BÖLÜM - II
RÂBITAYA İLİŞKİN
ÇOK YÖNLÜ DEĞERLENDİRMELER
Nakşibendî Tarîkatıyla ilişkisi bulunmayanların, bu tarîkatın örtülü
yanları hakkında elbette ki bilgileri sınırlıdır, ya
da bu konuda kayda değer hemen hiç bir şey bilmezler.
Özellikle işaret etmek gerekir ki aynı zamanda bütün tarîkatların sıradan
mürîdleri için de bu durum söz konusudur. Bu insanlar,
bağlısı oldukları tarîkatların çeşitli âyin, sembol ve kurallarının esasen
nerelerden alındığı hakkında hiç düşünmez, düşünme ihtiyacını bile duymazlar.
Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim görmemiş mürîdlere
yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden olabilir. Aralarında
bulunan sakin tiplerin de, «Bunu ancak
Efendi Hazretleri bilir» gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği
olasıdır.
Bu konuda rûhânîlerle avâm arasında (yani şeyhlerle mürîdler
arasında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve onlara yakın olan üst tabaka, râbıta
gibi tarîkat kurallarının, kaynağını Kurân-ı Kerîm'den ve Hz. Peygamber (s)'in sünnetinden aldığına ilişkin birçok yazılı ve
sözlü rivayetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine ait olduğu için bu
söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi hiç
ilgisi olmayan ayet ve hadislere tutunarak bu söylentileri korkunç bir inatla
savunmaya çalışırlar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir inanca sahiptirler.
Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve kanıtlara dayanmamaktadır. Nitekim yukarıda
“RUHU'L-FURKAN“ adlı kitabın yazarları
tarafından, âyet ve hadislere ne kadar âfaki anlamlar verildiğini, akla ve
dine sığmayan ne tuhaf yorumlarla râbıtanın İslâm'a mal edilmeye
çalışıldığını ibretle gördük.
Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de
inanç ve bağlılıkları tamamen kör
taklide dayanmaktadır.
Nakşibendî şeyhlerinden birkaçı hariç, râbıtanın geçmişi hakkında diğerlerinin
hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu ise onlara râbıtanın içyüzünü anlatmayı son
derece zorlaştırmaktadır. Çünkü zihinlerine yerleşmiş olan yaygın inanca göre
râbıtanın geçmişi ta Hz. Peygamber (s)'e kadar dayanır!
Oysa hiç bir belgeye başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir mesele
olmadığı, tanımının ve tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçeklerden de
gâyet açık bir şekilde anlaşılmaktadır:
Her şeyden önce râbıtayı diline dolayarak, kitap yazmaya kalkışmış
Nakşibendîler, sayı olarak son derece azdırlar. Bunların hepsi zaten on, on
beş kişiyi geçmemektedir. Üstelik bunların bir iki
tanesi hariç hepsi Türk ve Kürt kökenlidirler; Hemen hepsi de Irak ve Türkiye'de
yaşamışlar ve yine bir ikisi hariç, hepsi de 1811 yılından sonra bu kitapçıkları
çiziklemişlerdir. Dolayısıyla, râbıta bu açıdan da
ele alındığı zaman onun, belli bir kitlenin dışında hemen hiç bir kimseyi
ilgilendirmediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim râbıtayı kökten
çürüten bu çalışmanın yapıldığı sıralarda konuyu tartışmak üzere Nakşibendî
çevrelerine defalarca yapılan çağrılar, hiç bir yankı uyandırmamış, râbıtanın
böylece Nakşi Tarîkatı'na bağlı geniş tabanın vicdanına
esasen yerleşmemiş olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.
Son dönem Nakşî liderleri, örneğin XV. – XVII.
yüzyıl arasında yaşamış bulunan ve çoğu Hindli olan ya
da Hind
kültürünün etkisi altında kalan bu tarîkatın rûhânilerine ilişkin hayat ve
muhit şartlarını bile pek bilmemektedirler. Bu bir yana, sözü edilen
rûhânîlerin yaşadıkları çevrelerde Müslümanları o gün için etkileyen din,
felsefe ve fikir akımları hakkında da hemen hiç bir malumâta sahip
değildirler. Dolayısıyla bu Hindli şeyhlerin Brahmanizm'den
ve Patanjalizm'den
o günün şartlarında neler aşılanmış olabileceklerini akıllarının ucundan
bile geçirememektedirler.
