Râbıtanın Dayandırıldığı Ayet ve Hadislere İlişkin Kanıtlama ve Yorumlar
Sırf râbıtayı bir kitap konusu
yapacak kadar meseleye büyük önem veren, ya da eserlerinde râbıtaya geniş biçimde
yer ayıran birkaç Nakşî ileri gelenlerinin görüşlerini önceki bölümlerde
incelerken görmüş olduk ki hepsinin de tutundukları deliller hemen hemen
aynıdır. Ancak bu görüş birliğinin son derece şaşırtıcı bir yanı vardır ki o
da bu şahıslardan hiç birinin, (kanıt olarak
ileri sürülen âyet ve hadislerde râbıtayı çağrıştıracak en ufak bir işaret
bile yokken) bu gerçeği görmezlikten gelmiş olmalarıdır.
Bu âyet ve hadislerin, "Nakşi
râbıtası" na ne kadar mesnet teşkil ettiği esasen ortadadır.
Çünkü onların tefsir ve tercümesinde kullanılan ifade ve üslûp şekillerine,
inşa, imla ve hatta noktalama biçimlerine bile bakılacak olursa bu şahısların
her bakımdan düzeyleri anlaşılmaktadır! Dolayısıyla İslâm Dini üzerinde
böylesine tasarrufta bulunmuş olmakla taşıdıkları ağır vebâli bir kenara
koysak bile bu kişiler, hemen hiç bir ölçüyü hesaba katmadan sergiledikleri
düşünce ve anlayış biçimleriyle ilmî teamülleri âdetâ ayaklar altına almışlardır.
Nakşibendîlerin, râbıtaya kanıt
olarak gösterdikleri âyet ve hadislere kendilerince verdikleri anlamlar yalnızca
ilginç değil, aynı zamanda endişe vericidir. Onun için Kurân-ı Kerîm'e ve
Sünnet-i Seniyye'ye karşı Müslümanların taşıdığı ağır sorumluluk açısından,
onların bu âyet ve hadisler üzerinde yaptıkları yorumları dikkatle incelemek
gerekir.
İleride nakledilecek birçok
örnekte görüleceği üzere İslâm âlimlerine ait tefsirlerde bu âyet ve
hadislerin hiç birinde "Nakşibedî Râbıtası" na
ilişkin bir tek nüans bile yoktur. Ayrıca râbıtanın söz konusu olmaya başlandığı
Miladî 1500'lerden hemen sonraki Nakşibendî rûhânîleri râbıta sözcüğünü kullanmış
iseler de bunu ne bir terim, ne de ciddi bir tarîkat kuralı diye ifade etmedikleri
için tabiatıyla onu, âyet ve hadislere dayandırma ihtiyacını da o devirlerde
duymamışlardır. Hatta denebilir ki bu rûhânîlerden çok önce yaşamış olan (Örneğin M. 1140 yılında ölen Yusuf Hemedânî'den sonraki)[1] şeyhlerin birçoğu hem Türk
kökenli oldukları hem de kayda değer bir eğitim almadıkları için bu âyet ve hadislerin
Arapça anlamlarını bile bilmedikleri çok büyük ihtimal dahilindedir. Bu
olasılık, o devirlerden kalma Raşahât
ve Rabbânî'nin mektupları gibi
Farsça ve rasgele karalanmış (şeyhlere
ait) tek tük yazılı metinlerden anlaşılmaktadır ki esasen bunlar,
râbıtanın Kur'ân'a ve sünnete dayandırılması konusunda herhangi bir ilmî
değer ifade etmemektedirler. Çünkü bütün ilmî kriterler bir yana, bu metinlerin,
aslında mal edildikleri şahıslara ait olup olmadığı bile meçhuldür. Üstelik bu
tesbit,
Nitekim Halid Bağdadî
tarafından dönemin Milli Eğitim Bakanı Muhammed
Es'ad Efendi'ye gönderildiği ileri sürülen ve Nakşibendîler arasında "Risâle’tun Fi Tahqıyq'ır-Râbıta"
diye bir isim altında bilinen bir mektup vardır ki bunun
Eğer -Nakşibendîlerin ifadesine
göre- bu mektup gerçekten Halid
Bağdadî'ye ait ise, bu şahsa göre râbıta, ilhamını Kur'ân'dan almaktadır ve
Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i
kerîmesi de bunun kesin delilidir (?)
