EL-KEBÎRE
= BÜYÜK GÜNAH BU KONUNUN İSLAM'DA ÎMÂN RAHS VE KELAM TLMT ÎLE ÎLGÎSÎ
Iı
— El - Kebire Ne Demektir Ve Nasıl Btunte?
El-Kebîre
Bahsindeki Mezhepler Ve Delilleri
Büyük günah işliyen bir kimseyi, Allahu Teâlâ dilerse affederek Cennete mi kor, yoksa tövbe
etmezse affetmiyerek Cehenneme mî kor?
Bu sorunun cevabını
vermek ve kebîre sahibinin işlediği suçun mahiyeti bakımından âkibetini tesbit etmek, Allahu Teâlâ'nm fiilleri ve
ezelî iradesi ile, ayrıca sonunda döneceği yer bakımından Cennet ve
Cehennem'le ilgili bir konudur. Bu sebeple, El - Kebîre bahsinin Kelâm ilmi
ile olan alâkası açıktır. Bu duruma göre, bu konuyu ilgili olduğu bahislerden
sonra incelemek doğru olmaz mı? Nitekim bazı Kelâmcılar Öyle yapmışlardır.
Fakat, büyük günah
işleyen kimsenin îmânı gider ve küfre girer mi? Yani böyle bir kimse müslüman olarak kalır mı, yoksa kâfir mi olur?
Bu sorunun cevabı ise
şer'î îmânın mânâ ve hakikati ile ilgilidir. O halde «kebîre» adı verilen
büyük günah'ın, işlenen bir amel olarak, şer'î îmân ile olan ilgisini belirtmek
gerekir.
Bu hususu tesbit ve beyan etmeden Önce, büyük günah sahibi hakkında
nasıl bir ceza verilecektir, böyle bir suç işleyen Cennete mi, yoksa Cehenneme
mi girer sorusunu cevaplandırmak mümkün olmaz. Meselâ şer'î îmân, mutlak,
tasdikten veya tasdik ile beraber dil ile ikrardan ibaret ise, büyük günah
işleyenin îmândan çıkmayacağı aşikârdır. Çünkü bu esasa göre, amtl, îmândan bir cüz, bir; rükün değildir. Fakat, Mû'tezile ve Haricîlerin zannettiği gibi amel; îmândan bir
cüz ise, kebîre sahibinin durumu çok nâziktir. (
Görülüyor ki, bu
konudaki ihtilâf ve biraz sonra beyan edece-! ğimiz mezhebler, şer'î îmânın tesbitindeki
ana ihtilâftan doğmuş--tur. O halde bu bahsin, «şer'î imân'm
mâna ve hakikati» ile sıkı müJ nasebeti
vardır ve o ana mes'eleden doğan fer'î bir mes'ele duru-j mundadır. Bu
sebeple, bu bölümde beyan edilmesi lüzumlu ve fay* dalı görülmüştür. \
Din'de îmân esastır. Kalbte îmân olmadan yapılan ibâdetler^ iyi ve güzel işler
Allah katında makbul değildir. Allah'a îmân ol.na-dan,
Peygamberlere, Kitablara ve Âhiret'e
îmân, dolayısiyle din ve İslâm söz konusu olamaz. Bu
bakımdan, îmân mes'elesinin bir akâid
ilmi olan Kelâm ilmiyle alâkası çok açıktır. Dolayısiyle,
bu ana mes'eleden doğan «kebîre» bahsinin de Kelâm
ilmiyle ilgisi açıktık. [1]
«El - Kebîre» denince,
genel olarak şu akla gelir :
Büyük fesada ve
kötülüğe sebebiyet veren, dolayısiyle dîneri şiddetli
cezayı gerektiren kötü bir suç, büyük bir günahtır.
Veya Şâri-i Hakîm'in, yani Yüce Allah'ın işleyene ceza vermekle
tehdit ettiği kötü suçlar, yahut kebîre (büyük günah) olduğuna dâir hakkında nass (dînî delil) vârid olan
şeylerdir.
işlenen bir suçun,
dînen büyük günah sayılıp sayılmıyacağına, sahibi
için şiddetli cezayı gerektirip, gerektirmeyeceğine :
a) O suçu
işleyenin Kitab veya Sünnet ile, yani âyet veya hadîsle
tehdit edilmesi,
b) Suçu
işleyen kimseye dînen «had cezası» verilmesi (belirli miktarda sopa vurulması),
c) Ve
işleyene lanet okunması gibi hususlar delâlet eder. İşlenen bir suçun büyük
günah sayılması ve bu günaha karşine gibi bir ceza
verileceği hususu, ancak Şâri-i Hakîm'in bildirdiği
dînî nasslarla bilinir.
