EL-AKÎDETÜ’T-TAHÂVİYYE
VE ŞERHİ
Tahâvî
Akidesi’ne Yapılmış Şerhler
Akide’nin
Müellifi İmam et-Tahâvî
İlmî
Seviyesinin Yükselmesi ve İçtihad Derecesine Ulaşması
İlim
Adamlarının İmam Tahâvî Hakkında Söyledikleri:
Akîde’nin
Şârihi İbn Ebi’l-İzz
el-Akîdetü’t-Tahâviyye
ve Şerhi
Dinin
Esasları (Akaid) İlmi, İlimlerin En
Şereflisidir
İcmalî
(Toplu)
İman Herkese Farzdır
Genel
Olarak İtikadî Konularda Sapmanın Sebebi
Peygamberlerin
Sonuncusu Peygamberimiz Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem-
Hak
Olan Herşey Rasûlün Getirdiğindedir; O Hem Yeterlidir, Hem Eksiksizdir
Selef’in
Kelâm İlmini Değerlendirmeleri
Selef’in
Bir Takım Sözleri Kullanmaktan Hoşlanmayışının Sebebi
Peygamberlerin
İlk Daveti: Tevhîd:
Mükellefin
İlk Sorumluluğu: Şehadet Getirmek
Ulûhiyyeti
Tevhîdi, Rubûbiyyet Tevhîdini de Kapsar
Kur’ân-ı
Kerîm’in Ulûhiyyet Tevhid’ine Dair Açıklamaları
Kur’ân’ın
Verdiği Örnekler, Dinin Gereklerini Ortaya Koyan Aklî Ölçüleri De Ortaya Koyar
Yüce
Allah’ın Ortağının Bulunmasına İmkân Yoktur
Ulûhiyyet
Tevhidinin, Rubûbiyyet Tevhid’ini Kapsaması
Bilgi
ve Maksat İtibariyle Tevhid
Kur’ân
Surelerinin Büyük Çoğunluğu Tevhid’i Bütün Türleriyle Dile Getirmektedir
Şehadetin
Anlamı ve Mertebeleri
İşitmek
(sem’) Yoluyla Açıklaması
Yüce
Allah’ın İsim, Sıfat ve Fiilleriyle Vahdaniyetine Delil Göstermek
Tevhid
Bakımından Kemal Derecesinde Olanlar
Kelâm’cıların
Yöntemlerine Gerek Yoktur
Allah’ın
Benzersiz Olmasının Anlamı
Yüce
Allah’ın Kudreti Kemal Derecesindedir. O’nun İçin Âcizlik Sözkonusu Değildir
Nefy
ve İsbat Konusunda Selef’in Yolu
Hakkı,
Şer’î Lafızlarla İfadelendirmek Ehl-i Sünnet’in Yoludur
Kelâm’cıların
İzledikleri Doğru Yöntemler Kur’ân’ın Zikrettiğine Uygun Olanlardır
Kelâm’cıların
Yüce Allah’ın İsimleri Arasına "el-Kadim"i Sokmaları
İnsanlar
Yüce Rab’lerini İsim ve Sıfat’larıyla Tanıyabilirler
Hayy
ve Kayyûm İsimlerinin Diğer Esmâ-i Hüsnâ İle İlişkisi
Yaratma
ve Rızık Verme Sıfatları
Yüce
Allah Ezel ve Ebed’de Kemal Sıfatlarına Sahiptir
Cehmiyye’nin,
Öncesi Olmayan Sonradan Olma Olayların İmkânsız Olduğuna Dair İddiası
Kudret
Sıfatına İlişkin Hususlar
Mümkün
ve Mevcut Olmayan Bir Şey Hariç’te (Dış Dünyada) Yok Demektir
Kemâl’i
İhtiva Eden En Yüce Örnek (el-Meselu’l-A’lâ) Yalnız Yüce Allah’a Aittir
Âdem
ile Musa (İkisine de Selâm Olsun)
Arasındaki Tartışma İle İlgili Hadis
Peygamberlerin
Nübüvvetlerinin Delilleri
Karine’lerle,
Haber Verenin Doğruluğunun Bilinmesi
Muhammed
-Sallallahu aleyhi vesellem-in
Risaletini İnkâr Etmek, Yüce Allah’a Dil Uzatmak Demektir
Nebî
ile Rasûl Arasındaki Fark
Peygamberler
Arasındaki Fazilet Farkı
Peygamber
-Sallallahu aleyhi vesellem-in
Halil’liği
Kur’ân
Allah’ın Kelamıdır, Yaratılmış Değildir
Kelâm
Sıfatıyla İlgili Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in Görüşü
Yüce
Allah’ın Cennetliklerle ve Başkalarıyla Konuşması
Kelam
Allah’ın Bir Sıfatıdır ve Mahluk Değildir
"Allah
Her Şey’in Yaratıcısıdır" Buyruğunun Anlamı
Kur’ân’ın Yaratıldığını İddia Edenlerin
Delillerinin Tutarsızlığı
Allah’ın
Kelamının Mahluk Olmadığı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Tarafından İttifakla Kabul
Edilmiştir
Akıl
Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’i Nasıl Söylediğini İdrâk Etmekten Âcizdir
Kur’an’ın
Allah’ın Kelamı Olduğunu İnkar Etmenin Hükmü
Kur’ân
Hem Lafzı Hem de Manası İtibariyle Mucizedir
Yüce
Allah’ın Sıfatları, İnsanların Sıfatlarına Benzemez
Cennetliklerin
Rab’lerini Görmeleri
Nazar
(Bakma)nın, Kullanımına Göre Değişik Anlamlara Gelmesi
Ru’yetullah’ı Reddeden Mutezile’nin Kanaatlerinin
Çürütülmesi
Ru’yetullah İle İlgili Hadisler Tevatür
Derecesine Ulaşmıştır
Usulu’d-Din (İtikad Meseleleri) Ancak Allah’ın
Kitabı ve Rasûlünün Sünnetinden Öğrenilebilir:
Yüce Allah’ın Dünyada Gözle Görülemeyeceği
Hususunda İttifak Vardır
Sahih Nakil İle Aklın Kabul Ettiği Apaçık
Gerçekler Arasında Çelişki Yoktur
Rasûl’e Tam Anlamıyla Teslimiyetin Gereği
Aklın, Naklin Önüne Geçirilmesi Gereği İddiası
Dini Hususlarda Bilgisizce Söz Söylemek
Yasaklanmıştır
Tevhid’i Eksik Olan Teslim Olmaz
İmam Gazzalî’nin Cedel ve Kelâm İlmi İle İlgili
Görüşleri
Lafızların Anlamlarını Sınırlandırmakta Allah’ın
ve Rasûlünün Buyrukları Esastır
Sapıklığın Sebebi, Allah ve Rasûlünün Sözünden
Yüz Çevirmektir
Kelam İlmi, Bizzat Bu İlmin İleri Gelenlerinin
İtirafına Göre Şaşkınlığa Sebebtir
Te’vil’in Müteahhirîn’e Göre Anlamı
Kitap ve Sünnet’te Te’vil’in Anlamı
Müfessirlere
Göre Te’vil Allah’ın Kelâmının Açıklanması ve Anlamının Beyan Edilmesidir:
Nefy
ve Teşbih Kalp Hastalıklarındandır
Nass’larda
Vârid Olmuş Lafızları Kullanmak
Tahâvî’nin;
"Altı Cihet O’nu Kuşatamaz" Sözünden Maksat:
Hadis’lere
Göre Havz’ın Nitelikleri
Dünyada Peygamber’den ve Başkalarından Şefaat
İstemenin Hükmü
Allah’tan
Başkası Adına Yemin Caiz Değildir
Allah
Nezdinde Şefaat, İnsanlar Nezdindeki Şefaatten Farklıdır
Yüce
Allah’ın Adem ve Zürriyetinden Aldığı Mîsak Söz:
Allah
Cennet'lik ve Cehennem’likleri Ezelden Beri Bilir
Ehl-i
Sünnet Ve’l-Cemaat’in Kader Görüşü
Yapılması
İstenen Şey (Murad) İki Türlüdür: Bizatihî Murad ve Liğayrihî Murad
İlahi
Takdir ve Kaza’dan Razı Olunan ve Olunmayan
Kader
Hususunda Söz Söylemekte Aşırıya Kaçmak
Dinin
Bozulmasının Sebebi Şüpheler ve Arzulardır
Ubudiyyetin
ve İman’ın Esası Teslimiyettir
Kitab’ın
Hükmünü Reddedenin Küfründe Şüphe Yoktur
Levh-i
Mahfuz’a ve Kalem’e İman Etmek
Kıyamete
Kadar Olacaklar Kalem’le Yazılmış ve Bitmiştir
Herşey
Bir Kader İle Olduğuna Göre Yalnız Allah’tan Korkmalı
Sebebleri
Yerine Getirmek Tevekküle Aykırı Değildir
Yüce
Allah’ın Kâinata Dair Bilgisi Onların Yaratılmasından Öncedir
Kader’e
İman, Tevhid’in ve Allah’ın Rububiyetini Kabul Etmenin Bir Gereğidir
Kader’in
İhtiva Ettiği Esaslar
Kalbin
Hayat Bulması ve Hastalanması
En
Faydalı Gıda İman, En Faydalı İlaç Kur’ân
Yüce
Allah’ın Fevkıyyetini Ortaya Koyan Çeşitli Nass’lar
Selef’in
Uluvv (Yukarda Oluş) Sıfatının Kabulünü Ortaya Koyan Bazı Sözleri
Yüce
Allah’ın Yukarda Oluşunun (Uluvv) Aklî Delilleri
Allah’ın
Yüceliğinin Fıtrat İle İsbatı
İmam Kadı Ali b. Ali b.
Muhammed b. Ebi’l-İzz ed-Dımeşkî el-Hanefî
Çeviri:
M. Beşir ERYARSOY
Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla
Hamd Allah’a mahsustur. Bu şerhi bu şekilde
okuyucuya sunarken sayın Dr. Abdullah b. Abdilmuhsin et-Türkî ile Şuayb
el-Arnaût tarafından tahkikli neşri yapılmış baskıyı esas aldık. Ayrıca sayın
muhakkık’ların koydukları notlardan ve başlıklardan da yararlandık.
Şarih’in ifadeleri ve lafızları eksiksiz bir şekilde
dikkatle korunmuş olmakla birlikte, okuyucunun konuyu yeterli bir şekilde
izlemesini olumsuz olarak etkileyebilecek ve ihtiyaç duyurmayacak türden
tekrarlar ve geniş açıklamalar ile şarih’in asıl metinde izlediği yönteminin dışında
kalan karşılıklı tartışmalarda ortaya konulan bir takım deliller ile bazı zayıf
hadisler kaydedilmemiştir.
Yüce Allah’tan bu şerhin aslını faydalı kıldığı
gibi bizim hazırladığımız bu şeklini de faydalı kılmasını niyaz ederiz.
Allah, Efendimiz Peygamberimiz Muhammed’e, onun
aile halkına ve ashabına salât ve selam eylesin.
Salih b. Abdurrahman el-Husayyin
Elinizdeki şerhin müellifinden önce de, sonra da
Hanefî mezhebine mensup bir çok ilim adamı Tahâvî
Akidesi’ni şerhetmiştir.
Bu akideye şerh yazanların bazıları:
1- İsmail b. İbrahim b.
Ahmed eş-Şeybânî. Basra, 14 Rebiu’l-Ahir 504 tarihinde doğmuş, 9 Cumade’l-u’lâ
629 Çarşamba günü vefat etmiştir.
2- Necmu’d-Dîn Menkûbars
b. Yalınkılıç Abdullah et-Türkî. Vefatı, 652 Hicri. Yazdığı şerhe
"en-Nuru’l-Lâmi’ ve’l-Burhanu’s-Sati’ " adını vermiştir.
3- Türkistan’lı ve
Türkistan’daki bir şehir olan Tiraz’dan Hibetullah b. Ahmed b. Mualla b. Mahmud
Şücaûddin et-Türkistanî el-Hanefî. 733 h. yılında vefat etmiştir.
4- İbn es-Serrac diye
bilinen Mahmud b. Ahmed b. Mes’ûd el-Konevî ed-Dımeşkî el-Hanefî. Dımeşk’da 771
h. yılında vefat etmiştir. Keşfu’z-Zunûn
müellifinin dediğine göre müellifi bu şerhine: “el-Kalâid fi Şerhi’l-Akâid"
adını vermiştir.
5- Siracu’d-Din Umer b. İshak
el-Hindî el-⁄aznevî el-Hanefî. 773 h. yılında vefat etmiştir.
6- Muhammed b. Muhammed b.
Mahmud Ekmelu’d-Din el-Bâbertî el-Hanefî. 786 h. yılında vefat etmiştir.
7- Hanefî mezhebine mensup
Fakih Molla Ebu Abdillah Mahmud b. Muhammed b. Ebi İshak el-Kustantinî. Hacı
Halife’nin Keşfu’z-Zunûn’da belirttiğine göre bu şerhi 916 h. yılında bitirmiştir.
8- Hanefî mezhebine mensup
Akhisarlı Kâfî Hasen Efendi. 1025 h. yılında vefat etmiştir. Bu şerhine "Nuru’l-Yakîn fî Usuli’d-Din" adını
vermiş olup, bunu Estergon Kal’ası’nın 1014 h. yılında muhasarası esnasında
tamamlamıştır.
9- Müellifi bilinmeyen ve
Seyfu’d-Din en-Nasırî’nin isteği üzerine yazılmış bir şerh. Bu şerh Cota
(Gota)da 665, el-Mekteb el-Hindî, 1/4569’da kayıtlıdır.
10- İbn bint el-Himyerî
diye bilinen Hanefî Muhammed b. Ebî Bekr el-⁄azzî’nin "Şerhu Akaidi’t Tahâvî" adını
verdiği ve 881 h. yılında tamamladığı şerh.
11- el-Meydanî diye meşhur
hanefî mezhebine mensup İmam Allame Fakih eş-Şeyh Abdu’l-⁄anî b. Talib b.
Hammade el-⁄uneymî ed-Dımeşkî’nin yazdığı şerh. 1298 h. tarihinde vefat
etmiştir.
İmam Ebu Câ’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme b.
Seleme b. Abdi’l-Melik el-Ezdî el-Hacrî el-Mısrî et-Tahâvî’dir. Tahâvî, Mısır’da
Saîd bölgesindeki kasabalardan Tahâ’ya nisbettir.
Öğrencisi olan İbn Yunus’un rivayetine göre -ki
doğrusu da budur- 239 h. yılında doğmuştur. 321 h. yılında vefat ettiği
üzerinde de görüş birliği vardır. Yalnız İbnu’l-Nedîm onun vefat tarihini 322
h. olarak vermektedir.
İmam Tahâvî bir ilim ve fazilet yuvasında yetişmiştir.
Babası ilim ehli, şiir ve rivayeti hususlarında bilgi sahibi bir kişi idi.
Annesi İmam Şafiî’nin ders halkalarına katılan Şafiî’nin mezheb alimleri arasında
sayılır. Dayısı ise İmam Şafiî’nin yakın arkadaşları arasında en fakih ve onun
ilmini neşreden İmam el-Müzenî’dir. Hadis eserleri sahiplerinden hafız
imamlarla ve onların tabakalarında yaşayanlar ile çağdaştır. Bazıları ile aynı
senetlerle, aynı rivayetleri ortak olarak kaydetmiştir.
Yirmi yaşına vardığında ilk görüşlerini
terkederek fıkıh’ta Ebu Hanife’nin usulüne yöneldi. Onun bu yönelişinde bir takım
sebebler rol oynamıştır:
1- Dayısı Ebu Hanife’nin
kitaplarını çokça mütalaa ettiğini, onları çokça incelediğini ve bu kitaplardan
etkilendiğini görürdü. Muhammed b. Ahmed eş-Şerûtî kendisine, niçin dayının
mezhebine muhalefet ederek Ebu Hanife’nin mezhebini tercih ettin, diye sorunca şu
cevabı vermiş: Çünkü ben dayımın Ebu Hanife’nin kitaplarını uzun uzun tetkik
ettiğini görüyordum. Bundan dolayı ben de o mezhebe geçtim.
2- İmam Şafiî’nin ileri
gelen arkadaşları ile Ebu Hanife mezhebine mensup ilim adamları arasında
kendisinin gözü önünde cereyan eden ve kendisinin doğrudan duyup, işittiği ilmî
tartışmalar.
3- Her iki mezhebe dair
yazılmış eserler ve bunların her birisinde hakkında ihtilâfa düşülmüş
meselelerde diğerlerinin görüşlerinin reddedilmesi. el-Müzenî "el-Muhtasar" adlı eserini
telif etmiş ve bir çok meselede Ebu Hanife’nin görüşlerini reddetmiştir. Bunun
üzerine Kadı Bekkâr b. Kuteybe ortaya çıkarak onun görüşlerini reddeden bir
kitap telif etmiştir.
4- Mısır ve Şam diyarına
-Kadı Bekkâr b. Kuteybe, İbn Ebi İmran ve Ebu Hazim gibi- kadılık görevini ifa
etmek üzere gelen Ebu Hanife mezhebine mensup ilim adamları.
İşte bütün bunlarla birlikte onun sahip olduğu fıtrî
istidadı, çeşitli alanlar ile ilgili ilmî birikimleri ve içtihad mertebesine
ulaşmak arzusu, onu her iki mezhebi derinlemesine incelemeye, bu iki mezheb
arasında karşılaştırmalar yapmaya ve içtihadı ile ulaştığı görüşü tercih edip
ona mensub olarak onu savunmaya itmiştir.
Ebu Ca’fer’in bir mezhebten diğerine geçişinde
garip kaçacak yahut reddedilmeyi gerektirecek bir husus yoktur. Kendisinden
önce yahut kendi çağdaşlarından bir çok ilim adamı bir mezhebten bir diğer
mezhebe geçmiş ve çağdaşları olan ilim adamlarından kimse onlara tepki
göstermemiştir. Mesela İmam Şafiî’nin Mısır’daki yakın arkadaşlarının bir çoğu İmam
Malîk’e tabi kimseler idi. Bunların arasında Tahâvî’nin hocaları da vardır.
Çünkü onların bu şekildeki davranmaları taassub, taklid veya ilmî bakımdan
gereksiz bir yarışmaya girmekten kaynaklanmıyordu. Onlar bu işi delile, kanaat
getirmeğe ve konuyu iyiden iyiye basiretle incelemeye bağlı olarak ve burdan
hareketle yapıyorlardı.
İbn Zûlâk dedi ki: Ben Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi
Ca’fer et-Tahâvî’yi şöyle derken dinledim: Babamı -Ebu Ubeyd b. Harbeveyhi’nin
faziletini ve ne kadar fakih olduğunu söz konusu ederek- şöyle derken dinledim:
Çeşitli meselelerle benimle müzakere ederdi. Bir mesele hususunda bir gün
kendisine cevap verdim. Bana Ebu Hanife’nin görüşü bu değildir, dedi. Ben de
ona şöyle dedim: Ey kadı! Ebu Hanife’nin söylediği herşeyi ben de kabul edip
söyleyecek miyim? O da bana: Ben senin sadece bir mukallit olduğunu
zannederdim. Bunun üzerine ona şöyle dedim: Peki, mutaassıp bir kimseden başkası
körü körüne taklid eder mi? O bana: Yahut ta ahmak bir kimseden, dedi.
Bu sözler Mısır’da büyük bir hızla yayıldı ve
bir darb-ı mesel haline geldi, insanlar da bunu ezberledi.
İbn Asakir "Tarih"inde
(VII, 368) naklettiğine göre İbn Yunus şöyle demiştir: "(Tahâvî)
Güvenilir, rivayeti sağlam, fakih, oldukça akıllı ve geriye benzerini bırakmamış
bir kişidir."
İbn Hacer
"el-Lisan" (I, 276)de naklettiğine göre Mesleme b. el-Kasım
"es-Sıla" adlı eserinde şöyle demiştir: "Güvenilir, sağlam,
oldukça değerli, fakih, ilim adamlarının farklı görüşlerini iyi bilen, tasnifi
basiretli bir kimseydi."
İbnu’n-Nedim
"el-Fihrist" (260)de: "O ilim ve zühdü itibariyle zamanında
eşsizdi."
"el-Cevahiru’l-Mudiyye"de belirtildiği gibi İbn
Abdi’l-Berr şöyle demiştir: "Kûfe’lilerin siyretini, haberlerini ve fıkıhlarını,
insanlar arasında en iyi bilmekle birlikte, bütün fukahânın görüşleri hakkında
da bilgili idi."
İmam es-Sem’anî de "el-Ensâb" adlı eserinde (VIII, 218) şöyle demektedir:
"İmamdı, güvenilir ve sağlam bir kimseydi. Fakih ve alimdi. Geriye
kendisine benzer kimse bırakmadı."
İbnu’l-Cevzî "el-Muntazam"
adlı eserinde (VI, 250) şöyle demektedir: "Oldukça sağlam, kavrayışlı,
fakih ve akıllı bir kimse idi." Torunu da aynı şeyleri söylemiş ve şunları
ilave etmiştir: "Fazileti, doğruluğu, zahidliği ve veraı ittifakla kabul
edilmiştir."
İbnu’l-Esîr de "el-Lubâb" adlı eserinde (II, 276) şunları söylemektedir:
"O imamdı, hanefî mezhebine mensub fakihdi. Güvenilir ve rivayeti sağlam
bir kişiydi."
İmam ez-Zehebî "Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ" (XV, 27)de şunları
söylemektedir: "İmam, allame, büyük hafız, Mısır diyarının muhaddisi ve
fakihi..." Daha sonra şunları söylemektedir: "Bu imamın te’liflerini
tetkik eden bir kimse onun ilimdeki mevkiini ve bilgilerinin genişliğini çok
iyi anlar."
"Büyük
Tarih"inde
(Tarihu’l-İslam) otuzüçüncü tabakada (kilerden söz ederken) şunları
söylemektedir: "Fakih, muhaddis, hafız, ileri gelen bir kimse idi.
Güvenilir, sağlam bir ravi, fakih ve akıllı idi." "Tezkiratu’l-Huffaz" adlı eserinde de (s. 808)de onun
biyografisini kaydetmiştir.
es-Safdî
"el-Vafî bi’l-Vefeyât" (IIV, 9)da şunları söylemektedir:
"Güvenilir, üstün, fakih ve akıllı birisiydi. Kendisinden sonra kendisi
gibi birisini bırakmadı."
el-Yafi’î de şöyle demektedir: "Fıkıh ve
hadiste oldukça ileri dereceye ulaşmış, çok faydalı eserler tasnif etmiştir."
İbn Kesir de "el-Bidaye"de
(XI, 186) şunları söylemektedir: "Hanefî mezhebine mensup fakihtir. Çok
faydalı eserlerin müellifidir. Güvenilir ve sağlam ravilerden ve ileri gelen
hadis hafızlarından birisidir."
Suyûtî "Tabakatu’l-Huffaz"da
(s. 337) şunları söylemektedir: "İmam, büyük ilim adamı, hafız ve
harkûlade tasniflerin sahibi... güvenilir, oldukça sağlam ve fakih birisi idi.
Kendisinden sonra (benzerini) bırakmadı."
ed-Davudî "Tabakatu’l-Müfessirîn"de
(I, 74) şunları söylemektedir: "İmam, büyük alim ve hafız..."
Mahmud b. Süleyman el-Kefevî "Tabakat"ında, -el-Leknevî’nin "el-Feraidu’l-Behiyye"de (s.
31) naklettiğine göre- şunları söylemiştir: "Oldukça üstün değerli bir
imamdı, şöhreti her tarafa yayılmıştı. Onun güzel anısı sahifeler arasında
dopdoludur. Hadislerde ve haberler bilgisi hususunda imamdı... Oldukça üstün değerli
ve itibarlı eserleri vardır."
Tahâvî akide, tefsir, hadis, fıkıh, şurût (şartlar)
ve tarihe dair pek çeşitli eserler telif etmiştir. Bunlar oldukça güzel, köklü
ve son derece faydalı eserlerdir.
Tarihçiler onun otuz dolaylarında yazmış olduğu
kitabını kaydetmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Şerhu Meâni’l-Âsâr.
2- Şerhu Muşkili’l-Âsâr.
3- Hanefî fıkhına dair
Muhtasaru’t-Tahâvî.
4- Sünenu’ş-Şafiî. Tahâvî
bu eserinde (252 h. yılında) dayısından, onun da Şafiî’den dinlediklerini bir
araya getirmiştir.
5- el-Akidetu’t-Tahâviyye.
Elinizdeki şerhin esas metnini teşkil etmektedir. Oldukça yaygın bir ünü vardır.
Farklı mezheblerine rağmen ehl-i sünnet tarafından kabul görmüş, beğeni ile karşılanmış
ve onu şerh edip açıklamışlardır.
6- eş-Şurutû’s-Sağîr.
İmam Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Mısır’da
perşembe gecesine rastlayan Zülkade 321’de vefat etmiş ve el-Karâfe’deki
Benu’l-Eş’as mezarlığında defnedilmiştir.
İmam, büyük ilim adamı Sadru’d-Din Ebu’l-Hasen
Ali b. Alai’d-Din Ali b. Şemsi’d-Din Ebu Abdillah Muhammed b. Şerefi’d-Din
Ebu’l-Berekât Muhammed b. İzzi’d-Din Ebi’l-İzz Salih b. Ebi’l-İzz b. Vuheyb b.
Atâ b. Cubeyr b. Cabir b. Vehb’dir. Aslı Ezraî’dir. Hanefî mezhebine mensup Dımeşk’lı
ve Salihî(ye)lidir. "İbn Ebi’l-İzz" diye bilinir.
Biyografik eserler onun 22 Zü’l-Hicce 731 yılında
doğduğunu ittifakla kabul etmektedir.
Şarih oldukça ünlü, ilim ve önderlik alanında
üstün şanı bulunan bir aileye mensubtur. Bu aile başından beri Dımeşk’de Hanefî
mezhebinin önderliğini yapmakla bilinegelmiştir. Bu aileden yetişen ilim
adamları ders, kaza ve fetvâ makamlarını işgal edegelmişlerdir.
1- Babası Kadı Alau’d-Din
Ali b. Ebi’l-İzz el-Hanefî olup, 746 h. yılında vefat etmiştir.
2- Dedesi Kadı Şemsu’d-Din
Ebu Abdi’llah Muhammed b. Muhammed b. Ebi’l-İzz olup Hanefî mezhebine mensup
ileri gelen ilim adamlarından, önderlerinden ve bir çok ilim dalında oldukça
üstün bir seviyeye gelmiş olanlarındandır.
3- Dedesinin babası
Muhammed b. Ebi’l-İzz Salih b. Ebi’l-İzz olup Dımaşk’de 723 h. yılında vefat
etmiştir.
İşte İbn Ebi’l-İzz böyle bir ilmi ailede, ilim
tahsili ve tedrisinin oluşturduğu böyle bir ortamda yetişmiştir. Bundan dolayı
yüce Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu fıtrî istidad, bilgiye aşırı düşkünlük,
susamışlık, oldukça parlak bir zihin ile birlikte, bunların onun ilim ve bilgi
noktasında pek büyük bir dereceye ulaşmasında oldukça katkısı olmuştur. Sahib
olduğu bu konumu dolayısıyla ders vermiş, hatiplik yapmış, eserler te’lif etmiştir.
Bilgi bakımından kemal derecesine ulaşmamış, yüksek bir mevkiye gelmemiş ve aklı
da bu konuda gereken eğitimden geçmemiş kimselerin asla ulaşamadığı ilmî makam
ve mevkileri üstlenmiştir.
Babası hanefî mezhebine mensub olduğundan dolayı
hiç şüphesiz kendisi de hanefî mezhebini dikkatli bir şekilde okuyup incelemiş,
meselelerini ortaya çıkarmış ve insanlar arasında bu konuda oldukça özel bir
konuma ulaşmış olmalıdır. Onun Dımeşk ve Mısır’da hanefî mezhebi kadılığı
görevini üstlenmiş olması bu kanaati pekiştirmektedir.
Şarih -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- bütün fertleri Ebu Hanife mezhebine mensub ve büyük
çoğunluğu da bu mezhebin hakimliğini yapmış bir aile ortamında yetişmiştir. Bu
mezhebi babasından oldukça dikkatli bir şekilde ders olarak okumuştur ve bu da
ona bu mezhebte kadılık görevini üstlenme ehliyetini kazandırmıştır. Ayrıca bu
eğitim onu bu mezhebin tedris edilmesi için vakfedilmiş medreselerde ders verme
ehliyetine de sahip kılmıştır. Ancak o -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- yüce Allah’ın tevfîki ile daha sonra da sahip olduğu
fıtrî istidad ve bilgiye susamışlığı, ilim ehli kimselerin mezheb ve görüşlerine
dair geniş bilgisi ve bunları tam anlamıyla kuşatmış olması ile bunlar arasında
karşılaştırma yapabilmekteki üstün kudreti sayesinde taklit boyunduruğundan
kurtulabilmiş ve çeşitli görüşler ve mezheb kanaatleri arasında delilinin
güçlülüğü ve karşıt delil ortaya konulamadığı için doğru olduğunu açıkça tesbit
ettiği görüş ve mezhebleri tercih edebilmiştir. İsterse bu kendisinin bağlı
bulunduğu mezhebin görüşüne muhalif olsun.
"el-İttibâ’" adlı risalesinde (s. 88) şunları
söylemektedir: "Faydalı ilim talep edenin görevi şu ki: Allah’ın Kitabını
iyice bellesin ve üzerinde iyice düşünsün. Aynı şekilde sünnetten de kendisi
için mümkün olanı bellesin. Bundan kana kana içsin, doyasıya öğrensin. Bununla
birlikte konuşmasını düzeltecek kadarıyla Kitap ve Sünneti, selef-i salihin
bunların manaları ile ilgili sözlerini kavramasına yardımcı olacak kadar dil ve
nahiv öğrensin. Sonra da Ashab-ı Kiram’dan başlayarak ve daha sonra herhangi
bir özelleştirme söz konusu olmaksızın kendisi için mümkün olan, onlardan sonra
gelen ilim adamlarının görüşlerini tetkik etsin. Eğer icma ile kabul ettikleri
bir görüş varsa, onu bırakıp başka bir görüşe yönelmesin. Anlaşmazlığa düştükleri
bir husus varsa, o takdirde herhangi bir hevâ, heves ve taassub söz konusu
olmadan delillerini incelesin. Bundan sonra ise artık Allah kime hidayet vermişse
işte doğruyu bulan odur, kimi saptırmışsa da sen onu doğruya iletecek bir dost
bulduğunu göremezsin."
Onun görüşüne göre çağında müslümanların içine
düştükleri tefrikanın, ayrılıkların ve zayıflığın sebebi mezhebî taassuptur.
Belli bir mezhebe mensup olanların herbirisinin bu mezhebin daha hak olduğuna
inanması, diğer mezhebler arasında bütün fer’î görüşlerde bunun taklid edilmesi
gerektiği kanaatini taşımasıdır.
Onun kanaatine göre bu görüş ayrılığını genişleten
diğer bir etken de, bunu sürdüren ve devam ettiren medreseler ve vakıflar
yapanların, vakıf şartnamelerindeki ifadeleridir. Bu vakfın sahipleri, bu
medreselerin filan kimselere, diğer medresenin de filan kesime vakfedilmesini şart
koşmaları üzerine herbir kesim kendi kabul ettiği kanaate sıkı sıkıya yapışmış
ve başkasından yüz çevirmiştir. Bundaki maksat ise böyle bir vakıftan
(gelirlerinden) mahrum olmamaktır. Ayrıca buna, bu gibi şartların ve
benzerlerinin sahih olup olmaması şüphesini de, bir de vakfedenin şartının şarî’in
nassı gibi olduğu görüşünü de eklemek lazım. Şüphe ile arzu bir araya gelince
artık hastalık daha bir kök saldı.
Üstelik bazı vakfediciler cahildir. Onların
herbirisinin tayin ve tesbit ettikleri bu kesimi tayin etmeye iten, sadece o
taife ve o taifenin imamı lehine duydukları taassubtan ibarettir.
Onların asıl maksatları doğrudur, bu da şeriat
ilimlerinin canlandırılmasıdır. Bundan dolayı onların yaptıkları vakfın ilim
adamlarına tahsis edilmesi doğru fakat bunu o ilim adamları arasından filan
taifeye tahsis etmeleri ise batıldır. Çünkü yapılması gereken vakfedenlerin koştukları
şartların şeriat ölçüsüne vurulmasıdır. Bu ölçüye uygun olan görüş kabul
edilir, aksi takdirde reddedilir. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Bir takım
kimselere ne oluyor ki Allah’ın Kitabında yer almayan şartlar koşuyorlar.
Allah’ın Kitabında yer almayan herbir şart -yüz tane olsa dahi- bâtıldır."
Yine onun görüşüne göre bu ayrılık ve tefrikanın
iyice yerleşmesinin sebeblerinden birisi de her mezhebe mensub ayrı bir hakimin
görevlendirilmesidir. Bundan dolayı bir çok haklar kaybolmuştur. Onun görüşüne
göre kesinlikle başka bir görüş kabul etmemek şartıyla muayyen bir imamın görüşü
ile amel etmekle her zaman insanların menfaatleri gerçekleştirilemez. Onların
ayrılığa düştüklerinin görülmesi esnasında tefrikaya düşmelerinin yasaklanması
bu ayrılıkları sürdürmelerine göz yummaktan daha iyi idi. Onları ayrılık
üzerinde ısrar etmeye iten hususları işlemelerinin engellenmesi daha uygundu.
Böyle bir ayrılık yani herbir taifeye (mezheb mensublarına) bağlı bir hakimin
tayin edilmesi İslâm’ın ilk dönemlerinde yoktu. Bu el-Melik ez-Zahir Baybars
döneminde 664 yılında ortaya çıkmış bir iştir.
Yine Beyt-i Haram’ın yanında, Şam’daki Emevi
Camiinde ve diğer mescitlerde düzenli ve muayyen birer imam tayin edip herbir
imamın, dışına çıkmamak üzere belli şekillerde namaz kılmaya bağlılığı da bu
tefrikanın etkenlerinden ve daha da artmasının sebeblerindendir. Halbuki
cemaatin ve birliğin sağlanması için namaza aykırı fiillerle birlikte korku
namazı kılmak meşru bir iştir. Korku namazının meşru oluşu, herbir mescitte
birden fazla imam tayin etme işlemini durdurmak için yeterli bir delildir.
Özetle: onun görüşüne göre ümmetin yapısını zayıf
düşüren, yıkım ile karşı karşıya getiren tefrika sebebleri arasında
gördüklerini özetle sıralayacak olursak; bu sebebler mezhep taassubu, ayrı ayrı
her mezheb için medreseler inşa etmek, dört mezhebe göre ayrı ayrı hakimler
görevlendirmek, herbir mescitte herbir mezhebe ayrı imam ihdas etmek.
Şarih’in hayatı ilim alanında ve ilme hizmette
oldukça güzel sonuçlar vermiş, pekçok gayretlerle dolup taşmıştır: Bu meyanda
ders vermiş, okutmuş, kitap te’lif etmiştir. Biyografik eserler ışığında yaptıklarını
aşağıdaki şekilde özetlememiz mümkündür:
1- Kaymaziyye medresesinde
748 h. yılında hocalık. O sırada henüz onyedi yaşından fazla değildi. Bu
medrese hanefî mezhebine aitti.
2- Rükniyye medresesinde
hocalık görevi. (777 h.) Bu da hanefîlere ait bir medresedir.
3- Hanefî Kadı el-Humam’ın
vefatından sonra el-Aziyye el-Berrâniyye’de 784 h. yılı Rebiu’l-Âhir ayında
ders vermeye başladı.
4- Yine hanefî mezhebine
göre ders veren medreselerden birisi olan el-Cevheriyye’de de ders verip hocalık
yapmıştır.
Büyük bir ihtimalle şarih, vakfedicinin hem hanefî
mezhebine mensup hem de onların dışında kalan değişik ilim talebelerine
vakfetmiş olduğu el-⁄azziyye Medresesi dışında hanefî mezhebine has olan
bu medreselerde sadece hanefî mezhebini tedris etmekle kalmamıştır. Çünkü o -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- eğer Şeriat
koyucu’nun nasslarına muhalefet varsa vakfedenin şartnamesinde koşmuş olduğu şartlara
bağlı kalmanın vacip olduğu görüşünde değildi. Onun görüşüne göre muayyen bir
kesime vakfetmek ve vakfı münhasıran onlara ayırmak birçok bakımdan tutarsız idi:
a- Evvela bu, insanlar arasında tefrikanın daha
bir yerleşip kök salmasının etkenlerindendir.
b- Bu medreselerde ders verme görevini üstlenen
hocalar bu medreselerin kendisi için vakfedildiği mezhebi öğretmek ile sınırlı
kalıyorlar. Bu ise onun bu mezhebin delillerini derinlemesine inceleyip, bu
mezheb lehine taassub göstermesine, bu mezhebin düşmüş olduğu hataları tenkide
dayanamayan zayıf deliller ile savunmasına iter.
c- Böyle bir medresede tedris edilen fıkhı ders
alan öğrenciler de bu hoş olmayan taassubu güçlendirir ve onlarda tenkid, karşılaştırma
ve tercih melekesini zayıflatır, hayatları boyunca mukallit kalırlar.
O bakımdan onun ders verirken ele aldığı çeşitli
meseleler hakkında imamların görüşlerini enine boyuna ele almış olması,
delillerini, gerekçelerini ortaya koyup bunlar arasında gerekli mukayeseyi yapmış
olması sonra da delili daha kuvvetli ve nassa daha uygun olanı tercih etmeye
yönelmiş olması ihtimali uzak değildir. Bundan maksadı ise öğrencilerini taklid
mertebesinden, ittibâ’ mertebesine taşıyacak ve böylelikle bağımsız bir kişilik
sahibi olmalarını sağlayacak sağlıklı fıkıh
bilgisi edinme melekesini geliştirmek istiyordu.
5- İnsanların İslâmî kültürlerini geliştirmek,
kamuoyunu uyanık tutmak, sağlıklı bir şekilde kamuoyunu yönlendirmekte hatipliğin
önemli bir rolü olduğundan dolayı şarih el-Efram Camii hatipliğini de üstlenmişti.
6- Aynı şekilde el-Belka bölgesinin stratejik
yeri olan Husbân’da da hatiplik görevini üstlenmişti.
7- Muharrem 777 h. tarihinde Mısır hakimliğine
tayin edilen amcasının oğlu Necmu’d-Din’in yerine vekâleten Dımaşk’ta 776 h. yılının
sonlarında hanefî mezhebi hakimliği görevini üstlenmiştir. Daha sonra
Necmu’d-Din yüz gün görev akabinde hakimlikten affedilmeyi istedi ve Dımaşk’a
nakledildi. Onun yerine Mısır’daki hanefî mezhebi kadılığını şarih bu yılın
Cumade’l-Ahire yılında üstlendi. İki yıl kadar hakimlik yaptıktan sonra
affedilmeyi istedi ve istifası kabul edildi. Sonra da Dımaşk’a el-Kaymaziyye
ile el-Cevheriyye’deki görevlerine ve hatipliğe geri döndü.
Biyografik eserler onun birçok eserinden söz
etmektedir. Bunların bazıları:
1- Selef’in yöntemi üzere İslâm akidesine dair
incelikli ve derinlemesine incelemeler, oldukça güçlü ve mükemmel tahkikler
ihtiva eden bu nefis şerh.
2- et-Tenbih
alâ Müşkilâti’l-Hidâye. Bunu es-Sehavî ve başkaları zikretmiştir.
3-
Fıkhî
sorulara verilen cevapları ihtiva eden bir risâle.
Bu risalenin ilk sahifesinde şunlar yer almaktadır:
Bunlar muhalif mezhebe mensup kimseye namazda uymanın sahih olduğunu, cumayı
edâ ettikten sonra kılınan dört rek’atın hükmünü, elbiseye değen abdest suyunun
hükmünü ihtiva eden oldukça değerli ve incelikli bir takım notları ihtiva eden
bir risaledir. Bu risale büyük ilim adamı muhik (hak ehli) ve muhakkik Ali b.
Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Ebi’l-İzz el-Hanefî -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin te’lifidir. Gerçekten yazdıklarını
mükemmel ve güzel yazmıştır. Oldukça faydalı satırlarla maksadını dile getirmiştir.
4- en-Nuru’l-Lâmi’
fî mâ Yu’melu bihî fi’l-Camî’. Burada cami’den kasıt Emevî Cami’dir.
5- el-İttiba’.
İki defa basılmıştır. Birincisi Pakistan, Lahor’da 1401 h. yılında, ikincisi
Amman’da 1405 h. yılında. Bu çağdaşı Ekmelu’d-Din Muhammed b. Mahmud b. Ahmed
el-Hanefî (vefatı 786 h.)nin te’lif ettiği bir risaleye bir reddiyedir. Bu ilim
adamı yazdığı bu risalesinde Ebu Hanife -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- mezhebini taklid etme kanaatini tercih ediyor ve
bunu teşvik ediyordu. İbn Ebi’l-İzz ise sözü geçen bu risalede açıklanmaya
muhtaç bir takım yerler tesbit ettiğinden yasak kılınmış tefrikaya düşülür ve
helâke götüren hevâya tabi olunur korkusu ile bu açıklanması gerekli noktalara
dikkat çekmek istemişti.
Bu reddiyesinde tam anlamıyla tevfîk’a mazhar
olmuştur. O -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- ilmi bir yöntem izlemiştir. Onun izlediği bu yöntem tam anlamıyla
edeble hareket ettiğini, delilinin kuvvetli olduğunu, ufkunun genişliğini,
yerilen taassubtan uzak olduğunu, kalpleri birleştirmeyi ve engelleri ortadan
kaldırmayı ısrarla arzu ettiğini ortaya koyan bir reddiyedir.
İmam büyük ilim adamı Sadru’d-Din Ali b. Ebi
Ca’fer, Zülka’de 792 h. yılında vefat etti ve Sefh Kasyun’da defnedildi. Yüce
Allah ona bol bol rahmet eylesin.
(Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.)
Hamd Allah’a mahsustur, O’ndan yardım diler,
O’ndan mağfiret isteriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin
kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz.
O’nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.
Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilâh
yoktur. O, bir ve tektir, O’nun hiçbir ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki
Efendimiz Muhammed O’nun kulu ve Rasûludur. Allah’ın pek çok salât ve selâmı
onun, aile halkının ve ashabının üzerine olsun.
Dinin esasları ilmi, ilimlerin en şereflisidir.
Çünkü herbir ilim dalının şerefi, konusunun şerefinden gelir. Bu ise fer’î
hükümlerin bilgisi demek olan fıkha nisbetle en büyük fıkıh (fıkh-ı ekber)dir.
Bundan dolayıdır ki İmam Ebu Hanife -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- dinin esasları ile ilgili ve bir kaç sahifede topladığı
görüşlerini "el-Fıkhu’l-Ekber"
diye adlandırmıştır.
Kulların buna ihtiyaçları herşeyden çoktur.
Hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek kadar buna zorunlu olarak muhtaçtırlar. Çünkü
kalpler rab’lerini, ma’budlarını ve kendilerini yoktan yaratıcılarını isim, sıfat
ve fiilleriyle tanımaksızın hayat bulamazlar. Bütün bunlarla birlikte kalplerin
herşeyden çok onu sevmeleri gerekir ve bütün gayretleri diğer yaratıklar bir
tarafa, sadece O’na kendilerini yakınlaştırmaya yönelik olmalıdır.
Akılların kendi başlarına bunları etraflı bir şekilde
bilip, idrâk etmeleri imkânsız bir şeydir. Bundan dolayı aziz ve rahim olan
Allah, rahmetinin gereği olarak kendisini tanıtan, yoluna çağıran, çağrılarını
kabul edenleri müjdeleyen, kendilerine muhalefet edenleri korkutup uyaran
peygamberler göndermiş; onların davetinin anahtarını, risaletlerinin özünü, şanı
yüce ma’bûdu isim, sıfat ve fiilleriyle tanımak olarak tesbit etmiştir. Zira
risaletin başından sonuna kadar bütün gerekleri bu bilgi üzerine bina edilir.
Sonra bunun arkasından iki önemli esas gelir:
Birincisi
kendisine ulaştıran
yolun tanımıdır. Bu da emir ve yasaklarını ihtiva eden şeriatidir.
İkincisi
kendisine ulaşmalarından
sonra bu yolu izleyenlere verilecek olan ebedî nimetleri bildirmektir.
Buna göre insanlar arasında Allah’ı en iyi tanıyanlar
kendisine ulaştıran yola en çok uyan ve huzuruna varacakları vakit O’nun yolunu
izleyenlerin durumunun ne olacağını en iyi bilen kimselerdir. İşte bundan dolayı
yüce Allah, Rasûlüne indirdiklerine "ruh" adını vermiştir. Çünkü
gerçek hayat buna bağlıdır. Diğer taraftan hidayet bulmak da O’na bağlı olduğundan
ötürü yine bu yolu "nur" diye adlandırmıştır. İşte yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"O
kavuşma günü (kıyamet) ile korkutmak için kendi emrinden ruhu kullarından
dilediği kimseye gönderendir." (el-Mu’min,
40/15);
"Sana da böylece
emrimizden bir ruh vahyettik. Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin,
fakat Biz onu kendisiyle kullarımızdan dilediğimizi hidayete ilettiğimiz bir
nur kıldık ve muhakkak ki sen dosdoğru yola iletirsin. Göklerde ne var, yerde
ne varsa kendisinin olan Allah’ın yoluna; şunu bilin ki bütün işler Allah’a
döner." (eş-Şûrâ, 42/52-53)
Buna göre rasûlün getirdikleri dışında hiçbir şeyde
"ruh" yoktur. Onun ile aydınlanmanın dışında da hiçbir yerde nur
bulunmaz.
O yine Yüce Allah’ın buyurduğu gibi şifanın da
ta kendisidir: "De ki: O, iman
edenler için bir hidayet ve bir şifâdır." (Fussilet, 41/44)
O halde o her ne kadar mutlak olarak bir hidayet
ve bir şifâ ise de bundan yararlananlar bizzat mü’minler oldukları için
özellikle onlar söz konusu edilmişlerdir.
Yüce Allah, Rasûlünü hidayet ile ve hak din ile
göndermiştir. Bundan dolayı onun getirdikleri dışında hiçbir şeyde hidayet
yoktur.
Şüphe yok ki herkesin Allah Rasûlünün
getirdiklerine genel ve icmalî olarak iman etmesi farzdır. Yine Allah Rasûlünün
getirdiklerini tafsilatı ile bilmenin farz-ı kifâye olduğunda da şüphe yoktur.
Çünkü bu, Allah’ın Rasûlü ile gönderdiklerini tebliği kapsamındadır. Kur’ân-ı
Kerîm’in üzerinde düşünmek, onu akledip kavrayıp anlamanın çerçevesi
içerisindedir. Kitabın ve hikmetin bilinmesi, zikrin korunması, hayra çağırıp
iyiliği emrederek kötülükten alıkonulması, Yüce Rabbin yoluna hikmet ile güzel
öğüt ile davet edilmesi, en güzel yol hangisi ise onunla mücadele edilmesi
kapsamı içerisindedir. O bakımdan o (tafsilî iman) onlara kifâye yoluyla farzdır.
Muayyen olarak herbirerlerine farz olana
gelince; bu onların güçlerinin, ihtiyaçlarının, bilgilerinin, tek tek yerine
getirmekle emrolundukları şeylerin çeşitliliği kadar çeşitlilik arzeder. İlmin
az bir bölümünü dahi dinlemekten âciz olan yahut ta onun inceliklerini
kavrayamayan kimselere, elbetteki bunlara gücü yeten kimselere farz olan şeyler
farz değildir.
Nassları duymuş ve bunları kavramış kimselere
vacib olan şeyler, nasları duymamış kimselere vacib değildir. Müftü, muhaddis
ve hakim olmayan kimselere vacib (farz) olmayan şeyler bu konumda olan
kimselere vacibtir.
Şu husus bilinmeli ki, bu konuda genel olarak
sapıtanlar yahut bu hususta hakkı bilmekten acze düşenlerin bu hallerinin
sebebi, Rasûlün getirdiklerine tabi olmakta kusurlu hareket etmeleri ve bu yolu
bilmeye ulaştıran dikkatli düşünmeyi ve istidlali terketmeleridir. Böyleleri
Allah’ın Kitabından yüz çevirdiklerinden sapıtmışlardır. Nitekim o şöyle
buyurmaktadır:
"Benden size bir
hidayet geldiğinde kim Benim hidayetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht
olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır
ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.
"Der
ki: Rabbim niçin beni kör haşrettin, halbuki ben görüyordum."
"Buyurur
ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun; bu günde sen
böylece unutulursun."
(Tâhâ, 20/123-126)
İbn Abbas -Radıyallahu
anh- dedi ki: Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup, içindekiler gereğince
amel eden kimselere dünya hayatında sapıtmamayı, âhiret hayatında da bedbaht
olmamayı garantilemiştir. Daha sonra da bu âyet-i kerîme’yi okumuştur.
Nitekim Tirmizî ve başkaları tarafından
kaydedilen Ali -Radıyallahu anh-
yoluyla gelen hadiste de böyledir. Buna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Pek yakında
bir takım fitneler baş gösterecektir." Ben: Bunlardan kurtuluş yolu nedir?
Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Şöyle buyurdu: "Allah’ın Kitabı. Onda sizden
öncekilerin bilgisi, sonrakilerin haberi, aranızdaki (anlaşmazlık)ların hükmü
vardır. O hakkı batıldan ayırandır, o bir şaka, bir eğlence değildir. Herhangi
bir zorba (zorbalıktan dolayı) onu terkedecek olursa Allah belini kırar. Kim
ondan başkasında hidayet ararsa, Allah o kimseyi saptırır. O, Allah’ın kopması
mümkün olmayan ipidir. O hikmet dolu zikir (öğüt)dir. O, dosdoğru yoldur. O,
hevâların saptırmadığı, dillerin kendisi ile karışmadığı, hayret verici şeyleri
bitip tükenmeyen bir kitaptır. İlim adamları ondan doymaz. Ona dayanarak söz
söyleyen doğru söyler, gereğince amel eden mükafat kazanır. Ona göre hükmeden
adalet yapar, ona davet edip çağıran dosdoğru yola iletilmiş olur."[1]
Ve buna benzer manaları ifade eden daha bir çok
âyet ve hadis-i şerif bu hususu dile getirmektedir.
Yüce Allah öncekilerden de, sonrakilerden de
rasûlleri vasıtası ile teşrî buyurmuş olduğu dinine uygun olmayan, din diye
kabul edip izledikleri hiçbir yolu kabul etmeyecektir.
Yüce Allah şu buyrukları ile göndermiş olduğu
peygamberler dışında, kulların kendisini nitelendirdikleri her türlü nitelikten
kendini tenzih etmiş bulunuyor:
"İzzet
sahibi olan Rabbim onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş
peygamberlere selâm olsun, âlemlerin Rabbi Allah’a da hamd olsun." (es-Saffat, 37/180-182) Yüce Allah kâfirlerin kendisini
nitelendirmelerinden, zatını tenzih ettikten sonra gönderdiği peygamberlere de
selâm olsun, diye buyurmuştur. Buna sebeb ise peygamberlerin kendisini
nitelendirirken ortaya koydukları nitelendirmelerinin her türlü eksiklik ve
kusurdan uzak olmasıdır. Arkasından da kemal derecesinde hamde layık olduğunu
ortaya koyan sıfatlara yalnızca kendisi sahip olduğundan dolayı, hamdin
kendisine mahsus olduğunu belirtmektedir.
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in yolunu en hayırlı olan nesiller de aynen takip etti.
Bunlar da ashab-ı kiram ile güzel bir şekilde onlara tabi olanlardır. Onların
önce olanları, sonra gelenlerine bunu tavsiye ediyor, sonra gelen de bu hususta
kendisinden önce gelene uyuyordu. Bütün bunlarda kendileri de Peygamberleri
Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e
uyuyorlar, onun yolunu izliyorlardı. Nitekim Yüce Allah Kitab-ı Aziz’inde şöyle
buyurmaktadır:
"Deki: İşte bu benim
yolumdur, ben Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar
da." (Yusuf, 12/108)
Eğer
"bana uyanlar da" buyruğu "davet
ediyorum" buyruğundaki zamire atfedilmiş ise bu ona uyanların Allah’ın
yoluna davet edenlerin ta kendileri olduğuna delildir. Şâyet ("ben"
anlamındaki) munfasıl zamire atfedilmiş ise o takdirde ona uyan kimselerin
peygamberlerinin getirdikleri hususunda herkes bir tarafa bizzat kendilerinin
basiret sahibi oldukları noktasında açık bir ifadedir. Her iki anlam da doğrudur.
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- dini apaçık bir şekilde tebliğ etmiş, basiret sahibi
olanlara delilleri açıkça bildirmiş, nesillerin en hayırlısı da onun yolunu
izlemiştir. Fakat daha sonraları hevâlarına uyan, günahlar işleyen, iyi olmayan
bir takım nesiller de gelmiştir. Ancak Yüce Allah bu ümmetin dininin esaslarını
muhafaza eden kimseleri her zaman takdir buyurmuştur. Nitekim doğru sözlü yüce
peygamber de şu buyruğuyla bunu böylece haber vermektedir:
"Ümmetimden bir taife (kesim) hak üzere ve
kendilerini yardımsız bırakanların kendilerine zarar vermeleri söz konusu
olmaksızın muzaffer olarak kalmaya devam edeceklerdir."[2]
H. 200. yıldan sonra İslâm âlimleri arasından bu
vazifeyi yerine getirenlerden birisi de İmam Ebu Ca’fer Ahmed b. Muhammed b.
Selâme el-Ezdî et-Tahâvî -Allah onu
rahmetiyle kuşatsın-dir. Bu imam 239 h. yılında doğmuş, 321 h. yılında
vefat etmiştir.
İmam, -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- selef-i salihin izlediği yolu bize haber vermiş ve
Kûfe’li İmam Ebu Hanife en-Numan b. Sabit ile onun iki arkadaşı Ebu Yusûf
Ya’kub b. İbrahim el-Himyerî el-Ensarî ile Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybanî -Allah onlardan razı olsun-nin itikad edip
kabul ettikleri ve böylelikle âlemlerin Rabbinin dinine bağlı bulundukları
inanç esaslarını onlardan nakletmektedir.
Aradan zaman geçtikçe elbetteki bid’atler ortaya
çıkar ve kabul edilsin diye sahiplerince te’vil diye adlandırılan tahrifler çoğalır.
Tahrif ile te’vil arasındaki farkı tesbit edebilenler ise pek azdır. Çünkü
sözün zahirinden anlaşılan anlamdan uzaklaştırılarak lafzın genel olarak
ihtimal dahilinde kastetmesi mümkün olan bir başka manaya geldiğinin bildirilip
açıklanması -ortada bunu gerektirecek bir karine bulunmasa dahi- te’vil diye
adlandırılmıştır. İşte asıl fesad burdan ortaya çıkmıştır. Onlar bu yanlış
yorumlarına te’vil adını verdikleri takdirde kabul görür ve te’vil ile tahrif
arasındaki farkı bilemeyenlerce uygun karşılanır, (diye böyle yapmışlardır.)
Bundan dolayı mü’minlerin delillerin açıklık
kazanmasına, deliller ile ilgili şüphelerin ortadan kaldırılmasına ihtiyaçları
doğdu. Sözler ve yaygaralar artıp durdu. Buna sebeb ise batıl peşinden
gidenlerin şüphelerine kulak asmaları ve selef tarafından ayıplanan, tetkik
edilmesini, kendisiyle uğraşılmasını, ona kulak verilmesini yasakladıkları,
yerilmiş olan kelâma dalmalarıdır. Çünkü bu şekilde davranmaları Rablerinin şu
emrini yerine getirmeleri demektir: "Âyetlerimize
dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz
çevir." (el-En’âm, 6/68) Şüphesiz
ki âyetin manası onları da kapsamına almaktadır.
Tahrifin de, inhirafın da çeşitli mertebeleri
vardır. Kimi zaman küfür olabilir, kimi zaman fısk olabilir. Kimi zaman bir
masiyet olabilir, kimi zaman da hata olabilir.
O halde farz olan, rasûllere ve Allah’ın onlara
indirdiklerine tabi olmaktır. Allah, bu rasûllerin sonuncusu olmak üzere
Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-i
göndermiştir. Onu peygamberlerin sonuncusu kılmış, onun Kitabını kendisinden
önce semâdan indirilmiş kitaplar hakkında hakim kılmış, üzerine Kitabı ve
hikmeti indirmiştir. Onun davetini cinlere de, insanlara da kıyamet gününe
kadar baki kalmak üzere yöneltmiştir. Artık onun peygamberliği ile, kulların
Allah’a karşı sürecekleri bir delilleri kalmamıştır.
Yüce Allah onun vasıtası ile herbir şeyi beyân
etmiş, hem kendisi hem de ümmeti için dini, gerek haber olarak bildirdikleri,
gerek emrettikleri ile kemale erdirmiştir. Peygamberine itaat etmeyi kendisine
itaat, ona karşı gelip isyan etmeyi kendisine karşı gelip isyan etmek olarak değerlendirmiştir.
Kendi zatına yemin ederek aralarındaki anlaşmazlıklarda hükmüne başvurmadıkları
sürece iman etmiş olamayacaklarını bildirmiş, münafıkların da ondan başkasının
hükmüne yönelmek istediklerini, Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları vakit -ki bu
Allah’ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine çağrılmaları demektir- alabildiğine
uzaklaştıklarını, onların bu davranışları ile de ancak iyilikte bulunmak ve
uyumsuzlukları gidermek istediklerini iddia ettiklerini bildirmiştir.
Nitekim kelâmcı geçinen, felsefe ile uğraşanların
pek çoğu ve başkaları da böyle demektedirler: Bizler eşyayı hakikatleri ile
hissetmek yani idrâk edip bilmek istiyoruz. Bizler -gerçekte bilgisizliklerden
ibaret olan- ve "akliyat" adını verdikleri deliller ile Allah
Rasûlünden nakledilen naklî deliller arasında bir uyum sağlamak istiyoruz,
yahut ta bizler şeriat ile felsefeyi uyuşturmak istiyoruz, derler.
Zahidlik taslayan ve tasavvufla uğraşan
bid’atçilerin pek çoğu da böyle derler: Bizler ancak güzel amelde bulunmak
istiyoruz ve kendilerinin hakikat adını verdikleri, gerçekte ise cahillik ve
sapıklık olan iddia ettikleri batıllar ile şeriatı uyuşturmak istediklerini
söylerler.
Yine bir çok idareci ve yönetici de şöyle der:
Bizler güzel siyaset ve idare ile iyilikte bulunmak istiyoruz. Böylelikle
siyaset ile şeriatı da birbirine uydurmaya çalışıyoruz... Ve buna benzer çeşitli
iddialar.
Her kim din ile ilgili herhangi bir hususta
Rasûlün getirdiğinden başkası ile hükmetmeye kalkışır, bunun da güzel bir iş
olduğunu zanneder; böylelikle Rasûlün getirdikleri ile ona muhalif olan şeyleri
birbiriyle uyuşturmakta olduğunu iddia ederse şüphesiz o kimsenin bu söylenen
olumsuz hükümlerden bir payı vardır.
Buna gerek yoktur. Çünkü Rasûlün getirdikleri
yeterlidir ve eksiksizdir. Ne kadar hak varsa onun kapsamına girmektedir.
Ancak bu hakka müntesip olanların birçoğu
kusurlu hareket etmişlerdir. Rasûlün kelâmî, itikadî hususların, ibadet ile
ilgili hallerin, yönetim ve siyaset ile ilgili hükümlerin bir çoğunu
bilmemektedirler. Yahut ta kendi zanları ve başkalarını taklid etmeleri
sebebiyle Rasûlün getirdiği şeriate, o şeriatten olmayan şeyleri nisbet ettiler
ve gerçekte şeriatın kendisinden olan bir çok şeyi de şeriatın dışına çıkardılar.
Bunların cahilliklerinin, sapıklıklarının ve
yetersizliklerinin sebebi ile ötekilerinin haksızlıkları, cahillikleri ve münafıklıkları
dolayısıyla, münafıklık çoğalmış ve risalet bilgisinin pek çoğu ortadan kalkmış
bulunmaktadır.
Halbuki yapılması gereken Allah Rasûlünün
getirdikleri şeylerin tam anlamıyla araştırılması, onlar üzerinde güçlü bir şekilde
ve dikkatle durulması, eksiksiz bir şekilde gayret edilmesidir. Ta ki gerekli
bilgi elde edilsin, itikad olunsun ve onun getirdikleri gereğince zahiren ve
batınen amel edilsin. Böylelikle Kitap hakkıyla okunmuş olur ve ondan hiçbir şey
ihmal edilmemiş olur.
Eğer kul bunların bir bölümünü bilemeyecek yahut
bir bölümü ile amel edemeyecek olursa, Allah Rasûlünün getirdikleri arasından
kendisinin acze düştüğü şeyleri yasaklamamalıdır. Aksine o âcizliği dolayısıyla
kınanmaktan kurtulmuş olmakla yetinmelidir. Bununla birlikte başkalarının
kendisinin âciz olduğu şeyi yerine getirmelerinden dolayı sevinmeli, buna
memnun olmalıdır ve kendisi de bunları yerine getirmeyi arzu etmelidir. Kitabın
bir bölümüne iman ederken, bir bölümünü terk etmemelidir. Aksine Kitabın tümüne
iman etmelidir ve ondan olmayan herhangi bir rivayet yahut ta herhangi bir görüşü
ona sokmaya karşı kendisini korumalıdır, yahut ta Allah tarafından gelmemiş
olan bir şeye itikad veya amel ederek tabi olmamalıdır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kendiniz bilip
dururken hakkı batıla karıştırmayın ve hakkı da gizlemeyin." (el-Bakara, 2/42)
İşte öncekilerin izlediği yol bu idi. Kıyamet
gününe kadar güzel bir şekilde onların arkasından gidecek olanların da yolu
budur. Bu yolu izleyenlerin ilki önceden geçmiş olan selef’tir, sonra da onların
arkasından gelenlerdir. Vasat ümmet nezdinde imam olduklarına tanıklık edilmiş
bulunan dinin imamları da bunlardandır.
Ebu Yusuf -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-dan nakledildiğine göre o Bişr el-Merîsî’ye şöyle
demiştir: Kelâmı bilmek cahilliğin kendisidir. Kelâm’ın cahilliği ise ilmin
kendisidir. Kişi Kelâm’da ileri dereceye varacak olursa, ona zındık denilir
yahut zındıklıkla itham edilir.
Burada Kelâm’ı bilmemek ile onun doğru olmadığına
inanmayı kastetmiş olmalıdır; çünkü böyle bir bilgi faydalıdır. Ya da bu
sözleriyle ondan yüz çevirmeyi ve ona itibar etmeyi terki kastetmektedir. Şüphesiz
ki böyle bir tutum kişinin ilmini, aklını korur. Bu bakımdan böyle bir şey de
bir ilim olarak değerlendirilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: Kim
Kelâm ile âlim olmayı isteyecek olursa zındıklaşır. Kim de kimya ile servet
elde etmeye kalkışırsa iflas eder. Hadisin garib lafızlarının peşine takılan da
yalan söyler.
İmam Şafiî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Benim Kelâm ehli hakkındaki hükmüm şudur:
Bunlar kuru hurma dallarıyla ve ayakkabılarla dövülür. Aşiretler ve kabileler
arasında dolaştırılarak teşhir edilir ve: Kitabı ve sünneti terkedip Kelâma
yönelenin cezası budur, denilir.[3]
Mezheb alimlerimiz fetvâlarda şunu kaydederler:
Bir kimse beldesindeki ilim adamlarına bir vasiyette bulunacak olursa Kelâmcılar
onun kapsamına girmez. Yine bir kimse kitapları arasından ilim kitapları
olanların vakfedilmesini vasiyet edecek olsa selef’in fetvâsına göre o kitapları
arasındaki kelâm kitapları satılır. Bu anlamdaki fetvalar "el-Fetâvâ
ez-Zahîriyye"de zikredilmiştir. O halde Rasûlün getirdiğine tabi olmaksızın,
usul ilmine (akaid bilgisine) vusul (ulaşmak) nasıl beklenebilir? Şair ne güzel
söylemiş:
"Bir ilim taleb etmek kastıyla sabah erken
yola koyulan kişi,
Bütün ilimler köledir Rasûlün bilgisine,
Sen bir kökü tashih etmek için dalı ararsın,
Peki nasıl olur da asılların aslı olan bilgiyi
ihmal edersin."
Peygamberimize -Sallallahu aleyhi vesellem- sözlerin başlangıçları, sözlerin
sonları ve cevamiî (en kapsamlıları) verilmiştir.[4]
O bakımdan onunla küllî bilgiler ilk ve nihaî bilgilerin hepsi en mükemmel şekliyle
verilmiştir. Ancak bir kimse bir bid’at ortaya atacak olursa enine boyuna ona
cevap vermeye kalkışılır. Bundan dolayı sonrakilerin sözleri çok, bereketi azdır.
Öncekilerin sözleri ise bunun aksinedir. Onların sözleri sayıca az, bereket
itibariyle çoktur. Kelâmcıların sapık ve cahillerinin söyledikleri gibi değildir:
(Nitekim şöyle iddia ederler) "Selef’in izlediği yol daha esenlikli ve sağlıklıdır,
bizim izlediğimiz yol ise daha sağlam ve daha bilgiye dayalıdır." Nitekim
durum, fıkıha intisab eden ve öncekilerin kıymetlerini takdir edemeyen
kimselerin söyledikleri gibi de değildir: (Bunlara göre) “Selef fıkhî hükümleri
istinbât etmek için kaidelerini ve hükümlerini tesbit etmek için başka şeyleri
bırakıp, yalnızca fıkıhla uğraşmadılar. Ancak sonrakiler herşeyi bırakıp buna
yöneldiler, bu bakımdan onlar daha bir fakih’tirler."
Bütün bunlar selef’in gerçek değerini ve
bilgilerinin derinliğini, onların kendilerini az zora koşmalarını ve
basiretlerinin kemalini anlamak imkânından mahrumdurlar. Allah’a yemin ederim,
onlardan sonra gelenlerin ayrıcalıkları sadece kendilerini zora koşmak ve
selef’in asıllarına riayet etmeye, kaidelerini tesbit edip düğüm noktalarını bağlamaya
gayret ettiği hususların kıyıları, köşeleriyle uğraşmaktan ibaret olmuştur.
Selef’in bütün gayretleri her hususta en üstün
maksatlara talib olmaya yönelikti. O bakımdan öncekilerin hali ayrı, onların
hali ayrıdır. Allah herbir şeyin kadrini ve ölçüsünü ayrı ayrı tesbit etmiştir.
Bu akide metnini birden çok ilim adamı şerhetmiştir.
Ancak ben birtakım şarih’lerin yerilmiş kelâm ehline kulak verdiklerini,
onlardan beslendiklerini ve onların ifadeleri ile konuştuklarını gördüm.
Selef cevher, cisim, araz ve buna benzer lafızları
kullanmayı - bunları doğru ve kabul edilir birtakım ilimlede kullanılan
terimler gibi doğru manalar hakkında ki lafızlar olarak görerek - yalnızca yeni
birtakım terimler oluşları sebebiyle kerih görmüş değillerdir. Elbette onlar,
hakka delalet etmeyi ve batıl ehline karşı delil getirmeyi kötü görüyor değillerdi.
Aksine onlar bu gibi şeyleri, yalan ve hakka muhalif işler niteliğindeki birtakım
hususları kapsamalarından ve ondan öte kitap ve sünnet’e muhalif oluşlarından
dolayı kerih görmüşlerdi. Bundan dolayı bu gibi şeylerle uğraşanların,
mü’minlerin, ilim adamlarının bir tarafa, avamdaki yakîn ve bilgiye dahi sahip
olamadıklarını görmek mümkündür.
Onların ortaya attıkları önermeleri hem hakkı,
hem de batılı kapsadığından ötürü şüphe ve tartışmalar çoğalmış, dedikodular
yaygınlık kazanmış, bundan dolayı da sahih şeriate ve sarih akla aykırı, anlatılması
ve aktarılması oldukça zor pekçok görüşleri ortaya atmışlardır. İleride: "Her kim bilemeyeceği şeyleri bilmek
isterse..." sözlerini açıklayacağımız da buna dair daha geniş açıklamalar
gelecektir.
Ben bu "akide"yi, kullandıkları
ibarelerinde selef’in yolunu izleyerek, onların izinden giderek ve onların
ortaya attıkları bilgilerden hareketle şerhetmek istedim. Belki bu yolla ben de
onların izledikleri yola katılır, onlardan biri sayılır, onlar arasında haşredilebilirim:
"Allah’ın kendilerine nimetler verdiği
peygamberler, sıddıkler, şehidler ve salihlerle birlikte" olurum.
"Onlar ne iyi arkadaştırlar."
(en-Nisâ, 4/69)
Diğer taraftan insanların daha muhtasar olan kitaplara
meylettiğini gördüğümden ben de bu açıklamalarımda uzun uzadıya açıklamalar
yapmak yolunu tercih etmedim. "Benim
başarım ancak Allah iledir. Ben yalnız O’na güvenip dayandım ve yalnız O’na
dönerim." (Hûd, 11/88) O bize yeter, O ne güzel vekildir.
"Yüce
Allah’ın tevhidi hakkında -Allah’ın tevfîkıne inanarak: Deriz ki: Şüphesiz ki
Allah birdir, O’nun hiçbir ortağı yoktur."[5]
Şunu bil ki; tevhid peygamberlerin davet
ettikleri ilk husustur. Yoldaki aşamaların ilki ve yüce Allah’a doğru yol alanın
ilk mevkiidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz Nuh’u kavmine gönderdik de: Ey kavmim Allah’a ibadet
edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur... dedi." (el-A’raf, 59) Hûd -Aleyhisselam- da kavmine: "Ey
kavmim, Allah’a ibadet ediniz. O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur."
(el-A’raf, 7/65) demiştir.
Salih -Aleyhisselam-
kavmine: "Ey kavmim, Allah’a ibadet
edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur." (el-A’râf, 7/73)
demiştir.
Şuayb -Aleyhisselam-
da kavmine: "Ey kavmim, Allah’a
ibadet edin. O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur." (el-A’râf, 7/85) dedi.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz her ümmet arasında:
Allah’a ibadet edin ve tağut’tan kaçının diyen bir peygamber göndermişizdir."
(en-Nahl, 16/36)
Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz her bir
peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız
Bana ibadet edin."
(el-Enbiya,
21/25)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Ben insanlarla Allah’tan başka
ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahidlik edinceye kadar
savaşmakla emrolundum."[6]
İşte bundan dolayı doğrusu şu ki: Mükellefin ilk
yükümlülüğü Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet etmektir. Yerilmiş kelâmcıların
görüşlerinde ifade edildiği gibi düşünmek, yahut düşünmeye yönelmek ya da şüphe
etmek değildir. Selef imamlarının tümü kulun emrolunduğu ilk şeyin iki şehadet
(Allah’ın birliğine ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şahidlik etmek) olduğunu
ittifakla kabul etmişlerdir. Ergenlik yaşına gelmeden önce bu şekilde şehadet
getiren kimselerin ergenliğin akabinde bunu yenilemekle emrolunmayacağını da
ittifakla kabul etmişlerdir. Bu durumda olan birisine buluğa erdiği vakit yahut
ta -bu görüşte olanlara göre- temyiz çağına ulaştığında taharet (abdest) ve
namaz kılması emrolunur. Onlardan hiçbir kimse böyle birisinin velisinin tekrar
şehadet kelimesini yeniden getirmesini istemesi gerektiğini söylememişlerdir. Şehadet
kelimesinin ikrar edilmesi müslümanların ittifakı ile vacib olup, onun
vücubunun namazın vücubundan önce olduğunu söz birliği halinde kabul etseler
dahi, o böyle bir görevi zaten buluğundan önce edâ etmiş olur.
Burada fukaha’nın söz konusu ettiği bir takım
meseleler vardır: Bir kimse şehadet getirmemekle birlikte namaz kılsa yahut ta
bunun dışında İslâmın özel bir takım fiillerini yerine getirecek olup şehadet
kelimelerini diliyle söyleyemeyecek olursa bu kişi müslüman olur mu, olmaz mı?
Doğrusu; böyle bir kimsenin İslâmın özelliklerinden olan herhangi bir şeyi
yerine getirmekle müslüman olacağıdır.
Buna göre ilk olarak İslâm’a tevhid ile girilir
ve dünyadan da son olarak onunla çıkılır. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Her kimin söylediği son söz lâ ilâhe illallah olursa cennete
girer."[7]
O halde tevhid hem ilk görevdir, hem son
görevdir.
Tevhid işin başı ve sonudur. Bundan kastımız ise
ulûhiyyet tevhidinin gereklerinin yerine getilmesidir. Tevhid üç türü ihtivâ
etmektedir:
1- Sıfatlara dair açıklamalar
2- Rubûbiyyet tevhidi herşeyi
yaratanın yalnızca Allah olduğunun açıklanmasıni içerir.
3- Ulûhiyyet tevhidi Yüce
Allah’ın, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın tek kendisinin ibadet olunma hakkına
sahip olmasını kapsar.
Allah’ın sıfatlarının olduğunu kabul etmeyenler,
sıfatları kabul etmeyip nefyetmeyi tevhidin kapsamı içerisinde kabul ederler.
Cehm b. Safvân ve onun görüşlerini benimseyenler gibi. Bunlar derler ki: Allah’ın
sıfatları olduğunu kabul etmek vacib (varlığı zorunlu Allah)’in birden çok
olmasını gerektirir.
Bu ise zorunlu olarak tutarsız olduğu anlaşılan
bir görüştür. Çünkü hiçbir sıfata sahip olmayan, bütün sıfatlardan soyutlanmış
bir varlığın kabulü dış dünyada tasavvur olunamaz. Ama zihin bazen imkânsız
olan birşeyi varsayabilir ve tasarlayabilir. Böyle bir iddia ta’tilin (Allah’ın
sıfatsız olduğunu kabul etmenin) en ileri derecesidir.
Tevhidin ihtiva ettiği ikinci husus rubûbiyyet
tevhididir. Herşeyi yaratanın O olduğunu, kâinatta sıfat ve fiilleri birbirine
denk iki (ve daha fazla) yaratıcı bulunmadığını kabul etmek, buna örnektir.
Âdemoğullarından bilinen herhangi bir kesimin,
bu tevhidin aksine bir kanaate sahip olduğu bilinmemektedir. Aksine kalpler, fıtrî
olarak O’nun varlığını diğer bütün varlıklardan daha ileri bir derecede ikrar
ve itiraf edecek şekilde yaratılmıştır. Nitekim Yüce Allah’ın bize aktardığına
göre peygamberler de böyle demişlerdir: "Peygamberleri
şöyle demişti: Gökleri ve yeri yaratan... Allah hakkında mı şüphe
ediyorsunuz?" (İbrahim, 14/10)
Yaratıcının inkarını izhar etmek ve O’nu
bilmezlikten gelmek noktasında bilinen en ünlü kişi Firavun’dur. Halbuki o
içten içe O’nun yaratıcılığına kesinlikle inanıyordu. Nitekim Musa -Aleyhisselam- kendisine şöyle demişti:
“Andolsun ki bunları birer ibret olmak üzere
göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir."
(el-İsrâ, 17/102)
Yüce Allah bir başka yerde ondan ve kavminden şöylece
söz etmektedir:
“Kalpleri onlara inandığı
halde zulümle büyüklenmeleri sebebiyle onları (bilerek) inkâr ettiler."
(en-Neml, 27/14)
Bundan dolayı Firavun bilen bir kimsenin
bilmezden geldiğini ortaya koyan bir üslûp ile inkâr ve red maksadı ile: “Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?"
diye sorunca Musa -Aleyhisselam-
kendisine şu cevabı vermiş:
"Göklerle
yerin ve onların arasında olanların Rabbidir. Eğer gerçekten inanan kimseler
iseniz...
"(Firavun)
etrafında bulunanlara: İşitmiyor musunuz? dedi.
"(Musa):
O sizin de Rabbinizdir, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir, dedi.
"(Firavun)
Dedi ki: Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir.
"(Musa):
Doğunun batının ve onların aralarında olanların Rabbidir, eğer akıl ederseniz,
dedi."
(eş-Şuarâ, 26/24-28)
Sıfat ve fiilleri itibariyle birbirine denk,
kainatın iki tane yaratıcısı vardır diye bir kanaat sahiplenmiş herhangi bir
kesimin bulunduğuna dair bir şey bilinmemektedir. Mecusî’lerden (hayır ve şer
ilâhlarının varlığına inanan) Seneviyye ile biri nur, diğeri karanlık olmak
üzere iki esasın bulunduğunu kabul eden ve âlemin de bunlardan meydana geldiğini
ileri süren Maniheist’ler dahi nurun karanlıktan hayırlı olduğunu, övülmeye değer
ilâhın o olduğunu, karanlığın ise kötü ve yerilmiş olduğunu ittifakla kabul
etmişlerdir.
Teslis’i (üçlü tanrıyı) kabul eden Hristiyanlara
gelince; Bunlar âlemin biri diğerinden ayrı üç rabbi olduğunu ileri
sürmemektedirler. Aksine onlar âlemin yaratıcısının bir olduğunu ittifakla
kabul ediyorlar ve: "Baba, oğul ve ruhu’l-kudüs’ten ibaret olan bir tek
ilâhın adı ile" derler.
Onların teslis’e dair görüşleri kendi içerisinde
çelişkilidir, tutarsızdır. Hulûl (Allah’ın beşerin bedenine girdiğini kabul
etmeye dair) görüşleri ise bundan da tutarsızdır. Bundan dolayı hem bunu
anlamakta, hem de bunu yorumlayıp ifade etmekte birbirleriyle çelişkiye düşmüşlerdir.
Onların hiçbirisi bunu aklın kabul edebileceği bir şekilde ifade edememektedir.
Hemen hemen iki kişi dahi bu hususu aynı anlama gelen ifadelerle dile
getirmezler. Çünkü onlar "zatı itibariyle birdir, uknûmları itibariyle
üçtür" derler. Uknûm’ları da kimi zaman özelliklerle, kimi zaman sıfatlarla,
kimi zaman da şahıslarla açıklarlar.
Yüce Allah kullarını, bu görüşleri iyice anlayıp,
kavradıktan sonra tutarsızlıklarına hükmedebilecekleri bir şekilde yaratmıştır.
Genel olarak onlar, birbirine her bakımdan denk iki yaratıcıyı kabul etmezler.
Burada anlatmak istediğimiz şudur: Kâinatın her
bakımdan birbirine denk iki ayrı yaratıcısının olduğunu kabul eden dinî hiçbir
kesim yoktur. Bununla birlikte kelâm, mantık ve felsefe ile uğraşan pek çok
kimse bunu isbatlamak için çokça uğraşmışlardır. Hatta aralarından akıl yoluyla
bunu isbatlamaktan âciz olduklarını itiraf edenler ve bunun ancak sem’ (vahiy)
yoluyla algılanabileceğini iddia edenler dahi vardır.
Aklî ilimler ile uğraşanlar nezdinde meşhur olan
bunun; "Temânû, Delili" ile isbatlanmasıdır. Temanu’ Delili de şudur:
Şâyet kainatın iki yaratıcısı bulunsa -mesela onlardan birisi bir cismi hareket
ettirmek isterken diğeri durdurmak istese yahut birisi ona hayat vermek
isterken öbürü öldürmek istemesi halinde olduğu gibi- biribirleriyle anlaşmazlığa
düşecek olurlarsa, ya ikisinin de maksadı gerçekleşir yahut onlardan birisinin
maksadı gerçekleşir ya da onlardan hiçbirisinin istediği olmaz.
Birincisi imkânsızdır, çünkü iki zıt şeyin bir
arada bulunmasını gerektirir.
Üçüncüsü de imkânsızdır, çünkü o taktirde cisim
hakkında hareketin de sükûnun da söz konusu olmaması gerekir, bu da imkânsızdır.
Aynı şekilde her ikisinin de âciz olmasını gerektirir. Âciz bir varlık ise ilâh
olamaz. Onlardan birisinin maksadı gerçekleşir, diğerininki gerçekleşmeyecek
olursa o vakit maksadı gerçekleşen gücü yeten ilâh demektir, diğeri ise âcizdir
ve ilâh olmaya elverişli değildir.
Bu ilkeye dair tamamlayıcı açıklamalar ilgili
bahislerde ele alınmıştır.
Yine aklî ilimlerle uğraşanların pek çoğunun
iddiasına göre Temânu’ Delili Yüce Allah’ın: "Eğer göklerle yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de
düzeni bozulup gitmişti" (el-Enbiyâ, 21/22) buyruğunda ifade
edilmektedir. Çünkü onların kanaatine göre açıklayıp ispatladıkları rubûbiyyet
tevhidi Kur’ân-ı Kerîm’in beyan ettiği, peygamberlerin de kendisine davet ettiği
ulûhiyyet tevhidi ile aynı şeydir.
Oysa durum böyle değildir. Aksine peygamberlerin
kendisine davet ettiği ve indirilen kitapların dile getirdiği tevhîd,
rubûbiyyet tevhidini de ihtiva eden ulûhiyyet tevhididir. Bu ise ona hiçbir şeyi
ortak koşmaksızın bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmektir. Araplardan Allah’a
ortak koşan müşrikler rubûbiyyet tevhidini kabul ediyorlardı. Gökleri ve yeri
yaratanın bir ve tek olduğunu itiraf ediyorlardı.
Nitekim Yüce Allah onlara dair bize şöylece
haber vermektedir: "Andolsun onlara:
Göklerle yeri kim yarattı, diye sorsan, onlar elbette; Allah
diyeceklerdir." (Lukman, 31/25); "De ki: Yer ve oradakiler kimindir, eğer biliyorsanız (söyleyin.)
Onlar: Allah’ındır, diyeceklerdir. Sen de ki: O halde siz iyice düşünüp, ibret
almaz mısınız?" (el-Mu’minun, 23/84-85) Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer
buyruklar ise pek çoktur.
Onlar putların kâinatı yaratmakta Allah’a ortak
olduklarına inanmıyorlardı. Aksine onlar da Hint, Türk, Berber ve diğer
ümmetlerin müşrikleri ile aynı durumda idiler. Kimi zaman bunların peygamber ve
salihlerden iyi bir takım kimselerin heykelleri olduklarına inanırlar, onları şefaatçı
kabul ederler ve Allah ile kendileri arasında aracı görürlerdi. İşte Arapların şirk
koşmalarının esası buna dayanır. Yüce Allah Nuh kavminin söylediklerini bize şöylece
nakletmektedir: "Ve: Tanrılarınızı
sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suva, Yeğûs, Ye’ûk ve Nesr’i terketmeyin,
dediler."
(Nuh, 71/23)
Buharî’nin Sahih’inde, tefsir kitaplarında,
peygamber kıssalarında ve diğerlerinde İbn Abbas’tan ve onun dışında selef’ten
bir takım kimselerden şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bunlar Nuh kavmi arasında
salih bir takım kimselerin isimleridir. Bunlar öldükten sonra kabirlerinin başından
ayrılmadılar, sonra onların suretlerini yaptılar. Aradan uzun bir zaman
geçtikten sonra onlara ibadet etmeye başladılar. Bizzat bu putlar sonunda Arap
kabilelerine geçti. İbn Abbas bu kabileleri tek tek zikretmektedir.[8]
Müslim’in Sahih’inde, Ebu’l-Heyyâc el-Esedî’den şöyle
dediği sabittir: Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu
anh- bana dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-’in beni gönderdiği şartlarla, seni de göndereyim mi? O
bana: "Yükseltilmiş ne kadar kabir görürsen mutlaka onu dümdüz etmemi ve
ne kadar heykel bulursam onu silmemi emretmişti."[9]
Buharî ile Müslim’de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-’in vefatı ile
sonuçlanan hastalığında şöyle dediği kaydedilmektedir: "Allah yahudilerle,
hristiyanlara lanet etsin. (Çünkü) onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid
edindiler." O bu sözleriyle yaptıklarından (ümmetini) sakındırıyordu. Âişe
-Radıyallahu anha- dedi ki: Eğer bu
olmasaydı, onun kabri açıkta bırakılırdı, fakat kabrinin mescid edinilmesini hoş
karşılamadı(ğından bu yapılmadı.)[10]
Yine Buharî ile Müslim’de kaydedildiğine göre;
Hz. Peygamber’e vefatı ile sonuçlanan hastalığında Habeşistan’da bulunan bir
kiliseden söz edildi. O kilisenin güzelliği ve içindeki resimlerden ona
bahsedildi. Şöyle buyurdu: "Onlar öyle kimselerdir ki, aralarından salih
bir kişi öldü mü kabri üzerinde bir mescit bina ederler ve o mescitte bu
suretleri yaparlardı. Onlar Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda mahlukatın en şerlileridirler."[11]
Müslim’in Sahih’inde de yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in vefatından
beş gün önce şöyle dediği nakledilmektedir: "Sizden öncekiler
peygamberlerinin ve aralarından salih olan kimselerin kabirlerini mescit
edinirlerdi. Dikkat edin, sakın kabirleri mescit edinmeyiniz. Ben sizlere
bunları yasaklıyorum."[12]
Şirkin sebeblerinden birisi de yıldızlara ibadet
etmek ve yıldızların tabiatlarına uygun düştüğü zan olunan özelliklere uygun
olarak putlar edinmektir. İbrahim -Aleyhisselam-
kavminin şirki -denildiğine göre- bu kabilden idi. Melekleri ve cinleri Allah’a
ortak koşup, onlar adına putlar yapmak ta böyledir.
Bütün bunlar yaratıcının varlığını kabul
ediyorlar. Kâinatın iki yaratıcısı bulunduğunu söylemiyorlardı, fakat bu aracıları
şefaatçi edinmişlerdi. Nitekim Yüce Allah şu buyruğuyla onlar hakkında böylece
haber vermektedir: "Ondan başka veli
(dost ve ilâh)ler edinenler: Biz bunlara ancak bizleri Allah’a yaklaştırsınlar
diye ibadet ediyoruz (derler.)"