XX. asrın şu son yarısında (Afganistan ve Pakistan’da bulunan birkaçı hariç) hemen hepsinin Türkiye'de
yaşadığı Nakşî şeyhleri arasında acaba kaç kişi Hindistan'da -eskiden beri yaygın olan- din ve felsefeler hakkında köklü bir
bilgiye sahiptir? Hatırlatmak gerekir ki bu şeyhler arasında bugün yaşadığı
ülkeyi dünya haritası üzerinde gösteremeyecek kadar bilgi ve kültürden
yoksun insanlar bile vardır!
Nakşibendî Tarîkatı özellikle 1800'lerin ortalarından itibaren Kuzey Irak'dan Anadolu'ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir din
niteliğini kazanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur'ân'a
ve sünnete dayanıp dayanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden
yüz milyonlarca Müslüman’ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafından
tutunmuş olduğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak
artık meşruluğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koyduğu dinsel
kurallar nasıl olur da kaynağını İslâm'dan ve Kur'ân'dan
almış olabilir ?!
Nakşibendîlerin inandığı üzere râbıtanın, kaynağını Kurân-ı Kerîm'den ve
Hz. Peygamber (s)'in sünnetinden almış
olması şöyle dursun, eğer bu sözcükle anlatılmak istenen şey, en çok mîlâdî
1300 yıllarından öncesine ait tasavvuf literatüründe yalnızca bir kez bile
geçmiş olsaydı, sûfîleri ve tasavvufu inceden
inceye araştırmış, onlara karşı amansız mücadeleler vermiş ve bu yüzden de
şimşeklerini üzerine çekmiş olan İbn. Teymiyye gibi biri, mutlak surette kitaplarında bu konuya
yer verecekti! Çünkü denebilir ki, âdetâ onlara çatmak için İbn. Teymiyye, en
ufak bir bahaneyi bile ihmal etmemiş, kendince kitaba ve sünnete aykırı bulduğu
her düşüncelerini yalanlamaktan geri kalmamış, hatta tüm tasavvuf erbabının
en üst derecelerde saygısını kazanmış olan Muhiddîn-i Arabi'ye açıkça kafir demekten bile çekinmemiştir![1]
Ayrıca Nakşibendîler, can düşmanı olarak mimledikleri “Vahhâbîler“
aleyhinde yüz elli yılı aşkın bir zamandır, bütün gayret ve güçleriyle yoğun
bir karalama savaşı sürdürmektedirler; Buna karşın“Vahhabîler“ de hiç değilse küçük bir
misilleme olarak râbıtayı çürütmek için şimdiye kadar bir makale bile kaleme
almamışlardır. Acaba bu, ne anlama gelmektedir? Yoksa “vahhabîler“ Nakşibendîlere çok mu saygı
duymaktadırlar; ya da dünyada olup bitenlerden hiç mi
haberleri yoktur?! “Vahhabîler“
için râbıta gibi müthiş bir koz mevcutken onların bu kelimeyi şimdiye kadar
hiç duymamış olmaları bile bu düzmecenin, son yüz elli yılın karmaşası içinde
tertiplendiğini ve üç beş Türk tekkesinin dışında bile konuşulmadığını ortaya
koyan en büyük bir kanıt değil midir?!!