Bu sebeple bazıları,
büyük günahın bilinmesinde ve adedinin tesbitînde,
dînî nasslara (delillere) dayanırlar. Bunların senedi,
İbn-i Ömer (R.Anhuma)'nın Peygamberimizden rivayet ettikleri şu ha-1 dîstir :
«Büyük günahlar
dokuzdur : Allah'a şirli koşmak, haksız yere adam
öldürmek, temiz (afife) bir kadına (veya kıza) kötülük isnat etmek, zina
yapmak, düşmana hücum esnasında firar etmek [2]
sihirbazlık [3] yetim malım yemek [4] müslüman ana babaya asî olmak, emredilenleri yapmamak ve
yasaklan yapmak suretiyle aileye karşı istikâmeti (doğruluğu) terketm&ktir.»
Ancak, bu hadîsin râvîlerî arasında
ihtilâf vardır. Zira, Ebu -| Hüreyre (r.a.)
Hazretlerinin rivayetinde, kebîre'nin (on)
olduğu bildirilmiş ve İbn-i Ömer (R.Anhuma) tarafından nakledilen dokuz büyük günah aynen
rivayet edildikten sonra, onuncu olarak «faiz yemek», kebîre'den
sayılmıştır. Hz. Ali (k.v.) [5]'nin rivayetlerinde ,j ise, kebîrenin
(onild) olduğu bildirilmiş, sayılan (on)'a, «hırsızlık» ve «şarap içmek»[6] eklenmiştir
[7]
Bu hadisi esas
alanlar, büyük günâhları, hadiste
sayılan hususlar olarak tesbit etmişler, onlar dışında büyük günah kabul et| memişlerdir.
Görüldüğü gibi kebîreyi adet ile sınırlayan üç rivayet vardır! Bu râvilerin her biri, hadis rivayetinde şöhret yapan Sahâbîlerden-^ dir. Şüphesiz her
biri Peygamberimiz (s.a.v.)'den
işittikleri ve hıfzettikleri gibi naMetmişlerdir.
Önemli Bir Nokta :
Yukarıda zikredilen üç
rivayette de (Allah'a şirk, yani şerîk koşmak) büyük günahların başında yer
almıştır. Allah'a şirk koşmak ise, İslâm'ın getirdiği en önemli bir esas olan
«Tevhîd akidesi» ne aykırı olduğu için, açık bir
küfürdür. O halde, burada zikredilen «kebîre»'den maksat, küfrü gerektirmeyen
büyük günahlardır. Çünkü, küfrü gerektiren «Allah'a şirk koşma»*nm, büyük günahların en büyüğü olduğunda îslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Halbuki, «El -
Kebîre» denince ıstılah olarak akla gelen büyük günah'ın, onu işleyen mü'min bir kulu îmân'dan çıkarıp çıkarmıyacağı
ve küfre sokup sokmayacağı hususunda Kelâmcılar ihtilâf etmişlerdir. Bu husus,
Ehl-i Sünnet ile Mû'tezile
arasındaki en önemli ihtilâflardan biridir. (Bu konudaki mezhebreri
ve delillerini biraz sonra göreceğiz.)
O halde, «kebîre»
kelimesi, bir karine olmadan (mutlak olarak) zikredilirse, bundan (küfür)
anlaşılır. Çünkü, küfür de şüphesiz ki bir günahtır ve bazı hadîslerde bildirildiğine göre ondan daha büyük bir günah da mevcut değildir [8]
Bahsimize Dönelim :
Bazıları ise, büyük
günahların bilinmesi ve tesbiti hususunda şu külli,
genel esasa istinâd etmişlerdir :
Kebîre : Hadîste
zikredilenler ile, fesadı ve kötülüğü onlardan birinin kötülüğü gibi veya daha
çok olan şeylerdir.
