EL-AKÎDETÜ’T-TAHÂVİYYE VE ŞERHİ 5

Önsöz: 6

Tahâvî Akidesi’ne Yapılmış Şerhler. 7

Akide’nin Müellifi İmam et-Tahâvî 7

Adı ve Nesebi 7

Doğumu ve Yetişmesi 7

İlmî Seviyesinin Yükselmesi ve İçtihad Derecesine Ulaşması 7

İlim Adamlarının İmam Tahâvî Hakkında Söyledikleri: 8

Eserleri 8

Vefatı 9

Akîde’nin Şârihi İbn Ebi’l-İzz. 9

Adı ve Nesebi 9

Doğumu. 9

Ailesi 9

Yetişmesi 9

Mezhebi 9

Bulunduğu Görevler. 10

Eserleri 11

Vefatı 11

el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi 12

Hasbiyallahu ve Ni’me’l-Vekîl 12

Dinin Esasları (Akaid) İlmi, İlimlerin En Şereflisidir. 12

İcmalî (Toplu)  İman Herkese Farzdır. 12

Genel Olarak İtikadî Konularda Sapmanın Sebebi 13

Ebû Ca’fer et-Tahâvî 14

Peygamberlerin Sonuncusu Peygamberimiz Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-. 14

Hak Olan Herşey Rasûlün Getirdiğindedir; O Hem Yeterlidir, Hem Eksiksizdir. 14

Selef’in Kelâm İlmini Değerlendirmeleri 15

Selef’in Bir Takım Sözleri Kullanmaktan Hoşlanmayışının Sebebi 16

Peygamberlerin İlk Daveti: Tevhîd: 16

Mükellefin İlk Sorumluluğu: Şehadet Getirmek. 16

Tevhidin Türleri ve Anlamları 17

Sıfatların Tevhidi 17

Rubûbiyyet Tevhidi 17

Ulûhiyyeti Tevhîdi, Rubûbiyyet Tevhîdini de Kapsar. 18

Kur’ân-ı Kerîm’in Ulûhiyyet Tevhid’ine Dair Açıklamaları 20

Kur’ân’ın Verdiği Örnekler, Dinin Gereklerini Ortaya Koyan Aklî Ölçüleri De Ortaya Koyar. 20

Yüce Allah’ın Ortağının Bulunmasına İmkân Yoktur. 20

Ulûhiyyet Tevhidinin, Rubûbiyyet Tevhid’ini Kapsaması 21

Bilgi ve Maksat İtibariyle Tevhid. 21

Kur’ân Surelerinin Büyük Çoğunluğu Tevhid’i Bütün Türleriyle Dile Getirmektedir. 22

Şehadetin Anlamı ve Mertebeleri 22

İşitmek (sem’) Yoluyla Açıklaması 22

Yüce Allah’ın Göndermiş Olduğu Bütün Peygamberlerle Birlikte Mutlaka Doğruluklarına Delil Teşkil Edecek Bir Belge Vardır. 23

Yüce Allah’ın İsim, Sıfat ve Fiilleriyle Vahdaniyetine Delil Göstermek. 23

Tevhid Bakımından Kemal Derecesinde Olanlar. 24

Kelâm’cıların Yöntemlerine Gerek Yoktur. 25

Allah’ın Benzersiz Olmasının Anlamı 25

Allah’ın Sıfatlarının Bulunduğunu Kabul Etmek O’nun Yaratıklara Benzemesini Ve Cisim Olmasını Gerektirmez. 26

Yüce Allah’ın Kudreti Kemal Derecesindedir. O’nun İçin Âcizlik Sözkonusu Değildir. 27

Nefy ve İsbat Konusunda Selef’in Yolu. 28

Hakkı, Şer’î Lafızlarla İfadelendirmek Ehl-i Sünnet’in Yoludur. 28

Kelime-i Tevhid. 29

Kıdem ve Bekâ Sıfatları 29

Kelâm’cıların İzledikleri Doğru Yöntemler Kur’ân’ın Zikrettiğine Uygun Olanlardır. 29

Kelâm’cıların Yüce Allah’ın İsimleri Arasına "el-Kadim"i Sokmaları 30

İrade Etmek ve Sevmek. 30

İnsanlar Yüce Rab’lerini İsim ve Sıfat’larıyla Tanıyabilirler. 32

Cehmiye’nin Alâmeti 32

Hayy ve Kayyûm İsimlerinin Diğer Esmâ-i Hüsnâ İle İlişkisi 33

Yaratma ve Rızık Verme Sıfatları 33

Yüce Allah Ezel ve Ebed’de Kemal Sıfatlarına Sahiptir. 34

Cehmiyye’nin, Öncesi Olmayan Sonradan Olma Olayların İmkânsız Olduğuna Dair İddiası 35

Kudret Sıfatına İlişkin Hususlar. 36

Mümkün ve Mevcut Olmayan Bir Şey Hariç’te (Dış Dünyada) Yok Demektir. 36

Kemâl’i İhtiva Eden En Yüce Örnek (el-Meselu’l-A’lâ) Yalnız Yüce Allah’a Aittir. 37

Âdem ile Musa (İkisine de Selâm Olsun) Arasındaki Tartışma İle İlgili Hadis. 39

Peygamberlerin Nübüvvetlerinin Delilleri 41

Karine’lerle, Haber Verenin Doğruluğunun Bilinmesi 42

Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in Risaletini İnkâr Etmek, Yüce Allah’a Dil Uzatmak Demektir. 45

Nebî ile Rasûl Arasındaki Fark. 45

Peygamberler Arasındaki Fazilet Farkı 46

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Halil’liği 48

Kur’ân Allah’ın Kelamıdır, Yaratılmış Değildir. 49

Kelâm Sıfatıyla İlgili Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in Görüşü. 50

Yüce Allah’ın Cennetliklerle ve Başkalarıyla Konuşması 51

Kelam Allah’ın Bir Sıfatıdır ve Mahluk Değildir. 51

"Allah Her Şey’in Yaratıcısıdır" Buyruğunun Anlamı 52

Kur’ân’ın Yaratıldığını İddia Edenlerin Delillerinin Tutarsızlığı 52

Allah’ın Kelamının Mahluk Olmadığı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Tarafından İttifakla Kabul Edilmiştir. 53

Yüce Allah’ın Kelâm’ı 55

Akıl Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’i Nasıl Söylediğini İdrâk Etmekten Âcizdir. 56

Kelam-ı Nefsi 57

Kur’an’ın Allah’ın Kelamı Olduğunu İnkar Etmenin Hükmü. 58

Kur’ân Hem Lafzı Hem de Manası İtibariyle Mucizedir. 59

Yüce Allah’ın Sıfatları, İnsanların Sıfatlarına Benzemez. 59

Cennetliklerin Rab’lerini Görmeleri 60

Fasit Te’villerin Zararları 60

Nazar (Bakma)nın, Kullanımına Göre Değişik Anlamlara Gelmesi 60

Ru’yetullah’ı Reddeden Mutezile’nin Kanaatlerinin Çürütülmesi 61

Ru’yetullah İle İlgili Hadisler Tevatür Derecesine Ulaşmıştır. 62

Usulu’d-Din (İtikad Meseleleri) Ancak Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün Sünnetinden Öğrenilebilir: 63

Yüce Allah’ın Dünyada Gözle Görülemeyeceği Hususunda İttifak Vardır. 63

Sahih ve Fasit Te’vil 64

Sahih Nakil İle Aklın Kabul Ettiği Apaçık Gerçekler Arasında Çelişki Yoktur. 65

Rasûl’e Tam Anlamıyla Teslimiyetin Gereği 66

Teslimiyet 67

Aklın, Naklin Önüne Geçirilmesi Gereği İddiası 67

Dini Hususlarda Bilgisizce Söz Söylemek Yasaklanmıştır. 68

Tevhid’i Eksik Olan Teslim Olmaz. 68

İmam Gazzalî’nin Cedel ve Kelâm İlmi İle İlgili Görüşleri 69

Lafızların Anlamlarını Sınırlandırmakta Allah’ın ve Rasûlünün Buyrukları Esastır. 70

Sapıklığın Sebebi, Allah ve Rasûlünün Sözünden Yüz Çevirmektir. 70

Kelam İlmi, Bizzat Bu İlmin İleri Gelenlerinin İtirafına Göre Şaşkınlığa Sebebtir. 70

Te’vil’in Müteahhirîn’e Göre Anlamı 73

Kitap ve Sünnet’te Te’vil’in Anlamı 73

Müfessirlere Göre Te’vil Allah’ın Kelâmının Açıklanması ve Anlamının Beyan Edilmesidir: 74

Yanlış Te’vil’in Sakıncaları 75

Nefy ve Teşbih Kalp Hastalıklarındandır. 75

Teşbih’in İki Çeşidi 76

Yüce Allah’ın Tenzih’i 76

Nass’larda Vârid Olmuş Lafızları Kullanmak. 77

"Cihet" Lafzı 78

Tahâvî’nin; "Altı Cihet O’nu Kuşatamaz" Sözünden Maksat: 78

İsra ve Mi’rac. 78

Havz ve Nitelikleri 80

Hadis’lere Göre Havz’ın Nitelikleri 81

Şefaat ve Çeşitleri 81

Dünyada Peygamber’den ve Başkalarından Şefaat İstemenin Hükmü. 84

Allah’tan Başkası Adına Yemin Caiz Değildir. 85

Allah Nezdinde Şefaat, İnsanlar Nezdindeki Şefaatten Farklıdır. 86

Yüce Allah’ın Adem ve Zürriyetinden Aldığı Mîsak Söz: 87

Allah Cennet'lik ve Cehennem’likleri Ezelden Beri Bilir. 89

Kader’in Aslı 91

Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’in Kader Görüşü. 91

Sapıklığın Menşei 91

Yapılması İstenen Şey (Murad) İki Türlüdür: Bizatihî Murad ve Liğayrihî Murad. 92

Hayrın Üç Sebebi 94

İlahi Takdir ve Kaza’dan Razı Olunan ve Olunmayan. 95

Kader Hususunda Söz Söylemekte Aşırıya Kaçmak. 96

Dinin Bozulmasının Sebebi Şüpheler ve Arzulardır. 96

Ubudiyyetin ve İman’ın Esası Teslimiyettir. 97

Kitab’ın Hükmünü Reddedenin Küfründe Şüphe Yoktur. 97

Levh-i Mahfuz’a ve Kalem’e İman Etmek. 98

Kalem ve Arş’ın Yaratılışları 98

Kıyamete Kadar Olacaklar Kalem’le Yazılmış ve Bitmiştir. 99

Herşey Bir Kader İle Olduğuna Göre Yalnız Allah’tan Korkmalı 99

Sebebleri Yerine Getirmek Tevekküle Aykırı Değildir. 100

Yüce Allah’ın Kâinata Dair Bilgisi Onların Yaratılmasından Öncedir. 101

Kader’e İman, Tevhid’in ve Allah’ın Rububiyetini Kabul Etmenin Bir Gereğidir. 102

Kader’in İhtiva Ettiği Esaslar. 102

Kalbin Hayat Bulması ve Hastalanması 103

En Faydalı Gıda İman, En Faydalı İlaç Kur’ân. 104

'Arş ve Kürsî 104

Üstte Oluş. 106

Yüce Allah’ın Fevkıyyetini Ortaya Koyan Çeşitli Nass’lar. 107

Selef’in Uluvv (Yukarda Oluş) Sıfatının Kabulünü Ortaya Koyan Bazı Sözleri 109

Yüce Allah’ın Yukarda Oluşunun (Uluvv) Aklî Delilleri 109

Allah’ın Yüceliğinin Fıtrat İle İsbatı 110


EL-AKÎDETÜ’T-TAHÂVİYYE VE ŞERHİ

 

 

İmam Kadı Ali b. Ali b. Muhammed b. Ebi’l-İzz ed-Dımeşkî el-Hanefî

 

Çeviri:

M. Beşir ERYARSOY


Önsöz:

 

Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla

 

Hamd Allah’a mahsustur. Bu şerhi bu şekilde okuyucuya sunarken sayın Dr. Abdullah b. Abdilmuhsin et-Türkî ile Şuayb el-Arnaût tarafından tahkikli neşri yapılmış baskıyı esas aldık. Ayrıca sayın muhakkık’ların koydukları notlardan ve başlıklardan da yararlandık.

Şarih’in ifadeleri ve lafızları eksiksiz bir şekilde dikkatle korunmuş olmakla birlikte, okuyucunun konuyu yeterli bir şekilde izlemesini olumsuz olarak etkileyebilecek ve ihtiyaç duyurmayacak türden tekrarlar ve geniş açıklamalar ile şarih’in asıl metinde izlediği yönteminin dışında kalan karşılıklı tartışmalarda ortaya konulan bir takım deliller ile bazı zayıf hadisler kaydedilmemiştir.

Yüce Allah’tan bu şerhin aslını faydalı kıldığı gibi bizim hazırladığımız bu şeklini de faydalı kılmasını niyaz ederiz.

Allah, Efendimiz Peygamberimiz Muhammed’e, onun aile halkına ve ashabına salât ve selam eylesin.

Salih b. Abdurrahman el-Husayyin


Tahâvî Akidesi’ne Yapılmış Şerhler

 

Elinizdeki şerhin müellifinden önce de, sonra da Hanefî mezhebine mensup bir çok ilim adamı Tahâvî Akidesi’ni şerhetmiştir.

Bu akideye şerh yazanların bazıları:

1- İsmail b. İbrahim b. Ahmed eş-Şeybânî. Basra, 14 Rebiu’l-Ahir 504 tarihinde doğmuş, 9 Cumade’l-u’lâ 629 Çarşamba günü vefat etmiştir.

2- Necmu’d-Dîn Menkûbars b. Yalınkılıç Abdullah et-Türkî. Vefatı, 652 Hicri. Yazdığı şerhe "en-Nuru’l-Lâmi’ ve’l-Burhanu’s-Sati’ " adını vermiştir.

3- Türkistan’lı ve Türkistan’daki bir şehir olan Tiraz’dan Hibetullah b. Ahmed b. Mualla b. Mahmud Şücaûddin et-Türkistanî el-Hanefî. 733 h. yılında vefat etmiştir.

4- İbn es-Serrac diye bilinen Mahmud b. Ahmed b. Mes’ûd el-Konevî ed-Dımeşkî el-Hanefî. Dımeşk’da 771 h. yılında vefat etmiştir. Keşfu’z-Zunûn müellifinin dediğine göre müellifi bu şerhine: “el-Kalâid fi Şerhi’l-Akâid" adını vermiştir.

5- Siracu’d-Din Umer b. İshak el-Hindî el-⁄aznevî el-Hanefî. 773 h. yılında vefat etmiştir.

6- Muhammed b. Muhammed b. Mahmud Ekmelu’d-Din el-Bâbertî el-Hanefî. 786 h. yılında vefat etmiştir.

7- Hanefî mezhebine mensup Fakih Molla Ebu Abdillah Mahmud b. Muhammed b. Ebi İshak el-Kustantinî. Hacı Halife’nin Keşfu’z-Zunûn’da belirttiğine göre bu şerhi 916 h. yılında bitirmiştir.

8- Hanefî mezhebine mensup Akhisarlı Kâfî Hasen Efendi. 1025 h. yılında vefat etmiştir. Bu şerhine "Nuru’l-Yakîn fî Usuli’d-Din" adını vermiş olup, bunu Estergon Kal’ası’nın 1014 h. yılında muhasarası esnasında tamamlamıştır.

9- Müellifi bilinmeyen ve Seyfu’d-Din en-Nasırî’nin isteği üzerine yazılmış bir şerh. Bu şerh Cota (Gota)da 665, el-Mekteb el-Hindî, 1/4569’da kayıtlıdır.

10- İbn bint el-Himyerî diye bilinen Hanefî Muhammed b. Ebî Bekr el-⁄azzî’nin "Şerhu Akaidi’t Tahâvî" adını verdiği ve 881 h. yılında tamamladığı şerh.

11- el-Meydanî diye meşhur hanefî mezhebine mensup İmam Allame Fakih eş-Şeyh Abdu’l-⁄anî b. Talib b. Hammade el-⁄uneymî ed-Dımeşkî’nin yazdığı şerh. 1298 h. tarihinde vefat etmiştir.

 

Akide’nin Müellifi İmam et-Tahâvî

 

Adı ve Nesebi

 

İmam Ebu Câ’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme b. Seleme b. Abdi’l-Melik el-Ezdî el-Hacrî el-Mısrî et-Tahâvî’dir. Tahâvî, Mısır’da Saîd bölgesindeki kasabalardan Tahâ’ya nisbettir.

 

Doğumu ve Yetişmesi

 

Öğrencisi olan İbn Yunus’un rivayetine göre -ki doğrusu da budur- 239 h. yılında doğmuştur. 321 h. yılında vefat ettiği üzerinde de görüş birliği vardır. Yalnız İbnu’l-Nedîm onun vefat tarihini 322 h. olarak vermektedir.

İmam Tahâvî bir ilim ve fazilet yuvasında yetişmiştir. Babası ilim ehli, şiir ve rivayeti hususlarında bilgi sahibi bir kişi idi. Annesi İmam Şafiî’nin ders halkalarına katılan Şafiî’nin mezheb alimleri arasında sayılır. Dayısı ise İmam Şafiî’nin yakın arkadaşları arasında en fakih ve onun ilmini neşreden İmam el-Müzenî’dir. Hadis eserleri sahiplerinden hafız imamlarla ve onların tabakalarında yaşayanlar ile çağdaştır. Bazıları ile aynı senetlerle, aynı rivayetleri ortak olarak kaydetmiştir.

 

İlmî Seviyesinin Yükselmesi ve İçtihad Derecesine Ulaşması

 

Yirmi yaşına vardığında ilk görüşlerini terkederek fıkıh’ta Ebu Hanife’nin usulüne yöneldi. Onun bu yönelişinde bir takım sebebler rol oynamıştır:

1- Dayısı Ebu Hanife’nin kitaplarını çokça mütalaa ettiğini, onları çokça incelediğini ve bu kitaplardan etkilendiğini görürdü. Muhammed b. Ahmed eş-Şerûtî kendisine, niçin dayının mezhebine muhalefet ederek Ebu Hanife’nin mezhebini tercih ettin, diye sorunca şu cevabı vermiş: Çünkü ben dayımın Ebu Hanife’nin kitaplarını uzun uzun tetkik ettiğini görüyordum. Bundan dolayı ben de o mezhebe geçtim.

2- İmam Şafiî’nin ileri gelen arkadaşları ile Ebu Hanife mezhebine mensup ilim adamları arasında kendisinin gözü önünde cereyan eden ve kendisinin doğrudan duyup, işittiği ilmî tartışmalar.

3- Her iki mezhebe dair yazılmış eserler ve bunların her birisinde hakkında ihtilâfa düşülmüş meselelerde diğerlerinin görüşlerinin reddedilmesi. el-Müzenî "el-Muhtasar" adlı eserini telif etmiş ve bir çok meselede Ebu Hanife’nin görüşlerini reddetmiştir. Bunun üzerine Kadı Bekkâr b. Kuteybe ortaya çıkarak onun görüşlerini reddeden bir kitap telif etmiştir.

4- Mısır ve Şam diyarına -Kadı Bekkâr b. Kuteybe, İbn Ebi İmran ve Ebu Hazim gibi- kadılık görevini ifa etmek üzere gelen Ebu Hanife mezhebine mensup ilim adamları.

İşte bütün bunlarla birlikte onun sahip olduğu fıtrî istidadı, çeşitli alanlar ile ilgili ilmî birikimleri ve içtihad mertebesine ulaşmak arzusu, onu her iki mezhebi derinlemesine incelemeye, bu iki mezheb arasında karşılaştırmalar yapmaya ve içtihadı ile ulaştığı görüşü tercih edip ona mensub olarak onu savunmaya itmiştir.

Ebu Ca’fer’in bir mezhebten diğerine geçişinde garip kaçacak yahut reddedilmeyi gerektirecek bir husus yoktur. Kendisinden önce yahut kendi çağdaşlarından bir çok ilim adamı bir mezhebten bir diğer mezhebe geçmiş ve çağdaşları olan ilim adamlarından kimse onlara tepki göstermemiştir. Mesela İmam Şafiî’nin Mısır’daki yakın arkadaşlarının bir çoğu İmam Malîk’e tabi kimseler idi. Bunların arasında Tahâvî’nin hocaları da vardır. Çünkü onların bu şekildeki davranmaları taassub, taklid veya ilmî bakımdan gereksiz bir yarışmaya girmekten kaynaklanmıyordu. Onlar bu işi delile, kanaat getirmeğe ve konuyu iyiden iyiye basiretle incelemeye bağlı olarak ve burdan hareketle yapıyorlardı.

İbn Zûlâk dedi ki: Ben Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi Ca’fer et-Tahâvî’yi şöyle derken dinledim: Babamı -Ebu Ubeyd b. Harbeveyhi’nin faziletini ve ne kadar fakih olduğunu söz konusu ederek- şöyle derken dinledim: Çeşitli meselelerle benimle müzakere ederdi. Bir mesele hususunda bir gün kendisine cevap verdim. Bana Ebu Hanife’nin görüşü bu değildir, dedi. Ben de ona şöyle dedim: Ey kadı! Ebu Hanife’nin söylediği herşeyi ben de kabul edip söyleyecek miyim? O da bana: Ben senin sadece bir mukallit olduğunu zannederdim. Bunun üzerine ona şöyle dedim: Peki, mutaassıp bir kimseden başkası körü körüne taklid eder mi? O bana: Yahut ta ahmak bir kimseden, dedi.

Bu sözler Mısır’da büyük bir hızla yayıldı ve bir darb-ı mesel haline geldi, insanlar da bunu ezberledi.

 

İlim Adamlarının İmam Tahâvî Hakkında Söyledikleri:

 

İbn Asakir "Tarih"inde (VII, 368) naklettiğine göre İbn Yunus şöyle demiştir: "(Tahâvî) Güvenilir, rivayeti sağlam, fakih, oldukça akıllı ve geriye benzerini bırakmamış bir kişidir."

İbn Hacer "el-Lisan" (I, 276)de naklettiğine göre Mesleme b. el-Kasım "es-Sıla" adlı eserinde şöyle demiştir: "Güvenilir, sağlam, oldukça değerli, fakih, ilim adamlarının farklı görüşlerini iyi bilen, tasnifi basiretli bir kimseydi."

İbnu’n-Nedim "el-Fihrist" (260)de: "O ilim ve zühdü itibariyle zamanında eşsizdi."

"el-Cevahiru’l-Mudiyye"de belirtildiği gibi İbn Abdi’l-Berr şöyle demiştir: "Kûfe’lilerin siyretini, haberlerini ve fıkıhlarını, insanlar arasında en iyi bilmekle birlikte, bütün fukahânın görüşleri hakkında da bilgili idi."

İmam es-Sem’anî de "el-Ensâb" adlı eserinde (VIII, 218) şöyle demektedir: "İmamdı, güvenilir ve sağlam bir kimseydi. Fakih ve alimdi. Geriye kendisine benzer kimse bırakmadı."

İbnu’l-Cevzî "el-Muntazam" adlı eserinde (VI, 250) şöyle demektedir: "Oldukça sağlam, kavrayışlı, fakih ve akıllı bir kimse idi." Torunu da aynı şeyleri söylemiş ve şunları ilave etmiştir: "Fazileti, doğruluğu, zahidliği ve veraı ittifakla kabul edilmiştir."

İbnu’l-Esîr de "el-Lubâb" adlı eserinde (II, 276) şunları söylemektedir: "O imamdı, hanefî mezhebine mensub fakihdi. Güvenilir ve rivayeti sağlam bir kişiydi."

İmam ez-Zehebî "Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ" (XV, 27)de şunları söylemektedir: "İmam, allame, büyük hafız, Mısır diyarının muhaddisi ve fakihi..." Daha sonra şunları söylemektedir: "Bu imamın te’liflerini tetkik eden bir kimse onun ilimdeki mevkiini ve bilgilerinin genişliğini çok iyi anlar."

"Büyük Tarih"inde (Tarihu’l-İslam) otuzüçüncü tabakada (kilerden söz ederken) şunları söylemektedir: "Fakih, muhaddis, hafız, ileri gelen bir kimse idi. Güvenilir, sağlam bir ravi, fakih ve akıllı idi." "Tezkiratu’l-Huffaz" adlı eserinde de (s. 808)de onun biyografisini kaydetmiştir.

es-Safdî "el-Vafî bi’l-Vefeyât" (IIV, 9)da şunları söylemektedir: "Güvenilir, üstün, fakih ve akıllı birisiydi. Kendisinden sonra kendisi gibi birisini bırakmadı."

el-Yafi’î de şöyle demektedir: "Fıkıh ve hadiste oldukça ileri dereceye ulaşmış, çok faydalı eserler tasnif etmiştir."

İbn Kesir de "el-Bidaye"de (XI, 186) şunları söylemektedir: "Hanefî mezhebine mensup fakihtir. Çok faydalı eserlerin müellifidir. Güvenilir ve sağlam ravilerden ve ileri gelen hadis hafızlarından birisidir."

Suyûtî "Tabakatu’l-Huffaz"da (s. 337) şunları söylemektedir: "İmam, büyük ilim adamı, hafız ve harkûlade tasniflerin sahibi... güvenilir, oldukça sağlam ve fakih birisi idi. Kendisinden sonra (benzerini) bırakmadı."

ed-Davudî "Tabakatu’l-Müfessirîn"de (I, 74) şunları söylemektedir: "İmam, büyük alim ve hafız..."

Mahmud b. Süleyman el-Kefevî "Tabakat"ında, -el-Leknevî’nin "el-Feraidu’l-Behiyye"de (s. 31) naklettiğine göre- şunları söylemiştir: "Oldukça üstün değerli bir imamdı, şöhreti her tarafa yayılmıştı. Onun güzel anısı sahifeler arasında dopdoludur. Hadislerde ve haberler bilgisi hususunda imamdı... Oldukça üstün değerli ve itibarlı eserleri vardır."

 

Eserleri

 

Tahâvî akide, tefsir, hadis, fıkıh, şurût (şartlar) ve tarihe dair pek çeşitli eserler telif etmiştir. Bunlar oldukça güzel, köklü ve son derece faydalı eserlerdir.

Tarihçiler onun otuz dolaylarında yazmış olduğu kitabını kaydetmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:

1- Şerhu Meâni’l-Âsâr.

2- Şerhu Muşkili’l-Âsâr.

3- Hanefî fıkhına dair Muhtasaru’t-Tahâvî.

4- Sünenu’ş-Şafiî. Tahâvî bu eserinde (252 h. yılında) dayısından, onun da Şafiî’den dinlediklerini bir araya getirmiştir.

5- el-Akidetu’t-Tahâviyye. Elinizdeki şerhin esas metnini teşkil etmektedir. Oldukça yaygın bir ünü vardır. Farklı mezheblerine rağmen ehl-i sünnet tarafından kabul görmüş, beğeni ile karşılanmış ve onu şerh edip açıklamışlardır.

6- eş-Şurutû’s-Sağîr.

 

Vefatı

 

İmam Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Mısır’da perşembe gecesine rastlayan Zülkade 321’de vefat etmiş ve el-Karâfe’deki Benu’l-Eş’as mezarlığında defnedilmiştir.