(ez-Zümer,
39/3)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah’tan başka kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda
vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de: Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir,
derler. De ki: Siz Allah’a göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber
veriyorsunuz? Haşa, O ortak tutmakta oldukları herşeyden münezzeh ve
yücedir."
(Yunus, 10/18)
Peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetler arasındaki
müşriklerin durumu da böyledir. Nitekim yüce Allah bize Salih -Aleyhisselam-ın kıssası arasında Yüce
Allah adına onu ve aile halkını öldüreceklerine dair yemin eden dokuz kişiden
söz etmektedir. Bu müfsit ve şirk koşanlar Yüce Allah adına peygamberlerini ve
onun aile halkını öldürmeye yemin etmişlerdi. Bu da onların müşriklerin iman ettikleri
şekilde Allah’a inanan kimseler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Böylelikle istenen tevhidin aynı zamanda
rubûbiyyet tevhidini de ihtivâ eden ulûhiyyet tevhidi olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Yüce Allah’ın: "Sen yüzünü hanîf
olarak dine, insanların üzerine yaratıldığı, Allah’ın fıtratına doğru çevir.
Allah’ın yaratışını değiştirmek söz konusu değildir. Dosdoğru din işte budur,
fakat insanların çoğu bilmezler." Buyruğundan itibaren: "... Hemen ümitlerini
kesiverirler." (er-Rûm,
30/30-36) buyruğuna kadar bu mahiyetiyle tevhid dile getirilmektedir.
Yüce Allah bir başka yerde de: "Gökleri ve yeri yaratan... Allah hakkında
mı şüphe ediyorsunuz?" (İbrahim, 14/10) diye buyurmaktadır.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Her doğan (İslâmî) fıtrat
üzere doğar ama anne babası onu yahudi, hristiyan ya da mecusî yapar."[13]
Burada -bazılarının ileri sürdükleri gibi-
buyrukların anlamı kişi tevhidi de şirki de bilmez bir halde yaratılır,
denilemez. Çünkü kaydettiğimiz âyet-i kerîmeler ile Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ’in aziz ve
celil olan Rabbinden bize naklettiği (kudsî hadisteki) şu buyruğu böyle olmadığını
ortaya koymaktadır: "Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. Sonra şeytanlar
onları sağa sola sürüklediler..."[14]
Az önce kaydedilen hadis-i şerifte buna delil
olacak bir husus da vardır. Çünkü: "Onu yahudi yahut hristiyan ya da
mecusî yaparlar" diye buyurduğu halde onu müslüman yaparlar, diye
buyurmamaktadır. Bir rivayette: "Millet üzere (İslâm dini üzere) doğar"
denilirken diğerinde de "bu millet (İslâm dini) üzere doğar"
denilmektedir.[15]
Ebû Hanife -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- den nakledildiğine göre; kelâm ile uğraşan bir takım
kimseler rubûbiyyet tevhidinin kabulü ile ilgili olarak onunla bir tartışmaya
girişmek istediler. Onlara dedi ki: Bu mesele hakkında sizinle konuşmadan önce
bana şu hususta görüşünüzü bildiriniz: Dicle’de bir gemi var, gidiyor. Yiyecek,
eşya ve buna benzer pekçok malzemeyi bizzat kendisi kendisine yüklüyor ve yine
kendi kendisine dönüyor, kendi kendisine demirliyor. Kendi kendisine yükünü boşaltıyor
ve aynı şekilde geri dönüyor. Bütün bunlar herhangi bir kimsenin idaresi söz
konusu olmaksızın cereyan ediyor. Ne dersiniz? Onlar: Bu imkânsız bir şeydir.
Kesinlikle böyle bir şey olmaz, deyince onlara: Bir gemi için bu imkânsız olduğuna
göre yukarısıyla, aşağısıyla bütün bu kâinatta böyle bir şey nasıl olur.
Bu hikaye yine Ebu Hanife dışında başka
kimselerin başından geçmiş olarak da nakledilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm, Tevhid’in bu türünün anlatılması,
açıklanması, ona dair misaller verilmesi ile dopdoludur.
Kur’ân-ı Kerîm’in rubûbiyyet tevhid’ini beyan
edip, Allah’tan başka yaratıcı olmadığını açıklaması buna bağlı olarak da
O’ndan başka hiçbir kimseye ibadet edilmemesi gerektiğini vurgulaması bunlar
arasındadır. Böylelikle o rubûbiyyet tevhid’ini ikincisine (yani Allah’tan başkasına
ibadet etmemek demek olan ulûhiyyet tevhid’ine) delil olarak göstermektedir.
Zira onlar birincisini kabul ediyor, fakat ikincisi hakkında tartışıyorlardı.
Bundan dolayı şanı yüce Allah’da onlara şunu açıklıyordu: "Sizler
Allah’tan başka bir yaratıcı olmadığını bildiğinize ve kullara faydalı olan şeyleri
ulaştıranın, onlara zarar verecek şeyleri kendilerinden uzaklaştırıp önleyenin
O olduğunu, bu hususta O’nun hiçbir ortağının bulunmadığını bildiğinize göre;
ne diye O’ndan başkasına ibadet ediyor ve O’nunla birlikte başka ilâhların varlığını
kabul ediyorsunuz?" Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Allah’a
hamd olsun, seçtiği kullarına da selâm olsun, de. Allah mı hayırlıdır yoksa koştukları
ortaklar mı? Göklerle yeri yaratan ve sizin için gökten bir su indiren mi?
Onunla göz alıcı bahçeler bitirdik. Onların ağaçlarını bitirmek sizin için
mümkün olmaz. Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Hayır, onlar sapan bir
topluluktur." (en-Neml, 27/59-60)
Yüce Allah bu âyetlerin herbirisinin sonunda:
"Allah ile birlikte bir ilâh mı
var?" diye sormaktadır. Yani bunları Allah ile birlikte yapan bir başka
ilâh daha mı var? Bu inkar anlamında bir sorudur. Böyle bir şeyin olmadığını
ihtiva eder. Onlar da zaten bunları Allah’tan başka yapan bir kimsenin olmadığını
kabul ediyorlardı. Böylelikle bunu onlara karşı bir delil olarak göstermiş
oluyordu.
Şu aklî ilimlerle uğraşanların ve onlara uygun
kanaat belirten sufilerin ileri sürdükleri rubûbiyyet tevhid’i, tevhid’in en
ileri derecesi olarak kabul ediliyorsa şüphesiz ki bu peygamberlerin getirdiği
ve indirilmiş kitaplarda yerini bulan bir tevhid’dir. Şu husus bilinmeli ki
yaratıcının isbatına dair deliller ile peygamberlerin doğruluğuna dair deliller
gibi bunun pek çok delilleri vardır. Bir ilme insanların ihtiyacı ne kadar çok
olursa, Allah’ın kullarına rahmetinin bir tecellisi olarak onun delilleri de
daha bir açıktır.
Kur’ân-ı Kerîm insanlara her tür örneği vermiş
bulunmaktadır. Bunlar ise dini maksatlar uğrunda ortaya konulmuş faydalı, aklî
ölçülerdir. Şu kadar var ki Kur’ân-ı Kerîm hüküm ve delil noktasında hakkı
beyan eder. Zaten hakkın ötesinde sapıklıktan başka ne olabilir ki? İttifakla
kabul edilmiş, zorunlu olarak bilinen önermeleri delil olarak ortaya koymakla
birlikte onlara dair istidlalde bulunmak ihtiyacını da duymaz. Açıklamalarda açık
ve anlaşılır olan bir hususun ayrıca zikredilmesinin gereği yoktur. Bu da
Kur’ân-ı Kerîm’in izlediği yoldur. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de delillendirme
yönteminin yer almadığını zanneden cahillerin iddiasının aksinedir. Bu hususta şüphe
ve tartışmaların aksine olarak Kur’ân-ı Kerîm delillendirme yollarını genişçe
açıklar ve maksadına dair delilleri gösterir.
Rubûbiyyette ortak koşmak, bütün insanlar tarafından
-sıfat ve fiillerde birbirine denk iki yaratıcının varlığını kabul etmek anlamında-
olabilirliğinin imkânsızlığı kesinlikle bilinen bir husustur. Ancak bir takım
müşrikler alemde kısmen bazı şeyleri yaratan bir yaratıcının olduğu kanaatine
sahip olmuştur. İki tanrı kabul eden (seneviyye)lerin karanlık hakkındaki görüşü
ile, Kaderiye’nin canlıların fiilleri ile ilgili görüşü, dehrî filozofların
feleklerin hareketi ile ilgili yahut nefislerin hareketleri ya da tabiî
cisimlerin hareketleri ile ilgili görüşleri bu kabildendir. Bütün bunlar yüce
Allah’ın yaratması dışında, bir takım işlerin yaratılmış olduğunu kabul
etmektedirler.
Onlar bu bakımdan rubûbiyyete kısmen ortak koşarlar.
Arap ve Arap olmayan müşriklerin pek çoğu kabul ettikleri ilâhlarının yüce
Allah’ın yaratması söz konusu olmaksızın, bir takım faydaları sağlayıp yahut
bir takım zararları önlediklerini zannedebilirler.
İnsanlar arasında Allah’a, Rubûbiyyete ortak koşmak
görülen bir husus olduğundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm şu buyruklarında olduğu gibi
bunun batıl olduğunu açıkça beyan etmiş bulunmaktadır: "Allah hiçbir evlat edinmedi. Onunla birlikte herhangi bir ilâh
da yoktur. Eğer olsaydı bu takdirde herbir ilâh yarattığını alır, elbette
kimisi kimisine üstünlük sağlardı." (el-Mu’minûn, 23/91)
Şimdi apaçık, son derece özlü bu lafızlarla
ortaya konulmuş bu gözkamaştırıcı delil üzerinde dikkatle düşünelim. Hak olan
ilâhın mutlaka yaratıcı ve fail olması gerekir. Kendisine ibadet edene fayda sağlamalı
ve ona gelecek zararı önleyebilmelidir. Eğer şanı yüce Allah ile birlikte
mülkünde ortak bir başka ilâh bulunsaydı, onun da bir takım yaratıkları ve
fiilleri de olması kaçınılmazdı. O takdirde böyle bir ortaklığa da razı olmaması
gerekirdi. Aksine gücü yettiği takdirde o, ortağını kahreder, başına mülke
kendisi sahip olur ve tek başına ulûhiyyeti elinde tutardı. Bunu yapabilecek
olsaydı, elbette yapardı. Eğer buna güç yetiremeyecek olursa kendi yarattığı
ile başbaşa kalır ve bu yarattıklarını alır, bir kenara çekilir. Nitekim
dünyadaki hükümdarlar da eğer biri diğerini yenik düşüremiyor ve ötekine üstünlük
sağlayamıyor ise kendi ülkesinin egemenliği ile bir kenarda tek başına durur.
O halde şu üç husustan birisinin olması kaçınılmazdır:
• Ya herbir ilâh kendi yarattığını ve egemenliğini
bir başına alır ve sürdürür.
• Yahut biri diğerine üstünlük sağlar;
• Yahut ta hepsi de kendileri üzerinde dilediği
gibi tasarrufta bulunan, buna karşılık kendilerinin üzerinde tasarruf imkânını
bulamadıkları bir tek kişinin kahrı ve mülkü altında olurlar ve bu kişi tek başına
ilâh olur, kendileri ise her bakımdan yenik düşürülen ve kendilerine
rubûbiyyetini kabul ettirenin kulları olurlar.
Bütün âlemin işinin düzen içerisinde olması, işinin
son derece sağlam yürütülmesi; onu çekip çevirenin, idare edenin, bir tek ilâh,
bir tek mâlik ve egemen ve bir tek rab olduğunun en açık bir delilidir.
Mahlukatın O’ndan başka hiçbir ilâhı yoktur. O’ndan başka onların bir Rab’leri
de yoktur. Nitekim Temânu’ Delili de kainatın yaratıcısının bir olduğunu, ondan
başka hiçbir rabbi bulunmadığını, dolayısıyla bu rabbin dışında bir ilâhlarının
da bulunmadığını ortaya koymaktadır. İşte yaratışta ve var edişte temanû’ bu
olduğu gibi ibadet ve ulûhiyyette de bu şekilde temanû’ söz konusudur. Yani
kainatın birbirine denk iki yaratıcı rabbinin bulunması mümteni’ (imkânsız)
olduğu gibi; bütün kainattaki varlıkların kendisine ibadet edilen iki ilâhının
bulunması da imkânsız bir şeydir.
Kainatın birbirine denk iki yaratıcısının varlığının
özü itibariyle imkânsız olduğunu bilmek, fıtratta fiilen var olan bir şeydir ve
apaçık akıl tarafından batıl olduğu bilinen bir husustur. İşte iki varlığın
ilâh olmasının batıl olduğu da böylelikle anlaşılmaktadır.
O halde âyet-i kerîme fıtrat’ta yer etmiş
bulunan rubûbiyyetin tevhid’i gerçeğine uygundur ve onun bu uygunluğu
ulûhiyyetin de tevhid’ini gerektirmekte, ispatlamakta ve ona delil teşkil
etmektedir.
Bu anlamı dile getiren işaret edilen âyet-i
kerîme’nin manasına yakın bir hususu da şu âyet-i kerîme dile getirmektedir:
"Eğer göklerle yerde Allah’tan başka
ilâhlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulup gitmişti." (el-Enbiyâ, 21/22)
Âyet-i kerîme göklerde ve yerde birden çok ilâhın
bulunmasının imkânsız olduğunu göstermektedir. Ancak bir tek ilâhın varlığı söz
konusudur. Yine âyet-i kerîme bu bir ve tek ilâhın yüce Allah’tan başkasının da
olamayacağına, göklerde ve yerde düzenin bozulmasının ikisinde birden çok ilâhın
bulunmasının ve bir ve tek Allah’tan başka ilâhların varlığının kaçınılmaz
sonucu olduğuna delildir.
Yine âyet-i kerîme şunu göstermektedir. Göklerin
ve yerin düzeni ancak her ikisinde de yüce Allah’ın bizzat kendisinin ilâh
olmasına bağlıdır. Şâyet kainatta kendisine ibadet olunan iki ilâh bulunacak
olursa kainatın tümünün düzeni bozulur.
Çünkü kainatın düzeni ancak adalet iledir.
Adaletle gökler ve yer dimdik ayakta durur. Kayıtsız ve şartsız olarak en büyük
zulüm şirktir, en ileri derecedeki adalet ise tevhid’dir.
Ulûhiyyet tevhidi rubûbiyyet tevhid’ini de
ihtiva eder, ama aksi söz konusu değildir. Çünkü yaratmaya kadir olamayan âciz
demektir. âciz varlığın ise ilâh olması uygun değildir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Kendileri
yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş koşuyorlar?"
(el-A’raf, 7/191)
Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır:
"Yaratan, yaratmayan
gibi olur mu hiç? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?" (en-Nahl, 16/17)
Şunu da belirtelim ki; Allah’ın peygamberlerinin
kendisine davet ettikleri ve indirilen kitapların ihtiva ettiği tevhid iki
türlüdür: İsbat ve bilmek bakımından tevhid ile gözetilen maksat itibariyle
tevhid.
Birincisi yüce Rabbin hakikatinin sıfat, fiil ve
isimlerinin isbat edilip kabul edilmesidir. Bütün bu hususlarda hiçbir şey
O’nun eşi ve benzeri değildir. Nitekim kendisi de kendi zatı hakkında böylece
haber vermiştir, Rasûlü de bize böylece bildirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu türü
gayet açık bir şekilde ortaya koymuştur. el-Hadîd ve Tâhâ surelerinin baş
tarafları ile el-Haşr suresinin sonlarında, es-Secde sûresinin, Al-i İmran
suresinin başlarında, İhlas suresinin tamamında ve diğer buyruklarda görüldüğü
gibi.
İkincisi ise gözetilen maksat itibariyle
tevhid’dir. Nitekim: "De ki: Ey
kâfirler..." (el-Kâfirûn, 109. sûre) sûresi ile "De ki: Ey kitab ehli! Bizimle sizin aranızda âdil olan bir kelimeye
geliniz..." (Al-i İmran, 3/64)
âyeti ile "kitabın
indirilmesi..." (ez-Zumer, 39)
diye başlayan surenin başı ve sonları ile Yunus suresinin baş tarafları,
ortaları ve sonları el-A’raf suresinin baş tarafları ve sonları ile el-En’âm
suresinin tamamının muhtevâsı buna örnektir.
Kur’ân surelerinin büyük çoğunluğu hatta
surelerinin tamamı her iki türüyle tevhidi ihtiva etmektedir. Çünkü Kur’ân-ı
Kerîm ya Yüce Allah’ın isim, sıfat ve fiilleri hakkında bize haber vermektedir
ki, o takdirde bu ilmî ve haberî bir tevhid’dir.
Yahut ta hiçbir şeyi O’na ortak koşmaksızın yalnızca
O’na ibadete, O’nun dışında tapınılan varlıkları terketmeye bir davettir. O
takdirde bu iradî ve talebî bir tevhid’dir. Yahut bir emir, bir yasak ve
itaatine bağlanma isteğini dile getirmektedir. Bu da tevhid’in hukuku ve
tamamlayıcı unsurlarıdır.
Ya O’nun tevhid’ini kabul edenlere lütuf ve
ihsanlarını haber vermekte, dünyada onlara neler yaptığını, âhirette onlara ne
gibi ikramlarda bulunacağını bildirmektedir. Bu da kendisini tevhid etmenin bir
mükâfatıdır.
Yahut müşriklere dair ve dünya hayatında onlara
verdiği ibretli cezalar ile, âhirette karşı karşıya kalacakları cezaları
bildiren haber mahiyetindedir. Bu buyruklar da tevhid’in hükmünün dışına çıkanların
cezasını bildirir.
Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in tümü tevhid,
tevhid’in hukuku, tevhid’in mükâfatı ile şirk, müşrikler ve onların cezaları
hakkındadır.
Yüce Allah aynı şekilde bu tevhid ile kendi zatı
hakkında şahitlikte bulunduğu gibi O’nun melekleri, peygamberleri ve rasûlleri
de bu hususta O’na şahidlik etmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah kendisinden başka hiçbir ilâh
olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de.
O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Mutlak galiptir, Hakîmdir. Şüphesiz Allah
nezdinde din islam’dır."
(Al-i İmran,
3/18-19)
Bu âyet-i kerîme tevhid’in hakikatini isbatı ve
bütün sapık kesimlerin kanaatlerini reddetmeyi ihtiva etmektedir. O bakımdan bu
âyet-i kerîme şahidliklerinin en üstünü, en büyüğü, en adaletlisi ve en doğrusunu,
en yüce şahidler vasıtasıyla ve hakkında şahidlik edilen en yüce gerçek hakkındaki
şahidliği ihtiva etmektedir.
Selef’in
"şahidlik etti" ifadesinin anlamı ile ilgili açıklamaları hüküm
vermek, yargıda bulunmak, bildirmek, açıklamak ve haber vermek anlamları etrafında
döner dolaşır. Bunların hepsi doğru açıklamalardır ve aralarında çelişki
yoktur. Çünkü şahidlik etmek, şahidin söylediği sözü ve verdiği haberi ihtiva
ettiği gibi, onun bir şeyi bildirmesini, haber verip açıklamasını da ihtiva
eder.
Eğer maksat sadece şahitlikte bulunmak olsaydı,
bunun muhtevâsını bilmek imkânı olmaz, şahitlikten gereken fayda sağlanmaz ve şahitlik
ile onlara karşı delil ortaya konulmuş olmazdı. Bundan daha ileri olmak üzere şehadet
kullara açıklamayı, onlara delâlette bulunmayı ve hakkında şahidlik olunan şeyi
onlara bildirmeyi de ihtiva etmiştir. Nitekim kullardan şahitlik eden bir
kimsenin nezdinde şahitlik yapacağı herhangi bir husus bulunup da onu açıklamayıp,
gizleyecek olursa, kimse ondan faydalanmaz ve onunla herhangi bir delil ortaya
konulmuş olmaz.
Şahidlikten ancak açıklanması halinde yararlanılabildiğine
göre; Yüce Allah da bu şahitliği: İşitmek (sem’), görmek (basar) ve akıl’dan
ibaret üç yolla tam anlamı ile açıklamış bulunmaktadır.
Bu O’nun bize bildirmiş olduğu bütün kemal sıfatları,
vahdaniyet ve buna benzer diğer bütün hususları en ileri derecede açıklayıp,
bize bildirmiş olduğu son derece anlaşılır ve okunan âyet-i kerîme’lerle olmuştur.
Bu hususta durum, Cehmiye’nin, onlara uygun kanaat belirten Mutezîle’nin ve
Yüce Allah’ın Kitabını nitelendirmiş olduğu beyan ile şerefli Rasûlünün açıklamasına
aykırı, kişiyi hayrete düşüren bir takım ihtimalleri ileri sürerek, Allah’ın
bazı sıfatlarını kabul etmeyen Muabtile’nin ileri sürdükleri gibi değildir.
Nitekim yüce Allah Kitabının ve Rasûlünün beyan
edici ve açıklayıcı özelliklerini şu buyruklarıyla dile getirmektedir: "Hâ. Mîm. Mubîn (açıklayıcı) Kitap hakkı
için..." (ez-Zuhruf, 43/1-2); "Elif,
Lam, Ra. Bunlar apaçık Kitabın âyetleridir." (Yusuf, 12/1); "Elif,
Lam, Ra. Bunlar Kitabın ve açık açık anlatan Kur’ân’ın âyetleridir." (el-Hicr, 15/1); "Bu, insanlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için de bir
hidayet ve bir öğüttür." (Al-i İmran,
3/138); "Bilin ki;
peygamberimize düşen açıkça tebliğ’den ibarettir." (el-Maide, 5/92); "Apaçık belgelerle ve kitaplarla (seni gönderdik.) İnsanlara
kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye
sana da bu Zikri (Kur’ân’ı) indirdik." (en-Nahl, 16/44)
Aynı şekilde sünnet de, Kur’ân-ı Kerîm’in
delâlet ettiği hususları açıklamak ve pekiştirmek üzere varid olmuştur. Yüce
Rabbimiz bizleri ne filanın görüşüne, ne filanın zevkine, ne de filanın vecde
gelişine, dinimizin esasları ile ilgili olarak asla muhtaç kılmamıştır.
Bundan dolayı bizler Kitap ve Sünnete muhalefet
edenlerin kendi aralarında da ayrılıklar içerisinde olduklarını, tutarsız
iddialarda bulunduklarını görüyoruz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün sizin için dininizi kemale
erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı beğenip
seçtim." (el-Maide, 5/3) O bakımdan bu dini tamamlamak için Kitap ve
Sünnetin dışında herhangi bir şeye ihtiyaç bulunmamaktadır. İşte hocamız Ebu
Ca’fer et-Tahâvî -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- ileride gelecek olan şu sözlerinde bu hususa işaret
etmektedir: "Bu konuda bizler ne kendi görüşlerimize dayanarak te’vil’de
bulunup, ne de hevâlarımızın etkisi ile vehm’e kapılarak bu hususa dalmayız.
Çünkü (bilmediğini) Aziz ve Celil olan Allah’a ve Rasûlüne teslim edenlerin dışında,
kimse dini hususunda selâmete erişemez."
Yüce Allah’ın yaratmış olduğu ve gözle görülen
âyet ve belgelerine gelince: Bunlara bakıp, bunlar üzerinde durmak, düşünmek,
bunları delil olarak kullanmak, O’nun kavlî ve sem’î âyetlerinin delâlet ettiği
hususlara delil teşkil etmektedir.
Akıl ise hem bu belgeleri, hem öbür belgeleri
bir arada mütalâa eder, peygamberlerin getirdiklerinin doğruluğunu kesin olarak
ortaya koyar. Böylelikle sem’in (işitmenin), görmenin, aklın ve fıtratın tanıklığı
ittifakla aynı gerçeği dile getirmiş olmaktadır.
Yüce Allah, adaletinin, merhametinin, ihsanının,
hikmetinin kemali dolayısıyla ileri sürülecek bir mazeret bırakmayı istemediği
ve delili ile gerçekleri ortaya koymayı sevdiğinden ötürü; göndermiş olduğu
herbir peygamberle birlikte de mutlaka haber verdiği hususların doğruluğuna
delil teşkil edecek bir âyet (belge ve mucize) de göndermiştir. İşte yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki
Biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik. Onlarla birlikte insanlar
adaleti ayakta tutsunlar diye kitabı ve mizanı indirdik." (el-Hadid,
57/25); "Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını
peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun. (Biz o
peygamberleri) apaçık belgelerle ve kitaplarla (gönderdik.)" (en-Nahl,
16/43-44); "De ki: Size benden önce nice peygamberler apaçık delilleri ve
dediğinizi getirmişlerdi..." (Al-i İmran, 3/183); "Eğer onlar seni
yalanlarlarsa (bil ki) senden önce apaçık delillerle, sahifelerle, aydınlatıcı
kitaplarla gelmiş nice peygamberler de yalanlanmıştır." (Al-i İmran,
3/184); "Allah hak ile Kitab’ı ve mizanı indirendir..." (eş-Şura,
42/17)
Peygamberlerin getirmiş olduğu âyetlerden,
belgelerden ve kesin delillerden daha güzel bir âyet ve bir belge olabilir mi?
Çünkü bunların hepsi Yüce Allah tarafından onların lehine yapılmış ve Yüce
Allah tarafından kullarına en ileri derecede açıklanmış birer şahitliktir.
Yüce Allah’ın isimlerinden birisi de
"el-Mu’min"dir. Bu ismin iki açıklamasından biri şudur: O doğru
söyleyenleri (sadıkları) onların doğruluklarına dair ortaya koymuş olduğu tanıklarla,
delil ve belgelerle tasdik edendir. Bundan dolayı O’nun kullarına, rasûllerinin
tebliğ etmiş olduğu vahyin hak olduğunu açıkça ortaya koyacak afakî ve enfüsî
âyetleri göstermesi kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onun gerçeğin ta kendisi olduğu,
kendilerine apaçık belli oluncaya kadar âyetlerimizi onlara hem afâk’ta (dış
dünyalarında) hem kendi nefislerinde göstereceğiz." (Fussilet, 41/53)
Burada gerçeğin ta kendisi olduğu, kendilerine gösterileceğinden sözü edilen şey
"Kur’ân-ı Kerîm’dir." Çünkü
daha önceden: "De ki: Söyleyin bana
eğer o Allah tarafından ise..." (Fussilet,
41/52) diye söz edildikten sonra gelen âyet’in sonunda da: "Rabbinin herşeyi görüp gözetici olması
sana yetmez mi?" (Fussilet,
41/53) diye buyurulmaktadır.
Böylelikle Yüce Allah, Rasûlünün lehine bu
buyruklarıyla şu hususa şahitlik etmektedir: Onun getirdikleri hak’tır ve
kullara buna tanıklık edecek şekilde O’nun yaratacağı ve fiili ile ortaya çıkacak
âyet’lerini göstereceğini vaadetmektedir. Daha sonra da bütün bunlardan daha
büyük ve daha üstün olan bir hususu söz konusu etmektedir. Bu da Yüce Allah’ın
herşeye şahit (tanık) olmasıdır. Onun isimlerinden birisi de "eş-Şehîd"dir.
Yani hiçbir şey O’ndan kaybolmaz, hiçbir şey O’na gizli kalmaz. Aksine O herşeye
muttalî’dir ve herşeye tanıktır. O herşeyi bütün incelikleriyle çok iyi bilir.
İşte bu da O’nun isim ve sıfatları ile (Allah’ın
vahdâniyetine) bir istidlâldir. Birincisi ise O’nun buyruk ve sözleriyle bir
istidlâl idi. Âfakî ve enfüsî âyet’lerle istidlal ise O’nun fiilleriyle ve
yaratıklarıyla istidlaldir.
Allah’ın isim ve sıfatları (vahdâniyetine) nasıl
delil gösterilir? Çünkü böyle bir yolla delil göstermek ıstılâh olarak alışılagelmiş
bir yol değildir, diye sorulursa cevabımız şu olur:
Yüce Allah inkâr, ta’tîl, teşbih ve temsîl ile
kirlenmemiş fıtratlara şunu yerleştirmiştir: O isim ve sıfatları ile kamil’dir.
O kendi zatını vasfettiği ve Rasûllerinin kendisini nitelendirdiği sıfatlara
sahiptir. Ayrıca O’nun kemaline dair yaratıklarına gizli kalan hususlar, onların
bu konuda bildiklerinden çok daha büyüktür.
O’nun kutsal kemalinin bir tecellisi de herşeye
tanık olması ve herbir şeye muttali olmasıdır. Öyle ki göklerde olsun, yerde
olsun gizli ve açık bir zerre dahi O’nun için gayb değildir. Bu niteliğe sahip
olan zata, kulların başkalarını ortak koşmaları, O’ndan başkasına ibadet
etmeleri, O’nunla birlikte başka bir ilâh kabul etmeleri nasıl uygun olabilir?
Kendisi hakkında en büyük yalanı uydurup, düzen kimsenin ve gerçeğe uygun
olmayan şekilde haberler verenin bu haline herhangi bir şekilde tepki
göstermeyerek, diğer taraftan bu yolda ona yardım edip, destek vermesi, şanını
yüceltmesi, duasını kabul etmesi, düşmanını helâk etmesi, O’nun vasıtası ile
bütün beşerî güçleri âciz bırakacak şekilde âyet’ler (belge ve mucizeler) ve
deliller ortaya çıkartması; bütün bunları o kimsenin Allah’a karşı yalan
söyleyen, iftira düzen bir kimse olmasına rağmen gerçekleştirmesi hiç O’nun
kemaline yakışır bir şey midir?
Bilinen bir husustur ki O herbir şeye tanıktır.
O’nun kudreti, hikmeti, izzeti ve kemali böyle bir şeyi kabil değildir. Bunun
mümkün olacağını kabul edebilen bir kimse insanlar arasında Allah’ı tanımak
imkânından en uzak bir kimsedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu yöntem, bu yol dopdoludur.
Bu havas’ın izlediği bir yoldur. Onlar yüce Allah’ı, O’nun fiillerine, O’na yakışan
fiillerin ve yakışmayanların neler olduğuna delil gösterirler. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Eğer bazı sözleri
uydurup Bize isnad etseydi. Biz onu elbette kuvvetle yakalardık. Sonra da
kalbinin damarını elbette koparırdık. O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona
yapmamıza engel olamazdı." (el-Hakka,
69/44-47) Bu hususa dair daha geniş açıklamalar -Yüce Allah’ın izniyle-
ileride gelecektir.
Yine Yüce Allah’ın isim ve sıfatları O’nun
vahdaniyyetine ve şirkin batıl olduğuna da delil gösterilir. Yüce Allah’ın şu
buyruklarında olduğu gibi: "O
Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Melik (biricik egemen)dir.
Kuddûs’dur (noksanlık gerektiren herşeyden münezzehtir), Selâm’dır (zat ve fiillerinde hür türlü kusurdan uzaktır), Mü’mindir (peygamberlerini mucizelerle
doğrulayıp, tasdik edendir), Müheymin’dir
(kullarının yaptıklarını herşeyi görüp, gözetleyendir), Azîzdir (herşey O’nun hükmüne boyun eğer, O’nun hükmüne karşı
konulamayandır), Cebbâr’dır (halleri
düzelten ya da hükmüne boyun eğmeye mecbur edendir), Mütekebbirdir (büyüklük ve azamette eşsiz olandır), Allah koştukları ortaklardan
münezzehtir." (el-Haşr, 59/23) Kur’ân-ı Kerîm’de daha bunun gibi pek
çok âyet-i kerîme vardır.
Bu yolu izleyenler pek azdır. Bu yolu ancak hâs
olanlar bulabilirler. Çoğunluğun kullandığı delil gösterme yolu ise, görülen
âyet ve belgeler iledir. Çünkü bu hem daha kolay izlenen bir yoldur, hem de
daha geniş kapsamlıdır. Yüce Allah da yarattıklarından kimini kimine üstün kılandır.
Kur’ân-ı Kerîm’de bir araya gelip, toplanmış
özellikler ondan başkasında bir araya gelip toplanmış değildir. O hem delildir,
hem de kendisi hakkında delil gösterilendir. Hem tanıktır, hem de kendisi
lehine tanıklık olunandır. İşte Yüce Allah, Rasûlünün doğruluğuna delil teşkil
edecek bir belge isteyenlere şöyle seslenmektedir: "Kendilerine karşı okunup duran, sana indirdiğimiz bu Kitap onlara
yetmedi mi? Şüphe yok ki bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet, bir öğüt
vardır." (el-Ankebut, 29/51)
ve devamı...
Peygamberlerin risaletlerinde getirdikleri ve
kitapların bildirdikleri tevhid’in, ulûhiyyet tevhidi olduğu -az önce işaret
olunduğu üzere- bilindiğine göre; tevhid’i üç ayrı türe taksim edip, bunu avam’ın
tevhid’i; hakikatlerle sabit olanı da ikinci tür ve havass’ın tevhid’i, kıdem
ile kaim olup havass’ın da havass’ının tevhid’i üçüncü tür tevhid olarak kabul
edenlerin; böyle bir kısımlara ayırmalarına iltifat edilmez. Hiç şüphesiz
tevhid bakımından insanların en mükemmelleri nebi’lerdir. Rasûller ise bu
hususta onlardan da daha mükemmeldir. Rasûllerden ulu’l-azm diye bilinenleri
ise tevhid bakımından onların en mükemmelleridir. Bunlar ise Nuh, İbrahim,
Musa, İsa ve Muhammed (Allah’ın salât ve
selamı hepsine olsun) dir.
Tevhid bakımından bunların da en mükemmelleri
iki halil Muhammed ve İbrahim (Allah’ın
salât ve selamı ikisine olsun) dirler. Çünkü bu ikisinin ilim, marifet,
hâl, insanları davet etmek ve cihad’ları itibari ile tevhid’in gereklerini
yerine getirdikleri şekilde hiçbir kimse yerine getirebilmiş değildir. O halde
rasûllerin ortaya koydukları, kendisine davet ettikleri diğer ümmetlerle uğrunda
cihad ettikleri tevhid’den daha mükemmel ve daha ileri tevhid söz konusu değildir.
Bundan dolayı Yüce Allah peygamberine bu hususta o rasûllere uymalarını emretmiştir.
Nitekim Yüce Allah, İbrahim -Aleyhisselam-ın
kavmi ile şirkin tutarsızlığı, buna karşılık tevhid’in doğruluğu ile ilgili
tartışmasını ve onun soyundan gelen peygamberleri söz konusu ettikten sonra: "İşte bunlar Allah’ın hidayet ettiği
kimselerdir. O halde sen de onların hidayetine uy." (el-En’âm, 6/90) diye buyurmaktadır. O
halde Allah’ın Rasûlüne kendilerine uymasını emrettiği kimselerin tevhid’inden
daha mükemmel bir tevhid söz konusu olamaz.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- da ashab’ına sabahı ettikleri vakit şöyle dua etmelerini
emrederdi; "İslam fıtratı, ihlas
kelimesi, Peygamberimiz Muhammed’in dini ve hanif bir müslüman olan ve asla müşriklerden
olmamış atamız İbrahim’in şeriatı üzere sabahı ettik."
[16]
demelerini öğretirdi.
İbrahim’in milleti (dini, şeriatı) tevhid’dir.
Muhammed’in dini de onun Allah’tan getirdiği söz, amel ve itikaddir. İhlas
kelimesi ise Allah’tan başka ilâh olmadığına şahidlik etmektir. İslam fıtratı
ise Yüce Allah’ın kullarına emretmiş olduğu kendisini sevmeleri ve O’na hiçbir şeyi
ortak koşmaksızın O’na ibadet etmek, ubudiyyet ile zilletle boyun eğerek,
emirlerine bağlı kalarak ve O’na yönelerek teslim olmak demektir.
İşte havass’ın da havass’ının tevhid’i budur.
Kim bundan yüz çevirecek olursa beyinsizlerin de beyinsizidir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kendini
bilmezden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirebilir! Andolsun ki Biz onu
dünyada beğenip, seçmişizdir. O âhirette de muhakkak salihlerdendir. Hani Rabbi
ona: "Teslim ol" dediği zaman o da: Alemlerin Rabbine teslim oldum,
demişti." (el-Bakara, 2/130-131)
Selim bir hissi ve kendisiyle ayırt etme gücüne
sahip olacağı bir aklı bulunan bir kimsenin istidlâlde kelâmcıların normlarına,
cedel’e, onların terimlerine ve yöntemlerine kesinlikle ihtiyaç duymaz. Hatta
belki bunlar sebebiyle kendisini şaşkınlığa, sapıklığa, şüphe ve tereddüte ulaştıracak
bir takım şüphe ve tereddütlere de düşebilir. Gerçek şu ki tevhid, bir kimsenin
kalbi bu gibi olumsuzluklardan kurtulabildiği takdirde ancak kişiye faydalı
olur. İşte Allah’ın huzuruna ancak kendisi ile varanların kurtulabileceği
kalb-i selim de budur.
Şüphesiz havass’ın ve havass’ın da havass’ının
tevhid’i olduğu iddia edilen ikinci ve üçüncü tür tevhid, kişiyi çoğu
sûfî’lerin kendisine soyundukları yok oluşa (fena’ya) götürür. Bu da genelde
ittihad (halik ile mahluk’un birliği) kanaatine ulaştıran çok tehlikeli bir
yoldur.
İşte Yüce Allah’ın Rasûlüne indirmiş olduğu
Allah’ın kelâmı budur. Allah Rasûlünün sünneti budur. Rasûlden sonra gelen en
hayırlı neslin ve âriflerin önderleri olan imamların kanaatleri, görüşleri
budur. Acaba onların sözlerinde görüş ve kanaatlerinde fena bulmaktan hiç
sözedilmiş midir? Acaba onlardan herhangi birisi böyle bir taksim’e (tevhid’i kısımlara
ayırmaya) kalkışmış mıdır? Bunun ortaya çıkış sebebi Harici’lerin aşırıya kaçışlarını
andıran dinde ileri derecede aşırıya kaçıştan başkası değildir. Hatta bu,
hristiyanların dinlerindeki aşırıya gidişlerinde benzer. Yüce Allah ise dinde aşırıya
gitmeyi yermiş ve bunu yasaklayarak şöyle buyurmuştur: "Ey kitap ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin. Allah’a karşı hak
olandan başkasını söylemeyin." (en-Nisâ, 171); "De ki: Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan
önce sapıklığa düşmüş, bir çok kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmiş
bir kavmin hevâ ve heveslerine uymayın." (el-Maide, 5/77)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "İşi zora koşmayın, Allah da
aleyhinize olmak üzere işi zora koşar. Şüphesiz sizden öncekiler işi zora koştular,
Allah da aleyhlerine olmak üzere işi sıkı tuttu. İşte onlardan arta kalanlar
manastırlarda ve kiliselerdedirler. Bir de "Bizim
kendilerine farz kılmaksızın, kendiliklerinden ortaya koydukları bir ruhbanlık."
(el-Hadid, 57/27) Hadisi Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.[17]
Hiçbir şey
O’nun benzeri Değildir.
Ehl-i sünnet zatında da, sıfatlarında da,
fiillerinde de hiçbir şeyin Allah’ın benzeri ve dengi olmadığını ittifakla
kabul etmişlerdir. Fakat teşbîh (benzetme) lafzı insanların dilinde birden çok
anlama gelme ihtimali olan mücmel bir lafız haline gelmiştir. Bu lafızla kimi
zaman doğru manası kastedilebilmektedir. Bu ise Kur’ân-ı Kerîm’in reddettiği,
aklın da delâlet ettiği Yüce Rabbin özellikleri itibariyle, yaratıklarının
hiçbir sıfatı ile nitelendirilmeyeceği, hiçbir sıfatında mahlukat’tan hiçbir şeyin
O’nun benzeri olmadığı anlamıdır: "O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11) Bu buyruğu ile Yüce Allah
Muşebbihe’nin (Allah’ı herhangi bir şekilde
mahlukata benzetenlerin) kanaatlerini reddetmektedir.
"O
herşeyi işitendir, görendir." buyruğu da Allah’ın sıfatlarının varlığını
kabul etmeyen Muattile’nin görüşlerini
reddetmektedir.
Buna göre yaratıcının sıfatlarını yaratıkların sıfatları
gibi kabul eden yerilmeyi hakketmiş, batıl’ın peşinden giden Muşebbihe’ye mensup birisi demektir.
Yaratıkların sıfatlarını, yaratıcının sıfatı gibi kabul eden bir kimse
küfürleri itibariyle hristiyanlara benzeyen birisidir.
Teşbîh’in (Allah’ın varlıklara
benzetilmesinin) reddedilmesi ile Yüce Allah’ın hiçbir sıfata sahip olmadığı
anlamını kastedenler de vardır. Bunlara göre O’nun kudreti vardır, ilmi vardır,
hayatı vardır denilemez. Çünkü kulun da bu gibi sıfatları vardır. Bu iddianın
kaçınılmaz sonucu olarak O hayy’dır, ilim sahibidir, kadir’dir de denilemez.
Çünkü kula da bu isimler verilebilmektedir. O’nun kelâmı, işitmesi, görmesi,
basar’ı ve benzer sıfatları da aynı durumda olur.
Bunlar (Muattıla) Allah’ın mevcud (var), herşeyi
bilen (alîm), herşeye gücü yeten (kadîr), hayy (diri) olduğu hususunda ehl-i
sünnet ile aynı kanaattedirler. Yaratılmış bir kimseye de mevcud, hayy, alîm ve
kadîr denilebilir. Bu nefyedilmesi gereken bir teşbihtir denilemez. Çünkü bu
Kitap ve Sünnetin ve sarih aklin delâlet ettiği bir husustur. Bu hususta aklı
başında hiçbir kimse de muhalefet etmez. Çünkü Yüce Allah bir takım isimlerle
kendi zatını adlandırdığı gibi, kullarının bir bölümüne de bu isimleri vermiştir.
Kendi sıfatlarını da bir takım isimlerle adlandırmış ve kimi isimleri de yarattıklarının
bazılarına sıfat olarak vermiştir. Ancak bu isimlere sahip olmak birbirinin aynı
olmak demek değildir.
O kendi zatına hayy, âlim, kadîr, raûf, rahîm,
azîz, hakîm, semî’, basîr, melik, mü’min, cebbar ve mütekebbir gibi isimler
verdiği gibi; kimi kullarına da bu isimleri vermiştir. Mesela: "O ölüden diriyi (hayyı) çıkartır."
(el-En’âm, 6/95); (er-Rûm, 30/19) diye buyurduğu gibi; "Ve ona alim (çok bilgili) bir oğul
müjdesi verdiler." (ez-Zariyat, 51/28) diye buyurmaktadır.
Başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır: “Biz ona halîm (çok tahammülkar,
kusurları affedici) bir oğul müjdesi verdik." (es-Saffat, 37/101); "Mü’minlere
karşı rauf ve rahîm’dir (çok şefkatli, çok merhametlidir)"
(et-Tevbe, 9/128); "Biz onu semî’
ve basîr (işitici ve görücü) kıldık." (el-İnsan, 76/2); "Aziz’in
karısı dedi ki..." (Yusuf, 12/51); "Onların
gidecekleri yerde de bir melik (hükümdar) vardı." (el-Kehf, 18/79); "Hiç mü’min olan kimse..." (es-Secde, 32/18);
"Allah
büyüklük taslayan her zorbanın (cebbar) kalbini işte böyle
mühürler." (el-Mu’min, 40/35)
Kısacası bilinen husus şu ki: Hayy olan herkes
hayy olan Allah’a, alim diye adlandırılan herkes alîm olan Allah’a, azîz diye
bilinen herkes azîz olan Allah’a benzemez. Diğer isimler de böyledir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O’nun ilminden kendisinin dilediğinden başka
hiçbir şeyi kavrayamazlar." (el-Bakara,
2/255); "O’nu ilmiyle indirmiştir."
(en-Nisa, 4/166); “O’nun ilmi dışında hiçbir dişi ne gebe kalır,
ne de doğurur." (Fatır, 35/11);
“Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı
veren hem de çetin kuvvet sahibi olan" (ez-Zariyat, 51/58); “Kendilerini
yaratan Allah’ın onlardan daha üstün güce sahip olduğunu görmezler mi?"
(Fussilet, 41/15)
Câbir Radıyallahu
anh’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bize Kur’ân-ı Kerîm’in bir suresini öğretircesine
bütün hususlarda istihâre yapmayı öğretir ve şöyle buyururdu: "Sizden
herhangi bir kimse bir iş hakkında karar verirse, farzın dışında iki rek’at
namaz kılsın, sonra da şöyle dua etsin: Allah’ım Senin ilminle Senden hayırlısını diliyorum (istihâre yapıyorum.) Senin kudretinle bana güç vermeni diliyorum. O
pek büyük lütfundan senden dilerim. Çünkü Sen kadîr’sin, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem. Sen gaybları en iyi bilensin. Allah’ım eğer şu işin benim için dinimde, dünya hayatımda
ve âkıbeti itibariyle hayırlı olduğunu biliyor
isen -yahut ta: dünyamda ve âhiretimde diye buyurdu- onu benim için takdir et
ve bana onu kolaylaştır. Sonra da onu benim için mübarek kıl. Eğer şu işin
benim için dinimde, hayatımda ve akıbeti itibariyle -yahutta dünyamda ve
âhiretimde diye buyurdu- kötü olduğunu biliyor
isen onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Hayır nerede ise onu benim
için takdir buyur, sonra da beni ona razı kıl. (Peygamber) buyurdu ki: Ve o
ihtiyacının adını zikreder (ek bu duayı yapar.)" Hadisi Buharî rivayet
etmiştir.[18]
Nesaî’nin ve başkalarının kaydettiği Ammâr b.
Yasîr’in rivayet ettiği hadiste de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şu duayı yaparmış: "Allah’ım,
gaybı bilen ilminle, bütün mahlukata
yeten kudretinle Senden istiyorum:
Hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Eğer ölüm benim için hayırlıysa
da canımı al. Allah’ım ben Senden, gizlilikte ve açık hallerimde Senden korkmayı
dilerim. Kızgınken ve hoşnutken hak söz söylemeyi dilerim. Zenginken ve fakirken
(israftan uzak) orta yollu olmayı dilerim. Senden bitip tükenmeyecek nimetler,
ardı arkası kesilmeyecek göz aydınlığı dilerim. Hakkımdaki kaza ve takdirinden
sonra (o hususta) beni hoşnut kılmanı dilerim. Ölümden sonra senden rahat bir
yaşayış isterim. O kerim yüzüne
bakmak lezzetini, sana kavuşma şevkini -hiçbir zarar görmeksizin, saptırıcı bir
fitneye de maruz kalmaksızın- dilerim. Allah’ım Sen bizi iman ziynetiyle
süslendir ve hidayete ermiş, doğru yolu bulmuş kimselerden kıl."[19]
Allah da, Rasûlü de Yüce Allah’ın sıfatları olan
ilim, kudret ve kuvveti (mahlukata) isim olarak kullanmış bulunmaktadır. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra
zayıflığın ardından kuvvet... yaratır." (er-Rûm, 30/54); "Şüphesiz
o kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibi idi." (Yûsuf, 12/68)
Mahlukatın ilminin Allah’ın ilmi, onların
kuvvetinin Allah’ın kuvveti gibi olmadığı bilinen bir husustur. Bunun
benzerleri de pek çoktur. Bu da bütün akıl sahipleri tarafından kabul edilen
bir husustur. O bakımdan Yüce Allah’ın kendi zatını nitelendirmiş olduğu rıza, gazap, sevgi, buğz ve buna benzer herhangi bir sıfatın
varlığını kabul etmeyen ve buna karşılık bunları kabul etmek teşbîhi ve tecsîmi
gerektirir iddiasında bulunanlara şöyle denilir: Sizler aslında yaratıkların sıfatlarına
benzedikleri halde yine de onun irade,
kelâm, semi’ ve basar sahibi
olduğunu kabul ediyorsunuz. Sizin kabul etmeyip, Allah ve Rasûlünün ise kabul edip
ve sizin kabul ettiğiniz hususlardaki kanaatlerinize benzeyen sıfatları da
kabul etmelisiniz. Çünkü aralarında herhangi bir fark yoktur.
"Biz hiçbir sıfatın varlığını kabul
etmiyoruz" diyecek olurlarsa onlara şöyle denilir: Sizler O’nun hayy, alîm, kadîr gibi bir takım
güzel isimlerini kabul ediyorsunuz. Kula da bazen bu isimler verilebilir. Buna
karşılık Rabbe ait olduğu kabul edilen bu tür isimlerin, kuldaki bu isimlerin
benzerini ifade ettiği de söylenmez. O halde Allah’ın isimleri hakkında söylediğinizin
bir benzerini O’nun sıfatları hakkında kabul etmelisiniz.
Halık ile mahluk’un ortak olan (isim ve sıfat)larını
reddeden bir kimse batıl iddiada bulunan bir Muattil olur. Her ikisindeki bu sıfatların birbirinin benzeri,
misli olduğunu kabul eden kimse de batıl iddiada bulunan bir Müşebbihe mensubu olur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah’tır.
Çünkü yaratan ile yaratıcı her ne kadar aynı
ismi almakta birbiriyle ittifak halinde iseler de; Yüce Allah vücud’u (varlığı), ilmi, kudreti vesair sıfatları
ile bu sıfatların özel anlamı ile mevsuf’tur. Kulun bunlardan herhangi bir
hususta O’na ortaklığı söz konusu değildir. Aynı şekilde kulun vücud, ilim ve kudret gibi sıfatları da kendine hâs’tır. Yüce Allah da kulun bu
özelliklerinde ona ortak olmaktan münezzehtir.
Yaratan ile yaratıcı var olmak, ilim ve kudret
sahibi olmak, ismini taşımakta ittifak etseler dahi, böyle bir müştereklik
ancak zihinlerde var olan, fakat eşyada varlığı söz konusu olmayan mutlak bir
müşterekliktir. Eşyada var olan ise özel bir hüvviyete sahiptir, onda herhangi
bir ortaklık söz konusu değildir.
İşte bu aklî yöntem kullananların pek çoğunun
tutarsızlıklara düştüğü bir konudur. Çünkü onlar bu gibi hususlarının ismen alınmasındaki
uyumun neticesinde Rabbin varlığının, kulun varlığı gibi olması gerektiği
vehmine kapılmışlardır.
Bu husustaki hata ve yanlışlığın aslı şudur:
Onlar bu genel ve külli eşyanın taşıdıkları mutlak ve külli isimlerin aynen
tesbit edilen ve bu ismi taşıyan her varlıkta da bulunması gerektiği kanaatine
kapılmışlardır, oysa durum böyle değildir. Çünkü dış dünyada var olan bir şey,
mutlak ve külli olarak var demek değildir. Aksine o ancak muayyen ve belli bir
özellikte var olabilir. Yüce Allah’a bu isimler verildiği takdirde bu isimlerin
müsemmâsı da artık onunla tayin edilmiş ve hususiyet kazanmış olur. Bu isimler
kula verilecek olurlarsa artık bu isimleri taşıyan da o isimlerle tahsis edilmiş
olur. Buna göre Allah’ın varlığında ve hayatında O’ndan başkasının O’na ortaklığı
(onun gibi olması) söz konusu değildir. Hatta muayyen belli bir varlığın varlığında
da başkası O’nunla ortak olmadığına göre, yaratıcının varlığında böyle bir
ortaklık nasıl düşünülebilir? Mesela, işte bu odur, denildiği vakit kendisine işarette
bulunulan şey aynı olmakla birlikte ona iki farklı yönüyle işarette bulunulmuştur.
İşte bu ve benzeri açıklamalarla Müşebbihe’nin
bu noktadan hareket ettiklerini ve bu konuda hakka fazladan bir şeyler kattıkları
için sapıttıklarını görmüş oluyoruz.
Muattile’nin ise bir yönüyle
benzerliği kabul etmeyip, yine bu hususta sapıtıncaya kadar hakka birşeyler
kattıklarını görmekteyiz. Yüce Allah’ın Kitabı ise sağlıklı ve doğru çalışan akılların
kavrayabilecekleri katıksız hakka delâlet etmektedir. Bu ise hiçbir sapması söz
konusu olmayan mutedil haktır.
Sıfatları nefyedenler Yüce Allah’ı herhangi bir
hususta yaratıklarına benzemekten tenzih etmekte iyi ve güzel hareket etmekle
birlikte; bizatihi Yüce Allah için sabit olan hususları nefyettikleri için de
uygun olmayan bir iş yapmışlardır. Müşebbihe
ise sıfatları kabul etmekle iyi bir tutum sergilemekle birlikte teşbihi ileriye
götürdükleri için kötülükte bulunmuşlardır.
Benzerliğin söz konusu olmaması ortaya çıktığına
göre, aradaki farkı açıklamak için yalnızca izafette bulunmak yeterli olur. Eşitliğin
söz konusu olmaması ise müşterek (ortak) lafzın medlûlü olan müşterek miktarıyla
o hususun varlığına engel değildir. Biz bu yolla gaybî hususları
kavrayabiliyoruz. Eğer bu müşterek mana bulunmamış olsaydı, bu kavrayışta
hiçbir şekilde mümkün olmazdı.
"Hiçbir
şey onu âciz bırakamaz."
Kudretinin kemali dolayısıyla hiçbir şey O’nu
âciz bırakamaz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah herbir şeye güç yetirendir." (el-Bakara, 2/20); "Allah herşeye muktedir olandır." (el-Kehf, 18/45); "Göklerde
olsun, yerde olsun hiçbir şey Allah’ı âciz bırakacak değildir. Muhakkak O en
iyi bilendir, herşeye güç yetirendir." (Fâtır, 35/44); "O’nun Kürsî’si gökleri ve yeri kuşatmıştır.
Onları koruması O’na ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür." (el-Bakara, 2/255)
"O’na
ağır gelmez."
O’nu âciz bırakmaz, güç gelmez. O’na zor ve sıkıntılı gelmez, demektir. Böyle
bir şeyin nefyedilmesi zıttının kemal derecesinde O’nun hakkında sabit olduğunu
gösterir. Aynı şekilde Kitap ve Sünnette yüce Allah’ın sıfatları hakkında gelen
herbir nefy ifadeside onun zıttının kemalinin onun hakkında sabit olduğunu
gösterir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez." (el-Kehf, 18/49) Çünkü O’nun adaleti kemal derecesindedir.
"Göklerde
ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’na gizli kalmaz." (Sebe’, 34/3) Çünkü O’nun ilmi kemal derecesindedir.
"Bize
bir yorgunluk da dokunmadı." (Kâf,
50/38) Çünkü O’nun kudreti kemal derecesindedir.
"O’nu
ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku." (el-Bakara,
2/255) Çünkü O’nun hayatı ve kayyûmiyyeti kemal derecesindedir.
"Gözler
O’nu idrak etmez." (el-En’âm, 6/103)
Çünkü O’nun celâl, azamet ve kibriyâsı kemal derecesindedir.
Bunun böyle olmasının sebebi, katıksız nefyin öğünülecek
bir tarafının bulunmayışından dolayıdır. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Küçük bir kabilecik, hiçbir kimsenin
ahdini bozmazlar,
Ve insanlara hardal tanesi kadar dahi
zulmetmezler."
Bu beyitten önce ve sonra sözünü ettiği şekli
ile onların ahidlerini bozmayıp, zulmetmedikleri ile birlikte "küçük
kabilecik" sözleriyle onları küçültmesi dolayısıyla bu sözleriyle onların
âcizliklerini ve zayıflıklarını kastettiği, kudretlerinin kemal derecesinde
olduğunu anlatmak istemediği anlaşılmaktadır. Bir başka şair de şöyle
demektedir:
"Fakat benim kavmim her ne kadar sayıca çok
iseler de,
Önemsiz dahi olsa hiçbir zaman kötülük
yapmazlar."
Burada onların kötülük yapmadıklarını söz konusu
etmekle birlikte, önceki beyitlerde onları yermeye delil teşkil edecek
ifadelerin bulunması, maksadının onların âcizliklerini ve zayıflıklarını dile
getirmek olduğu anlaşılmaktadır.
Bundan dolayı Yüce Allah’ın Kitabında Allah’ın sıfatları
isbat edilirken onlardan etraflı bir şekilde söz edilmekte, nefyedilenlerden de
mücmel olarak (özlü olarak) söz edilmektedir. Bu hoş görülmeyen türden kelâm
ile uğraşanların yolunun tam aksinedir.
Onlar etraflı bir şekilde nefyi söz konusu
ederken, mücmel olarak ta isbattan söz ederler ve şöyle derler: O cisim değildir,
şahıs değildir, beden değildir, suret değildir, et değildir, kan değildir, kişi
değildir, cevher değildir, araz değildir, renkli değildir, tadı yoktur, kokusu
yoktur, elle yoklanmaz, ısısı yoktur, soğukluğu yoktur, rutubeti yoktur, kuruluğu
yoktur, boyu yoktur, eni yoktur, derinliği yoktur. Bir araya parçaları
toplanmaz, parçaları birbirinden ayrılmaz, hareket te etmez, sakin de değildir.
Kısımlara, parçalara ayrılmaz, kısım, parça, cüz organ ve azaları yoktur.
Yönleri yoktur, sağı solunun varlığı, önü arkası, yukarısı altı söz konusu değildir.
Hiçbir mekan O’nu kuşatmaz, O’nun üzerinden zaman geçmez. Ne O’na temas etmek
düşünülebilir, ne de O’nun uzlete çekilmesi düşünülebilir. Mekânlara hulûl’u (İçlerine
girmesi) yoktur, yaratıkların hâdis oluşlarına delil teşkil eden hiçbir sıfat
ile nitelendirilemez. Sonlu olmakla da nitelendirilemez, bir alan kapladığı,
herhangi bir cihette yol aldığı da söylenemez. Mahdut değildir, kaderler O’nu
kuşatamayacağı gibi perdeler de O’nu kapatamaz. Ve buna benzer Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’nin
Mutezile’den naklettiği diğer sözler.
Bu ifadeler arasında hak olanı da vardır, batıl
olanı da vardır. Kitabı ve sünneti bilen bir kimse bunu açıkça anlar. Bu şekildeki
mücerred, nefy ifadelerinde övücü herhangi bir söz bulunmamakla birlikte,
edebin sınırlarını aşan ifadeler de vardır. Çünkü bir kimse sultana: Sen çöpçü
değilsin, odun kıran değilsin, hacamat yapan değilsin, dokumacı değilsin,
diyecek olursa her ne kadar bu sözleri doğru ise de sultan böyle diyen kimseyi
bu nitelendirmeleri dolayısıyla te’dib eder. Ancak nefy ifadesinde toplu
(icmali) sözlerle O’nu överek: Sen yönettiğin kimselerden hiçbir kimse gibi değilsin.
Sen onlardan daha üstün, daha şerefli ve daha değerlisin, diyecek olup bu şekilde
toplu bir ifadeyle olumsuzlukları nefyedecek olursa, aynı şekilde toplu bir
ifade ile edebe riayet etmiş olur.
Hakkı, nebevî ve ilâhî şer’î lafızlarla dile
getirmek, ehl-i sünnet ve’l-cemaat’ın izlediği bir yoldur. Muattile ise şârîin dile getirdiği isim ve sıfatlardan yüz
çevirirler. Bu sıfatların anlamları üzerinde düşünmezler. Kendilerinin bid’at
olarak ortaya attıkları mana ve lafızları itikad edilip inanılması, güvenilip
kabul edilmesi gereken muhkem anlam ve lafızlar olarak kabul ederler.
Hak, sünnet ve iman ehli ise Allah ve Rasûlünün
söylediklerini inanılması ve kabul edilmesi gereken hakkın kendisi olarak değerlendirirler.
Öbürlerinin söylediklerinden ise ya büsbütün yüz çevirirler yahut ta onun
durumunu etraflı bir şekilde açıklarlar. Onun hakkında Kitab ve Sünnete göre
hüküm verilir, yoksa onlardan hareketle Kitab ve Sünnet hakkında hüküm
verilmez.
Anlatmak istediğimiz şudur: Onların itikadlarında
ağırlıklı olarak görülen şey selbîliktir (olumsuz anlatımlardır.) O şöyle değildir,
o böyle değildir. İsbat (olumlu ifadeler) ise pek azdır. O alim’dir, kadir’dir,
hayy’dır gibi. Sözü edilen nefyin bir çoğu ise Kitap ve Sünnetten alınmış olmadığı
gibi, onların dışında sıfatları isbat edenlerin izledikleri aklî yollardan da
alınmış değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir. O herşeyi işitendir, herşeyi
görendir (semî’dir, basîr’dir.)"
(eş-Şûrâ,
42/11)
Bu buyrukta nefyin manasını da ortaya koyan bir
isbat vardır. O bakımdan bu buyruktan Yüce Allah’ın kastının şu olduğu anlaşılmaktadır:
Kemal sıfatlarına tek başına O sahiptir. Yüce Allah kendi zatını nitelendirdiği,
rasûllerinin kendisini vasfettiği sıfatlara sahiptir. Sıfatlarında da,
isimlerinde de, fiillerinde de O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Ayrıca O’nun,
mahlukatından hiçbir kimsenin muttalî olmadığı sıfatları da vardır. Nitekim sıkıntılı
haller için yaptığı duasında o doğru sözlü rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Allah’ım sahip
olduğun ve kendi zatını kendisiyle adlandırdığın yahut Kitabında indirdiğin
yahut kullarından birisine öğrettiğin yahut ta gayb ilminde kendi nezdinde
kimseye bildirmeyip sakladığın her bir ismin ile Senden, Kur’ân-ı Kerîm’i
kalbimin baharı, göğsümün nuru, hüznümün uzaklaştırıcısı, keder ve üzüntümün
gidericisi kılmanı niyaz ederim."[20]
Yüce Allah’ın rahmetine nail olmasını dilediğimiz
hocamızın (Tahâvî’nin) "Hiçbir şey O’nu âciz bırakmaz" ifadesi
yerilmiş nefy türünden değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir şey
Allah’ı âciz bırakmaz. Muhakkak O en iyi bilendir, herşeye güç
yetirendir." (Fatır, 35/44)
Böylelikle Yüce Allah âyet-i kerîme’nin sonunda
aczinin söz konusu olmayacağına delili zikrederek ona dikkat çekmektedir. Bu
ise ilim ve kudretin kemalini ifade eder. Çünkü âcizlik ya bir işi yapmak
isteyen kimsenin o işi yapmaya gücünün bulunmadığının ifadesidir; yahut ta o işi
bilmediğinden dolayı âcizdir.
Zerre ağırlığı kadar hiçbir şey de Allah’ın
ilminin dışında değildir ve O herşeye kâdir olandır. Akıl ve fıtratların kabul
ettikleri apaçık gerçeklerden birisi de O’nun kudret ve ilminin kemal
derecesinde olduğudur. O halde âcizlik O’nun hakkında söz konusu değildir.
Çünkü kudret ile âcizlik arasında belli bir çelişki vardır. Ayrıca âciz olan
bir kimsenin ilâh olması uygun değildir. Yüce Allah bundan alabildiğine
yücedir, münezzehdir.
"O’ndan
başka hiçbir ilâh yoktur."
İşte bu, daha önce açıklandığı üzere bütün
peygamberlerin kendisine davet ettiği tevhid sözüdür. Hasr’ı gerektiren (yani
yalnızca Allah’ın ulûhiyyetini ifade eden) nefy ve isbat itibariyle tevhid’in
bu sözlerle dile getirilmesi, mücerred bir isbat halinde, aksi olma ihtimalinin
de söz konusu olacağından dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Nitekim Yüce Allah: "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır" diye buyurduktan sonra:
"O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rahman’dır, Rahîm’dir." (el-Bakara,
2/163) diye buyurmaktadır. Çünkü herhangi bir kimsenin hatırına şeytani bir
vesvese kabilinden şöyle bir düşünce gelebilir: Kabul edelim ki bizim ilâhımız
bir tek ilâh olsun. Bizden başkalarının da O’ndan başka ilâhları bulunabilir.
Böyle bir vehmi bertaraf etmek için yüce Allah: "O’ndan başka ilâh yoktur" diye buyurmaktadır.
"(Allah)
Başlangıçsız olarak kadim, sonsuz olarak daimdir."
Yüce Allah: "O
İlktir ve Sondur." (el-Hadid,
57/3) diye buyurmaktadır. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Allah’ım Sen Evvelsin, Senden
önce hiçbir şey yoktur ve Sen Âhirsin, Senden sonra da hiçbir şey yoktur."[21]
Hocamızın: "Başlangıçsız olarak kadim’dir,
sonsuz olarak daim’dir" ifadesi yüce Allah’ın "el-Evvel ve
el-Âhir" isimlerinin anlamını ifade etmektedir.
Bu iki sıfatın Allah hakkında sabit olduğunu
bilmek fıtratlarda yer etmiş bir gerçektir. Çünkü bütün varlıkların -teselsülün
ardını arkasını kesmek için- zatı itibariyle varlığı zorunlu olan
(vacibu’l-vucud)a ulaşması kaçınılmaz bir şeydir.
Bizler canlıların, bitkilerin, madenlerin hâdis
(sonradan yaratılmış) olduklarını gördüğümüz gibi bulut, yağmur ve daha başka
atmosfer olaylarının da sonradan meydana geldiklerini görüyoruz. Gerek bu
meydana gelen olaylar, gerek te başkaları mümteni’ (var olmaları imkânsız) şeyler
değildir. Çünkü mümteni’ olan bir varlık asla var olmaz.
Bunlar zatları itibariyle de varlıkları zorunlu
(vacibu’l-vucud) değillerdir. Çünkü zatı itibariyle vacibu’l-vucud, yok olmayı
kabul etmez. Bu varlıklar ise bir zamanlar yoktu, sonradan var oldu. Bunların
bir zaman olmayışları onların vacib olmadıklarını, var oluşları da varlıklarının
imkânsız (mümteni’) olmadığını ortaya koyar. Var olması da, yok olması da
mümkün olan bir varlığın varlığı kendinden olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Yoksa onlar hiçbir şeyden
mi yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır?" (et-Tûr, 52/35) Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:Bunlar kendileri var eden bir varlık olmaksızın mı
var oldular yoksa kendi kendilerini var edenler kendileri midir?
Bilinen bir gerçektir ki sonradan var edilmiş
bir varlık, kendiliğinden var olmaz. Mümkin denilen varlık, işte varlığı da,
yokluğu da kendinden olmayandır. O bizzat kendi kendisini var etmez. Aksine
kendisini var eden bulunursa var olur, aksi takdirde yok olur. Yokluğu yerine
varlığı mümkün, varlığı yerine de yokluğu mümkün olan herbir varlığın varlığı
kendinden olmadığı gibi, yokluğu da onun ayrılmaz bir vasfı değildir.
Fazilet sahibi bir kimse kelâmcı ve
felsefecilerin söz konusu ettiği aklî yöntemlerin nihaî durumu üzerinde iyice
düşünecek olursa, bunların doğru olanlarının esas itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in
en açık ve en özlü bir üslûpla söz konusu ettiği aklî bir takım yöntemlerden
ibaret olduğunu görür. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in izlediği yollardaki beyanın
eksiksiz ve mükemmel tahkik derecesinde olduğunu ve onların yanında benzer
özellikte yaklaşımlar bulunmadığını da tesbit eder. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onlar sana bir örnek
getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama
getirmişizdir."
(el-Furkan,
25/33)
Bizler iyice tesbit edilemeyen bir takım
öncülleri (mukaddime, önerme) ve nazarî bir takım delilleri delil olarak ortaya
koymanın faydasız olduğunu söylemiyoruz. Çünkü gizlilik ve açıklık nisbî bir
takım meselelerdir. Kimi insanlar için açıkça ortaya çıkan bir husus, başkaları
için gizli ve saklı olabilir. Aynı kimse kimi halde farkedemediği ve kendisi
için gizli kalan bir hususu bir başka halde açıkça görüp tesbit de edebilir.
Yine önermeler kimisi için açıkça anlaşılamasa
bile bir takım kimseler bunları kabullenebileceği gibi, bazı kimseler de
bunlardan çok daha açık ve belirgin olanlar hakkında tartışabilir de.
Kişi nefsî araştırma ve inceleme ile öğrendikleri
sebebiyle; açık ve zahir hususlar arasından bilip öğrenebildiklerine oranla
daha ileri derecede sevinebilir.
Şüphesiz ki yaratıcının isbat edilme bilgisi,
O’nun varlığının vacib oluşu, zaruri ve fıtri bir husustur. Bazı insanların bu
hususta nazarî bir takım yöntemlere başvurma ihtiyacını hissettirecek bir takım
şüpheleri ortaya çıksa bile bu, böyledir.
Kelâm’cılar Yüce Allah’ın isimleri arasına
"el-Kadîm" ismini sokmuşlardır. Halbuki bu Esmâ-i Hüsnâ’dan değildir.
Çünkü Kur’ân’ın kendisiyle nâzil olduğu Arap dilinde "el-Kadîm" başkasından
daha önce olan hakkında kullanılır. Mesela eski olan bir şeye "bu
kadim’dir" denilir. Yeni olan bir şeye de "bu hadis’dir
(yenidir)" denilir ve onlar bu ismi ancak kendisinden önce mütekaddim şeyler
bulunan varlıklar hakkında kullanırlar. Kendisinden önce (kendisi hakkında)
yokluğun söz konusu olmadığı zat hakkında kullanmazlar. Nitekim Yüce Allah
(kadîm’i bu manada kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Sonunda o kuruyup incelen eski (kadîm) hurma dalı gibi
olur." (Yâsîn, 36/39)
Eski hurma dalı (el-urcunu’l-kadîm) ise
ikincisinin varlığı zamanına kadar kalabilendir, yenisi ortaya çıktı mı
birincisine kadim denilir.
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onunla hidâyet bulmadıkları için de:
‘Bu eski (kadîm) bir uydurmadır’ diyeceklerdir." (el-Ahkaaf, 46/11)
Yani zaman itibariyle önceliklidir. Yine bir başka yerde yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Gördünüz mü şu sizin
ve önceki (el-akdamun) atalarınızın ibadet ettiklerini" (eş-Şuara,
26/75-76) Burada kullanılan "el-akdem" kelimesi
"el-kadîm"in mübalağalı kipidir.
Yüce Allah’ın isimleri arasında
"el-Kadîm"i sokmaya gelince, bu kelâm’cıların çoğunun sözleri arasında
meşhur olmuştur. Selef ve halef’ten pek çok kimse ise bunu benimsememiştir. İbn
Hazm bunlardan birisidir.
Şüphesiz ki bu isim eğer bizatihi tekaddüm hakkında
kullanılacak olursa elbetteki bütün hadiselerden önce var olan varlık başkalarına
göre mütekaddim olmaya daha bir hak sahibidir. Şu kadar var ki Yüce Allah’ın
isimleri kendileri ile övülenin özelliğine delâlet teşkil edecek en güzel
isimlerdir. Sözlükte önce oluş (tekaddüm) ise mutlak’tır. Bütün hadiselerden
daha önceye has bir ifade değildir. O halde bu Esmâ-i Hüsnâ’dan değildir. Şeriatte
ise bu, O’nun "el-Evvel" ismi ile dile getirilmiştir ki bu da
"el-kadîm" den daha güzeldir. Zira ondan sonra var olan varlıkların
sebebinin ona ait olduğu ve O’na bağlı olduğu anlamını ihtiva etmektedir.
"el-Kadîm" ise böyle değildir. Yüce Allah’ın isimleri el-Hüsnâ (en
güzel) isimlerdir. Yalın olarak sadece "el-hasene: güzel isimler" değildir.
"Ne
sonu gelir, ne de yok olur."
Bu, Yüce Allah’ın beka’sının devamlılığını ifade
etmektir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Onun (yeryüzünün) üzerindeki her canlı fanidir. Celâl ve ikram
sahibi Rabbinin yüzü ise kalıcıdır." (er-Rahmân, 55/26-27)
Yok olmak (fena) ve sonu gelmek (beyd) mana
itibariyle birbirine yakın kelimelerdir. Bu şekilde onların bir arada
zikredilmeleri te’kid içindir. Aynı zamanda bu daha önce belirttiği: "O,
sonu gelmez daimdir" sözünü de ifade etmekte ve pekiştirmektedir.
"Yalnız
O’nun irade edip dilediği olur."
Bu, Kaderiyye
ve Mutezile’nin kanaatini
reddetmektir. Çünkü onlar Yüce Allah’ın bütün insanlardan iman etmelerini irade
ettiğini, ancak kâfirin küfrü murad ettiğini iddia etmişlerdir. Halbuki onların
bu sözleri kitaba, sünnete ve sahih akla aykırı düştüğünden dolayı tutarsızdır
ve reddolunur. Bu meşhur "kader meselesi"dir. İleride de buna dair
daha geniş açıklamalar Yüce Allah’ın izniyle gelecektir.
Kaderiyye’ye bu ismin veriliş
sebebi, kaderi inkâr etmeleridir. Kaderi gerekçe diye gösteren Cebriyye’ye de aynı şekilde Kaderiyye
denilmekle birlikte birinci kesime bu adın verilmesi daha çok görülen bir
durumdur.
Ehl-i sünnet ise şöyle derler: Yüce Allah her ne
kadar kaderin bir gereği olarak masiyetleri irade etmekte ise de, o masiyetleri
ne sever, ne onlardan razı olur, ne de masiyet işlenmesi emrini verir. Bilakis
O, masiyetlerden nefret eder, onlara gazap eder ve onlardan hoşlanmaz, onları
yasaklar. Bütün selef’in görüşü budur. Onlar: Allah’ın dilediği olur, dilemediği
olmaz, derler. Bundan dolayı fukahâ ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Yemin
eden bir kimse: Allah’a andolsun ki eğer Allah dilerse şu işi yapacağım,
diyecek olsa ve o işi yapmayacak olursa yeminini bozmuş olmaz. İsterse bu vacip
ya da müstehab olsun. Eğer Allah bunu severse diyecek olursa o takdirde (gereğini
yerine getirmeyecek olursa) eğer bu iş vacip ya da müstehab ise yeminini bozmuş
olur.
Ehl-i sünnet’in muhakkik’leri derler ki: Allah’ın
Kitabında irade iki türlüdür. Birisi kaderî,
kevnî ve halkî (yani yaratmaya
dair) irade, diğeri ise dinî, emrî ve
şer’î iradedir.
• Şer’î
irade: Muhabbet ve rızayı da ihtiva eder.
Kevnî irade ise, bütün olayları kapsayan ilâhî
meşîettir. Bu da yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslama açar, kimi
de saptırmayı dilerse onun da göğsünü -gökyüzüne tırmanıyormuş gibi- daraltır,
sıkıştırır."
(el-En’âm, 6/125)
Nuh -Aleyhisselam-
hakkındaki şu buyruk ta buna benzer: "Eğer
Allah sizi saptırmak isterse ben size öğüt vermek istesem bile, bu öğüdüm size
fayda vermez." (Hud, 11/34); "Fakat
Allah dilediğini yapar."
(el-Bakara,
2/253)
Dinî, şer’î ve emrî iradeye gelince; buna da
yüce Allah’ın şu buyrukları örnektir: "Allah
size kolaylık diler, güçlük istemez." (el-Bakara, 2/185) "Allah
size açıkça bildirmek, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine iletmek,
tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir. Allah tevbelerinizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar ise
sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler. Allah sizden (yükümlülükleri)
hafifletmek ister. Zaten insan zayıf yaratılmıştır." (en-Nisâ, 4/26-28); "Allah size güçlük çıkarmak istemez
ama sizi iyice temizlemeyi, üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister."
(el-Maide, 5/6); "Ey ehl-i beyt,
Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister."
(el-Ahzab, 33/33)
İşte çirkin işler işleyen kimselere insanların:
Allah’ın sevmediğini, o işe razı olmadığını ve emretmediğini anlatmak maksadı
ile: Bu adam Allah’ın istemediği bir işi yapıyor, şeklindeki sözlerinde dile
getirilen irade budur.
• Kevnî
iradeye gelince bu da müslümanların: Allah’ın dilediği olur ve O’nun
dilemediği olmaz, şeklindeki sözlerinde dile getirilen iradedir.
İrade sahibi kişinin bizzat bir işi yapmak
istemesi ile başka birisinin bir işi yapmasını istemesi arasındaki fark gayet
açıktır. İrade sahibi kişi bizzat bir işi yapmak isterse işte burada onun
fiiline taalluk eden iradenin varlığından söz edilir. Başkasından bir işi
yapmasını isteyecek olursa bu da bir başkasının o işi yapmasını istemesi
demektir.
İnsanlar için her iki türüyle de irade aklen
kabul edilebilir. Emir etmek ise birincisini değil de ikinci tür iradeyi
gerektirir. İşte Yüce Allah kullarına bir emir verecek olursa onunla emir verdiği
kimseye emrettiği hususu yerine getirmek üzere yardımcı olmayı murat edebileceği
gibi, bir fiili yapmasını irâde etse dahi bu yardımı irade etmeyebilir de.
Yüce Allah’ın emri hususundaki görüş ayrılıklarını
nihaî olarak ve açık bir şekilde çözecek surette yapılan tahkîk şöyle ifade
edilebilir: O’nun emir vermiş olması iradesini gerektirici midir, değil midir?
Yüce Allah, rasûlleri vasıtası ile insanlara kendilerine faydalı olacak şeyleri
emretmiş, onlara zararlı olacak şeyleri de yasaklamıştır. Fakat onlardan
kimilerinin fiillerini yaratmayı murat etmiş ve bundan dolayı da Yüce Allah
bizzat o fiili yaratmayı dilemiştir. Kişiyi de o işin faili kılmıştır.
Kimilerinin de fiillerini yaratmayı dilememiştir. Yüce Allah’ın kullarının
fiillerini ve diğer mahlukatı yaratması ile, açıklamak suretiyle ve maksadıyla
kullarına emir vermesi ayrı şeylerdir. Çünkü bu şekildeki emri kulun faydasına
yahut zararına olan şeyleri açıklamaktan ibarettir.
Yüce Allah Firavun’a, Ebu Leheb’e ve diğerlerine
iman etmelerini emretmekle onlara yerine getirmeleri halinde kendilerine faydalı
olacak ve hallerini düzeltecek şeyleri açıklamış olmaktadır. Onlara emir vermiş
olması, onlara yardımcı olmasını gerektirmez. Hatta onlar için böyle bir fiili
yaratması, bu hususta onlara yardımcı olması yüce Allah’ın bizzat kendi fiili
olması bakımından bunda bir çeşit mefsedet dahi olabilir.
Çünkü O ne yaratırsa bir hikmet ile yaratır.
Emretmiş olduğu bir fiilin, emrolunan tarafından işlenmesi halinde kişinin
faydasına olması, bizzat emir vererek o işi yapmasının yahut emrettiği şahsın o
işi yapmasını takdir etmesinin de maslahat olmasını gerektirmez. O halde
yaratma ciheti ile emretme ciheti arasında bir fark vardır. Nitekim kimi zaman
bir kimse kendisinden başkasına nasihat etmek ve ona faydalı olacak şeyleri açıklamak
maksadıyla bir takım emirler verir ve ona bir takım yasaklamalar getirebilir. O
bu işte o kimseye yardım etmek istemese dahi böyle emir ve yasaklarda
bulunabilir.
Çünkü benden başkasına verdiğim emirler ve
nasihatler her nekadar benim maslahatıma ise de, o hususta benim ona yardımcı
olmam, benim maslahatıma olmayabilir. Hatta benim maslahatım bunun zıttını
irade etmek doğrultusunda da olabilir. İşte bir kimsenin iyiliğini istemek
suretiyle başkasına emretmek ayrı bir şeydir, o işin bizzat kendisinin faydasına
yapılması ayrı bir şeydir. Yaratıklar hakkında böyle bir ayırım mümkün olduğuna
göre Yüce Allah hakkında da böyle bir ayırım mümkündür.
Maksat şudur: Hikmet sahibi bir mahlukun, bir başkasına
bir emir vermiş olmakla birlikte ona bu hususta yardımcı olmaması mümkündür.
Hikmeti sonsuz olduğu için mutlak yaratıcı hakkında bu, öncelikli olarak
mümkündür. Bir kimseye bir emir verir ve emrettiği o hususta ona yardımcı
olacak olursa, o emrolunan hususu yaratması, emri meydana getirmesi, o işi
yaratmakla birlikte onu sevdiğini de ortaya koyar. Yaratmak itibariyle irade
ettiği bir şey olduğu gibi, emretmek itibariyle de irade edip dilediği bir şeydir.
Emrolunan işi yapmak üzere yardımcı olmadığı
kimseye gelince o takdirde bu emrolunan ile Yüce Allah’ın emri taalluk etmekle
birlikte, yaratması taalluk etmez. Buna sebeb ise yaratmasının da ona taalluk
etmesini gerektiren hikmetin bulunmayışı; bunun yerine zıttını yaratmasını
gerektiren hikmetin söz konusu oluşudur. Birbirine zıt iki şeyden birisini
yaratmak, diğer zıt şeyi yaratmaya aykırıdır.
Kulun, Rabbinin huzurundaki zilletini, duasını,
tevbesini, günahlarının keffâreti olmasını, kalbinin incelmesini gerektiren ve
ondan büyüklenmeyi, azameti, haddi aşmayı gideren hastalığı yaratmak fiili;
elbetteki bütün bu maslahatları beraberinde gerçekleştiremeyen sağlığı yaratmanın
zıttınadır. Bundan dolayı hastalık sebebiyle meydana gelen iyiliklerin, benzeri
mazlum tarafından elde edilmesine sebeb teşkil eden zalimin zulmünun yaratılması
da bunca maslahatı gerçekleştirmeyen adaletini yaratması ile çelişmektedir. Her
ne kadar bizzat o zalimin maslahatı adaletli davranmasına bağlı ise de bu,
böyledir.
Yüce Allah’ın yaratma ve emretmesindeki
hikmetlerini geniş geniş açıklayabilmek, insan aklının bilmekten âciz olduğu
bir husustur. Kaderiyye ise fasit bir
yöntem izleyerek bunun sebeblerini açıklamaya çalıştılar ve bu hususta Yüce
Allah’ı yaratıklarına benzettiler. O’nun takdirindeki hikmeti hiç göz önünde
bulundurmadılar.
"Vehimler
O’na erişemez. Kavrayışlar O’nu idrâk edemez."
Yüce Allah: "Onlar
ise bilgileri ile O’nu kuşatamazlar." (Tâhâ, 20/110) diye buyurmaktadır.
es-Sıhâh (adlı sözlükte) el-Cevherî şöyle demektedir:
Bir şeyi vehmetmek, onu öyle zannetmek demektir. Bir şeyi fehmetmek (kavramak)
ise onu bilmek demektir.
Buna göre hocamızın (Tahâvi) maksadı şudur:
Hiçbir zan O’na ulaşamaz ve hiçbir bilgi O’nu kuşatamaz. Vehm’in, olacağı
umulan yani şu nitelikte olduğu zannolunan şey; fehm’in ise, aklın elde ettiği
ve kendisini kuşattığı şey olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah’ın keyfiyyetini
ise kendi zatından başka hiçbir kimse bilemez. Biz O’nu ancak sıfatlarıyla
bilebiliriz. O Ehad’dır, Samed’dir. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir
kimse de O’nun dengi değildir.
"Allah...
O’ndan başka ilâh yoktur. Diridir, Kayyûm’dur. O’nu ne bir uyuklama alır ne de
bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O’nundur..." (el-Bakara,
2/255);
"O
Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, Melik’tir, Kuddûs’tür, Selam’dır,
Mü’mindir, Muheymin’dir, Aziz’dir, Cebbar’dır, Mütekebbir’dir. Allah koştukları
ortaklardan münezzehtir. O Allah’tır ki yaratandır, yoktan var edendir. Suret
verendir, en güzel isimler yalnız O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O’nu tesbih eder. O Aziz’dir, Hakim’dir." (el-Haşr, 59/23-24)
"O
hiçbir yaratığa benzemez."
Bu sözleriyle başkalarına benzemekten münezzeh
yaratıcıyı yaratılmışa benzeten Müşebbihe’nin görüşlerini reddetmektedir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur. O hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." (eş-Şura,
42/11)
Bundan da kasıt bid’at ehli’nin ileri sürdükleri
gibi sıfatları nefyetmek değildir. Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin el-Fıkhu’l-Ekber adlı eserindeki ifadeler arasında şu da vardır:
"O mahlukatından hiçbir şeye benzemez, yarattıklarından hiçbir şey de O’na
benzemez." Bundan sonra da şunları söylemektedir: "O’nun bütün sıfatları
yaratıkların sıfatlarından farklıdır. O bilir
ama bizim bilgimiz gibi değil. O kudret
sahibidir ama bizim kudretimize benzemez. O görür
ama bizim görmemiz gibi değil."[22]
Nuaym b. Hammad da şöyle der: "Kim Allah’ı
yaratıklarından bir şeye benzetirse o kâfir olur. Kim de Allah’ın kendi zatını
nitelendirdiği sıfatlarından birisini inkâr ederse o da kâfir olur. Allah’ın
da, Rasûlünün de Allah’ın zatını vasfettiği sıfatların hiçbirisinde teşbîh yoktur."
İshak b. Rahaveyh der ki: "Kim Allah’ı sıfatlarını
açıklarken O’nun sıfatlarını, Allah’ın yarattıklarından herhangi bir kimsenin sıfatlarına
benzetirse o yüce Allah’a kâfir olur."
Yine o şöyle demiştir: "Cehm’in ve onun
yolundan gidenlerin alameti alışageldikleri şekilde ve yalan yere ehl-i sünnet
ve’l-cemaat’in müşebbihe olduklarını iddia etmektir. Bilakis onlar (yani Cehm
ve Cehmiyye) Muattile’nin (Allah’ın sıfatlarını
inkâr edenlerin) kendileridir."
Aynı şekilde selef imamlarının pek çoğu da şöyle
demiştir: Cehmiye’nin alameti Ehl-i
sünneti, “müşebbihe” diye
nitelemektir. Çünkü Allah’ın sıfat ve isimlerini kabul etmeyen ne kadar kişi
varsa mutlaka bu isim ve sıfatları kabul edenleri "müşebbihe" diye adlandırırlar.
