31. Sıbğatullah Arvâsî:(Öl. H. 1287/M. 1870)
Abdulhakîm Arvâsi'nin dedesinin amcası oğludur. Hz. Hüseyn'in soyundan gelmektedir ve
mürîdleri tarafından «Silsile-i Sâdât»'ın
31'incisi olarak kabul edilir. Sıbğatullah'ın
şöhreti, özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında Abdulhakîm Arvâsi tarafından İstanbul'a taşınmış, bu suretle de
O'na geniş bir muhit kazandırılmıştır. Çünkü Sultan Reşad zamanında Sıbğatullah'ın oğulları ve yakınları tarafından
düzenlenen bir ayaklanma yüzünden Arvâsî
Ailesi büyük bir darbe yemişti. Daha önce de işaret edildiği gibi aile
büyüklerinden Şeyh Şihâbüddîn, Muhammed Şirin ve (Kâmran İnan'ın dedesi) Seyyid Ali, Bitlis'de (Gökmeydan Mahallesi'nde) 1913'de
idam edilmişlerdi. Nitekim modernist Nakşibendîler, Sıbğatullah'ın, (İdam edilenler
hariç!) sülalesinin önemli tüm isimlerine, hazırladıkları ansiklopedilerde
yer vererek, onları âdetâ göklere çıkararak propagandalarına alet etmişlerdir!
İdam edilen yukarıdaki isimleri ise (Bir
kurnazlık örneği olarak) kitaplarına geçirmemişlerdir! Çünkü günümüzün
genç kuşağı, yakın geçmişin bu “kirli olaylarını“ eğer öğrenecek olursa bu durum modernist
Nakşibendîlerin tarîkat propagandalarını olumsuz etkileyecek faâliyet ve muhitlerinin
genişlemesini engelleyecektir!
1940'lardan beri İstanbul'da
bir asker emeklisi tarafından organize edilen Arvâsîler'e bağlı modernist Nakşibendîler, gerek Arvâsîler'e karşı olan Kufra Şeyhleri'ni, (yani Küfrevîler'i),
gerekse Başka bir ayaklanmayı yönetmiş bulunan Palu Şeyhleri'ni aforoz etmişlerdir. Onun için Arvâsîler'in dışında kalan «Doğulu Şeyhler»'e bağlı diğer irili
ufaklı Nakşibendî cemaatleri de, misilleme olarak Modernist Nakşibendîleri «TC»
rejiminin sempatizanı olarak damgalamışlardır.
Tâhâ'nın mürîdlerinden Küfrevîler'e gelince, bunlar, başlıca
iki sebepten dolayı artık günümüzde çökmüş bulunmaktadırlar.
Nedenlerden birincisi, -yukarıda
da işaret edildiği gibi- bu ailenin, diğer şeyhlerle paylaştığı geleneksel
aristokrat statüyü aşarak zamanla sosyetik bir kimlik kazanmasıdır. Aslında onlardaki
bu köklü değişim büyük ölçüde, yaşanan sürgün hayatının doğal bir sonucudur.
Aile büyüklerinin, Libya'da, Fizan Çölü'nde yaşadığı ilk büyük sürgün, Birinci Dünya Savaşı'ndan bir
süre öncesine rastlar.
Küfrevîler'e, pahalıya mal olan bu sürgünün
nedeni ise vaktiyle Ağrı'da cereyan
etmiş bulunan çok ilginç bir olaydır. 1900'lerin başında uzun süre «Doğu halkı»'nı meşgul eden bu hadise,
ancak ağızdan ağıza nakledildiği için bütün ayrıntılarıyla bilinmemektedir. Rivâyetlerden
saptanabildiği kadarıyla olay özet olarak şudur:
Halîfe Bekko adındaki fanatik bir mürîd, (tarîkatta cezbe diye anılan -sözde- mistik
bir coşkuya kapılarak) bir gün aniden havlamaya başlar, ancak bu garip
davranış, tepki ve tiksinti ile karşılanacağına, tam tersine, aileye bağlı
geniş çevreyi oluşturan binlerce insan üzerinde aynı duyguları körükleyici bir
etki yaparak onların da havlamasına neden olur ve bu durum günlerce sürer. Bu
ürkütücü olayı dehşetler içinde seyreden bölgenin yetkilileri, İstanbul Hükümeti'ni durumdan haberdar
edince bu cemaatin rûhâni lideri olduğu gerekçesiyle müteveffa Muhammed Küfrevî'nin oğulları Fizan'a sürülürler.