 

Akîde’nin Şârihi İbn Ebi’l-İzz

 

Adı ve Nesebi

 

İmam, büyük ilim adamı Sadru’d-Din Ebu’l-Hasen Ali b. Alai’d-Din Ali b. Şemsi’d-Din Ebu Abdillah Muhammed b. Şerefi’d-Din Ebu’l-Berekât Muhammed b. İzzi’d-Din Ebi’l-İzz Salih b. Ebi’l-İzz b. Vuheyb b. Atâ b. Cubeyr b. Cabir b. Vehb’dir. Aslı Ezraî’dir. Hanefî mezhebine mensup Dımeşk’lı ve Salihî(ye)lidir. "İbn Ebi’l-İzz" diye bilinir.

 

Doğumu

 

Biyografik eserler onun 22 Zü’l-Hicce 731 yılında doğduğunu ittifakla kabul etmektedir.

 

Ailesi

 

Şarih oldukça ünlü, ilim ve önderlik alanında üstün şanı bulunan bir aileye mensubtur. Bu aile başından beri Dımeşk’de Hanefî mezhebinin önderliğini yapmakla bilinegelmiştir. Bu aileden yetişen ilim adamları ders, kaza ve fetvâ makamlarını işgal edegelmişlerdir.

1- Babası Kadı Alau’d-Din Ali b. Ebi’l-İzz el-Hanefî olup, 746 h. yılında vefat etmiştir.

2- Dedesi Kadı Şemsu’d-Din Ebu Abdi’llah Muhammed b. Muhammed b. Ebi’l-İzz olup Hanefî mezhebine mensup ileri gelen ilim adamlarından, önderlerinden ve bir çok ilim dalında oldukça üstün bir seviyeye gelmiş olanlarındandır.

3- Dedesinin babası Muhammed b. Ebi’l-İzz Salih b. Ebi’l-İzz olup Dımaşk’de 723 h. yılında vefat etmiştir.

 

Yetişmesi

 

İşte İbn Ebi’l-İzz böyle bir ilmi ailede, ilim tahsili ve tedrisinin oluşturduğu böyle bir ortamda yetişmiştir. Bundan dolayı yüce Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu fıtrî istidad, bilgiye aşırı düşkünlük, susamışlık, oldukça parlak bir zihin ile birlikte, bunların onun ilim ve bilgi noktasında pek büyük bir dereceye ulaşmasında oldukça katkısı olmuştur. Sahib olduğu bu konumu dolayısıyla ders vermiş, hatiplik yapmış, eserler te’lif etmiştir. Bilgi bakımından kemal derecesine ulaşmamış, yüksek bir mevkiye gelmemiş ve aklı da bu konuda gereken eğitimden geçmemiş kimselerin asla ulaşamadığı ilmî makam ve mevkileri üstlenmiştir.

Babası hanefî mezhebine mensub olduğundan dolayı hiç şüphesiz kendisi de hanefî mezhebini dikkatli bir şekilde okuyup incelemiş, meselelerini ortaya çıkarmış ve insanlar arasında bu konuda oldukça özel bir konuma ulaşmış olmalıdır. Onun Dımeşk ve Mısır’da hanefî mezhebi kadılığı görevini üstlenmiş olması bu kanaati pekiştirmektedir.

 

Mezhebi

 

Şarih -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bütün fertleri Ebu Hanife mezhebine mensub ve büyük çoğunluğu da bu mezhebin hakimliğini yapmış bir aile ortamında yetişmiştir. Bu mezhebi babasından oldukça dikkatli bir şekilde ders olarak okumuştur ve bu da ona bu mezhebte kadılık görevini üstlenme ehliyetini kazandırmıştır. Ayrıca bu eğitim onu bu mezhebin tedris edilmesi için vakfedilmiş medreselerde ders verme ehliyetine de sahip kılmıştır. Ancak o -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- yüce Allah’ın tevfîki ile daha sonra da sahip olduğu fıtrî istidad ve bilgiye susamışlığı, ilim ehli kimselerin mezheb ve görüşlerine dair geniş bilgisi ve bunları tam anlamıyla kuşatmış olması ile bunlar arasında karşılaştırma yapabilmekteki üstün kudreti sayesinde taklit boyunduruğundan kurtulabilmiş ve çeşitli görüşler ve mezheb kanaatleri arasında delilinin güçlülüğü ve karşıt delil ortaya konulamadığı için doğru olduğunu açıkça tesbit ettiği görüş ve mezhebleri tercih edebilmiştir. İsterse bu kendisinin bağlı bulunduğu mezhebin görüşüne muhalif olsun.

"el-İttibâ’" adlı risalesinde (s. 88) şunları söylemektedir: "Faydalı ilim talep edenin görevi şu ki: Allah’ın Kitabını iyice bellesin ve üzerinde iyice düşünsün. Aynı şekilde sünnetten de kendisi için mümkün olanı bellesin. Bundan kana kana içsin, doyasıya öğrensin. Bununla birlikte konuşmasını düzeltecek kadarıyla Kitap ve Sünneti, selef-i salihin bunların manaları ile ilgili sözlerini kavramasına yardımcı olacak kadar dil ve nahiv öğrensin. Sonra da Ashab-ı Kiram’dan başlayarak ve daha sonra herhangi bir özelleştirme söz konusu olmaksızın kendisi için mümkün olan, onlardan sonra gelen ilim adamlarının görüşlerini tetkik etsin. Eğer icma ile kabul ettikleri bir görüş varsa, onu bırakıp başka bir görüşe yönelmesin. Anlaşmazlığa düştükleri bir husus varsa, o takdirde herhangi bir hevâ, heves ve taassub söz konusu olmadan delillerini incelesin. Bundan sonra ise artık Allah kime hidayet vermişse işte doğruyu bulan odur, kimi saptırmışsa da sen onu doğruya iletecek bir dost bulduğunu göremezsin."

Onun görüşüne göre çağında müslümanların içine düştükleri tefrikanın, ayrılıkların ve zayıflığın sebebi mezhebî taassuptur. Belli bir mezhebe mensup olanların herbirisinin bu mezhebin daha hak olduğuna inanması, diğer mezhebler arasında bütün fer’î görüşlerde bunun taklid edilmesi gerektiği kanaatini taşımasıdır.

Onun kanaatine göre bu görüş ayrılığını genişleten diğer bir etken de, bunu sürdüren ve devam ettiren medreseler ve vakıflar yapanların, vakıf şartnamelerindeki ifadeleridir. Bu vakfın sahipleri, bu medreselerin filan kimselere, diğer medresenin de filan kesime vakfedilmesini şart koşmaları üzerine herbir kesim kendi kabul ettiği kanaate sıkı sıkıya yapışmış ve başkasından yüz çevirmiştir. Bundaki maksat ise böyle bir vakıftan (gelirlerinden) mahrum olmamaktır. Ayrıca buna, bu gibi şartların ve benzerlerinin sahih olup olmaması şüphesini de, bir de vakfedenin şartının şarî’in nassı gibi olduğu görüşünü de eklemek lazım. Şüphe ile arzu bir araya gelince artık hastalık daha bir kök saldı.

Üstelik bazı vakfediciler cahildir. Onların herbirisinin tayin ve tesbit ettikleri bu kesimi tayin etmeye iten, sadece o taife ve o taifenin imamı lehine duydukları taassubtan ibarettir.

Onların asıl maksatları doğrudur, bu da şeriat ilimlerinin canlandırılmasıdır. Bundan dolayı onların yaptıkları vakfın ilim adamlarına tahsis edilmesi doğru fakat bunu o ilim adamları arasından filan taifeye tahsis etmeleri ise batıldır. Çünkü yapılması gereken vakfedenlerin koştukları şartların şeriat ölçüsüne vurulmasıdır. Bu ölçüye uygun olan görüş kabul edilir, aksi takdirde reddedilir. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Bir takım kimselere ne oluyor ki Allah’ın Kitabında yer almayan şartlar koşuyorlar. Allah’ın Kitabında yer almayan herbir şart -yüz tane olsa dahi- bâtıldır."

Yine onun görüşüne göre bu ayrılık ve tefrikanın iyice yerleşmesinin sebeblerinden birisi de her mezhebe mensub ayrı bir hakimin görevlendirilmesidir. Bundan dolayı bir çok haklar kaybolmuştur. Onun görüşüne göre kesinlikle başka bir görüş kabul etmemek şartıyla muayyen bir imamın görüşü ile amel etmekle her zaman insanların menfaatleri gerçekleştirilemez. Onların ayrılığa düştüklerinin görülmesi esnasında tefrikaya düşmelerinin yasaklanması bu ayrılıkları sürdürmelerine göz yummaktan daha iyi idi. Onları ayrılık üzerinde ısrar etmeye iten hususları işlemelerinin engellenmesi daha uygundu. Böyle bir ayrılık yani herbir taifeye (mezheb mensublarına) bağlı bir hakimin tayin edilmesi İslâm’ın ilk dönemlerinde yoktu. Bu el-Melik ez-Zahir Baybars döneminde 664 yılında ortaya çıkmış bir iştir.

Yine Beyt-i Haram’ın yanında, Şam’daki Emevi Camiinde ve diğer mescitlerde düzenli ve muayyen birer imam tayin edip herbir imamın, dışına çıkmamak üzere belli şekillerde namaz kılmaya bağlılığı da bu tefrikanın etkenlerinden ve daha da artmasının sebeblerindendir. Halbuki cemaatin ve birliğin sağlanması için namaza aykırı fiillerle birlikte korku namazı kılmak meşru bir iştir. Korku namazının meşru oluşu, herbir mescitte birden fazla imam tayin etme işlemini durdurmak için yeterli bir delildir.

Özetle: onun görüşüne göre ümmetin yapısını zayıf düşüren, yıkım ile karşı karşıya getiren tefrika sebebleri arasında gördüklerini özetle sıralayacak olursak; bu sebebler mezhep taassubu, ayrı ayrı her mezheb için medreseler inşa etmek, dört mezhebe göre ayrı ayrı hakimler görevlendirmek, herbir mescitte herbir mezhebe ayrı imam ihdas etmek.

 

Bulunduğu Görevler

 

Şarih’in hayatı ilim alanında ve ilme hizmette oldukça güzel sonuçlar vermiş, pekçok gayretlerle dolup taşmıştır: Bu meyanda ders vermiş, okutmuş, kitap te’lif etmiştir. Biyografik eserler ışığında yaptıklarını aşağıdaki şekilde özetlememiz mümkündür:

1- Kaymaziyye medresesinde 748 h. yılında hocalık. O sırada henüz onyedi yaşından fazla değildi. Bu medrese hanefî mezhebine aitti.

2- Rükniyye medresesinde hocalık görevi. (777 h.) Bu da hanefîlere ait bir medresedir.

3- Hanefî Kadı el-Humam’ın vefatından sonra el-Aziyye el-Berrâniyye’de 784 h. yılı Rebiu’l-Âhir ayında ders vermeye başladı.

4- Yine hanefî mezhebine göre ders veren medreselerden birisi olan el-Cevheriyye’de de ders verip hocalık yapmıştır.

Büyük bir ihtimalle şarih, vakfedicinin hem hanefî mezhebine mensup hem de onların dışında kalan değişik ilim talebelerine vakfetmiş olduğu el-⁄azziyye Medresesi dışında hanefî mezhebine has olan bu medreselerde sadece hanefî mezhebini tedris etmekle kalmamıştır. Çünkü o -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- eğer Şeriat koyucu’nun nasslarına muhalefet varsa vakfedenin şartnamesinde koşmuş olduğu şartlara bağlı kalmanın vacip olduğu görüşünde değildi. Onun görüşüne göre muayyen bir kesime vakfetmek ve vakfı münhasıran onlara ayırmak birçok bakımdan tutarsız idi:

a- Evvela bu, insanlar arasında tefrikanın daha bir yerleşip kök salmasının etkenlerindendir.

b- Bu medreselerde ders verme görevini üstlenen hocalar bu medreselerin kendisi için vakfedildiği mezhebi öğretmek ile sınırlı kalıyorlar. Bu ise onun bu mezhebin delillerini derinlemesine inceleyip, bu mezheb lehine taassub göstermesine, bu mezhebin düşmüş olduğu hataları tenkide dayanamayan zayıf deliller ile savunmasına iter.

c- Böyle bir medresede tedris edilen fıkhı ders alan öğrenciler de bu hoş olmayan taassubu güçlendirir ve onlarda tenkid, karşılaştırma ve tercih melekesini zayıflatır, hayatları boyunca mukallit kalırlar.

O bakımdan onun ders verirken ele aldığı çeşitli meseleler hakkında imamların görüşlerini enine boyuna ele almış olması, delillerini, gerekçelerini ortaya koyup bunlar arasında gerekli mukayeseyi yapmış olması sonra da delili daha kuvvetli ve nassa daha uygun olanı tercih etmeye yönelmiş olması ihtimali uzak değildir. Bundan maksadı ise öğrencilerini taklid mertebesinden, ittibâ’ mertebesine taşıyacak ve böylelikle bağımsız bir kişilik sahibi olmalarını sağlayacak  sağlıklı fıkıh bilgisi edinme melekesini geliştirmek istiyordu.

5- İnsanların İslâmî kültürlerini geliştirmek, kamuoyunu uyanık tutmak, sağlıklı bir şekilde kamuoyunu yönlendirmekte hatipliğin önemli bir rolü olduğundan dolayı şarih el-Efram Camii hatipliğini de üstlenmişti.

6- Aynı şekilde el-Belka bölgesinin stratejik yeri olan Husbân’da da hatiplik görevini üstlenmişti.

7- Muharrem 777 h. tarihinde Mısır hakimliğine tayin edilen amcasının oğlu Necmu’d-Din’in yerine vekâleten Dımaşk’ta 776 h. yılının sonlarında hanefî mezhebi hakimliği görevini üstlenmiştir. Daha sonra Necmu’d-Din yüz gün görev akabinde hakimlikten affedilmeyi istedi ve Dımaşk’a nakledildi. Onun yerine Mısır’daki hanefî mezhebi kadılığını şarih bu yılın Cumade’l-Ahire yılında üstlendi. İki yıl kadar hakimlik yaptıktan sonra affedilmeyi istedi ve istifası kabul edildi. Sonra da Dımaşk’a el-Kaymaziyye ile el-Cevheriyye’deki görevlerine ve hatipliğe geri döndü.

 

Eserleri

 

Biyografik eserler onun birçok eserinden söz etmektedir. Bunların bazıları:

1- Selef’in yöntemi üzere İslâm akidesine dair incelikli ve derinlemesine incelemeler, oldukça güçlü ve mükemmel tahkikler ihtiva eden bu nefis şerh.

2- et-Tenbih alâ Müşkilâti’l-Hidâye. Bunu es-Sehavî ve başkaları zikretmiştir.

3- Fıkhî sorulara verilen cevapları ihtiva eden bir risâle.

Bu risalenin ilk sahifesinde şunlar yer almaktadır: Bunlar muhalif mezhebe mensup kimseye namazda uymanın sahih olduğunu, cumayı edâ ettikten sonra kılınan dört rek’atın hükmünü, elbiseye değen abdest suyunun hükmünü ihtiva eden oldukça değerli ve incelikli bir takım notları ihtiva eden bir risaledir. Bu risale büyük ilim adamı muhik (hak ehli) ve muhakkik Ali b. Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Ebi’l-İzz el-Hanefî -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin te’lifidir. Gerçekten yazdıklarını mükemmel ve güzel yazmıştır. Oldukça faydalı satırlarla maksadını dile getirmiştir.

4- en-Nuru’l-Lâmi’ fî mâ Yu’melu bihî fi’l-Camî’. Burada cami’den kasıt Emevî Cami’dir.

5- el-İttiba’. İki defa basılmıştır. Birincisi Pakistan, Lahor’da 1401 h. yılında, ikincisi Amman’da 1405 h. yılında. Bu çağdaşı Ekmelu’d-Din Muhammed b. Mahmud b. Ahmed el-Hanefî (vefatı 786 h.)nin te’lif ettiği bir risaleye bir reddiyedir. Bu ilim adamı yazdığı bu risalesinde Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- mezhebini taklid etme kanaatini tercih ediyor ve bunu teşvik ediyordu. İbn Ebi’l-İzz ise sözü geçen bu risalede açıklanmaya muhtaç bir takım yerler tesbit ettiğinden yasak kılınmış tefrikaya düşülür ve helâke götüren hevâya tabi olunur korkusu ile bu açıklanması gerekli noktalara dikkat çekmek istemişti.

Bu reddiyesinde tam anlamıyla tevfîk’a mazhar olmuştur. O -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ilmi bir yöntem izlemiştir. Onun izlediği bu yöntem tam anlamıyla edeble hareket ettiğini, delilinin kuvvetli olduğunu, ufkunun genişliğini, yerilen taassubtan uzak olduğunu, kalpleri birleştirmeyi ve engelleri ortadan kaldırmayı ısrarla arzu ettiğini ortaya koyan bir reddiyedir.

 

Vefatı

 

İmam büyük ilim adamı Sadru’d-Din Ali b. Ebi Ca’fer, Zülka’de 792 h. yılında vefat etti ve Sefh Kasyun’da defnedildi. Yüce Allah ona bol bol rahmet eylesin.


el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi

 

Hasbiyallahu ve Ni’me’l-Vekîl

(Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.)

 

Hamd Allah’a mahsustur, O’ndan yardım diler, O’ndan mağfiret isteriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz. O’nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.

Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O’nun hiçbir ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Efendimiz Muhammed O’nun kulu ve Rasûludur. Allah’ın pek çok salât ve selâmı onun, aile halkının ve ashabının üzerine olsun.

 

Dinin Esasları (Akaid) İlmi, İlimlerin En Şereflisidir

 

Dinin esasları ilmi, ilimlerin en şereflisidir. Çünkü herbir ilim dalının şerefi, konusunun şerefinden gelir. Bu ise fer’î hükümlerin bilgisi demek olan fıkha nisbetle en büyük fıkıh (fıkh-ı ekber)dir. Bundan dolayıdır ki İmam Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- dinin esasları ile ilgili ve bir kaç sahifede topladığı görüşlerini "el-Fıkhu’l-Ekber" diye adlandırmıştır.

Kulların buna ihtiyaçları herşeyden çoktur. Hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek kadar buna zorunlu olarak muhtaçtırlar. Çünkü kalpler rab’lerini, ma’budlarını ve kendilerini yoktan yaratıcılarını isim, sıfat ve fiilleriyle tanımaksızın hayat bulamazlar. Bütün bunlarla birlikte kalplerin herşeyden çok onu sevmeleri gerekir ve bütün gayretleri diğer yaratıklar bir tarafa, sadece O’na kendilerini yakınlaştırmaya yönelik olmalıdır.

Akılların kendi başlarına bunları etraflı bir şekilde bilip, idrâk etmeleri imkânsız bir şeydir. Bundan dolayı aziz ve rahim olan Allah, rahmetinin gereği olarak kendisini tanıtan, yoluna çağıran, çağrılarını kabul edenleri müjdeleyen, kendilerine muhalefet edenleri korkutup uyaran peygamberler göndermiş; onların davetinin anahtarını, risaletlerinin özünü, şanı yüce ma’bûdu isim, sıfat ve fiilleriyle tanımak olarak tesbit etmiştir. Zira risaletin başından sonuna kadar bütün gerekleri bu bilgi üzerine bina edilir.

Sonra bunun arkasından iki önemli esas gelir:

Birincisi kendisine ulaştıran yolun tanımıdır. Bu da emir ve yasaklarını ihtiva eden şeriatidir.

İkincisi kendisine ulaşmalarından sonra bu yolu izleyenlere verilecek olan ebedî nimetleri bildirmektir.

Buna göre insanlar arasında Allah’ı en iyi tanıyanlar kendisine ulaştıran yola en çok uyan ve huzuruna varacakları vakit O’nun yolunu izleyenlerin durumunun ne olacağını en iyi bilen kimselerdir. İşte bundan dolayı yüce Allah, Rasûlüne indirdiklerine "ruh" adını vermiştir. Çünkü gerçek hayat buna bağlıdır. Diğer taraftan hidayet bulmak da O’na bağlı olduğundan ötürü yine bu yolu "nur" diye adlandırmıştır. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O kavuşma günü (kıyamet) ile korkutmak için kendi emrinden ruhu kullarından dilediği kimseye gönderendir." (el-Mu’min, 40/15); "Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin, fakat Biz onu kendisiyle kullarımızdan dilediğimizi hidayete ilettiğimiz bir nur kıldık ve muhakkak ki sen dosdoğru yola iletirsin. Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allah’ın yoluna; şunu bilin ki bütün işler Allah’a döner." (eş-Şûrâ, 42/52-53)

Buna göre rasûlün getirdikleri dışında hiçbir şeyde "ruh" yoktur. Onun ile aydınlanmanın dışında da hiçbir yerde nur bulunmaz.

O yine Yüce Allah’ın buyurduğu gibi şifanın da ta kendisidir: "De ki: O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifâdır." (Fussilet, 41/44)

O halde o her ne kadar mutlak olarak bir hidayet ve bir şifâ ise de bundan yararlananlar bizzat mü’minler oldukları için özellikle onlar söz konusu edilmişlerdir.

Yüce Allah, Rasûlünü hidayet ile ve hak din ile göndermiştir. Bundan dolayı onun getirdikleri dışında hiçbir şeyde hidayet yoktur.

 

İcmalî (Toplu)  İman Herkese Farzdır

 

Şüphe yok ki herkesin Allah Rasûlünün getirdiklerine genel ve icmalî olarak iman etmesi farzdır. Yine Allah Rasûlünün getirdiklerini tafsilatı ile bilmenin farz-ı kifâye olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü bu, Allah’ın Rasûlü ile gönderdiklerini tebliği kapsamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’in üzerinde düşünmek, onu akledip kavrayıp anlamanın çerçevesi içerisindedir. Kitabın ve hikmetin bilinmesi, zikrin korunması, hayra çağırıp iyiliği emrederek kötülükten alıkonulması, Yüce Rabbin yoluna hikmet ile güzel öğüt ile davet edilmesi, en güzel yol hangisi ise onunla mücadele edilmesi kapsamı içerisindedir. O bakımdan o (tafsilî iman) onlara kifâye yoluyla farzdır.

Muayyen olarak herbirerlerine farz olana gelince; bu onların güçlerinin, ihtiyaçlarının, bilgilerinin, tek tek yerine getirmekle emrolundukları şeylerin çeşitliliği kadar çeşitlilik arzeder. İlmin az bir bölümünü dahi dinlemekten âciz olan yahut ta onun inceliklerini kavrayamayan kimselere, elbetteki bunlara gücü yeten kimselere farz olan şeyler farz değildir.

Nassları duymuş ve bunları kavramış kimselere vacib olan şeyler, nasları duymamış kimselere vacib değildir. Müftü, muhaddis ve hakim olmayan kimselere vacib (farz) olmayan şeyler bu konumda olan kimselere vacibtir.

 

Genel Olarak İtikadî Konularda Sapmanın Sebebi

 

Şu husus bilinmeli ki, bu konuda genel olarak sapıtanlar yahut bu hususta hakkı bilmekten acze düşenlerin bu hallerinin sebebi, Rasûlün getirdiklerine tabi olmakta kusurlu hareket etmeleri ve bu yolu bilmeye ulaştıran dikkatli düşünmeyi ve istidlali terketmeleridir. Böyleleri Allah’ın Kitabından yüz çevirdiklerinden sapıtmışlardır. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: "Benden size bir hidayet geldiğinde kim Benim hidayetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.

"Der ki: Rabbim niçin beni kör haşrettin, halbuki ben görüyordum."

"Buyurur ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun; bu günde sen böylece unutulursun." (Tâhâ, 20/123-126)

İbn Abbas -Radıyallahu anh- dedi ki: Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup, içindekiler gereğince amel eden kimselere dünya hayatında sapıtmamayı, âhiret hayatında da bedbaht olmamayı garantilemiştir. Daha sonra da bu âyet-i kerîme’yi okumuştur.

Nitekim Tirmizî ve başkaları tarafından kaydedilen Ali -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. Buna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Pek yakında bir takım fitneler baş gösterecektir." Ben: Bunlardan kurtuluş yolu nedir? Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Şöyle buyurdu: "Allah’ın Kitabı. Onda sizden öncekilerin bilgisi, sonrakilerin haberi, aranızdaki (anlaşmazlık)ların hükmü vardır. O hakkı batıldan ayırandır, o bir şaka, bir eğlence değildir. Herhangi bir zorba (zorbalıktan dolayı) onu terkedecek olursa Allah belini kırar. Kim ondan başkasında hidayet ararsa, Allah o kimseyi saptırır. O, Allah’ın kopması mümkün olmayan ipidir. O hikmet dolu zikir (öğüt)dir. O, dosdoğru yoldur. O, hevâların saptırmadığı, dillerin kendisi ile karışmadığı, hayret verici şeyleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. İlim adamları ondan doymaz. Ona dayanarak söz söyleyen doğru söyler, gereğince amel eden mükafat kazanır. Ona göre hükmeden adalet yapar, ona davet edip çağıran dosdoğru yola iletilmiş olur."[1]

Ve buna benzer manaları ifade eden daha bir çok âyet ve hadis-i şerif bu hususu dile getirmektedir.

Yüce Allah öncekilerden de, sonrakilerden de rasûlleri vasıtası ile teşrî buyurmuş olduğu dinine uygun olmayan, din diye kabul edip izledikleri hiçbir yolu kabul etmeyecektir.

Yüce Allah şu buyrukları ile göndermiş olduğu peygamberler dışında, kulların kendisini nitelendirdikleri her türlü nitelikten kendini tenzih etmiş bulunuyor:

"İzzet sahibi olan Rabbim onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun, âlemlerin Rabbi Allah’a da hamd olsun." (es-Saffat, 37/180-182) Yüce Allah kâfirlerin kendisini nitelendirmelerinden, zatını tenzih ettikten sonra gönderdiği peygamberlere de selâm olsun, diye buyurmuştur. Buna sebeb ise peygamberlerin kendisini nitelendirirken ortaya koydukları nitelendirmelerinin her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olmasıdır. Arkasından da kemal derecesinde hamde layık olduğunu ortaya koyan sıfatlara yalnızca kendisi sahip olduğundan dolayı, hamdin kendisine mahsus olduğunu belirtmektedir.

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yolunu en hayırlı olan nesiller de aynen takip etti. Bunlar da ashab-ı kiram ile güzel bir şekilde onlara tabi olanlardır. Onların önce olanları, sonra gelenlerine bunu tavsiye ediyor, sonra gelen de bu hususta kendisinden önce gelene uyuyordu. Bütün bunlarda kendileri de Peygamberleri Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e uyuyorlar, onun yolunu izliyorlardı. Nitekim Yüce Allah Kitab-ı Aziz’inde şöyle buyurmaktadır: "Deki: İşte bu benim yolumdur, ben Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da." (Yusuf, 12/108)

Eğer "bana uyanlar da" buyruğu "davet ediyorum" buyruğundaki zamire atfedilmiş ise bu ona uyanların Allah’ın yoluna davet edenlerin ta kendileri olduğuna delildir. Şâyet ("ben" anlamındaki) munfasıl zamire atfedilmiş ise o takdirde ona uyan kimselerin peygamberlerinin getirdikleri hususunda herkes bir tarafa bizzat kendilerinin basiret sahibi oldukları noktasında açık bir ifadedir. Her iki anlam da doğrudur.

