•Tasavvuf
Bilindiği üzere Kurân-ı Kerîm, Allah Teâlâ'nın, hiç bir şeye benzemediğini
(bununla birlikte bütün varlıkların
dışında ve) onların yaratıcısı olduğunu ifade etmektedir.[1]
Oysa tasavvuf, esas itibariyle Allah'ın,
her şeyin öz kaynağı olduğunu savunan spiritüel ve spekülatif bir
düşüncedir. Dolayısıyla tasavvufa göre kainatta ne varsa her şey (hâşâ!) onun
bir parçasıdır.[2] Tasavvufun temel taşı budur.
Kurân-ı Kerîm'e göre insan, sırf Allah'a kulluk etmek için yaratılmıştır.
İnsan yaratıktır ve Allah'ın kuludur.[3] Tasavvufa göre ise insan Allah'ın
Tecellîsidir; O'nun bir sûretidir; hatta O'nun bir parçasıdır... Binaenaleyh
O'na aşık olmalı, yeniden O'na dönmeli, O'nda eriyip bütünleşmeli ve O'nunla
birlikte ölümsüzleşmelidir. İşte özetle tasavvuf budur.
Nitekim Hallâc-ı Mansur, Ömer
Hayyâm, Şihâbuddîn Suhrewerdî, İbn. Atâullah el-İskenderî, Ferîduddîn-i attâr,
İbn'ul-Fârıd, Muhiddîn-i Arabî, Molla Cami ve Abdulkerîm
el-Ciylî gibi mutasavvıflar, tasavvufu böyle anlamış ve açıkça böyle
işlemişlerdir.
Onların bu anlayışlarının, Sünni
Türk tarîkat çevreleri tarafından acaba neden çok farklı yorumlanmakta olduğu
ve Kur'ân'daki iman kavramıyla neden âdetâ zoraki şekilde uzlaştırılmaya
çalışıldığı ise bu yorumcuların entelektüalitesini ve kişiliğini ortaya
koymaktadır. Nitekim Nakşîlerin denetimindeki okullarda, Kur'ân kurslarında
ve medreselerde bir yandan Ömer Nesefî ve
Muhammed Birgivî gibi selefî eserler
bırakmış, hatta tarîkatçılara karşı mücadele vermiş şahsiyetlere ait kitaplar
okutulmaktadır. Diğer yandan, Rabbânî
gibi neşvesini Hind mistisizminden
almış rûhanilerin, Kur'ân ve sünnetle hiç bir şekilde bağdaşmayan râbıta ve
benzeri Patanjalist düşünce ve
inanışları insanlara aşılanmaktadır. Tabiatıyla bu çok büyük bir çelişkidir
ve Nakşibendîlerin, hem genel anlamda düşünce yapısını, hem de İslâm'ı nasıl
anladıklarını gözler önüne seren bir ibret levhasıdır.
Merhum Mehmed Akif Ersoy işte
bu ibret levhasını âdetâ kıvranarak elem, acı ve çaresizlik içinde seyrederken
bu kafa yapısı hakkında belki ciltlerle anlatmak istediği şeyleri şu iki mısrada
özetlemeye çalışmıştır:
«Sürdüler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi
Evet tasavvufçular mistisizmi İslâm'la uzlaştırmak için çok zorlanmışlardır.
Onların kendilerini neden bu kadar zorladıklarını anlamak güç değildir. Çünkü
dikkat edilirse tarîkat çevreleri, “"vahdet-i
vücûd“, “işrâk“ ve “meşşâiye“ gibi tasavvufu tarih boyunca
türlü biçimlerde şekillendirmiş olan felsefelerin gündeme getirilmesinden çok
çekinirler. Hatta bu felsefelere yönelen dikkatleri dağıtmak için
gerektiğinde menkabelere, âyinlere ve râbıta gibi tarîkat disiplinlerine
ağırlık vererek yoğun bir yatıştırma faaliyetiyle çözüm arayışı içine girerler.
Bunun nedeni gâyet açıktır. Çünkü Hind,
İran dinlerinin ve Yunan felsefesinin
etkisi altında birikimlerini zenginleştirmiş olan tasavvufun eğer perde
arkasındaki gerçekleri, günün birinde yorumların boğuntusundan kurtulup meydana
çıkacak olursa bu akımın, Nakşibendîliğe ve ondan râbıtaya kadar uzanan
zincirin sihri bozulacak ve halkalarının tamamı bir anda çözülüverecektir.
