Rububiyyet yönüne
gelince, bu konuda hükmün, rububiyyetin yüce oluşu ile
ibadetin önemli oluşunun açığa çıkması ve Afv, Gafûr, Tevvâb, Halîm, Muntekim,
Adl gibi Esmâu’l-Hüsna’nın izlerinin ortaya çıkması gerekmektedir. Dolayısıyla
yüce Allah, kemâl oluşuyla ilgili tek ve bir olmayı kulunda görmek ister. Zira
kul, her zaman yetersiz ve O’na muhtaç durumdadır. Ayrıca kudretinin,
izzetinin, mağfiretinin, affının, rahmetinin iyilikte bulunmasının, örtmesinin,
müsamahalı olmasının kemalini kuluna gösterir. Kuluna olan rahmeti ve ihsanı,
herhangi bir şeyin karşığında değildir. Eğer kulunu, rahmeti ve lütfuyla acıyıp
himaye etmeyecek olsa, O, kesinlikle helak edendir. Dolayısıyla nice günahın
meydana geleceğini takdir etmesi, O’nun hikmetindendir!. Yine nice kulun ettiği
tevbenin gerçekleşmesi O’nun maslahat ve rahmetindendir!. Çünkü işlenen
günahtan dolayı tevbe etmek, hasta olan kimsenin, hastalığından iyileşmesi için
ilaç içmesi gibidir.[1918]
Yine razı olmak, kızmak, sevmek,
öfkelenmek, affetmek, intikam almak gibi anlam yönünden birbirine zıt sıfatlar
da, O’nun sıfatlarındandır. İşte bu sıfatlar, kemâl sıfatlardır.[1919]
Dolayısıyla bu sıfatlarla hiçbir kimse nitelenemez ve bu isimlerle isimlenemez.
Çünkü bu kemâl sıfatlarla ancak O nitelenir ve bu isimlerle ancak O isimlendirilir.
Bu kemâl sıfatların gerektirdiklerini iptal etmek, bu sıfatların bizzat
kendilerini iptal etmeyi gerektirir. Bu kemâl sıfatların, hükümlerine uygun
olan yerin dışında kalan bir şeyle bağdaştırmak ise, noksanlık ve ayıptır. Yüce
Allah, böyle bir şeyden münezzehtir. İşte bu (kısa) bilgiler, İsimler ve
Sıfatlar konusunda araştırma yapan kimse için yeterlidir. Bunun dışında kalan
şeyleri bilmeye gerek yoktur.[1920]
*
* *
YÜCE ALLAH’IN İSİMLERİNİ
GETİRME HUSUSUNDA
KUR’AN-I KERİM’İN METODU
İsimlerin, Marife (=Belirli) ve Nekre (=Belirsiz) Olması:
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
وَإِمَّا
يَنزَغَنَّكَ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
نَزْغٌ
فَاسْتَعِذْ
بِاللَّهِ
إِنَّهُ هُوَ
السَّمِيعُ
الْعَلِيمُ
“Eğer
şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın.
Şüphesiz ki O, Semî’ (işiten), Alîm (bilen)’dir.”[1921]
Görüldüğü
üzere yüce Allah, السَّمِيعُ
الْعَلِيمُ “es-Semîu’l-Alîm” isimlerini, إِنَّ
“inne”[1922] ve fasl zamiriyle[1923] te’kid
etmiş ve bu isimlerinin başına (marife olan) ال
“lif-lam”
(=harfi
tarif)[1924]
getirmiştir.
Yine
yüce Allah bu konu ile ilgili olarak A’râf sûresinde şöyle buyurmaktadır:
إِنَّهُ
سَمِيعٌ
عَلِيمٌ
“Şüphesiz ki O, Semî’ (=işiten), Alîm
(=bilen)’dir.”[1925]
Burada
ismin başına “inne”nin gelmesinin sırrı; başına geldiği ismi sınırlamıştır. Eğer
burada Allah’a sığınma ve Allah’ın işittiğini ve bildiğini haber verme
hususunda sadece sıfatı ispat etme kast edilmiş olunsa, o zaman Allah senin
sığınmanı işitiyordur, ettiğin duaya icabet ediyordur ve kendisinden kaçtığın
şeyi bilip onu senden uzaklaştırıyordur. Çünkü Allah, kendisine sığınan
kimsenin sözünü işitir ve kaçınılan fiili bilir. Böylece Allah’a sığınma ile
hedeflenen husus elde edilmiş olunur. Bu mana, iki yerde geçmektedir. Fussilet sûresinde
söz konusu belirgin olma hali; te’kidin, harf-i ta’rifin ve tahsisin ilave
edilmesiyle gerçekleşmektedir. Çünkü âyetin bağlamı, onların söyledikleri
sözleri Allah’ın işitmesi ve bilmesi hususunda şüpheye düşmek sûretiyle Allah’ı
inkar etmeleri ile ilgilidir.
Yine Fussilet sûresindeki konu ile ilgili âyetlerin
bağlamı; Allah’ın kemâl sıfatını, bunu ispat eden delilleri, Allah’ın rab
olmasının delillerini ve bir olmasının kanıtlarını ispat etmek içindir. İşte
bundan dolayıdır ki, bunu, yüce Allah’ın “Gece ve gündüz, güneş ve ay O’nun
âyetlerindendir”[1926]
sözü ile “Senin
yeryüzünü kupkuru görmen de Allah’ın âyetlerindendir”[1927]
sözü izlemiştir.
İşte bu sebepledir ki, yüce Allah,
Fussilet:
A’râf:
“Mü’min
sûresi”nde, Allah’a sığınılması ile ilgili meseleye gelince, burada sığınılması
emredilen husus; şeytanların değil, körü körüne Allah’ın âyetleri hakkında
mücadele eden kafir kimselerin kötülüğünden Allah’a sığınmadır. Nitekim yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine
gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah’ın âyetleri hakkında münakaşa edenler
var ya, hiç şüphe yok ki, onların kalplerinde, asla yetişemeyecekleri bir
büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz ki O,
Semî’ (=işiten) ve Basîr (=gören)’dir.”[1929]
İşte
burada kötülüğünden Allah’a sığınılan husus, şeytanın sözü ve onun dostları
olan kafirlerin yaptıkları gözle görülen fiillerdir. Yüce Allah, konunun
devamında şöyle buyurmaktadır:
إِنَّهُ
هُوَ
السَّمِيعُ
الْبَصِيرُ
Şüphesiz ki O, Semî’
(=işiten), Basîr (=gören)’dir.”[1930]
Görüldüğü
üzere burada “İlim” sıfatının yerine “Basar” (=görme) sıfatı getirilmiştir.
Şeytanın ve onun adamlarının yaptıkları işleri gözle görememekteyiz. Çünkü biz
şeytanı göremiyorsak bile, şeytan ve onun adamları, bizi görmektedir. Şeytanın
ve adamlarının yaptıklarını ancak, Allah ve Resulünün haber vermesi ile bu ilahi
ve nebevi haberlere olan imanımız sayesinde öğrenmiş oluruz.[1931]
“Rahîm”
İsmi İle “Gafûr” İsmi Arasındaki Takdim (öne alma) ve Te’hir (ileri alma)
Meselesi:
“Rahîm” kelimesi, Kur’an’ın
sadece bir yerinde “Gafûr” kelimesinden önce gelmiştir. Bu da, Sebe’ sûresinin başında
geçmektedir. Yüce Allah, surenin başında, ilk önce üstün sıfatları ile en güzel
isimlerinden bazısının siyak-sibakını insanların düşünmesini ortaya koymakta,[1932]
daha sonra da şöyle buyurmaktadır:
“O, ‘Rahîm’ (çok merhametli) ve Gafûr (çok bağışlayan)’dır.”[1933]
Görüldüğü
üzere yüce Allah, sureye, bilgilerin en kapsamlısı ve en genişi olan “hamd”
kelimesiyle başlamaktadır. Çünkü “hamd” kelimesi, O’nun bütün kemâl sıfatlarını
ve celal na’tlarını içermektedir. Yine “hamd”, fiillerinin ve emirlerinin
tamamında hikmetini ihtiva etmektedir. Zira Allah, her halükarda övülendir.
Daha sonra bu “hamd”i, geniş mülkü izlemektedir. Yüce Allah bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
“Hamd, göklerde ve
yerde bulunanların hepsinin sahibi olan Allah’a mahsustur.”[1934]
Daha
sonra bunu, O’na ait olan bu “hamd”in, kesinlikle hiçbir kesintiye uğramaksızın
“ahirette” de O’na ait olduğu hususu izlemektedir. Çünkü bu “hamd”, yüce Allah’ın
zatını ve kemâl sıfatlarını gerektiren bir hamddir.
Yüce
Allah, adeti gereği, mülk ve hamdin arasını, sözünde bir araya getirmektedir.
Çünkü birini diğeriyle birlikte getirmek, O’nun zaid kemalindedir. Mülkü, hamdi
ve birini diğeriyle birlikte getirme ile ilgili kemâl, tamamen O’na özgüdür.
Zira hamdsiz bir mülk, eksikliği gerektirir. Mülksüz hamd de, acizliği getirir.
Mülk ile birlikte hamd, kemalin gayesidir.
İşte
bu; izzetin, rahmetin, affın, kudretin, muhtaç olmamanın ve cömert olmanın da
paralelindedir.
Mülkün,
iki cümlenin arasında olması, kendisinden önce geçen hamdi ve kendisinden sonra
gelen hamdi çevrelemekte, sonra da bu hamd ve mülkü, kemâl iradeye delalet eden
“Hâkim”
ve “Habîr” ismi izlemektedir. Ki bu da, apaçık bir hikmetle ve kemâl
bir ilimle bağlantı kurmaktadır. Hiç kuşkusuz bu da, açık bilgilerle bağlantı
kurmak gibidir. Çünkü bu, ancak bilmeyle anlaşılan gizli bir şeyle
bağlantılıdır. Hikmetin iradeye nispeti, bilmenin ilme olan nispeti gibidir.
Dolayısıyla kast edilen husus, açıktır. Hikmet ise gizlidir. Bilme, gizlidir. O
halde iradenin kemali, hikmete yönelik bir vakıadır. İlmin kemali ise, bilmeyi
ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla bilme, ilmin ve ilmin kemalinin gizli yönünü
oluşturmaktadır. Hikmet ise, iradenin ve iradenin gizli yönünü teşkil
etmektedir. Buna göre âyet; en mükemmel bir şekilde, O’nun hamdinin, mülkünün,
hikmetinin ve ilminin doğruluğunu içermektedir.
“Şedîd İkâb” (=azabı çetin) Kelimesinin,
Rahmet İle İlgili
İki Sıfatın Arasında Gelmesinin Hikmeti:
“Şedîdu’l-ikâb (=Azabı çetin)[1935] vasfının, Rahmet ile ilgili iki sıfatın arasında nasıl
meydana geldiğini bir düşünün!!. Çünkü “Şedîdu’l-ikâb
vasfının öncesinde, “Gâfiruz-Zenbi” (=günahı bağışlayan), Kâbilu’t-tevbe”
(=tevbeyi
kabul eden) ifadesi ve sonrasında ise
“Zu’t-Tavl” (=lütfu bol olan)[1936] ifadesi yer almaktadır.[1937]
Nitekim
Resulullah (s.a.v)’den gelen sahih bir hadis, bu hususu doğrulamaktadır.
إِنَّ
اللَّهَ
كَتَبَ
كِتَابًا
قَبْلَ أَنْ
يَخْلُقَ
الْخَلْقَ “
إِنَّ
رَحْمَتِي
تَغْلِبُ
غَضَبِي”
فَهُوَ
مَكْتُوبٌ
عِنْدَهُ
فَوْقَ
الْعَرْشِ
“Doğrusu Allah, mahlukatı yaratmazdan önce ‘rahmetim, gazabıma
galip gelmiştir’ şeklinde bir yazı yazmıştır.
Bu, O’nun yanında arşın üstünde yazılı durumdadır”[1938]
Bu
husus, bir başka lafızda ise şöyle geçmektedir:
إِنَّ
رَحْمَتِي
سَبَقَتْ
غَضَبِي
“Doğrusu rahmetim, gazabımı geçmiştir.”[1939]
Görüldüğü
üzere burada yüce Allah’ın, “geçmiştir” ve “galip gelmiştir” şeklinde Rahmet ile ilgili iki sıfatı yer almaktadır.[1940]
Yüce
Allah’ın, رَبّ
النَّاسِ “İnsanların Rabb’i” ve مَلِك
النَّاسِ “İnsanların
Meliki” İfadelerindeki Takdimin (=öne almanın) Hikmeti:
Burada
anlatılmak istenilen husus şudur: Allah’a sığınma, sıfatların toplamını ifade
etmektedir.
Rububiyyet,
genişlik ve kapsamlılık yönünden öne alınmıştır. Uluhiyyet ise, kendine ait
özelliğinden dolayı ileri alınmıştır. Çünkü yüce Allah, kendisine ibadet eden,
birleyen ve sadece O’nu birleyen kimsenin ilahıdır. Dolayısıyla kim O’na ibadet
etmezse ve O’nu birlemezse, O’nu ilâh edinmiş olmaz. Çünkü hakikatte O’ndan
başka bir ilâh yoktur.
Melik
sıfatı, rububiyyet ve uluhiyyetin arasını birleştirmektedir. Çünkü Melik,
söylediği sözde ve yaptığı işte tasarruf sahibi olandır. Bundan dolayı da
Melik, emrettiği zaman kendisine itaat edilendir. Allah’ın yarattığı varlıklara
Melik olması, sadece yarattığı varlıklara bağlı bir durumdur. Dolayısıyla O’nun
Melik olması, rububiyyetinin kemalindedir. O’nun yarattığı varlıklara gerçek
anlamda İlah olması ise, melik oluşunun kemalindendir. O’nun Rab olması,
melikliğini ve muktezasını gerektirmektedir. Melik olması, ilâh oluşunu ve
muktezasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla O, gerçek Rab, gerçek Melik,
gerçek İlahtır. Onları rab olması sebebiyle yaratmış, egemen olması sebebiyle
onlara galip gelmiş ve ilâh olması sebebiyle onları kendisine kul etmiştir.
Buna göre Rab, Melik ve İlah kelimelerinin en güzel şekilde ve en güzel bağlamda
içerdiği bu yüceliği ve büyüklüğü iyi düşünmelisin!!!!.[1941]
Yüce
Allah’ın İsimlerinde Bağlaç (Atıf harfinin) Kullanma
Konusundaki
Kur’an’ın Metodu:
Yüce
Allah’ın isimleri, Kur’an’da, çoğunlukla bağlaç edatı (=atıf harfi) olmaksızın
geçer. اَلسَّمِيعُ
الْعَلِيمُ “Semî’
(=her şeyi işiten)dir, Alîm (=her şeyi bilen)’dir” (Bakara:
Kur’an’ın iki yerinde bağlaç kullanılmıştır:
2. Baş tarafına İsm-i Mevsul[1943] gelen bazı sıfatlarda bağlaç kullanılmıştır. Nitekim yüce
Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
الَّذِي
خَلَقَ
فَسَوَّى وَالَّذِي
قَدَّرَ
فَهَدَى وَالَّذِي
أَخْرَجَ
الْمَرْعَى
“(O,)
yaratıp düzene koyan, takdir edip yol gösteren ve (topraktan) yeşil otu
çıkarandır.”[1944]
Yine yüce Allah bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
الَّذِي
جَعَلَ لَكُمُ
الْأَرْضَ
مَهْدًا
وَجَعَلَ
لَكُمْ
فِيهَا
سُبُلًا لَّعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَ وَالَّذِي
نَزَّلَ مِنَ
السَّمَاء
مَاء بِقَدَرٍ
فَأَنشَرْنَا
بِهِ
بَلْدَةً مَّيْتًا
كَذَلِكَ
تُخْرَجُونَ وَالَّذِي
خَلَقَ
الْأَزْوَاجَ
كُلَّهَا وَجَعَلَ
لَكُم مِّنَ
الْفُلْكِ وَالْأَنْعَامِ
مَا
تَرْكَبُونَ
“O,
size yeri beşik kılmış ve doğru gidesiniz diye yeryüzünde size yollar
yaratmıştır. Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O’dur. Biz onunla (kupkuru),
ölü memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece (mezarlarınızdan)
çıkarılacaksınız. Bütün çiftleri O yaratmıştır. Ve size bineceğiniz gemiler ve
hayvanlar vâr etmiştir.”[1945]
Allah’ın
isimlerinde, çoğunlukla, bağlacın terk edilmesi, bu isimlerin manaları
birbirine uygun, birbirine yakın ve ikinci isim birinci isimle alakalıdır.
Örneğin, sen, Allah’ın “Mağfiret” ismini düşündüğün zaman zihnin bu sıfattan “Rahmet”
ismine geçer. Yine “Semî’ “ (=işitme) ismini düşündüğün zaman zihnin “Basîr”
(=görme) ismine geçer. Yine yüce Allah’ın, الْخَالِقُ
الْبَارِئُ
الْمُصَوِّرُ
“O,
Hâlık (=yaratıcı)dır, Bâriu (=var edici), Musavvir (=şekil veren)dir”[1946] sözü de bu şekildedir.
Bu
dört isme (=Evvel,
Âhir, Zâhir ve Bâtın) gelince, bu dört isim;
manaları birbirinden farklı ve görünürde konu bakımından birbirine zıt
lafızlardır. Halbuki bu dört ismin manası, birbiriyle uyum içinde ve yüce Allah
hakkında da uygundur. Bu dört isimden hiçbirinin manası diğerinden ayrı
değildir. Çünkü yüce Allah, Âhir (=son) olduğu gibi Evvel (=ilk)’tir ve Bâtın
(=gizli) olduğu gibi Zâhir (=açık)’tır.
Yüce
Allah hakkında isimlerinin bazısı, bazısıyla ters düşmez. Dolayısıyla sarf
(=çekim) bakımından bazı isimlerin arasına bağlaç olarak “vav” harfinin
girmesi, konu itibariyle ve görünürde manalarının birbirine zıt gibi görünmesi
sebebiyle muhatap bu tür isimler hakkında yeterince düşünmediğinde ve dikkatlice
incelemediğinde ilk bakışta şüpheye düşebilir. Çünkü bir şey, bir yönden, hem
Zâhir ve hem de Bâtın olamaz. Yalnız bu, bir bakış ve yaklaşım tarzıdır.
Dolayısıyla bu hikmetten ötürü, bu dört isim hususunda bağlaç kullanmak, terk
etmekten daha evladır. İşte bu, Süheylî’nin cevabıdır.
Bu
konuda şöyle denilmesi en uygun olanıdır: Bu dört lafız, birbirinden farklı
manalara delalet etmektedir. Bu lafızlarla vasıflanma hususundaki mükemmel
olma, bu isimlerin birbirinden faklı olmasına dayanmaktadır. Bundan dolayı da
yüce Allah, bu isimlerin manalarının birbirinden faklı olmasına rağmen,
bağlaçlar arasında farklılığı göstermek için bağlaç harfi olan “vav” harfini
getirmiştir. İşte bu dört isim, kendileri ile ilgili mevsuf için sabit olmaktadır.
Diğer
yönden ise, -bu, bu konuda ileri sürülen görüşlerin en güzel olanı olup- bağlaç
olan “vav” harfi, daha önce geçen sıfatı yada ismi doğrulamayı gerektirir. Bunun
gerçekleşmesi ise, desteklemeyi artırıcı te’kid türünü içeren sözde olur. Bunu
şu şekilde açıklayabiliriz:
Örnek
olarak, bir kişinin; alim (=bilen), cömert, cesur ve ganiyy (=zengin olma/hiçbir şeye muhtaç olmama) gibi dört sıfatı
olsun. Muhatap, bu sıfatları bilmeyebilir, kavrayamayabilir ve hatta bu
sıfatların bir kişide bulunmasına şaşırabilir. Yine “Zeyd, alimdir” dediğin
zaman, muhatabın zihni bunun imkansız olduğunu düşünebilir. Yine “ve cömert” yani bununla birlikte ‘ve o kimse
cömerttir’ dersin. Muhatabın, bu sıfatın da o kişide bulunmasının imkansız
olduğuna güç yetirirse, “ve cesur” yani bununla birlikte ‘ve o kimse, cesur ve
ganiyy (=zengin olma/hiçbir şeye muhtaç olmama)’ dersin. Görüldüğü üzere
bağlaçta, inkarı düşünmeyi gerektirmeyen ve aksine destekleme ile te’kidi
gerektiren bir artırıcılık bulunmaktadır.
Bunu
anladığın zaman, inkara dayalı zan, birbiriyle karşılıklı olan bu dört lafzın
bir mevsufta bulunmasını anlamakta zorluk çekebilir. Örneğin, “Allah, Evvel (=ilk)’dir” denildiği zaman, O’nun Evvel olmasının, ayrıca Âhir olmasını
da gerektirdiği ile ilgili bir zannı meydana getirebilir. Çünkü ilk olma ve son
olma, bir şeyi diğer bir şeye ilave etmektendir.
Yine
“Zâhir” ve “Bâtın” isimleri de böyledir. Örneğin, “Allah, Zâhir (=açık)’dır” denildiği zaman, bu doğrultuda O’nun Bâtın olduğu ile ilgili
bir zannı meydana getirebilir. Böyle bir zan, ancak var olan bağlaç harfi olan “vav” ile kaldırılır. Buna göre il olmakla vasıflanan, son olmakla
da vasıflanır. Bununla ilgili olarak sanki şöyle denilmektedir: هُوَ
الأَوَّلُ “Huve’l-Evvel” (=O, Evvel), وَهُوَ
الاخِرُ “ve Huve’l-Âhir” (=ve
O, Âhir), وَهُوَ
الظَّاهِرُ “ve Huve’z-Zâhir” (=ve O, Açık), وَهُوَ
الْبَاطِنُ “ve huve’l-Bâtın” (=ve O, gizli)’dir. O, bunun dışında başka bir şey değildir.
Bunu iyi düşün. Çünkü bu husus, Arapça’nın inceliklerindendir.
Yüce Allah’ın,
غَافِرِ
الذَّنبِ
وَقَابِلِ
التَّوْبِ شَدِيدِ
الْعِقَابِ
ذِي
الطَّوْلِ
لَا إِلَهَ إِلَّا
هُوَ
إِلَيْهِ
الْمَصِيرُ
“O,
günahı bağışlayan ve tevbeyi kabul eden, azabı çetin, lütuf sahibi Allah’tır. O’ndan
başka hiçbir ilâh yoktur”[1947]
sözüne
gelince, sondakiler hariç ilk isim arasında bağlaç olan “vav” harfi
bulunmaktadır. Çünkü azabının çetin olması, O’nun fiilî sıfatlarındandır. Lütuf
sahibi olması da, O’nun fiilî sıfatlarındandır. Âyetin metninde geçen ذِي
“zî” lafzı; O’nun ‘lütuf
sahibi’ olma vasfını, fiil sıfatından çıkarmaz. Buna örnek, yüce Allah’ın şu sözüdür:
إِنَّ
الَّذِينَ
كَفَرُواْ
بِآيَاتِ
اللّهِ
لَهُمْ
عَذَابٌ
شَدِيدٌ
وَاللّهُ عَزِيزٌ
ذُو
انتِقَامٍ
“Allah’ın
âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, suçlunun
hakkından gelen mutlak güç sahibidir.”[1948]
“Gâfir”
(=bağışlayan) ve “Kâbil” (=kabul eden) vasfı ile
ilgili lafız, (âyetin sonunda yer alan) “zî” vasfından dolayı zata delalet etmektedir. Çünkü “zî” vasfı, “sâhib” anlamındadır.
Dolayısıyla kullanılan ortak vasıf, kendisi ile ilgili vasıftan dolayı zata
delalet eder. Buna göre bu iki isim, O’nun ihsanını ve lütfunu ispat etmeyi
kapsamaktadır.
Yüce
Allah’ın, شَدِيدِ
الْعِقَابِ “Şedîdu’l-ikâb” (=azabı çetin)
sözü, işledikleri günahlardan dolayı günahkar kimselere ‘ceza’ vereceğini, ذِي
الطَّوْلِ
“Zî’t-Tavl” (=lütuf sahibi)
sözü ise yaptıkları iyi işlerden dolayı ihsan sahibi kimselere ‘mükafat’
(=ceza) vereceğini ifade etmektedir. Görüldüğü üzere burada geçen “ceza”
kelimesi, hem sevap verme ve hem de azab etme anlamını içermektedir.
Yüce Allah’ın, لَا
إِلَهَ إِلَّا
هُوَ
إِلَيْهِ إِلَيْهِ
الْمَصِيرُ “Allah’tan
başka ilâh yoktur. Dönüş, O’nadır” sözü ise, tevhidi ve varılacak yer
olan ahiret gününü kapsamaktadır.
Görüldüğü üzere bu iki âyet; yüce,
kelam, kudret, değer, ilim, alemin sonradan meydana gelmesi, sevap, azap etme,
tevhid ve varılacak yer olan ahiret günü ile ilgili sıfatı ispat etmeyi
içermektedir.
Bilesin ki, bu cümle, yüce Allah’ın
altı ismini kapsamaktadır. Bu isimlerden ikisi, bir kısımdır. Bu isimler, Azîz
ve Alîm ile başlamaktadır. Bu iki isim, mutlak isimler olup Allah’ın zatı ile
ilgili iki sıfattırlar ve bağlaç harfine gerek duymazlar.
Daha sonra yüce Allah, fiilî sıfatlarından
olan iki ismi anmıştır. Bu iki ismin arasında ise bağlaç harfi kullanmıştır.
Daha sonra ise bu iki isimden başka iki isim daha anmış ve bu iki isim
ararsında da bağlaç harfi kullanmaya gerek duymamıştır.
Yüce Allah’ın, ilk iki ismi,
bağlaçsız olarak kullanmasının nedeni; müfred (=tekil) iki isim olmasından ve
birbirine gereksinim duyduğundan dolayıdır. Dolayısıyla yüce Allah’ın bu iki
ismi, bağlaçsız olarak kullanması doğrudur. Ayrıca bu husus, yüce kitabında اَلْعَزِيزُ
الْعَلِيمُ
“el-”Azîzu’l-Alîm” (=güçlüdür, bilendir),
اَلسَّمِيعُ
الْعَلِيمُ
“es-Semîu’l-Basîr” (=işitendir, görendir),
اَلْغَفُورُ
الرَّحِيمُ
“el-Gafûru’r-Rahîm” (=bağışlayandır,
merhamet edendir) şeklinde geçen ifadelere uygun düşmektedir.
Yüce Allah’ın
غَافِرِ
الذَّنبِ
وَقَابِلِ
التَّوْبِ “günahı
bağışlayan (=Gâfir) ve tevbeyi kabul eden (=kâbil)” sıfatlarına gelince
bu iki isminin arasına bağlaç girmesinin nedeni ise; bu iki ismin, iki cümleyi
içeren bir manada olmasından dolayıdır. Eğer bu iki isim, lafız olarak, müfred
(=tekil) olsalar, o zaman bu iki isim, يَغْفِرُ
الذَّنْبَ وَ
يَقْبِلُ
التَّوْبَ
“günahı bağışlar ve tevbeyi kabul
eder”
manasında gelirler. Yani bu, her vakitte O’nun şanının ve vasfının gerektirdiğindendir.
Dolayısıyla da yüce Allah, burada, fiil manasını içeren, bu eylemi yapmaya
devam edeceğini gösteren ve kendi vasfı ile na’tına uygun düşen ismi
getirmiştir. Buna göre bu iki isimden biri ile diğeriarasında bağlaç harfi
kullanmak, iki cümle arasında bağlaç harfi kullanmak gibidir. Ama ilk iki isim
bu şekilde değildir.
Yüce Allah’ın شَدِيدِ
الْعِقَابِ
ذِي
الطَّوْلِ
“azabı çetin, lütuf sahibi” sözünde ise, fiil
manasını ifade eden herhangi bir şey yoktur. Çünkü bu iki ismin, fiil anlamında
gelmesi uygun olmaz. Sebebi ise, ذِي
“zî” lafzından fiil
türetilememesidir. Bu iki isim, her yönden müfred (=tekil) konumundadır.
Dolayısıyla اَلْعَزِيزُ
الْعَلِيمُ
“el-”Azîzu’l-Alîm” (=güçlüdür,
bilendir) isimlerinde olduğu gibi, bu iki isim arasında da bağlaç harfi
kullanılmaz. Bunu iyi düşün. Çünkü bu konu, çok açıktır.
Yüce Allah’ın الَّذِي
خَلَقَ
فَسَوَّى وَالَّذِي
قَدَّرَ
فَهَدَى وَالَّذِي
أَخْرَجَ
الْمَرْعَى
“(O,) yaratıp düzene
koyan, takdir edip yol gösteren ve (topraktan) yeşil otu çıkarandır”[1949] sözünde,
bağlaç harfi kullanılmasının nedeni ise; (âyetin metninde kullanılan) fiilerle
övgünün kast edilmesidir. Bu fiiller ise, bir cümle şeklindedir. Bundan dolayı
da iki cümle arasında bağlaç harfi olan “vav” harfi kullanılmıştır. Eğer cümle,
müfred (=tekil) takdirinde ism-i mevsul ile birlikte kullanılmış olsa, o zaman
fiille bir şey kast edilir ve istenilir. Bağlaç ise, bu cümlelerden her birini,
müstakil bir cümleye dönüştürür.
الَّذِي
جَعَلَ لَكُمُ
الْأَرْضَ
مَهْدًا “O,
size yeri beşik kılmış”,[1950] نَزَّلَ
مِنَ
السَّمَاء
مَاء “O,
gökten bir ölçüye göre suyu indirmiş”[1951] ve خَلَقَ
الْأَزْوَاجَ
كُلَّهَا
“Bütün çiftleri O yaratmıştır”[1952]
Bu
cümleler, tamamen, bir cümle hükmündedir. Çünkü her cümleyle birlikte İsm-i
Mevsul’u zikretmek, cümleleler arasında farklılığı oluşturmaktadır.[1953]
* * *
YÜCE ALLAH’IN; رَبّ
النَّاسِ “İNSANLARIN RABBİ”, مَلِك
النَّاسِ “İNSANLARIN MELİKİ”, إِلَه
النَّاسِ “İNSANLARIN İLAHI” ŞEKLİNDEKİ SÖZLERİNDE GEÇEN
TAMLAMALARIN MANASI
Bu
üç tamlama, bütün iman esaslarını ve Esmâu’l-Hüsnâ’nın anlamlarını ihtiva
etmektedir.
Esmâu’l-Hüsnâ’nın anlamlarını ihtiva etmesi
şu şekildedir: “Rabb”; el-Kâdir (=kudret sahibi)’dir, el-Hâlık (=yaratıcı)’dır,
el-Bâriu (=yaratıcı)’dır, el-Musavvir (=şekil veren)’dir, el-Hayy (=hayat
sahibi)’dir, el-Kayyûm (=kendi kendine var olan)’dır, el-Alîm (=her şeyi bilen)’dir,
es-Semî’ (=her şeyi işiten)’dir, el-Basîr (=her şeyi gören)’dir, el-Muhsin
(=iyilik yapan)’dır, el-Mun’im (=nimet veren)’dir, el-Cevvâd (=cömert)’dir,
el-Mu’tî (=veren)’dir, el-Mâni’ (=engel olan)’dır, ed-Dârr (=elem ve zarar
verici şeyleri yaratan)’dır, en-Nâfi’ (=fayda veren şeyleri yaratan)’dır,
el-Mukaddim (=öne alan)’dır, el-Muahhir (=arkaya bırakan, geriye koyan)’dır,
dilediğini saptıran, dilediğini hidayete sek eden, dilediğini mutlu eden,
dilediğini bedbaht eden, dilediğini yücelten, dilediğini alçaltandır.
