İlmin sebeblerini beyan ettikten sonra, yakın (kesinlik) ifade
eden ilmin derecelerine kısaca işaret edeceğiz.
Yaldn ifade eden ilmin dereceleri üçtür :
1- tlme'l - Yaldn :
Akıl ve naklin, yâni
nazar ve haberin ifade ettiği ilme, «tlme'l -Yaldn» denir.
Bu münasebetle şunu da
ifade etmek isteriz ki; akü ile nakil birbirini nakzetmez. Yani ikisi arasında
çelişki yoktur. Belki onlar daima birbirini te'yid
eder ve destekler. Şayet aralarında ihtilâf var gibi görülürse, bunun sebebi; ya akim selîm yani sağlıklı, veya naklin sarih ve açık
olmamasıdır.
2- Ayne'l - Yaldn :
Özürlerden selîm olan
duyu organları (Havâss-ı Selime)'ura, müşahede
(gözlem) veya tecrübe (deney)'nin bildirdiği
bilgilere «Ayne'l - Yakın» denir.
Bu yolla elde edilen yakîn, «tlme'l: Yakın»'den daha
yüksektir. Çünkü görülen ve hissedilen şey, verilen bir haberden nefsi daha
çok inandırıcı ve kalbe imti'nan vericidir. Bu sebeble; Leyse'l - Ha-berü ke'l- ıyân»,
«Verilen haber, görülen şey gibi değildir.» Yâni haber, müşahade
gibi olamaz denmiştir. Gerçi her ikisi de yakîn ifade
eder. Fakat müşahedeye dayanan Aynel - Yakın, akla
veya habere dayanan llme'l - Yakîn'den
daha çok şüphe yok edici ve kalbi itmi'-nâna sevkedicidir.
İşte bunun içindir ki
İbrahim Aleyhisselâm llme'l
- Yakîn derecesiyle
yetinmiyerek, Ayne'l
- Yakîn
mertebesine ulaşmayı istemiştir.
«Yâ
Rabbi! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster. (Eabb Teâlâ) înanmıyormusun? dedi. (Hz. İbrahim) «Evet (inanıyorum), fakat kalbim mutmain olsun
(diye soruyorum)» dediği, Kur'an-ı Kerîm'de
bildirilmektedir. [1]
3- Hakka'1 - Yakîn :
Hiss-i bâtını denilen kalb ile
sezilip, bizzat duyulan ve basiretle müsâhade
olunarak bizzat yaşamak suretiyle hâsıl olan bilgiye, Hakka'I
- Yakîn denir.
Bu hal, yakîn derecelerinin en yüksek mertebesidir.
İşte, bilgiler, elem
ve lezzetler hepsi bu üç dereceden biri ile bilinir. Bir şeyin mahiyyet ve hakikati, ancak ilmin üçüncü derecesiyle
gerçek olarak bilinebilir. Bunun içindir ki «men lem yezuk lenı ya'rif»,
«tatmayan bilmez» denmiştir. Çünkü bu mertebede bilinen şeyler, söz ile tam mânâsiyle ifade olunamaz. Ancak zevk ile, vicdan ile
bilinebilir. Bu dereceye ulaşanlara (Ehî-i marifet)
veya (Arifin) denilmiştir. Tasavvuf ilmi mütalâasiyle
ve bu yola sülük etmekle varılan bu mertebe «Basiret» denilen kalp gözüyle,
gönül gözüyle elde edilir. Mutasavvıflar bu hâle «Zevk-i Vicdanî» derler [2]
Hakikatîari aramak ve ona varmak hususunda başlıca iki yol vardır
: Biri, Şer'î veya Dînî yol, diğeri de
Felsefî yoldur.
Şimdi bu iki yolun mahiyyet ve hususiyetlerini açıklayacak, sonra
aralarındaki farkı belirteceğiz.
A) Şer'î veya Dînî Yol :
Şer*! veya Dînî
dediğimiz yol, «Enbiyâ» adı verilen Peygamberlerin yoludur. Felsefî yol ise,
aklı ön plâna alan ve her şeyden önce ona dayanan Filozofların yoludur.