Nitekim râbıtanın, kurallarıyla ve ayrıntılarıyla son şeklini Halid Bağdâdî (Öl M.1826)'ye mal edilen yazılardan
ve O'nun kurduğu Hâlidiyye Kolu'na bağlı şeyhlerin kitapçıklarından
ancak öğrenebiliyoruz. Bu ise dünün meselesidir, çok yeni bir olaydır. Râbıta
kelimesi, (bugün ona yüklenen anlamdan
çok farklı ve genellikle) sırf yalın bir ilişki diye öteden beri kullanılmış
ise de, Bağdâdî'den önceki Nakşibendî rûhânîlerine ait
yazılı metinlerin hiç birinde, hele zaman, mekân ve şekil ölçüleriyle,
üstelik ibâdet niyetiyle böyle bir tarîkat kuralına ilişkin herhangi bir
açıklama bulunmamaktadır. İleride içlerinden bazı örnekler verilecek olan bu
metinler, hem eski tarihlere dayanmamakta, hem de son dönemin Nakşibendî
şeyhlerine ait yazılardan daha kısa, daha dağınık ve içerik bakımından daha
belirsizdirler. Dolayısıyla râbıtanın şekil bakımından ne olup olmadığı, keza
şartları ve uygulanış biçimi hakkında bir açıklık getirmemektedirler. Tam
tersine önceki Nakşibendîler, en çok mîlâdî 1550'lerde râbıta sözcüğünü yalın
anlamda kullanmışlardır. Yoksa eğer Nakşibendîler râbıtanın en ufak bir
tanımına bile herhangi bir kaynakta rastlamış olsalardı bu fırsatı asla
kaçırmayacak ve onu kanıt olarak kullanmak için her münasebette ortaya koyacaklardı!
Halbuki râbıtanın tanımı diye onların ileri sürdükleri ifadelerin tümü (günümüzde) en çok 150 yıllık bir geçmişe
sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan Süleymaniyeli Halid Bağdâdî'ye
ve O'ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Dewserî, Muhammed Emîn el-Kurdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şahıslara aittir.
Bu konuda araştırma yapmış olan bir ilahiyatçı da râbıtanın yeni bir mesele
olduğunu aynen şu sözlerle anlatmaktadır:
«Râbıta hakkında bilgi veren
kaynaklar, oldukça muahhar devrin mahsulleridir.
Râbıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair
yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı
arasında mümkün olmaktadır.»[2]
Ayrıca şunu da hatırlatmak
gerekir ki Nakşibendîlikten başka hiç bir tarîkat, kendi kuralları arasında
râbıta diye bir şeye yer vermemiştir. Eğer râbıta -Nakşilerin ileri sürdüğü gibi- İslâmî bir kaynaktan gelmiş olsaydı; Kitab
ve Sünnete dayanmış olsaydı, en azından Sünnî’ler arasında yaygın olan diğer
tarîkatlar da mutlaka kuralları arasında ona yer vereceklerdi. Halbuki bunun
tam tersini görüyoruz. Örneğin Melâmî
Tarîkatı'nın ileri gelenlerinden biri, bakınız râbıta hakkındaki görüşünü
nasıl açıklıyor:
«Mürşidler
insanları kendilerine bağlamazlar. Kendilerine bey’at
ettirmezler. Allah'a bağlarlar. Allah'a bey'at ettirirler.
Râbıta Allah'adır, mürşide değil.»[3]
Bu ifade içinde yer alan «Râbıta Allah'adır, mürşide değil» sözleri, Nakşîlikteki
râbıta inancını dolaylı şekilde deklare eden bir kanıt olarak algılanmamalıdır.
Bilakis mürşide râbıta yapılamayacağını çok açık şekilde ifade etmektedir.
Kuşkusuz Melâmilik de Nakşibendîlik gibi bir tarîkattır.
Hatta Nakşibendîliğin, gerçek Melâmîlik olduğunu bizzat Nakşibendî bir lider açıkça
ileri sürmektedir! Bu şahıs, Halid Bağdâdî'nin
en üst derecedeki halîfelerinden Muhammed
bin Abdillâh el-Khânî'dir. Yazdığı El-Bahja’tus-Seniyye
adlı kitapta aynen şu ifadeyi kullanmaktadır: «Çünkü bu tarîkat (yani
Nakşibendî Tarîkatı) en uygun Melâmîliktir.»[4]
Onun için, İslâm’ın bakışı açısından bu tarîkata ait kişisel bir görüş,
İslâm adına kanıt sayılamaz. Bu da yukarıdaki ifadenin, bir bakıma hem temel
noktalarda tarîkatlar arasındaki çelişkileri sergilemektedir, hem de en az Nakşibendîlik kadar İslâm'a aykırı
nitelikler taşıyan Melamîliğin bile
râbıta gibi tevhîd inancına taban tabana zıt bir
anlayışı reddetmesi açısından önem taşımaktadır.
Son zamanlarda râbıtanın sık sık gündeme gelmesiyle tarîkat çevrelerinde gözlenen
paniğin arka planında esasen onun İslâm'a yabancı bir unsur olduğu gerçeği yatmaktadır.