Bu toplu havlama olayında râbıtanın, kalabalık mürîd toplulukları
üzerindeki korkunç şartlandırıcı etkisini unutmamak gerekir.
Ailenin ikinci sürgünü ise Cumhuriyet dönemine rastlamaktadır.
Bilindiği üzere Selanik Yahudileri, cumhuriyetin kuruluşunu izleyen
günlerde, Müslümanların, her bakımdan yetersiz ve güçsüz bulunmasını fırsat
bilerek devleti hemen ele geçirince yanlış bir benzetme ile Nakşibendî
şeyhlerini İslâm âlimleri diye damgalamaya başladılar. Önceden hazırladıkları
bir senaryo ile Hınıslı bir Nakşî şeyhini komplolarına alet ederek sahneledikleri
bir isyanı gerekçe gösterip «Doğu»'daki
bütün şeyhleri batı kentlerine sürmek için gerekli olan bahaneyi de böylece yaratmış
oldular.
İşte bu olay üzerine özellikle Ağrı,
Muş, Bitlis, Bingöl, Diyarbakır, Siirt ve Mardin'den, İstanbul, Bursa,
İzmir, Manisa, Muğla Konya ve Zonguldak'a
1926-1932 yılları arasında sürülen «Doğulu
Nakşî şeyhleri» arasında tabiatıyla Küfrevîler
de vardı.
Ancak Arvâsîler gibi bu
ailenin büyükleri de diğer tüm «Doğulu
şeyhler»'den farklı olarak sürgündeki sosyal ortama entegre oldular.
Dolayısıyla her iki ailenin de çocukları buralarda hem Türkleşmiş, hem de (çok azı müstesnâ) tekke ve medrese
hayatından uzaklaşarak gördükleri modern eğitimin de etkisiyle geçmişlerinden
kopmuş ve laikleşmişlerdir. Nitekim bu değişimin canlı bir kanıtı olarak bütün «Doğulu Nakşî şeyhleri» arasında yalnızca
sözü edilen bu iki ailenin çocuklarını ilkin politika arenasında görüyoruz. Arvâsîler'den Kâmran İnan, Küfrevîler'den ise Kasım Küfrevi, bu sivrilmiş popüler Nakşibendîlerin başında gelirler.
Şu var ki Arvâsîler'i aile
dışından temsil edebilecek (önceden
yetiştirilmiş) profesyonel Nakşibendîlerin, mevcut bulunmasına karşın, Küfrevîler'de böyle bir çevre yoktu. Bu
da onların erimesini çabuklaştıran ikinci bir neden oluşturdu. Aynı zamanda
gittikçe tabandan kopan bu ailenin büyükleri, son zamanlarda hem mürîd
takımının gözünü ve gönlünü doldurabilecek dini ve mistik bilgiden yoksun
kaldılar, hem de dış görünüm olarak Nakşî şeyhlerinin geleneksel kılık ve
kıyafetinden soyutlandılar. Bununla birlikte aile nüfusunun artık iki üç
kişiyi bile geçmeyecek kadar azalmasına karşın astronomik düzeylerdeki
zenginlik ve servetin içinde âdetâ yüzmenin de etkisiyle insanlara tepeden
bakmaya başladılar. Bu suretle aile ile mürîd kitlesi arasında uçurumlar
oluştu.