Bütün
bu isim ve sıfatlar ile diğer isim ve sıfatlar, O’nun rububiyyetinin anlamları
içinde vardır. Bu anlamlar da, onları, Esmâu’l-Hüsnâ’nın içinde bulunmaya layık
kılar.
el-Melik ismine gelince, O, el-Âmir (=emreden)dir,
en-Nâhiyy (=yasaklayan)dır, el-Muiz (=dilediğini yücelten)’dir, el-Muzill
(=dilediğini alçaltan)’dır, kullarının
işlerinde istediği gibi tasarruf edendir. Onları dilediği şekilde evirip
çevirendir.
Bu el-Melik ismi, Esmâu’l-Hüsnâ’dan olan el-Azîz (=her şeye güçü yeten), el-Cebbar
(=dilediğini zorla yaptırmağa muktedir), el-Mütekebbir (=her yerde büyüklüğünü
gösteren)’dir, el-Hakem (=hükmeden), el-Adl (=adaletli), el-Hâfıd (=indiren,
alçaltan), er-Râfi’ (=yükselten)’dir, el-Muiz (=yücelten), el-Muzill
(=alçaltan), el-Azîm (=pek azametli), el-Celîl
(=ululuk sahibi), el-Kebîr (=pek büyük), el-Hasîb (=hesaba çeken, hesabını
bilen), el-Mecîd (=şanı büyük ve yüce), el-Velî (=dost), el-Müteâli (=pek
yüce), el-Mâlikül-Mülk (=Mülkün sahibi), el-Muksıt (=her şeyi yerli yerinde
yapan), el-Câmi’ (=toplayan) gibi isimlerin ve Melik’e ait daha başka isimlerin
anlamlarını ihtiva eder.
“el-İlâh” ismine gelince, bu da, bütün kemâl ve yücelik
sıfatlarını kendinde toplayan bir isimdir ve El-Esmâü’l-hüsnâ’nın tamamı bu ismin içine girer. Bunun içindir ki “Allah” kelimesinin aslı, “el-İlâh”tır sözü doğrudur. Nitekim
Sibeveyh ve âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Çok az âlim farklı görüştedir.
“Allah” ismi, El-Esmâü’l-hüsnâ’nın ve yüce sıfatların
tamamının anlamlarını içinde toplayan bir isimdir.
Bu üç isim de, El-Esmâü’l-hüsnâ’nın anlamlarının
tamamını ihtiva etmektedir. Bu sebeple bunlarla istiazede bulunan (=Allah’a
sığınan) kimse, korunmaya ve sinsi
vesvesecilerin vesveselerinden ve onun tasallutundan kurtarılmaya
fazlasıyla lâyıktır.[1954]
Allah’ın ذُو
الْعَرْشِِ “Arşın sahibi” Sözündeki
Tamlamanın Manası:
Yüce Allah, Arşı, kendisine nispet etmiştir. Çünkü büyük ve
değerli şeyler hep yüce Allah’a nispet edilir.
İşte bu, Arşın büyüklüğünü, yüce Allah’a yakınlığını ve O’na
bağlı olduğunu gösterir. Çünkü Arş, yakınlığın ve bağlı olmanın zirvesine delalet eder.
Var olan ذو “zu”
sıfatı sebebiyle Allah’ın kendisine nispet edilir. Yüce Allah’ın kendisi ile
ilgili olarak ذُو
الْقوَّةِ “Güç
ve kuvvet sahibi”[1955] veذُو
الْجَلاَلِ
وَالْإِكْرَامِ “Celal
ve İkram sahibi”[1956] sözü gibi. Buna göre
Allah hakkındaذُو
العِزَّة “İzzet
sahibi”, ذُو
الملك “Güç ve otorite sahibi”, ذو
الرحمة “Rahmet sahibi” ve buna benzer şeyler söylenebilir. Arşın Allah’a ait olması,
yeryüzünün de Allah’a ait olmasını gerektirir. Buna göre Allah hakkında ذو الأرض “Yeryüzünün
sahibi” de denilebilir.[1957]
“Rahmet” ve “Bereket”in, Yüce Allah’a Nispet
Edilmesi:
Bilesin
ki, “Rahmet” ve “Bereket”in Allah’a nispeti, iki türlüdür:
Birincisi: Bir
şeyi Allah’a nispet etmek, mef’ulu faile nispet etmek demektir.
İkincisi: Bir şeyi Allah’a nispet
etmek, sıfatı mevsufa nispet etmek demektir.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in, sahih hadiste geçen اِحْتَجَّتِ
الْجَنَّةُ وَالنَّارُ “Cennet ile Cehennem, birbirleriyle tartıştılar” sözü birincisine örnektir. Çünkü bu sözün içerisinde şu ifade
yer almaktadır:
فَقَالَ
اللَّهُ
لِلْجَنَّةِ:
أَنْتِ رَحْمَتِي
أَرْحَمُ
بِكِ مَنْ
أَشَاءُ
Bunun üzerine Allah,
cennete: ‘Sen benim rahmetimsin. Seninle dilediğime rahmet ederim’ buyurdu.”[1958]
Görüldüğü üzere cennet, rahmet için
yaratılmıştır. İşte rahmeti Allah’a nispet etmek, Rahmet sebebiyle yaratılanı
yaratıcıya nispet etmek demektir. Çünkü Allah, cenneti, “Rahmet” diye
isimlendirmiştir. Zira cennet, Rahmet sebebiyle yaratılmıştır ve cenneti Rahmet
ehline tahsis etmiştir. Dolayısıyla cennete de ancak merhamet sahibi girer.
Yine bu hususu, Hz. Peygamber (s.a.v)’in
şu sözü de doğrulamaktadır:
خَلَقَ
اللَّهُ
الرَّحْمَةَ
يَوْمَ خَلَقَ
السَّمَاوَاتِ
وَالْأَرْضَ
مِائَةَ رَحْمَةٍ،
كُلُّ
رَحْمَةٍ
مِنْهَا
طِبَاقَ مَا بَيْنَ
السَّمَاءِ
وَالْأَرْضِ
“Allah, “Rahmet”i,
gökleri ve yeri yarattığı gün yüz (parça halinde) yaratmıştır. Her rahmeti, gök
ile yer arasını dolduracak kadardır.”[1959]
Yine
yüce Allah’ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:
“Eğer
insana tarafımızdan bir ‘rahmet’ tattırırsak”[1960]
Yine
yüce Allah’ın, yağmuru “rahmet” diye isimlendirmesi de bunu doğrulamaktadır:
“Rüzgârları,
“rahmet”inin önünde müjdeci olarak gönderen Allah’tır.”[1961]
Bununla
birlikte bu husus, insanlar arasında eskiden de şimdi de var olan şu meşhur
duaya engel teşkil etmemektedir. Bu ise, dua eden kimsenin şu sözüdür:
اَللَّهُمَّ
اِجْمَعْنَا
فِي
مُسْتَقَرِّ
رَحْمَتِكَ
“Allahım! Bizi “rahmet”inin karargahı (=mustekarr/karar yeri) altında
topla.”
Buhârî,
“Edebu’l-Müfred”de bu rivâyeti selef-i salihinin birisinden nakletmiş ve
ayrıca bu rivâyetin içinde bir uygun olmayan bir hususu anıp devamla şöyle
demiştir:
“Rahmetinin
karargahı, Allah’ın kendi zatıdır.”
Bu
ifade, “rahmet”in bir ‘sıfat’ olduğu düşüncesi üzerine kurulmuştur. Halbuki dua
eden kimsenin kastı, bu değildir. Aksine kastı, yaratılmış olan rahmettir. Ki o
da, cennettir. Fakat bunu kendilerine uygun görmeyen kimseler, bu konuda
gerçekten ince bir görüş belirtmişlerdir. Bu görüş ise; “rahmet” ile kast
edilen, cennetin kendisi olduğu zaman, “karargahı”, cennete nispet etmek uygun
olmaz. İşte bundan dolayıdır ki, اِجْمَعْنَا
فِي
مُسْتَقَرِّ
جَنَّتِكَ “Bizi
cennetinin karargahı altında topla”
denilmesi uygun olmaz. Çünkü cennetin kendisi, bizzat “Dâru’l-karar” (=karar
yurdu/karar yeri)dır. Dâru’l-karar ise, karargahın ta kendisidir. Nitekim yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“(Cennet,) ne güzel
karargâh ve ne güzel makamdır!”[1962]
Yine
“Bereket”in
Allah’a nispeti de iki türlüdür:
Birincisi: Bereket,
yüce Allah’ın fiilidir. “Bereket” kelimesinin fiili ise, بَارَكَ “Bâreke”dir.[1963]
Bazen
بَارَكَ fiilinin
bizzat kendisi ve bazen de bir edatla müteaddi (=geçişli) olur.
“Bereket”
kelimesinin mef’ulu ise, مُبَارَك “Mubârek”tir. Dolayısıyla yüce Allah, yaptığı şey sebebiyle “mübârek”
olur.
İkincisi:
“Bereket”i Allah’a nispet etmek, rahmeti ve izzeti O’na nispet etmek demektir. “Bereket”
kelimesinin fiili ise, تَبَارَكَ “Tebâreke”dir. Bundan dolayı bu fiil, Allah’tan başkası için kullanılmaz. Bu
fiilin, ancak şanı yüce Allah için kullanılması uygun olur. Çünkü yüce Allah, اَلْمُبَارِك “el-Mubârik”tir. O’nun kulu ve peygamberi ise, اَلْمُبَارَك “el-Mubârek”tir.[1964]
Nitekim Hz. İsa konu ile ilgili olarak şöyle demektedir:
“ O, nerede olursam
olayım, beni ‘mübarek’ kıldı.”[1965]
O
halde بَارَكَ “Bâreke”
fiilini Allah’a nispet eden kimse, O’nun مُبَارَك “Mubârek” olduğunu söylüyor demektir.[1966]
* * *
YÜCE ALLAH’IN İSİMLERİNİN BİRBİRLERİYLE
BAĞLANTILI OLMASINDAKİ HİKMET VE ÂYETLERİN BU İSİMLERLE BİTMESİ
Yüce Allah bu konudaki kelamının düşünülmesini ve tefekkür
edilmesini emretmektedir. Allah’ın emirlerinde, yasaklarında ve
sakındırmalarında hükümler, maslahatlar,
istenilen gayeler, övülmüş sonuçlar elde durumu olmasaydı, bu konuda
düşünmenin bir anlamı olmaz ve onların tefekkür ve tedebbür ile ilgili duası
ancak O’nun açık hikmetini elde etmeye yönelik olurdu. Kur’an’ın Hâkim ve Hamîd
olan Allah katından indirildiğini kabul eden kimse için gerekli olan gayeleri
ve övülmüş maslahatları elde etmeye yönelik olmazdı.
Allah’ın yaratma, emretme ve övülmüş gayelerle ilgili
hükümleri ve yüce gayeleri ilgili hususlarda fıtratın ve aklın tanıklık ettiği
ve sağlam fıtratın inkar edemediği bir iş ve sebep vardır.
Yüce Allah, bu iki ismin ancak tam ve kapsamlı bir ilme bağlı
hikmetten meydana geldiğini belirterek bu iki ismi, yarattığının ve şeriatının
kaynağını gösterme anında şöyle haber vermektedir:
“Şüphesiz ki bu Kur’an;
Hâkim (=hikmet sahibi), Alîm (=her şeyi bilen) Allah tarafından sana verilmektedir.”[1967]
Yine yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Bu kitabın
indirilişi; Azîz (=güç/izzet sahibi), Hâkim (=hikmet sahibi) olan Allah
tarafındandır.”[1968]
Görüldüğü üzere bu (ikinci âyetteki) “İzzet” ismi, kudret ve tasarruf
kemalini içermekte ve “Hikmet” ismi ise hamd ve ilim kemalini kapsamaktadır.
Yine yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Hırsızlık eden
erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan bir ibret olmak
üzere ellerini kesin. Allah Azîz (=izzet sahibi), Hâkim (=hikmet sahibi)dir.”[1969]
Bir bedevi, birisinin (bu âyetin sonunda yer alan عَزِيزٌ
حَكِيمٌ “Azîz’dir, Hâkim’dir” ifadesini) وَاللَّهُ
غَفُورٌ
رَحِيمٌ “Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir” şeklinde okuduğunu işitti. Bunun üzerine bedevi:
- ‘Bu, Allah’ın kelamı değildir’ dedi. Âyeti okuyan kimse:
- ‘Kur’an’ı mı yalanlıyorsun?’ dedi. Bedevi:
- ‘Hayır, fakat bu okuma şeklin doğru değil’ dedi.
Bunun üzerine âyeti okuyan kimse, hatasını anlayıp âyeti, عَزِيزٌ
حَكِيمٌ “Azîz’dir, Hâkim’dir” şeklinde okudu. Bedevi:
- ‘İşte şimdi doğru okudun’ dedi.”
Âyetlerin isim ve sıfatlarla bittiğini düşünecek olursan,
Allah’ın kelamının bir sıfatla sona erdiğini bulursun. Âyetin bu şekilde bir
sıfatla sona ermesi, Allah’ın o âyette yaptığı şeye delil ve O’nun varlığını
gösteren bir kanıttır. Nitekim yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer
kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini
yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz Sen Azîz (=izzet
sahibi), Hâkim (=hikmet sahibi)sin.”[1970]
Yani eğer onları bağışlarsan, acizliğin ve cahilliğin değil,
mükemmel kudretinin gereği olan “İzzet”in ortaya çıkar.
Yine yüce Allah Kur’an’ın birçok yerinde şöyle buyurmaktadır:
“İşte
bu, Azîz (=izzet sahibi) ve Alîm (=her şeyi bilen) Allah’ın takdiri
(=kanunu)dir.”[1971]
Yüce Allah, bu ifadeyi; büyük günahların işlenmesi, tan
yerinin ağarması, geceyi sükunet kılması, güneş ile ayı belli bir yörünge
etrafında döndürmesi, dünya semasını yıldızlarla süslemesi ve gözetip kollaması
ile ilgili bilgileri verdikten sonra zikretmektedir.
Yine yüce Allah, bu sağlam takdirinin (=kanununun), “İzzet”inden
ve “İlmi”nden kaynaklandığını ve bu kanununun; diğer tesadüfen yapılan işler
gibi, yapanının medh edilmediği ve övülmediği tesadüfi bir iş ve olay olmadığını
da haber vermektedir.
Yine yüce Allah, Şuara sûresinde peygamberler ve ümmetleri
ile ilgili kıssaları anlatıp her kıssanın bitiminde وَإِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَزِيزُ
الرَّحِيمُ
“Şüphe yok ki Rabb’in, Azîz (=izzet
sahibi), Rahîm (=merhamet sahibi)’dir.”[1972] Görüldüğü üzere yüce
Allah’ın; peygamberleri, onlara tabi olanları ve düşmanları ile ilgili verdiği
hüküm, O’nun “İzzet” ve “Rahmet”inden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla “Rahmet”i
yerli yerine gerektiği yere koyup “İzzet”i sebebiyle düşmanlarından intikam
almakta ve “Rahmet”i sebebiyle de peygamberlerini ve onlara tabi olan kimseleri
kurtarmaktadır. Buradan elde edilen hikmet; hedeflenen ve istenilen bir iş ve
olaydır. Böyle bir hikmetinin ise, tesadüfi bir iş ve olay olmayıp yaptığı fiilin
gayesi olduğunu göstermektedir.
Yine yüce Allah, hükmünün, hükümlerin en güzeli olduğunu ve
kanununun ise kanunların en güzeli olduğunu haber vermektedir. Eğer hüküm ve
kanunu, hikmete ve hedeflenen maslahata uygun olmazsa, o zaman verdiği hüküm ve
koyduğu kanun en güzel olmaz. Çünkü O’nun hükmünün ve kanununun güzel olması,
hükmünün ve kanununun takdir edilen ve bilinen bir şey olmasından kaynaklanmaktadır.
Zira faydası olmayan yada kıymeti olmayan bir söz söylenmesi, söylenen o söz
ile zıddının eşit olmasını gerektirir. Halbuki Allah, her şeyi bilen (=Alîm) ve
her şeye kadir (=Kadîr)dir. Buna göre bilinen ve takdir edilen her şeyin,
hükümlerin ve kanunların en güzel olmasını gerektirir. Ki bu ise imkansızdır.
Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Yakinen bilen bir
topluluk için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?”[1973]
Yine yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“İşlerinde
doğru olarak kendini Allah’a veren kimseden dince daha güzel kim vardır?”[1974]
Görüldüğü üzere bu ifade, kendilerine Allah’ın gösterdiği
dinin dışında başka bir dini tercih edenleri ve bu dinden razı olanları
gösteriyor ki böyle bir durum, uygunsuzluk ve O’na karşı yapılmış bir
haksızlıktır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“(İnsanları) Allah’a
çağıran, iyi iş yapan ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden kimin sözü daha
güzeldir?”[1975]
Yine yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Buna gücümüz
yeter; Biz ne güzel güç yetireniz!”[1976]
Yine yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Yaratanların en
güzeli olan Allah, yüceler yücesidir.”[1977]
Allah’ın takdiri ve yaratması en güzel olduğu için,
hikmetinin, rahmetinin ve ilminin gerektirdiği husus meydana gelmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Rahmân olan Allah’ın
yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin.”[1978]
Yüce Allah, temel ilkelerin ve metotların en mükemmelini, en
güzelini dilememiş olsa ve bu temel ilkeler ile metotlar övülmüş gayeler
ile hedeflenen hikmetlere uygun olmazsa,
işte o zaman bütün bunlar, uygunsuz olur yada O’nun yaptığı şeyin uygunsuz
olmaması, yapanının övülmediği tesadüfi bir olay ve iş olmadığını gösterir.[1979]
Varlığını bildiğimiz, fakat kendisini göremediğimiz şeytandan Allah’a sığınma
hususunda A’raf sûresi ile Fussilet sûresinde gelen السَّمِيعُ
الْعَلِيمُ “es-Semîu’l-Alîm”[1980] lafzı ile ilgili olarak
Kur’an’ın ne demek istediğini bir düşünün!
Dostluk kurulan ve gözle görülen insanın kötülüğünden Allah’a sığınma hususunda Mü’min sûresinde السَّمِيعُ
الْبَصِيرُ “es-Semîu’l-Basîr” lafzı gelmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine gelmiş
kesin bir delil olmaksızın, Allah’ın âyetleri hakkında münakaşa edenler var ya,
hiç şüphe yok ki, onların kalplerinde, asla yetişemeyecekleri bir büyüklük
hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah’a sığın. Kuşkusuz O, Semî’ (=işiten), Basîr
(=gören)dir.”[1981]
Yapılan fiiller, gözle görülen belli şeylerdir.
Şeytanın dürtmesine, vesvesesine ve insanların kalplerine attığı kötü
düşünceler ise, bilme ile ilgilidir. İşte bundan dolayı yüce Allah, şeytanın
vesveseleri ile kötü düşünceleri hususunda السَّمِيعُ
الْعَلِيمُ “es-Semîu’l-Alîm”
demek sûretiyle Allah’a sığınılması gerektiğini emretmektedir. Gözle görülen ve
görmek sûretiyle anlaşılan hususlarda ise السَّمِيعُ
الْبَصِيرُ “es-Semîu’l-Basîr” demek
sûretiyle Allah’a sığınılması gerektiğini emretmektedir.
Yine Kur’an’ın adeti,
dikkatli olmayı ve dosdoğru olmayı gerektiren Allah’ın sıfatlarını anlatmak sûretiyle
muhataplarını uyarmayı ve onları ikaz etmeyi gerektirmektedir. Nitekim yüce
Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Size apaçık
deliller geldikten sonra, eğer barıştan saparsanız, şunu iyi bilin ki Allah Azîz
(=güçlü)dir, Hâkim (=hüküm ve hikmet sahibi)dir.”[1982]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Kim dünya
mükâfatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da ahiretin de mükâfatı Allah
katındadır. Allah Semî’ (=her şeyi işiten), Basîr (=her şeyi gören)dir.”[1983]
Kur’an, hep bu ifadelerle doludur. Bununla birlikte bunun
manası şu şekilde olmaktadır: “Ey Muhammed! Ben, onların senin getirdiğini
kabul etmedikleri, sana verdiğimi risaletimi kabul etmeye yanaşmadıkları ile
ilgili söylediklerini işitiyorum ve onların sana ve getirdiğin hususlara karşı
neler yaptıklarını görüyorum.”
Şüphesiz ki, risalete muhatap olan kimseler, Allah’tan gelen
risaleti kabul etme ve itaat etme hususunda iki türlüdürler:
Birincisi: Risalete
muhatap olan kimseler, Allah’tan gelen risaletin, doğru olduğu söyleyip
risaletin gerektirdiği işleri ve davranışları yaparlar.
İkincisi: Risalete muhatap olan
kimseler, Allah’tan gelen risaleti yalanlamak sûretiyle karşılık verip
risaletin aksine olan davranışları ve işleri yaparlar.
Görüldüğü üzere onların söylediklerini işitme ile ilgili
durum, onların yaptıklarını görme ile ilgili durumdan daha öncedir. Dolayısıyla
işitme ile ilgili ifade, görme ile ilgili ifadeden daha önce gelmiştir.[1984]
Yüce
Allah’ın اَلْوَاسِعُ “el-Vâsi’
“ İsminin, الْعَلِيمُ “el-Alîm”
İsmiyle Olan ilişkisi:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah
yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki,
her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah Vâsi’
(=lütfu geniş)tir, Alîm (=her şeyi bilen)dir.”[1985]
Görüldüğü üzere yüce Allah, âyeti, bağlam yönünden birbirine
uygun ve Esmâu’l-Hüsnâ’sından olan iki ismiyle
bitirmektedir. Bu iki isim ise, “el-Vâsi’
“ ile “el-Alîm”dir.
Buna göre kul, Allah’ın verdiği bu kat katın olanaksız
olduğunu düşünemez ve bu kat kat vermeye karşı dar görüşlülük de yapamaz. Çünkü
kat kat fazla verme; ihsanda bulunmanın, zenginliğin ve lütfun geniş olmasını
gerektirir. Bununla birlikte Allah’ın ihsanının geniş olmasının, infakta
bulunan herkesin verdiği şeyin ortaya çıkmasının gerekli olduğu düşünülemez.
Çünkü Allah, bu kat kat fazla vermeye uygun düşen kimsenin buna ehil olduğunu
ve bu kat kat fazla vermeyi hak etmeyen kimsenin de buna ehil olmadığını hakkıyla
bilendir. Zira yüce Allah’ın cömert oluşu ve ihsanının bol olması, hikmetine
ters düşmez. Öyle ki Allah, ihsanını, lütfunun geniş olduğu ve merhametinin bol
olduğu yerlerde kat kat verir ve hikmeti ile ilmine ehil olmayan kimse ise bu ihsandan
yararlanamaz.
Yüce
Allah’ın اَلْغَنِيُّ “el-Ganiyy” İsminin, الْحَلِيمُ “el-Halîm” İsmiyle Olan İlişkisi:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Güzel söz ve
bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah Ganiyy
(=zengin/hiç kimseye muhtaç değil)dir, Halîm (=cezalandırmada acelesi yok)tur.”[1986]
Görüldüğü üzere yüce Allah, âyeti, وَاللّهُ
غَنِيٌّ
حَلِيمٌ “Allah
Ganiyy (=zengin/hiçbir şeye muhtaç olmama)dir, Halîm (=cezalandırmada acelesi
yok)tur” şeklinde birbiriyle ilişkili ve
birbirine uygun iki isimle bitirmiştir. Buna göre burada iki mana ortaya çıkmaktadır:
Birincisi: Yüce
Allah, sizden zengin ve size muhtaç değildir. Sizin sadakalarınızdan hiçbir şey
O’na katkı sağlamaz. Aksine sadaka hususunda elde edilen en çok pay, sizin
vermenizle ilgilidir. Çünkü verdiğiniz sadaka, size fayda sağlar. Yüce Allah’a
hiçbir fayda sağlamaz. Yüce Allah mükemmel bir Ganiyy (=zengin) ve hiçbir şeye
muhtaç olmamasına rağmen, O’nun verdiği nafakayla, O’na karşı iyilik ettiğinizi
ve ihsanda bulunduğunuzu nasıl düşünebilirsiniz?!!. Bununla birlikte O, Halîm’dir.
Ceza vermede acele etmez. Mennân’dır. Verdiği cezayı dilerse affeder. Dolayısıyla
burada tehdit ve uyarı var.
İkincisi: Yüce
Allah, her türlü şekilde mükemmel bir zengindir ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu nedenle de O; ceza vermede acele etmemek, kendisine karşı yapılanlara
tahammül etmek ve günah işleyen kimseleri affetmek ile vasıflanmıştır. İhsanda bulunması geniş
ve lütufları bol olmasına rağmen, iyilik etmek sûretiyle size nasıl eziyet
edebilir?!!.
O’na eş, çocuk, ortak, denk ve benzeri bir şeyin nispet edilmesinin
imkansız olması, hiç kuşkusuz O’nun Ganiyy oluşunun kemalindendir.
Büyüklüğünün ve yüceliğinin kemalinden dolayı, kürsisi, gökleri
ve yeri kuşatmıştır. Yeri ve gökleri O’nu kuşatamaz. Mahlukatı, hiçbir şekilde
Onu ihata edemez. Çünkü O, her şeyden yücedir ve her şeyi ihata edendir. O’nun
kelimeleri hiçbir şekilde tükenmez ve değişmez. Deniz, kendisinden sonra
Kitap, “el-Melik” ve “el-Vehhâb” olan
Allah’ın lütfuyla sona erdi.
Dönüşümüz ve varışımız,
Allah’adır.
Duamızın sonu, “Hamd,
alemlerin Rabb’i olan Allah’a mahsustur.”
* * *
İBN KAYYİM’İN, KİTABI
HAZIRLAYANLARIN
VE TERCÜME EDENLERİN BAŞVURDUĞU
KAYNAKLAR[1988]
Kur’an-ı Kerim
Ahmed, ibn Hanbel, Müsned, Çağrı Yayınları,
İstanbul
Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl (Beğavî Tefsiri)
Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
Beyrut
Buhârî, Muhammed b. İsmail, Câmiu’s-Sahîh, Çağrı
Yayınları, İstanbul
Canan, Prof. Dr. İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara
el-Cevziyye, İbn Kayyim
…………. Ahkâmu Ehl-i Zimmet
…………
Bedâiu’l-Fevâid
…………. Cilâu’l-Efhâm
…………
Emsâl
fi’l-Kur’an,
…………. Fevâid
………...
Hâdi’l-Ervâh
…………. İğâsetu’l-Lehfân
…………
Medâricu’s-Sâlikîn
…………. Ravdatu’l-Muhibbîn
…………. Savâiku’l-Mürsele
…………. Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye
…………. Şifâu’l-Alîl
………….. Tarîku’l-Hicreteyn
…………. Tibyân
…………. Turuku’l-Hükmiyye
………….. Uddetu’s-Sâbirîn
………… Zâdu’l-Meâd
Dârimî, Ebu Saîd, Sünen, Çağrı Yayınları,
İstanbul
Ebu Dâvud, es-Sicistânî, Sünen, Çağrı Yayınları,
İstanbul
………….. Sünen-i Ebu Dâvud Terceme ve Şerhi, Haz:
Necati Yeniel, Hüseyin Karapınar, Şamil Yayınevi, İstanbul
Ferrâ, Ebu Zekeriyyâ Yahyâ, Meâni’l-Kur’an,
Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed, el-Maksadu’l-Esnâ Şerhu
Esmâillâhi’l-Hüsnâ,
Isfehânî, Râgıb, Müfredât,
İbnu’l-Esir, en-Nihâye fi Garibi’l-Hadis
İbn Hacer, el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi Şerhi’l-Buhârî,
İbn Kuteybe, Garîbu’l-Kur’an,
İbn Mâce, Muhammed b. Yezîd, Sünen, Çağrı Yayınları,
İstanbul
Kurtubî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an,
Malik, b. Enes, Muvatta,
Müslim, İbn Haccâc el-Kuşeyrî, Câmiu’s-Sahîh, Çağrı Yayınları,
İstanbul
………. Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi, Haz:
Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşriyat, İstanbul
Nesâî, Ebu Abdurrahman Ahmed, Sünen, Çağrı Yayınları,
İstanbul
……… Sünenü’n-Neseî,
Çev: A. M. Büyükçınar, A. Tekin, Ö. F. Harman, Y. Erol, Kalem Yayıncılık,
İstanbul
Râzî, Fahruddin, Tefsiru’l-Kebîr,
Sa’dî, Abdurrahman b. Nasr, Teysîru’l-Kelâmi’l-Mennân,
Suyûtî, Celaluddin Abdurrahman, Dürrü’l-Mensûr fi Tefsîri
bi’l-Me’sûr,
Taberî, Muhammed ibn Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’an,
Tirmizî, Ebu İsa, Sünen, Çağrı Yayınları,
İstanbul
………. Sünen-i Tirmizî, Çev: O. Zeki
Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, tarihsiz
Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl,
Wensink, Mu’cemu’l-Müfehres li
Elfâzi’l-Hadîsi’n-Nebeviyye, Çağrı Yayınları, İstanbul
Zeccâc, Ebu İshak, Meâni’l-Kur’an,
Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf
an Hakâiki’t-Te’vîl,
[1] Allah adı, Kur’an-ı Kerim’de toplam
[2] A’raf,
[3] İmam Gazâlî, “el-Maksadu’l-esnâ” s.
[4] İbn Kayyim “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[5] İbn Kesir “Allah” lafzını şöyle tefsir eder: “Allah, Yüce
Yaratıcının özel ismidir. O’nun ism-i âzam (Allah’ın en büyük ism-i) olduğu
söylenir. Çünkü bütün sıfatlarla sadece bu isim nitelenir. Allah Kur’an’da
şöyle buyurur: “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir (bütün
mülkün sahibidir). Kuddûs’tür, Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir, Azîz’dir Cebbâr’dır
Mütekebbir’dir. Allah, (müşriklerin) şirk koşmakta olduklarından çok yücedir. O
Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, şekil ve
suret verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu
tesbih etmektedir. O, Azîz, Hakîm’dir.” Haşr,
[6] A’raf,
[7] Ahzab,
[8] Tevbe,
[9] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[10] İbn Kesir, “Allah” kelimesinin kökeni konusunda tefsirinde (
a-
“Elehe” kelimesinden. İbn Abbas’tan böyle bir görüş rivayet edilmiştir.
b-
“İlâh” kelimesinden. “Fiâl” vezninde olduğu gibi. Başına gelen “el” takısı
yüceltmek için getirilmiştir. Bu, el-Halil’in görüşüdür.
c-
“el-ilâh” kelimesinden. Burada hemze hazfedildikten sonra birinci lâm
ikincisine eklenmiştir.
d-
“ve-le-he” kelimesinden. Bu kelime aklın baştan gitmesi ve şaşkınlık anlamına
gelir. Yani Allah, sıfatlarının gerçek anlamları ile insanların akıllarını
başlarından almış ve onları şaşkına çevirmiştir.
e-
“elehtu ilâ fülan / onda huzur buldum” kelimesinden. Bu da er-Râzî’nin
görüşüdür.