Sözü geçen âyet-i kerîmenin, meâllerde genel olarak bugünkü Türkçe ile
verilen anlamı ise şöyledir:
«Ey iman edenler! Allah'tan
korkun ve
Bu âyet-i kerîmede eğer varsa râbıtaya ilişkin ne gibi bir işaret bulunduğunu
anlamak ve onu acaba herhangi bir ilgiyle çağrıştırıyor mu diye zihinde
belirebilecek bir soruya cevap aramak üzere önce bizzat Nakşibendîlerin kendi
kitapçıklarında naklettikleri bu âyetin Türkçe anlamına bakalım:
Çok eskilerin değil, bilakis dört adet Nakşibendînin birleşerek 1994 yılında
"Râbıta ve Tevessül" adı altında
kaleme aldıkları bir kitabın hem önsözünde, hem de 11'inci sayfasında, yukarıdaki
âyetin Türkçe anlamı aynen şu şekilde nakledilmiştir:
«Ey iman edenler! Allah'tan
korkun ve
Görüldüğü üzere bu şahıslar bile Tevbe
Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesini, genelde verdiği bu anlamı açıkça
yazmaktan başka bir çare bulamamış, buna rağmen râbıtayı bu âyetle
kanıtlamaktan da çekinmemişlerdir!
Burada anlaşılması son derece güç olan tablo şudur: Pek eğitim görmemiş,
hatta büyük ihtimalle çoğunun okuma yazma bile bilmediği tahmin edilen eski
Nakşibendî hocaları tarafından vaktiyle “Hatm-i
Huwâcegân“ ve “râbıta“ gibi bir
takım kurallar konmuş olması ve bunların şu veya bu şekilde Kur'ân'a dayandırılmış
olması bir bakıma olağandır. Ancak günümüzün az çok eğitim görmüş, tercüme
aracılığıyla da olsa Kur'ân-ı Kerîm'i nisbeten anlama imkanını bulmuş olan
“ilâhiyâtçı“ Nakşibendîlerin bilinçli bir şekilde böylesine zoraki bir kanıtlama
biçimiyle diretmeleri, doğrusu pek ilginçtir!
Eskiden beri «hoşmeşreplik»
ve «kalenderlik» diye bilinen
dervişlik mesleğinin gereği olarak sûfîlikte hoşgörü adına hemen hiç bir kurala
süreklilikle bağlı kalınmadığı bir gerçektir. Nakşîliğin son dönemlerde kazandığı
sert disipline rağmen bu eğilim, asırlardır tarîkata genel bir anlayış olarak
yerleştiği içindir ki âyet-i kerîmeler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere
hiç alâkası olmayan bir konuda kanıt olarak ileri sürülmüşlerdir. Ancak bu tutum,
hoşgörünün sınırlarını pervasızca aşmakta ve (Nakşibendîlik gibi belli prensiplere dayalı bir tarîkatta bile olsa) esasen
hiç bir sınırı bulunmayan dervişliğin, gerçek anlamda ibâhiyecilikle eşdeğerde
olduğunu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Nitekim râbıtanın, sözde kitaba ve sünnete dayandığı yolunda Nakşibendîlerce
sergilenen kanıtlama şekilleri hiç bir ilmin usul ve âdâbına sığmamaktadır.
Örneğin râbıtayı ilk defa tanımladığı tahmin edilen Hindli Tâcuddîn, Patanjali'nin Sutralarındaki karmaşık
ifadeleri anımsatırcasına çetrefil bir ifadeyle bu meditasyonu anlatmaya
çalışırken onu Kur'ân'a dayandırmaya yanaşmamış; buna karşın Tâcuddîn'den 135 yıl sonra dünyaya
gelen Halid Bağdâdî, râbıtayı göz
kırpmadan Tevbe Sûresi'nin 119'uncu
âyetiyle kanıtlamaya çalışmıştır!
Nakşibendîlerin, râbıtayı Kur'ân'a mal etmek için gösterdikleri diğer
bir kanıt da Mâide Sûresi'nin
35'inci âyet-i kerîmesidir. Aynen yukarıdaki âyette olduğu gibi, bunu da
metnine uygun bir anlamla açıkladıkları halde yine de onu râbıtaya kanıt diye
ileri sürmekte hiç bir tereddüt göstermemişlerdir.
Bu âyet-i kerîmenin de diğeri gibi meâllerde genel olarak bugünkü Türkçe
ile verilen anlamı şöyledir:
«Ey iman edenler! Allah'tan
korkunuz ve O'na (yaklaşmaya) vesîle arayınız.»
Allah'a yaklaşmanın ve O'na yaklaşmak için vesîle aramanın ne olduğu
konusunda İslâm âlimlerinin görüşleri birbirinden pek farklı değildir ve
Nakşibendîlerinkine hiç benzememektedir. İleride verilecek örneklerde de
görüleceği üzere tefsir âlimleri, Allah'a yaklaşmayı, O'nun hoşnutluğunu kazanmaktan
başka bir şey olarak anlamamışlardır. Keza onlara göre Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmak için vesîle aramak, sâlih amel işlemekten, (yani yararlı ve hayırlı işler yapmaktan) başka bir şey değildir
ve bu çok geneldir. O kadar ki bu âyetin manasını, hayatın bütün alanlarını
kapsayacak şekilde anlamak mümkündür. Nakşibendîler ise bu noktada İslâm
âlimlerinin görüşünü inkâr etmemekle beraber, bu iki âyet–i kerimeye
kendilerince özel ve çok farklı bir anlam daha yüklemiş, bu âyetlerle, (bir çeşit «yoga» demek olan) râbıta arasında kesin bir ilişki bulunduğunu
ısrarlı bir şekilde ileri sürmüşlerdir.