Yüce Allah’ın yarattıklarından hiçbir varlığın
O’na benzemediğini söylemek, O’nun yarattıklarından herhangi birisine benzemesini
de reddetmeyi ihtiva eder. Bundan dolayı merhum hocamız: "O enâm’a
benzemez" sözleriyle yetinmiştir. Enâm ise insanlar demektir. Bütün
mahlukattır diye açıklandığı gibi ruh sahibi, herbir varlıktır, insanlar ve
cinlerdir, diye de açıklanmıştır. Ancak Yüce Allah’ın: "Yere gelince onu da enâm için alçalttı." (er-Rahmân, 55/10)
buyruğu diğer açıklamalardan daha çok birinci açıklamanın lehine tanıklık
etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
"O Hayy’dır, ölmez, Kayyûm’dur,
uyumaz."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah O’dur ki O’ndan başka ilâh
yoktur. Diridir, Kayyûm’dur, O’nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku."
(el-Bakara, 2/255)
Bu buyrukta uyuklamanın ve uykunun nefyedilmesi,
O’nun hayat ve kayyumiyyetinin kemaline delildir. Yine Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Elif, Lam, Mim.
Allah O’dur ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Diridir ve Kayyum’dur. O sana
kitabı hak ile indirdi." (Al-i İmran, 3/1-3); "Yüzler Hayy ve Kayyum’a zillet ile boyun eğmiş olacaktır."
(Tâ’hâ, 20/111); "Asla ölmez, Hayy
olana dayan ve O’nu hamd ile tesbih et." (el-Furkan, 25/58); "O, Hayy
(diri) olandır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur." (el-Mu’min, 40/65)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- da şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah uyumaz, zaten
ona uyumak ta gerekmez."[23]
Hocamız (Tahâvî) teşbihi nefyettikten sonra
Allah ile O’nun yarattıkları arasındaki ayrılığı ortaya koyan hususlara yüce
Allah’ın mahlukatından gayrı olarak ve kendine has olmak üzere sahip olduğu sıfatlara
işaret etmektedir. İşte bu sıfatlardan birisi O’nun ölmemek üzere hayat sahibi (Hayy) olmasıdır. Çünkü Bâki (ebedi kalıcı) hayat sıfatı yalnızca
Yüce Allah’a has’tır. O’nun yaratıklarının öyle bir vasıfları yoktur, çünkü
onlar ölürler.
Kendine has sıfatlardan birisi de O’nun uyumamak
üzere Kayyûm olmasıdır. Çünkü O,
uyumamak ve uyuklamamak sıfatlarına özel olarak sahiptir. Mahlukatı böyle değildir,
onlar uyurlar.
Bu ifadelerle teşbihin nefyedilmesinin sıfatları
nefyetmek demek olmadığına da işaret vardır. Aksine O, zatının kemali dolayısıyla
bütün kemal sıfatlarına sahiptir.
Ebedi kalıcı hayata sahip olan Hayy elbetteki geçici bir hayata sahip
olan hayy’a benzemez. Bundan dolayı dünya hayatı bir meta, oyalanma ve bir
oyundur:
"Bu dünya hayatı bir eğlenceden
ve bir oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise asıl hayat yurdu işte
orasıdır." (el-Ankebût, 29/64)
Dünya hayatı bir uyku, âhiret hayatı da uyanıklık
gibidir. O bakımdan âhiret hayatı yaratılmışlar için olduğundan ötürü kamil bir
hayattır, denilemez. Çünkü bizler el-hayy,
hayat zatının ayrılmaz sıfatı olan kimsedir, diyoruz. Yaratılmışa bu
(ahiretteki) daimi hayatı bağışlayan da O’dur. O hayatın devamlı olması, Allah’ın
onu devam ettirmesiyle olmuştur. Yoksa devamlılık bizatihi onun ayrılmaz bir sıfatı
olduğundan değildir. Yüce Rabbin hayatı ise böyle değildir. O’nun diğer sıfatları
da aynı şekildedir. Kısacası yaratıcının sıfatları kendisine layık olduğu şekildedir.
Yaratılmışların sıfatları da kendilerine layık olan şekildedir.
Buna göre Yüce Allah’ın bütün güzel isimleri
(Esmâ-i Hüsnâ) O’nun bu iki ismi etrafında döner, dolaşır. Bütün isimlerin
anlamları bu ikisine raci’dir. Çünkü hayat
bütün kemal sıfatlarını da gerektirir. Kemal sıfatlarından herhangi birisinin
bulunmaması ancak hayat sıfatının zayıflığından ötürüdür. Yüce Allah’ın hayatı
en mükemmel ve eksiksiz şekliyle söz konusu olduğuna göre; kabul edilmemesi
hayatın kemaline aykırı olan her türlü kemalin de onun hakkında kabul
edilmesini gerektirmektedir.
Kayyûm’a gelince bu da O’nun
kemal derecesinde hiçbir şeye muhtaç olmamasını ve kemal derecesinde kudret
sahibi olmasını gerektirmektedir. O kendi zatı ile kaim’dir. Hiçbir şekilde
kendisinden başkasına muhtaç değildir. Başkasının varlığını devam ettirendir.
Kendisi var etmedikçe O’ndan başka hiçbir varlık varlığını sürdüremez.
Böylelikle bu iki isim bütün kemal sıfatlarını en mükemmel bir şekilde kapsamış
olmaktadır.
"Muhtaç
olmamak üzere yaratandır. Külfetsiz olarak rızık verendir."
"Ben
cinleri de insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan
bir rızık da istemiyorum, Beni yedirmelerini de istemiyorum. Çünkü şüphesiz ki
Allah’tır hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan."
(ez-zariyât, 51/56-58); "Ey insanlar!
Allah’a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise O kimseye muhtaç olmayandır, her
hamde layık olandır." (Fâtır,
35/15); "Allah gani olandır
(muhtaç değildir). Muhtaç olanlar ise sizlersiniz." (Muhammed, 47/38); "De ki: Ben gökleri ve yeri yaratan Allah’tan başkasını mı dost
edinecek mişim? Ve O yediriyor ama yedirilmiyor." (el-En’âm, 6/14)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de Ebu Zerr -Radıyallahu
anh-ın rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: "(Yüce Allah
buyuruyor ki): Ey kullarım, eğer ilkinizle, sonunuzla, insanınızla, cinninizle
aranızdan en ileri derecede takvâ sahibi kimsenin kalbi gibi takvâlı olsanız bu
dahi, Benim mülküme hiçbir şey katmaz. Ey kullarım, ilkinizden, sonuncunuza
kadar insanlarınızla, cinlerinizle aranızdan en günahkar kişinin kalbine sahip
olsanız, bu dahi Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Ey kullarım ilkinizden,
sonuncunuza kadar insanınızla, cinninizle hep bir düzlükte dikilseler ve
Ben’den dileklerde bulunsalar, Ben de herbir insana dileğini verecek olsam bu
bile ancak bir iğne denize daldırıldığı zaman ne kadar eksiltebiliyorsa
bendekinden ancak o kadarını eksiltir..." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[24]
"Korkusuzca
öldürendir, meşakkatsizce diriltendir."
Ölüm felsefeciler ile onlara uygun kanaat
belirtenlerin aksine bir varlık sıfatıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O hanginizin daha güzel amelde
bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır." (el-Mülk, 67/2) Yok olan bir şey ise
yaratılmış olmakla nitelendirilemez. Hadis-i şerif’te de şöyle buyurulmuştur:
"Kıyamet gününde ölüm siyah-beyaz renkli bir koç halinde getirilecek,
cennet ile cehennem arasında boğazlanacak."[25]
Eğer ölüm bir araz ise Yüce Allah onu tıpkı
salih amel hakkında varid olmuş şu buyrukta olduğu gibi bir ayn’a (cisme) dönüştürecektir:
"Salih amel kişiye güzel bir genç delikanlı suretinde gelir. Çirkin amel
ise en çirkin bir surette gelir."[26]
Kur’ân-ı Kerîm hakkında da şöyle buyurulmuştur: " O (yani Kur’ân okuyanın kıraati) rengi solmuş bir genç suretinde
gelir."[27]
Bakara suresi ile Al-i İmran suresi hakkında
onların kıyamet gününde gelecekleri ve "sahiplerini (bu sureleri okumaya
devam eden kimseyi) gölgelendirecek iki bulut yahut iki gölgelik ya da saf saf
dizilmiş iki kuş sürüsü halinde gelecekleri" belirtilmiştir.[28]
Sahih hadiste de: "Kulların amellerinin
semaya yükseldiği"[29]
belirtilmektedir. Öldükten sonra diriliş ve kabirlerden çıkış ile ilgili açıklamalar
da Yüce Allah’ın izniyle ileride gelecektir.
"O mahlukatı yaratmadan önce de sıfatları
ile kadim idi. Onları var etmekle birlikte önceden sahip olmadığı bir sıfata
yeniden sahip olmamıştır. Sıfatları ile ezelî olduğu gibi aynı sıfatlara sahip
olarak ebedîdir."
Yüce Allah gerek zatî, gerek fiili sıfatları
itibariyle kemal sıfatlarına sahiptir. Yüce Allah’ın daha önceden sahip değilken,
sonradan herhangi bir sıfata sahip olduğuna inanmak mümkün değildir. Çünkü
O’nun sıfatları kemal sıfatlarıdır. Bu sıfatların olmayışı bir eksikliktir.
Daha önceden zıttı ile muttasıf iken, sonradan kemali elde etmiş olması düşünülemez.
Fiili sıfatları, ihtiyarî sıfatları ile benzeri
sıfatları ileri sürerek bu görüşün reddedilmesi mümkün değildir. Mesela yaratmak, suret vermek, hayat vermek,
öldürmek, daraltmak (kabz), yaymak (bast), dürmek (et-tay), istivâ, gelmek,
gitmek, nüzul, gazab ve rıza buna
benzer gerek kendisinin, gerek Rasûlünün kendisini vasfettiği sıfatlar (O’nun
ezeli ve ebedi olarak kemal sıfatlarına sahip olduğu gerçeğine aykırı olarak
görülemez.)
Her ne kadar bizler bunların gerçek te’vilinin
ne olduğunu ve bunların özünü idrak edemiyorsak ta bu böyledir. Ayrıca bu
konuda ne kendi görüşlerimize dayanarak te’vile
dalarız, ne de kendi hevalarımıza uyarak vehimlerde
bulunuruz. Ancak bunun aslî manası bizim tarafımızdan bilinmektedir.
Nitekim İmam Malik -Radıyallahu anh-’a Yüce Allah’ın: "Sonra ‘Arş’a istivâ etti." (el-Araf, 7/54) buyruğu ile ilgili olarak: Nasıl istivâ etti? diye
sorulunca o şu cevabı vermişti: ‘İstivâ’nın ne demek olduğu bilinen bir
husustur, keyfiyet ise meçhul’dür.’ Bu haller bir takım vakitlerde meydana
geliyor, bazılarında meydana gelmiyorsa da yine böyledir. Tıpkı şefaat ile
ilgili hadisteki şu ifadede olduğu gibi: "Gerçek şu ki Rabbim bugün daha
önceden benzeri görülmedik ve bundan sonra da benzeri görülmeyecek bir şekilde
gazaplanmış bulunuyor."[30]
Çünkü bu itibar ile böyle bir hudûs (sonradan
meydana geliş) (Allah hakkında) imkânsız (mümteni’) değildir ve bu gibi şeyler
hakkında önceden bu yoktu, sonradan meydana gelmiştir, ifadeleri kullanılamaz.
Nitekim dün de konuşabilme gücüne sahip olmakla birlikte bugün konuşan bir
kimse hakkında, o kimse yeni konuşmaya başladı, denilemez. Eğer küçüklük ve
dilsizlik gibi bir rahatsızlık sebebiyle daha önceden konuşamıyor, sonra da
konuşmaya başlamışsa o takdirde o yeni konuşmaya başladı, denilebilir. Herhangi
bir rahatsızlık olmaksızın susup, konuşmayan bir kimse kuvvet itibariyle
(potansiyel olarak) mütekellim’dir. Yani o dilediği zaman konuşabilir. Konuşması
halinde ise ona fiilen mütekellim denilir. Yazma esnasında yazmayı bilenin hali
de böyledir. O, o durumda fiilen kâtip’tir. Fiilen yazmadığı vakit kâtip
(yazmayı bilen) bir kişi olmanın sınırı dışında değildir.
Yerilmiş kelâm ilminde söz konusu edilen
hâdis’lerin (yaratılmışların) Yüce Rabbe hulûl’ü ile ilgili açıklamalara
gelince ne Kitapta, ne de sünnette buna dair nefyedici bir ifade de yoktur,
isbat edici bir ifade de yoktur. Bu ifade kapsamlı ve özlü bir ifadedir. Eğer
bununla Yüce Allah’ın mukaddes zatına sonradan yaratılmış mahlukatından hiçbir şeyin
hulûl etmeyeceği kastediliyor, yahut ta önceden sahip olmadığı yeni bir sıfata
sahip olmayacağı anlatılmak isteniyorsa bu doğru bir ifadedir. Şâyet bununla o
istediğini yapmıyor, dilediği vakit dilediği şekilde söz söylemiyor, mahlukata
benzemeksizin gazap etmiyor, hoşnut olmuyor yahutta kendi celal ve azametine
yakışacak şekilde inmek, istivâ etmek, gelmek gibi kendi zatını vasfettiği vasıflar
ile vasıflandırmayarak bu gibi ihtiyarî sıfatları nefyetmek maksadı ile
söyleniyorsa bu da batıl bir nefiydir.
İşte muhterem hocamız (Tahâvi): "O mahlukatı yaratmadan önce bu sıfatları
ile kadîm idi..." sözleri ile Mutezile’nin,
Cehmiye’nin ve onlara uygun kanaat
belirten Şia’nın görüşlerinin reddolunduğuna işaret etmektedir. Çünkü onlar şöyle
demişlerdir: Yüce Allah önceden kadir değil iken sonradan o fiile veya söz
söylemeye (kelâm’a) kadir olmuştur. Çünkü daha önceden imkânsız iken o fiil
veya kelâm mümkün olmuştur ve zatî imkânsızlıktan, zatî imkâna bir dönüşüm olmuştur.
İbn Küllâb, el-Eş’arî ve onlara muvafakat edenler ise şöyle demişlerdir: Daha
önceden bu fiili yapması onun için imkânsız iken fiil onun için mümkün olmuştur.
Onlara göre kelâm
(söz söylemek) ise meşîet ve kudretin kapsamı içerisinde değildir.
Aksine o başlı başına bir şeydir ve O’nun zatının ayrılmaz bir vasfıdır.
Bu sözlerin asıl sahipleri Cehmiyye’dir. Onlar şöyle derler: Sonradan olma olayların sürekliliği
imkânsızdır. Hâdis’lerin mutlaka bir başlangıcının olması lazımdır. Çünkü
hâdis’lerin başlangıcının olmaması mümkün değildir. Buna göre yüce yaratıcının
ezelden beri kendi meşi’eti ile fail ya da mütekellim olmasına da imkân yoktur.
Hatta buna muktedir olması dahi imkânsızdır, çünkü imkânsız olan bir şeye kadir
olmanın da imkânı yoktur.
Böyle bir iddia ise tutarsızdır, çünkü bu alemin
sonradan oluşunun mümkün olmadığına delildir. Halbuki o hâdistir, hâdis ise
önceden muhdes değilken, sonradan meydana gelirse bunun mümkün olması kaçınılmazdır.
O halde mümkün oluşun sınırlı bir vakti yoktur. İmkanın var olamayacağı bir
vakit düşünülemez. Bir fiilin mümkün olmasının caiz olmasının ve bunun sağlıklı
olarak kabul edilebilmesinin belli bir başlangıcı söz konusu değildir. O halde
(Yüce Allah için) fiilin her zaman için mümkün, caiz ve sahih olması
gerekmektedir. Buna bağlı olarak yüce Rabbin buna kadir olması da gerekir. O
halde başlangıcı söz konusu olmamak üzere hâdis olayların var olabileceği de
kabul edilmelidir.
Hiç şüphesiz bütün inanç sahiplerinin büyük çoğunluğu
şöyle derler: Yüce Allah’ın dışındaki herbir varlık yaratılmıştır. Önceden
yokken, sonradan var edilmiştir. İşte rasûllerin sözleri de budur, onlara tabi
olan müslümanların, yahudilerin, hristiyanların ve başkalarının da kabul
ettikleri budur.
Fıtraten bilinen gerçeklerden birisi de şudur:
Mef’ulün (fiilin eserinin) fail’i ile birlikte olması ve her zaman onunla
birlikteliği elbetteki imkânsız ve muhal bir şeydir. Gelecekte hâdis’lerin
teselsülü Yüce Allah’ın kendisinden başka hiçbir şeyin bulunmaması vasfına engel
teşkil etmediğine göre, geçmişte de hâdis’lerin teselsülünün mümkün görülmesi
de Yüce Allah’ın kendisinden önce hiçbir şey bulunmayan ilk (el-Evvel) olmasına
aykırı değildir. Çünkü Yüce Allah ezelden beri ve her zaman için dilediğini
yapmak ve dilediği sözü söylemek vasfına sahiptir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İşte böyle; Allah
dilediğini yapar, buyurdu." (Al-i
İmran, 3/40); "Fakat Allah
dilediğini yapar." (el-Bakara,
2/253); "Arş’ın sahibidir,
Mecid’dir, ne dilerse yapandır." (el-Burûc,
85/15-16); "Eğer yerde olan
bütün ağaçlar kalem olsa ve deniz de ardından yedi deniz daha ona (mürekkep
olup) katılsa yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi." (Lokman, 31/27); "De ki: Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa, buna yardımcı
olarak bir o kadar daha katsak Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler
tükenir."
(el-Kehf, 18/109)
"O
"el-Halik" adını mahlukatı yarattığından itibaren kazanmadığı gibi,
"el-Bâri’" ismini bütün yaratıkları meydana getirmekle de kazanmış değildir."
Hocamızın (Tahâvî) ifadelerinin zahirinden anlaşıldığına
göre o, geçmişte hâdis’lerin teselsülünü mümkün görmemektedir. Ancak ilerideki
ifadeleri arasında gelecekte bunu imkânsız görmediğine delil olabilecek sözleri
de vardır. O da şu sözleridir: "Cennet
ve cehennem yaratılmıştır. Ebediyyen fena bulmazlar ve yok olmazlar."
Cumhur’un görüşü budur. Bunun hem geçmişte, hem de gelecekte imkânsız olduğunu
kabul edenlerin görüşlerinin tutarsız olduğundan şüphe yoktur. Nitekim el-Cehm
ve ona tabi olanların görüşü budur. Bunlar cennet ve cehennemin -yüce Allah’ın
izniyle- ileride gelecek olan deliller dolayısıyla yok olacağı görüşünü kabul
etmiştir.
"O,
kendisine Rab’lık edilecek hiçbir varlık yokken rubûbiyyetin manasına sahipti.
Hiçbir mahluk yokken de halik olmak manasına sahipti."
Yani Yüce Allah kendisine Rab’lık edilecek
hiçbir varlık yokken de "Rab" sıfatı vardı. Hiçbir yaratık var
olmadan önce de "hâlık" sıfatına sahipti.
Şarih ilim adamlarından kimisi şöyle demiştir:
"Burada rububiyetin manası ve hâlık oluşun manası" ifadesini kullanmış
"hâlıkıyet"i kullanmamıştır. Çünkü halık bir şeyi sadece yokken varlık âlemine çıkartandır. Rab’bın ise pek çok manaları vardır.
Bunlar ise mülk, hıfz, tedbir ve bir şeyi tedrici olarak kemal derecesine ulaştırmak
demek olan terbiye manalarıdır. Şüphesiz ki O bütün bu hususiyetleri kapsayan
bir lafız olan Rububiyet tabirini kullanmış bulunmaktadır."
Ancak bu ifadeler tartışılabilir. Çünkü "halk etmek" aynı zamanda
takdir etmek manasına da kullanılır.
"O
hayat verdikten sonra da ölüleri dirilten olduğu gibi onlara hayat vermeden
önce de bu isme müstehaktır. Aynı şekilde bütün yaratıkları var etmeden önce de
O hâlık ismine müstehaktı."
Yani Yüce Allah ölüleri diriltmeden önce de
ölüleri diriltmek vasfına sahiptir. Aynı şekilde yaratıkları yaratmadan önce de
hâlık vasfına sahiptir. O bu sözleriyle Mutezile’yi ve onların görüşlerini
kabul edenleri ilzam etmektedir.
"Çünkü
O, herşeye kâdir’dir, herşey O’na muhtaçtır. Herbir iş O’nun için pek kolaydır.
O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. "Hiçbir şey O’na benzemez. O herşeyi işitendir,
herşeyi görendir.”
(eş-Şûrâ, 42/11)
Bu sözleriyle mahlukatı yaratmadan önce ezelde sıfatlarının
sabit olduğuna işaret etmektedir. Burada "herşey (kül)" sözü ile
bunun kapsamı hakkında açıklamada bulunmamız gerekmektedir. Bu tabirin herbir
konumdaki kapsamı ilgili karine’ler ışığında o makama uygun olarak anlaşılmalıdır.
Bu da Yüce Allah’ın izniyle ileride "Kelâm Meselesi" ile ilgili açıklamalar
esnasında gelecektir.
Mutezile Yüce Allah’ın: "Allah herşeye gücü yetendir". (el-Bakara, 2/284) buyruğundan anlaşılan
manayı tahrif ederek şöyle demişlerdir: O kendisi için kudreti çerçevesinde
olan herşeye kadir’dir. Kulların
fiillerine gelince Mutezile’ye göre
onlara kadir değildir. Kendi aralarında:
Bu fiillerin benzerlerine muktedir midir, değil midir? hususunda ise görüş ayrılığına
düşmüşlerdir.
Ancak durum onların dedikleri gibi olsaydı, o
zaman o iddialarının şu sözlerine benzemesi gerekirdi: O, bildiği herşeyi
bilendir. Yarattığı herşeyin yaratıcısıdır... ve buna benzer anlamsız diğer
ifadeler onların da bu iddialarını andırırdı. Onlar bu sözleriyle Yüce Allah’ın
herşeye kadir olması demek olan kudretinin kemal vasfını reddetmiş olmaktadırlar.
Ehl-i sünnet’e gelince, onlara göre Yüce Allah
herşeye kâdir’dir. Mümkün olan bütün varlıklar bunun kapsamına girmektedir. Zatı
itibariyle muhal (imkânsız) şeylere gelince bir şeyin aynı anda ve aynı durumda
hem var, hem yok olması gibi böyle bir şeyin de hakikati yoktur ve bunun varlığı
da düşünülemez. Akıl sahibi kimselerin ittifakı ile de buna "şey"
dahi denilemez. Yüce Allah’ın kendi zatının bir benzerini yaratması, kendi zatını
yoketmesi ve buna benzer imkânsız şeyler de bu kabildendir.
İşte bu esas Yüce Allah’ın umumi ve eksiksiz
rububiyetine iman etmektir. Bütün bunlara kâdir olduğuna iman etmeyen bir
kimse, Yüce Allah’ın herşeyin Rabbi olduğuna iman etmiş olmaz. O’nun herşeye
kadir olduğuna iman etmedikçe de O’nun rubûbiyyetinin eksiksizliğine ve
kemaline iman edilmiş olmaz.
Onlar mümkün olan ve var olmayan şeyler
hususunda; o bir şey midir? değil midir? konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
İşin gerçeği şudur: Olmayan bir şey hariçte bir şey değil demektir.
Ancak Yüce Allah olacak şeyleri olmadan önce
bilir, bunu yazar ve bazen onu söz konusu eder ve olacağını haber verir. Yüce
Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz
Kıyametin sarsıntısı pek büyük bir şey’dir." (el-Hacc, 22/1)
O halde bu ilim, zikredilmesi ve Kitapta yazılması
itibariyle bir şey’dir. Hariç’te var olan bir şey değildir. Nitekim Yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O
bir şeyi murad etti mi ona emri sadece ona: ol, demektir, o da derhal
oluverir." (Yasin, 36/82)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ben
sen önceden bir şey değilken seni yarattım." (Meryem, 19/9)
Yani o Yüce Allah’ın ilminde bir şey olarak
mevcut olmakla birlikte henüz hariç’te (dış dünyada) daha bir varlık olarak
ortada yoktu. Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "İnsan üzerinden öyle uzun süre geçti ki o anılmaya değer bir şey
değildi."
(ed-Dehr, 76/1)
"O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur." buyruğu Müşebbihe’nin kanaatini reddetmektedir. "O herşeyi işitendir, görendir." (eş-Şura, 42/11) buyruğu da Muattile’nin
görüşlerini reddetmektedir.
Yüce Allah kemal sıfatlarına sahiptir. Sıfatlarında
O’na benzeyen hiçbir varlık yoktur. Yaratılmışlar her ne kadar işiten ve gören
olmakla nitelendirilebilir iseler de, mahlukatın işitmesiyle görmesi yüce
Rabbin işitmesi ve görmesi gibi değildir. Bu sıfatlardaki benzerlik dolayısıyla
teşbihi kabul etmeyi gerektiren bir taraf yoktur. Zira yaratılmışın sıfatları
kendisine yakışan şekilde olduğu gibi; yaratanın sıfatları da kendisine yakışan
şekildedir.
Yüce Allah’ın kendi zatını yaratıklar arasında
Rabbini en iyi tanıyanın O yüce zatı, O’nun hakkında vacib ve mümteni’ (imkânsız)
olan şeyleri en iyi bilen, ümmetine en samimi olarak öğüt veren, ümmetin en
fasih’i, maksadını açıklama gücüne en ileri derecede sahip olanın (Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’ in) Yüce
Allah’ı vasfettiği sıfatları, Allah’tan nefyetmemek gerekir. Çünkü bunlardan
herhangi birisini nefyeden kimse Muhammed Sallallahu
aleyhi vesellem’ e indirileni inkâr etmiş olur.
Şâyet Yüce Allah’ı kendi zatını vasfettiği sıfatlarla
nitelendirecek olursak, O’nu yaratıklarından hiçbirisine benzetmemek gerekir.
Çünkü O’nun gibi hiçbir şey yoktur. O’nu yaratıklarından birisine benzeten ise
O’nu inkâr eden bir kâfir olur. Buharî’nin hocası Nuaym b. Hammad el-Huzaî der
ki: Allah’ı mahlukatına benzeten kâfir olur. Allah’ın kendi zatını vasfettiği
bir sıfatı inkar eden de kâfir olur. Ne Allah’ın kendi zatını, ne de O’nun
Rasûlü Muhammed Sallallahu aleyhi ve
sellem ‘in O’nu vasfettiği sıfatlarda teşbih diye bir şey yoktur.
İleride Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin: "Her kim (sıfatları)
nefyetmekten ve teşbihten sakınmayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet
ettirmemiş olur" ifadeleri açıklanırken bu açıklamalar da gelecektir.
Yüce Allah en yüce misalin yalnız kendisinin
olmakla kendi zatını nitelendirmiş ve şöyle buyurmuş: "Kötü örnek -esasen- ahirete iman etmiyenlerindir. En yüce örnek
ise Allah’ındır." (en-Nahl,
16/60); "Göklerde ve yerde en
yüce örnek yalnız O’nundur. O Aziz’dir, Hakim’dir." (er-Rûm, 30/27)
Bu buyruklarıyla Yüce Allah kusurları,
eksiklikleri ve kemalsizliği ihtiva eden kötü örneği, düşmanları olan müşriklere
ve putlarına nisbet ederken, bütün kemal sıfatlarını ihtiva eden en yüce örneğin
de yalnız kendisine ait olduğunu bildirmektedir.
Yüce Allah’ın kemal sıfatlarını kabul etmeyen
bir kimse kötü örneği Allah’a izafe etmiş ve kendi zatını nitelendirmiş olduğu
en yüce örneği reddetmiş olur. En yüce örnek ise mutlak kemal demektir. Bu da
hem var olan hususları, hem de ne kadar çok olurlarsa daha çok mükemmel ve başkalarından
daha kâmil ve daha yüce oluşunu ifade eden subutî manaları ihtiva etmektedir.
Yüce Rabbin sıfatları en çok ve en mükemmel olduğundan
dolayı en yüce örnek te O’nundur ve O kendisinin dışındaki bütün varlıklardan
buna daha layıktır. Daha doğrusu mutlak anlamı ile en yüce örneklikte iki kişinin
ortak olması imkansız bir şeydir, çünkü her ikisi her bakımdan birbirlerine eşit
olacak olurlarsa biri diğerinden daha üstün olamaz. Şâyet eşit olmazlarsa, o
halde bu sıfata aralarından sadece birisi sahip demektir. O halde en yüce örneğe
sahip olanın bir benzerinin yahut onu andıran bir varlığın bulunması imkansız
bir şeydir.
"O
bütün mahlukatı ilmiyle yaratmıştır."
"Halketti (ha-la-ka)" var etti,
meydana getirdi, yoktan vücuda getirdi, demektir. Bu aynı zamanda takdir etti,
anlamında da kullanılır. Yaratmak (el-halk) mastardır ve bu da yaratılan
(mahluk) anlamındadır.
Yani Yüce Allah mahlukatını bilerek yaratmıştır.
Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Yaratan bilmez mi hiç o latiftir. Herşeyden haberdardır." (el-Mülk, 67/14); "Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. O’ndan başkası bunları
kimse bilmez. Karada ve denizde ne varsa (hepsini) O bilir. Bir yaprak düşmeye görsün mutlaka onu bilir. Yeryüzünün
karanlıklarında (düşen) tek bir tane (bile
olsa) onu bilir. Yaş ve kuru müstesna
olmamak üzere hepsi apaçık bir Kitaptadır. O geceleyin sizi öldüren, gündüzün
de ne kazandığınızı bilendir." (el-En’âm,
6/59-60) Bu buyrukta Mutezile’nin görüşlerini reddetmektedir.
İmam Şafiî -rahmetullahi
aleyh-in arkadaşı ve onunla birlikte oturup kalkmış olan İmam Abdu’l-Aziz
el-Mekkî, Bişr el-Merîsî ile birlikte Me’mun’un huzurundaki tartışmasını
naklettiği "el-Hayde" adlı
kitabında, Bişr’in Yüce Allah’ın ilmi ile ilgili olarak kendisi ile tartışmasını
nakletmektedir. Bişr dedi ki: Ben Allah’ın bilgisiz olmadığını söylüyorum.
Bunun üzerine (Abdu’l-Aziz el-Mekkî) ona söyletmek maksadı ile ilimin sıfatları
ile ilgili soruları tekrarlayıp durdu. Bişr de: O bilgisiz değildir, deyip
durdu. Yüce Allah’ın kendine has ilmiyle alim olduğunu itiraf etmeyince İmam
Abdu’l-Aziz şunları söyledi: Cahilliğin nefyedilmesi övgü sıfatı değildir.
Çünkü benim: Bu sütun cahil değildir, derken onun bilgili olduğunu söylemiş
olmuyorum. Yüce Allah ise peygamberleri, melekleri ve mü’minleri bilgi sahibi
olmakla övmüştür, cahil olmamakla değil. Bilgi sıfatını kabul eden cahilliği
nefyetmiş olur, ancak cahilliği nefyeden bir kimse ilmi tesbit etmiş olmaz.
Bütün insanların Yüce Allah’ın kendi zatı için sabit kabul ettiğini sabit kabul
etmeleri, kendi zatı hakkında nefyettiğini nefyetmeleri ve kendisinin söz
konusu etmediği hususları, söz konusu etmemeleri görevleridir.
Yüce Allah’ın ilmine dair aklî delile gelince:
Cahillikle birlikte eşyayı var etmesi de imkansızdır. Çünkü O’nun eşyayı var
etmesi iradesi ile olur. İrade ise isteneni tasavvur edebilmeyi gerektirir. İsteneni
tasavvur etmek ise, isteneni bilmektir. O halde var etmek iradeyi, irade de
ilmi gerektirmektedir. Var etmek buna göre ilmi gerektiren bir husustur.
Diğer taraftan mahlukat öyle sağlam ve öyle
mükemmel yaratılmıştır ki bu, bunları var edenin alim olmasını
gerektirmektedir. Çünkü sapasağlam ve mükemmel olarak yapılmış bir fiilin, alim
olmayan birisinden sadır olması imkansız bir şeydir.
Diğer taraftan mahlukat arasında alim olanlar da
vardır ve ilim bir kemal sıfatıdır. Hâlık’ın ise alim olmaması imkansız bir şeydir.
Bunun da iki yolu vardır:
1- Bizler zorunlu olarak
yaratıcının yaratılmıştan daha mükemmel olduğunu biliyoruz. Varlığı vacib
(zorunlu) olanın mümkin olandan daha mükemmel olduğunu biliyoruz. Yine zorunlu
olarak şunu bilmekteyiz: Eğer biz birisi alim, diğeri de alim olmayan iki şeyin
varlığını kabul edersek, alim olan daha mükemmeldir. Eğer yaratıcı alim olmazsa
o zaman varlığı mümkün olanın ondan daha mükemmel olması gerekirdi. Bu ise
imkânsız bir şeydir.
2- Mahlukat demek olan
mümkin varlıklar arasındaki herbir bilgi, O’ndan gelmiştir. Fiili kemal
derecesinde olan ve bu şekilde varlıkları yoktan mükemmel olarak var edenin,
kemalden uzak olmasına imkan yoktur. Hatta O, kemale en yakın olandır. En yüce
örnek yalnız Allah’ındır. O ve mahlukat ne temsilî kıyaslarda, ne de kapsamlı kıyaslarda
eşit olamazlar. Aksine mahluk lehine sabit olan her bir kemale yaratıcı daha
bir layıktır. Herhangi bir mahlukun münezzeh olduğu herbir husustan yaratıcının
tenzih edilmesi daha uygundur.
"Ve o
yaratıklar için kaderler takdir etmiştir."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Herşeyi yaratıp, onu inceden inceye
takdir ve tayin etmiştir." (el-Furkan,
25/2); "Çünkü Biz, herşeyi bir
kader ile yarattık." (el-Kamer,
54/49); "Allah’ın emri mutlaka
yerini bulan bir kaderdir." (33/38); "O ki yaratıp düzenleyendir, O ki
takdir edip, yol gösterendir." (el-A’lâ,
87/2-3)
Müslim’in, Sahih’inde de Abdullah b. Amr -Radıyallahu anh-ın, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den şöyle
dediğine dair rivayet vardır: "Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl
önce bütün mahlukatın kaderlerini takdir buyurmuştur. O vakit Arş’ı su üzerinde
idi."[31]
"Onlar
için eceller tayin etmiştir."
Yani Yüce Allah mahlukatın ecellerini takdir ve
tayin etmiştir. Öyle ki onların ecelleri geldi mi ne bir an geri kalırlar, ne
de bir an öne geçerler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık ecelleri geldiği zaman bir an ne geri kalabilirler. Ne de
öne geçebilirler." (Yunus,
10/49); "Allah’ın izni olmadıkça
hiçbir kimse ölemez. O vâdesiyle yazılmış bir yazıdır." (Al-i İmran, 3/145)
Müslim’in, Sahih’inde de Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle
dediği kaydedilmektedir: Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in hanımı Ummu Habibe dedi ki: Allah’ım eşim Rasûlullah
ile, babam Ebu Sufyan ile kardeşim Muaviye ile gözümü aydın et. Bunun üzerine
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle buyurdu: "Sen Yüce Allah’tan tesbit edilmiş eceller, sayılı hükümler,
paylaştırılmış rızıklar için dilekte bulundun. Yüce Allah hiçbir şeyi vaktinden
önce acele etmez, hiçbir şeyi de vadesinden sonraya bırakmaz. Eğer sen Yüce
Allah’tan seni cehennem ateşi azabından, kabir azabından korumasını dilemiş
olsaydın, bu hem daha hayırlı hem de daha üstün olurdu."[32]
Buna göre maktul kişi de eceliyle ölür. Yüce
Allah birisinin hastalık sebebiyle, diğerinin öldürülme sebebiyle, bir başkasının
göçük altında kalması sebebiyle, ötekinin yangın, berikinin suda boğulmak
sebebiyle ve bunun dışındaki çeşitli sebeblerle öleceğini bilmiş, takdir etmiş
ve hükme bağlamıştır. Yüce Allah ölümü ve hayatı da ölüm ve hayatın sebebini de
yaratandır.
Şunu bil ki, dua da bazı hususlar hakkında meşrû
ve faydalıdır, bazıları hakkında değildir. Bundan dolayı Yüce Allah dua’da
haddi aşanları sevmez. İmam Ahmed -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- kendisine uzun ömür verilmesi için dua edilmesinden
hoşlanmaz ve: Bu kestirilip bitirilmiş bir iştir, dermiş.
"Yaratıkları
yaratmadan önce hiçbir şey O’na gizli değildi. Onları yaratmadan önce, onların
ne şekilde amel edeceklerini biliyordu."
Yüce Allah olmuşu, olacağı, olmamış olanı, eğer
olacak olsa nasıl olacağını bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer geri döndürülürlerse yine
kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler." (el-En’âm, 6/28) Her ne kadar onların geri döndürülmeyeceklerini
biliyor ise de bize eğer döndürülecek olurlarsa tekrar aynı şeylere geri
döneceklerini haber vermektedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu
bilseydi, elbette onlara işittirirdi. Şâyet onlara işittirmiş olsaydı yine
onlar muhakkak yüz çevirerek arkalarına döner, giderlerdi." (el-Enfâl, 8/23)
Bu da: O (Allah), birşeyi yaratmadan ve var
etmeden önce onu bilemez, diyen Rafızî
ve Kaderiyye’nin görüşlerini
reddetmektedir. Bu da kader meselelerinin, fer’î meselelerinden birisidir.
"Onlara
kendisine itaat etmelerini emretmiş ve kendisine isyan etmelerini yasaklamıştır."
Hocamızın (Tahâvî) yaratmak ve kader’i söz
konusu etmesinden sonra emir ve nehyi söz konusu etmesi mahlukatı kendisine
ibadet etmek için yaratmış olduğuna işaret etsin diyedir. Yüce Allah -nitekim- şöyle
buyurmaktadır: "Ben cinleri de,
insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (ez-Zariyat, 51/56); "O, hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü
ve hayatı yaratandır."
(el-Mülk,
67/2)
"Herbir
şey O’nun takdiri ve meşieti ile cereyan eder. O’nun meşieti gerçekleşir.
Kulların ise kendileri için dilediğinden başka istekleri geçerli olmaz. Hulâsa
onlar için O’nun dilediği şeyler olur, dilemediği hiçbir şey olmaz."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu Allah dilemedikçe de siz
dileyemezsiniz. Çünkü Allah en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet
sahibidir." (el-İnsan, 76/30); "Âlemlerin Rabbi olan Allah
dilemedikçe de siz dileyemezsiniz." (et-Tekvir, 81/29); "Eğer
Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsalardı ve
herşeyi karşılarına toplasaydık. Onlar yine de Allah dilemedikçe iman
etmezlerdi... Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı." (el-En’âm, 6/111-112); "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde
bulunanların hepsi elbette toptan iman ederlerdi." (Yunus, 10/99); "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse göğsünü İslama açar, kimi
de saptırmayı dilerse onun da göğsünü gökyüzüne tırmanıyormuş gibi daraltır, sıkıştırır."
(el-En’âm, 6/125) Yüce Allah, Nuh -Aleyhisselam-ın, kavmine söylediği şu
sözleri de bize aktarmaktadır: "Eğer
Allah sizi saptırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size
fayda vermez." (Hud, 11/34)
Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde
tutar."
(el-En’âm, 6/39)
Ve buna benzer Yüce Allah’ın dilediğinin olacağına,
dilemediğinin de olmayacağına delil teşkil eden daha pek çok buyruk vardır. Hem
kendisinin dilemediği bir şey, O’nun mülkünde nasıl olsun ki? Allah kâfirin
iman etmesini isterken, kâfir de kâfir olmayı istemiş ve böylelikle kâfir’in
isteği Allah’ın meşietini yenik düşürmüş olduğunu iddia eden kimseden daha
kâfir ve yolca daha sapık kim olabilir? Yüce Allah bunların söylediklerinden
pek münezzehtir, üstündür.
Denilse ki: Bunun, Yüce Allah’ın: "Müşrikler: Allah dileseydi, biz de
babalarımız da ortak koşmazdık. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık,
diyeceklerdir." (el-En’âm, 6/148); "Ortak koşanlar dediler ki: Eğer Allah
dileseydi biz de, babalarımız da kendisinden başka hiçbir şeye ibadet
etmezdik..." (en-Nahl, 16/35); "Ve dediler ki: Rahman dileseydi, biz
onlara ibadet etmezdik. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak
temelsiz bir zanda bulunuyorlar." (ez-Zuhruf,
43/20) buyrukları ile birlikte izah edilmesi oldukça zordur. Çünkü Yüce
Allah onları Allah’ın meşieti ile şirk koşmalarını gerekçe gösterdikleri için
yermektedir. Nitekim İblis de insanları saptırmayı Yüce Allah’a izafe edince
onun şu buyruklarla yerilmiş olduğunu görüyoruz: "Rabbim, beni azdırdığından dolayı yemin ederim ki ben de
yeryüzünde onlara (sana isyanı) süslü göstereceğim." (el-Hicr, 15/39)
Böyle bir soruya bir kaç türlü cevap verilmiştir.
Bu cevapların en güzellerinden birisi de şudur: Yüce Allah’ın, bu tavırlarını
olumsuz karşılama sebebi onların Yüce Allah’ın bu husustaki meşietini yaptıklarına
razı oluşuna, onların bu işlerini sevdiğine delil göstermelerinden dolayıdır.
Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Eğer o bu yaptığımızdan hoşlanmasaydı ve gazap
etseydi, bunu dilemezdi. Böylelikle onlar O’nun meşietini rızasına delil gibi
değerlendirdiler. İşte Yüce Allah da onların bu kanaatlerini reddetmektedir.
Yahut ta Yüce Allah onların: "Allah’ın meşieti
o hususu emrettiğine bir delildir" şeklindeki inanışlarını reddetmiş
olmaktadır.
Ya da O, kaza ve kaderini ileri sürerek, şeriatine,
rasûlleriyle göndermiş olduğu emrine, kitabındaki hükümlerine karşı çıkışlarını
reddetmektedir. Çünkü onlar genel meşieti bu işe itici bir unsur olarak değerlendirmişlerdi.
Onlar Allah’ın meşietini tevhid cihetiyle söz konusu etmemişler, aksine meşieti
O’nun emrine karşı çıkmak, O’nun şeriatını çürütmek üzere söz konusu etmişlerdi.
Nitekim zındıkların ve cahillerin yaptıkları da
budur. Onlara bir emir verildiğinde yahut bir yasak bildirildiğinde kaderi
delil gösterirler. Nitekim bir hırsız Ömer -Radıyallahu
anh- karşı kaderi gerekçe göstermeye kalkışmış, o da ona: Ben de Allah’ın
kaza ve kaderi gereği senin elini kesiyorum, demiştir. Buna da Yüce Allah’ın şu
buyruğu tanıklık etmektedir:
"Onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar işte böyle yalanlamışlardı."
(el-En’âm, 6/148)
Böylelikle onların maksatlarının yalanlamak olduğunu
öğrenmiş oluyoruz. Çünkü onların bu iddiası bizzat fiillerinden öncedir. Allah’ın
bunu takdir etmeyeceğini nereden biliyorlardı? Gayba mı muttali olmuşlardı?
Adem -Aleyhisselam-ın,
Musa -Aleyhisselam-a kaderi gerekçe
gösterdiği şu sözleri hakkında ne dersiniz: Sen beni Yüce Allah’ın, yaratılışımdan
kırk yıl öncesinden beri hakkımda yazmış olduğu bir iş dolayısıyla mı kınarsın?
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
de Adem’in, Musa -Aleyhisselam-a karşı
susturucu delili getirmiş olduğuna dair tanıklık etmiştir.[33]
Yani onu yenik düşürmüştür.
Buna şöyle cevap verilir: Bu hadis Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sahih
olarak nakledildiği için bunu kabul eder, dinler ve itaat ederiz. Kaderiye’nin
yaptığı gibi buna red ile ravi’sini yalanlamakla karşılık vermeyiz. Anlamsız
te’villere de başvurmayız. Ancak sahih olan şudur: Adem -Aleyhisselam- kaza ve kaderi günahına delil ve gerekçe olarak
göstermemiştir. Çünkü o Rabbini de günahını da çok iyi bilen birisi idi. Aksine
onun mü’min evlatlarından bir kişi bile kaderi delil göstermez, çünkü bu batıl
birşeydir. Musa -Aleyhisselam- da hem
babasını daha iyi bilirdi, hem de kendisi dolayısıyla tevbe ettiği, Allah’ın da
tevbesini kabul ettiği bir günahı dolayısıyla Adem’i kınamayacak kadar babasını
yakından tanırdı. Hem babasını Yüce Allah seçmiş, beğenmiş ve hidayete iletmiştir.
Buradaki kınama sadece Adem’in çocuklarını cennetten çıkartan musibettir. Adem -Aleyhisselam- da işlediği hataya ve
günaha değil, musibete kaderi delil göstermiştir. Çünkü musibetler halinde
kader delil gösterilebilir, yoksa ayıplamak ve kusur ortaya koymak maksadıyla
kader delil gösterilemez.
Hadis hakkında yapılan en güzel açıklama budur.
Takdir olunan musibetlere teslimiyet icab eder. Bu da Yüce Allah’ı Rab olarak
bilmenin mükemmelliğinin bir göstergesidir. Günahlara gelince; kulun günah işlemek
gibi bir hakkı yoktur. Günah işleyecek olursa mağfiret dilemesi ve tevbe etmesi
görevidir. Kusurlardan dolayı tevbe eder, musibetlere karşı da sabreder.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O halde sen sabret. Şüphesiz Allah’ın va’di hak’tır. Günahın için de mağfiret
dile." (el-Mu’min, 40/55); "Şâyet sabreder ve sakınırsanız, onların
hilekârlıklarının size zararı olmaz." (Al-i İmran, 3/120)
İblis’in söylediği nakledilen: "Rabbim, beni azdırdığından dolayı
yemin ederim ki..." sözlerine gelince; bu sözleri dolayısıyla kaderi
günahına delil gösterdiğinden dolayı yerilmiştir, yoksa kaderi itiraf ve kabul
ettiğinden dolayı değil. Nuh -Aleyhisselam-ın
şu sözlerine dikkat edelim: "Eğer
Allah sizi saptırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size
fayda vermez ve nihayet ancak O’na döndürüleceksiniz." (Hud, 11/34) Şair ne güzel söylemiş:
"Senin dilediğin olur, ben dilemesem bile,
Ve eğer Sen dilemezsen benim dileğim
olmaz."
"O’ndan
bir lutuf olmak üzere dilediğine hidayet verir, dilediğini korur ve afiyet
verir. Adaletinin bir tecellisi olarak da dilediğini saptırır, yardımsız bırakır
ve belâlara maruz kılar."
Bu ifadeler Mutezile’nin
kulların daha çok menfaatine (aslah) olanı yapmasının vacib olduğu şeklindeki
kanaatlerini reddetmektedir. Bu da hidayete iletmek ve saptırmak meselesi diye
bilinir.
Mutezile der ki: Allah’tan
hidayetin anlamı, doğru yolu açıklaması demektir. Saptırmanın anlamı ise kula
sapık (dall) adını vermek yahut ta Yüce Allah’ın kul hakkında kulun kendi
nefsinde sapıklığı yaratması esnasında dalalet ile hüküm vermesidir. Bu açıklamanın
temeli ise kulların fiilleri, onlar tarafından yaratılır, şeklindeki bozuk
kanaatleridir.
Bizim söylediğimizin delili de yüce Allah’ın şu
buyruğudur: "Muhakkak ki sen sevdiğini
hidayete erdiremezsin, fakat Allah dilediğine hidayet verir." (el-Kasas,
28/56) Şâyet hidayet yolu açıklamaktan ibaret olsaydı, peygamberin hidayete
erdirememesini söz konusu etmek doğru olmazdı. Çünkü Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- sevene de,
sevmeyene de yolu açık açık göstermiş bulunmaktadır. Bir başka yerde Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Eğer Biz
dileseydik her nefse elbette hidayetini verirdik." (es-Secde, 32); "İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır,
kimi de dilerse hidayete kavuşturur." (el-Müddessir, 74/31)
Şayet hidayet her kişi hakkında genel bir
mahiyette bulunan Allah’ın beyanı demek olsaydı, bunun Allah’ın meşieti kaydı
ile birlikte söz konusu edilmesi doğru olmazdı. Nitekim Yüce Allah’ın şu
buyrukları da böyledir: "Eğer
Rabbimin nimeti olmasaydı ben de (cehennemde) hazır edilenlerden olurdum." (es-Saffat, 37/57); "Allah
dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar." (el-En’âm, 6/39)
"Hepsi
de O’nun lutfu ve adaleti arasında meşîeti çerçevesinde gider, gelirler."
Onların hali Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile
getirdiği gibidir: "Sizi yaratan
O’dur. Artık kiminiz kâfir oluyor, kiminiz de mü’min oluyor." (et-Teğabun, 64/2) Yüce Allah kimi imana
iletir ve hidayet verirse bu, O’nun lutfuyladır. Bundan dolayı hamd yalnız
O’nadır. Kimi de saptırırsa bu da O’nun adaleti iledir. Hamd yalnız O’nundur.
Yüce Allah’ın izniyle bu hususa dair daha başka açıklamalar da gelecektir.
Çünkü İmam Tahâvî -Allah ona rahmet
etsin- kader’e dair açıklamalarını tek bir yerde, bir arada zikretmeyerek
değişik yerlerde söz konusu etmiştir. Ben de bu konuyu onun tertibine uygun
olarak ele aldım.
"O zıtları
bulunmaktan ve denkleri bulunmaktan pek yücedir."
Zıt ondan farklı ve muhalif demektir. Denk
(en-nidd) ise onun benzeri demektir.
Yüce Allah’a karşı çıkacak kimse olamaz. Aksine
O’nun dilediği herşey olur, dilemediği hiçbir şey olmaz. O’nun hiçbir benzeri
de yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kimse de O’nun dengi değildir." (el-İhlâs, 112/4)
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin- Yüce Allah’ın zıddının ve denginin bulunmadığını
söylemekle, Mutezile’nin kul kendi fiilini yaratır şeklindeki iddialarının
reddedildiğine işaret etmektedir.
"O’nun
kazasını reddedecek yoktur. Kimse O’nun hükmüne karşı çıkamaz, kimse O’nun
emrine karşı koyamaz."
Hiçbir şey Allah’ın kazasını geri çeviremez,
O’na karşı çıkamaz; yani hiçbir kimse O’nun hükmünü erteleyemez. Kimse O’nun
emrine karşı koyamaz. Aksine bir ve tek ve Kahhâr olan o Yüce Allah’tır.
"Bütün
bunlara iman ettik ve bütün bunların O’ndan geldiklerine kesin olarak inandık."
İman ile ilgili açıklamalar Yüce Allah’ın
izniyle biraz sonra gelecektir. Îkan (kesin inanış) ise suyun havuzda karar kılması
anlamında istikrar bulmak, yerleşmek demektir.
Meydana gelen herbir olayın Allah’tan geldiğine
inanıyoruz. Yani O’nun kaderi, kazası, iradesi, meşiet ve tekvini ile olur herşey.
Buna dair açıklamalar da Yüce Allah’ın izni ile yerinde gelecektir.
"Ve
muhakkak Muhammed O’nun seçilmiş kuludur. Seçkin peygamberidir, kendisinden razı
olunmuş Rasûlüdür."
Seçiliş, seçmek ve razı oluş (ıstıfâ, ictibâ ve
irtizâ)
Şunu bil ki mahluk’un kemali, Yüce Allah’a
ubudiyeti (kulluğu) en ileri derecedeki ortaya koyuşuna bağlıdır. Kul
ubudiyetini ne kadar ileri derecede gerçekleştirirse kemali o kadar artar,
derecesi o kadar yükselir. Herhangi bir şekilde kulun ubudiyetin sınırları dışına
çıkabileceğini ve ubudiyetin sınırlarının dışına çıkmanın daha kamil olduğunu
vehmedenler hiç şüphesiz insanların en bilgisizleri ve en sapıklarıdır. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rahman
evlat edindi, dediler. O bundan münezzehtir. Bilakis onlar mükerrem kullardır."
(el-Enbiya, 21/26) Ve buna benzer
daha pek çok âyet-i kerîme.
Yüce Allah makamların en şereflisinde
peygamberinden "abd: kul" diye söz etmektedir. İsra ile ilgili olarak
şöyle buyurmaktadır: "Kulunu
geceleyin... götüren (Allah) münezzehtir." (el-İsrâ, 17/1); "Şu da bir gerçek ki Allah’ın kulu O’na
ibadet etmek için kalktığı zaman..." (el-Cin, 72/19); "Kuluna
vahyettiğini vahyetti." (en-Necm,
53/10); "Eğer kulumuza kısım kısım
indirdiğimizden şüphe içinde iseniz..." (el-Bakara, 2/23) O, bununla
dünyada da, ahirette de insanların önüne geçirilmeye hak kazanmıştır.
Bundan dolayı Mesih -Aleyhisselam- Kıyamet gününde sair peygamberlerden sonra
kendilerine şefaat etmesi için talepte bulunulacağında şöyle diyecektir: " Günahının geçmişi de, geleceği de
kendisine bağışlanmış bir kul olan Muhammed’e gidiniz."[34]
Böylelikle kâmil manasıyla Yüce Allah’a kulluk etmek suretiyle bu mertebeye ulaşmış
olmaktadır.
"Ve muhakkak Muhammed" ifadesi önceden
geçmiş bulunan "şüphesiz ki Allah bir ve tektir, O’nun ortağı yoktur"
ifadesine atfedilmiştir. Yani bunlar da onun baştaki: "Allah’ı tevhid
hususunda deriz ki..." sözlerinin bir devamıdır.
Kelam ve aklî ilimlerle uğraşanlarca izlenmesi
adet olmuş yol, peygamberlerin peygamberliğini mucizelerle ispatlamaktır. Ancak
onların pek çoğu peygamberlerin peygamberliğini yalnızca mucizeler yoluyla
bilmektedir. Onlar bunu birbiriyle çelişen çeşitli yollarla ortaya koymaya çalışmışlar.
Onların birçoğu peygamberlerin dışındaki kimselerin olağan üstü olaylar
gösterebileceğini de kabul etmezler. Öyle ki bunlar velilerin kerametlerini,
büyüyü ve buna benzer hususları inkar etmişlerdir.
Mucizelerin sağlıklı bir delil olduklarında şüphe
yoktur. Ancak delil sadece mucizelere munhasır değildir. Çünkü peygamberlik
iddiasında ya doğru sözlülerin en doğrusu yahut yalancıların en yalancısı
bulunur. Cahillerin cahili olmadıkça da bu iki şahsiyeti birbirine karıştırmaya
imkan yoktur. Hatta onların halleri ve durumları gerçek mahiyetlerini ortaya
koyar ve bununla gerçek durumları anlaşılır. Peygamberlik iddiası dışında bile
doğruyu yalancıdan ayırd etmenin bir çok yolu olduğuna göre, ya peygamberlik
iddiasında bu söz konusu olmaz mı? Hassan -Radıyallahu
anh-ın şu beyiti ne kadar da yerindedir:
"Eğer onda herşeyi açıkça ortaya koyan
belgeler bulunmamış olsaydı bile,
Onun apaçık durumu sana işin gerçeğini anlatmaya
yine yeterdi."
Yalancılar arasında peygamberlik iddiasında
bulunmuş herkesin mutlaka cahilliği, yalancılığı, hayasızlığı, şeytanların onu
etkileri altına almış oldukları, asgari seviyede ayırdetme gücü bulunan herkes
tarafından mutlaka açıkça görülür ve anlaşılır. Şüphesiz ki rasûl insanlara bir
takım hususları haber verir bildirir, bir takım hususları emreder. Doğruluğunu
açıkça ortaya koyacak bir takım işler yapması da kaçınılmazdır.
Yalancının da vermiş olduğu emirlerde,
haberlerde ve yaptığı işlerde pek çok yönden yalan söylediği mutlaka ortaya çıkar.
Hatta aynı iddiada bulunan her iki kişiden mutlaka birisi doğru, diğeri yalancı
ise; şüphesiz doğru söyleyenin doğruluğunun, yalan söyleyenin de yalancılığının
-bir süre sonra olsa dahi- mutlaka ortaya çıkması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü
doğruluk, iyilikten ayrılmaz. Yalancılık ta kötülükten ayrılmaz.
Nitekim Buharî ve Müslim’in Sahih’lerinde
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Doğruya sımsıkı sarılınız, çünkü doğruluk
iyiliğe iletir. Şüphesiz ki iyilik te cennete ulaştırır. Kişi doğru söylemeye
devam ettikçe doğruluğun yollarını araştırıp, durdukça sonunda Allah nezdinde
çok doğru sözlü (sıddîk) olarak yazılır. Yalandan da sakınınız, çünkü yalan
günaha götürür. Günah ise cehenneme ulaştırır. Kişi yalan söyleyip, yalanı araştırmaya
devam edip durdukça sonunda Allah nezdinde de yalancı (kezzâb) diye yazılır."[35]
İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Size şeytanların kimin üzerine indiğini
haber vereyim mi? Her yalancı günahkar üzerine inerler. Onlar (şeytanın
yalanlarına) kulak verirler ve onların çoğu yalan söylerler. Şairlere de azgınları
uyar. Görmedin mi onlar her vadide şaşkın dolaşırlar ve gerçekten onlar yapmadıkları
şeyi söylerler."
(eş-Şuarâ,
26/221-226)
Kâhin vb.leri her ne kadar bazen gaybî bir takım
şeyleri haber veriyor gibi görünüyor ve bu haberleri doğru çıkıyor görünse
dahi, onların yalanları ve dolanları haber verdikleri şeyin bir melekten öğrenilmemiş
olduğunu ve onların peygamber olmadıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Bundan
dolayı Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-, İbn Sayyad’a: "Ben sana bir şey sakladım" deyince, O:
(Sakladığın) ed-duh’dur demiş. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de: "Yıkıl karşımdan! Sen hiçbir zaman gerçek değerinin
üstüne çıkamayacaksın diye buyurmuştur."[36]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- bu sözleriyle, sen ancak bir kâhinsin demek istemişti.
Yine bu şahıs, Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-e: "Bana doğru sözlü birisi ile diğeri yalancı birisi
gelir"[37] demişti.
Yine; "ben su üstünde bir arş görüyorum", demişti.[38]
Onun bu gördüğü arş şeytanın tahtı idi.
Ayrıca Yüce Allah şairlere, azgınların (el-ğâvûn)
uyduklarını açıklamıştır. ⁄âvî (azgın) ise hevâ ve arzusunun peşine takılan
kimse demektir, isterse sonunda bu kendisi için zararlı olsun.
Rasûlü, onun doğruluğunu,
vefakârlığını, sözlerinin ameline uygunluğunu bilen bir kimse; kesin olarak
onun şair ya da kâhin olmadığını da bilir.
İnsanlar çeşitli delillerle doğru olanı yalancıdan
ayırt edebilirler. Hatta bir takım sanat ve kanaatler ile ilgili iddialarda
bulunanlar için dahi bu böyledir. Bir kimse çiftçilik, dokumacılık ve yazı
yazmayı bilmek; yahut ta nahiv, tıp, fıkıh ve buna benzer ilimleri bilmek
iddiasında bulunsa bile (bilip bilmediği) kolaylıkla anlaşılır.
Nübüvvet mutlaka rasûlün sahip olması gereken
bir takım ilim ve amelleri ihtiva eder. İlimlerin de, amellerin de en şereflisi
odur. O halde bu hususta doğru söyleyen ile yalan söyleyen birbirine nasıl karıştırılabilir?
Şüphesiz ki muhakkak ilim adamları bir, iki ve üç kişinin verdiği haber ile
birlikte bazen zaruri (kesin) bilgiyi hasıl edecek karineler bulunabileceğini
kabul etmişlerdir. Mesela bir kimsenin bir başkasının hoşnutluğunu, sevgisini,
nefretini, sevincini, kederini ve buna benzer nefsî bir takım hallerini
yüzündeki ifadelerden bilmesi buna örnektir. Bunları ifadeye dökmek mümkün
olmayabilir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer dilersek onları elbette sana
gösteririz. Sen de onları muhakkak yüzlerinden tanırdın." (Muhammed, 47/30) Daha sonra da: "Yine de sen onları -andolsun- söyleyişlerinden
de bilirsin" diye buyurmaktadır. Şöyle denilmiştir: Bir kimse içinden
bir şey gizledi mi mutlaka Yüce Allah onu yüzüne ve dilinden kaçırdığı sözler
ile dışarıya yansıtır.
Haber veren kimsenin doğru ya da yalan söylediği
beraberinde bulunan karinelerle bilinebildiğine göre bir kimsenin kendisinin
Allah’ın rasûlü olduğu iddiası nasıl bilinemez? Böyle birisinin doğru mu
söylediği, yalan mı söylediği nasıl anlaşılamaz? Bu hususta çeşitli delillerle
doğru söyleyen yalancıdan nasıl ayırt edilemez?
Bundan dolayı Hatice Radiyallahu anha’nın, Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in vahiy kendisine geldiğinde söylediği şu sözlerinde tamamen
doğru olduğunu biliyordu: "Ben, bana bir kötülük olacağından korktum. O:
Asla, Allah’a yemin ederim ebediyyen Allah seni rüsvay etmez. Çünkü şüphesiz ki
sen akrabalık bağlarını gözetir, doğru konuşur, bitkin kimseyi bineğin üzerinde
taşır, misafire ikram eder, yoksula kazandırır, hak’kın musibetlerine karşı (başkalarına)
yardımcı olursun, demişti."[39]
O kastî olarak yalan söylemekten korkmamıştı. O
kendisinin yalan söylemediğini biliyordu. Onun korkusu kendisine kötü bir şeyin
arız olacağından dolayı idi. İşte bu ikinci konumu da reddedecek şeyleri Hatice
Radiyallahu anha söz konusu etti. Bu
ise onun tabiatında bulunan üstün ahlaki değerler ve güzel karakterleri idi.
Yüce Allah’ın övülmeye değer ahlakî özellikleri fıtratında yerleştirdiği,
yerilen ve kötü huylardan tenzih ettiği bir kimseyi asla mahcup etmeyeceği de
Yüce Allah’ın bilinen bir sünnetidir.
Nitekim Necaşî de, Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in haber verdiği hususlara dair
huzurunda bulunanlardan soru sorup da onlardan Kur’ân okumalarını isteyip,
kendisine Kur’ân okumaları üzerine şunları söylemişti: "Şüphesiz ki bu ve
Musa’nın getirdikleri elbetteki aynı aydınlığın kaynağından gelmektedir."[40]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- Varaka b. Nevfel’e gördüklerini haber verdiğinde de böyle
olmuştur. Varaka, hristiyanlığa girmişti. İncil’i de Arapça olarak yazardı.
Hatice -Radıyallahu anh- ona dedi ki:
"Amcacığım, kardeşinin oğlunun söylediklerini bir dinle. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
gördüklerini ona bildirince şunları söylemişti: İşte bu Musa’ya vaktiyle gelen
Namûs’un (Cebrail’in) kendisidir."[41]
Bizans Kralı Hirakl (Heraklieus) da aynı
durumdadır. Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- kendisini İslâma davet etmek üzere bir mektup yazdığında, o da o
vakit oralarda bulunan Arapların getirilmesini istemişti. Ebu Sufyan da Kureyş’e
mensup bir grup ile birlikte, bir ticaret kervanı ile Şam’a gelmişti. Hirakl
onlara Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-in durumu ile ilgili sorular sordu. Ebu Sufyan’a sorarken, diğerlerine
de yalan söyleyecek olursa onu yalanlamalarını emretti. Böylelikle onlar susmak
suretiyle Ebu Sufyan’ın vermiş olduğu haberlere muvafakat ettiklerini göstermiş
oldular.
Onlara sordu: Ataları arasında hükümdar var mıydı?
Hayır, dediler.
Peki bundan önce bu sözü söyleyen bir kimse olmuş
muydu? Diye sordu. Yine: Hayır, dediler.
Onlara: Aranızda soylu birisi midir? Diye sordu.
Onlar, evet dediler.
Onlara: Bu sözlerini söylemeden önce onu yalancılıkla
itham ediyor muydunuz? Diye sordu. Onlar: Hayır, hiç yalanını tesbit etmedik,
dediler.
Onlara: İnsanların zayıf ve güçsüzleri mi yoksa
ileri gelenleri mi ona uydu? Diye sordu. Ona zayıf kimselerin uyduğunu
söylediler.
Onlara: Peki ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor
mu? Diye sorunca, arttıklarını söylediler.
Dinine girdikten sonra beğenmediğinden ötürü
dininden çıkan bir kimse oluyor mu? Diye sordu. Hayır, dediler.
Onunla hiç savaştınız mı? Diye sorunca da, evet
dediler.
Aralarındaki savaşın durumunu da sorduğunda şöyle
dediler: Bazen biz yeniliyoruz, bazen biz ona galip gelebiliyoruz.
Onlara: Hiç antlaşmasını bozuyor mu? Diye sordu.
Bozmadığını söylediler.
Size neyi emrediyor? Diye sorunca da şöyle
dediler: Bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmemizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı
emretmekte, atalarımızın taptıklarından uzak durmamızı söylemekte, bize namazı,
doğruluğu, iffetli olmayı, akrabalık bağlarını gözetlemeyi buyurmaktadır.
İşte bunlar toplam olarak on sorudan fazladır.
Daha sonra onlara sorduğu bu sorulardaki delilleri açıklayarak şunları söyledi:
Ben size: Ataları arasında bir hükümdar olup
olmadığını sordum. Bana: Hayır, dediniz. Ataları arasında hükümdar bulunsaydı,
ben atasının hükümdarlığının peşine düşmüş, diyecektim.
Onun bu sözlerini ondan önce aranızda başka bir
kimse söyledi mi? Diye sordum size, Siz: Hayır, dediniz. Derim ki: Eğer bunu
ondan başka birisi daha önceden söylemiş olsaydı, bu da kendisinden önce
söylenmiş sözü tekrarlayan bir adamdır, diyecektim.
Size: Bu sözlerini söylemeden önce onu yalancılıkla
itham ediyor muydunuz? Diye sordum. Siz: Hayır, dediniz. Derim ki: İnsanlara
karşı yalan söylemeyen bir kimse kalkıp ta Allah’a karşı yalan söylemez.
Size: İnsanların güçsüzleri mi ona uyuyorlar,
yoksa ileri gelenleri mi? Diye sordum. Siz: Güçsüzleri, dediniz. İşte -işin başında-
peygamberlere uyanlar onlar olur.
Sonra şöyle dedi: Size: Ona uyanlar artıyor mu,
eksiliyor mu? Diye sordum. Siz: Hayır, artıyorlar dediniz. Tamamlanıncaya kadar
imanın durumu budur.
Size: Dinine girdikten sonra beğenmeyerek
dininden aralarından dönen oluyor mu? Diye sordum. Siz: Hayır, dediniz. İşte
iman böyledir. Onun huzuru kalplere karıştı mı kimse artık ondan nefret etmez.
İşte bu, doğruluğun ve hakkın alâmetlerinin en
büyüklerindendir. Yalan ve batıl’ın işin sonunda ortaya çıkması kaçınılmaz bir şeydir.
O vakit, o işin arkasından gidenler dönerler ve baştan beri ona girmeyenler de
ondan uzak kalırlar. Yalan ancak kısa bir süre revaç bulur, sonra ortadan
kalkar.
Yine ben size: Sizinle, onun arasında savaşın
durumu nedir? Diye sordum. Siz: Değişken olduğunu söylediniz. İşte peygamberler
böylece sınanırlar ve sonunda akıbet onların olur.
(Devamla) dedi ki: Size antlaşmalarında
durmamazlık ediyor mu? Diye sordum. Siz: Hayır, dediniz. İşte peygamberler hep
böyledir. Onlar antlaşmalarını bozmazlar.[42]
Hirakl, peygamberlerin adetlerini, Allah’ın
onlar hakkındaki sünnetlerini kimi zaman Allah’ın onları zafere kavuşturup kimi
zaman onları sınadığını, onların sözlerinde durmamazlık etmediklerini bildiğinden
bu alametlerin rasûllerin alametleri olduğunu da bilmişti. Yüce Allah’ın
peygamberler ve mü’minler hakkındaki sünnetinin bollukla ve darlıkla onları sınamak
olduğunu da bilmişti. Böylelikle şükür ve sabır derecelerine ulaşmaları sağlanmaktadır.
Nitekim, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den gelen sahih hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Nefsim elinde olana yemin ederim ki Allah mü’min hakkında bir kaza takdir
buyurdu mu mutlaka o, o mü’min için hayırlıdır ve bu ancak mü’min için
böyledir. Ona bir bolluk isabet ederse şükreder, bu onun için bir hayır olur.
Yine ona bir darlık ve sıkıntı isabet ederse sabreder, bu da onun için bir hayır
olur."[43]
Yüce Allah, Uhud gününde düşmanlarına zafer verişindeki
hikmeti Kur’ân-ı Kerîm’de beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Gevşemeyin ve üzülmeyin. Siz eğer
mü’minler iseniz muhakkak üstünsünüz." (Al-i İmran, 3/139) Bir başka
yerde de şöyle buyurmaktadır: "Elif,
Lam, Mim. İnsanlar iman ettik demeleri ile bırakılıverileceklerini ve imtihan
edilmeyeceklerini mi sandılar?" (el-Ankebut,
29/1-2) ve buna benzer Yüce Allah’ın yarattıklarındaki sünnetine ve akılları
hayrete düşüren hikmetine delil teşkil edebilecek pek çok âyet ve hadis daha
vardır.
(Herakliyus) devamla dedi ki: Ve ben size onun
neleri emrettiğini sordum. Bana: Allah’a ibadet etmenizi, O’na hiçbir şeyi
ortak koşmamanızı emrettiğini, size namaz kılmanızı, zekat vermenizi, doğruluğu,
iffetli olmayı, akrabalık bağlarını gözetmeyi emrettiğini ve size atalarınızın
tapındıklarını yasakladığını söylediniz. İşte bunlar bir peygamberin vasıflarıdır.
Ben bir peygamberin gönderileceğini biliyordum,
fakat bu peygamberin aranızdan çıkacağını zannetmiyordum. Onun yanında olmayı,
ona ulaşabilmeyi candan arzulardım. Eğer bir hükümdar olmasaydım, şüphesiz yanına
giderdim ve eğer onun söyledikleri gerçek ise pek yakında şu ayaklarımın bastığı
yerlere sahip olacaktır.
Bu sözlere muhatap Ebu Sufyan b. Harb idi. O
zamanlar o Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-e insanlar arasında en ileri derecede düşmanlık ve kin besleyen
kâfir bir kimse idi.
Ebu Sufyan b. Harb dedi ki: Yanından çıkarken
arkadaşlarıma şunları söyledim: Bu Ebu Kebşe’nin oğlunun işi artık gerçekten
ilerlemiş bulunuyor. Gerçek şu ki Sarıoğullarının hükümdarı artık onu ta’zim
ediyor. Ben o andan itibaren Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in işinin ortaya çıkıp, üstünlük sağlayacağına inanıp
durdum ve nihayet Allah, İslam’ı benim hoşuma gitmiyorken bulunduğum yere kadar
soktu.[44]
Bilinmesi gereken hususlardan birisi de şudur:
Kalpte bir takım hususların toplamı ile bazı haller ortaya çıkabilir ve bunların
bir bölümü ile bu hususlar birbirinden ayırt edilemez. Hatta kimi zaman insan
tokluk, suya kanmışlık, şükür, sevinç ve gam gibi halleri bir takım hususların
bir arada bulunması sonucu bir anda elde edebilir, diğer taraftan bunların bir
bölümüne de sahip olmayabilir. Ancak onların bir bölümü bu işin bir kısmını da
gerçekleştirebilir.
İşte bir haber ile ilim sahibi olmak ta
böyledir. Haber-i vâhid, kalpte bir tür zan hasıl eder. Arkasından bir başka
haber daha gelir ve nihayet bu ilim ifade edecek noktaya kadar ulaşır, sonunda
artar ve güçlenir. İşte doğruluğa ve yalana dair delillerle benzerleri de bu şekildedir.
Yine Yüce Allah peygamberlerine ve mü’minlere
lütuf ve ihsanlarına delâlet edecek, diğer taraftan onları yalanlayanlara verdiği
cezayı gösterecek bir takım eserleri dünyada bırakmış bulunmaktadır. Tufan’a
dair mütevatir haberler ile Fir’avun’un ve askerlerinin suda boğulmasına dair
haberler gibi. Şanı Yüce Allah eş-Şuarâ suresinde Musa, İbrahim, Nuh ve
onlardan sonra gelen peygamberlerin kıssalarını tek tek söz konusu ettikten
sonra herbir kıssanın sonunda şunları söylemektedir: "Şüphesiz ki bunda bir âyet (delil) vardır. Fakat çoğu iman
etmediler. Şüphe yok ki Rabbin Aziz’dir, Rahim’dir."
(eş-Şuarâ, 26/67-68)
Özetle; yeryüzünde ben Allah’ın rasûlüyüm, diyen
bunlara bir takım kimselerin tabi olduğuna, bir takım kimselerin muhalefet ettiğine,
Allah’ın rasûllere ve mü’minlere yardım ettiğine, güzel akıbeti onlara tahsis
edip düşmanlarını cezalandırdığına dair bilgi mütevatir bilgilerin en üstünü,
en açığıdır.
Bu hususlara dair haberlerin nakledilmesi, geçmiş
İran hükümdarları, Hipokrat, Calinos, Batlamyus, Sokrat, Eflatun, Aristo ve
onlara tabi olmuş tıp ve felsefe bilginlerine dair nakledilegelmiş haberlerden
daha açık, daha kat’î ve güçlü delillere dayalıdır.
Bugün bizler peygamberlerin, onlara dost ve düşman
olanların durumları ile ilgili bilgileri, tevatür yolu ile bildiğimize göre
kesin olarak onların da doğru söyleyen ve hak üzere kimseler olduklarını da pek
çok yönden bilebilmekteyiz:
1- Onlar ümmetlere
kendilerinin muzaffer olacaklarını, diğerlerinin ise ilahi yardımdan mahrum kalıp,
güzel akıbetin de kendilerinin olacağını haber vermişlerdir.
2- Gerçekleşen şekil
bilindiği takdirde Yüce Allah’ın onlara nasıl yardım ettiği ve düşmanlarını da
nasıl helak ettiği açıkça anlaşılır. Firavun’un suda boğulması, Nuh kavminin
suda boğulması ve diğer halleri bilindiği takdirde; peygamberlerin de doğru
söyledikleri anlaşılır.
3- Peygamberlerin
getirdikleri şeriatleri ve bu şeriatlerinin teferruatını bilen bir kimse, onların
insanların en bilgilileri olduklarını açıkça anlar. Cahil ve yalancı birisinin
böyle bir şeyi ortaya koyamayacağını, onların getirdikleri şeriatın rahmet,
maslahat, hidayet ve hayrı ihtiva ettiğini, bunların insanlara kendilerine
faydalı olacak şeyleri gösterip, zararlı olacak şeylerden de onları alıkoymak
istediklerini anlar. Bütün bunlar ise ancak insanlara en ileri derecede hayır
ve faydalıyı gerçekleştirmeyi gözeten, son derece merhametli ve iyi bir
kimseden sadır olduğunu açıkça ortaya koyar.
Hiç şüphesiz Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in peygamberliğine delil teşkil eden
mucizeleri ve bunları etraflı bir şekilde açıklamanın yeri burası değildir.
Beyhakî ve buna benzerleri bu hususta özel ve bağımsız eserler yazmışlardır.
Hatta onun risaletini inkar etmek, yüce ve
mübarek olan Allah’a dil uzatmaktır. Onu zulme ve mantıksızlığa nisbet
etmektir. -Yüce Allah bundan pek yüce ve münezzehtir.- Hatta tamamıyla Allah’ı
red ve inkâr etmektir.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- peygamberliğini
inkar edenlere göre, doğru sözlü bir peygamber değil de zalim bir hükümdar olup
Yüce Allah’a iftira etmiş, O’na karşı yalanlar uydurmuş, arkasından helal ve
haram koyacak noktaya kadar işi götürmüş, farzlar koymuş, şer’î hükümler
belirlemiş, önceki dinleri neshedip, boyunlar vurmuş, hak ehli oldukları halde
peygamberlere tabi olanları öldürmüş, onların kadınlarını esir almış, mallarını,
ülkelerini ganimet almış ve yeryüzünü fethini tamamlayıncaya kadar bunları
sürdürmüş.
Bütün bunları da Yüce Allah’ın kendisine verdiği
emirlere nisbet edip Rabbi’nin kendisini sevdiğini ileri sürmüş olmakla
birlikte; Yüce Rab onun hak ehline bütün bunları yaptığını; yirmiüç yıl boyunca
bu iftiralarını sürdürmeye devam ettiğini gördüğü halde, onu destekler, ona
yardım etti, şanını yüceltip durdu. Buna karşılık beşerin alışageldiğinin çok
ötesinde harikulade şekillerle ona zaferin sebeblerini ve imkanlarını hazırlardı.
Bundan daha ileri derecede olmak üzere dualarını kabul etti. Düşmanlarını helak
edip, şanını da yücelti... Evet bütün bunlar olurken onu yalanlayanlara göre o,
son derece yalancı, iftiracı ve zalim bir kimse olarak görülüyorsa, hiç şüphesiz
Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim hiçbir kimse olmayacağına göre; bu
peygamber onlara göre sair peygamberlerin şeriatini iptal ettiğine, değiştirdiğine,
Allah’ın dostlarını öldürdüğüne ve her zaman da onlara karşı zafer kazanmaya
devam ettiğine göre; Yüce Allah da onun bu halini onayladığına, onu azaba çarptırmayıp,
onun şah damarını koparmadığına göre... onun peygamberliğine itiraz edenlerin
de: Kainatın hiçbir yaratıcısı, idare edicisi yoktur, demeleri gerekir. Eğer
kainatın herşeye muktedir, hikmeti sonsuz bir idare edicisi olsaydı, elbetteki
böyle birisini yaptıklarından alıkoymalı ve ona en ağır bir şekilde karşılık
vermeliydi, onu salih olan insanların intikamını alacak şekilde ibretli bir
cezaya çarptırmalıydı. Çünkü hükümdarlara bundan başkası yakışmadığına göre
hükümdarların da üstünde mutlak egemen ve hakimler hakimi olanın başka türlü
yapması nasıl düşünülebilir?
Şüphesiz Yüce Allah onun adını yüceltmiş,
davetini muzaffer kılmıştır. Her yerde ve herkesin gözü önünde peygamberliğinin
doğruluğuna şahitlik edilmiştir. Bizler bir çok yalancının ortaya çıktığını,
bir güç ve kuvvet sahibi olduğunu inkar etmiyoruz, ancak böylelerinin işleri
kemal noktasına erişmemiş, bunların varlıkları uzun süre devam etmemiştir.
Aksine Yüce Allah rasûllerini ve onlara tabi olanları böylelerine musallat kılmış,
onların köklerini koparmış, onları imha etmişlerdir. Önceden beri görülegelen
Allah’ın sünneti budur. Hatta kâfirler dahi bunu bilirler.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar: ‘O bir şairdir, biz onun
zamanın ızdırap veren musibetine uğramasını bekliyoruz’ mu diyorlar? De ki:
‘Bekleyedurun, şüphesiz Ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.’"
(et-Tur, 52/30-31) Yüce Allah’ın kemalinin, hikmetinin ve kudretinin
kendisine karşı yapılan bir takım iftiraları olduğu gibi kabul edeceğini reddettiğine
dikkat etmemiz gerekir. Hatta böylelerini Yüce Allah’ın kullarına ibret kılması
da kaçınılmaz bir şeydir. Kendisine karşı iftiralarda bulunanlara uygulayageldiği
sünneti böylece cereyan etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar: ‘Allah’a yalan iftira
etti’ mi diyorlar? Allah dilerse senin kalbini mühürler." (eş-Şura, 42/24)
Burada şartın cevabı sona ermektedir. Daha sonra
Yüce Allah onunla alakası bulunmayan kat’î olarak şöyle bir haber vermekte ve
bununla batılı imha edip hakkı da gerçekleştirdiğini buyurmaktadır. Yüce Allah
bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Allah’ı
şanına yakışacak bir şekilde takdir edemediler. Çünkü: ‘Allah hiçbir insana bir
şey indirmedi’ dediler." (el-En’âm,
6/91) Bununla Yüce Allah’ın rasûl gönderilmediğini, konuşmadığını ileri
süren nefyeden kimselerin Allah’ı hakkı ile takdir etmemiş olduklarını haber
vermektedir.
İlim adamları nebî ile rasûl arasında bir takım
farkların varlığından söz etmişlerdir. Bu husustaki açıklamaların en güzeli şudur:
Yüce Allah sema’dan kendisine haber verdiği kimseye, eğer başkasına tebliğ’de
bulunmasını emretmişse o kişi hem nebî, hem rasûl’dür. Şâyet ona başkasına
tebliğ etmesini emretmemiş ise o kimse nebî’dir, rasûl değildir. Buna göre
rasûl, nebî’den daha özeldir. Her bir rasûl, bir nebî’dir. Fakat her bir nebî,
rasûl değildir. Ancak risalet mahiyeti itibariyle daha genel kapsamlıdır.
Nübüvvet, risaletin bir parçasıdır. Zira risalet, nübüvveti de diğer hususları
da kapsamına alır. Ancak rasûl’lerin kapsamına nebî’ler ve diğerleri girmez.
Hatta durum tam aksinedir. Buna göre risalet özü ve mahiyeti itibariyle daha
geneldir, ona mazhar olan kimseler açısından ise daha özeldir.
Rasûller göndermek Yüce Allah’ın insanlara en
büyük nimetlerindendir. Özellikle Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem-i göndermesi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Allah mü’minlere içlerinde
kendilerinden âyetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara Kitap ve hikmeti
öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha
önce onlar gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i İmran, 3/164); "Biz seni ancak âlemlere bir rahmet
olarak gönderdik."
(el-Enbiya,
21/107)
"O,
peygamberlerin sonuncusudur."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o Allah’ın rasûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur." (el-Ahzab,
33/40) Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Benim ve diğer peygamberlerin
misali güzel bir şekilde inşa edilmiş ve sadece bir tek kerpiç yeri boş bırakılmış
bir köşke benzer. Onu seyredenler o köşkü dolaşır, güzel yapılmış olmasına
hayret ederler. Ancak o kerpiç’in boş bırakılan yeri dışında hiçbir tarafını da
ayıplamazlar. İşte o boş kerpiç’in yerini dolduran ben oldum. Benimle bu bina
sonuçlanıp, tamamlandı ve benimle bütün rasûller mühürlendi." Bu hadisi
Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.[45]
Yine şöyle buyurmuştur: "Benim isimlerim
vardır. Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben Mahî (mahvedici)yim Allah benimle
küfrü mahveder. Ben Haşir’im, insanlar benim ayaklarımın izi üzere haşredilirler.
Ben Âkib’im, Âkib ise kendisinden sonra peygamber gelmeyendir."[46]
Müslim’in Sahih’inde de Sevbân’dan şu rivayet
kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Gerçek şu ki; benim ümmetimden otuz tane
yalancı çıkacak. Onların her birisi bir peygamber olduğunu iddia edecektir. Ben
ise peygamberlerin sonuncusuyum, benden sonra peygamber yoktur."[47]
Müslim’deki bir rivayete göre de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Altı hususiyet ile sair peygamberlere üstün kılındım. Bana
Cevâmiu’l-Kelim (özlü sözler) verildi. (Düşmanımın kalbine) salınan korku ile
bana yardım olundu, ganimetler bana helal kılındı. Yeryüzü benim için hem
(teyemmüm ile) temizlenme aracı, hem de mescit kılındı ve ben bütün insanlara
peygamber olarak gönderildim ve bütün peygamberlerin sonuncusu da benim."[48]
"Müttakîlerin
önderidir."
Önder (imam) kendisine uyulan kimse demektir.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
ancak kendisine uyulsun diye gönderilmiştir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız,
bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmran, 3/31) Şüphesiz ki ona tabi olan ve ona uyan herkes,
takvâ sahibi kimselerdendir.
"Rasûllerin
efendisidir."
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde Âdem oğullarının
efendisi benim. Kabri, üzerinden yarılacak ilk kişi benim. İlk şefaatçi ve şefaatı
kabul olunacak ilk kişi de ben olacağım."[49]
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Şefaat hadisinin baş taraflarında da:
"Ben kıyamet gününde insanların efendisiyim"[50]
diye buyurmaktadır.
Müslim ve Tirmizîde Vâsile b. el-Eska -Radıyallahu anh-ın şöyle dediğini
rivayet ederler: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: Şüphesiz ki Allah, İsmailoğulları arasından
Kinane (oğullarını) seçti. Kinane arasından da Kureyş’i seçti. Kureyş’ten, Haşimoğullarını
seçti. Haşimoğullarından da beni seçti."[51]
Denilse ki: Bu açıklamaya göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu hadisinin
açıklanması zordur: "Benim Musa’dan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz.
Çünkü kıyamet gününde insanlar baygın düşecekler, kendisine gelip ayılacak ilk
kişi ben olacağım. Musa’nın Arş’ın bacağını yakalamış olduğunu göreceğim.
Bilemiyorum, acaba benden önce mi ayılmış olacak, yoksa Yüce Allah’ın (ilgili
âyet-i kerîmede) istisnâ ettiği kimselerden mi olacak."[52]
Bu hadisi Buharî ve Müslim de rivayet etmiştir. Peki bu husus ile onun:
"Ben, Âdemoğullarının efendisiyim ama övünmüyorum."[53]
hadisini bir arada nasıl anlayabiliriz?
Buna cevabımız şudur: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in bu sözü
söylemesinin bir sebebi vardı. Çünkü bir yahudi: Musa’yı seçip insanlara üstün
kılan hakkı için, diye yemin etmiş, bunun üzerine bir müslüman ona bir tokat
atmış ve şöyle demişti: Rasûlullah bizim aramızda iken sen bu sözleri nasıl
söylersin? Bunun üzerine yahudi gelip, kendisine tokat vuran müslümanı şikayet
etti. Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-e bu sözü söyledi.