Vaktiyle yüzlerce insanı, râbıta sayesinde köpek gibi havlatabilen saltanatlı
bir Nakşibendî site ailesinin bu şekilde tarihe karışması, denebilir ki birinci
derecede râbıta silahının son zamanlarda bu aile tarafından kullanılamamasının
sonucudur. Diğer nedenlerin hepsi ayrıntıdan ibarettir.
Bu ailenin erimesindeki ikinci neden ise karşıtları tarafından yüz yıl
boyunca girişilen amansız savaştır.
«Doğulu Nakşibendî şeyhleri» arasında en çok sivrilmiş
olabilen bu iki düşman aileden Küfrevîler'in
silinmesine karşın Arvâsîler'in,
günümüze kadar ününü korumada en büyük rolü oynamış olan şahıs, esasen Abdulhakîm Arvâsî'dir.
Peki Abdulhakîm Arvâsî kimdir
?
Son yetmiş yıldır, Nakşibendîliğin Halidî
Kolu'nun, başta İstanbul olmak
üzere Batı Anadolu'da yerleşmesinde
en büyük rolü oynamış kişilerden biri de işbu Abdulhakîm Arvâsî'dir. O'nun, daha yakından tanınabilmesi için
özellikle üç noktanın aydınlatılması gerekir.
Bunlardan birincisi, Arvâsî'nin
kökeni ve ailesidir. İkincisi, yetiştiği dönem ve çevrenin, tarihi ve sosyal
şartlarıdır. Üçüncüsü ise O'nun kişiliğidir.
Önce şunu kaydetmek yerinde olur: Osmanlı
İmparatorluğu'nun yıkılış dönemine rastlayan zaman kesiti içinde meydana gelmiş
o kadar ilginç ve esrarengiz olaylar vardır ki, sebep-sonuç ilişkisi
bakımından bu olaylar incelendiğinde ancak tarih, sosyoloji ve siyaset
biliminin uzmanları tarafından ortaklaşa yapılacak analizlerle bunların içyüzü
ortaya çıkabilir. İşte iç içe sarmalanmış Nakşibendîlik, râbıta ve Arvâsî olayları da bunlardan biridir.
Çünkü biriken tarihi faktörlerin itişi altında XIX. yüzyılın başlarından
itibaren belirsizlik girdâbına sürüklenen Türkiye'de
bir kimlik bunalımı ortaya çıkmış bulunuyordu. Bu durumda yönetim, ülke ve toplum
adına hangi değerleri kabul ve neleri red edeceğini bir türlü kestiremiyordu.
Yönetimlerde, günümüze kadar sürmekte olan bu bocalamanın kronik evresi,
«TC»'nin kurulduğu yıllara rastlar. İlginç olan şey, genelde tarîkatların,
özelde ise Nakşibendîliğin bu döneme özgü (red
ya da kabul edilme tercihleri arasında) sürekli bir gel-git durumunda
kalmış olmasıdır.
İşte Arvâsî ve O'nun
faaliyetleri, dönemin bu çerçevedeki belirgin olaylarındandır.
Önce Arvâsî'nin sıradan bir
Nakşî şeyhi olmadığını belirtmek gerekir. O'nun ayrıca bir teorisyen olduğu «Râbıta-i Şerîfe» adı altında kaleme
aldığı kitaptan anlaşılmaktadır. Bunun ise önemli nedenleri vardır. Bunların başında
O'nun kökeni ve mensup olduğu aile gelmektedir.
Abdulhakîm Arvâsî, orijin bakımından Hz. Hüseyn'in soyundandır.
Aslında yaklaşık bindörtyüz yıldır, Hz.
Ali'nin soyundan gelip çeşitli toplumların potasında erimiş belki yüz
binlerce «seyyid» ve «şerif» yaşamış ve yaşamaktadır. Fakat
bu hanedâna mensup bazı aileler vardır ki günümüze kadar yaşadıkları toplumlar içinde
önemlerini ve sosyal mevkilerini korumuşlardır.