[11] İbn Kayyim, “es-Savâiku’l-mürsele”, s.
[12] “Bedâiu’l-fevâid,” s.
[13] Fahrüddin Râzî der ki: “Bil ki, “Allah” adının Allah’ın diğer
isimlerinde bulunmayan birçok özel anlamları vardır. Bu anlamlardan biri de, inkarcının
inkardan kurtulup İslâm’a girdiğini belirten şehadet kelimesinde bulunur. Eğer
inkarcı, “Eşhedu en la ilahe illallah” yerine “Eşhedu en lâ ilâhe illa’r-rahmân
veya illa’r-rahîm veya ille’l-melik veya ille’l-kuddûs” derse inkardan kurtulup
İslâm’a girmiş sayılmaz. Mutlaka “Eşhedu en lâ ilâhe illallah” demesi gerekir.
Bu şekilde ancak küfürden kurtulup İslâm dinine girebilir. Bu da gösteriyor ki “Allah”
lafzının özel bir anlamı vardır. Doğruya ileten yalnızca Allah’tır.” Tefsir-Fahru’r-râzî”,
[14] el-Heysemî, “el-Mecma’”,
[15] Tirmizî,
[16] Âl-i İmrân,
[17] Zümer,
[18] Buhârî,
[19] Sahih bir hadistir. Bkz. Ahmed, “el-Müsned”,
[20] Sahih bir hadistir. Bkz. Hâkim, “el-Müstedrek”,
[21] Alak,
[22] İnfitar,
[23] Neml,
[24] Alak,
[25] Alak,
[26] İbn Teymiye, “el-Fetâvâ’l-kübrâ”,
[27] Râzî, “Şerhu’l-esmâi’l-hüsnâ”, s.
[28] Beyhakî, “el-Esmâ ve’s-sıfât”, s.
[29] Râzî, a.g.e., s.
[30] Beyhakî, a.g.e, s.
[31] Rahmân,
[32] Kurtubî, “el-Esnâ fi şerhi esmâi’l-llâhi’l-hüsnâ”,
[33] Furkan,
[34] Müslim, İman,
[35] Bakara,
[36] Maide,
[37] Bakara,
[38] Âl-i İmrân,
[39] Casiye,
[40] Daha geniş bilgi için bkz. Beyhâki, a.g.e., s.
[41] İzz b. Abdüsselâm, “Şeceretü’l-meârif ve’l-ahvâl”, s.
[42] Hadîd,
[43] Müslim, Dua ve Zikir,
[44] Beyhakî, a.g.e., s.
[45] Râzî, a.g.e., s.
[46] Gazâlî, “el-Maksadu’l-esnâ”, s.
[47] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[48] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[49] İbn Kayyim, Kuran ve hadislere dayanarak yakınlığı üç şekilde
açıklar:
a-
Özel yakınlık: Bu Allah’ın kendisine ibadet edenlere, dilekte bulunanlara ve
dua edenlere gösterdiği yakınlıktır. Bu yakınlık Allah’a Bâtın adıyla dua
etmenin ve ibadet etmenin sağladığı bir yarardır. Allah Teâlâ şu âyetle bu tür
yakınlığa işaret eder. “Kullarım beni sana soracak olursa, işte Ben (onlara)
pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm.”
Bakara,
b-
Kuşatma ve içinde bulunma yakınlığından farklı olan özel yakınlık: Bu tür yakınlığa
şu âyet işaret eder: “Doğrusu Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek
yakındır.” A’raf,
c-
Allah’ın dua ve zikir yapanlara yakınlığı. Bu tür yakınlığa, Ebû Musa’dan
rivayet edilen şu hadiste işaret edilmektedir: Ebû Musa anlatıyor: Hz.
Peygamberle birlikte bir seferdeydik. Tekbir seslerimiz yükselince Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Kendinize sahip olun. Sizler işitmeyen
ve uzakta olan birine dua etmiyorsunuz. Bilakis sizler, yakın olan ve işiten
birine dua ediyorsunuz. Öyle ki O size, birinizin bineğinin boynuna olan yakınlığından
daha yakındır.” Buhârî,
[50] İbn Kayyim, a.g.e., s.
[51] İbn Kayyim, a.g.e., s.
[52] Haşr,
[53] Hafız er-Rakmî, “Meâricu’l-kabûl”,
[54] Hadîd,
[55] Enbiya,
[56] Rum,
[57] Sâd,
[58] Rahmân,
[59] Mü’minûn,
[60] Râzî, a.g.e., s.
[61] Beyhakî, a.g.e., s.
[62] Râzî, a.g.e., s.
[63] İzz b. Abdüsselâm, “Şeceretü’l-meârif ve’l-ahvâl”, s.
[64] Bakara,
[65] Maide,
[66] Şûrâ,
[67] Nuh,
[68] Ebû Davud,
[69] Bakara,
[70] Maide,
[71] Şûrâ,
[72] Gazâlî, “el-Maksadu’l-esnâ”, s.
[73] Kurtubî, a.g.e.,
[74] Râzî, Allah’ın bu isimlerinin çeşitli yerlerde kullanıldığını
söyler. Bu yerler şunlardır:
a-
Rızık. Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve
daraltır.” Ra’d,
b-
Kabz (tutma) ve bast (bırakma) bulutlar için de kullanılmıştır. Şu âyet, bu
isimlerin bulutlar için kullanıldığına işaret etmektedir: “Allah, rüzgârları
gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp-dağıtır
ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını
görürsün.” Rum,
c-
Bu isimler, karanlık ve aydınlık için kullanılmıştır. Şu âyette bu anlama
işaret edilmiştir: “Rabbini görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatıvermiştir? Eğer
dilemiş olsaydı onu durgun kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delil kılmışızdır.
Sonra da onu tutup kendimize ağır ağır çekmişizdir.” Furkan,
d-
Ruhların alınması ve verilmesi. Ruhların alınması durumunda ölüm, verilmesi durumunda
da hayat gerçekleşmektedir.
e-
Yerin dürülmesi ve yayılması. Allah yerin kıyamette dürülmesine şöyle işaret
etmektedir: “Kıyamet günü yer, bütünüyle O’nun avucu (kabzası)ndadır; gökler
de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür.” Zümer,
f-
Sadakaları almak. Allah şöyle buyurur: “Sadakaları alır.” Tevbe,
g-
Kalpleri ferahlatması (bast) ve daraltması (kabz).
[75] Buhârî,
[76] İzz b. Abdüsselâm, “Şeceretü’l-meârif ve’l-ahvâl”, s.
[77] Kurtubî, a.g.e.,
[78] Tirmizî,
[79] Gazâlî, a.g.e., s.
[80] En’am,
[81] Bakara,
[82] Cuma,
[83] Râzî, Allah’ın fiilî sıfatlarından olan Bâ’is’in birkaç anlama
geldiğini söyler ve bunları şöyle özetler:
[84] Yasin,
[85] Yasin,
[86] En’am,
[87] En’am,
[88] Kurtubî, “el-Esna”,
[89] Rahmân,
[90] Tâ-Hâ,
[91] Beyhakî burada şunu kastetmektedir: “Allah’ın sıfatlarından biri
de “Kıdem” (öncesi olmayan) dir. Öncesi olmayan bir varlığın, hiçbir değişime
uğramadan olduğu gibi Bâkî (ebedi) olması zorunludur. Böylece Allah’ın “bekâ”
sıfatı öncesi olmayan “Kâdim” sıfatının bir gereği olmuştur.”
[92] Beyhakî, “el-Esmâ ve’s-sıfât”, s.
[93] Gazâlî, a.g.e., s.
[94] Râzî, a.g.e., s.
[95] Tefsiru İbn Kesir,
[96] Kurtubî, “Tefsir”,
[97] Bakara,
[98] Tirmizî,
[99] Tefsiru ibn Kesir,
[100] Kurtubî, “et-Tefsir”,
[101] Bkz. Bakara,
[102] Beyhakî, a.g.e., s.
[103] Gazâlî, a.g.e., s.
[104] Râzî, a.g.e., s.
[105] Tur,
[106] Meryem,
[107] Meryem,
[108] Gazâlî, a.g.e., s.
[109] Râzî, a.g.e., s.
[110] İbn Kayyim, “Miftahu dar’i’s-sa’âde”, s.
[111] Lokman,
[112] İsrâ,
[113] Mü’minûn,
[114] Casiye,
[115] İbrahim,
[116] İbn Kayyim, “Miftahu dâri’s-sa’âde”, s.
[117] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”, s.
[118] Kurtubî, a.g.e.,
[119] Âl-i İmrân,
[120] Hac,
[121] Nisa,
[122] En’am,
[123] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[124] Şuarâ,
[125] Mü’min,
[126] Burûc,
[127] “el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn”,
[128] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[129] İbn Kayyim, a.g.e.,
[130] Buhârî,
[131] Yunus,
[132] En’am,
[133] Bakara,
[134] Bakara,
[135] Nisa,
[136] Şûrâ,
[137] İbn Mâce,
[138] Mü’min,
[139] Kurtubî, a.g.e.,
[140] Tevbe,
[141] Beyhakî, a.g.e., s.
[142] Gazâlî, a.g.e., s.
[143] Şeyh Abdurrahman Nâsır es-Sa’dî, “Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân”,
[144] “el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn”, s.
[145] Tevbe,
[146] Kurtubî, a.g.e.,
[147] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[148] Râzî, a.g.e., s.
[149] Nur,
[150] Tevbe,
[151] Hucurât,
[152] Furkan,
[153] Tevbe,
[154] En’am,
[155] Nahl,
[156] Nisa,
[157] Nisa,
[158] Mü’min,
[159] Müslim,
[160] Âl-i İmrân,
[161] Nisa,
[162] Teğabün,
[163] Yunus,
[164] Âl-i İmrân,
[165] Nisa,
[166] Kurtubî, a.g.e.,
[167] Enfal,
[168] Mürselat,
[169] Nisa,
[170] Tefsiru İbn Kesir,
[171] Kurtubî, a.g.e.,
[172] Teğabün,
[173] Kurtubî, a.g.e.,
[174] Râzî, a.g.e., s.
[175] Maide,
[176] Ebû Davud,
[177] Buna göre, bu üç anlamı aşağıdaki şekilde detaylandırabiliriz:
Konuyla
ilgili daha geniş bilgi için bkz. “Haku’l-vadihu’l-mübîn”, s
[178] İbn Kayyim, “Şifâu’l-alîl”, s.
[179] Enbiya,
[180] Râzî, a.g.e., s. 194.
[181] Mü’min,
[182] Kâf,
[183] Tirmizî,
[184] Tefsiru’l-Kurtubî,
[185] Nahl,
[186] Müslim,
[187] Müslim,
[188] Bu, zayıf bir hadistir. Zira ravileri arasında tedlis yapan Muhammed
b. İshak bulunmaktadır. Bkz. İbn Hişam,
[189] Müslim,
[190] Müslim,
[191] İbn Kayyim, “el-Fevâid”,
[192] Müslim,
[193] Tirmizî,
[194] Müslim,
[195] Tirmizî,
[196] Ebû Davud,
[197] A’raf,
[198] İnsan,
[199] Secde,
[200] Neml,
[201] Mülk,
[202] Münafikûn,
[203] Meryem,
[204] Müslim,
[205] Tâ-Hâ,
[206] Perişanlık olarak çevirdiğimiz “el-Bezâze” sözcüğü, pejmürdelik,
kılıksızlık, dağınıklık, eski yırtık elbiseler giymek gibi anlamlara
gelmektedir. Kısaca; kişinin kendisine bakmaması ve giyimine özen göstermemesi
kastedilmektedir. -Çev.
[207] Ebû Davud,
[208] İbn Kayyim, “el-Fevâid”, s.
[209] Hicr,
[210] Yusuf,
[211] Nisa,
[212] Buhârî,
[213] Burûc,
[214] Târık,
[215] Meryem,
[216] Tâ-Hâ,
[217] Yusuf,
[218] Enbiya,
[219] En’am,
[220] Kurtubî, a.g.e.,
[221] Tirmizî,
[222] Kâf,
[223] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[224] Nisa,
[225] Beyhakî, a.g.e., s.
[226] Râzî, a.g.e, s.
[227] İbn Kesir, Tefsir,
[228] Enfal,
[229] “Haku’l-vâdihü’l-mübîn”, s.
[230] Hâkka,
[231] Kurtubî, a.g.e.,
[232] Râzî, a.g.e., s.
[233] Gazâlî, a.g.e., s.
[234] Zümer,
[235] Meryem,
[236] İbn Kesir, “Tefsir”inde
[237] Meryem,
[238] A’raf,
[239] Meryem,
[240] Meryem,
[241] Buhârî,
[242] Buhârî,
[243] Buhârî,
[244] Kurtubî, a.g.e.,
[245] Sebe,
[246] Şûrâ,
[247] Bakara,
[248] Saffat,
[249] Ra’d,
[250] Beyhakî, a.g.e., s.
[251] Hicr,
[252] Fatır,
[253] Râzî, a.g.e., s.
[254] Enbiya,
[255] En’am,
[256] Kurtubî, a.g.e.,
[257] İbrahim,
[258] Kurtubî, a.g.e.,
[259] “el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn”, s.
[260] Kurtubî, a.g.e.,
[261] Nur,
[262] Buhârî,
[263] Beyhakî, a.g.e., s.12-13.
[264] es-Sa’dî, “Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân”,
[265] Hac,
[266] Kehf,
[267] Yunus,
[268] İsrâ,
[269] Nur,
[270] es-Sa’dî, a.g.e.,
[271] Talak,
[272] Zariyat,
[273] Necm,
[274] Tâ-Hâ,
[275] Nahl,
[276] Yunus,
[277] İbn Kayyim, “Bedâiu’l-fevâid”,
[278] Sâd,
[279] Âl-i İmrân,
[280] Âl-i İmrân,
[281] Maide,
[282] İsrâ,
[283] İbn Kayyim, “Bedâiu’l-fevâid”,
[284] Râzî, a.g.e., s.
[285] En’am,
[286] A’raf,
[287] Zümer,
[288] En’am,
[289] Nisa,
[290] Buhârî,
[291] En’am,
[292] Kurtubî, a.g.e.,
[293] Kasas,
[294] Hud,
[295] Kurtubî, a.g.e.,
[296] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[297] İbn Teymiye, “el-Furkân beyne evliyâillah…”, s.
[298] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[299] Nur,
[300] Nisa,
[301] Sâd,
[302] Kurtubî, a.g.e.,
[303] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[304] Nisa,
[305] Bakara,
[306] Müslim,
[307] Secde,
[308] Beyhakî, a.g.e., s.
[309] Furkan,
[310] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[311] İbn Kayyim, a.g.e., s.
[312] Kamer,
[313] Nisa,
[314] Bakara,
[315] Maide,
[316] Talak,
[317] Hadîd,
[318] Cin,
[319] Âl-i İmrân,
[320] Kasas,
[321] Kasas,
[322] Kasas,
[323] İbn Kayyim, “Şifâu’l-alîl”, s.
[324] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[325] Miftâhu dâri’s-sa’âde, s.
[326] Mü’minûn,
[327] Haku’l-vadihu’l-mübîn, s.
[328] Bakara,
[329] Hac,
[330] Beyhakî, a.g.e., s.
[331] Kurtubî, a.g.e.,
[332] el-Herrâs, “Şerhu’n-nûniyye”,
[333] Fatır,
[334] Şûrâ,
[335] Buhârî,
[336] Kurtubî, a.g.e.,
[337] Râzî, a.g.e., s.
[338] Lokman,
[339] Beyhakî, a.g.e., s. 59-60.
[340] Kurtubî, a.g.e.,
[341] İsrâ,
[342] İbn Kayyim, “Celâü’l-efhâm”, s.
[343] Fatiha,
[344] Kehf,
[345] En’am,
[346] Sebe,
[347] Rum,
[348] Secde,
[349] Neml,
[350] İbn Kayyim, “Şifâu’l-alîl”, s.
[351] “el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn”, s.
[352] Müslim,
[353] Nesâî,
[354] Kurtubî, a.g.e.,
[355] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[356] İsrâ,
[357] Bakara,
[358] Furkan,
[359] Buhârî.
[360] Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân,
[361] Bedâiu’l-fevâid,
[362] Beyhakî, a.g.e., s.
[363] Mü’min,
[364] A’raf,
[365] Bedâiu’l-fevâid,
[366] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn”, s.
[367] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[368] Tirmizî,
[369] Buhârî,
[370] Tirmizî,
[371] Ebû Davud,
[372] Kurtubî, a.g.e.,
[373] Beyhakî, a.g.e., s.
[374] İbn Kayyim, “es-Savâiku’l-mürsele”, s.
[375] İmam Ahmed,
[376] Buhârî,
[377] Nisa,
[378] İzz b. Abdüsselâm, “Şeceretu’l-meârif ve’l-ahvâl”, s.
[379] Âl-i İmrân,
[380] Mü’min,
[381] Mücadele,
[382] Müslim,
[383] Furkan,
[384] Sebe,
[385] Nisa,
[386] Müslim,
[387] Rahmân,
[388] İbn Mâce,
[389] Tirmizî,
[390] Müslim,
[391] Leyl,
[392] Kurtubî, a.g.e.,
[393] Fatır,
[394] En’am,
[395] Beyhakî, a.g.e., s.
[396] Meâricü’l-kabûl,
[397] Yasin,
[398] Bakara,
[399] Bakara,
[400] Zuhruf,
[401] Bakara,
[402] Bakara,
[403] Zariyat,
[404] Bakara,
[405] Bakara,
[406] İbrahim,
[407] Neml,
[408] Bakara,
[409] Bakara,
[410] Enfal,
[411] En’am,
[412] Mülk,
[413] İbn Kayyim, “es-Savâiku’l-mürsele”, s.
[414] Beyhakî, a.g.e., s.
[415] “el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn”, s.
[416] es-Sa’dî, “Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân”,
[417] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[418] Râzî, a.g.e., s.
[419] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[420] Muhammed,
[421] Maide,
[422] Bakara,
[423] Hadîd,
[424] Rahmân,
[425] Rahmân,
[426] Beyhakî, a.g.e., s.
[427] Hâkîm,
[428] Kurtubî, a.g.e.,
[429] İsrâ,
[430] Gazâlî, a.g.e., s.
[431] Bakara,
[432] el-Heysemî,
[433] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[434] Mü’min,
[435] Beyhakî, a.g.e., s.
[436] İbn Kesîr, Tefsir,
[437] İbrahim,
[438] Kurtubî, a.g.e.,
[439] Âl-i İmrân,
[440] Duhan,
[441] Maide,
[442] Kurtubî,, a.g.e.,
[443] Gazâlî, a.g.e., s.
[444] Burûc,
[445] Buhârî,
[446] Zuhruf,
[447] A’raf,
[448] Kurtubî, a.g.e.,
[449] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[450] Râzî, a.g.e., s.
[451] Kurtubî, a.g.e.,
[452] Maide,
[453] Bakara,
[454] Ankebût,
[455] Beyhakî, a.g.e., s.
[456] Zariyat,
[457] Kâf,
[458] Zariyat,
[459] Beyhakî, a.g.e., s.
[460] el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn, s.
[461] Kurtubî, a.g.e.,
[462] el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn, s.
[463] A’raf,
[464] Kasas,
[465] Râzî, a.g.e., s.
[466] Gazâlî, a.g.e., s.
[467] Sebe,
[468] Elbânî, “Sahîhu’l-câmi”,
[469] Kurtubî, a.g.e.,
[470] Kehf,
[471] Kehf,
[472] Hûd,
[473] Kehf,
[474] Nisa,
[475] Kurtubî,
[476] Râzî, a.g.e., s.
[477] Gazâlî, a.g.e., s.
[478] Kehf,
[479] Kehf,
[480] Kurtubî, a.g.e.,
[481] Müslim,
[482] Kurtubî, a.g.e.,
[483] Enbiya,
[484] Fatiha,
[485] Müslim,
[486] Fatiha,
[487] Yusuf,
[488] Şuarâ,
[489] et-Tayalisî,
[490] Naziat,
[491] Naziat,
[492] Nisa,
[493] Kurtubî, a.g.e.,
[494] Meâricü’l-kabûl,
[495] Kasas,
[496] Ebû Davud,
[497] Fatiha,
[498] Fussilet,
[499] İsrâ,
[500] Ahzab,
[501] Müslim,
[502] Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân,
[503] A’raf,
[504] Ahzab,
[505] Beyhakî, a.g.e., s.
[506] Meryem,
[507] İsrâ,
[508] Zuhruf,
[509] Kurtubî, a.g.e.,
[510] Bedâiu’l-fevâid, s.
[511] Kurtubî, a.g.e.,
[512] Kurtubî, a.g.e.,
[513] Ahzab,
[514] Tevbe,
[515] Bedâiu’l-fevâid, s.
[516] Bedâiu’l-fevâid, s.
[517] Âl-i İmrân,
[518] İbn Kayyim, “İğâsetü’l-lehfân”,
[519] İbn Kayyim, a.g.e.,
[520] Rum
[521] Buhârî,
[522] İbn Kayyim, “Muhtasaru’s-savâi’ki’l-mürsele”den özetle, s.
[523] Haşr,
[524] Kurtubî, a.g.e.,
[525] Mü’min,
[526] Beyhakî, a.g.e., s.
[527] Kurtubî, a.g.e.,
[528] Kurtubî, a.g.e.,
[529] İbn Kesir, “et-Tefsir”,
[530] Müslim,
[531] Nisa,
[532] Kamer,
[533] Müslim,
[534] Bakara,
[535] Ahzab,
[536] Maide,
[537] Buhârî,
[538] Beyhakî, s.
[539] Râzî, a.g.e., s.
[540] Kurtubî, a.g.e.,
[541] Teysiru’l-kerîmi’r-Rahmân,
[542] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[543] Alak,
[544] Kurtubî, a.g.e.,
[545] Nahl,
[546] Beyhakî, a.g.e., s.
[547] Nur,
[548] Bakara,
[549] Hac,
[550] Kurtubî, a.g.e.,
[551] A’raf,
[552] Teysiru’l-kerîmi’r-Rahmân,
[553] Tirmizî,
[554] Tirmizî,
[555] Kurtubî, a.g.e.,
[556] Müslim,
[557] Beyhakî, a.g.e., s. 37.
[558] Bakara,
[559] En’am,
[560] En’am,
[561] En’am,
[562] A’raf,
[563] Kurtubî, a.g.e.,
[564] Haşr,
[565] Müslim,
[566] Yasin,
[567] İbn Kesir,
[568] Zümer,
[569] Enfal,
[570] Zümer,
[571] Selem, bedelin peşin ödenerek malın daha sonra teslim edilmesi
esasına dayanan bir satış akdi. Çev.
[572] İbn Kayyim, “Bedâiu’l-fevâid”,
[573] İsrâ,
[574] İbn Kayyim, “Bedâiu’l-fevâid”,
[575] Buhârî,
[576] Râzî, a.g.e., s. 184; ayrıca bkz. Rağıb el-Isfahani, “ez-Zeri’a ilâ
mekarimi’ş-şeri’a”.
[577] Mü’min,
[578] Nisa,
[579] Beyhakî, a.g.e., s.
[580] Mücadele,
[581] Mücadele,
[582] Âl-i İmrân,
[583] Bakara,
[584] Maide,
[585] Tevbe,
[586] İbn Kayyim, “Bedâiu’l-fevâid”,
[587] Maide,
[588] Teğabün,
[589] Nisa,
[590] Zümer,
[591] A’raf,
[592] Maide,
[593] Enfal,
[594] Fussilet,
[595] Secde,
[596] Hac,
[597] Buhârî,
[598] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[599] A.g.e.,
[600] A’raf,
[601] Taha,
[602] Teğabün,
[603] İbn Sa’d, “Kenzu’l-ummâl”,
[604] Beyhakî, a.g.e., s.
[605] Şuarâ,
[606] Buhârî,
[607] Müslim,
[608] Kurtubî, a.g.e.,
[609] Buruc,
[610] Hud,
[611] Duhan,
[612] Buhârî,
[613] Hud,
[614] Hud,
[615] Hud,
[616] A’raf,
[617] Tevbe,
[618] Hud,
[619] Kurtubî, a.g.e.,
[620] Nisa,
[621] Müslim,
[622] A’raf,
[623] Bakara,
[624] Teğabün,
[625] Fatır,
[626] İsrâ,
[627] Sebe,
[628] Kurtubî, a.g.e.,
[629] Beyhakî, a.g.e., s.
[630] Sebe,
[631] İbrahim,
[632] Kurtubî, a.g.e.,
[633] el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn, s.
[634] Kurtubî, a.g.e.,
[635] Bakara,
[636] Râzî, a.g.e., s.
[637] Zümer,
[638] Tirmizî,
[639] Buhârî,
[640] İbrahim,
[641] Tirmizî,
[642] Lokman,
[643] Kurtubî, a.g.e.,
[644] Hac,
[645] Nisa,
[646] Maide,
[647] Beyhakî, a.g.e., s.
[648] Gazâlî, a.g.e., s.
[649] Ra’d,
[650] Nisa,
[651] Mücadele,
[652] el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn, s.
[653] el-Herrâs, “Şerhu’n-nûniyye”,
[654] A’raf,
[655] Âl-i İmrân,
[656] Râzî, a.g.e., s.
[657] Nisa,
[658] Nisa,
[659] Nisa,
[660] İbn Kayyim, “Şifâu’l-alîl”, s.
[661] İsrâ,
[662] İsrâ,
[663] İsrâ,
[664] Kenzu’l-ummâl,
[665] Râzî, a.g.e., s.
[666] En’am,
[667] Nisa,
[668] Nisa,
[669] Zümer,
[670] Meryem,
[671] ez-Züccâcî Ebü’l-Kasım, “İştikâku esmaillahi ve sıfâtihi fi’t-tenzîl”.
[672] Nisa,
[673] Nisa,
[674] En’am,
[675] Ahzab,
[676] Bakara,
[677] Meryem,
[678] Tevbe,
[679] A’raf,
[680] Âl-i İmrân,
[681] el-Halîmî’den nakledilmiştir.
[682] Buhârî,
[683] Ahzab,
[684] Bakara,
[685] Meryem,
[686] Muhammed,
[687] Tirmizî,
[688] Buhârî,
[689] Buhârî,
[690] Buhârî,
[691] Nahl,
[692] İbrahim,
[693] Meryem,
[694] İbrahim,
[695] Kurtubî, a.g.e.,
[696] Nisa,
[697] Hac,
[698] İbn Kayyim, “Uddetu’s-sâbirîn”, s.
[699] İbn Kayyim, a.g.e., s.
[700] Fatır,
[701] Fatır,
[702] Meryem,
[703] İbrahim,
[704] İbn Kayyim, a.g.e., s.
[705] Âl-i İmrân,
[706] Şûrâ,
[707] Ra’d,
[708] En’am,
[709] İbn Kayyim, a.g.e., s.
[710] Âl-i İmrân,
[711] Kurtubî, a.g.e.,
[712] Bakara,
[713] Tirmizî,
[714] İhlas,
[715] Beyhakî, a.g.e., s.
[716] İhlas,
[717] Kurtubî, a.g.e.,
[718] Şûrâ,
[719] Şûrâ,
[720] Şûrâ,
[721] İbn Kayyim, “es-Savâiku’l-mürsele”, s.
[722] Kurtubî, a.g.e.,
[723] En’am,
[724] A’raf,
[725] A’raf,
[726] Zuhruf,
[727] Ra’d,
[728] Tirmizî,
[729] Kurtubî, a.g.e.,
[730] Maide,
[731] Râzî, a.g.e., s.
[732] İzz b. AbdusSelâm, a.g.e., s.
[733] En’am,
[734] Kurtubî, a.g.e.,
[735] Kurtubî, a.g.e.,
[736] Râzî, a.g.e., s.
[737] İbn Kayyim, “el-Fevâid”, s.
[738] İbn Receb el-Hanbelî, “Câmiu’l-ulûm ve’l-hikem”, s.
[739] Şûrâ,
[740] Şûrâ,
[741] En’am,
[742] Enfal,
[743] İbn Kayyim, “el-Fevâid”, s.
[744] Nisa,
[745] Müslim,
[746] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[747] İbrahim,
[748] Beyhakî, a.g.e., s.
[749] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[750] Gazâlî, a.g.e., s.
[751] Râzî, a.g.e., s.
[752] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[753] Bakara,
[754] Buhârî,
[755] Beyhakî, a.g.e., s.
[756] Beyhakî, a.g.e., s.
[757] Kasas,
[758] Râzî, a.g.e., s.
[759] Zümer,
[760] Şûrâ,
[761] Hac,
[762] Hac,
[763] el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn, s.
[764] Hac,
[765] Tirmizî,
[766] Beyhakî, a.g.e., s.
[767] Âl-i İmrân,
[768] Kurtubî, a.g.e.,
[769] es-Sa’dî, a.g.e.,
[770] Ra’d,
[771] Furkan,
[772] Râzî, a.g.e., s.
[773] el-Herrâs, “Şerhu’n-nûniyye”,
[774] Zümer,
[775] Tirmizî,
[776] Necm,
[777] el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn, s.
[778] Nisa,
[779] Şûrâ,
[780] Âl-i İmrân,
[781] A’raf,
[782] Ebû Davud,
[783] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[784] Tevbe,
[785] Buhârî,
[786] Tirmizî,
[787] Beyhakî, a.g.e., s.
[788] Tâ-Hâ,
[789] Beyhakî, a.g.e., s.
[790] Bakara,
[791] Meryem,
[792] Râzî, a.g.e., s.
[793] Bakara,
[794] Ra’d,
[795] A’la,
[796] Râzî, a.g.e., s.
[797] Gazâlî, a.g.e., s.
[798] Râzî, a.g.e., s.
[799] Râzî, a.g.e., s.
[800] En’am,
[801] Nahl,
[802] Râzî, a.g.e., s.
[803] İbn Kayyim, “es-Savâiku’l-mürsele”,
[804] Secde,
[805] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn, s.
[806] Mü’min,
[807] Zümer,
[808] Hicr,
[809] Kurtubî, a.g.e.,
[810] Beyhakî, a.g.e., s.
[811] Kurtubî, a.g.e.,
[812] Hac,
[813] Beyhakî, a.g.e., s.
[814] Kurtubî, a.g.e.,
[815] Kurtubî, a.g.e.,
[816] Buhârî,
[817] Fatır,
[818] Ahzab,
[819] Zümer,
[820] Hicr,
[821] Sad,
[822] Nisa,
[823] Zümer,
[824] Bakara,
[825] Bakara,
[826] Ra’d,
[827] Gazâlî, a.g.e., s.
[828] Gazâlî, a.g.e., s.