Şer'î yol denince
belki onun, yalnız vahye dayanan bir yol olduğu zannedilir. Fakat gerçekte
şer'î yol, yalnız vahye ve nakle dayanan yol değildir. O, yalnız akla, veya
yalnız müşâhade ve tecrübeye dayanan bir hakikat
yolu da değildir. Belki o, bu üç türlü vasıtadan da faydalanarak, hakikatları ve ilâhî gerçekleri arayan bir yoldur. Evet,
dînî yol, his ve tecrübeden, akıl ve muhakemeden faydalanarak, tefekküre kuvvet,
kalbe ferahlık verdiği gibi, bu iki yolla varılan neticeyi Enbiyâ'nın vahye
dayanan sâdık haberleriyle te1-yid etmek suretiyle,
fikri tam bir huzura, kalbi de tam bir itmi'nâna
ulaştırır.
His ve tecrübe, veya
akıl ve muhakeme yoluyla varılamıyan ha-kikatlara da, vahye dayanan sâdık haberler ve şer'î nasslar yoluyla varılır.
Böylece, yalnız hisse,
veya akla hitabetmiyerek, hem aklı, hem hissi tatmin
eder. Ruhu da, kalbi de huzura kavuşturur. Fikri, buhrandan kurtarır.
O halde dînî yol,
yalnız akıl ve fikirle, veya yalnız gözlem ve deney ile yetinen bir yol
olmayıp, yerine göre hepsinden faydalanan, vardığı neticeleri vahiy ve sâdık
haberle destekleyen, yâni gerçekleri hem akıl ve re'y,
hem nakil ve vahy ile arayıp bulan, doğru ve emin bir
yoldur.
Dînî yol, ilâhî nûr vasıtasiyle aklı hatâdan, yanılmaktan korur ve böylece haldkatlan bulmayı temin eder. Çünkü akıl dâima müstakil
olarak hüküm veremez. Bir şeyi haram veya helâl kılamaz. Zira, haram ve helâli,
emir ve yasağı, ceza ve mükâfatı tayin eden ve bunları hükme bağlayan dindir,
şeriattır. Akıl ise, bu hükümlerin hikmetini bildirir, doğruluğunu delil ile isbat eder. Bu bakımdan din bize, dâima, hakkı akıl ile
aramayı, gerçeği akıl ile bulmayı, fayda ve zararı akıl İle tayin edip,
birbirinden ayırmayı tavsiye eder. îmânı tahsil ve tesbit için nazar-ı aklîyi, kıyâs ve istidlali emreder.
Allah'ın varlığını, birliğini, ilim kudret ve irade sahibi oldğunu
ve her türlü noksandan münezzeh bulunduğunu, bizi, bu dünyaya bakarak, O'nun,
ezelî ve her şeye kadir bir yaratıcısı olduğunu akıl yoluyla bulmaya sevkeder. Kur'an-ı Kerîm'de,
nazar-ı aklî ve istidlal hakkında 500'e yakın âyet-i kerîme vardır,
Şer'î veya dînî yol,
his ve tecrübe, akıl ve istidlal ile varılamı-yan,
his ve aklın idrak sınırları dışında kalan Âhiret,
ölümden sonra dirilmek, Ceza ve Sevâb, Cennet ve
Cehennem gibi gaybî ve fizik ötesi hakikatları, vahiy vasıtasiyle, Enbivâ'nın doğru haberleri i] e öğretir.
Hülâsa dînî yol,
insanı, yalnız nakil ve haber-i sâdıka bağlayan kuru
bir taklid yolu olmayıp, bilâkis, bütün aklî ve
beşerî meleke ve yeteneklerden faydalanmayı emreden, ilâhî vahiy ile insan aklını
hatâdan koruyan, ruha inşirah ve kalbe itmi'nan veren
bir hakikat yoludur.
Felsefî yol ise :
Akıl ve muhakemeye,
fikir ve şahsî görüşe dayanan Filozofların yoludur. Bu yol noksandır, vardığı
neticeden emin olunmayan bir yoldur. Çünkü :
1- Cemiyette ve tahsil kademelerinde görüldüğü
veçhile, aklî kudretler farklı ve çeşitlidir. Bu ihtilâf fıtrîdir. Bu sebeple
akıl yoluyla varılan neticeler de farklıdır. Çünkü her filozof, kendi aklına
dayanarak hakikati arar. Vardığı netice de, kendi fikrine ve şahsî
görüşüne dayanır. O
halde, felsefî yolla elde edilen hakikatlar şahsîdir.