Aslında râbıtadaki bu yabancılık, Nakşibendîliğin hemen bütün kurallarında da
vardır. Çünkü bu tarîkat önce Türkistan ve Maverâunnehr'de, sonra Hindistan'da, ondan sonra da Irak ve Anadolu'da geçirdiği çok ilginç bir serüvene sahiptir.
Bununla ilgili olarak önce şu önemli noktayı göz önünde bulundurmak
gerekir ki son yüz elli yıldır Nakşibendîlik
yepyeni bir kimlik kazanmış, prensipleri esaslı şekilde belirlenmiş, bu arada"râbıta" da tarîkata köşe taşı gibi
ehemmiyetli bir kural olarak yerleştirilmiştir. Dolayısıyla râbıtayı, aslında Nakşibendîliğin yakın tarihte kaydettiği
büyük gelişmeler içinde ele almak lazımdır. Çünkü bu tarîkatı geçmişiyle,
kaynaklarıyla ve tarihi evrimiyle bir bütün olarak incelemeden ve hele son bir
buçuk asırdır Türkiye toplumunu yönlendiren siyasal rejimlerin ve ideolojik
akımların bu tarîkatla olan ilişkilerinin arka planını keşfetmeden râbıta
hakkında tatmin edici bir bilgi elde etmek ve kesin bir hükme varmak mümkün değildir.
Tarîkatın bu nokta ile olan bağlantısı bakımından hemen işaret edilmelidir
ki gerek Osmanlı Yönetiminin son
döneminde, gerekse Cumhuriyet tarihinde, Ortadoğu'da
yaşanan dört büyük gelişmenin ardından devletin, askeri ve siyasi stratejilere
paralel biçimde Nakşibendî Tarîkatı'nı
gizli bir silah gibi kullandığı bugün artık belgesel bir gerçek olarak ortadadır.
Bu olaylara gelince, kuşkusuz birincisi, 1785'lerde Hicaz Yarımadası’nda patlak veren «Vahhâbî Hareketi»'dir ; İkincisi, XX. yüzyılın
başlarından itibaren S.S.C.B. tarafından
yaklaşık yetmiş yıl kadar uygulanan komünist rejimdir ; Üçüncüsü, 1979 yılında
Humeynî liderliğinde gerçekleştirilen «İran İslâm Devrimi»'dir ; Dördüncüsü ise son yıllarda Türkiye'nin güneydoğusunda
ortaya çıkan «Kürt gerilla hareketi»'dir.
İşte bu dört olayın da etkilerine karşı her defasında devlet, (daha sonra ayrıntılı olarak anlatılacağı
üzere) Nakşibendî Tarîkatı'nı yarı örtülü bir şekilde devreye sokmuştur ki
bu nedenle tarîkat da gittikçe güçlenerek gelişmesini ve bu doğrultudaki
evrimini hızla sürdürmüştür. Özellikle “Hatm-i Huwâcegân“ âyini ve bu
âyinin önemli bir kuralı olan râbıta, tarîkatın yakın tarihte üzerinde durduğu
disiplin pratikleri haline gelmişlerdir.
Bilindiği üzere örgütlenmede kuralların önemi çok büyüktür. Bu bakımdan
özellikle mürîd yetiştirmek ve onu bütün iç dünyasıyla
şeyhe bağlamak konusunda en etkin bir şartlandırma sistemi olan râbıta,
Nakşibendîliğin can damarlarından biri haline getirilmiştir.
Bunu, başta politikacılar olmak üzere hemen bütün menfaat çevreleri de
çok iyi keşfetmiş bulunmaktadırlar. Dolayısıyladır ki tarîkatları, sözde yasaklamış
ve tekkeleri kapatmış olan «TC» Rejimi'nin uygulayıcıları durumundaki
politikacılar bile daima Nakşî şeyhlerine yaranmakta
ve onların sağladığı kalabalık oylarla yönetimleri rahatça ele geçirebilmektedirler.
Bütün bu gerçekler ise Nakşibendî Tarîkatı'nın Türkiye toplumu içindeki ağırlığını
ve etkinliğini kanıtlamaktadır. Olayların da somut biçimde ortaya koyduğu gibi
tarîkatın gittikçe güç kazanmasında eğer birkaç neden varsa bunların başında
elbette ki onun disiplini ve bunu sağlayan râbıta gibi kurallar ve âyinler
gelmektedir.