[829] Enfal,
[830] Tâ-Hâ,
[831] Âl-i İmrân,
[832] Zariyat,
[833] Âl-i İmrân,
[834] Buhârî,
[835] Buhârî,
[836] Müslim,
[837] Müslim,
[838] Kurtubî, a.g.e.,
[839] Nur,
[840] En’am,
[841] Tâ-Hâ,
[842] İbn Kayyim, “el-Fevâid”, s.
[843] Râzî, a.g.e., s.
[844] Gazâlî, a.g.e., s.
[845] Fatır,
[846] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn, s.
[847] Alak,
[848] Leyl,
[849] Ebû Davud,
[850] İbn Mâce,
[851] İsrâ,
[852] Ahmed,
[853] Buhârî,
[854] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn, s.
[855] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn, s.
[856] Fatır,
[857] Sahih bir hadistir.
[858] Enbiya,
[859] Naziat,
[860] Enbiya,
[861] Enbiya,
[862] İsrâ,
[863] Beyhakî, a.g.e., s.
[864] En’am,
[865] En’am,
[866] Müslim,
[867] Felak,
[868] Rum,
[869] Kurtubî, a.g.e.,
[870] Sebe,
[871] Enfal,
[872] Sebe,
[873] Râzî, a.g.e., s.
[874] En’am,
[875] Maide,
[876] Maide,
[877] Maide,
[878] Nisa,
[879] Nur,
[880] En’am,
[881] Zümer,
[882] Kasas,
[883] İbn Mâce,
[884] Kıyamet,
[885] Ahkaf,
[886] Kehf,
[887] Beyhakî, a.g.e., s.
[888] Beyhakî, a.g.e., s.
[889] Gazâlî, a.g.e., s.
[890] Buhârî,
[891] Bu hadisin kaynağı daha önce belirtilmişti.
[892] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn, s.
[893] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[894] En’am,
[895] Ra’d,
[896] Beyhakî, a.g.e., s.
[897] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn, s.
[898] Kurtubî, a.g.e.,
[899] İnsan,
[900] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[901] Muhammed,
[902] Duha,
[903] Kurtubî, a.g.e.,
[904] Yusuf,
[905] Mücadele,
[906] Nisa,
[907] Haşr,
[908] Beyhakî, a.g.e., s.
[909] Kurtubî, a.g.e.,
[910] Bakara,
[911] Bakara,
[912] İbn Kayyim, “Şifâu’l-alîl”, s.
[913] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[914] Râzî, a.g.e., s.
[915] Bakara,
[916] Sebe,
[917] Buhârî,
[918] Beyhakî, a.g.e., s.
[919] Bakara,
[920] el-Herrâs, “Şerhu’n-nûniyye”,
[921] Saffat,
[922] Hud,
[923] Neml,
[924] Mü’min,
[925] Fecr,
[926] Kurtubî, a.g.e.,
[927] Beyhakî, a.g.e., s.
[928] Mü’min,
[929] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[930] Hac,
[931] Zariyat,
[932] Beyhakî, a.g.e., s.
[933] Beyhakî, a.g.e., s.
[934] Râzî, a.g.e., s.
[935] Râzî, a.g.e., s.
[936] Ra’d,
[937] Haşr,
[938] Beyhakî, a.g.e., s.
[939] Beyhakî, a.g.e., s.
[940] “Teysîru’l-kerîmu’r-rahmân”,
[941] Mü’min,
[942] İbn Kayyim, “Şifâu’l-alîl”, s.
[943] Râzî, a.g.e., s.
[944] Gazâlî, a.g.e., s.
[945] Râzî, a.g.e., s.
[946] Gazâlî, a.g.e., s.
[947] Kurtubî, a.g.e.,
[948] En’am,
[949] Yunus,
[950] Beyhakî, a.g.e., s.
[951] Zümer,
[952] Müslim,
[953] Beyhakî, a.g.e., s.
[954] Nahl,
[955] Buhârî,
[956] Beyhakî, a.g.e., s.
[957] Âl-i İmrân,
[958] Kurtubî, a.g.e.,
[959] Müslim,
[960] Müslim,
[961] En’am,
[962] Şûrâ,
[963] Beyhakî, a.g.e., s.
[964] Gazâlî, a.g.e., s.
[965] Şûrâ,
[966] Lokman,
[967] Nisa,
[968] Kurtubî, a.g.e.,
[969] Râzî, a.g.e., s.
[970] Kehf,
[971] İbn Kayyim, “Şifâu’l-alîl”,
s.
[972] Tâ-Hâ,
[973] Râzî, a.g.e., s.
[974] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[975] Mülk,
[976] Burûc,
[977] Beyhakî, a.g.e., s.
[978] Bakara,
[979] En’am,
[980] Rum,
[981] Yasin,
[982] Yasin,
[983] Yasin,
[984] Yasin,
[985] Yasin,
[986] Kurtubî, a.g.e.,
[987] Cin,
[988] Beyhakî, a.g.e., s.
[989] Râzî, a.g.e., s.
[990] Fussilet,
[991] Talak,
[992] Cin,
[993] Beyhakî, a.g.e., s.
[994] Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân,
[995] İbrahim,
[996] Kurtubî, a.g.e.,
[997] Râzî, a.g.e., s.
[998] Hud,
[999] Burûc,
[1000] Beyhakî, a.g.e., s.
[1001] Râzî, a.g.e., s.
[1002] el-Hakku’l-vâdihu’l-mübîn, s.
[1003] Gazâlî, a.g.e., s.
[1004] Hud,
[1005] İsrâ,
[1006] Rahmân,
[1007] Rahmân,
[1008] Neml,
[1009] Nisa,
[1010] Mümtehine,
[1011] Burûc,
[1012] İbn Kayyim, “Celâu’l-efhâm”, s.
[1013] Maide,
[1014] A’raf,
[1015] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[1016] Râzî, a.g.e., s.
[1017] Yusuf,
[1018] Yusuf,
[1019] Bakara,
[1020] Kasas,
[1021] A’raf,
[1022] İnsan,
[1023] Mü’min,
[1024] İnsan,
[1025] Beled,
[1026] Nahl,
[1027] Âl-i İmrân,
[1028] Yunus,
[1029] Mücadele,
[1030] Zümer,
[1031] Fatır,
[1032] Buhârî,
[1033] Kurtubî, a.g.e.,
[1034] Haşr,
[1035] Mü’minûn,
[1036] Müslim,
[1037] Buhârî,
[1038] İnfitar,
[1039] Kurtubî, a.g.e.,
[1040] Tin,
[1041] Râzî, a.g.e., s.
[1042] Casiye,
[1043] Kaf,
[1044] Rum,
[1045] Kurtubî, a.g.e.,
[1046] Bakara,
[1047] Bakara,
[1048] Bakara,
[1049] Kurtubî, a.g.e.,
[1050] Mü’minûn,
[1051] Kamer,
[1052] Âl-i İmrân,
[1053] Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân,
[1054] İbn Kayyim, “el-Fevâid”,
[1055] İbn Kayyim, “Bedâiu’l-fevâid”,
[1056] Âl-i İmrân,
[1057] Hakka,
[1058] Maide,
[1059] Mesed,
[1060] Kurtubî, a.g.e.,
[1061] Nisa,
[1062] Münafikun,
[1063] Râzî, a.g.e., s.
[1064] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[1065] Buhârî,
[1066] Buhârî,
[1067] Ma’un,
[1068] Haşr,
[1069] Fatır,
[1070] Zümer,
[1071] Kurtubî, a.g.e.,
[1072] İbrahim,
[1073] Buhârî,
[1074] Enbiya,
[1075] es-Sa’dî, “Tavdihu’l-kâfiyetu’ş-şâfiye”, s.
[1076] Beyhakî, a.g.e., s.
[1077] İnşirah,
[1078] Râzî, a.g.e., s.
[1079] Kurtubî, a.g.e.,
[1080] Râzî, a.g.e., s.
[1081] Yunus,
[1082] Beyhakî, a.g.e., s.
[1083] Nisa,
[1084] Kurtubî, a.g.e.,
[1085] Kurtubî, a.g.e.,
[1086] İbn Kesir, a.g.e.,
[1087] Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân,
[1088] Râzî, a.g.e., s.
[1089] Bakara,
[1090] Kurtubî, a.g.e.,
[1091] Ebû Davud,
[1092] Âl-i İmrân,
[1093] Hucurât,
[1094] Sahih bir hadistir.
[1095] Beyhakî, a.g.e., s.
[1096] Nahl,
[1097] Kurtubî, a.g.e.,
[1098] Âl-i İmrân,
[1099] Teysiru’l-kerîmi’r-rahmân,
[1100] Kurtubî, a.g.e.,
[1101] Âl-i İmrân,
[1102] Nisa,
[1103] Saffat,
[1104] Tur,
[1105] İbrahim,
[1106] Rağıb el-Isfahani, “Müfredatu garibi’l-kur’an”, s.
[1107] Bakara,
[1108] Müslim,
[1109] Müddesir,
[1110] İbn Kesir,
[1111] Buhârî,
[1112] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn, s.
[1113] Haşr,
[1114] Âl-i İmrân,
[1115] İbn Kesir,
[1116] Ahmed, “Müsned”,
[1117] Haşr,
[1118] Yunus,
[1119] Beyhakî, a.g.e., s.
[1120] İbn Kesir,
[1121] Burûc,
[1122] Ra’d,
[1123] Râzî, a.g.e., s.
[1124] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[1125] Hac,
[1126] Buhârî,
[1127] Beyhakî, a.g.e., s.
[1128] Şûrâ,
[1129] Beyhakî, a.g.e., s.
[1130] Bakara,
[1131] Muhammed,
[1132] Âl-i İmrân,
[1133] Âl-i İmrân,
[1134] Âl-i İmrân,
[1135] Kehf,
[1136] Buhârî,
[1137] Âl-i İmrân,
[1138] Âl-i İmrân,
[1139] Maide,
[1140] Kurtubî, a.g.e.,
[1141] Enfal,
[1142] Şûrâ,
[1143] Hud,
[1144] Tirmizî,
[1145] Enfal,
[1146] Muhammed,
[1147] Bakara,
[1148] Nisa,
[1149] Buhârî,
[1150] Kurtubî, a.g.e.,
[1151] Beyhakî, a.g.e., s.
[1152] Âl-i İmrân,
[1153] Bakara,
[1154] İhlas,
[1155] İhlas,
[1156] Râzî, a.g.e., s.
[1157] Buhârî,
[1158] Beyhakî, a.g.e., s.
[1159] A’raf,
[1160] Hud,
[1161] Şuarâ,
[1162] İbrahim,
[1163] A’raf,
[1164] Burûc,
[1165] Bakara,
[1166] Tâ-Hâ,
[1167] Kasas,
[1168] Kasas,
[1169] Enbiya,
[1170] Enbiya,
[1171] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn, s.
[1172] İbn Kayyim, “Tarîku’l-hicreteyn, s.
[1173] Hac,
[1174] Furkan,
[1175] En’am,
[1176] Nahl,
[1177] İbrahim,
[1178] Malik, “Muvatta”,
[1179] Ra’d,
[1180] Şûrâ,
[1181] Kasas,
[1182] Bakara,
[1183] Muhammed,
[1184] Saffat,
[1185] Müslim,
[1186] Casiye,
[1187] Kehf,
[1188] Yasin,
[1189] Maide,
[1190] En’am,
[1191] Kurtubî, a.g.e.,
[1192] Enfal,
[1193] Sahih bir hadis olup, tahrici daha önce yapılmıştı.
[1194] Ra’d,
[1195] Saffat,
[1196] Hud,
[1197] Mücadele,
[1198] Şûrâ,
[1199] Kasas,
[1200] Tâ-Hâ,
[1201] Kurtubî, a.g.e.,
[1202] Hicr,
[1203] Beyhakî, a.g.e., s.
[1204] Mü’min,
[1205] Bakara,
[1206] Beyhakî, a.g.e., s.
[1207] Râzî, a.g.e., s.
[1208] Mü’min,
[1209] Bakara,
[1210] Ra’d,
[1211] Ra’d,
[1212] Bu bir hadis değil, bazı salih kullardan rivayet edilen bir sözdür.
[1213] Tahrim,
[1214] Kurtubî, a.g.e.,
[1215] Hud,
[1216] Burûc,
[1217] İbn Kayyim, “Celâü’l-efhâm”, s.
[1218] Meryem,
[1219] Râzî, a.g.e., s.
[1220] Kahtânî, “Esmau’l-llahi’l-hüsna”, s.
[1221] Âl-i İmrân,
[1222] Burûc,
[1223] Hud,
[1224] Bakara,
[1225] İbn Kayyim, “Ravdatu’l-mühibbin”, s.
[1226] İzz b. Abdüsselâm, a.g.e., s.
[1227] Nisa,
[1228] Âl-i İmrân,
[1229] İsrâ,
[1230] Kurtubî, a.g.e.,
[1231] Kasas,
[1232] Beyhakî, a.g.e., s.
[1233] Hâkim,
[1234] Kurtubî, a.g.e.,
[1235] Maide,
[1236] Âl-i İmrân,
[1237] Talak,
[1238] Mümtehine,
[1239] Mülk,
[1240] Neml,
[1241] Nisa,
[1242] Furkan,
[1243] Âl-i İmrân,
[1244] İbrahim,
[1245] Âl-i İmrân,
[1246] Enfal,
[1247] Buhârî,
[1248] Buhârî,
[1249] Âl-i İmrân,
[1250] Müslim,
[1251] Tirmizî,
[1252] Tirmizî,
[1253] İbn Kayyim, “Medâricu’s-sâlikîn”,
[1254] Kurtubî, a.g.e.,
[1255] Âl-i İmrân,
[1256] Sad,
[1257] Âl-i İmrân,
[1258] Sad,
[1259] Bakara,
[1260] Beyhakî, a.g.e., s.
[1261] Âl-i İmrân,
[1262] Kurtubî, a.g.e.,
[1263] Hac,
[1264] Müslim,
[1265] Kurtubî, a.g.e.,
[1266] A’râf,
[1267] Kureşî, el-Cevâhiru’l-Mudiyye, I/
[1268] Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s.
[1269] Gazzâlî, el-Maksadu’l-Esnâ, s.
[1270] Ahmed b. Hanbel, I/
[1271] Ebû Abdullah el-Hâlimî, el-Minhâc, I/
[1272] A’râf:
[1273] Buhârî, Tevhid
[1274] Müstefiz: Fıkıh alimlerinin tarifine göre, meşhur
hadisin karşılığıdır. Hadisçilere göre meşhur hadisin tarifi ise; ikiden fazla
geliş yolu olan, fakat mütevatir derecesine ulaşmayan hadistir. Bununla
birlikte meşhur ile müstefiz arasında farklılık olduğunu söyleyen alimler de
vardır.
Bunlardan kimine göre, meşhur; ilk asırda
aslı olup ümmet tarafından kabul edilen sonradan yaygın olan hadistir. Müstefiz
ise; tevatür derecesine varmaksızın en az üç sahabi tarafından naklolunan
hadistir. Buna göre her müstefiz hadis meşhur ise de, her meşhur hadis müstefiz
değildir. (ç)
[1275] A’râf:
[1276] Sâd:
[1277] A’râf:
[1278] Buhârî, Tevhid
[1279] İbnu’l-A’râbî, Ahkâmu’l-Kur’an,
[1280] Bedâiu’l-Fevâid,
[1281] Muhammed Ebû Zehra, el-Mezâhibu’l-İslâmiyye, s.
[1282] Yusuf Büdeyvî, İbn Kayyim’in bazı kitaplarını tahkik
etmiştir. Bunlar şunlardır: “ed-Dâu ve’d-Devâ”, “el-Hâdi’l-Ervâh ilâ bilâdi’l-Efrâh”,
“er-Rûh”, “et-Tarîku’l-Hicreteyn”, “el-Vâbilu’s-Sayyib” gibi.
[1283] Bekir b. Abdullah Ebû Zeyd ise, İbn Kayyim’in Esmâu’l-Hüsnâ
konusundaki görüşlerini bir araya getirerek “et-Takrîb li Ulûmi İbni’l-Kayyim”
adlı kitabında toplamıştır. (ç)
[1284] Miftâh’us-Saâdet,
[1285] er-Rabb: Müslih (=islah edici), terbiye edici, Mabûd
ve itaat edilen efendi manalarındadır. (ç)
[1286] el-Kayyûm: Her varlığın kendisine bağlı olduğu kainatı yöneten yüce
varlık. Her şeyi yaratan, her canlıya rızık vererek hayatlarını daim eden,
besleyen, ayakta tutan, ölümü- hayatı taktir eden ve kendisinden hiçbir şey
eksilmeyen Allahu Teâlâ ‘Kayyûm’ dur. (ç.)
[1287] el-Melik: Görünen ve görünmeyen bütün alemlerin sahibi ve
yöneticisi. (ç.)
[1288] el-Hakk: Fiilen var olan, mevcûdiyet ve ulûhiyyeti gerçek olan. (ç.)
[1289] Zeccâc, “Onlar Allah’ı unuttular” âyeti kerîmesi hakkında şöyle
dedi: Onlar Allah’ı anmayı ve kendilerine emrettiklerini
unuttular. Bundan dolayı da Allah (c.c.) onları rahmet ve tevfîk ile anmayı
terk etti.
[1290] Miftâh’u Dâr’us-Saâdet,
[1291] el-Mâliku’l-Mülk: Mülkün sahibi, mülkünde dilediği gibi tasarruf
eden. (ç.)
[1292] el-Ganiyy: Nimet rahmet hazineleri sonsuz olup hiçbir şeye muhtaç
olmayan, zengin. (ç.)
[1293] Medâric’us-Sâlikîn,
[1294] Aynı yer
[1295] Medâric’us-Sâlikîn,
[1296] Ta’tîl: Dilde ta’tîl, boşaltmak (bir şeyin veya kavramın içini
boşaltmak) ve terk etmek demektir. Terim olarak ise, Allahu Teâlâ’nın isim ve
sıfatlarının tamamını veya bir kısmını inkar etmektir. (ç)
[1297] el-Berr: Kullarına karşı iyiliği bol olan. (ç.)
[1298] Yazar yedinci âyetin baş tarafını galiba tüm müslümanlar bildiği
için zikretmedi. (ç.)
[1299] er-Rahim: Esirgeyen, bağışlayan, engin merhamet sahibi, dünyada kendisine inanıp emirlerini
yerine getirenleri ahirette ebedi nimetlerle mükafatlandıracak olan. (ç.)
[1300] el-Hakk: Fiilen var olan, mevcudiyet ve ulûhiyyeti gerçek olan. (ç.)
[1301] Fevâid, s.
[1302] el-Ganiyy: Nimet rahmet hazineleri sonsuz olup hiçbir şeye muhtaç
olmayan. (ç.)
[1303] Hulûl: Girme, içine sokulma, dahil olma, geçişme, sızma. Tenasuh
inancına göre ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bedene girmesi. Gulatı
Şîanın; Allah (c.c.) Ali (r.a.)’nin bedenine girdi ve O’nun dili ile kullarına
hitap etti gibi batıl bir inanış. (ç.)
[1304] el-Kâdir: Dilediği gibi yapmaya gücü yeten; dilerse yapan, dilemezse
yapmayan. (ç.)
[1305] el-Alîm: Ezeli ilmiyle, büyük-küçük, gizli-aşikar,yaratılmış
yaratılmamış her şeyi bilen. (ç.)
[1306] es-Semî’: İşitmeye konu olan her şeyi hakkıyla işiten. (ç.)
[1307] el-Basîr: Tüm her şeyi kusursuzca gören. (ç.)
[1308] eş-Şehîd: Bilinen ve bilinmeyen her şeye şahittir. (ç.)
[1309] el-Evvel: Başlangıcı olmayan. (ç.)
[1310] el-Bâkî: Varlığının sonu olmayan. Tüm yaratıklar yok olduktan sonra
varlığı devam eden. (ç.)
[1311] el-Mütekellim: Konuşan demektir. Ancak vasıtasız konuşur kul
keyfiyetini bilemez.”Ve Allah Mûsâ ile gerçekten konuştu” (Nisâ,
[1312] es-Samed: Her şey kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir
şeye muhtaç olmayan eksiksiz varlık. (ç.)
[1313] el-Kuddûs: Hatadan, gafletten, acizlikten ve her türlü eksiklikten
çok uzak, pek temiz. (ç.)
[1314] es-Selâm: Her çeşit arıza, ayıp, afet ve eksiklikten salim olan her
türlü tehlikelerden kullarını selamete çıkaran. Cennetteki bahtiyar kullarına
selam eden. (ç.)
[1315] el-Adl: Bütün icraatları hak ve adalet üzere olan. (ç.)
[1316] En’âm,
[1317] Zümer,
[1318] Câsiye,
[1319] Mü’minûn,
[1320] el-Hamîd: Fiilleriyle ve nimetleriyle övgüye layık olan. EL-MECÎD: Şanı
yüce ve kadri büyük olan. (ç.)
[1321] el-Hakim: Hüküm ve hikmet sahibi, her şeyi olduğu gibi bilen,
gerekeni en güzel ve en faydalı şekilde
yapan. (ç.)
[1322] el-Hayy: Ezeli hayata sahip olan. (ç.)
[1323] er-Razzâk: Rızkları yaratan, kullarına bahşeden ve her canlının
rızkına kefil olan. (ç.)
[1324] el-Muhsin: İhsanda bulunan. el-Mu’ti: Dilediğine dilediği kadar
veren. el-Mennân: Çok ihsan eden. (ç.)
[1325] el-Aziz: Eşi, benzeri ve dengi bulunmayan; değerli, şerefli ve
güçlü; asla yenilmeyen, daima galip olan.
el-Hakim: Hüküm ve hikmet sahibi, her şeyi
olduğu gibi bilen, gerekeni en güzel ve en faydalı şekilde yapan. (ç.)
[1326] el-Halim: Cezalandırmaya gücü yettiği halde, hemen ceza vermeyen,
kullarının isyanlarına karşı hemen öfkeye kapılmayan. (ç.)
[1327] el-Mâni’: Koruyucu sebepler yaratarak zararları önleyen, istemediği
bir şeyin meydana gelmesini engelleyen. (ç.)
[1328] el-Gafûr: Bütün günahları bağışlayan, affediciliği tam olan. (ç.)
[1329] el-Muntekim: Zulüm etmeksizin intikam alan. (ç.)
[1330] et-Teveddüd: Mahlukatını seven ve onların hayrını isteyen, iyi
kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren. (ç.)
[1331] el-Lutuf: Allah’ın muvaffak kılması, koruyup himaye etmesi.
EL-LATİF: En ince ve gizli işleri, bütün incelikleri ile bilen ve onlara çok
kolay nüfuz eden. Kullarına sezilmez yollardan faydalar ulaştıran. (ç.)
[1332] el-Ceberrût: Kudret, azamet, kahır ve üstünlük. (ç.)
[1333] el-Kibriyâ: Ululuk, yücelik, azamet. (ç.)
[1334] el-Cevvâd: Cömertliği çok. (ç.)
[1335] el-Vitr: Tek, eşsiz. (ç.)
[1336] el-Cemil: Güzellik sahibi, güzel. (ç.)
[1337] el-Hayiy: Haya sahibi. (ç.)
[1338] eş-Şekûr: Kendisine yapılan şükürleri kabul eden ve çok ecirle
karşılık verendir. (ç.)
[1339] es-Sabûr: Çok sabırlı. Azab etmekte acele etmeyen, cezayı belli bir
vakte kadar erteleyen. (ç.)
[1340] el-Halim: Cezalandırmaya gücü yettiği halde, hemen ceza vermeyen,
kullarının isyanlarına karşı hemen öfkeye kapılmayan. (ç.)
[1341] Müslim, Birr
[1342] el-Ganiyy: Nimet rahmet hazineleri sonsuz olup hiçbir şeye muhtaç olmayan.
el-Hamîd:
Fiilleriyle ve nimetleriyle övgüye layık olan. (ç.)
[1343] Miftâhu’s-Saadet,
[1344] Tibyân, s.
[1345] Medâricu’s-Sâlikîn,
[1346] Aynı yer.
[1347] Buhârî, Tevhîd
[1348] Buhârî, Edeb
[1349] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1350] Sıfat ile na’t arasındaki fark, daha sonra müellif tarafından
açıklanacaktır. (ç)
[1351] Buhârî, Deavât
[1352] Ebû Dâvud, Salat (
[1353] Bedâiu’l-Fevâid,
[1354] Tevessül: “el-Vesile” kelimesinden türemiştir.
el-Vesile: Bir şeye “istek” ile ulaşmadır. İstek-arzu anlamını içerdiğinden “el-Vasile”
ifadesinden daha dar anlamdadır. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “O’na vesile (=yaklaşma yol) arayın” (el-Maide,
Allah (c.c.)’a (yaklaştıran) gerçek vesile;
ilim ve ibadetle onun yolundan gitmek ve şeriatın güzelliklerini benimsemektir.
Kurbet (Allah’a yakınlık) gibi. el-Vasil, Allah’ı arzulayandır (Rağıb
el-İsfahan, Müfredât, s.
el-Vesîle; yakınlık, vasıta ve kendisiyle birşeye ulaşılabilen ve
yakınlaşma sağlanabilen şey anlamındadır. Çoğulu, “vesâil’dir (en-Nihâye,
“el-Vesile” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de iki
yerde kullanılmıştır:
İbn Cerîr, âyeti şöyle tefsir eder; “O’na
vesile arayın” yani “onu hoşnud edecek ameller işleyerek ona yaklaşmayı dileyin”
(Tefsir’üt-Taberî, VI/
Hafız İbn Kesir de şunu kaydediyor: “O’na vesile arayın” İbn Abbas (r.a)’dan “yaklaşma” diye nakledilmiştir. Mücahid, Ebû Vail
el-Hasen, Katâde, Abdullah b. Kesîr, Süddî, İbn Zeyd ve daha birçok kişi aynı
görüşü paylaşıyor. Katâde âyeti şu şekilde tefsir eder: O’na boyun eğerek ve
onu hoşnud edecek ameller işleyerek ona yaklaşın. Mezkûr imamların söylemek
istedikleri de budur ve bu konuda müfessirler arasında herhangi bir görüş
ayrılığı yoktur (İbn Kesir Tefsîr, II/
Selef ekolü müteahhirinin örfünde yaygın olan
tevessül şu şekildedir:
Hakkında Kitab’dan ve sahih hadislerden bir
delil bulunan tevessül üç kısma ayrılır.
a. Allah (c.c.)’ın güzel isimlerinden veya yüce sıfatlarından
biriyle O’na tevessül. Örneğin şöyle dua etmesi
gibi: “Allah’ım! sen Rahmân ve Rahim’sin, senden merhamet diliyorum...”
b.
Dua eden kişinin işlediği amel-i
salihle tevessülü. “Allah’ım sana olan inancımla ve
senin için olan sevgimle ve rasulüne tabi olmamla beni bağışla.” Veya dua eden
kimsenin, Allah (c.c.)’a olan sevgisi, ondan korkusu ve dilekleri için yaptığı
iyi işleri zikreden ve duasında bunlarla tevessül eder. Konuyla ilgili delil
şudur: “Öyle kullar ki,
“Ey Rabbimiz! İman ettik, öyleyse bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından
koru!” derler” (Âl-i İmrân,
“Üç kişi mağaraya girmişler ve (büyük bir
kaya ile) mağara üzerlerine kopanmış. Her biri yapmış olduğu iyi işlerle
tevessül ederek Rabbine yalvarmış ve kaya kapının (çıkış bölümünün) önündeki
kaya yarılmış ve böylece çıkmışlar...” (Buharî, İcâre
c. Yaşamakta olan salih bir insanın duasıyla yapılan
tevessül: Sahabe-i Kiram (r.a) zor duruma düştüklerinde Rasulüllah (s.a.s)’a
gider ve ondan kendileri için dua etmelerini dilerlerdi (Bkz. Buharî, Cum’a
A’mâ hadisi de bu kabildendir. O Rasulüllah
(s.a.s)’a gelmiş ve ondan dua etmesini istemiştir. O da a’maya, duasıyla Allah
(c.c.)’a tevessül etmeyi öğretmiştir (Tirmizi, Da’avât
Görüş
ayrılığı olan vesîle ise; makam, hürmet, büyüklük; ölmüş kimselerle, dirilerle,
hali hazırda bulunmayanlarla dua etmek ve menfaat sağlamak, sıkıntıları
gidermek için onlardan yardım istemek yada onlardan şefaat ve dua dilemek gibi.
(ç)
[1355] Ebû Dâvûd, Salat (
[1356] Ebû Dâvûd, Salat (
[1357] Ahmed b. Hanbel,
[1358] Ahmed b. Hanbel,
[1359] Şifâu’l-Alîl, s.
[1360] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1361] Bu,
[1362] Müslim, Salâtu’l- Musafirîn (
[1363] Zulüm, hikmet ve adaletin zıttıdır. (ç.)
[1364] Şifâu’l-Alîl, s.
[1365] Hâdi’l-Ervâh, s.
[1366] Mütekellifler: Adeti
olmayan işleri yapmaya çalışan, ehil olmayan kimselerdir. (ç.)
[1367] Fevâid, s.
[1368] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1369] Arapça dilbigisinde; zarfların, câr ile mecrûrların taallukundan
bahsedilmiştir. Bunlar, Arapça dilbilgisi kurallarıyla alakalıdır. (ç.)
[1370] Cilâu’l-Efhâm. s.
[1371] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1372] Miftâhu’s-Saâdet,
[1373] Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Bölüm
[1374]
Havass: ilimli, kültürlü alim. Avamın
zıttı. (ç.)
[1375] Müşkil: Karışık olan, mücmel olan ( kapalı olan) (ç.)
[1376] İmam Taberî bu âyet hakkında Suddî’den şu sözü nakletmiştir: Gündüz
geceden ayrılıncaya kadar. Sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Bunun benzeri
İbni Abbâs’tan nakledilmiştir. (Taberî Tefsiri,
[1377] Muhtasaru Savâiki’l-Mürsele, s.
[1378] Dr. Said Ramazan el-Bûtî, müteşâbih naslar ve sıfatları içeren
ayetler hakkında şöyle der: “Buradaki bakış açısı müteşâbihlerin ve sıfatları
içeren ayetlerin lafızlarının tefsirinin zahirine göre yapılmasıdır.Yüce Allah’ı
yaratılanlara benzetmekten ve ortaktan tenzih etmekle birlikte bu mesele
üzerinde ittifak oluşmuştur. Bu ittifak ise bu ayetlerin uzuv ve cisim olarak
tefsir edilmesini reddetmeyi içermektedir. Misal olarak şöyle denmiştir: ‘Yüce
Allah Arşına istivâ etmiştir.’ Nitekim şöyle denmiştir: ‘İstivâ, O’nun
yüceliğine ve birliğine yakışır bir şekildedir. O’nun eli vardır ancak
Ulûhiyetine ve Celâline yakıştığı şekildedir.” B.k.z: es-Selefiyyetu Merhaletun
Zamaniyyetun Mubareketun s.
[1379] Fa’âl: Mubalağa ismi fail kalıbıdır. “Çok iş yapan”, “çok
faal” manasındadır.
[1380] Medlul: taşıdığı mana ile kendisiyle isimlenen şey. Her
ismin delalet ettiği şeye medlul denir. Mesela, güneş kelimesi bazı harflerin
birleşmesiyle mana taşıyan bir kelime olmuştur. Bu kelimenin medlulü ise her
gün dünyamızı aydınlatan ve ısıtan bir yıldızdır. (ç.)