Görülüyor ki, bu genel
esasa dayananlar, birinciler gibi büyük günahların sayısını muayyen bir adette
dondurmamışlar, büyük fesada sebebiyet veren her suçu, kebîre olarak kabul
etmişlerdir. Bu kaideye, veya tarife göre; gıybet, koğuculuk,
yalancı şahitliği ile, bunlara benzeyen ve hadîste zikredilenler gibi, hattâ bazan daha . fazla fesada yol açan kötü fiiller de, «büyük
günahlar»'dan sayılmıştır.
Diğer bir kısım
Kelâmcılar kebîre'yi ;
«Şeriatın, hakkında tehdid edici bir nass, yani
korkutucu bir delil (bir vaid) tahsis ettiği her
suçtur.» şeklinde tarif etmişler, koydukları genel ve külîî
kaidede «şer*î bir nass ile tehdid
ve tahzir, (yani, dînî bîr delil ile tehdit etme ve
korkutma)» esasını kabul etmişlerdir.
Kelâmcılardan bazıları
ise; büyük günahları ne bir adetle, ne de genel bir kural ile kayıtlamıyarak şöyle söylemişlerdir :
«Kul'un üzerinde ısrar
ettiği her günah, kebîredir, tstiğfar ettiği her
günah da sağîre (küçük günah)dır.»
Bu.esasa göre; işlenen
her suç, üzerinde ısrar edilirse büyük günah, istiğfar edilirse küçük günah
haline gelmekte, büyük ve küçük günahlar birbirlerinden zâtı olarak
ayrılmamaktadır.
Halbuki, yukarda geçen
hadîste, bazı büyük günahlar bildirilmiştir. Sonra, istiğfar, tövbe demektir.
İşlenen bir büyük günah, istiğfar edilince, küçük günah haline nasıl gelir?
Belki tövbe ile, günah ne kadar büyük, hattâ küfür de olsa affedilir. Nitekim
âyet-i kerîmede bu husus şöyle beyan edilmiştir :
«Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını
affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğine affeder.»[9]
Yapılan bir çok haklı itirazladan, bn görüşün zayıf olduğu anlaşılmaktadır.
Bu konuyu söyle
özetleyebiliriz :
1- Kelâmcılardan
bazıları hadîse dayanarak, büyük günahları 9, veva
10, veya 12 olarak tahdit ve tesbit etmişlerdir.
2- Bazıları
ise, genel ve küllî kaideye dayanmış ve adedini tesbit
etmemişlerdir.
a) Bu
guruptan bir kısmı, işlenen günah üzerine terettüp eden fesadı,
i,
b) Diğer
kısmı da, suçu işleyen hakkında tehditkâr bir nassm
(korkutucu bir delilin) bulunmasını esas
almışlardır.
3- Bir kısım
Keîâmcılar da, kebîre'yi ne
adetle, ne de küllî bir kaide üe tahdid
ve tesbit etmişlerdir. Bunlara göre her suç, büyük
veya küçük günah olmaya müsaittir.
Bu görüşlerden kabule
en çok şayan olanı; «hakkında tehdid edici bir nassın tahsis edilmesi» esasına dayanan görüştür. Çünkü.
büyük günahların
hadîste 9, veya 10 veya 12 olarak sayılması, bu ayardaki diğer suçların büyük
günah sayılmamasını gerektirmez. Çünkü; «hadîste sayılanlar, insanlar arasında
en çok vâki olması sebebiyle, bu gibi fiilleri işlemekten çektirilmesini ve
onlardan uzak kalınmasını hatırlatmak gayesiyle zikredilmiştir.» denebilir.
Gerçi bu görüşlerin her birine bazı yönlerden itiraz edilebilir. Belki büyük
günahların neler olduğunun açıkça tesbit edilememesi
ve bu konuda söz birliğine varılamaması, kulların büyük günahları bilerek, «küçük
günahlar affedilir» düşüncesiyle onları işlememesini ve belki bu büyük günahtır
korkusuyla, her yasak fiilden titizlikle kaçınmasını temin gayesini
gütmektedir. Nitekim, ibâdete teşvik gayesiyle, «Sa-lât-ı Vustâ == orta namaz» ve
«Kadir gecesi» bildirilmemiştir. Ancak, hadîste sayılan suçların büyük
günahlardan olduğunda şüphe olmadığı gibi, bir suçun çok kötü olduğu ve
işleyene şiddetli ceza verileceği hususunda dînî bir nass'ın
vârid olması da, o finin,
büyük günahlardan olduğuna kesin bir delil teşkil eder. Halbuki işlenen bir
suç üzerine terettüp eden fesadı ve buna karşılık olarak Hak Teâlâ'mn vereceği- cezanın miktarını, bir nass (dînî bir delil) mevcut olmadan tesbit
etmek çok zor bir iştir.