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- dini apaçık bir şekilde tebliğ etmiş, basiret sahibi olanlara delilleri açıkça bildirmiş, nesillerin en hayırlısı da onun yolunu izlemiştir. Fakat daha sonraları hevâlarına uyan, günahlar işleyen, iyi olmayan bir takım nesiller de gelmiştir. Ancak Yüce Allah bu ümmetin dininin esaslarını muhafaza eden kimseleri her zaman takdir buyurmuştur. Nitekim doğru sözlü yüce peygamber de şu buyruğuyla bunu böylece haber vermektedir:

"Ümmetimden bir taife (kesim) hak üzere ve kendilerini yardımsız bırakanların kendilerine zarar vermeleri söz konusu olmaksızın muzaffer olarak kalmaya devam edeceklerdir."[2]

 

Ebû Ca’fer et-Tahâvî

 

H. 200. yıldan sonra İslâm âlimleri arasından bu vazifeyi yerine getirenlerden birisi de İmam Ebu Ca’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme el-Ezdî et-Tahâvî -Allah onu rahmetiyle kuşatsın-dir. Bu imam 239 h. yılında doğmuş, 321 h. yılında vefat etmiştir.

İmam, -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- selef-i salihin izlediği yolu bize haber vermiş ve Kûfe’li İmam Ebu Hanife en-Numan b. Sabit ile onun iki arkadaşı Ebu Yusûf Ya’kub b. İbrahim el-Himyerî el-Ensarî ile Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybanî -Allah onlardan razı olsun-nin itikad edip kabul ettikleri ve böylelikle âlemlerin Rabbinin dinine bağlı bulundukları inanç esaslarını onlardan nakletmektedir.

Aradan zaman geçtikçe elbetteki bid’atler ortaya çıkar ve kabul edilsin diye sahiplerince te’vil diye adlandırılan tahrifler çoğalır. Tahrif ile te’vil arasındaki farkı tesbit edebilenler ise pek azdır. Çünkü sözün zahirinden anlaşılan anlamdan uzaklaştırılarak lafzın genel olarak ihtimal dahilinde kastetmesi mümkün olan bir başka manaya geldiğinin bildirilip açıklanması -ortada bunu gerektirecek bir karine bulunmasa dahi- te’vil diye adlandırılmıştır. İşte asıl fesad burdan ortaya çıkmıştır. Onlar bu yanlış yorumlarına te’vil adını verdikleri takdirde kabul görür ve te’vil ile tahrif arasındaki farkı bilemeyenlerce uygun karşılanır, (diye böyle yapmışlardır.)

Bundan dolayı mü’minlerin delillerin açıklık kazanmasına, deliller ile ilgili şüphelerin ortadan kaldırılmasına ihtiyaçları doğdu. Sözler ve yaygaralar artıp durdu. Buna sebeb ise batıl peşinden gidenlerin şüphelerine kulak asmaları ve selef tarafından ayıplanan, tetkik edilmesini, kendisiyle uğraşılmasını, ona kulak verilmesini yasakladıkları, yerilmiş olan kelâma dalmalarıdır. Çünkü bu şekilde davranmaları Rablerinin şu emrini yerine getirmeleri demektir: "Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (el-En’âm, 6/68) Şüphesiz ki âyetin manası onları da kapsamına almaktadır.

Tahrifin de, inhirafın da çeşitli mertebeleri vardır. Kimi zaman küfür olabilir, kimi zaman fısk olabilir. Kimi zaman bir masiyet olabilir, kimi zaman da hata olabilir.

 

Peygamberlerin Sonuncusu Peygamberimiz Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-

 

O halde farz olan, rasûllere ve Allah’ın onlara indirdiklerine tabi olmaktır. Allah, bu rasûllerin sonuncusu olmak üzere Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-i göndermiştir. Onu peygamberlerin sonuncusu kılmış, onun Kitabını kendisinden önce semâdan indirilmiş kitaplar hakkında hakim kılmış, üzerine Kitabı ve hikmeti indirmiştir. Onun davetini cinlere de, insanlara da kıyamet gününe kadar baki kalmak üzere yöneltmiştir. Artık onun peygamberliği ile, kulların Allah’a karşı sürecekleri bir delilleri kalmamıştır.

Yüce Allah onun vasıtası ile herbir şeyi beyân etmiş, hem kendisi hem de ümmeti için dini, gerek haber olarak bildirdikleri, gerek emrettikleri ile kemale erdirmiştir. Peygamberine itaat etmeyi kendisine itaat, ona karşı gelip isyan etmeyi kendisine karşı gelip isyan etmek olarak değerlendirmiştir. Kendi zatına yemin ederek aralarındaki anlaşmazlıklarda hükmüne başvurmadıkları sürece iman etmiş olamayacaklarını bildirmiş, münafıkların da ondan başkasının hükmüne yönelmek istediklerini, Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları vakit -ki bu Allah’ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine çağrılmaları demektir- alabildiğine uzaklaştıklarını, onların bu davranışları ile de ancak iyilikte bulunmak ve uyumsuzlukları gidermek istediklerini iddia ettiklerini bildirmiştir.

Nitekim kelâmcı geçinen, felsefe ile uğraşanların pek çoğu ve başkaları da böyle demektedirler: Bizler eşyayı hakikatleri ile hissetmek yani idrâk edip bilmek istiyoruz. Bizler -gerçekte bilgisizliklerden ibaret olan- ve "akliyat" adını verdikleri deliller ile Allah Rasûlünden nakledilen naklî deliller arasında bir uyum sağlamak istiyoruz, yahut ta bizler şeriat ile felsefeyi uyuşturmak istiyoruz, derler.

Zahidlik taslayan ve tasavvufla uğraşan bid’atçilerin pek çoğu da böyle derler: Bizler ancak güzel amelde bulunmak istiyoruz ve kendilerinin hakikat adını verdikleri, gerçekte ise cahillik ve sapıklık olan iddia ettikleri batıllar ile şeriatı uyuşturmak istediklerini söylerler.

Yine bir çok idareci ve yönetici de şöyle der: Bizler güzel siyaset ve idare ile iyilikte bulunmak istiyoruz. Böylelikle siyaset ile şeriatı da birbirine uydurmaya çalışıyoruz... Ve buna benzer çeşitli iddialar.

 

Hak Olan Herşey Rasûlün Getirdiğindedir; O Hem Yeterlidir, Hem Eksiksizdir

 

Her kim din ile ilgili herhangi bir hususta Rasûlün getirdiğinden başkası ile hükmetmeye kalkışır, bunun da güzel bir iş olduğunu zanneder; böylelikle Rasûlün getirdikleri ile ona muhalif olan şeyleri birbiriyle uyuşturmakta olduğunu iddia ederse şüphesiz o kimsenin bu söylenen olumsuz hükümlerden bir payı vardır.

Buna gerek yoktur. Çünkü Rasûlün getirdikleri yeterlidir ve eksiksizdir. Ne kadar hak varsa onun kapsamına girmektedir.

Ancak bu hakka müntesip olanların birçoğu kusurlu hareket etmişlerdir. Rasûlün kelâmî, itikadî hususların, ibadet ile ilgili hallerin, yönetim ve siyaset ile ilgili hükümlerin bir çoğunu bilmemektedirler. Yahut ta kendi zanları ve başkalarını taklid etmeleri sebebiyle Rasûlün getirdiği şeriate, o şeriatten olmayan şeyleri nisbet ettiler ve gerçekte şeriatın kendisinden olan bir çok şeyi de şeriatın dışına çıkardılar.

Bunların cahilliklerinin, sapıklıklarının ve yetersizliklerinin sebebi ile ötekilerinin haksızlıkları, cahillikleri ve münafıklıkları dolayısıyla, münafıklık çoğalmış ve risalet bilgisinin pek çoğu ortadan kalkmış bulunmaktadır.

Halbuki yapılması gereken Allah Rasûlünün getirdikleri şeylerin tam anlamıyla araştırılması, onlar üzerinde güçlü bir şekilde ve dikkatle durulması, eksiksiz bir şekilde gayret edilmesidir. Ta ki gerekli bilgi elde edilsin, itikad olunsun ve onun getirdikleri gereğince zahiren ve batınen amel edilsin. Böylelikle Kitap hakkıyla okunmuş olur ve ondan hiçbir şey ihmal edilmemiş olur.

Eğer kul bunların bir bölümünü bilemeyecek yahut bir bölümü ile amel edemeyecek olursa, Allah Rasûlünün getirdikleri arasından kendisinin acze düştüğü şeyleri yasaklamamalıdır. Aksine o âcizliği dolayısıyla kınanmaktan kurtulmuş olmakla yetinmelidir. Bununla birlikte başkalarının kendisinin âciz olduğu şeyi yerine getirmelerinden dolayı sevinmeli, buna memnun olmalıdır ve kendisi de bunları yerine getirmeyi arzu etmelidir. Kitabın bir bölümüne iman ederken, bir bölümünü terk etmemelidir. Aksine Kitabın tümüne iman etmelidir ve ondan olmayan herhangi bir rivayet yahut ta herhangi bir görüşü ona sokmaya karşı kendisini korumalıdır, yahut ta Allah tarafından gelmemiş olan bir şeye itikad veya amel ederek tabi olmamalıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendiniz bilip dururken hakkı batıla karıştırmayın ve hakkı da gizlemeyin." (el-Bakara, 2/42)

İşte öncekilerin izlediği yol bu idi. Kıyamet gününe kadar güzel bir şekilde onların arkasından gidecek olanların da yolu budur. Bu yolu izleyenlerin ilki önceden geçmiş olan selef’tir, sonra da onların arkasından gelenlerdir. Vasat ümmet nezdinde imam olduklarına tanıklık edilmiş bulunan dinin imamları da bunlardandır.

 

Selef’in Kelâm İlmini Değerlendirmeleri

 

Ebu Yusuf -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-dan nakledildiğine göre o Bişr el-Merîsî’ye şöyle demiştir: Kelâmı bilmek cahilliğin kendisidir. Kelâm’ın cahilliği ise ilmin kendisidir. Kişi Kelâm’da ileri dereceye varacak olursa, ona zındık denilir yahut zındıklıkla itham edilir.

Burada Kelâm’ı bilmemek ile onun doğru olmadığına inanmayı kastetmiş olmalıdır; çünkü böyle bir bilgi faydalıdır. Ya da bu sözleriyle ondan yüz çevirmeyi ve ona itibar etmeyi terki kastetmektedir. Şüphesiz ki böyle bir tutum kişinin ilmini, aklını korur. Bu bakımdan böyle bir şey de bir ilim olarak değerlendirilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: Kim Kelâm ile âlim olmayı isteyecek olursa zındıklaşır. Kim de kimya ile servet elde etmeye kalkışırsa iflas eder. Hadisin garib lafızlarının peşine takılan da yalan söyler.

İmam Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Benim Kelâm ehli hakkındaki hükmüm şudur: Bunlar kuru hurma dallarıyla ve ayakkabılarla dövülür. Aşiretler ve kabileler arasında dolaştırılarak teşhir edilir ve: Kitabı ve sünneti terkedip Kelâma yönelenin cezası budur, denilir.[3]

Mezheb alimlerimiz fetvâlarda şunu kaydederler: Bir kimse beldesindeki ilim adamlarına bir vasiyette bulunacak olursa Kelâmcılar onun kapsamına girmez. Yine bir kimse kitapları arasından ilim kitapları olanların vakfedilmesini vasiyet edecek olsa selef’in fetvâsına göre o kitapları arasındaki kelâm kitapları satılır. Bu anlamdaki fetvalar "el-Fetâvâ ez-Zahîriyye"de zikredilmiştir. O halde Rasûlün getirdiğine tabi olmaksızın, usul ilmine (akaid bilgisine) vusul (ulaşmak) nasıl beklenebilir? Şair ne güzel söylemiş:

"Bir ilim taleb etmek kastıyla sabah erken yola koyulan kişi,

Bütün ilimler köledir Rasûlün bilgisine,

Sen bir kökü tashih etmek için dalı ararsın,

Peki nasıl olur da asılların aslı olan bilgiyi ihmal edersin."

Peygamberimize -Sallallahu aleyhi vesellem- sözlerin başlangıçları, sözlerin sonları ve cevamiî (en kapsamlıları) verilmiştir.[4] O bakımdan onunla küllî bilgiler ilk ve nihaî bilgilerin hepsi en mükemmel şekliyle verilmiştir. Ancak bir kimse bir bid’at ortaya atacak olursa enine boyuna ona cevap vermeye kalkışılır. Bundan dolayı sonrakilerin sözleri çok, bereketi azdır. Öncekilerin sözleri ise bunun aksinedir. Onların sözleri sayıca az, bereket itibariyle çoktur. Kelâmcıların sapık ve cahillerinin söyledikleri gibi değildir: (Nitekim şöyle iddia ederler) "Selef’in izlediği yol daha esenlikli ve sağlıklıdır, bizim izlediğimiz yol ise daha sağlam ve daha bilgiye dayalıdır." Nitekim durum, fıkıha intisab eden ve öncekilerin kıymetlerini takdir edemeyen kimselerin söyledikleri gibi de değildir: (Bunlara göre) “Selef fıkhî hükümleri istinbât etmek için kaidelerini ve hükümlerini tesbit etmek için başka şeyleri bırakıp, yalnızca fıkıhla uğraşmadılar. Ancak sonrakiler herşeyi bırakıp buna yöneldiler, bu bakımdan onlar daha bir fakih’tirler."

Bütün bunlar selef’in gerçek değerini ve bilgilerinin derinliğini, onların kendilerini az zora koşmalarını ve basiretlerinin kemalini anlamak imkânından mahrumdurlar. Allah’a yemin ederim, onlardan sonra gelenlerin ayrıcalıkları sadece kendilerini zora koşmak ve selef’in asıllarına riayet etmeye, kaidelerini tesbit edip düğüm noktalarını bağlamaya gayret ettiği hususların kıyıları, köşeleriyle uğraşmaktan ibaret olmuştur.

Selef’in bütün gayretleri her hususta en üstün maksatlara talib olmaya yönelikti. O bakımdan öncekilerin hali ayrı, onların hali ayrıdır. Allah herbir şeyin kadrini ve ölçüsünü ayrı ayrı tesbit etmiştir.

Bu akide metnini birden çok ilim adamı şerhetmiştir. Ancak ben birtakım şarih’lerin yerilmiş kelâm ehline kulak verdiklerini, onlardan beslendiklerini ve onların ifadeleri ile konuştuklarını gördüm.

 

Selef’in Bir Takım Sözleri Kullanmaktan Hoşlanmayışının Sebebi

 

Selef cevher, cisim, araz ve buna benzer lafızları kullanmayı - bunları doğru ve kabul edilir birtakım ilimlede kullanılan terimler gibi doğru manalar hakkında ki lafızlar olarak görerek - yalnızca yeni birtakım terimler oluşları sebebiyle kerih görmüş değillerdir. Elbette onlar, hakka delalet etmeyi ve batıl ehline karşı delil getirmeyi kötü görüyor değillerdi. Aksine onlar bu gibi şeyleri, yalan ve hakka muhalif işler niteliğindeki birtakım hususları kapsamalarından ve ondan öte kitap ve sünnet’e muhalif oluşlarından dolayı kerih görmüşlerdi. Bundan dolayı bu gibi şeylerle uğraşanların, mü’minlerin, ilim adamlarının bir tarafa, avamdaki yakîn ve bilgiye dahi sahip olamadıklarını görmek mümkündür.

Onların ortaya attıkları önermeleri hem hakkı, hem de batılı kapsadığından ötürü şüphe ve tartışmalar çoğalmış, dedikodular yaygınlık kazanmış, bundan dolayı da sahih şeriate ve sarih akla aykırı, anlatılması ve aktarılması oldukça zor pekçok görüşleri ortaya atmışlardır. İleride: "Her kim bilemeyeceği şeyleri bilmek isterse..." sözlerini açıklayacağımız da buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.

Ben bu "akide"yi, kullandıkları ibarelerinde selef’in yolunu izleyerek, onların izinden giderek ve onların ortaya attıkları bilgilerden hareketle şerhetmek istedim. Belki bu yolla ben de onların izledikleri yola katılır, onlardan biri sayılır, onlar arasında haşredilebilirim: "Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddıkler, şehidler ve salihlerle birlikte" olurum. "Onlar ne iyi arkadaştırlar." (en-Nisâ, 4/69)

Diğer taraftan insanların daha muhtasar olan kitaplara meylettiğini gördüğümden ben de bu açıklamalarımda uzun uzadıya açıklamalar yapmak yolunu tercih etmedim. "Benim başarım ancak Allah iledir. Ben yalnız O’na güvenip dayandım ve yalnız O’na dönerim." (Hûd, 11/88) O bize yeter, O ne güzel vekildir.

 

"Yüce Allah’ın tevhidi hakkında -Allah’ın tevfîkıne inanarak: Deriz ki: Şüphesiz ki Allah birdir, O’nun hiçbir ortağı yoktur."[5]

 

Peygamberlerin İlk Daveti: Tevhîd:

 

Şunu bil ki; tevhid peygamberlerin davet ettikleri ilk husustur. Yoldaki aşamaların ilki ve yüce Allah’a doğru yol alanın ilk mevkiidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz Nuh’u kavmine gönderdik de: Ey kavmim Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur... dedi." (el-A’raf, 59) Hûd -Aleyhisselam- da kavmine: "Ey kavmim, Allah’a ibadet ediniz. O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur." (el-A’raf, 7/65) demiştir.

Salih -Aleyhisselam- kavmine: "Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur." (el-A’râf, 7/73) demiştir.

Şuayb -Aleyhisselam- da kavmine: "Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur." (el-A’râf, 7/85) dedi.

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz her ümmet arasında: Allah’a ibadet edin ve tağut’tan kaçının diyen bir peygamber göndermişizdir." (en-Nahl, 16/36)

Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin." (el-Enbiya, 21/25)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Ben insanlarla Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahidlik edinceye kadar savaşmakla emrolundum."[6]

 

Mükellefin İlk Sorumluluğu: Şehadet Getirmek

 

İşte bundan dolayı doğrusu şu ki: Mükellefin ilk yükümlülüğü Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet etmektir. Yerilmiş kelâmcıların görüşlerinde ifade edildiği gibi düşünmek, yahut düşünmeye yönelmek ya da şüphe etmek değildir. Selef imamlarının tümü kulun emrolunduğu ilk şeyin iki şehadet (Allah’ın birliğine ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şahidlik etmek) olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ergenlik yaşına gelmeden önce bu şekilde şehadet getiren kimselerin ergenliğin akabinde bunu yenilemekle emrolunmayacağını da ittifakla kabul etmişlerdir. Bu durumda olan birisine buluğa erdiği vakit yahut ta -bu görüşte olanlara göre- temyiz çağına ulaştığında taharet (abdest) ve namaz kılması emrolunur. Onlardan hiçbir kimse böyle birisinin velisinin tekrar şehadet kelimesini yeniden getirmesini istemesi gerektiğini söylememişlerdir. Şehadet kelimesinin ikrar edilmesi müslümanların ittifakı ile vacib olup, onun vücubunun namazın vücubundan önce olduğunu söz birliği halinde kabul etseler dahi, o böyle bir görevi zaten buluğundan önce edâ etmiş olur.

Burada fukaha’nın söz konusu ettiği bir takım meseleler vardır: Bir kimse şehadet getirmemekle birlikte namaz kılsa yahut ta bunun dışında İslâmın özel bir takım fiillerini yerine getirecek olup şehadet kelimelerini diliyle söyleyemeyecek olursa bu kişi müslüman olur mu, olmaz mı? Doğrusu; böyle bir kimsenin İslâmın özelliklerinden olan herhangi bir şeyi yerine getirmekle müslüman olacağıdır.

Buna göre ilk olarak İslâm’a tevhid ile girilir ve dünyadan da son olarak onunla çıkılır. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Her kimin söylediği son söz lâ ilâhe illallah olursa cennete girer."[7]

O halde tevhid hem ilk görevdir, hem son görevdir.

 

Tevhidin Türleri ve Anlamları

 

Tevhid işin başı ve sonudur. Bundan kastımız ise ulûhiyyet tevhidinin gereklerinin yerine getilmesidir. Tevhid üç türü ihtivâ etmektedir:

1- Sıfatlara dair açıklamalar

2- Rubûbiyyet tevhidi herşeyi yaratanın yalnızca Allah olduğunun açıklanmasıni içerir.

3- Ulûhiyyet tevhidi Yüce Allah’ın, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın tek kendisinin ibadet olunma hakkına sahip olmasını kapsar.

 

Sıfatların Tevhidi

 

Allah’ın sıfatlarının olduğunu kabul etmeyenler, sıfatları kabul etmeyip nefyetmeyi tevhidin kapsamı içerisinde kabul ederler. Cehm b. Safvân ve onun görüşlerini benimseyenler gibi. Bunlar derler ki: Allah’ın sıfatları olduğunu kabul etmek vacib (varlığı zorunlu Allah)’in birden çok olmasını gerektirir.

Bu ise zorunlu olarak tutarsız olduğu anlaşılan bir görüştür. Çünkü hiçbir sıfata sahip olmayan, bütün sıfatlardan soyutlanmış bir varlığın kabulü dış dünyada tasavvur olunamaz. Ama zihin bazen imkânsız olan birşeyi varsayabilir ve tasarlayabilir. Böyle bir iddia ta’tilin (Allah’ın sıfatsız olduğunu kabul etmenin) en ileri derecesidir.

 

Rubûbiyyet Tevhidi

 

Tevhidin ihtiva ettiği ikinci husus rubûbiyyet tevhididir. Herşeyi yaratanın O olduğunu, kâinatta sıfat ve fiilleri birbirine denk iki (ve daha fazla) yaratıcı bulunmadığını kabul etmek, buna örnektir.

Âdemoğullarından bilinen herhangi bir kesimin, bu tevhidin aksine bir kanaate sahip olduğu bilinmemektedir. Aksine kalpler, fıtrî olarak O’nun varlığını diğer bütün varlıklardan daha ileri bir derecede ikrar ve itiraf edecek şekilde yaratılmıştır. Nitekim Yüce Allah’ın bize aktardığına göre peygamberler de böyle demişlerdir: "Peygamberleri şöyle demişti: Gökleri ve yeri yaratan... Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?"  (İbrahim, 14/10)

Yaratıcının inkarını izhar etmek ve O’nu bilmezlikten gelmek noktasında bilinen en ünlü kişi Firavun’dur. Halbuki o içten içe O’nun yaratıcılığına kesinlikle inanıyordu. Nitekim Musa -Aleyhisselam- kendisine şöyle demişti: “Andolsun ki bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir." (el-İsrâ, 17/102)

Yüce Allah bir başka yerde ondan ve kavminden şöylece söz etmektedir: “Kalpleri onlara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebiyle onları (bilerek) inkâr ettiler." (en-Neml, 27/14)

Bundan dolayı Firavun bilen bir kimsenin bilmezden geldiğini ortaya koyan bir üslûp ile inkâr ve red maksadı ile: “Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?" diye sorunca Musa -Aleyhisselam- kendisine şu cevabı vermiş: "Göklerle yerin ve onların arasında olanların Rabbidir. Eğer gerçekten inanan kimseler iseniz...

"(Firavun) etrafında bulunanlara: İşitmiyor musunuz? dedi.

"(Musa): O sizin de Rabbinizdir, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir, dedi.

"(Firavun) Dedi ki: Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir.

"(Musa): Doğunun batının ve onların aralarında olanların Rabbidir, eğer akıl ederseniz, dedi." (eş-Şuarâ, 26/24-28)

Sıfat ve fiilleri itibariyle birbirine denk, kainatın iki tane yaratıcısı vardır diye bir kanaat sahiplenmiş herhangi bir kesimin bulunduğuna dair bir şey bilinmemektedir. Mecusî’lerden (hayır ve şer ilâhlarının varlığına inanan) Seneviyye ile biri nur, diğeri karanlık olmak üzere iki esasın bulunduğunu kabul eden ve âlemin de bunlardan meydana geldiğini ileri süren Maniheist’ler dahi nurun karanlıktan hayırlı olduğunu, övülmeye değer ilâhın o olduğunu, karanlığın ise kötü ve yerilmiş olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.

Teslis’i (üçlü tanrıyı) kabul eden Hristiyanlara gelince; Bunlar âlemin biri diğerinden ayrı üç rabbi olduğunu ileri sürmemektedirler. Aksine onlar âlemin yaratıcısının bir olduğunu ittifakla kabul ediyorlar ve: "Baba, oğul ve ruhu’l-kudüs’ten ibaret olan bir tek ilâhın adı ile" derler.

Onların teslis’e dair görüşleri kendi içerisinde çelişkilidir, tutarsızdır. Hulûl (Allah’ın beşerin bedenine girdiğini kabul etmeye dair) görüşleri ise bundan da tutarsızdır. Bundan dolayı hem bunu anlamakta, hem de bunu yorumlayıp ifade etmekte birbirleriyle çelişkiye düşmüşlerdir. Onların hiçbirisi bunu aklın kabul edebileceği bir şekilde ifade edememektedir. Hemen hemen iki kişi dahi bu hususu aynı anlama gelen ifadelerle dile getirmezler. Çünkü onlar "zatı itibariyle birdir, uknûmları itibariyle üçtür" derler. Uknûm’ları da kimi zaman özelliklerle, kimi zaman sıfatlarla, kimi zaman da şahıslarla açıklarlar.

Yüce Allah kullarını, bu görüşleri iyice anlayıp, kavradıktan sonra tutarsızlıklarına hükmedebilecekleri bir şekilde yaratmıştır. Genel olarak onlar, birbirine her bakımdan denk iki yaratıcıyı kabul etmezler.

Burada anlatmak istediğimiz şudur: Kâinatın her bakımdan birbirine denk iki ayrı yaratıcısının olduğunu kabul eden dinî hiçbir kesim yoktur. Bununla birlikte kelâm, mantık ve felsefe ile uğraşan pek çok kimse bunu isbatlamak için çokça uğraşmışlardır. Hatta aralarından akıl yoluyla bunu isbatlamaktan âciz olduklarını itiraf edenler ve bunun ancak sem’ (vahiy) yoluyla algılanabileceğini iddia edenler dahi vardır.

Aklî ilimler ile uğraşanlar nezdinde meşhur olan bunun; "Temânû, Delili" ile isbatlanmasıdır. Temanu’ Delili de şudur: Şâyet kainatın iki yaratıcısı bulunsa -mesela onlardan birisi bir cismi hareket ettirmek isterken diğeri durdurmak istese yahut birisi ona hayat vermek isterken öbürü öldürmek istemesi halinde olduğu gibi- biribirleriyle anlaşmazlığa düşecek olurlarsa, ya ikisinin de maksadı gerçekleşir yahut onlardan birisinin maksadı gerçekleşir ya da onlardan hiçbirisinin istediği olmaz.

Birincisi imkânsızdır, çünkü iki zıt şeyin bir arada bulunmasını gerektirir.

Üçüncüsü de imkânsızdır, çünkü o taktirde cisim hakkında hareketin de sükûnun da söz konusu olmaması gerekir, bu da imkânsızdır. Aynı şekilde her ikisinin de âciz olmasını gerektirir. Âciz bir varlık ise ilâh olamaz. Onlardan birisinin maksadı gerçekleşir, diğerininki gerçekleşmeyecek olursa o vakit maksadı gerçekleşen gücü yeten ilâh demektir, diğeri ise âcizdir ve ilâh olmaya elverişli değildir.

Bu ilkeye dair tamamlayıcı açıklamalar ilgili bahislerde ele alınmıştır.

 

Ulûhiyyeti Tevhîdi, Rubûbiyyet Tevhîdini de Kapsar

 

Yine aklî ilimlerle uğraşanların pek çoğunun iddiasına göre Temânu’ Delili Yüce Allah’ın: "Eğer göklerle yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulup gitmişti" (el-Enbiyâ, 21/22) buyruğunda ifade edilmektedir. Çünkü onların kanaatine göre açıklayıp ispatladıkları rubûbiyyet tevhidi Kur’ân-ı Kerîm’in beyan ettiği, peygamberlerin de kendisine davet ettiği ulûhiyyet tevhidi ile aynı şeydir.

