30. Tâhâ-i Hakkârî (Nehrili Seyyid Tâhâ): (Öl. H.
1269/M. 1853)
Nehri'nin Kürtçe bir adı da Şemdinan, ya da Şemzinan'dır. Bugünkü
resmi adı ise Şemdinli' dir.
Bilindiği üzere Şemdinli, Hakkârî'nin
ilçelerinden biridir.
Tâhâ, Halid Bağdâdî 'nin halîfelerinden Abdullah-ı Hakkârî'nin kardeşi olan Molla Ahmed b. Salih Geylânî'nin oğludur. Kuzey Haşimîlerindendir
ve Hz. Hasan'ın soyundan gelmektedir.
O'nun da, amcası gibi Halid Bağdâdî'nin
halîfesi olduğunu ileri sürenler vardır. Ancak böyle diyenlerle bunu kabul
etmeyenler arasında eskiden günümüze kadar doğu şeyhleri arasında anlaşmazlık
sürüp gitmektedir. Kimine göre O, Halid
Bağdâdî'nin halîfesidir, kimine göre ise Halid Bağdâdî'den hilafet alan amcası Abdullah-ı Hakkârî'nin halîfesidir. Öyle görünüyor ki bu meselede bir
spekülasyon vardır.
Ayrıca, «Doğu»'da
Tâhâ'ya bağlı olup yaklaşık yüz elli
yıldır birbirine diş bileyen iki şeyh ailesi vardır ki bunlardan biri Arvâsîler'dir; diğeri ise Küfrevîler
'dir.
Sebebine gelince: Gerek (Günümüz
politikacılarından Kâmran İnan'ın,
babasının dedesi olan) Sıbğatullah
Arvâsî, gerekse (Ağrı'nın eski milletvekillerinden müteveffa Kasım Küfrevî'nin dedesi olan) Muhammed Küfrevî, her ikisi de Tâhâ'nın,
birinci derecede yetkili vekili olduklarını ileri sürüyorlardı. Tabiatıyla bu
rekabet, Tâhâ'nın geniş nüfuzundan
yararlanma hırsından kaynaklanıyordu. Çünkü Tâhâ, büyük bir üne sahip olmuştu. «Doğu Bölgesi», o günlerde tam anlamıyla eskiçağın karanlıkları
içindeyken ve İstanbul Hükümetinin hiç ilgisini çekmezken bu zat, Osmanlı Mebusân Meclisine
Hakkârî Milletvekili olarak girebilmişti!
Ne var ki kurnaz modernist Nakşibendîler, bu şeyhin manevi
püskülleri dökülebilir diye O'nun siyasetle uğraştığına ilişkin hiç mi hiç
söz etmemiş ve hazırladıkları ansiklopedilerde sayfalar dolusu kerametlerini
anlata anlata bitiremezlerken bu konuda bir tek kelime bile yazmamışlardır!
II. Abdülhamid tarafından sürüldüğü Mekke'de
1888 yılında ölen Tâhâ'nın oğlu Ubeydullah da önemli mevkilere
getirilmiştir. Modernist Nakşibendîlere ait bir ansiklopedide Ubeydullah hakkında aynen şu ifadeler
kullanılmaktadır:
«Tasavvufta Hâlidiyye yolunun
büyüklerinden olan Seyyid Ubeydullah aynı zamanda hükümdâr (vâli) idi. Velîlik
ile hükümdârlığı kendinde bulunduran nâdir büyüklerdendir.»
Bir kimse, nasıl olur da aynı zamanda hem vali, hem de hükümdar diye
nitelenebilir, buna akıl erdirmek çok güçtür. Fakat anlaşılan Nakşibendîlik
mantığıyla olaya bakıldığında, velî olan bir kimsenin vali olabilmesi şöyle
dursun, onun her türlü güç ve kudrete sahip olması işten bile değildir!
Meselenin mitolojik yönü bir yana, gerçekten de ülkenin en ücra ve
unutulmuş köşelerinden biri olan Hakkârî gibi neredeyse köy
denilebilecek bir yerden, o günün şartları içinde çıkıp İmparatorluk çapında
meşhur olmayı becerebilmiş olan Tâhâ'nın,
soyundan gelenler de aynı yolu izlemişlerdir.
Bunlardan Ubeydullah, II. Abdülhamid döneminde,
hem Meclis-i Mebusân üyesi olan, hem
de Halid Bağdadî'yi temsil etme
avantajına sahip bulunan babası Tâhâ'nın
şöhret ve nüfuzundan yararlanarak 1880'li
yılların sonunda Zap Bölgesi’nde,
Kürt kökenli mürîdlerinden yirmi bin kişilik bir ordu hazırlayarak Hristiyan-Nastûrî Asur aşireti üzerine yürüdü ve İran topraklarına girdi. Bununla Osmanlı yönetimine gözdağı vermek ve
bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyordu. Bu sırada oğlu Abdülkadir'de beraberinde idi.