Bu sebeple kebîre'yi : «Şeriatın hakkında tehdit edici bir nass (korkutucu bir delil) tahsis ettiği, veya büyük günah
olarak bildirdiği suçlardır.» şeklinde tarif etmek, gerçeğe en yakın olandır [10]
Büyük günah işleyen
bir kimseyi, işlediği, bu günah'ın îmân'-dan çıkarıp çıkarmayacağı hususunda
ihtilâf edilmiştir. Bu ihtilâftan ikinci bir ihtilâf doğmuştur. O da, kebîre
sahibi, Cehennemide ebediyyen kalır mı kalmaz mı? Ehl-i Sünnet'e göre kalmaz. Mû'te-zile'ye ve Havâric'e göre büyük
günah işleyen, ebediyyen (sonsuz olarak) Cehennem'de
kalır. (Böyle bir görüşün ne kadar mesnetsiz ve Ölçüsüz bir hüküm olduğu, yeri
gelince anlaşılacaktır.)
Yukarda beyan
ettiğimiz veçhile, bu ihtilâf, şer'î îmân'ın mânâ ve hakikatmdaki
görüş ayrılığından doğmuştur.
Şimdi bu konudaki
mezhepleri ve her birinin görüşünü özetli-yecek,
sonra delillerini beyan edeceğiz.[11]
Ehl-i Sünnet
Mezhebi
Hak mezheb olarak inandığımız Ehl-î
Sünnet'e göre kebîre, yani işlenen büyük günah, mü'min
bir kulu îmân'dan çıkarmaz ve onu küfre sokmaz. Böyle bir kimse mü'mindir, kâfir değildir. Ancak böyle bir mü'min «âsî» sayılır. Çünkü ^mân,
kalbte bulunan tasdikten ibarettir. Amel îmândan bir
cüz veya rükün olmadığına göre, kalb-teki kesin
tasdike aykırı olmayan büyük günah, o kimseyi îmândan çıkarmaz. Kebîre
sahibi'nin kalbinde îmân vardır. O halde mü'min-dir. Ancak, işlenen günahı helâl saymamak, onu hafife veya
alaya almamak şarttır.
Aksi halde, yani
işlenen büyük günah'ın helâl olduğuna itikat edilerek yapıldığı anlatılır, veya
bu husus açıkça söylenirse, o kimse kesin olarak îmândan çıkar. Çünkü kalpte
bulunan tasdik gizlidir, görünmez. Fakat Şâri-i Hakîm
olan Yüce Allah (c.c.) kalbdeki tasdike delâlet eden
alâmetler koyduğu gibi, bu tasdikin olmadığına delâlet eden; puta tapmak, küfür
lâfızlarını telâffuz etmek gibi alâmetler de koymuştur. Bu sebeple, bir kimse
büyük bir günah işlerken onu helâl saydığı, veya haram saymadığı anlaşılırsa,
bu kalbdeki îmânı tekzip etmektir ve açık bir
küfürdür. Ancak bilinmelidir ki, böyle bir kimseyi îmândan çıkarıp küfre sokan
şey, işlediği büyük günah değil, küfrü gerektiren sözü veya tavrıdır.
Mû'tezile Mezhebi :
Mû'tezile'nin Ehl-i Sünnetle olan
ihtilâflarından ve meşhur görüşlerinden biri.de, bu konudaki fikirleridir.
Bunlara göre : Kebîre
(büyük günah) sahibi, ne mü'mindir,
ne de kâfir. Belki o, fâsıktır ve iki menzile arasındaki bir menzildedir. Bmia, «El - menziletü beyne*! menzileteyni» diyorlar.
Çünkü, îmân bahsinde gördüğümüz
gibi, Mû'tezile'ye göre îmân; kalb
ile tasdik, dil ile ikrar ve vâcibîeri yapmaktır.
Yani îmân'm üç rüknü vardır. Bunlardan biri de
ameldir; yapılması farz ve vâcib kılınanları
yapmaktır.