İşte bunların başında 656 göçmenleri olarak bilinen Kuzey Hâşimîleri gelmektedir
ki Arvâsîler de bunlardan biridir.
Hicrî 656'ya rastlayan mîlâdî 1258 tarihinde Abbasî Devleti Moğollar tarafından yıkılınca bu aileler Bağdad'dan kuzeye doğru kaçmış, ve önceleri
Musul, Cizre, Hısn'ul-Kehf (Hasankeyf), Hazro, Âmid (Diyarbakır), Mardin ve Şirvan (Siirt)'a yerleşmiş,
daha sonraları Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yavaş yavaş «Doğu Anadolu»'nun çeşitli yörelerine
dağılmışlardır.
Unutmamak gerekir ki Kuzey
Hâşimîleri, ikinci yurtları olan Bağdad'ı
bu dehşetli olaydan sonra terk edip, yaşam, gelenek ve inanış bakımından epey
yabancısı oldukları topluluklar arasına yerleşince bu tarihten sonra günümüze
kadar geçmiş olan yedi yüz yıllık süre boyunca kültürel yapılarında, kuşkusuz
çok büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişikliklerin en belirgin
olanları, dilde ve rûhânî düşünce biçiminde ortaya çıkmıştır. Nitekim üçüncü
yurtları olan -bugünkü adıyla- «Doğu» ve «Güneydoğu Anadolu»'da bu ailelerin çoğu, kısa zaman içinde
Kürtleşmiş, Erzurum'a ve Erzincan'a intikal edenler Türkleşmiş,
yalnızca Siirt ve Mardin gibi (Daha Emevîler zamanında) buralara göç etmiş olan Arap kabilelerinden
Benî Tağlib, Benî Rabî’a ve Benî Bekr toplulukları arasına
yerleşenler dil ve an'anelerini koruyabilmiş iseler de genel olarak bütün Kuzey Haşimîleri bu bölgede yaygın olan
mistik akımların zamanla etkisi altında kalmışladır.
Halidîlik adı altında Hind egzotizminin ilhamını taşıyan Neo Nakşibendîlik, 1800'lerin
başında Uzakdoğu'dan Irak'a sıçrama
yapıncaya kadar gerek burada, gerekse Kürt
Bölgesi'nde, İran ve eski Mezopotamya dinleriyle İslâm'ın
çeşitli karmaşık sentezlerinden oluşan Rufâi
ve daha çok Kadirî Tarîkatı
yaygındı. Nitekim Arvâsî'nin ailesi de dahil olmak üzere
hemen bütün Kuzey Haşimileri XIX.
yüzyıldan önce genellikle Kadirî
Tarîkatı'nın şeyhleri idiler. Halidîlik
ortaya çıkınca (Önceleri kısa bir
süre Berzenjîler, ve sürekli olarak
Tillo'daki Abbasîler hariç), hemen bütün Hâşimî kökenli Kadirî
şeyhleri bu kez büyük bir hızla Nakşibendî
Tarîkatı'nın şeyhleri oluverdiler. Çünkü bu şeyhler, bölgenin aristokrat
aileleri olarak tarihsel, sosyal ve siyasal bütün avantajların mirasçısı durumunda
idiler; Ve çünkü her dönemin geçerli anlayışını temsil etme önceliği onlara
aitti. Onun için Kadirîliğin, Nakşibendîlikle aniden yer değiştirmesi pek
önemli değildi.
Dolayısıyladır ki Kadirîliği, XIX. yüzyılın başlarında koskoca bir
bölgede ve yıldırım hızıyla rafa kaldırıp onun yerine Nakşibendîliği hayata
geçiren sihirli ellerin kimlere ait olduğunu ve böyle bir değişimin hangi temel
nedenlere dayandığını hiç bir zaman araştırmamışlardır, araştırma ihtiyacını
bile duymamışlardır!