Yönettiği hareket, 1881 yılında kanlı bir şekilde bastırılarak Ubeydullah ve oğlu Abdülkadir, Mekke'ye
sürüldüler. Ubeydullah, sürgün
bulunduğu Mekke'de öldü.
Abdülkadir'in ise o sıralarda aynı yerde
sürgün bulunan Muşlu Mirzabeyoğlu Hacı Musa Bey'le birlikte
birtakım siyasi planlar daha yaptığı anlaşılmaktadır. Çünkü sürgünden döndükten
çok sonraları ve 75 yaşlarında olmasına rağmen, cumhuriyet döneminde bu planları
uygulamaya koymak isterken hükümetin kurduğu bir pusuya düştü. Vaktiyle
dedesi Tâhâ gibi Mebusân
Meclisi'ne seçilmeyi başarmış ve bir
süre Ayân Meclisi üyeliğini de
yapmış olan Abdülkadir, cumhuriyet
kurulduktan kısa bir süre sonra, 14. Şubat.1925'te patlak veren ve 29.
Haziran.1925'teki idamlarla dosyası kapanan Şeyh Said isyanını gizlice desteklediği gerekçesiyle 12. Nisan.
1925 günü Oğlu Muhammed'le birlikte
İstanbul'da tutuklanarak Diyarbakır'a
getirildiler. 14. Mayıs. 1925 perşembe günü İstiklal Mahkemesinin önüne
çıkarıldılar. Hemen idama mahkûm edilerek 27. Mayıs. 1925 çarşamba sabahı Diyarbakır'da Ulucâmi önünde asıldılar.
Abdülkadir'in genç oğlu ile birlikte
uğradığı bu korkunç son üzerine Nehri
Şerifleri, büyük bir darbe yemelerine rağmen (Nakşiliğin çevreyi ayakta tutan sihirli kuralları sayesinde) aile,
yine de ününü devam ettirmiştir. Esasen Halid
Bağdâdî'yi «Doğu»'da birinci
derecede temsil etme sıfatını daima kendinde görmüş olan Nehrili bu seyyid
ailenin şöhretini devam ettirmede en büyük rolü, (aynen onlar gibi seyyid bir aile olan) Arvâsîler oynamışlardır.
Bu aileden Sıbğatullah Arvâsî,
vaktiyle (mürîdlerinden) Kürt kökenli
Tağiler'i ön plana çıkararak onlar aracılığıyla Bitlis'de ve Van'da
büyük bir şöhret kazanmıştı. Ne ilginçtir ki Arvâsîler de, bağlı oldukları Nehri şeyhleri gibi birtakım siyasi
olaylara karıştılar. Sıbğatullah Arvâsî'nin
oğullarından, Seyyid Ali ve Şeyh Şihabuddîn, giriştikleri bir
ayaklanma sonucu 1913'de Bitlis'de
idam edildiler. Bu yüzden Arvâsîler'in adı biraz gölgelendi ise
de, aynı aileden Abdulhakîm Arvâsî,
klasik medrese bilgileri yanında o gün için çok büyük bir avantaj sayılan Osmanlı kültürünü de aldığı ve kendini
yetiştirerek görgüsünü artırdığı için cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul'a gelerek bazı «dindar»
okur-yazarları oldukça etkilemeyi başardı.
Son yüz elli yıl içinde Türkiye'nin doğusunda cereyan eden Nakşibendîlik
olayları şüphesiz yalnızca bunlardan ibaret değildir. Halidilik'te mürîdi şeyhe kayıtsız şartsız bağlayan disiplinler
sayesinde (ki bunların en önemlisi
râbıtadır) «Doğulu Nakşî şeyhleri»
cemaatlerini öyle yönlendirmişlerdir ki -sezilmemiş
olsa bile- bunun derin etkileri, Türkiye'de olup biten hemen her olayın
temelinde daima var olagelmiştir!
«Doğu»'daki Nakşibendîlik hadiselerinin
bir diğer önemli perdesi de Arvâsîler'le
Küfrevîler arasındaki gizli
kavgadır. Pek o kadar ayyuka çıkmamış gibi görünen bu kavga, aslında için
için, fakat çok şiddetli bir şekilde günümüze kadar sürüp gelmiştir. Meselenin
içyüzüne bakılacak olursa bu kavga, yukarıda da işaret edildiği gibi her iki
ailenin, birbirine karşı, Nehrili Tâhâ'nın
miras bıraktığı çevre üzerinde egemenlik kurma rekabetinden başka bir şey değildir.