Oysa durum böyle değildir. Aksine peygamberlerin kendisine davet ettiği ve indirilen kitapların dile getirdiği tevhîd, rubûbiyyet tevhidini de ihtiva eden ulûhiyyet tevhididir. Bu ise ona hiçbir şeyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmektir. Araplardan Allah’a ortak koşan müşrikler rubûbiyyet tevhidini kabul ediyorlardı. Gökleri ve yeri yaratanın bir ve tek olduğunu itiraf ediyorlardı.

Nitekim Yüce Allah onlara dair bize şöylece haber vermektedir: "Andolsun onlara: Göklerle yeri kim yarattı, diye sorsan, onlar elbette; Allah diyeceklerdir."  (Lukman, 31/25); "De ki: Yer ve oradakiler kimindir, eğer biliyorsanız (söyleyin.) Onlar: Allah’ındır, diyeceklerdir. Sen de ki: O halde siz iyice düşünüp, ibret almaz mısınız?" (el-Mu’minun, 23/84-85) Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer buyruklar ise pek çoktur.

Onlar putların kâinatı yaratmakta Allah’a ortak olduklarına inanmıyorlardı. Aksine onlar da Hint, Türk, Berber ve diğer ümmetlerin müşrikleri ile aynı durumda idiler. Kimi zaman bunların peygamber ve salihlerden iyi bir takım kimselerin heykelleri olduklarına inanırlar, onları şefaatçı kabul ederler ve Allah ile kendileri arasında aracı görürlerdi. İşte Arapların şirk koşmalarının esası buna dayanır. Yüce Allah Nuh kavminin söylediklerini bize şöylece nakletmektedir: "Ve: Tanrılarınızı sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suva, Yeğûs, Ye’ûk ve Nesr’i terketmeyin, dediler." (Nuh, 71/23)

Buharî’nin Sahih’inde, tefsir kitaplarında, peygamber kıssalarında ve diğerlerinde İbn Abbas’tan ve onun dışında selef’ten bir takım kimselerden şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bunlar Nuh kavmi arasında salih bir takım kimselerin isimleridir. Bunlar öldükten sonra kabirlerinin başından ayrılmadılar, sonra onların suretlerini yaptılar. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra onlara ibadet etmeye başladılar. Bizzat bu putlar sonunda Arap kabilelerine geçti. İbn Abbas bu kabileleri tek tek zikretmektedir.[8]

Müslim’in Sahih’inde, Ebu’l-Heyyâc el-Esedî’den şöyle dediği sabittir: Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh- bana dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in beni gönderdiği şartlarla, seni de göndereyim mi? O bana: "Yükseltilmiş ne kadar kabir görürsen mutlaka onu dümdüz etmemi ve ne kadar heykel bulursam onu silmemi emretmişti."[9]

Buharî ile Müslim’de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-’in vefatı ile sonuçlanan hastalığında şöyle dediği kaydedilmektedir: "Allah yahudilerle, hristiyanlara lanet etsin. (Çünkü) onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler." O bu sözleriyle yaptıklarından (ümmetini) sakındırıyordu. Âişe -Radıyallahu anha- dedi ki: Eğer bu olmasaydı, onun kabri açıkta bırakılırdı, fakat kabrinin mescid edinilmesini hoş karşılamadı(ğından bu yapılmadı.)[10]

Yine Buharî ile Müslim’de kaydedildiğine göre; Hz. Peygamber’e vefatı ile sonuçlanan hastalığında Habeşistan’da bulunan bir kiliseden söz edildi. O kilisenin güzelliği ve içindeki resimlerden ona bahsedildi. Şöyle buyurdu: "Onlar öyle kimselerdir ki, aralarından salih bir kişi öldü mü kabri üzerinde bir mescit bina ederler ve o mescitte bu suretleri yaparlardı. Onlar Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda mahlukatın en şerlileridirler."[11]

Müslim’in Sahih’inde de yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in vefatından beş gün önce şöyle dediği nakledilmektedir: "Sizden öncekiler peygamberlerinin ve aralarından salih olan kimselerin kabirlerini mescit edinirlerdi. Dikkat edin, sakın kabirleri mescit edinmeyiniz. Ben sizlere bunları yasaklıyorum."[12]

Şirkin sebeblerinden birisi de yıldızlara ibadet etmek ve yıldızların tabiatlarına uygun düştüğü zan olunan özelliklere uygun olarak putlar edinmektir. İbrahim -Aleyhisselam- kavminin şirki -denildiğine göre- bu kabilden idi. Melekleri ve cinleri Allah’a ortak koşup, onlar adına putlar yapmak ta böyledir.

Bütün bunlar yaratıcının varlığını kabul ediyorlar. Kâinatın iki yaratıcısı bulunduğunu söylemiyorlardı, fakat bu aracıları şefaatçi edinmişlerdi. Nitekim Yüce Allah şu buyruğuyla onlar hakkında böylece haber vermektedir: "Ondan başka veli (dost ve ilâh)ler edinenler: Biz bunlara ancak bizleri Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (derler.)" (ez-Zümer, 39/3)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah’tan başka  kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de: Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, derler. De ki: Siz Allah’a göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Haşa, O ortak tutmakta oldukları herşeyden münezzeh ve yücedir." (Yunus, 10/18)

Peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetler arasındaki müşriklerin durumu da böyledir. Nitekim yüce Allah bize Salih -Aleyhisselam-ın kıssası arasında Yüce Allah adına onu ve aile halkını öldüreceklerine dair yemin eden dokuz kişiden söz etmektedir. Bu müfsit ve şirk koşanlar Yüce Allah adına peygamberlerini ve onun aile halkını öldürmeye yemin etmişlerdi. Bu da onların müşriklerin iman ettikleri şekilde Allah’a inanan kimseler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Böylelikle istenen tevhidin aynı zamanda rubûbiyyet tevhidini de ihtivâ eden ulûhiyyet tevhidi olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah’ın: "Sen yüzünü hanîf olarak dine, insanların üzerine yaratıldığı, Allah’ın fıtratına doğru çevir. Allah’ın yaratışını değiştirmek söz konusu değildir. Dosdoğru din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler." Buyruğundan itibaren: "... Hemen ümitlerini kesiverirler." (er-Rûm, 30/30-36) buyruğuna kadar bu mahiyetiyle tevhid dile getirilmektedir.

Yüce Allah bir başka yerde de: "Gökleri ve yeri yaratan... Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?"  (İbrahim, 14/10) diye buyurmaktadır.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Her doğan (İslâmî) fıtrat üzere doğar ama anne babası onu yahudi, hristiyan ya da mecusî yapar."[13]

Burada -bazılarının ileri sürdükleri gibi- buyrukların anlamı kişi tevhidi de şirki de bilmez bir halde yaratılır, denilemez. Çünkü kaydettiğimiz âyet-i kerîmeler ile Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ’in aziz ve celil olan Rabbinden bize naklettiği (kudsî hadisteki) şu buyruğu böyle olmadığını ortaya koymaktadır: "Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. Sonra şeytanlar onları sağa sola sürüklediler..."[14]

Az önce kaydedilen hadis-i şerifte buna delil olacak bir husus da vardır. Çünkü: "Onu yahudi yahut hristiyan ya da mecusî yaparlar" diye buyurduğu halde onu müslüman yaparlar, diye buyurmamaktadır. Bir rivayette: "Millet üzere (İslâm dini üzere) doğar" denilirken diğerinde de "bu millet (İslâm dini) üzere doğar" denilmektedir.[15]

Ebû Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- den nakledildiğine göre; kelâm ile uğraşan bir takım kimseler rubûbiyyet tevhidinin kabulü ile ilgili olarak onunla bir tartışmaya girişmek istediler. Onlara dedi ki: Bu mesele hakkında sizinle konuşmadan önce bana şu hususta görüşünüzü bildiriniz: Dicle’de bir gemi var, gidiyor. Yiyecek, eşya ve buna benzer pekçok malzemeyi bizzat kendisi kendisine yüklüyor ve yine kendi kendisine dönüyor, kendi kendisine demirliyor. Kendi kendisine yükünü boşaltıyor ve aynı şekilde geri dönüyor. Bütün bunlar herhangi bir kimsenin idaresi söz konusu olmaksızın cereyan ediyor. Ne dersiniz? Onlar: Bu imkânsız bir şeydir. Kesinlikle böyle bir şey olmaz, deyince onlara: Bir gemi için bu imkânsız olduğuna göre yukarısıyla, aşağısıyla bütün bu kâinatta böyle bir şey nasıl olur.

Bu hikaye yine Ebu Hanife dışında başka kimselerin başından geçmiş olarak da nakledilmektedir.

 

Kur’ân-ı Kerîm’in Ulûhiyyet Tevhid’ine Dair Açıklamaları

 

Kur’ân-ı Kerîm, Tevhid’in bu türünün anlatılması, açıklanması, ona dair misaller verilmesi ile dopdoludur.

Kur’ân-ı Kerîm’in rubûbiyyet tevhid’ini beyan edip, Allah’tan başka yaratıcı olmadığını açıklaması buna bağlı olarak da O’ndan başka hiçbir kimseye ibadet edilmemesi gerektiğini vurgulaması bunlar arasındadır. Böylelikle o rubûbiyyet tevhid’ini ikincisine (yani Allah’tan başkasına ibadet etmemek demek olan ulûhiyyet tevhid’ine) delil olarak göstermektedir. Zira onlar birincisini kabul ediyor, fakat ikincisi hakkında tartışıyorlardı. Bundan dolayı şanı yüce Allah’da onlara şunu açıklıyordu: "Sizler Allah’tan başka bir yaratıcı olmadığını bildiğinize ve kullara faydalı olan şeyleri ulaştıranın, onlara zarar verecek şeyleri kendilerinden uzaklaştırıp önleyenin O olduğunu, bu hususta O’nun hiçbir ortağının bulunmadığını bildiğinize göre; ne diye O’ndan başkasına ibadet ediyor ve O’nunla birlikte başka ilâhların varlığını kabul ediyorsunuz?" Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi:

"Allah’a hamd olsun, seçtiği kullarına da selâm olsun, de. Allah mı hayırlıdır yoksa koştukları ortaklar mı? Göklerle yeri yaratan ve sizin için gökten bir su indiren mi? Onunla göz alıcı bahçeler bitirdik. Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz. Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Hayır, onlar sapan bir topluluktur." (en-Neml, 27/59-60)

Yüce Allah bu âyetlerin herbirisinin sonunda: "Allah ile birlikte bir ilâh mı var?" diye sormaktadır. Yani bunları Allah ile birlikte yapan bir başka ilâh daha mı var? Bu inkar anlamında bir sorudur. Böyle bir şeyin olmadığını ihtiva eder. Onlar da zaten bunları Allah’tan başka yapan bir kimsenin olmadığını kabul ediyorlardı. Böylelikle bunu onlara karşı bir delil olarak göstermiş oluyordu.

Şu aklî ilimlerle uğraşanların ve onlara uygun kanaat belirten sufilerin ileri sürdükleri rubûbiyyet tevhid’i, tevhid’in en ileri derecesi olarak kabul ediliyorsa şüphesiz ki bu peygamberlerin getirdiği ve indirilmiş kitaplarda yerini bulan bir tevhid’dir. Şu husus bilinmeli ki yaratıcının isbatına dair deliller ile peygamberlerin doğruluğuna dair deliller gibi bunun pek çok delilleri vardır. Bir ilme insanların ihtiyacı ne kadar çok olursa, Allah’ın kullarına rahmetinin bir tecellisi olarak onun delilleri de daha bir açıktır.

 

Kur’ân’ın Verdiği Örnekler, Dinin Gereklerini Ortaya Koyan Aklî Ölçüleri De Ortaya Koyar

 

Kur’ân-ı Kerîm insanlara her tür örneği vermiş bulunmaktadır. Bunlar ise dini maksatlar uğrunda ortaya konulmuş faydalı, aklî ölçülerdir. Şu kadar var ki Kur’ân-ı Kerîm hüküm ve delil noktasında hakkı beyan eder. Zaten hakkın ötesinde sapıklıktan başka ne olabilir ki? İttifakla kabul edilmiş, zorunlu olarak bilinen önermeleri delil olarak ortaya koymakla birlikte onlara dair istidlalde bulunmak ihtiyacını da duymaz. Açıklamalarda açık ve anlaşılır olan bir hususun ayrıca zikredilmesinin gereği yoktur. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in izlediği yoldur. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de delillendirme yönteminin yer almadığını zanneden cahillerin iddiasının aksinedir. Bu hususta şüphe ve tartışmaların aksine olarak Kur’ân-ı Kerîm delillendirme yollarını genişçe açıklar ve maksadına dair delilleri gösterir.

Rubûbiyyette ortak koşmak, bütün insanlar tarafından -sıfat ve fiillerde birbirine denk iki yaratıcının varlığını kabul etmek anlamında- olabilirliğinin imkânsızlığı kesinlikle bilinen bir husustur. Ancak bir takım müşrikler alemde kısmen bazı şeyleri yaratan bir yaratıcının olduğu kanaatine sahip olmuştur. İki tanrı kabul eden (seneviyye)lerin karanlık hakkındaki görüşü ile, Kaderiye’nin canlıların fiilleri ile ilgili görüşü, dehrî filozofların feleklerin hareketi ile ilgili yahut nefislerin hareketleri ya da tabiî cisimlerin hareketleri ile ilgili görüşleri bu kabildendir. Bütün bunlar yüce Allah’ın yaratması dışında, bir takım işlerin yaratılmış olduğunu kabul etmektedirler.

Onlar bu bakımdan rubûbiyyete kısmen ortak koşarlar. Arap ve Arap olmayan müşriklerin pek çoğu kabul ettikleri ilâhlarının yüce Allah’ın yaratması söz konusu olmaksızın, bir takım faydaları sağlayıp yahut bir takım zararları önlediklerini zannedebilirler.

 

Yüce Allah’ın Ortağının Bulunmasına İmkân Yoktur

 

İnsanlar arasında Allah’a, Rubûbiyyete ortak koşmak görülen bir husus olduğundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm şu buyruklarında olduğu gibi bunun batıl olduğunu açıkça beyan etmiş bulunmaktadır: "Allah hiçbir evlat edinmedi. Onunla birlikte herhangi bir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı bu takdirde herbir ilâh yarattığını alır, elbette kimisi kimisine üstünlük sağlardı." (el-Mu’minûn, 23/91)

Şimdi apaçık, son derece özlü bu lafızlarla ortaya konulmuş bu gözkamaştırıcı delil üzerinde dikkatle düşünelim. Hak olan ilâhın mutlaka yaratıcı ve fail olması gerekir. Kendisine ibadet edene fayda sağlamalı ve ona gelecek zararı önleyebilmelidir. Eğer şanı yüce Allah ile birlikte mülkünde ortak bir başka ilâh bulunsaydı, onun da bir takım yaratıkları ve fiilleri de olması kaçınılmazdı. O takdirde böyle bir ortaklığa da razı olmaması gerekirdi. Aksine gücü yettiği takdirde o, ortağını kahreder, başına mülke kendisi sahip olur ve tek başına ulûhiyyeti elinde tutardı. Bunu yapabilecek olsaydı, elbette yapardı. Eğer buna güç yetiremeyecek olursa kendi yarattığı ile başbaşa kalır ve bu yarattıklarını alır, bir kenara çekilir. Nitekim dünyadaki hükümdarlar da eğer biri diğerini yenik düşüremiyor ve ötekine üstünlük sağlayamıyor ise kendi ülkesinin egemenliği ile bir kenarda tek başına durur.

O halde şu üç husustan birisinin olması kaçınılmazdır:

• Ya herbir ilâh kendi yarattığını ve egemenliğini bir başına alır ve sürdürür.

• Yahut biri diğerine üstünlük sağlar;

• Yahut ta hepsi de kendileri üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunan, buna karşılık kendilerinin üzerinde tasarruf imkânını bulamadıkları bir tek kişinin kahrı ve mülkü altında olurlar ve bu kişi tek başına ilâh olur, kendileri ise her bakımdan yenik düşürülen ve kendilerine rubûbiyyetini kabul ettirenin kulları olurlar.

Bütün âlemin işinin düzen içerisinde olması, işinin son derece sağlam yürütülmesi; onu çekip çevirenin, idare edenin, bir tek ilâh, bir tek mâlik ve egemen ve bir tek rab olduğunun en açık bir delilidir. Mahlukatın O’ndan başka hiçbir ilâhı yoktur. O’ndan başka onların bir Rab’leri de yoktur. Nitekim Temânu’ Delili de kainatın yaratıcısının bir olduğunu, ondan başka hiçbir rabbi bulunmadığını, dolayısıyla bu rabbin dışında bir ilâhlarının da bulunmadığını ortaya koymaktadır. İşte yaratışta ve var edişte temanû’ bu olduğu gibi ibadet ve ulûhiyyette de bu şekilde temanû’ söz konusudur. Yani kainatın birbirine denk iki yaratıcı rabbinin bulunması mümteni’ (imkânsız) olduğu gibi; bütün kainattaki varlıkların kendisine ibadet edilen iki ilâhının bulunması da imkânsız bir şeydir.

Kainatın birbirine denk iki yaratıcısının varlığının özü itibariyle imkânsız olduğunu bilmek, fıtratta fiilen var olan bir şeydir ve apaçık akıl tarafından batıl olduğu bilinen bir husustur. İşte iki varlığın ilâh olmasının batıl olduğu da böylelikle anlaşılmaktadır.

O halde âyet-i kerîme fıtrat’ta yer etmiş bulunan rubûbiyyetin tevhid’i gerçeğine uygundur ve onun bu uygunluğu ulûhiyyetin de tevhid’ini gerektirmekte, ispatlamakta ve ona delil teşkil etmektedir.

Bu anlamı dile getiren işaret edilen âyet-i kerîme’nin manasına yakın bir hususu da şu âyet-i kerîme dile getirmektedir: "Eğer göklerle yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulup gitmişti." (el-Enbiyâ, 21/22)

Âyet-i kerîme göklerde ve yerde birden çok ilâhın bulunmasının imkânsız olduğunu göstermektedir. Ancak bir tek ilâhın varlığı söz konusudur. Yine âyet-i kerîme bu bir ve tek ilâhın yüce Allah’tan başkasının da olamayacağına, göklerde ve yerde düzenin bozulmasının ikisinde birden çok ilâhın bulunmasının ve bir ve tek Allah’tan başka ilâhların varlığının kaçınılmaz sonucu olduğuna delildir.

Yine âyet-i kerîme şunu göstermektedir. Göklerin ve yerin düzeni ancak her ikisinde de yüce Allah’ın bizzat kendisinin ilâh olmasına bağlıdır. Şâyet kainatta kendisine ibadet olunan iki ilâh bulunacak olursa kainatın tümünün düzeni bozulur.

Çünkü kainatın düzeni ancak adalet iledir. Adaletle gökler ve yer dimdik ayakta durur. Kayıtsız ve şartsız olarak en büyük zulüm şirktir, en ileri derecedeki adalet ise tevhid’dir.

 

Ulûhiyyet Tevhidinin, Rubûbiyyet Tevhid’ini Kapsaması

 

Ulûhiyyet tevhidi rubûbiyyet tevhid’ini de ihtiva eder, ama aksi söz konusu değildir. Çünkü yaratmaya kadir olamayan âciz demektir. âciz varlığın ise ilâh olması uygun değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş koşuyorlar?" (el-A’raf, 7/191)  Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Yaratan, yaratmayan gibi olur mu hiç? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?" (en-Nahl, 16/17)

 

Bilgi ve Maksat İtibariyle Tevhid

 

Şunu da belirtelim ki; Allah’ın peygamberlerinin kendisine davet ettikleri ve indirilen kitapların ihtiva ettiği tevhid iki türlüdür: İsbat ve bilmek bakımından tevhid ile gözetilen maksat itibariyle tevhid.

Birincisi yüce Rabbin hakikatinin sıfat, fiil ve isimlerinin isbat edilip kabul edilmesidir. Bütün bu hususlarda hiçbir şey O’nun eşi ve benzeri değildir. Nitekim kendisi de kendi zatı hakkında böylece haber vermiştir, Rasûlü de bize böylece bildirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu türü gayet açık bir şekilde ortaya koymuştur. el-Hadîd ve Tâhâ surelerinin baş tarafları ile el-Haşr suresinin sonlarında, es-Secde sûresinin, Al-i İmran suresinin başlarında, İhlas suresinin tamamında ve diğer buyruklarda görüldüğü gibi.

İkincisi ise gözetilen maksat itibariyle tevhid’dir. Nitekim: "De ki: Ey kâfirler..." (el-Kâfirûn, 109. sûre) sûresi ile "De ki: Ey kitab ehli! Bizimle sizin aranızda âdil olan bir kelimeye geliniz..." (Al-i İmran, 3/64) âyeti ile "kitabın indirilmesi..." (ez-Zumer, 39) diye başlayan surenin başı ve sonları ile Yunus suresinin baş tarafları, ortaları ve sonları el-A’raf suresinin baş tarafları ve sonları ile el-En’âm suresinin tamamının muhtevâsı buna örnektir.

 

Kur’ân Surelerinin Büyük Çoğunluğu Tevhid’i Bütün Türleriyle Dile Getirmektedir

 

Kur’ân surelerinin büyük çoğunluğu hatta surelerinin tamamı her iki türüyle tevhidi ihtiva etmektedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm ya Yüce Allah’ın isim, sıfat ve fiilleri hakkında bize haber vermektedir ki, o takdirde bu ilmî ve haberî bir tevhid’dir.

Yahut ta hiçbir şeyi O’na ortak koşmaksızın yalnızca O’na ibadete, O’nun dışında tapınılan varlıkları terketmeye bir davettir. O takdirde bu iradî ve talebî bir tevhid’dir. Yahut bir emir, bir yasak ve itaatine bağlanma isteğini dile getirmektedir. Bu da tevhid’in hukuku ve tamamlayıcı unsurlarıdır.

Ya O’nun tevhid’ini kabul edenlere lütuf ve ihsanlarını haber vermekte, dünyada onlara neler yaptığını, âhirette onlara ne gibi ikramlarda bulunacağını bildirmektedir. Bu da kendisini tevhid etmenin bir mükâfatıdır.

Yahut müşriklere dair ve dünya hayatında onlara verdiği ibretli cezalar ile, âhirette karşı karşıya kalacakları cezaları bildiren haber mahiyetindedir. Bu buyruklar da tevhid’in hükmünün dışına çıkanların cezasını bildirir.

Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in tümü tevhid, tevhid’in hukuku, tevhid’in mükâfatı ile şirk, müşrikler ve onların cezaları hakkındadır.

Yüce Allah aynı şekilde bu tevhid ile kendi zatı hakkında şahitlikte bulunduğu gibi O’nun melekleri, peygamberleri ve rasûlleri de bu hususta O’na şahidlik etmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Mutlak galiptir, Hakîmdir. Şüphesiz Allah nezdinde din islam’dır." (Al-i İmran, 3/18-19)

Bu âyet-i kerîme tevhid’in hakikatini isbatı ve bütün sapık kesimlerin kanaatlerini reddetmeyi ihtiva etmektedir. O bakımdan bu âyet-i kerîme şahidliklerinin en üstünü, en büyüğü, en adaletlisi ve en doğrusunu, en yüce şahidler vasıtasıyla ve hakkında şahidlik edilen en yüce gerçek hakkındaki şahidliği ihtiva etmektedir.

 

Şehadetin Anlamı ve Mertebeleri

 

Selef’in "şahidlik etti" ifadesinin anlamı ile ilgili açıklamaları hüküm vermek, yargıda bulunmak, bildirmek, açıklamak ve haber vermek anlamları etrafında döner dolaşır. Bunların hepsi doğru açıklamalardır ve aralarında çelişki yoktur. Çünkü şahidlik etmek, şahidin söylediği sözü ve verdiği haberi ihtiva ettiği gibi, onun bir şeyi bildirmesini, haber verip açıklamasını da ihtiva eder.

Eğer maksat sadece şahitlikte bulunmak olsaydı, bunun muhtevâsını bilmek imkânı olmaz, şahitlikten gereken fayda sağlanmaz ve şahitlik ile onlara karşı delil ortaya konulmuş olmazdı. Bundan daha ileri olmak üzere şehadet kullara açıklamayı, onlara delâlette bulunmayı ve hakkında şahidlik olunan şeyi onlara bildirmeyi de ihtiva etmiştir. Nitekim kullardan şahitlik eden bir kimsenin nezdinde şahitlik yapacağı herhangi bir husus bulunup da onu açıklamayıp, gizleyecek olursa, kimse ondan faydalanmaz ve onunla herhangi bir delil ortaya konulmuş olmaz.

Şahidlikten ancak açıklanması halinde yararlanılabildiğine göre; Yüce Allah da bu şahitliği: İşitmek (sem’), görmek (basar) ve akıl’dan ibaret üç yolla tam anlamı ile açıklamış bulunmaktadır.

 

İşitmek (sem’) Yoluyla Açıklaması

 

Bu O’nun bize bildirmiş olduğu bütün kemal sıfatları, vahdaniyet ve buna benzer diğer bütün hususları en ileri derecede açıklayıp, bize bildirmiş olduğu son derece anlaşılır ve okunan âyet-i kerîme’lerle olmuştur. Bu hususta durum, Cehmiye’nin, onlara uygun kanaat belirten Mutezîle’nin ve Yüce Allah’ın Kitabını nitelendirmiş olduğu beyan ile şerefli Rasûlünün açıklamasına aykırı, kişiyi hayrete düşüren bir takım ihtimalleri ileri sürerek, Allah’ın bazı sıfatlarını kabul etmeyen Muabtile’nin ileri sürdükleri gibi değildir.

Nitekim yüce Allah Kitabının ve Rasûlünün beyan edici ve açıklayıcı özelliklerini şu buyruklarıyla dile getirmektedir: "Hâ. Mîm. Mubîn (açıklayıcı) Kitap hakkı için..." (ez-Zuhruf, 43/1-2); "Elif, Lam, Ra. Bunlar apaçık Kitabın âyetleridir." (Yusuf, 12/1); "Elif, Lam, Ra. Bunlar Kitabın ve açık açık anlatan Kur’ân’ın âyetleridir." (el-Hicr, 15/1); "Bu, insanlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür." (Al-i İmran, 3/138); "Bilin ki; peygamberimize düşen açıkça tebliğ’den ibarettir." (el-Maide, 5/92); "Apaçık belgelerle ve kitaplarla (seni gönderdik.) İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye sana da bu Zikri (Kur’ân’ı) indirdik." (en-Nahl, 16/44)

Aynı şekilde sünnet de, Kur’ân-ı Kerîm’in delâlet ettiği hususları açıklamak ve pekiştirmek üzere varid olmuştur. Yüce Rabbimiz bizleri ne filanın görüşüne, ne filanın zevkine, ne de filanın vecde gelişine, dinimizin esasları ile ilgili olarak asla muhtaç kılmamıştır.

Bundan dolayı bizler Kitap ve Sünnete muhalefet edenlerin kendi aralarında da ayrılıklar içerisinde olduklarını, tutarsız iddialarda bulunduklarını görüyoruz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı beğenip seçtim." (el-Maide, 5/3) O bakımdan bu dini tamamlamak için Kitap ve Sünnetin dışında herhangi bir şeye ihtiyaç bulunmamaktadır. İşte hocamız Ebu Ca’fer et-Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ileride gelecek olan şu sözlerinde bu hususa işaret etmektedir: "Bu konuda bizler ne kendi görüşlerimize dayanarak te’vil’de bulunup, ne de hevâlarımızın etkisi ile vehm’e kapılarak bu hususa dalmayız. Çünkü (bilmediğini) Aziz ve Celil olan Allah’a ve Rasûlüne teslim edenlerin dışında, kimse dini hususunda selâmete erişemez."