Nakşibendîlerin, bu iki örnekten
başka, daha birçok âyet ve hadisleri râbıtaya hangi ilgiyle kanıt diye gösterdiklerini
anlamak, gerçekten de mümkün değildir. Çünkü bir insanın,
1. Bulunduğu mekânı
karartarak;
2. Özel
«teverruk» oturuşu ile
hareketsiz oturarak;
3. Nefesini kontrol
altına alarak;
4. Şeyhinin şeklini
zihninde canlandırarak ve «onun
rûhâniyetinden yardım dileyerek» ibâdet
yapması gerektiğine ilişkin, bu âyet ve hadislerin hiç birinde en gizli bir
anlam bile yoktur. Bu ise çok şaşırtıcı bir meseledir. Sebebine gelince, kılık
kıyafette bile son derece belirgin bir tarzı seçerek büründükleri dış
görünüşlerine; herkesten çok daha titiz ibâdet anlayışlarına ve fanatizme
varan şekilciliklerine rağmen Nakşibendîlerin, âyet ve hadisleri böylesine
hiç ilişkisi olmayan bir konuda ve ödünsüz bir ısrarla kanıt göstermesi, düşünce
yolunu kesin şekilde tıkamakta ve anlaşılmaz bir mantık sorunu olarak
insanın karşısına çıkmaktadır!
Bu açmazın esasen ne ifade ettiğini çok daha somut bir şekilde algılayabilmek
için önce yukarıdaki iki âyet–i kerimeye yeniden bir göz atalım.
Evet Tevbe Sûresi'nin
119'uncu âyet-i kerîmesi meâlen şöyledir:
«Ey iman edenler! Allah'tan
sakının ve doğrularla beraber olun.»
Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesini de
meâlen şu ifadelerle açıklamak mümkündür:
«Ey iman edenler! Allah'tan
sakınınız ve O'nun hoşnutluğunu kazanacak yollar araştırınız.»
Şimdi şu noktayı çok iyi düşünelim:
Bu iki âyet-i kerîmenin, Nakşibendîlerce de kabul edilen yaklaşık
anlamları işte budur. Ancak bu ifadelerin içinde ne râbıta sözcüğünü görmek, ne
de râbıta ile anlatılmak istenen eylem ve ibâdet şekline ilişkin herhangi bir
belirti bulmak mümkün değildir. Peki öyle ise bu yakıştırma nereden gelmektedir,
niçin buna gerek duyulmuştur ve bu ısrarın sebebi nedir?
Bu soruların cevaplarını elbette ki ileride aramaya çalışacağız. Ancak
unutmamak gerekir ki Nakşibendîlerin, diledikleri gibi birtakım âyet ve hadisleri
seçerek bunlarla râbıta diye ortaya koydukları yeni bir ibâdet şeklini kanıtlamaya
çalışmaları aslında onların, râbıtaya ne kadar önem verdiklerini ortaya
koymaktadır! Çünkü Allah Teâlâ'nın yüce kelâmını, göz kırpmadan istediği
şekilde yorumlama cür'etini gösteren insan, bunu yaparken neyi amaçlıyorsa
bunun son derece önemli olduğunu unutmamak gerekir. Onun için Müslümanlar
râbıta sorununu hiç bir zaman küçümsememeli, bu mesele üzerinde gereğince
durmalıdırlar!
Bu arada asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki râbıta konusu son zamanlarda
Nakşibendîlerin en büyük sancısı haline gelmiştir. Bütün dünya sanki râbıta ile
uğraşıyormuş gibi her şeyi bir kenara bırakmış, bu inanışın etrafında beliren
kuşkuları dağıtmak için âdetâ kolları sıvamışlardır. Ruh'ul-Furkan adı altında
kendilerince Kurân-ı Kerîm'in tefsiri diye kaleme aldıkları bir kitabın ikinci
cildinde, önemli bir bölümü râbıtaya ayırmışlardır.
Özellikle dört Nakşibendînin -belki
de Ruh'ul-Furkan'ı yeterli görmedikleri
için- yardımlaşarak «Râbıta ve
Tevessül» adı altında yazdıkları birtakım şeyler onların ne kadar büyük
bir telaş ve panik içinde olduklarını göstermektedir.
Bunun sebebi ise gâyet açıktır ve râbıtanın Nakşîlik doktrini içinde oynadığı
rolle yakından ilişkilidir.
Aslında râbıta Nakşi Tarîkatı'nda başlı başına bir âyin şekli değil, (daha önce de belirtildiği gibi) «Hatm-i Huwâcegân» Ayini'nin on kuralından
biridir. Fakat mürîdin üzerinde bıraktığı silinmez etkiler bakımından diğer
dokuz kuraldan çok daha büyük bir önem taşımaktadır.