[1381] Savâiku’l-Mürsele, s.
[1382] Merh (=badiye ağacı) ve Afâr, iki ağacın isimleridir. Bu ağaçlar,
yaş olmasına rağmen çakmak taşı gibi ateş çıkarırlar ve onlardan ateş elde
edilir. (ç.)
[1383] Salat ve selamın sonunda “İnneke Hamîdun Mecîd” denir. (ç.)
[1384] Ahmed b. Hanbel,
[1385] Bu hadisin tahrici daha önce geçmişti.
[1386] Zeccâc, Meâni’l-Kur’ân,
[1387] Bedâiu’l-Fevâid,
[1388] SIFÂT-I SELBİYYE: Yüce Allah’ın zâtına ve varlığına
yakışmayan, o yüce zât hakkında mümteni’ (=imkansız) olan vasıflar. Zaten “selbetmek”;
kaldırmak, uzaklaştırmak, tenzih etmek anlamındadır. İşte bu sebeple yüce Allah’ın
zâtî ve sübûtî sıfatlarının zıtlarına “sıfât-ı selbiyye” denmiştir ki; bunlar, yüce Allah’ın zâtına
mümteni’ olan, yaraşmayan sıfatlardır. Başka bir deyişle Cenab-ı Hakk, bu çeşit
zıt sıfatlarla, yaratıklara mahsus olan bu olumsuz özelliklerle muttasıf
değildir. Bu yüzden sıfât-ı selbiyye denmiştir ki; şayet böyle bir sıfat
verilmemesi düşünülmüş ise, bu vasıf O’ndan selbedilsin, yani bu özellik O’nun
yüce zâtından kaldırılsın. İşte bunun için sıfât-ı selbiyyeye “Tenzihât” da
denir. Bunun anlamı, “bütün bu olumsuz özelliklerden, noksanlık ve
eksikliklerden Yüce Allah “berîdir, uzaktır” demektir.
Sıfât-ı selbiyye veya Yüce Allah’ın zâtından
selbedilen hususlar, sıfât-ı zâtiyye ve sıfât-ı sübûtiyye başlıkları altında
sayılan on dört sıfatın zıtlarıdır. Bunlar şunlardır:
İşte sıfât-ı selbiyye denilen bu olumsuz
özellikler, Yüce Allah’ın zâtından kaldırıldığı için, “tenzihât” olarak
değerlendirilmiş ve sıfat olarak kabul edilmemiştir. Zira Cenab-ı Hakk, akıl ve
hayâle gelen ve gelebilecek olan her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzeh,
bütün kemâl sıfatlarla ve özelliklerle muttasıftır.
[1389] SIFÂT-I SÜBUTİYYE: Yüce Allah’ın zatının gereği olan ve bu
zattan ayrılmayan, ezelî ve ebedî olan vâcib sıfatlar. Bu sıfatların hepsi Kur’an
ayetleriyle sabit oldukları ve bu ayetlerden çıkarıldıkları için ve varlıkları
Yüce Allah’ın zatında isbat edilmiş olduğu için, “sübutî sıfatlar” diye isimlendirilmişlerdir. Yüce Allah bu sıfatlarla ta ezelde vasıflanmış
idi. Bu sıfatların hiç biri sonradan kazanılmış (hâdis) sıfatlardan değildir.
Bunların da her biri Yüce Allah’ın zatıyla kaimdir. O’nun Yüce zatı ve varlığı
düşünülmeden bu sıfatlardan bahsetmek de mümkün olmaz. Bu sıfat-ı sübutiyye
şunlardır:
“İçinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de
açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir...” (Âl-i İmrân,
Yüce Allah’ın alemleri yaratmak, rızık
vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, azab etmek,
mükafatlandırmak gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına râcidir, yani Tekvîn
sıfatının tealluklarının başka başka olmasıyla bu isimleri alır. İşte Tekvîn
sıfatının bütün bu tealluklarına “sıfât-ı fiiliyye” de denir.
[1390] Muhakkak ki Sahabe ve İslam alimleri Esmâu’l-Hüsnâ’yı saydıkları
zaman türemiş olanı, izafe olanı ve bir yerde almış olduğu ismi asıl üzere icra
ederek ve nahiv kaidelerine dayandırarak zikretmişlerdir. (İbnu’l-A’râbî,
Ahkâmu’l-Kur’ân, s.
[1391] Tevkifî: Bir şeyin vahye dayanmasına denir. (ç.)
[1392] Şihabu’l-Haffâci şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın isimleri mutlak
manada tevkîfîdir. Bu meşhur olan görüştür. İsimler hakkında birçok görüş
vardır. Kimileri, tevkîf; isimlerindedir, sıfatlarında değil dediler.
Kimileride noksanlığın düşünülmediği yerde mutlak olarak isimlendirilmesi caiz
olur dediler. Bazıları da Yüce Allah’ın sözünde ismin bir maddesinin bulunması
yeterlidir dediler. Doğru olan birinci görüştür.” Hâşiyetu’ş-Şihâb,
[1393] Bu hadis daha önce geçmişti. Müslim, Salâtu’l- Musafirîn (
[1394] Gazzâlî “el-Maksadu’l-Esnâ” adlı eserinde şu
hadisleri zikretmiştir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Yüce
Allah’ın ahlakı ile ahlaklanın” başka bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Muhakkak
ki Yüce Allah’ın ahlakı şöyle ve şöyledir. Kim onlardan birisi ile ahlaklanırsa
cennete girer”
el-Maksadu’l-Esnâ, s.
[1395]
Ebû Hakîm b. Berrecan’ın asıl adı,
Abdusselam b. Abdurrahman Ebû Hakîmdir. “Tefsîru’l-Kur’ân” ve “Esmâu’l-Hüsnâ Şerhi” adlı eserleri vardır. Hicri
[1396] Bu Yüce Allah’ın şu âyeti kerimesidir: “En güzel isimler (=Esmâu’l-Hüsnâ) Allah’ındır.
O halde O’na o güzel isimlerle dua edin” (A’râf,
[1397] Burada HA-LA-KA fiili yaptı manasına kullanılmıştır. Nitekim Yüce
Allah Kur’ân’da İsâ (a.s.)’nın şu sözlerini bildirmiştir:
“O, İsrâil oğullarına bir elçi olacak (ve onlara şöyle diyecek:) Size
Rabbinizden bir mucize getirdim: Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim
ve Allah’ın izni ile o kuş oluverir” Bu ayette {أَخْلُقُ
لَكُم مِّنَ
الطِّينِ} “size çamurdan yaparım”
ifadesinde HA-LA-KA fiili kullanılmıştır. (ç.)
[1398] Züheyr, Şerhi Divan, s.
[1399] Bu; Sibeveyhi’nin, tasrîf, cem, tasğîr, hazf, ziyade, nisbet ve
bunlar gibi Arap dili sanatlarında kuralların düzenli olması için koymuş olduğu
bir kaidedir. Çünkü bunları gözetmek, Arapça’nın yollarıdır.
[1400] Burada “Ehl-i Sünnet”le kastedilen, Selefiyye ekolüdür. (ç)
[1401] İbn Kayyim sıfatların isbatı ve sıfatları tanımak, tahrîfin ve ta’tîlin
naslardan nefyedilmesi ve temsîlin ve tekyîfin sıfatların manalarından
nefyedilmesi konularını “Savâiku’l-Mürsele” ve “Medâricu’s-Sâlikîn” adlı
eserlerinde genişleterek anlatmıştır.
[1402] İmam Ahmed b. Hanbel,
[1403] Bazı isimleri ile kulların da bazı kayıtlarla sıfatlandığı gibi.
(ç.)
[1404] Buhârî, Tevhîd
[1405] Müslim, Salat
[1406] Müslim, Zikir
[1407] Arapça da “Kelam” manası tamam olan cümledir. Her cümlenin manası
tamam olmadığı için ona kelam denmez. Böyle olunca da her kelam cümledir ama
her cümle kelam değildir. Ve bir kelam birkaç cümleden oluşa bilir. (ç.)
[1408] İbn Kayyim, “Şifâu’l-Alîl”de, İbni Hazm’ın ulemaya muhalefet ederek isimlerin muayyen
bir sayıya münhasır olduğunu iddia ettiğini zikretmiştir. Kurtubî, “Şerhu
Esmâi’l-Hüsnâ”da,
İbn Hazm’ın Esmâu’l-Hüsnâ’yı sadece seksen küsur tane zikretmesi hayret verici
bir şeydir. Halbuki Yüce Allah, “Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık”
buyurmaktadır.
Bkz: İbn Hazm, Muhallâ,
[1409] Haber vermek bir şeyi bildirmektir. Yüce Allah’tan haber vermek O’nun
isimlerini ve sıfatlarını bildirmektir. Mesela: “Allah Alîmdir Hakîmdir” gibi.
(ç.)
[1410] Zeccâc, Şerhu Esmâi’l-Hüsnâ’da şöyle der: el-Kâbid ve el-Bâsid
isimlerinde edeb ikisinin birlikte zikredilmesidir. Çünkü kudretin tamamı bu
ikisinin beraber zikredilmesiyledir. Ed-Dârru’n-Nâfî’ninde beraber zikredilmesi
kudrete ve hikmetin tamamına delalet eder. Aynı şekilde beraber zikredilen her iki isimin bir manaya
delalet ettiklerinden dolayı beraber zikredilmeleri gerekir. Tefsîru Esmâi’llâhil-Hüsnâ, s.
[1411] Taberî, Câmiu’l-Beyân,
[1412] Sekkît’in asıl adı, Yakûb İbni İshak’dır.
Kendisi Kufilerden olup nahiv, Kur’ân, lugat ve şiir de alimdir. güvenilir bir
râvidir. Basra ve kufe ehlinden rivayetler almıştır. Nahiv, meânî, şiir ve arap
divanlarının tefsiri hakkında birçok eserleri vardır. Hicri
[1413] el-Aziz: Eşi, benzeri ve dengi bulunmayan; değerli,
şerefli ve güçlü; asla yenilmeyen, daima galip olan.
[1414] el-Gaffâr: Daima affeden, tekrarlanan günahları
bağışlayan.
[1415] el-Kahhâr: Kudretinin karşısında her şeyi aciz
bırakan, her şeyi hükmüne itaat ettirebilen galibiyet ve hakimiyet sahibi,
düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan hale getiren.
[1416] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1417] Rahmân, Allah Teâlâ’nın
güzel isimlerinden ve sıfatlarından biri. Rikkat, ihsan, bağışlama, acıyıp
esirgeme anlamlarına gelen rahmet kelimesinden türemiş olan Rahmân, mübalağa
sigalarından olduğundan rahmetin en yüce derecesiyle muttasıf olan demektir.
Rızıkları, ihtiyaçları ve her türlü iyilikleri ihsan hususunda rahmetini
mahlukatından (yaratıklarından) hiç esirgemeyen anlamında olan Rahman, Rahîm
isminden daha geniş kapsamlı bir mana ifade eder. Kur’an’ın ilk âyeti olan
Besmeledeki Rahmân ve Rahîm sıfatları arasındaki fark, “Allah Teâlâ; dünyanın
Rahmanı ve ahiretin Rahimidir” cümlesinde veciz bir şekilde dile
getirilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de daima elif-lamlı olarak (=belirli) er-Rahmân
şeklinde geçen bu ilâhî sıfat, Allah’ın ikinci bir ismi durumunda
kullanılmıştır.
er-Rahmân vasfı gereği Cenab-ı Hakk, dünyada bütün canlılara, Mü’min-kâfir
ayırımı yapmaksızın bütün insanlara, şefkat ve merhametle davranmayı kendi
zatına farz kılmıştır. Kur’an’da insanlar için hiç kullanılmayan er-Râhmân
ismi, ilahî kelâmın elli yedi yerinde geçmektedir.
Kur’an’da bu isimle bir de sure vardır: er-Rahmân Sûresi. Bu surede Allah
Teâlâ; insanlar, cinler ve hayvanlar için rahmet olarak yarattığı nimetleri
saymakta, insanların ve cinlerin, bunların kıymetlerini bilip nankörlük
etmemelerini defalarca vurgulamaktadır.
[1418] Tabi; bedel, atfı beyan, sıfat, tekid ve atfı nesaktır. (ç)
[1419] Bedel ve atfı beyan, Arapça gramer
kurallarındandır. (ç)
[1420] Rahîm, çok merhametli, merhamet
olunan; “rahmet, merhâmet ve ruhm” mastarından ism-i fail ve ism-i mef’ûl
anlamlı bir sıfat. Kök anlamı, acımak, merhamet etmek ve bağışlamak demektir.
Rahîm’in çoğulu “ruhamâ”dır. Merhamet, iyilik ve nimet anlamına da gelir. Aynı
kökten “rahman” sözcüğü de merhameti bol olan demektir. Kur’an-ı Kerim’in
Rahmân sıfatı ezelle, rahîm sıfatı ise daha
çok ebedle ilgilidir. Bu yüzden Yüce Allah için dünyanın rahmanı, fakat
ahiretin rahîmidir, denilmiştir. Bunun anlamı şudur: Cenab-ı Hakk’ın varlıkları
yaratması, onları yaşatması, insanlar arasında Mü’min-kâfir, âdil-zalim,
çalışkan-tembel ayırımı yapmaksızın hepsine rızıklarını vermesi, çalışma ve
gayretlerinin semerelerini ihsan etmesi, Rahman sıfatının tecellisidir. Küfre,
zulme, şerre ve kötülüklere müdahale etmeksizin akıl ve irade-i cüz’iyyenin
kullanılmasına fırsat verilmesi, ehl-i küfrün çalışmalarının karşılığını
dünyada tam olarak görmesi hep bu sıfatın bir sonucudur. Rahîm sıfatının
tecellileri ise daha çok ahirette görülecek, Cenab-ı Hakk’ın oradaki ikram ve ihsanları
Mü’minler için olacaktır. Pek çok ayette Rahîm sıfatı zikredilerek, Cenab-ı
Hakk’ın Mü’minleri bu sıfatla bağışlayacağı belirtilmiştir. Nisâ:
Hz.
Peygamber’in hadislerinde de Cenab-ı Hakk’ın rahmet sıfatı açıklanmış, O’nun
kullarına ve bütün yaratıklara olan merhametine yer verilmiştir. İnsanlarda ve
bütün canlılarda bulunan acıma, merhamet duygusunun Allah’ın rahmân sıfatından
bir cüz olduğunu Allah elçisi şöyle ifade buyurmuştur: “Şüphesiz acıma, merhamet duygusu Rahmân’dan bir cüzdür”
(Buhârî, Edeb
[1421] Tesniye: bir kelimeyle iki şeyi belirtmektir.
İkildir. Mesela Arapça da; kalem, bir kalemi ifade eder, kalemân iki kalemi
ifade eder. (ç)
[1422] Bedâiu’l-Fevâid,
[1423] el-Melik, Allahu Teâlâ’nın güzel
isimlerinden biridir. Hükümdar ve kral anlamında bir kelimedir.
Me-Le-Ke fiilinden gelir. Me-le-ke, malik
ve sahip olmak’ demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de kuvvetli
olmayı çağrıştırır. Sahip ve malik anlamında ‘melik, malik, melîk’ kelimeleri
kullanılır. Masdarı olan mülk veya milk, üzerinde sahip ve tasarrufta bulunulan
şeyi ifade ettiği gibi, tasarrufta bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf, hem
insanlar, öncelikle insanlar, hem de mallar üzerinde tasarruftur. Nitekim Allah
Teâlâ için insanların meliki denirken, O’nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf
sahibi olduğu anlatılmak istenir. Fakat yukarıda belirttiğimiz gibi, şirk koşan
insanlar, Allah’ın melikliğini, yeryüzünde ve dolayısıyla insanlar üzerinde
tasarruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri, yani mülkü diledikleri gibi
kullanmak için gasbetmeğe çalıştılar. İblis de, Âdem’i önce bu noktada
kandırmıştır:
“Dedi:
Ey Âdem! Seni sonsuzluk ağacına ve tükenmez bir mülke götüreyim mi?” (Taha,
Demek ki, insan Allah’ın hakimiyeti altında değil, arzuları
doğrultusunda sınırsızca yeryüzünün meliki olmak isteğindedir. Nitekim, tüm
diğer Fir’avnlar gibi, Hz. Musa’nın Allah’ı Rabb, ilâh ve melik olarak kabul
etmeğe çağırdığı Mısır Fir’avn’ı da Mısır mülkünün kendisine ait olduğu iddiası
içindeydi (ez-Zuhruf,
İnsan yeryüzünde halife olduğu, yani Allah
adına yeryüzünde tasarrufta bulunacağı için, kendisine yeryüzü mülkü üzerinde
izafî bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki, hiç bir zaman mutlak anlamda
olmadığı ve insanın keyfine bırakılmadığı gibi, Allah’ın yeryüzündeki hayatının
gereği olarak çeşitli biçimlerde, renklerde, yeteneklerde ve mesleklere sahip
olacak şekilde yarattığı insanlar da, önce bütün olarak bu meliklik yetkisine
sahiptirler. Dolayısıyla, herkesin belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf,
hiç bir zaman mutlak değil, sınırlı ve Allah’ın tanıdığı alanda sadece bir emanettir.
Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl
tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah her insana ayrı ayrı değil,
insanlar arasından seçtiği elçiler vasıtasıyla bildirmiş ve genel anlamda
yeryüzündeki mülkiyetini bu elçiler aracılığıyla yürütmeği dilemiştir. Bu durum
Kur’an’da oldukça açıktır:
“Göklerin ve yerin ve ikisi arasındakilerin
mülkü Allah’ındır “ (el-Maide,
“De ki: Allah’ım, mülkün sahibi; mülkü
dilediğine verir, mülkü dilediğinden alırsın” (Âl-i
İmran,
Allah, gerek meliklik, gerekse mâliklik olarak mülkü dilediğine verir,
dilediğinden alır. O, yeryüzünde insanlar üzerindeki tasarrufu, yani meliklik,
yöneticilik olarak mülkü, yukarıda da söylendiği gibi, elçilerine vermiştir.
Aynı zamanda, mülk ile bilgi ve hikmet bir arada bulunmak durumundadır.
Bunlarda en fazla Allah’ın elçilerinde mevcuttur; öyleyse ilim ve hikmet,
melikliğin şartlarındandır.
“(Yusuf dedi:) Rabbim, bana gerçekten mülkten
verdin ve bana olayların” te’vilini (yorumunu) öğrettin” (Yusuf,
[1424] Ta’tîl: Sözlükte, ta’tîl, boşaltmak (=bir şeyin veya
kavramın içini boşaltmak) ve terk etmek demektir. Terim olarak ise, Allahu
Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tamamını veya bir kısmını inkar etmektir.
(ç.)
[1425] Buhârî, Rikâk
[1426] Şifâu’l-Alîl, s.
[1427] Bedâiu’l-Fevâid,
[1428] el-Hakk: Allâhu Teâlâ’nın isimlerinden biri. Kur’ân-ı Kerim, yakîn, sâbit ve şüphe
olmayan şey. Hüküm, fasıl ve kaza olunmuş iş, adâlet, İslâm, mal, mülk, vâcip,
sâdık, lâyık, yaraşır, şans ve hisse. Çoğulu; hukuk ve hıkâk’tır. Hakkın, bu
çeşitli anlamları, “kesin olarak sâbit olma ve gerekli olma (sübût ve vücûb) “kavramında
toplanır.
Kur’ân-ı Kerim’de Hakk kelimesi ve türevleri
İslâm
nazarında, hakkın kaynağı ilâhi iradedir. Bu yüzden İslâm’da haklar, kendisinden
şer’î hükümlerin çıkarıldığı kaynaklara (kitap, sünnet, icmâ, kıyas) dayanan
ilâhi ihsanlardır. Bir delile dayanmayan şer’î haktan söz edilemez. Hakkın
kaynağı Allâhü Teâlâ’dır, çünkü ondan başka hâkim yoktur.
[1429] Bedâiu’l-Fevâid,
[1430] Şifâu’l-Alîl, s.
[1431] Kuddûs: Temiz, hiç
bir lekesi olmayan, bütün eksiklik ve kusurlardan münezzeh olan, herhangi bir
eksikliği kabul etmeyen, fazilet ve güzel sıfatlardan dolayı öğülen.
Istılahta ise; Kuddûs denilince, yüce Allah’ın isimlerinden birisi akla
gelir ki, bu isme göre O, zatına yakışmayan her şeyden münezzeh, bütün
vasıflarda en mükemmel, tahdîd ve tasvire sığmayan, öğülmeye lâyık kemâl,
fazilet ve güzellik sıfatları kendisinde olandır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Kuddûs kelimesi, yüce Allah’ın ismi olarak iki yerde
el-Melik ismiyle birlikte geçmektedir (bk. el-Haşr,
Yüce Allah’ın bu ismi, O’nun, teşbîh ve tecsîmden, bir başka şeye
benzemekten, beşerî sıfatlardan münezzeh olduğunu ifâde etmektedir. Nitekim
Beyhakî, bu Kuddûs ismini, kendi yaptığı ayırıma göre, Allah’tan teşbîhi
nefyeden isimler arasında saymaktadır (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, Beyrut ty.,
s
Yukarıda sözü geçen Bakara sûresi
Kötülenen ve âcizlik ifâde eden sıfatların nefyedilmesi, ortadan
kaldırılması, aynı zamanda öğülen ve kemâl sıfatlarının isbât edilmesi
demektir. Nitekim “Ortağı ve benzeri yok” demek, O’nun tek ve yegane varlık
olduğunu isbât etmek olur. Yine aynı şekilde “O hiç bir şeyde âciz kalmaz”
demek, O’nun güçlü ve kuvvetli olduğunu; “O kimseye zulmetmez “ demek de O’nun
hükmünde âdil olduğunu ortaya koyar. Zirâ, âciz kalmak ve güçlü, kuvvetli
olmak, zulmetmek ve adaletli olmak birbirinin zıddıdır. Dolayısıyla birisinin
isbâtı, diğerinin nefyini, ortadan kaldırılmasını gerektirmiş olur.
İşte
tesbîh ile tasdîs arasındaki fark burada ortaya çıkar. “O şöyledir” dediğimizde
yani bir şeyin varlığını isbât ettiğimizde “takdîs”; “O şöyle değildir”
dediğimizde, bir şeyin öyle olmadığını isbât ettiğimizde de tesbîh sözkonusu
olmuş olur. Fakat netice itibariyle daha önce de sözü geçtiği gibi, esas
itibariyle aralarında pek büyük bir fark yoktur. Tesbîhde takdîs, takdîsde de
tesbîh sözkonusudur. Her ikisi içiçedir. Nitekim Yüce Allah bu ikisini İhlâs
Sûresinde bir araya getirmiştir. İhlâs Sûresinin ilk iki âyeti olan “Kul
huvallâhu ehad. Allâhu’s Samed” (Deki: O Allah birdir. Allah Sameddir,
yani her şey varlığını ve devamını O’na borçludur. O hiç bir şeye muhtaç
değildir) âyetleri takdîsi, geriye kalan “Lem yelid ve lem yûled ve lem
yekun lehû kufuven ehad” (Kendisi doğurmamıştır ve bir başkası tarafından
da doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’nun dengi olmamıştır) âyetleri ise tesbîhi
ifâde eder. Bunların her ikisi de yani hem takdîs ve hem de tesbîh; Yüce Allah’ın
vahdaniyetini ve yegane tek varlık olduğunu, O’nun benzeri ve ortağının bulunmadığını
isbâta yöneliktir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili,
[1432] İbni Cerîr, Câmiu’l-Beyân,
[1433] Burada “Radife lekum”, “Sizin
hakkınız için” ve “Size ulaştı” manasındadır. Öncesiyle beraber âyetin tamamı
şöyledir: “ Onlar: Eğer doğru sözlü iseniz
(söyleyin bakalım) bu tehdit ne zaman gerçekleşecek? Derler.
De ki: Çabucak gelmesini istediğiniz şeyin (azabın) bir kısmı herhalde yakında
başınıza gelecektir”(Neml,
[1434] Tesbih, Allah’ı
noksan sıfatlardan tenzih etme, ululama, Allah’a seri bir şekilde ibâdet ve “sübhânellah”
deme. “Sebbehe” fiilinin masdarıdır. İsim olarak tesbih, Allah’ın sıfatlarını
tesbih ederken, sayı saymak için kullanılan ve otuzüç veya katları kadar tanenin
ipe dizilmesiyle meydana gelen halka demektir.
Tesbih’in çoğulu tesâbihtir. Tesbih, subbûh ve subhan gibi kelimelerle
aynı kökten gelmektedir. Bu kelimelerin kökü, “sebeha”dır. O da, havada veya
suda hızlı hareket etmek, geçip gitmek demektir (el-İsfahanî, el-Müfredât,
İstanbul
Tesbih kelimesi türkçede tespih şeklinde de
kullanılır. Namazdan sonra
Tesbih kelimesinin kökünden gelen ve Yüce Allah’ı tesbih eden, ululayan
kelimeler Kur’an’da yüze yakın yerde geçmektedir.
Ayetteki “Her şey Allah’ı tesbih etmiştir” ifâdesi, çeşitli şekillerde
yorumlanmıştır. Canlı varlıkların Allah’ı tesbih etmeleri, O’nun her çeşit
noksanlıklardan ve yüce şanına yakışmayan şeylerden berî olduğunu dil ile ifade
etmeleridir. Bütün alimler, canlı varlıkların Allah’ı bu şekilde tesbih
ettiklerini söylemişlerdir. Fakat, canlı olmayan varlıkların Allah’ı tesbih
etmeleri hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı alimlere göre, canlı
olmayan varlıkların Allah’ı tesbih etmeleri, O’nun yaratıcılığına, gücünün her
şeye yettiğine delil olarak gösterilmeleridir. Bu şeylerin varlığı, Allah’ın yüceliğini
göstermektedir. Onların bu hali, tesbihleridir. Bazı alimler de, cansız varlıkların
canlı varlıklar gibi Allah’ı zikrettiklerini söylemişler ve bu hususta delil
olarak da şu âyeti göstermişlerdir:
“Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar,
O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz
onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm’dir, çok bağışlayandır” (el-İsrâ,
Bu görüşü savunan alimlere göre, cansız
sanılan her şeyde, insanların fark edemedikleri bir canlılık vardır. Bütün
eşya, atomlardan meydana gelmiştir. Atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar,
akla şaşkınlık verecek bir hızla dönmektedir.
Diğer bazı âlimlere göre, ise,
kâinattaki her şey, canlı ve cansız bütün varlıklar, Allah’ın emrindedirler.
Yüce Allah, dilediği gibi bu varlıklarda tasarrufta bulunur. Her şey onun
emrinin karşısında teslimiyet içerisindedir. Onların tesbihleri, bu teslimiyetleridir
(Muhammed Ali es-Sabûnı, Safvetü’t-Tefâsîr, İstanbul
Bir de, yüce
Allah, “her şey Allah ‘ı tesbih etmiştir” derken, mazi fiil kullanılmıştır. Yani
geçmiş zaman ifâdesi ile anlatılmıştır. Başka birkaç ayette aynı mana dile
getirilmiş; ancak muzari fiil kullanılmıştır. Bu durumda mana: “Her şey Allah’ı
tesbih eder” (el-Haşr
[1435] Şifâu’l-Alîl, s.
[1436]
“el-Bâkiyâtu’s-Sâlihât”ın manaları,
yüce Allah’ın şu âyeti kerimesinden
anlaşılmaktadır: “Servet
ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; el-Bâkiyâtu’s-Sâlihât (=ölümsüz olan iyi
işler) ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya
daha lâyıktır” (Kehf,
[1437] el-Halîm: Cezalandırmaya
gücü yettiği halde, hemen ceza vermeyen, kullarının isyanlarına karşı hemen
öfkeye kapılmayan. (ç.)
[1438] Doğruluğuna delil şu âyeti
kerimedir: “Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından
tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir,
bilendir” (En’âm,
[1439]
İkinci Konu:
Esmâu’l-Hüsnâ ve
Esmâu’l-Hüsnâ’dan
Selbin Nefyedilmesi
[1440] Buradaki sağ ve sol kavramları cihet (=yön) anlamlarında değildir.
Çünkü Yüce
Allah
cihetten münezzehtir. Buradaki sağ ve sol kavramları hayır ve şer
anlamlarındadır. Yüce
Allah
iki el ile kemaline ve azametine yakışır
bir şekilde vasıflanmıştır. O (c.c.) yarattığı hiçbir şeye benzemez. (ç.)
[1441] Buhârî, Enbiya
[1442] Ahkâmu Ehli’z-Zimmet,
[1443] Şifâu’l-Alîl, s.
[1444] Selam verenin şu sözü gibi: “es-Selâmu aleykum ve rahmetullahi ve
berekâtuhu”
[1445] Selâm söyle denildiği zaman “es-Selâmu aleykum ve rahmetullahi ve
berekâtuhu” anlaşılır. Ama rahmet söyle veya bereket söyle denmez. (ç.)
[1446] Bedâiu’l-Fevâid,
[1447] Müslim, Mesacid
[1448] Bedâiu’l-Fevâid,
[1449] Adaletinden dolayıdır.
[1450] el-Ganiyy: Nimet rahmet hazineleri
sonsuz olup hiçbir şeye muhtaç olmayan, zengin. (ç.)
[1451] el-Hamîd: Fiilleriyle ve nimetleriyle övgüye (senâya) layık olan.
(ç.).
[1452] Ebû Hureyre (r.a.)’dan gelen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: “Rabbimiz Tebareke ve Teâla her
[1453] Buhârî, İsti’zân
[1454] Bedâiu’l-Fevâid,
[1455] Ahmed b. Hanbel,
[1456] İbn Mâce, Mukaddime
Bu hadisteki; Ebû Asım el-Abbâdânî, hadis
inkarcısıdır. (İbni Hibbân dedi ki: Asım el-Abbâdânî yanılan birisidir. Ebû
Dâvud dedi ki: bu şahsı tanımıyorum)
el-Fadl er-Rakkâşî zayıftır. (Ahmed b. Hanbel
dedi ki: bu şahıs zayıftır. Ebû Zur’a er-Râzî ve Ebû Hâtim er-Râzî dediler ki:
bu adam hadis inkarcısıdır. Ebû Dâvud, bu adam helak edicidir demiştir.)
Dolayısıyla
hadis, “Daîfu Sunen-i İbn Mâce”, s. 14’de geçtiğine göre, zayıftır.
[1457] İbn Mâce, Mukaddime,
[1458] Buhârî, Ezân
[1459] Ebû Dâvud, Taharet
[1460] Tirmizî, Deavât
[1461] Buhârî, Deavât
[1462] Mücahidin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Âmîn, Yüce Allah’ın isimlerinden bir
isimdir.” Zeccâc, İ’râbu’l-Kur’ân,
[1463] Bedâiu’l-Fevâid,
[1464] “el-Cebbâr”: Allah’u Teâlâ’nın
Esmâu’l-Hüsnâ’sından birisidir. Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivayet edilen bir
hadis-i şerifte Allah Teâlâ’nın doksan dokuz isminin olduğu zikredilmiş,
bunlardan birinin de “el-Cebbâr” olduğu belirtilmiştir (Tirmizî, Deavât,
Cebr kökünden gelen el-Cebbâr ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de: “O, kendinden başka hiçbir ilah bulunmayan,
hükümran, noksan sıfatlardan uzak, selamete erdiren, emniyete kavuşturan,
gözetip koruyan, her şeye galip olan, istediğini zorla yaptıran, (el-Cebbâr)
her Şeyden yüce olan Allah’tır Allah, müşriklerin ortak koştuklarından
münezzehtir. “ (el-Haşr,
Cebbâr, Arapça cebr kökünden mübâlağalı ism-i
fâildir.