Yüce Allah’ın yaratmış olduğu ve gözle görülen âyet ve belgelerine gelince: Bunlara bakıp, bunlar üzerinde durmak, düşünmek, bunları delil olarak kullanmak, O’nun kavlî ve sem’î âyetlerinin delâlet ettiği hususlara delil teşkil etmektedir.

Akıl ise hem bu belgeleri, hem öbür belgeleri bir arada mütalâa eder, peygamberlerin getirdiklerinin doğruluğunu kesin olarak ortaya koyar. Böylelikle sem’in (işitmenin), görmenin, aklın ve fıtratın tanıklığı ittifakla aynı gerçeği dile getirmiş olmaktadır.

 

Yüce Allah’ın Göndermiş Olduğu Bütün Peygamberlerle Birlikte Mutlaka Doğruluklarına Delil Teşkil Edecek Bir Belge Vardır

 

Yüce Allah, adaletinin, merhametinin, ihsanının, hikmetinin kemali dolayısıyla ileri sürülecek bir mazeret bırakmayı istemediği ve delili ile gerçekleri ortaya koymayı sevdiğinden ötürü; göndermiş olduğu herbir peygamberle birlikte de mutlaka haber verdiği hususların doğruluğuna delil teşkil edecek bir âyet (belge ve mucize) de göndermiştir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik. Onlarla birlikte insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye kitabı ve mizanı indirdik." (el-Hadid, 57/25); "Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun. (Biz o peygamberleri) apaçık belgelerle ve kitaplarla (gönderdik.)" (en-Nahl, 16/43-44); "De ki: Size benden önce nice peygamberler apaçık delilleri ve dediğinizi getirmişlerdi..." (Al-i İmran, 3/183); "Eğer onlar seni yalanlarlarsa (bil ki) senden önce apaçık delillerle, sahifelerle, aydınlatıcı kitaplarla gelmiş nice peygamberler de yalanlanmıştır." (Al-i İmran, 3/184); "Allah hak ile Kitab’ı ve mizanı indirendir..." (eş-Şura, 42/17)

Peygamberlerin getirmiş olduğu âyetlerden, belgelerden ve kesin delillerden daha güzel bir âyet ve bir belge olabilir mi? Çünkü bunların hepsi Yüce Allah tarafından onların lehine yapılmış ve Yüce Allah tarafından kullarına en ileri derecede açıklanmış birer şahitliktir.

Yüce Allah’ın isimlerinden birisi de "el-Mu’min"dir. Bu ismin iki açıklamasından biri şudur: O doğru söyleyenleri (sadıkları) onların doğruluklarına dair ortaya koymuş olduğu tanıklarla, delil ve belgelerle tasdik edendir. Bundan dolayı O’nun kullarına, rasûllerinin tebliğ etmiş olduğu vahyin hak olduğunu açıkça ortaya koyacak afakî ve enfüsî âyetleri göstermesi kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun gerçeğin ta kendisi olduğu, kendilerine apaçık belli oluncaya kadar âyetlerimizi onlara hem afâk’ta (dış dünyalarında) hem kendi nefislerinde göstereceğiz." (Fussilet, 41/53) Burada gerçeğin ta kendisi olduğu, kendilerine gösterileceğinden sözü edilen şey "Kur’ân-ı Kerîm’dir." Çünkü daha önceden: "De ki: Söyleyin bana eğer o Allah tarafından ise..." (Fussilet, 41/52) diye söz edildikten sonra gelen âyet’in sonunda da: "Rabbinin herşeyi görüp gözetici olması sana yetmez mi?" (Fussilet, 41/53) diye buyurulmaktadır.

Böylelikle Yüce Allah, Rasûlünün lehine bu buyruklarıyla şu hususa şahitlik etmektedir: Onun getirdikleri hak’tır ve kullara buna tanıklık edecek şekilde O’nun yaratacağı ve fiili ile ortaya çıkacak âyet’lerini göstereceğini vaadetmektedir. Daha sonra da bütün bunlardan daha büyük ve daha üstün olan bir hususu söz konusu etmektedir. Bu da Yüce Allah’ın herşeye şahit (tanık) olmasıdır. Onun isimlerinden birisi de "eş-Şehîd"dir. Yani hiçbir şey O’ndan kaybolmaz, hiçbir şey O’na gizli kalmaz. Aksine O herşeye muttalî’dir ve herşeye tanıktır. O herşeyi bütün incelikleriyle çok iyi bilir.

İşte bu da O’nun isim ve sıfatları ile (Allah’ın vahdâniyetine) bir istidlâldir. Birincisi ise O’nun buyruk ve sözleriyle bir istidlâl idi. Âfakî ve enfüsî âyet’lerle istidlal ise O’nun fiilleriyle ve yaratıklarıyla istidlaldir.

 

Yüce Allah’ın İsim, Sıfat ve Fiilleriyle Vahdaniyetine Delil Göstermek

 

Allah’ın isim ve sıfatları (vahdâniyetine) nasıl delil gösterilir? Çünkü böyle bir yolla delil göstermek ıstılâh olarak alışılagelmiş bir yol değildir, diye sorulursa cevabımız şu olur:

Yüce Allah inkâr, ta’tîl, teşbih ve temsîl ile kirlenmemiş fıtratlara şunu yerleştirmiştir: O isim ve sıfatları ile kamil’dir. O kendi zatını vasfettiği ve Rasûllerinin kendisini nitelendirdiği sıfatlara sahiptir. Ayrıca O’nun kemaline dair yaratıklarına gizli kalan hususlar, onların bu konuda bildiklerinden çok daha büyüktür.

O’nun kutsal kemalinin bir tecellisi de herşeye tanık olması ve herbir şeye muttali olmasıdır. Öyle ki göklerde olsun, yerde olsun gizli ve açık bir zerre dahi O’nun için gayb değildir. Bu niteliğe sahip olan zata, kulların başkalarını ortak koşmaları, O’ndan başkasına ibadet etmeleri, O’nunla birlikte başka bir ilâh kabul etmeleri nasıl uygun olabilir? Kendisi hakkında en büyük yalanı uydurup, düzen kimsenin ve gerçeğe uygun olmayan şekilde haberler verenin bu haline herhangi bir şekilde tepki göstermeyerek, diğer taraftan bu yolda ona yardım edip, destek vermesi, şanını yüceltmesi, duasını kabul etmesi, düşmanını helâk etmesi, O’nun vasıtası ile bütün beşerî güçleri âciz bırakacak şekilde âyet’ler (belge ve mucizeler) ve deliller ortaya çıkartması; bütün bunları o kimsenin Allah’a karşı yalan söyleyen, iftira düzen bir kimse olmasına rağmen gerçekleştirmesi hiç O’nun kemaline yakışır bir şey midir?

Bilinen bir husustur ki O herbir şeye tanıktır. O’nun kudreti, hikmeti, izzeti ve kemali böyle bir şeyi kabil değildir. Bunun mümkün olacağını kabul edebilen bir kimse insanlar arasında Allah’ı tanımak imkânından en uzak bir kimsedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu yöntem, bu yol dopdoludur. Bu havas’ın izlediği bir yoldur. Onlar yüce Allah’ı, O’nun fiillerine, O’na yakışan fiillerin ve yakışmayanların neler olduğuna delil gösterirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer bazı sözleri uydurup Bize isnad etseydi. Biz onu elbette kuvvetle yakalardık. Sonra da kalbinin damarını elbette koparırdık. O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı." (el-Hakka, 69/44-47) Bu hususa dair daha geniş açıklamalar -Yüce Allah’ın izniyle- ileride gelecektir.

Yine Yüce Allah’ın isim ve sıfatları O’nun vahdaniyyetine ve şirkin batıl olduğuna da delil gösterilir. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: "O Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Melik (biricik egemen)dir. Kuddûs’dur (noksanlık gerektiren herşeyden münezzehtir), Selâm’dır (zat ve fiillerinde hür türlü kusurdan uzaktır), Mü’mindir (peygamberlerini mucizelerle doğrulayıp, tasdik edendir), Müheymin’dir (kullarının yaptıklarını herşeyi görüp, gözetleyendir), Azîzdir (herşey O’nun hükmüne boyun eğer, O’nun hükmüne karşı konulamayandır), Cebbâr’dır (halleri düzelten ya da hükmüne boyun eğmeye mecbur edendir), Mütekebbirdir (büyüklük ve azamette eşsiz olandır), Allah koştukları ortaklardan münezzehtir." (el-Haşr, 59/23) Kur’ân-ı Kerîm’de daha bunun gibi pek çok âyet-i kerîme vardır.

Bu yolu izleyenler pek azdır. Bu yolu ancak hâs olanlar bulabilirler. Çoğunluğun kullandığı delil gösterme yolu ise, görülen âyet ve belgeler iledir. Çünkü bu hem daha kolay izlenen bir yoldur, hem de daha geniş kapsamlıdır. Yüce Allah da yarattıklarından kimini kimine üstün kılandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de bir araya gelip, toplanmış özellikler ondan başkasında bir araya gelip toplanmış değildir. O hem delildir, hem de kendisi hakkında delil gösterilendir. Hem tanıktır, hem de kendisi lehine tanıklık olunandır. İşte Yüce Allah, Rasûlünün doğruluğuna delil teşkil edecek bir belge isteyenlere şöyle seslenmektedir: "Kendilerine karşı okunup duran, sana indirdiğimiz bu Kitap onlara yetmedi mi? Şüphe yok ki bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet, bir öğüt vardır." (el-Ankebut, 29/51) ve devamı...

 

Tevhid Bakımından Kemal Derecesinde Olanlar

 

Peygamberlerin risaletlerinde getirdikleri ve kitapların bildirdikleri tevhid’in, ulûhiyyet tevhidi olduğu -az önce işaret olunduğu üzere- bilindiğine göre; tevhid’i üç ayrı türe taksim edip, bunu avam’ın tevhid’i; hakikatlerle sabit olanı da ikinci tür ve havass’ın tevhid’i, kıdem ile kaim olup havass’ın da havass’ının tevhid’i üçüncü tür tevhid olarak kabul edenlerin; böyle bir kısımlara ayırmalarına iltifat edilmez. Hiç şüphesiz tevhid bakımından insanların en mükemmelleri nebi’lerdir. Rasûller ise bu hususta onlardan da daha mükemmeldir. Rasûllerden ulu’l-azm diye bilinenleri ise tevhid bakımından onların en mükemmelleridir. Bunlar ise Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (Allah’ın salât ve selamı hepsine olsun) dir.

Tevhid bakımından bunların da en mükemmelleri iki halil Muhammed ve İbrahim (Allah’ın salât ve selamı ikisine olsun) dirler. Çünkü bu ikisinin ilim, marifet, hâl, insanları davet etmek ve cihad’ları itibari ile tevhid’in gereklerini yerine getirdikleri şekilde hiçbir kimse yerine getirebilmiş değildir. O halde rasûllerin ortaya koydukları, kendisine davet ettikleri diğer ümmetlerle uğrunda cihad ettikleri tevhid’den daha mükemmel ve daha ileri tevhid söz konusu değildir. Bundan dolayı Yüce Allah peygamberine bu hususta o rasûllere uymalarını emretmiştir. Nitekim Yüce Allah, İbrahim -Aleyhisselam-ın kavmi ile şirkin tutarsızlığı, buna karşılık tevhid’in doğruluğu ile ilgili tartışmasını ve onun soyundan gelen peygamberleri söz konusu ettikten sonra: "İşte bunlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayetine uy." (el-En’âm, 6/90) diye buyurmaktadır. O halde Allah’ın Rasûlüne kendilerine uymasını emrettiği kimselerin tevhid’inden daha mükemmel bir tevhid söz konusu olamaz.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- da ashab’ına sabahı ettikleri vakit şöyle dua etmelerini emrederdi; "İslam fıtratı, ihlas kelimesi, Peygamberimiz Muhammed’in dini ve hanif bir müslüman olan ve asla müşriklerden olmamış atamız İbrahim’in şeriatı üzere sabahı ettik." [16] demelerini öğretirdi.

İbrahim’in milleti (dini, şeriatı) tevhid’dir. Muhammed’in dini de onun Allah’tan getirdiği söz, amel ve itikaddir. İhlas kelimesi ise Allah’tan başka ilâh olmadığına şahidlik etmektir. İslam fıtratı ise Yüce Allah’ın kullarına emretmiş olduğu kendisini sevmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O’na ibadet etmek, ubudiyyet ile zilletle boyun eğerek, emirlerine bağlı kalarak ve O’na yönelerek teslim olmak demektir.

İşte havass’ın da havass’ının tevhid’i budur. Kim bundan yüz çevirecek olursa beyinsizlerin de beyinsizidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendini bilmezden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirebilir! Andolsun ki Biz onu dünyada beğenip, seçmişizdir. O âhirette de muhakkak salihlerdendir. Hani Rabbi ona: "Teslim ol" dediği zaman o da: Alemlerin Rabbine teslim oldum, demişti." (el-Bakara, 2/130-131)

 

Kelâm’cıların Yöntemlerine Gerek Yoktur

 

Selim bir hissi ve kendisiyle ayırt etme gücüne sahip olacağı bir aklı bulunan bir kimsenin istidlâlde kelâmcıların normlarına, cedel’e, onların terimlerine ve yöntemlerine kesinlikle ihtiyaç duymaz. Hatta belki bunlar sebebiyle kendisini şaşkınlığa, sapıklığa, şüphe ve tereddüte ulaştıracak bir takım şüphe ve tereddütlere de düşebilir. Gerçek şu ki tevhid, bir kimsenin kalbi bu gibi olumsuzluklardan kurtulabildiği takdirde ancak kişiye faydalı olur. İşte Allah’ın huzuruna ancak kendisi ile varanların kurtulabileceği kalb-i selim de budur.

Şüphesiz havass’ın ve havass’ın da havass’ının tevhid’i olduğu iddia edilen ikinci ve üçüncü tür tevhid, kişiyi çoğu sûfî’lerin kendisine soyundukları yok oluşa (fena’ya) götürür. Bu da genelde ittihad (halik ile mahluk’un birliği) kanaatine ulaştıran çok tehlikeli bir yoldur.

İşte Yüce Allah’ın Rasûlüne indirmiş olduğu Allah’ın kelâmı budur. Allah Rasûlünün sünneti budur. Rasûlden sonra gelen en hayırlı neslin ve âriflerin önderleri olan imamların kanaatleri, görüşleri budur. Acaba onların sözlerinde görüş ve kanaatlerinde fena bulmaktan hiç sözedilmiş midir? Acaba onlardan herhangi birisi böyle bir taksim’e (tevhid’i kısımlara ayırmaya) kalkışmış mıdır? Bunun ortaya çıkış sebebi Harici’lerin aşırıya kaçışlarını andıran dinde ileri derecede aşırıya kaçıştan başkası değildir. Hatta bu, hristiyanların dinlerindeki aşırıya gidişlerinde benzer. Yüce Allah ise dinde aşırıya gitmeyi yermiş ve bunu yasaklayarak şöyle buyurmuştur: "Ey kitap ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin. Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin." (en-Nisâ, 171); "De ki: Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan önce sapıklığa düşmüş, bir çok kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâ ve heveslerine uymayın." (el-Maide, 5/77)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "İşi zora koşmayın, Allah da aleyhinize olmak üzere işi zora koşar. Şüphesiz sizden öncekiler işi zora koştular, Allah da aleyhlerine olmak üzere işi sıkı tuttu. İşte onlardan arta kalanlar manastırlarda ve kiliselerdedirler. Bir de "Bizim kendilerine farz kılmaksızın, kendiliklerinden ortaya koydukları bir ruhbanlık." (el-Hadid, 57/27) Hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[17]

 

Hiçbir şey O’nun benzeri Değildir.

 

Allah’ın Benzersiz Olmasının Anlamı

 

Ehl-i sünnet zatında da, sıfatlarında da, fiillerinde de hiçbir şeyin Allah’ın benzeri ve dengi olmadığını ittifakla kabul etmişlerdir. Fakat teşbîh (benzetme) lafzı insanların dilinde birden çok anlama gelme ihtimali olan mücmel bir lafız haline gelmiştir. Bu lafızla kimi zaman doğru manası kastedilebilmektedir. Bu ise Kur’ân-ı Kerîm’in reddettiği, aklın da delâlet ettiği Yüce Rabbin özellikleri itibariyle, yaratıklarının hiçbir sıfatı ile nitelendirilmeyeceği, hiçbir sıfatında mahlukat’tan hiçbir şeyin O’nun benzeri olmadığı anlamıdır: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11) Bu buyruğu ile Yüce Allah Muşebbihe’nin (Allah’ı herhangi bir şekilde mahlukata benzetenlerin) kanaatlerini reddetmektedir.

"O herşeyi işitendir, görendir." buyruğu da Allah’ın sıfatlarının varlığını kabul etmeyen Muattile’nin görüşlerini reddetmektedir.

Buna göre yaratıcının sıfatlarını yaratıkların sıfatları gibi kabul eden yerilmeyi hakketmiş, batıl’ın peşinden giden Muşebbihe’ye mensup birisi demektir. Yaratıkların sıfatlarını, yaratıcının sıfatı gibi kabul eden bir kimse küfürleri itibariyle hristiyanlara benzeyen birisidir.

Teşbîh’in (Allah’ın varlıklara benzetilmesinin) reddedilmesi ile Yüce Allah’ın hiçbir sıfata sahip olmadığı anlamını kastedenler de vardır. Bunlara göre O’nun kudreti vardır, ilmi vardır, hayatı vardır denilemez. Çünkü kulun da bu gibi sıfatları vardır. Bu iddianın kaçınılmaz sonucu olarak O hayy’dır, ilim sahibidir, kadir’dir de denilemez. Çünkü kula da bu isimler verilebilmektedir. O’nun kelâmı, işitmesi, görmesi, basar’ı ve benzer sıfatları da aynı durumda olur.

Bunlar (Muattıla) Allah’ın mevcud (var), herşeyi bilen (alîm), herşeye gücü yeten (kadîr), hayy (diri) olduğu hususunda ehl-i sünnet ile aynı kanaattedirler. Yaratılmış bir kimseye de mevcud, hayy, alîm ve kadîr denilebilir. Bu nefyedilmesi gereken bir teşbihtir denilemez. Çünkü bu Kitap ve Sünnetin ve sarih aklin delâlet ettiği bir husustur. Bu hususta aklı başında hiçbir kimse de muhalefet etmez. Çünkü Yüce Allah bir takım isimlerle kendi zatını adlandırdığı gibi, kullarının bir bölümüne de bu isimleri vermiştir. Kendi sıfatlarını da bir takım isimlerle adlandırmış ve kimi isimleri de yarattıklarının bazılarına sıfat olarak vermiştir. Ancak bu isimlere sahip olmak birbirinin aynı olmak demek değildir.

O kendi zatına hayy, âlim, kadîr, raûf, rahîm, azîz, hakîm, semî’, basîr, melik, mü’min, cebbar ve mütekebbir gibi isimler verdiği gibi; kimi kullarına da bu isimleri vermiştir. Mesela: "O ölüden diriyi (hayyı) çıkartır." (el-En’âm, 6/95); (er-Rûm, 30/19) diye buyurduğu gibi; "Ve ona alim (çok bilgili) bir oğul müjdesi verdiler." (ez-Zariyat, 51/28) diye buyurmaktadır.

Başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır: “Biz ona halîm (çok tahammülkar, kusurları affedici) bir oğul müjdesi verdik." (es-Saffat, 37/101); "Mü’minlere karşı rauf ve rahîm’dir (çok şefkatli, çok merhametlidir)" (et-Tevbe, 9/128); "Biz onu semî’ ve basîr (işitici ve görücü) kıldık." (el-İnsan, 76/2); "Aziz’in karısı dedi ki..." (Yusuf, 12/51); "Onların gidecekleri yerde de bir melik (hükümdar) vardı." (el-Kehf, 18/79); "Hiç mü’min olan kimse..." (es-Secde, 32/18); "Allah büyüklük taslayan her zorbanın (cebbar) kalbini işte böyle mühürler." (el-Mu’min, 40/35)

Kısacası bilinen husus şu ki: Hayy olan herkes hayy olan Allah’a, alim diye adlandırılan herkes alîm olan Allah’a, azîz diye bilinen herkes azîz olan Allah’a benzemez. Diğer isimler de böyledir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O’nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar." (el-Bakara, 2/255); "O’nu ilmiyle indirmiştir." (en-Nisa, 4/166); “O’nun ilmi dışında hiçbir dişi ne gebe kalır, ne de doğurur." (Fatır, 35/11); “Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı veren hem de çetin kuvvet sahibi olan" (ez-Zariyat, 51/58); “Kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha üstün güce sahip olduğunu görmezler mi?" (Fussilet, 41/15)

Câbir Radıyallahu anh’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bize Kur’ân-ı Kerîm’in bir suresini öğretircesine bütün hususlarda istihâre yapmayı öğretir ve şöyle buyururdu: "Sizden herhangi bir kimse bir iş hakkında karar verirse, farzın dışında iki rek’at namaz kılsın, sonra da şöyle dua etsin: Allah’ım Senin ilminle Senden hayırlısını diliyorum (istihâre yapıyorum.) Senin kudretinle bana güç vermeni diliyorum. O pek büyük lütfundan senden dilerim. Çünkü Sen kadîr’sin, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem. Sen gaybları en iyi bilensin. Allah’ım eğer şu işin benim için dinimde, dünya hayatımda ve âkıbeti itibariyle hayırlı olduğunu biliyor isen -yahut ta: dünyamda ve âhiretimde diye buyurdu- onu benim için takdir et ve bana onu kolaylaştır. Sonra da onu benim için mübarek kıl. Eğer şu işin benim için dinimde, hayatımda ve akıbeti itibariyle -yahutta dünyamda ve âhiretimde diye buyurdu- kötü olduğunu biliyor isen onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Hayır nerede ise onu benim için takdir buyur, sonra da beni ona razı kıl. (Peygamber) buyurdu ki: Ve o ihtiyacının adını zikreder (ek bu duayı yapar.)" Hadisi Buharî rivayet etmiştir.[18]

Nesaî’nin ve başkalarının kaydettiği Ammâr b. Yasîr’in rivayet ettiği hadiste de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şu duayı yaparmış: "Allah’ım, gaybı bilen ilminle, bütün mahlukata yeten kudretinle Senden istiyorum: Hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Eğer ölüm benim için hayırlıysa da canımı al. Allah’ım ben Senden, gizlilikte ve açık hallerimde Senden korkmayı dilerim. Kızgınken ve hoşnutken hak söz söylemeyi dilerim. Zenginken ve fakirken (israftan uzak) orta yollu olmayı dilerim. Senden bitip tükenmeyecek nimetler, ardı arkası kesilmeyecek göz aydınlığı dilerim. Hakkımdaki kaza ve takdirinden sonra (o hususta) beni hoşnut kılmanı dilerim. Ölümden sonra senden rahat bir yaşayış isterim. O kerim yüzüne bakmak lezzetini, sana kavuşma şevkini -hiçbir zarar görmeksizin, saptırıcı bir fitneye de maruz kalmaksızın- dilerim. Allah’ım Sen bizi iman ziynetiyle süslendir ve hidayete ermiş, doğru yolu bulmuş kimselerden kıl."[19]

 

Allah’ın Sıfatlarının Bulunduğunu Kabul Etmek O’nun Yaratıklara Benzemesini Ve Cisim Olmasını Gerektirmez

 

Allah da, Rasûlü de Yüce Allah’ın sıfatları olan ilim, kudret ve kuvveti (mahlukata) isim olarak kullanmış bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra zayıflığın ardından kuvvet... yaratır." (er-Rûm, 30/54); "Şüphesiz o kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibi idi." (Yûsuf, 12/68)

Mahlukatın ilminin Allah’ın ilmi, onların kuvvetinin Allah’ın kuvveti gibi olmadığı bilinen bir husustur. Bunun benzerleri de pek çoktur. Bu da bütün akıl sahipleri tarafından kabul edilen bir husustur. O bakımdan Yüce Allah’ın kendi zatını nitelendirmiş olduğu rıza, gazap, sevgi, buğz ve buna benzer herhangi bir sıfatın varlığını kabul etmeyen ve buna karşılık bunları kabul etmek teşbîhi ve tecsîmi gerektirir iddiasında bulunanlara şöyle denilir: Sizler aslında yaratıkların sıfatlarına benzedikleri halde yine de onun irade, kelâm, semi’ ve basar sahibi olduğunu kabul ediyorsunuz. Sizin kabul etmeyip, Allah ve Rasûlünün ise kabul edip ve sizin kabul ettiğiniz hususlardaki kanaatlerinize benzeyen sıfatları da kabul etmelisiniz. Çünkü aralarında herhangi bir fark yoktur.

"Biz hiçbir sıfatın varlığını kabul etmiyoruz" diyecek olurlarsa onlara şöyle denilir: Sizler O’nun hayy, alîm, kadîr gibi bir takım güzel isimlerini kabul ediyorsunuz. Kula da bazen bu isimler verilebilir. Buna karşılık Rabbe ait olduğu kabul edilen bu tür isimlerin, kuldaki bu isimlerin benzerini ifade ettiği de söylenmez. O halde Allah’ın isimleri hakkında söylediğinizin bir benzerini O’nun sıfatları hakkında kabul etmelisiniz.

Halık ile mahluk’un ortak olan (isim ve sıfat)larını reddeden bir kimse batıl iddiada bulunan bir Muattil olur. Her ikisindeki bu sıfatların birbirinin benzeri, misli olduğunu kabul eden kimse de batıl iddiada bulunan bir Müşebbihe mensubu olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Çünkü yaratan ile yaratıcı her ne kadar aynı ismi almakta birbiriyle ittifak halinde iseler de; Yüce Allah vücud’u (varlığı), ilmi, kudreti vesair sıfatları ile bu sıfatların özel anlamı ile mevsuf’tur. Kulun bunlardan herhangi bir hususta O’na ortaklığı söz konusu değildir. Aynı şekilde kulun vücud, ilim ve kudret gibi sıfatları da kendine hâs’tır. Yüce Allah da kulun bu özelliklerinde ona ortak olmaktan münezzehtir.

Yaratan ile yaratıcı var olmak, ilim ve kudret sahibi olmak, ismini taşımakta ittifak etseler dahi, böyle bir müştereklik ancak zihinlerde var olan, fakat eşyada varlığı söz konusu olmayan mutlak bir müşterekliktir. Eşyada var olan ise özel bir hüvviyete sahiptir, onda herhangi bir ortaklık söz konusu değildir.

İşte bu aklî yöntem kullananların pek çoğunun tutarsızlıklara düştüğü bir konudur. Çünkü onlar bu gibi hususlarının ismen alınmasındaki uyumun neticesinde Rabbin varlığının, kulun varlığı gibi olması gerektiği vehmine kapılmışlardır.