Çünkü Nakşibendîlik esasen bütün gücünü kendine bağladığı insanın iç
dünyasını tamamiyle fethetmekten almaktadır. Bu tarîkatta mürîd, şeyhinin kulu
ve kölesi olmaktan da öte bütün irade ve benliğinden sıyrılmış, şeyhine
kayıtsız şartsız teslim olmuş bir âlet gibidir.[2] O kadar ki mürîd kendini, şeyhinin yalnızca
bir bendesi, bir hizmetçisi gibi değil, onun bir köpeği gibi görmektedir![3]
İşte râbıta, özgür ve akıllı bir insanı ne yazık ki bu derekeye düşürebilen
korkunç bir etkiye sahiptir.
Dolayısıyladır ki Halid Bağdâdî gibi
Nakşîliğe son şeklini veren ünlü bir şeyh bile sırf râbıta ile ilgili olarak
kaleme aldığı ve bir mektup niyetiyle İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderdiği yazıda her ne kadar bu kuralın
önemi üzerinde durmuş ise de onun ne uygulanış biçimi, ne de şartları hakkında
hemen hiç bir bilgi vermemiş,
Bir yandan âdetâ birbirini tamamlayan ve Nakşibendîliğin evrim sürecini
hızlandıran bu canhıraş çabalar, râbıtaya karşı çıkabilecek kimseleri susturmak
için elbette ki diğer yandan bu davayı kanıtlama ihtiyacını da doğurmuştur.
Bu nedenle Halid Bağdâdî'den
itibaren râbıtayı konu olarak seçen Hüseyn
ed-Dewserî, Muhammed Emîn el-Kurdî,
İsmet Garibullah, Mustafa Fevzi ve Abdulhakîm
Arvâsî gibi şeyhler onu kanıtlamak için o kadar dil
dökme ihtiyacını duymuşlardır ki ortaya koydukları tuhaf anlatım biçimleriyle
âdetâ bocaladıklarını gözler önüne sermişlerdir.
Onların bu beyhude çabalarını, İslâm âlimlerinin (yukarıdaki 2 âyet-i kerîmeye ilişkin) açıklamalarıyla karşılaştırdığımız
zaman bu gerçek bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir. Üstelik
Nakşibendîlerin hepsi de bu müfessirlere karşı saygı duymakta ve eserlerini
muteber saymaktadırlar ki bu da onların ne büyük çelişkilerin içinde yüzdüklerini
ayrıca kanıtlamaktadır.
İşte Mâide Sûresi'nin 35'inci
ve Tevbe Suresi’nin 119'uncu âyet-i
kerîmelerine ilişkin İslâm âlimlerinin tefsirlerinden örnekler:
1. Ebu Ja'far Muhammed bin Jerîr
Et-Taberî (Öl. H. 310)'ye ait Jâmi’ul-Beyân
Fi Tefsîr'il Qur'ân adlı tefsirinden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«O'na yaklaşmak için vesîle
arayınız.»
«Diyor ki: O'na, kendisini hoşnut
kılacak amelle yakınlık arayınız. vesîle kelimesine gelince: (Arapça) faîle veznindedir. Şöyle ki: Kişi
“Filan kese tevessül ettim“ der ; Bu, ona yaklaştım demektir. Yine bu cümleden
olarak (Şair) Antere şöyle diyor: »
«Vardır sana gençlerde yiğitlerde
vesîle,
Çek sürmeyi kına yak madem ki öyle.»
Taberî bu açıklamadan sonra bazı
hadislerle de yine “vesîle“ kelimesinin,
yakınlık kazanmak için arayış anlamına geldiğini kanıtlamaya çalışmaktadır.
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Kelamın manâsı ancak şudur: »
«Allah'ın emir ve yasaklarına
dünyada titizlikle uymak suretiyle ahirette
2. Mu'tezileden Ebulkasım Jârullah Mahmûd b. Omar
ez-Zemakhşerî (Öl. H. 538)'nin, El-Keşşâf
An Haqâiq'i Gawâmıd'ıt-tenzîl adlı
tefsîrinden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci
âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Vesîle: Başvurulan her araç
vesîledir. Yani bir yakınlık, bir iş, ya da başka bir şey... Bundan
esinlenilerek emirlere uymak veya yasaklardan sakınmak suretiyle Allah'a yakınlık
için başvurulan herhangi bir şey demektir.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Sadıklarla birlikte...»
Sadıklar: Niyet, söz ve eylem
olarak Allah'ın dininde dürüst davrananlardır ; Veya: “Onlar Allah'a verdikleri sözü yerine getiren kimselerdir. [4] âyetinden anlaşıldığı üzere gerek
imanlarında, gerekse Allah'a ve Rasûlüne verdikleri sözde bağlılık gösterenlerdir.
