18– Nâsirüddîn Ubeydullah-ı
Ahrâr:
H. 806/m. 1403'de Taşkent'de
doğdu. Hocası gibi O da, konuşma ve yazı dili olarak Farsça’yı kullanmakta idi.
Bununla birlikte Türk asıllı olduğu ihtimali daha ağır basmaktadır. H. 895/m.
1490 tarihinde Semerkand'da öldü.
Muntazam bir öğrenim görmediği, hatta öğrenimi bir türlü sevmediği,
hakkındaki söylentilerden anlaşılmaktadır. Kendini tamamen tasavvufa vermiş
olması belki de bu yüzdendir. Rabbânî,
187 sayılı mektubunda O'nun, Fakarât
adlı bir eserinden söz etmektedir.
Nakşibendîlerce önemli bir kaynak sayılan Raşahât adlı kitabın yazarı, bu şahsın çağdaşıdır ve onunla haşır
neşir olmuştur.
Ubeydullah-ı Ahrâr, Timûrîler döneminde yaşadı ve bu hânedânın prensleri arasında sürüp
giden taht kavgalarına şahit oldu. Hatta bu olayların içine bile girdi. Bu
cümleden olarak, Timurleng'in dördüncü
göbek torunlarından (Semerkand'i işgal eden) Sultan Ebu Said'in[1] yanında yerini aldı. Ebu Said ile aynı soydan
gelen Şahruh'un oğlu Ebu'l-Kasım Mirza Babür arasında savaş
hazırlıkları yapılırken Ubeydullah-ı
Ahrâr, Ebu Said adına Babür'ü
uzlaşmaya davet etti ve onları barıştırdı. Bu olaylar O'nun ne kadar nüfuzlu
olduğunu göstermektedir.
Ahrâr'ın yaşadığı dönemde Timuroğulları Hânedânı parçalanırken
aynı zamanda Maverâunnehr'den Hindistan'a doğru dağılarak
yayılıyorlardı. Tabiatıyla bu siyasi yayılmaya paralel olarak Nakşîliğin
muhiti de oralara doğru genişliyordu. Zaten komşu olan bu iki bölge arasında
çok köklü ve sürekli etkileşimler tarih boyunca sürmüştür. Tarihi veriler,
özellikle bu dönemde Hind-İran
zevkinin sanattan dine kadar hemen her şeye yansıdığını kanıtlamaktadır.
Dolayısıyla öyle anlaşılıyor ki gerek Şamanlıktan,
gerek Zerdüşizm'den, gerekse Brahmanizm ve Budizm'den
esinlenmelerle, Nakşibendîyye adı
altındaki sûfîlik, bu dönemde Ahrâriyye
adıyla yeni bir nitelik ve içerik
kazanmıştır. Ahrâriyye'nin, Nakşibendîliğe yaptığı en belirgin
katkı ise râbıta sürecini başlatmış olmaktır.
Çünkü Ubeydullah-ı Ahrâr çok
faal bir Nakşibendîdir. Bu tarîkatı Hind
zevkiyle karakterize edenlerin başında gelir. Râbıta telkinini, Ya’qûb-i Çarkhî 'den ilk alan O'dur.
Keza, Türkistan'da yaygın olan Hind-İran mistisizminin Anadolu'ya sızması da bu şahsın etkileriyle olmuştur. O'nun özellikle
iki öğrencisi bu inanışların propagandası için Anadolu'ya gelmişlerdir. Bunlar, Abdullah-ı İlâhî ve Haydar Baba'dır.
Haydar Baba, Kanûnî döneminde, Eyüp Camii'ne
âdetâ yerleşerek halkın vicdanını mistik doğrultuda yönlendirmeye çalışmış, Hind–İran kaynaklı Türkistan Tasavvufu'nun, Osmanlı
toplumuna yerleşmesinde büyük rol oynamıştır.
Nakşi şeyhlerinin, faaliyet alanı içine bu dönemden itibaren Hindistan'ın da katılması çok önemli
bir olaydır ve Nakşîlikte yeni bir aşamanın başlaması demektir. Bu geçişi ise
Ubeydullah-ı Ahrâr sağlamıştır.
Nitekim sonraları Hindistan'da
güçlü bir devlet kurmayı başaran Zahîruddîn
Babür Şah,[2] Ahrâr'ın çocuklarına ve temsilcilerine
çok yakın ilgi göstermiştir. Bu yakınlığın doğal sonucu olarak da Hind dinleri Nakşibendî Tarîkatı'nı
önemli derecede etkilemiştir.
İlginçtir ki Nakşî şeyhlerinden Kasım
Kufralı, (1940'ların Türkçe’siyle kurduğu
uzunca ve kırık dökük birkaç cümle içinde) bu gerçeği bir çeşit itiraf ederek
şunları kaydetmektedir:
«Babür'ün, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğullarına ve haleflerine olan
merbutiyeti, kendisinden sonraki hükümdarlarda da görülür. Hind'in bu dindar hükümdarlarını etrafında toplamış bulunan diğer
simalar, mistik bir atmosferle çevrili Hind
muhitinin kendi muhitlerindeki akislerini yaşatırlarken Hind mizacının tevlid ettiği o sonsuz hayâl aleminin Tecellîlerini
velilerin ve büyük din adamlarının şahsiyetlerinde toplayan şair mutasavvıfların
da bu muhit üzerinde fazla tesirleri oluyordu. Esasen Hindistan'da canlanan tasavvuf cereyanları da tarîkatlerin oraya
girmesini fevkalade kolaylaştırmıştır.»
Ahrâr, Nakşî Silsilesi'nin 18'inci
halkası olarak kabul edilir.
[1]. Sultan Ebu Said (1427-1469): Muhammed Mirza'nın
oğludur; O da Miran şah'ın oğludur;
O da Timurleng'in oğludur.
1457'de Mâverâunnehr'i, 1459'da da Horasan'ı ele geçirerek Herat Kenti'ni merkez haline getirdi. Uzun Hasan'la savaşmak isterken pusuya
düşürüldü ve aralarında siyasî düşmanlık bulunan, babasının amcasıoğlu Yadigar Muhammed'e teslim edildi. O'nun
tarafından da öldürüldü.
Tarihin bu
dönemi, İslâm’ın ve Müslümanların, en çok çözülüp dağıldığı, ilim adamlarının
yerini, şeyhlerin doldurduğu son derece karışık ve karanlık bir aşamadır.