Bu husustaki hata ve yanlışlığın aslı şudur: Onlar bu genel ve külli eşyanın taşıdıkları mutlak ve külli isimlerin aynen tesbit edilen ve bu ismi taşıyan her varlıkta da bulunması gerektiği kanaatine kapılmışlardır, oysa durum böyle değildir. Çünkü dış dünyada var olan bir şey, mutlak ve külli olarak var demek değildir. Aksine o ancak muayyen ve belli bir özellikte var olabilir. Yüce Allah’a bu isimler verildiği takdirde bu isimlerin müsemmâsı da artık onunla tayin edilmiş ve hususiyet kazanmış olur. Bu isimler kula verilecek olurlarsa artık bu isimleri taşıyan da o isimlerle tahsis edilmiş olur. Buna göre Allah’ın varlığında ve hayatında O’ndan başkasının O’na ortaklığı (onun gibi olması) söz konusu değildir. Hatta muayyen belli bir varlığın varlığında da başkası O’nunla ortak olmadığına göre, yaratıcının varlığında böyle bir ortaklık nasıl düşünülebilir? Mesela, işte bu odur, denildiği vakit kendisine işarette bulunulan şey aynı olmakla birlikte ona iki farklı yönüyle işarette bulunulmuştur.

İşte bu ve benzeri açıklamalarla Müşebbihe’nin bu noktadan hareket ettiklerini ve bu konuda hakka fazladan bir şeyler kattıkları için sapıttıklarını görmüş oluyoruz.

Muattile’nin ise bir yönüyle benzerliği kabul etmeyip, yine bu hususta sapıtıncaya kadar hakka birşeyler kattıklarını görmekteyiz. Yüce Allah’ın Kitabı ise sağlıklı ve doğru çalışan akılların kavrayabilecekleri katıksız hakka delâlet etmektedir. Bu ise hiçbir sapması söz konusu olmayan mutedil haktır.

Sıfatları nefyedenler Yüce Allah’ı herhangi bir hususta yaratıklarına benzemekten tenzih etmekte iyi ve güzel hareket etmekle birlikte; bizatihi Yüce Allah için sabit olan hususları nefyettikleri için de uygun olmayan bir iş yapmışlardır. Müşebbihe ise sıfatları kabul etmekle iyi bir tutum sergilemekle birlikte teşbihi ileriye götürdükleri için kötülükte bulunmuşlardır.

Benzerliğin söz konusu olmaması ortaya çıktığına göre, aradaki farkı açıklamak için yalnızca izafette bulunmak yeterli olur. Eşitliğin söz konusu olmaması ise müşterek (ortak) lafzın medlûlü olan müşterek miktarıyla o hususun varlığına engel değildir. Biz bu yolla gaybî hususları kavrayabiliyoruz. Eğer bu müşterek mana bulunmamış olsaydı, bu kavrayışta hiçbir şekilde mümkün olmazdı.

 

"Hiçbir şey onu âciz bırakamaz."

 

Yüce Allah’ın Kudreti Kemal Derecesindedir. O’nun İçin Âcizlik Sözkonusu Değildir

 

Kudretinin kemali dolayısıyla hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah herbir şeye güç yetirendir." (el-Bakara, 2/20); "Allah herşeye muktedir olandır." (el-Kehf, 18/45); "Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir şey Allah’ı âciz bırakacak değildir. Muhakkak O en iyi bilendir, herşeye güç yetirendir." (Fâtır, 35/44); "O’nun Kürsî’si gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O’na ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür." (el-Bakara, 2/255)

"O’na ağır gelmez." O’nu âciz bırakmaz, güç gelmez. O’na zor ve sıkıntılı gelmez, demektir. Böyle bir şeyin nefyedilmesi zıttının kemal derecesinde O’nun hakkında sabit olduğunu gösterir. Aynı şekilde Kitap ve Sünnette yüce Allah’ın sıfatları hakkında gelen herbir nefy ifadeside onun zıttının kemalinin onun hakkında sabit olduğunu gösterir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez." (el-Kehf, 18/49) Çünkü O’nun adaleti kemal derecesindedir.

"Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’na gizli kalmaz." (Sebe’, 34/3) Çünkü O’nun ilmi kemal derecesindedir.

"Bize bir yorgunluk da dokunmadı." (Kâf, 50/38) Çünkü O’nun kudreti kemal derecesindedir.

"O’nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku." (el-Bakara, 2/255) Çünkü O’nun hayatı ve kayyûmiyyeti kemal derecesindedir.

"Gözler O’nu idrak etmez." (el-En’âm, 6/103) Çünkü O’nun celâl, azamet ve kibriyâsı kemal derecesindedir.

Bunun böyle olmasının sebebi, katıksız nefyin öğünülecek bir tarafının bulunmayışından dolayıdır. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Küçük bir kabilecik, hiçbir kimsenin ahdini bozmazlar,

Ve insanlara hardal tanesi kadar dahi zulmetmezler."

Bu beyitten önce ve sonra sözünü ettiği şekli ile onların ahidlerini bozmayıp, zulmetmedikleri ile birlikte "küçük kabilecik" sözleriyle onları küçültmesi dolayısıyla bu sözleriyle onların âcizliklerini ve zayıflıklarını kastettiği, kudretlerinin kemal derecesinde olduğunu anlatmak istemediği anlaşılmaktadır. Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Fakat benim kavmim her ne kadar sayıca çok iseler de,

Önemsiz dahi olsa hiçbir zaman kötülük yapmazlar."

Burada onların kötülük yapmadıklarını söz konusu etmekle birlikte, önceki beyitlerde onları yermeye delil teşkil edecek ifadelerin bulunması, maksadının onların âcizliklerini ve zayıflıklarını dile getirmek olduğu anlaşılmaktadır.

 

Nefy ve İsbat Konusunda Selef’in Yolu

 

Bundan dolayı Yüce Allah’ın Kitabında Allah’ın sıfatları isbat edilirken onlardan etraflı bir şekilde söz edilmekte, nefyedilenlerden de mücmel olarak (özlü olarak) söz edilmektedir. Bu hoş görülmeyen türden kelâm ile uğraşanların yolunun tam aksinedir.

Onlar etraflı bir şekilde nefyi söz konusu ederken, mücmel olarak ta isbattan söz ederler ve şöyle derler: O cisim değildir, şahıs değildir, beden değildir, suret değildir, et değildir, kan değildir, kişi değildir, cevher değildir, araz değildir, renkli değildir, tadı yoktur, kokusu yoktur, elle yoklanmaz, ısısı yoktur, soğukluğu yoktur, rutubeti yoktur, kuruluğu yoktur, boyu yoktur, eni yoktur, derinliği yoktur. Bir araya parçaları toplanmaz, parçaları birbirinden ayrılmaz, hareket te etmez, sakin de değildir. Kısımlara, parçalara ayrılmaz, kısım, parça, cüz organ ve azaları yoktur. Yönleri yoktur, sağı solunun varlığı, önü arkası, yukarısı altı söz konusu değildir. Hiçbir mekan O’nu kuşatmaz, O’nun üzerinden zaman geçmez. Ne O’na temas etmek düşünülebilir, ne de O’nun uzlete çekilmesi düşünülebilir. Mekânlara hulûl’u (İçlerine girmesi) yoktur, yaratıkların hâdis oluşlarına delil teşkil eden hiçbir sıfat ile nitelendirilemez. Sonlu olmakla da nitelendirilemez, bir alan kapladığı, herhangi bir cihette yol aldığı da söylenemez. Mahdut değildir, kaderler O’nu kuşatamayacağı gibi perdeler de O’nu kapatamaz. Ve buna benzer Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’nin Mutezile’den naklettiği diğer sözler.

Bu ifadeler arasında hak olanı da vardır, batıl olanı da vardır. Kitabı ve sünneti bilen bir kimse bunu açıkça anlar. Bu şekildeki mücerred, nefy ifadelerinde övücü herhangi bir söz bulunmamakla birlikte, edebin sınırlarını aşan ifadeler de vardır. Çünkü bir kimse sultana: Sen çöpçü değilsin, odun kıran değilsin, hacamat yapan değilsin, dokumacı değilsin, diyecek olursa her ne kadar bu sözleri doğru ise de sultan böyle diyen kimseyi bu nitelendirmeleri dolayısıyla te’dib eder. Ancak nefy ifadesinde toplu (icmali) sözlerle O’nu överek: Sen yönettiğin kimselerden hiçbir kimse gibi değilsin. Sen onlardan daha üstün, daha şerefli ve daha değerlisin, diyecek olup bu şekilde toplu bir ifadeyle olumsuzlukları nefyedecek olursa, aynı şekilde toplu bir ifade ile edebe riayet etmiş olur.

 

Hakkı, Şer’î Lafızlarla İfadelendirmek Ehl-i Sünnet’in Yoludur

 

Hakkı, nebevî ve ilâhî şer’î lafızlarla dile getirmek, ehl-i sünnet ve’l-cemaat’ın izlediği bir yoldur. Muattile ise şârîin dile getirdiği isim ve sıfatlardan yüz çevirirler. Bu sıfatların anlamları üzerinde düşünmezler. Kendilerinin bid’at olarak ortaya attıkları mana ve lafızları itikad edilip inanılması, güvenilip kabul edilmesi gereken muhkem anlam ve lafızlar olarak kabul ederler.

Hak, sünnet ve iman ehli ise Allah ve Rasûlünün söylediklerini inanılması ve kabul edilmesi gereken hakkın kendisi olarak değerlendirirler. Öbürlerinin söylediklerinden ise ya büsbütün yüz çevirirler yahut ta onun durumunu etraflı bir şekilde açıklarlar. Onun hakkında Kitab ve Sünnete göre hüküm verilir, yoksa onlardan hareketle Kitab ve Sünnet hakkında hüküm verilmez.

Anlatmak istediğimiz şudur: Onların itikadlarında ağırlıklı olarak görülen şey selbîliktir (olumsuz anlatımlardır.) O şöyle değildir, o böyle değildir. İsbat (olumlu ifadeler) ise pek azdır. O alim’dir, kadir’dir, hayy’dır gibi. Sözü edilen nefyin bir çoğu ise Kitap ve Sünnetten alınmış olmadığı gibi, onların dışında sıfatları isbat edenlerin izledikleri aklî yollardan da alınmış değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir. O herşeyi işitendir, herşeyi görendir (semî’dir, basîr’dir.)" (eş-Şûrâ, 42/11)

Bu buyrukta nefyin manasını da ortaya koyan bir isbat vardır. O bakımdan bu buyruktan Yüce Allah’ın kastının şu olduğu anlaşılmaktadır: Kemal sıfatlarına tek başına O sahiptir. Yüce Allah kendi zatını nitelendirdiği, rasûllerinin kendisini vasfettiği sıfatlara sahiptir. Sıfatlarında da, isimlerinde de, fiillerinde de O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Ayrıca O’nun, mahlukatından hiçbir kimsenin muttalî olmadığı sıfatları da vardır. Nitekim sıkıntılı haller için yaptığı duasında o doğru sözlü rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Allah’ım sahip olduğun ve kendi zatını kendisiyle adlandırdığın yahut Kitabında indirdiğin yahut kullarından birisine öğrettiğin yahut ta gayb ilminde kendi nezdinde kimseye bildirmeyip sakladığın her bir ismin ile Senden, Kur’ân-ı Kerîm’i kalbimin baharı, göğsümün nuru, hüznümün uzaklaştırıcısı, keder ve üzüntümün gidericisi kılmanı niyaz ederim."[20]

Yüce Allah’ın rahmetine nail olmasını dilediğimiz hocamızın (Tahâvî’nin) "Hiçbir şey O’nu âciz bırakmaz" ifadesi yerilmiş nefy türünden değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir şey Allah’ı âciz bırakmaz. Muhakkak O en iyi bilendir, herşeye güç yetirendir." (Fatır, 35/44)

Böylelikle Yüce Allah âyet-i kerîme’nin sonunda aczinin söz konusu olmayacağına delili zikrederek ona dikkat çekmektedir. Bu ise ilim ve kudretin kemalini ifade eder. Çünkü âcizlik ya bir işi yapmak isteyen kimsenin o işi yapmaya gücünün bulunmadığının ifadesidir; yahut ta o işi bilmediğinden dolayı âcizdir.

Zerre ağırlığı kadar hiçbir şey de Allah’ın ilminin dışında değildir ve O herşeye kâdir olandır. Akıl ve fıtratların kabul ettikleri apaçık gerçeklerden birisi de O’nun kudret ve ilminin kemal derecesinde olduğudur. O halde âcizlik O’nun hakkında söz konusu değildir. Çünkü kudret ile âcizlik arasında belli bir çelişki vardır. Ayrıca âciz olan bir kimsenin ilâh olması uygun değildir. Yüce Allah bundan alabildiğine yücedir, münezzehdir.

 

"O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur."

 

Kelime-i Tevhid

 

İşte bu, daha önce açıklandığı üzere bütün peygamberlerin kendisine davet ettiği tevhid sözüdür. Hasr’ı gerektiren (yani yalnızca Allah’ın ulûhiyyetini ifade eden) nefy ve isbat itibariyle tevhid’in bu sözlerle dile getirilmesi, mücerred bir isbat halinde, aksi olma ihtimalinin de söz konusu olacağından dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Nitekim Yüce Allah: "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır" diye buyurduktan sonra: "O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rahman’dır, Rahîm’dir." (el-Bakara, 2/163) diye buyurmaktadır. Çünkü herhangi bir kimsenin hatırına şeytani bir vesvese kabilinden şöyle bir düşünce gelebilir: Kabul edelim ki bizim ilâhımız bir tek ilâh olsun. Bizden başkalarının da O’ndan başka ilâhları bulunabilir. Böyle bir vehmi bertaraf etmek için yüce Allah: "O’ndan başka ilâh yoktur" diye buyurmaktadır.

 

"(Allah) Başlangıçsız olarak kadim, sonsuz olarak daimdir."

 

Kıdem ve Bekâ Sıfatları

 

Yüce Allah: "O İlktir ve Sondur." (el-Hadid, 57/3) diye buyurmaktadır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Allah’ım Sen Evvelsin, Senden önce hiçbir şey yoktur ve Sen Âhirsin, Senden sonra da hiçbir şey yoktur."[21]

Hocamızın: "Başlangıçsız olarak kadim’dir, sonsuz olarak daim’dir" ifadesi yüce Allah’ın "el-Evvel ve el-Âhir" isimlerinin anlamını ifade etmektedir.

Bu iki sıfatın Allah hakkında sabit olduğunu bilmek fıtratlarda yer etmiş bir gerçektir. Çünkü bütün varlıkların -teselsülün ardını arkasını kesmek için- zatı itibariyle varlığı zorunlu olan (vacibu’l-vucud)a ulaşması kaçınılmaz bir şeydir.

Bizler canlıların, bitkilerin, madenlerin hâdis (sonradan yaratılmış) olduklarını gördüğümüz gibi bulut, yağmur ve daha başka atmosfer olaylarının da sonradan meydana geldiklerini görüyoruz. Gerek bu meydana gelen olaylar, gerek te başkaları mümteni’ (var olmaları imkânsız) şeyler değildir. Çünkü mümteni’ olan bir varlık asla var olmaz.

Bunlar zatları itibariyle de varlıkları zorunlu (vacibu’l-vucud) değillerdir. Çünkü zatı itibariyle vacibu’l-vucud, yok olmayı kabul etmez. Bu varlıklar ise bir zamanlar yoktu, sonradan var oldu. Bunların bir zaman olmayışları onların vacib olmadıklarını, var oluşları da varlıklarının imkânsız (mümteni’) olmadığını ortaya koyar. Var olması da, yok olması da mümkün olan bir varlığın varlığı kendinden olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar hiçbir şeyden mi yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır?" (et-Tûr, 52/35) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:Bunlar kendileri var eden bir varlık olmaksızın mı var oldular yoksa kendi kendilerini var edenler kendileri midir?

Bilinen bir gerçektir ki sonradan var edilmiş bir varlık, kendiliğinden var olmaz. Mümkin denilen varlık, işte varlığı da, yokluğu da kendinden olmayandır. O bizzat kendi kendisini var etmez. Aksine kendisini var eden bulunursa var olur, aksi takdirde yok olur. Yokluğu yerine varlığı mümkün, varlığı yerine de yokluğu mümkün olan herbir varlığın varlığı kendinden olmadığı gibi, yokluğu da onun ayrılmaz bir vasfı değildir.

 

Kelâm’cıların İzledikleri Doğru Yöntemler Kur’ân’ın Zikrettiğine Uygun Olanlardır

 

Fazilet sahibi bir kimse kelâmcı ve felsefecilerin söz konusu ettiği aklî yöntemlerin nihaî durumu üzerinde iyice düşünecek olursa, bunların doğru olanlarının esas itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in en açık ve en özlü bir üslûpla söz konusu ettiği aklî bir takım yöntemlerden ibaret olduğunu görür. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in izlediği yollardaki beyanın eksiksiz ve mükemmel tahkik derecesinde olduğunu ve onların yanında benzer özellikte yaklaşımlar bulunmadığını da tesbit eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sana bir örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir." (el-Furkan, 25/33)

Bizler iyice tesbit edilemeyen bir takım öncülleri (mukaddime, önerme) ve nazarî bir takım delilleri delil olarak ortaya koymanın faydasız olduğunu söylemiyoruz. Çünkü gizlilik ve açıklık nisbî bir takım meselelerdir. Kimi insanlar için açıkça ortaya çıkan bir husus, başkaları için gizli ve saklı olabilir. Aynı kimse kimi halde farkedemediği ve kendisi için gizli kalan bir hususu bir başka halde açıkça görüp tesbit de edebilir.

Yine önermeler kimisi için açıkça anlaşılamasa bile bir takım kimseler bunları kabullenebileceği gibi, bazı kimseler de bunlardan çok daha açık ve belirgin olanlar hakkında tartışabilir de.

Kişi nefsî araştırma ve inceleme ile öğrendikleri sebebiyle; açık ve zahir hususlar arasından bilip öğrenebildiklerine oranla daha ileri derecede sevinebilir.

Şüphesiz ki yaratıcının isbat edilme bilgisi, O’nun varlığının vacib oluşu, zaruri ve fıtri bir husustur. Bazı insanların bu hususta nazarî bir takım yöntemlere başvurma ihtiyacını hissettirecek bir takım şüpheleri ortaya çıksa bile bu, böyledir.

 

Kelâm’cıların Yüce Allah’ın İsimleri Arasına "el-Kadim"i Sokmaları

 

Kelâm’cılar Yüce Allah’ın isimleri arasına "el-Kadîm" ismini sokmuşlardır. Halbuki bu Esmâ-i Hüsnâ’dan değildir. Çünkü Kur’ân’ın kendisiyle nâzil olduğu Arap dilinde "el-Kadîm" başkasından daha önce olan hakkında kullanılır. Mesela eski olan bir şeye "bu kadim’dir" denilir. Yeni olan bir şeye de "bu hadis’dir (yenidir)" denilir ve onlar bu ismi ancak kendisinden önce mütekaddim şeyler bulunan varlıklar hakkında kullanırlar. Kendisinden önce (kendisi hakkında) yokluğun söz konusu olmadığı zat hakkında kullanmazlar. Nitekim Yüce Allah (kadîm’i bu manada kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Sonunda o kuruyup incelen eski (kadîm) hurma dalı gibi olur." (Yâsîn, 36/39)

Eski hurma dalı (el-urcunu’l-kadîm) ise ikincisinin varlığı zamanına kadar kalabilendir, yenisi ortaya çıktı mı birincisine kadim denilir.

Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onunla hidâyet bulmadıkları için de: ‘Bu eski (kadîm) bir uydurmadır’ diyeceklerdir." (el-Ahkaaf, 46/11) Yani zaman itibariyle önceliklidir. Yine bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gördünüz mü şu sizin ve önceki (el-akdamun) atalarınızın ibadet ettiklerini" (eş-Şuara, 26/75-76) Burada kullanılan "el-akdem" kelimesi "el-kadîm"in mübalağalı kipidir.

Yüce Allah’ın isimleri arasında "el-Kadîm"i sokmaya gelince, bu kelâm’cıların çoğunun sözleri arasında meşhur olmuştur. Selef ve halef’ten pek çok kimse ise bunu benimsememiştir. İbn Hazm bunlardan birisidir.

Şüphesiz ki bu isim eğer bizatihi tekaddüm hakkında kullanılacak olursa elbetteki bütün hadiselerden önce var olan varlık başkalarına göre mütekaddim olmaya daha bir hak sahibidir. Şu kadar var ki Yüce Allah’ın isimleri kendileri ile övülenin özelliğine delâlet teşkil edecek en güzel isimlerdir. Sözlükte önce oluş (tekaddüm) ise mutlak’tır. Bütün hadiselerden daha önceye has bir ifade değildir. O halde bu Esmâ-i Hüsnâ’dan değildir. Şeriatte ise bu, O’nun "el-Evvel" ismi ile dile getirilmiştir ki bu da "el-kadîm" den daha güzeldir. Zira ondan sonra var olan varlıkların sebebinin ona ait olduğu ve O’na bağlı olduğu anlamını ihtiva etmektedir. "el-Kadîm" ise böyle değildir. Yüce Allah’ın isimleri el-Hüsnâ (en güzel) isimlerdir. Yalın olarak sadece "el-hasene: güzel isimler" değildir.

 

"Ne sonu gelir, ne de yok olur."

 

Bu, Yüce Allah’ın beka’sının devamlılığını ifade etmektir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Onun (yeryüzünün) üzerindeki her canlı fanidir. Celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü ise kalıcıdır." (er-Rahmân, 55/26-27)

Yok olmak (fena) ve sonu gelmek (beyd) mana itibariyle birbirine yakın kelimelerdir. Bu şekilde onların bir arada zikredilmeleri te’kid içindir. Aynı zamanda bu daha önce belirttiği: "O, sonu gelmez daimdir" sözünü de ifade etmekte ve pekiştirmektedir.

 

"Yalnız O’nun irade edip dilediği olur."

 

Bu, Kaderiyye ve Mutezile’nin kanaatini reddetmektir. Çünkü onlar Yüce Allah’ın bütün insanlardan iman etmelerini irade ettiğini, ancak kâfirin küfrü murad ettiğini iddia etmişlerdir. Halbuki onların bu sözleri kitaba, sünnete ve sahih akla aykırı düştüğünden dolayı tutarsızdır ve reddolunur. Bu meşhur "kader meselesi"dir. İleride de buna dair daha geniş açıklamalar Yüce Allah’ın izniyle gelecektir.

Kaderiyye’ye bu ismin veriliş sebebi, kaderi inkâr etmeleridir. Kaderi gerekçe diye gösteren Cebriyye’ye de aynı şekilde Kaderiyye denilmekle birlikte birinci kesime bu adın verilmesi daha çok görülen bir durumdur.

 

İrade Etmek ve Sevmek

 

Ehl-i sünnet ise şöyle derler: Yüce Allah her ne kadar kaderin bir gereği olarak masiyetleri irade etmekte ise de, o masiyetleri ne sever, ne onlardan razı olur, ne de masiyet işlenmesi emrini verir. Bilakis O, masiyetlerden nefret eder, onlara gazap eder ve onlardan hoşlanmaz, onları yasaklar. Bütün selef’in görüşü budur. Onlar: Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz, derler. Bundan dolayı fukahâ ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Yemin eden bir kimse: Allah’a andolsun ki eğer Allah dilerse şu işi yapacağım, diyecek olsa ve o işi yapmayacak olursa yeminini bozmuş olmaz. İsterse bu vacip ya da müstehab olsun. Eğer Allah bunu severse diyecek olursa o takdirde (gereğini yerine getirmeyecek olursa) eğer bu iş vacip ya da müstehab ise yeminini bozmuş olur.

Ehl-i sünnet’in muhakkik’leri derler ki: Allah’ın Kitabında irade iki türlüdür. Birisi kaderî, kevnî ve halkî (yani yaratmaya dair) irade, diğeri ise dinî, emrî ve şer’î iradedir.

Şer’î irade: Muhabbet ve rızayı da ihtiva eder.

Kevnî irade ise, bütün olayları kapsayan ilâhî meşîettir. Bu da yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslama açar, kimi de saptırmayı dilerse onun da göğsünü -gökyüzüne tırmanıyormuş gibi- daraltır, sıkıştırır." (el-En’âm, 6/125)

Nuh -Aleyhisselam- hakkındaki şu buyruk ta buna benzer: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse ben size öğüt vermek istesem bile, bu öğüdüm size fayda vermez." (Hud, 11/34); "Fakat Allah dilediğini yapar." (el-Bakara, 2/253)

Dinî, şer’î ve emrî iradeye gelince; buna da yüce Allah’ın şu buyrukları örnektir: "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez." (el-Bakara, 2/185) "Allah size açıkça bildirmek, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine iletmek, tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah tevbelerinizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler. Allah sizden (yükümlülükleri) hafifletmek ister. Zaten insan zayıf yaratılmıştır." (en-Nisâ, 4/26-28); "Allah size güçlük çıkarmak istemez ama sizi iyice temizlemeyi, üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister." (el-Maide, 5/6); "Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister." (el-Ahzab, 33/33)

İşte çirkin işler işleyen kimselere insanların: Allah’ın sevmediğini, o işe razı olmadığını ve emretmediğini anlatmak maksadı ile: Bu adam Allah’ın istemediği bir işi yapıyor, şeklindeki sözlerinde dile getirilen irade budur.

Kevnî iradeye gelince bu da müslümanların: Allah’ın dilediği olur ve O’nun dilemediği olmaz, şeklindeki sözlerinde dile getirilen iradedir.

İrade sahibi kişinin bizzat bir işi yapmak istemesi ile başka birisinin bir işi yapmasını istemesi arasındaki fark gayet açıktır. İrade sahibi kişi bizzat bir işi yapmak isterse işte burada onun fiiline taalluk eden iradenin varlığından söz edilir. Başkasından bir işi yapmasını isteyecek olursa bu da bir başkasının o işi yapmasını istemesi demektir.

İnsanlar için her iki türüyle de irade aklen kabul edilebilir. Emir etmek ise birincisini değil de ikinci tür iradeyi gerektirir. İşte Yüce Allah kullarına bir emir verecek olursa onunla emir verdiği kimseye emrettiği hususu yerine getirmek üzere yardımcı olmayı murat edebileceği gibi, bir fiili yapmasını irâde etse dahi bu yardımı irade etmeyebilir de.

Yüce Allah’ın emri hususundaki görüş ayrılıklarını nihaî olarak ve açık bir şekilde çözecek surette yapılan tahkîk şöyle ifade edilebilir: O’nun emir vermiş olması iradesini gerektirici midir, değil midir? Yüce Allah, rasûlleri vasıtası ile insanlara kendilerine faydalı olacak şeyleri emretmiş, onlara zararlı olacak şeyleri de yasaklamıştır. Fakat onlardan kimilerinin fiillerini yaratmayı murat etmiş ve bundan dolayı da Yüce Allah bizzat o fiili yaratmayı dilemiştir. Kişiyi de o işin faili kılmıştır. Kimilerinin de fiillerini yaratmayı dilememiştir. Yüce Allah’ın kullarının fiillerini ve diğer mahlukatı yaratması ile, açıklamak suretiyle ve maksadıyla kullarına emir vermesi ayrı şeylerdir. Çünkü bu şekildeki emri kulun faydasına yahut zararına olan şeyleri açıklamaktan ibarettir.

Yüce Allah Firavun’a, Ebu Leheb’e ve diğerlerine iman etmelerini emretmekle onlara yerine getirmeleri halinde kendilerine faydalı olacak ve hallerini düzeltecek şeyleri açıklamış olmaktadır. Onlara emir vermiş olması, onlara yardımcı olmasını gerektirmez. Hatta onlar için böyle bir fiili yaratması, bu hususta onlara yardımcı olması yüce Allah’ın bizzat kendi fiili olması bakımından bunda bir çeşit mefsedet dahi olabilir.