3. Fahruddîn-i Râzî (Öl. H. 606) olarak bilinen Muhammed b. Omar b. el-Hasan el-Bekrî'nin
Mefâtîh'ul–Gayb adı altında kaleme
aldığı Tefsîr-i Kebîr'inden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci
âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmaya yol arayınız“ Allah'ın
yasaklarını çiğnemekten sakınanlar olunuz ; Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak
için O'nun emirlerine tevessül ediciler olunuz. »
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz.“ yani, savaşlarda
Peygamberle ve ashabıyla birlikte olunuz; Sakın münafıklarla birlikte
savaşlardan geri durup evlerinizde oturmayınız.»
4. Qurtubî Tefsiri olarak bilinen Endülüslü İslâm bilginlerinden
Ebu Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (Öl. H. 671)'ye ait, El-Jâmi' li-Ahkâm'il-Qur'ân adlı
kaynaktan:
a) Mâide Sûresi,
35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
« “Ey iman edenler, Allah'ın emir
ve yasaklarına titizlikle uyunuz ve O'na yaklaşmak için vesîle arayınız “: vesîle, yakınlık kazanmak demektir. (...) Ve vesîle, yakınlık kazanabilmek
için başvurulması gereken şeydir.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
« “Doğrularla birlikte olunuz“ Yani, münafıklarla
değil, Peygamberle beraber çıkanlarla birlikte olunuz; Yani,
5. Kadı Beyzâvî Tefsîri (Öl. H. 691) olarak bilinen, Nâsiruddîn Ebu Said Abdullah b. Omar
el-Baydâwi'nin yazdığı, Envâr'ut-Tenzîl
ve Esrâr'ut-Te'wîl isimli eserden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmak için vesîle
arayınız“ Yani gerek O'na tâatta bulunmak (emirlerini
yerine getirmek), gerekse ma'siyetleri terk etmek (günah işlemekten sakınmak)
suretiyle sevabını ve yakınlığını kazanmak için arayışta bulununuz.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani yeminlerine ve keza verdikleri söze olan bağlılıkları bakımından,
ya da Allah'ın dininde (Allah'a karşı
olan muamelelerinde) gösterdikleri içtenlik ve dürüstlük bakımından doğrular
(doğruluktan şaşmayan insanlar) la birlikte olunuz, (onlar gibi davranınız.»
6. Medârik'ut-Tenzîl ve
Haqâiq'ut-Te'wîl adı
altında, Ebu'l-Berekât Abdullah b. Ahmed
b. Muhammed en-Nesefî (Öl. H. 701) tarafından yazılan ve kısaca Nesefî tefsiri olarak bilinen eserden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci
âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmak için vesîle
arayınız“ âyet-i kerîmesindeki (vesîle):
Herhangi bir surette (O'na) yaklaşabilmek ve yaklaşmayı sağlayabilecek bir iş
yapmak üzere başvurulan her türlü çaredir. Bu çareler, Allah Teâlâ'nın
hoşnutluğunu kazanabilmek için tâatlarda bulunmak ve kötü eylemlerden sakınmak
anlamında kullanılmıştır.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani, imanlarında doğru olanlar gibi olunuz, münafıklar gibi değil. Ya
da savaştan geri durmayanlar veya gerek niyet, gerek söz ve gerekse eylem
olarak Allah'ın emir ve yasaklarına uyanlarla birlikte olunuz.»
7. Alâuddîn b. Muhammed b.
İbrahim (Öl. H.
741) tarafından yazılan ve Khâzin
Tefsiri olarak bilinen
Lubâb'ut-Te'wîl Fi Maânit-Tenzîl adlı kaynaktan:
a) Mâide Sûresi, 35'inci
âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmak için vesîle
arayınız“ Yani emirlerine uyarak ve rızasına
erişebilecek davranışlarda bulunarak O'na yakınlık kazanma yollarını araştırınız.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani, Peygamber
(s)'e ve arkadaşlarına savaşlarda bağlılık gösterenler ve onları onaylayanlarla
birlikte olunuz; Savaştan geri kalıp evlerinde oturan ikiyüzlülerden olmayınız.»
8. İbn. Kesîr Tefsiri (Öl. H. 774) olarak bilinen ve Ebulfidâ İsmail İmâduddîn b. Omar b.
el-Kethîr tarafından yazılan
Tefsîr'ul-Qur'ân'il-Azıym adlı eserden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci
âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmak için vesîle
arayınız“ Yani Onun emirlerine uymak ve
O'nu razı edecek işler yapmak suretiyle yakınlığını kazanınız.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani Muhammed (s)
ve arkadaşlarıyla birlikte olunuz..»
9. Ebu Tahir Muhammed b. Ya’qûb
el-Firûzâbâdî (Öl.
H. 817) tarafından yazılan, Tenwîr'ul-Miqbâs
Min Tefsîr'i İbn. Abbas adlı kaynaktan:
a) Mâide Sûresi, 35'inci
âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmak için vesîle
arayınız“ Allah katında üstün dereceler
kazanmak için çarelere başvurunuz demektir. Nitekim yararlı işler yaparak,
üstün derecelere nail olmak amacıyla arayışlarda bulununuz denmektedir.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani gerek hazarda, gerek savaş için evden ayrılma sırasında, gerekse
fiilen savaşta Ebubekr'le, Ömer'le ve onların dâvâ arkadaşlarıyla
birlikte olununuz.»