Çünkü üstün tutmak eğer hamiyet ve asabiyet cihetiyle
olursa, nefis hevası saikiyle yapılırsa yerilen bir şeydir. Hatta bir kimse
hamiyet ve asabiyet duygusuyla bir kişi ile savaşacak dahi olursa, o takdirde
cihad bile yerilen bir şey olur. Çünkü Yüce Allah övünmeyi haram kılmıştır.
Bununla birlikte şöyle buyurmaktadır: "Andolsun
ki Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır." (el-İsra, 17/55);
"İşte Biz o peygamberlerin bazısını
bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle söyleşmiş, kimisini de bir çok
derecelerle yükseltmiştir." (el-Bakara,
2/253) Böylelikle yerilen hususun övünmek cihetiyle üstün tutmak, yahut ta
üstünlüğü az kabul edileni eksik görmek maksadıyla üstün tutmak olduğu anlaşılmaktadır.
İşte -eğer sabit ise- Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in: "Peygamberler arasında benim üstünlüğümü ileri
sürmeyiniz."[54]
buyruğu da buna göre açıklanır. Çünkü bu hadis bizzat Musa -Aleyhisselam- hadisinde rivayet edilmiştir. Buharî’de ve başkasında
yer almaktadır.
Ancak bazı kimseler de şöyle derler: Musa,
hadisinden farklı olarak bu hadiste bir illet vardır. Diğer hadis ise, hadis
alimlerinin ittifakı ile sahih olup onda illet yoktur.
Bazıları da bir başka türlü cevap vermişlerdir
ki o da şöyledir: Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in: "Beni Musa’dan üstün tutmayınız" sözü ile:
"Beni peygamberler arasında üstün tutmayınız" buyruğu özel olarak
üstün tutmayı yasaklamaktadır. Yani muayyen olarak kimi rasûl, kimisinden üstün
kılınmaz. Oysa, Peygamber Efendimizin: "Ben, Âdemoğullarının efendisiyim
ve bundan dolayı övünmüyorum" buyruğu ise genel anlamıyla bir üstün tutmadır
ve bu ona engel değildir. Bu da şuna benzer: Filan kişi belde ahalisinin en
faziletlisidir, denilecek olursa tek tek onlar hakkında söz konusu edilmez.
Halbuki onlardan birisi hakkında filan kişi senden daha faziletlidir, denilirse
durum bundan farklıdır. Diğer taraftan ben Tahâvî’nin -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu şekilde "Şerhu
Meãni’l-Asâr" adlı eserinde cevap verdiğini de gördüm.[55]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-den söylediği rivayet olunan: "Benim, Yunus’tan daha
faziletli olduğumu ileri sürmeyiniz." şeklindeki rivayete ve bazı ilim
adamlarının: Ben, bana pek çok mal verilmedikçe, size bu hadisi açıklamayacağım
demesi üzerine, ona çok miktarda malı verdikten sonra yani Yunus’un Allah’a balığın
karnında iken yakınlığı benim miraç gecesinde Allah’a olan yakınlığım gibidir,
diye açıklayıp bunu çok büyük bir açıklama olarak değerlendirmelerine gelince;
bu, onların hem Allah’ın kelamını, hem de Rasûlünün kelamını lafız ve mana
itibariyle bilmediklerini göstermektedir.
Şüphesiz ki bu hadisi bu lafzı ile güvenilen
hadis kitapları sahiplerinden herhangi bir kimse rivayet etmemiştir. Sahih’teki
lafzı şöyledir: "Herhangi bir kulun: Ben, Metta oğlu Yunus’tan daha hayırlıyım,
demesi yaraşmaz."[56]
Bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Her kim: Ben Metta oğlu Yunus’tan
hayırlıyım derse, yalan söylemiş olur." İşte bu lafız umuma delalet
etmektedir. Yani herhangi bir kimsenin kendisini Metta oğlu Yunus’tan daha
faziletli görmemesi gerekir. Burada müslümanların Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-i, Yunus -Aleyhisselam-dan üstün tutmalarını yasaklayan bir husus
bulunmamaktadır.
Çünkü Yüce Allah, Yunus -Aleyhisselam- hakkında balığın onu yuttuğunu ve bu haliyle kınanmış
olduğunu belirtmektedir. Yani o, kendisi dolayısıyla kınanacak bir işi yapmıştı.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve
balık sahibini (Yunus’u da an). Hani
(ayrılışıyla kavmini) gazaplandırıp gitmiş ve Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı
sanmıştı. O bakımdan karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilah yoktur, Seni tenzih
ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum’ diye seslenmişti." (el-Enbiya, 21/87)
Bazı kimselerin içinden kendisinin Yunus’tan
daha kâmil olduğu kanaati uyanabilir ve böyle bir makama ihtiyacı olmadığını
zannedebilir. Zira kendisine göre kınanmayı gerektirecek bir iş yapmamıştır.
Her kim böyle bir zanna kapılırsa, yalan söylemiş olur. Hatta Yüce Allah’ın
kullarından herbirisi, Yunus -Aleyhisselam-ın
söylediği: "Senden başka ilah
yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum"
sözlerini tekrarlar. Peygamberlerin ilki ve sonuncusunun da bu sözleri söylediği
gibi.
Peygamberlerin ilki Adem -Aleyhisselam- da şöyle demiştir: "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve rahmet
etmezsen muhakkak ki zararlara uğrayanlardan oluruz." (el-A’raf, 7/23)
Sonuncuları, en faziletlileri ve efendileri olan
Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in
de istiftah hadisi diye bilinen Ali b. Ebi Talib ve başkaları yoluyla gelen
sahih hadiste: "veccehtu vechî: yüzümü yönelttim"den sonra şu duayı
yaptığı rivayet edilmektedir: "(s.92) ‘Allah’ım sen melik’sin, senden başka
ilah yoktur. Sen benim Rabbimsin, ben de Sen’in kulunum. Ben kendime zulmettim,
günahımı itiraf ettim. Bütün günahlarımı bana bağışla, Sen’den başka günahları
bağışlayan yoktur."[57]
İşte Musa -Aleyhisselam-
da şöyle demiştir: "Rabbim,
gerçekten ben nefsime zulmettim. Onun için bana mağfiret eyle dedi, O da ona mağfiret
etti. Çünkü O, ⁄afûr’dur, Rahim’dir." (el-Kasas, 28/16) Aynı şekilde Yunus -Aleyhisselam- hakkında da: "Artık
Rabbinin hükmüne sabret ve o balık sahibi (Yunus) gibi olma." (el-Kalem, 68/48) denilerek Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in ona
benzemesi yasaklanmış, buna karşılık şu buyruğu ile Ulu’l-Azm peygamberlere
benzemesi emredilmiştir: "Peygamberlerden
büyük azim sahipleri gibi sen de sabret." (el-Ahkaf, 46/35)
O bakımdan, bir kimse: Ben ondan hayırlıyım
dese, daha faziletli olanın ise kendisinden daha aşağı mertebede olana karşı
övünme hakkı yoksa, kendisi daha faziletli değilse nasıl övünebilir? Şüphesiz ki
Yüce Allah böbürlenen ve övünen hiçbir kimseyi sevmez.
Müslim’in Sahih’inde Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu nakledilmektedir: "Bana alçak gönüllülük gösteriniz, diye
vahyolundu; ta ki kimse kimseye karşı böbürlenip, övünmesin. Kimse kimseye karşı
azgınlık etmesin."[58]
Buna göre Yüce Allah genel olarak bütün
mü’minlere karşı övünülmesini yasakladığına göre; şerefli bir peygambere karşı
övünme hakkında ne denilir? İşte o bakımdan şöyle buyurmuştur: "Bir kulun
ben Metta oğlu Yunus’tan hayırlıyım demesi yakışmaz." İşte bu herkese
Yunus -Aleyhisselam-dan üstün olduğunu
iddia etmesini ve ona karşı övünmesini yasaklayan genel bir nehiydir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in Âdemoğullarının efendisi olduğunu haber vermesine
gelince, bizler bunu ancak onun haber vermesi sonucu bilebiliriz, zira ondan
sonra onun Allah nezdindeki büyük kadrini bize haber verecek hiçbir peygamber
gelmeyecektir. Nitekim kendisinden önceki peygamberlerin faziletlerini de bize
bildiren odur. Hepsine Allah’ın salat ve selamları olsun. İşte bundan dolayı bu
sözlerinin hemen akabinde bir rivayette geldiği üzere: "Bununla birlikte
övünmüyorum" demiştir. Acaba Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kimse:
İsrâ (ve miraç) ile, Rabbinin huzuruna götürülen ve kendisi mukarreb, muazzam
ve mükerrem bir peygamber olanın makamı, kınanmış olduğu halde, balığın karnına
bırakılanın makamı gibidir; diyebilir mi? Tazim olunan ve yakınlaştırılanın
makamı, mihnete düşürülen ve te’dib edilenin makamı ile kıyas edilir mi?
Bir peygamber yakınlaştırılmanın en ileri
derecesinde iken diğeri te’dib ile karşı karşıyadır. Şimdi Allah Rasûlünün
söylemediği bir lafza dönüştürüp, tahrif edecek şekilde bu manayı delil diye
gösterenin yaptığına bir bakınız…
"Âlemlerin
Rabbi’nin sevgilisidir."
Muhabbetin en yüksek mertebesi olan halîl’lik
mertebesine Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-in ulaştığı sabittir. Nitekim gelen sahih rivayette onun şöyle
dediği kaydedilmiştir: "Şüphesiz ki Allah İbrahim’i halil edindiği gibi,
beni de halil edinmiştir."[59];
"Eğer ben yeryüzü ahalisinden bir halil edinecek olsaydım, şüphesiz Ebu
Bekir’i halil edinirdim; fakat sizin bu arkadaşınız (mübarek zatını kastediyor)
rahman (olan Allah)ın halil’idir."[60]
Her iki hadis de sahih’tir. Bu iki hadis
"halîl’lik İbrahim’e, muhabbet de Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e ait bir makamdır. Buna göre; İbrahim
halilullah, Muhammed de O’nun habibidir" diyenlerin görüşlerini
çürütmektedir. Yine sahih hadiste: "Ben herbir halil’in, halil’liğinden
uzak olduğumu bildiririm."[61]
diye buyurduğu kaydedilmektedir.
Muhabbet ise ondan başkası hakkında sabittir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah
ihsan edicileri sever." (Al-i İmran,
3/134); "Şüphesiz Allah takva
sahiplerini sever." (Al-i İmran,
3/76); "Muhakkak Allah çokça
tevbe edenleri ve çokça arınıp temizlenenleri sever." (el-Bakara, 2/222)
Böylelikle halil’liğin İbrahim’e, muhabbetin
Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e
hâs olduğunu söyleyenlerin sözlerinin tutarsız olduğu ortaya çıkmaktadır.
Aksine halil’lik her ikisine hâs’tır, muhabbet ise umumidir. "İbrahim,
Allah’ın halil’idir. Şunu bilin ki ben ise Allah’ın habib’iyim ve
övünmüyorum."[62]
ifadelerinin de yer aldığı Tirmizî’nin rivayet edip, İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan geldiği belirtilen
hadis-i şerif ise sabit değildir.
Şunu bil ki Yüce Allah’ın muhabbet ve halil’lik
ile vasıflandırılması Allah’ın celal ve azametine yakışacak şekilde söz
konusudur. O’nun diğer sıfatları da böyledir. Yüce Allah bu gibi vasıflardan sevgi,
muhabbet ve hullet ile nass’larda varid olduğu şekliyle sadece vasıflandırılır.
"Ondan
sonraki herbir nübüvvet iddiası aşırı derecede bir sapıklıktır, hevâya tabi oluştur."
Çünkü onun peygamberlerin sonuncusu olduğu sabit
olmuştur. Buna göre, ondan sonra peygamberlik iddiasında bulunan herkesin
yalancı olduğu da bilinmiş olur.
Eğer peygamberlik iddiasında bulunan bir kimse
harikulade mucizeler ve doğru delil ve belgeler ortaya atacak olursa, onun
yalancı olduğu nasıl söylenilebilir? denilemez. Çünkü biz buna karşı şöyle
cevap veririz: Böyle bir şeyin var olması tasavvur dahi edilemez. Çünkü bu,
imkansızı var saymak kabilindendir. Yüce Allah, onun peygamberlerin sonuncusu
olduğunu haber verdiğine göre; peygamberlik iddiasında bulunan bir kimsenin bu iddiasında,
yalancı olduğuna dair emare ve delillerin ortaya çıkmaması imkansız bir şeydir.
Sapıklık (el-ğayy); doğru yolda oluşun aksidir.
Hevâ ise nefsin arzu ettiği şeyden ibarettir. Yani böyle bir iddiada bulunmak
delile dayalı olarak değil de nefsin hevâsına tabi oluş sebebiyle ortaya atılır.
O bakımdan böyle bir dava da batıl olur.
"Bütün
cinlere ve bütün insanlara hak ile, hidayet ile, nur ve aydınlık ile genel
olarak gönderilmiş bir peygamberdir."
Onun genel olarak bütün cinlere gönderilmiş olduğunu
ele alacak olursak, Yüce Allah bizlere cinlerin şu sözleri söylediklerini
nakletmektedir: "Ey kavmimiz! Allah’ın
davetçisinin çağrısını kabul edin." (el-Ahkaf, 46/31) Aynı şekilde el-Cin suresi de onun cinlere de
peygamber olarak gönderilmiş olduğuna delil teşkil etmektedir.
Bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber oluşuna
gelince; Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz,
seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve korkutucu (bir peygamber) olarak
gönderdik." (Sebe’, 34/28); "Deki: Ey insanlar! Şüphesiz ben
göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan,
hem dirilten, hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği
peygamberiyim." (el-A’raf,
7/158); "Şu Kur’an bana onunla
sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutup, uyarmam için vahyolundu." (el-En’âm, 6/19) Yani bu Kur’ân kime ulaşırsa
onu da uyarmam bana emredilmiştir. Yine bir başka yerde Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Seni insanlara bir
peygamber olarak gönderdik. Şahid olarak Allah yeter." (en-Nisa, 4/79); "İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar, iman edenlere Rableri katında
kendileri için muhakkak bir kadem-i sıdk olduğunu müjdele diye!’ vahiy
göndermemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi ki?" (Yunus, 10/2); "Hak ile batıl’ı ayıranı (furkan’ı)
âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce, ne
mübarektir!" (el-Furkan, 25/1);
"Kendilerine kitap verilenlerle,
ümmîlere de ki: Siz de İslama girdiniz mi? Eğer İslama girerlerse, muhakkak
hidayet bulmuş olurlar. Şâyet yüz çevirirlerse artık sana düşen ancak tebliğ’dir."
(Al-i İmran, 3/20)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Benden önce hiçbir peygambere
verilmemiş, beş husus bana verildi: Bir aylık mesafeden (düşmanımın kalbine salınan)
korku ile bana yardım edildi. Yeryüzü benim için hem bir mescit, hem bir
temizlenme aracı (tahûr) kılındı. Ümmetimden herhangi bir kimse namaz vaktine
erişti mi hemen namazını kılsın. Ganimetler bana helal kılındı, benden önce de
kimseye helal kılınmadı. Bana şefaat ta verildi. Benden önceki peygamberlerin herbiri
özel olarak kendi kavmine gönderilirken, ben genel olarak bütün insanlara
peygamber olarak gönderildim." Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde
rivayet etmişlerdir.[63]
Yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Bu ümmetten
yahudi olsun, hristiyan olsun herhangi bir kimse benim peygamberliğimi işitir
de bana iman etmeyecek olursa mutlaka cehennem ateşini boylar." Bunu da
Müslim rivayet etmiştir.[64]
Onun bütün insanlara bir peygamber olarak
gönderilmiş olduğu İslâm dininde zaruri (kesin) olarak bilinen gerçeklerdendir.
Bazı hristiyanların: O sadece Araplara
gönderilmiş bir peygamberdir, şeklindeki sözlerinin batıl olduğu da açıkça
ortadadır. Çünkü onlar eğer risaletinin doğruluğunu kabul ediyorlarsa haber
verdiği bütün hususlarda onu tasdik etmeleri icab eder. O da genel olarak bütün
insanlara Allah’ın bir Rasûlü olarak gönderilmiş olduğunu söylemiştir. Rasûl
ise asla yalan söylemez. O halde onun kesin olarak tasdik edilmesi kaçınılmazdır.
Çünkü o, ayrıca elçilerini dört bir yana göndermiş ve yine onlarla birlikte her
tarafa mektuplarını da göndermiştir. Kisrâ’ya, Kayser’e, Necaşî’ye, Mukavkıs’a
vs. yerlerdeki hükümdarları bu yolla İslâma davet etmiştir.
"Hak
ile hidayet ile nur ve aydınlık ile (gönderilmiştir)" şeklindeki ifadelerine gelince,
bunlar Kur’ân’dan vs. deliller yoluyla apaçık göz kamaştırıcı delillerle
desteklenmiş, getirmiş olduğu din ve şeriatin niteliklerindendirler. Işık
(ziya) nur’dan daha mükemmeldir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneşi ışık saçıcı (ziya), ay’ı nurlu
yaratan O’dur." (Yunus, 10/15)
"Şüphesiz ki Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır.
Ondan keyfiyetsiz bir şekilde ve sözlü olarak sadır olmuştur. Allah onu
rasûlüne vahiy olarak indirmiştir. Mü’minler de bu şekilde onu hak bilerek
tasdik etmişlerdir. Onun hakikaten Allah’ın kelamı olduğuna kesinlikle inanmışlardır.
O yaratılmışların sözü gibi mahluk değildir. Her kim Kur’ân’ı işitir de onun
insan kelamı olduğunu iddia ederse kâfir olur. Allah böylesini kınamış, ayıplamış
ve onu Sekar (cehennem) ile tehdit etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ben onu Sekar’a sokacağım."
(el-Müddessir, 74/26) Yüce Allah; "Bu insan sözünden başka bir şey değildir."
(el-Müddessir, 74/25) diyen kimseleri
Sekar ile tehdit ettiğine göre; kesin olarak şunu bilmiş ve inanmış oluyoruz
ki: O insanları yaratanın sözüdür ve insanların sözüne hiçbir şekilde
benzemez."
Bu oldukça önemli bir kaide, dinin esaslarından
büyük bir esastır. İnsanlar arasından bir çok taife bu hususta sapıtmışlardır.
Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin
bu ifadeleri Kitap ve Sünnet üzerinde iyice düşünen kimselerin de göreceği
gibi, açıkça delâlet ettikleri hakk’ın kendisidir. Şüphe ve tereddütlerle, batıl
görüşlerle değişmemiş, selim fıtratların da tanıklık edip kabul ettikleri
kanaat te budur.
Allah’ın kelâmını konu eden bu meselede insanlar
dokuz farklı görüş ortaya atmışlardır:
1- Yüce Allah’ın kelâmı
feyz yolu ile nefislere ulaşan manalardır. Bu ya -bazılarına göre- akl-ı
fa’al’dan gelir, yahut başkasındandır. Bu Sabiî’lerle, felsefecilerin görüşüdür.
2- Allah’ın, onu
kendisinden ayrı olarak yaratmış olduğu bir mahluktur. Bu da Mutezile’nin görüşüdür.
3- Kelam, Allah’ın zatı
ile kaim başlı başına bir manadır. Bu da emir, nehiy, haber, bir takım istekler
ve taleplerdir. Eğer bu Arapça olarak ifade edilirse Kur’ân, İbranice ifade
edilirse Tevrat’tır. Bu ise İbn Küllâb ile ona muvafakat eden Eş’arî ve diğerlerinin
görüşüdür.
4- Kelam ezelde bir araya
gelip toplanmış, ezeli harf ve seslerdir. Bu da kelam’cılarla, hadis’çilerden
bir kesimin görüşüdür.
5- Kelam bir takım harf ve
sesler olup Yüce Allah’ın önceleri mütekellim değil iken daha sonradan söylediği
sözlerdir. Bu da Kerramiye’nin ve diğerlerinin görüşüdür.
6- Yüce Allah’ın kelamı,
Onun ihdas ettiği ve zatı ile kaim ilim ve iradesidir. Bu da
"el-Mu’teber" isimli eserin müellifinin[65]
görüşüdür. er-Razî de "el-Metalibu’l-Âliye" adlı eserinde buna
meyleder.
7- Yüce Allah’ın kelamı
kendi zatı ile kaim bir manayı ifade eder. Bu da onun başkasında halkettiğidir.
Bu da Ebu Mansur el-Maturidî’nin görüşüdür.
8- Kelam, kadim ve ilahi
zat ile kaim bir mana ile Onun başkasında halkettiği sesler hakkında ortak
olarak kullanılan bir tabirdir. Bu da Ebu’l-Mealî ve ona tabi olanların görüşüdür.
9- Yüce Allah ezelden beri
dilediği takdirde ne zaman ve ne şekilde isterse mütekellim’dir. O işitilebilecek
bir sesle bu vasfı ile konuşur. Nevî olarak kelâm kadim’dir, muayyen olan ses
kadim olmasa dahi. Hadis ve sünnet imamlarından nakledilen görüş te budur.
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin-’nin: "Şüphesiz
ki Kur’ân Allah’ın kelamıdır", şeklindeki sözleri daha önce söylediği:
"Muhakkak Allah birdir, O’nun hiçbir
ortağı yoktur" sözleri ile bilahare belirttiği: "Muhakkak Muhammed, Allah’ın seçtiği kuludur" şeklindeki
sözlerine atfedilmiştir ve bütün bunlar:
"Allah’ın tevhid’i hakkında şunu söylüyoruz..." sözleriyle
ilgilidir.
"Allah’ın
kelamı ondan sözlü olarak ve keyfiyetsiz bir şekilde sadır olmuştur" sözleri Mutezile’nin ve
diğerlerinin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü Mutezile, az önce görüşlerine işaret
edildiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in Yüce Allah’tan sadır olmadığını iddia eder ve şöyle
derler: Kelam’ın Allah’a izafe edilmesi izafet-i teşrif’tir. Beytullah,
nâkatullah demek gibidir. Onlar bu sözleriyle kelimeleri yerlerinden oynatıp
tahrif ediyorlar ve bu iddiaları batıldır.
Yüce Allah’a izafe edilenler ya bir takım
manalardır yahut ta aynî hususlardır. Aynî şeylerin Yüce Allah’a izafe
edilmesi, teşrif içindir ve bunlar O’nun yaratıklarıdır. Beytullah ve
nakatullah gibi. Halbuki mana ifade eden hususların O’na izafe edilmesi böyle
değildir. Allah’ın izni, kudret’i, izzet’i, celal’i, kibriyâ’sı, kelâm’ı, hayatı,
yüceliği, kahr-u galebe’si gibi bütün bunlar O’nun sıfatlarındandır. Bunlardan
herhangi birisinin mahluk olmasına imkân yoktur.
Kelam ile vasfedilmek, kemal sıfatlarındandır.
Bunun zıttı ise eksiklik sıfatları arasında yer alır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Musa’nın kavmi onun
ardından ziynet eşyalarından böğüren bir buzağı heykelini (ilah) edindiler.
Onun kendileriyle konuşamadığını, onlara bir yol da gösteremediğini görmediler
mi onlar." (el-A’raf, 7/148)
Buzağıya tapanlar, kâfirliklerine rağmen bu
hususta Mutezile’den daha ileri derecede Allah’ı bilen kimseler imiş. Çünkü
onlar Musa’ya: Senin de Rabbin konuşmuyor, demediler. Yine Yüce Allah o buzağı
hakkında şöyle buyurmuştur: "Onun
hiçbir sözlerine karşılık veremediğini, onlara bir zararının dokunmadığını, bir
fayda da sağlayamadığını görmezler mi?" (Tâhâ, 20/89) Böylelikle buzağının söz söyleyemediğini, konuşamadığını
ortaya koymanın onun ilah olamayacağına delil teşkil eden bir nakisa (eksiklik)
olduğu anlaşılmaktadır.
Onların bu husustaki şüphelerinin en ileri
derecesi şöyle söylemeleridir: Allah’ın konuştuğunu söylemek, Onu benzetmeye ve
bir cisim sahibi olduğunu (teşbih ve tecsim) ileri sürmeye kaçınılmaz olarak
götürür. O zaman onlara şöyle denilir: Bizler, Yüce Allah kendi celaline yakışan
bir şekilde konuşur, dersek, onların şüpheleri de ortadan kalkmış olur. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün
Biz ağızlarına mühür vururuz ve neler kazandıklarını elleri bize söyler ve
ayakları şahidlik eder."
(Ya’sin,
36/65)
Biz bunların konuşacaklarına iman ederiz, ancak
nasıl konuşacaklarını da bilemeyiz. Nitekim Yüce Allah’ın şu buyruğu da
böyledir: "Derilerine: ‘Niçin
aleyhimize şahidlik ettin?’ diyecekler. Onlar da diyecekler ki: ‘Herşeyi konuşturan
Allah bizi de konuşturdu.’" (Fussilet, 41/21) Çakılların ve yemeklerin
konuşması,[66] taşın selam
vermesi,[67] hep bunlar
ciğerden yükselen ve ağızdan çıkan ses olmaksızın, harflerin mahreçlerine dayalı
olmadan meydana gelmiş şeylerdir.
İşte Tahâvî: "Keyfiyetsiz
ve sözlü olarak ondan sadır olmuştur" sözleri ile buna işaret etmiştir.
Yani bu söz Ondan çıkmıştır. Ancak Onun bu sözü nasıl söylediği ve bunun
keyfiyeti bilinememektedir. Bu hususu: "Sözlü
olarak" diyerek te’kid etmiş ve hakikati belirten bu ifadeyi bilhassa
zikretmiştir. Nitekim Yüce Allah da mecaz’ı nefyeden ve hakikati ispatlayan
mastarı zikrederek, Musa ile konuştuğunu te’kidli olarak şöylece ifade etmiştir:
"Ve Allah Musa ile özel bir surette
ve kat’î olarak konuştu." (en-Nisâ,
4/164) Şimdi söyler misiniz, hakkın ötesinde sapıklıktan başka ne vardır?
Bazıları yedi kıraat imamlarından birisi olan
Ebu Amr b. el-Alâ’ya şöyle demiş: Ben senin bu buyruktaki "Allah"
lafzını nasb ile (Musa, Allah ile konuştu anlamına gelecek şekilde) okumanı
istiyorum. Böylelikle konuşanın Allah değil, Musa olduğu anlaşılmış olacaktır.
Bunun üzerine Ebu Amr ona şu cevabı verdi: Diyelim ki ben bu âyet-i kerîme’yi
senin dediğin şekilde okudum ya Yüce Allah’ın: "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi de onunla konuşunca..."
(el-A’raf, 7/143) hakkında ne
diyeceksin? Mutezilî ne diyeceğini şaşırdı.
Yüce Allah’ın cennetliklerle ve başkaları ile
konuşacağına dair Kitap ve sünnet’teki deliller ne kadar da çoktur! Mesela Yüce
Allah: "Çok merhametli Rab’lerinden:
‘Selam’ denir (onlara)"
(Yasin,
36/58)
Bununla birlikte Rab’bin kelamının tamamının tek
bir mana olarak düşünülmesi nasıl doğru olabilir? Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah’a
olan ahid’lerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler, işte onlar için
ahirette hiçbir nasip yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara
bakmaz..." (Al-i İmran, 3/77)
Yüce Allah onlarla konuşmayı terketmekle onları tahkir etmiş olacaktır. Yani O,
onlarla onları şereflendirecek şekilde konuşmayacaktır. Çünkü Yüce Allah bir başka
âyet-i kerîme’de cehennemde kendilerine:
"Yıkılın içerisine, Bana da söz söylemeyin" (el-Mu’minun, 23/107) diye buyuracaktır. Eğer Yüce Allah mü’min
kullarıyla konuşmayacak olsaydı, bu durumda onlar ve düşmanları eşit olacaklardı
ve düşmanları ile konuşmayacağına dair özelliklerini dile getirmesinin de
hiçbir faydası olmazdı.
Buharî, Sahih’inde şöyle demektedir: "Yüce
ve Mübarek olan Rabbin cennetliklerle konuşmasına dair bir bab"[68].
Daha sonra burada pek çok hadisleri zikretmektedir. Cennetliklerin en üstün ve
değerli nimeti şanı yüce ve mübarek olan Allah’ın yüzünü görmeleri, onlarla
konuşması olacaktır. Bunu red ve inkar etmek, cennet nimetlerinin özü, en
yücesi, en faziletlisi ve kendisi olmasaydı cennetliklere cennetin hoş
gelmeyeceği böyle bir nimeti inkar etmektir.
Yüce Allah’ın: "Allah herşeyi yaratandır." (er-Rad, 13/16) buyruğunu delil göstererek Kur’ânda bir şeydir. O
halde o da "herşey" genel ifadesinin kapsamına girmektedir. Buna göre
o da mahluktur, diye bir delil ileri sürmek, en hayret edilecek işlerden
birisidir. Çünkü Mutezile’ye göre kulların bütün fiilleri Allah tarafından
yaratılmamıştır. Aksine bütün fiilleri yaratanlar kullardır, onları Allah
yaratmaz. Peki onlar kulların fiillerini buradaki "herşey" genel
ifadesinin dışına çıkartırken Allah’ın sıfatlarından bir sıfat olmakla ve bu sıfat
ile eşyanın yaratılmışlar arasına girmesi söz konusu olmakla birlikte, Allah’ın
kelamını bu "herşey" ifadesinin genel kapsamına soktular. Çünkü bütün
yaratıklar Allah’ın emriyle yaratılırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş, ay ve yıldızlar O’nun emriyle
musahhar kılınmıştır. İyi bilin ki yaratma da, emretme de yalnız
O’nundur."
(el-A’raf, 7/54)
Görüldüğü gibi burada Yüce Allah, yaratmak ve emretmek arasında bir fark gözetmektedir. Eğer emr de yaratılmış olsaydı, onun da bir başka emr ile yaratılmış
olması diğerinin de sonsuza kadar bir başka emr ile yaratılmış olması
gerekirdi. O takdirde teselsülü kabul etmemiz gerekirdi ki, teselsül batıl’dır.
Onların iddialarını sürdürmeleri halinde sonuç olarak ilim, kudret ve buna
benzer bütün sıfatlarının da yaratılmış olması gerekir. Bu ise apaçık bir
küfürdür. Çünkü O’nun ilmi de bir şeydir, kudreti de bir şeydir, hayatı da bir şeydir.
Böylelikle bunlar da "herşey" ifadesinin genel çerçevesine girer ve
önceden yokken sonradan yaratılmışlar arasında sayılırlar. Şanı Yüce Allah
onların söylediklerinden alabildiğine yüce ve münezzehtir.
Hem Yüce Allah’ın başkası ile kaim (var
olabilen) bir kelam ile mütekellim olması nasıl doğru kabul edilebilir? Bunu doğru
kabul edecek olursak, o takdirde cansız varlıklarda yaratmış olduğu kelamın da
O’nun kelamı olması gerekirdi. Aynı şekilde canlılarda yarattığı kelamın da
böyle olması icab ederdi ve bu takdirde ise konuşan ile konuşturan arasında
farkın da olmaması gerekirdi. Halbuki derilerin: "Bizi Allah konuşturdu." (Fussilet, 41/21) diyeceği
bildirilmektedir. Allah konuştu demeyeceklerdir. Hatta bu iddiaya göre Yüce
Allah’ın başkalarında yaratmış olduğu bütün kelamlar söyleyen mütekellim olması
gerekirdi. Bu söz ister yalan, ister uydurma, ister küfür, ister hezeyan olsun
farketmez. Yüce Allah bundan münezzehtir. Nitekim vahdet-i vücut’çular bu
kanaatin peşine takılıp, gitmişlerdir. O bakımdan İbn Arabî şöyle demiştir:
"Varlıktaki herbir kelâm O’nun kelâmıdır.
Farketmez bizim için onun nesir ya da nazım
olması."[69]
"Küll:
her" kelimesinin umumi ifadesi, kullanıldığı yere göre değişir. Bu ise
karînelerle bilinecek bir husustur. Nitekim Yüce Allah’ın: "O rüzgar Rabbinin emri ile herşeyi helak eder. Onların
meskenlerinden başka birşey görülmez oluverdi." (el-Ahkaf, 46/25) buyruğundan bunu anlayabiliriz. Onların
meskenleri bir şey olmakla birlikte rüzgarın tahrip ettiği "herşey" umum ifadesinin kapsamına girmemiştir. Çünkü
maksat adeten rüzgarın tahrip etmesi kabil olan ve helâk edilip, tahrip
edilmeyi hakketmiş olan herbir şeyi tahrip ettiğini anlatmaktır.
Yüce Allah’ın bize Belkıs’ın söylediğini
naklettiği: "Kendisine herşeyden
verilmiş." (en-Neml, 27/23)
buyruğu da bu şekildedir. Buradaki "herşey"den
kasıt hükümdarların gerek duyacakları herşeydir. Böyle bir kayıt ise ifadenin
karînelerinden anlaşılmaktadır. Zira hüdhüd’ün maksadı onun hükümdarlık işlerinde
eksiksiz bir kraliçe olduğunu ve onun hükümdarlığını tamamlamak için ayrıca başka
bir şeye gereğinin bulunmadığını anlatmaktır. Buna benzer ifadeler pek çoktur.
Buna göre Yüce Allah’ın: "O herşeyi yaratandır." (er-Rad, 13/16) buyruğundan kasıt, yaratılmış olan herbir şeydir. Yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıklar
ise yaratılmış varlıklardır. Buna göre bu genel ifadenin kapsamına kesinlikle
kulların fiilleri de girmekle birlikte; ancak bu genel ifadenin kapsamına Yüce
Yaratıcının girmesi mümkün değildir. Çünkü bütün kemal sıfatlarına sahip olan O
Yüce Zat’tır. Onun sıfatlarının da, O’nun mukaddes zatından ayrılmaları kabil
değildir. Sıfatlarının, O’ndan ayrı kalması düşünülemez. Nitekim daha önce;
"O, mahlukatı yaratmadan, öncesinden
kadim olarak sahip olduğu sıfatlara halen sahiptir" sözleri açıklanırken
de buna işaret edilmişti.
Kur’ân’ın yaratıldığını ileri sürenlerin: "Muhakkak Biz onu... Arapça bir Kur’ân
kıldık." (ez-Zuhruf, 43/3)
buyruğunu delil getirmeleri ne kadar çürük ve tutarsız bir delildir! Çünkü
Arapçada ("kılmak" anlamını verdiğimiz) bu fiil (ce-a-le), eğer
"yaratmak" anlamında kullanılırsa tek bir mef’ule geçiş yapar:
"Karanlıkları
ve aydınlığı var eden..." (el-En’âm,
6/1); " "Ve canlı herşeyi sudan yarattık. Hala imana
gelmezler mi? Ve yer onları çalkalamasın diye onda sağlamlaştırıcı kazıklar
yarattık." (el-Enbiya, 21/30-31)
buyruklarında görüldüğü gibi. (Bu anlamıyla bu fiil, hep tek bir mef’ule geçiş
yapmıştır.)
Eğer bu fiil iki mef’ul’e geçiş yapacak olursa o
takdirde "yaratmak" anlamına kullanılmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
":
Yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın hem Allah’ı üzerinize kefil kılmışken
(nasıl bozarsınız?.)" (en-Nahl, 16/91);
":
Allah’ı yeminlerinize engel kılmayın." (el-Bakara,
2/224);
":
Onlar ki Kur’ân’ı parçalara ayırmışlardı." (el-Hicr, 15/91);
":Elini
boynuna bağlanmış kılma!"
":Allah
ile beraber başka bir ilah edinme." (el-İsra,
17/39);
":Onlar
Allah’ın kulları olan melekleri de dişiler kabul ettiler." (ez-Zuhruf, 43/19) Ve bunun benzeri daha bir çok âyet-i kerîme. İşte
Yüce Allah’ın: "Muhakkak biz onu
Arapça bir Kur’ân kıldık." (ez-Zuhruf,
43/3) buyruğu da bu şekildedir.
Onların Yüce Allah’ın: "O mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, o ağaçtan ona şöyle
seslenildi." (el-Kasas, 28/30)
buyruğunu Yüce Allah’ın kelâmı ağaçta yaratması üzerine, Musa’nın sesi o ağaçtan
işitmiş olduğuna dair delil göstermeleri de ne kadar tutarsızdır! Çünkü onlar
bu kelimeden önceki ve sonraki sözleri göremeyecek kadar basiretsizlik
sergilemişlerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa oraya varınca, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından... seslenildi." diye buyurulmuştur.
Nidâ (seslenmek) ise uzaktan söz söylemek demektir. Musa -Aleyhisselam- seslenişi vadinin kıyısından işitti. Sonra da şöyle
buyurulmaktadır: "O mübarek yerdeki
vadinin sağ kıyısından, o ağaçtan..." yani nida o mübarek yerde ağacın
yakınından olmuştu. Nitekim bizler: Ben evden Zeyd’in sözünü duydum, deyince,
buradaki "evden" sesin çıkış noktasını (ibtidau’l-ğaye’yi) ifade
eder. Yoksa evin konuştuğunu ifade etmez. Eğer kelam ağaçta yaratılmış olsaydı:
"Ey Musa, muhakkak Ben alemlerin
Rabbi olan Allah’ım." (el-Kasas, 28/30) sözlerini söyleyenin de ağaç
olması gerekecekti. Acaba alemlerin Rabbi dışında bir kimse: "Muhakkak Ben alemlerin Rabbi olan
Allah’ım" demiş olabilir mi? Eğer bu ifadeler Allah’tan başkasından çıkmış
ise o takdirde Firavun’un: "En yüce
rabbiniz benim." (en-Nâziât,
79/24) sözünün doğru olması gerekirdi. Çünkü onlara göre her iki söz de
mahluktur ve Allah’tan başkası tarafından söylenmiştir. Onlar esasen bozuk olan
temel kaidelerine dayanarak iki söz arasında fark gözeterek şöyle söylemişlerdir:
O, Yüce Allah’ın ağaçta yarattığı bir kelamdır, diğeri ise Firavun’da yarattığı
bir kelamdır. Böylelikle onlar tahrif ettiler, tebdil ettiler ve Allah’tan başka
bir yaratıcının varlığına inanmış oldular. Kulların fiilleri (ef’alü’l-ibad)
meselesinde de Yüce Allah’ın izniyle buna dair açıklamalar gelecektir.
Denilse ki: Yüce Allah: "Şüphe yok ki o çok şerefli bir elçinin sözüdür." (el-Hakka, 69/40); (et-Tekvir, 81/19)
diye buyurmuştur. Bu da, bu Kur’ân’ı rasûlün ihdas ettiğine delildir. Bu rasûl
ister Cebrail, isterse de Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem- olsun.
Buna şöyle cevap verilir: Rasûlün söz konusu
edilmesi, onun kendisini rasûl olarak gönderen adına tebliğ’de bulunduğunu
ortaya koymaktadır. Çünkü burada: O bir meleğin yahut bir peygamberin sözü
denilmemektedir. Böylelikle, onun bu sözleri kendisini bu Kitap ile gönderen adına
tebliğ ettiğini anlıyoruz, yoksa kendiliğinden bu sözü meydana getirmiş olduğu
anlamına gelmez.
Aynı şekilde rasûl bu iki âyetten birisinde
Cebrail’dir, diğerinde Muhammed’dir. Her ikisinde de Kur’ân’ın onlara izafe
edilmesi, bu izafetin tebliğ için olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zira
onlardan birisi bu Kur’ân’ı ihdas etmiş olsaydı, diğerinin ihdas etmesine imkân
olmazdı.
Aynı şekilde "güvenilir bir rasûl"
diye buyurulmuş olması, onun tebliğ etmek için kendisiyle gönderilen söze
hiçbir ilave yapmamış, ondan hiçbir şey eksiltmemiş olduğunun da delilidir.
Aksine o kendisi ile gönderilenden yana güvenilir bir kimsedir. O kendisini
rasûl olarak gönderen adına tebliğde bulunur.
Diğer taraftan şanı Yüce Allah, Kur’ân’ı bir beşer
sözü kabul edenlerin kâfir olduklarını beyan etmiştir. Muhammed de bir beşerdir.
Kendisinin ortaya koymuş olduğu anlamı ile Kur’ân’ı Muhammed’in sözü olarak
kabul eden bir kimse kâfir olur. Kur’ân-ı Kerîm bir beşer sözüdür, demek ile
onun cinlerden yahut meleklerden birisinin sözüdür, demek arasında da fark
yoktur. Çünkü söz ilk olarak kime ait ise onun sözü kabul edilir. Tebliğ etmek
maksadıyla onu söyleyenin sözü kabul edilmez. Mesela bir kimse birisinin:
"Durun, sevgiliyi hatırlamaktan ve onun evine yakınlaşmaktan dolayı ağlayalım"
dediğini işitirse; bu İmriu’l-Kays’ın şiiridir, der. Yine bir kimse birisinin:
"Ameller ancak niyetler iledir ve herkes
için ancak niyet ettiği neyse o vardır."[70]
sözünü söylediğini duyarsa, bu Allah Rasûlünün sözüdür, der. Eğer o kimsenin: "Elhamdulillahi Rabbi’l-Alemiyn.
er-Rahmani’r- Rahiym. Maliki Yevmi’d-Din İyyake Na’budu ve İyyake
Nestaiyn" dediğini işitecek olursa eğer bunu bilen birisi ise, bu
Allah’ın kelamıdır, diyecektir. Aksi takdirde: Ben bunun kimin kelamı olduğunu
bilmiyorum, diyecektir. Bir kimse: Hayır biliyorsun diyecek olursa, onu
yalanlayacaktır.
İşte bundan dolayı bir kimse bir diğerinden nazım
yada nesir olarak bir söz işitecek olursa: Bu kimin sözüdür? Bu senin sözün
müdür, yoksa bir başkasının sözü müdür? diye sorar.
Özetle dört mezhebe mensup olsun, selef ve halef
arasından olup diğerlerine mensup olsun, bütün ehl-i sünnet, Kur’ân-ı Kerîm’in
Allah’ın yaratılmamış kelamı olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ancak bu noktadan
itibaren müteahhir’ler: Yüce Allah’ın kelamı acaba zatı ile kaim tek bir mana mıdır?
Yoksa O, Yüce Allah’ın daha önceden mütekellim değilken sonradan Allah’ın kelam
ederek (konuşarak) meydana gelen harfler ve sesler midir? Yoksa o ezelden beri
dilediği takdirde ne zaman ve ne şekilde isterse konuşabilen bir mütekellim
midir? Kelam nevî olarak mı kadimdir? Hususlarında farklı görüşleri vardır.
Şâyet insanlar selim fıtratları ve dosdoğru akılları
ile başbaşa bırakılmış olsalardı, aralarında herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkmazdı.
Fakat şeytan bazı insanlara muğalatalarından bir muğalata telkin etmiş ve
bununla onları biribirlerine düşürmüş, aralarında ayrılıklar çıkarmıştır: "Muhakkak ki Kitap hakkında anlaşmazlığa
düşenler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler." (el-Bakara, 2/176)
Tahâvî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-nin sözlerinin delalet ettiği husus ise şudur: Yüce
Allah ezelden beri ne zaman isterse ve dilediği şekilde mütekellimdir ve O’nun
tür olarak kelamı, kadîm’dir. Ebu Hanife -Radıyallahu
anh-nin el-Fıkhu’l-Ekber’deki
sözlerinin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü o şöyle demektedir:
"Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelamıdır, mushaf’larda yazılıdır, kalplerde hıfzedilip
ezberlenmiştir, dillerle okunur, Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-e indirilmiştir. Bizim Kur’ân’ı telaffuz edişimiz ise
mahluktur, onu yazmamız mahluktur, onu kıraat edişimiz mahluktur. Kur’ân’ın
kendisi ise mahluk değildir. Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de Musa ve diğer
peygamberlerden (hepsine salat ve selam olsun) nakletmiş olduğu sözler ile
Firavun ve İblis’ten bize naklettiklerinin hepsi de Allah’ın kelamı olup onlar
ile ilgili bize verdiği haberlerdir. Allah’ın kelamı da mahluk değildir. Musa’nın
ve diğer mahlukların kelamı ise mahluktur. Kur’ân-ı Kerîm ise Allah’ın kelamıdır,
onların kelamı değildir. Musa -Aleyhisselam-
Yüce Allah’ın kelamını işitmiştir. O, Musa -Aleyhisselam-
ile konuşunca, ezelden beri sıfatlarından bir sıfat olan kelamı ile konuşmuştur.
O’nun bütün sıfatları ise mahlukatın sıfatlarından farklıdır. O bilir ama bizim
bilgimiz gibi değil, O kudret sahibidir fakat bizim kudretimiz gibi değil, O
görür bizim görmemiz gibi değil, O konuşur ama bizim sözümüz gibi değil."
İmam’ın: "Musa ile konuştuğunda sıfatlarından
bir sıfat olan kelamı ile konuşmuştur" sözlerinden şu anlaşılmaktadır:
Yüce Allah, Musa gelince onunla konuştu, yoksa o ezelden ebede kadar sürekli
olarak "ey Musa" deyip durmaz. Nitekim bu husus Yüce Allah’ın şu
buyruğundan açıkça anlaşılmaktadır: "Musa
tayin ettiğimiz vakitte gelip, Rabbi de onunla konuşunca..." (el-A’raf, 7/143)
Böylelikle bu ifadelerden, onun (Ebu Hanife’nin)
mezhebine mensup olup şöyle diyenlerin görüşlerinin reddedildiği anlaşılmaktadır:
Kelam nefs ile kaim ve işitilmesi düşünülmeyen bir tek manadır. Yüce Allah sesi
havada yaratır. Ebu Mansur, el-Maturidî ve başkaları böyle demiştir.
İmam’ın: "O, Yüce Allah’ın ezelden beri sıfatlarından
bir sıfatı olan kelâmı…" ifadesi de: Yüce Allah daha önceden mütekellim değil
iken, sonradan kelam vasfına sahip olmuştur, diyenlerin görüşlerini
reddetmektedir.
Özetle söyleyecek olursak Mutezile’nin, kelam’ın
Allah’ın meşiet ve kudreti ile alakalı olduğuna ve dilediği vakit konuştuğuna,
onun peyderpey söz söylediğine dair getirdikleri bütün deliller haktır, kabul
edilmesi gerekir.
Kelam Allah’ın zatı ile kaim’dir. O, O’nun bir sıfatıdır.
Sıfat da ancak mevsuf ile var olabilir, diyenlerin sözleri de bir hak’tır,
kabul edilmesi gerekir ve böyle söylemek icab eder.
Buna göre her iki kesimin görüşlerinde doğru
olanın alınıp kabul edilmesi gerekir. Onların her birisinin kabul ettiği görüşlerden
olup da, şeriat ve aklın reddettiği şeylerden de uzak durmak gerekir.
Bize: Bu, hâdis’lerin (sonradan meydana gelmiş
olayların) onunla kaim olmasını gerektirir diyecek olurlarsa, biz de şöyle
cevap veririz: Bu mücmel (açıklanması gereken) bir ifadedir. Sizden önce bu
anlamı ile hâdis’lerin varlığını ileri gelen imamlardan inkar eden kimlerdir?
Diğer taraftan Kur’ân ve sünnetin nass’ları bunu ihtiva ettiği gibi aynı şekilde
imamlardan gelen açık ifadeler de aklın apaçık gerçekleri ile birlikte bunu
dile getirmektedir.
Şüphesiz insanları muhatap alan ve onlara Yüce
Allah’ın söz söylediğini, seslendiğini, özel olarak konuştuğunu ve buyruklar
verdiğini haber veren rasûller, onlara bunların Yüce Allah’tan ayrı bir takım
mahluklar olduklarını da anlatmaya kalkışmamışlardır. Aksine onlara anlatmak
istedikleri şey şu olmuştur: Bizzat konuşan Yüce Allah’ın kendisidir ve konuşmak
(kelam) başkasıyla değil, onunla kaimdir. O sözü söyleyen ve buyuran O’dur.
Nitekim Âişe -Radıyallahu anha- İfk
(iftiraya maruz kalışını anlatan) hadisinde şunları söylemiştir: "Şüphesiz
kendi nazarımda ben, Yüce Allah’ın benim hakkımda Kur’ân-ı Kerîm’de okunacak
bir vahiy suretinde kelam söylemeye değmeyecek kadar önemsiz idim."[71]
Şâyet bütün bunlardan, mefhumlarından anlaşılandan
farklı şeyler kastedilmiş olsaydı, elbetteki bunların da açıklanması icab
ederdi. Zira gerek duyulan vakitten sonraya açıklamanın ertelenmesi caiz değildir.
Söz söyleyip, kelam ile konuşmakla birlikte
sözün ve kelam’ın kendisi ile kaim olmayıp aksine o kelam’ın başkası ile kaim
olduğu, söz söyleyen ve mütekellim bir kimsenin varlığını, ne akıl bilir, ne de
dilde böyle bir şey vardır. Eğer onlar bu iddiaları ile teşbihten çekinip kaçındıklarını
ileri sürecek olurlarsa, o takdirde başka sıfatları da kabul etmesinler. Çünkü
onlar: O bilir ama bizim bilgimiz gibi değil, diyecek olurlarsa biz de: O da
konuşur ama bizim konuşmamız gibi değildir der ve diğer bütün sıfatlarının da
böyle olduğunu söyleriz.
Acaba kendisiyle kudretin kaim olmadığı bir
kâdir, kendisi ile hayatın kaim olmadığı bir hayy’ın varlığı akıl kabul
edebilir mi?
Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de: "İyinin de, kötünün de asla
kendilerinden öteye gidemediği Allah’ın eksiksiz kelimeleri ile (Allah’a) sığınırım."[72]
diye buyurmuştur. Aklı başında bir kimsenin o mahluk olan bir şey ile sığınmıştır,
demesi mümkün olabilir mi? Aksine Hz. Peygamber’in şu buyrukları da böyledir:
"Gazabından rızana, cezalandırmadan afiyetine sığınırım."[73];
"Hissettiğim ve kendisinden çekindiğim şeylerin kötülüklerinden Allah’ın
izzetine ve kudretine sığınırım."[74];
"Altımızdan yerin dibine geçirilmekten, Senin azametine sığınırım."[75]
İşte bütün bunlar Yüce Allah’ın sıfatlarıdır. Bu
hususlar ilgili yerlerinde genişçe açıklanmıştır. Ben burada sadece bir işarette
bulunmak istedim.
Hanefi’lerin müteahhir olanlarının pek çoğu
(kelam’ın) bir tek mana olduğunu, birden çok oluşun, çokluğun, parçalanmanın ve
kısımlara ayrılmanın, medlul’de değil de delâletlerde hasıl olduğunu kabul etmişlerdir.
Bu ibareler, işte mahlukturlar ve Allah’ın kelamına delalet edip, Allah’ın
kelamı da bunlarla ifade edildiğinden dolayı bunlara da "kelamullah"
adı verilmiştir. Eğer bu Arapça ifade edilirse o Kur’ân-ı Kerîm’dir, İbranice
ifade edilirse Tevrat’tır. Farklılık arzeden ibarelerdir, kelam değildir.
Onlar: İşte bu ibarelere mecazen Allah’ın kelamı denilir, derler.
Ancak bu tutarsız bir görüştür. Zira Yüce Allah’ın:
"Zinaya yaklaşmayınız." (el-İsra, 17/32) buyruğunun anlamının; "Namazı dosdoğru kılınız." (el-Bakara, 2/43) buyruğunun anlamı ile
aynı olmasını gerektirir. Diğer taraftan Ayete’l-Kürsî’nin ihtiva ettiği mananın
deyn (borçlanma âyeti) ile aynı anlama, İhlas suresinin anlamının
"Tebbet" suresi ile aynı anlama gelmesini gerektirmektedir. Fakat kişi
bu görüşü düşündükçe tutarsızlığını daha yakından kavrar ve bunun selef’in konu
ile ilgili sözlerine muhalif olduğunu anlar.
Gerçek şu ki Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân
hakikat manasıyla Allah’ın kelamındandır. Yüce Allah’ın kelamının ise sonu
yoktur. O dilediği vakit ve dilediği şekilde, dilediği şeyleri söylemek vasfına
sahip ezelden beri mütekellimdir. Ebediyyen de böyledir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "De ki: Rabbimin
sözleri için denizler mürekkep olsa, buna yardımcı olarak bir o kadar daha
katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenir." (el-Kehf, 18/109); "Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa ve deniz de ardından
yedi deniz daha ona katılsa, yine de Allah’ın sözleri tükenmezdir. Muhakkak
Allah Aziz’dir, Hakim’dir."
(Lokman,
31/27)
Allah’ın kelam’ı kalplerde ezberlenip, bellenmiş,
dillerle okunmakta, mushaf’larda yazılı bulunmaktadır. Nitekim Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- el-Fıkhu’l-Ekber’inde de böyle demiştir.
Yüce Allah’ın bütün bu yerlerdeki kelamı hakikat manasıyladır. Eğer:
Mushaf’larda yazılı olan Allah’ın kelam’ıdır, denilecek olursa bundan doğru ve
gerçek bir mana anlaşılır. Eğer onun hakkında; bu filanın hattı ve yazısıdır,
denilecek olursa yine bundan doğru ve gerçek bir mana anlaşılır. Eğer: Bunda
kendisi ile yazıldığı bir mürekkep vardır, denilecek olursa yine bundan da doğru
ve gerçek bir mana anlaşılır. Eğer mushaf’larda mürekkep vardır, denilecek
olursa, elbetteki buradaki "zarf" anlamı ile "onda gökler ve yer
vardır, onda Muhammed ve İsa vardır" ve buna benzer sözlerinden anlaşılacak
zarf manasından farklı olacaktır. Bu iki mana da bir kimsenin: Onda filan
hattat’ın hattı vardır, sözündeki manadan farklıdır. Bu üç mana da bir
kimsenin: Orada Allah’ın kelamı vardır, sözünün ihtiva ettiği manadan farklıdır.
Bu manalar arasındaki farklara dikkat etmeyen bir kimse sapıtır ve doğruyu
bulamaz.
Aynı şekilde okuyanın fiili olan kıraat ile yüce
yaratıcının sözü olan okunan sözler arasındaki fark da böyledir. Bu farkı
tesbit edemeyen bir kimse de aynı şekilde sapıtmış olur. Şâyet bir kimse bir kağıtta:
"Şunu bil ki Allah’ın dışındaki herşey batıl’dır." mısrasının bilinen
bir hattat’ın yazısı ile yazılmış olduğunu görecek olsa, elbetteki o kimse: Bu
gerçek manasıyla Lebid’in sözlerindendir. Bu gerçekten filan kimsenin hattıdır
derse; buradaki herbir şeye dair ifadesi bir hakikattir. Bu da gerçekten bir
mürekkeptir, der ve buradaki gerçekler birbirlerine karışmazlar.
"Kur’ân"
kelimesi aslında mastar’dır. Bazen bu kelime zikredilerek onunla okumak
kastedilir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sabah Kur’ân’ını da (yani namazda Kur’ân okumayı da) Çünkü sabah
Kur’ân’ı (namazı) tanık olunan (bir namaz)dır." (el-İsra, 7/78)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Kur’ân’ı seslerinizle
süsleyiniz."[76]
Bazen de "Kur’ân" lafzı ile
"makrû’ (okunan şey)" kastedilmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kur’ân’ı okuyacağın
zaman, o koğulmuş şeytan’dan Allah’a sığın." (en-Nahl, 16/98); "Kur’ân
okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız." (el-A’raf, 7/204) Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz ki bu Kur’ân yedi harf üzere indirilmiştir."[77]
Buna benzer sözü edilen her iki anlama da
delalet eden daha pek çok âyet-i kerîme ve hadis-i şerif vardır. Buna göre
hakikatlerin aynî, zihnî, lafzî ve resmî (şekilsel) varlıkları vardır. Fakat
ayn’lar önce bilinir, sonra onlar zihinde hatırlanır, sonra yazılır. İşte
bunların (Kur’ân lafızlarının) mushaf’ta yazılması dördüncü mertebedir.
Kelam’a
gelince;
Kendisi ile mushaf arasında herhangi bir vasıta yoktur. Bilakis zihni ya da dil
ile alakalı herhangi bir araç olmaksızın yazılandır. Onun "öncekilerin
kitaplarında bulunması" ile "yayılmış bir sahifede" veya
"meknun bir kitapta bulunması" arasındaki fark gayet açıktır.
Kur’ân-ı Kerîm hakkında: "Şüphesiz ki o daha öncekilerin kitaplarında da vardır." (eş-Şuarâ, 26/196) buyruğundan kasıt
onun şanının, niteliklerinin önceki kitaplarda söz konusu edildiği ve
indirileceğinin haber verildiğidir. Nitekim Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- de onların nezdinde bulunan kitaplarda
yazılı idi. Zira Kur’ân-ı Kerîm’i Yüce Allah, Muhammed’e indirmiştir. Onun dışında
hiçbir kimseye asla indirmiş değildir. İşte bundan dolayı Yüce Allah burada
"kitaplarda (ez-zubur)"
diye buyurmuş "sahifelerde"
de, "er-rak" da da dememiştir. Çünkü "zubur" kelimesi
"zebur" kelimesinin çoğuludur. "ez-Zebr" ise yazmak ve
toplayıp bir araya getirmek demektir. Buna göre Yüce Allah’ın: "Şüphesiz ki o daha öncekilerin
kitaplarında (zubur) da vardır."
buyruğu öncekilerde yazılıdır, anlamındadır. Zaten bizzat lafzın kendisinde ve
lafzın türeyişinde kastedilen manayı açıklayan ifadeler de vardır. Bunlar
Kur’ân-ı Kerîm’in beyanının mükemmelliğini, karışıklıktan uzak ve arınmışlığını
da açıklamaktadırlar. Bu da Yüce Allah’ın: "Onlar
ki onu yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulurlar." (el-A’raf, 7/157) buyruğunu andırmaktadır.
Bundan maksat ise onun kitaplarında anılmış olduğunu göreceklerdir, demektir.
Burada Yüce Allah’ın: "Yayılmış sahifeler içinde (râk)" (et-Tur, 52/3) yahut: "O levh-i mahfuz’dadır." (el-Buruc, 85/22) yahut: "Korunan bir kitaptadır." (el-Vakıa,
56/78) buyrukları ise bundan farklıdır. Çünkü burada zarfta amel eden ya
kevn, istikrar, husûl ve buna benzer umumi fiillerden bir fiildir yahut ta o
bir kitapta yazılıdır, yahut ta bir rak’ta (sahifelerde) yazılıdır şeklinde bir
takdiri ifade söz konusudur.
Kitap lafzı kimi zaman yazım yeri anlamında
kullanılır, kimi zaman da yazılı söz anlamında kullanılır. Söylenen sözün
kitapta yazılması ile dışarıda var olan ayn’ların kitapta yazılışı arasında bir
ayırıma gitmek gerekir. Çünkü bu ayn’ların ancak isimleri orada yazılır. Kişi
bu husus üzerinde düşündükçe aradaki farkı da açıkça anlar.
Yüce Allah’ın kelâmının harici hakikatine
gelince; bu O’ndan yahut ta O’nun adına tebliğ edenden işitilendir. Kişi bunu işitecek
olursa onu bilir ve beller. Buna göre Yüce Allah’ın kelamı o kimse tarafından işitilir,
bilinir ve bellenmiş olur. Onu işiten kişi söyleyecek olursa o takdirde o
kimse, o sözü okumuş ve tilavet etmiş olur. O sözü yazacak olursa, o takdirde
bu söz onun tarafından yazılmış ve resmedilmiş olur. Bütün bu yönleriyle o söz
bir hakikattir ve sözün nefyedilmesi sahih olamaz ama mecazi ifadenin nefyi
sahih’tir. Buna göre: Mushaf’ta Allah’ın kelamı yoktur demek, caiz olmadığı
gibi Kur’ân okuyan bir kimsenin okuduğu Allah’ın kelamı değildir de denilemez.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer
müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Taki Allah’ın kelamını dinlesin."
(et-Tevbe, 9/6) Halbuki bu kimse Allah’ın kelamını Allah’tan işitmiş
olmayacaktır. O ancak Allah adına onu tebliğ eden kimseden işitecektir. Ayet-i
kerîme: İşitilen şey Allah’ın kelamının tabiridir. Yüce Allah’ın kelamının
kendisi değildir, diyenlerin sözlerinin tutarsız olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır. Çünkü Yüce Allah burada: "Taki
Allah’ın kelamını dinlesin" diye buyurmuş. Bunun yerine: Taki o Allah’ın
kelamını anlatan ifadeleri dinlesin, diye buyurmamıştır. Sözlerde de aslolan
hakikattir. Bir kimse: Mushaf’larda yazılı olan Allah’ın kelamının anlatımıdır
yahut Allah’ın kelamının nakledilmesidir. Mushaf’larda Allah’ın kelamı yoktur;
diyecek olursa şüphesiz Kitab’a, Sünnet’e ve ümmetin selef’ine muhalefet etmiş
olur ki; sapıklık olarak bu kadarı yeter.
Tahâvî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-nin sözleri; O kendisinden işitilmesi tasavvur
olunamayan tek bir manadır. İşitilen, indirilen, okunan ve yazılan ise Allah’ın
kelamı değildir. Sadece onun anlatımıdır, diyenlerin sözlerini reddetmektedir.
Çünkü Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demektedir: "Allah’ın kelamı Ondan gelmiştir."
Selef’ten başkaları da böyle söylemiştir. Onlar: O, O’ndan gelmiştir, O’na
dönecektir derler. "O’ndan gelmiştir" demelerinin sebebi Mutezile’ye
mensub Cehmiye ile diğerlerinin: O kelam’ı belli bir yerde halketti ve kelam o
yerden ortaya çıkmıştır, demeleridir. O bakımdan selef: "Kelam O’ndan
gelir" demişlerdir. Yani, Kur’ân-ı Kerîm’i kelam sıfatı ile söyleyen
O’dur. O bakımdan, O’ndan gelmiştir. Bir takım mahlukattan baş göstermiş değildir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kitabın
indirilmesi mutlak galip, her işi hikmet dolu Allah tarafındandır." (ez-Zümer, 39/1); "Fakat benden sadır olan... sözü hak olmuştur." (es-Secde, 32/13); "De ki: Onu Ruhu’l-Kudüs... Rabbinden hak olarak indirmiştir."
(en-Nahl, 16/102)
Selef’in: O’na dönecektir, sözlerinin anlamına
gelince, Kur’ân kalplerden ve mushaf’lardan kaldırılacak, geriye ne kalplerde,
ne mushaf’larda ondan tek bir âyet kalmayacaktır. Nitekim bu husus bir çok
rivayette dile getirilmiştir.
"Keyfiyyetsiz olarak" ifadesi O’nun
kelam sıfatı ile Kur’ân’ı nasıl söylediğinin bilinemeyeceği anlamındadır ve
O’nun bu kelamının mecaz olmadığını ifade eder.
"Rasûlüne vahiy yoluyla indirmiştir" İfadesi
şu demektir: O, Kur’ân’ı Rasûlüne, meleğin dili ile indirmiştir. Melek Cebrail
Kur’ân’ı Yüce Allah’tan işitmiş, onun Rasûlü Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- melekten işitmiş ve insanlara okumuştur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz
onu insanlara ağır ağır okuyasın diye bölüm bölüm ayırdığımız bir Kur’ân olarak
(indirdik). Biz onu kısım kısım indirdik." (el-İsra, 16/106); "Onu kalbinin üzerine uyarıcılardan
olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile Ruhu’l-Emin indirdi." (eş-Şuara, 26/193-195)
Buna karşı; "O zaman Kur’ân’ın indirilmesi,
yağmurun indirilmesi, demirin indirilmesi, davarlardan sekiz çiftin indirilmesi
gibi bir şeydir" diye itiraz edilmiştir.
Buna cevabımız şudur: Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişi
ile ilgili olarak onun Allah’tan indirildiği zikredilmiştir. Yüce Allah’ın şu
buyruklarında olduğu gibi: "Hâ. Mîm.
Kitabın indirilmesi, hükmünde galip en iyi bilen Allah’tandır."
(el-Mü’min, 40/1-2); "Kitabın
indirilmesi mutlak galip, her işi hikmet dolu Allah tarafındandır." (ez-Zümer, 39/1); "(Bu kitap) "Rahman, Rahim olan Allah tarafından
indirilmiştir." (Fussilet, 41/2);
"O hikmeti sonsuz, her hamde layık
olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet,
41/42); "Şüphesiz Biz onu
mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz, korkutup uyaranlarız. O gecede
hikmetli her bir iş tarafımızdan bir emir ile ayrılır. Muhakkak Biz,
gönderenleriz." (ed-Duhan,
44/3-5); "Eğer siz doğru
söyleyenler iseniz, o halde Allah katından ikisinden daha doğru yol gösterici
bir kitap getirin ki ben de ona uyayım." (el-Kasas, 28/49); "Kendilerine
kitap verdiklerimiz bunun muhakkak Rabbin tarafından hak ile indirildiğini
bilirler." (el-En’âm, 6/114);
"Onu Ruhu’l-Kudüs, Rabbinden hak
olarak indirmiştir."
(en-Nahl,
16/102)
Yağmurun indirilmesi ise "semadan indirilmiş
olmak" ile kayıtlandırılmıştır. Yüce Allah: "O gökten bir su indirmiştir." (er-Rad, 13/17) diye buyurmaktadır. Gök (sema) yükseklik demektir.
Bir başka yerde yağmurun bulutlardan indirildiği, bir diğer yerde sıkıcı
bulutlardan indirildiği zikredilmektedir. Demirin ve davarların indirilmesi ise
mutlak olarak geçmektedir. Peki bu indirme ile diğer indirme birbirine nasıl
benzer ve böyle bir indirme ötekine nasıl benzetilebilir?
Demir, hiç şüphesiz dağlarda bulunan maden
yataklarından çıkartılır ve dağlar yerden yüksektedir. Denildiğine göre demir
madeni ne kadar yüksekten çıkıyorsa, o kadar kalitelidir.
Davarlar ise doğmak suretiyle yaratılırlar, bu
ise erkeklerin sülblerinde bulunan suyun, dişilerin rahimlerine indirilmesini
gerektirir. İşte bundan dolayı "indirdi (enzele)" diye buyurulmuş,
"nezzele (peyderpey indirdi)" diye buyurulmamıştır. Daha sonra da
ceninler annelerin karınlarından yerin üzerine inerler. Bilindiği gibi davarların
erkekleri çiftleşme esnasında dişilerinin üzerine çıkarlar. Erkeğin suyu da
yukardan dişilerin rahmine akar. Dişi yavrusunu doğurduğunda da yukardan aşağı
doğru bırakır. İşte buna göre Yüce Allah’ın: "Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi." (ez-Zümer, 39/6) buyruğunun iki anlama
gelme ihtimali vardır: Birisine göre buradaki "min:…dan" cinsin beyanı
içindir, ikincisine göre bu gayenin başlangıç noktasını bildirmek içindir. Yüce
Allah’ın şu buyruğunda da bu iki açıklamanın kabul edilme ihtimali vardır: "Size kendi nefislerinizden eşler ve
davarlardan da çiftler yaratmıştır." (eş-Şura, 42/11)
Tahâvî’nin: "Mü’minler de bu şekilde onun
hak olduğunu bilip tasdik etmişlerdir" sözlerinde, sözü edilen şekliyle
Kur’ân’ın Allah’ın kelamı olduğu ve Allah tarafından indirildiğine dair açıklamalarına
işaret etmektedir. Yani Ashab-ı Kiram’ın ve onlara bir surette tabi olanların
görüşü budur. İşte selef-i salih denilenler de bunlardır. Elbetteki bu, doğru
ve gerçektir.
Tahâvî-Alllah
ona rahmet etsin-’nin: "Onun gerçek anlamıyla Yüce Allah’ın kelamı
olduğuna, mahlukatın kelamı gibi yaratılmış olmadığına kesinlikle inanmışlardır"
sözleri, Mutezile’nin ve bu görüşü kabul eden diğerlerinin kanaatlerini
reddettiği noktasında açık bir ifadedir. Onun "gerçek manasıyla"
ifadesi, "kelam, Yüce Allah’ın zatı ile kaim ve ondan kimse tarafından işitilmemiş,
o ancak kelam-ı nefsî olarak vardır" anlamındaki görüşlerini reddettiğini
görüyoruz. Çünkü kendisi ile nefsî kelam’ın kaim olup da o kelamiyle konuşmamış
kimsenin kelamı hakkında; bu hakikat anlamı ile bir kelam’dır, denilemez. Aksi
takdirde dilsizin de konuşabilen bir kimse olması gerekir ve mutlak olarak söz
konusu edilmesi halinde mushaf’ta bulunan sözlerin de Kur’ân ya da Allah’ın
kelam’ı olmaması, aksine Allah’ın kelam’ı olmayıp O’nun tabiri, ifadesi olması
gerekirdi. Nitekim dilsiz bir kimse bir kişiye işaretle bir şeyler anlatmaya
kalkışsa, o kişi de onun maksadının ne olduğunu anlayarak bu şahıs o dilsizin
kendisine işaret ettiği manayı ifadelendirecek şekilde yazacak olur ise yazılan
bu ifadeler, yazan şahsın dilsizin anlatmak istediği manayı ifadelendiren bir
tabir olur. Bu örnek onların söylediklerine son derece uygundur. Her ne kadar
hiçbir kimse Yüce Allah’a -haşa- "dilsiz" demiyorsa bile onlara göre
melek Yüce Allah’tan nefsi ile kaim olan bir manayı kavramış, ancak ondan
herhangi bir harf ya da bir ses işitmemiş, aksine mücerred olarak manayı kavramış,
sonra onu ifadelendirmiştir. Buna göre Kur’ân nazmını ve Arap diliyle bunun
te’lifini ortaya koyan melek’tir. Yahut ta Yüce Allah, melek’ten ayrı hava gibi
bazı cisimlerde bu ibareyi halketmiş olmaktadır.
Kelam tek bir manadır, diyen kimselere şöyle
denilir: Musa -Aleyhisselam- bu mananın
tamamını mı işitmiştir? Yoksa bir bölümünü mü?
Eğer bu kimseler tamamını işitmiştir, diyecek olurlarsa
onun Allah’ın kelamının tamamını işittiğini iddia etmiş olacaklardır. Bunun
tutarsızlığı ise açıkça ortadadır. Şâyet bir bölümünü işitmiştir, diyecek
olurlarsa o takdirde bunlar Allah’ın kelam’ının kısımlara ayrıldığını kabul
etmiş olacaklardır. Yüce Allah’ın kendisi ile konuştuğu yahut ta ona kelamından
bir şeyler indirmiş bulunduğu herkes hakkında da bu söz konusudur.
Yüce Allah meleklere: "Şüphesiz ki Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara, 2/30) diye buyurduğunda yine
onlara: "Âdem’e secde edin"
(el-Bakara, 2/34) diye emrettiğinde
ve buna benzer buyrukları ile ilgili olarak; acaba bu Allah’ın kelamının tamamı
mıdır? Yoksa bir bölümü müdür? diye sorulacak olur da bunlar: Bu Allah’ın
kelam’ının tamamıdır, diyecek olurlarsa; hiç şüphesiz ki bu hakka karşı bile
bile bir büyüklenme ve inatlaşmadır. Eğer bir bölümüdür, diyecek olurlarsa o
takdirde Allah’ın kelam’ının taaddüdünü de itiraf etmiş olacaklardır.
Yüce Allah’ın kelam’ı nefsî ile kaim bir manadır,
diyenlerin görüşlerini Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in şu buyrukları reddetmektedir: "Şüphesiz ki bizim bu
kıldığımız namazda insanların kelamından olan bir şeylerin söylenmesi uygun değildir."[78];
"Muhakkak Allah emrinden dilediği
şeyi ihdas eder. İhdas ettiklerinden birisi de; namazda konuşmayınız, buyruğudur."[79]
İlim adamları namaz kılan bir kimsenin namazın
maslahatı için olmayarak ve kasten namazda iken konuştuğu takdirde namazının
batıl olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Yine hepsinin ittifakına göre
kalpten geçen düşünceler halinde bir takım dünyevî hususların tasdik ve talep
edilmesi namazı iptal etmez. Namazı sadece bunları sözlü olarak söylemek iptal
eder. Böylelikle müslümanların ittifakı ile kalpten geçen bu ifadelerin bir
kelam (söz söyleme) olmadığı anlaşılmış olmaktadır.
Aynı şekilde Buharî ile Müslim’de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz ki Yüce Allah ümmetime nefislerinden
(içlerinden) geçirdikleri düşünceleri -onları sözlü olarak ifade etmedikçe
yahut gereğince amel etmedikçe- bağışlamış bulunmaktadır."[80]
Bu buyruğuyla sözlü olarak söylemediği sürece kişinin
içinde geçireceği düşünceleri Yüce Allah’ın affedeceğini haber vermektedir.
Böylelikle kişinin içinden geçirdikleri ile sözlü olarak konuşması arasında
fark bulunduğunu ve Yüce Allah’ın konuşulmadıkça kişiyi içinden
geçireceklerinden dolayı sorumlu tutmayacağını haber vermektedir. Maksat ilim
adamlarının ittifakıyla; dil ile bunları söylemedikçe kişinin sorumlu
tutulmayacağını anlatmaktır. Bundan anlaşılıyor ki dilde "kelam"
budur. Çünkü şari’ de bizlere ancak Arap diliyle hitap etmiş bulunmaktadır.
Aynı şekilde Sünen’de kaydedildiğine göre Muaz -Radıyallahu anh-; Ey Allah’ın Rasûlü
bizler gerçekten konuştuğumuz şeylerden dolayı sorumlu tutulacak mıyız? diye
sormuş. Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- şöyle buyurmuştur: "İnsanları cehennem ateşine başaşağı
dillerinin "tırpanlarıyla" biçtiklerinden başka bir şeyin yıktığını mı
zannedersin?"[81]
Böylelikle kelam’ın ancak dil ile söylenen
sözler olduğunu açıklamış olmaktadır. Buna göre "kavl (söz)" ile
"kelam (söz söylemek, konuşmak)" lafızları ile bunlardan türeyen
ister mazi, ister müzari, ister emir olsun, ister ism-i fail olsun Kur’ân’da,
sünnette ve diğer Arapça ifadelerde kullanılacak olursa lafız ve mana ile birlikte
bulunmaları halini ifade eder. Sahabe ve onlara güzel bir şekilde tabi olanlar
arasında "kelam"ın neye ad olduğu hususunda herhangi bir görüş ayrılığı
ve tartışma olmamıştır. Bu hususta tartışma ancak bid’at ehli alimlerinden
müteahhirler arasında ortaya çıkmış, sonra da yayılmıştır.
"Şüphesiz ki: Allah’ın kelamı O’nun yüce
zatı ile kaim bir tek manadır. Okunan, ezberlenmiş bulunan, mushaf’larda yazılı
olan ve Kur’ân okuyandan dinlenilen sözler ise Yüce Allah’ın kelamının
nakledilmesi (hikayesi)dir ve o mahluk’tur" diyen kimseler elbetteki mana
itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in yaratılmış olduğunu -farkında olmadan- söylemiş
olurlar.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘Andolsun bu Kur’ân’ın bir
benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, birbirine
yardımcı olsalar dahi yine benzerini getiremezler.’" (el-İsra, 17/88)
Acaba Yüce Allah bu buyruğunda nefsinde bulunan
kelama mı işaret etmektedir, yoksa okunan ve okunduğu zaman duyulan kelamına mı
işaret etmektedir? Şüphesiz ki burada işaret şu okunup, işitilen, duyulan
kelamadır. Zira Yüce Allah’ın zatında bulunana işaret söz konusu değildir, o
indirilmiş de değildir, okunan bir söz de değildir, dinlenen bir söz de değildir.
Yüce Allah’ın: "Benzerini getiremezler" buyruğu ile acaba: Onlar hiç işitmedikleri,
bilip tanımadıkları, benim nefsimde bulunan kelamın benzerini getiremezler mi
demektir? Halbuki yüce yaratıcının nefsinde bulunana ulaşmaya, O’nun nefsinde
neler olduğunu bilip vakıf olmaya, asla imkan yoktur.
Eğer: O, bu sözleriyle nefsinde bulunan kelamın
nakledilenine (hikaye edilenine) ve onun kelamının ifade ve tabirine -ki bu da
okunan, yazılan ve dinlenen kelam’dır- işaret etmiştir. Zatındaki kelam’a işareti
ise söz konusu değildir, diye cevap verirlerse; şunu belirtelim ki; böyle bir
görüş Kur’ân’ın açıkça mahluk olduğunu iddia etmek demektir. Çünkü bir şeyin
nakledilmesi, onun gibisidir veya ona benzerdir. Bu ise Yüce Allah’ın sıfatlarının
hikaye edilen, nakledilen şeyler olduklarını açıkça ifade etmek demektir. Eğer
okuduğumuz bu Kur’ân-ı Kerim bir nakil ve hikaye olsaydı, şüphesiz ki insanlar
Allah’ın kelamının bir benzerini de ortaya koymuş olacaklardı. O vakit onların
benzerini ortaya koymaktan aciz kalmalarından nasıl söz edilebilirdi?
Buna bağlı olarak onların iddiasına göre Kur’ân
gerçekte ses ve harf olmayan bir kelam’ın ses ve harf ile nakledilmiş olması
anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerîm ise, ancak belli bir takım sureler, satıra
geçilmiş âyetler ve tertemiz sahifelerde kaydedilmiş bir kitaptır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Haydi
onun gibi uydurulmuş on sure meydana getirin." (Hûd, 11/13); "Aksine o
kendilerine ilim verilmiş olanların kalplerinde (hıfzedilmiş) apaçık
âyetlerdir. Ayetlerimizi ancak zalim olanlar bile bile inkar eder." (el-Ankebut, 29/49); "O, çok şerefli, son derece yüksek ve
tertemiz sahifelerdedir." (Abese,
80/13-14) Kur’ân-ı Kerîm okuyana, okuduğu herbir harf karşılığında on
hasene yazılır. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: " Ama ben sizlere "Elif,
Lam, Mim" tek bir harftir, demiyorum. Aksine "elif" bir
harftir, "lam" bir harftir ve "mim" bir harftir."[82]
Kur’ân-ı Kerîm hafızların kalplerinde korunmuş,
okuyanların dillerinden dinlenilen kelamdır. Hafızu’d-Din en-Nesefî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
"el-Menâr" adlı eserinde şunları söylemektedir: "Şüphesiz ki
Kur’ân-ı Kerîm hem nazmın (belli sözler dizisinin), hem de manalarının adıdır."
Onun dışında başka usul alimleri de böyle söylemişlerdir.
Ebu Hanife -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-ye nisbet edilen "namazda iken farsça (Kur’ân
meali) okumak yeterlidir" şeklindeki görüşüne gelince o bu görüşünden
vazgeçmiş ve şöyle demiştir: Arapça okuma gücü varken, Arapça dışında okumak
caiz değildir.
İlim adamları şöyle demişlerdir: Eğer Arapça dışında
bir dille okuyacak olursa bu kimse ya tedavi edilmesi gereken bir delidir,
yahut ta öldürülmesi gereken bir zındık’tır. Çünkü Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’i
bu dil ile indirilmiştir ve i’caz da Kur’ân-ı Kerîm’in hem nazmı hem de manası
ile ortaya çıkar.
Tahâvî-Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-’nin: "Kim Kur’ân’ı dinler de şüphesiz ki bu bir
insan sözüdür diyecek olursa elbetteki o kâfir olur" sözlerine gelince,
Kur’ân’ı Kerîm’in Allah’ın kelamı olduğunu inkar edip, o Muhammed’in ya da
ister melek, ister bir beşer olsun onun dışındaki yaratıklardan birisin
sözüdür, diyenlerin kâfir olacağında hiçbir şüphe yoktur.
Ama Kur’ân’ın Allah’ın kelamı olduğunu ikrar ve
itiraf etmekle birlikte, arkasından te’villerde bulunup, tahrif’lere sapacak
olursa o takdirde bu bazı yönleri ile küfre götüren ifadeler söylemiş ve bu
arada: "Bu insan sözünden başka bir şey
değildir." (el-Müddessir, 74/25) diye ifadeler de kullanmış bulunanların
kanaatine uygun sözler söylemiş olur. Böyleleri şeytan’ın ayaklarını kaydırdığı
kimselerdir. İleride Tahâvî’nin: "Bizler kıble ehline mensup herhangi bir
kimseyi bir günah dolayısıyla -onu helal kabul etmedikçe- tekfir etmeyiz"
sözlerine dair açıklamalarda bulunurken -yüce Allah’ın izniyle- buna dair açıklamalar
gelecektir.
Tahâvî’nin: "(Kur’ân) insan sözüne hiçbir şekilde
benzemez" ifadesi şu demektir: Kur’ân-ı Kerîm elbetteki en şerefli, en
fasih ve en doğru sözdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’tan daha doğru sözlü
kimdir?" (en-Nisa, 4/87); "De ki: ‘Andolsun bu Kur’ân’ın bir
benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, birbirine
yardımcı olsalar dahi yine benzerini getiremezler.’" (el-İsra, 17/88); "De ki: ‘Öyleyse haydi siz de onun gibi uydurma on sure
getirin.’" (Hud, 11/13); "De ki: ‘Öyleyse eğer doğru söyleyenler
iseniz, siz de onun benzeri bir sure getirin.’" (Yunus, 10/38)
En ileri derecedeki düşmanlıklarıyla birlikte
Arapların en fasihleri de bu sözlere muhatap olanlar olup, onun bir suresinin
benzerini dahi meydana getirmekten acze düşmüş olduklarına göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in bu Kur’ân
Allah’tan getirdiği iddiasında doğruluğuda ve Kur’ânı Kerim’in hem nazmı (söz
ve ifade dizilişi) hem de manası itibariyle -sadece bunlardan birisiyle değil-
mucize olduğu da ortaya çıkmış olmaktadır.
Diğer taraftan O, Arapça bir Kur’ândır. Onda
hiçbir eğrilik yoktur ve apaçık bir Arapça’dır. Buna göre onun benzerinin söz
konusu olmayacağının belirtilmesi sadece kelime ve harfler bakımından değil,
aynı zamanda hem onun gibisini söylemek hem de nazım ve mana itibariyle onun
benzerini ortaya koymak da nefyedilmektedir. İşte surelerin başlarında bulunan
mukatta’ harfler de buna işaret etmektedir. Yani, Kur’ân-ı Kerîm onların
kullandıkları söz ve konuşma üslubuyladır. Kendilerinin karşılıklı olarak
birbirleriyle hitap ettikleri dil ile gelmiştir.
Nitekim mukatta’ harflerden sonra özellikle
Kur’ân-ı Kerîm’in söz konusu edildiğine de dikkat etmemiz gerekir. Yüce Allah’ın
şu buyruklarında olduğu gibi: "Elif,
Lam, Mim. İşte bu kitap(dır ki) onda hiçbir şüphe yoktur." (el-Bakara, 2/1-2); "Elif, Lam, Mim. Allah (O’dur ki) O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.
Hayy’dır, Kayyum’dur. Sana hak ile kitabı kısım kısım indirmiştir." (Al’i-İmran, 3/1-3); "Elif, Lam, Mim, Sad. (Bu) sana
indirilmiş bir kitaptır." (el-A’raf, 7/1-2); "Elif, Lam, Ra. İşte bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir."
(Yunus, 10/1-2)
Bu şekilde başlayan diğer sureler de böyledir.
Bunlarla Yüce Allah şuna dikkatlerini çekmekteydi: Bu şerefli rasûl size, sizin
bilmediğiniz, tanımadığınız bir şey getirmiş değildir. Aksine o, size dilinizle
hitap etmektedir.
Ancak yanlış görüşlere sahip olanlar, böyle bir
yaklaşımı şanı Yüce Allah’ın Kur’ân’ı, kelâm’ı olarak söylemiş olduğunu,
Cebrail’in de bunu işitmiş olduğunu nefyetmek ve reddetmek için bir yol olarak
kullanmaktadırlar. Nitekim onlar Yüce Allah’ın: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir." (eş-Şûrâ, 42/11) buyruğunu da O’nun sıfatlarını nefyetmek için bir
yol olarak kullanırlar. Halbuki âyet-i kerîme’de onların bu iddialarını
reddedecek ifadeler de vardır. Çünkü Yüce Allah hemen: "O, herşeyi işitendir, görendir." (eş-Şûrâ, 42/11) diye
buyurmaktadır. Nitekim Yüce Allah: "Onun
gibi bir sure getirin." (Yunus,
10/38) buyruğunda da harfleri reddedenlerin görüşleri reddedilmektedir.
Çünkü Yüce Allah: "Onun gibi bir
sure getirin" diye buyurmuş, onun gibi bir harf yahut bir kelime
getirin, dememiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de en kısa sure ise üç âyet-i kerîme’den
ibarettir. Bundan dolayı Ebu Yusuf ve Muhammed -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Yeterli kıraatin
asgari miktarı üç âyet kadar bir uzun bir âyet okumaktır. Çünkü bundan daha aşağısı
ile i’caz tahakkuk etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
"Yüce
Allah’ı insanlara ait hususiyetlerden birisi ile vasfeden bir kimse kâfir olur.
Artık kim basiretiyle bunları anlarsa gerekli şekilde ibret almış olur ve
kâfirlerin sözlerine benzer söz söylemekten uzak kalır. Yüce Allah’ın sıfatlarının
insanların sıfatlarına benzemediğini de kat’î olarak bilmiş olur."
Daha önceden Kur’ân-ı Kerîm’in hakikat manası
ile Allah’ın kelâmı olduğunu, O’ndan geldiğini belirttikten sonra burada Yüce
Allah’ın sıfatlarının, insanların sıfatları gibi olmadığına dikkat çekerek
isbatın akabinde teşbîhi nefyetmiş olmaktadır.
Yani Yüce Allah her ne kadar mütekellim olmakla
nitelendirilse bile, insanın kendileri vasıtasıyla mütekellim sayılabileceği
hususlardan herhangi birisiyle vasfedilemez. Çünkü Yüce Allah hiçbir şeye
benzemez, O herşeyi işitendir, görendir.