[1464] Burada “düzelttim” ve “düzeldi” kelimeleri Arapça da “ce-be-re”
fiili ile ifade edilmiştir. (ç.)
[1465] Burada “düzelttim” ve “düzeldi” kelimeleri Arapça da “ce-be-re”
fiili ile ifade edilmiştir. (ç.)
[1466] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, “ce-be-re” maddesi; Accâc, Divân,
[1467] Divân, s.
[1468] Bu, Ehfaşın kendi sözü değildir.
[1469] Taberî Tefsiri,
[1470] Zeccâc dedi ki: Yüce Allah Cebbâr ve Azîz’dir. O’nun
zelil olması imkansızdır. Yüce Allah dilediğini emreder. Ve O’nun
emrini geri çevirecek ve hükmünü bozacak kimse yoktur. (Meâni’l-Kur’ân,
[1471] el-Ceberrût: Kudret, azamet, kahır ve üstünlük. (ç.)
[1472] Melekût: Ruhlara has gayb alemi, izzet, saltanat, Allah’ın
mülkü.
[1473] el-Kibriyâ: Ululuk, yücelik, azamet. (ç.)
[1474] Ebû Dâvud, Salât, (
[1475] Kurtubî Tefsiri,
[1476] Beyhâkî, el-Esmâ ve’s-Sıfat,
[1477]
Timizî, Sıfatu’l-Kıyamet
[1478] Şifâu’l-Alîl, s.
[1479] “el-Basîr”; Allah’ın güzel isimlerinden
biridir. Her şeyi gören, çok iyi gören anlamına gelmektedir. Allah her şeyi, herkesin
yaptığını görür. Onun görmesine hiçbir şey engel olamaz. Kâinatın herhangi bir
noktasında hiçbir hâdise yoktur ki, Allah onu görmüş ve işitmiş olmasın.
İbadette ihlâs, kulun Allah’ı görmemesine rağmen, Allah’ın onu gördüğünü bilmesi
ve onu görür gibi ibadet etmesidir.
Allah, zatı ile Basîrdir. “O, yegane hüküm ve
hikmet sahibidir. Her şeyden hakkıyla haberdardır. “ (el-En’am,
Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurur: “Kendinize hâkim olunuz. Siz, sağır ve gaib
olan kimseye değil, işiten, gören ve çok yakında olan (Allah)’a dua ediyorsunuz.” (Buhârî, Tevhid,
“(İhsan), Allah’a sanki görüyormuş gibi
ibadet etmendir. Her ne kadar sen Allah’ı görmüyorsan da, şüphesiz O seni
görür. “ (bk. Cibril Hadisi)
Allah,
kalpteki fısıltıları, beyindeki oluşumları, fikirdeki gizlilikleri,
kalplerdekini, zifiri karanlık bir gecede kapkaranlık taşın üzerinde yürüyen
simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür, duyar, bilir.
[1480] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1481] Kıymetli, değerli seçkin izzet
sahibi, muhterem, kuvvetli, üstün, yüce, şeref sahibi, bulunmaz derecede az ve
nadir olmak; her şeye gücü yetmek, hiç bir zaman yenilmemek.
Aziz, arapça “azze” kökünden gelmekte olup, “izz” masdarından bir sıfattır,
“eizze” ve “eizzâ” şeklinde gelen kalıpları da vardır.
Istılahta ise; “Aziz” Yüce Allah’ın isimlerinden birisidir. O’nun mutlak
hâkimiyet ve üstünlüğünü ifade eder. O hiç bir şekil ve surette asla yenilgiye
uğramayan, her şeye gücü yetendir. O, haksızlık yapılamayacak kadar güçlüdür.’
O en üstündür, en yücedir, şeref ve izzet sahibidir.
İzzet; tam olarak zilletin, yani aşağılık, düşüklük ve acizliğin zıddıdır.
Aziz ve izzet ile bunların zıddı olan zelil ve zillet kelimeleri halk
arasında da kullanılmakta ve genellikle aynı lügat anlamını korumaktadır. Bir
hitap sözcüğü olarak kullandığımız “aziz” kelimesi, hitap ettiğimiz topluluğa
veya kişiye bir şeref ve üstünlük atfetmekte ve bir iltifat ifade etmektedir.
Aynı zamanda bir saygı ve bağlılık sözcüğüdür.
Yüce
Allah’ın isimlerinden olan “el-Aziz” ismi, Kur’an-ı Kerîm’de doksan bir yerde
geçmektedir. Fakat hiç bir yerde tek başına zikredilmemiş; daima Esmâ-ı Hüsnâ’dan
diğer bir isimle beraber vârid olmuştur. Bunların başında el-Hakîm gelmektedir
ki, toplam kırk yedi yerde beraber geçmektedir. Bunu onbeş yer ile el-Alîm,
daha sonra sırasıyla el-Kavî, er-Rahîm, Zuntikâm, el-Hamîd, el-Gaffâr,
el-Cebbâr, el-Gafûr, el-Vehhâb, el-Kerîm ve el-Muktedir isimleri takip eder.
Aziz isminin geçtiği doksan bir âyetin ellisi Mekkî, kırk biri ise Medenî’dir.
Burada dikkati çeken önemli bir husus da, Yüce Allah’ın azamet ve kudretini
ifade eden bu Aziz sıfatının daha ziyade Cemâl sıfatlarıyla beraber
zikredilmesidir. Bu doksan bir âyetin onüçünde Zuntikâm, el-Kavî ve el-Cebbâr
isimleriyle yani Celal sıfatlarıyla beraber geçmektedir. Geriye kalan yetmiş
sekiz ayette ise Cemâl sıfatlarıyla beraber geçmektedir. O ne kadar merhametli
ve ne kadar affedicidir. Zirâ O azîzdir, izzet sahibidir, kullarına en çok
acıyandır.
[1482] Şifâu’l-Alîl, s.
[1483] Kıssa: Kur’ân da bildirilen hadiselerdir. İbrâhim efendimizin Kur’ân da bildirilen durumu
hakkında Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İbrahim’in
ağırlanan misafirlerinin haberi sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.)” (Zâriyât,
[1484] Risâletu’-Tebûkiyye, s.
[1485] İbn Cerîr, Câmiu’l-Beyân,
[1486] İmam Ahmed b. Hanbel,
[1487] Buhârî, Cenâiz
[1488] Fetret devri: Vahyin kesildiği dönem, iki
peygamber arasındaki zaman dilimi. Fetret zamanı vahy ve semâvî hükümlerin
kesintiye uğrayıp sükun bulduğu zamandır. Bununla Peygamber Efendimiz ile Hz.
İsa arasındaki zamanın kastedildiği görüşü daha çok yaygındır. O hâlde fetret
zamanı insanları iki peygamber arasında yaşamış olup, önceki peygamber
kendilerine gönderilmemiş, sonradan gelen peygambere de kendileri yetişememiş
kimselerdir.
Hz. Musa ile Hz. İsa’nın peygamberlik dönemi arasında kalan İsrâiloğulları
ve Hz. İsmail ile Peygamberimiz (s.a.s.) arasında yaşayan Araplar fetret
döneminde yaşamış kimseler kabul edilirler.
Buhâri’nin rivâyetine göre de Peygamber Efendimizle Hz. İsa arasındaki
zaman yaklaşık altıyüz yıldır. Bu süre içinde gelip geçen fetret dönemi
insanları üçe ayrılır:
Bu üç gruptan birincisinin Mü’min ve cennetlik, ikincisinin kâfir ve
cehennem ehli oldukları ihtilafsız kâbul edilmiştir. Üçüncü grubun cennetlik yâ
da cehennemlik olmaları hususunda ilim adamları ayrı ayrı görüşler
belirtmişlerdir.
[1489] Bezzâr, Keşful Estâr, (
[1490] Buhârî, Kader
[1491] Zeccâc, Meâni’l-Kur’ân,
[1492] Eğer Kur’ân okuma esnasında bu durakta durulmazsa mananın
değişebileceği öne sürülmüştür. “ve seçer” kelimesinden sonra gelen “mâ”
olumsuzluk edatıdır. Bu ehli sünnetin görüşüdür. Mutezile bu “mâ”nın ismi
muvsul olduğunu iddia etmiştir. Mutezile’nin iddiasına göre mana şöyle olur:
“Rabbin, dilediğini yaratır ve onların dilediğini seçer.” Bu ise batıldır.
(ç.)
[1493] Beğavî Tefsiri,
[1494] Zâdu’l-Mesîr,
[1495] Keşşâf,
[1496] el-Alîm: Ezeli ilmiyle, büyük-küçük, gizli-aşikar,
yaratılmış yaratılmamış her şeyi bilen. (ç.).
el-Hakîm: Hüküm ve hikmet sahibi, her şeyi olduğu
gibi bilen, gerekeni en güzel ve en faydalı şekilde yapan ve yarattığını yerli
yerine koyan. (ç.)
[1497] Buhârî, Tevhid
[1498] Tırmizî, Kader (
İbn Hacer, bu hadisin senedinin hasen
olduğunu, Hâkim’de sahih olduğunu söylemiştir.
[1499] “Bir adam, Rasûlullah (s.a.v.)’e Hudeybiye günü
ile ilgili olarak: ‘Bu, fetih midir?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.)’de, ona: ‘Evet,
büyük bir fetihtir’ diye cevap verdi.” Suyûtî, Dürrü’l-Mensûr,
[1500] Şifau’l-Alîl,s.
[1501] Şu âyeti kerimede olduğu gibi: “Siz farkında olmadan, ansızın
başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi
olun” (Zümer,
[1502] Şifâu’l-Alîl, s.
[1503] Ta’lîl: Bir şeyin sebebini açıklayıp delillerle ispat
etmek.
[1504] Bu hadisin tahrici daha önce geçmişti.
[1505] Buhârî, Tefsirı Sure-i Bakara
[1506] Beyhakî, Şuabu’l-İman
[1507] Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliya,
[1508] Müslim, Tevbe
[1509] Şifâu’l-Alîl, s.
[1510] Marifet ile ilim arasındaki farklar için b.k.z: Ebû Hilâl
el-Askerî, el-Furûk fi’l-Luğat, s.
[1511] İbn Kayyim’e ait bir kitaptır. Bu kitap, İbn Kayim’in kaybolmuş
kitapları içerisinde yer almaktadır.
[1512] Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an,
[1513] Yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Biz
dileseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın.
Andolsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın” (Muhammed,
[1514] Bedâiu’l-Fevâid,
[1515] Yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır.
Rahmân olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de
bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak;
göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk,
[1516] Buhârî, Tevhid
[1517] Müslim, Salat
[1518] Miftâu Dâru’s-Saadet, s.
[1519]
“Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen
Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir”
(A’râf,
[1520] Bedâiu’l-Fevâid,
[1521] Buhârî, Tefsiru Sure-i Fussilet
[1522] Nitekim hadiste şöyle geçmiştir: “Kendisine hüzün
ve keder isabet eden hiçbir kimse yoktur ki: ‘Ey Allahım! Ben senin cariyenin
oğlu olan kulunun oğlu olan kulunum.
Perçemim senin elindedir. Senin hükmün benim hakkımda geçen şeydir. Benim
hakkımdaki kazan adalettir. Nefsini isimlendirdiğin veya mahlukatından bir kimseye
öğrettiğin veya kitabında indirdiğin yada katındaki gayb ilminde kendine ayırdığın
bütün isimlerinle Senden Kur’ân’ı kalbimin baharı ve göğsümün nuru, hüznümü
kaldırıcı ve kederimi giderici kılmanı istiyorum’ dediği zaman Allah onun
kederini ve hüznünü giderir ve ona bir çıkış yolu gösterir” Ahmed b. Hanbel,
[1523] Ta’tîl: Dilde ta’tîl, boşaltmak (bir şeyin veya
kavramın içini boşaltmak ) ve terk etmek demektir. Terim olarak ise, Allahu
Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tamamını veya bir kısmını inkar etmektir.
(ç.)
[1524] Fevâid, s.
[1525] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1526] Turuku’l-Hukmiyye, s.
[1527] Şifâu’l-Alîl, s.
[1528] “el-Latif” ismi, Kur’an-ı Kerim’de
[1529] Kehf:
[1530] Müslim, Sıfatu’l-Cennet
Şehvetlerle
kast edilen ise; zina, içki, gıybet gibi haram olanları yapmaktır. Yiyip içmek
gibi mübah olan şehvetler, buna dahil değildir. Fakat hususlarda ifrat dereceye
varmak mekruhtur. (ç)
[1531] Müslim, Zühd
[1532] Hacc:
[1533] Kehf:
[1534] Hûd
[1535] Bakara:
[1536] Müslim, bu hadisi, şu lafızla rivayet etmiştir: “Ben
seni ancak imtihan edeyim ve seninle başkalarını imtihan edeyim diye gönderdim” B.k.z.: Müslim, Cennet
[1537] Enbiyâ:
[1538] Furkân:
[1539] Abraş: Bedeninde yer yer beyaz lekeler olan kimsedir.
(ç)
[1540] Buhârî, Eymân
[1541] Meâric:
[1542] Vâkıa:
[1543] Nahl:
[1544] Nahl:
[1545] Mücâhid, Tefsir,
[1546] Suyûtî, Dürrü’l-Mensûr,
[1547] Ferrâ, Meâni’l-Kur’an,
[1548] Suyûtî, Dürrü’l-Mensûr,
[1549] Bu hadis, daha önce özet olarak geçmişti. Bu hadise göre; İsrâil
oğullarından biri abraş, biri kel ve biri de kör olmak üzere üç kişi varmış.
Allah, bu üç kimseyi imtihan etmek üzere onlara bir melek göndermiş. Melek, bu
her üç kişiye giderek “Onlara göre en makbul şeyin ne” olduğunu sormuş. Abraş
kimse, güzel renk, güzel cilt ve insanların kendisinden iğrendiği şeyin
gitmesini istemiş. Melek, o abraş kimseyi sıvazlamış. Bunun üzerine ona en
makbul malın ne olduğunu sormuş. O da, deve (yada sığır) demiş. Daha sonra
abraşa, doğurması yakın bir deve verilmiş. Melek de, bu devede bereket vermesi
için dua etmiş.
Kel kimse ise, güzel saç ve insanların
kendisinden iğrendiği halin gitmesini istemiş. Melek, onu sıvazlamış. Bunun
üzerine ona güzel saç verilmiş. Daha sonra ona en makbul malın ne olduğunu
sormuş. O da, sığırdır diye cevap vermiş. Hemen ona hamile bir inek verilmiş.
Melek de, bu devede bereket vermesi için dua etmiş.
Kör ise, gözünün açılmasını istemiş. Melek,
onu sıvazlamış. Bunun üzerine onun gözü açılmış. Daha sonra ona en makbul malın
ne olduğunu sormuş. O da, koyundur diye cevap vermiş. Hemen ona doğurmuş bir
koyun verilmiş.
Derken bu üç kimsenin hepsi, kendilerine
verilen hayvanların sayısını çoğaltmışlar. Melek, abraşın ve kelin eski
kılığına girerek teker teker o ikisine giderek onlara eski günlerini hatırlatıp
bu malları ona veren Allah rızası için ondan bir deve ve sığır istemiş. İkisi
de, bu malları, Allah’ın verdiği bir nimet olarak değil de, büyükten büyüğe
geçen bir miras olarak elde ettiklerini belirterek bir şey vermekten
kaçınmışlar. Melek de, o ikisine ayrı ayrı : “Yalancı isen, Allah seni eski
haline çevirsin” demiş. Böylece her ikisi de, eski hallerine geri dönmüşler.
Kör ise, eski günlerini hatırlayarak kendisinden istenen koyunu vermiş. Bunun
üzerine melek, köre: “Malın senin olsun. Siz ancak imtihan edildiniz. Senden
razı olundu. İki arkadaşın ise, hüsrana uğradı” demiş. (ç)
[1550] Nahl:
[1551] Zümer:
[1552] Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl,
[1553] Zümer:
[1554] Kasas:
[1555] Zümer:
[1556] Zeccâc, Meâni’l-Kur’an,
[1557] Fecr:
[1558] İmam Ahmed b. Hanbel, Zühd, (
[1559] İmam Ahmed b. Hanbel, Zühd, (
[1560] Fussilet:
[1561] Kurtubî, Tefsir,
[1562] Mücâhid, Tefsir,
[1563] Bu husus, yüce Allah’ın “Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbime
döndürülmüş olsam bile mutlaka O’nun yanında benim için daha güzel şeyler
vardır” (Fussilet:
[1564] Şifâu’l-alîl, s.
[1565] Bu tanıma göre “el-Latîf” isminin iki anlamı ortaya
çıkmaktadır. Birinci anlamı, lütufta bulunmak ve ikinci anlamı ise, incelikleri
ve sırları bilmek şeklindedir. Bu iki anlam, kelimenin, mazi fiilinin orta
harfinin iki farklı şekilde okunmasından kaynaklanmaktadır. Bu iki mana
arasındaki ilişki şöyle açıklanabilir: “el-Latîf”, işlerinde güzellik ve
inceliklerine varıncaya kadar, faydaları bilme ve takdir ettiği yaratıklarına onları
eriştirme özelliklerini kendisinde bulunduran zattır. (ç)
[1566] İbnü’l-Esîr, Nihâye fi Garîbi’l-Hadîs ve’l-Eser,
[1567] Şûrâ:
[1568] Yûsuf:
[1569] Râgıb, Müfredât, s.
[1570] Bu durumda kul, Allah karşı şöyle dua etmelidir: “Allahım!
Benim isteyip de bana nasip ettiğin şeyleri, senin sevdiğin şeyleri yapmamda
bana güç kaynağı kıl. Benim isteyip de bana vermediğin şeylerin yerine de,
kendi sevdiğin şeyleri bana nasip et.” Bu hadis için b.k.z.: Tirmizî, Deavat
[1571] Şerhu Kasîdeti’n-Nûniyye, s.
[1572] “el-Halîm”, “sabırlı ve temkinli, akıllı ve ağır başlı
olmak” anlamındaki “hilm” masdarından sıfat olup “sabırlı ve temkinli olan,
acele etmeyip ileride meydana gelecek gelişmelere fırsat tanıyan” demektir.
“el-Halîm” kelimesi, Kur’an’ın
Allah’ın ismi olarak zikredilen “el-Halîm” ismi, tek başına
kullanılmayıp altı ayette “bütün günahları bağışlayan” anlamındaki “el-Gafûr”, üç ayette “hakkıyla
bilen” anlamındaki “el-Alîm”, bir ayette “her şeyden müstağni olan,
kendi dışındaki her şeyin O’na muhtaç olduğu varlık” anlamındaki “el-Ganiyy”, bir ayette de “az
iyiliğe çok mükafat veren” anlamındaki “eş-Şekûr” ismiyle birlikte
anılmıştır. Bu kullanılış şekli, kelimenin anlamına açıklık getirdiği gibi ona
zenginlik ve derinlik de kazandırmaktadır. (ç)
[1573] Fâtır:
[1574] “el-Afuvv”
kelimesi, sözlükte; “silmek, gidermek, yok etmek” manasındaki “afv” kökünden mübalağa ifade
eden bir sıfat olup “kolaylıkla affeden, kullarının günahlarını silen, cezaları
kaldıran” demektir.
Afuv kelimesi, Kur’an’da; toplam beş ayette
geçip dört yerde buna yakın bir mana ifade eden “el-Gafûr” ismiyle, bir yerde
ise “el-Kadîr” ismiyle birlikte kullanılmıştır.
Konuyla ilgili nasların ışığında ilahi affı,
şöyle yorumlamak mümkündür: Allah’ın,
kullarına ait günahlarının izlerini tamamen yok etmesi, Kiramen katibin
meleklerinin kayıtlarından sildirmesi, kıyamet günü bu günahlardan dolayı hesap
sormaması, hatırlayıp mahçup olmasınlar diye kullarına unutturması ve günah
yerine sevap yazmasıdır. (ç)
[1575] Bu, yüce Allah’ın “Şüphesiz ki O, kullarından
tevbeyi kabul eden, (işledikleri) ‘kötülükleri’ affeden ve yaptıklarınızı
bilendir”
(Şûrâ:
[1576] Zümer:
[1577] Verilen herhangi bir nimetten dolayı, bu
nimeti verene karşı söz, fiil veya kalb ile gösterilen saygı ve karşılık,
iyiliğin kıymetini bilme ve iyilik yapana bu hissi gösterme, nimet ve iyiliği
anıp sahibini övme. Arapça bir kelime olan şükür, “şekere” kökünden
gelmektedir. Bu kökten gelen şükür, isim ve fiil olarak Kur’an-ı Kerim’de
yetmişe yakın yerde geçmektedir. Türkçede kullanılan teşekkür ve şükran kelimeleri de aynı köktendir.
[1578] “Azıcık teşekküre çok karşılık veren” anlamına gelen “eş-Şekûr” ismi,
Rabbimizin ismi olarak Kur’an-ı kerim’in
[1579] Bakara:
[1580] Bakara:
[1581] Nahl:
[1582] İsrâ :
[1583] Nahl:
[1584] Ankebût:
[1585] Âl-i İmrân:
[1586] İbrahim:
[1587] Lokmân:
[1588] İnsân:
[1589] Zümer:
[1590] Sebe’:
[1591] Buhârî, Teheccüd
[1592] Ebû Dâvud, Vitir
[1593] Ebû Dâvud, Salat (
[1594] Medâricu’s-Sâlikîn,
[1595] Sâd:
[1596] Duhân:
[1597] Hicr:
[1598] Yûnus:
[1599] Kıyâmet:
[1600] Mü’minûn:
[1601] Zâriyât:
[1602] Talâk:
[1603] Mâide:
[1604] Fevâid, s.
[1605] Fâtır:
[1606] Teğâbun:
[1607] Kehf:
[1608] Bakara:
[1609] Buhârî, Tevhid
[1610] Şerhu’n-Nûniyye, s.
[1611] “el-Aliyy” ismi, “yücelik” anlamına gelen “uluvv” kökünden
ism-i fâildir. Uluvv ise, üst ve yukarı anlamındadır. “el-Aliyy”, Allah’ın vasfı olarak; “yaratıkları
üzerinde, kudretiyle yücelik sahibi olan” anlamındadır.
Kısacası; yüce Allah mutlak yücedir. Bu
yücelik, bir başkasına nispetle değildir. Bu yücelik, zorunludur. Allah’tan
başka mutlak bir yücenin bulunması imkan haricindedir. (ç)
[1612] Şifâu’l-alîl, s.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “O
Aliyy (=çok yüce)dir, Azîm (=çok büyük)tür” (Bakara:
İyâs b. Seleme ibnu’l-Ekva’ el-Eslemî,
babasından naklen der ki: Resulullah (s.a.v)’in duaya başlarken şöyle dediğini
işittim: “Allahım! seni her çeşit noksan sıfatlardan takdis ederim. Rabbim; en
yücedir, ‘Aliyy’ (=çok yüce) ve çokça karşılıksız ihsanda bulunandır.” İmam
Ahmed, “Müsned” (
Halîmî, “el-Aliyy” kelimesinin anlamı
hakkında der ki: “Allah, celal yüceliklere sahip O’nun üstünde hiçbir kimse
yoktur. Ayrıca O’nunla birlikte, kendisi ile o kimse arasında ortak bir
yüceliğe sahip bir kimse de yoktur. Çünkü Allah, mutlak manada Aliyy (=çok
yüce)’dir.
“er-Refî’
“ الرَّفِيعُ ismi de, bu
manadadır. Çünkü yüce Allah kendisi ile
ilgili olarak, رَفِيعُ
الدَّرَجَاتِ “Dereceleri yükselten (=Refî’)” (Mü’min:
[1613] “el-Kebîr” ismi, Kur’an-ı Kerim’de
“el-Kebîr” ismi, fâil vezninde olup “büyük” manasındadır.
Yüce Allah; yücelik, büyüklük, azamet ve ululuk sıfatlarıyla nitelenmiştir. O,
her şeyden büyüktür, her şeyden yücedir ve her şeyden uludur. (ç)
[1614] “el-Mütekebbir” ismi ise, Haşr:
[1615] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm,
[1616] İbn Cerîr, Câmiu’l-Beyân,
[1617] Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl,
[1618] Şifâu’l-alîl, s.
[1619] “el-Hafîz” ismi, Kur’an-ı Kerim’in
Her
müslüman, olabilir bütün şeyleri koruyanın yüce Allah olduğunu, O’nun “el-Hafîz”
olduğunu bilmelidir. Allah, bizi; söz, fiil ve
melekleri ile kullarını korumaktadır. (ç)
[1620] Yâsîn:
[1621] Mücâdele:
[1622] Kehf:
[1623] Kamer:
[1624] Tâhâ:
[1625] Ra’d:
[1626] Hac:
[1627] Tirmizî, Sıfâtu’l-kıyâmet
[1628] Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye, s.
[1629] “er-Rakîb” ismi, Kur’an-ı Kerim’in
[1630] “eş-Şehîd” ismi, Kur’an-ı Kerim’in
[1631] Yûnus:
[1632] Mücâdele:
[1633] Kâf:
[1634] Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid,
(Heysemî devamla) derim ki: Bu hadisi, sika
ve cerhsiz bir şekilde nakleden hiçbir kimseyi görememekteyim.
Bu hadisi, Ubâde ibnu’s-Sâmit yolundan şu
lafızla rivayet etmiştir: “En faziletli iman, nerde olursa olsun Allah’ın
seninle birlikte olduğunu bilmendir”
Hakîm et-Tirmizî’de, Nevâdiru’l-Usûl, s. 226’da
bu hadisi şu lafızla rivayet etmiştir: “Kulun imanının en faziletlisi, nerde
olursa olsun, Allah’ın onunla birlikte olduğunu bilmesidir”
Yine bu hadisi; Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât,
[1635] Yüce Allah, Kur’an’ın
[1636] Duyularla idrak edilmeyen Yüce Allah’ın, bir taraftan bilinip
tanınması ve evrenin yaratıcısı olarak kabul edilmesi, diğer taraftan tek ve
benzersiz oluşunun kavranılması gerçeği karşısında İslam düşüce tarihinde faklı
görüşlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bunları üç gurupta toplamak
mümkündür.
Birincisi: Allah’ı insana veya cisme
benzeten Müşebbihe ve Mücessime fırkasıdır.
İkincisi: Allah’ın tek ve benzersiz olduğu inancını
zedelememek için onun zatına her hangi bir kavram nispet etmemek ve zatı sadece
olumsuz kavramlardan tenzih etmek gibi düşünceleri savunan Mutezile ekolünün ve
İslam filozoflarının görüşüdür.
Üçüncüsü: Yüce Yaratıcı’nın fiilen var olduğunu,
insan ve kainatla münasebet halinde bulunduğunu kavrayabilmek için onu insan
anlayışının alanına giren bazı sıfatlarla nitelendirmenin gereğine inanan;
bunun yanı sıra ilahlıkla bağdaşmayan bazı kavramları (tenzihi sıfatları) onun
zatından uzaklaştırmanın zorunlu olduğunu savunan Ehlisünnet ekolüdür
Müşebbihe
ve Mücessimeye karşı mücadele veren Mutezile, zamanla sıfatların nefyi noktasına
yaklaşmıştır. Mutezileden sonra güçlü bir felsefi disiplin oluşturan Müslüman
filozoflardan bazıları, Helenistik felsefenin değişik akımlarından etkilenerek
Allah’ın, zatıyla vacibu’l-vücüd ve her yönden bir tek olduğu görüşünü
savunurken, Allah’ın sıfatlarını nefyetmede aşırılıklara saplanmışlardır.
Mutezilenin
kurucusu sayılan Vâsıl b. Atâ (
Aslında
bütün Mutezili kelamcıları, Muattıla olarak kabul etmek doğru değildir. Onlar,
Müşebbihe ve Mücessime’nin yaydığı şüphelere tabii bir tepki olarak
ortaya çıkmıştır. Çünkü Vasıl ve arkadaşlarının gayesi, İslam akidesini
savunmak ve ona arız olan tehlikelerden onu korumaktır. Bu gayenin tahakkukunda
bazı metodik hatalar yaptıkları için onlardan kimi alimler sıfatların nefyi
neticesine varmışlardır.
Dolayısıyla Mu’tezili
kelamcılar, muhaliflerini teşbih ve tecsim ile, onlar da berikileri Muattıla ve
Cehmiyye’den olmakla suçlamış ve neticede “er-Red ale’l Müşebbihe”, “er-Red ale’l-Mücessime”
ile “er-Red ale’l-Muattıla ve’l-Cehmiyye” türünde epeyce kitap telif
edilmiştir.
Fakat Mu’tezili kelamcılar,
bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini “Ehlul-Adl ve’t-Tevhîd” olarak vasıflandırmışlardır.
(ç)
[1637] Hûd:
[1638] Bununla kastedilen; Tahiyyat duasından sonra okunan “Allahümme Salli”
ve “Allahümme Barik” dualarıdır. Bu duaların Türkçe anlamları şu şekildedir: “Allahım!
Muhammed’e ve O’nun aile halkına, İbrahim’in ev halkına salat buyurduğun gibi
salat eyle! Şüphesiz ki Sen, ‘Hamîd’ ve ‘Mecîd’sin. Allahım! Muhammed’e ve O’nun
aile halkına, İbrahim’in ev halkına ihsan eylediğin bereket gibi bereket ihsan
eyle! Çünkü Sen, ‘Hamîd’ ve ‘Mecîd’sin” B.k.z.: Buhârî, Da’vat
[1639] Buhârî, Ezan
[1640] Bu husus, yüce Allah’ın; ذُو
الْعَرْشِ
الْمَجِيدُ “Yüce
olan Arş’ın sahibidir”
(Burûc:
[1641] “el-Mecîd”; kerem ve lütuftaki en ileri dereceyi
ifade eder. Yüce Allah ise, Mecd olmakla muttasıftır. O zaman yüce Allah’ın,
kerem ve lütufta en ileri derecede olduğu anlaşılır. (ç)
[1642] Mü’minûn:
[1643] Tevbe:
[1644] Allah’ın Kürsî’si, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Arş’ı ise, Kürsî’yi
de kuşatmıştır. Buna göre Kürsî, Arş’ın altında ve göklerin üzerinde bir
cisimdir. Allah’ın Kürsî’si, bize ancak gökler ve yer tasavvurunun ötesinden,
kapalı ve tahayyülü imkansız bir büyüklük kavramıyla bilinebilir. Bunun gerçek
mahiyetini tayin edebilmemize imkan yoktur. (ç)
[1645] Hamd kelimesi, Kur’an’da
“el-Hamîd”, Allah’ın sabit
sıfatlarından biridir. Bu, bazen sözleriyle bazen de zatıyla ilgilidir. Her iki
durumda da özel tamlama olarak kullanılır.