10. Kanûnî döneminin ünlü Şeyhülislâm Ebussuûd el-İmâdî (Öl. H. 982)'nin yazdığı
İrşâd'ul-Aql'is-Selîm İla
Mazâyâ'l-Kitab'il-Kerîm adlı tefsirden :
a) Mâide Sûresi, 35'inci
âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Ey İmân edenler! Allah'dan
sakınınız.»
«Can almanın ve bozgunculuk
yapmanın ne dehşetli hadiseler olduğu (önceki âyetlerde) anlatıldıktan
sonra; İkisinin hükmü açıklandıktan ve cinâyet işleyenin tevbe ettiği takdirde
Allah'ın onu bağışlayacağına işaret edildikten sonra; sakınılması gereken can
alma ve fesat çıkarma gibi Allah'a başkaldırı sayılan eylemlerden uzak durmak;
ruhları yaşatmak ve bozgunculuğu bertaraf etmek gibi tedbirler almak; bununla
birlikte tevbede acele etmek suretiyle mü'minlerin her hâlükârda Allah'ın
öfkesinden sakınmaları emrolunmuştur.»
«Arayınız»
«Yani kendiniz için arayınız.»
«O'na»
«Yani O'nun vereceği sevabı
kazanmak ve O'na yaklaşmak için»
«Vesîle -arayınız-»
«Vesîle: (Arapça) Faîle
veznindedir ve Allah'a yakınlık kazanmak için emirlere uymak ve yasaklı şeyleri
bırakmak anlamına gelir.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Ey İman edenler!»
«Burada hitap geneldir. Bütün
tevbekârlar öncelikle buna dahildir. Bununla birlikte, özellikle Tebuk Seferi’ne katılmaktan
kaçınanların amaçlandığı söylenmektedir.»
«Allah'dan sakınınız.»
«Gerek işleyeceğiniz, gerekse
bırakacağınız her şeyde (Allah'dan sakınınız.) Öncelikle savaşlar konusunda Hz.
Peygamberle olan ilişkiler bu hitabın kapsamına girmektedir.»
«Ve
«İmanlarında ve verdikleri sözde (onlarla) beraber olunuz. Ya da Allah'ın dini ile ilgili olarak (genel anlamda): niyette, sözde ve eylemde onlarla birlikte
olunuz; veya her konuda (doğrularla beraber olunuz.) Veyahut tevbelerinde ve bağlılıklarında onlarla birlikte olunuz. Bu
takdirde amaç, şu üç kişi ve benzer durumda olanlardır.»
Bütün bunlara ek olarak bir de Şiî (Ca'ferî)
Mezhebi'ne mensup ulemâdan Ayetullah
Nasır Mukârim Şirâzî başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmış bulunan
Tefsîr-i Numûne adlı eserden söz
konusu iki âyet-i kerîmenin yorumu aşağıda sunulmuştur.
a) Mâide Sûresi, 35'inci
âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Ey iman edenler! Allah'dan
sakınınız ve O'na (yakınlık
kazanabilmek için) vesîle arayınız.»
«Ey iman edenler! Sakınmayı kendinize huy (kural, alışkanlık) edininiz
ve Allah'a yaklaşabilmek için kendinize bir vesîle seçiniz.»[5]
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi,
119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
Ey iman edenler! Allah'dan
sakınınız ve
«Ey iman edenler! Allah'ın emrine (muhâlefet etmekten) sakınınız ve
İşte Nakşibendîlerin, tezlerini kanıtlamak için ileri sürdükleri iki
âyet-i kerîmenin gerçek ve özlü açıklamaları bunlardır. Bu açıklamalar, dünyadaki
Müslüman çoğunluğun güvendiği ve saygı duyduğu, aynı zamanda ilim adamlarının
başvurduğu tefsirlerin başında gelen ve yukarıda adları geçen kaynaklardan
aktarılmıştır.
Ancak ne hayret verici bir husustur ki, kitap ve sünnet çizgisinden
sapmış olan Şiîler ve Mu'tezilîler bile (yukarıdaki
örneklerde görüldüğü üzere) bu iki âyet-i kerîmeyi tefsir ederlerken
kişisel yorumlarını ortaya koymaktan âdetâ dikkatli bir şekilde sakınmışlardır.
Buna karşın, Sünnilikte kimseye sıra vermeyen tarîkatçılar Allah'ın yüce
kelâmına istedikleri her anlamı yakıştırmaktan çekinmemiş, üstelik bu
yorumlarını günümüzde bir kitap haline getirmek suretiyle de cür'et ve pervâsızlıklarını
sergilemişlerdir.
Görüldüğü üzere yukarıdaki tefsirlerin hiç birinde ne kelime olarak, ne
de kavram olarak «râbıta» denen bir
şeyden söz edilmemektedir.