Teşbih’e ve ta’til’e yönelmeksizin Allah’ın sıfatlarını
kabul edenler ile ilgili olarak verilen şu misal ne kadar da güzeldir! Katıksız
ve içenlerin rahatlıkla boğazlarından geçen bir süt ta’til’in pislikleri arasından
ve teşbih’in kanı arasından çıkar. Muattıl, olmayan bir şeye ibadet ederken; müşebbihe’ye
mensup kişi bir puta ibadet eder. İleride Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-’nin: "Her kim sıfatları nefyetmekten
ve teşbih’ten sakınmayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet ettiremez"
sözlerinde ve yine: "(Doğru yol) teşbih ile ta’til arasıdır" sözleri
de gelecektir. Yani, İslam dini bu ikisi arasında izlenen bir yoldur. Şüphesiz
ki ta’til -ileride Yüce Allah’ın izniyle belirteceğimiz sebebler dolayısıyla-
teşbih’ten de kötüdür. Yüce Allah’ın kendi zatını ve rasûlünün de Yüce Rabbini
vasfetmiş olduğu ifadelerde asla teşbih söz konusu değildir. Aksine yaratanın sıfatları
kendisine yakışan şekildedir. Yaratılmışın sıfatları da kendisine yakışan şekildedir.
"Kim basiretle buları anlarsa ibret alır"
sözleri şu demektir: Sıfatları kabul edip, teşbihi nefyeden ve teşbih’e
sapanlara yönelik tehditleri basiret gözüyle inceleyen bir kimse ibret alır ve
kâfirlerin sözlerine benzer söz söylemekten uzak kalır.
"Cennet
ehlinin ru’yeti (Allah’ı görmesi) -ihata ve keyfiyetin idraki söz konusu olmaksızın-
Yüce Allah’ın Kitabının dile getirdiği şekliyle bir gerçektir: "O günde
yüzler var ki apaydınlıktır. Rab’lerine bakıcıdırlar." (el-Kıyame, 75/22-23)
Bunun açıklanması ise Yüce Allah’ın muradı ve bildiği şekildedir. Bu hususta
bize kadar gelmiş Rasûlullah -Sallallahü aleyhi ve sellem- den rivayet edilmiş,
bütün sahih hadisler de onun dediği gibidir ve bunların manası murad ettiği şekildedir.
Bizler bu konuda görüşlerimizle te’villerde bulunarak, hevâlarımıza göre
vehimlere kapılarak açıklamalar yapmaya kalkışmayız. Çünkü (bu gibi hususları)
Yüce Allah’a ve Rasûlüne teslim edip de kendisi için müteşabih olanların
bilgisini bilenlere havale edenler dışında hiçbir kimse dininde selâmete ulaşamaz."
"Cennetteki" ru’yetullah hususunda muhalefet edenler Cehmiye, Mutezile ve onlara tabi olan Harici’lerle, İmamiye’dir.
Bunların görüşleri Kitap ve sünnet gereğince merdut’tur. Sahabe-i kiram, tabiîn
ve dinde önderlikleri bilinip kabul edilmiş İslam’ın imamları, hadis ehli ve
sünnet ve cemaate mensup kelâmcılardan diğer taifeler hep ru’yeti kabul
edegelmişlerdir.
Bu mesele usulu’d-din meselelerinin en şereflilerinden
ve üstünlerindendir. Doğruyu araştırmaya soyunanları ve yarışanlar bunu amaç
edinmişlerdir. Ancak Rab’lerinden perdelenmiş, kapısından kovulmuş olanlar ise
bu gayeye ulaşmaktan mahrum kalmışlardır.
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin-, bu husustaki deliller arasında Yüce Allah’ın: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır,
Rab’lerine bakıcıdırlar." (el-Kıyame,
75/22-23) buyruğunu zikretmiştir. Bu konu ile ilgili delillerin en açık
olanı budur. Kendisine te’vil adı vererek tahrif’ten başka bir yolu kabul
etmeyenlere gelince; bunlar şunu bilmeli, ki öldükten sonra diriliş, cennet,
cehennem ve hesap ile ilgili nass’ların te’vili, te’vil erbabına bu âyet-i
kerîme’yi te’vil etmekten daha kolay gelir. Çünkü bu gibi nass’ları te’vil
etmeye kalkışan ve onları gerçek yerlerinden ve manalarından tahrif ederek
uzaklaştıran, manalarını iptal edici bir kimse; istediği taktirde elbetteki bu
nass’ları te’vil edenlerin bulduğu kadar bunlara da yol bulabilir.
İşte dünyayı da, dini de fesada boğan böyle bir
te’vildir. Yahudiler ve hristiyanlar’da Tevrat ve İncil’in nass’larını böylece
tahrif ettiler. Yüce Allah da onların yaptıklarının bir benzerini yapmaktan
bizleri sakındırmıştır. Ancak batılın peşinden koşanlar onların yolunu
izlemekten başka bir şey kabul etmek istemediler.
Fasit te’vilin dine ve dindarlara zararı ne
kadar da büyüktür! Osman -Radıyallahu
anh- böyle bir fasit te’vilden başka bir gerekçe gösterilerek mi şehit
edildi? Cemel ve Sıffin günlerinde cereyan eden olaylar, Hüseyin -Radıyallahu anh-ın şehit edilmesi ve
Harre günü meydana gelen olaylar da böyle değil midir? Harici’lerin
ayaklanmaları, Mutezile’nin kenara çekilmesi, Rafızi’lerin redleri ve ümmetin
yetmişüç fırkaya ayrılması fasit te’vilden başkasıyla mı olmuştur?
Ayet-i kerîme’de görmenin yeri olan (gözlerin
bulunduğu yer olan) veche (yüze) izafe edilmesi, gözle görmek için açık bir
ifade olarak kullanılan bu fiilin "ila: e, a" edatı ile geçişinin yapılması,
ifadede hakikatinin hilafına ve bu fiilin gerçek manasından başka bir manaya
kullanıldığına delalet teşkil edecek bir karine’nin bulunmaması, Yüce Allah’ın
bu ifade ile yüzde bulunan göz ile aziz ve celil olan Rabbe bakılacağını
kastetmiş olduğu hususunda açık delil teşkil etmektedir.
"Nazar" kelimesinin sıla’ları ile
(onunla birlikte kullanılan lafızlarla) ve kendisi ile teaddi etmesi (geçiş
yapması)ne göre çeşitli kullanımları vardır. Eğer bu fiil bizzat geçişli olarak
kullanılırsa o takdirde durmak ve beklemek (tevakkuf ve intizar) anlamlarına
gelir. Yüce Allah’ın: ": Bizi
bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım" (el-Hadid, 57/13) buyruğunda olduğu gibi.
Eğer "fi" edatı ile geçiş yapacak
olursa o takdirde tefekkür ve ibret almak anlamlarına gelir. Yüce Allah’ın:
": Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına...
bakmazlar mı?" (el-A’raf, 7/185)
buyruğu gibi.
Eğer "ilâ: e, a" edatı ile geçiş
yaparsa o takdirde gözlerle görmek anlamına gelir. Yüce Allah’ın: ": O halde meyvesine, meyve verdiği zaman bir
bakıverin." (el-En’âm, 6/99)
O halde eğer görmenin mahalli’nin bulunduğu yüze izafe edilirse anlamı ne
olabilir ki?
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Orada onlara diledikleri herşey var.
Yanımızda fazlası da var." (Kaf,
50/35) Taberî dedi ki: Ali b. Ebi Talib ve Enes b. Malik -Radıyallahu anh-; burda kasıt aziz ve
celil olan Allah’ın vechine bakmaktır, demişlerdir.
Yine Yüce Allah bir başka yerde: "İhsanda bulunanlara da el-hüsna ve
daha da fazlası vardır" (Yunus,
10/26) diye buyurmaktadır. Buradaki "el-husnâ"dan kasıt
cennettir. Ziyade (daha fazlası)ndan kasıt ise, Yüce Allah’ın kerim vechine
bakmaktır.
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- ve ondan sonra sahabe-i kiram bunu böylece açıklamışlardır.
Nitekim Müslim, Sahih’inde yer alan rivayete göre Suhayb şöyle demiştir:
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
Yüce Allah’ın: "İhsanda bulunanlara
el-hüsnâ ve daha da fazlası vardır" buyruğunu okudu ve şöyle dedi:
"Cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme gireceklerinde bir
münadi şöyle seslenecektir: Ey cennetlikler, şüphesiz ki sizin Allah’ın
nezdinde verilmiş bir sözünüz vardır. O size vermiş olduğu sözünü yerine
getirmek ister. Cennetlikler: O da nedir? derler. Bizim terazilerimizi ağır
bastırmadı mı? Yüzlerimizi ağartmadı mı ve bizi cennete sokmadı mı? Cehennem
ateşinden kurtarmadı mı? Bunun üzerine Yüce Allah hicab’ı kaldırır ve O’na
bakarlar. Kendi zatına bakmalarından daha çok sevecekleri bir şeyi onlara vermiş
olmayacaktır.[83] İşte ziyade
de budur."
Bunu Müslim’den başkası da çeşitli senedlerle ve
farklı lafızlarla rivayet etmişlerdir ki bunların hepsinin ihtiva ettiği mana şudur:
Ziyade’den, fazlalık’tan kasıt aziz ve celil olan Allah’ın yüzüne bakmaktır.
Sahabe -radıyallahu
anhuma- da bunu böylece açıklamışlardır. İbn Cerir, aralarında Ebu Bekir
es-Sıddiyk, Huzeyfe, Ebu Musa el-Eş’arî ve İbn Abbas -radıyallahu anhuma-ın da bulunduğu bir topluluğun bunu böylece açıkladıklarını
rivayet etmektedir.
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hayır, muhakkak ki onlar o günde
Rab’lerinden elbette perdelenmiş olacaklardır." (el-Mutaffifin, 83/15) Şafiî ve onun dışında bir takım imamlar bu
âyet-i kerîme’yi cennetliklerin ru’yetine delil göstermişlerdir. Bunu Taberî ve
başkaları el-Müzenî’den o da eş-Şafiî’den nakletmektedir. Hakim dedi ki: Bize
el-Asam anlattı, bize er-Rabî’ b. Süleyman anlattı, dedi ki: Ben Muhammed b. İdris
eş-Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin
huzurunda bulundum. Ona es-Said denilen bölgeden bir kağıt gelmişti. Orada şu
ifadeler yer alıyordu: Aziz ve celil olan Allah’ın: "Hayır, muhakkak ki onlar o günde Rab’lerinden elbette perdelenmiş
olacaklardır." (el-Mutaffifin,
83/15) buyruğu hakkında ne dersin? Şafiî dedi ki: Bunlar gazaba uğrayarak
perdelenmiş olacaklarına göre bu buyrukta O’nun gerçek dostlarının Allah’ın rızasına
nail olacakları halde O’nu göreceklerine delil teşkil etmektedir.
Mutezile’nin Yüce Allah’ın: "(Allah) buyurdu ki: Beni asla göremezsin." (el-A’raf, 7/143) buyruğu ile: "Gözler ona erişemez." (el-En’âm, 6/103) buyruğunu delil göstermelerine
gelince, aslında bu iki âyet-i kerîme de onların aleyhlerine delil teşkil
etmektedir.
Delil diye ileri sürdükleri ilk âyet-i
kerîme’den çeşitli açılardan ru’yeti isbatlayan bir takım istidlâllerde
bulunmak mümkündür. Şöyle ki:
1- Kendi döneminde
insanlar arasında Rabbini en iyi tanıyan, Allah’ın kelimi ve şerefli Rasûlünün
mümkün olmayan ve kendisi için caiz de olmayan bir dilekte bulunması düşünülemez.
Aksine bu onlara göre de imkansız işlerin en büyüklerinden birisidir.
2- Yüce Allah onun böyle
bir istekte bulunmasını reddetmemektedir. Nuh -Aleyhisselam- ise Rabbinden oğlunu kurtarmasını dileyince, onun
böyle bir dilekte bulunmasını reddederek:
"Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum." (Hud, 11/46) diye cevap vermiştir.
3- Yüce Allah: "Beni asla göremezsin" diye
buyurmuş ama: "Ben görülmem, benim görülmem imkansızdır yahut ben görülen
bir varlık değilim" diye buyurmamıştır. Her iki cevap arasındaki fark ise
açıkça ortadadır. Nitekim bir kimsenin elbisesi altında bir taş varsa bir başkası
onun yiyecek bir şey olduğunu sansa ve: Onu bana ver de yiyeyim dese, buna
verilecek doğru cevap: Bu yenilecek bir şey değildir, şeklindedir. Eğer bu şey
yenecek bir şeyse o takdirde. Sen onu asla yiyemezsin demek o zaman doğru olur.
İşte bu da şanı Yüce Allah’ın görülen bir varlık olduğunu göstermektedir. Ancak
Musa -Aleyhisselam-ın bu dünya
yurdunda Yüce Allah’ı görmeye gücü tahammül edemezdi. Çünkü dünya hayatında
insanlar Yüce Allah’ı görebilecek güce sahip değildir. Bunu da şöylece açıklayabiliriz:
4- Yüce Allah: "Beni asla göremezsin fakat şu dağa
bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni görebileceksin." (el-A’raf, 7/143) buyruğuyla Allah,
kuvvet ve salabetine rağmen dağın dahi bu dünyada Allah’ın ona tecellisi
(görünmesi) karşısında sebat gösteremeyeceğini bildirmiş olmaktadır. Peki zayıflık
hali içerisinde yaratılmış olan insan buna nasıl tahammül edebilir?
5- Şanı Yüce Allah dağı
karar kılabilecek, yerinde durabilecek hale getirmeye kadirdir ve bu mümkündür.
Yüce Allah, kendisinin görülmesini buna bağlamıştır. Eğer bu imkansız bir şey
olsaydı, bu: Eğer dağ yerinde durursa, ben de yemek yiyeceğim, içeceğim ve
uyuyacağım demeye benzerdi. Çünkü onlara (ru’yeti inkâr edenlere) göre bunların
hepsi aynı şeylerdir.
6- Yüce Allah’ın: "Rabbi o dağa tecelli edince onu
paramparça etti" (el-A’raf, 7/143) buyruğunda belirtildiği üzere;
mükafatı da, cezası da söz konusu olmayan bir cansız varlık olan dağa tecellisi
caiz olduğuna göre, rasûllerine ve gerçek dostlarına lutuf ve ihsan yurdu olan
cennette tecelli etmesi nasıl imkansız görülebilir? Ama şanı Yüce Allah, Musa -Aleyhisselam-a dağ bu dünya yurdunda
Allah’ın ru’yeti karşısında sebat edemeyeceğine göre; insanların daha zayıf
olduğunu öğretmiş olmaktadır.
7- Yüce Allah Musa ile
konuşmuş, ona seslenmiş, onunla münacatta bulunmuştur. Konuşma ve konuşturması
caiz görülen muhatabına vasıtasız olarak kelamını işittirmesi mümkün olan bir
varlığın görülmesinin de mümkün olması öncelikle söz konusudur. İşte bundan
dolayı Allah’ın kelamı inkar olunmadıkça ru’yetinin de inkar edilmesine imkan
yoktur. İşte bunlar her iki inkarı bir arada işlemişlerdir.
Onların görülmemeyi ifade eden buyruğun
"len: asla" ile ebediyet anlamı ifade ettiği ve bunun âhirette de
Allah’ın ru’yetinin nefyedildiğine delâlet ettiği iddialarına gelince, böyle
bir iddia tutarsızdır. Çünkü eğer bu görülmeyiş, ebedilik ifade eden bir kayıt
ile zikredilmiş olsa bile bu, nefyin âhirette de devam edeceğine delalet etmez.
Hele bu mutlak olarak kullanılırsa, nasıl böyle bir anlam çıkartılabilir ki?
Mesela Yüce Allah: "Fakat... hiçbir
zaman onu temenni etmezler." (el-Bakara,
2/95) buyruğu ile birlikte: "Ey
malik, Rabbin hakkımızda (ölümle) hüküm versin diye seslenecekler." (ez-Zuhruf, 43/77) buyruğu ile birlikte
düşünelim. Eğer burada bu edat mutlak olarak ebedilik ifade etmek anlamında
olsaydı, ondan sonra gelen fiilin tahdit edilmesi de mümkün olmazdı. Oysa
burada böyle bir sınırlandırma söz konusudur. Mesela Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Artık ya babam izin
verinceye kadar... katiyyen bu yerden ayrılmam." (Yusuf, 12/80) Böylelikle "(1): Asla" edatının ebedi nefy
anlamını ifade etmediği ortaya çıkmaktadır.
eş-Şeyh Cemalu’d-Din b. Malik -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle
demiştir:
"Her kim "len" ile nefyin müebbet
olduğu görüşüne sahip olursa,
Onun o görüşünü reddet ve diğer görüşü
destekle."
İkinci âyete gelince (ki o: "Gözler ona erişemez" (el-En’âm,
6/103) âyetidir): Bu âyet-i kerîme de gayet güzel ve incelikli bir surette
Allah’ın görüleceğine delildir. Şöyle ki: Yüce Allah bu âyet-i kerîme’yi zatını
övmek siyakında zikretmiştir. Bilindiği gibi övmek ancak subutî sıfatlarla söz
konusu olur. Katıksız yokluk ise bir kemal değildir, onunla kimse övülmez. Yüce
Rabbimiz sıfatın nefyi ile, ancak bu nefy varlıkla ilgili bir hususu ihtiva
ederse övülebilir.
Mesela, O’nun uyuklamasının ve uyumasının
nefyedilmesi suretle övülmesi buna örnektir. Bu Yüce Allah’ın kayyûmiyetinin
kemalini de ihtiva eder. Hayatın kemalini ihtiva eden ölümü nefyetmek, kudret
kemalini ihtiva eden yorgunluk ve bitkinliği nefyetmek, ububiyetinin, ruluhiyet
ve kahrının kemalini ihtiva eden ortağının, zevcesinin, oğlunun ve yardımcısının
olduğunu nefyetmek, O’nun samed oluşunu belirtip muhtaç olmayışının kemalini
ihtiva eden yemenin ve içmenin nefyedilmesi, vahdaniyetinin, mahlukatına muhtaç
olmayışının kemalini ihtiva eden, izin vermedikçe şefaatin gerçekleşmeyeceğinin
belirtilmesi, adalet, ilim ve muhtaç olmayışının kemalini ihtiva eden zulmün
nefyedilmesi, ilim ve kuşatıcılığının kemalini ihtiva eden unutmanın, herhangi
bir şeyin ilmi dışında kalışının nefyedilmesi, zat ve sıfatlarının kemalini
ihtiva eden O’na benzer varlığın bulunduğunun nefyedilmesi hep bunlara
örnektir.
İşte bundan dolayı subutî bir hususiyet ihtiva
etmeyen katıksız bir yokluk ile övülmek söz konusu değildir. Çünkü yok olan her
bir varlık, bu yok kabul edilen hususta yoklukla nitelenen ile ortaktır. Kamil
olan bir zat ise kendisi ile olmayan bir varlık arasında ortak bulunan bir
özellikle vasfedilemez. O halde buyruğun anlamı şöyledir: O görülür ama idrak
edilmez ve kuşatılamaz.
Buna göre Yüce Allah’ın: "Gözler O’na erişemez." (el-En’âm, 6/103) buyruğu O’nun azametinin kemaline, herşeyden
büyük olduğuna delil teşkil etmektedir. Azametinin kemali dolayısı ile kuşatılacak
bir surette O’nun idrak edilmesi söz konusu değildir. Çünkü "idrâk"
bir şeyi kuşatmak, ihata etmek demektir ve bu ru’yetten (görmekten) daha ileri
bir şeydir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İki topluluk birbirini görünce Musa’nın
arkadaşları: ‘İşte şimdi idrak edildik (kıstırıldık)’ dediler. (Musa): Asla,
dedi." (eş-Şuara, 26/62)
Burada Musa -Aleyhisselam-
görüldüklerini reddetmedi. Onun reddettiği idrak edilmek (yetişilmek) idi. Buna
göre ru’yet ve idrak’in herbirisi diğeriyle de bulunabilir, onsuz da olabilir. Şanı
Yüce Allah görülür fakat idrak edilemez. Nitekim bilinmekle birlikte bilgiyle
kuşatılamaz.
İşte âyet-i kerîme’den ashab-ı kiram’ın ve
imamların anladıkları budur. Nitekim ilgili âyetin tefsirinde onların görüşleri
böylece zikredilmiştir. Hatta şu gördüğünüz güneşi bile gerçek mahiyetiyle
görenin idrak etmesi mümkün değildir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-den gelen ve ru’yetullah’a delâlet eden hadisi şerifler ile
ashabının bu husustaki sözleri mütevatirdir. Bu hadisleri sahih, müsned ve
sünen te’lif eden hadis alimleri eserlerinde rivayet etmişlerdir.
Bu hadislerden birisi şudur: Ebu Hureyre -Radıyallahu anh- dedi ki: "Bazıları:
Ey Allah’ın Rasûlü! Kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz? diye sordular.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle buyurdu: Ondördünde ay’ı görmekte herhangi bir zorluk, bir sıkıntı çeker
misiniz? Hayır, ey Allah’ın Rasûlü dediler. Bu sefer: Önünde herhangi bir bulut
yokken güneşi görmekte bir sıkıntı çeker misiniz? Onlar yine: Hayır, dediler.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle buyurdu: İşte siz O’nu böylece göreceksiniz."[84]
Hadisi uzun uzadıya Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
Yine Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen ve Buharî
ile Müslim’de yer alan hadis te buna benzemektedir.[85]
Cerir b. Abdullah el-Becelî’nin rivayet ettiği
hadise gelince o şöyle demektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte oturuyorduk. O
ondördündeki ay’a baktı ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki sizler bunu gördüğünüz
ve onu görürken herhangi bir şekilde birbirinizi sıkıştırmaya ihtiyaç görmediğiniz
gibi, Rabbinizi de ayan beyan göreceksinizdir."[86]
Hadisi-Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.
Daha önceden geçen Suhayb’ın hadisini de Müslim
ve başkaları rivayet etmişlerdir.
Ebu Musa -Radıyallahu
anh-nın rivayet ettiği hadise gelince: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Gümüşten iki cennet
vardır. Bunların kapları da içindekileri de gümüştendir. Altından da iki cennet
vardır. Bunların da kapları ve içindekileri altındandır. Adn cennetinde
bulunanların şanı yüce ve mübarek Rab’lerini görmeleri arasındaki tek engel,
yüzü üzerindeki Kibriya Rida’sıdır." Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet
etmişlerdir.[87]
Ru’yet ile ilgili hadisleri yaklaşık otuz sahabi
rivayet etmiş bulunmaktadır.
Kim bu hadisleri gereği gibi bilecek olursa
kesinlikle bunları söyleyenin Allah Rasûlü olduğuna inanır. Eğer ben bu eserde
kısa anlatım yolunu seçmemiş olsaydım, konu ile ilgili bütün hadisleri
kaydederdim.
Bu hadisleri bilmek isteyenlerin Nebevî
hadisleri dinlemeye gayret göstermeleri gerekir. Çünkü bu hadislerde Yüce
Allah’ın görüleceği tesbit edilmekle birlikte, dilediği takdirde, dilediği
kimselerle de konuşacağı, Kıyamet gününde aralarında hükmetmek üzere yaratıkların
bulunduğu yere geleceği, O’nun bütün mahlukatın fevkınde olacağı, kullarına
tecelli edeceği, O’nun güleceği ve buna benzer Cehmiye tarafından
dinlenilmeleri adeta yıldırım çarpmışa döndürecek türden daha başka sıfatlar da
yer almaktadır.
Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti olmadan İslam
dininin esasları nasıl öğrenilebilir? Yüce Allah’ın Kitabı, Allah Rasûlünün ve
dilleriyle Kur’ân’ın nazil olduğu ashabının tefsir ettiği şekilden başka türlü
tefsiri nasıl söz konusu olabilir?
Yüce Allah’ın görülmesinin, güneşin ve ay’ın
görülmesine benzetilmesi Allah’ın benzetilmesi değildir. Bu görmenin görmeye
benzetilmesidir. Yoksa görülenin, görülene benzetilmesi değildir.
Dinin esaslarını Kitaptan ve sünnetten değil de şunun
bunun sözlerinden öğrenmiş bir kimse dinin esasları hakkında nasıl konuşabilir?
Eğer böyle bir kimse bunları Allah’ın Kitabından aldığını iddia etmekle
birlikte; Allah’ın Kitabına dair açıklamaları Rasûlü’nün hadislerinden almayan,
onlara bakmayan, ashab-ı kiram’ın ve onlara güzel bir şekilde tabi olanların,
hadis tenkitçilerinin seçip güvendikleri güvenilir nakilcilerden bizlere ulaştırılmış
sözlerine bakmadan Allah’ın Kitabını tefsire kalkıştıklarını söyleyenler şunu
bilmelidirler ki; onlar bize yalnızca Kur’ân-ı Kerîm’in nazmını nakletmekle
kalmadılar, onun hem nazmını hem de manasını bizlere naklettiler. Onlar,
Kur’ân’ı çocukların öğrendiği gibi öğrenmiyorlardı. Onlar Kur’ân’ı ihtiva ettiği
manalarıyla birlikte öğreniyorlardı. Onların yolunu izlemeyen bir kimse ancak
kendi görüşüne dayanarak söz söyler. Kendi görüşüne dayanarak ve Allah’ın dini
olduğu zannı ile söz söyleyip bunları Kitap ve sünnetten öğrenmeyen kimseler
hiç şüphesiz isabet etseler dahi günahkârdırlar. Kitap ve sünnetten alarak söz
söyleyen bir kimse hata etse bile ecir kazanır. Ancak isabet ettiği takdirde
onun alacağı ecir kat kat fazladır.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Ru’yet
cennetlikler için haktır" sözlerine gelince, özellikle cennet ehlini
söz konusu etmesinden, başkalarının onu görmeyeceği anlaşılmaktadır. Cennet
ehlinin cennette, Rab’lerini göreceklerinde hiçbir şüphe yoktur. Aynı şekilde
cennete girmeden önce Mahşer’de de onu göreceklerdir. Nitekim bu, Buharî ve
Müslim’in Sahih’lerinde Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-den gelen rivayetlerde de sabit olmuştur. Ayrıca Yüce
Allah’ın: "Ona kavuşacakları gün
onlara sağlık dileği selam’dır." (el-Ahzab,
33/44) buyruğu da buna delil teşkil etmektedir.
Mahşerdekilerin Yüce
Allah’ı görmesi hususunda üç farklı görüş vardır:
1- Onu ancak mü’minler
görecektir.
2- Orada duranların hepsi,
mü’minleriyle kâfirleriyle O’nu görecekler. Sonra kâfirler ile arasına hicap
girecek ve bundan sonra kâfirler onu bir daha görmeyeceklerdir.
3- Mü’minlerle birlikte
-diğer kâfirler müstesnâ olmak üzere- münafıklar da Allah’ı görecektir. Mahşerde
duranlar ile konuşması hususundaki görüş ayrılıkları da böyledir.
Ümmet, Yüce Allah’ın dünyada, gözleriyle hiçbir
kimse tarafından görülmeyeceğini ittifakla kabul etmişler ve bu konuda sadece
Peygamberimiz -Sallallahu aleyhi
vesellem-in onu görmesi hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Onlardan kimisi Allah Rasûlünün Yüce Allah’ı
gözüyle gördüğünü kabul etmez, kimisi de gördüğünü kabul etmektedir. Kadı Iyad
"eş-Şifa" adlı eserinde Ashab-ı Kiram’ın ve onlardan sonra gelenlerin
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
Rabbini görüşü ile ilgili görüş ayrılıklarını nakletmiş bulunmaktadır: Âişe -Radıyallahu anha-ın Allah Rasûlünün baş
gözüyle Rabbini gördüğünü kabul etmediği ve bunu kendisine: Muhammed Rabbini
gördü mü? diye soran, Meslrûk’un sorusuna olumsuz cevap vererek dile getirdiğini
görüyoruz. O şöyle demiştir: Bu söylediklerinden tüylerim diken diken oldu.
Sonra da sözlerine şöyle devam etti. Kim sana Muhammed Rabbini görmüştür diye
anlatırsa, şunu bil ki yalan söylemiş olur.[88]
Daha sonra Kadı Iyad şunları söylemektedir:
Kimisi Aişe -Radıyallahu anh-ın görüşünü
kabul etmiştir. İbn Mes’ud’dan nakledilen meşhur görüşüde budur. Ebu
Hureyre’den bu hususta farklı rivayetler gelmiştir.
Bunu kabul etmeyip, Yüce
Allah’ın dünyada görülmesinin imkansız olduğunu hadis, fıkıh ve kelam
alimlerinden bir topluluk da ifade etmişlerdir.
İbn Abbas -Radıyallahu
anh-dan da şöyle dediği nakledilmiştir: O, Rabbini gözleriyle görmüştür.[89]
Atâ da yine İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet eder: O, Rabbini kalbiyle
görmüştür.[90]
Daha sonra (Kadı Iyad) çeşitli görüşler ve
faydalı bilgiler zikretmekte ve şunları söylemektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Allah’ı
gözüyle gördüğünün kat’î olduğunu ileri sürmek ve gözleriyle O’nu gördüğünü
kabul etmeye gelince, bu konuda kat’î bir delil ve nass bulunmamaktadır. Bu
hususta dayanak en-Necm suresindeki âyet-i kerîme’dir. O âyet-i kerîme ile
ilgili görüş ayrılıkları ise nakledilegelmiştir, görüldüğü anlamına gelme
ihtimali de mümkündür.
Kadı Iyad’ın -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu
söylediği hakkın kendisidir. Allah’ın dünyada görülmesi mümkündür, çünkü mümkün
olmasaydı Musa -Aleyhisselam- böyle
bir talepte bulunmazdı. Ama Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in Rabbini baş gözüyle gördüğüne dair bir nass varid olmuş
değildir. Aksine Rabbini görmediğine dair deliller varid olmuştur. Bu da
Müslim’in Sahih’inde kaydettiği şu rivayettir:
Ebu Zerr -Radıyallahu
anh-dan dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-e: Rabbini gördün mü? diye sordum. O: "Bir nur’dur.
O’nu nasıl görebilirdim."[91]
demiştir. Bir başka rivayette de: "Bir nur gördüm" dediği
kaydedilmektedir.
Yine Müslim’in Ebu Musa el-Eş’arî -Radıyallahu anh-dan rivayetine göre o şöyle
buyurmuştur: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- bize ayağa dikilerek irad ettiği hutbesinde beş hususu
dile getirip şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah uyumaz, O’nun uyuması da gerekmez.
O adalet terazisini kaldırır ve indirir. Gecenin ameli O’na gündüzün amelinden
önce yükseltilir. Gündüzün ameli de gecenin amelinden önce. O’nun hicabı nur
-bir rivayette de: nar-dir. Eğer onu açacak olursa, O’nun yüzünün parıltıları
mahlukatından basar’ının ulaştığı herbir şeyi mutlaka yakardı."[92]
Buna göre Ebu Zerr -Radıyallahu anh-ın rivayetinde yer alan: "Ben bir nur
gördüm" sözünün anlamı -Allah’u a’lem- onun bu hicabı gördüğü demek olur.
"O bir nur’dur. O’nu nasıl görebilirim?" sözleri ise şu demektir:
Hicab’ın kendisi olan o nur O’nun görülmesine engeldir. Ben, O’nu nasıl
görebilirdim? Yani nur benimle O’nun arasında, O’nu görmemi engelleyecek bir
hicab iken nasıl onu görebilirdim? İşte bu hadis Yüce Allah’ın dünyada
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
tarafından baş gözüyle görülmediğini açıkça ifade etmektedir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah’tır.
Merhum Tahâvî’nin: "İhata edilmesi ve
keyfiyet söz konusu olmaksızın" sözlerine gelince, O’nun bu şartlarda
görülmesi azametinin ve yüceliğinin kemalinden dolayıdır. Çünkü gözler O’nu
idrâk edemez, O’nu kuşatamaz. Nitekim varlığı bilinmekle birlikte bilgiyle onun
kuşatılamayacağı gibi. Yüce Allah:
"Gözler O’na erişemez." (el-En’âm,
6/103) diye buyurduğu gibi:
"Bilgileriyle Onu kuşatamazlar." (Tâhâ, 20/110) diye buyurmaktadır.
"Bunun açıklaması da O’nun murad edip bildiği
şekilde olur’ …biz bu hususta ne görüşlerimize dayanarak te’vilde bulunarak ne
de hevalarımızla vehmederek girişmeyiz." sözleriyle Mutezile’nin ru’yet
ile ilgili Kitap ve sünnetin nass’larında yaptığını yapmayız, demek istemiştir.
Çünkü bu hem Yüce Allah’ın hem de O’nun Rasûlünün kelamını yerinden oynatarak
tahrif etmektir.
Sahih olan tevil sünnetin getirdiklerine uygun
olan tevildir. Bozuk (fasit) te’vil de ona muhalif olandır. İfadelerin akışının
delil teşkil etmediği ve beraberinde onu gerektiren bir karinenin de bulunmadığı
bir manaya çekilerek yapılan her bir te’vili hiç şüphesiz beyan edici ve
hidayete iletenin, kelâmı ile kastetmediği bir te’vildir.
Çünkü onu kastetmiş olsaydı, hiç şüphesiz
zahirine muhalif olan manaya delil teşkil eden karineler, söylenen sözün etrafını
kuşatmış olurdu ki; böylelikle o sözü dinleyen yanılmaya düşmesin, işi karıştırmasın.
Çünkü Yüce Allah, kelam’ını apaçık bir beyan ve bir hidayet olarak indirmiştir.
Eğer söylediği sözüyle zahirinin hilafını murad etmiş ise ve herkesin hatırına
gelen ilk manadan başkasına delil teşkil edecek karineler bulunmayacak olursa,
o takdirde bu söz beyan da olmaz, hidayet te olmaz. Çünkü te’vil söz söyleyenin
muradını haber vermekten ibarettir. Yeni bir söz söylemek değildir.
İşte bu konuda insanların bir çoğu hataya düşmektedirler.
Şüphesiz ki maksat söz söyleyenin sözü ile ne kastettiğini kavramaktır. Şâyet;
lafzın manası şu, şudur denilecek olursa bu ifadelerle söz söyleyenin kastettiğini
haber vermiş oluruz. Eğer verilen haber söz söyleyenin maksadına mutabık
olmazsa o takdirde bu, söz söyleyen kimse hakkında bir yalan olur.
Bir yolu da şudur: Söz söyleyen kimse sözlükte
açık manası bulunan bir lafzı kullanır, bununla birlikte bu manayı kastetmediğini
ortaya koyacak şekilde o sözleriyle birlikte herhangi bir karine ile bir
beyanda bulunmaz. (Yani sözün açık anlaşılan mana için kullanıldığı ortada
olur.) Ya sözleri ile birlikte onun, o sözlerin hakikat manasını ve sözlükteki
anlamlarını kastettiğini ve böylece kullandığını ortaya koyacak deliller de
bulunursa (o zaman ne söylenebilir)!
Yüce Allah’ın: "Allah Musa ile de konuştu." (en-Nisâ, 4/164) buyruğu ile Hz. Peygamber’in: "Sizler öğle
vaktinde, sizinle güneş arasında bulut olmadığı halde güneşi gördüğünüz gibi
Rabbinizi de ayan beyan göreceksinizdir."[93]
sözleri buna benzer.
İşte bu gibi buyrukları işiten bir kimse bu
sözleri söyleyenin maksadını kat’î olarak anlar.
O ayrıca te’kid edici karinelerle birlikte bu
lafzın kullanıldığı hakikat manası ile kullanıldığına delil teşkil edecek şekilde
maksadını haber verecek olursa, onun verdiği bu haber doğru demektir. Eğer sözü
delalet etmediği bir manaya ve o manaya delalet ettiğini ortaya koyacak bir
karine de bulunmadığı halde yorumlayacak olursa, böyle bir kimsenin o sözü
söyleyenin maksadının bu olduğuna dair vereceği haber; söz söyleyene bir yalandır
ve bu mücerred görüşe dayalı bir te’vildir, heva’ya dayanan bir vehimdir.
İşin hakikati şudur: Bir kimsenin; biz bunu
böyle yorumlarız yahut bunu böylece te’vil ederiz demesi, aslında lafzın
delalet ettiği ve sözlükteki manasından başka bir manaya yorumlanması demektir.
Çünkü bu kimse ile tartışan kişi, bu sözleri delil olarak getirince kendisi de
bu buyruğun varid olduğunu reddetme imkanına sahip olamadığından, bu sefer o
sözün manasını kabul etmeme yoluna gider ve: Ben bunu zahirinin hilafına göre
yorumlar ve öylece kabul ederim, der.
Eğer: Yorumlamanın sizin sözünü etmediğiniz bir
başka manası vardır. O da şudur; Lafızın hakikati ve zahirinin kastedilmiş
olması imkansız olduğundan ve bu lafzın geçersizliğine hüküm vermek de mümkün
olmadığından, biz de o lafzın varid oluşunu, zahirinin de kastedilmemiş olmasını,
onun mecazi manasının kastedilmiş olduğuna delil kabul ettiğimizden, baştan bu
manaya geldiğini söylemeyerek, delaleten onu bu manaya yorumladık; denilirse;
Buna şöyle cevap veririz: İşte bu mana, söz
söyleyen kimsenin o manayı kastettiğini haber vermektir. Böyle bir haber ya doğrudur,
ya da yalandır. Hem hakikat ve zahir anlamının hilafını kastedecek, hem de o
sözü işitene kastettiği manayı açıklamayacak şekilde söz söylemek ise imkansızdır.
Aksine; söz söyleyen, mutlaka gerçek maksadını pekiştirecek şekilde karineleri
de sözüyle birlikte açıklar.
Bizler söz söyleyen kimsenin bazen söylediği
sözleriyle -uygun düşen yerlerde- dinleyen için sözünü muammaya dönüştürme
maksadını güttüğü takdirde, sözlerinin zahirinden anlaşılanın aksini
kastedebileceğini imkansız görmüyoruz. Ancak burada kabul etmediğimiz husus şudur:
Eğer sözleriyle beyanı açıklamayı ve maksadını kavratmayı murad etmiş ise,
söyledikleri ile sözlerinin hakikatinin ve zahirinin aksini kastetmiş olmasını
kabul edemiyoruz. Peki, ya söz söyleyen kimse sözleriyle mecazı nefyettiğini
belirten ifadelerle de te’kid etmiş ve birden çok da tekrarlamış, buna dair
misaller de vermiş ise, buna ne denilir?
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin-’nin: "Çünkü Allah’a ve Rasûlüne teslimiyet gösterip
kendisi için müteşabih olanın bilgisini onu bilene havale eden kimseler dışında
kimse dininde esenliğe kavuşamaz." ifadelerinden kasıt, Kitap ve sünnetin
nass’larına teslim olmak ve şüphe, tereddüt ve fasit te’viller ile yahut ta:
"Akıl, naklin delalet ettiğinin aksine tanıklık etmektedir, yahut akıl
naklin esasıdır. Onunla çelişir ise biz akla öncelik tanırız" diyerek
nass’lara itiraz etmeyenler ancak dinlerinde esenliğe kavuşabilirler.
Esasen akıl ile nakil arasında çatışma asla
olmaz, fakat böyle bir yanlış kanaat uyanacak olursa eğer nakil sahih ise
ma’kul (aklî) olduğu iddia edilen o şey, o takdirde meçhul (doğruluğu
bilinmeyen) bir şey demektir. Böyle bir iddiada bulunan kimse eğer gerçek anlamıyla
düşünecek olursa, bunu açıkça anlar.
Şâyet nakil sahih değilse, o takdirde aklen
kabul edilen gerçeklere karşı koymaya elverişli değil demektir. Çünkü hiçbir
zaman aklın apaçık kabul ettiği gerçekler ile sahih bir naklin birbirleriyle
çelişmeleri düşünülemez.
Diğer taraftan çatışma halinde akla öncelik tanıyan
kimselerin iddialarına karşılık olarak şöyle denilebilir: Akıl ile nakil çatışacak
olursa bu durumda naklin öncelenmesi gerekir. Çünkü iki şeyin medlulünü bir
arada bulundurmak, çelişik iki şeyi bir arada kabul etmek demektir. Onların ortadan
kaldırılması ise çelişik iki şeyi ortadan kaldırmak olur.
Akla öncelik tanımak imkansızdır, çünkü akıl
sem’in doğruluğuna delil teşkil etmekte ve ayrıca rasûlün haber verdiğinin
kabul edilmesinin vacip olduğunu ortaya koymaktadır.
Eğer bizler nakli iptal edecek olursak, bu
takdirde aklın delalet ettiğini iptal etmiş oluruz. Aklın delaletini iptal
edecek olursak, o takdirde aklın nakle muarız olmaya elverişli olmadığı da
ortaya çıkar. Çünkü delil olamayan bir şey, herhangi bir şeyle çatışabilmeye
elverişli de değildir. O halde akla öncelik tanımak, bu gibi hallerde aklın
öncelenmemesini gerektirir. Buna göre aklın öncelenmesi de caiz değildir, bu da
çok açık ve belirgin bir gerçektir. Çünkü sem’î delillerin doğruluğuna ve sıhhatine
delil teşkil eden sem’in verdiği haberin haber verene mutabık olduğunu ortaya
koyan yine aklın kendisidir.
Eğer delaletin batıl olması -nakil batıl olduğu
için- mümkün ise bu durumda aklın da sağlıklı bir delil olmaması gerekir. Akıl,
sağlıklı bir delil olmazsa öncelenmesi şöyle dursun herhangi bir şekilde ona
tabi olmak da caiz olmaz. O halde aklın, nakle takdim edilerek öncelik tanınması
bizzat akla karşı değerini küçültücü bir tenkittir.
O halde yapılması gereken Allah Rasûlü’ne tam
anlamıyla teslimiyet göstermek, emrine bağlanmak ve ondan gelen haberleri kabul
ve tasdik ile karşılamaktır. Aklî’dir, adını verdiği batıl hayallerle ona karşı
çıkmamak yahut herhangi bir şüphe ve tereddüt ile onu karşılamamak ya da başka
insanların görüşlerini, zihinlerinin çöplerini onun önüne geçirmemektir. Onu
Peygamber olarak gönderene ibadet, zilletle itaat, yönelmek ve tevekkül ile
tevhid ettiği gibi Allah Rasûlü’nün de yalnızca onun hükmüne başvurmak, ona
teslimiyet göstermek, ona bağlanıp itaat etmek suretiyle tevhid etmelidir. (Bu
konuda Allah Rasûlüne başkasını ortak etmemelidir.)
İşte bu ikisini yani peygamber olarak gönderenin
tevhid’i ile, rasûle tabi olmanın tevhidi şeklindeki iki tevhid bir arada olmadıkça,
kulun Allah’ın azabından kurtulması mümkün değildir. O rasûle tabi olmalı,
ondan başkasının hükmüne başvurmamalıdır. Onun dışındakilerin hükmüne razı
olmamalı ve Allah Rasûlünün emrini uygulayıp haberini; şeyhinin sözüne, imamının
yahut ta mezhebine mensup olanların, kendisine bağlı olduğu taifenin, yahut
ta’zim ettiği kimselerin kanaatlerine arzetme şartına bağlı olarak tasdike kalkışmamalıdır.
İşte bu durumda onlar kendisine izin verecek olurlarsa, Allah Rasûlünün buyruğunu
uygular, haberini kabul eder.
Aksi takdirde rahatını bozmak istemeyen birisi
olursa bu işi onlara havale eder ve kendisi Allah Rasûlünün emrinden ve
haberinden yüz çevirir ya da o sözü gerçek manalarından uzaklaştırarak tahrif
eder. Bu tahrifini de te’vil ve yorumlamak diye adlandırır, biz bunu te’vil
eder ve böyle yorumlarız, der.
Şüphesiz ki Allah’a şirk koşmak dışında, kulun
Rabbinin huzuruna her türlü günahla çıkması böyle bir durumda ölüp O’nun
huzuruna çıkmasından daha hayırlıdır.
Hatta böyle bir kimseye sahih hadis ulaşınca,
bizzat kendisi Allah Rasûlünden onu işitmiş kabul etmelidir. Böyle bir durumda
filanın görüşüne, filanın sözüne ve mezhebine sununcaya kadar onu kabul ve gereğince
amel etmeyi ertelemesi hiç uygun düşer mi? Aksine başka hiçbir şeye iltifat
etmeksizin böyle bir emrin gereğini yerine getirmekte elini çabuk tutması farz
olur.
Filanın görüşüne muhaliftir diye, onun buyruğunu
içinden çıkılamayacak bir buyruk olarak görmemelidir. Aksine onun buyruğu dolayısıyla
başkalarının görüşleri izah edilemeyecek sözler olarak görülmelidir. Onun nass’ına
herhangi bir kıyas ile karşı çıkılamaz. Aksine onun nass’ı dolayısıyla bütün kıyas’lar
bir kenara atılır.
Görüş sahiplerinin aklî adını verdikleri hayalî
gerçekler dolayısıyla onun söylediği sözleri hakikatinden uzaklaştırıp tahrif
etmemek gerekir. Çünkü böyle aklî denilen bir şey aslında bilinmeyen bir
meçhul’dur, doğru olmaktan uzaktır. Onun söylediği sözü kabul etmeyi, kim
olursa olsun filan ve filanın sözlerine uygun düşmesi şartına bağlamak doğru
olamaz.
İmam Ahmed dedi ki: Bize Enes b. Iyad anlattı. Bize
Ebu Hazim, Amr b. Şuayb’dan anlattı. O babasından, o dedesinden naklen dedi ki:
Ben ve kardeşim öyle bir mecliste bulunduk ki onu kırmızı tüylü develere değişmem.
Kardeşimle birlikte gittik, bir de baktık ki Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabından yaşlı bir topluluk onun
kapılarından birisinin önünde oturuyorlar. Onları birbirlerinden ayırmak
istemediğimizden biraz kenarda bir yerde oturduk. Bu sırada Kur’ân-ı Kerîm’den
bir âyet-i kerîme’yi söz konusu ettiler, hakkında görüş alışverişinde bulundular
ve sonunda yüksek sesle tartışmaya koyuldular. Rasûlullah kızgın bir şekilde dışarı
çıktı, yüzü kıpkırmızı kesilmişti, üzerlerine toprak saçıyor ve şöyle
buyuruyordu: "Yavaş olun ey kavmim, sizden önceki ümmetler bununla helak
oldular. Peygamberlerine muhalefet etmeleri ve Kitapları birbiriyle çarpıştırmaları
sebebiyle (helak oldular.) Şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm’in bir bölümü, diğer bir
bölümünü yalanlayacak şekilde nazil olmamıştır. O biri diğerini tasdik edecek şekilde
nazil olmuştur. Ondan bildiğiniz kadarıyla amel ediniz ve bilmediğiniz
bölümlerini de bilenlerine havale ediniz."[94]
Şüphesiz ki Yüce Allah, zatı hakkında bilgisizce
söz söylemeyi haram kılmış bulunmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: ‘Rabbim ancak hayasızlıkları,
onların açık olanını gizli olanını, bununla beraber günahı, haksız isyanı,
Allah’a -hakkında asla bir delil indirmediği- herhangi bir şeyi ortak koşmanızı
ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır’".
(el-A’râf, 7/33); "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme." (el-İsra,
17/36)
Buna göre kula düşen Allah’ın peygamberleriyle
gönderdiği ve kitaplarında indirdiği hususları, tabi olunması gereken bir hak
olarak bilip kabul etmektir. Bunların hak ve doğru olduklarını tasdik etmektir,
bunların dışında kalan diğer insanların diğer sözleri ise buna arzedilir. Eğer
ona uygun düşerse, o da haktır, muhalif olursa batıl’dır.
Şâyet -ifadelerde kapalılık ve sahibinin maksadı
bilinmediği için yahut ta maksadı bilinmekle birlikte acaba Allah Rasûlünün getirdikleri
bunu tasdik mi ediyor, yoksa yalanlamakta mıdır? Bilemediğinden dolayı Allah
Rasûlünün getirdikleri buna muhalif midir, yoksa muvafık mıdır? Bilemeyecek
olursa o takdirde onun hakkında karar vermez ve bilmedikçe söz söylemez. Çünkü
bilgi (ilim) hakkında delil bulunan şeydir. İlmin faydalı olanı da Allah
Rasûlünün getirdiğidir. Bazen Allah Rasûlünden başkasından da ilim gelebilir.
Ancak bu tıp, hesap, çiftçilik gibi dünyevi işlerle alakalıdır. Uluhiyyete dair
meselelerle dini bilgilere gelince bunlara dair ilgi sadece Allah Rasûlünden
gelendir, başkasından değil.
"İslâm’ın
ayağı ancak teslim oluşun ve teslimiyet gösterişin üzerinde sapasağlam
durabilir."
Tahâvî -Allah
onarahmet etsin-’nin kullandığı bu ifade bir çeşit istiaredir. Çünkü bildiğimiz
maddi ayak ancak bir şeyin üzerinde sağlamca durabilir. Yani gerek Kur’ân,
gerek sünnet şeklindeki iki türlü vahyin nass’larına teslim olup onlara sıkı sıkıya
bağlanan, onlara itiraz etmeyen kendi görüşü, aklı ve kıyas’ını ileri sürerek
bunlara itiraz etmeyen kimselerin dışında kalanların İslamı sağlam bir şekilde
yer etmez.
Buharî İmam Muhammed b. Şihab ez-Zührî’den -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Risalet Allah’tan, tebliğ rasûlünün görevi, bize
düşen ise teslimiyet göstermektir. İşte bu ifade gerçekten kapsamlı ve anlamlıdır.
Akıl ile birlikte nakle verilen şu misal ne
kadar güzeldir: Akıl ile birlikte nakilin durumu, alim ve müçtehid bir kimse
ile avamdan olan mukallit’in durumuna benzer. Hatta bundan çok daha da aşağılardadır
Çünkü avamdan olan bir kimsenin alim olma imkanı vardır. Fakat alim olan bir
kimsenin rasûl ve peygamber olma imkanı yoktur.
Avamdan mukallit bir kimse bir alimi tanıyıp,
avam’dan başka bir kişiye de o alimi gösterirse, daha sonra fetva veren o
alimin görüşü ile o alime gitmesini başkasına söyleyen kimse arasında görüş ayrılığı
ortaya çıkarsa, bu durumda fetva soran kimsenin kendisine o fetvayı veren kişinin
görüşünü kabul etmesi gerekir. Ona o ilim adamına gitmesini söyleyenin görüşünü
değil.
Eğer kendisini o alim şahsa gönderen kişi: Doğru
benim dediğimdir, müftünün dediği değil, çünkü onun müftü olduğuna dair
bilginin kaynağı benim. Şâyet sen o fetva verenin görüşünü benim görüşümün önüne
geçirecek olursan onun fetva verecek durumda olduğunu bilmeni sağlayan asıl
kaynağı çürütmüş olursun. Bu ise o aslın fer’î durumunda olanı da çürütmeyi
gerektirir.
Bu durumda fetva soran kişi ona şöyle der: Sen
onun fetva verecek durumda olduğuna şahitlik edip bu hususta delalet etmekle
birlikte seni değil de yalnızca onu taklit etmenin gereğine de tanıklık etmiş
oluyordun. Bu belli bilgi noktasında benim sana muvafakat edişim her meselede
senin kanaatini kabul etmemi gerektirmez. Senden daha bilgili olan fetva veren
o şahsa muhalefet ederken hataya düşmen, senin onun fetva verecek durumda olduğuna
dair bilgide de yanılmanı gerektirmez. Bununla birlikte müfti’nin de bazen hata
edebileceğini de bilmesi gerekir.
Akıl da Allah Rasûlünün Yüce Allah’tan haber
verdiği hususlarda masum (hatadan korunmuş) olduğunu, onun bu hususta hata
etmesinin caiz olmadığını, bundan dolayı ona teslimiyet gösterip emrine bağlanmanın
zorunlu olduğunu bilir.
Bizler de İslam dininden zorunlu (kesin) olarak şunu
öğrenmiş bulunuyoruz: Eğer bir kimse Allah Rasûlüne: Senin bize öğrettiğin bu
Kur’ân-ı Kerîm, bize getirdiğin bu hikmetin her birisi bizim akıllarımız vasıtasıyla
bilip öğrendiğimiz pek çok husus ile çelişkiyi de ihtiva etmektedir. Bizler ise
senin doğru söylediğini ancak akıllarımızla kavramış bulunuyoruz. Şâyet akıllarımızla
çelişmekle birlikte söylediğin bütün hususları kabul edecek olursak, o takdirde
bu bizim kendisi vasıtasıyla senin doğru söylediğini bildiğimiz akla bir tenkid
olur. Bundan dolayı bizler senin söylediğin sözlerden ortaya çıkan çelişkilerin
ve kendisine itiraz ettiğimiz sözlerinden ne bir hidayet alabiliriz, ne de bir
ilim öğrenebiliriz; diye itiraz eden herhangi bir kimse elbetteki Allah
Rasûlünün getirdiklerine iman etmiş olmaz. Rasûl de böyle bir kimsenin bu
tutumunu beğenip kabul etmez.
Çünkü akıllar birbirlerinden farklıdır, şüpheler
pek çoktur, şeytanlar ise kesintisiz olarak nefislere vesveseler telkin edip
dururlar. O bakımdan herkesin, Allah Rasûlünün haber verip emir verdiği bütün
hususlar hakkında buna benzer bir itiraz ileri sürmesi mümkündür. Yüce Allah
ise şöyle buyurmaktadır: "Rasûle düşen
tebliğden başkası değildir." (en-Nur,
24/54); "Peygamberler üzerinde
apaçık tebliğden başka bir görev var mı?" (en-Nahl, 16/35); "Biz
gönderdiğimiz her bir peygamberi -kendilerine apaçık anlatsın diye- ancak kendi
kavminin diliyle gönderdik, artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi dilerse de
doğru yola iletir." (İbrahim,
14/4); "Size muhakkak ki
Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." (el-Maide, 5/15); "Ha,
Mim. Herşeyi apaçık bildiren kitaba yemin olsun ki..." (ez-Zuhruf, 43/1-2 ve ed-Duhan, 44/1-2); "Bunlar apaçık kitabın
âyetleridir." (Yusuf, 12/1); "O uydurulan bir söz değildir; fakat
kendisinden önce olanları doğrulayıcı, insanlara gerekli herşeyin açıklayıcısı,
iman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir." (Yusuf, 12/111); "Ve biz sana bu kitabı herşeyi açıklayan bir hidayet, bir rahmet
ve müslümanlara bir müjde olmak üzere kısım kısım indirdik." (en-Nahl, 16/89) Kur’ân-ı Kerîm’de buna
benzer buyruklar da pek çoktur.
O halde Allah’a ve âhiret gününe iman hususunda
ya Allah Rasûlü hakkında kendisine delâlet edeceği bir şekilde söz söylemiştir
yahut söylememiştir. İkincisinin kabulü mümkün değildir, çünkü batıldır. Eğer
o, hakka dair çeşitli anlamlara gelme ihtimali bulunan bir takım sözler
kullanarak konuşmuş ise o takdirde bu apaçık, bir tebliğde bulunmamış anlamına
gelir. Halbuki nesillerin en hayırlıları onun tam anlamıyla tebliğ ettiğine
dair tanıklıkta bulunduğu gibi, o en büyük konumda da Yüce Allah’ı da tanık
tutmuştur. Her kim Allah Rasûlünün dinin esasları ile ilgili olarak tam tebliğde
bulunmadığını ileri sürecek olursa şüphesiz ki ona iftira etmiş olur.
"Her
kim kendisine öğrenilmesi imkanı verilmemiş şeyi öğrenmeye talip olur da,
kavrayışı teslimiyet ile huzurlu bir kanaate sahip olmazsa, onun bu talebi
kendisinin katıksız tevhid’i, safî marifeti ve sağlıklı imanı elde etmesine
engel teşkil eder."
Bu da önceki sözleri vurgulamakta ve dini
esaslar hakkında, hatta başka hususlarda bile bilgiye dayalı olmaksızın söz
söylemekten daha bir sakındırmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme.
Çünkü kulak, göz ve kalbin herbiri ondan sorumludur." (el-İsra, 17/36); "İnsanlardan bazısı Allah hakkında bilgisizce tartışır ve azgın
her şeytana uyar. Onun hakkında şu yazılmıştır: ‘O kendisini dost edinen
herkesi mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür.’" (el-Hacc, 22/3-4); "Allah’tan bir hidayet olmaksızın hevasına uyandan daha sapık kim
olabilir ki?" (el-Kasas, 28/50);
"Onlar ancak zanna ve nefislerin
hevasına uyarlar. Halbuki andolsun ki Rab’lerinden kendilerine hidayet gelmiştir."
(en-Necm, 53/23) ve buna benzer bu hususu dile getiren daha pek çok âyet-i
kerîme vardır.
Ebu Umame el-Bahilî -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki:
"Bir kavim eğer üzerinde bulunduğu hidayetten saparsa, mutlaka ona tartışma
(cedel) verilir." Daha sonra da Yüce Allah’ın: "Onlar bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler."
(ez-Zuhruf, 43/58) buyruğunu okudu.
Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve: Hasen bir hadistir, demiştir.[95]
Âişe -Radıyallahu
anh-dan da şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Şüphesiz ki Allah’ın
en nefret ettiği kişi düşmanca ve inat ederek haksızca tartışan kimsedir."
Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.[96]
Şüphesiz ki Allah Rasûlüne gereği gibi
teslimiyet göstermeyen bir kimsenin tevhid’inde eksiklik vardır. Bu kimse
Allah’tan herhangi bir hidayete sahip olmaksızın ya kendi görüş ve hevâsına
göre söz söyler yahut ta aynı türden görüş sahibi birilerini taklit eder. Allah
Rasûlünün getirdiklerinin çerçevesinin dışına çıktığı oranda tevhid’i de eksik
olur. Çünkü bu kişi, bu tavrıyla Allah’tan başkasını ilah edinmiş demektir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi
hevâsını ilah edinmiş kimseyi gördün mü?" (el-Câsiye, 45/23)
Yani nefsinin arzuladığı şeylere ibadet edineni
gördün mü? demektir. Esasen dünyaya fesat, Abdullah b. el-Mubarek’in de -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- söylediği
gibi şu üç kesimden girmiştir:
"Günahların kalpleri öldürdüğünü gördüm.
Hatta bunlar üzerinde ısrar etmek kişiyi zelil
bile kılabilir.
Günahları terketmek kalplere hayat verir.
Nefsine baş kaldırmak senin için hayırlı olandır.
Söyle bana hükümdarlardan, kötü
"ahbâr" ile kötü "rahipler"den
Başkası mıdır dini ifsat eden?"
Çünkü "zalim hükümdarlar", zalimce
politikaları ile şeriata itiraz eder, ona karşı çıkar ve kendi zalimce
politikalarını Allah’ın ve Rasûlünün hükmünün önüne geçirirler.
Kötü ilim adamlarına (ahbâr’a) gelince, bunlar
da görüşleriyle bozuk kıyasları ile şeriatın dışına çıkan alimlerdir. Onların
bu görüşleri Allah ve Rasûlünün haram kıldığını helal, mübah kıldığını haram kılmayı,
onun geçersiz kıldığını muteber, muteber kıldığını geçersiz kılmayı, kayıtlı
olarak kabul ettiğini mutlak olarak kabulü, mutlak olarak kabul ettiğini de kayıtlı
kabulü ve buna benzer yanlış tutumları ihtiva eder.
Burada "rahipler"den kasıt ise cahil
mutasavvıflardır. Bunlar zevk, vecd, hayal, batıl ve şeytani keşifleri ile imanın
ve şeriatın hakikatlerine itiraz edenlerdir. Halbuki onların bu halleri Allah’ın,
hakkında izin vermediği bir dini teşri’ etme manasındadır. Peygamberi vasıtası
ile teşri’ buyurduğu dini iptal etmek, imanın hakikatlerinin yerine şeytanın
aldatmalarını ve nefislerin hazlarını geçirmek demektir.
Kötü yöneticiler derler ki: Siyaset ile şeriat
çatışırsa biz siyaseti öne geçiririz. Diğerleri derler ki: Akıl ile nakil çatışırsa
akla öncelik veririz. Zevk ve vecd sahipleri derler ki: Zevk ve keşif şeriatın
zahiri ile çatışacak olursa biz de zevke ve keşfe öncelik veririz.
Ebu Hamid el-Gazzalî’nin -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
"İhyâu Ulumi’d-Din" adını verdiği
eserinde şunları söylemektedir:
"Denilse ki: Cedel (diyalektik, tartışma)
ile kelam ilimleri, nücum (yıldız) ilmi gibi yerilmiş midir, mübah mıdır, yoksa
teşvik edilmiş midir? "Şunu bil ki bu hususta insanların değişik konularda
aşırılıkları ve ileri gitmeleri söz konusudur. Kimisi o bir bid’attir ve
haram’dır, kulun şirkin dışında her ne günahla olursa olsun Allah’ın huzuruna
gitmesi, O’nun huzuruna kelam öğrenmiş olarak çıkmasından daha hayırlıdır, der.
"Kimisi de o ya kifaye yoluyla farzdır, yahut ta farz-ı ayn’dır der,
amellerin en faziletlisidir, Allah’a yakınlaştırıcı en üstün bir iştir, çünkü o
tevhid ilmini tahkîk eder, Allah’ın dinine karşı onunla mücadele verilir. Şafiî,
Malik, Ahmed b. Hanbel, Süfyan ve selef’ten bütün hadis imamları haram olduğu
görüşünü kabul etmişlerdir" dedikten sonra bu imamlara ait çeşitli sözleri
de nakleder ve sözlerini şöyle sürdürür:
"Hadis alimlerinden, selef bu görüş
üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu hususta işi sıkı tuttuklarına dair onlardan
gelen rivayetler sayılamayacak kadar çoktur. Onlar şöyle derler: Hakikatleri en
iyi bilenler ve başkalarına göre lafızların dizilişi noktasında en fasih
olanlar kendileri olmalarına rağmen ashab’ın o hususta söz söylemeyişleri
sadece ondan ortaya çıkacak kötülüklerden dolayıdır. Bundan dolayı da Peygamber
-Sallallahu aleyhi vesellem-:
"Mütenattı’lar helak olmuşlardır"
[97]
diye buyurmuştur. Yani işi derinlemesine araştırmaya kalkışan ve gereksiz yere
sonuna kadar tetkike koyulanlar helak olurlar, demektir. Yine bu görüşlerine şunu
delil gösterirler: Eğer bu (kelam ilmi) dinden olsaydı, hiç şüphesiz Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesellem-in emrettiği
en önemli hususlardan birisi olurdu. Kelam ilminin yolunu öğretir ve onunla uğraşanlardan
da övgüyle söz ederdi."
Daha sonra onların diğer delillerini de
zikreder, arkasından öbür kesimin delillerini de belirtir ve sonra;
"Peki senin tercih ettiğin görüş nedir?
Diye sorarsan" sorusunu ortaya atar ve buna etraflı olarak cevap vererek
der ki: Kelam ilminde bir fayda da vardır, onun bir zararı da vardır. Kelam
ilminden yararlanma halinde yararlı olması göz önünde bulundurularak helal
yahut mendub ya da vacib olabilir. Bu da durumun gereğine göre değişir. Ondan
zarar görülmesi ve zararlı olma hali söz konusu olursa, zararlı oluşunu göz
önünde bulundurarak haram olur.
"Zararına gelince; şüpheleri ortaya çıkarması,
akideleri karıştırması, onları kesin ve kat’î kanaatler olmaktan çıkarmasıdır.
Bu ise başta hasıl olan bir iştir ve sonunda bu şüpheler, hakkında şüphe
bulunan deliller ile geri dönerler. "Bu durumda kişiler arasında da farklılıklar
vardır. İşte hakka itikad hususundaki zararı budur." Ayrıca bid’at’çilerin
itikadını pekiştirmek, onların kalplerinde bulunan kanaatleri sağlamlaştırmak
bakımından da bir zararı vardır. Çünkü böylelikle onların iddiaları da ortaya çıkar
ve bu iddialar üzerinde ısrarları daha bir artar. Ancak kelam’ın zararı tartışma
dolayısıyla ortaya çıkan taassub vasıtası ile olur.
"Faydasına gelince, bazen onun hakikatleri
gerçek manası ile bilip, ortaya çıkarmak gibi bir faydası olduğu zannedilebilir
ama ne yazık ki kelam bu yüce maksadı gerçekleştirmeye yeterli değildir. Hatta
ondaki karıştırıcılık ve saptırma özelliği, gerçeği açığa çıkarıp tanıtma
özelliğinden daha ileri derecededir..."
Devamla der ki: "Sen bu sözleri hadisle uğraşan
yahut Haşeviyye’ye mensup bir kimseden işitmiş olsaydın, diyebilirdim ki: İnsanlar
bilmediklerinin düşmanıdırlar ama sen bu sözleri kelam’dan gerçekten haberdar
olan bir kimseden işitiyorsun. Sonra bunu gerçek şekliyle öğrendikten ve
kelam’cıların ulaştığı derecenin en ileri noktasına varacak kadar bu ilimde
derinleşip bu noktadan daha da ileri giderek kelam ilmine uygun diğer ilimlerde
de derinleşen birisinin sözleridir bunlar. Bu sözlerin sahibi kesin olarak
anladı ki; bu yolla hakikatleri öğrenmeye giden yol kapalıdır. Yemin olsun ki
kelam ilmi her ne kadar bazı hususları açıklıyabiliyor ve bazı noktaları tanıtabiliyorsa
da bu oldukça nadir görülen bir durumdur."[98]
Gazzali -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-den naklettiğim bölümler burada sona ermektedir.
Bu hususta onun gibi bir kimsenin söylediği söz
elbetteki kat’î bir delildir. Selef’in ondan hoşlanmayışlarının sebebi, onun
sadece sağlıklı anlamları yeni bir takım terimlerle ifade etmesinden dolayı değildir.
Mesela doğru bilgileri anlatmak için bir takım terimleri kabul edişleri gibi.
Yine onlar kelamdan, hakka delaletinden ve batıl ehline karşı delil
getirmelerinden dolayı hoşlanmamış değildirler.
Onların kelam’dan hoşlanmamalarının sebebi hakka
aykırı ve yalan bir takım iddialar ihtiva etmesidir. Bunların Kitaba, sünnete
ve sağlıklı ilim ihtiva eden hususlara aykırı düşmeleri de bu sebeblerden birisidir.
Diğer taraftan kelam’cılar bu doğru bilgilere ulaşan yolu izlenemez hale
getirmişlerdir. Bu konuda faydalarının az olmalarına rağmen bu gerçekleri
ispatlamak için de uzun uzadıya söz söylemiş durmuşlardır. Bunların bu yaptıkları
ulaşılması çok zor bir dağın tepesinde bulunan son derece cılız bir deve etini
andırır. Tepeye giden yol rahat değil ki ulaşılabilsin, bu deve eti de semiz değildir
ki oradan buraya taşımaya değsin.
Onların sahip oldukları bilgilerin en güzeli
Kur’ân-ı Kerîm’de daha doğru bir şekilde açıklanmış ve daha güzel bir şekilde
ifade edilmiştir. Onların bütün sahib oldukları işi zorlamak, uzatmak ve
içinden çıkılamaz bir hale sokmaktan ibarettir. Nitekim şöyle denilmiştir:
"Eğer dünyalık uğrunda yarış olmasaydı,
Münazara kitapları da el-Muğni de, el-Amed de[99]
yazılmazdı,
Onlar kanaatlerince bir takım düğümleri
çözüyorlarmış,
Fakat ortaya attıkları sebebiyle düğümler daha
bir artmıştır."
Onlar ortaya koydukları bilgi ile şüphe ve
tereddütleri bertaraf ettiklerini iddia ederler. Halbuki fazilet ve zeka sahibi
bir kimse bilir ki bu yolla şüphe ve tereddütler daha bir artmıştır.
Allah’ın Kitabından ve Rasûlünün sözünden şifanın,
hidayetin, ilim ve yakîn’in hasıl olmaması, buna karşılık şaşkın bu gibi
kimselerin sözlerinden bunların hasıl olması imkansız bir şeydir.
Aksine yapılması gereken şudur:
Allah ve Rasûlünün sözleri asıl alınmalı, bu sözlerin manası üzerinde düşünülmeli,
akledilmelidir. Bunların delili ve belge yönü bilinmelidir. Aklî mi yoksa sem’î
ve haberî bir delil mi olduğu, buna ya da ötekine delâlet ettiği bilinmelidir. İnsanların
bu hususta ona muvafakat ya da muhalefet eden sözleri ise, mücmel ve müteşabih
olarak ele alınmalı ve bu sözlerin sahiplerine şöyle denilmelidir: Bu lafızların
şu şu anlama gelme ihtimali olabilir. Eğer onlar bununla Allah Rasûlünün verdiği
habere uygun olanı kastettiklerini söylerlerse kabul edilir. Şâyet onlara
muhalefet eden şeyleri kastettiklerini açıklarlarsa bu görüşleri de reddedilir.
Mesela mürekkeb, cisim, mütehayyiz, cevher,
cihet, hayyiz, araz ve buna benzer lafızlar bu kabildendir. Bu lafızlar bu
terimleri kullananların kastettikleri anlamlarıyla ne Kitapta, ne Sünnette
kullanılmıştır. Hatta dilde bile onların terimleştirdikleri anlamda kullanılmış
değildir. Hatta onlar kendilerinden başkalarının ifade etmedikleri anlamda bu
kavramları kullanıp ifade etmek gibi bir özelliğe dahi sahiptirler. Böylelikle
onlar bu terimleri başka bir takım tabirlerle açıklarlar. Kur’ân-ı Kerîm’in
ortaya koymuş olduğu aklî ve sem’î delillere bakılır. Bu hususta gerekli ve
etraflı açıklamalar buradan alınacak olursa neyin hak, neyin batıl olduğu açıkça
ortaya çıkar.
Sapıklığın sebebi Allah’ın ve Rasûlünün sözleri
üzerinde düşünmekten yüz çevirmek, Yunan menşe’li sözlerle ve çeşitli görüşlerle
uğraşmaktır.
Bunlara kelamcılar
denilmesinin sebebi onların daha önceden bilinmeyen bir ilmi dile getirmiş
olmaları değildir. Onların getirdikleri, bazen faydalı olamayacak fazladan söz
söylemiş olmalarıdır. Bu ise onların duyu organlarıyla bilinen hususları izah
etmek için yaptıkları kıyaslamalardır. Her ne kadar onların bu kıyasları ve
benzeri hususlar, duyularla algılanan şeyleri kabul etmeyenlere ve başka
hususlarda faydalı olmakla birlikte bu, böyledir.
Nass’ın varlığına rağmen yahut ta aklen
bildikleri şeyler olduğu iddiasıyla nass’a karşı çıkmakla birlikte; kendi görüşünü
yahut zevkini ya da politikasını ortaya koyup söz söyleyen herkes, Rabbinin
emrine teslimiyet göstermeyen İblis’e benzemiş olur. O teslimiyet gösterecek
yerde şöyle demişti: "Ben ondan daha
hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın." (el-A’raf, 7/12); "Peygambere itaat eden gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de
yüz çevirirse zaten Biz seni onların üzerine bir gözetleyici göndermedik."
(en-Nisa, 4/80); "De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah ⁄afur’dur, Rahim’dir."
(Al-i İmran, 3/31); "Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında
çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı
içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman
etmiş olmazlar."
(en-Nisa, 4/65)
Görüldüğü gibi Yüce Allah peygamberinin hükmüne
başvurmadıkça hükmüne razı olarak kabul etmedikçe ve tam anlamıyla teslim olmadıkça
iman etmeyeceklerine dair kendi zatına yemin etmektedir.
"(Böyle
bir kimse) vesveselere kapılmış, şaşkın, şüphe ve tereddüt içerisinde, yolunu şaşırmış
bir halde; küfür ile iman, tasdik ile yalanlama, ikrar ile inkâr arasında
gider, gelir. Ne tasdik eden bir mü’min, ne de yalanlayan ve inkâr eden bir
kimsedir."
"Gider gelir (yetezebzebu)." Tereddüt
ve çalkantı içerisinde gider gelir demektir.
Yüce Allah’ın rahmetinin üzerine olmasını dilediğimiz
Tahâvî, Kitap ve sünneti bırakarak yerilmiş olan kelam ilmine yönelen yahut ta
kelam ilmi ile Kitap ve sünneti bir arada te’lif etmeye çalışan, çatışmaları
halinde nass’ı te’vil edip görüşe yahut ta farklı görüşlere havale eden ve
böylelikle sonunda hayret, sapıklık ve şüpheye varan her bir kimsenin halini
nitelendirmektedir.
Nitekim el-Hafid İbn Rüşd -ki insanlar arasında
filozofların ekollerini ve görüşlerini en iyi bilen bir kimsedir-
"Tehâfutu’t-Tehâfut" adlı eserinde şunları söylemektedir:
"Ulûhiyyete dair meselelerde önemsenebilecek bir söz söyleyebilen kim vardır?"
el-Âmidî de aynı şekilde çağdaşlarının arasında
en faziletli ve pek büyük meselelere oldukça vakıf bir kimse olmakla birlikte şaşırmış
kalmıştır. el-Gazzalî de -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- sonunda kelamî meselelerde duraklamaya ve şaşkınlığa
ulaşmıştır. Daha sonra bütün bu yollardan yüz çevirmiş, Allah Rasûlünün
hadislerine yönelmiştir. Buharî göğsü üzerinde bulunur olduğu halde vefat etmiştir.
Abdullah Muhammed b. Ömer er-Razî de böyledir. O "lezzetlerin kısımları"
hakkında te’lif ettiği kitabında şunları söylemektedir:
"Akılların öne gitmesinin sonunda
varacakları yer ayak bağı olmaktır.
Âlemlerin çabasının nihaî noktası da sapıklıktır.
Ruhlarımız, cisimlerimizden uzak ve yalnız kalmıştır.
Dünyamızdan elde ettiğimiz, eziyet ve vebalden
ibarettir.
Ömrümüz boyunca yaptığımız araştırmalardan
hiçbir fayda sağlayamadık.
Ömür boyunca toplayıp durduğumuz kîl-u kâl’den
başka."
Ben kelamî yolları ve felsefî yöntemleri iyice
tetkik ettim. Onların hasta olan kimseye şifa sunamadıklarını, susuz kimsenin
susuzluğunu gideremediklerini gördüm. En uygun yol olarak Kur’ân’ın yöntemini
gördüm. Allah’ın subutî sıfatları hakkında, mesela: "Rahman olan Allah ‘Arş’a istivâ etmiştir." (Tâhâ, 20/5); "Güzel söz yalnız O’na yükselir." (Fatır, 35/10) buyruklarını okuyabilirsiniz. Nefyedici (selbî) sıfatlar
hususunda da: "O’nun benzeri hiçbir şey
yoktur." (eş-Şura, 42/11);
"Onlar ise bilgileri ile O’nu kuşatamazlar."
(Tâ’hâ, 20/110) buyruklarını
okuyabilirsiniz. Sonra da şunları söylemektedir: Her kim benim geçtiğim
deneylerin benzerlerinden geçecek olursa, benim bildiklerimin benzerine ulaşır.
Aynı şekilde Ebu Abdullah Muhammed b.
Abdu’l-Kerim eş-Şehristanî de; Kelamcılarla, felsefecilerde şaşkınlık ve pişmanlıktan
başka bir şey bulamadığını şu beyitleriyle dile getirmektedir:
"Andolsun bütün ilim yuvalarını gezip dolaştım,
Ve ben bu belli başlı yerler arasında (hakikati)
arayıp durdum.
Gördüğüm sadece şaşkın bir kimsenin avucunu
koyması
Sakalının üzerine yahut ta pişmanlıkla dişlerini
gıcırdatmasıydı."
Ebu’l Mealî el-Cüveynî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-de böyle demiştir: Arkadaşlarım,
kelam’la uğraşmayınız. Eğer ben kelam’ın beni şu ulaştığım noktaya ulaştıracağını
bilmiş olsaydım, onunla hiç uğraşmazdım.
Vefatı esnasında da şunları söylemiştir:
"Ben o çok dalgalı denize daldım. Müslümanları ve ilimlerini bir kenara bıraktım.
Onların bana yasakladıkları şeye girdim. Şimdi eğer Rabbim rahmetiyle beni yetişmeyecek
olursa, İbnu’l-Cüveynî’nin vay haline! İşte ben annemin akidesi üzerine
ölüyorum, ya da: Nisabur acuzelerinin akidesi üzere ölüyorum" demiştir.
Fahru’d-Din er-Razî’nin en gözde talebelerinden
birisi olan Şemsu’d-Din el-Husrev Şahî de bir gün yanına gelmiş fazilet sahibi
birisine: Neye inanıyorsun? Diye sormuş. O: Müslümanların inandıklarına, demişti.
Şemsu’d-Din ona: Bunu son derece huzurlu bir kalp ve kesin bir inanca sahip
olarak mı kabul ediyorsun? Deyince o: Evet cevabını vermiş, bunun üzerine ona:
Bu nimet dolayısıyla Allah’a şükretmelisin. Bana gelince Allah’a yemin ederim
neye inandığımı bilemiyorum, neye inandığımı bilemiyorum, neye inandığımı
bilemiyorum; demiş ve sakalı ıslanıncaya kadar ağlamıştı.
Irak’ta meşhur faziletli İbn Ebi’l-Hadid de şöyle
demektedir:
"Düşüncenin çözülmez bilmecesi sende,
Ne yapacağımı şaşırdım ve ömrümü tükettim.
Akıllar senin uğrunda yolculuk yaptı fakat,
Yolculuğun eziyetinden başka bir kâr sağlayamadı.
Allah’a yemin ederim, yalan yere iddia ettiler,
Senin düşünme ve nazar ile bilineceğini.
Yalan söylüyorlar, çünkü sözünü ettikleri,
Beşer takatinin dışında bir şeydir."
el-Hunecî ölümü esnasında şunları söylemiştir:
Bütün bildiklerim mümkün (varlığı ve yokluğu eşit) olan varlığın onu (varlığını)
tercih edene ihtiyacı vardır’dan ibarettir. Arkasından şunları söylemektedir:
Muhtaç oluş ise olumsuz bir sıfat’tır. İşte ben hiçbir şey bilmemiş olarak ölüp
gidiyorum.
Bir diğeri de şöyle demiştir: Yatağıma uzanıyorum,
yorganı başıma çekiyorum ve tan yeri ağarıncaya kadar bir bunların, bir
ötekilerin delillerini karşılaştırıyorum ve sonunda onların hiçbirisini tercih
edemiyorum.
Bu hale ulaşan bir kimsenin haline Allah
merhamet edip acımayacak olursa, zındıklaşır gider. Nitekim Ebu Yusuf -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- böyle
demiştir: Kim dini kelam ile öğrenmeye kalkışırsa zındıklaşır, kim de kimya
yoluyla mal sahibi olmaya çalışırsa iflas eder. Garibu’l-Hadis’i öğrenmeye kalkışan
da yalan söyler.
Şafiî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir: Kelam’cılar hakkındaki hükmüm şudur:
Onlar sopalanırlar, ayakkabılarla vurulurlar, kabile ve aşiretler arasında dolaştırılarak:
Kitap ve sünnet’i terkedip kelam’a yönelenlerin cezası budur, diye teşhir
edilirler.
Yine o şöyle demiştir: Ben kelam ilmiyle uğraşanlar
arasından öyle bir takım sözler söylediklerini tesbit ettim ki, bir müslümanın
o sözleri söyleyeceğini zannetmiyorum. Yüce Allah’a şirk koşma dışında kulun
Allah’ın yasakladığı herşeye müptelâ olması, hiç şüphesiz kelam’a müptelâ olmasından
daha hayırlıdır.
Bunlardan herhangi birisinin ölüm esnasında koca
karıların inançta izledikleri yola dönerek, onların ikrar ettiklerini ikrar ve
kabul ettiğini, daha önce kat’î olarak kabul edip bellediği ve bu inanç şekline
muhalif o inceliklerden yüz çevirdiklerini görüyoruz. Çünkü artık bunların
bozukluklarını açıkça görmüş yahut ta doğru ve sağlıklı görüşler olduklarını açıkça
görememiştir. Sonunda bunlar -eğer azaptan kurtulabilecek olurlarsa- küçük
çocuk, kadın ve (öğrenim görmemiş) bedevî’lerden olup, ilim ehline tabi olanlar
seviyesine düştüklerini görüyoruz.
Böyle bir hastalığın faydalı ilacı ise kalplerin
gerçek doktorunun -Allah’ın salat ve
selamları üzerine olsun- gece namazına kalktığında, namazının başında yaptığı
nakledilen şu duadır: "
“Cibril’in, Mikail’in ve İsrafil’in Rabbi,
gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi ve açığı bilen Allah’ım! Sen kullarının
arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm verecek olansın. Hakkında
anlaşmazlığa düştükleri gerçekler ile ilgili olarak izninle sen beni doğru yola
ilet. Çünkü şüphesiz ki sen dilediğini dosdoğru yola iletensin."[100]
Böylelikle o, Rabbine Cebrail, Mikail ve İsrafil’in
Rabbi oluşunu belirterek dua etmiş ve hak ile ilgili olarak hakkında ihtilaf
edilen hususlarda izniyle kendisini doğru yola iletmesini dilemiştir.
Çünkü kalplerin hayatı hidayet iledir. Yüce
Allah da bu üç meleği hayat ile ilgili olarak görevlendirmiştir. Cebrail
kalplerin hayat bulmasına sebeb teşkil eden vahiy ile görevli melektir. Mikail
ise bedenlerin ve diğer canlıların hayat bulmasına sebeb teşkil eden yağmur ile
görevli olan melektir. İsrafil ise alemin hayat bulmasına, ruhların tekrar
bedenlerine dönmesine sebeb teşkil eden Sûr’a üfürmekle görevli olan melektir.
Hayat ile görevli bu pek yüce ruhlara rububiyyet ettiğini dile getirerek dua
etmesinin arzu edilen şeyin elde edilmesinde pek büyük bir tesiri vardır. Yardım
Allah’tandır.
"Cennette
Allah’ın görülmesini herhangi bir vehim ile kabul eden yahut belli bir anlayışa
göre te’vil edenlerin ru’yetullaha imanları sahih olamaz. Zira ru’yetullah’ın
da, rububiyete izafe edilen herbir hususun da, asıl te’vili, te’vili terketmek,
teslim yoluna bağlanmaktır. Müslümanların dini de bu yol üzeredir.."
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin- bu sözleriyle Mutezile’nin ve ru’yetullah’ı reddeden görüşlerini
kabul edenlerin, aynı şekilde Yüce Allah’ı yarattıklarından birisine
benzetenlerin (Müşebbihe’nin) görüşlerinin merdud olduğuna işaret etmektedir.
Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Sizler
ondördündeki ay’ı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksinizdir."[101]
Burada görüldüğü gibi benzetme görülene değildir. Benzetme görme ile ilgilidir.
Bu da ru’yetin gerçekleşmesinin kastedildiği ve bunun tahakkuk edeceği
hususunda konu ile ilgili ihtimalleri bertaraf etmek noktasında gayet açık bir
ifadedir. Bundan daha ileri bir ifade ve açıklama olabilir mi?
Eğer böyle bir nass’ın te’viline kalkışılacak
olursa, nass’ın delil olarak kullanılması nasıl mümkün olabilir? Bu nass’ın:
Sizler ayın ondördünde ay’ı bildiğiniz gibi Rabbinizi de bileceksiniz, anlamına
gelme ihtimali olabilir mi?
Bu yanlış tevile de Yüce Allah’ın: "Rabbinin Fil sahiplerine ne ettiğini
görmedin mi?" (el-Fil, 105/1)
âyeti ile buna benzer "kalbî (manevi) fiiller" diye bilinen ve
"görmek" fiilinin kullanıldığı diğer fiiller delil gösterilerek;
böylece açıklanamaz mı?
Şüphesiz ki "görmek" bazen basar (göz)
ile bazen de kalp ile olur. Kimi zaman da rüyada görmek ve buna benzer şekillerle
gerçekleşir. Ancak kullanılan ifadelerde bir manayı diğerlerinden ayırarak öne
çıkartan bir takım karineler de mutlaka bulunur. Aksi takdirde konuşan kimsenin
sözlerinde anlamlardan herhangi birisini ön plana çıkartacak bir karine
bulunmayacak olursa, o vakit o ifade mücmel ve bilmece halini alır. Beyan edici
ve açıklayıcı olmaz. Hz. Peygamber’in: "Önünde bulut bulunmayan öğle
vaktindeki güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz"[102]
ifadesindeki karine ve beyandan daha ilerisi olabilir mi? Acaba bu gibi
ifadelerdeki görmek, gözle görmekle mi alakalıdır, yoksa kalp ile görmekle mi
alakalıdır? Böyle bir husus Yüce Allah’ın, kalbine körlük verdiği kimseler dışındakilere
hiç gizli, saklı kalır mı?
Bizi bu te’vile mecbur kılan aklın Yüce Allah’ın
görülmesinin imkansız olduğunu kabul etmesi, O’nun görülmesinin düşünülemeyeceği
şeklindeki hükmü dür, denilecek olurlarsa cevabımız şudur:
Bu sizin iddianızdır. Akıl sahibi kimselerin çoğunluğu
bu hususta size muhalefet etmektedirler. Aklen bunu imkansız kabul etmeyi
gerektiren hiçbir husus yoktur. Hatta akla bizatihi var olan fakat görülmesi
imkansız olduğu söylenen bir varlıktan söz edilecek olsa, akıl böyle bir şeyin
imkansız olduğuna hüküm verecektir.
"Cennette Allah’ın görülmesini herhangi bir
vehim olarak kabul eden..." yani Yüce Allah’ın şu sıfatta görüleceği
vehmine kapılarak bir çeşit teşbihi hatırlatan kanaate sahip olan, demektir. Bu
vehimden sonra eğer vehim sonucu sahip olduğu bu vasfı kabul edecek olursa, şüphesiz
bu kişi Müşebbihe’den olur. Eğer bu vehmi dolayısıyla görüleceğini kökten inkar
ederse, o takdirde bu ta’til edici bir inkârcı olur.