Çünkü O ne yaratırsa bir hikmet ile yaratır. Emretmiş olduğu bir fiilin, emrolunan tarafından işlenmesi halinde kişinin faydasına olması, bizzat emir vererek o işi yapmasının yahut emrettiği şahsın o işi yapmasını takdir etmesinin de maslahat olmasını gerektirmez. O halde yaratma ciheti ile emretme ciheti arasında bir fark vardır. Nitekim kimi zaman bir kimse kendisinden başkasına nasihat etmek ve ona faydalı olacak şeyleri açıklamak maksadıyla bir takım emirler verir ve ona bir takım yasaklamalar getirebilir. O bu işte o kimseye yardım etmek istemese dahi böyle emir ve yasaklarda bulunabilir.

Çünkü benden başkasına verdiğim emirler ve nasihatler her nekadar benim maslahatıma ise de, o hususta benim ona yardımcı olmam, benim maslahatıma olmayabilir. Hatta benim maslahatım bunun zıttını irade etmek doğrultusunda da olabilir. İşte bir kimsenin iyiliğini istemek suretiyle başkasına emretmek ayrı bir şeydir, o işin bizzat kendisinin faydasına yapılması ayrı bir şeydir. Yaratıklar hakkında böyle bir ayırım mümkün olduğuna göre Yüce Allah hakkında da böyle bir ayırım mümkündür.

Maksat şudur: Hikmet sahibi bir mahlukun, bir başkasına bir emir vermiş olmakla birlikte ona bu hususta yardımcı olmaması mümkündür. Hikmeti sonsuz olduğu için mutlak yaratıcı hakkında bu, öncelikli olarak mümkündür. Bir kimseye bir emir verir ve emrettiği o hususta ona yardımcı olacak olursa, o emrolunan hususu yaratması, emri meydana getirmesi, o işi yaratmakla birlikte onu sevdiğini de ortaya koyar. Yaratmak itibariyle irade ettiği bir şey olduğu gibi, emretmek itibariyle de irade edip dilediği bir şeydir.

Emrolunan işi yapmak üzere yardımcı olmadığı kimseye gelince o takdirde bu emrolunan ile Yüce Allah’ın emri taalluk etmekle birlikte, yaratması taalluk etmez. Buna sebeb ise yaratmasının da ona taalluk etmesini gerektiren hikmetin bulunmayışı; bunun yerine zıttını yaratmasını gerektiren hikmetin söz konusu oluşudur. Birbirine zıt iki şeyden birisini yaratmak, diğer zıt şeyi yaratmaya aykırıdır.

Kulun, Rabbinin huzurundaki zilletini, duasını, tevbesini, günahlarının keffâreti olmasını, kalbinin incelmesini gerektiren ve ondan büyüklenmeyi, azameti, haddi aşmayı gideren hastalığı yaratmak fiili; elbetteki bütün bu maslahatları beraberinde gerçekleştiremeyen sağlığı yaratmanın zıttınadır. Bundan dolayı hastalık sebebiyle meydana gelen iyiliklerin, benzeri mazlum tarafından elde edilmesine sebeb teşkil eden zalimin zulmünun yaratılması da bunca maslahatı gerçekleştirmeyen adaletini yaratması ile çelişmektedir. Her ne kadar bizzat o zalimin maslahatı adaletli davranmasına bağlı ise de bu, böyledir.

Yüce Allah’ın yaratma ve emretmesindeki hikmetlerini geniş geniş açıklayabilmek, insan aklının bilmekten âciz olduğu bir husustur. Kaderiyye ise fasit bir yöntem izleyerek bunun sebeblerini açıklamaya çalıştılar ve bu hususta Yüce Allah’ı yaratıklarına benzettiler. O’nun takdirindeki hikmeti hiç göz önünde bulundurmadılar.

 

"Vehimler O’na erişemez. Kavrayışlar O’nu idrâk edemez."

 

İnsanlar Yüce Rab’lerini İsim ve Sıfat’larıyla Tanıyabilirler

 

Yüce Allah: "Onlar ise bilgileri ile O’nu kuşatamazlar." (Tâhâ, 20/110) diye buyurmaktadır.

es-Sıhâh (adlı sözlükte) el-Cevherî şöyle demektedir: Bir şeyi vehmetmek, onu öyle zannetmek demektir. Bir şeyi fehmetmek (kavramak) ise onu bilmek demektir.

Buna göre hocamızın (Tahâvi) maksadı şudur: Hiçbir zan O’na ulaşamaz ve hiçbir bilgi O’nu kuşatamaz. Vehm’in, olacağı umulan yani şu nitelikte olduğu zannolunan şey; fehm’in ise, aklın elde ettiği ve kendisini kuşattığı şey olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah’ın keyfiyyetini ise kendi zatından başka hiçbir kimse bilemez. Biz O’nu ancak sıfatlarıyla bilebiliriz. O Ehad’dır, Samed’dir. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir kimse de O’nun dengi değildir.

"Allah... O’ndan başka ilâh yoktur. Diridir, Kayyûm’dur. O’nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O’nundur..." (el-Bakara, 2/255);

"O Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, Melik’tir, Kuddûs’tür, Selam’dır, Mü’mindir, Muheymin’dir, Aziz’dir, Cebbar’dır, Mütekebbir’dir. Allah koştukları ortaklardan münezzehtir. O Allah’tır ki yaratandır, yoktan var edendir. Suret verendir, en güzel isimler yalnız O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nu tesbih eder. O Aziz’dir, Hakim’dir." (el-Haşr, 59/23-24)

 

"O hiçbir yaratığa benzemez."

 

Bu sözleriyle başkalarına benzemekten münezzeh yaratıcıyı yaratılmışa benzeten Müşebbihe’nin görüşlerini reddetmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." (eş-Şura, 42/11)

Bundan da kasıt bid’at ehli’nin ileri sürdükleri gibi sıfatları nefyetmek değildir. Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin el-Fıkhu’l-Ekber adlı eserindeki ifadeler arasında şu da vardır: "O mahlukatından hiçbir şeye benzemez, yarattıklarından hiçbir şey de O’na benzemez." Bundan sonra da şunları söylemektedir: "O’nun bütün sıfatları yaratıkların sıfatlarından farklıdır. O bilir ama bizim bilgimiz gibi değil. O kudret sahibidir ama bizim kudretimize benzemez. O görür ama bizim görmemiz gibi değil."[22]

Nuaym b. Hammad da şöyle der: "Kim Allah’ı yaratıklarından bir şeye benzetirse o kâfir olur. Kim de Allah’ın kendi zatını nitelendirdiği sıfatlarından birisini inkâr ederse o da kâfir olur. Allah’ın da, Rasûlünün de Allah’ın zatını vasfettiği sıfatların hiçbirisinde teşbîh yoktur."

İshak b. Rahaveyh der ki: "Kim Allah’ı sıfatlarını açıklarken O’nun sıfatlarını, Allah’ın yarattıklarından herhangi bir kimsenin sıfatlarına benzetirse o yüce Allah’a kâfir olur."

Yine o şöyle demiştir: "Cehm’in ve onun yolundan gidenlerin alameti alışageldikleri şekilde ve yalan yere ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in müşebbihe olduklarını iddia etmektir. Bilakis onlar (yani Cehm ve Cehmiyye) Muattile’nin (Allah’ın sıfatlarını inkâr edenlerin) kendileridir."

 

Cehmiye’nin Alâmeti

 

Aynı şekilde selef imamlarının pek çoğu da şöyle demiştir: Cehmiye’nin alameti Ehl-i sünneti, “müşebbihe” diye nitelemektir. Çünkü Allah’ın sıfat ve isimlerini kabul etmeyen ne kadar kişi varsa mutlaka bu isim ve sıfatları kabul edenleri "müşebbihe" diye adlandırırlar.

Yüce Allah’ın yarattıklarından hiçbir varlığın O’na benzemediğini söylemek, O’nun yarattıklarından herhangi birisine benzemesini de reddetmeyi ihtiva eder. Bundan dolayı merhum hocamız: "O enâm’a benzemez" sözleriyle yetinmiştir. Enâm ise insanlar demektir. Bütün mahlukattır diye açıklandığı gibi ruh sahibi, herbir varlıktır, insanlar ve cinlerdir, diye de açıklanmıştır. Ancak Yüce Allah’ın: "Yere gelince onu da enâm için alçalttı." (er-Rahmân, 55/10) buyruğu diğer açıklamalardan daha çok birinci açıklamanın lehine tanıklık etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

"O Hayy’dır, ölmez, Kayyûm’dur, uyumaz."

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah O’dur ki O’ndan başka ilâh yoktur. Diridir, Kayyûm’dur, O’nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku." (el-Bakara, 2/255)

Bu buyrukta uyuklamanın ve uykunun nefyedilmesi, O’nun hayat ve kayyumiyyetinin kemaline delildir. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lam, Mim. Allah O’dur ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Diridir ve Kayyum’dur. O sana kitabı hak ile indirdi." (Al-i İmran, 3/1-3); "Yüzler Hayy ve Kayyum’a zillet ile boyun eğmiş olacaktır." (Tâ’hâ, 20/111); "Asla ölmez, Hayy olana dayan ve O’nu hamd ile tesbih et." (el-Furkan, 25/58); "O, Hayy (diri) olandır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur." (el-Mu’min, 40/65)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- da şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah uyumaz, zaten ona uyumak ta gerekmez."[23]

Hocamız (Tahâvî) teşbihi nefyettikten sonra Allah ile O’nun yarattıkları arasındaki ayrılığı ortaya koyan hususlara yüce Allah’ın mahlukatından gayrı olarak ve kendine has olmak üzere sahip olduğu sıfatlara işaret etmektedir. İşte bu sıfatlardan birisi O’nun ölmemek üzere hayat sahibi (Hayy) olmasıdır. Çünkü Bâki (ebedi kalıcı) hayat sıfatı yalnızca Yüce Allah’a has’tır. O’nun yaratıklarının öyle bir vasıfları yoktur, çünkü onlar ölürler.

Kendine has sıfatlardan birisi de O’nun uyumamak üzere Kayyûm olmasıdır. Çünkü O, uyumamak ve uyuklamamak sıfatlarına özel olarak sahiptir. Mahlukatı böyle değildir, onlar uyurlar.

Bu ifadelerle teşbihin nefyedilmesinin sıfatları nefyetmek demek olmadığına da işaret vardır. Aksine O, zatının kemali dolayısıyla bütün kemal sıfatlarına sahiptir.

Ebedi kalıcı hayata sahip olan Hayy elbetteki geçici bir hayata sahip olan hayy’a benzemez. Bundan dolayı dünya hayatı bir meta, oyalanma ve bir oyundur: "Bu dünya hayatı bir eğlenceden ve bir oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise asıl hayat yurdu işte orasıdır." (el-Ankebût, 29/64)

Dünya hayatı bir uyku, âhiret hayatı da uyanıklık gibidir. O bakımdan âhiret hayatı yaratılmışlar için olduğundan ötürü kamil bir hayattır, denilemez. Çünkü bizler el-hayy, hayat zatının ayrılmaz sıfatı olan kimsedir, diyoruz. Yaratılmışa bu (ahiretteki) daimi hayatı bağışlayan da O’dur. O hayatın devamlı olması, Allah’ın onu devam ettirmesiyle olmuştur. Yoksa devamlılık bizatihi onun ayrılmaz bir sıfatı olduğundan değildir. Yüce Rabbin hayatı ise böyle değildir. O’nun diğer sıfatları da aynı şekildedir. Kısacası yaratıcının sıfatları kendisine layık olduğu şekildedir. Yaratılmışların sıfatları da kendilerine layık olan şekildedir.

 

Hayy ve Kayyûm İsimlerinin Diğer Esmâ-i Hüsnâ İle İlişkisi

 

Buna göre Yüce Allah’ın bütün güzel isimleri (Esmâ-i Hüsnâ) O’nun bu iki ismi etrafında döner, dolaşır. Bütün isimlerin anlamları bu ikisine raci’dir. Çünkü hayat bütün kemal sıfatlarını da gerektirir. Kemal sıfatlarından herhangi birisinin bulunmaması ancak hayat sıfatının zayıflığından ötürüdür. Yüce Allah’ın hayatı en mükemmel ve eksiksiz şekliyle söz konusu olduğuna göre; kabul edilmemesi hayatın kemaline aykırı olan her türlü kemalin de onun hakkında kabul edilmesini gerektirmektedir.

Kayyûm’a gelince bu da O’nun kemal derecesinde hiçbir şeye muhtaç olmamasını ve kemal derecesinde kudret sahibi olmasını gerektirmektedir. O kendi zatı ile kaim’dir. Hiçbir şekilde kendisinden başkasına muhtaç değildir. Başkasının varlığını devam ettirendir. Kendisi var etmedikçe O’ndan başka hiçbir varlık varlığını sürdüremez. Böylelikle bu iki isim bütün kemal sıfatlarını en mükemmel bir şekilde kapsamış olmaktadır.

 

"Muhtaç olmamak üzere yaratandır. Külfetsiz olarak rızık verendir."

 

Yaratma ve Rızık Verme Sıfatları

 

"Ben cinleri de insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık da istemiyorum, Beni yedirmelerini de istemiyorum. Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan." (ez-zariyât, 51/56-58); "Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise O kimseye muhtaç olmayandır, her hamde layık olandır." (Fâtır, 35/15); "Allah gani olandır (muhtaç değildir). Muhtaç olanlar ise sizlersiniz." (Muhammed, 47/38); "De ki: Ben gökleri ve yeri yaratan Allah’tan başkasını mı dost edinecek mişim? Ve O yediriyor ama yedirilmiyor." (el-En’âm, 6/14)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de Ebu Zerr -Radıyallahu anh-ın rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: "(Yüce Allah buyuruyor ki): Ey kullarım, eğer ilkinizle, sonunuzla, insanınızla, cinninizle aranızdan en ileri derecede takvâ sahibi kimsenin kalbi gibi takvâlı olsanız bu dahi, Benim mülküme hiçbir şey katmaz. Ey kullarım, ilkinizden, sonuncunuza kadar insanlarınızla, cinlerinizle aranızdan en günahkar kişinin kalbine sahip olsanız, bu dahi Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Ey kullarım ilkinizden, sonuncunuza kadar insanınızla, cinninizle hep bir düzlükte dikilseler ve Ben’den dileklerde bulunsalar, Ben de herbir insana dileğini verecek olsam bu bile ancak bir iğne denize daldırıldığı zaman ne kadar eksiltebiliyorsa bendekinden ancak o kadarını eksiltir..." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[24]

 

"Korkusuzca öldürendir, meşakkatsizce diriltendir."

 

Ölüm felsefeciler ile onlara uygun kanaat belirtenlerin aksine bir varlık sıfatıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır." (el-Mülk, 67/2) Yok olan bir şey ise yaratılmış olmakla nitelendirilemez. Hadis-i şerif’te de şöyle buyurulmuştur: "Kıyamet gününde ölüm siyah-beyaz renkli bir koç halinde getirilecek, cennet ile cehennem arasında boğazlanacak."[25]

Eğer ölüm bir araz ise Yüce Allah onu tıpkı salih amel hakkında varid olmuş şu buyrukta olduğu gibi bir ayn’a (cisme) dönüştürecektir: "Salih amel kişiye güzel bir genç delikanlı suretinde gelir. Çirkin amel ise en çirkin bir surette gelir."[26] Kur’ân-ı Kerîm hakkında da şöyle buyurulmuştur: " O (yani Kur’ân okuyanın kıraati) rengi solmuş bir genç suretinde gelir."[27]

Bakara suresi ile Al-i İmran suresi hakkında onların kıyamet gününde gelecekleri ve "sahiplerini (bu sureleri okumaya devam eden kimseyi) gölgelendirecek iki bulut yahut iki gölgelik ya da saf saf dizilmiş iki kuş sürüsü halinde gelecekleri" belirtilmiştir.[28]

Sahih hadiste de: "Kulların amellerinin semaya yükseldiği"[29] belirtilmektedir. Öldükten sonra diriliş ve kabirlerden çıkış ile ilgili açıklamalar da Yüce Allah’ın izniyle ileride gelecektir.

"O mahlukatı yaratmadan önce de sıfatları ile kadim idi. Onları var etmekle birlikte önceden sahip olmadığı bir sıfata yeniden sahip olmamıştır. Sıfatları ile ezelî olduğu gibi aynı sıfatlara sahip olarak ebedîdir."

 

Yüce Allah Ezel ve Ebed’de Kemal Sıfatlarına Sahiptir

 

Yüce Allah gerek zatî, gerek fiili sıfatları itibariyle kemal sıfatlarına sahiptir. Yüce Allah’ın daha önceden sahip değilken, sonradan herhangi bir sıfata sahip olduğuna inanmak mümkün değildir. Çünkü O’nun sıfatları kemal sıfatlarıdır. Bu sıfatların olmayışı bir eksikliktir. Daha önceden zıttı ile muttasıf iken, sonradan kemali elde etmiş olması düşünülemez.

Fiili sıfatları, ihtiyarî sıfatları ile benzeri sıfatları ileri sürerek bu görüşün reddedilmesi mümkün değildir. Mesela yaratmak, suret vermek, hayat vermek, öldürmek, daraltmak (kabz), yaymak (bast), dürmek (et-tay), istivâ, gelmek, gitmek, nüzul, gazab ve rıza buna benzer gerek kendisinin, gerek Rasûlünün kendisini vasfettiği sıfatlar (O’nun ezeli ve ebedi olarak kemal sıfatlarına sahip olduğu gerçeğine aykırı olarak görülemez.)

Her ne kadar bizler bunların gerçek te’vilinin ne olduğunu ve bunların özünü idrak edemiyorsak ta bu böyledir. Ayrıca bu konuda ne kendi görüşlerimize dayanarak te’vile dalarız, ne de kendi hevalarımıza uyarak vehimlerde bulunuruz. Ancak bunun aslî manası bizim tarafımızdan bilinmektedir.

Nitekim İmam Malik -Radıyallahu anh-’a Yüce Allah’ın: "Sonra ‘Arş’a istivâ etti." (el-Araf, 7/54) buyruğu ile ilgili olarak: Nasıl istivâ etti? diye sorulunca o şu cevabı vermişti: ‘İstivâ’nın ne demek olduğu bilinen bir husustur, keyfiyet ise meçhul’dür.’ Bu haller bir takım vakitlerde meydana geliyor, bazılarında meydana gelmiyorsa da yine böyledir. Tıpkı şefaat ile ilgili hadisteki şu ifadede olduğu gibi: "Gerçek şu ki Rabbim bugün daha önceden benzeri görülmedik ve bundan sonra da benzeri görülmeyecek bir şekilde gazaplanmış bulunuyor."[30]

Çünkü bu itibar ile böyle bir hudûs (sonradan meydana geliş) (Allah hakkında) imkânsız (mümteni’) değildir ve bu gibi şeyler hakkında önceden bu yoktu, sonradan meydana gelmiştir, ifadeleri kullanılamaz. Nitekim dün de konuşabilme gücüne sahip olmakla birlikte bugün konuşan bir kimse hakkında, o kimse yeni konuşmaya başladı, denilemez. Eğer küçüklük ve dilsizlik gibi bir rahatsızlık sebebiyle daha önceden konuşamıyor, sonra da konuşmaya başlamışsa o takdirde o yeni konuşmaya başladı, denilebilir. Herhangi bir rahatsızlık olmaksızın susup, konuşmayan bir kimse kuvvet itibariyle (potansiyel olarak) mütekellim’dir. Yani o dilediği zaman konuşabilir. Konuşması halinde ise ona fiilen mütekellim denilir. Yazma esnasında yazmayı bilenin hali de böyledir. O, o durumda fiilen kâtip’tir. Fiilen yazmadığı vakit kâtip (yazmayı bilen) bir kişi olmanın sınırı dışında değildir.

Yerilmiş kelâm ilminde söz konusu edilen hâdis’lerin (yaratılmışların) Yüce Rabbe hulûl’ü ile ilgili açıklamalara gelince ne Kitapta, ne de sünnette buna dair nefyedici bir ifade de yoktur, isbat edici bir ifade de yoktur. Bu ifade kapsamlı ve özlü bir ifadedir. Eğer bununla Yüce Allah’ın mukaddes zatına sonradan yaratılmış mahlukatından hiçbir şeyin hulûl etmeyeceği kastediliyor, yahut ta önceden sahip olmadığı yeni bir sıfata sahip olmayacağı anlatılmak isteniyorsa bu doğru bir ifadedir. Şâyet bununla o istediğini yapmıyor, dilediği vakit dilediği şekilde söz söylemiyor, mahlukata benzemeksizin gazap etmiyor, hoşnut olmuyor yahutta kendi celal ve azametine yakışacak şekilde inmek, istivâ etmek, gelmek gibi kendi zatını vasfettiği vasıflar ile vasıflandırmayarak bu gibi ihtiyarî sıfatları nefyetmek maksadı ile söyleniyorsa bu da batıl bir nefiydir.

İşte muhterem hocamız (Tahâvi): "O mahlukatı yaratmadan önce bu sıfatları ile kadîm idi..." sözleri ile Mutezile’nin, Cehmiye’nin ve onlara uygun kanaat belirten Şia’nın görüşlerinin reddolunduğuna işaret etmektedir. Çünkü onlar şöyle demişlerdir: Yüce Allah önceden kadir değil iken sonradan o fiile veya söz söylemeye (kelâm’a) kadir olmuştur. Çünkü daha önceden imkânsız iken o fiil veya kelâm mümkün olmuştur ve zatî imkânsızlıktan, zatî imkâna bir dönüşüm olmuştur. İbn Küllâb, el-Eş’arî ve onlara muvafakat edenler ise şöyle demişlerdir: Daha önceden bu fiili yapması onun için imkânsız iken fiil onun için mümkün olmuştur.

Onlara göre kelâm (söz söylemek) ise meşîet ve kudretin kapsamı içerisinde değildir. Aksine o başlı başına bir şeydir ve O’nun zatının ayrılmaz bir vasfıdır.

 

Cehmiyye’nin, Öncesi Olmayan Sonradan Olma Olayların İmkânsız Olduğuna Dair İddiası

 

Bu sözlerin asıl sahipleri Cehmiyye’dir. Onlar şöyle derler: Sonradan olma olayların sürekliliği imkânsızdır. Hâdis’lerin mutlaka bir başlangıcının olması lazımdır. Çünkü hâdis’lerin başlangıcının olmaması mümkün değildir. Buna göre yüce yaratıcının ezelden beri kendi meşi’eti ile fail ya da mütekellim olmasına da imkân yoktur. Hatta buna muktedir olması dahi imkânsızdır, çünkü imkânsız olan bir şeye kadir olmanın da imkânı yoktur.

Böyle bir iddia ise tutarsızdır, çünkü bu alemin sonradan oluşunun mümkün olmadığına delildir. Halbuki o hâdistir, hâdis ise önceden muhdes değilken, sonradan meydana gelirse bunun mümkün olması kaçınılmazdır. O halde mümkün oluşun sınırlı bir vakti yoktur. İmkanın var olamayacağı bir vakit düşünülemez. Bir fiilin mümkün olmasının caiz olmasının ve bunun sağlıklı olarak kabul edilebilmesinin belli bir başlangıcı söz konusu değildir. O halde (Yüce Allah için) fiilin her zaman için mümkün, caiz ve sahih olması gerekmektedir. Buna bağlı olarak yüce Rabbin buna kadir olması da gerekir. O halde başlangıcı söz konusu olmamak üzere hâdis olayların var olabileceği de kabul edilmelidir.

Hiç şüphesiz bütün inanç sahiplerinin büyük çoğunluğu şöyle derler: Yüce Allah’ın dışındaki herbir varlık yaratılmıştır. Önceden yokken, sonradan var edilmiştir. İşte rasûllerin sözleri de budur, onlara tabi olan müslümanların, yahudilerin, hristiyanların ve başkalarının da kabul ettikleri budur.

Fıtraten bilinen gerçeklerden birisi de şudur: Mef’ulün (fiilin eserinin) fail’i ile birlikte olması ve her zaman onunla birlikteliği elbetteki imkânsız ve muhal bir şeydir. Gelecekte hâdis’lerin teselsülü Yüce Allah’ın kendisinden başka hiçbir şeyin bulunmaması vasfına engel teşkil etmediğine göre, geçmişte de hâdis’lerin teselsülünün mümkün görülmesi de Yüce Allah’ın kendisinden önce hiçbir şey bulunmayan ilk (el-Evvel) olmasına aykırı değildir. Çünkü Yüce Allah ezelden beri ve her zaman için dilediğini yapmak ve dilediği sözü söylemek vasfına sahiptir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte böyle; Allah dilediğini yapar, buyurdu." (Al-i İmran, 3/40); "Fakat Allah dilediğini yapar." (el-Bakara, 2/253); "Arş’ın sahibidir, Mecid’dir, ne dilerse yapandır." (el-Burûc, 85/15-16); "Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa ve deniz de ardından yedi deniz daha ona (mürekkep olup) katılsa yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi." (Lokman, 31/27); "De ki: Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa, buna yardımcı olarak bir o kadar daha katsak Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenir." (el-Kehf, 18/109)

 

"O "el-Halik" adını mahlukatı yarattığından itibaren kazanmadığı gibi, "el-Bâri’" ismini bütün yaratıkları meydana getirmekle de kazanmış değildir."

 

Hocamızın (Tahâvî) ifadelerinin zahirinden anlaşıldığına göre o, geçmişte hâdis’lerin teselsülünü mümkün görmemektedir. Ancak ilerideki ifadeleri arasında gelecekte bunu imkânsız görmediğine delil olabilecek sözleri de vardır. O da şu sözleridir: "Cennet ve cehennem yaratılmıştır. Ebediyyen fena bulmazlar ve yok olmazlar." Cumhur’un görüşü budur. Bunun hem geçmişte, hem de gelecekte imkânsız olduğunu kabul edenlerin görüşlerinin tutarsız olduğundan şüphe yoktur. Nitekim el-Cehm ve ona tabi olanların görüşü budur. Bunlar cennet ve cehennemin -yüce Allah’ın izniyle- ileride gelecek olan deliller dolayısıyla yok olacağı görüşünü kabul etmiştir.

 

"O, kendisine Rab’lık edilecek hiçbir varlık yokken rubûbiyyetin manasına sahipti. Hiçbir mahluk yokken de halik olmak manasına sahipti."

 

Yani Yüce Allah kendisine Rab’lık edilecek hiçbir varlık yokken de "Rab" sıfatı vardı. Hiçbir yaratık var olmadan önce de "hâlık" sıfatına sahipti.

Şarih ilim adamlarından kimisi şöyle demiştir: "Burada rububiyetin manası ve hâlık oluşun manası" ifadesini kullanmış "hâlıkıyet"i kullanmamıştır. Çünkü halık bir şeyi sadece yokken varlık âlemine çıkartandır. Rab’bın ise pek çok manaları vardır. Bunlar ise mülk, hıfz, tedbir ve bir şeyi tedrici olarak kemal derecesine ulaştırmak demek olan terbiye manalarıdır. Şüphesiz ki O bütün bu hususiyetleri kapsayan bir lafız olan Rububiyet tabirini kullanmış bulunmaktadır."

Ancak bu ifadeler tartışılabilir. Çünkü "halk etmek" aynı zamanda takdir etmek manasına da kullanılır.

 

"O hayat verdikten sonra da ölüleri dirilten olduğu gibi onlara hayat vermeden önce de bu isme müstehaktır. Aynı şekilde bütün yaratıkları var etmeden önce de O hâlık ismine müstehaktı."