Bunun ise ne demek olduğunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Çünkü böyle
bir durum, tarîkatın da, şeyhlik saltanatının da, bu masallarla uyutulmuş yığınların,
tatlı ve renkli rüyalarının da sonu olacaktır. Üstelik Nakşibendî Tarîkatı,
asırlar boyu emek verilerek (!), âdetâ dantel gibi işlenerek bugüne kadar
getirilmiş olan İslâm'ın Türkleştirilmiş şeklidir. Dolayısıyla «Türklük» denince içi kıpırdayan hemen
her «dindar» kişi, (gerçekleri kavrasa
bile vicdanındaki direnişe rağmen) bu tarîkatı daima Türk milletinin
namusu olarak görmeye devam etmek isteyecektir; Bununla birlikte tarîkatın
tasavvufla olan ilişkisi kadar, tasavvufun da kaynağını sırf İslâm'dan aldığı
noktasında Nakşibendî şeyhleri her zaman en şiddetli şekilde direneceklerdir.
Onun için önemle belirtmek gerekir ki esasen bu yolu izleyenler,
-vicdanları tereddütlerden korumak ve Nakşibendîliğin sürekliliğini sağlamak
amacıyla- tarîkattan da râbıtadan da önce tasavvufa Kur'ânî bir açıklama getirmek
zorunluğunu daima hissetmişlerdir, bundan sonra da hissedeceklerdir.
Özellikle İslâmî uyanışın hızlandığı son yıllarda büyük sıkıntı yaşayan
tarîkat çevreleri, tasavvufu savunmak için yeni yeni sistemler geliştirmektedirler.
Tarîkat şeyhlerine oranla çok daha edebî ve havalı üslûplar kullanan tasavvufçu-ilâhiyatçılar, Kur'ânî ve
evrensel yaklaşımlarla tasavvufa çekicilik kazandırmak ve bilinçli Müslüman
gençliğin bağlı olduğu «Kur'ân'daki İslâm» idealini «Amerikancı İslâm» lehinde yumuşatmak
için tasavvufa yeni izahlar getirmektedirler.
Bunlardan birine göre:
Tasavvuf öncelikle dinî bir
mistisizm imiş. Bu bakımdan felsefî bir mistisizm olan Eflatunculukla daha ilk
anda ayrılırmış. (...) Kısacası tasavvufun, şu veya bu niyetle Kur'ân ve
hadisle irtibatını kesmek veya zayıflatmak için onu felsefî mistisizm platformuna
çekmek hem samimi hem de inandırıcı değilmiş !
Peki eğer bu iddiaya karşı
denirse ki: Her şeyden önce tasavvufun dinî ve felsefî olmak üzere iki türlü
olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Tasavvufu meşrulaştırmak için böyle bir açıklamaya
neden kendinizi mecbur görüyorsunuz?! Yoksa tasavvufu İslâm'la
irtıbatlandırmak için mutlaka böyle bir peşrev yapmak mı gerekiyor?!
Bu sorulara nasıl bir cevap verilecektir veya bu tür izahların özendirdiği,
sonu gelmeyen tartışmalardan acaba kimler kazançlı çıkacaktır? Çünkü,
tasavvufun Eflâtûnî değil de illa ki Kur'ânî olduğu, eğer hep bu zoraki
yöntemle diretmeye devam edilecek olursa bu kör döğüşünün ne zaman son
bulacağını maalesef hiç kimse kestiremeyecektir ve bunun vebâlini de âlim geçinerek
bu kavgaları kızıştıranlara ait olacaktır!
Tasavvufu, pembe bir âlem olarak reklam etmek yerine onun, gerçekten ne
olduğunu ortaya koymak, Müslüman için bu konudaki bilgilenme yolunu daha kolaylaştırmak
olur ki esasen âlim kişiye yakışan da budur.
Nitekim övgü mahiyetinde tasavvufun bir iç aydınlanma (illumination) olduğunu, bu nedenle
tasavvufçuların objeler ve boyutlarla uğraşmadığını, aksine, gerçekleri ilhama
dayalı olarak kaynaklarından aldıklarını ileri sürenlerin kendileri de acaba
ilhamla mı bu gerçeği (!) saptayabilmişlerdir ?! Peki bu ilhamcılığın
sınırlarını belirlemek eğer mümkün değilse (ki
mümkün olmadığı gâyet açıktır), insanın zaten sınır tanımayan hayâl ve
hırsı karşısında kitap ve sünnetin ölçülerini korumaktan artık kim söz
edebilir?!
