Tarîkat Öncüleri Tarafından Râbıtanın Ayrıntıları
Hakkında Yapılmış Çeşitli Açıklamalar:
Nakşibendîlerce şimdiye kadar gerek yazılı, gerekse sözlü olarak bu konuda
ifade edilenlere bakılacak olursa râbıtanın çeşitli tariflerinden özet olarak
şu anlamları çıkarmak mümkündür:
1. Râbıta: Mürîdin, şeyhini şeklen
ve cismen tasavvur etmesidir. Yani daha açık bir anlatımla, onu fizik olarak
zihninde canlandırmasıdır.
2. Bununla birlikte mürîd, şeyhinin
kalbinden kendi kalbine nur hüzmelerinin yansıdığını, ya da nurdan çağlayanlar
aktığını ayrıca düşünecek ve ondan bereket, himmet ve yardım isteyecektir. [1]
Bunu, tarîkat dilinde «istifâza» ya
da «rûhâniyetten istimdâd» diye bazı
yakıştırmalarla özet olarak anlatmaya çalışmışlardır.
3. Mürîd kendini, şeyhinin giyim ve
kuşam tarzı içindeymiş gibi görmeye çalışacaktır.
Son dönemin Nakşibendî teorisyenlerinden Abdulhakîm Arvâsî'ye ait bu konuya ilişkin bazı açıklamalar sadeleştirilerek
şu şekilde verilmiştir:
«Pîrin kıyafet ve heyetine aynen
bürünmek, kendini mürşid şeklinde görmek ve hayâl etmek... Bu vaziyette meydanda
olan sanki pirdir, kendisi değil... Bu kısım râbıta ibâdetlere mahsustur.
Mesela Kur'ân dinlerken gözlerini yumar ve kendisini pîrin vücud ve
kıyafetinde görür. Olan, sanki pîrdir, kendisi değil... Keza Kur'ân ve
«Delâil» okurken, vaaz ve ders dinlerken, namaz kılarken kendisini mürşidin
kıyafet ve heyetinde hayâl eder. Namazda kıyam (ayakta duruş), kuud (oturuş),
ve kıraat (Kur'ân okuyuş) fiillerini yerine getiren sanki pîrdir, kendisi
değil... »
«Bu son nokta şekline (Telebbüsî
râbıta - kılığa bürünme) râbıtası ismi de verilir.»[2]
4. Birçok çeşitleri olan râbıtanın
bu farklı şekilleri hakkında da aynı yazar şunları kaydetmektedir:
«Tatbik edile gelen râbıta (Usul
bakımından) birkaç türlüdür: »
«Birincisi, Sâlik tarafından
kâmil ve mükemmel sıfatlarına lâyık şeyhin sûretini karşısında tasavvur edip
hayâl yoliyle iki kaşı arasına bakmak ve suretteki rûhâniyete yönelmek.... Bu
bakış ve mıhlanışla kendinden geçme, kaybolma hali başlayıncaya kadar râbıtayı
sürdürmek... (...)
«İkincisi, sâlikin, kendisini
mürşid kıyafet ve heyetinde görmesidir. (...) Mürşidin suretiyle giyimli olmak
bakımından bu râbıta şekline "telebbüs
-giyim- râbıtası" ismi verilir.»
«Üçüncüsü, mürşidin suret ve
heyetini karşısında görüp, onu kalbinin ortasına indirmek, kalbini uzun ve
geniş bir dehliz farz ederek mürşidi o dehlizde yürüyor ve kendisine doğru
geliyor hayâl eylemek...» [3]
5. Şeyhin şeklini hayâlde canlandırırken onun «rûhâniyetinden» istimdâd etmek (ondan
yardım dilemek) gerekir.
Tarîkatçılara göre yalnızca sağ olan mürşidden değil, aynı zamanda ölüden
de yardım beklenir. Yani şeyhin rûhâniyetinden yardım dilemek için onun, sağ ya
da ölü olması fark etmez. Bu inanış hemen bütün tarîkatlarda vardır ve «himmet dilemek», «bereket talep etmek»,
«feyiz almak» «istifâzada bulunmak» ya da «rûhânîyetten istimdâd etmek » gibi çeşitli deyimlerle ifade edilir.