Bu esasa göre, büyük
günah işleyen bir kimse mü'min değildir. Çünkü
îmândan bir rükün olan ameli terketmiştir, îmânm bir rüknünü yıkmıştır. Kâfir de değildir. Çünkü, tevâtüren sabit olduğuna göre müslümanlar,
bu gibi suçluları, mürtedler (dinden çıkıp kâfir
olanlar) gibi öldürmüyorlardı; onları müslüman
mezarlığına defnediyorlardı. O halde, küfür ile îmân arasında «vâsıta» vardır.
O da, büyük günah işleyenlerdir. Bunlara «fâsik»
denir.
3- Havâriç (Hâriciler) Fırkasının Görüşü :
Hâricilere göre; büyük
günah, hattâ küçük günah işleyen bir kimse «kâfir» olur. Çünkü bunlara amel,
farz olsun, nafile olsun, îmândan bir rükündür. Büyük günah, hattâ küçük günah
işleyen kimse, îmânın bir rüknünü yıkmışta Böyle bir kimse, işlediği haramı küçümsemese,
onu helâl de itikad etmese, yine kâfir olur. Bunlara
göre, îmân ile küfür arasında bir vasıta yoktur.
Çok katı ve mesnetleri
zayıf olan bu fırkanın delilleri hakkında icmâlî bir bilgi vermekle
yetineceğiz.
4- El - Hasan El - Basrî
Mezhebi :
Tâbün'den olan bu İslâm âlimine göre, büyük günah işleyen
kimse, «münafık»'tır. Çünkü bu zât da icma'ya uyarak,
îmân ile mutlak küfür arasında bir vasıta isbat
etmemiş, ikisi arasında bir «menzile»'yi reddetmiştir. Ancak, kebîre sahibi
münafıktır demekle* îmân iîe (açık) küfür arasında
bir vasıtayı kabul etmiş oluyor kif buna «gizli
küfür» denebilir. Burada kasdedilen nifak, esas münafıkların
yaptığı gibi küfrü gizleyip, îmân izhar etmek değil, îmânı gizleyip, bir kebîre
işlemek suretiyle küfür izhar etmektir [12]
Mezhebini ispat
ederken, münâfık'm alâmetinin üç olduğunu bildiren âhâd bir hadîse ve zayıf bir aklî kıyasa dayanmıştır.
Halbuki hadîste bahsedilen alâmetten maksat, birer meleke haline gelen
hallerdir.
Bazıları,
«münâfık»'tan maksat, «kâmil mü'min» olmamaktır diyerek,
bu görüşü Ehl-i Sünnet mezhebine ircâa çalışmışlar
ise de, bazı âlimler, Hasan-ı Basrî Hazretlerinin bu mezhebten rücû' ettiğini
(döndüğünü) rivayet etmişlerdir. Bu rivayet, bu zâtın ilmî ve dînî yüksek
derecesine en uygun olandır.
5- El - Ezârika'mn Görüşü :
Haricîlerden bir fırka
olan «El - Ezârika»'ya göre
ise, kebîre sahibi «müşrik»'tir. Çünkü büyü!: günah işleyen kimse, hem Allah
için hem de Allah'tan baş-ası için amel etmektedir. Allah'tan baş-kasi, ya nefsidir veya şeytândır.
O. bu fiili ile Allah'tan başkasını O'na ortak koşmuş olur.
Görüldüğü gibi bu
fırka da çok zayıf ve mesnetsiz olup, müslü-nıanlarm icmâ'ına muhaliftir.
Üzerinde daha fazla durmağa değmez. Bu acaip görüşe,
bilgi kabilinden burada kısaca temas etmiş bulunuyoruz [13]
1- Ehl-i Sünnet Mezhebinin
Delilleri :
Ehl-i Sünnet'in yukarıda beyan edilen mezheblerini isbat için üç
delil zikredilmiştir.
îmân, kalb ile tasdiktir. O halde, bir mü'mini
îmândan, ancak, bu tasdike mugayir (aykırı) olan şey çıkarır. Yoksa, şehvetin
galebe ve baskısıyla, veya hiddetle, veya şeref ve namus gayretiyle^ veya
tembellikle, (özellikle affedilme ümidi ve tövbe etmek azmiyle) büyük bir
günah işlemek, kalpdeki tasdike münâfî
değildir.