Tasavvufu, engin duygular, üstün zevkler, ilahî aşklar, pembe dünyalar,
içsel aydınlanma ve ilham edebiyatıyla öveyim derken bu tür anlatım yolunu
seçen insanlar, aslında onun, Kur'ân ve Sünnet ışığında çok daha kolay deşifre
olmasını sağlamaktadırlar. Bu bakımdan tasavvufu, bizzat savunucularının
diliyle ve bu niteliği içinde tanıma imkanını bulan samimi ve bilgili her
Müslüman onu, Kitap ve sünnetin ışığında çok daha rahat test edebilir.
Hatta bu yüzdendir ki, İslâmî uyanış döneminin başlamasıyla birlikte bilinçlenmiş
olan Müslüman kişi, “acaba tasavvuf nedir ?“ diye bir soru ile eğer günün birinde
zihni meşgul olmuşsa gidip o «pembe dünya»'yı Kitap ve Sünnetin çizdiği gerçek
dünya ile karşılaştırınca ikisinin arasındaki uçurumu fark etmekte asla gecikmemiştir.
Çünkü Kur'ânî kavrayış erdemine ulaşabilmenin en güzel ölçüleri ancak Hz. Peygamber (s)'in yaşamından
alınabilir. Ve bu münasebetle hemen ifade edilmelidir ki Hz. Peygamber (s)'in yaşamında en ufak bir tasavvufî eğilim
yoktur! İşte kanıtları:
1. Hz. Peygamber (s), her
şeyden önce yaşamı, rûhânî ve seküler olmak üzere birbirinden kesin şekilde ikiye
ayırmamıştır. O, bütün hayatında rabbânî bir çizgi izlemiştir. Yani, Üzerine
inen vahyin derin coşkularını içinde yaşarken ibâdetlerini, Kur'ân'ın
belirlediği ölçülerde sınırlamış ve bu ibâdetleri yine Kur'ân'ın tarif ve
emirleri doğrultusunda (hayatın her tarafına
serpilmiş biçimde) sosyal dinamikler olarak icra etmiş ve ettirmiştir.
Çok kişisel olan nafileler ve dualar hariç, namaz, oruç haç ve Zekât
gibi ibâdetler, gerek Hz. Peygamber (s)'in,
gerekse ilk Müslümanların hayatında askerlik yapmaktan, atış eğitimi görmekten,
düşmana karşı savaşmaktan, hatta ticaret yapmaktan, tarlada pazarda evde çalışmaktan,
ya da kitap okumaktan ve ders vermekten farksız bir ruh ve anlayış içinde
uygulanmıştır.
Dolayısıyla İslâm'da manevî ya da rûhî cephe denebilecek yaşam tarzı
işte budur ve bu kadar doğaldır. Aksine, Hz.
Peygamber (s)'in hayatında çileler,
âyinler, semalar, zikir halkaları, «hu» çekmeler, enstrüman ve rakslar, beş binlik wirdler, râbıta ve
meditasyonlar asla yoktur. Çünkü
namazın orucun, hac ve Zekâtın nasıl ki hiç bir tasavvufî yönü yoksa, vahyin
inmesine az kala, Hz. Peygamber (s)'in
geçirdiği kısa uzlet günleri de, asla tasavvufî bir çile değildir. Bilakis
Allah Teâlâ'dan gelen bir yönlendirme ve O'nun yüce iradesine bağlı bir
terbiyedir. Rasulullah (s), üstleneceği çok önemli göreve alışabilmek için
âdetâ içgüdüsel olarak özel bir eğitim ortamına havale edilmiş, Allah Teâlâ'nın
en büyük ve en son elçisi olarak bütün insanlığa getireceği mesajı
yüklenebilmek ve metafizik iletişime bünyeyi hazırlamak için ilâhî bir
itilişle huzurlu ve sakin bir atmosfer içine çekilmiştir. O'nun bir Allah
elçisi olarak yaşadığı özel ve yüksek halleri genellemek ve başkaları için de
aynısını düşünmek doğru değildir! Bu nedenle O'nun bütün hayatı sırf
rabbânîdir; rûhânî ve ruhbânî değildir.