Özellikle burada şu noktayı hatırlatmakta yarar vardır ki Kurân-ı
Kerîm'in bütün âyetleri birer nedene bağlı olarak inmişlerdir. Bunlardan bazen
birkaçının iniş nedeni aynıdır. Bu nedenlere İslâm'ın akademi dilinde «Esbâb-ı nüzûl» denir ve bu konu o
kadar önemlidir ki Kur'ân ilimleri arasında bir bilim dalı olmuştur.
Bu branş, âyetlerin iniş nedenlerini incelemekte, bir, ya da birkaç
âyetin birden inmesine sebep oluşturan hadiseleri açıklamakta, bazen ilgili yer
ve kişiler hakkında da bilgi vermektedir. Daha ziyade hadisten desteğini alan
bu ilim dalında örneğin, Ebulhasan Ali
b. Ahmed el-Vâhidî, ve Celalüddîn
Abdurrahman es-Suyûtıy gibi İslâm âlimleri
değerli eserler vermişlerdir.
İşte yukarıda sözü edilen iki âyet-i kerîmeyi bu açıdan da ele aldığımız
zaman görmüş oluruz ki her birinin belli bir iniş nedeni vardır . Bu nedenlerin
ise râbıta diye bir şeyi çağrıştıracak hiç bir yanı yoktur.
Evet Mâide Sûresi'nin 35'inci
âyet-i kerîmesi de -kaynaklara bakılacak
olursa - ondan önceki iki âyet ve sonraki iki âyetle birlikte beş âyet
olarak aynı olay hakkında birbirlerini tamamlayıcı şekilde inmişlerdir.
Rivâyet edildiğine göre Ukl ve Urayna[7] Kabîleleri'nden bir topluluk Medîne'ye gelerek Hz. Peygamber (s)'i ziyaret etmiş ve Müslüman olmuşlardı. Çölün mahrumiyetinden
şikâyette bulunan bu adamlara Allah'ın Elçisi ilgi göstermiş, hem İslâm'a
ısınmaları, hem de dinlenmeleri için onları Medîne dışında havadar bir yerde ağırlamak istemişti.
Ne var ki bu vahşi çöl adamları konuklandıkları bu mevkide bir süre kalıp
rahatladıktan sonra Hz. Peygamber (s)
tarafından onlara, sütünden yararlanmaları için tahsis edilmiş olan deve
sürüsünün çobanını öldürmüş, develeri de alıp kaçmışlardı.
İşte Mâide Sûresi'nin 35'inci
âyet-i kerîmesi, yakalanan bu canilere
uygulanacak cezayı bildirmek üzere inerken, bu münasebetle savaşlarda düşmana
karşı nasıl davranılacağı ve Allah'ın hoşnutluğunun (başta cihad olmak üzere) çeşitli hayırlı amellerle nasıl
kazanılacağı hakkında 34. 36. ve 37'nci âyet-i kerîmeler de (belki bu ilgiyle ve ) bir çeşit tamamlayıcı
bilgi olarak inmişlerdir.[8]
Hiç kuşku yok ki Kurân-ı Kerîm, tüm beşeriyet âlemine çağlar üstü bir
ilâhî mesaj olarak gönderildiği için âyet-i kerîmeler (gerek iniş sebeplerine göre, gerekse taşıdıkları çok yönlü mânâ ve
hikmetlere göre) her devirde insanlara, özel ve genel hayatlarında ışık
tutacak ve yollarını aydınlatacaktır.
Şu var ki bazı âyetler çok genel anlamlar taşımaktadır. Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i
kerîmesi gibi. Burada Allah Teâlâ'nın bizden istediği şey: O'na yakınlık kazanmak
için her yararlı işe sarılmak ve bütün hayırlı yolları denemektir. Çünkü bu
âyet-i kerîmedeki «vesîle» araç
demektir. Öyle ise Rabb'imizin yakınlığını ve hoşnutluğunu bizim için
sağlayacak olan her şey, bu âyet-i kerîmenin kapsamı içine girmektedir. Şu
halde âyet-i kerîmedeki bu sınırsızlığı inkâr edercesine onu sırf râbıta için
bir kanıt olarak ileri sürmek; ya da genelliğini kabul etmekle beraber hiç bir
alâkası yokken onu râbıta ile iliştirmek ve hele bütün bunların ötesinde, (kaynağını Budizm'den aldığı ve İslâm'a
zaman içinde yamandığı bütün çıplaklığıyla ortada bulunan, üstelik bir Hind meditasyonundan asla başka şey
olmayan) râbıtayı meşrulaştırmak için bu âyet-i kerîmeyi alet etmek, iki
ihtimali ortaya getirmektedir:
Bunlardan biri: İslâm'ı çarpıtmak ve onu
içeriden çökertmek için amaçlı düşmanlıktır ki bu ihtimali râbıta yapanlar ve
yaptıranlar için düşünmek (ileride
ayrıntılarıyla açıklanacağı üzere) mümkün değildir.