Bütün bu anlatılanlar, genelde bu şeyhlerin, özellikle Abdulhakîm Arvâsî'nin içinde yaşadığı
dönem ve çevreye ait dinî, tarihi ve sosyal gerçekleri özetlemektedir. Dolayısıyla
Nakşîliğin 1800'lerin başında göz açıp kapayıncaya kadar, Hâlidîlik adı altında Irak,
Suriye ve Anadolu'da yayılması, daha çok bu ailelerin güdümünde
gerçekleştiğine göre onları ve özellikle kalemini kullanarak bu yeni mistik
akımın râbıtasını propaganda etmeyi üstlenmiş olan Abdulhakîm Arvâsî gibi birini sıradan saymak mümkün değildir.
Çünkü Birinci Cihan Savaşı'nın yeni sona erdiği yıllarda herkes o çetin
günlerin perişanlığını yaşarken O, Nakşîliğin büyük davası olan râbıtayı bu
hengâme içinde bile tekrar diriltmeye çalışmış, hatta Patanjali'nin Sutralar'ındaki
yogayı aratmayacak bir nitelik içinde onu ilham kaynağı olan Hindistan'daki ruhuyla yaymayı başarmıştır.
Çağımız Nakşibendîliğine belki en büyük katkıda bulunmuş olan Abdulhakîm Arvâsî'yi, yaşamış olduğu
bir dizi göç ve sürgün hayatı içinde tanımakla ancak O'nun bu konuda ne büyük
rol oynadığını kavramak mümkündür. Ancak ne ilginçtir ki gerek bizzat yaşadığı,
gerekse yakın çevresinde olup biten korkunç ve yıpratıcı olaylar O'nun
faaliyet alanlarının daha çok genişlemesine âdetâ ortam hazırlamıştır.
Bu cümleden olarak O'nun, gerek akrabalarından bazılarının, gerekse
ailece bağlı oldukları Hakkârî şeyhlerinin -hem
Osmanlı döneminde, hem Cumhuriyetin kuruluş yıllarında- giriştikleri
ayaklanmalar, uğradıkları idam ve sürgün cezaları, belli bir çevrenin gözünde
kahramanlık destanına dönüşmüştür. Bir zamanlar «Doğu»'da köy köy gezerek def çalıp dilenen dervişler bile Arvâsîler'den 1913'de idam edilenlere
ağıtlar yakarak geçinirlerdi.
Bütün bu olayların getirdiği sonuçlar, hem seyyidlikten, hem de
Nakşibendîlikten gelen rûhânî liderlik avantajları ile birleşerek ailenin az
çok aydınlanabilmiş temsilcisi olan Arvâsî
için olumlu bir şöhret kaynağını oluşturmuştur.
Dolayısıyla denebilir ki: Şöhretinin temel kaynağı olan Nakşîlik ve râbıtayı
yaşatabilmek için göç ve sürgün sırasında bile Abdulhakîm Arvâsî, sahip olduğu esneklik, sunma ve ikna etme yeteneği
yanında ailesinin ününden de yararlanmıştır.
Soyadı kanunu çıkınca Üçışık soyadını
aldığı için, İstanbul’da O'nun halen postunda oturan, modernist Nakşibendîlerin
lideri de (bu ilgiyle olsa gerek) Işık soyadını almıştır.
Abdulhakîm Arvâsî, Tâhâ'nın halîfelerinden olan büyük babası Fehîm'den el alarak şeyhlik postuna oturmuştur. Mürîdleri
tarafından «Silsile-i Sâdât»'ın
32'incisi olarak kabul edilmektedir.