“el-Hamîd”, sözlerle ilgili olarak
kullanıldığında el-Hamid (=Hamd eden, öven) anlamına gelir. Bu durumda hamd,
iki anlamda kullanılır.
“el-Hamîd”,
zatla ilgili olarak kullanıldığında ise mahmûd (Hamd edilen, övülen) anlamına
gelir. Böylece Allah, kendi zatını sözlerle öven el-Hamid ve kullarının
kendisini övdüğü, methettiği ve saygı duyduğu mahmûd’dur. Kulların Allah’ı
övmesi, O’na hamd etmesi ve diğer kısımlardaki hamd türleri özel tamlama
anlamındadır. Çünkü her insan Allah’a hamd etmeyeceği gibi Allah da her insanı
hamd ehli yapmaz. Allah’ın gazabını kazanmış insanlar O’na hamd etmekten de
uzaktırlar. Allah, böyle insanları ham ehli yapmaz. Ancak bu insanlar kıyamet
günü kabirlerinden kaldırıldıklarında istemeseler de Allah’a hamd edeceklerdir.”
B.k.z: Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an,
[1646] “el-Vedûd” ismi; katıksız sevgi anlamına gelen “vüdd”
kelimesinden türemiştir. “el-Vedûd”, hem seven ve hem de sevilen demektir. Yüce
Allah, peygamberlerini, meleklerini ve Mü’min kullarını sever, onlar tarafından
da sevilir. Onlara, Allah’tan daha sevgili hiçbir şey yoktur. Allah
dostlarındaki Allah sevgisi, ne aslında, ne keyfiyetinde ve ne de tealluk
ettiği şeylerden başka hiçbir sevgiye denk olamaz. Kulun kalbindeki Allah
sevgisinin, bütün sevgileri geçmesi, bütün sevgilere galip gelmesi ve diğer
sevgilerin hepsinin de O’nun sevgisine bağlı olması gerekir.
Gayelerin
en büyüğü olan Alah sevghisinin kazanmanın en önemli yolu, O’nu çok zikretmek
ve övmek, O’na yönelmek ve tam manasıyla O’na tevekkül etmek, farz ve nafile ibadetlerle
O’na yaklaşmak, sözlerde ve fiillerde ihlaslı olmak, açık ve gizli her halde
Hz. Peygamber (s.a.v)’e tabi olmaktır. (ç)
[1647] Bu kelime, “mef’ûl” mânasında “fâil”dir.
[1648] Zeccâc, İştikâku Esmâi’llahi’l-Hüsnâ, s.
[1649] Hûd:
[1650] İsrâ:
[1651] Rahmân:
[1652] Rahmân:
[1653] Tirmizî, Daavat
[1654] Neml:
[1655] Nisâ:
[1656] Mümtehine:
[1657] Burûc:
[1658] Buhârî, Deavât
[1659] A’râf:
[1660] Sâd:
[1661] Bakara:
[1662] Ebû Dâvud, Vitr
[1663] Tirmizî, Daavat
[1664] Buhârî, Ezan
[1665] “Rûh ve’n-Nefs” adlı kitap, İbn Kayyim’in kaybolmuş
kitaplarındandır.
[1666] Mâide:
[1667] İbrahim:
[1668] Hz. Peygamber (s.a.v)’e, salat getirmenin nasıl olması gerektiği
sorulunca, o, “Salli” ve “Barik” dualarını okumalarını önermiş. Bu duayı da,
Allah’ın “el-Hamîd” ve “el-Mecîd” olduğunu belirterek sonlandırmıştır. (ç)
[1669] Hz. Peygamber (s.a.v) için salat ve selam getirmek, onun için bir
hamd ve bir mecd (=yücelik/methu sena)dır. Hz. Peygamber (s.a.v)e salat ve
selam getirmek, hiçbir şekilde Allah’ın kemal sıfatlarına zarar vermez ve
sıfatlarına noksanlık getirmez. (ç)
[1670] Cilâu’l-Efhâm, s.
[1671] İsrâ:
[1672] Müslim, Salat
[1673] Araz: Cevher ve cismin gelip geçici niteliği anlamına
gelen ve cevher ve zatın zıddı olarak kullanılan bir terimdir. (ç)
[1674] Cisim: Modern literatürde, beş duyu tarafından
algılanan bütün nesnelere denir. Üç boyutluluk yani hacim ve kitle, cismin
temel özellikleridir.
Cisim
kelimesi; filozoflar, Mu’tezile, Eş’arîler ve diğer mezhep mensupları
tarafından kendi varlık öğretilerine paralel olarak farklı şekillerde
tanımlanmıştır. Birkaç istisna dışında Mu’tezile ve Ehlisünnet alimleri,
genellikle cismin; atom denilen maddî unsurlar ile araz denilen niteliklerden
oluştuğunu kabul ederler. (ç)
[1675] İbn Mâce, Zühd
[1676] Na’t ile ilgili açıklama ileride yapılacaktır. (ç)
[1677] Hayy: Diri, canlı demektir. Allah’ın sıfatlarından olup devamlı var
olan, kesintiye uğramayan, varlığı exeli ve ebedi olan demektir.
[1678] Kayyûm: Kendi kendine
kaim olan, yeri ve gökleri ayakta tutan demektir.
[1679] B.k.z: Bakara:
[1680] Bu hadisin benzeri için b.k.z: İbn Mâce, Dua
[1681] Mecusi Kaderiyye: Varlık aleminde Allah’ın
kudretiyle, dilemesiyle ve yaratmasıyla ilgisi olmayan şeylerin bulunduğunu
ileri süren kimselerdir. (ç)
[1682] Kaderiyye’ye göre, hikmet; kulların yine kendilerine dönen
menfaatleridir. İbn Kayyim’e göre böyle bir şey, Allah’ın hikmet vasfını inkar
edip bu vasfı mahlukatından herhangi birine vermektir. (ç)
[1683] İbn Kayyim’e göre, hikmet; Allah’ın yaratmak ve emretmek suretiyle
isteyip övdüğü gayelerdir. Ayrıca din ve tabiat açısından sebep-sonuç
ilişkisini gösteren genel bir hüküm olup nasıl ki yere tohum atmadan ve ekini
sulamadan ürün alınamıyorsa, sebeplere yapışmadan da hikmet edilmez. O halde
hikmet, gerekeni gerektiği vakitte gerektiği gibi yapmaktır. (ç)
[1684] Bu konuda b.k.z: İbn Kayyim,
Şifâu’l-Alîl, s.
[1685] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1686] A’raf:
[1687] Tarîku’l-Hicreteyn s.
[1688] Fatiha:
[1689] En’am:
[1690] Kehf:
[1691] Sebe’:
[1692] Fatir:
[1693] Kasas:
[1694] Gafir:
[1695] Rum:
Resulullah (s.a.v) bu konuda şöyle
buyurmaktadır: “Yüce Allah’ın, sözünün eri olan İbrahim (peygamberi) niçin “Halîl”
(=dost) diye isimlendirdiğini size haber vereyim mi? Çünkü İbrahim (peygamber),
sabahleyin ve akşamleyin فَسُبْحَانَ
اللَّهِ
حِينَ
تُمْسُونَ
وَحِينَ
تُصْبِحُونَ
وَلَهُ
الْحَمْدُ
فِي السَّمَاوَاتِ
وَالْأَرْضِ
وَعَشِيًّا
وَحِينَ
تُظْهِرُونَ “O halde akşama girdiğiniz zaman da sabaha
girdiğiniz zaman da Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde, ikindileyin ve öğleye
erdiğiniz zaman da hamd, O’na mahsustur” (Rûm:
Yine Resulullah (s.a.v) konu ile ilgili
olarak şöyle buyurmaktadır: Her kim sabaha eriştiğinde, فَسُبْحَانَ
اللَّهِ
حِينَ تُمْسُونَ
وَحِينَ
تُصْبِحُونَ
وَلَهُ الْحَمْدُ
فِي
السَّمَاوَاتِ
وَالْأَرْضِ
وَعَشِيًّا
وَحِينَ
تُظْهِرُونَ “O halde akşama girdiğiniz zaman da sabaha girdiğiniz
zaman da Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde, ikindileyin ve öğleye
erdiğiniz zaman da hamd, O’na mahsustur” (Rûm:
[1696] Zümer:
[1697] A’raf:
[1698] Yunus:
[1699] Kasas:
[1700] Mülk:
[1701] İnsanın fiilleri meselesi, geçmişten günümüze hep bir “kelamî
tartışma” konusu olarak gündem oluşturmuştur. Bu konuda ekollerin ortaya
koyduğu düşünceler kısaca şu şekildedir:
Cebriyye, “insanın kudreti yoktur,
dolayısıyla insan fillerini yaratamaz” diyerek insanın fiillerinde mecbur
olduğu görüşünü savunmuştur.
Selef ekolüne göre ise; insanın bütün
fiilleri, hareketleri, sesleri, elde ettikleri yaratılmıştır. Buna göre isanın
fiilleri, Allah tarafından
yaratılmıştır.
Mu’tezile’ye göre; insan, güç sahibidir ve bu
güçle fiillerini yaratmaya kadirdir. İnsan, fiillerini hür bir şekilde
yaratır.
Hanefî- Maturidî ekolüne göre ise; insan,
fiilleri ve bilgisiyle mahluktur. Fiilleri,kendi isteğiyle meydana gelen
işlerdir. Bütün bu fiilleri yokluktan varlığa çıkaran Allah’tır. Bununla
birlikte insanın işlediği işler, insana nispet edilir. Çünkü insan isteyerek bu
fiillerin sahibi olur. İnsan gücünü sarfetmek suretiyle bu fiiller meydana
gelir. Fakat insan asla bu fiilleri
yapmaya mecbur değildir. İradesini kullanarak bu fiillerin meydana gelmesini
sağlar. Buna göre insana verilen cü’i irade, kişiyi, ihtiyarî fiillerinde hür
hale getirmektedir. Çünkü insanın fiillerinin aslı, Allah’ın kudretiyle ve O’nun
yaratmasıyla olmaktadır. Fakat aynı fiillerin, taat ve masiyet olarak
nitelenmesi, insanın gücüyle olmaktadır. (ç)
[1702] Bakara:
[1703] Nur:
[1704] Zümer:
[1705] Zümer:
[1706] Bakara:
[1707] Fatır:
[1708] Fatır:
[1709] İnfitar:
[1710] Ali Imran:
[1711] Ali Imran:
[1712] Mumtehine:
Resulullah (s.a.v) beni, Zubeyr’i ve Mikdad’ı göndererek: ‘Ravdatu Hah
denilen yere gidiniz. Orada beraberinde bir mektup bulunan hevdecte bir kadın
bulacaksınız. O mektubu o kadından alıp bana getiriniz’ buyurdu.
(Bunun üzerine yola koyulup atlarımızı
koşturduk ve kadını belirtilen yerde bulduk.) Ona: ‘Mektubu çıkar’ dedik.
Kadin: ‘Bende mektup diye bir sey yok’ dedi. Biz: ‘ Ya mektubu cikartirsin yada
elbiselerini cikartirsin’ dedik. Bunun üzerine kadın, mektubu saçının örgüleri
arasından çıkardı. Biz, mektubu alıp Resulullah (s.a.v)’e getirdik. Mektupda: ‘Hatib
b. Ebi Beltaa’dan…’ diye başlayan ve Mekkelilerden bir takım müşriklere
Resulullah (s.a.v)’in bazı durumlarını haber veren bilgiler vardı. Resulullah
(s.a.v): ‘Ey Hatib! Bu da ne?’ diye sordu. Hatib: ‘Benimle ilgili olarak acele
etme ey Allah’ın Resulu! Ben Kureyş’in içerisine sonradan girmiş bir kişiyim.
Ben kendilerinden değilim. Seninle birlikte bulunan muhacirlerin, kendileri
vasıtasıyla ailelerini koruyacakları akrabalık bağları var. Benim ise Mekke’de
(ki birine neseb cihetiyle) akrabalık bağım olmadığından ötürü, kendisi sebebiyle
onlara yakınlarımı koruyacakları bir iyilikte bulunmak istedim. Allah’ın adına
yemin ederim ki, bunu ne bir küfür, ne dinimden irtidat, ne de müslüman
olduktan sonra küfre rıza maksadıyla yapmadım’ dedi. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v): ‘O, dosdoğru söyledi’ buyurdu. Hz. Ömer (r.a): ‘ ey Allah’ın Resulu!
Bana izin ver de onun boynunu vurayım’ dedi. Resulullah (s.a.v): ‘(Hayır,) o,
Bedir savaşında bulundu. Allah’ın Bedir savaşına katılanlara muttali olarak: “Onlara
dilediğinizi yapın, ben sizi mağfiret ettim” demediğini nereden bilebilirsin
ki?’ buyurdu. Bunun üzerine “Ey iman edenler!
Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin” âyeti nazil oldu.” B.k.z.:
Vâhidî, Esbâbu’n-Nuzûl, s.
[1713] Enfal:
[1714] Hacc:
[1715] Kehf:
[1716] Zumer:
Alimler, şükür hakkında birçok görüş ileri
sürmüştür. Bunlardan bazıları şunlardır:
Sehl b. Abdullah der ki: Şükür, gizli ve açık
bütün hallerde masiyetten sakınmakla birlikte gönül hoşnutluğu ile itaat etmek
hususunda bütün gayret ve çabasını ortaya koymaktır.
Şibli’de der ki: Şükür; tevazu ve hasenatı
muhafaza etmek, şehvetlere muhalefet etmek, bol bol itaatlerde bulunmak,
göklerin ve yerin Cebbar’ı olan Allah’ın gözetimi altında olduğunu bilmektir.
B.k.z.: Kurtubî, el=Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an,
[1717] Maide:
[1718] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1719] Şifâu’l-Alîl, s.
[1720] “Seven ve sevilen” anlamına gelen “el-Vedûd” ismi,
Kur’an-ı Kerim’de
“Vedûd”
kelimesi, katıksız sevgi anlamına gelen “vüdd” kelimesinden türemiştir. Allah
sevgisi, bütün amellerin özüdür. Gizli ve açık bütün kulluk davranışları, Allah
sevgisinden kaynaklanır. Gayelerin en büyüğü olan Allahsevgisini kazanmanın en
önemli yolu; Allah’ı çokça zikretmek, övmek, O’na yönelmek, tevekkül etmek,
farz ve nafile ibadetlerle O’na yaklaşmak, söz ve fiillerde ihlaslı olmaktır.
(ç)
[1721] Mu’cemu Garîbi’l-Kur’an, s.
[1722] “el-Vedûd” kelimesinin iki anlamı vardır. Bunlar:
[1723] Hûd:
[1724] “Allah tevbe edenleri de sever”
(Bakara:
[1725] Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye, s.
[1726] “el-Kayyûm” ismi, Kur’an’ın
[1727] Hudûs Delili: Hudûs, sonradan meydana
gelme, yok iken sonradan var olma demektir. Böyle sonradan var edilen
varlıklara da “Hâdis” denir. Hâdis’in karşıtı Kadîm’dir.
Kelamcılara
göre, hudûs delili; eserden müessire intikal etmek suretiyle alemin hâdis
(=sonradan meydana gelen) oluşundan Allah’ın varlığını ispata varan bir
delildir. Diğer bir ifadeyle; bu alemde görülen varlıkların hal ve
sıfatlarından hareket etmek suretiyle Allah’ın varlığına ulaşma delilidir.
Burada illiyet prensibinden faydalanılır. (ç)
[1728] Meşşâilik: Kelime olarak, “yürüyücülük”
(=peripatetism) anlamına gelmektedir. Terim olarak ise, Aristo felsefesini
benimseyen Müslüman filozoflara denir. Bu ekole, İslam dünyasında Kindi,
Farabi, İbn Sina gibi doğulu ve İbn Bacce ile İbn Rüşd gibi batılı Müslüman
filozoflar dahildirler.
Meşşailik, İslam dünyasında bağımsız bir ekol
olmaktan ziyade Aristo’nun bazı Müslüman filozoflar üzerindeki etkisinden
ibarettir. Çünkü hiçbir Müslüman filozof, gerçek anlamda, Aristo’yu harfi
harfine izlememiştir. (ç)
[1729] Meşşai filozoflarına göre, imkan delili; Bir Vâcibu’l-Vucûd, mutlaka
vardır. Şayet bunun aksini düşünecek olursak, her mevcudu mümkin varlık olarak
kabul etmemiz gerekir. Bu mümkin, ya icad edilmiştir –ki var olduğuna göre
mutlaka icad edilmiştir- yada icad edilmemiştir.
İcad
edilmiş olan bu mevcudatın varlığının devamı, ya bir illet sayesindedir yada kendiliğindendir.
Varlığının devamını kendiliğinden farz edecek olursak, o zaman illet ile malul
aynı olmuştur ki, bu, illiyet prensibi ve mantık kaidelerine göre batıldır.
O halde mevcudatın varlığının devamı bir
illet sebebiyledir ki, o da Vâcibu’l-Vucûd olan Allah’tır.
Bu
delil; Kindî, Farâbî ve İbn Sinâ tarafından kullanılmıştır. (ç)
[1730] Bazılarına göre, Allah kıyamet günü kullarının amellerini tartarken
ve rızıklarını verirken mizanın kefelerini kaldırıp indirmek suretiyle rızık
takdirini, mizanla tartmaya benzetmektedir.
Bazıları
da metinde geçen القِسْطُ “kıst”
kelimesiyle “rızkın” kastedildiğini belirtmişlerdir. Dolayısıyla her yaratığın
rızkına “kıst” denilir. Çünkü yüce Allah, bazı yaratıkların rızkını çok
vermekte, bazısını ise az vermektedir. (ç)
[1731] Müslim, İman
[1732] Medâricu’s-Sâlikîn,
[1733] Buhârî, Tevhid
[1734] Buhârî, Enbiya
[1735] Gâfir (=Mü’min):
[1736] A’râf:
[1737] Bedâiu’l-Fevâid,
[1738] Ebû Dâvud, Vitr
[1739] Buhârî, İlm
[1740] Buhârî, Mezalim
Had
cezalarını gerektiren husus bundan müstesnadır. Bu tür affa giren hususlar, cezayı
gerektirmeyen hususlardır. Yalnız her iki durumda da işlenen günahların açığa vurulması
yasaklanmaktadır. (ç)
[1741] “Açık günahlardan biri de; kulun geceleyin bir
amel işlemesi, sonra Allah onu örtbas ettiği halde sabahlamasıdır. Fakat kul: ‘Ey
filan! Ben dün şöyle şöyle yaptım’ der. Halbuki kendisi Allah’ın onu örtbas
ettiği halde gecelemişti. İşte Rabbi örtbas ettiği halde geceler, sabahladığı
vakit Allah’ın örtbas ettiğini meydana çıkarır.” Müslim, Zühd
[1742] Buhârî, Edeb
[1743] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1744] “el-Vahid”: Tek başına var olan, yanında bir başkası
olmayan, ortağı ve arkadaşı olmayan, zatında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde ortağı ve benzeri olmayan, misli ve benzeri olmayan
demektir. “el-Vâhid” ismi, Kur’an-ı Kerim’in
[1745] Rububiyyet
tevhidi:
Göklerin ve yerin rabbinin ve yaratıcısının Allah olduğuna inanmkatır.
Kainattaki bütün işlerin sahibi, mülkünde ve hükmünde ortağı olmayan Allah’tır.
O, her şeyin rabbi, her canlıya rızık veren, her işi programlayan zattır. Dilediğini
aziz kılan, dilediğini zelil eden, dilediğine fayda veren, dilediğine zarar
veren yalnızca Allah’tır.
Tevhidin
bu yönünü, Allah’ı inkar eden materyalistler dışında hiç kimse inkar etmez.
(ç)
[1746] Uluhiyyet tevhidi: İbadeti, taatı ve
hükümranlığı Allah’a tahsis etmektir. (ç)
[1747] Sâd:
[1748] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1749] Enbiya:
[1750] Enbiya:
[1751] En’am:
[1752] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1753] Tevessül: Allah’a yalvarırken yada O’ndan bir şey
isterken; O’nun isim ve sıfatlarıyla yada salih amellerle isteneceği hususunda
görüş birliği vardır. Kişiyi aracı kılma konusu ihtilaf konusu olmuştur. (ç)
[1754] Ebû Dâvud, Vitr
[1755] “es-Samed”: Kur’an-ı Kerim’de sadece İhlâs sûresinin
[1756] “es-Seyyid”: Seyyid kelimesi; efendi, mülk sahibi,
şerefli, izzetli, faziletli, cömert, halîm, reis ve bay gibi anlamlara
gelmektedir. Kavminin eziyetine katlanan kimseye de, “Seyyid” denilir.
Yüce
Allah, bütün mahlukatın kaderine sahip olan Seyyid’dir ve onların Mevlası, Efendisidir.
Yaratıkları üzerinde mutlak tasarruf sahibi olan muhakkak ki yüce Allah’tır.
Bu
kelimenin, kullar için kullanılması mecazidir, izafidir, hakiki değildir. Bu
itibarla her ne kadar bu ve buna benzer kelimeler, mecazi ve izafi olarak,
kullar için kullanmak caiz ise de, Resulullah (s.a.v), İslam’ın ilk yıllarında
cahiliyye döneminden yeni kurtulmuş olan kavmini, cahili düşüncelerden tamamen
kurtarmak amacıyla ve bazı insanlarda ilahi güçlerin bulunduğu inancının
yeniden yeşereceği endişesiyle zaman zaman ashabını bu tür kelimeleri
kullanmaktan men etmiştir. Fakat İslam alimleri, bu gibi tehlikelerin kalmadığı
toplumlarda söz konusu kelimelerin mecazen insanlara nispet etmekte bir sakınca
görmemişlerdir. Çünkü “Ben Adem oğullarının seyidiyim” (Müslim, Fezail
[1757] Beyhakî, el-Esmâ’ ve’s-Sıfât,
[1758] Beyhakî, el-Esmâ’ ve’s-Sıfât,
İkinci
hadis ise, Enes hadisidir: Resulullah (s.a.v), bir adamı şöyle dua ederken
işitti: “Allahım! Hamd sana mahsustur. Senden başka ilah yoktur. Sen Mennan’sın.
Çok lutfedensin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, ikram ve celal sahibi sensin.
Bütün bunlarla senden isterim. Ey diri ve kendi kendine var olan Allahım!”
Resulullah
(s.a.v), bu adam için: “Allah’tan “İsm-i A’zam”ıyla istekte bulundu’ buyurdu.” Ebû
Dâvud, Salat
[1759] “Ganiyy” kelimesi; zengin
olmak, başkasına ihtiyacı olmamak anlamına gelen “Gınâ” mastarından
sıfat olan Allah’ın güzel isimlerinden biri.
“el-Ganyy” ismi ve
sıfatı, Kur’an-ı Kerîm’de
Allah’ın
ganiyy olması; zat ve sıfatları itibariyle başkasından müstağnî olması anlamındadır.
Gerek zat ve sıfatlarında, gerek işlerinde hiçbir zaman, hiçbir sûrette, hiçbir
şeye muhtaç olmayan, bunun yanında herşeyin kendisine muhtaç olduğu tek zengin
O’dur.
Allah’ın,
başkasının kendisine ibadet etmesine de ihtiyacı yoktur. İnsanların O’na inanıp
ibadet etmeleri, kendisine bir yararı olmadığı gibi, inanmamaları ve emirlerine
itaat etmemelerinin de kendisine bir zararı yoktur.
Allah’ın bu ismi Kur’an’da, diğer isimlerinden Halîm, Hamîd, Kerîm gibi
isimlerle zikredilmektedir. Böylece Allah’ın, başkalarına muhtaç olmamakla
birlikte yaratıklara ve özellikle insanlara karşı ilgisiz, ihtimamsız olmadığı
belirtilmektedir. Allah, “rahmet sahibi gâniyy’dir”
Allah’ın ibadetlerimize bir ihtiyacı yoktur.
Kur’an-ı Kerîm bunu gayet açık ve birçok âyetinde ifade etmektedir: O’nun
rızası için kesilen “kurbanlık
hayvanların ne etleri, ne kanları Allah’a ulaşmaz; O’na ancak sizden takva
ulaşır” buyurur (Hacc:
Kula yaraşan, Rabbini bu şekilde tanıması; O’na muhtaç olduğunu
hatırından çıkarmaması, bütün ihtiyaçlarında O’na yönelmesidir. (ç)
[1760] “Kerîm”: İyi huylu,
cömert, insanlar arasında şeref ve itibarı olan kimse demektir. Zıd anlamlısı
ise; “leîm” olup kötü huylu, alçak, insanlar arasında saygınlığı olmayan kimse
demektir.
“el-Kerîm” ismi, Neml:
“el-Kerîm” ismi;
sıfat olarak “bol”, “büyük”, “şerefli” anlamlarında kullanılmıştır. “Rızkun
kerîm” ifadesi; bol, helâl rızık, “ecrun kerîm” ifadesi; büyük mükafat, “Kur’anun
Kerîm” ifadesi ise; kıymetli, şerefli Kur’an (Vâkıa:
Allah’ın
kullarına karşı lütufkar ve ihsan sahibi olması, onlara cömertçe davranmasıdır.
Allah’ın, kullara nimetleri hak etmeden vermesi, daha talepte bulunmadan kendi
lütuf ve keremiyle onlara bağışta bulunması, Kerem sahibi oluşunun bir
göstergesidir.
Allah’ın
kullarının işledikleri günahları gizlemesi, onları ortaya çıkarmaması, kusurlarını
örtmesi ve yaptıklarını görmezden gelmesi O’nun Kerem sahibi oluşunun bir diğer
göstergesidir.
Mü’min
kullarının basit ve küçük itaatlerine bile büyük sevaplar vermesi, onları
överek onurlandırması ve üstün tutması, Allah’ın ne kadar büyük Kerem sahibi
olduğunu gösterir. (ç)
[1761] Bu, “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?
Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık.
Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık” (Zuhruf:
[1762] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1763] “es-Sabûr”
ismi, her ne kadar Kur’an’da bu kalıpla geçmiyorsa da, Allah’ın bu vasfını
ifade eden 70’den fazla âyet vardır. (ç)
[1764] Buhârî, Edeb
[1765] Sabır ismi, Allah’a izafe edildiğinde, O’nun,
kendisine isyan edenleri cezalandırmada aceleci davranmadığını, bu tür
insanlara mühlet verdiğini, kullarının bir bir türlü edep ve saygı dışı
davranışlarını görüp durduğu, onları bir nada cezalandırmaya kudreti bulunduğu
halde bunu erteleyişini ifade eder.
Bu isim kula izafe
edildiğinde ise; Allah’ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş
görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek,
hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere
karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye
alışmak lazımdır.
Sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu
hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik
olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak
ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca
vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür. (ç)
[1766] Ahzâb:
[1767] Nisâ:
[1768] Beyhakî, Şuabu’l-İmân,
حَمَلَةُ
الْعَرْشِ
يَتَجَاوَبُونَ
بِصَوْت
حَسَنٍ رَخِيمٍ,
يَقُولُ
الأَرْبَعَةُ:
سُبْحَانَكَ
وَبِحَمْدِكَ
عَلَى
حِلْمِكَ
بَعْدَ عِلْمِكَ.
وَيَقُولُ
الأَرْبَعَةُ
الآخَرُونَ:
سُبْحَانَكَ
وَبِحَمْدِكَ
عَلَى عَفْوِكَ
بَعْدَ
قُدْرَتِكَ “Arşın
taşıyıcıları, güzel ve nameli bir ses(i duyup buna) cevap şöyle vermişlerdir.
(Bunlardan) dördü: ‘İlminden sonra hilmine göre seni (noksan
sıfatlardan) tenzih
ederiz ve sana hamd ederiz’ der. Diğer dördü de: ‘Kudretinden sonra affına göre
seni (noksan sıfatlardan) tenzih ederiz ve sana hamd ederiz’
der.”
Suyûtî,
Dürrü’l-Mensûr,
[1769] “Azîm ve ‘Halîm’ olan Allah’tan başka ilah
yoktur. Yüce Arş’ın sahibi olan Allah’tan başka ilah yoktur. Göklerin Rabbi ve
yeryüzünün Rabbi olan Allah’tan başka ilah yoktur. Değerli Arş’ın sahibi olan
Allah’tan başka ilah yoktur.” Buhârî, Deavat
[1770] Allah’ın isimlerinden olan “es-Sabbûr” ismi, bu kalıbıyla Kur’an’da
geçmemektedir. Fakat sabır kelimesinin türevleri, Kur’an’ın 70’den fazla
yerinde geçmektedir. (ç)
[1771] Bakara:
[1772] Bu hadis, İbn Ebi’d-Dünyâ’nın, Kitâbu’l-Evliyâ, (
Ayrıca bu hadisi, Taberânî, İbn Merdeveyh,
Hakîm, İbn Asâkir, İbn Receğ el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, s. 338’de,
Alauddin el-Hindî el-Muttekî ise Kenzu’l-Ummâl, (
Bu hadisi senedinde, Hasen b. Yahya el-Huşenî
vardır. Bu kişi, Sadûk’tur ve hatası çok olan bir şahıstır. (Takrîbu’t-Tehzîb,
[1773] İslam alimleri, “Allah ile beraber olan sabır” ile “Allah için olan
sabır”dan hangisinin daha mükemmel olduğu ve aralarında hangi farklılıklar
olduğu hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Müllif İbn Kayyim,
burada, bu iki sabır arasındaki farkı anlatmaya çalışmaktadır. (ç)
[1774] Ankebût:
[1775] Hac:
[1776] Tirmizî, Tefsiru Sure-i Âl-i İmrân (
[1777] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyamet
[1778] Müslim, İmare (
[1779] Uddetu’s-Sâbirîn, s.
[1780] Buhârî, Edeb
[1781] Buhârî, Tefsiru Sure-i İhlas
[1782] Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye, s.
[1783] Bazı alimlere göre, Allah’ı ancak kendi verdiği isimlerle yada
Resulullah (s.a.v)’in haber verdiği veya ümmetin icma ettiği sıfatlarla
anılabilir. Yalnız Allah’ın isimlerini, şer’i kıyasla ispat etmek caiz
değildir. Allah’a verilmesi hususunda şer’an izin verilmemiş, fakat yasaklanmamış
bir sıfatla O’nu anmak ihtilaflıdır. Müteahhir fıkıh usulü alimleri, haberi
vahidle sabit olan sıfatlar hususunda ihtilaf etmişlerdir. Eş’ari’lerden
bazıları göre, bu caizdir. Çünkü haberi vahid, onlara göre amel etmeyi
gerektirir.
Bu
son üç isim, Kur’an’da ve Allah’ın
[1784] Allah’ın en güzel isimlerinden biri de el-Cemil (güzel) dir. Kim,
varlık alemindeki her güzelliğin sahibi olandan daha güzel olabilir? Bu alemde
var olan bütün bu güzellikler O’nun bir sanat eseridir. Güzellikleri yaratan O’dur.
Yaratılan yaratandan daha güzel olabilir mi? O, zatı ile en güzeldir. O, bütün
güzel isimlerin, sıfatların ve fiillerin sahibidir. O’nun bütün isimleri
güzeldir. En güzel isimler O’na aittir. O’nun bütün sıfatları mükemmel ve
eksiksizdir. Bütün fiilleri güzeldir.