O bakımdan yapılması gereken yalnızca bu vehmi
(yanlış kanaati) bertaraf etmektir. Bu nefyi hak ve batıl olan herşeyi kuşatacak
şekilde umumileştirmemektir. O bakımdan batıl olan bir şeyi reddetmek maksadıyla
hakkı da, batıl’ı da reddetmeye kalkışmamalıdır. Aksine yapılması gereken batıl’ı
reddedip hakkı kabul etmek olmalıdır.
İşte: "Her kim nefiyden ve teşbihten
kendisini korumayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet ettiremez"
sözleriyle Tahâvî, bu hususa işaret etmiş bulunmaktadır.
İşte Mutezile’ye mensup bu kimseler bunu
(ru’yeti) nefyetmek ile Allah’ı tenzih ettiklerini iddia ediyorlar.
Hiç kemal sıfatlarının nefyedilmesiyle tenzih
olur mu? Şüphesiz ki ru’yetin nefyedilmesi bir kemal sıfatı değildir. Çünkü
olmayan bir şey görülmez. Kemal ancak ru’yetin isbat edilmesi (kabulü) iledir
ve gören kimsenin bu görme idrakinin kuşatıcı bir idrak olduğunu iddia
etmektir. Tıpkı ilimde olduğu gibi. Onun bilinmesinin nefyedilmesi kemal değildir.
Aksine kemal, ilmin isbatı ve ilimle O’nun kuşatılmasının nefyi ile söz konusu
olur. Yani Yüce Allah bilgi ile kuşatılamayacağı gibi görmekle de kuşatılamaz.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Yahut belli bir anlayışa göre te’vil
edenlerin..." ifadesi şu demektir: Yani bu kimse nass’ın zahirine ve
herbir Arab’ın ru’yetin manasından anladığına muhalif bir te’vilde bulunup
böyle bir anlayışa sahip olduğunu iddia edecek olursa... demektir.
Sonraki alimlerin ıstılahına göre
"te’vil" lafzın zahirinden başka bir manaya yorumlanması anlamında
kullanılmıştır. Böylelikle tahrif ediciler nass’lara musallat olmuşlar ve:
Bizler görüşümüze muhalif olan nass’ları te’vil ederiz, demişler ve tahrif’e
onu süslemek, kabul edilmesini sağlamak amacıyla da allı pullu göstermek maksadıyla
te’vil adını vermişlerdir. Yüce Allah ise batılı allayıp pullayanları yermiş ve
şöyle buyurmuştur: "Biz her
peygambere ins ve cin şeytanlarını böylece düşman kıldık. Onlardan kimi kimine
aldatmak için yaldızlı bir takım sözler fısıldarlar." (el-En’âm, 6/112)
Asıl muteber olan anlamlardır, lafızlar değildir.
Nitekim hakkın deliline karşı kendisiyle çıkılmış nice allanıp pullanmış ve
delil diye ileri sürülmüş pek çok batıl vardır.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin- buradaki ifadeleri daha önce geçen: "Bu hususa görüşlerimize
dayanarak te’vilde bulunup hevâlarımıza dayanarak vehimlerle girişmeyiz"
sözlerini andırmaktadır.
Daha sonra bu hususu: "Çünkü ru’yetin
te’vili ile rububiyetin anlamına izafe olunan herbir hususun te’vili, te’vili
terk etmek, teslime sarılmaktır. Müslümanların dini de bu yol üzeredir"
sözleriyle pekiştirmektedir.
Maksadı ise gerçekte tahrif olan ve te’vil adını
verdikleri türden te’vili terketmektir. Ama Tahâvî Yüce Allah’ın: buyruğunda
emretmiş olduğu gibi edepli bir yol tutup, en güzel yol ile mücadelesini
sürdürmüştür."Ve onlarla en güzel
yol hangisi ise onunla mücadele et." (en-Nahl, 16/125)
Yoksa onun maksadı kendisine te’vil denilen
herbir şeyi terketmek olmadığı gibi, Kitap ve sünnetteki tercihi gerektiren bir
delil dolayısıyla bir takım kimselerin hatırı için zahir olarak anlaşılan
gerçeklerden herhangi birisini terketmek te değildir. Kitap ve sünnetin yanlışlığına
delil teşkil ettiği selef’in mezhebine aykırı bid’at olarak ortaya çıkmış fasit
te’villeri ve Yüce Allah hakkında bilgiye dayanmaksızın söz söylemeyi terki
kastetmektedir.
İşte fasit te’villerden birisi de ru’yetullah’ın
delillerini, Allah’ın yüceliğinin delillerini te’vil etmektir. Onun Musa -Sallallahu aleyhi vesellem- ile özel
bir şekilde konuşmadığını İbrahim’i halil edinmediğini ileri sürmektir.
Daha sonra "te’vil" lafzı asıl manası
dışında kullanılır olmuştur.
Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinde te’vil,
sözün sonuçta ulaştığı hakikat demektir. Buna göre haberin te’vili, haber
olarak verilen şeyin kendisi demektir. İşin te’vili de emrolunan fiilin kendisi
demektir. Nitekim Âişe -Radıyallahu anh-
şöyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- rukûunda şöyle derdi: “Allah’ım, Rabbimiz Seni tesbih eder
ve Sana hamdederiz. Allah’ım bana mağfiret buyur." O bu sözleriyle Kur’ân’ı
te’vil ediyordu.[103]
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlar zamanı gelince bildirdiklerinin
gerçekleşmesinden (te’vilinden) başkasını mı bekliyorlar? Onun bildirdiklerinin
çıkacağı (te’vilinin gerçekleşeceği) günde evvelce onu unutanlar: Gerçekten de
Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişlerdi... derler." (el-A’raf, 7/53)
Rüyanın te’vil edilmesi (yorumlanması), amelin
te’vil edilmesi de buradan gelmektedir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Babacığım, işte bu önceleri
gördüğüm rüyanın te’vilidir (gerçekleşmesidir.)" (Yusuf, 12/100); "Bu hem
daha hayırlı, hem de te’vil (sonuç) itibariyle daha güzeldir." (en-Nisa, 4/59); "Dayanamadığın şeylerin te’vilini sana haber
vereyim" buyruğundan itibaren: "İşte senin dayanamadığın şeylerin te’vili (iç yüzü) budur."
(el-Kehf, 18/78, 82)
Böyle bir te’vilin söz konusu olduğunu ve bunun
ile alakalı emir ve nehiylerin bilindiğini kim inkar edebilir?
Allah ve ahiret günü hakkında haber vermek gibi
haber türünden olan hususlara gelince; bunun hakikati demek olan te’vili
bilinemeyebilir. Çünkü bunlar mücerred haber vermekle bilinmeyen şeylerdir.
Zira haber veren kimse eğer haber verilen hususu tasavvur edememişse yahut
bundan önce bunu bilmiyor ise hakikati demek olan te’vilini mücerred haber
vermekle bilemez. İşte Yüce Allah’tan başka kimsenin bilmediği te’vil budur.
Ancak böyle bir te’vilin söz konusu olamayacağını söylemek muhataba kavratma
kastı güdülen mananın da bilinemeyeceğini söylemeyi gerektirmez.
Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde iyiden iyiye düşünülmesini
Allah’ın emretmemiş olduğu hiçbir âyet yoktur. Kendisiyle neyin kastedildiğini
bilinmesini sevmediği hiçbir âyet indirmemiştir. Her ne kadar onun te’vilinin
bir bölümü ancak Yüce Allah tarafından bilinebiliyor ise de bu böyledir. İşte
Kitap, sünnet ve selef’in sözlerinde te’vilin anlamı budur. Bu te’vil ister
zahire uygun olsun, ister olmasın farketmez.
İbn Cerir ve benzeri bir çok müfessire göre
te’vil’den kasıt, sözün açıklanması ve beyan edilmesi demektir. Bu ister
ifadenin zahirine uygun olsun, ister olmasın farketmez. Bu da bilinen bir
terimdir. Bu te’vil de tefsir gibidir. Doğru olanı övülmeye değer, batıl olanı
da reddedilmelidir.
Yüce Allah’ın: "Halbuki onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşmiş
olanlar ise..." (Al-i İmran,
3/7) âyetinde iki kıraat şekli vardır. Bir kıraate göre;: “Allah’tan başka"
lafzı üzerinde vakıf (durak) yapılır. Bir diğer kıraate göre ise burada vakıf
yapılmaz. Her iki kıraat te doğrudur.
Birinci kıraat şekline göre Yüce Allah’ın
te’vilinin ilmini yalnız kendisine tahsis ettiği ve özü itibariyle müteşâbih
olanlar kastedilir. İkincisi ise ilimde derinleşmiş olanların tefsirini
bildikleri izafî (göreceli) müteşabih kastedilir. Buradaki tefsir’den kasıt da
te’vil ile aynı şeydir.
"Allah" lafzı üzerinde durak yapanların
maksadı te’vilin, manayı açıklamak şeklindeki tefsir anlamını kastetmezler.
Çünkü bu takdirde Yüce Allah’ın, Rasûlü üzerine bütün ümmetin de, rasûlün de
manasını bilemediği bir söz indirmiş olması anlamına gelir. O takdirde ilimde
derinleşmiş olanların da; "Biz ona
inandık, hepsi Rabbimiz nezdindendir" (Al-i İmran, 3/7) demenin ötesinde anlamı ile ilgili herhangi bir
pay sahibi olmaları söz konusu olmaz. Bu kadarcık bir sözü ise ilimde derinleşmiş
olmayan mü’minler de söyler. İlimde derinleşmiş olanların bu hususta diğer
mü’minlerin avamından ayrıcalıklarının olması gerekir.
Nitekim İbn Abbas -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Ben te’vilini bilen ilimde
derinleşmiş olanlardan birisiyim. Gerçekten de doğru söylemiştir. Çünkü
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
onun için şöyle dua etmiştir: "Allah’ım, onu dinde fakih kıl ve ona
te’vili öğret."[104]
Bunu Buharî ve başkaları rivayet etmişlerdir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in duası ise asla reddolunmaz.[105]
Mücahid dedi ki: Mushaf’ı başından sonuna kadar İbn
Abbas’a arzettim. Her âyette onu durduruyor ve onun hakkında ona soru
soruyordum.[106]
Kur’ân-ı Kerîm’in tamamının manaları ile ilgili
açıklamalarda bulunup, söz söylediğine dair ondan gelen nakiller mütevatir
derecesine ulaşmıştır. O herhangi bir âyet hakkında: Bu, Yüce Allah’tan başka
hiçbir kimsenin te’vilini bilemediği müteşabih türündendir, dememiştir.
Usul’de mezhep alimlerimizin: Müteşabih
surelerin baş taraflarında bulunan mukatta’ harflerdir, şeklindeki sözlerine
gelince -bu görüş İbn Abbas’tan da rivayet edilmektedir- bu harflerin anlamı
hakkında çoğu kimseler söz söylemiş bulunmaktadır. Eğer bunların manaları
biliniyor ise o takdirde müteşabih’in manası bilinmiş demektir. Eğer bilinmiyor
ise işte müteşabih denilen buyruklar bunlardır, bunların dışında kalanlar ise
manası bilinen buyruklardır, anlatılmak istenen işte budur.
Aynı şekilde Yüce Allah’ın: "Ondan bir kısım âyetler muhkem’dir. Bunlar
Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir." (Al-i İmran, 3/7) diye buyurmaktadır.
Buradaki harfler ise mushaf’ın âyetlerini
sayanların çoğunluğuna göre âyet değildirler.
Fukahâ ve mütekellim’in müteahhir olanlarının açıklamalarına
göre te’vil ise gerektirici herhangi bir delâlet dolayısı ile tercihe değer
olan bir ihtimali bırakıp, ikinci derecede tercih edilebilecek bir ihtimale
göre lafzı yorumlamak demektir.
İşte gerek haber kipi ile gerek talep uslubu ile
varid olmuş bir çok ifade hakkında insanların anlaşmazlığa düştükleri te’vil şekli
budur. Bu tür te’villerin sahih olanları ise Kitap ve sünnetin nass’larının
delalet ettiğidir. Bunlara aykırı olan te’vil fasit te’vildir.
Bu tür açıklamalar, ilgili yerlerinde genişçe
yapılmıştır. et-Tabsira adlı eserde belirtildiğine göre Nusayr b. Yahya
el-Belhî, Ömer b. İsmail b. Hammad b. Ebi Hanife’den, o Muhammed b.
el-Hasen’den -Allah’ın rahmeti üzerlerine
olsun- rivayet ettiğine göre; kendisine Yüce Allah’ın sıfatlarını söz
konusu edip te zahiri itibariyle teşbihe götüren âyet ve haberler hakkında soru
sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: Biz bunları geldiği şekilde alırız,
onlara iman ederiz ve bu nasıl, bu da nasıl olur demeyiz.
Ayrıca şunun da bilinmesi gerekir: Küfrü
gerektiren fasit mana ne nass’ın zahirinden anlaşılandır, ne de nass’ın
muktezasıdır. Nass’tan bunu anlayan kimsenin bu anlayışına sebeb ise kavrayışındaki
bir kusur ve bilgisinin eksikliğidir.
İnsanların bazılarının söyledikleri sözlerin
anlaşılıp, aktarılmasıyla ilgili olarak: "Nice doğru sözü ayıplayan kimse
vardır ki bunun asıl sebebi hastalıklı anlayıp kavramadır" denildiğine
göre; sözlerin en doğrusu ve en güzeli olan Yüce Allah’ın buyruklarının (yanlış
anlaşılması) hakkında ne denilebilir? Çünkü O’nun bu Kitabı: "Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da
Hakim ve Habir olan Allah tarafından geniş geniş açıklanmış bir kitaptır."
(Hud, 11/1) Bu gibi yanlış
te’villerde bulunanların sözlerinin gerçek manası şudur: “Kur’an ve hadisin
zahirî ifadeleri küfür ve sapıklıktır. Onda inanılmaya elverişli yeterli bir açıklama
yoktur. Tevhid ve tenzih onlarda gereği kadar açıklanmamıştır.” İşte yanlış
te’villerde bulunanların ifadelerinin gerçek anlamı budur.
Hakikat şu ki: Kur’ân’ın delalet ettiği herbir şey,
hakkın kendisidir. Batıl olan bir şeye Kur’ân’ın delalet etmesi mümkün değildir.
Bu hususta tartışanlar ise mutlaka başka türlü yorumlanması gereken batıl’a
delalet ettiğini iddia etmektedirler.
Bunlara şöyle denilir: Sizin açtığınız bu kapı
ile ve bu yolla eğer size gerçek anlamıyla ve pek az alanlarda mü’min kardeşlerinize
karşı zafer kazanacağınız iddiasında iseniz şunu biliniz ki; çeşitli müşrik ve
bid’atçiler önünde de asla kapatamayacağınız ve aleyhinize sonuç verecek bir
kapı açmış oluyorsunuz.
Çünkü sizler şer’î herhangi bir delil olmaksızın
Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerinden anlaşılan delâleti başka cihetine yönlendirmeyi
ve başka türlü anlamayı uygun bir yol olarak seçerseniz, peki hangi nass’ın
te’vil edilmesinin uygun olacağı, hangisinin uygun olmayacağı hususunu tesbitte
kullanılacak ölçü ne olacaktır?
Şâyet: Aklî delilin kat’î bir şekilde imkansız
olduğuna delalet ettiği şeyi te’vil ederiz. Aksi takdirde kabul ederiz; diyecek
olursanız size şöyle denilir: Aklî bakımdan kat’î olanı hangi akıl ile tartacağız?
Şüphesiz ki Karmatî ve Batınî olan bir kimse kat’î delillerin şeriatın
zahirinden anlaşılan hükümlerin batıl olduğuna delalet ettiğini iddia eder.
Filozof kendisine göre kat’î delillerin,
cesetlerin öldükten sonra diriltilmesinin batıl olduğuna delalet ettiğini iddia
etmektedir.
Mutezile’ye mensup bir kimse kat’î delillerin
Yüce Allah’ın görülmesinin imkansız olduğunu ortaya koyduğunu iddia ederken aynı
zamanda Yüce Allah’ın zatı ile ilim, kelam ya da rahmetin kaim olmasının imkansız
olduğunu da ileri sürmektedir...
Kısacası sahipleri tarafından aklî delillerin
gerektirdiği te’viller olarak ileri sürdükleri te’vil çeşitleri burada sayılamayacak
kadar pek çoktur.
O vakit iki büyük sakınca da kaçınılmaz olur:
1- Böyle bir şeyin aklen
mümkün olup olmadığı hususunda enine boyuna oldukça uzun ve etraflı araştırmalar
yapmadan önce Kitap ve Sünnetin anlamlarından hiçbir şeyi kabul etmeyeceğiz.
Kitap hakkında anlaşmazlığa düşmüş herbir kesim de aklın kabul ettiği
kanaatlere delâlet ettiğini iddia etmekte ve sonunda iş şaşkınlığa varmaktadır.
2- Artık kalpler Rasûlün
verdiği haberlerinde hiçbir şeyi katiyetle kabul etmez bir hal alır. Çünkü
maksadın zahir’den anlaşılan olduğuna güvenilmez. Te’viller ise birbiriyle çatışıp
durmaktadır. O bakımdan Kitap ve Sünnetin Allah’ın kullarına haber verdiği
hususlara delalet ve irşad etme özelliğinden uzaklaştırılması gerekir. Halbuki
peygamberin özelliği ise haber vermektir. Kur’ân ise en büyük haberdir
(en-Nebeu’l-Aziym’dir.) Bundan dolayı te’vilcilerin Kitap ve Sünnetin nass’larını
dayanak almak için değil, görüşlerini desteklemek için zikrettiklerini
görüyoruz. Şâyet aklın kendisine delâlet ettiğini iddia ettikleri hususa uygun
düşerse bu nassları kabul ederler, eğer muhalif olursa ona göre te’vil ederler.
Bu ise zındıklık ve ahkamdan sıyrılıp kurtulmanın kapısını açmaktır. Yüce
Allah’tan esenlik dileriz.
"(Sıfatları)n
Nefy etmekten ve teşbihten sakınmayan bir kimsenin ayağı kayar ve tenzihi
isabet ettiremez."
Nefy ve teşbih kalp hastalıklarındandır. Çünkü kalbî hastalıklar iki
türdür. Şüphe hastalığı ve şehvet (arzu) hastalığı. Her ikisi de Kur’ân-ı
Kerîm’de söz konusu edilmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Edalı ve yumuşak söylemeyin. O
takdirde kalbinde hastalık bulunan kimse umutlanır." (el-Ahzab, 33/32) Bu şehvet hastalığıdır.
Bir başka yerde Yüce Allah: "Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırdı."
(el-Bakara, 2/10) diye buyurmaktadır.
Bir başka yerde de: "Kalplerinde
hastalık bulunanlara gelince, onların murdarlıklarına murdarlık katıp arttırdı."
(et-Tevbe, 9/125) Bu da şüphe hastalığıdır
ve şehvet hastalığından daha aşağılatıcıdır, Çünkü şehvet hastalığının şehvetinin
gereğini yerine getirmekle şifa bulacağı umulabilir. Şüphe hastalığının ise -eğer
Yüce Allah o kimseye rahmetiyle yetişmeyecek olursa-şifası yoktur.
Sıfatlar ile ilgili meseledeki şüphe hastalığı
ise sıfatların nefyedilmesi ve teşbihidir. Nefy şüphesi de teşbih şüphesinden
daha aşağlılık bir şüphedir. Çünkü nefy şüphesi hem Rasûlün getirdiklerini
yalanlamak, hem de reddetmektir. Teşbih şüphesi ise Allah Rasûlünün
getirdiklerinde aşırıya gidip, haddi aşmaktır. Yüce Allah’ın yaratıklarına
benzetilmesi ise bir küfürdür, çünkü O: "O’nun
gibi hiçbir şey yoktur" (eş-Şûrâ,
42/11) diye buyurmaktadır. Sıfatların nefyedilmesi de küfürdür, zira Yüce
Allah: "O herşeyi işitendir, herşeyi
görendir" (eş-Şura, 42/11)
diye buyurmaktadır.
Bu teşbih’in iki çeşidinden birisidir, çünkü teşbih
iki türlüdür. Birisi yaratıcıyı yaratılmışa benzetmektir. İşte kelam’cıların
reddetmek ve iptal etmek (çürütmek) için çalışıp durdukları teşbih budur. İnsanlar
arasında bu teşbih’e yönelenler ikinci tür teşbih’te bulunanlara göre daha azdır.
İkincileri ise yaratılmışı yaratana benzetirler.
Mesih’e ibadet edenler, Uzeyr’e, güneşe, ay’a, putlara, meleklere, ateşe, suya,
buzağıya, kabirlere, cinlere ve buna benzer sair varlıklara ibadet edenler, hep
bu kabildendir. İşte peygamberlerin kendilerine gönderildiği ve kendilerini
Allah’a hiçbir şey ortak koşmaksızın bir ve tek olarak ibadet etmeye davet
ettikleri kimseler bunlardır.
"Şüphesiz
ki Yüce ve Celil olan Rabbimiz vahdaniyet sıfatları ile mevsuftur. Bir ve tek olmak
vasıflarına sahiptir. Yaratıklar arasında O’nun (sıfatlarındaki manaya sahip)
gibi hiçbir kimse yoktur."
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin-, Yüce Rabbin tenzih’inin kendi zatını olumlu ya da
olumsuz olarak vasfettiği şekilde bilmekle gerçekleşeceğine işaret etmektedir.
Onun buradaki ifadeleri İhlas suresinin manasından alınmıştır.
"Vahdaniyet sıfatları ile mevsuftur"
sözleri Yüce Allah’ın: "De ki: O
Allah’tır, bir ve tek’tir" buyruğundan alınmıştır.
"Bir ve tek olmanın vasıflarına
sahiptir" sözleri ise Yüce Allah’ın: "Allah
Samed’dir, doğurmamıştır, doğurulmamıştır" buyruğundan; "mahlukat arasından hiçbir kimse O’nun
gibi değildir" sözleri de Yüce Allah’ın: "Ve hiç kimse O’nun benzeri ve dengi değildir" buyruğundan
alınmıştır. Aynı zamanda bu ifadeler daha önce geçen sıfatların isbatı ve teşbih’in
nefyedilmesi ile ilgili ifadeleri de pekiştirmektedir.
Vasıf ve nât ise eş anlamlı iki kelimedir. (Tercümeden de anlaşıldığı gibi.)
Anlamlarının birbirlerine yakın olduğu da söylenmiştir. Buna göre vasıf zat
hakkında kullanılır, nât ise fiil hakkında kullanılır.
Vahdaniyet ile ferdaniyet de (bir ve tek olmak)
böyledir. Aralarında fark olduğu da söylenmiştir. Buna göre vahdaniyet zat
içindir, ferdaniyet de sıfatlar içindir.
O halde Yüce Allah zatında bir ve tek, sıfatlarında
da eşsizdir. Bu mana ise gerçektir, bu konuda hiçbir kimsenin tartışması
yoktur. Fakat kullanılan ifadelerde bir çeşit tekrar vardır. Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- akidesinde buna
benzer bir kaç yerde tekrarı vardır.
Yüce Allah’ın: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir." (eş-Şura, 42/11) buyruğu Yüce Allah’ın tenzihini ifade etmek bakımından,
O’nun: "Yaratıklar arasında O’na
benzer hiç bir kimse yoktur" ifadelerinden daha mükemmeldir.
"O, sınırlardan
ve nihaî noktalardan yüce ve münezzehtir. Erkân, organ ve araçlardan
münezzehtir. Altı cihet -sonradan yaratılmış diğer mahlukat gibi- O’nu ihata etmez."
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin- bu ifadelerini açıklamaya geçmeden önce bir mukaddimede
bulunmak istiyorum. O da şudur: Bu gibi lafızların kullanılması hususunda
insanların üç farklı görüşü vardır:
Bir kesim bunları kabul etmez. Bir başka kesim
kabul eder, bir diğeri ise konu ile ilgili etraflı açıklamalarda bulunur.
Bunlar ise selef’e tabi olanlardır. O bakımdan bu lafızları kullanan bunlarla
neyi kastettiğini açıklamadan benimsemediklerini, onlarla neyi nefyettiğini
belirtmeden nefyetmediklerini görüyoruz.
Çünkü müteahhirûn nezdinde bu lafızların terim
manalarında bir çeşit kapalılık ve müphemlik ortaya çıkmıştır. Diğer terimsel
lafızlarda olduğu gibi. Çünkü onların hepsi bu gibi terimleri lafzi manalarında
kullanmamaktadırlar.
Bu lafızları kabul etmeyenler bunlarla hakkı da
batılı da nefyedebilmekte ve bunları kabul edenlerden benimsemedikleri görüşleri
böylelikle nakletmektedirler.
Bu lafızları kabul edenlerin bazılarının
kastettiği anlam çerçevesinde ise selef’in görüşüne muhalif Kitabın ve mizan’ın
(sağlıklı ölçülerin) delil teşkil ettiği hususlara muhalif batıl bir anlama
sokabilmektedirler. Halbuki bu hususta ne Kitapta, ne de sünnet’te bunların
nefyedilmelerine de, isbat (kabul) edilmelerine dair de bir şey varid olmamıştır.
Bizim Allahu Teâla’yı, kendisinin ve Rasûlünün
nitelendirmediği vasıflar ile nefy ya da isbat (olumlu ya da olumsuz olarak
vasfetme) hakkımız yoktur. Çünkü bizler ancak tabî kimseleriz, bid’atçi
kimseler değiliz.
O halde bu hususta yani sıfatlar meselesinde
konunun iyice tetkik edilmesi gerekir. Allah ve Rasûlünün sabit olarak
belirttiklerini biz de kabul ederiz. Allah ve Rasûlünün nefyettiklerini biz de
nefyederiz. Nefy ve isbat hususunda nass ile varid olmuş lafızlara bağlı
kalarak, Allah ve Rasûlünün isbat ettiği lafız ve manaları biz de kabul ederiz,
onların nass’larının reddettikleri lafız ve manaları da reddederiz.
Nefyleri de, isbatları da varid olmamış lafızlara
gelince, bu lafızları kullananların maksadı incelenmeden mutlak olarak kullanılmazlar.
Eğer maksat doğru ise kabul edilir. Şu kadar var ki, bu maksatları nasslarda
varid olmuş lafızlarla ifadelendirmek ve gerek olmadıkça mücmel (kapalı) lafızlar
kullanma yoluna gitmemek gerekir.
Bu lafızlar kullanılacak olursa, onlarla beraber
maksadın ve gereğin ne olduğunu açıklayan karinelerle birlikte kullanılmalıdır.
Mesela eğer bu hitaplar kullanılmayacak olursa, maksadın tam anlamıyla ifade
edilememesi gibi bir durum söz konusu ise, bu gibi lafızları kullanma yoluna
gidilebilir.
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin- buradaki ifadeleriyle Müşebbihe’nin görüşlerini reddetmek
istemiştir. Şüphesiz ki Allah bir cisimdir, O’nun cüssesi ve organları vardır
ve buna benzer kanaatler ileri süren Davud el-Cevaribî ve benzerlerinin görüşlerini
reddetmektedir. Yüce Allah böylelerinin söylediklerinden alabildiğine yücedir.
Burada Tahâvî’nin nefy’den kastettiği mana, doğrudur.
Ancak ondan sonra gelen bir takım kimseler bu nefylerinin genel çerçevesine hak
ve batıl olan şeyleri de sokmuşlardır. Bundan dolayı bu hususun açıklanmaya
ihtiyacı vardır. Şöyle ki: Selef, insanların Yüce Allah’ın haddini (sınırını,
tanımını) bilemeyeceklerini ve O’nun sıfatlarından hiçbirisini aynı şekilde sınırlandıramayacaklarını
ittifakla kabul etmişlerdir.
Ebu Davud et-Tayalisî der ki: Süfyan, Şu’be,
Hammad b. Zeyd, Hammad b. Seleme, Şerik ve Ebu Avane ne bir had’den söz
ederler, ne benzetirler, ne temsil ederlerdi. Onlar hadisi rivayet ederler ve:
Nasıl? demezlerdi. Onlara soru sorulacak olursa, bu hususta bildikleri sağlam
rivayetlerle cevap verirlerdi. Nitekim ileride Tahavî’nin: "O mahlukatını
kendisini kuşatabilmekten yana aciz bırakmıştır" ifadeleri açıklanırken bu
husus bir daha ele alınacaktır.
Böylelikle onun maksadının şu olduğu anlaşılmaktadır:
Yüce Allah herhangi bir kimse tarafından sınırlarıyla kuşatılmaktan yüce ve
münezzehtir. Yoksa bu; O, mahlukatından ayrı değildir, onlardan ayrı bir varlık
ve onlardan farklı değildir, manasına kullanılmamıştır.
Rükünler, azalar ve araçlar gibi lafızlara
gelince, bunları kabul etmeyenler kat’î delillerle sabit bir takım sıfatları da
reddetmeye yol edinmektedirler, el ve yüz gibi. Ebu Hanife -Radıyallahu anh- "el-Fıkhu’l-Ekber" adlı eserinde şunları
söylemektedir: "Onun eli, yüzü ve nefsi vardır. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı
Kerîm’de el’den, yüz ve nefis’ten söz etmektedir. O halde bunlar O’nun
keyfiyetleri bilinmez olarak sıfatıdır. O’nun eli, kudreti ve nimeti demektir
denilmez. Çünkü o takdirde sıfat iptal edilmiş olur."
İmam (Ebu Hanife -Radıyallahu anh-)ın bu söyledikleri kat’î delillerle sabittir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu?" (Sad, 38/75); "Halbuki kıyamet gününde arz bütünü ile O’nun kabzasındadır. Gökler ise
O’nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır." (ez-Zümer, 39/67); "O’nun
yüzünden başka herşey helâk olacaktır." (el-Kasas, 28/88); "Celal
ve İkram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise kalıcıdır." (er-Rahman, 55/27)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen nefsimde olanı bilirsin ama Ben senin
nefsinde olanı bilemem." (el-Maide,
5/116); "Rabbiniz kendi nefsi
üzerine rahmeti yazdı." (el-En’âm,
6/54); "Ve seni kendi nefsim
için seçtim." (Tâhâ, 20/41);
"Allah size kendisinden sakınmanızı
emrediyor."
(Al-i İmran, 3/28)
Şefaat hadisi diye bilinen hadiste de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- insanların
Âdem’in yanına gideceklerini ve ona şunları söyleyeceklerini bildirmektedir:
"Ve Allah seni eliyle yarattı, meleklerine sana secde ettirdi ve sana herşeyin
isimlerini öğretti."[107]
El’den kasıt kudrettir, diyenlerin te’villeri doğru
değildir. Çünkü Yüce Allah’ın: "Ellerimle
yarattığım" (Sad, 38/75)
buyruğunun kudretimle yarattığım anlamına gelmesi doğru olamaz. Bu doğru kabul
edilecek olursa o takdirde İblis’in de: Beni
de aynı şekilde kudretinle yarattın. Bundan dolayı onun bana bir üstünlüğü söz
konusu değildir, diye cevap vermesi söz konusu olurdu. O bakımdan İblis, kâfir
olmasına rağmen Rabbini Cehmiye fırkasından daha iyi tanıyordu.
Onların: "Görmezler mi ki Biz onların faydasına kendi ellerimizle var ettiğimiz
davarlar yarattık. İşte kendileri bunlara sahiptirler." (Yasin, 36/71) buyruğunda lehlerine
delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü Yüce Allah burada "elleri" çoğul
zamirine izafe ettiğinden dolayı, çoğul olarak zikretmiştir ki lafzî olan iki
çoğul kelime arasında bir uyum olsun ve böylelikle bu mülkiyete ve azamete
delalet etsin. Burada tekil zamire izafe edilerek "iki elimle" diye
buyurulmadığı gibi, çoğul zamire eli izafe ederek "iki elimizle" şeklinde
de iki lafız da kullanılmamıştır. Buna göre Yüce Allah’ın: "Ellerimizle var ettiğimiz" ifadesi
Yüce Allah’ın: "İki elimle yarattığım"
buyruğunun bir benzeridir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de aziz ve celil olan Rabbi hakkında şöyle buyurmuştur:
"O’nun hicabı nurdur. Eğer O’nu açacak olursa, yüzünün parıltıları
mahlukatından gözünün ulaştığı herbir şeyi mutlaka yakardı."[108]
Bununla birlikte bu sıfatlar hakkında
"bunlar organlar, azalar, araçlar yahut rükünlerdir," denilmez. Çünkü
rükün mahiyetin bir parçasıdır. Yüce Allah ise bir ve tek’tir, samed’dir. Asla
parçalara ayrılmaz, O bundan yüce ve münezzehtir. Organlarda ise ayırma ve
parçalara bölme anlamı vardır. Yüce Allah bundan münezzehtir. Nitekim Yüce
Allah’ın: "Onlar Kur’ân’ı azalara
(parçalara) ayırdılar." (el-Hicr, 15/91) buyruğu da bu kabildendir.
Azalarda, onlar vasıtasıyla kazanmak ve
faydalanmak manası vardır. Araçlar da bu şekildedir, bir takım menfaatleri sağlamak
ve bir kısım zararları önlemek için onlardan yararlanılır. Bütün bu hususlar
ise Yüce Allah’tan uzaktır. Bundan dolayı Yüce Allah’ın sıfatları arasında
bunlardan hiç söz edilmez.
O halde şer’î lafızların manaları da doğrudur,
yanlış ihtimallerden uzaktır. Bundan dolayı Allah hakkında nefy ya da isbat
kastıyla kullanılacak şer’î lafızlardan uzaklaşmamak lazımdır. Böylelikle fasit
herhangi bir mana tesbit edilmesin, doğru herhangi bir mana da nefyedilmesin.
Bütün bu mücmel (açık ve net olmayan) lafızlar ise haklı olan tarafından da batıl
peşinde olan tarafından da kullanılabilecek durumdadır.
Cihet lafzı ile bazen var olan şey
kastedilebilir, bazen de olmayan bir şey kastedilebilir. Bilindiği gibi varlık
sadece yaratan ve yaratılandan ibarettir. Eğer "cihet" lafzı ile Yüce
Allah’tan başka bir varlık kastediliyor ise o takdirde bu bir mahluktur. Yüce
Allah’ı ise hiçbir şey kuşatamaz, yaratıklarından hiçbir şey O’nu kuşatamaz. O
bundan yücedir.
Eğer "cihet" ile olmayan bir şey
kastediliyor ve bu da alemin üstünde olarak kabul ediliyor ise şunu belirtelim
ki alemin dışında var olan sadece Yüce Allah’tır. Eğer: O bu itibarla bir
cihettedir, denilecek olursa bu maksat doğru olabilir. Yani O, alemin fevkındedir.
O bütün mahlukatın nihayetinde, bütün mahlukatın üstünde ve onlardan yücedir.
Allah’ın yücelerde oluşunu nefyetmek kastı ile
cihet lafzını kabul etmeyenler, delilleri arasında şunları zikrederler: Bütün
cihetler (yönler) yaratılmıştır, O ise yaratılmış olan bu yönlerden önce vardır.
O’nun bir cihette olduğunu söyleyen kimsenin o takdirde alemin bir parçasının
kadim olduğunu kabul etmesi de gerekir, yahut ta Yüce Allah’ın önceleri
cihetten müstağni iken, sonradan bir cihette bulunduğunu kabul etmesi gerekir.
Bu ve benzeri lafızlar ancak şunu ifade eder: O
mahlukatından hiçbir şeyin içinde değildir. Ona ister cihet adını verelim,
ister vermeyelim, elbetteki bu doğru bir kanaattir. Ancak cihet var olan bir şey
değildir, aksine itibari bir şeydir ve şüphesiz ki cihetlerin sonu yoktur.
Sonsuz olan bir şeyde var olmayan bir şey ise yok demektir.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Diğer mahlukat gibi altı yön (cihet) O’nu kuşatamaz"
sözü mahlukatından hiçbir şey O’nu kuşatamaz demektir ve anlamı itibariyle doğrudur,
gerçektir. Aksine O, herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstünde olandır. İşte
Tahâvî’nin kastettiği mana budur, çünkü ileride o şöyle diyecektir: "O
Yüce Allah herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir." İşte; "Diğer
yaratıklar gibi altı yön O’nu kuşatamaz" sözleri ile "O herşeyi kuşatandır
ve üstündedir" sözlerini bir arada ele alacak olursak, onun maksadının
Yüce Allah’ı hiçbir şeyin ihtiva edemediğini, hiçbir şeyin onu kuşatamadığını,
O’nun dışındaki yaratıklara benzemediğini, Yüce Allah’ın herşeyi kuşatan ve herşeyin
üstünde olduğunu kastettiği anlaşılır.
"Mi’rac
haktır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- İsra ile (geceleyin) yürütülmüştür.
Uyanıkken bedeni ile mi’rac’la semavata yükseltilmiştir. Daha sonra da yüce
Allah’ın dilediği Yüceliklere çıkartılmıştır. Allah, ona dilediği ikramlarda
bulunmuş ve vahyettiği şeyleri vahyetmiştir. "Kalp gördüğünü yalanlamadı"
(en-Necm, 53/11), dünyada da, âhirette de Yüce Allah’ın salât ve selâmı olsun
ona."
Mi’rac (yukarı doğru yükselmek) anlamındaki
"el-uruc"dan gelen ve kendisi ile yukarı doğru çıkılan alet anlamındadır.
Bu da merdiven ayarında bir şeydir, ancak onun nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu da
diğer gayb-i hususlar hükmündedir. Ona iman eder, keyfiyetini bilmek için ayrıca
uğraşmayız.
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin-: "Uyanıkken bedeniyle Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- İsra ile (geceleyin) yürütülmüştür."
diyerek İsra’ya işaret etmektedir.
İsra ile ilgili hadislerden anlaşılan sahih
kanaate göre isra uyanıkken ve beden ile gerçekleşmiştir. Mescid-i Haram’dan,
Mescid-i Aksa’ya kadar Cebrail -Aleyhisselam-ın
arkadaşlığı ile birlikte ve Burak’ın üzerinde binerek gerçekleşmiştir. Mescid-i
Aksa’da inmiş ve peygamberlere imam olarak namaz kıldırmış, Burak’ı mescidin
kapısının halkasına bağlamıştır. Onun Beytu Lahm’de inip, orada namaz kıldığı
söylenmiş ise de hiçbir şekilde ondan böyle bir rivayet sahih olarak gelmemiştir.
Daha sonra Beytu’l-Makdis’ten aynı gece dünya
semasına yükseltilmiştir. Cebrail ona kapının açılmasını istemiş ve ona kapı açılmıştır.
Orada insanların ilk atası Adem’i görmüş, ona selam vermiştir. Adem -Aleyhisselam- ona; hoşgeldin demiş, ve
selamını almış ve peygamberliğini ifade etmiştir.
Daha sonra ikinci semaya çıkartılmış, yine ona
kapının açılması istenmiştir. Orada da Zekeriya oğlu Yahya’yı ve Meryem oğlu İsa’yı
görmüş, onlarla karşılaşmış, onlara selam vermiş, onlar da onun selamını alarak
güzel bir şekilde onu karşılamış, peygamberliğini ifade etmişlerdir.
Daha sonra üçüncü semaya çıkartılmış, orada da
Yusuf -Aleyhisselam-ı görmüştür. Ona
selam vermiş, o da selamını almış, güzel bir şekilde karşılamış, peygamberliğini
ifade etmiştir.
Daha sonra dördüncü semaya yükseltilmiştir.
Orada İdris -Aleyhisselam-i görmüş,
ona selam vermiş ve onu güzel bir şekilde karşılayıp peygamberliğini dile
getirmiştir.
Arkasından beşinci semaya çıkartılmıştır. Orada
da İmran oğlu Harun’u görmüştür. Ona selam vermiştir. O da onu güzel bir şekilde
karşılayarak, peygamberliğini ifade etmiştir.
Daha sonra altıncı semaya yükseltilmiştir. Orada
da Musa -Aleyhisselam- ile karşılaşmıştır,
ona selam vermiş, o da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini dile
getirmiştir. Onun yanından ayrılıp gidince Musa -Aleyhisselam- ağlamıştır, ona ne diye ağladın diye sorulunca bu
sefer: Benden sonra peygamber olarak gönderilen bir kimsenin ümmetinden cennete
gireceklerin sayısı, benim ümmetimden oraya gireceklerin sayısından daha fazladır
diye ağlıyorum, diye cevap vermiştir.
Daha sonra yedinci semaya çıkartılmıştır. Orada
da İbrahim -Aleyhisselam- ile karşılaşmış
ve ona selam vermiştir. O da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini
dile getirmiştir.
Sonra Sidretu’l-Müntehâ’ya çıkartılmıştır. Daha
sonra da el-Beytu’l-Ma’mur ona yükseltilmiştir. Sonra da yüce ve isimleri
mukaddes, cebbar olan Allah’ın huzuruna çıkartılmıştır. O’nun huzuruna bir yayın
kirişlerinin bağlandığı noktalar kadar yahut daha da yakın olacak şekilde yakınlaşmıştır.[109]
Orada kuluna vahyettiklerini vahyetti. Ona elli
vakit namazı farz kıldı, geri döndü, Musa’nın yanına vardığında, ona: Sana ne
emrolundu? dedi. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-: Elli namaz, deyince o: Senin ümmetin bunun altından
kalkamaz. Rabbinin huzuruna dön ve O’ndan ümmetinin yükünü hafifletmesini dile,
dedi. Bu hususta Cebrail -Aleyhisselam-ın
fikrini almak istercesine Cebrail’e dönüp baktığında, dilersen böyle yap diye işarette
bulundu.
Bunun üzerine Cebrail, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-i yüce ve
mübarek olan Allah’ın huzuruna -O yerinde iken- çıkarttı. -Buharî’nin
Sahih’indeki ve bazı rivayet yollarındaki lafız bu şekildedir.- Bunun üzerine
Yüce Allah üzerinden on vakti kaldırdı. Tekrar indi ve Musa’nın yanından geçti,
durumu ona haber verdi. Yine ona: Rabbine geri dön, O’ndan yükünü
hafifletmesini dile, dedi.
Bu şekilde Musa -Aleyhisselam- ile yüce ve mübarek olan Allah arasında gidip geldi
ve sonunda bu elli vakit beş vakte indi. Musa ona tekrar Rabbine geri dönüp
yükünün hafifletilmesini dilemesini istediği halde, o: Artık Rabbimden haya
etmeye başladım. Bunun yerine razı oluyor ve teslim oluyorum, dedi.
Bu sefer bir münadi’nin şöyle seslendiği işitildi:
Ben farzımı aynen emrettim ve kullarımın yükünü de hafiflettim.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in aziz ve celil olan Rabbini baş gözü ile görüp görmediği hususunda
ashab’ın farklı görüşlerinden, doğru olanın onu kalbiyle gördüğü, baş gözü ile
görmediği olduğuna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah’ın: "Gözüyle gördüğünü kalp yalanlamadı." (en-Necm, 53/11); "Andolsun ki onu diğer bir inişte de görmüştü." (en-Necm, 53/13) buyruklarına gelince,
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den
sahih olarak gelen rivayete göre; burada görüldüğünden söz edilen kişinin
Cebrail olduğu bildirilmektedir. Onu iki sefer yaratılmış olduğu aslî suretinde
görmüş bulunmaktadır.
İsra’nın uyanıklık halinde ve beden ile birlikte
olduğunun delillerinden birisi de Yüce Allah’ın: "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız
Mescid-i Aksa’ya götüren (Allah) münezzehtir." (el-İsra, 17/1) buyruğudur. Nasıl ki insan beden ve ruhun toplamını
ifade ediyorsa, kul da beden ve ruh’un toplamından ibarettir. İfadenin mutlak
olarak kullanılması halinde bilinen anlamı budur. Doğrusu da budur, o halde İsra
da bu şekilde gerçekleşmiştir ve aklen bu imkansız bir şey değildir.
Önce Beytu’l-Makdis’e, İsra’nın hikmeti nedir?
diye sorulacak olursa, cevabı şudur: -Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- Bu,
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in
mi’rac’a yükseldiği iddiasının doğruluğunun ortaya çıkması için olmuştur. Kureyş
ona (iddiasının doğruluğunu isbatlamak için) Beytu’l-Makdis’in sıfatlarının
neler olduğunu sormuştu. O da onlara sıfatlarını, niteliklerini anlatmış[110]
ve yolda gelmekte olan kervanlarının halini dahi onlara haber vermişti.[111]
Eğer onun semaya yükselişi doğrudan Mekke’den
olsaydı, bu husus gerçekleşmezdi. Zira onlara sema ile ilgili haber vermiş
olsaydı, buna muttalî olmalarına da imkan olmazdı. Halbuki onlar
Beytu’l-Makdis’i tanıyorlardı. Onlara da bunun niteliklerini haber vermişti.
Mi’rac hadisinde konu üzerinde iyice düşünen
kimsenin açıkça anlayacağı gibi değişik akımlardan Yüce Allah’ın uluvv
(yücelik) sıfatının sabit olduğuna delil bulunmaktadır. Başarı Allah’tandır.
"Yüce
Allah’ın ona ikram ve ümmetine de bir yardım olmak üzere lutfedeceği Havz da
haktır."
Havz’dan söz eden hadisler tevatür derecesine
ulaşır. Bu hadisleri otuz küsur sahabi -radıyallahu
anhuma- rivayet etmiştir. Hocamız İmadu’d-Din İbn Kesir -Allah onu rahmetine gark etsin- "el-Bidaye ve’n-Nihâye" adını
taşıyan[112] tarihe
dair büyük eserinin son taraflarında bu rivayetlerin bütün yollarını tesbit
etmiş bulunmaktadır.
Bu hadislerden birisini Buharî -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
rivayet etmektedir. Enes b. Malik -Radıyallahu
anh-dan rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Benim Havz’ımın ölçüleri Eyle ile
Yemen’deki San’a arası kadardır. Onda bulunan ibrik’lerin sayısı ise semadaki yıldızların
sayısı kadardır."[113]
Yine ondan gelen rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Ashab’ımdan bir takım insanlar Havz’ın etrafında yanıma
geleceklerdir. Ben onları tanıyacağım ama benden uzaklaştırılmış olacaklardır.
Bu sefer ben: Arkadaşlarım? diyeceğim, bana şöyle diyecek(ler): Senden sonra ne
gibi bid’at’ler ortaya çıkardıklarını bilmezsin."[114]
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
İmam Ahmed’in rivayetine göre de Enes b. Malik -Radıyallahu anh- şöyle demiştir.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
bir uykuya daldı, tebessüm ederek başını kaldırdı. Ya o kendilerine söyledi,
yahut onlar ona: Ne diye güldün? diye sormaları üzerine Rasûlullah şöyle
buyurdu: "Az önce bana bir sure indirildi." Sonra da: "Bismillahirrahmanirrahiym. Muhakkak Biz sana
Kevser’i verdik" suresini sonuna kadar okudu ve sonra şöyle buyurdu:
"el-Kevser’in ne olduğunu bilir misiniz?" Onlar: Allah ve Rasûlü daha
iyi bilir, dediler. Şöyle buyurdu: "O aziz ve celil olan Rabbimin bana
cennette vermiş olduğu bir nehirdir. Onun üzerinde pek çok hayırlar vardır. Kıyamet
gününde ümmetim o nehre geleceklerdir. Onun üzerindeki kaplar yıldızların sayısı
kadardır. Onlardan bir kul (ona yaklaşmaktan) alıkonulunca, ben şöyle diyeceğim:
Rabbim, o benim ümmetimdendir. Şöyle denilecek: Senden sonra ne bid’atler çıkardıklarını
bilemezsin."[115]
Bu hadisi Müslim de rivayet etmiş ve ondaki lafız
şöyledir: "O Rabbimin bana vaadettiği bir nehirdir. Üzerinde pekçok hayır
vardır. O kıyamet gününde ümmetimin kendisine gelecekleri bir havuzdur"
geri kalan bölümleri ise az önceki rivayet gibidir.
Bunun anlamı şudur: Bu Kevser’den Havz’a doğru
iki kanal bol bol su akıtmaktadır. Havz ise Sırat’tan önce Arasat’tadır. Çünkü
ondan ayrılmaktadır ve topukları arkasına gerisin geri dönmüş bir takım
kimseler ona yaklaştırılmayacaktır. Bu gibi kimseler ise Sırat’ı da
geçemeyeceklerdir.
Buharî ve Müslim, Cündeb b. Abdullah el-Becelî -Radıyallahu anh-dan böyle dediğini
rivayet etmektedirler: Ben Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "Ben sizden önce Havz’a
ulaşmış olacağım."[116]
Buharî’deki rivayete göre Sehl b. Sa’d el-Ensarî
-Radıyallahu anh- dedi ki: Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurdu: "Şüphesiz sizden önce Havz’a varmış olacağım, benim yanıma gelen
(ondan) içer. İçen ise ebediyyen bir daha susamaz. Benim yanıma hiç şüphesiz
kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de
gelecektir. Sonra benimle onların arasına engel konulacaktır." Ebu Hazim
dedi ki: Ben onlara bu hadisi anlatırken, en-Nu’man b. Ebi Ayyaş benim
sözlerimi işitince dedi ki: Sen bunu Sehl’den böylece mi dinledin, ben: Evet,
dedim. O da dedi ki: Ben de şahitlik ederim ki Ebu Said el-Hudrî’den bunu
dinledim ve o fazladan şunları da söylüyordu: " Bunun üzerine ben şöyle diyeceğim: Onlar benim
ümmetimdendirler. Bana: Senden sonra neleri (bid’at olarak) ihdas ettiklerini
bilmezsin denilecek, bu sefer ben: Benden sonra değişiklikler yapanlar, benden
uzak olsunlar, benden uzak olsunlar."[117]
Havz’ın niteliklerine dair varid olan
hadislerden çıkan sonuç şudur: O Havz, pek büyüktür. Orası çok şerefli bir su
kaynağıdır. Bunun suyu sütten daha beyaz, kardan daha soğuk, baldan daha tatlı,
kokusu miskten daha güzel olan Kevser ırmağından gelir. Bu Havz son derece geniştir,
eni ve boyu aynıdır. Her bir köşesi arasındaki mesafe bir aylıktır. Bazı
hadislerde de: "Ondan içildikçe o daha da artar ve genişler. O misk’ten
olan yumuşak toprak ve çakıllar arasından çıkar. Mücevherat rengi
bitirir."
Hiçbir şeyin acze düşürmediği yaratıcının şanı
ne yücedir!
Bazı hadislerde de varid olduğuna göre:
"Herbir peygamberin bir Havzı vardır. Peygamberimizin Havzı ise bunların
en büyüğü, en değerlisi ve gelip su içeceklerinin sayısı en fazla olanlarıdır."
Lütuf ve keremiyle Yüce Allah bizi onlardan kılsın.
"Haberlerde
de rivayet edildiği üzere onun, onlara (ümmetine) sakladığı şefaati de haktır."
Şefaat çeşitlidir. Bunların kimisi ümmet tarafından
ittifakla kabul edilmiştir. Kimisinde de Mutezile ve onlara benzer bid’at ehli
olanlar muhalefet etmişlerdir.
• Birinci
Türden Şefaat: Bu ilk şefaat olan büyük şefaattir. Peygamber ve rasûllerden
sair kardeşleri arasından bizim peygamberimize mahsustur. Allah’ın salat ve
selamı hepsine olsun.
Buharî ve Müslim’in Sahih’lerinde ve başka
eserlerde, çok sayıda sahabi’den -Allah
hepsinden razı olsun- şefaate dair hadisler gelmiş bulunmaktadır.
Bunlardan birisi Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayet
edilmektedir. Dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-e bir et getirildi. Bu etten ona kol kısmı verildi. O, kolu
severdi, ondan bir lokma koparıp aldı. Sonra şöyle buyurdu: Kıyamet gününde ben
insanların efendisiyim. Bunun niye böyle olduğunu biliyor musunuz? Allah
öncekileri ve sonrakileri bir düzlükte toplayıp bir araya getirecek. Davetçi
onların seslerini işitir, göz onlara nüfuz eder. Güneş oldukça yaklaşır,
insanlar güç yetiremeyecekleri ve kaldıramayacakları kadar gam, keder ve sıkıntı
duyarlar. İnsanlardan kimisi diğerine şöyle der: İçinde bulunduğunuz durumu
görmez misiniz? Neyle karşı karşıya olduğunuza bakmaz mısınız? Rabbinizin yanında
size şefaatçi olacak bir kimseyi ne diye arayıp bulmuyorsunuz?
İnsanların kimi diğerine: Babanız Âdem(e
gidiniz), diyecek. Bunun üzerine Adem’in yanına giderler. Ey Adem derler, sen
insanlığın atasısın. Allah seni eliyle yarattı, sana ruhundan üfledi. Meleklere
emir verdi, sana secde ettiler. Haydi Rabbinin huzurunda bize şefaat et. İçinde
bulunduğumuz durumu görmez misin? Nelerle karşı karşıya olduğumuza bakmaz mısın?
Adem der ki: Rabbim bugün bundan önce benzeri
görülmedik ve bundan sonra da asla benzeri görülmeyecek bir şekilde gazaplanmış
bulunuyor. O bana ağaca yaklaşmayı yasaklamıştı, bense emrine karşı geldim.
Nefsim, nefsim(i), nefsim(i kurtarayım bana yeter.) Benden başkasına gidiniz,
Nuh’a gidiniz. Bunun üzerine Nuh’a giderler ve: Ey Nuh derler. Sen Allah’ın
yeryüzü insanlarına gönderdiği ilk rasûlsün. Allah seni şükreden bir kul diye
adlandırdı. Rabbinin huzurunda bizim için şefaat et, içinde bulunduğumuz bu
durumu görmez misin? Ne hale geldiğimize bakmaz mısın?
Bunun üzerine Nuh -Aleyhisselam- şöyle diyecek: Bugün Rabbim öyle bir gazaplanmış ki,
ne bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne de bundan sonra böyle gazaplanacaktır.
Benim kabul edilecek bir duam vardı, onu da kavmime karşı beddua ederek kullandım.
Şimdi nefsim, nefsim, nefsim (kurtulsun yeter, diyorum.) Benden başkasına
gidiniz, İbrahim’e gidiniz.
Bunun üzerine İbrahim’e giderler ve şöyle
derler: Ey İbrahim, sen Allah’ın nebisi ve yeryüzü insanları arasından
Halilisin. İçinde bulunduğumuz bu durumu görmez misin? Sıkıntılarımızın ulaştığı
bu dereceye bakmaz mısın? Şöyle der: Bugün Rabbim öyle bir gazaplanmış ki ne
bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne de bundan sonra böyle gazaplanacaktır.
Sonra İbrahim -Aleyhisselam- söylediği
yalanları zikreder.[118]
Nefsimi, nefsimi, nefsimi (kurtarayım bana
yeter.) Haydi Musa’ya gidiniz.
Musa’ya giderler ve Ey Musa derler: Sen Allah’ın
Rasûlüsün, Allah seni risaletleriyle ve seninle konuşmasıyla diğer insanların
üstüne seçip çıkarmıştır. Rabbinin huzurunda bize şefaat eyle. İçinde bulunduğumuz
bu hali görmez misin? Sıkıntılarımızın ne dereceye ulaştığına bakmaz mısın?
Musa onlara şöyle der: Bugün Rabbim öyle bir
gazaplanmıştır ki ne bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne de bundan sonra böyle
gazaplanacaktır. Ben ise öldürmekle emrolunmadığım bir canı öldürdüm. Nefsimi,
nefsimi, nefsimi (kurtarayım yeter.) Benden başkasına gidiniz, İsa’ya gidiniz.
Bunun üzerine İsa’ya giderler. Ey İsa, derler:
Sen Allah’ın Rasûlü, Meryem’e ilka ettiği kelimesisin ve O’nun emrinden bir
ruh’sun. Dedi ki: O böyledir. Beşikte iken insanlar ile konuştun, Rabbinin
huzurunda bize şefaat eyle. İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin? Sıkıntılarımızın
ne derece olduğuna bakmaz mısın?
Bunun üzerine İsa onlara şöyle der: Şüphesiz
Rabbim bugün öyle bir gazaplanmıştır ki ne bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne
de bundan sonra böyle gazaplanacaktır. -Ve herhangi bir günahından söz
etmeyerek-: Benden başkasına gidiniz, Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e gidiniz, der.
Bunun üzerine bana gelirler ve: Ey Muhammed,
derler. Sen Allah’ın Rasûlüsün, peygamberlerin sonuncususun, Allah geçmiş ve
gelecek günahlarını sana bağışlamıştır. Rabbinin huzurunda bize şefaat eyle,
içinde bulunduğumuz hali görmez misin? Sıkıntılarımızın ne dereceye ulaştığına
bakmaz mısın?
Bunun üzerine kalkar, Arşın altına gelirim. Aziz
ve Celil Rabbimin huzuruna secdeye kapanırım. Sonra Yüce Allah, bana lutufta
bulunur ve benden önce hiçbir kimseye ilham etmediği türden O’na güzel övgüler
ve hamd-u sena’larda bulunmayı ilham eder. Bunun üzerine Ya Muhammed denilir,
başını kaldır, iste, o sana verilecek, şefaatta bulun şefaatin kabul olunacak.
Bunun üzerine: Rabbim, ümmetimi, ümmetimi isterim. Rabbim, ümmetimi ümmetimi
isterim. Rabbim, ümmetimi ümmetimi isterim, diyeceğim. Şöyle denilecek:
Ümmetinden aleyhine hesap bulunmayan kimseleri cennet kapılarından sağ kapıdan
girdir, ayrıca diğer kapılarda da onlar insanlarla ortak gireceklerdir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- sonra şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin
ederim ki cennet kapılarım her iki kanadı arasında Mekke ile Hecer yahut ta
Mekke ile Busra arası kadardır."
Bu hadisi bu manada Buharî ve Müslim rivayet
etmiştir. Lafız İmam Ahmed’indir.[119]
Çokça hayret edilecek bir husus var ki, o da şudur:
Hadis imamları bir çok rivayet yollarıyla bu hadisi kaydetmekle beraber -bu
husus Sur hadisinde varid olduğu gibi-[120]
Yüce Allah’ın insanlar arasında hüküm vermek üzere gelmesi için yapılan ilk şefaati
söz konusu etmezler. Çünkü burada maksat budur ve hadisin başının nakledilmesi
bunu gerektirir. İnsanlar Adem ve ondan sonraki diğer peygamberlerin şefaatlerini,
insanlar arasında hükmedilmesi ve bulundukları sıkıntılardan rahatlamaları için
isteyeceklerdir. Nitekim hadisin diğer rivayet yollarından açıkça anlaşılan da
budur. İşte onlar bu noktaya vardıktan sonra, ümmetin isyankarlarına şefaati ve
cehennem ateşinden çıkartılmalarını söz konusu ederler.
Selef’in hadisin sadece bu bölümünü nakletmekle
yetinmekten maksatları sanki cehenneme girdikten sonra herhangi bir kimsenin
oradan çıkartılacağını inkar eden Hariciler ile Mutezile’den onlara tabi olan
kimselerin görüşlerini reddetmek gibi görünmektedir. Bu sebebten dolayı onların
görüşlerini açıkça reddeden ifadeler taşıyan hadisin bu kadarlık bölümünü
zikretmekle yetinirler, böylelikle hadislere aykırı olan ve bid’at olarak benimsedikleri
görüşlerini de nass ile reddetmiş oluyorlar.
• İkinci
ve üçüncü tür şefaat Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in, hasenâtı ve seyyiâtı birbirine eşit kimseler hakkındaki
şefaatidir. Bunların cennete girmeleri için şefaat edecektir. Ayrıca cehenneme
götürülmeleri emrolunmuş bir takım kimseler hakkında da cehenneme girmemeleri
için şefaat edecektir.
• Dördüncü
tür şefaat Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in cennete giren kimselerin amellerinin mükâfatının
gerektirdiği derecelerden daha yukarıya çıkartılması hususundaki şefaatidir.
Mutezile sadece bu şefaati kabul etmekle (selef’e) muvafakat etmiş, bunun dışındaki
diğer konumlar hakkında -bu hususlardaki hadislerin mütevatir olmasına rağmen-
muhalefet etmişlerdir.
• Beşinci
tür şefaat ise bir takım kimselerin hesapsız olarak cennete girmeleri için
yapılacaktır. Bu tür şefaate Ükkaşe b. Mihsan’ın hadisinin delil gösterilmesi
uygundur. Çünkü Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- cennete hesapsız olarak girecek yetmişbin kişi arasına
kendisinin de girmesi için Rasûlullah’ın duasını istemişti. Hadis Buharî ile
Müslim’de rivayet edilmiştir.[121]
• Altıncı
tür şefaat azabı hakeden kimselerin azabının hafifletilmesi için olacaktır.
Amcası Ebu Talib’in azabının hafifletilmesi için şefaat etmesi gibi.[122]
Bu tür şefaati söz konusu ettikten sonra
Kurtubî, et-Tezkire adlı eserinde şunları söylemektedir: Şâyet Yüce Allah: "Şefaatçilerin şefaatleri onlara fayda
vermez." (el-Muddessir, 74/48)
diye buyurmuştur, denilecek olursa şöyle cevap verilir: Cehennemden çıkartılıp
cennete giren günahkâr muvahhidlere sağladığı fayda gibi, böylesine cehennem
ateşinden çıkmak şeklinde bir faydası dokunmayacaktır denilir.
• Yedinci
tür şefaat, önceden de geçtiği üzere bütün mü’minlere cennete girme izninin
verilmesi için yapacağı şefaattir. Müslim’in Sahih’inde, Enes -Radıyallahu anh-dan rivayete göre
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle buyurmuştur: "Ben cennetteki ilk şefaatçiyim."[123]
•
Sekizinci tür şefaati ümmeti arasından cehenneme girmiş bulunan, büyük
günah işlemiş kimselere yapacağı şefaattir. Bu şefaati sebebiyle onlar,
cehennem ateşinden çıkartılacaklardır. Bu tür şefaat ile ilgili hadisler
mütevatir olarak gelmiştir. Hariciler ile Mutezile ise bunu bilememişlerdir. O
bakımdan hadislerin sıhhatini bilmediklerinden ve bunu bilenlerinin de inat
edip, bid’atlerini sürdürmelerinden ötürü bu hususa muhalefet etmişlerdir.
Melekler, peygamberler ve mü’minler de onun gibi
bu şekilde şefaat edeceklerdir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- bu şefaati dört defa yapacaktır.
Bu türden rivayet edilmiş hadislerden birisi
Enes b. Malik -Radıyallahu anh-
yoluyla gelen hadis-i şerif’tir. O dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Şefaatim
ümmetim arasından büyük günah işlemiş kimselere olacaktır."[124]
Bu hadisi İmam Ahmed rivayet etmiştir.
Buharî de -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- kitabının "et-Tevhid" adlı bölümünde şu
rivayeti kaydetmektedir: Bize Süleyman b. Harb anlattı, bize Hammad b. Zeyd
anlattı. Bize Ma’bed b. Hilal el-Anezî anlattı, dedi ki: Basra halkından bir
kaç kişi bir araya geldik ve hep birlikte Enes b. Malik’in yanına gittik. Bizim
için şefaat hadisini sorsun diye beraberimizde Sabit el-Bünanî’yi de alıp
gittik. Onu evinde bulduk, kuşluk namazını kıldığını gördük. Yanına girmek
üzere izin istedik, o da bize izin verdi, döşeği üzerinde oturuyordu.
Biz Sabit’e: Şefaat hadisinden önce ona hiçbir şey
sorma, dedik. Dedi ki: Hamza’nın babası, bunlar senin Basra ahalisinden kardeşlerindir.
Sana şefaat hadisini sormaya geldiler. Dedi ki: Bize Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- anlattı
dedi ki: "Kıyamet gününde insanlar dalgalar gibi birbirlerinin arasına karışacaklardır.
Adem’in yanına varacaklar ve Rabbinin huzurunda bizim için şefaat et,
diyecekler. O: Ben bu işin ehli değilim, diyecek ama size İbrahim’i tavsiye
ederim. Çünkü o Rahman’ın halil’idir.
Bunun üzerine İbrahim’e gidecekler, o da: Ben bu
işin ehli değilim diyecek ama ben size Musa’yı tavsiye ederim, çünkü o
kelimullahtır.
Bunun üzerine Musa’ya gidecekler, o da: Ben bu işin
ehli değilim diyecek ama size İsa’yı tavsiye ederim, çünkü o Allah’ın ruhu ve
kelimesidir. Bu sefer İsa’ya gidecekler, o da ben bu işin ehli değilim diyecek
ama size Muhammed’i tavsiye ederim.
Bunun üzerine yanıma gelecekler ben de: İşte bu
işin ehli benim diyeceğim. Rabbimin huzuruna varmak üzere izin isteyeceğim,
bana izin verilecek. Şu anda hatırlayamadığım övücü sözlerle O’na hamdetmek
üzere bana ilham verecektir. Ben de bu övücü sözlerle O’na hamdedeceğim ve
huzurunda secdeye kapanacağım. Ey Muhammed, başını kaldır denilecek. Söyle
sözün dinlenecek, şefaat et şefaatin kabul edilecek, dile dilediğin sana
verilecek. Ben de şöyle diyeceğim: Rabbim ümmetimi (isterim) ümmetimi. Bunun
üzerine şöyle denilecek: Git, kalbinde arpa ağırlığı kadar iman namına bir şey
bulunan herkesi çıkart. Ben de gidip denileni yapacağım, sonra dönecek ve o
övücü sözlerle O’na hamdedeceğim, tekrar O’nun için secdeye kapanacağım. Ey
Muhammed, başını kaldır, denilecek, söyle sözün dinlenecek, şefaat et şefaatin
kabul olunacak, dile istediğin verilecek. Ben, Rabbim ümmetimi (isterim)
ümmetimi diyeceğim.
Bu sefer: Git, kalbinde zerre yahut ta bir
hardal tanesi ağırlığınca imandan eser bulunan herkesi çıkart! denilecek. Ben
de gidip denileni yapacağım, sonra tekrar geri dönüp Yüce Allah’a o övücü
sözlerle hamd-u sena’da bulunacağım. Sonra tekrar O’nun için secdeye kapanacağım.
Ey Muhammed, başını kaldır denilecek, söyle sözün dinlenecek, dile isteğin
verilecek, şefaat et şefaatin kabul olunacak. Ben: Rabbim ümmetimi (dilerim)
ümmetimi diyeceğim. Bu sefer bana şöyle diyecek: Git kalbinde iman namına
hardal tanesi ağırlığından daha, daha, daha küçük eser bulunan kimseleri bul ve
onları ateşten çıkart. Ben de gidip denileni yapacağım."
(Ma’bed devamla) dedi ki: Enes’in yanından çıkıp
gidince, bir de el-Hasen’e uğrasak dedim O, o sırada Ebu Halife’nin evinde saklı
bulunuyordu, gücü kuvveti yerindeydi. İşte ona gitsek de bize Enes b. Malik’in
naklettiği hadisi ona da nakletsek (dedim), onun yanına gittik. Ona selam
verdik. Yanına girmek üzere bize izin verdi. Ona Ey Ebu Said dedik, yanına
kardeşim Enes b. Malik’in yanından geldik. Biz şefaat hususunda bize naklettiği
hadisin bir benzerini görmedik. (Hasan-ı Basrî) Dedi ki: O neymiş deyince, biz
de ona hadisi naklettik ve buraya kadar geldik, ondan sonra: Devam edin, dedi.
Biz: Bize bundan fazlasını söylemedi, dedi ki: O gücü kuvveti yerindeyken bu
hadisi yirmi sene öncesinden önce bana nakletti. Bilemiyorum size neden
nakletmedi? Unuttuğundan mıdır? Yoksa sizin buna bel bağlayacağınızdan çekindiğinden
midir?
Biz de: Ey Ebu Said o zaman sen bize anlat,
dedik. Bunun üzerine güldü ve: İnsan çok aceleci yaratılmıştır dedi. Bunu size
hatırlatmamın sebebi size bunu nakletmek isteyişimden başkası değildir. Size
naklettiği şekilde hadisi bana da nakletti (sonra) dedi ki: "(Peygamber)
buyurdu ki: Sonra dördüncü defa geri dönerim, o öğücü sözlerle yine O’na hamd-u
sena’larda bulunurum. Sonra O’nun huzurunda secdeye varırım. Ey Muhammed, başını
kaldır denilecek, söyle sözün dinlenecek, dile isteğin verilecek, şefaat et şefaatin
kabul edilecek. Bunun üzerine şöyle diyeceğim: Rabbim la ilahe illallah diyen
kimseleri çıkartmam için bana izin ver. Şöyle buyuracak: İzzetim, celalim,
kibriyam ve azametim hakkı için ben oradan la ilahe illalah diyeni mutlaka çıkartacağım."[125]
Bu hadisi Müslim böylece rivayet etmiştir.
Sahih(i Müslim) de de Ebu Said el-Hudri -Radıyallahu anh- Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den şunu
rivayet etmektedir: "Yüce Allah buyuracak: Melekler, peygamberler,
mü’minler hep şefaat etti. Geriye merhametlilerin en merhametlisi(nin şefaati)
kaldı. Bunun üzerine ateşten bir avuç alır ve oradan hayır namına hiçbir şey işlememiş
bir topluluğu çıkartır."[126]
Şefaat hususunda insanların üç görüşü vardır:
Müşrikler, hristiyanlar ve şeyhler ve başkaları
hususunda aşırıya kaçmış olan bid’at’çiler ta’zim ettikleri kimselerin Allah
nezdindeki şefaatini dünyada bilinen şefaat gibi değerlendirirler.
Mutezile ve Harici’ler ise peygamberimizin ve başkalarının
büyük günah işlemiş kimseler hakkındaki şefaatini kabul etmezler.
Ehl-i sünnet ise Peygamberimiz -Sallallahu aleyhi vesellem-in büyük
günah işlemiş kimseler hakkındaki şefaatini de, başkalarının şefaatini de kabul
ederler. Fakat hiçbir kimse Allah kendisine izin vermedikçe ve onun için belil
bir sınırı tesbit etmedikçe şefaat edemeyecektir. Nitekim Sahih’te yer alan şefaat
hadisinde de böyle denilmektedir: "Onlar Adem’e, daha sonra Nuh’a, sonra İbrahim’e,
sonra Musa’ya, sonra İsa’ya giderler. İsa -Aleyhisselam-
da onlara şöyle diyecek: Muhammed’e gidiniz, çünkü o Allah’ın günahlarının
geçmişini de, geleceğini de kendisine bağışladığı bir kuldur. Bunun üzerine
bana gelecekler, ben de yola koyulup gideceğim. Rabbimi gördüğümde O’nun
huzurunda secdeye kapanacağım. O vakit şu anda güzelce ifade edemeyeceğim, bana
ilham edeceği övücü sözlerle Rabbime hamd edeceğim. Ey Muhammed başını kaldır
diyecek, söyle sözün dinlenecek, şefaat et şefaatın kabul olunacak. Bunun
üzerine, Rabbim ümmetimi (isterim) diyeceğim. Bana bir sınır çizilecek onları
cennete girdireceğim. Sonra tekrar gidip secdeye kapanacağım, yine bana bir sınır
tesbit edilecek..."[127]
Bunu üç defa zikretmektedir.
Dua esnasında dünyada Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-i ve başkalarını
şefaatçi kılmaya ve bu yolla dilekte bulunmaya gelince; bunun etraflı bir şekilde
ele alınması gerekir. Çünkü dua eden kimse bazen "peygamberinin hakkı"
yahut "filanın hakkı için" diyerek Allah’ın mahlukatından herhangi
bir kimseyi zikredip, Allah’a and vermektedir. Bu, iki açıdan sakıncalıdır:
1- Evvela bu Allah’tan başkasının
adı ile yemin etmektir.
2- İkinci olarak herhangi
bir kimsenin Allah’ın üzerinde hakkı bulunduğuna inanmaktadır.
Allah’tan başkası adına yemin caiz değildir.
Allah’ın kendisi üzerinde bir hak olarak tesbit etmiş olması hali dışında,
kimsenin de Allah üzerinde hiçbir hakkı yoktur. Yüce Allah’ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Mü’minlere yardım
etmek ise zaten üzerimize bir haktır." (er-Rûm, 30/47)
Yine Buharî ve Müslim’de sabit olduğu üzere
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in,
Muaz -Radıyallahu anh-a -terkisinde
bulunuyor iken- şöyle dediği sabit olmuştur: "Ey Muaz! Allah’ın kulları
üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun? Ben: Allah ve Rasûlü daha iyi
bilir dedim. Şöyle buyurdu: Onun kulları üzerindeki hakkı O’na ibadet etmeleri,
O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Peki onlar bunu yaptıkları takdirde,
kulların Allah’ın üzerindeki haklarının ne olduğunu biliyor musun? Ben, Allah
ve Rasûlü daha iyi bilir dedim. Şöyle buyurdu: O’nun üzerindeki hakları onlara
(O’na hiçbirşeyi ortak koşmayanlara) azab etmemektir."[128]
Bunlar Yüce Allah’ın eksiksiz kelimeleriyle ve
sadık olan vadi ile yerine getirmesi vacip olmuş haklardır. Yoksa kulun bizzat
kendisinin Allah üzerinde -mahlukun mahluk üzerinde olduğu şekilde- hiçbir hakkı
yoktur. Çünkü Yüce Allah, her türlü hayrı kullarına nimet olarak ihsan edendir.
Onlara va’di dolayısıyla kendilerine verilmesi gereken hakları ise, onlara azab
etmemektir ve azablandırmamaktır. Bu ise kendisi adına yemin edilmeye elverişli
olmayan bir husustur. Bundan dolayı da (bu hakkı ileri sürerek) O’ndan bir
istekte bulunulmaz, bu vesile edilemez. Çünkü ancak Yüce Allah’ın sebep olarak
tayin ettiği şey sebep olabilir.
Müsned’de yer alan Ebu Said -Radıyallahu anh-ın Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-den rivayet ettiği hadise gelince: Orada namaza yürüyerek
giden kimsenin: "Senden bu yürüyüşümün hakkı adına ve dilekte bulunanların
senin üzerindeki hakkı adına dilekte bulunuyorum."[129]
şeklinde söylediği sözlerine gelince, bu Allah’ın kendi zatına vacip kılmış
olduğu ve kendisine dua eden kimselerin kendi üzerindeki hakkını dile
getirmektedir. Dua eden ve istekte bulunanlara dualarını kabul etme hakkını
veren O’dur. İbadet edenlere mükafat elde etme hakkını veren O’dur. Şu
beyitlerin sahibi ne güzel söylemiş:
"Kulların O’nun üzerinde vacib (yerine
getirilmesi gereken) bir hakları yoktur,
Asla; ama hiçbir çaba da O’nun nezdinde boşa
gitmez.
Onlara azab edilirse, adaleti iledir yahut nimet
verilirse, lutfu iledir.
O Kerim’dir, lutfu bol olandır."
Şâyet dua eden kimsenin: "Dua edenlerin
üzerindeki hakkı için senden istiyorum." sözü ile "Peygamberinin hakkı"
ya da buna benzer ifadeler arasındaki fark nedir? diye sorulacak olursa cevap şudur:
Dua eden kimsenin: "Dua edenlerin senin
üzerindeki hakkı için..." sözünün manası şudur: Sen dua edenlerin, duasını
kabul edeceğini vaadetmiş bulunuyorsun. İşte ben de dua edenler arasındayım,
benim duamı kabul buyur. Halbuki "filanın hakkı için" denildiği
vakit, o filan kişinin her ne kadar Allah’ın sadık va’di gereğince Allah
üzerinde bir hakkı var ise de; bunun ile o dilekte bulunan kimsenin duasının
kabul edilmesi arasında herhangi bir ilişki yoktur. Şöyle denilmiş gibidir:
Filan kişi senin salih kullarından olduğu için benim de duamı kabul et. Bu iki şey
arasındaki ilişki nedir? Ve bunların birinin diğerini gerektirmesi neye
dayanarak söylenebilir? Bu hiç şüphesiz duada haddi aşmak türündendir. Yüce
Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize
yalvara yakara ve gizlice dua edin. Gerçek şu ki O, haddi aşanları
sevmez."
(el-A’raf, 7/55)
Bu ve benzeri dualar bid’at olarak ortaya çıkan
dua şekilleridir. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-den olsun, ashab-ı kiram’dan olsun, tabiîn’den olsun,
imamlardan herhangi birisinden olsun -Allah
hepsinden razı olsun- böyle bir dua şekli nakledilmiş değildir. Bu gibi
ifadeler cahillerin ve bir takım tarikatçıların yazdıkları muska ve hamayıllarda
bulunur.
Dua ise en faziletli ibadetlerdendir. İbadetlerin
esası ise sünnet ve peygambere tabi olmaktır, hevâ ve bid’atler değildir.
Şâyet kastı "falancanın hakkı" diye
Allah’a and vermek ise bu da sakıncalıdır. Çünkü mahluk’un adı ile mahluk’a and
vermek caiz değilken Halik’a karşı bu nasıl caiz olabilir? Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de:
"Her kim Allah’tan başkasının adıyla yemin ederse (Allah’a) ortak koşmuş
olur."[130] diye
buyurmaktadır.
Bundan dolayı Ebu Hanife ve arkadaşları (Ebu
Yusuf ile Muhammed) -Allah onlardan razı
olsun- şöyle demişlerdir: Dua eden bir kimsenin, filanın hakkı ile Sen’den
istiyorum, yahut peygamberlerinin ve rasûllerinin hakkı ile yahut Beyt-i Haram’ın,
Meş’ar-î Haram’ın hakkı ile istiyorum ve buna benzer ifadeleri duada kullanması
mekruhtur. Hatta Ebu Hanife ve Muhammed (Allah
ikisinden de razı olsun) bir kimsenin: Allah’ım ben Sen’den Arş’ının izzet
makamı hakkı için dilekte bulunuyorum, demesini dahi mekruh görmüşlerdir. Ebu
Yusuf ise bu hususta kendisine ulaşan rivayet sebebiyle bunu mekruh görmemiştir.
Bazen de; "filanın Sen’in nezdindeki makamı
hürmeti için" yahut ta: "Peygamberlerin, rasûllerin ve velilerinin
yüzü suyu hürmeti için" diye bir ifade kullanılır. Bundan kasıt ise filan
kişinin Sen’in yanında değeri, şerefi ve mevkiî vardır. Bundan ötürü de Sen
bizim duamızı kabul buyur, demektir. Ancak bu da sakıncalıdır. Çünkü eğer
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
hayatta olduğu sırada Ashab-ı Kiram’ın tevessülü bu şekilde olsaydı, elbetteki
ölümünden sonra da bunu yaparlardı. Ancak onlar peygamber hayatta iken, onun
duası ile tevessül ediyorlardı.[131]
Ondan kendilerine dua etmesini istiyorlardı, kendileri de onun duasına amin
diyorlardı.
Nitekim istiska (yağmur duası) ve diğerlerinde
bunu görüyoruz. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- vefatından sonra Ömer -Radıyallahu
anh- yağmur duasına çıktıkları sırada da şöylece dua etmişti: "Allah’ım
bizler kuraklıkla karşı karşıya kaldığımızda Peygamberimiz ile sana tevessül
ediyor, Sen de bize yağmur yağdırıyordun. Şimdi de peygamberimizin amcası vasıtası
ile sana tevessül ediyoruz."[132]
Bu ise biz onun duasıyla, onun şefaatiyle ve
onun dilemesi ile sana tevessül ediyoruz demektir. Yoksa onunla sana and
veriyoruz yahut onun Sen’in nezdindeki mevkiî dolayısıyla Sen’den diliyoruz,
demek değildir. Çünkü maksat bu olsaydı, elbetteki Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in mevkiî,
Abbas -Radıyallahu anh-ın mevkiînden
çok çok daha büyüktür.
Bazen dua edenler: Benim Rasûlüne tabi oluşum,
ona olan sevgim ve imanım için diğer peygamberlerinin, rasûllerinin hakkı için
ve onları tasdik ettiğim için... gibi ifadeler de kullanılabilir. Bunlar dua sırasında,
tevessül ve şefaat istemek üzere kullanılan ifadelerin en uygun olanlarıdır.
Çünkü bir şahıs ile tevessül ve onun aracılığı
ile yönelmek mücmel bir tutumdur. Bundan ötürü anlamını bilemiyenler hata etmişlerdir.
Şâyet bu sözlerle dua eden; şefaati umulan bir kimse olduğu için onu sebeb kılmak
maksadını güder ve bunu o hayatta iken yapar yahut dua eden kimse onu seven,
emrine itaat eden, ona uyan bir kimse olmakla birlikte; bu kişi de sevilmeye,
itaat edilmeye ve uyulmaya layık ise, o takdirde onun vesile kılınması ve şefaatinin
kabul edilmesi için dua ederken tevessülde bulunulursa yahut ta dua edenin o şahsı
sevmesi ve ona tabi olması ile tevessül olunursa; bu şekildeki dua ve
tevesüller meşrû’dur. Eğer bu sözlerden kasıt kimsenin adı ile and vermek ve
bizzat onun şahsıyla tevessülde bulunmak olursa, işte selef’in mekruh gördüğü
ve yapılmamasını istediği tevessül budur.
Aynı şekilde bir şey vasıtasıyla dilekte
bulunmakla da bazen onu -istenenin elde edilmesinde sebeb oluşu dolayısıyla-
sebeb olması kastı güdülebilir. Bazen de onun ile and verilmek istenebilir.
Dua’da birinci türden vesile edilmeye örnek, mağaraya
sığınan üç kişi ile ilgili hadis-i şerif’te görülebilir. Bu, Buharî ve
Müslim’de ve başka eserlerde yer almış meşhur bir hadistir. Büyükçe bir kaya
parçası gelip, onların sığındıkları mağaranın kapısını kapatmıştı. Onlar
ihlas’la yapmış oldukları salih amellerini söz konusu ederek Yüce Allah’a
tevessül ettiler ve onların her birisi şöylece dua etti: Eğer ben bu işi senin
rızan için yaptı isem içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar. Bunun üzerine
o kaya parçası mağaranın kapısından çekidi, onlar da yürüyerek oradan çıkıp
gittiler.[133]
İşte onlar salih amelleri ile dua ettiler. Çünkü
salih ameller kulun kendileriyle Yüce Allah’a tevessül edip yöneldiği ve onlar
vasıtası ile dileklerde bulunduğu en büyük işlerdendir. Zira Yüce Allah iman
edip, salih amel işleyenlerin duasını kabul edeceğini ve lütfundan onlara daha
fazlasını vereceğini vaadetmiş bulunmaktadır.
Velhasıl Allah nezdinde şefaat, insanlar
nezdindeki şefaat gibi değildir. Çünkü insanlar nezdinde şefaatçilik eden bir
kimse, isteği olan ile birlikte isteğinde ona katılmış olur. Yani o daha önce bu
hususta yalnızken onunla birlikte şef’ (çift) konuma gelir. Aynı şekilde
nezdinde şefaat olunan ile birlikte de şef’ (çift) olmuş olur. Yani o şefaati
ile istenen işin bir faili olur ve hem istekte bulunan, hem kendisinden dilekte
bulunan ile şef’ (çift) olmuş olur.
Yüce Allah ise bir ve tek’tir (vitr’dir.) Kimse
onunla beraber şef’ (çift) oluşturmaz. O’nun izni olmaksızın da kimse O’nun
nezdinde şefaat edemez, emir bütünüyle O’nundur. Hiçbir bakımdan O’nun ortağı
yoktur.
Kıyamet gününde şefaatçilerin efendisi, Yüce
Allah’ın huzurunda secdeye kapanıp hamd-u sena’da bulunacağında, Yüce Allah ona
şöyle diyecektir: "Başını kaldır, söyle sözün kabul edilecek, dile isteğin
verilecek, şefaat et şefaatin kabul edilecektir." Bunun üzerine ona bir
miktar tesbit edilecek ve onları cennete girdirecektir.
Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi emir
bütünüyle yalnız Allah’ındır: "De
ki: Emir bütünüyle yalnız Allah’ındır." (Al-i İmran, 3/154); "Emirden
sana ait hiçbir şey yoktur." (Al-i
İmran, 3/128); "Şunu bilin ki yaratmak
ta, emretmek te yalnız O’nundur."
(el-A’raf,
7/54)
Sahih(i Buharî)deki rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Ey Abdi Menaf oğulları! Benim, Allah’a rağmen size
yapabilecek hiçbir şeyim yoktur. Ey Allah Rasûlünün halası Safiye, benim
Allah’a rağmen sana yapabilecek hiçbir şeyim yoktur. Ey Allah Rasûlünün amcası
Abbas, benim Allah’a rağmen sana yapabilecek bir şeyim yoktur."[134]
Yine Sahih’de şöyle denilmektedir: Kıyamet
gününde sizden herhangi birinizi boynuna böğüren bir deve yahut meleyen bir
koyun yahut dalgalanan bir kumaş parçası ile gelip de: Beni kurtar, beni kurtar
dediğini, buna karşılık benim de kendisine: Ben sana tebliğ ettim, Allah’a rağmen
benim sana yapabilecek bir şeyim yoktur, diyeceğim bir halde geldiğini sakın
görmeyeyim."[135]
Eğer bütün insanların efendisi, şefaatçilerin en
faziletlisi, kendisine en yakın insanlara: "Allah’a rağmen benim size
yapabilecek bir şeyim yoktur" diyorsa, ya başkası hakkında ne düşünülebilir?
Yüce Allah’a dua edildiği, O’nun nezdinde şefaatte
bulunulduğu takdirde şüphesiz ki O duaları işitir, şefaatı kabul eder.
Ancak bu konuda dua ve şefaatin etkisi, hiçbir
zaman bunların mahluk’un mahluka olan etkisi gibi değildir. Zira dua edenin,
dua etmesini sağlayan, şefaatçinin şefaatini hazırlayan, takdir eden O’dur.
Kulların fiillerini O yaratır. Kulu tevbeye muvaffak kılan, sonra da O’nu kabul
eden O’dur. Kulu amelde bulunmaya muvaffak kılan, sonra da O’na mükâfat veren
O’dur. Kula dua etmek, başarısını ihsan edip sonra da duayı kabul eden yine
O’dur.
İşte bu, kadere ve herşeyi yaratanın Allah olduğuna
iman eden ehl-i sünnetin kabul etmiş olduğu temel itikad esasları ile uyum
arzeden bir inanıştır.