Mehmed Zâhid Kotku bu konuda aynen şunları kaydetmektedir:
«Bu tarikde şeyh, kemâl-i marifet
ile mütehakkık olursa, ifâzada (yardım etme konusunda) ölü ile diri müsavi olurlar. » [4]
Aslında müsavi olmaktan da öte, (yine tarîkat rûhânîlerine göre) velî,
öldükten sonra bir «tîğ-i üryân» gibi, yani kınından çıkmış olan bir kılıç gibi
çok daha keskin olur ve onu çağıran insanın imdadına çok daha çabuk yetişir.
Nitekim aşağıdaki dörtlük bu inancı açık olarak anlatmaktadır:
«İki
cihanda tasarruf ehlidir çünki velî
Deme kim bu mürdedir bunda nice dermân ola
Rûh şemşîr-i Hudâ'dır ten gılâf olmuş ona
Tâ ki â'lâ kâr eder bir tîğ ki uryân ola.» [5]
6. Râbıtayı gerçek anlamdaki mürşide yapmak şarttır.
Peki gerçek manadaki mürşid kimdir ? Bu konuda da yine Kotku şunları söylemektedir:
«İnsân-ı kâmil mirât-ı haktır.
Her kim kâmil insanın rûhâniyetine basîret gözüyle bakarsa onda Cenâb-ı Hakkın
tecellîsini görür. Sıfatının zuhûrunu idrâk eder. » [6]
Demek ki râbıta sırasında,
hayâlde canlandırılan insan tipi Nakşî rûhânîlerine göre «mir'ât-ı hak = Allah'ın aynası» olan
ve kendisine «insân-ı kâmil» denilen,
insanüstü kişiliğe sahip biri olmalıdır. Râbıta, bu derece yücelmiş ve Allah'a
ayna olmuş (?) birine ancak yapılabilir.
7. Sağlara yapıldığı gibi Ölmüş
kimselere de râbıta yapılabilir.
Ölüye râbıta yapma konusuna, özellikle son dönem Nakşî şeyhleri tarafından
çok önem verilmiştir. Bu cümleden olarak Abdulhakîm
Arvâsî'nin, «Mezarlara Râbıta
Keyfiyeti» başlığı altında aşağıya alınan sözleri ilginçtir. Arvâsî şu öğütleri vermektedir:
«Mezar ziyaretçisi mürîd, nefsini
her türlü dış alâkadan boşaltır. İçini dünya kayıtlarından uzaklaştırır.
Kalbini ilimler ve nakışlardan ve hadiselere bağlı duygulardan çekip çıkarır.
Ziyaret ettiği mevtânın rûhâniyetini hissi keyfiyetlerden mücerret bir nur
farz eder. O kabir sahibinin Feyizlerinden bir Feyiz ve hallerinden bir hal
zuhur edinceye kadar o nuru kalbinde tutar. (...)»
«Feyiz istekçisi ziyaretçi, Feyiz
vericinin kabrine yaklaşıp selâm verir. Mezarın ayak ucuna yakın sol tarafına durur.
Ona karşı hayattaki tavrını muhafaza eder. Bir fatiha ve on bir ihlas okur.
Sevabının mislini mevtâya hediye eder. Sonra çöker oturur. Feyiz almak için
kabirdeki mevtânın rûhâniyetine teveccüh eder....» [7]
Arvâsî'nin, ölüye râbıta
konusundaki sözleri bundan sonra da epeyce sürmektedir ve Mehmed Zâhid Kotku'nun, bu konuda yazdıkları ile O'nun söyledikleri
arasında paralellik vardır.
Kotku'nun, «Mevtâdan râbıta ile feyiz almak keyfiyeti:» başlığı altındaki
sözleri ise şöyledir:
«Mürîd nefsini dünya
alakalarından sıyırıp, kuyûdât-ı tabi'ıyyeden içini boşaltır ve kalbini ulûm ve
nükûşdan ve havâtır-ı kevniyyeden temizler, sonra o meyyitin ruhâniyetinden
feyiz alıncaya kadar o nuru kalbinde saklar; muhafaza eder. Eğer râbıta
meyyitin kabrinin yanında olursa, o kabrin sahibine selam vermek lazımdır.