Bu delili şöyle bir
kıyas haline getirebiliriz :
Eğer büyük günah, mü'min bir kulu îmândan çıkarsaydı, îmân, tasdikten ibaret
olmazdı. Halbuki îmân, (delilleri daha önce belirtildiği veçhile) tasdikten
ibarettir. O halde büyük günah, mü'mini îmândan
çıkarmaz.
Bu delile şöyle bir
itiraz yapılmıştır :
Bu delil, kendi
mezhebi ile hasmı ilzam etmektir. Çünkü Ehl-i Sünnet
mezhebinin karşısında olanlar, «îmân tasdikten ibarettir» demiyorlar. O halde,
bu delil, delil sayılmaz. Çünkü serdedilen delilin,
hasmı ikna edebilmesi için hasmın mezhebine de uygun olması gerekir.
EhM Sünnet bu itiraza şöyle cevap verir ;
İmân'ın tasdikten
ibaret olduğu, te'vile imkân olmayan kesin delillerle sabit olmuştur. Kesin ve
sarih âyetlerden başka, kalbinde
tasdik olan bir kimse,
bir mâni sebebiyle diliyle ikrar edemese ve amel de yapamasa, bu kimsenin Allah
katında mü'min olduğunda îcma'
vardır. O halde, bu görüş hasmın mezhebi değilse de, kuvvetli delilleri ve icma' sebebiye kabul edilmesi
gerekir. Çünkü icmâ'a muhalefet haramdır [14] Bütün
bunlar, büyük günah, alaya alınarak veya helâl sayılarak işlenmemek şartiyledir. Aksi halde, büyük günah küfür haline inkılâp edec-ğinden, elbette ki o kimse îmâc'-dan çıkar.
İkinci Delil :
«Âsî» adım verdiğimiz
kebîre sahiplerinin mü'min olduklarına birçok sarih
âyet ve hadîsler delâlet etmektedir. Misâli :
«Ey îman edenler,
öldürülenler hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı.» [15]
«Ey îman edenler, yürekten halis bir tevbe ile tevbe ederek Allah'a dönün...» [16]
«Eğer müzminlerden iki
zümri (taraf) birbirleriyle vuruşurlarsa...» [17]
Bu âyetlerde açıkça
görüldüğü üzere Hak Teâlâ, âsî olan büyük günah
sahiplerini «mü'min» olarak tavsif etmiştir. Bu
husus, birinci ve üçüncü âyette açıklamaya lüzum kalmayacak şekilde görülmektedir.
İkinci âyette ise mü'minler, tevbe ile emredilmişlerdir.
Tevbe ise, ancak büyük günahlar için yapılır.
Te'vili mümkün olmayan bu ve daha bir çok âyetler, Ehl-i Sünnet görüşüne kesin olarak delâlet etmektedir.
üçüncü Delil :
Asrı Saâdet'ten bu
güne kadar, kıble ehlinden Ölenlerin, yaptıkları bazı büyük günahlardan dolayı
tevbe etmeseler dahi, namazları kılınmakta,
kendileri için dua ve istiğfarda bulunulmaktadır. Bu hususta «îcınâ-ı Ümmet» akdolmuştur. Bu
hususun, mü'min-lerden
başkası için caiz olmadığında da müslümanlarm
ittifakı vardır. O halde kebîre sahiplerinin mü'min
oldukları, ölünce kendilerine müslüman muamelesi
yapıldığı icma' ile sabittir. İcma'
hususunda bazı itirazlar yapılmışsa da, bu itirazlar zayıf ve mesnetsiz olup Ehl-i Sünnetçe cevaplandırılmıştır.
— Mû'tezile
Mezhebi'nin Delilleri ve iptali : Mû'tezile'nin,
mezheplerini isbat için iki delili vardır Birinci
Delil :
Müslümanlar, büyük
günah sahibinin «fâsık» olduğu hususunda ittifak
halindedirler. Bu esasta ittifak ettikten sonra ihtilâfa düştüler. Bir kısmı,
böyle bir kimse (mü'min) dir,
diğer bir kısmı, hayır (kâfir)'dir, bazısı ile hayır
(münafık)'tır dedi. Biz ittifak edileni aldık, ihtilâf edileni terk ettik ve
dedik ki: «O, fâsıktır. Mü'min
de değil, kâfir de değil, münafık da değildir.»