Bu kavgada Arvâsîler, râbıta
gibi güçlü bir silahı kullanarak çevrelerini o kadar etkili telkinlerle
şartlandırabilmişlerdir ki Küfrevîler
bu çevre tarafından âdetâ lanetli bir aile olarak damgalanmıştır. Nitekim Arvâsîler'in çevresini oluşturan
modernist Nakşibendîler, sözde İslâm büyüklerini tanıtmak için hazırladıkları
ve gerçek âlimlerin adlarıyla birlikte, neredeyse dünyadaki bütün üfürükçüleri
de evliya diye içinde tanıtmaya çalıştıkları ansiklopedilerinde, Muhammed el-Küfrevî hakkında tek kelime
bile yazmamışlardır! Oysa modernist Nakşibendîler, türbelere ve mezarlara o
kadar büyük önem vermektedirler ki, Siirt'in
kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyü olan Fersaf'daki
bir türbeyi bile bulup resmini çeşitli ansiklopedilerine işlemiş olmalarına
rağmen,[1] kendileri gibi bir râbıtacı olan Küfrevî'nin Bitlis'deki koskocaman ve saltanatlı türbesini görmezlikten gelmişlerdir!
Kuşkusuz Küfrevîler'in de Arvâsîler'e karşı tutumu daha yumuşak
olmamıştır. Nitekim Sıbğatullah Arvâsî'nin
Seyyid Tâhâ tarafından tard edilmiş
olduğu, bu aileye bağlı mollalar tarafından sıkça ifade edilir ve hatta O'nun
hakkında ağza alınamayacak hakaretler yağdırılırdı. Bununla birlikte onların Ağrı ve civarındaki mürîdleri -sözde- bir hac sevabını kazanmak için
(!) ta Bitlis'in Norşin Köyü'ne kadar gelerek Arvâsî mürîdlerinden Tağiler'e ait mezarlığa çıkıp burada yatanlara
gizlice lânetler okudukları, bölge halkı tarafından bilinmektedir. Ancak
Küfrevîler sitesi, zamanla diğer şeyh ailelerinden farklı bir sosyetik kimlik
kazanarak tabanından büyük ölçüde koptuğu için râbıta kurumunu işletemedi.
Bununla birlikte kültürel ve fikrî nedenlerin de hazırladığı bir ortam içinde
gittikçe eridi.
Tabiatıyla bu olaylar, Nakşibendîliğin, râbıtanın ve Nakşibendîlerin
İslâm divanında gerçek yüzünü ortaya sermek bakımından ibret vericidir!
Halid Bağdâdî'nin halîfesi olduğu ileri
sürülen ve mürîdleri tarafından «Silsile-i
Sâdât»'ın 30'uncusu olarak kabul edilen Tâhâ-i Hakkârî, arkasında işte böyle bir çevre ve böyle bir ortam
bırakmıştır.
Sözlü telkinleriyle râbıtaya çok önem verdiği sanılan Tâhâ'nın, bu konuda yazılı bir
ifadesinin bulunup bulunmadığı kesin olarak bilinmemektedir.
Ölümünden sonra O'nu temsil etmekte rakıyb kabul etmeyen Sıbğatullah Arvâsî adında bir halîfesi
vardır ki esasen O'nu ve çevresini tanımak, râbıtanın son yüz yıl içinde
toplumu nasıl yönlendirdiğini keşfetmek bakımından önemlidir.
[1].
Bu türbe Nehrili Hâşimîler gibi şeriflik
Hânedân'ından gelen Siirtli şeyh
Muhammed'ül-Hazîn'in, Fersaf Köyü'ndeki
türbesidir. Modernist Nakşibendîler, ansiklopedi adı altında hazırladıkları
pek acâip derlemelerden oluşan üç ayrı yayınlarına da bu türbenin resmini işlemiş, Buna rağmen
türbenin içinde yatan şahsiyetle ilgili olarak pek kayda değer bir şey
yazmamışlardır; Hatta kendisi için: «Muhammed
Hazin, Anadolu'da yetişen büyük velîlerdendir. Doğum tarihi ve yeri belli
değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur.» diye, hiç de gerçeğe uymayan
bir ifade kullanmışlardır. Tam tersine Muhammed'ül-Hazîn'in
hayatı hakkında, en az O'nun medrese arkadaşı olan Tâhâ-i Hakkârî'ninki kadar geniş bilgi vardır. Çünkü 1500 yıllık
köklü bir geçmişe sahip bulunan ve Haşimî soyundan gelen bu aileler, hem
kendilerine, hem de bulundukları çevreye ilişkin olarak her dönemde çok ayrıntılı
yazılı kayıtlar tutmayı gelenek haline getirmişlerdir. Ayrıca Muhammed'ül-Hazîn'in, Ünlü Allâme
Siirtli Halîl'ul Ömerî'nin en
başarılı öğrencilerinden olduğuna, özellikle burada işaret etmek gerekir.