Kabrin sağ ayak tarafına durur. Bir fatiha üç ihlâs ve bir âyet'ül-Kürsî okuyup
sevabını o mevtânın ruhuna hediye eder. Sonra ruhâniyetine teveccüh edip
istifâze eder. Nitekim (sav) efendimiz hazretleri "İşlerinizde güçlükle karşılaştığınız; kararsız olduğunuz zaman,
kabir ehlinden yardım isteyiniz." buyurdular.» [8]
Yukarıdaki ağdalı anlatım, büyük
ihtimalle Abdulhakîm Arvâsî'nin, Râbıta-i Şerîfe adlı kitabından küçük
bir değişiklikle ve biraz da
8. Râbıta, yer yer zikirle
açıklanmaya çalışılmış ve bazen de onunla karşılaştırılmıştır. Hatta, «Sabit olmuştur ki, râbıtasız zikir
erdirici değil, zikirsiz râbıta ise tek başına erdiricidir.» şeklinde
ilginç bir ifade kullanılmıştır. [9]
Ancak râbıtanın bir ibâdet
biçimi olup olmadığına ilişkin pek açık bir kayda rastlanmamaktadır .
9. Râbıta, tarîkat ulularını
gıyâben hayâlde canlandırma alışkanlığıyla onlara benzemeye çalışmak ve onların
sahip oldukları fazîletleri kazanmaktır, diye bir yorum daha vardır. Bu
görüşü, çağdaş ilahiyatçılardan biri şöyle izah etmektedir.
«Dinler ; “Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanma" veya O'nu taklid -imitatio dio- prensibini hedef
almıştır. Bu gayeyi gerçekleştirmek isteyen insan oğlunun, sürüp giden
hayatında canlı ve müşahhas bir modele olan ihtiyacı, "insanın insanı
taklidi" -imitatio hominis-
realitesini ortaya çıkarmıştır.» [10]
10. Yakın tarihin Nakşibendî şeyhlerinden biri de râbıtanın üç
türlü olduğunu şu şekilde sıralayıp açıklamaktadır:
a) Râbıta'tül-Huzûr: Mürîdin devamlı olarak Allah ile
beraber olduğunu düşünmesi.
b) Râbıta'tül-Mevt: Mürîdin, ölüm anının gelip çattığını,
sanki mezara konmak üzere olduğunu, berzah ve ahiret alemlerini devamlı surette
düşünmesi.
c) Râbıta'tül-Mürşid: Mürîdin devamlı olarak mürşidini
düşünmesi ve onu hayâlinde canlandırması.[11]
İşte buraya kadar anlatılanlar,
râbıtanın kısmen tanımları ve bazı yönlerden
açıklamaları olarak kullanılmış çeşitli ifadelerdir.
[1]. Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî,
Tenwîr'ul-Qulûb s. 512
[2]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe
Risâlesi s. 11
[3].
Age. S. 21, 22
[4]. Mehmed Zahid Kotku (H.
1313/M. 1897-H. 1401/M. 1980) Tasavvufî Ahlâk: 2/272
[5]. Ahmed Yaşar Ocak, Menâkıbnâmeler S.7
[6]. Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufî
Ahlâk: 2/272
[7]. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe
Risâlesi s. 23 Sadeleştiren N. F. Kısakürek
[8].
M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk S. 2/272
Bu
yakışıksız sözlerin, Hz. Peygamber (s)'e ait olduğunu ileri sürecek kadar çığırdan
çıkmış olanlar, elbette ki bu suretle hem kişiliklerini, hem de öncülüğünü
yaptıkları tarîkatın iç yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır. Burada söylenebilecek tek şey, bu gibi
kimselerin peşinden giden insanlara Hz. Peygamber (s)'in şu sözünü hatırlatmaktır:
«Kim, benim adıma yalan uydurursa,
yerini cehennemde hazırlasın!» (Bk. İmam
Buhârî -Muhammed b. İsmail-,
Sahîh'ul-Buhârî C. I, İstanbul-1315 S. 36; İmam Müslim -Müslim b. Hajjâj el-Quşeyrî-, Sahhih'u Muslim, C. I, S. 10)
[9]. Bk. Râbıta-i Şerîfe s.7, 8,10, 17, 45
[10]. İrfan Gündüz'ün basılmamış bir
çalışmasından...
[11]. Ömer Zıyâuddîn Dağıstânî, Tasavvuf ve
Tarîkatlarla ilgili Fetvâlar. S. 149