"Yüce
Allah’ın Âdem’den ve onun zürriyetinden almış olduğu mîsak haktır."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani, Kıyamet günü: ‘Bizim bundan haberimiz
yoktu’ demeyesiniz diye Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini (çıkarıp)
almış ve onları kendilerine şahit tutup: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’
(diye buyurmuştu.) Onlar da: ‘Evet (Rabbimizsin) şahid olduk’ demişlerdi."
(el-A’raf, 7/172)
Yüce Allah bu buyruğunda Ademoğullarını
sulblerinden kendilerine karşı Allah’ın Rableri, mutlak egemenleri, sahipleri
olduğuna, O’ndan başka hiçbir ilah bulunmadığına dair şahit tutmuş olduğunu
haber vermektedir. Adem -Aleyhisselam-ın
sulbünden zürriyetinin alınmış olduğu ve onların Ashab-ı Yemin ve Ashab-ı Şimal
olmak üzere biribirlerinden ayırt edildiklerini belirten hadisler varid olmuştur.
Bunların bazılarında da Yüce Allah’ın Rableri olduğuna dair şahit tutma da,
dile getirilmektedir.
Şunu bilelim ki; müfessirler Yüce Allah’ın
Adem’in sırtından soyundan geleceklerini çıkartmış olup, onları kendilerine karşı
şahit tutup, sonra tekrar geri iade etmiş olduğundan başka bir şey
zikretmemektedirler.
es-Sa’lebî, el-Beğavî ve diğerleri gibi. Bunların
bir kısmı bunu söz konusu da etmeyerek yerine Yüce Allah’ın onlara karşı
rububiyetinin ve vahdaniyetinin delillerini ortaya koymuş olduğunu; yapılarında
var etmiş olduğu akıl ve basiretlerinin de bunlara şahidlik ettiğini söz konusu
etmekle yetinmektedir. Zemahşerî ve diğerleri buna örnektir. Kimisi de her iki
görüşü de zikretmiştir. el-Vahidî, er-Razî, el-Kurtubî ve başkaları gibi.
Şüphesiz ki âyet-i kerîme birinci görüşe yani
Adem -Aleyhisselam-ın zürriyetinin
soyundan çıkartılıp alınmış olduğuna delalet etmemektedir. Ayet-i kerîme’de
Ademoğullarının sırtlarından alınmadan sözedilmektedir. Adem’in sırtından
zürriyetinin alınması ve o vakit onlara karşı şahit tutulması hususu bir takım
hadislerden çıkartılmaktadır.
Bu hadislerin kimisinde zürriyetin alınması söz
konusu edilmekte, bazılarının cennete, bazılarının cehenneme gideceklerine dair
hüküm verildiği belirtilmektedir. Nitekim Ömer -Radıyallahu anh-ın rivayet ettiği hadiste böyledir.
Kimisinde de zürriyetin alınması söz konusu
edilip bu zürriyetin -haklarında herhangi bir hüküm ve şahit tutma söz konusu
edilmeksizin- Adem’e gösterildikleri belirtilmektedir. Ebu Hureyre hadisinde
olduğu gibi.
Birinci görüşün kabul ettikleri şekilde şahit
tutmanın söz konusu edildiği hadis ise İbn Abbas ve İbn Ömer’e kadar ulaşan
mevkuf bir hadistir. Hadis alimleri de onu tenkit etmişlerdir. Sahih hadis
ravileri arasında bunu sadece el-Hâkîm "el-Müstedrek ale’s-Sahihayn"
adlı eserinde rivayet etmektedir ki Hâkîm Yüce
Allah’ın rahmeti üzerine olsun- işi sıkı tutmamakla tanınan birisidir.
Kimilerinin cennete, kimilerinin de cehenneme
gideceklerine dair ilâhî hükmün söz konusu edildiği hadis de kader meselesine
delildir. Bunun tanıkları da pek çoktur. Bu hususta ehl-i sünnet arasında da
görüş ayrılığı yoktur. Bu konuda sadece sıfatları iptal eden bid’at ehli
Kaderiye’nin muhalefeti vardır.
Birinci görüşe gelince selef ve halef’e mensub
ehl-i sünnet alimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Şâyet ben muhtasar bir
eser yazmayı hedeflememiş olsaydım, bu konuda varid olmuş hadisleri ve bu
hadisler ile ilgili söylenen sözleri enine boyuna açıklayacaktım. Bu hadislerle
ilgili olarak aklen anlaşılan manaları ve âyet-i kerîme’nin lafızlarının
delaleti ile ilgili zikredilenleri de ortaya koyardım.
Kurtubî der ki: Bu âyet-i kerîme müşkil bir
âyettir. İlim adamları bu âyetin te’vili hususunda değişik açıklamalarda
bulunmuşlardır. Biz de tesbit edebildiğimiz kadarıyla onların bu açıklamalarını
söz konusu edeceğiz.
Kimileri şöyle demiştir: Ayetin anlamı şudur:
Yüce Allah, Ademoğullarını gelecekleri suretle birbirinin sırtından çıkartmıştır.
Bunlara göre âyetin manası şudur: "... ve onları kendilerine şahit tutup:
Ben sizin Rabbiniz değil miyim (diye buyurmuştu.)" Böylelikle onları
yaratmış olmasını birliğine delil olarak göstermektedir. Çünkü baliğ olan
herbir kimse zorunlu olarak kendisinin bir ve tek Rabbinin olduğunu bilir. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
buyruğu da şu demektir: O’nun bu şekilde soru sorması, kendilerine karşı şahit
tutması ve onlar tarafından da bunun kabul edilmesi konumundadır. Nitekim Yüce
Allah göklerle yer hakkında şöyle buyurmaktadır: "İkisi de: ‘İsteyerek geldik’ dediler." (Fussilet, 41/11) el-Kaffâl bu görüşü benimsemiş
ve bu konuda geniş açıklamalarda bulunmuştur. Bir başka açıklamaya göre Yüce
Allah bedenleri yaratmadan önce ruhları yaratmıştır ve ruhlarda kendilerine yapılan
hitabı kavrayabilecek bir bilgi kabiliyetini yaratmıştır.
Daha sonra Kurtubî bu hususta varid olmuş
hadisleri de kaydeder ve açıklamalarını sürdürür.
Bu husustaki birinci görüşün doğruluğunun en
güçlü delillerinden birisi de Buharî ve Müslim’de yer alan ve şu ifadelerin
bulunduğu Enes yoluyla gelen hadis-i şerif’tir: "Ben senden bundan çok
daha kolay bir şey istemiştim. Adem’in sırtından (çıkardığımda) senden Bana
hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere söz almış olduğum halde, sen Bana ortak koşmaktan
başka bir yolu kabul etmedin."[136]
Fakat bu hadisin bir başka rivayetinde şöyle
denilmektedir: "Ben senden bundan daha azını ve kolayını istemiştim, fakat
yapmadın. Bundan dolayı cehennem ateşine geri döndürülür."
Bu rivayette ise "Âdem’in sırtından"
ifadesi olmadığı gibi, birinci rivayette birinci görüşün savunucularının söz
konusu ettiği şekilde Adem’in sırtından zürriyetinin çıkartılmasından da söz
edilmemektedir.
Hatta birinci görüş hayret edilecek iki hususu
da bir arada ihtiva etmektedir:
1- O sırada insanlar konuşmuş
ve imanı ikrar etmişler, böylelikle de Kıyamet gününde onlara karşı delil ortaya
konulmuş olacaktır.
2- Ayet-i kerîme de buna
delâlet etmektedir. Ayet çeşitli sebeblerden ötürü bu hususa delildir:
a- Yüce Allah: "Ademoğullarından"
diye buyurmuş "Adem’den" dememiştir.
b- Yüce Allah: "Ademoğullarının
sırtlarından" diye buyurmuş "Adem’in sırtından" dememiştir. Bu
ise ya bedel-i ba’z’dır (Âdemoğullarının bir parçası olan sırtlarından anlamına),
yahut bedel-i iştimal’dir (onların bünyesinden anlamına). Bu da daha uygundur.
c- Yüce Allah:
"Zürriyetlerini" diye buyurduğu halde "onun zürriyetini"
dememiştir.
d- Yüce Allah: "Ve
onları kendilerine şahit tutup..." diye buyurmuştur. Yani onları
kendilerine şahit kılmıştır. Şahidin ise, hakkında şahitlik ettiği şeyi hatırlaması
kaçınılmaz bir husustur. O ise şahitliğini -ileride de buna işaret edileceği
üzere- ancak bu yurda çıkıp geldikten sonra hatırlayabilmektedir. Bundan önce
herhangi bir şahitlik hatırlayamamaktadır.
e- Yüce Allah bu şahit
tutmanın hikmetinin onlara karşı delil getirmek olduğunu haber vermektedir.
Taki Kıyamet gününde: "Bizim bundan haberimiz yoktu demesinler".
Onlara karşı ise delil peygamberlerle ve yaratılışları ve fıtratları ile ortaya
konulmuş bulunmaktadır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Müjdeci ve korkutucu peygamberler
olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir
bahaneleri olmasın."
(en-Nisa,
4/165)
f- Kıyamet gününde:
"Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeleri için bu husus onlara hatırlatılmaktadır.
Bilindiği gibi onlar tümüyle Adem’in sulbünden çıkartılışlarından ve o vakit
hep birlikte buna şahid tutulmaktan yana gafildiler. Onlardan hiçbir kimse bunu
hatırlamamaktadır.
g- Yüce Allah’ın: "Yahut: Daha önce sadece atalarımız Allah’a
ortak koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık." (el-A’raf, 7/173) buyruğunda bu şekilde
zürriyeti alış ve şahit tutuşun iki hikmetini söz konusu edilmektedir. Evvela
bu işten haberdar olmadıklarını iddia etmemeleri, diğeri ise atalarını taklit
etmek iddiasını gütmemeleri.
Habersiz (gafil) olanın şuuru olmadığı gibi,
mukallid olan kimse de taklidinde başkasına uymaktadır. Bu iki hikmet ise ancak
rasûl ve fıtrat gibi kendileri vasıtasıyla delilin ortaya konulabilmesi halinde
söz konusu olur.
h- Yüce Allah’ın: "Şimdi o batıl’a saplananların işledikleri
yüzünden bizi helak mi edeceksin?" (el-A’raf,
7/173) buyruğu şu demektir: Eğer onları inkar ve şirk koşmalarından ötürü
azaplandıracak olursa, onlar böyle diyeceklerdi. Halbuki Yüce Allah’ın onları
helak etmesinin tek sebebi rasûllerine muhalefet etmeleri ve onları
yalanlamalarıdır.
Eğer onlara karşı peygamberler göndermek
suretiyle, delil ortaya koymaksızın, şirk koşmakta atalarını taklit
ettiklerinden dolayı helak etmiş olsaydı, batıl’a sapanların yaptıklarından
dolayı onları helak ederdi. Yahut ta izlemekte oldukları yolun batıl olduğunu
bilmemekle birlikte onları helak ederdi. Ancak Yüce Allah kendileri
bilmedikleri halde onlara haksızlık ederek şehirler ahalisini helak etmeyeceğini
haber vermektedir. Onları ancak peygamberler göndermek suretiyle uyarıp
korkutmak ve ileri sürebilecekleri bir mazeretleri kalmayacak hale getirdikten
sonra helak eder.
i- Yüce Allah herkesi
Allah’ın kendisinin Rabbi ve yaratıcısı olduğu hususunda kendisine karşı şahit
tutmuş ve Kitabında birden çok yerde bu şahit tutmayı ona karşı delil göstermiştir.
Yüce Allah’ın: "Andolsun onlara:
‘Göklerle yeri kim yarattı?’ diye sorsan, onlar elbette: ‘Allah’
diyeceklerdir." (Lukman, 31/25) buyruğu gibi.
İşte muhtevası ile Yüce Allah’ın kendilerine şahit
tutmakla ortaya koymuş olduğu ve peygamberlerin şu buyruğunda belirtildiği şekilde
kendilerine hatırlattığı delil budur: "Gökleri
ve yeri yaratan Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" (İbrahim, 14/10)
j- Yüce Allah bunu bir
âyet (belge) kılmıştır. O ise -medlul’ün kendisinden geri kalması söz konusu
olmayacak bir şekilde- medlul’ünü gerektiren apaçık delâlet demektir. Yüce
Rabbin âyetlerinin özelliği işte budur. Çünkü bunlar belli bir maksada dair ve
o hususu bilmeyi gerektirici muayyen delillerdirler. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İşte biz âyetleri
böyle açıklarız. Belki (tevhid’e) dönerler diye." (el-A’raf, 7/174)
Bu ise ancak Yüce Allah’ın, insanları üzerinde
yaratmış olduğu fıtrat ile olur. Allah’ın yaratması ise değiştirilemez. Her doğan
elbetteki bu fıtrat üzere doğar, bu fıtratın dışında herhangi bir surette
hiçbir kimse doğmaz. Bu olmuş bitmiş bir iştir, değişmez değiştirilmez. Önceden
de buna işaret edilmiş idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
İbn Atiyye ve başkaları bu hususun inceliğini
kavramış, ancak şanı Yüce Allah’ın Ademoğullarını zürriyet olarak çıkartmış
olduğunu, kendilerine karşı kendilerini şahit tuttuktan sonra tekrar yerlerine
iade ettiğini açıkça belirten ifadeler taşıyan bu tür hadislerin zahirine
muhalefet etmekten çekinmişlerdir.
Aynı şekilde bu iki görüşü de eş-Şeyh Ebu Mansur
el-Maturidî "Şerhu’t-Te’vilât"
adlı eserinde nakletmiş, birinci görüşü tercih etmiş; bu hususta açıklamalarda
bulunup, onu tercihe yönelmiştir.
Şüphesiz ki rububiyeti ikrar ve kabul etmek fıtri
bir husustur. Şirk ise sonradan ortaya çıkmış bir hadisedir. Daha sonra gelen
evlatlar taklit yoluyla bunu atalarından öğrenmişlerdir. Eğer bunlar Kıyamet
gününde atalarının ortak koşmuş olduklarını delil diye ileri sürecek olurlarsa
ve: Biz insanlar yiyecek, giyecek ve mesken hususlarında atalarının alışkanlıklarını
devam ettirdikleri gibi bu hususta da onların geleneklerini sürdükdük diyecek
olurlarsa, kendilerine şöyle denilecektir: Sizler yaratıcının varlığını kabul
ediyor, Allah’ın ortağı bulunmaksızın Rabbiniz olduğunu itiraf ediyordunuz. Bu
hususta kendinize karşı da şahitliğiniz vardı. Kişinin kendisine karşı şahitliği
ise o şeyi ikrar ve kabul etmek demektir. Başka bir manası yoktur. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman edenler,
adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahitlik edenler olur.
Kendinizin... aleyhine dahi olsa."
(en-Nisa,
4/135)
Yoksa maksat: Ben kendime karşı şu hususta şahitlik
ediyorum, demek değildir. Aksine kim bir şeyi ikrar ve kabul ederse, o hususta
kendisine karşı şahitlik etmiş olur. Durum böyle olduğuna göre kendinize karşı şahitlik
edip, kabul ettiğiniz bu bilgiden ne diye yüz çevirdiniz de şirke yöneldiniz?
Hatta sizler kat’î olarak bilinen bir hususu bırakıp, gerçekle ilgisi olup
olmadığı bilinmeyen bir şeye yöneldiniz. Bunu beraberinde hiçbir delil
bulunmayan kimseleri taklit ederek yaptınız bu ise dünyevi gelenek ve
göreneklerde onlara tabi olmaktan farklı bir şeydir. Çünkü bu gelenek ve
göreneklerin tutarsızlıklarına, bozukluklarına dair elinizde bir delil yoktu.
Bunlara uymakta da sizin maslahatınız vardı, fakat şirk böyle değildi. Çünkü
sizler şirkin bozukluğunu ve şirk koşmakla sizin doğru yoldan sapmış olduğunuzu
açıkça ortaya koyacak ve bu hususta kendinize karşı şahitlik ettirecek yeterli
bir bilgiye sahip bulunuyordunuz.
Küçük çocuğun anne babasından öğrendiği din, bir
eğitim ve bir gelenek dinidir ve bu dünya maslahatı içindir. Çünkü çocuğa
bakacak, bakımını üstlenecek birilerinin olması kaçınılmaz bir şeydir. Buna en
layık olan kimseler ise çocuğun anne ve babasıdır. Bundan dolayı şer’î hükümler
gereğince çocuk anne babasıyla birlikte ise; zahiren ortada olan dünya
hükümleri bakımından anne babasının dini üzere kabul edilir. Böyle bir dine
tabi olmaktan dolayı -sahih kabul edilen görüşe göre- Yüce Allah bu çocuğu akil
ve baliğ oluncaya kadar ve ona karşı delil ortaya konuluncaya kadar cezalandırmaz.
İşte bundan sonra o kimsenin artık ilim ve akıl gereği olarak hak dine tabi
olması gerekir. Hak din ise onun bağımsız aklıyla doğru ve sahih din, diye
bildiğidir.
Şâyet çok doğru sözlü Yusuf’un durumu gibi;
annesi, babası, ataları hidayet bulan kimseler iseler... Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Atalarım İbrahim, İshak
ve Ya’kub’un dinine uydum." (Yusuf,
12/38) Ya’kub -Aleyhisselam- da oğulları
şunları söylemişti: "Senin ilahına
ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahına... ibadet edeceğiz." (el-Bakara, 2/133) -Bu takdirde onlara
uymak gerekir.-
Eğer atalar peygamberlere muhalif kimseler
iseler o vakit onların evlatlarına düşen, peygamberlere tabi olmaktır. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz
insana anasına babasına iyi davranmasını emrettik. Eğer onlar hakkında bilgin
olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat
etme."
(el-Ankebut, 29/8)
Kim basiretsiz ve bilgisizce atalarının dinine
uyarsa, hatta kendisi tarafından bilinen haktan sapacak olursa işte böylesi
hevâsına uymuş bir kimsedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği
zaman onlar: ‘Hayır. Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler.
Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış idiyseler."
(el-Bakara, 2/170)
İslam üzere dünyaya gelmiş insanların çoğunun
hali budur. Onlardan herhangi bir kimse atalarının izleyegeldiği inanış ve
mezhep ne ise ona tabi olur. Velev ki bu, atasının basiretsizce izlediği bir
hata olsun. Hatta çoğu insanlar yaşadıkları yurda bağlı olarak müslümandırlar,
kendi iradeleriyle İslamı seçmiş değillerdir. İşte böyle birisine kabrinde:
Rabbin kimdir? Diye sorulacağında, o: Ha, ha bilemiyorum. İnsanların bir şeyler
söylediklerini duydum. Ben de onu söyledim, diyecektir.
Aklı başında olan, bu hususu iyice düşünsün ve
kendisine iyilik yapmaya çalışsın. Allah için ayağa kalksın ve bu iki kesim
arasında kimin Allah’ın muvaffakiyetine mazhar olduğuna dikkatle baksın. Şüphesiz
ki rububiyetin tevhid’inin delile ihtiyacı yoktur. Çünkü bu fıtratlarda yerleşmiş
bir gerçektir.
Kişinin en yakınında ibretle izleyeceği husus
bizzat kendisidir, o önceleri bir nutfe idi. Göğüs kemikleri ile sulbün arasından
çıktı, sonra bu nutfe sapasağlam bir yerde karar kıldı. Üç tane karanlık
içerisinde, anne babanın ve diğer bütün mahlukatın herhangi bir şekilde onu
idare etmesi, işlerini çekip çevirmesi mümkün değildi...
İnsan bu husus üzerinde iyice düşünecek olursa,
bu nutfenin bir halden bir hale intikal ettiğini düşünürse böylelikle
rububiyetin tevhid’ini de bilmiş olur. Buradan da uluhiyetin tevhid’ine intikal
eder, çünkü o aklı ile kendisini var eden bir Rabbinin bulunduğunu bilecek
olursa, Ondan başka birisine ibadet etmesi ona hiç yakışır mı? Düşünüp tefekkür
ettikçe yakîni daha da artar, tevhid’i daha da kökleşir. Başarıya ulaştıran
Allah’tır, O’ndan başka Rab, O’ndan başka ilâh yoktur.
"Yüce
Allah ezelden beri cennete gireceklerin sayısını, cehenneme gireceklerin sayısını
bütünüyle ve bir defada bilmiştir. Bu sayıya ne bir şey eklenir, ne ondan bir şey
eksiltilir. Yine onların yapacaklarını bildiği fiillerini de aynı şekilde bilmiştir."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah herşeyi çok iyi bilendir."
(el-Enfal, 28/75); "Allah herşeyi çok iyi
bilendir."(el-Ahzab, 33/40)
Demek ki Yüce Allah ezelden ebede kadar herşeyi
bilmek vasfına sahiptir. Eşya’ya dair bilgisizliğinin söz konusu olduğu bir
zaman yoktur. "Rabbin unutucu değildir."
(Meryem, 19/64)
Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bakî’
el-⁄arkad’de bir cenaze dolayısıyla bulunuyorduk. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- yanımıza
geldi, oturdu. Biz de etrafında oturduk, yanında bir bastonu vardı. Başını
önüne eğdi, elindeki baston ile yere vurmaya başladı. Sonra şöyle buyurdu:
Sizden nefes alan herbir canın mutlaka Allah, cennet ya da cehennemdeki yerini
yazmıştır. Mutlaka onun bedbaht mı yoksa bahtiyar mı olduğu yazılmıştır. (Ali -Radıyallahu anh- devamla) dedi ki: Bir
adam şöyle sordu: Peki, ey Allah’ın Rasûlü, niye biz hakkımızda yazılanı
kabullenerek amelde bulunmaya bir son vermiyoruz? Şöyle buyurdu:
Mutlu olanlardan olan kişi, mutlu kimselerin
ameliyle amel edecektir. Bedbaht olanlar da da bedbaht olan kimselerin
amelleriyle amel edecektir. Daha sonra şöyle buyurdu: Siz amel ediniz. Herkes
ne için yaratılmış ise o ona kolaylaştırılacaktır. Mutlu olan kimselere mutlu
kimselerin amelinde bulunmak kolaylaştırılacak, bedbaht olan kimselere de
bedbaht olan kimselerin amelini işlemek kolaylaştırılacaktır.
Daha sonra da şu buyrukları okudu: "Artık kim verir ve sakınırsa o
el-Hüsnâ’yı da doğrularsa, Biz de ona kolay olanı kolaylaştırırız. Amma kim
cimrilik eder ve kendisini müstağni görür, o el-Hüsnâ’yı da yalanlarsa Biz de
ona en zor olanı kolaylaştırırız." (el-Leyl,
92/5-10) Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.[137]
"Herkes
ne için yaratılmışsa, ona o kolaylaştırılır. Ameller de sonuçlarladır. Mutlu
olan kimse Allah’ın kazası gereği mutlu olandır, bedbaht olan kimse de Allah’ın
kazası gereği bedbaht olandır."
Ali -Radıyallahu
anh-ın rivayet ettiği hadis-i şerif ile Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in bu hadisteki: "Amel ediniz.
Herkes ne için yaratıldı ise o ona kolaylaştırılacaktır" ifadesi az önce
geçti.
Züheyr’in Ebu’z-Zübeyr’den rivayetine göre o,
Cabir b. Abdullah -Radıyallahu anh-dan
şöyle dediğini nakletmektedir: Süraka b. Malik b. Cu’şum gelip: Ey Allah’ın
Rasûlü, dedi. Bize dinimizi şu anda yaratılmışız gibi bize açıkla, bugün için
amel neye yarar? Acaba kalemlerin yazdıktan sonra kuruduğu ve takdirlerin
cereyan ettiği bir şey uğrunda mı amel ediyoruz yoksa gelecek uğrunda mı?
Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, aksine
kalemlerin yazdıktan sonra kuruduğu ve takdirlerin kendisi hakkında cereyan
ettiği (tesbit edilmiş olduğu) bir şey uğrunda..." O zaman ne diye amel
edelim ki? Dedi. Züheyr dedi ki: Sonra Ebu’z-Zübeyr anlayamadığım bir söz
söyledi. Ben: Ne dedi? Diye sordum, bu sefer: "Amel edin, herşey kolaylaştırılmıştır"
dedi. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.[138]
Sehl b. Sa’d es-Sâidî -Radıyallahu anh- dan rivayete göre de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Kişi gerçekte cehennem ehlinden olduğu halde insanlar tarafından
göründüğü kadarıyla cennet ehlinin ameliyle amel eder. Yine kişi gerçekte
cennet ehlinden olduğu halde insanlar tarafından göründüğü kadarıyla cehennem
ehlinin ameli ile amel eder." Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde
rivayet etmişlerdir.[139]
Ayrıca Buharî şunu ilave eder: "Ameller ancak sonuçlarladır."[140]
Yine Buharî ile Müslim’de, Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği
rivayet edilmektedir: O doğru sözlü, o sözü doğrulanan Allah Rasûlü bize şunu
anlattı: "Sizin herbirinizin yaratılışı annesinin karnında kırk gün bir
arada tutulur.[141]
Sonra bunun kadar bir süre alaka (sülük gibi yapışan bir kan parçası) olur.
Sonra yine onun kadar bir süre bir lokmacık et olur. Sonra ona melek gönderilir
ve ona ruh üfler. Dört kelime (yazmak) ile emrolunur: Onun rızkını, ecelini,
amelini, mutlu mu yoksa bedbaht mı olduğunu yazar. Kendisinden başka ilah
olmayana yemin ederim ki; sizden herhangi bir kimse cennet ehli ameliyle amel
eder, öyle ki kendisi ile cennet arasında ancak bir arşınlık bir mesafe kalır,
kitap (takdir) onun aleyhine olmak üzere ileri geçer ve bu sefer cehennem
ehlinin ameliyle amel eder ve oraya girer. Yine sizden herhangi bir kimse
cehennem ehlinin ameliyle amel eder. Nihayet kendisiyle cehennem arasında
sadece bir arşın kalır, ilahi takdir onun hakkında ileri geçer ve bu sefer
cennet ehlinin ameliyle amel eder ve oraya girer."[142]
Ebu Ömer b. Abdi’l-Berr, "et-Temhîd"
adlı eserinde
[143]
şunları söylemektedir: Bu kabilden hadisleri insanlar çokça rivayet
etmektedirler. Bu hususta söz söyleyenler de çok söz söylemişlerdir. Ehl-i
sünnet ise icma ile bu rivayetlere iman edip itikad etmiş, bunlar hakkında tartışmayı
terketmişlerdir. Hatadan koruyan ve başarıya ulaştıran Allah’tır.
"Kader
asıl itibariyle yüce Allah’ın mahlukatındaki bir sırrıdır. Buna ne mukarreb bir
melek, ne mursel bir peygamber muttalî olmuştur. Bu hususta derinliğine dalmak
ve üzerinde çokça düşünmek, ilahi yardımdan uzak kalmaya götüren bir yol,
mahrumiyete ulaştıran bir merdiven, tuğyana ulaştıran bir basamaktır. O bakımdan
bu husustaki kıyas, düşünce ve vesveselerden alabildiğine sakınmak lazımdır.
Çünkü yüce Allah kader ilmini mahlukatına karşı kapalı tutmuştur. Onun hakkında
tartışmayı da yasaklamıştır. Nitekim yüce Allah Kitabında şöyle buyurmaktadır:
"O, yaptığından sorgulanmayandır. Ama kendilerine sorulacaktır."
(el-Enbiya, 21/23) Buna göre kim: Niye yaptı? Diye soracak olursa, Kitabın
hükmünü reddetmiş olur. Kitabın hükmünü reddeden de kâfirlerden olur."
Kader’in aslı, Allah’ın mahlukatındaki bir sırrı
oluşudur. O’nun var edip yok edici, fakir kılıp zengin kılıcı, öldürüp
diriltici, saptırıp hidayete iletici olduğudur. Ali -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Kader, Allah’ın sırrıdır, onu
açmayasın.
İnsanların kader meselesiyle ilgili görüş ayrılıkları
meşhurdur. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in kabul ettiği görüş de şudur: Herşey
Allah’ın kaza ve kaderi iledir. Kulların fiillerini de yaratan Yüce Allah’tır.
Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak
Biz herbir şeyi bir kader ile yarattık." (el-Kamer, 54/49); "Herşeyi
yaratıp, onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir." (el-Furkan, 25/2)
Kâfirin küfre sapması, Allah’ın irade ve meşîeti
iledir. Ancak küfrü sevmediği gibi ondan razı da olmaz. Oluşu açısından onun meşîeti
ile olur, fakat dinen ondan razı değildir.
Ancak Kaderiye ve Mutezile bu hususta muhalefet
etmişler. Yüce Allah’ın kâfirin iman etmesini istediği halde kâfirin de küfrü
istediğini iddia etmişlerdir. Onların böyle bir iddiaya kaçışlarının sebebi hem
kâfirin küfrünü istemiş, hem de bundan dolayı onu azaplandırmış olacaktır,
dememek içindir.
Fakat onlar bu görüşleriyle sıcağa karşı
korunmak isterken, ateşe sığınanın durumuna düşmüşlerdir. Çünkü onlar birşeyden
kaçayım derlerken, ondan daha kötü bir şeye düşmüşlerdir. Zira bu durumda
kâfirin meşîetinin, Yüce Allah’ın meşîetine galip geldiğini kabul etmek
zorundadırlar. Çünkü Yüce Allah onların görüşlerine göre, kâfirin iman etmesini
istediği halde kâfirde kâfir olmayı istemiş ve böylelikle kâfirin iradesi Yüce
Allah’ın iradesinin önünü kapatmış olmaktadır. Bu ise en çirkin itikadlardandır,
ayrıca buna delil de yoktur. Aksine bu iddia delile aykırıdır.
Ömer b. el-Heysem’in şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Bir gemide yolculuğa çıktık. O gemide bizimle birlikte biri
Kaderiye’ye mensup birisi de Mecusî iki kişi vardı. Kaderiye’ye mensup
Mecusî’ye: Müslüman ol, dedi. Mecusî: Allah dileğinceye kadar (olmam) deyince,
Kaderiye’den kişi dedi ki: Allah diler ama şeytan dilemez. Bu sefer Mecusî şöyle
dedi: Allah diledi, şeytan da diledi. Eğer bunun sonucunda şeytanın dileği olmuşsa
o takdirde bu güçlü bir şeytan demektir. Bir rivayete göre de o mecusî: Ben bu
ikisinden güçlü olanları ile beraberim, diye cevap vermiştir.
Bir bedevî Amr b. Ubeyd’in de bulunduğu bir ders
halkasının başında durdu ve dedi ki: Ey adamlar, benim devem çalındı. Allah’a
devemi bana geri döndürmesi için dua ediniz. Amr b. Ubeyd dedi ki: Allah’ım sen
bunun devesinin çalınmasını murad etmediğin halde çalındı. Bu deveyi ona geri
çevir. Bedevî Arap dedi ki: Senin dua etmene benim ihtiyacım yok. Amr: Niye?
Deyince, şu cevabı verdi: O dilemediği halde devem çalındığı gibi, geri
döndürülmesini istediği halde, geri döndürülmeyeceğinden korkarım, dedi.
Ebu İsam el-Kastalanî’ye bir adam şöyle demiş:
Bana görüşünü söyle. Benim hidayete ulaşmama engel olmakla birlikte, beni sapıklığa
düçar eder, sonra da azaplandırırsa bu durumda bana karşı adil olmuş olur mu?
Ebu İsam şu cevabı verdi: Eğer hidayet O’na ait bir şey ise O, bu hidayeti
dilediğine vermek ve dilediğine de vermemek hakkına sahiptir.
Kitap ve sünnetten delillere gelince: Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Eğer Biz
dileseydik, her nefse elbette hidayetini verirdik. Fakat Benden sadır olan:
‘Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım’ sözü hak
olmuştur (yerini bulacaktır.)" (es-Secde,
32/13); "Eğer Rabbin dileseydi,
yeryüzünde bulunanların hepsi elbette toptan iman ederlerdi. Böyle iken sen
iman etsinler diye insanları zorlayıp, duracak mısın?" (Yunus, 10/99); "Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de
siz dileyemezsiniz." (et-Tekvir,
81/29); "Ama Allah dilemedikçe
de siz dileyemezsiniz. Çünkü Allah en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet
sahibidir." (el-İnsan, 76/30);
"Allah dilediğini saptırır, dilediğini
de dosdoğru yol üzerinde tutar." (el-En’âm,
6/39); "Allah kimi doğru yola iletmeyi
dilerse, göğsünü İslama açar. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da göğsünü
gökyüzüne tırmanıyormuş gibi daraltır, sıkıştırır." (el-En’âm, 6/125)
Sapıklık meşiet ile iradeyi, muhabbet ile rızayı
birbirine eşit görmekten kaynaklanmaktadır. Cebriye ile Kaderiye bunları
birbirlerine eşit görürler. Ancak aralarında görüş ayrılığına düşmüşler ve
Cebriye şöyle demiştir: Ne oluyorsa herşey Allah’ın kaza ve kaderi ile olur,
dolayısıyla hepsi de sevilen ve razı olunan işlerdir.
Bunu kabul etmeyen Kaderiye de şöyle demektedir:
Masiyetler Allah tarafından seviliyor olamaz, onlara razı da olamaz. Dolayısıyla
bunlar ne takdir edilmiştir, ne de haklarında hüküm (kaza) vardır. Bunlar O’nun
meşîet ve yaratmasının dışındadırlar.
Ancak meşîet ile muhabbet
(sevmek) arasındaki farka hem Kitap ve sünnet, hem de sağlıklı fıtrat açıkça
delalet etmektedir. Kitapda meşiet ve iradeye dair nass’ların bir bölümünü daha
önceden zikretmiştik. Muhabbet ve rıza ile ilgili nass’lara gelince; Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah fesadı
sevmez." (el-Bakara, 2/205);
"Kulları için küfre razı
olmaz."
(ez-Zümer, 39/7)
Yüce Allah şirk, zulüm, hayasızlık ve kibri
(büyüklenmeyi) yasaklayan buyruklarının akabinde şöyle buyurmaktadır: "Kötü olan bütün bunlar Rabbinin katında
hoşlanılmayan şeylerdir."
(el-İsra,
17/38)
Sahih(i Buharî)de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz ki Allah sizin için üç şeyden hoşlanmaz:
Kıyl-u kal (dedikodu), çok soru ve malı zayi etmek."[144]
Müsned’de de şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:
"Şüphesiz Allah masiyetinin işlenmesinden hoşlanmadığı gibi, ruhsat kıldığı
şeylerin alınmasını da sever."[145]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in yaptığı dualardan birisi de şudur: "Allah’ım gazabından,
rızana sığınırım. Cezalandırmandan, ihsan edeceğin afiyetine sığınırım.
Sen’den, Sana sığınırım."[146]
Burada Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Allah’ın gazap sıfatından rıza sıfatına,
cezalandırma fiilinden afiyet ve esenlik fiiline sığınması üzerinde iyice düşünelim.
Birincisi sıfat ile ilgilidir, ikincisi ise bu sıfatın sonucu ile ilgilidir.
Daha sonra bütün bunları Onun zatı ile irtibatlandırmıştır. (Velhasıl Sen’den
Sana sığınırım sözünde) bütün bunlar yalnızca O’na -başkasına değil- raci’dir.
Benim kendisinden Sana sığındığım şey, Sen’in meşîet ve iradenle olur. Sen’in
kendisine sığındığım rızan ve afiyetin de Sen’in meşîetin ve iradenledir. Şâyet
Sen bir kulundan razı olmak ve ona afiyet vermek istersen, onu yaparsın. Eğer
ona gazab etmek ve cezalandırmak istersen onu yaparsın.
Hoşuma gitmeyen şeylerden benim Sana sığınışım
ve Sen’in, onun benim başıma gelmesini engelleyişin de yine Sen’in meşîetin
iledir. Sevilen ve sevilmeyen herşey Sen’in kazan ve Sen’in meşîetin iledir.
Benim Sen’den Sana sığınışım, Sen’in gücün, kudretin, adaletin ve hikmetinin
tecellisi olarak meydana gelen şeylerden benim gücüne kuvvetine, kudretine ve
rahmetine sığınışım da böyledir.
Ben Sen’den, asla Sen’den başkasına sığınamam ve
Sen’in meşietinin dışında bir kaynaktan sadır olmuş hiçbir şeyden de Sana sığınmam
söz konusu değildir. Aksine hepsi Sen’dendir.
Bu sözlerdeki tevhid muhtevâsını, marifetullahı
ve ubudiyeti ancak Allah’ı bilmekte, O’na kulluğu tanımakta derinleşmiş olanlar
bilebilir.
Eğer: Yüce Allah nasıl bir işi irade etmekle
birlikte, ondan razı olmaz ve onu sevmez ve o işi nasıl ister ve yaratır, aynı
işi nasıl hem irade eder, hem de o işe buğzeder ve hoş görmez denilirse;
Cevabımız şudur: İşte insanların çeşitli fırkalara
ayrılmasına ve böylelikle farklı yollar izleyip değişik görüşler ortaya atmalarına
sebeb teşkil eden soru da budur.
Şunu bilelim ki murad: Bizatihi murad ve liğayrihi
murad olmak üzere iki türlüdür.
Bizatihi
murad demek,
bizzat kendisi ve muhtevasındaki hayırları dolayısıyla istenen ve sevilen şey
demektir. İşte bu gaye ve maksatları itibariyle istenen şey’dir.
Liğayrihi
murad ise,
bazen istekte bulunan irade sahibinin maksadı olmayabilir. Zatı itibariyle
kendisinin herhangi bir faydası-her ne kadar maksat ve murad olunan şeye ulaştırıyor
olsa dahi- bir maslahatı da bulunmayabilir ve bu, bizatihi ve kendisi
itibariyle hoşlanılmayan bir şey olmakla birlikte; kişiyi maksadına götürüp ulaştırması
bakımından istediği bir şey olarak ortaya çıkar. Buna göre böyle bir maksatta
iki husus bir arada bulunmaktadır. Bir taraftan o şeye buğzedilirken, diğer
taraftan o şey istenmektedir. Bunların alakalı oldukları husus farklı olduğundan
dolayı aralarında çelişki ve zıtlık yoktur. Buna, hoşlanılmayan fakat bu ilacı
alacak olanın, bununla şifa bulacağını bildiği ilacı örnek verebiliriz. Kanser
olmuş bir organın kesilmesi halinde vücudun geri kalan bölümünün kurtarılacağı
bilinmesi şartıyla o organın kesilmesi, kişinin maksadına ve istediği şeye ulaştıracağı
bilindiği takdirde katedilmesi çok zor mesafeyi katetmek gibi.
Hatta aklı başında olan bir kimse kesin sonuç
onun için aydınlık kazanmasa zannı galib ile de olsa, bu gibi sonuçları elde
edeceğini bilen bir kimse, bu hoşlanılmayan işi tercih eder ve ister. Peki ya
bu konuda herhangi bir kapalılık yoksa durum ne olur?
İşte Yüce Allah, bir şeyden hoşlanmamakla
birlikte, bu durum başkasından ötürü ve böyle bir şeyin kaçırılmasındansa daha
çok sevilen bir sonuca sebeb olacağı için, o şeyi irade etmesine aykırı değildir.
Buna onun, dinlerin, amellerin, itikad ve
iradelerin fesat bulmasının ana kaynağı ve sebebi olan İblis’i yaratmış olması
örnek gösterilebilir. O pekçok kulların bedbaht olmasına; Yüce ve Mübarek Rabbi
gazaplandıracak işler yapmalarına sebebtir. Yüce Allah’ın sevip razı olduğu şeylere
muhalif durumlara düşülmesi için çalışıp çabalayan odur. Bununla birlikte o,
Yüce Rabbin mahlukatı üzerinde ortaya çıkması gereken bir çok sevilen şeyin
meydana gelmesinin de vesilesidir ve bu gibi şeylerin var olmasını Yüce Allah
yokluğundan daha çok sever.
Buna verilecek örneklerden birisi de şudur: Bu
yolla Yüce Rabbin birbirine zıt ve birbirine karşıt şeyleri yaratma kudreti
kullar tarafından açıkça görülür. Varlıkların en kötü ve en şerlileri olan ve
aynı zamanda yaratılmış zatların en şereflisi, en temizi, en arı ve durusu
olan, her türlü hayrın ana maddesini teşkil eden Cibril’in zatının tam karşı
konumunda yer alan İblis denilen zatı yaratması böyle bir kudreti açıkça ortaya
çıkarmaktadır. Tıpkı O’nun gece ile gündüzü, ilacı ve hastalığı, hayatı ve
ölümü, güzeli ve çirkini, hayır ve şerri yaratmasında kudreti ortaya çıktığı
gibi.
O bu zıt şeyleri yaratıp bunların birini diğerinin
karşıtı olarak var etmiştir. Bunları tasarruf ve tedbirinin ortaya çıktığı hususlar
olarak yaratmıştır. Bunların bir bölümünün dahi varlık aleminde hiçbir şekilde
bulunmaması O’nun hikmetini, tasarrufunun kemalini, mutlak egemen olduğu kainatın
yönetim ve idaresini işlemez hale getirmektir.
Bu hikmetlerden bir diğeri de Yüce Allah’ın
kahredici isimlerinin etkilerinin ortaya çıkmasıdır. Kahhâr, Muntekim (intikam
alıcı), Adl, Dırr (zarar veren), Şedidu’l-İkab (cezası pek çetin),
Serîu’l-hisab (hesabı pek hızlı), Zu’l Batşi’ş-şedîd (şiddetle yakalayan),
Hâfid (alçaltan), Müzill (zelil kılan) gibi.
Şüphesiz ki bu isimler ve fiiller kemali ifade
eder. Bunların taalluk ettiği bir varlık kaçınılmazdır. Eğer cin ve insanlar da
meleklerin tabiatı gibi bir tabiata sahip olsalardı, bu isimlerin eserleri,
tecellileri ortaya çıkmazdı.
Bir diğer hikmet de Yüce Allah’ın hilm, afv, mağfiret,
setretmek (kötülükleri gizlemek), hakkını bağışlamak, kullarından dilediğini
azad etmek gibi muhtevalara sahip isimlerin etki ve tecellilerinin ortaya çıkmasıdır.
Şâyet Yüce Allah bu isimlerin tecellilerinin
ortaya çıkması sonucunu veren ve kendisinin hoş görmediği bir takım sebebleri
yaratması olmamış olsaydı, bütün bu hikmet ve faydalar ortaya çıkmazdı. Nitekim
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
bu gerçeğe şu buyruğuyla işaret etmektedir: "Eğer sizler günah işlemeyecek
olursanız, Allah sizi yok eder ve yerinize günah işleyen bundan sonra mağfiret
dileyen ve kendilerine de mağfiret olunan bir kavim getirir."[147]
Bir diğer hikmet de Yüce Allah’ın Hakim ve Habir
oluşunu ifade eden isimlerin tecellilerinin ortaya çıkmasıdır. O Hakim ve Habir
olandır. Herbir şeyi olması gereken yerine koyar, ona yakışan konumunda
bulundurur. Hiçbir şeyi olmaması gereken yere koymaz. İlminin kemalinin,
hikmetinin ve herşeyden haberdar oluşunun gerektirdiği gerçek konumundan başka
bir konumda tutmaz.
O risaletlerini nerede bırakacağını (kimlere
peygamberlik vereceğini) en iyi bilendir. Bu risaleti kabul edebilmeye kimlerin
elverişli olduğunu, böyle bir risalet kendisine verildiği için kimlerin şükredeceğini
ve bunlara kimlerin elverişli olmadığını en iyi O bilir.
Şâyet hoşlanılmayan sebeblerin olmadığını var
sayacak olsaydık. Pek çok hikmetler ortaya çıkmaz, sayılamayacak kadar çok
maslahatlar, menfaatler elde edilemezdi. Eğer bu gibi sebebler ihtiva ettikleri
şerler dolayısıyla var edilmeyecek olsalardı bu sebeplerde bulunan şerden çok
daha büyük olan hayır ortaya çıkmazdı. Mesela sebeb oldukları şerlerin kat kat
fazla menfaatler ihtiva eden güneş, yağmur ve rüzgar buna örnektir.
Bir diğer hikmet de şudur: Şâyet iblis yaratılmamış
olsaydı, çeşitli yönleriyle ortaya çıkması da söz konusu olmayacak ubudiyyetin
hasıl olmasıdır. Şüphesiz ki cihad ile kulluk, Yüce Allah’ın en çok sevdiği
kulluk çeşitlerindendir. Eğer insanların tümü mü’min olsalardı, bu ibadet ve
kulluk ile buna bağlı olan Yüce Allah’ı dost ve veli edinmek, O’nun uğrunda düşmanlık
etmek kulluğu ortaya çıkmazdı. Aynı şekilde iyiliği emredip münkerden alıkoymak
kulluğu, sabır kulluğu, hevâya muhalefet etmek, Allah’ın sevdiklerini tercih
etmek, tevbe ve istiğfar kulluğu, düşmanından kendisini korumak için düşmanının
hile, tuzak ve eziyetlerine karşı kendisini muhafaza etmek için Allah’a sığınmak
kulluğu... ve buna benzer akılların idrak etmekten acze düştüğü daha bir çok
hikmet de ortaya çıkmayacaktı.
Bu sebepler olmaksızın bu tür hikmetler var
olamaz mı? Diye bir soru tutarsız bir sorudur. Çünkü bu, böyle bir şeyi
gerektiren husus olmadan sonucun varlığını var saymak kabilindendir. Tıpkı baba
olmadan oğlun varlığını, harekete geçiren olmadan hareketin varlığını, tevbe
eden kişi bulunmadan tevbenin varlığını var saymak gibi bir şeydir.
Şâyet: Eğer bu sebebler
sonuç olarak neden oldukları bir takım hikmetler dolayısıyla meydana gelmeleri
istenen şeyler ise, bu bakımdan kendilerinden razı olunan ve sevilen şeyler
midirler yoksa bütün yönleriyle kendilerine gazap duyulan şeyler midirler? Diye
sorulacak olursa cevap şudur:
Böyle bir sorunun iki bakımdan sorulmaması
gerekir (reddolunur.) Evvela Yüce Rab cihetinden ve bu acaba sevdiği şeye ulaştırması
bakımından -bizatihi ona buğzetse dahi- onun sevdiği bir şey olabilir mi
cihetinden, ikincisi de kul cihetinden. Zira kul’un kendisi dahi bu açıdan
böyle bir şeye razı olabilir mi? Bu oldukça önemli bir sorudur.
Şunu bilelim ki; kötülük bütünüyle yokluğa yani
hayrın yokluğuna ve buna götüren sebeblere raci’dir. Bu yönüyle bu şer’dir,
ancak katıksız olarak varlığı bakımından onda herhangi bir şer yoktur. Mesela
kötü ruhların, şahısların varlığı var olması bakımından bir hayırdır. Ancak
onlardaki hayır kaynağının kurutulması suretiyle onlar için şer hasıl olmaktadır.
Bu varlıklar aslı itibariyle hareketli varlıklar olarak yaratılmışlardır, eğer
onlara ilim ile hayra ilham edip yönlendirmekle yardım edilecek olursa, bunlar
da o şekilde hareket ederler. Şâyet oldukları halde bırakılacak olurlarsa tabiatları
gereği aksi yönde hareket ederler. Bunların hareketleri hareket olmak
itibariyle bir hayırdır. Bunların şer olmaları ise başkalarına nisbetledir,
yoksa bizatihi hareket olması açısından değildir.
Şerrin tümü ise bir zulümdür, zulüm de bir şeyi
olması gereken yerden başka yere koymak demektir. Eğer olması gereken yere
konulacak olursa, şer olmaz. Böylelikle böyle bir şeydeki şer yönünün nisbî ve
görecelî olduğu anlaşılmaktadır.
İşte yerli yerince uygulanan cezaların özleri
itibariyle hayır olmaları -gerçekleştikleri yer bakımından kötü olsalar dahi-
bundan dolayıdır. Gerçekleştikleri yerde bir acıya sebeb olduklarından dolayı o
yere nisbetle kötüdürler. Halbuki o yerin tabiatı onun zıttı olan lezzeti alma
kabiliyetine de sahipti ve bu istidadı taşıyordu. İşte böylelikle duyulan o acı
bu yere nisbetle şer olmuştur. Halbuki yerli yerince uygulanması bakımından da,
bu işi yapan açısından da hayırdır.
Yüce Allah bütün yönleriyle ve bütün bakımlardan
katıksız bir şer yaratmış değildir. Çünkü O’nun hikmeti buna kabil değildir.
Allahu Teala için bir şeyin her bakımdan fesat olmakla; o şeyin yaratılmasında
hiçbir açıdan bir maslahat bulunmamakla birlikte o şeyi irade buyurması imkansızdır.
Bu muhal (imkansız) olarak görülen şeyden dahi daha açıktır. Çünkü hayır
bütünüyle O’nun elindedir, şer ise O’na nisbet edilmez. Aksine O’na nisbet
edilen herşey hayırdır.
Şerrin ortaya çıkması sadece bu izafetin ve bu
nisbetin O’na yapılmayışından dolayıdır. Eğer bu iş O’na nisbet edilecek
olursa, şer olamaz. Bu husus üzerinde iyice düşünmek lazımdır. Yani bir şeyin
O’na olan nisbetinin ortadan kalkması o şeyi şer yapan asıl sebebtir.
Şâyet: Şerrin yaratılması ve meşieti itibariyle
O’na nisbet edilmesinde bir kesinti yoktur, denilecek olursa şöyle cevap
verilir: Bu şer olmaması cihetinden böyledir. Çünkü o şeyin varlığıdır, asıl
O’na nisbet edilen ve o bu yönüyle bir şer değildir. Ondaki şer hayrın ve hayır
sebeblerinin o işe ulaştırılmaması, verilmemesi dolayısıyladır. Olmayan bir şey
(adem, yokluk) ise, hayrı elinde bulundurana nisbet edilmedikçe, yok demektir.
Şâyet bu hususta daha fazla bir açıklama
istenecek olursa şunu belirtelim ki hayrın üç sebebi vardır. Birincisi var
etmek, ikincisi hazırlamak, diğeri de gerekli desteği sağlamak (icad, i’dâd,
imdâd.)
Böyle bir şeyi var etmek hayırdır, bu da Yüce
Allah’a aittir. Aynı şekilde onu hazırlamak ve bu konuda ona destek vermek de
böyledir.
Eğer onda herhangi bir hazırlama ve destekleme
meydana gelmeyecek olursa, o takdirde faile nisbet edilmeyen, ancak onun zıttına
nisbet edilen bu yokluk sebebiyle o şeyde şer husule gelir.
Onu var ettiği vakit niye ona gereken desteği
vermedi? Diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Hikmet onun var edilmesini
ve desteklenmesini gerektirmemiştir. Sadece onun var edilip, destek vermenin de
terkedilmesini gerektirmiştir. O halde onu var etmek bir hayırdır, şer ise ona
gereken desteği vermemekten ötürü meydana gelmiştir.
Niye bütün varlıklara destek vermemiştir? Diye
bir soru tutarsızdır. Büyük bir ihtimalle böyle bir sorunun sorulmasına sebep
bütün varlıkların birbirine eşit olmasının daha bir hikmetli olduğu zannıdır.
Ancak bu, cehaletin ta kendisidir, aksine bu hususta tam ve kamil hikmet, eşyalar
arasındaki pek büyük farklılığın var edilmesindedir. Bunların herbir çeşidinin
yaratılmasında bir farklılık yoktur. Bunların herbir türünün yaratılmasında bir
farklılık söz konusu değildir. Farklılık yaratmaya taalluk etmeyen ve var
olmayan bir takım hususlarda meydana gelmektedir. Yoksa yaratmada bir farklılık
bulunmamaktadır. Şâyet bu hususu kavramakta zorlanılacak ve gereği gibi anlaşılamayacak
olursa, o vakit şairin şu beyitine başvurmamız uygun düşer:
"Bir şeye güç yetiremiyorsan bırak onu,
Güç yetirebildiğin şeylerle uğraş."
Şâyet: Kulu için bir şeye razı olmakla birlikte
o hususta ona nasıl yardımcı olmaz? diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir:
Çünkü o hususta kula yardımcı olmak, bazen Yüce Allah’ın o kişinin yapmasından
razı olduğu söz konusu itaatin husulünden daha büyük çapta sevilen bir şeyin
ele geçirilmemesine sebeb teşkil edebilir. Bazen kulun o itaati yapması, Yüce
Allah tarafından o itaatin sevilmesinden daha ileri oranda hoşlanılmayan bir
mefsedet dahi ihtiva edebilir. Nitekim Yüce Allah bu gerçeğe şu buyruğuyla işaret
etmektedir: "Eğer onlar çıkmak
isteselerdi, elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların çıkmalarını
hoş görmedi de kendilerini alıkoydu ve (onlara): ‘Oturanlarla beraber oturun’
denildi. Eğer onlar sizinle birlikte çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan
başka bir şey yapmazlar. Aranıza fitne sokmak kastıyla muhakkak koşarlardı..."
(et-Tevbe, 9/46-47)
Bu buyruğuyla Yüce Allah onların Rasûlü ile
birlikte gazaya çıkmalarını hoş karşılamadığını haber vermektedir. Oysa bu bir
itaattir, fakat onların cihada çıkmalarından hoşlanmadığı için bu konuda onları
cihada çıkmaktan alıkoydu.
Daha sonra Yüce Allah onların Rasûlü ile
birlikte cihada çıkmaları dolayısıyla söz konusu olabilecek bir takım fesatları
ve kötülükleri dile getirerek şöyle buyurmaktadır: "Eğer onlar sizinle birlikte çıksalardı, sizde şer ve fesadı arttırmaktan
başka bir şey yapmazlar. Aranıza fitne sokmak fesat ve kötülük çıkarmak kastıyla
muhakkak koşarlardı. Aranızda onlara kulak verecekler de vardır..."
(et-Tevbe, 9/47)
Yani aranızdan onların çağrılarını kabul edecek
kimseler vardır. Bir taraftan onların fitne ve fesatta koşuşmaları, diğer
taraftan berikilerin onların bu kötülüklerini kabul etmeleri, onların cihada çıkmak
maslahatlarından daha büyüktür. O bakımdan hikmet ve rahmet onların cihada çıkmayıp
oturmalarını sağlamaktır.
İşte bu örneği bir esas kabul edip başka
hususları buna kıyas edebilirsiniz.
Kul cihetinden olan ikinci bakıma gelince; bu da
mümkündür, hatta fiilen vaki’dir. Çünkü kul fasıklığa ve masiyete kızar. Kulun
fiili olması, onun kazanmasıyla meydana gelmesi, irade ve ihtiyarı (tercihi)
ile ortaya çıkması cihetinden ondan hoşlanmaz. Bununla birlikte Yüce Allah’ın
ilmine, yazıp takdir ettiğine, meşietine, iradesine ve kevnî emrine razı olur.
Allah’tan gelene razı olur ve kendisinden meydana gelene de kızar, öfkelenir. İşte
bu irfan ehli bir kesimin izlediği bir yoldur.
Bir başka kesim ise bunu mutlak olarak hoş karşılamamaktadır.
Bunların görüşleri de sonuç olarak bu görüşe racidir. Çünkü bunlar hoşlanmama
ifadesini kullanırken bununla Rabbin ilmini, kitabet ve meşîetini de kapsamayı
kastetmezler.
Meselenin sırrı şudur: Bu hususta Rabbe ait olan
hoş karşılanmayan bir şey değildir. Kula ait olan ise hoş değildir.
Bundan kula ait bir şey yoktur, denilecek
olursa, buna da şöyle cevap verilir: İşte kişinin böyle bir dar makamdan
kurtulabilmeye imkan bulamadığı, batıl cebrî görüş budur. Kaderi inkar eden kişinin
ise böyle bir yanlış kanaatten kurtulma ihtimali Cebriye’ye mensub olana göre
daha fazladır. Kaderiye ile Cebriye arasında orta yolu tutan Ehl-i Sünnet ise
her iki kesimden kurtulmakla bahtiyar olmuşlardır.
İlahi takdirde hikmetin görülmesi, kayyumiyet ve
etkin meşiete tanık olunması ile birlikte pişmanlık duymak ve tevbe etmek nasıl
söz konusu olabilir? diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir:
İşte basiretleri körelmiş olan kimseleri
meseleyi gerçek durumdan farklı görmek konumuna düşüren budur. Böyle bir kimse
fiilleri meşiet ve kadere uygun düşmesi dolayısıyla itaatler olarak değerlendirir
ve: Eğer ben O’nun emrine isyan etsem dahi, O’nun iradesine itaat ediyorum,
der. İşte şu beyit de bu hususu dile getirmektedir:
"Ben senin benim için seçtiğin şeyin
edilgeniyim,
O halde benim bütün fiillerim itaatlerden
ibarettir."
Böyleleri insanlar arasında en kör basiretli,
Allah’ın, O’nun dinî ve kevnî hükümlerinin en cahilidirler. Çünkü itaat, kader
ve meşîete uygunluk değil, şer’î ve dinî emre uygunluk demektir. Eğer kadere
uygunluk itaat olsaydı, şüphesiz ki İblis Allah’a itaatkârların en
büyüklerinden olurdu ve elbetteki Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb’in kavimleri
ile Firavun kavimlerinin tamamı itaatkâr olmalıydılar, bu ise cehaletin en
ileri derecesidir.
Fakat kul kendisinin acizliğini, kaderin
kendisinde etkin olduğunu, Rabbine kemal derecesinde muhtaç olup O’nun
kendisini koruma ve himaye etmesinde bir göz açıp kırpacak kadarlık bir süre
dahi müstağni kalamayacağını gördüğü takdirde; işte böyle bir durumda o kişi
kendi nefsine güvenip dayanan değil, Allah ile birlikte olan bir kimsedir. Şüphesiz
ki bu durumda olan bir kimsenin günaha düşmesi beklenemez. Çünkü böylesinin
üzerinde "benimle işitir, benimle görür, benimle yakalar, benimle
yürür" ifadelerinin dile getirdiği çok sağlam bir zırh bulunur.
Böyle bir durumda bu kimsenin günah işlemesi düşünülemez.
Bu konudan uzak tutulup, nefsiyle başbaşa kalacak olursa o vakit nefsin hükmü
onu istila eder. İşte o vakit onun aleyhine olmak üzere ağlar ve tuzaklar
kurulur. Avcılar onun üzerine hücum ederler. Bu tabiî varlığının sisleri
üzerinden açılıp gittiği takdirde; işte o vakit pişmanlık, tevbe ve Allah’a
yönelmeye koyulur. Çünkü o masiyet halinde kendi nefsi ile Rabbinden perdeli
idi. Bu varlıktan ayrılmaya başlayınca bir başka varlıkla birlikte olur. Artık
o kendi nefsi ile değil, Rabbi ile başbaşa kalır.
"Küfür Allah’ın kaza ve kaderi ile olduğuna;
bizler de Allah’ın kazasına razı olmakla emrolunduğumuza göre bunu nasıl inkar
ederiz, nasıl hoşlanmayabiliriz? diye sorulacak olursa buna şöyle cevap
veririz:
1- Bizler Allah’ın kaza ve
kaderi ile takdir ettiği herşeye razı olmakla emrolunmuş değiliz. Bu hususta ne
Kitapta, ne sünnette herhangi bir nass varid olmamıştır. Aksine ilahi kazanın
kimilerinden razı olunur, kimilerine gazap edilir ve hoşlanılmaz. Nitekim
hakimde O’nun kazalarına (bir takım kimselerin suç işlemelerine karşı aleyhteki
hüküm vermek suretiyle) razı olmamaktadır. Aksine bir takım kazalar gazaplandırabilir,
öfkelendirebilir. Nitekim muayyen kazalar dolayısıyla gazaplanılır, onlara öfke
duyulur, lanetlenir ve yenilirler.
2- Burada iki husus vardır.
Allah’ın kazası ki bu Yüce Allah’ın zatı ile kaim bir fiildir. Diğeri ise kaza
olunan şey, bu da ondan apayrı ve kendisinde kazanın cereyan ettiği husustur.
Kaza tümüyle hayırdır, adalettir, hikmettir. Onun tümüne rıza gösterilir. Makzi
(kaza ile hükm olunan) da iki kısımdır. Bunların bir bölümüne razıdır, bir
bölümünden de razı değildir.
3- Kazanın iki yönü vardır.
Birincisi Yüce Rabba taalluk edip O’na nisbet edilmesi. Bu yönüyle kul o kazaya
razıdır. İkinci yönü ise kula taalluku ve ona nisbet edilmesi. Bu bakımdan da
kaza onun razı olduğu ve kendisinden razı olmadığı şey olmak üzere ikiye ayrılır.
Mesela can öldürmenin iki ayrı değerlendirmesi vardır. Yüce Allah’ın kaderi,
kazası, yazması ve onu dilemiş olması bakımından ve onu maktulün eceli, ömrünün
sonu olarak takdir etmiş olması bakımından; biz bu kazaya razı oluruz. Fakat
katil tarafından bu fiilin işlenip yerine getirilmesi ve onun kazancı olup
kendi iradesiyle buna kalkışarak, fiiliyle Allah’a asi olması açısından da bu
fiile gazaplanırız ve buna razı olmayız.
"Bu
hususta derinlemesine dalmak ve kafa yormak ilahi yardımdan mahrum kalmaya
götüren bir yoldur" sözlerine gelince...
Teammuk (derinliğine dalmak); bir şeyi ele
geçirmek istemekte, öğrenmek maksadında aşırıya gitmek demektir. Yani kaderi öğrenmekte
aşırıya kaçıp bu hususta söz söylemeye derinliğine dalış, ilahi yardımdan
mahrum kalmaya götüren bir yoldur.
(Musannıf’ın kullandığı) Zeria (yol); vesile ve
araç demektir. Zeria, derece (basamak), süllem (merdiven) mana itibariyle
birbirlerine yakın kelimelerdir.
Hizlân (ilâhî yardımdan mahrum kalmak), hirman
(mahrumiyet) ve tuğyan da aynı şekilde mana itibariyle birbirine yakın
terimlerdir. Fakat hizlân yardımın zıttı, hirman zaferin zıttı, tuğyân da istikametin
zıttıdır.
"O
halde; bundan gerek kıyas ve mantık, gerek düşünce, gerekse de vesvese
itibariyle alabildiğine sakınmak gerekir."
Ebu Hureyre -Radıyallahu
anh-dan, dedi ki: Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in ashabından bir kesim Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yanına gelerek ona şunu sordular:
Bizler kendi nefislerimizde herhangi birimizin açıkça söylemeyi çok büyük bir iş
olarak kabul ettiği şeyleri hissediyoruz. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: Siz gerçekten içinizde böyle bir
duygu sezdiniz mi? diye sordu. Onlar da: Evet, deyince: "İşte bu, imanın
apaçık halidir" diye cevap verdi. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[148]
Hz. Peygamber’in: "İşte imanın apaçık hali
budur" sözleri ile onların böyle bir şeyi söylemeyi çok büyük bir iş
gördüklerine işaret etmektedir.
Yine Müslim’de yer alan bir rivayete göre
Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh- şöyle
demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-e vesvese hakkında soru soruldu da, o da: "İşte imanın katıksız
hali budur" dedi.[149]
Bu Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadisin anlamını
ifade etmektedir. Nefsin vesvesesi, bu vesveselere karşı savunmaya girişmek,
iki kişi arasındaki konuşmaya benzer. Şeytani vesveseye karşı savunmaya geçip
onu büyük bir şey olarak değerlendirmek imanın en açık halidir, imanın katıksız
ve yalın şeklidir.
İşte Ashab-ı Kiram’ın -radıyallahu anhum-, onlara güzel bir şekilde tabi olanların
izledikleri yol budur. Daha sonra bunların arkalarından şüphe ve tereddütlerin
ta kendisi olan bu vesveselerle sahifeleri karalayan bir nesil geldi. Hatta
bunlar sahifeleri değil, kalpleri dahi karaladılar. Hakkı kendisiyle bertaraf
etmek maksadıyla batıl’ı öne sürerek mücadele ettiler. İşte bundan dolayı
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- kader
hususunda ileri geri konuşarak dalmayı ve bu konuda incelemelere girişmeye kalkışmayı
yerip, geniş açıklamalarda bulunmuştur.
Âişe -Radıyallahu
anha-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Şüphesiz ki Allah
tarafından kendisine en çok buğzedilen kişi tartışması sürekli ve uzlaşmaz düşmandır."[150]
İmam Ahmed de şöyle demektedir: Bize Ebu Muaviye
anlattı, bize Davud b. Ebi Hind, Amr b. Şuayb’dan anlattı. O babasından, o
dedesinden rivayetle dedi ki: İnsanların kader hakkında konuştukları bir günde
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
çıkageldi. Kızgınlığından ötürü yüzünde adeta nar tanecikleri gibi kabarcıklar
belirdi ve şöyle buyurdu: "Ne oluyor size ki Allah’ın Kitabının bir
bölümünü diğeriyle çarpıştırıyorsunuz? Sizden öncekiler de bu yolla helak
oldular." (Amr’ın dedesi) dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in bulunup da benim hazır bulunmadığım
o meclis dolayısı ile memnun olduğum kadar, bulunmadığım başka herhangi bir
meclis dolayısı ile memnun olmuş değilim.[151]
Bu hadisi İbn Mace de rivayet etmiştir.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlar payları kadar faydalandılar. Sizden
öncekiler kendi payları kadar faydalandıkları gibi; siz de payınız kadar
faydalandınız ve onlar (batıla) daldıkları gibi siz de daldınız." (et-Tevbe, 9/69); "Ahirette ise onun hiçbir payı yoktur."
(el-Bakara, 2/200)
Yani sizden öncekiler kendi paylarından
yararlandıkları gibi siz de dünyadaki payınızdan yararlandınız. Onların
dalgalar halinde batıl’a daldıkları gibi siz de onlar gibi batıl’a daldınız.
Yüce Allah bu buyruğunda paydan yararlanmak ile
dalmayı bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Çünkü dinin fesadı, bozulması ya
amel bakımından ya itikad bakımından söz konusu olur. Birincisi şehvet ve
arzuların neticesi, ikincisi ise şüphelerin neticesidir.
Buharî, Ebu Hureyre -Radıyallahu anh- yoluyla kaydettiği bir rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Andolsun benim ümmetim de kendisinden önceki nesillerin
yolunu karış karış, arşın arşın izleyecektir." Ashab (bunlar) Pers’lerle,
Rum’lar mıdır? diye sorunca, Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-: "Ya bunlardan başka (arkasından gidilecek) başka
insanlar var mı ki?" diye buyurdu.[152]
Ebu Hureyre -Radıyallahu
anh-dan rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmişbir yahut yetmişiki
fırkaya ayrıldılar, hristiyanlar da bir o kadar fırkaya ayrıldılar, benim
ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılacaklardır."[153]
Bu hadisi Ebu Davud, İbn Mace ve Tirmizî rivayet etmiştir. Tirmizî: Hasen,
sahih bir hadistir, demiştir.
Ümmet arasında görüş ayrılığının ortaya çıktığı
en büyük mesele kader meselesidir. Bu husustaki sözler ve açıklamalar oldukça
geniş ve etraflıdır.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-:
"Her kim: Niye
yaptı? diye sorarsa o, Kitabın hükmünü reddetmiş olur. Kitabın hükmünü reddeden
de kâfirlerden olur."
Şunu bilelim ki ubudiyyetin Allah’a, kitaplarına
ve rasûllerine imanın esası teslimiyettir. Emir, nehiy ve şer’î hükümlerdeki
hikmetlerin tafsilatı ile ilgili olur olmaz soru sormamaktır. İşte bundan dolayı
Yüce Allah kendisine gönderilen peygamberi tasdik edip getirdiklerine iman etmiş
herhangi bir ümmetin kendilerine verdiği emir ve yasaklardaki, Rablerinden
kendilerine tebliğ ettiği şeriatteki hikmetlerin tafsilatına dair soru
sorduklarını belirten bir olay nakletmemiştir. Zaten bu ümmet böyle bir şey
yapmış olsaydı, peygamberine de iman etmiş olmazdı. Aksine her bir ümmet emre
bağlanmış, teslimiyet göstermiş ve boyun eğmiştir. Hikmetlere dair bilebildiği
kadarını bilmiş, bilme imkanını bulamadığı hallerde ise itaat ve teslimiyet
göstermek için bilme şartını koşmamıştır. Böyle bir şeyi de uğraşma alanına
sokmamıştır. Her bir ümmetin rasûlü de zaten böyle bir soruya muhatap olmayacak
kadar büyük bir şahsiyetti.
İşte bundan dolayı akıl, bilgi ve marifet bakımından
bütün ümmetlerin en mükemmeli olan bizim ümmetimizin salih selef’i peygamberine
Allah ne diye bunu emretti? Niçin bunu yasakladı? Niçin böyle bir şeyi takdir
etti? Niye böyle bir şey yaptı? diye sormamışlardır. Çünkü onlar böyle bir soru
sormanın imana ve teslimiyete aykırı düştüğünü, diğer taraftan teslimiyet
derecesi dışında İslam ayağının zemine sağlam basamayacağını iyice biliyorlardı.
O halde bir emri ta’zim etmenin ilk mertebesi
onu tasdik etmektir. Sonra ona sıkı sıkıya bağlanmak üzere kesin ve kat’î karar
vermektir. Daha sonra onu yerine getirmek üzere eli çabuk tutmak ve engelleri
de ortadan kaldırmaktır. Arkasından en mükemmel şekliyle onu yerine getirmek
üzere tam samimiyetle bütün gayretini ortaya koymak, sonra da o işi yerine
getirmekle emrolunduğu için o işi yapmaktır. Öyle ki onu yerine getirmek, onun
hikmetine bağlı kalmamalı, bu hikmeti açıkça bilirse yapacak, bilmezse onu
ihmal edecek duruma düşmemelidir. Çünkü böyle bir tutum emre bağlılığa aykırıdır,
emre tam anlamıyla riayet etme haline gölge düşürür.
Kurtubî, İbn Abdi’l-Berr’den naklederek der ki:
Bir kimse ilme duyduğu arzu ve bilgisizliğini gidermek, diyaneten bilinmesi
gerekli bir hususu araştırmak kastıyla soru soracak olursa bunda bir sakınca
yoktur. Çünkü bilgisizliğin şifası soru sormaktır. Ancak bilgisini arttırmak ve
öğrenmek kastıyla değil de, işi yokuşa sürmek maksadıyla soru soran kimsenin bu
sorularının az olması da çok olması da durumu değiştirmez, helal değildir.
İbnu’l-Arabî de der ki: İlim ile uğraşan alime
yakışan da delilleri geniş geniş açıklamak, hükümlerin elde edildiği yolları açıklığa
kavuşturmak, ictihad için gerekli ön bilgileri ve şartları elde etmek, hükümleri
çıkarmak için yardımcı olacak araç ve gereçleri hazırlamaktır. Herhangi bir
olay ile karşı karşıya kalınacak olursa ele alınması gereken şekilde ele alınır
ve çözümü bulunabileceği kabul edilen yollardan çözülmeye çalışılır. Bu hususta
da Yüce Allah doğru yolu gösterir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Kişinin kendisini
ilgilendirmeyen hususları terketmesi İslamının güzelliğindendir."[154]
Bu hadisi Tirmizi ve başkaları rivayet etmiştir.
Kitab’ın hükmünü reddedenin kâfir olacağı şüphesizdir.
Fakat karşı karşıya kaldığı bir şüphe dolayısıyla Kitabın hükmünü te’vil eden
kimseye de doğruya dönmesi için doğru husus ne ise açıklanır. Yüce Allah’a ise
-Cehm’in ve ona uyanların söyledikleri gibi- sadece kahır ve kudreti dolayısıyla
değil, aynı zamanda hikmetinin, rahmet ve adaletinin kemali dolayısıyla da yaptığı
hakkında soru sorulmaz. Buna dair daha geniş açıklamalar, Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Biz helal kabul etmediği sürece kıble
ehlinden herhangi bir kimseyi işlediği bir günah dolayısıyla tekfir
etmeyiz" sözlerini açıklarken gelecektir.
"İşte
bunlar Yüce Allah’ın dostlarından (veli kullarından) kalpleri (iman) nuru ile
aydınlanmış kimselerin gerek duyduğu şeylerin özetidir ve bu, ilimde derinleşmiş
olanların mertebesidir. Çünkü ilim iki türlüdür: Birisi mahlukat arasında var
olan (onlar tarafından bilinen) bir ilimdir, diğeri ise mahlukat arasında
bulunmayan bir ilimdir. Var olan ilmin inkârı küfürdür, olmayan ilmi bilmek
iddiasında bulunmak da küfürdür. İman var olan ilmi kabul edip bulunmayan ilmi
elde etmeyi terketmedikçe sabit olmaz."
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "İşte
bunlar..." sözleri ile şeriatın getirdiği ve daha önce kendisine işaret
edilen, inanılması ve gereğince amel edilmesi gereken hususlara işaret
etmektedir.
"İşte
bu, ilimde derinleşmiş olanların mertebesidir" sözleri de Allah
Rasûlünün icmalî ve tafsilî olarak nefy ve isbat (red ve kabul)e dair
getirdiklerinin bilgisidir.
"Olmayan
ilim"den
kastı Yüce Allah’ın yarattıklarına bildirmeyip, gizlediği ve onun elde edilmesi
için çalışmalarını yasakladığı kader ilmidir. "Mevcut (var olan)
ilim"den kastı ise şeriatı, şeriatın usül ve furuû (itikadî, şer’î ve fıkhî)
hükümleridir.
Allah Rasûlünün getirdiklerinden herhangi bir şey
inkâr eden bir kimse kâfirlerden olacağı gibi, gayb ilmini bildiği iddiasında
bulunan kimse de kâfirlerdendir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gaybı bilendir, O kendi gaybına hiçbir
kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola." (el-Cin, 72/26-27); "Saatin (kıyametin ne zaman kopacağının) ilmi şüphesiz Allah’ın
nezdindedir. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir, hiçbir kimse yarın ne
kazanacağını bilemez, hiçbir nefis de hangi yerde öleceğini bilmez. Muhakkak
Allah herşeyi bilendir, herşeyden haberdardır." (Lukman, 31/34)
Bizim Yüce Allah’ın hikmetini bilemeyişimiz,
bunun bize gizli kalması o hikmetin bulunmamasını, bizim o hikmeti bilmeyişimiz,
var olmamasını gerektirmez. Nitekim bizler zarardan başka bir şeylerini
bilemediğimiz yılanların, akreplerin, haşeratın yaratılışındaki hikmeti
bilememekteyiz. Bu Yüce Allah’ın, bunları yaratmadığı manasına gelmediği gibi,
bunlarda bizim için belli olmayan bir takım hikmetlerin bulunmamasını da
gerektirmez. Çünkü bir şeyin bilinmemesi o şeyin yok olduğunun bilinmesi demek
değildir.
"Biz
Levh’e ve Kalem’e de iman ederiz. (Levh’e kalem ile) yazılan herşeye de."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Daha doğrusu o çok şerefli bir Kur’ân’dır.
Levh-i Mahfuz’dadır."
(el-Buruc,
85/21-22)
Sözü geçen Levh, Yüce Allah’ın bütün mahlukatın
kaderlerini, ölçülerini, kendisinde yazdığı Levh’tir. Kalem’den kasıt ise Yüce
Allah’ın yaratıp kendisi ile sözü edilen Levh’e ilahî takdirlerini yazdığı şeydir.
Nitekim Ebu Davud’un Sünen’inde yer alan rivayete göre Ubade b. es-Samit -Radıyallahu anh- şöyle demiştir:
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i
şöyle buyururken dinledim: "Yüce Allah’ın ilk yarattığı şey Kalem’dir.
Ona: Yaz diye buyurdu, o: Rabbim neyi yazayım? diye sordu. Kıyametin kopacağı
ana kadar herbir şeyin takdirini yaz, diye buyurdu."[155]
İlk yaratılan Kalem midir, yoksa ‘Arş mıdır,
hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bunları Hafız Ebu’l-A’la el-Hemedanî
söz konusu etmektedir. Bunların sahih olanına göre Arş Kalem’den önce yaratılmıştır.
Çünkü sahih(i Müslim)de yer alan rivayete göre, Abdullah b. Amr -Radıyallahu anh- şöyle demiştir:
Râsulullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
buyurdu ki: "Yüce Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce bütün
mahlukatın kaderlerini tayin etti, Arşı da su üzerinde idi."[156]
İşte bu buyruk, takdirin Arş’ın yaratılmasından
sonra meydana geldiği hususunda açık bir ifadedir. Takdir (kaderlerin tayini)
de Kalem’in ilk yaratılışı sırasında meydana gelmiştir. Bunu da az önce geçen
Ubade b. es-Samit -Radıyallahu anh-
yoluyla gelen hadisten anlıyoruz. Bu hadisteki: "Allah’ın ilk yarattığı şey
Kalem’dir..." ifadesi ya tek bir cümledir, yahut iki ayrı cümledir. Eğer
tek bir cümle ise -ki doğru olan da budur- manası şudur: Kalem, Allah’ın ilk
halkettiği ve kendisine "yaz" diye buyurduğu yaratığıdır. Nitekim
ifadenin lafzında da şöyle denilmektedir: Allah’ın ilk halkettiği şey
kalem’dir, ona: Yaz diye buyurmuştur. Buradaki "ilk" anlamındaki
kelime ile "Kalem" anlamındaki kelime nasb ile okunmuştur.
Eğer iki cümle ise -ki bu rivayet
"ilk" ile "Kalem" kelimelerinin ref’i ile rivayet edilmiştir-
o takdirde bu hadisi şuna yorumlamak gerekir: Kalem, bu alem arasında yaratılmış
mahlukatın ilkidir. Böylelikle bu iki hadis arasında ittifak (uyumluluk) söz
konusu olur. Çünkü Abdullah b. Amr’ın hadisi arşın ilahi takdirden önce yaratılmış
olduğu hususunda açık bir nasstır. Mahlukatın takdiri ise Kalem’in yaratılması
ile birlikte olmuştur. Bir başka lafızda da şöyle denilmektedir: "Allah
Kalem’i halkedince ona: Yaz diye buyurdu."
İşte bu Kalem, Kalem’lerin ilki, en faziletlisi
ve en değerlisidir. Tefsir alimlerinden birden çok kişi de şöyle demektedir: Bu
Kalem Yüce Allah’ın: "Nûn. Kaleme ve
yazmakta oldukları şeylere andolsun ki..." (el-Kalem, 68/1-2) buyruğunda kendisine yemin ettiği kalem’dir.
İkinci Kalem ise vahiy kalem’idir. Kendisi ile
Yüce Allah’ın peygamberlerine ve rasûllerine göndermiş olduğu vahyi yazdığı
kalem’dir. Bu kalem’in sahipleri âleme hakim olan (melekler)dir. Bütün kalemler
onların kalemlerine hizmet eder. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- İsra gecesinde kalemlerin cızırtısını duyduğu bir yere
kadar çıkartılmıştır. İşte bu kalemler Yüce Allah’ın yüce ve alt âlemin her
türlü işini tedbir edip, çekip çevirdiği hususlar ile ilgili olarak bildirdiği
vahiylerin kendileri ile yazıldığı kalemlerdir.
"Yüce
Allah’ın orada olacak diye yazdığı bir şeyin olmamasını sağlamak üzere bütün
mahlukat bir araya gelip toplansalar, buna güç yetiremezler. Aynı şekilde Yüce
Allah’ın orada olmayacak diye yazmış olduğu bir şeyin olması için hepsi bir
araya gelecek olsalar, yine buna güç yetiremezler. (Çünkü) Kalem kıyamete kadar
olacak şeyleri yazmış ve artık (mürekkebi) kurumuştur."
Câbir -Radıyallahu
anh-ın, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-den naklettiği şu hadis daha önceden geçmişti: Suraka b. Malik b.
Cu’şum gelerek dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Şu anda yaratılmışızcasına bize
dinimizi açıkla. Bugün amel ne içindir? Kalem’lerin yazıp kuruduğu ve
takdirlerin kendisi doğrultusunda cereyan ettiği bir şey uğrunda mı, yoksa
gelecekte (belirlenecek) şeyler uğrunda mı? Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Hayır. Kalem’lerin
yazıp kuruduğu ve takdirlerin kendisi hakkında cereyan ettiği şey hakkındadır."[157]
İbn Abbas -Radıyallahu
anh-dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Birgün Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
terkisinde idim. "Ey genç!" diye buyurdu. "Sana bazı sözler öğreteceğim,
dikkat et: Allah’ı(n hükümlerini) koru ki O da seni korusun. Allah’ı koru ki
O’nu yöneldiğin cihette bulasın, dilekte bulunacak olursan Allah’tan dile. Yardım
isteyecek olursan Allah’tan iste. Şunu bil ki bütün ümmet (insanlar) sana
herhangi bir hususta faydalı olmak için bir araya gelip toplanacak olsalar
Allah’ın senin için yazmış olduğu bir şey müstesna sana, fayda sağlayamazlar ve
eğer sana bir hususta zarar vermek için bir araya toplansalar, Allah’ın senin
aleyhine yazmış olduğu bir şey olması müstesna, sana zarar veremezler. (Çünkü
artık) Kalemler kaldırılmış, sahifeler(in mürekkebi) kurumuştur." Bunu
Tirmizî rivayet etmiştir ve: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir.[158]
Tirmizî’den başkalarının rivayetinde ise şu da
vardır: "Sen Allah’ı(n hükümlerini) koru, O’nu önünde bulacaksın. Rahat ve
bolluk zamanlarında Allah’ı tanı (Allah yolunda işler yap) ki zorluk ve darlık
zamanında O da seni tanısın (imdadına yetişsin, yardımına koşsun.) Şunu da bil
ki sana gelip çatmayan bir şey, asla sana isabet edecek değildi. Sana isabet
eden bir şeyin de seni gelip bulmaması imkansızdır. Şunu bil ki yardım sabırla
birliktedir, kurtuluşta sıkıntıyla beraberdir ve muhakkak zorlukla birlikte bir
kolaylık vardır."[159]
Bu hadislerde ve başkalarında "kalemler"
tabiri çoğul olarak gelmiştir. İşte bu da îlahî takdirlerin -daha önce Levh-i
Mahfuz ile birlikte sözü edilen- ilk kalemin dışında, başka kalemlerinin de
olduğuna bir delildir.
Sünnetin delâlet ettiği üzere kalemler dört
tanedir ve bu taksim daha önce sözü edilen taksimden farklıdır:
1- Birinci kalem bütün
mahlukatı kapsayan umumi kalemdir. Levh ile birlikte daha önce sözü edilen
kalem budur.
2- İkinci kalem, Adem -Sallallahu aleyhi ve sellem-in yaratılması
zamanındaki kalemdir. Bu da umumi bir kalemdir, ancak Ademoğullarına hass’tır.
Bu kaleme dair Yüce Allah’ın Ademoğullarının amellerini, rızıklarını,
ecellerini ve mutluluklarını ilk atalarını yaratmasının akabinde takdir ettiğine
delalet eden bir takım âyetler varid olmuştur.
3- Üçüncü kalem meleğin, annesinin
karnında bulunan cenine gönderildiği zaman kullanılır. Melek o vakit cenine ruh
üfler ve dört kelimeyi yazmakla emrolunur: Rızkını, ecelini, amelini ve mutlu
yahut bedbaht olduğunu yazar.[160]
Nitekim bu hususta varid olmuş sahih hadisler de vardır.
4- Dördüncü kalem, kulun
bülûğa ermesi halinde konulan kalemdir. Bu Kiramen katibiyn’in ellerinde
bulunur, ve onunla Ademoğullarının yaptıklarını yazarlar. Yine bu hususta Kitap
ve sünnetten buyruklar vardır.
Kul, herşeyin Allah’tan geldiğini bildiğine göre
yalnızca Yüce Allah’ın huzurunda korku ve saygı duymalı ve yalnızca O’na karşı
takvalı davranmalıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O halde insanlardan korkmayın, Benden
korkun." (el-Mâide, 5/44);
"Ve yalnız Benden korkun." (el-Bakara, 2/40); "Ve yalnız Benden korkun." (el-Bakara, 2/41); "Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan
sakınırsa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (en-Nur, 24/52); "İşte O kendisinden korkulmaya layık olandır, bağışlamak da O’na
yaraşır."
(el-Muddessir, 74/56)
Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamdaki buyruklar
gerçekten çoktur.
Kulun bir takım şeylerden sakınması kaçınılmaz
bir şeydir. Çünkü kul, kendisine itaat olunan bir hükümdar olsa dahi tek başına
yaşayamaz. Bir hükümdar bile yönetimi altındaki insanların iyiliğini düşünerek
bazı şeylerden sakınmak zorundadır. O halde herbir insan mutlaka sakınmalı
(takvâ sahibi olmalı)dır.
Eğer Allah’tan korkmaz ve sakınmazsa bu sefer
mahlukattan korkmak ve sakınmak zorunda kalır. Bütün mahlukatın ise aynı anda
bir kişiye sevgi ve nefret duymaları imkansız bir şeydir. Aksine birisinin
istediğini diğeri nefretle karşılayabilir. Hepsini razı etmeye imkan yoktur.
Nitekim Şafiî -Radıyallahu anh- böyle
demiştir: İnsanları razı etmek, ulaşılamayan bir amaçtır. O halde senin halini
düzelten işe bak, ondan ayrılma, onun dışındaki herşeyi de bir kenara bırak,
onu önemseme. Yaratıkları razı etmek ne gücün çerçevesinde olan bir şeydir, ne
de emrolunmuş bir şeydir. Yaratanı razı etmek ise güç yetirilebilen ve
emrolunan bir husustur.
Aynı şekilde yaratığın insana Allah’a karşı
hiçbir faydası yoktur. Kul, Rabbinden korkarsa insanları razı etmek külfetinden
Allah onu kurtarır. Nitekim Âişe -Radıyallahu
anh-, Muaviye’ye böyle yazmıştır ve bu yazdığı mektup merfu olarak rivayet
edildiği gibi yalnız ona mevkuf olarak ta rivayet edilmiştir: "Kim
insanları öfkelendirmek pahasına Allah’ı razı ederse, Allah kendisinden razı
olur; insanları da kendisinden razı etmiş olur. Kim de Allah’ı gazaplandırmak
suretiyle insanları razı etmeye kalkışırsa, insanlar arasından onu övenler, onu
yermeye koyulurlar."[161]
Allah’ı razı eden bir kimseyi Allah insanları
razı etmek külfetinden kurtardığı gibi, ondan da razı olur. Daha sonra onlar da
O’ndan razı olurlar, çünkü güzel akıbet takvanındır. Allah böyle bir kulu
sever, insanlar da onu sever. Nitekim Buharî ile Müslim’de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah kulunu sevdi mi, Ey Cebrail diye nida
eder. Ben filanı seviyorum, sen de onu sev. Bunun üzerine Cibril onu sever,
sonra Cibril semada şöyle seslenir: Şüphesiz Allah filanı seviyor, siz de onu
seviniz. Bunun üzerine semadakiler onu severler. Daha sonra o kimse için
yeryüzünde kabul görme vasfı yerleştirilir."[162]
Peygamber buğz ve nefret hakkında da buna benzer
ifadeler kullanmıştır.