Ehl-i Siinnet'iıı Cevâbı :
Siz ittifak edileni
aldık diyorsunuz ama, üzerinde ittifak edilen, kebîre sahibinin —yalnız «FÂSIK»
olduğu hususudur. Siz onu almadınız da, üzerinde ihtilâf edileni aldınız.
Çünkü diyorsunuz ki : «O, ne mü'mindir, ne kâfirdir,
ne de münafıktır.» Eğer mezhebiniz, «kebîre sahibi yalnız fâsıktır»
şeklinde olsaydı, ancak o vakit, ittifak edileni almış olurdunuz. Çünkü bütün
İslâm âlimleri, böyle bir kimseye «fâsık» adım
vermekte ittifak halindedirler. Fakat, «fâsık»
kelimesinin mânâsında ihtilâfa düşmüşlerdir. Nitekim fâsık'ı
Ehİ-i Sünnet (âsî), Haricîler (kâfir), rivayete göre
Hasan-ı Basrî, (münafık) diye tefsir ediyor. O
halde, deliliniz, hem iddianız yönünden bâtıldır, hem de, «mutlak küfür ile
îmân arasında vâsıta yoktur» şeklindeki «selefin icmâ'ı»'na aykırıdır.
îkmcı Delil :
Kebîre sahibi ne mü'mindir, ne de kâfir. Böyle bir kimse mü'min
değildir. Çünkü Hak Teâlâ :
«Mü'min
olan, hiç fâsık olan gibi
olur mu?» [18] buyuruyor. Peygamberimiz
ise :
«Kendisine emânet
edilemeyen kimsenin îmânı yoktur.»
«Zina eden kimse, mü'min
olduğu halde zina etmez.» buyur
muşlardır.
Bu âyet ve hadisler,
kebîre sahibinin mü'min olmadığına delâlet
etmektedir. Çünkü Hak Teâlâ mü'mini,
fâsık karşılığında kullandı. O halde fâsık, mü'min değildir. Kebîre
sahibinin fâsık olduğunda ise, icma'
vardır. Hadîsler, kebîre sahibini, mü'min olmaktan
çıkarmaktadır.
Böyle bir kimsenin, mü'min olmadığı gibi, kâfir de olmadığına gelince :
Çünkü tevârüren sabit olduğuna göre, müslümanlar
bu gibileri öldürmüyorlar, müslümanlarm mezarlığına
gömüyorlar ve onlara mürted ahkâmı tatbik
etmiyorlardı. Sonra bu gibiler, dînî hükümmüleri
yalanlayıcı da değildirler.
Ehl-i Sünnet'in Cevabı :
Kebîre sahibinin kâfir
olmadığı hususundaki delilinizi kabul ediyoruz. Çünkü o, mezhebimizdir. Fakat,
bu gibilerin mü'min olmadıklarını isbat için zikrettiğimiz nassları
(âyet ve hadisleri) anlayışınızı kabul edemeyiz. Çünkü bu âyetleri yanlış
anlıyorsunuz. Zira, âyette geçen (fâsık)'tan maksat,
kâfirdir, kebîre sahibi değil. Çünkü küfür en büyük fâsıktır.
Zira usul kaidesine göre : Mutlak, en kâmil ferdine hamlolunur.
Fısıkta, küfürden daha büyük bir gev yoktur. O halde,
âyette geçen mü'min'in mukabili, sandığınız gibi
kebîre sahibi fâsık değil, küfür sahibi kâfirdir.
Hadîslere gelince : Mü'min'den maksat, kâmil îmân sahibi mü'-min'dir. Çünkü amel, îmânın hakikatmdan
bir cüz değilse de, kemâ-Hndendir.
Peygamberimiz (s.a.v.), zina gibi aile saadetini yıkan kötü âdetten uzak
kalınmasını ve emânete riâyet edilmesini temin gayesiyle böyle şiddetli ve
tehdit dolu bir ifade kullanmışlardır. Yani, kâmil îmân ile zina ve emânete hiyânet asla bağdaşmaz. Kâmil îmân sahibinden böyle kötü
fiiller sâdır olmaz. «Sizler nıü'min olduğunuz halde
zina etmeyin...» demektir.[19]
Görüldüğü gibi, bu
deliller ve zikredilen nasslar (âyet ve hadisler), Mu'tezile'nm «icmâ»'a aykırı olan
mezhebini isbâta kâfi değildir.