Allah’ın
güzelliği (=cemali) dört derecedir: Zatının güzelliği, sıfatlarının güzelliği,
fiillerinin güzelliği ve isimlerinin güzelliği. Allah’ın bütün isimleri
güzeldir. Bütün sıfatları, en mükemmeldir. Bütün fiilleri; hikmetle, adaletle
ve merhametle gerçekleşir. (ç)
[1785] Bunu, yüce Allah’ın “Gözler, O’nu
göremez” (En’âm:
Allah’ın görülüp görülemeyeceği meselesi,
alimler arasında tartışmalıdır. Bazı alimler, Allah’ın görülemeyeceğini iddia
ederken, bazıları da Allah’ın görülebileceğini ileri sürmüşlerdir. Allah’ın
görülüp görülemeyeceği iki şekilde ele almak lazım:
a. Mümkün olduğunu söyleyenler, bu konuda,
Miraç gecesi Hz. Peygamber (s.a.v)’in Allah’ı gördüğüne delalet eden hadisleri
delil getirmişlerdir.
b. Mümkün olmadığını söyleyenler ise, bu
konuda yine Miraç gecesinde Resulullah (s.a.v)’in, Rabbini görmediğine delalet
eden hadisler ile Hz. Musa (a.s)’ın Allah’ı görmek isteyip de göremediği ile
ilgili A’râf:
Şiiler, Hariciler, Mutezililer ile Mürcie
mezhebinden bazıları, Allah’ın Cennette görülemeyeceğini ileri
sürmüşlerdir. Bunlar, bir şeyin
görünmesi için; o şeyin, bir cisim olması, bir yerde bulunması, bir engel
bulunmaksızın görenin karşısına gelmesi gibi aklî ve dayanaksız bir takım
şartlar koşmuşlardır.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ise; görülecek şeyin
vücudundan başka hiçbir şart koşmamıştır. Çünkü görmek, Allah’ın yarattığı bir
idraktir. Mü’minler, Allah’ı; hem mahşerde ve hem de Cennette göreceklerdir. Bu
konuda Kur’an-ı Kerim’den Kıyâme:
[1786] Adn: Cennetin en yüksek mevkiine veya cennetin değişik yerlerinin
tamamına verilen addır. (ç)
[1787] Bununla ilgili açıklama daha önce geçmişti (ç)
[1788] Müslim, İman
[1789] Rahmân:
[1790] Rahmân:
[1791] Ebû Nuaym, Hilye,
İbn
Kayyim, rivâyetin metninde “Allah’ın yüzünün nuru” ile ilgili ifadeyi sırf
görüşüne delil getirmek için bu rivâyeti
kitabına alıp nakletmesi şaşılacak bir durum. Çünkü hadis metni konusunda sert
ve aşırı tavrıyla bilinmesine rağmen İbn Kayyim nedense bu rivâyetin metni
konusunda aynı tavrını göstermemiştir. (ç)
[1792] Hz. Peygamber (s.a.v)’in komutanlığında hicretin
[1793] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid,
[1794] Zümer:
[1795] Ravdatu’l-Muhibbîn, s.
[1796] “er-Refîk” ismi, isim ve fiil olarak
Kur’an’da ve Allah’ın
[1797] Yüce Allah kullarına karşı son derece merhametli ve lütufkardır.
Kullarının da birbirlerine karşı nazik ve yumuşak davranmalarını, kabalık ve
sertlikten kaçınmalarını, hoşgörüyle hareket etmelerini ister.
Rıfk
ile muamele etmek, insanları dostluğa ve kardeşliğe götürür. Aralarındaki düşmanlıklar,
bu sayede son bulmuş olur. (ç)
[1798] Buhârî, Edebü’l-Müfred (
[1799] Medine’de Müslümanlar ilk önce Aşure orucunu tutmuşlardır (Buhârî,
Savm
[1800] İlk önce “Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden de içki ve
güzel rızık edinirsiniz” (Nahl:
[1801] Riba (=Faiz) ise, dört merhalede haram kılınmıştır:
[1802] Sünnetullah: Biyolojik, fizikî ve toplumsal olaylarda canlıların
bağlı olduğu ilahî yasalardır. Bu yasalar, tamamen Allah’ın emri altındadır. Allah
dilerse bunları değiştirir ve yerine yenilerini koyabilir. (ç)
[1803] Fussilet:
[1804] Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye, s.
[1805] İsm-i Fâil: Fiilden türeyen, fiilin ifade ettiği işi yapan, etken
sıfat-fiile denir. (ç)
[1806] İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’ani’-Azîm,
Ayrıca
b.k.z: İbn Mâce, Mukaddime
[1807] Şûrâ:
[1808] Bu husus, şu hadiste de geçmektedir: وَاللهََّّ
يُحِبُّ
إغاثةََ
اللَّهْفَانِ “Allah,
darda kalan kimselere yardım etmeyi sever.” Bu hadis için b.k.z: Ebû Ya’lâ, Müsned,
[1809] Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye, s.
[1810] Feyzu’l-Kadîr,
[1811] “Allah’ın en çok sevdiği isimler, Abdullah ve
Abdurrahman’dır.”
Müslim, Adab
[1812] Gazzâlî, el-Maksadu’l-Esnâ, s.
[1813] Ahmed b. Hanbel,
[1814] Zâdu’l-Meâd,
[1815] Medâricu’s-Sâlikîn,
[1816] Tehânevî (ö.
“Bu
konuda birbiri ile çelişen iki kıyas bulunmaktadır:
“Kelâmullah”,
Allah’ın sıfatıdır; Allah’ın sıfatı olan şey kadîmdir; öyleyse “Kelâmullah” da
kadîmdir.
“Kelâmullah”,
birbiri üzerine terettüp eden ve vücud bakımından birbiri arkasınca gelen bir
mahiyet arzeder. Bu özellikte olan her şey, hâdistir. Öyleyse “Kelâmullah” da
hâdistir.
Hanbelîler
ise, “Kelâmullah”ın, Allah’ın zatı ile kâim harf ve sesten ibarettir ve kadîmdir
olduğunu belirtmişlerdir. Hatta bazıları bu konudaki inadını ileri götürerek
cildinin ve kabının da kadîm olduğunu söylemişlerdir.
Kerrâmiyye
ise, “Kelâmullah”ın, harfler ve seslerden ibaret olup hâdis olduğu ancak buna
rağmen Allah’ın zatı ile kâim olduğunu belirtmişlerdir.
Mutezile
ise, “Kelâmullah”ın, harfler ve seslerden ibaret olduğunu, ancak Allah’ın zatı
ile kâim olmadığını, Allah Teâlâ’nın, onları, Levh-i Mahfuz veya Cibril yada
Peygamber’de yarattığını ve dolayısıyla da hâdis olduğunu belirtmişlerdir.
Eş’arîler
ise şöyle derler: “Kelâmullah”, sesler ve harfler cinsinden olmayıp, Allah’ın
zatı ile kâim olan kadîm manadan ibarettir ve buna “kelâm-ı nefsî” denir; bu
mana hâdis olan ve Allah’ın zatı ile kâim olmayan lâfzî kelâmın medlulü
olmaktadır. Bu, ilim ve irâdeden ayrı bir şeydir.
Sûfiler
ise, “Kelâmullah”ın, Allah’ın ilminin tecellîsi olduğunu belirtmişledir.
Nesefî
(ö
Bizce
bu konudaki en uygun izah tarzı şudur:
“Kelâm
haddizatında mütekellimin (=konuşan ve söz söyleyen şahsın) kendisinde mevcut
olan ilme muhatabın delâlet etmesini sağlayan bir iş yapmasından veyahut da
muhatabı, kendisinde mevcut olan ilme vâkıf olacak bir hale getirmesinden başka
bir şey değildir. Bu ise failin fiilleri cümlesinden bir fiildir. Hakiki fail
olmayan bir mahluk yani insan, âlim olması itibarıyla bu fiile kadir olunca,
aynı hususun hakiki fail olan Allah hakkında bahis konusu olmasının gerekliliği
çok daha uygun olur. Görünürde ve duyu âleminde bu fiil için diğer bir şart
daha vardır. O da bunun vasıta ile olmasıdır. Bu vasıta da sözdür, (insan kendi
bilgisini söz vasıtasıyla muhatabına intikal ettirir veya söz vasıtası ile
muhatabının kendisindeki ilme vâkıf olmasını temin eder. Halbuki Allah hakkında
bu şart yoktur). Hal böyle olunca, Allah Teâlâ’dan olan bu fiilin (ve kelâmın)
kullarından seçtiği mümtaz bir kulun nefsinde (meselâ söz, ses, işaret, şifre
v.s gibi) herhangi bir vasıta ile husule gelmesi icab eder. Ancak bu vasıtanın
mutlaka söz halinde olması icab etmez ama mutlaka onun tarafından yaratılmış
olması şarttır. Belki bazen bir melek vasıtasıyla, bazen vahiy ile, yani
yaratılan bir söz aracı olmaksızın, daha açıkçası Allah’ın dinleyicide meydana
getireceği bir fiille, onun bu mânaya vâkıf ve âşinâ olması sağlanır. Bazen de
Allah Teâlâ’nm, kendi kelâmını tahsis ettiği bir şahsın kulağında yarattığı söz
ve ses vasıtasıyla olur. Şu âyetle bu üç tavra işaret edilmiştir:
“Allah’ın, kendisine söz söylemiş olması
hiçbir beşer için vâki değildir. Vahy ile veya perde arkasından veyahut da
gönderdiği elçi bir meleğin, yine onun izni ile dilediğine vahy etmesi
suretiyle konuşması bir istimnadır” (Şûra:
Buradaki
vahiy, yaratılan bir söz aracılığı olmaksızın, bahis konusu mânanın vahye mazhar
olan zatta vâki ve hasıl olmasıdır. Daha açıkçası bahis konusu mânanın muhatabın
nefsinde ve kalbinde Allah’ın işlediği bir fiille açığa çıkmasıdır. Nitekim
mübarek ve müteâl olan Allah, “iki kavis kadar, hatta
daha da yakın olmuştu da işte o zaman ne vahyettiyse onu vahyetmişti” (Necm:
Perde
arkasından olan konuşma, kendi kelâmı için seçmiş olduğu mümtaz kulunun nefsinde
Allah’ın yarattığı lafızlar vasıtasıyla husule gelen kelâmdır. Hakiki kelâm da
budur. Allah, bu kelâmı, Hz. Musa’ya tahsis etmiştir. Onun için, “Allah,
Musa ile konuştu”
(Nisa:
Üçüncü
kısım olan “elçi gönderme” meselesine gelince; bu, Allah’tan melek
vasıtasıyla olan kelâmdır.
Bu
suretle açıkça anlaşılmıştır ki, Allah’ın kelâmı olan Kur’an kadîmdir, O’na
delâlet eden lâfız ise insanın değil, Allah Teâlâ’nın mahlûkudur”.
Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN, Akıl-Vahiy
Dengesi Açısından Sünnet, İFAV İst.
[1817] Hanbeliler kast edilmektedir. (ç)
[1818] Bedâiu’l-Fevâid,
[1819] Esmau’l-Hüsna’nın delaleti
[1820] Cilâu’l-Efhâm s.
[1821] Nahl:
[1822] Rûm:
[1823] Şûrâ:
[1824] Savâiku’l-Mürsele, s.
[1825] “Na’t” نَعْتٌ kelimesi, sözlük anlamı
itibariyle; nitelik, vasıf, sıfat gibi anlamlara gelmektedir. Kelime olarak “sıfat”
صِِفَات kelimesiyle aynı anlamdadır. İbn Kayyim, burada, “na’t” kelimesi
ile “sıfat” kelimesinin terim olarak farklı anlama geldiğini anlatmaya
çalışmaktadır. (ç)
[1826] A’râf:
[1827] Zuhruf:
[1828] Cevherî, Feyyûmî ve daha bir çokları, sıfat ile na’tın eş anlamlı
olduğunu belirtmişlerdir.
İbnü’l-Esîr der ki: “Na’t, içerisinde güzel
olan bir şeyi vasfeder. Sıfat ise, direkt olarak güzeli ve çirkini niteler.”
Sa’leb de der ki: “Na’t, bütün olan bir şeyin
parçasını ifade eder. Sıfat ise, bütünü ifade eder. Azîm (=çok yüce), Kerîm
(=çok cömert) gibi. Buna göre yüce Allah, vasıflanır. Fakat na’t olamaz.”
[1829] Medâricu’s-Sâlikîn,
[1830] Sibeveyh, “Allah” isminin etimolojisi hakkında iki görüş
belirtmektedir. İbn Kayyim ise, bu konuda en güçlü görüş olarak onun bu iki
görüşüne yer vermiştir.
Buna
göre Sibeveyh
Bu
konuda tercih edilen görüş, birincisidir. Daha geniş bilgi için b.k.z: Kitabu
Sibeveyh,
[1831] Savâiku’l-Mürsele, s.
[1832] Bedâiu’l-Fevâid,
[1833] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm,
[1834] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm,
[1835] Beyhakî, el-Esmâ’ ve’s-Sıfât,
[1836] Beyhakî, el-Esmâ’ ve’s-Sıfât,
[1837] Bu, matbu metinde bu şekilde geçmektedir. Beyhakî’nin, “el-Esmâ’ ve’s-Sıfât”
adlı eserinde ise, “Ca’fer b. Süleymân, o da …” şeklinde geçmektedir.
[1838] Beyhakî, Kunûzu’l-Hakâik, s. 24’de bu hadisi أَفْضَلُ
الذِّكْرِ
اَلْحَمْدُ
لِلَّهِ “En faziletli zikir, “el-Hamdulillah”
(=Hamd, Allah’a ait)tir” lafzıyla rivayet etmiştir.
[1839] Hâdi’l-Ervâh, s.
[1840] Tirmizî, Deavat
[1841] Ebû Dâvud, Edeb
[1842] Âl-i İmrân:
[1843] Zümer:
[1844] Ahmed b. Hanbel,
[1845] “Allahümme” derken, “Allah” kelimesinin sonunda yer alan “mim”
harfi, çoğul anlamı ifade etmektedir. Bununla, “Allah’ın bütün isimleriyle
isterim” demek istenmektedir. (ç)
[1846] Ahmed b. Hanbel,
[1847] Ebû Dâvud, Vitr
[1848] A’râf:
[1849] Cilâu’l-Efhâm, s.
[1850] Yüce Allah’ın “Tebâreke” sıfatı, Kur’an’ın
“Tebâreke”
kelimesi, “bereket” kökünden تَفَاعَلَ “Tefeâle”
vezninde bir kelime olup bereket, çokluk, genişlik, bolluk ve pek yüce anlamına
gelmektedir. (ç)
[1851] A’râf:
[1852] Mülk:
[1853] Mü’minûn:
[1854] Zuhruf:
[1855] Furkân:
[1856] Furkân:
[1857] Furkân:
[1858] el-Ezherî der ki: “Tebâreke” kelimesi; pek yüce, azametli ve üstün
anlamındadır. Ayrıca “Tebâreke”
kelimesiyle; ‘O’nun ismiyle teberrük
edilir ve O’nun isminin uğurundan faydalanılmaya çalışılır’ anlamına geldiği de
söylenmiştir.
[1859] Beğavî, Hüseyin b. Mes’ud Ebû Muhammed’dir. Fıkıhçı ve hadisçidir. “Sünneti
ihya” eden kimse diye lakablanmıştır. “Tefsiru
Lubebi’t-Te’vil”, “Mesâbîhu’s-Sünne” ve “Şerhu Sünne” adlı eserlerin sahibidir.
Hicri
[1860] Âlûsî bu konu ile ilgili olarak der ki: “تبَارَكَ
Tebâreke”
kelimesi, تَقَدَّسَ “Tekaddese”
anlamındadır. Çünkü Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Bu sıfat,
yüce Allah’a özgü bir sıfattır. Nitekim bu husus, “Kâmûs”ta da bu şekilde
geçmektedir “ Âlûsî, Rûhu’l-Meânî,
[1861] Lâzım Fiil: Mef’ulleri (mef’ulu bihi)ni, doğrudan doğruya almayıp
bazı edatlar (=harfi cerler) yardımıyla alan fiillerdir. Yani filin yaptığı iş,
fail (=özne)de kalırsa veya bir fiil söylendiği zaman işiten kimse; kimi, kime,
neyi, neye sorularını sormaya mecbur olmazsa bu fiillere, lâzım fiiller denir.
Müteaddî
Fiil: Mef’ulleri (mef’ulu bihi)ni, doğrudan doğruya alan ve harfi cerlere
(=edatlara) ihtiyaç duymayan fiillerdir.Yani fail (=özne)in yaptığı iş, failde
kalmayıp başkasına (=mef’ulüne) etki ediyorsa veya fiil söylendiği zaman bu
fiili işiten kimse; kimi, kime, neyi, neye sorularını sormaya mecbur oluyorsa,
böyle fillere müteaddî fiil denir. (ç)
[1862] “Lisân”
adlı
kitapta denir ki: “ذَبَارَكَ
الله ‘Tebârekellahu”, بَارَكَ
اللهُ
“Bârekellahu”
anlamındadır. قَاتَلَ “kâtele”
(=savaşmak) ve تَقَاتَلَ “tekâtele”
(=savaşmak) gibi. Yalnız bu kelime, فَاعَلَ “Fâale”
vezninde olduğu zaman, o zaman müteaddî (=geçişli) olur. تَفَاعَلَ “Tefâale” vezninde
olduğu zaman, müteaddî (=geçişli) olmaz.
Ferrâ’
der ki: “Araplar, بَارَكَ
اللَّهُ “Bârekallahu” ve بَارَكَ
فِيكَ “Bâreke fîke” ifadesini
kullanırlar.”
Bu
konuda daha geniş bilgi için “Lisân” adlı kitabın برك “Bereke”
maddesine bakabilirsiniz.
[1863] Bazı alimler, تَبَارَكَ kelimesinin, “Bereket” ve “Bâreke” kelimesi anlamına
gelmediğini, bu nedenle de Allah’a “Tebârekallahu” denildiği halde, “Mütebârek”
ve “Mübârek” denilemeyeceğini, çünkü Allah’ın isim ve sıfatları hususunda konu
ile ilgili gelen nakillerin sınırında durulması gerektiğini belirtmişlerdir.
Buna
karşılık İbn Kayyim ise, تَبَارَكَ kelimesinin, bu manada
kullanılabileceği hususunda çeşitli açıklamalar getirmektedir. (ç)
[1864] Şam bölgesinin faziletleri hakkında gelen ayetlerin açıklanması ile
ilgili olarak Abdurrahman ibn İbrahim b. Abdurrezzâk ed-Dımeşkî’nin “Hadâiku’l-İn’âm
fî Fezâili’ş-Şâm” adlı kitabına bakabilirisiniz. Bu kitabın tahkiki, Yusuf
Büdeyvî tarafından yapılmıştır.
[1865] Müslim, Mesacid
[1866] Yüce Allah’ın bu ismi, O’nun hem kudreti ve hem de iradesiyle
ilgilidir. Kur’an’da “Murîd” ismi geçmemesine rağmen “yef’alu mâ yeşâ’ “ ve “yef’alu
mâ yurîd” gibi kalıplarla, Allah’ın dilediğini yapabildiği ve hiçbir kayda
bağlı olmayan irade sahibi olduğunu yeterince anlatmaktadır. (ç)
[1867] Bu ifade, ayrıca Burûc:
[1868] Nahl:
[1869] Kaderiyye: Sorumluluk bildiren fiillerin sadece insan
iradesiyle gerçekleştiğini ileri süren mezhep. (ç)
[1870] Cebriyye: İnsanlara ait ihtiyari fiillerin ilahi
irade ve kudretin zorlayıcı etkisiyle meydana geldiğini savunan grupların ortak
adı. (ç)
[1871] Tibyân, s.
[1872] Yûnus:
[1873] Şifâu’l-Alîl, s.
[1874] Şûrâ:
[1875] Şûrâ:
[1876] En’âm:
[1877] Hadîd:
[1878] En’âm:
[1879] Hâdi’l-Ervâh, s.
[1880] Hûd:
[1881] Nahl:
[1882] Bkz: Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an,
[1883] Fecr:
[1884] Yûnus:
[1885] Gâşiye:
[1886] Fecr:
[1887] Necm:
[1888] Şifâu’l-Alîl, s.
[1889] Hz. Peygamber (s.a.v)’e, “Makam-ı Mahmûd”u vermesi gibi. (ç)
[1890] Gâfir (=Mü’min):
[1891] Zuhruf:
[1892] Hâşiye: Kitapların sayfa boşluklarını yazılan çoğu kısa
açıklamalar için kullanılan terim. (ç)
[1893] Etrâf: Hadislerin baş tarafından bir kısmı zikredilmek
suretiyle sahabe adına veya hadis metinlerine göre alfabetik olarak düzenlenen
eserlerin ortak adıdır. (ç)
[1894] Müslim, Salat
[1895] Buhârî, Tefsiru Sure-i İsrâ
[1896] Ahmed b. Hanbel,
[1897] Yüce Allah, isimlerini
Hadiste O’nun kendisine sakladığı isimler
için “İste’serte” ifadesi geçmektedir. Bunun anlamı, “sen o isimleri bilmede
teksin” demektir. Yoksa “o isimlerle isimlendirilmende teksin” anlamında
değildir. Çünkü bu husus, zaten O’nun kitapta bildirdiği isimler hakkında
sabittir. B.k.z: Bedâiu’l-Fevâid,
[1898] Bedâiu’l-Fevâid,
[1899] Kâf:
[1900] Mücâdele:
[1901] Hâdi’l-Ervâh, s.
[1902] Rahmân:
[1903] Bazı kimselerin dediği gibi, “Allah bu kainatı bir defa yaratmış,
artık bir daha karışmayacak” şeklindeki bir uluhiyyet anlayışını, bu ismiyle
reddetmiştir. Çünkü Allah, her an hikmetine uygun olarak yaratır, yapar ve bir
işte bulunur. Çünkü Kur’an, mücerred ve teorik bir ilahlığı anlatan bir teoloji
kitabı değildir. Aksine daima işte, faal, yaratmakta olan, yaratıklarını
varlıkta tutan, onları her türlü imdat ve ihtiyaçlarına yetişen, dualarına
icabet eden, onları sıkıntıdan kurtaran bir Allah’ı tanıtmaktadır. (ç)
[1904] Şifâu’l-Alîl, s.
[1905] Neml:
[1906] Zemahşerî’nin asıl adı, Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî’dir. “Cârullah”
ve “Ebû’l-Kâsım” ismiyle lakaplanmıştır. Din, tesir, lüğat ve adab ile ilgili
ilim adamlarındandır. Kitaplarından bazıları şunlardır: “el-Keşşâf”, “Esâsu’l-Belâğa”,
“el-Mufassal”. Hicri
[1907] İstisna-i Munkatı’: Müstesna ile müstesna minh’in, ayrı cinsten
olması halidir. Buna göre اللَّهُ “Allah”
kelimesi müstesnadır. مَنْ
فِى
السَّمَاوَاتِ
وَالْأَرْضِ “göklerde
ve yerde olan “cümlesi ise, müstesna minh’dir. Görüldüğü üzere “Allah”ile “göklerde
ve yerde olan” birbirinden ayrı şeylerdir.
[1908] İstisna-i Muttasıl: Müstesna ile müstesna minh’in, aynı cinsten
olması halidir.
[1909] Asıl adı, Mahmud b. Abdullah et-Tâî’dir. “Ebû Abdullah” ve “Cemaleddin”
ismiyle lakaplanmıştır. Arap filoluğudur. Kitaplarından bazıları şunlardır: “Elfiyye”,
“Teshîlü’l-Fevâid”, “Şevâhidu’t-Tavdîh”. Hicri
[1910] Müellif buradan itibaren iki sayfa boyunca “illâ”nın, munfasıl mı,
yoksa muttasıl mı olduğu konusunda detaylı konulara girmektedir. Bu konular,
genelde, Arapça bilenlerin anlayacağı konulardır. Konudan uzaklaşıldığı
düşüncesiyle bu iki sayfa tercüme edilmemiştir.
Bu konuda bilgi sahibi olmak isteyenler, Cilâu’l-Efhâm, s.
[1911] Ahzâb:
[1912] Ebû Dâvud, Zekat
[1913] Mâide:
[1914] Fâtır:
[1915] Ta’lîl: Açıklamak ve nedenini ortaya koymak anlamına
gelmektedir. (ç)
[1916] Nisa:
[1917] Cilâu’l-Efhâm, s.
[1918] Fevâid, s.
[1919] İbn Kayyim sıfatlar konusunda şöyle der: “Sıfatlar, üç türlü sıfat
vardır:
Her ne kadar bu takdiri taksim, hem kemal ve
hem de noksanlık ifade eden dördüncü bir çeşidi gerektirse de geçerli olan
tasnif bu şekildedir.
Yüce Allah, bu dört çeşit sıfatın üçünden
münezzehtir ve birinci gruptaki kemal sıfatlarla nitelendirilir. O’nun bütün
sıfatları sadece kemal sıfatlarıdır. O, kemal sıfatların en mükemmellerine
sahiptir. O’nun bir takım sıfatlara delalet eden isimleri de en güzel ve e mükemmel
isimlerdir. O’nun isimlerinden daha güzel isimler yoktur. Başka hiçbir isim, O’nun
isimleri yerine geçemez ve o isimlerin anlamını ifade edemez. O’nun
isimlerinden herhangi birisini, O’na ait olmayanbaşka isimle tefsir etmek, eş
anlamlı bir açıklama değil, bilakis yaklaşık bir izah ve anlatımdır.” B.k.z.:
Bedâiu’l-Fevâid,
[1920] Şifâu’l-Alîl, s.
[1921] Fussilet:
[1922] إِنَّ “inne”, Te’kid (=tahkik,
pekiştirme) harfidir. Arapça’da isim cümlesinin başına geldiğinde, cümlenin
manasını te’kid etmek için kullanılır. Başına geldiği cümlenin ismini ref’ ve
haberini ise nasb eder. (ç)
[1923] هُوَ “huve”,
fasl (=ayrı) zamiridir. (ç)
[1924] Marife: Belirli bir şeyi gösteren isimdir. Marife olan
isimler şunlardır: Özel isimler, zamirler, ism-i işaretler, ism-i mevsuler,
izafetle marifelik kazanan isimler ve “Harf-i tarifli (=elif-lam’lı)” isimler.
Bir ismin başına harfi tarif geldiği zaman, o isim, belirlilik kazanmış olur.
İngilizce’de bunun karşılığı “the”dır. (ç)
[1925] A’râf:
[1926] Fussilet:
[1927] Fussilet:
[1928] Nekre: Belirsiz bir şeyi gösteren isme denir. Nekre
isim, genellikle tenvinli, gelir. (ç)
[1929] Mü’min:
[1930] Mü’min:
[1931] İğâsetu’l-Lehfân,
[1932] Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hamd,
göklerde ve yerde bulunanların hepsinin sahibi olan Allah’a mahsustur. Ahirette
de hamd O’na mahsustur. O, Hakîm (=hüküm ve hikmet sahibi)dir, Habîr (=her
şeyden haberi olan)dır.”
(Sebe’:
[1933] Sebe’:
[1934] Sebe’:
[1935] “Şedîdü’l-ikâb” ifadesi; azabı
çetin, cezası şiddetli, cezalandırması şiddetli, azabı şiddetli gibi anlamlara
gelmektedir.
Bu
sıfat Kuran-ı Kerim’in birçok yerinde geçmektedir. Bütün İslam alimleri de
Allah’ın böyle bir sıfatı bulunduğu konusunda müttefiktirler. Sıfatın anlamı
son derece açıktır. Allah, inkarcıları inkarları nedeniyle günahkarları da
günahları nedeniyle cezalandırır. Dilediğinin cezasını bu dünyada verir,
dilediğinin cezasını da ahirete erteler. Hiç kimse bu yaptığı nedeniyle O’nu
sorguya çekemez. (ç)
[1936] et-Tavl, uzunluk anlamına gelen “et-tûl” kelimesinden
türemektedir. Sanki Allah, başkalarına nimet vermekle büyümekte ve
yücelmektedir.
“Zû’t-tavl”, hayır ve iyiliği bol
olandır. Kullarına iyilik yapmak istediğinde Allah’ın bulamayacağı tür iyilik
yoktur. Ama insanlardan Zû’t-tavl olanlar böyle değildir. Çünkü onlardan biri
bir iyilik yapmak istese, iyiliği yapacağı şeyi bulamayabilir. (ç)
[1937] Mü’min:
[1938] Buhârî, Bed’u’l-Halk
[1939] Buhârî, Tevhid
[1940] Bedâiu’l-Fevâid,
[1941] Bedâiu’l-Fevâid,
[1942] Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: هُوَ
الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ
وَالظَّاهِرُ
وَالْبَاطِنُ “O
Evvel (=ilk)tir, Âhir (=son)dur, Zâhir (=Açık)’dir ve Bâtın (=gizli)’dır” (Hadîd:
[1943] İsm-i Mevsul: Manası kendisinden sonra gelen cümleyle
açıklanan ve bu cümleyi başka bir cümleye bağlayan marife isimdir. الذى
“Ellezî” (=ki
o) gibi. (ç)
[1944] A’lâ:
[1945] Zuhruf:
[1946] Haşr:
[1947] Mü’min:
[1948] Âl-i İmrân:
[1949] A’lâ:
[1950] Tâhâ:
[1951] Zuhruf:
[1952] Zuhruf:
[1953] Bedâiu’l-Fevâid,
[1954] Bedâiu’l-Fevâid,
[1955] Zâriyât:
[1956] Rahmân:
[1957] Tibyân, s.
[1958] Buhârî, Tefsiru Sûre-i Kâf
[1959] Buhârî, Rekaik
[1960] Hûd:
[1961] A’râf:
[1962] Furkân:
[1963] Bereket ile ilgili açıklama daha önce geçmişti. (ç)
[1964] “Bereket” ile ilgili açıklama daha önce geçmişti. (ç)
[1965] Meryem:
[1966] Bedâiu’l-Fevâid,
[1967] Neml:
[1968] Zümer:
[1969] Mâide:
[1970] Mâide:
[1971] Yâsîn:
[1972] Bu ifadenin geçtiği yerler için b.k.z: Şuarâ:
[1973] Mâide:
[1974] Nisâ:
[1975] Fussilet:
[1976] Murselât:
[1977] Mü’minûn:
[1978] Mülk:
[1979] Şifâu’l-Alîl, s.
[1980] Yüce Allah, A’raf sûresinde, وَإِمَّا
يَنزَغَنَّكَ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
نَزْغٌ
فَاسْتَعِذْ
بِاللّهِ
إِنَّهُ سَمِيعٌ
عَلِيمٌ
“Eğer şeytandan gelen
kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, Semî’
(=işiten)dir, Alîm (=bilen)dir” (A’raf:
[1981] Mü’min:
[1982] Bakara:
[1983] Nisâ:
[1984] Bedâiu’l-Fevâid,
[1985] Bakara:
[1986] Bakara:
[1987] Tarîku’l-Hicreteyn, s.
[1988] İbn Kayyim’e ait kitapların yayınevi ile ilgili bilgiler kitabın
Arapçasında belirtilmemiştir. (ç)