(Hadis-i Şerif) her mahlukun mutlaka ya bir
yaratılmıştan yahut ta yaratıcıdan korkmasının kaçınılmaz olduğunu açıklamaktadır.
Yaratılmıştan korkmanın zararı bir çok bakımdan faydalarından daha ağır
basmaktadır. Allah’tan korkmak (takvâ) ise dünya ve âhiret saadetinin
sebebidir.
Yüce Allah kendisinden korkulmaya gerçekten layıktır.
Aynı şekilde O mağfirette bulunmaya da ehildir. Günahları bağışlayan O’dur,
hiçbir yaratılmış günahları bağışlamaya kadir değildir. Allah’tan başka hiçbir
kimse de bu günahların azabından kimseyi koruyamaz. O koruyandır, Ona rağmen
kimse kimseyi koruyamaz.
Selef’ten birisi şöyle demiştir: Takvâ sahibi
bir kimse asla muhtaç olmaz, çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah’tan korkarsa ona bir çıkış yolu
ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir." (et-Talâk, 65/2-3)
Görüldüğü gibi Yüce Allah takva sahiplerine
insanların darlanıp, zorlandıkları şeylerden bir çıkış yolu göstermeyi, ummadıkları
bir yerden kendilerini rızıklandırmayı taahhüt etmektedir. Eğer bu gerçekleşmeyecek
olursa takvada bir halel olduğunu gösterir. O bakımdan Yüce Allah’tan mağfiret
dilesin, O’na tevbe etsin. Daha sonra da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah’a tevekkül ederse O, kendisine
yeter." (et-Talâk, 65/3)
Yani Allah o kimseye kafi gelir ve onu başkasına muhtaç kılmaz.
Bazıları tevekkülün kazanç yollarına başvurmaya
ve sebebleri yerine getirmeye aykırı olduğunu, işler takdir edilmiş olduğuna
göre esbabı yerine getirmeye gerek bulunmadığını zannedebilir. Ancak bu yanlıştır,
çünkü kazanç yollarına başvurmanın kimisi farzdır, kimisi müstehabtır, kimisi
mübah, kimisi mekruhtur, kimisi de haramdır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- tevekkül edenlerin en faziletlisidir,
fakat o savaşa giderken zırh giyerdi. Kazanç elde etmek için pazarlarda dolaşırdı.
Öyle ki kâfirler onun hakkında: "Bu
nasıl peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır?" (el-Furkan, 25/7) demişlerdi.
Bundan dolayıdır ki kazanç yollarına başvurmayı
tevekküle aykırı gören bir çok kimsenin ya sadaka yahut hediye suretiyle başkalarının
kendilerine verdikleri ile rızıklarını elde ettiklerini görüyoruz. Ancak
(sadaka yada hediye veren) bu kimse bir vergi memuru, yahut bir güvenlik amiri
ya da buna benzer (kazancı arasında çoğunlukla haram bulunan) bir kimse
olabilir.
Yüce Allah’ın: "Allah dilediğini siler ve (dilediğini) bırakır. Ana kitap ise O’nun
nezdindedir." (er-Rad, 13/39)
buyruğunun tefsiri ile ilgili bir takım görüşlere daha önceden işaret etmiş
bulunuyoruz.
Yüce Allah’ın: "O her gün bir iştedir." (er-Rahman,
55/29) buyruğuna gelince, el-Beğavî şöyle demektedir: Mukatil dedi ki: Bu
âyet-i kerîme yahudilerin: Şüphesiz Allah cumartesi günü hiçbir şey hakkında
hüküm vermez, demeleri üzerine nazil olmuştur.[163]
Tefsir alimleri derler ki: Hayat vermek,
öldürmek, rızık vermek, bir takım kimseleri aziz kılıp başkalarını zelil kılmak,
hastaya şifa vermek, bir esiri esaretten kurtarmak, sıkıntı içersinde olan
birisini kurtarmak, dua eden birisinin duasını kabul etmek, bir dilekte
bulunana istediğini vermek ve bir günahı bağışlamak ve buna benzer sayılamayacak
pek çok fiilleri ve yarattıklarında dilediğini yaratması O’nun şanındandır.[164]
"Kula
isabet etmeyen bir şey hiçbir şekilde ona isabet edecek değildi. Ona isabet
eden herhangi bir şeyin de ona isabet etmemesi imkânsızdır."
Bu, daha önce geçen takdir olunmuş herbir şey
kaçınılmaz olarak meydana gelir, şeklindeki gerçeğe binaen kullanılmış bir
ifadedir.
"Kul şunu
bilmelidir: Yüce Allah’ın yarattığı ve meydana gelen herbir hususa dair bilgisi
ezeldendir. O bakımdan O, bunu son derece muhkem ve kat’î bir şekilde takdir
etmiştir.Göklerde ve yerdeki yaratıklardan hiçbir kimse bunu nakzedemez; kimse
onu bozamaz, izale edemez, değiştiremez, başka bir yere havale edemez,
eksiltemez, O’na bir şey ilave edemez."
Bu da, daha önce sözü edilmiş "Yüce Allah’ın
kainat hakkındaki bilgisi ezeldendir ve O varlıkları yaratmadan önce bunlara
dair kaderleri (ölçüleri) takdir etmiştir" şeklindeki ifadelere binaen
söylenmiştir. Nitekim Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah gökleri ve yeri
yaratmadan ellibin sene öncesinden bütün mahlukatın kaderlerini takdir etmiştir,
Arşı da su üzerinde idi."[165]
O halde; Yüce Allah’ın, zamanı gelince sonsuz
hikmetinin gereğine uygun olarak varlık alemine çıkmadan önce eşyayı bildiğini
görüyoruz. Varlık alemine de O’nun bilgisine uygun olarak ortaya çıkar. Çünkü
mahlukatın sahip bulundukları akıl almaz pek çok hikmetler ile birlikte var
edilmeleri, ancak varlıklarından önce hallerini bütünüyle bilen bir işi tarafından
var edilmeleri ihtimalini geçerli kılabilir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Yaratan bilmez mi
hiç? O Latiftir, herşeyden haberdardır." (el-Mulk, 67/14)
Mutezile’ye mensup aşırı kimseler Yüce Allah’ın
ezelden beri bilen olduğunu kabul etmeyerek şöyle derler: Yüce Allah, kullar
fiillerini işlemedikçe onları bilemez. Yüce Allah onların söylediklerinden pek
yücedir.
İmam Şafiî -yüce
Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Kaderiye ile (Allah’ın)
ilmi(ni) ileri sürerek tartışınız. Eğer Allah’ın ilim sıfatını kabul ederlerse,
yenik düşerler. İnkar ederlerse, küfre saparlar. Şüphesiz ki Yüce Allah belli
bir kişinin güç sahibi olduğunu ve gücünün yettiği şeyleri yaptığını bilir. O
bakımdan ona da mükafat verir. Diğeri ise yine güç yetiren olmakla birlikte,
güç yetirdiği şeyi yapmadığını bilir. Bundan ötürü de onu azaplandırır. Onu
azaplandırmasının biricik sebebi, kudret sahibi olmakla birlikte (emrolunduğu
hususu) yapmamasıdır. Yüce Allah onun bu halini bilmiştir. Güç yetiremeyen
kimseye de ne emir verir, ne de güç yetiremediği şeyi yapmadığı için azaplandırır.
Şâyet, "o takdirde kulun Yüce Allah’ın
bilgisini değiştirmeye kadir olması gerekir. Çünkü Yüce Allah onun, o işi
yapmayacağını bilmiştir. Şâyet o işi yapabilecek gücü bulursa o takdirde Allah’ın
bilgisini değiştirmeye kadir demektir" denilecek olursa şöyle cevap
verilir:
Bu bir kelime oyunudur, çünkü kulun mücerred
olarak bir fiili yapabilecek durumda olması, ilmin değiştirilmesini
gerektirmez. İlmin değişikliğine uğradığını zanneden kimseler, fiilin meydana
gelmesi halinde bir değişiklik olduğunu zannediyorlar. Eğer fiil meydana
gelecek olursa, elbetteki Allah tarafından bilinen husus o fiilin meydana
geleceğidir, meydana gelmeyeceği değildir.
Yüce Allah’ın bir işin meydana gelmeyeceğini
bilmekle birlikte, o işin meydana gelmesi imkansız bir şeydir. Hatta böyle bir şey
meydana gelecek olursa, elbetteki Yüce Allah o işin meydana geleceğini
biliyordu. Şâyet meydana gelmeyecek olursa, şüphesiz ki Yüce Allah o işin
meydana gelmeyeceğini biliyordu.
Bizler Yüce Allah’ın ilminin bir olay ile ilgili
olarak nasıl olduğunu ancak o işin açıkça ortaya çıkmasıyla bilebiliriz. Yüce
Allah’ın ilmi meydana gelene mutâbıktır. Dolayısıyla O’nun ilminin değiştirilmesini
gerektirecek bir şeyin meydana gelmesine imkan yoktur. Aksine ne olursa, ne
meydana gelirse malûm olan (Allah’ın ilminde bilinen) da onun o durumudur.
Herhangi bir iş yapmayan bir kul Allah’ın ilmini değiştiren bir iş yapmış
olmaz. Aksine o, meydana gelmeyen bir işi yapabilmeye kadir bir kimse demektir.
Şâyet o iş meydana gelirse elbetteki Yüce Allah o işin meydana geleceğini bilmiştir,
meydana gelmeyeceğini (bildiği halde meydana gelmiş) değildir.
Denilse ki: Bir işin meydana gelmemesi ile
birlikte Yüce Allah onun da meydana gelmeyeceğini bilir. Şâyet kul o işi
meydana getirmeye kadir olursa, ilmi de değiştirmeye kadir, olur demektir.
Buna şöyle cevap verilir: Durum böyle değildir.
Aksine kul öyle bir işi meydana getirme gücüne sahip olmakla birlikte, onu
meydana getirmemiştir. Onu meydana getirecek olursa, Allah tarafından bilinen o
işin meydana geleceği şeklindedir, başka türlü olamaz. Kulun güç yetirebildiği
bir iş meydana geldiği takdirde, Allah tarafından bilinen de sadece o işin
meydana geleceği şeklindedir.
Bu şekilde soru soran kimseler meydana gelen bir
işin meydana gelmeyeceğinin Allah tarafından bilinmesi halini var sayarak soru
soruyorlar. Bu ise imkansız bir varsayımdır ve böyle bir varsayım bir kimsenin;
meydana gelmemekle birlikte, meydana geldiğini varsay, demesine benzer ki bu da
iki çelişik önermeyi aynı anda kabul etmek demektir. (Bu da imkânsızdır.)
"İşte
bunlar inanılması gereken esaslar, marifetin temelleri, Yüce Allah’ın tevhid ve
rubûbiyetini kabul etmenin kapsamı içerisindedir. Nitekim Yüce Allah Kitab-ı
Kerîm’inde şöyle buyurmaktadır: "Ve O herşeyi yaratıp inceden inceye
takdir ve ta’yin etmiştir." (el-Furkan, 25/2); "Allah’ın emri yerini
bulan bir kaderdir." (el-Ahzab, 33/38)"
Burada az önce sözü edilen kadere imana, Yüce
Allah’ın meydana gelen bütün olay ve varlıklara dair ilminin ezeli olduğu
hususuna işaret edilmektedir. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- imanın ne olduğu hakkında soru sorana verdiği cevabında şöyle
buyurmuştur: "(İman) Allah’a, meleklerine, kitaplarına, rasûllerine ve
ahiret gününe iman etmendir. Ayrıca hayrı ile şerri ile kadere de iman
etmendir." Hadisin sonlarında da Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ey
Ömer, o soru soranın kim olduğunu biliyor musun?" (Ömer): Allah ve Rasûlü
en iyi bilendir, dedi. Peygamber şöyle buyurdu: "O, Cebrail idi, size
dininizi öğretmek için geldi." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[166]
"Yüce
Allah’ın tevhid ve rububiyetini kabul etmek" sözleri şu demektir:
Yüce Allah’ın sıfatlarına iman etmedikçe, tevhid ve rububiyetin itirafı ve
kabulü tamam olmaz. Allah’tan başka bir yaratıcının varlığını kabul eden bir
kimse Allah’a şirk koşmuş olur. Peki herkes kendi fiilini yaratır, diye iddia
edenin durumu ne olacaktır?
İbn Abbas -Radıyallahu
anh-dan şöyle dediği nakledilmiştir: Kader, tevhid’in kapsamı
içerisindedir. Allah’ı tevhid ederken, kaderi yalanlayanın bu yalanlaması
tevhid’ini nakzeder. Bunun böyle olmasına sebeb ise; kader’e iman etmenin Yüce
Allah’ın ezelî ilmine ve hitabıyla mahlukatın kaderlerini yazması ile ilminden
açığa çıkardıklarına iman etmeyi de ihtiva etmesinden dolayıdır. Bu hususta
Yüce Allah’ın cüz’iyyata ya da başka hususlara dair bilgisini inkar eden müşriklerden,
sabiîlerden, filozoflardan ve başka kesimlere mensup pek çok kişi sapıtmış
bulunmaktadır. Çünkü bütün bunları yalanlamak, kaderi yalanlamanın kapsamı
içerisine girer.
Yüce Allah’ın herşeye kadir olmasına gelince,
genel çerçevesi ile Kaderiye’nin yalanladığı bir husustur. Çünkü onlar kulların
fiillerini yaratmadığını söyleyerek kulların fiillerini O’nun kudret ve
yaratması çerçevesinin dışına çıkartmış olmaktadırlar.
Kitabın, sünnetin ve icma’ın delâlet ettiği
kaderi inkâr edenler tartışmasız olarak katıksız kaderiye’dendirler. Onlar Yüce
Allah’ın kulların takdirleri ile ilgili olarak tayin ettiği Kaderini inkâr
ederler. Gerek Ashab-ı Kiram’ın, gerek önder ilim adamlarının Kaderiye’yi
yermeye dair sözleri ile bunlar kastedilmektedir. Mesela İbn Ömer -Radıyallahu anh-a: Bunlar kader diye
bir şey olmadığını ve meydana gelen olayların önceden ilahi ilim söz konusu
olmaksızın meydana geldiğini iddia ediyorlar, denilince söylediği: Onlara şunu
bildir ki, ben onlardan uzak olduğum gibi, onlar da benden uzaktırlar, sözleri
bu kabildendir.
Yüce Allah’ın ilmine uygun olan takdir demek
olan kader, pek büyük esasları da ihtiva etmektedir:
1- Yüce Allah, takdir
edilmiş olan herbir hususu meydana gelmeden önce bilir. Böylelikle Onun kadim
ilmi de sabit olur. Bu kabul ile Yüce Allah’ın kadim ilmini inkâr edenler de
reddedilmiş olmaktadır.
2- Yüce Allah’ın herşeyi
takdir etmiş olması bütün mahlukatın miktar ve ölçülerinin de takdir edilmiş
olmasını ihtiva eder. Mahlukatın miktar ve ölçüleri ise onlara has muayyen
nitelikleridir. Şüphesiz ki Yüce Allah herbir şey için belli bir kader (miktar
ve ölçü) tayin etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, herşeyi yaratıp, inceden inceye takdir ve
tayin etmiştir."
(el-Furkan,
25/2)
Buna göre yaratmak takdiri de ihtiva eder. Bir şeyin
bizzat takdir edilmesi ise onun için bir miktar tayin etmekle olur. Onun miktarının
tayini ise var oluşundan öncedir. Yüce Allah, herbir mahlukun kemiyet ve
keyfiyeti itibariyle kendisine has takdirini yazmış olması, elbetteki muayyen
ve cüz’î hususlara dair bilgisini en ileri derecede ortaya koyar ve bu, bu
hususu inkâr eden ve; O, külliyatı bilir fakat cüziyatı bilmez, diyenlerin
kanaatine aykırıdır. O halde kader hem kadim ilmi, hem de cüziyatı bilmeyi
kapsamaktadır.
3- İlahi takdir aynı
zamanda onun bunu haber vermiş olmasını ve mahlukatın varlığından önce bunu
ortaya koyup etraflı bir şekilde buna dair bilgileri bildirmiş olması gerçeğini
de ihtiva eder. Bu da şunu gerektirmektedir: Kulların bir takım hususları var
olmadan önce etraflı bir şekilde bilmeleri mümkündür. Bu da Yüce Allah’ın böyle
bir bilgiye öncelikle sahip olması gerektiğine dikkatimizi çekmektedir. Çünkü
kulları (kısmen de olsa) böyle bir şeyi bilebildiklerine göre kendisinin
bilmemesi nasıl düşünülebilir?
4- Kader, Yüce Allah’ın
dilediğini yapmakta serbest olduğunu ve takdir ettiği her bir hususun bizatihi
var olması gerektiği için değil, kendi meşîet ve iradesiyle onu yaratmış olduğunu
hususunu da ihtiva eder.
5- Takdir edilen herbir
hususun sonradan yaratılmış olduğuna ve daha önceleri yokken meydana geldiğine
de delildir. Çünkü Yüce Allah herbir hususu önceden takdir etmiş, sonradan yaratmıştır.
"Kader
hususunda kalbi hastalanan -bir nüshada: hastalıklı kalbini kaybeden- kimselere
yazıklar olsun! Çünkü böyleleri vehimleriyle gaybta son derece gizli bir sırrı
ortaya çıkarmaya çalışmışlar; buna dayanarak söyledikleri ile de günahkâr bir
iftiracı olup çıkmışlardır."
Kalbin hayatı, ölümü, hastalığı ve şifası söz
konusudur. Bu ise beden hakkındakinden daha ileri çaptadır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ölü iken kendisini
(iman ile) dirilttiğimiz, insanlar arasında ona yürümesi için nur verdiğimiz
kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?"
(el-En’âm, 6/122)
Küfür ile (kalbi) ölmüş iken, iman ile dirilttiğimiz
demektir.
Buna göre sağlıklı ve diri bir kalbe batıl ve
çirkin şeyler ârız olduğunda tabiatı gereği onlardan nefret eder, onlara buğz
eder, onlara iltifat etmez. Ancak ölü bir kalp böyle değildir, böyle bir kalp
güzel ile çirkin arasında fark gözetmez. Nitekim Abdullah b. Mes’ud da böyle
demiştir: Kendisi ile ma’rufu ve münkeri bilip tanıyacağı kalbi bulunmayan bir
kimse helâk oldu demektir.[167]
Şehvetler ve hastalığa yakalanmış kalp de
böyledir. Böyle bir kalp zayıflığı sebebiyle bu hastalığının ileri derecede
olup olmamasına bağlı olarak, karşı karşıya kaldığı arzu ve isteklerine
meyleder.
Önceden de geçtiği üzere kalbin hastalığı iki
türdür: Şehvet hastalığı ve şüphe hastalığı. Bu iki hastalığın daha kötüsü şüphe
hastalığıdır. Şüphelerin en kötüsü ise kader ile ilgili şüphelerdir.
Kalp kimi zaman hastalanır, hastalığını da arttığı
halde bu kalbin sahibi, kalbin nasıl sağlık bulacağını, bu sağlığın sebeblerini
bilmeyip başka şeylerle uğraştığından dolayı bu hastalığı bilmeyebilir.
Hatta kişinin haberi olmadan kalbi ölebilir de.
Bunun alameti ise çirkin işlerin açtığı yaralardan acı duymaması, hakkı
bilmemesinden rahatsız olmamasıdır. Çünkü kalp hayatta ise çirkin şeylerden
ötürü acı duyar, hakkı bilmemekten ötürü de hayatta olduğu oranda ızdırap
duyar:
"...
Ölmüş ise yaralanmaktan ötürü acı duymaz."
Kalbin hastalığını farketmesi de mümkündür.
Ancak ilacın acı tadına ve bu tada sabretmeye tahammül ona ağır gelebilir. O
bakımdan o hastalığın kalmasının acısını ilacın sıkıntılarına tercih eder.
Şüphesiz ki kalbin hastalığının tedavisi hevâya
muhalefet etmektir. Bu ise nefse en ağır gelen bir şeydir; amma hastalığa
bundan faydalı bir şey de yoktur.
Bazen kişi kendisini sabra alıştırır fakat
sonradan azmi kırılır. İlim, basiret ve sabrının zayıflığı dolayısıyla sabrı
sürekli olamaz. Bu son derece güvenli bir yere götüren, korkulu bir yola
koyulana benzer. Böyle bir kimse eğer bu korkulara sabredecek olursa, korkuların
biteceğini ve arkasından güvenliğin geleceğini bilir.
İşte bunun güçlü bir sabra ve ulaşacağı sonuç
ile ilgili son derece sağlam bir inanca ihtiyacı vardır. Sabrı ve inancı zayıflayacak
olursa, yoldan geri döner, yolun sıkıntılarına katlanamaz. Hele hele yol arkadaşı
da yoksa, yalnızlıktan dolayı da korkar ve bu sefer: İnsanlar nereye gitti? Ben
de onları örnek alayım, der.
İnsanların çoğunun hali budur, onları helâk eden
de bu haldir. Samimi ve basiret sahibi bir kimse ise yol arkadaşlarının azlığından
dolayı ve hatta hiç arkadaşı olmamaktan ötürü -eğer kalbi ilk ve önder
kafilenin yol arkadaşı olduğu şuuruna sahipse- yalnızlık duygusuna sahip olmaz.
O ilk kafile ki: "Allah’ın
kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihlerle
birliktedirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!" (en-Nisa, 4/69)
Ebu Şâme diye bilinen Ebu Muhammed Abdu’r-Rahman
b. İsmail’in "el-Havadis ve’l-Bidâ" adlı eserinde yer alan şu sözleri
ne güzeldir: "Nerede cemaate bağlanma emri varsa ondan kasıt, hakka sımsıkı
yapışmak ve ona uymaktır. İsterse ona yapışanların sayısı az, muhalefet edenler
çok olsun. Çünkü ta Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- ve ashabı (Allah tümünden razı olsun) döneminden itibaren
ilk müslüman cemaatin izlediği hak yol bu idi. Onlardan sonra gelen batıl
ehlinin çokluğuna itibar edilmez."
Hasan-ı Basrî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir:
"Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan hakkı için sünnet aşırı giden ile
büsbütün terkedenin izlediği yolların arasındadır. O bakımdan -Allah size rahmet edesice- bu yol üzere
sabredin. Çünkü ehl-i sünnet geçmiş dönemlerde de insanların en azı idiler.
Geriye kalanlar arasında da en az sayıda olanlardır. Bunlar öyle kimselerdirler
ki, aşırı lüks içerisinde olanlarla birlikte lükse koyulmadılar. Bid’at sahibi
kimselerle beraber de bid’atlere dalmadılar, onlar Rab’lerinin huzuruna çıkıncaya
kadar sünnetleri üzerinde direndiler. Siz de artık böyle olunuz."
Kalbin hastalığının alâmeti ona uygun düşen
faydalı gıdaları terkedip zararlı gıdalara yönelmesi, ona fayda sağlayacak
ilaçları bırakıp zarar verecek ilaçlara doğru gitmesidir.
O halde ortada dört husus vardır: Faydalı gıda, şifa
veren ilaç, zararlı gıda ve helâk eden ilaç.
Sağlıklı olan bir kalp, faydalı ve şifa vereni,
zararlı ve eziyet verene tercih eder. Hasta kalp ise bunun tam zıddıdır.
En faydalı gıda iman gıdası, en faydalı ilaç da
Kur’ân ilacıdır. Bunların herbirisi asıl gıda ve ilacı bünyesinde taşımaktadır.
Kim Kitap ve sünnetin dışında şifa arayacak olursa, o cahillerin cahili, sapıkların
en sapığıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin
ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o onlar için bir körlüktür.’ İşte onlar
kendilerine uzak bir yerden seslenilir gibidirler." (Fussilet, 41/44); "Kur’ân’dan mü’minler için bir şifa ve rahmet
olanı kısım kısım indiririz. Zalimlerin ise ancak hüsranını arttırır."
(el-İsra, 17/82)
"Kur’ân’dan" buyruğunda yer alan
"min...dan" teb’iz (kısmilik) bildirmek için değil, cinsin beyanı
içindir. (Yani Kur’ân bütün türüyle mü’minlere bir şifadır.) Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Ey
insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa, mü’minler
için de bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 10/57)
O halde Kur’ân tüm kalbî ve bedeni hastalıklara
tam bir şifadır. Dünya ve âhiretin ilacı ondadır. Ancak herkes ondan şifa
bulabilecek ehliyette değildir. Eğer hasta olan bir kimse onunla güzel bir şekilde
tedavi olabilirse, samimiyet ve iman ile tam bir kabul, kesin bir itikad ile ve
gerekli şartlarını da yerine getirerek hastalığını onunla tedavi edecek olursa,
katiyyen hastalık onun karşısında duramaz. Hem hastalıklar yerin ve göklerin
Rabbi kelamı karşısında nasıl direnebilir!
O’nun kelamı eğer dağlara indirilmiş olsaydı, dağları
darmadağın ederdi. Yere inseydi, parampaça ederdi. Kalp ve beden hastalıklarından
olup da Yüce Allah’ın Kitabını kavramayı nasip etmiş olduğu kimseler için
tedavi yolunu, sebebini ve ondan korunmayı göstermediği hiçbir hastalık yoktur.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Böyle bir kimse vehmi ile son derece gizli bir
gayb sırrını araştırmaya koyulmuş olur" sözleri şu demektir: Böyle bir
kimse gaybı araştırmakla, vehmiyle son derece gizli bir sırrı öğrenmeye kalkışmıştır.
Çünkü kader Yüce Allah’ın mahlukatındaki sırrıdır. Böyle bir kişi ise onu araştırmakla,
gayba muttali olmayı amaçlamış demektir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:
"O gaybı bilendir, O kendi gaybına
hiçbir kimseyi muttali kılmaz." (el-Cin,
72/26... ve surenin sonuna kadar)
"Bu
hususta"
yani kader hakkında "söyledikleri
ile o günahkar" günah kazanmış "bir iftiracı olarak döner."
"Arş
ve Kürsî haktır."
Nitekim Yüce Allah da Kitabında böyle açıklamıştır:
"Arş’ın sahibidir, Mecîd’dir."
(el-Buruc, 85/15); "O dereceleri yükseltendir, 'Arş’ın
sahibidir." (el-Mu’min, 40/15);
"Rahman 'Arş’a istivâ etti."
(Tâhâ, 20/5); "Sonra 'Arş’a istivâ etti." (el-A’raf, 7/54) ve Kur’ân-ı Kerîm’de
daha bir çok âyet-i kerîme’de 'Arş’tan söz edildiğini görüyoruz:
"O’ndan
başka hiçbir ilah yoktur, şerefi büyük Arş’ın Rabbi O’dur." (el-Müminûn, 23/116) "Allah
O’dur ki O’ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş’ın Rabbidir." (en-Neml, 27/26); "Şu Arş’ı yüklenenler ve etrafında bulunanlar
Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler." (el-Mu’min, 40/7); "O gün de üstlerinde bulunan sekiz (melek)
Rabbinin 'Arş’ını yüklenirler." (el-Hâkka,
69/17); "Melekleri de 'Arş’ın
etrafını kuşatmış görürsün. Rablerini hamd ile tesbih ederler." (ez-Zumer, 40/75)
Sahih’te rivayet olunmuş, sıkıntı anlarında yapılacak
duada da şu ifadeler geçmektedir: "Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O
pek büyüktür, Halim’dir. Allah’tan başka ilah yoktur, O büyük 'Arş’ın Rabbidir.
Allah’tan başka ilah yoktur. Göklerin Rabbidir, yerin Rabbidir, kerim olan Arş’ın
Rabbidir."[168]
Buharî’nin Sahih’inde de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah’tan cenneti istediğiniz zaman Ondan
Firdevs’i isteyiniz. Çünkü o cennetin en yükseği, cennetin en orta yeridir.
O'nun üstünde de Rahman’ın 'Arş’ı vardır."[169]
"O’nun üstünde" anlamındaki kelime
zarf olarak anlaşılacak şekilde nasb ile rivayet edildiği gibi, onun tavanı
Rahman’ın 'Arş’ıdır, anlamına gelecek şekilde mübtedâ olarak ref, ile de
rivayet edilmiştir.
Kelam bilginlerinden bir kesimin kanaatine göre
'Arş, bütün yönleri ile dairesel ve her yönden kâinatı kuşatan bir yörünge şeklindedir.
Kimi zaman 'Arş’a "el-Feleku’l-Atlas" ile "el-Feleku’t-Tasi’
(dokuzuncu felek)" adını verdikleri de olur.
Ancak bu doğru değildir, zira şeriatte sabit
olduğuna göre 'Arş’ın bacakları vardır ve melekler onu taşır. Nitekim Peygamber
-Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmaktadır: "İnsanlar baygın düşecekler. İlk ayılan kişi ben olacağım.
Bir de ne göreyim, Musa 'Arş’ın bacaklarından birisini yakalamış. Bilemiyorum,
benden önce mi ayılmış olacaktır, yoksa Tur’daki baygınlığının karşılığı mı ona
verilmiş olacaktır?"[170]
Sözlükte 'Arş hükümdara ait olan tahttan
ibarettir. Nitekim Yüce Allah Belkıs’in arşı ile ilgili olarak: "Onun bir de büyük bir arşı (tahtı)
var." (en-Neml, 27/23) diye buyurmaktadır.
'Arş bir felek değildir. Araplar da ondan böyle
bir mana anlamazlar, Kur’ân-ı Kerîm’de Arapça inmiştir. O halde 'Arş meleklerin
taşıdığı ve bacakları olan bir tahttır. Âlemin üzerinde kubbe biçimindedir, o
bütün mahlukatın tavanı durumundadır.
Allah’ın kelamını tahrif ederek 'Arş’ı mülk ve
egemenliğin ifadesi olarak yorumlayanlar acaba Yüce Allah’ın şu buyruğunu nasıl
açıklarlar: "O günde üstlerinde
bulunan sekiz (melek) Rabbinin 'Arş’ını yüklenir." (el-Hâkka, 69/17); "Arş’ı da su üstünde iken..." (Hûd, 11/7)
Acaba bunlar: O gün Yüce Allah’ın mülkünü sekiz
melek yüklenir, O’nun mülkü su üzerinde idi mi, diyorlar? Buna göre Musa -Aleyhisselam- da mülkün bacaklarından
birisini mi yakalamış olacaktır? Hiç ne söylediğini bilen, aklı başında bir
kimse böyle bir şey söyler mi?
Kürsî’ye gelince Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O’nun Kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır."
(el-Bakara, 2/255)
Kürsî’nin 'Arş ile aynı şey olduğu söylenmiştir.
Ancak doğru olan ondan başka bir şey olduğudur. Bu husus İbn Abbas -Radıyallahu anh’ın yanısıra İbn Ebi Şeybe’nin
Sıfatu’l-Arş kitabında ve Hâkim’in Müstedrek’inde kaydettikleri gibi başkalarından
da rivayet edilmiştir.
O’nun Kürsî’sinin ilmi olduğu da söylenmiştir.
Bu açıklama İbn Abbas’a da nisbet edilmiştir.[171]
Ancak ondan gelen sağlam rivayet az önce geçtiği
üzere İbn Ebi Şeybe’nin naklettiği rivayettir. Bundan başka açıklamalarda
bulunanların ise mücerred zannın dışında herhangi bir delili yoktur. Açıkça
anlaşıldığı kadarıyla bu gibi açıklamalar da 'Arş hakkında söylenen sözler gibi
yerilmiş kelamcıların dağarcıklarındandır. Kürsî olsa olsa selef’ten birden çok
kimsenin söylediği gibi 'Arş’ın önündedir.
"O’nun
Arş’a da, Arş’ın dışındaki varlıklara da ihtiyacı yoktur. O herşeyi kuşatandır
ve herşeyin üstündedir. Bütün mahlukat ise böyle bir kuşatıcılıktan
âcizdir."
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "O’nun Arş’a da, Arş’ın dışındakilere de ihtiyacı
yoktur" sözüyle ilgili olarak Yüce Allah’ın şu buyruklarını hatırlatalım: "Şüphesiz ki Allah âlemlere muhtaç değildir."
(Al-i İmran, 3/97); "Ey
insanlar! Allah’a muhtaç olan sizlersiniz, Allah ise O, kimseye muhtaç olmayandır.
Her hamde layık olandır."
(Fâtır,
35/15)
Tahâvî’nin-Allah
ona rahmet etsin- burada bu ifadeleri kullanmasının sebebi şudur: O 'Arş ve
Kürsî’yi söz konusu ettikten sonra O’nun 'Arş’a da, 'Arş’ın dışındaki varlıklara
da muhtaç olmadığını dile getirerek, 'Arş’ı yaratıp üzerine istivâ etmesinin,
bu ona olan bir ihtiyacından ileri gelmediğini açıklamak istemiştir. O bunu
ihtiyacı dolayısıyla yaratmamıştır. Aksine bunu gerektiren bir hikmeti vardır.
Üstte olanın, altta olanın üzerinde olması altta
olanın, üstte olanı ihtiva edip onu kuşatmasını, onu taşıyor olmasını
gerektirmediği gibi; üstte olanın, altta olana muhtaç olmasını da gerektirmez.
Yüce Rabbimiz bundan çok daha büyüktür, yücedir. O’nun yüceliğinin böyle bir
hususu gerektirmesinden münezzehtir. Aksine O’nun yüceliğinin gerekleri kendine
has özelliklerindendir. Bu da kendi kudretiyle altta olanı taşımasıdır. Altta
olanın, O’na muhtaç olmasıdır. Kendisinin ise alttakine muhtaç olmaması ve O’nu
kuşatıcı olmasıdır.
Yüce Allah 'Arş’ın üstündedir. Bununla beraber O
'Arş’ı ve 'Arş’ı taşıyanları kudretiyle birlikte taşır, 'Arş’a da muhtaç değildir.
Buna karşılık 'Arş’ın (var olmak için) ona ihtiyacı vardır. O 'Arş’ı da kuşatır,
fakat arş onu kuşatmaz. O 'Arş’ın sınırlarını hasretmiştir, ancak 'Arş onu hasredemez.
İşte bunlar Yüce Allah hakkında söz konusu olup mahlukatta bulunmayan
özelliklerdir.
Allah’ın yüceliğini nefyeden Muattile şâyet bu
hususu bu şekilde etraflı olarak ele almış olsalardı dosdoğru yola hidayet
bulurlar, aklın indirilen vahye mutabık olduğunu anlarlar, delilin peşinden yol
alırlardı. Fakat onlar delilden uzak düştükleri için yolu da kaybettiler. Bu
hususta mesele İmam Malik -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-in dediği gibidir. Ona Yüce Allah’ın: "Sonra 'Arş’a istivâ etti." (el-A’raf, 7/54) buyruğu hakkında: Nasıl
istiva etti? diye sorulunca şu cevabı vermiştir: “İstivânın ne demek olduğu
bilinmektedir, keyfiyet ise meçhuldür.”
Aynı cevab Ummu Seleme -Radıyallahu anh-dan mevkuf olarak da Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e, merfu
olarak da rivayet edilmektedir.
"O herşeyi kuşatandır ve O, herşeyin
üstündedir." ifadesi bazı nüshalarda: "O’nun üstündeki herşeyi kuşatıcıdır"
şeklindedir. Ancak doğru olan birinci nüshadır. Bunun da anlamı şudur: O herşeyi
ve herşeyin üstündekileri kuşatıcıdır. İkincisinin anlamı da: O 'Arş’ın
üstündeki herşeyi kuşatıcıdır, şeklindedir. Bu da -doğrusunu en iyi bilen
Allah’tır ya- ya bazı müstensih’lerin yanılarak düşürdüğü bir harf sonucudur,
sonra bazıları bu nüshadan istinsah edegelmişlerdir, yahut ta sapık bazı
tahrifçiler fesat kastıyla ve Yüce Allah’ın fevkıyyet sıfatını inkar amacıyla
bilerek düşürmüş olabilirler. Yoksa 'Arş’ın bütün mahlukatın üstünde olduğuna
dair delil açıkça ortadadır. Mahlukattan O'nun üzerinde de hiçbir varlık
yoktur. Dolayısı ile durum bu olduğuna göre; "'Arş’ın üstündeki herşeyi kuşatıcıdır"
şeklindeki ifadesinin bir anlamı olamaz. Zira arşın üstünde kuşatılacak bir
yaratık bulunmamaktadır. Buna göre doğru olan birinci şekilden başkası olamaz,
anlamı da şöyle olur: Yüce Allah herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir.
Onun herşeyi kuşatıcı olmasına gelince, Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki
Allah onları arkalarından kuşatandır." (el-Burûc, 85/20); "Uyanık
olun, muhakkak O herşeyi kuşatandır." (Fussilet, 41/54); "Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah herşeyi kuşatıcıdır." (en-Nisa, 4/126)
Burda O’nun mahlukatını kuşatıcılığından kasıt,
O’nun felek gibi olduğunu anlatmak ve mahlukatın O’nun mukaddes zatının içinde
kaldığını söylemek değildir. Yüce Allah bundan yücedir, münezzehtir. Bundan kasıt
ancak şudur: Bu kuşatıcılık azamet, genişlik, ilim ve kudret kuşatıcılığıdır.
Mahlukatın onun azametine nisbeti ancak bir hardal tanesi gibi olabilir.
Nitekim İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yedi semavat, yedi arz, onların içindekiler
ve onların aralarında bulunanlar Rahman olanın elinde ancak sizden herhangi
birinizin elindeki bir hardal tanesi gibidir.
-En yüce misal elbette ki Allah’a mahsustur-
bilindiği gibi bizden herhangi bir kimsenin elinde bir hardal tanesi varsa,
dilerse onu avucunun içerisine alır ve avucu onu çepeçevre kuşatır. Dilerse onu
altında bırakır. Her iki halde de o bu hardal tanesinden ayrı ve farklıdır.
Ondan yücedir ve bütün yönleriyle onun üstündedir.
Hiçbir vasfın azametini kuşatamayacağı o azim
olanın azametini nasıl tasavvur etmeliyiz? Eğer dilerse o bugün dahi semavatı
ve arzı avucu içerisine alır ve kıyamet gününde bunlara yapacağının bir
benzerini bugün yapabilir. Çünkü kıyamet gününde şu anda sahip bulunmadığı bir
kudrete o vakit yeniden sahip olacak değildir. Bununla birlikte akıl Yüce
Allah’ın kainatın bir takım parçalarına -semavatının üzerinde ‘Arş’ının üstünde
olmakla birlikte- yakınlaşmasını yahut ta yarattıklarından dilediği kimseyi
kendisine yaklaştırmasını nasıl uzak görebilir? Bunu kabul etmeyen, Yüce Allah’ı
layıkı veçhiyle takdir etmiş olamaz.
Yüce Allah’ın kainatın üstünde oluşu ile ilgili
olarak da şöyle buyurulmuştur: "Kullarının
üstünde kahir olandır O." (el-En’âm,
6/18 ve 61); "Üstlerinde olan
Rablerinden korkarlar..."
(en-Nahl,
16/50)
Ebu Hureyre -Radıyallahu
anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Allah mahlukatı yaratma hükmünü
verdiğinde, kendisinin nezdinde 'Arş’ın
üstünde bulunan bir kitaba şunları yazdı: Şüphesiz Benim rahmetim, gazabımı
geçmiştir."[172]
Bir başka rivayette de; "Rahmetim gazabıma galip gelir" şeklindedir.
Bu hadisi Buharî ve başkaları rivayet etmiştir.
Müslim de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Yüce Allah’ın: "O hem ilk’tir, hem âhir’dir, hem zahir’dir,
hem batın’dır." (el-Hadid, 57/3)
buyruğunu şu sözleriyle açıkladığını rivayet etmektedir: "Sen ilksin,
Sen’den önce hiçbir şey yoktur, Sen âhirsin, Sen’den sonra hiçbir şey yoktur.
Sen zahir’sin, Senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen batın’sın, Sen’den öte
hiçbir şey yoktur."[173]
Burada zahir olmaktan kasıt üstte, yukarda oluştur.
Yüce Allah’ın şu buyruğunda da bu kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Artık O’na zahir olamadılar." (el-Kehf, 18/97) yani O’nun üstüne çıkamadılar.
Bu dört isim karşıt isimlerdir. Bunların ikisi
Yüce Rabbimizin ezeli ve ebedi oluşu ile, ikisi de yüceliği ve yakınlığı ile
ilgilidir. Kureyza oğulları günü Sâd b. Mu'az onlar hakkında savaşçılarının
öldürülmesi, çoluk çocuklarının da esir alınması şeklinde hüküm vermesi üzerine
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle buyurmuştu: "Andolsun ki onlar hakkında yedi semanın üstünden mutlak melik (egemen olan Allah) ın hükmü ile
hüküm vermiş bulunuyorsun." Bu sahih bir hadistir, bunu el-Umevî, Meğazî’sinde
rivayet etmiş olup, aslı Buharî ile Müslim’in Sahih’lerindedir.[174]
Buharî’de yer alan rivayete göre Zeyneb -Radıyallahu anh-, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in diğer hanımlarına
karşı övünür ve şöyle dermiş: "Sizleri akrabalarınız evlendirdi, beni ise Allah yedi semanın üzerinden
evlendirdi."[175]
Ömer -Radıyallahu
anh-dan rivayete göre bir seferinde yaşlı bir kadının yanından geçerken, bu
kadın onu durdurmuş o da onunla birlikte durup onunla konuşmaya koyulmuş. Bir
adam: Ey mü’minlerin emiri, bu yaşlı kadından ötürü sen insanları beklettin
deyince, şöyle cevap vermiş: Yazık sana, sen bunun kim olduğunu biliyor musun?
Bu, Yüce Allah’ın şikayetini yedi semanın
üstünden dinleyip kabul ettiği kadındır. Bu, Yüce Allah’ın hakkında: "Kocası hakkında seninle mücadele eden
ve Allah’a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir."
(el-Mücadele, 58/1) buyruğunu indirdiği
Havle’dir. Bu hadisi de Darimî rivayet etmiştir.[176]
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in hadislerini, selef’in sözlerini duyan bir kimse bu
sözler arasından Yüce Allah’a fevkıyyet (yukarda oluş)in izafe edildiği, sayılamayacak
kadar çok ifade tesbit edebilir.
Şüphe yok ki Yüce Allah, mahlukatı yarattığında
onları kendi mukaddes zatı içerisinde yaratmamıştır. O bundan pek yücedir, O
Ehad’dir, doğmamış ve doğurmamış olan Samed’dir. O halde onları kendi zatı dışında
yaratmış olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Yüce Allah kendi nefsiyle kaim,
âleme karışmamış alemle içiçe olmamak vasıfları ile birlikte zatı ile fevkıyyet
(yukarda oluş) sıfatına sahip kabul edilmezse, bunun zıttı sıfatlara sahip
demektir. Çünkü bir şeyi kabil olan o şeyden yahut onun zıttından uzak kalamaz.
Bizler O’nun fevkıyyeti kabil olduğunu -onu
nefyetmekten ötürü zıttının sabit oluşu söz konusu olmasın diye- kabul edemeyiz,
denilecek olursa şöyle cevap verilir:
Eğer Yüce Allah, uluvv (yüksekte oluş) ve fevkıyyet
(yukarda oluş)u kâbil değil ise, O’nun kendi başına var olan bir hakikati söz
konusu olamaz. Sizler O’nun kendi başına varlığı ortada olan bir zat olduğunu ve
âlem ile içiçe yahut karışık olmadığını, âlemin dışında var olduğunu kabul ettiğinize
göre; O’nun varlığı sadece bir zihnî varlık olmasa gerektir. Aksine O’nun,
zihinlerin dışında kat’î olarak varlığı söz konusudur.
Bütün akıl sahibi kimseler kesin olarak şunu
bilirler: Bu şekilde bir varlığa sahip olan bir zat ya âlemin içindedir, ya
âlemin dışındadır. Bunu inkâr etmek ise hiç şüphesiz kesin ve apaçık işlerin en
açık ve belirgin olanını inkar etmek demektir. Buna dair hangi delil
getirilirse getirilsin mutlaka O’nun kainattan ayrı bir varlık olduğuna dair
bilgi daha açık ve daha kesinlikle ortada olan bir gerçektir.
Üstte oluş ve yukarda oluş bir kemal sıfatı olup
bunda bir eksiklik yoktur, eksikliği gerektirmediğine, bir mahzur taşımadığına,
Kitaba, sünnete ve icma’a aykırı olmadığına göre bunun hakikatini nefyetmek,
batıl’ın ta kendisi ve kesinlikle hiçbir şer’î hükmün ifade etmediği imkansız
bir iddia olur.
O halde bunu (üstte ve yüksekte olşunu) kabul
etmeksizin O’nun varlığını kabul etmek, peygamberlerini tasdik etmek, Kitabına
ve rasûlünun getirdiklerine iman etmek, söz konusu olmayacağına göre; bir de
bunlara sağlıklı akılların, dosdoğru fıtratların, Yüce Allah’ın mahlukatının
üstünde oluşuna ve kullarının fevkinde bulunuşuna dair yaklaşık yirmi tür civarında
çeşitli ve muhkem nass’ların varid olduğunu da katacak olursak (O’nun
ulviyyetini ve fevkıyyetini kabul etmeksizin bütün bunlara iman nasıl mümkün
olabilir?)
1- Bizzat fevkıyyeti tayin
eden "min:...den, dan" edatı ile birlikte açıkça fevkıyyetin
zikredilmesi, Yüce Allah’ın: "Üstlerinde
olan Rablerinden korkarlar." (en-Nahl,
16/50) buyruğu gibi.
2- Bu edat olmaksızın yine
fevkıyyetin (yukarda oluşun) söz konusu edildiği buyruklar. Yüce Allah’ın:
"Kullarının üstünde kahir olandır
O." (el-En’âm, 6/18 ve 61) buyruğu gibi.
3- O’na doğru yükselişin
açıkça zikredildiği buyruklar; "Melekler
ile Ruh O’na miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselirler." (el-Meâric, 70/4) buyruğu gibi.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
da: " Onlar arasında geceyi
geçiren melekler yukarıya çıkarlar (urûc ederler.) O da onlara... sorar."[177]
4- O’na doğru yükselişin
(suûd) açıkça ifade edilmesi; "Güzel
söz yalnız O’na yükselir (suûd)." (Fatır,
35/10) buyruğu gibi.
5- Bir takım mahlukatı
kendisine doğru yükseltip kaldırdığına dair açık ifadeler. Yüce Allah’ın:
"Bilakis Allah onu kendi nezdine
kaldırmıştır." (en-Nisâ, 4/158);
"Muhakkak Ben seni öldüreceğim, seni
kendime yükselteceğim."
(Âl-i İmran,
3/55)
6- Hem zat, hem kadr, hem şeref
itibariyle uluvvun bütün mertebelerine delâlet eden mutlak uluvv (üstünlük,
yücelik) lafzının açıkça ifade edilmesi. Yüce Allah’ın: "Ve O, aliyydir (en yücedir),
aziym’dir." (el-Bakara, 2/255); "Ve O, aliyydir, pek büyüktür." (Sebe’, 34/23); "Şüphesiz
ki O aliyydir, hakîmdir." (eş-Şura,
42/51) buyrukları gibi.
7- Kitabın kendi nezdinden
indirilmiş olduğunun açıkça ifade edilmesi. Şu buyruklarda olduğu gibi: "Kitabın indirilmesi mutlak galip her işi
hikmet dolu Allah tarafındandır." (ez-Zümer,
39/1); "Kitabın indirilmesi
hükmünde galip, en iyi bilen Allah’tandır." (el-Mu’min, 40/2); "(Bu
kitap) Rahman, Rahim olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/2); "O hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir."
(Fussilet, 41/42); "De ki: Onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail)...
Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Nahl,
16/102); "Ha. Mim. Mubin Kitaba
yemin olsun ki şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz
korkutup, uyaranlarız. O gecede hikmetli herbir iş tarafımızdan bir emir ile
ayrılır. Muhakkak Biz gönderenleriz." (ed-Duhan, 44/1-5)
8- Bazı yaratıkların kendi
nezdinde bulunmak özelliğine sahip olduklarını, bazılarının diğerlerine göre
kendisine daha yakın olduğunu açıkça ifade eden buyruklar: "Şüphe yok ki Rabbin nezdindekiler..."
(el-A’raf, 7/206); "Göklerde ve yerde kim varsa O’nundur. O’nun
yanında olanlar ise..." (el-Enbiya,
21/19) Bu buyrukta görüldüğü gibi genel olarak "kendisinin
olanlar" ile özel olarak kulları ve emri altında bulunanlardan
"nezdindekiler" arasında bir fark olduğunu vurgulamaktadır. Peygamber
-Sallallahu aleyhi vesellem-in Yüce
Rabbin kendisi hakkında yazmış olduğu kitap ile ilgili: " O kitap O’nun nezdinde "Arş’ın
üstündedir."[178]
şeklindeki sözleri de bu kabildendir.
9- Yüce Allah’ın semada
olduğunun açıkça ifade edilmesi. Bu ehl-i sünnete mensub müfessirlere göre iki şekilden
birisi ile açıklanır. Ya bu gibi ifadelerdeki "fi: ...de, da" edatı
"ala: üstünde, üzerinde" anlamındadır, yahut ta "sema" ile
üstte oluş kastedilmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur ve bunun dışında
bir anlama yorumlanması da caiz değildir.
10- Özellikle mahlukatın en
üstünde bulunan 'Arş’a has olarak "ala: ...e, a" ile birlikte açıkça istivâ lafzının kullanılması. Çoğunlukla
bunun tertibe (sıraya) ve mühlete delâlet eden "sümme: sonra" edatı
ile birlikte kullanıldığı görülmektedir.
11- Yüce Allah’a ellerin
kaldırılması ifadesinin açıkça kullanılması. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu buyruğu gibi: "Şüphesiz
Allah kulu kendisine doğru ellerini kaldırdığı takdirde onları bomboş olarak
geri çevirmekten haya eder."[179]
Sadece yüksekte oluş, duanın kıblesidir, demek hem kat’î olarak, hem de fıtrat
gereği batıl’dır. Çünkü böyle bir şeyi ileride Yüce Allah’ın izniyle geleceği
gibi dua eden herkes, zaten kendi içinde hisseder.
12- Yüce Allah’ın dünya
semâsına her gece indiğinin açıkça ifade edilmesi.
13- Hissedilir (müşahhas)
bir şekilde O’nun yüksekte oluşuna işaret etmek. Nitekim O’nu, O’nun hakkında
kabul edilmesi gerekenleri, O’nun için imkansız olanları bütün insanlardan daha
iyi bilen (son peygamber) O’na böylece işaret etmiştir:
Hiçbir kimsenin benzeri bir topluluğun etrafında
bulunmadığı, o en büyük topluluğun bir araya geldiği, en büyük günde ve en
büyük yerde onlara şöyle demişti: "Sizlere benim hakkımda soru sorulacaktır.
Ne diyeceksiniz?" Onlar şöyle cevap verdiler: Senin tebliğ ettiğine,
görevini eksiksiz yerine getirdiğine, gereken şekilde nasihatta bulunduğuna şahitlik
edeceğiz. Bunun üzerine parmağını semaya doğru kaldırdı. Parmağını semanın da,
herşeyin de üstünde olana kaldırarak; "Şahid ol Allah’ım" dedi.[180]
Biz adeta o değerli parmağın Yüce Allah’a doğru
kaldırılmış olduğunu görüyor; o şerefli dilin parmağını kaldırdığı zata "şahid
ol Allah’ım" diye seslendiğini işitiyor gibiyiz. Bizler onun apaçık bir tebliğde
bulunduğuna, emrolunduğu şekilde Rabbinin risaletini eksiksiz yerine getirdiğine,
ümmetine de son derece nasihatta bulunduğuna şahitlik ediyoruz.
Artık onun beyanı, tebliği, açıklaması ve izahı
ile birlikte aşırıya kaçıp olmadık sözler söylemeye ve olur olmaz, yerli yersiz
izahlarda bulunmaya ihtiyaç yoktur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
14- "Eyne:
Nerede" lafzının açıkça kullanılması. İnsanlar arasında Yüce Allah’ı en
iyi bilen, ümmetine en samimi olarak öğüt veren, doğru manayı en fasih bir şekilde
açıklayan o yüce peygamberin hiçbir şekilde batıl bir anlam vehmettirmeyen
"eynallah: Allah nerede?"[181]
lafzını birden çok yerde kullanmış olması buna örnektir.
15- Rabbinin semada olduğunu
söyleyen kimse lehine Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in iman sahibi olduğuna dair şahitlikte bulunması.
16- Yüce Allah’ın Firavun
hakkında, onun Musa’nın ilahı olduğunu görmek maksadıyla semaya doğru yükselmek
istediğini haber vermesi ve böylelikle Firavu’nun, Musa -Aleyhisselam-ın haber vermiş olduğu, O’nun semavatın üzerinde olduğunu
yalanlamaya kalkışması. Bu maksatla Firavun şöyle demişti: "Ey Haman! Benim için yüksek bir kule yap.
Belki o yollara ulaşırım, göklerin yollarına. Sonunda belki Musa’nın ilahının
yanına çıkarım. Doğrusu şu ki ben onu yalancı sanıyorum." (el-Mu’min, 40/36-37)
O halde Cehmiye’den olup Yüce Allah’ın yüceliğini
kabul etmeyenler Fir’avnî’dirler. O’nu kabul edenler ise Musa ve Muhammed’in
yolundadırlar.
17- Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in namazın
hafifletilmesi maksadıyla Mi’raç gecesinde Musa -Aleyhisselam- ile Rabbi arasında defalarca gidip geldiğini haber
vermiş olması. Her seferinde Rabbine doğru yükseliyor, sonra da Musa -Aleyhisselam-a dönüyordu ve bu bir kaç
defa tekrarlanmıştır.
18- Cennet ehlinin Yüce
Allah’ı göreceklerine delalet eden Kitap ve sünnetteki pek çok nass ile
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
onu arada bulut bulunmaksızın güneşi ve ondördündeki ay’ı gördükleri gibi
göreceklerini haber vermesi. Onlar, O, yüce zatı ancak onların üstünde olduğu
halde göreceklerdir.
Yüce Allah’ın yukarda oluşunun inkârı, ancak
görüleceğinin inkarı ile mümkün olabilir.
Bundan dolayı Cehmiye’ye mensup olanlar her
ikisini de inkâr etmişlerdir. Ehl-i sünnet ise her ikisini de tasdik edip kabul
etmişlerdir. Görmeyi kabul edip, yukarda oluşu kabul etmeyenler ise ikisi arasında
bir yerde kalmıştır. Ne bunlardan olmuş, ne ötekilerden olabilmişlerdir.
İşte bu tür deliller eğer birer birer
serdedilmeye kalkışılacak olursa, yaklaşık bin delil kadar olur. Bunu te’vil
etmeye kalkışan kimsenin bütün bunlara ayrı ayrı cevap vermesi gerekir. Hepsine
cevap vermek bir tarafa, bunların bir bölümüne dahi sağlıklı ve doğru cevap
vermek imkanı nereden bulunacak ki?
Yüce Allah’ın uluvv (üstünlük, yücelik) sıfatını
kabule dair selef’in sözleri oldukça çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Şeyhu’l-İslam Ebu İsmail el-Ensarî
"el-Faruk" adlı eserinde senedini kaydederek Ebu Mutî’ el-Belhî’den şunu
nakletmektedir: Ebu Mutî’, Ebu Hanife’ye: Ben Rabbimin semada mı yoksa yerde mi
olduğunu bilmiyorum, diyen bir kimsenin durumu hakkında soru sormuş. Ebu
Hanife’de: Bu kimse kâfir olur demiştir. Çünkü Yüce Allah: "Rahman Arş’a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5)
diye buyurmaktadır. O’nun Arş’ı ise yedi semanın üstündedir. Ben: Eğer O Arş’ın
üzerindedir, dediği halde bilemiyorum Arş semada mıdır, yoksa yerde midir?
diyecek olursa (durumu ne olur) diye sordum. Yine: O kâfirdir, çünkü o Yüce
Allah’ın semada olduğunu inkar etmiş olur. O’nun semada olduğunu inkar eden de
kâfir olur, dedi. Başkası da şunu da ilave etmektedir: Çünkü Allah a’lâ’yı
illiyyindedir. O’na yukarıdan dua edilirken, eller yukarıya kaldırılır aşağıya
indirilmez.
Ebu Hanife’nin mezhebine müntesib olanlardan
bunu kabul etmeyenlerin bu reddedişlerine iltifat edilmez. Çünkü ona
Mutezile’den ve başkalarından onun kabul ettiği itikadî esasların birçoğunda
ona muhalefet eden pek çok kesimler intisab etmiştir. Malik, Şafiî ve Ahmed’e
de inandıkları bazı hususlarda onlara muhalefet eden bir takım kimseler de
intisab edebilirler. Ebu Yusuf’un, Bişr el-Merîsî’nin Yüce Allah’ın Arş’ın
üzerinde olduğunu inkar etmesi üzerine tevbe etmeye çağırması olayı oldukça meşhurdur.
Bunu Abdu’r-Rahman b. Ebi Hatim ve başkaları rivayet etmişlerdir.
Her kim "fevk: yukarda oluş"u kullarından
daha hayırlı ve onlardan daha faziletli, O’nun Arş’tan daha hayırlı ve daha
faziletli olması anlamına yorumlayacak olur ve bu sözleri: Emir vezirin fevkındedir,
dinar dirhem’in fevkındedir sözlerine benzetecek olursa, şunu belirtelim ki bu
selim olan akılların nefret ettiği, sağlıklı kalplerin tiksindiği bir açıklama şeklidir.
Çünkü bir kimsenin doğrudan Allah kullarından
hayırlıdır ve Arş’ından hayırlıdır demesi, o kimsenin kar soğuktur, ateş sıcaktır,
güneş kandil’den daha aydınlıktır, sema evin tavanından daha yukarıdadır, dağ
çakıldan daha ağırdır, Allah’ın Rasûlü filan yahudi’den daha faziletlidir, sema
arzın üstündedir demesi kabilinden bir sözdür. Böyle bir ifadede Yüce Allah’ı
ne temcid, ne ta’zim söz konusudur, ne de övmek. Aksine bu gibi ifadeler en
bayağı, en sıradan ve en çirkin ifadeler arasındadır.
Cinlerin ve insanların benzerini meydana
getirmek için bir araya gelecek olsalar dahi biri diğerine yardımcı olsa bile
benzerini getiremeyecekleri Allah’ın kelamına bu kabil ifadeler nasıl yakıştırılabilir?
Hatta bu gibi ifadelerde çokça kullanılan meselde görüldüğü gibi, şanı
eksiltmek dahi söz konusudur:
"Görmez misin ki kılıcın kadrini düşürmektir,
Kılıç asadan daha keskindir, denildiği
vakit."
Mesela bir kimse, mücevher balığın pulundan, soğanın
kabuğundan daha üstündür, diyecek olsa akıl sahibi herkes aralarındaki pek
büyük farklılıktan dolayı bu söze güler. İşte yaratan ile yaratılmış arasındaki
fark bununla kıyas edilmekten bile çok daha büyüktür. Ancak eğer batıl peşinde
bulunan bir kimseye karşı bir delil getirmek maksadıyla konum bu kabilden söz
söylemeyi gerektiriyorsa durum farklıdır. Nitekim Yusuf es-Sıddiyk -Aleyhisselam-ın şu sözleri bu
kabildendir: "Darmadağınık bir çok
rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan ve herşeyi hükmü ve iradesi altında
tutan Allah mı?" (Yusuf, 12/39)
Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu türdendir: "Allah hem daha hayırlıdır, hem de daha kalıcıdır." (Tâhâ, 20/73)
Fevkınde oluşun bu anlamı, her bakımdan söz
konusu olan mutlak fevkıyetin kapsamı içerisindedir. Yüce Allah, herşeye galip
gelmek (Kahhâr) fevkıyeti, değer ve üstünlüğünün fevkıyeti, zatının fevkıyeti
ile yukardadır. Bu fevkıyetlerin bir bölümünü kabul ederken, diğer bir bölümünü
reddeden bir kimse fevkıyetin kemal derecesini eksiltmiş demektir.
Yüce Allah’ın yüceliği (uluvv) de her yönüyle
mutlaktır. Eğer hayır kasıt, makam ve mevki üstünlüğüdür, mekansâl bir üstünlük
değildir, denilecek olursa şunu belirtelim ki; mevki (el-mekâne) mekanın
müennes halidir. Müennes olan da hem lafız, hem mana itibariyle müzekker’in bir
fer’idir ve ona tabidir. Zihinde mevzu bahis olan misal ve örneklik yüceliği,
hakikat manasıyla yüceliğe tabidir. Eğer bu örnek hakka mutabık ise haktır, değilse
batıldır.
Bundan kasıt kalplerdeki üstünlüktür ve
kalplerde O herşeyden üstündür, denilecek olursa şöyle cevap verilir:
O gerçekten de böyledir. Böyle bir üstünlük özü
itibariyle O’nun herşeyden üstün oluşuna da mutabıktır. Eğer O, bizatihi herşeye
üstün olmazsa, O’nun kalplerdeki üstünlüğü gerçeğe de mutabık olmaz. Tıpkı
üstün olmayan bir varlığı üstün olarak değerlendirme halinde olduğu gibi.
Yüce Allah’ın yukarda oluşu (uluvv) sem’î
delillerle sabit olduğu gibi, akıl ve fıtrat ile de sabittir. Uluvv’ünün aklî
bakımdan sübutu çeşitli şekillerde ortaya konulabilir:
1- İki varlıktan herbirisi
ya diğeri ile içiçedir ve sıfatlarda olduğu gibi onun varlığı ile var
olabilmektedir. Yahut ta kendi başına vardır ve diğerinden ayrıdır; gerçeği
kesindir ve apaçık bir bilgidir.
2- Yüce Allah kainatı ya
kendi zatı içerisinde yaratmıştır, yahut ta zatı dışında yaratmıştır. Birincisi
batıl’dır. Evvela böyle bir şeyin batıl olduğu ittifakla kabul edilmiştir. İkinci
olarak böyle bir şeyi kabul edecek olursak, o takdirde Yüce Allah’ın değersiz,
adi şeylere ve pisliklere de -haşa- mekân olması gerekir. Yüce Allah bundan çok
yücedir, pek büyüktür.
İkinci durum ise, kainatın Yüce Allah’ın zatı dışında
olmasını gerektirmektedir. Bu durumda kainat O’ndan ayrıdır. O halde O’nun
kainattan ayrı olduğu da kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü "O alem ile bir
arada değildir" derken aynı zamanda "O alemden ayrı da değildir"
denilmesini akıl kabul edemez.
3- Yüce Allah’ın kainatın
içinde de, dışında da olmaması O’nun büsbütün varlığını reddetmeyi gerektirir.
Zira böyle bir şeyi akıl kabul edemez. O halde, O ya kainatın içinde vardır, ya
kainatın dışında. Birincisi batıldır, o halde ikincisi gerçek olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu da O’nun kainattan ayrı olmasını gerektirir.
Yüceliğinin fıtrat ile isbatına gelince, bütün
insanlar tabiatları ve selim kalpleri ile dua ettikleri vakit ellerini yukarıya
kaldırırlar. Yüce Allah’a yalvarıp yakardıklarında kalpleriyle de yukarı ciheti
kastederler.
Muhammed b. Tahir el-Makdisî’nin naklettiğine
göre Şeyh Ebu Ca’fer el-Hemedanî, İmamu’l-Haremeyn diye bilinen Üstad
Ebu’l-Meâlî el-Cuveynî’nin meclisinde hazır bulunuyorken, Ebu’l-Meâlî Yüce
Allah’ın "uluvv sıfatı"nı nefyetme hakkında açıklamalarda bulunuyor ve
şöyle diyormuş: Allah ezelden beri Arş yokken dahi vardı ve şu anda O önceden
nasıl var idiyse öylece vardır.
Bunun üzerine Şeyh Ebu Ca’fer şöyle dedi: Sayın
Üstad, bize şu kalplerimizde hissettiğimiz zorunlu hal hakkında haber verir
misin? Allah’ı tanıyan herkes "ya Allah!" dedikçe mutlaka kalbinde
zorunlu olarak bir yücelik hissi duyar. Sağa da, sola da dönmez. Biz kendi
içimizden böyle bir zorunlu hali nasıl bertaraf edebiliriz?
Bunun üzerine Ebu’l-Mealî eliyle başına vurarak,
kürsüden indi, zannederim ağladı da, dedi. el-Cüveynî inerken şöyle diyordu:
el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi, el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi.
Şeyh şunu kastetmişti: Bu Yüce Allah’ın kullarında
fıtri olarak yerleştirdiği bir histir. Onlar bunu bir öğretmenden öğrenmemişlerdir,
bunu kalplerinde Yüce Allah’a yöneldiklerinde hissettikleri bir zaruret olarak
görmektedirler ve onlar bu zarureti uluvv’de (yüce oluşta) görmektedirler.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Mahlukatı O’nu kuşatmaktan âciz düşürmüştür"
sözlerine gelince; yani onlar ne bilgileriyle, ne görmeleriyle O’nu kuşatamazlar.
Bunun dışındaki diğer kuşatma şekillerinin hiçbirisiyle de kuşatamazlar. Aksine
O herşeyi kuşatandır ve hiçbir şey O’nu kuşatamaz.
"Bizler
deriz ki: Muhakkak Allah İbrahim’i halil edinmiş, Musa ile özel bir şekilde
konuşmuştur. Buna iman eder, tasdik eder ve teslimiyetle kabul ederiz."
[1]
Tirmizî,
2908; Senedinde çoğu hadis otoritesince oldukça zayif bir ravi olan el-Hâris b.
Abdullah el-A'ver vardir.
[2]
Buhârî
3640, 7311, 7459; Müslim 1920, 1921; Tirmizî 2230; İbn Mâce 10; Müsned, IV,
244, 248, 252.
[3]
el-Beyhaki, Menâkibu'ş-Şâfiî, I, 462; el-Hatîb el-Bağdâdî, Şerefu
Ashâbi'l-Hadis, 168; İbn Hacer, Tevâli't-Te'sîs,
s.64; ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ,
X, 29.
[4]
Buhârî 2977, 2978, 7013,
7273; Müslim 523; Nesaî VI, 3,4; Tirmizî 155.
[5] Dar alana blok edilen bu bölümler İmam Tahavi’ye ait
metni teşkil etmektedir.
[6]
Buhârî
25, 1399, 1457, 6924, 7284; Müslim 22.
[7]
İbn Hibbân 719.
[8] Buhârî 4920.
[9]
Müslim
969; Ebû Dâvûd 3218; Tirmizî 1049; Nesaî IV, 88, 89; Müsned, I, 96, 129
[10] Buhârî 1330, 1390, 4441; Müslim 528.
[11] Buhârî 427, 434, 1341, 3873; Müslim 528.
[12] Müslim 523.
[13] Muvatta I, 241; Buhârî 1358, 1359, 1385, 4775, 6599;
Müslim 2658.
[14] Müslim 2865 no'lu uzunca hadisin bir bölümü.
[15] Müslim, 2865.
[16]
Müsned, III, 406, 407.
[17]
Ebû
Dâvûd 4904.
[18]
Buhârî
1162, 6382, 7390; Tirmizî 480; Ebû Davûd 1538; İbn Mace 1373.
[19] Nesâî, III, 54-55; Müsned, IV, 264.
[20]
Müsned,
I, 391, 452.
[21]
Müslim 2713; Ebû Dâvûd 5051;
Tirmizî 3397; İbn Mâce 3873; Müsned, II, 381, 404.
[22]
Fikhu’l-Ekber
Şerhi, Aliyyu’l-Kâri
[23]
Müslim 179/293; İbn Mâce
195, 196; Müsned, IV, 395, 401, 405.
[24]
Müslim
2577; Müsned, V, 160; Tirmizî 2495; İbn Mâce 4257.
[25] Müsned, III, 9; Buhârî 4730; Müslim 2849; Tirmizî
3156.
[26]
Müsned,
IV, 287, 295, 296.
[27]
Müsned,
V, 348, 352; İbn Mâce 3781.
[28]
Müsned,
V, 348, 352; Müslim 804.
[29]
Muvatta,
I, 211-212; Müsned, IV, 340; Buhârî 799, Ebû Dâvûd 770; Nesâî, II, 196.
[30]
Buhâri
3340, 3361, 3712; Müslim 194; Müsned, II, 336, 435; Tirmizî 2434.
[31]
Müslim
2653; Tirmizî 2156; Müsned, II, 169.
[32] Müslim 2663; Müsned, I, 390, 413, 433, 445, 466.
[33]
Buhârî
3409, 4736, 4738, 6614, 7515; Müslim 2652.
[34]
Buhârî
4476, 6565, 7410, 7516; Müslim 193, 322.
[35]
Buhârî
6094, (biraz daha kisa); Müslim 2607, Ebû Dâvûd 4979; Tirmizî 1971; Müsned I,
384, 393...
[36] Buhârî 1354, 3055, 6173, 6618; Müslim 2930,
[37] Buhârî 6273; Müslim 2930
[38]
Müslim
2925.
[39]
Buhârî
3, 4953, 6982; Müslim 160; Müsned, VI, 153, 232.
[40]
Müsned,
I, 201-203; V, 290-292.
[41] Buhârî 3, 4953, 6982; Müslim 160; Müsned, VI, 153,
232.
[42]
Buhârî 7, 51, 2681, 2804,
2941, 2978, 3174, 4553, 5980, 6260, 7196, 7541; Müsned, I, 262, 273.
[43]
Müslim
2999; Müsned, IV, 332.
[44]
Az
önce geçen hadisin devamidir.
[45]
Buhârî
3535; Müslim 2286.
[46]
Buhârî
3532, 4896; Müslim 2354.
[47] Müslim 2889 (yakin ifadelerle); Ebû Davûd 4252;
Müsned, V, 278.
[48]
Müslim
523.
[49]
Müslim
2278; Ebû Dâvûd 4673; Müsned, II, 540.
[50]
Buhârî
3340, 4712; Müslim 194; Tirmizî 2436.
[51]
Müslim
2276.
[52]
Buhârî
2411, 3408, 6517, 6518, 7428; Müslim 2373.
[53]
Müsned,
III, 2; Tirmizî, 3618; İbn Mâce 4308.
[54] Buhârî 2412, 3414, 4638, 6916, 6917, 7427; Müslim
2373, 2374.
[55]
Tahâvî,
Şerhu Meâni'l-Âsâr, IV, 315-316.
[56] Buhârî 3413, 3415, 3416, 3431, 4630; Müslim 2376,
2377.
[57]
Müslim
771.
[58]
Müslim 2865
[59]
Müslim 532.
[60]
Müslim 2383; Tirmizî 3656
[61]
Taberânî,
el-Mu'cema'l-Kebir, 1686
[62] Tirmizî 3620. Senedinde Zayif iki râvi bulunduğundan
dolayi, Tirmizî de bu hadis hakkinda: "Bu garip bir hadistir"
demiştir.
[63]
Buhâri
335, 438, 3112; Müslim 521
[64]
Müslim
153.
[65] Önceleri yahudi iken, sonradan müslüman olmuş filozof
tabib Ebu'l-Berekât Hibetullah b. Melkâ'dir. H.547, 560 ya da 570 yillarinda
vefat ettiği belirtilmiştir. Sözü geçen eserinin tam adi: "el-Mu'teber
Fi'l-Hikme" şeklindedir.
[66]
Buhârî 3579; Tirmizî 3633;
Müsned, I, 460.
[67] Müslim 2277; Tirmizî 3634; Müsned, V, 89, 95, 105.
[68]
Buharî’nin
son bölümünü teşkil eden “Kitabu’t-Tevhîd”in 38. babidir..
[69]
Futûhât-i
Mekkiyye, IV, 141.
[70]
Buhârî
1, 54, 2529, 3898, 5070, 6689, 6973; Müslim 1907.
[71] Buhârî 2661, 4141, 4750; Müslim 2770.
[72]
Müsned,
III, 419.
[73] Müslim 486.
[74] Müslim 2202.
[75] Ebû Dâvûd 5074; Nesaî, VIII, 282.
[76] Ebû Dâvûd 1468; Nesai, II, 179-180; Müsned, IV, 283,
285, 296, 304; İbn Mâce 1342.
[77]
Muvatta,
I, 201; Buharî 2419, 4992, 5041, 6936, 7550; Müslim 818.
[78] Müslim 537; Ebu Davud 930; Nesai, III, 14-18; Müsned,
V, 448-449.
[79] Ebu Davud, 924; Nesai, III, 19; Müsned, I, 376, 377,
409…
[80] Buhari 2528, 2529, 6664; Müslim, 127.
[81] Tirmizî 2616, İbn Mâce 3973; Ahmed, V, 231.
[82] Tirmizi 2910
[83] Müslim 181; Tirmizî 2555, 3104; İbn Mâce 187; Müsned,
IV, 332, 333.
[84] Buhârî 7437; Müslim 182; Ebû Dâvîd 4730; Tirmizî 6560.
[85] Buhârî 7439; Müslim 183.
[86] Buhârî 554, 573, 4851, 7434, 7435, 7436; Müslim 633.
[87] Buhârî 4878, 4880, 7444; Müslim 180.
[88] Buhârî 4855, 7380; Müslim 177.
[89] Buhârî 4716.
[90] Müslim 176.
[91] Müslim 178.
[92] Müslim 179.
[93] Buhârî
4581; Müslim 183 - yakın ifadelerle-
[94] Müsned, II, 181, 195, 196; İbn Mâce 85.
[95] Tirmizî
3250.
[96] Buhârî 2457, 4523, Müslim 2668.
[97] Müslim 2670; Ebû Dâvûd 4608; Müsned, I, 386.
[98] İhyâu Ulûmi’d-Din, I, 94-97.
[99] el-Muğnî ile el-Amed, Mu’tezile’ye mensup Kadı Abdulcebbâr’ın
kelam ilmine dair yazdığı iki kitabın adıdır.
[100] Müslim 770.
[101] Buhârî 7437; Müslim 182.
[102] Buhârî 7439; Müslim 183.
[103] Buhârî 794, 817, 4293, 4297, 4968.
[104] Müsned, I, 266, 314, 328, 335.
[105] Meselâ bk. Müslim 2889, 2890.
[106] Taberî, I, 90; İbn Sa’d, Tabakaat, V, 466; ez-Zehebî,
Tezkiretu’l-Huftâz, I, 92; İbn Hacer, Tebzibu’t,Tebzîb, X, 43.
[107] Buhârî 4476.
[108] Müslim 179.
[109] Bu
cümle Buharî’nin Sahih’inde Şerik b. Abdullah b. Ebi Nemr yoluyla yer alan
fazlalıklardan birisidir. Bu cümle Şerik’in tek başına rivayet ettiği
yanılmalarından sayılır. Aslında şarih’in (İbn Ebi’l İzz’in) buna dikkat
çekmesi gerekirdi. el-Hattabî der ki: Bu rivayette varid olan sarkıp,
yaklaşmanın yüce Allah’a nisbet edilmesi genel olarak bütün selef’e, ilim
adamlarına, önceki ve sonraki tefsir alimlerinin kanaatine muhaliftir. Bu hadis
Şerik’ten başkasının yolundan Enes’ten rivayet edilmiş olmakla birlikte bu ağır
lafızlar o rivayette yoktur. Bu husus ise bu rivayetteki bu lafızların Şerik
tarafından katılmış olduğu kanaatini pekiştirmektedir.
Abdu’l-Hak el-İşbili de
“el-Cem’u Beyne’s-Sahihayn” adlı eserinde şunları söylemektedir: Burada Şerik
meçhul bir fazlalık katmış bulunmakta ve bilinmeyen bir takım lafızlar
zikretmiş olmaktadır. İsra ile ilgili hadisleri hafızlar topluluğu rivayet
etmiş olmakla birlikte Şerik’in zikrettiği bu lafzı onlardan zikreden kimse
yoktur. Şerik ise hafız değildir.
İbn Kesir de Tefsir’inde
(IIV, 3) şunları söylemektedir: Şerik b. Abdullah b. Ebi Nemr bu rivayetinde
başka rivayetlerle çatışan lafızları zikretmiştir. O bu hadisi kötü bir şekilde
hıfzetmiş ve iyice tesbit (zabt) edememiştir.
Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî
de şunları söylemektedir: Şerik’in rivayetinde, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)in Rabbini gördüğü iddiasında
bulunanların kanaatine uygun münferiden naklettiği bir fazlalık vardır. O
bununla: “Daha sonra aziz olan cebbar Rab yaklaştı, sarktı ve bir yayın
kirişlerinin bağlandığı iki nokta kadar veya daha yakın bir mesafeye geldi”
sözlerini kastetmektedir.
Âişe, İbn Mes’ud ve Ebu
Hureyre (radiyallahu anhum)un bu
âyetlerdeki “görme”yi Cebrail’in görülmesine yorumlamaları ise daha doğrudur.
İbn Kesir der ki: Bu meselede Beyhakî’nin söyledikleri hakkın kendisidir. Çünkü
Ebu Zerr (r.a): Ey Allah’ın Rasûlü, Rabbini gördün mü? diye sorunca Hz. Peygamber:
“O bir nurdur, O’nu nasıl görebilirdim” diye cevap vermiştir. Bir başka
rivayette de: “Ben bir nur gördüm” demiştir. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.
Yüce Allah’ın:”Sonra
yaklaşıp, sarktı.” (en-Necm, 53/8) buyruğunda kastedilen Cebrail aleyhisselam dır. Nitekim bu husus
Buharî ve Müslim’den, mü’minlerin annesi Aişe’den ve İbn Mes’ud’dan böylece
sabit olmuştur. Aynı şekilde Ebu Hureyre’den gelen ve Sahih-i Müslim’deki
rivayet te böyledir. Bu âyet-i kerîme’nin bu şekilde tefsir edilmesi hususunda
Ashab-ı Kiram arasından onlara muhalefet eden bir kimsenin olduğu
bilinmemektedir.
Bu hadiste yine Şerik’ten başkasının zikretmeyip, tek
başına Şerik’in naklettiği bir başka lafız da vardır ki yine müellifimiz bu
lafzı burada kaydetmiştir. O da: “Cebrail onu yüce ve mübarek olan Cebbar’ın
huzuruna -O yerinde olduğu halde- götürünceye kadar onu yükseltti”
ifadeleridir.
[110] Buhârî 3886, 4710; Müslim 170; Müsned, I, 309
[111] Bk. Müsned, I, 374; İbn Kesir, III, 15.
[112] Bk. el-Bidaye ve’n-Nihâye, I, 337-373
[113] Buhârî 6580; Müslim 2303.
[114] Buhârî 6582; Müslim 2304.
[115] Müslim 400; Müsned, II, 102.
[116] Buhârî 6589; Müslim 2289
[117] Buhârî 7050; Müslim 2290, 2291.
[118] Buharî’de
Eyyub’dan, o Muhammed b. Sîrin’den, o Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Ebu Hureyre şöyle demiştir:
İbrahim -Aleyhisselam- sadece üç defa
yalan söylemiştir. Bunlardan ikisi yüce Allah’ın zatı uğrundadır. “Ben
hastayım” sözü ile; “Hayır, onu bu büyükleri yapmıştır” sözleridir. (Devamla)
dedi ki: Bir gün Sarâ ile birlikte zorbalardan bir zorbanın bulunduğu bir yere
geldi. O zorbaya şöyle denildi: Burada beraberinde insanların en güzellerinden
bir kadın bulunan bir adam vardır.
Bunun üzerine bu zorba
kişi ona bir adam göndererek Sarâ hakkında soru sordurdu: Bu kimdir? dedi. O
da: Kızkardeşimdir, dedikten sonra Sarâ’ya varıp şunları söyledi: Ey Sarâ,
yeryüzünde benden ve senden başka iman eden bir kimse yoktur. Bu kişi bana
senin kim olduğuna dair soru sordu, senin kızkardeşim olduğunu söyledim. Beni
yalancı çıkarma.
Zorba Sarâ’ya elçi
gönderdi. Sarâ, onun yanına girince, eliyle onu yakalamak istedi fakat ona
engel olundu. Bu sefer: Sen Allah’a dua et ve ben sana hiç zarar vermeyeceğim,
dedi. Allah’a dua etti ve eski haline kavuştu.
İkinci bir defa onu
yakalamak isteyince, önceki gibi hatta daha da şiddetli bir şekilde alıkonuldu.
Yine: Benim için Allah’a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim dedi. Tekrar
Allah’a dua etti ve serbest bırakıldı.
Perdedarlarından birisini çağırarak şöyle dedi: Sizler
bana bir insan getirmediniz, sizler olsa olsa bana bir şeytan getirmiş
bulunuyorsunuz. Bunun üzerine ona Hacer’i hizmetçi olarak verdi. Sarâ, İbrahim -Aleyhisselam- ayakta durmuş namaz
kılıyorken yanına geldi ve eliyle: Ne oldu? diye sordu, o: Allah o kâfirin -ya
da facirin- tuzağını başına geçirdi ve Hacer’i hizmetçi olarak verdi. Ebu
Hureyre dedi ki: Ey semanın suyunun oğulları, işte anneniz budur. (Bk. Fethu’l-Bârî, VI, 391-394)
[119] Müsned, II, 435-436; ayrıca Buhârî 4712; Müslim 194.
[120] Oldukça uzun bir hadis olup senedinde zayıf bir râvî
olan İsmail b. Râfi’ bulunduğu gibi; meçhul bir ravi de vardır.
[121] Buhârî 5811, 6442; Müslim 216, 217.
[122] Buhârî 3883, 6208; Müslim 209
[123] Müsned, III, 213.
[124] Müsned, III, 213.
[125] Buhârî 7510; Müslim 193.
[126] Müslim 183; Müsned, III, 94.
[127] Buhârî 4476, 7516; Müslim 193; İbn Mâce 4312.
[128] Buhârî 2846, 5967, 6500, 7373; Müslim 30.
[129] Müsned, II, 21; İbn Mâce 778.
[130] Müsned, II, 69, 87, 125; Ebû Dâvûd 3251.
[131] Tirmizî 3578.
[132] Buhârî 1010, 3710.
[133] Buhârî 2215, 2333, 3465, 5975; Müslim 2743.
[134] Buhârî 2753, 3527, 4771; Müslim 203.
[135] Buhârî 3073; Müslim 1831.
[136] Buhârî 3334, 6557; Müslim 2805.
[137] Buhârî 1362, 4945-4949, 6217, 6605; Müslim 2647.
[138] Müslim
2648
[139] Buhârî 2898, 4202, 4207, 6493, Müslim 112,; Müsned, V,
332.
[140] Buhârî 6493, 6607.
[141] Fethu'l-Bârî,
XI, 479'da belirtildiği gibi, Ebhu Avâne: "Nutfe halinde" fazlalığı
ile rivâyet etmiştir.
[142] Buhâri 3208, 3332, 6594, 7454; Müslim 2643.
[143] VI, 12.
[144] Buhârî 1477, 2408, 5975, 6473, 7292; Müslim 1593.
[145] Müsned, II, 108.
[146] Müslim 486; İbn Mâce 3841; Ebû Dâvûd 879; Müsned, VI,
8, 201.
[147] Müslim 2749.
[148] Müslim 132.
[149] Müslim 133
[150] Buhârî 2457, 4523, 7188; Müslim 2668; Tirmizi 2976;
Nesaî, VIII, 248, Müsned, VI, 55, 62, 205.
[151] Müsned, II, 178, 181, 185, 195; İbn Mâce 85.
[152] Buhârî 7319.
[153] Ebû Dâvûd 4596, Tirmizî 2650; İbn Mâce 3991.
[154]
Tirmizî
2317.
[155] Ebû Dâvûd 4700; Tirmizî 2155.
[156] Müslim 2653.
[157] Müslim 2648; Müsned, III, 292, 293.
[158] Tirmizî 2516; Müsned, I, 293.
[159] Müsned, I, 307..
[160] Buhârî 3208, 3332, 6594, 7454; Müslim 2643; Ebû Dâvûd
4708; Tirmizî 2138; İbn Mâce 76; Müsned, I, 382, 414, 430.
[161] İbn Hibbân 276; el-Kudâî, Müsnedu'ş-Şihâb 499, 500; el-Humeydî, Müsned 266...
[162] Buhârî 3209, 6040, 7485; Müslim 2637.
[163] Begavî Tefsiri, IV, 270.
[164] İbn Kesir, VII, 469-470.
[165] Müslim 2653.
[166] Müslim 8.
[167] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr
8564.
[168] Buhârî 6345, 6346, 7426, 7431; Müslim 2730.
[169] Buhârî 7423, Müsned, III, 335.
[170] Buhârî 2411, 3408, 6518, 7428; Müslim 2773; Ebû Dâvûd
4671; Müsned, II, 264.
[171] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 5787, 5788.
[172] Buhârî 3194, 7404, 7422, 7453, 7553, 7554, Müslim
2751.
[173] Müslim 2713; Ebû Dâvûd 5051; Tirmizî 3397; İbn Mâce
3873; Müsned, II, 381, 404.
[174] Buhârî 3043, 3804, 4121, 6262; Müslim 1768; Müsned,
III, 22.
[175] Buhârî 7420; Tirmizî 3213; Nesaî, VI, 80.
[176] er-Redd Ale'l-Cehmiyye, s. 26'da.
[177] Buhârî 555, 3223, 7429, 7486; Müslim 632.
[178] Bk. Az önce geçen "Üstte Oluş" başlığı.
[179] Müsned, V, 438; Ebû Dâvûd 1488; Tirmizî 3551; İbn Mâce
3865.
[180] Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- Vedâ Haccı ile ilgili uzunca hadisin bir bölümüdür. Müslim
1218; Ebû Dâvûd 1905; İbn Mâce 3074.
[181] Müslim 537.