İkinci ihtimal ise: Bilgisizlik, ya da bilgi
yetersizliğidir; Buna bağlı şartlanmışlık altında gösterilen direniş ve
inattır. Yani bu iş, esasen akıllı bir düşmanın marifeti olmasa gerektir.
Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesine
gelince, bu da yine tefsir âlimlerinin tesbitine göre Hz. Peygamber (s)'in H. 8/M. 630 yılında tertip buyurduğu Tebuk Seferi'ne katılmaktan bilinçli
olarak geri kalan Şair Kâab b. Mâlik,
Hilâl b. Ümeyye ve Mirâra
b. Rabi' adlarındaki üç zat hakkında inmiştir ki zaten bundan önceki âyette
(yani Tevbe Sûresi'nin 118'inci âyet-i kerîmesinde) adları
açıklanmamış olsa bile bu asker kaçaklarının üç kişi oldukları ifade
edilmektedir. Dolayısıyla âyetin iniş sebebi berrak bir şekilde ortadadır.
Şimdi, bu âyet-i kerîmeyi başka yönlere çekenlerin iman, akıl, bilgi ve
ahlâk bakımından hangi derekelerde bulunduklarını bir kez daha teşhis edebilmek
için onu, önceki iki âyetle birlikte tekrar incelemeye çalışalım.
Evet Allah Teâlâ, Tevbe Sûresi'nin,
117. 118 ve 119'uncu âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurmaktadır:
Âyet-117:
«Gerçek şu ki Allah, Peygamber (s)'i ve O'na o zor saatte uyan muhacirleri ve ensârı bağışladı. İçlerinden
bazılarının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken yine de onların tevbesini kabul
etti. Çünkü O, onlara karşı şefkatli ve esirgeyicidir.
Âyet-118:
«Keza seferden kendilerini geri
bırakan o üç kişinin de tevbesini kabul etti. Dünya bütün genişliğine rağmen
onların başına daralmıştı. Canları sıkıldıkça sıkılmış, ancak Allah'a
sığınmaktan başka çareleri olmadığını anlamışlardı. (Nihâyet) tevbe etsinler
diye Allah onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü elbette tevbeyi kabul eden ve elbette
ki esirgeyen Allah'dır.»
Âyet-119:
«Ey iman edenler! Allah'ın emir
ve yasaklarına titizlikle uyun ve doğrularla beraber olun.»
Görüldüğü üzere son âyet, öncekileri âdetâ tamamlayıcı bir anlam sergilemekte
ve çok genel bir mesaj vermektedir. Dolayısıyla bu olayın gerek o günün şartlarında
uyandırdığı izlenimler ve sebep olduğu olumsuzluklar, gerekse dünya durdukça
meydana gelecek benzerlerinin neden olabileceği sonuçlar bakımından bu âyette
bizlere yöneltilmiş o kadar büyük bir uyarı vardır ki bu noktayı bilinçli
olarak göz ardı edip onu Hind
kaynaklı bir meditasyon uygulamasına kanıt göstermek, Allah'ın yüce kitabını
alaya almaktan başka bir şey değildir! Bu ise ister bilgisizlik, isterse bir
hamâkat eseri olsun, bir yanlışlık ya da mazeret olmaktan uzaktır.
[2].
Esasen tarîkatın kesin şartlarından biri de bunu peşin olarak kabul etmek ve
böyle olmaktır. Nitekim Nakşibendîlere ait tarîkat kitaplarında, mürîdin
şeyhine karşı uymak zorunda olduğu kurallar sıralanırken, sonunda hepsinin
özeti olarak aynen şu ifade kullanılmaktadır:
«Mürîdin şeyhe karşı tutumu, ölmüş
kimsenin, teneşir üzerinde yıkayıcının elleri arasındaki durumu gibi
olmalıdır.» Bk. Gümüşhânevî, Jâmi’ul-Usûl,
s. 140; El-Kurdî, Tenwîr'ul-Qulûb s.
528; El-Khânî, El-Bahja'tus-Seniyye
s. 23; Ali Behcet b. Ebibekr,
Risâle-i Ubeydiyye-i Nakşibendiyye s. 3, Üniversite Kütüphânesi No. 77258. ist.
[3].
Bk. Muhammed Emîn Abidin,
Sel'lul-Husâm el-Hindî Fi Nusra'ti Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî s. 37; Ferîduddîn Ferit Aydın, Mawqıf'u ibn
Âbidîn Min's-Sûfiye'ti wa't-Tasawwuf s. 24
[5].
Farsça’sı : «Ey kesânî ké imân âverdeîd!
Perhizkarî pîşe kunîd, ve vesîleî berâyé taqarrub be khudâ intikhâb nemâîd.»
[6].
Farsça’sı : «Ey kesânî ké imân âverdeîd!
Ez (mukhâlefet-é fermân-é) khudâ perhîz, ve bâ sâdıkân bâşîd.»