Halbuki sûfîlerin hepsi , bu anlayışın tam tersine büsbütün rûhânî bir
yaşam sürdürmüşlerdir. Hatta bazılarının hayat ve gidişâtı hem rûhânîdir, hem
de rûhbânîdir.
Onlara göre insan için, biri dinsel (mistik),
diğeri ise dünyasal (seküler) olmak
üzere birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı vardır, ya da olmalıdır.
Dolayısıyla bütün hayatları boyunca biri dinî, diğeri ise dünyevî olmak üzere -âdetâ kalın bir duvarla ayrılmış-
birbirine tamamen yabancı iki dünya arasında bocalayıp durmuşlardır.
Nitekim bu sebepledir ki çağdaş tasavvufçular da aynen, hayata din ve
dünya olarak iki açıdan bakan Hristiyanlar ve onların izindeki laikler gibi
düşünmektedirler. Türkiye'de mistik toplulukların, laiklerle uzlaşırken
Müslümanlara sıcak bakmamaları belki de psikolojik olarak bu görüşten kaynaklanmaktadır.
Onların, (kitap ve sünnette yeri olmayan) sema, Hatm-ı Huwâcegân
ve râbıta gibi çeşitli biçimlerde
âyin ve ibâdet düzenlemeleri de büyük ihtimalle bu bocalamanın onlar üzerinde
doğurduğu ağır stresten kurtulmak ve rahatlamak içindir. Ayrıca bu davranış, Allah'a
kulluk etmede Hz. Peygamber (s)'in
ibâdet miktarını azımsamak gibi bir eğilimi de sanki haber vermektedir ki işte
tasavvufun pek gözükmeyen bir cephesi de budur.
2. Hz. Peygamber (s), toplum
içinde ve halktan biri olarak sosyal bir yaşam biçimi sergilemiş, vahye dayalı
misyonunu tanrısal bir kimlik içinde asla sunmamış, tam tersine fonksiyonlarını
bir insan olarak, çok doğal ve açık bir şekilde ortaya koymuştur. Örneğin, sevinmiş,
üzülmüş, öfkelenmiş, danışmış, verdiği karardan vazgeçmiş ve özetle, mahrem olmayan
hiç bir beşerî niteliğini gizlememiştir.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın, en büyük ve en son elçisi olmanın yanında devlet
kurmuş ve bizzat devlet başkanlığı yapmış, on binlerce kişilik büyük ordulara
komuta etmiş, ceza onaylamış ve infazlar sırasında hazır bulunmuş, devrinin
İmparatorlarına ve devlet başkanlarına mesajlar ve elçiler göndermiştir. İşte
olsa olsa İslâm budur.
Tasavvufçulara gelince onların hemen hiç biri, böyle bir yaşam tarzını
asla benimsememiştir. Kılık ve kıyafetlerine varıncaya kadar hemen bütün
yönleriyle, herkesten çok farklı olmaya çalışmış, dünyadan el etek çekmiş ya da
öyle görünmüşlerdir. İçinde yaşadıkları toplumun hiç bir derdine asla ortak
olmaya yanaşmamışlardır. Nitekim haçlı savaşları sırasında tasavvufçulardan
birinin bile İslâm ordularına katıldığını ya da bu savaşlar hakkında bir tek
kelime bile yazdığını tarihler salık vermemiştir! Ferîduddîn-i Attâr'ın, Buhâra halkını Moğollara karşı
ayaklandırdığı eğer doğru ise bu, çok istisnâi bir olaydır.
İşte rûhânîlerin, İslâm adına tarih boyunca dünya hayatına karşı gösterdikleri
bu küskünlüğün arkasındaki temel neden, hiç kuşkusuz yine tasavvuftur.
Bütün bu özellikler, tasavvufun kavram olarak mistisizmden başka bir şey
olmadığını kesin şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim tasavvufu savunan ve onu
İslâm'ın rûhî cephesi olarak açıklamaya çalışan çağdaş ilahiyatçı-tasavvufçular
da bu iki kavramı aynı anlamda kullanmaktadırlar.
“Tasavvuf“ yerine, Nakşibendî şeyhleri tarafından “Mistisizm“ teriminin hiç
kullanılmaması, kültürel yetersizlikten kaynaklanmaktadır ki bu da tasavvufla
uğraşanların başka bir çelişkisidir.