Zira filozofun şahsî kudretini taşır ve başlangıç noktası bizzat kendisidir.
Böyle bir metodla varılan netice ise noksan olup,
başka bir filozofun vardığı netice ile yıkılmağa mahkûmdur.
2- Felsefî
nazariyeler dâima değişiklik ve hareket halindedir. Bu sebeple sistemler
birbirini kovalar. Görüş ve nazariyeler dâima değişir ve hiçbir konuda son söz
söylenemez. Kimin aklının daha üstün ve vardığı neticenin daha
3 - Sonra
akıl, ancak tecrübe ve müşâhade alemindeki hâdiseleri
bilebilir. Bunun hâricinde kalan eşyanın aslını ve hakikatini bilemez. Hattâ
akıl, mutlak kemâle sahip olmadığı için, insana en yakın olan «nefsin»
hakikatim dahi bilemiyor. Ancak,
onun bazı eserlerini ve vasıflarını biliyor. Onun; canlı, şuur ve idrak sahibi olduğunu
söylüyor, o kadar... Hülâsa, filozoflar, nefsin hakikati hakkında büyük
ihtilâfa düşmüşler ve çeşitli iddialarda, bulunmuşlardır. O halde felsefî yol,
kâfi ve tatminkâr değildir.
4- Akıl; müşâhade ve tecrübe (gözlem ve deney) âleminde ve kendi
sınırları içinde böyle hatalara düşer, birbirine zıd
neticelere varırsa, bu saha dışında kalan gayıb
âleminde, mebde, (başlangıç) ve meâd (son buluş) ile
ilgili meselelerde, Âhiret ve İkinci Hayatın şekil
ve keyfiyeti hususunda aklın âciz kalması ve bu hakikatları
idrak edememesi Öncelikle ortaya çıkmaz mı? Bütün bu ilâhî hakikatlar,
bunların hikmet ve keyfiyeti, ancak vahiy ile yani şer'î yolla öğrenilir. O
halde felsefî yol nakıstır. Çünkü birçok dînî ve ilâhî gerçekleri ve gayb ile ilgili mes'eleleri
idrakten âcizdir.
5- Filozoflar,
kâinatın aslının (mebdeinin) ne olduğunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazısı; bu
mebde (bu asıl) sudur, bir kısmı; havadır, diğer bir kısmı; ateştir demişler,
diğerleri de, kâinatın aslını madde, cevher-i fert, veya mutlak kuvvet gibi
esaslara dayamaya çalışmışlardır. Evet «îlâhiyyûn»
denilen bir kısım ilahiyat filozofları, kâinatın aslının Cenab-ı
Hak olduğuna inanmışlarsa da, O'nu vasfetmekte hatâya
düşmüşler,.hiçbir filozof kendi milletini dahi ir-şâd ederek, onları hidayet ve
selâmete şevke muvaffak olamamıştır.
Netice olarak
diyebiliriz ki::
a) Dînî yol,
felsefî yoldan daha sağlam ve emindir, güven vericidir. Çünkü bu yol, felsefi
ve ilmî yolların bütün metodlarından. faydalandığı
gibi, felsefî ve ilmî yollarda bulunmayan ilâhî vahiyden de faydalanır. Yolunu
mukaddes bir kuvvetle takviye ederek destekler.
b) Dînî yol
daha geneldir. Büyük bir topluluk bu yolda yürür. Çünkü bu yol beşerî bir yol
olmayıp, vahiyle teyid edilip doğrulanan ilâhî bir
yoldur. Felsefî yol ise, felsefe ile meşgul olan küçük bir iht
c) Dînî yol,
fert ve ^emiyet üzerinde daha müessirdir. Bildirdiği
ilâhî hakikatlarla, fikri hidâyete, kalbi selâmete
ulaştırır. Aklı da, kalbi de tatmin eder. Çünkü bütün dînî hakikatlar,
birbirini doğ-rulayıp tasdik eden sâdık Peygamberlere
dayanır. Felsefe ise, birbirini nakzeden, hatta kendinden öncekini çok defa
yalanlayan ve onlarmkine zıd
fikirleri savunan filozoflara dayanır. Zira Peygamberlerin kaynağı
birdir. O da ilâhî vahiydir. Filozofların kaynağı. ise çeşitlidir. Kendi akılları,
yâni beşerî, şahsî fikirleridir.[3]
Metod : Zihnin
herhangi bir hakikata ulaşmak için takip edeceği
usuller, yâni yollardır.