Unutmamak gerekir ki Nakşibendî
Tarîkatı'nın dayandığı kurallar (daha
önce de anlatıldığı üzere) her şeyden evvel dinsel ve kutsal birer anlam
taşırlar. Bu kuralların, sözde ilhamlarını Kurân-ı Kerîm'den ve Hz. Peygamber (s)'in sünnetinden aldığı
çok kesin ve ısrarlı ifadelerle işlenir, aynı zamanda sık periyotlarla tekrarlanan
telkinler sayesinde mürîdlere hazmettirilir. İşte
bundan elde edilen sonuçladır ki şeyhin emri mürîd tarafından
aynen Allah'ın emri olarak algılanır ve itirazsız bir şekilde uygulanır.
Eğer bu gerçeğin fazla irdelenmesiyle İslâm âlimlerinin dikkati râbıta
üzerine çekilir ve Kur'ânî anlayış doğrultusunda
kesin hükümler verilirse bu kez tarîkat yoluyla İslâm'a sızdırılmış daha
birçok yabancı sembol ve merasimlerin de ayıklanması için yol açılmış
olacak, bu ise tarîkatın iflasını hazırlayacaktır. İşte tarîkat toplulukları
arasında râbıta ile ilgili olarak yaşanan tedirginliğin esas nedeni budur.
Nitekim tasavvuf yoluyla İslâm'a birçok batıl inanış ve hurâfenin bulaşabileceğine
ilişkin bizzat Nakşibendîlerin de itirafları vardır.[5]
Hele şurası gâyet açık bir
gerçektir ki, zaman içinde birçok şey değişebilir, değişir ve değişmektedir.
Değerler yozlaşır, ölçüler çarpıtılır ve insanlar arasında yeni yeni anlayışlar yayılır ve tutunur. Ortalama insan ömrü
gibi kısa bir süre içinde bile o kadar çok şey değişmekte ve değişebilmektedir
ki bu gerçeğe inanmamak için hayat ve kainat olaylarından habersiz bir cahil
olmak gerekir.
İşte Aczmendî Tarîkatı. Daha birkaç yıl öncesine kadar
böyle bir tarîkatın esâmisi bile yoktu. Ama gün geldi, görüldüğü üzere bu isim
altında, özel giysileriyle, âyinleriyle belli kurallarıyla koskoca bir mistik
örgüt kuruldu. Hem de fincancı katırlarını ürkütmeden, yağdan kıl çekercesine
son derece büyük bir ustalıkla Nakşibendîlikten sıyrılarak kendini yenilemiş
olan Saîd-i Nursi gibi
aktif bir hareket adamının adı kullanılarak bu tarîkat kurulmuştur!..
Bilindiği üzere Saîd-i Nursî,
eserlerinde kendinden söz ederken, zamanla bazı düşüncelerinin değiştiğine
işaretle kişiliğini: «Saîd-i Evvel = Birinci Said»
ve «Saîd-i Sâni = İkinci Said» olarak
tanıtmaktadır. Gençliğinde tipik bir Nakşibendî olan ve o dönemlerde etkisini
yaşadığı Bitlis'in Hizan yöresindeki bir şeyhten ve yine Bitlis'in Çukur Kasabası’ndaki dervişlerden övgü ile söz eden Nursî, «İkinci Said»
olduktan sonra düşüncelerini revize etmiş, bu dönemde ağzından Nakşibendîlikle
ilgili bir tek laf bile işitilmemiştir. Hal böyleyken hayatında tahmin bile
edemediği yepyeni bir tarîkat, O'nun ölümünden yıllar sonra kurularak felsefesine
dayandırılmış ve bu yeni oluşum, Aczmendî adı altında faaliyetlerine başlayarak «İslâm dünyası»'nın
gözü önünde tarîkatlar kervanına katılmıştır! Bir kadınla basılan ve hapse giren
bu tarîkatın şeyhi, kim bilir belki de yüzyıllar sonraki tarîkatçılar
tarafından «Büyük evliya», «çağının kutbu», «ermişlerin tâcı» gibi daha nice
unvanlarla yüceltilerek anılacaktır. Öyle ki O’nu bir tek kelimeyle eleştirmeyi
bile belki kimse kolayca göze alamayacaktır.