Ehî-i Sünnet mezhebi ise, esas ve delilleri bakımından
çok kuvvetlidir, «îmânın hakikati ve amel İle olan münasebeti» bahsinde geçen
sarih nasslar, yani dînî deliller, ayrıca yukarıda
zikredilen âyetler ile diğer deliller, Ehl-i Sünnet
mezhebinin en
Hârîcîler'in Delillerine Gelince :
îmân'ın mânâ ve
hakikati bahsinde de belirttiğimiz gibi, farzı değil, nafileyi terkeden kimseleri dahi kâfir sayan bu taife; katı ve sert
olup, dayandığı zayıf mesnetler, verdiği şiddetli hükmü isbâta
kâfi gelmeyen Ehl-i Sünnet dışı bir fırkadır. Bir çok
âyetlerin zahirine istinat etmişlerdir. Halbuki bu âyetlerin zahirî mânâsı terkedilmiş
olduğundan, bunların, kebîre sahibinin mü'min
olduğuna delâlet eden ve icma' ile teyid edilen sarih ve kesin nasslar
(dînî deliller) karşısında te'vil edilmesi gerekir.
Bunlar gerçekte,. Selefin icmâ'ma karşı çıkan
haricîler olarak, îslâm âlimleri arasında itibar
edilmeyen ve ehl-i kıble olan müslümanları
tekfir eden, sapık bir zümredir. Bu bakımdan, Haricîlerin muhalefeti, îslâm ulemâsının icmâ'ma manî
teşkil etmez.
İşte bu sebeplerle,
delillerini teker teker sayıp, her birine cevap
vermeye lüzum görmedik. Esasen buna, kitabımızın hacmi ve gayesi müsait
değildir [20]
[1] Ali Arslan Aydın, İslam
İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 174-175.
[2] Kebîre
sayılan firar; düşman ordusu, müslüman ordusunun
iki misli veya || daha az ise, müslüman ordusundan kaçmaktır
[3] Kebîre sayılaan sihirbazlık;
zararından korunmak için değil de, san'at edin- II
mek gayesiyle sihir öğrenmek ve öğretmektir. Sihre inanmak
ve onu san'at f§ edinmek ise, kebire olmayıp, küfrü
gerektiren bir haldir. (Şerhu'I - Akâid el Nesefiyye ve Haşiyeleri, s. 411)
[4] Yetim malım yemekten maksat, ondan faydalanmaktır
[5] k.v.) rumuzu «Kerremallahu Vechehu», yani; Allah onun yüzünü kerîm kıldı, (kerîm
kılsın) demektir
[6] Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) «Şarap,kötülüklerin .
anası (aslı) dır» buyurmuştur. Burada
şaraptan maksat:hadisi mucibince,
sarhoşluk veren har türlü içkidir
[7] Aynı kitap, s. 410-411. Bu konuda rivayet edilen diğer
hadisler için, «Kütübii"
Sitte.'ye ve
El - Fethü'l - Kebîr (C, Süyuti) c. II, s.
227 - 228'e bakınız
[8] El - Fethü'l - Kebîr. c. II,
s. 227 - 228
[9] Nİsâ, 116
[10] M. Yusuf El-Şeyh:
Müzekkirât fi't - Tevhîd; c. IV, s. 85-86. Salih Şeref : Müzekkirât fi't - Tevhîd, c. IV, s. 119 -123
Ali Arslan
Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 175-179.
[11] Ali Arslan Aydın, İslam
İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları:180.
[12] Salih Musa Şeref :
MüzEkkirât
fi't - Tevhîd, c.
IV, s. 135
[13] Aynı eser, s.
135.
Ali Arslan
Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 181-183.
[14] Fazla bilgi için
kitabın «İman'ın Hakikati.
[15] Bakara, 178
[16] Tahrîm, 8
[17] Hücürât, 9.
[18] Secde, 18
[19] Ali Arslan Aydın, İslam
İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 184-188.
[20] Bkz : Şerh-i Mevakıf : c. III, s. 254 - 258, Şerh-H - Akâid en - Nesefiyye ve
Haşiyeleri, s. 410 - 416, Müzekkirât fi't - Tevhîd (S. Musa Şeref), c.
IV, s. 117 -136. Müzekkirât fi't
- Tevhîd (M. Yusuf El-Şeyh), c. IV, s. 84-91
Ali Arslan
Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 188.