Yukardaki açıklamalardan
anlaşılacağı veçhile Ilm-i Kelâm, ilmî ve felsefî metodları
benimsemiştir.
1- Ehl-i Stinnet-i Amme'y© Göre :
Kelâm llmi'nin Metodu : His ve tecrübe, akıl ve istidlal, haber
ve vahiydir. Çünkü Kelâma, dînî akideleri isbat
ederken, müsbet ilmin ve felsefenin tecrübe ve
istidlal yoUarmdan da faydalanır. Bu inançları, ilmî
ve felsefî metodları da nazarı dikkate alarak aklî ve
naklî delillerle isbat eder. Zira Kelâmcılara göre, mahsûsâtta (his-splunan şeylerde)
aslolan his, mâkûlâtta aslolan ise akıldır. Ancak aklı, vahiyle kontrol etmek,
vardığı neticelerin doğru veya yanlış olduğunu vahiyle anlamak gerekir.
O halde Kelâm bilginleri,
«Maddeciler» gibi yalnız duyuların getirdiği delillere, veya «Misâlciler» gibi
yalnız aklî delillere itimâd etmezler. Akim yerine
ilhamı koyan «îlhâmcılar» gibi de hareket etmezler. Çünkü Kelâmcılar, mahsûsâtta (hissedilen şeylerde) hisse (duygulara), mâkûlâtta akla, gaybiyyâtta vahye
dayanır ve yalnız Enbiyâ'mn ilhamını kabul ederler.
Enbiyâ'dan başkasına, zühd ve takva yolu ile ilâhî keşf
şeklinde vâkî olan ilhamın, yakın ifade etmesi hususu ihtilaflıdır. i tmâm-ı Gazali,
îmâm-ı Kâzî ve Anûdî gibi
büyük Kelâm bilgin-
leri, bu şekilde, keşif ve ilham yoluyla yakın ifade eden
ilmiîih1 asıl olabileceğini kabul etmişlerse de :
İlhanı ı evhamdan ayıracak kudrete salıib olmayı ve
Kitab île Sünnete muhalif olmamasını şart
koşmuşlardır!
Kelâm bilginlerinin
ekserisine göre ise ilham, ilhamın vâki olduğu kimseler için delil olabilirse
de, başkaları için delil sayılacak bir ilim değildir. Bu sebeple ilham, ilmin
sebeplerinden sayılmamıştır.
Kelâmcılar,
«Nakilciler» gibi yalnız nakil ile de iktifa etmezler.
İzah ettiğimiz bu
görüş ve metod, «Ehl-i
Sünnet-i Âmme» adı verilen Kelâm bilginlerine aittir.
2- «Selefiyye» denilen ilk Tevhîd
ulemâsı ise; nakle, yâni Kitabullâh'a ve
Peygamberimizin sözlerine itimâd ederler. Bunlara
göre; Kitab ve Sünnetle istidlal esasdır.
Âyetler hiçbir suretle te'vil olunamaz. Çünkü sarih
akıl, sahih nakle dâima muvafıktır.
Ehl-i Sünnet Ulemâsına göre ise; şahsî rey ile Âyet-i
Kerîme te'vil olunamaz. Te'vile
ancak zaruret zamanlarında müracaat edilebilir. Kitab
ve Sünnete uymak, bunlara göre de, en mühim esasdır.
Akıl ise, nakli açıklayan ve ilâhî hikmetleri kavrayan ikinci bir esas, ilâhî
bir mevhibedir. [4]
[1] Bakara. 260
[2] Bak ;İzmirli İsmail Hakkı, Yeni îîm-i Kelâm. S
Ali Arslan
Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 123-124.
[3] Ali Arslan Aydın, İslam
İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 125-128.
[4] Ali Arslan Aydın, İslam
İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları:129-130.