İşte her gün tanık olduğumuz buna benzer birçok olaylarla, modaların,
ahlâk kurallarının ideolojilerin, inanç ve felsefelerin, sanatsal zevklerin
nasıl büyük bir hızla değiştiğini, değerlerin nasıl yozlaştığını hepimiz görüyoruz.
Daha düne kadar aktır denilen birçok şeyin bugün nasıl karalandığına da yine
birçoğumuz şahit olmaktayız. Nice kavramların zamanla anlam değiştirdiği,
nice inanış ve görüşlerin, zamanla farklı içerikler kazandığı, hatta çürütülüp
rafa kaldırıldığı belgelerle sabittir. Daha dün, sapık, ahlâksız ve hain diye
lânetlenerek ipe çekilen adamların, kısa bir süre sonra ruhlarından özür
dilendi ve kemikleri milyonların omuzunda özel
türbelere taşınarak görkemli törenlerle gömüldü! Dinler, felsefeler,
doktrinler, mezhepler, tarîkatlar ideolojiler, siyasal teoriler, askeri
stratejiler bu örneklerle doludur. Bu, insanlık tarihinin bir gerçeği ve
kaderin bir cilvesidir.
Sürelerle meydana gelen değişimlerin çeşitli nedenleri vardır. Bunların
arasında haklı ve yerinde olanlar bulunduğu gibi, haksız, tutarsız ve batıl
olanları da vardır. Nitekim İslâm'dan önceki Tevhîd
dinleri, bu tür nedenlerle zaman içinde tahrife uğramış ve asıllarını yitirmişlerdir.
Şunu önemle kaydetmek gerekir ki özellikle nassların
(dogmaların), saygın, temel,
dokunulmaz ve değişmez din ve hayat kanunlarının çarpıtılmasında başlıca iki
faktör söz konusudur. Bunlardan biri, bilinçli düşmanlık duygusudur ki bu
etkenin temelinde daima hırs vardır; rekabet vardır; çıkar planları vardır;
dolayısıyla amaçlı yıkıcılık vardır. Günümüzdeki kökten putçuluk gibi... Diğer faktör ise bilgisizlik, ya da bilgi eksikliğidir. Bu etkenin de temelinde özenti
vardır; Özlem ve nostalji vardır; Mitoloji vardır; Faniyi ebedileştirmek,
yaratığı tanrılaştırmak gibi aşırı saygıya dayalı bir kör taklit vardır.
Nakşibendîlikteki "râbıta",
"Hatm-i Huwâcegân", "Kelimât-ı Semâniye" ve
benzeri Patanjalist meditasyon
sistemlerinin İslâm'a adapte edilmesi gibi...
Ancak şunu bilmek gerekir ki bu faktörlerden ikincisi her ne kadar samimi
duygulardan kaynaklanıyorsa da yıkıcılık açısından en az birincisi kadar,
hatta bazen ondan daha tehlikeli olabilmektedir ve olmuştur... Çünkü kör
taklit saplantısına uğramış insanlarla tartışmak kolay değil, bazen mümkün bile
değildir; Ve çünkü kör taklidin hiç bir stratejisi yoktur. Taklitçi kişi tutucudur
ve bir amaca, körü körüne baş koymuş insan tipidir. Halbuki salt çıkar uğruna
bir davayı üstlenmiş olan kimse, en azından manevra niyetiyle de olsa bazen
geri adım atabilir. Nitekim gerek solcu laikler, gerekse putçu laikler gibi
çeşitli müşrik gruplar özellikle seçim mevsimlerinde Müslümanların arasına
girmeyi, hatta camilere girip namaz kılmayı bile göze alabilecek kadar inançlarından
ve kişiliklerinden fedakarlık yapabilmektedirler! Oysa bir tek Nakşibendî
bile Müslümanlarla sırf işbirliği yapabilmek için örneğin râbıtadan kolay kolay vazgeçemez, onu vicdanından rahatlıkla silemez... O
bakımdan bu iki faktörden herhangi birinin etkisine girmiş olan şahıslar,
özellikle de kör taklidin kurbanı olmuş kimseler daima dinin ve hayatın
orijinal yasalarını çarpıtmaya çalışmış, bu yüzden de insanlığın yanlış
yönlenmesinde rol oynamışlardır. İşte râbıtanın hikayesi esasen buraya dayanmaktadır.