Tarih boyunca İslâm'ı, tasavvufî nitelikler içerisinde boğmuş olan rûhânîlerin
hepsinde de esasen bu yetersizlik vardır. Qusheyrî,
Muhiddîn-i Arabî ve Suhrewerdî gibi bazıları, kitabî
bilgilere büyük ölçüde sahip bulunmuş olmalarına rağmen tasavvufçuların büyük
çoğunluğu (özellikle Türk ve İran kökenli
sufîler) geniş bir ufuktan yoksun idiler. Bu sebepledir ki İslâm'ı
tasavvufî içeriklerle günümüzdeki şekillere kadar sürüklemiş olan tarîkat
liderleri büyük ihtimalle Hind-İran
mistisizminden bilinçsizce etkilenmişlerdir. Aslında bu etkilenme, müşriklerin
mistik coşkuları karşısında onların da büyük ölçüde hayranlık duygularına
kapılmış olduklarını haber vermektedir. Bununla birlikte, hele rûhânîliğin
güçlü ihtimalle bir psikoz olduğuna bakılırsa bu etkilenmenin hangi sınırlara
varabilmiş olduğunu tahmin etmek kolaydır.
Dolayısıyla tasavvufla uğraşanlar, eğer kötü niyetli ve maksatlı olmakla
suçlanmasalar bile en azından kültürel yetersizlikleri, sınırsız hayâle dayanan
ütopik anlayışlarıyla birleşince onların, şirk dinlerinden tahmin edilemeyecek
aykırılıktaki düşünce ve inanış biçimlerini alıp İslâm'a mal etmiş
olabilecekleri ihtimali güçlenmektedir.
Tasavvuf gerçeğinin kaynağını, amacını ve çizdiği yolu bir nebze açıklığa
kavuşturmak gerekirse onu, şu üç başlık altında özetlemek mümkündür: "Seyr-u sülûk“,
"Marifetullah", "Kemal".
Tasavvufun Allah'a ilişkin öğretisi, işte bu üç kavramın ayrıntılarından
oluşur.
1. Seyr-u sülûk: Bu kavramla
mistik bir eğitim sistemi amaçlanmaktadır. Bu sistem ise, çeşitli alıştırma, düşünme
ve uygulama aşamalarından oluşur. Tasavvuf yolcusu -sözde- bu aşamalardan sıra ile geçerek olgunlaşır.
Tasavvufun, tarih boyunca birçok din ve felsefeden beslenerek kurumlaştırdığı
söz konusu aşamalar boyunca uygulanan kurallar ve yapılan egzersizler yaklaşık
olarak şu isimler altında işlenir:
Biat, tevbe, tarîkat, çile,
mücâhede, halvet, uzlet, mâsivâdan istiğna, zühd, kanâat, sabır, tevekkül,
teslimiyet, tefvîz, tefeyyüz, telakkun, tefekkür, murâkabe, râbıta,
rûhâniyetten istimdâd, zikir ve wird.
Bunları başarıyla yapan yolcu, sonunda bir vecd (kendinden geçme) hali
yaşar.
Burada hatırlatmak gerekir ki, bu terimlerin çoğu, lügat olarak İslâm'a
aittir. Zaten bütün tasavvuf doktrinleri, esasen batıl dinlere ve felsefelere
ait kavramlarla Kur'ânî değerlerin sentezinden oluşturulmuştur. Ancak yabancı
olanlara, yoğun Kur'ânî anlamlar yakıştırılmış, Kur'ânî olanlara da şirk
nüanslarıyla cahilî içerikler kazandırılmıştır. Onun için vahyin ölçülerine
göre İslâm'ı özümseyememiş olan insanlar, bu kavramların içeriğini analiz
edemezler. Bunlara depolanmış olan yabancı anlayış ve inanış biçimlerini ayırt
edemez, ayıklayamazlar.
2. Marifetullah: Yukarıda
anlatılan eğitim sisteminin temel amacı, (İslâm'ınkinden
farklı olarak) "marifetullah“'tır.
Yani Allah'ı, zatı ve sıfatlarıyla keşfetmek ve sonunda O'nunla birleşip
bütünleşmektir. İslâm'ın amacı ise "ibâdetullah"'tır.
(Yani kişinin Allah'a inanması, Zatı
hakkında düşünmemesi, buna mukabil eserleri üzerinde ibretle düşünmesi, sıfatlarını
bilmesi, emir ve yasaklarına uymasıdır.)