* * *
Râbıtanın yaygınlaştırılmasında rol oynamış kişilerden biri de hiç kuşkusuz
Ahmed Zıyâuddîn Gümüşhânevî'dir. Sıbgatullah
Arvâsî gibi «Silsile-i Sâdât»'ın
31'incisi olarak kabul edilen Gümüşhânevî,
Halid Bağdâdî'nin tarîkatını Karadeniz Bölgesizinde ve İstanbul'da yaymaya çalışmıştır.
Râbıtaya özel bir önem verdiği, mürîdlerinden Kâtip Mustafa Fevzi'nin yazıp çizdiklerinden anlaşılmaktadır.[1]
Osmanlıların son günlerinde İstanbul Nakşibendîlerine daha çok Gümüşhânevî'nin liderlik ettiği
anlaşılmaktadır. Ancak «TC» kurulduktan sonra tekkeler ve zaviyeler kapatılınca
tarîkat faaliyetleri bir süre kopukluğa uğradı. Doğan bu boşluğu fırsat bilerek
kapağı İstanbul'a atan Abdulhakîm
Arvâsî'nin, bu kez Nakşîliği yaymaya başladığını tesbit ediyoruz.
Dolayısıyladır ki Arvâsî'nin
cemaatini oluşturan çağdaş modernist Nakşibendîler, Gümüşhânevî'yi kopmuş bir halka sayar, O'na itibar etmezler.
Nitekim Nakşibendî rûhânîlerini konu alan yayınlarında O'nun adına da yer vermemişlerdir.
H. 1228/m.1813-H. 1311/m. 1893 yılları arasında yaşayan Gümüşhânevî'nin, Türk-Nakşî rûhânîlerinden en büyük farkı, O'nun Arapça'yı yazı
dili olarak kullanabilmiş olmasıdır. On sekizi bulan eserlerinin tümünü Arapça
yazmıştır.
Gümüşhânevî, şeyhlik yetkisini Bağdâdî'nin, halîfelerinden, Ahmed bin Süleyman et-Trablusî
el-Erwâdî'den 1845 yılında almıştır.
XIX. yüzyıl Suriye'sinin,
aydın Müslümanları tarafından (aynen Ebu'l-Hudâ es-Sayyadî gibi) “mezarcı-yobaz“ diye lânetlenen Hayfalı
Yusuf en-Nebehânî, el-Erwâdî'yi çok
övmekte, O'nu göklere çıkarmaktadır.[2]
Kafkas kökenlilerin, Nakşî şeyhleri
arasında genellikle Gümüşhânevî'ye
mürîd olmaları, O'nun da orijin olarak Kafkasyalı olduğu ihtimalini akla getirmektedir.
Çünkü çeşitli Nakşî kampları, genelde böyle ırkî bağlarla oluşmuştur. Nitekim
Nakşî-Halidîliğin “Zıyâiyye Kolu“
olarak bağımsızlaşan Gümüşhânevî'nin
meşrebini, son yıllarda yine aslen Dâğıstanlı
olan Mehmed Zâhid Kotku adında bir
imam yaymaya çalışmakta idi.
İstanbul'da Fatih-Kıztaşı
civarındaki İskenderpaşa Camii
İmamlığını yapan bu şahsın etrafında 1965'lerden sonra, daha çok okur-yazar bir
Nakşibendî grubu oluştu. Ufukları nisbeten geniş olduğu için Nakşîlik, bu
topluluğun sosyal ve kültürel alandaki birliklerinin sembolü olmaktan öte bir
anlam taşımadı.
Ilımlı Nakşibendîler olarak tanınan bu cemaat, Nakşiliğin söylemleri ve
râbıta gibi yabancı kaynaklı kuralları üzerinde çok ısrarlı olmadıkları için “Süleymancılar“, “Oflular“, “Menzilciler“
ve “Holdingci Modernistler“ gibi
fanatik Nakşibendî kampları kadar Müslümanları fazla ürkütmemektedirler.