Râbıtanın İslâm'a sızmış ya da sızdırılmış
yabancı bir unsur olduğunu ortaya koyan belgesel kanıtlara gelince bunlar
tahmin edildiğinden daha çoktur. Nakşibendîlerin din, ibâdet, anlayış ve dünya
görüşü olarak sergiledikleri ibret verici çelişkilerinden tutun da bu
tarîkatın kendi tarihi seyri içinde kaydettiği evrimlere; Nakşî
şeyhlerinin mitolojik menkabelerine[6] ve kişiliklerine; dua, zikir, âyin ve
çeşitli merâsimlerine; âyet ve hadisler üzerinde yaptıkları ilginç yorumlara
ve karıştıkları olaylara varıncaya kadar sayılamayacak birçok belgesel kanıtlar
bu oluşumun içyüzünü ve bu arada râbıtanın da ne olduğunu ve hangi
kaynaklardan alındığını bütün çıplaklığıyla ortaya sermektedir.
Bundan sonraki analitik değerlendirmeler işte bu gerçekleri tesbit ederek meydana çıkarmakta ve onları belli bir
tertip içinde sunmaktadır.
[1].
Bk. Ahmed b. Abdilhalîm b.
Teymiyye, El-Furqân,
Beyne Ewliyâ'ir-Rahmân ve Ewliyâ'iş-şeytân:
Vahdet-i Vücûd Bölümü.
[2]. Ydr. Doç. Dr. irfan
Gündüz, Tasavvufî bir terim olarak RÂBITA
adlı, basılmamış bir çalışmasından S.10
[3]. Hasan Özlem, Arifler Gül Bahçesi Giriş
Bölümü: Dr. Kemal Aydın S. 26
[4]. Muhammed bin Abdillah
el-Khânî, El-Bahja’tus-Seniyye s.12
Bu eserde geçen “Melâmiyye" kelimesinin, sözde yanlış yazıldığı ya da bir matbaa hatası olduğu izlenimini uyandırmak için
adı geçen yazarın torunu Abdulmecid b. Muhammed b.
Muhammed el-Khânî kurnazca davranmış, bu sözcüğün geçtiği pasajı alıntı olarak naklettiği el-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq’i Ejillâ’in-Naqshabandiyya adlı kitabında (uygun anlamına gelen) “Mulâime”
şeklinde yazmıştır!.
[5]. Modernist Nakşibendîlere ait bir ansiklopedide bu endişeye
yer verilmiştir. (15/327)
[6]. Menkabe: Arapça, «Nekabe-Yenkubu» fi'linin türevlerinden bir «Masdar-ı Mimî»'dir.
(Aynı zamanda bir ism-i
zamân ve ism-i mekândır.)
Konumuzla
ilgisi bakımından «Menkabe»
kelimesinin sözlük anlamı: Tanınmış kişilerin, övgüye yaraşır hayat öyküsü
demektir.
Bu sözcük,
Türkçe’de «Menkıbe» olarak yanlış
bir telaffuzla yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Ancak doğrusu, yukarıda
açıklandığı gibi «Menkabe»'dir, «Menkıbe» değildir.
Bu kelimenin de «Ma'siye'tun»
gibi ayn'ul-Fi'linin meksûr okunabileceğini savunmak doğru olmaz. Çünkü, «Mağrib'un», «Meşrik'un» ve
«Ma'siye'tun»
gibi masdarlar, esasen Arap dil tarihi boyunca kural
dışı olarak kullanılmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de
bunun örnekleri vardır. (Bk. Kur'ân-ı Kerîm: 2/115)
Burada önemle belirtmek gerekir ki, mimli
bir masdarın, kural dışı olarak (mef'il'un) vezninde okunabilmesi için
onun:
1. Ya sülâsi-yi
mücerred, “misâl-i vâvî“ ve
“sahih'ullâm“ olması gerekir; “Mevlid'un“
gibi...
2. Ya da, “ecvef-i
yâ'î“ ve “meksûr'ul-ayn“ olması gerekir. “Mesîre'tun“
gibi...