Tasavvuf yolcusunun, yukarıda anlatılan amaç uğruna yaşadığı mistik haller
ve -sözde- ulaştığı mertebeler ise şu
isimler altında ve çok geniş şekilde işlenir:
Allah aşkı (Tarîkat, marifet,
Bu noktada, “Allah'da eriyip
gitmek",[5] yani "ittihâd"
ve "hulûl" söz konusudur!
Tasavvufçulardan, örneğin Muhiddîn-i
Arabî, Ferîduddîn-i Attâr ve Yunus Emre gibi bir kısmı, bunu açıkça
ifade etmekten çekinmezken, diğer bir kısmı, kapalı yorumlarla bu inanış
biçimini geçiştirmeye çalışırlar ve sözde “rüsûm
âlimleri“'nin bu espriyi anlamaktan aciz olduklarını ileri sürerler!
3. Kemal: Bu, sözde “vuslat“ mertebesidir. Yani sofînin tırmanabildiği
en uc noktadır. "Seyr-u Sülûk"
denen eğitim sisteminden sonra bu seviyeye ulaşan yolcu, -gûyâ- sonunda "İnsân-ı
Kâmil" olur; eksiksiz ve tanrılaşmış bir kimlik kazanır.[6] Bu derece olgunlaşmış olan insana ise velî (evliya) denir. O artık «ledünnî» bir ilme sahiptir; gayb
âlemine vâkıftır, kalpleri okur, zihinlerden geçenleri keşfeder, gizli
dünyaları ve uzak meçhulleri ayan beyan bilir; orduların ön saflarında düşmana
karşı savaşır; dua ederse nimet, beddua ederse musibetler yağar; deniz üzerinde
batmadan, ıslanmadan gezebilir; bulutların üstünde uçabilir; Zaman ve mekân
onun için katlanır, aynı anda, Mekke'de
ve İstanbul'da namaza durur...(!)
Bütün bunlara karşın İslâm'da “takva"
yolu vardır. Bu da özetle Kur'ân ve Sünnetin ölçülerine titizlikle uymak
demektir. İslâm'da en üstün mertebe işte bu takva mertebesidir[7] ve bunu kazanan her Müslüman Kurân-ı Kerîm'in
ifadesiyle “velî“'dir. "Onların
üzerinde ne bir korku vardır, ne de üzülürler." İki şeyle nitelenmişlerdir:
Birincisi inanmak, ikincisi de Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle
uymaktır.[8] Aksine, İslâm'da tasavvufun empoze ettiği
mitolojik bir evliyalık ve ermişlik kesinlikle yoktur!
Sonuç olarak şöyle dersek galiba
pek yanılmış sayılmayız: Tasavvuf öyle hayâlî bir âlem düşüncesidir ki onu, Hz. Peygamber (s)'in gerçek hayatından
yansıyan İslâm'la gâyet kısaca karşılaştırmaya çalışırken bile çok büyük
farklar saptayabiliyoruz. Öyle ise birikimlerinin örgüsü içinde Kur'ânî birçok
değere de yer vermiş olmasına rağmen, temel, sistem ve amaç bakımından İslâm'a
bir hayli yabancı olduğu artık gün yüzü gibi ortaya çıkmış bulunan tasavvufun
ve onun öğretisinden kaynağını alan her kurumun ihtiyatla karşılanması gerekir.
[1].
Kurân-ı Kerîm: 42/11
[2].
Tasavvufçular bu inanış biçimini, özet olarak Farsça «Heme-ost = Her şey O'dur» deyimi ile açıklarlar. Tevhîdi
savunanların karşısında zaman zaman düştükleri sıkıntılardan kurtulabilmek
için bu deyimi «Hemez ost (Heme ez
ost)=Her şey O'ndandır» şeklinde
değiştirirler. Tabiatıyla bu, spekülasyondan başka bir şey değildir.
[3] . Kurân-ı Kerîm: 51/56
[5].
Bk. BÖLÜM - II/4-a) Râbıtayı Bir Ayrıntı Olarak işlemiş Bulunan Kitaplar ya da
Kitapçıklar.; BÖLÜM - II/7. Tasavvuf (Seyr-u
Sülûk); Rûh'ul-Furkân: 2/63;
[6].
Bk. Aynı referanslar
[7].
Kur’ân-ı Kerîm: 48/13
[8].
Kurân-ı Kerîm: 10/62, 63