İstanbul'da ayrıca Mahmud Sami Ramazanoğlu adında bir Nakşi şeyhi daha yakın geçmişte
faaliyet gösteriyordu. Erenköy'de
oturan bu şeyhin mürîdleri ise genelde tüccarlardan ve işadamlarından
oluşmaktadır.
O'nun Medîne'ye
yerleşmesinden sonra Türkiye'de bereketin azaldığı ve iklimin soğuduğu yolunda
mürîdleri arasında bazı inançlar yayıldı.
Ramazanoğlu'nun ölümünden sonra Topbaşlar olarak bilinen tüccar bir
ailenin büyüğü O'nun postuna oturdu veya oturtuldu.
Anadolu'nun hemen her yerinde küçük
muhitlere sahip birtakım Nakşi şeyhleri daha vardır. Sivas’daki Ehramcıoğlu'nun
halefleri Kayseri-Yahyalı’daki Ramazan Dinç ve Adapazarı’ndaki Ömer Öngüt
gibi. Bunlar kişilikten veya çevre şartlarından kaynaklanan bazı sebeplerle
fazla ünlenemedikleri için pek tanınmazlar. Ama hepsi de sıkı râbıtacıdırlar.
Kürt bölgesine gelince, yukarıda rûhânîler silsilesinin sonunda adları
geçenlerden başka eskiden buralarda epeyce ünlenmiş bulunan Şeyh Halid el-Jezerî, Şeyh Halid ez-Zéybârî, Şeyh Hâmid el-Mardinî, Şeyh Salih es-Sibki, Şeyh Muhammed'ül-Hazîn, Şeyh Es’ad el-Kaskhîrî ve Şeyh Hüseyn el-Basretî gibi Nakşi
şeyhlerinin cemaatleri de diğer doğulu şeyhlerin mürîdleri gibi dağılmış, bu
ünlü isimler nisbeten unutulmuş ve çevrelerindeki tarîkat heyecanı sönmüştür.
Soylarından gelen beşik şeyhleri de artık kendi canlarının derdine düşmüş
bulunmaktadırlar.
Doğrusunu söylemek gerekirse Arvâsîler
hariç, genelde Kürt şeyhleri, Türk şeyhleri kadar râbıtaya ve tarîkat
ayinlerine fazla önem vermemişlerdir. Öyle görünüyor ki Arvâsîler de batıya
göçtükten sonra popülaritelerini artıran Türk kökenli mürîdlerinin eğilimlerine
bir çeşit karşılık vermek için râbıta üzerinde durmaya başlamışlardır. Örneğin Abdulhakîm Arvâsî, ancak İstanbul’a
göçtükten sonra ve burada mürîdlerinin başını çeken bir şairle bir askerin,
-çok büyük ihtimalle- özel faaliyetleri ve propagandaları neticesinde Râbıta
Risâlesi’ni kaleme almıştır.
İşte Nakşibendîlerce «Silsile-i
Sâdât», ya da tarîkat rûhânîleri olarak bilinen gerek yukarıdaki 33 isim
arasında, gerekse yine bu zincirin son halkaları olan ve biraz önce adları
geçen şeyhlerden kimin, râbıta ile nasıl ve ne kadar ilgili olduğunu böylece belgesel
bir şekilde görmüş bulunduk. Bu suretle de râbıtanın, bizzat ona sahiplenenler
tarafından bile ne derece tutarsız ve temelsiz işlendiğini, râbıtacılarla -sözde- pirlerimiz diye tanıttıkları
adamlar arasında her bakımdan ne büyük kopukluklar bulunduğunu tesbit etmiş olduk.
İslâm'ın, tarih boyunca uğradığı yıkımların arkasında bu insanların, -bilerek ya da bilmeyerek- hangi düşüncelerle
hareket ettiğini ve neler yaptığını kavrayabilmek için bu aşamada tasavvufu ve
Nakşibendîliği az çok gözden geçirmekte yarar vardır.