 

Yani Yüce Allah ölüleri diriltmeden önce de ölüleri diriltmek vasfına sahiptir. Aynı şekilde yaratıkları yaratmadan önce de hâlık vasfına sahiptir. O bu sözleriyle Mutezile’yi ve onların görüşlerini kabul edenleri ilzam etmektedir.

 

"Çünkü O, herşeye kâdir’dir, herşey O’na muhtaçtır. Herbir iş O’nun için pek kolaydır. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. "Hiçbir şey O’na benzemez. O herşeyi işitendir, herşeyi görendir.” (eş-Şûrâ, 42/11)

 

Kudret Sıfatına İlişkin Hususlar

 

Bu sözleriyle mahlukatı yaratmadan önce ezelde sıfatlarının sabit olduğuna işaret etmektedir. Burada "herşey (kül)" sözü ile bunun kapsamı hakkında açıklamada bulunmamız gerekmektedir. Bu tabirin herbir konumdaki kapsamı ilgili karine’ler ışığında o makama uygun olarak anlaşılmalıdır. Bu da Yüce Allah’ın izniyle ileride "Kelâm Meselesi" ile ilgili açıklamalar esnasında gelecektir.

Mutezile Yüce Allah’ın: "Allah herşeye gücü yetendir". (el-Bakara, 2/284) buyruğundan anlaşılan manayı tahrif ederek şöyle demişlerdir: O kendisi için kudreti çerçevesinde olan herşeye kadir’dir. Kulların fiillerine gelince Mutezile’ye göre onlara kadir değildir. Kendi aralarında: Bu fiillerin benzerlerine muktedir midir, değil midir? hususunda ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Ancak durum onların dedikleri gibi olsaydı, o zaman o iddialarının şu sözlerine benzemesi gerekirdi: O, bildiği herşeyi bilendir. Yarattığı herşeyin yaratıcısıdır... ve buna benzer anlamsız diğer ifadeler onların da bu iddialarını andırırdı. Onlar bu sözleriyle Yüce Allah’ın herşeye kadir olması demek olan kudretinin kemal vasfını reddetmiş olmaktadırlar.

Ehl-i sünnet’e gelince, onlara göre Yüce Allah herşeye kâdir’dir. Mümkün olan bütün varlıklar bunun kapsamına girmektedir. Zatı itibariyle muhal (imkânsız) şeylere gelince bir şeyin aynı anda ve aynı durumda hem var, hem yok olması gibi böyle bir şeyin de hakikati yoktur ve bunun varlığı da düşünülemez. Akıl sahibi kimselerin ittifakı ile de buna "şey" dahi denilemez. Yüce Allah’ın kendi zatının bir benzerini yaratması, kendi zatını yoketmesi ve buna benzer imkânsız şeyler de bu kabildendir.

İşte bu esas Yüce Allah’ın umumi ve eksiksiz rububiyetine iman etmektir. Bütün bunlara kâdir olduğuna iman etmeyen bir kimse, Yüce Allah’ın herşeyin Rabbi olduğuna iman etmiş olmaz. O’nun herşeye kadir olduğuna iman etmedikçe de O’nun rubûbiyyetinin eksiksizliğine ve kemaline iman edilmiş olmaz.

 

Mümkün ve Mevcut Olmayan Bir Şey Hariç’te (Dış Dünyada) Yok Demektir

 

Onlar mümkün olan ve var olmayan şeyler hususunda; o bir şey midir? değil midir? konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. İşin gerçeği şudur: Olmayan bir şey hariçte bir şey değil demektir.

Ancak Yüce Allah olacak şeyleri olmadan önce bilir, bunu yazar ve bazen onu söz konusu eder ve olacağını haber verir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz Kıyametin sarsıntısı pek büyük bir şey’dir." (el-Hacc, 22/1)

O halde bu ilim, zikredilmesi ve Kitapta yazılması itibariyle bir şey’dir. Hariç’te var olan bir şey değildir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O bir şeyi murad etti mi ona emri sadece ona: ol, demektir, o da derhal oluverir." (Yasin, 36/82) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ben sen önceden bir şey değilken seni yarattım." (Meryem, 19/9)

Yani o Yüce Allah’ın ilminde bir şey olarak mevcut olmakla birlikte henüz hariç’te (dış dünyada) daha bir varlık olarak ortada yoktu. Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "İnsan üzerinden öyle uzun süre geçti ki o anılmaya değer bir şey değildi." (ed-Dehr, 76/1)

"O’nun benzeri hiçbir şey yoktur." buyruğu Müşebbihe’nin kanaatini reddetmektedir. "O herşeyi işitendir, görendir." (eş-Şura, 42/11) buyruğu da Muattile’nin görüşlerini reddetmektedir.

Yüce Allah kemal sıfatlarına sahiptir. Sıfatlarında O’na benzeyen hiçbir varlık yoktur. Yaratılmışlar her ne kadar işiten ve gören olmakla nitelendirilebilir iseler de, mahlukatın işitmesiyle görmesi yüce Rabbin işitmesi ve görmesi gibi değildir. Bu sıfatlardaki benzerlik dolayısıyla teşbihi kabul etmeyi gerektiren bir taraf yoktur. Zira yaratılmışın sıfatları kendisine yakışan şekilde olduğu gibi; yaratanın sıfatları da kendisine yakışan şekildedir.

Yüce Allah’ın kendi zatını yaratıklar arasında Rabbini en iyi tanıyanın O yüce zatı, O’nun hakkında vacib ve mümteni’ (imkânsız) olan şeyleri en iyi bilen, ümmetine en samimi olarak öğüt veren, ümmetin en fasih’i, maksadını açıklama gücüne en ileri derecede sahip olanın (Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’ in) Yüce Allah’ı vasfettiği sıfatları, Allah’tan nefyetmemek gerekir. Çünkü bunlardan herhangi birisini nefyeden kimse Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’ e indirileni inkâr etmiş olur.

Şâyet Yüce Allah’ı kendi zatını vasfettiği sıfatlarla nitelendirecek olursak, O’nu yaratıklarından hiçbirisine benzetmemek gerekir. Çünkü O’nun gibi hiçbir şey yoktur. O’nu yaratıklarından birisine benzeten ise O’nu inkâr eden bir kâfir olur. Buharî’nin hocası Nuaym b. Hammad el-Huzaî der ki: Allah’ı mahlukatına benzeten kâfir olur. Allah’ın kendi zatını vasfettiği bir sıfatı inkar eden de kâfir olur. Ne Allah’ın kendi zatını, ne de O’nun Rasûlü Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem ‘in O’nu vasfettiği sıfatlarda teşbih diye bir şey yoktur.

İleride Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin: "Her kim (sıfatları) nefyetmekten ve teşbihten sakınmayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet ettirmemiş olur" ifadeleri açıklanırken bu açıklamalar da gelecektir.

 

Kemâl’i İhtiva Eden En Yüce Örnek (el-Meselu’l-A’lâ) Yalnız Yüce Allah’a Aittir

 

Yüce Allah en yüce misalin yalnız kendisinin olmakla kendi zatını nitelendirmiş ve şöyle buyurmuş: "Kötü örnek -esasen- ahirete iman etmiyenlerindir. En yüce örnek ise Allah’ındır." (en-Nahl, 16/60); "Göklerde ve yerde en yüce örnek yalnız O’nundur. O Aziz’dir, Hakim’dir." (er-Rûm, 30/27)

Bu buyruklarıyla Yüce Allah kusurları, eksiklikleri ve kemalsizliği ihtiva eden kötü örneği, düşmanları olan müşriklere ve putlarına nisbet ederken, bütün kemal sıfatlarını ihtiva eden en yüce örneğin de yalnız kendisine ait olduğunu bildirmektedir.

Yüce Allah’ın kemal sıfatlarını kabul etmeyen bir kimse kötü örneği Allah’a izafe etmiş ve kendi zatını nitelendirmiş olduğu en yüce örneği reddetmiş olur. En yüce örnek ise mutlak kemal demektir. Bu da hem var olan hususları, hem de ne kadar çok olurlarsa daha çok mükemmel ve başkalarından daha kâmil ve daha yüce oluşunu ifade eden subutî manaları ihtiva etmektedir.

Yüce Rabbin sıfatları en çok ve en mükemmel olduğundan dolayı en yüce örnek te O’nundur ve O kendisinin dışındaki bütün varlıklardan buna daha layıktır. Daha doğrusu mutlak anlamı ile en yüce örneklikte iki kişinin ortak olması imkansız bir şeydir, çünkü her ikisi her bakımdan birbirlerine eşit olacak olurlarsa biri diğerinden daha üstün olamaz. Şâyet eşit olmazlarsa, o halde bu sıfata aralarından sadece birisi sahip demektir. O halde en yüce örneğe sahip olanın bir benzerinin yahut onu andıran bir varlığın bulunması imkansız bir şeydir.

 

"O bütün mahlukatı ilmiyle yaratmıştır."

 

"Halketti (ha-la-ka)" var etti, meydana getirdi, yoktan vücuda getirdi, demektir. Bu aynı zamanda takdir etti, anlamında da kullanılır. Yaratmak (el-halk) mastardır ve bu da yaratılan (mahluk) anlamındadır.

Yani Yüce Allah mahlukatını bilerek yaratmıştır. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Yaratan bilmez mi hiç o latiftir. Herşeyden haberdardır." (el-Mülk, 67/14); "Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. O’ndan başkası bunları kimse bilmez. Karada ve denizde ne varsa (hepsini) O bilir. Bir yaprak düşmeye görsün mutlaka onu bilir. Yeryüzünün karanlıklarında (düşen) tek bir tane (bile olsa) onu bilir. Yaş ve kuru müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir Kitaptadır. O geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne kazandığınızı bilendir." (el-En’âm, 6/59-60) Bu buyrukta Mutezile’nin görüşlerini reddetmektedir.

İmam Şafiî -rahmetullahi aleyh-in arkadaşı ve onunla birlikte oturup kalkmış olan İmam Abdu’l-Aziz el-Mekkî, Bişr el-Merîsî ile birlikte Me’mun’un huzurundaki tartışmasını naklettiği "el-Hayde" adlı kitabında, Bişr’in Yüce Allah’ın ilmi ile ilgili olarak kendisi ile tartışmasını nakletmektedir. Bişr dedi ki: Ben Allah’ın bilgisiz olmadığını söylüyorum. Bunun üzerine (Abdu’l-Aziz el-Mekkî) ona söyletmek maksadı ile ilimin sıfatları ile ilgili soruları tekrarlayıp durdu. Bişr de: O bilgisiz değildir, deyip durdu. Yüce Allah’ın kendine has ilmiyle alim olduğunu itiraf etmeyince İmam Abdu’l-Aziz şunları söyledi: Cahilliğin nefyedilmesi övgü sıfatı değildir. Çünkü benim: Bu sütun cahil değildir, derken onun bilgili olduğunu söylemiş olmuyorum. Yüce Allah ise peygamberleri, melekleri ve mü’minleri bilgi sahibi olmakla övmüştür, cahil olmamakla değil. Bilgi sıfatını kabul eden cahilliği nefyetmiş olur, ancak cahilliği nefyeden bir kimse ilmi tesbit etmiş olmaz. Bütün insanların Yüce Allah’ın kendi zatı için sabit kabul ettiğini sabit kabul etmeleri, kendi zatı hakkında nefyettiğini nefyetmeleri ve kendisinin söz konusu etmediği hususları, söz konusu etmemeleri görevleridir.

Yüce Allah’ın ilmine dair aklî delile gelince: Cahillikle birlikte eşyayı var etmesi de imkansızdır. Çünkü O’nun eşyayı var etmesi iradesi ile olur. İrade ise isteneni tasavvur edebilmeyi gerektirir. İsteneni tasavvur etmek ise, isteneni bilmektir. O halde var etmek iradeyi, irade de ilmi gerektirmektedir. Var etmek buna göre ilmi gerektiren bir husustur.

Diğer taraftan mahlukat öyle sağlam ve öyle mükemmel yaratılmıştır ki bu, bunları var edenin alim olmasını gerektirmektedir. Çünkü sapasağlam ve mükemmel olarak yapılmış bir fiilin, alim olmayan birisinden sadır olması imkansız bir şeydir.

Diğer taraftan mahlukat arasında alim olanlar da vardır ve ilim bir kemal sıfatıdır. Hâlık’ın ise alim olmaması imkansız bir şeydir. Bunun da iki yolu vardır:

1- Bizler zorunlu olarak yaratıcının yaratılmıştan daha mükemmel olduğunu biliyoruz. Varlığı vacib (zorunlu) olanın mümkin olandan daha mükemmel olduğunu biliyoruz. Yine zorunlu olarak şunu bilmekteyiz: Eğer biz birisi alim, diğeri de alim olmayan iki şeyin varlığını kabul edersek, alim olan daha mükemmeldir. Eğer yaratıcı alim olmazsa o zaman varlığı mümkün olanın ondan daha mükemmel olması gerekirdi. Bu ise imkânsız bir şeydir.

2- Mahlukat demek olan mümkin varlıklar arasındaki herbir bilgi, O’ndan gelmiştir. Fiili kemal derecesinde olan ve bu şekilde varlıkları yoktan mükemmel olarak var edenin, kemalden uzak olmasına imkan yoktur. Hatta O, kemale en yakın olandır. En yüce örnek yalnız Allah’ındır. O ve mahlukat ne temsilî kıyaslarda, ne de kapsamlı kıyaslarda eşit olamazlar. Aksine mahluk lehine sabit olan her bir kemale yaratıcı daha bir layıktır. Herhangi bir mahlukun münezzeh olduğu herbir husustan yaratıcının tenzih edilmesi daha uygundur.

 

"Ve o yaratıklar için kaderler takdir etmiştir."

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Herşeyi yaratıp, onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir." (el-Furkan, 25/2); "Çünkü Biz, herşeyi bir kader ile yarattık." (el-Kamer, 54/49); "Allah’ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir." (33/38); "O ki yaratıp düzenleyendir, O ki takdir edip, yol gösterendir." (el-A’lâ, 87/2-3)

Müslim’in, Sahih’inde de Abdullah b. Amr -Radıyallahu anh-ın, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den şöyle dediğine dair rivayet vardır: "Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce bütün mahlukatın kaderlerini takdir buyurmuştur. O vakit Arş’ı su üzerinde idi."[31]

 

"Onlar için eceller tayin etmiştir."

 

Yani Yüce Allah mahlukatın ecellerini takdir ve tayin etmiştir. Öyle ki onların ecelleri geldi mi ne bir an geri kalırlar, ne de bir an öne geçerler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık ecelleri geldiği zaman bir an ne geri kalabilirler. Ne de öne geçebilirler." (Yunus, 10/49); "Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimse ölemez. O vâdesiyle yazılmış bir yazıdır." (Al-i İmran, 3/145)

Müslim’in, Sahih’inde de Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in hanımı Ummu Habibe dedi ki: Allah’ım eşim Rasûlullah ile, babam Ebu Sufyan ile kardeşim Muaviye ile gözümü aydın et. Bunun üzerine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Sen Yüce Allah’tan tesbit edilmiş eceller, sayılı hükümler, paylaştırılmış rızıklar için dilekte bulundun. Yüce Allah hiçbir şeyi vaktinden önce acele etmez, hiçbir şeyi de vadesinden sonraya bırakmaz. Eğer sen Yüce Allah’tan seni cehennem ateşi azabından, kabir azabından korumasını dilemiş olsaydın, bu hem daha hayırlı hem de daha üstün olurdu."[32]

Buna göre maktul kişi de eceliyle ölür. Yüce Allah birisinin hastalık sebebiyle, diğerinin öldürülme sebebiyle, bir başkasının göçük altında kalması sebebiyle, ötekinin yangın, berikinin suda boğulmak sebebiyle ve bunun dışındaki çeşitli sebeblerle öleceğini bilmiş, takdir etmiş ve hükme bağlamıştır. Yüce Allah ölümü ve hayatı da ölüm ve hayatın sebebini de yaratandır.

Şunu bil ki, dua da bazı hususlar hakkında meşrû ve faydalıdır, bazıları hakkında değildir. Bundan dolayı Yüce Allah dua’da haddi aşanları sevmez. İmam Ahmed -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- kendisine uzun ömür verilmesi için dua edilmesinden hoşlanmaz ve: Bu kestirilip bitirilmiş bir iştir, dermiş.

 

"Yaratıkları yaratmadan önce hiçbir şey O’na gizli değildi. Onları yaratmadan önce, onların ne şekilde amel edeceklerini biliyordu."

 

Yüce Allah olmuşu, olacağı, olmamış olanı, eğer olacak olsa nasıl olacağını bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer geri döndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler." (el-En’âm, 6/28) Her ne kadar onların geri döndürülmeyeceklerini biliyor ise de bize eğer döndürülecek olurlarsa tekrar aynı şeylere geri döneceklerini haber vermektedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi. Şâyet onlara işittirmiş olsaydı yine onlar muhakkak yüz çevirerek arkalarına döner, giderlerdi." (el-Enfâl, 8/23)

Bu da: O (Allah), birşeyi yaratmadan ve var etmeden önce onu bilemez, diyen Rafızî ve Kaderiyye’nin görüşlerini reddetmektedir. Bu da kader meselelerinin, fer’î meselelerinden birisidir.

 

"Onlara kendisine itaat etmelerini emretmiş ve kendisine isyan etmelerini yasaklamıştır."

 

Hocamızın (Tahâvî) yaratmak ve kader’i söz konusu etmesinden sonra emir ve nehyi söz konusu etmesi mahlukatı kendisine ibadet etmek için yaratmış olduğuna işaret etsin diyedir. Yüce Allah -nitekim- şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri de, insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (ez-Zariyat, 51/56); "O, hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır." (el-Mülk, 67/2)

 

"Herbir şey O’nun takdiri ve meşieti ile cereyan eder. O’nun meşieti gerçekleşir. Kulların ise kendileri için dilediğinden başka istekleri geçerli olmaz. Hulâsa onlar için O’nun dilediği şeyler olur, dilemediği hiçbir şey olmaz."

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz. Çünkü Allah en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir." (el-İnsan, 76/30); "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz." (et-Tekvir, 81/29); "Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsalardı ve herşeyi karşılarına toplasaydık. Onlar yine de Allah dilemedikçe iman etmezlerdi... Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı." (el-En’âm, 6/111-112); "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi elbette toptan iman ederlerdi." (Yunus, 10/99); "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse göğsünü İslama açar, kimi de saptırmayı dilerse onun da göğsünü gökyüzüne tırmanıyormuş gibi daraltır, sıkıştırır." (el-En’âm, 6/125) Yüce Allah, Nuh -Aleyhisselam-ın, kavmine söylediği şu sözleri de bize aktarmaktadır: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size fayda vermez." (Hud, 11/34) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar." (el-En’âm, 6/39)

Ve buna benzer Yüce Allah’ın dilediğinin olacağına, dilemediğinin de olmayacağına delil teşkil eden daha pek çok buyruk vardır. Hem kendisinin dilemediği bir şey, O’nun mülkünde nasıl olsun ki? Allah kâfirin iman etmesini isterken, kâfir de kâfir olmayı istemiş ve böylelikle kâfir’in isteği Allah’ın meşietini yenik düşürmüş olduğunu iddia eden kimseden daha kâfir ve yolca daha sapık kim olabilir? Yüce Allah bunların söylediklerinden pek münezzehtir, üstündür.

Denilse ki: Bunun, Yüce Allah’ın: "Müşrikler: Allah dileseydi, biz de babalarımız da ortak koşmazdık. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık, diyeceklerdir." (el-En’âm, 6/148); "Ortak koşanlar dediler ki: Eğer Allah dileseydi biz de, babalarımız da kendisinden başka hiçbir şeye ibadet etmezdik..." (en-Nahl, 16/35); "Ve dediler ki: Rahman dileseydi, biz onlara ibadet etmezdik. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak temelsiz bir zanda bulunuyorlar." (ez-Zuhruf, 43/20) buyrukları ile birlikte izah edilmesi oldukça zordur. Çünkü Yüce Allah onları Allah’ın meşieti ile şirk koşmalarını gerekçe gösterdikleri için yermektedir. Nitekim İblis de insanları saptırmayı Yüce Allah’a izafe edince onun şu buyruklarla yerilmiş olduğunu görüyoruz: "Rabbim, beni azdırdığından dolayı yemin ederim ki ben de yeryüzünde onlara (sana isyanı) süslü göstereceğim." (el-Hicr, 15/39)

Böyle bir soruya bir kaç türlü cevap verilmiştir. Bu cevapların en güzellerinden birisi de şudur: Yüce Allah’ın, bu tavırlarını olumsuz karşılama sebebi onların Yüce Allah’ın bu husustaki meşietini yaptıklarına razı oluşuna, onların bu işlerini sevdiğine delil göstermelerinden dolayıdır. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Eğer o bu yaptığımızdan hoşlanmasaydı ve gazap etseydi, bunu dilemezdi. Böylelikle onlar O’nun meşietini rızasına delil gibi değerlendirdiler. İşte Yüce Allah da onların bu kanaatlerini reddetmektedir.

Yahut ta Yüce Allah onların: "Allah’ın meşieti o hususu emrettiğine bir delildir" şeklindeki inanışlarını reddetmiş olmaktadır.

Ya da O, kaza ve kaderini ileri sürerek, şeriatine, rasûlleriyle göndermiş olduğu emrine, kitabındaki hükümlerine karşı çıkışlarını reddetmektedir. Çünkü onlar genel meşieti bu işe itici bir unsur olarak değerlendirmişlerdi. Onlar Allah’ın meşietini tevhid cihetiyle söz konusu etmemişler, aksine meşieti O’nun emrine karşı çıkmak, O’nun şeriatını çürütmek üzere söz konusu etmişlerdi.

Nitekim zındıkların ve cahillerin yaptıkları da budur. Onlara bir emir verildiğinde yahut bir yasak bildirildiğinde kaderi delil gösterirler. Nitekim bir hırsız Ömer -Radıyallahu anh- karşı kaderi gerekçe göstermeye kalkışmış, o da ona: Ben de Allah’ın kaza ve kaderi gereği senin elini kesiyorum, demiştir. Buna da Yüce Allah’ın şu buyruğu tanıklık etmektedir: "Onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar işte böyle yalanlamışlardı." (el-En’âm, 6/148)

Böylelikle onların maksatlarının yalanlamak olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Çünkü onların bu iddiası bizzat fiillerinden öncedir. Allah’ın bunu takdir etmeyeceğini nereden biliyorlardı? Gayba mı muttali olmuşlardı?

 

Âdem ile Musa (İkisine de Selâm Olsun) Arasındaki Tartışma İle İlgili Hadis

 

Adem -Aleyhisselam-ın, Musa -Aleyhisselam-a kaderi gerekçe gösterdiği şu sözleri hakkında ne dersiniz: Sen beni Yüce Allah’ın, yaratılışımdan kırk yıl öncesinden beri hakkımda yazmış olduğu bir iş dolayısıyla mı kınarsın? Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de Adem’in, Musa -Aleyhisselam-a karşı susturucu delili getirmiş olduğuna dair tanıklık etmiştir.[33] Yani onu yenik düşürmüştür.

Buna şöyle cevap verilir: Bu hadis Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sahih olarak nakledildiği için bunu kabul eder, dinler ve itaat ederiz. Kaderiye’nin yaptığı gibi buna red ile ravi’sini yalanlamakla karşılık vermeyiz. Anlamsız te’villere de başvurmayız. Ancak sahih olan şudur: Adem -Aleyhisselam- kaza ve kaderi günahına delil ve gerekçe olarak göstermemiştir. Çünkü o Rabbini de günahını da çok iyi bilen birisi idi. Aksine onun mü’min evlatlarından bir kişi bile kaderi delil göstermez, çünkü bu batıl birşeydir. Musa -Aleyhisselam- da hem babasını daha iyi bilirdi, hem de kendisi dolayısıyla tevbe ettiği, Allah’ın da tevbesini kabul ettiği bir günahı dolayısıyla Adem’i kınamayacak kadar babasını yakından tanırdı. Hem babasını Yüce Allah seçmiş, beğenmiş ve hidayete iletmiştir. Buradaki kınama sadece Adem’in çocuklarını cennetten çıkartan musibettir. Adem -Aleyhisselam- da işlediği hataya ve günaha değil, musibete kaderi delil göstermiştir. Çünkü musibetler halinde kader delil gösterilebilir, yoksa ayıplamak ve kusur ortaya koymak maksadıyla kader delil gösterilemez.

Hadis hakkında yapılan en güzel açıklama budur. Takdir olunan musibetlere teslimiyet icab eder. Bu da Yüce Allah’ı Rab olarak bilmenin mükemmelliğinin bir göstergesidir. Günahlara gelince; kulun günah işlemek gibi bir hakkı yoktur. Günah işleyecek olursa mağfiret dilemesi ve tevbe etmesi görevidir. Kusurlardan dolayı tevbe eder, musibetlere karşı da sabreder. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O halde sen sabret. Şüphesiz Allah’ın va’di hak’tır. Günahın için de mağfiret dile." (el-Mu’min, 40/55); "Şâyet sabreder ve sakınırsanız, onların hilekârlıklarının size zararı olmaz." (Al-i İmran, 3/120)

İblis’in söylediği nakledilen: "Rabbim, beni azdırdığından dolayı yemin ederim ki..." sözlerine gelince; bu sözleri dolayısıyla kaderi günahına delil gösterdiğinden dolayı yerilmiştir, yoksa kaderi itiraf ve kabul ettiğinden dolayı değil. Nuh -Aleyhisselam-ın şu sözlerine dikkat edelim: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size fayda vermez ve nihayet ancak O’na döndürüleceksiniz." (Hud, 11/34) Şair ne güzel söylemiş:

"Senin dilediğin olur, ben dilemesem bile,

Ve eğer Sen dilemezsen benim dileğim olmaz."

 

"O’ndan bir lutuf olmak üzere dilediğine hidayet verir, dilediğini korur ve afiyet verir. Adaletinin bir tecellisi olarak da dilediğini saptırır, yardımsız bırakır ve belâlara maruz kılar."

 

Bu ifadeler Mutezile’nin kulların daha çok menfaatine (aslah) olanı yapmasının vacib olduğu şeklindeki kanaatlerini reddetmektedir. Bu da hidayete iletmek ve saptırmak meselesi diye bilinir.

Mutezile der ki: Allah’tan hidayetin anlamı, doğru yolu açıklaması demektir. Saptırmanın anlamı ise kula sapık (dall) adını vermek yahut ta Yüce Allah’ın kul hakkında kulun kendi nefsinde sapıklığı yaratması esnasında dalalet ile hüküm vermesidir. Bu açıklamanın temeli ise kulların fiilleri, onlar tarafından yaratılır, şeklindeki bozuk kanaatleridir.

Bizim söylediğimizin delili de yüce Allah’ın şu buyruğudur: "Muhakkak ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, fakat Allah dilediğine hidayet verir." (el-Kasas, 28/56) Şâyet hidayet yolu açıklamaktan ibaret olsaydı, peygamberin hidayete erdirememesini söz konusu etmek doğru olmazdı. Çünkü Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- sevene de, sevmeyene de yolu açık açık göstermiş bulunmaktadır. Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Biz dileseydik her nefse elbette hidayetini verirdik." (es-Secde, 32); "İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur." (el-Müddessir, 74/31)

Şayet hidayet her kişi hakkında genel bir mahiyette bulunan Allah’ın beyanı demek olsaydı, bunun Allah’ın meşieti kaydı ile birlikte söz konusu edilmesi doğru olmazdı. Nitekim Yüce Allah’ın şu buyrukları da böyledir: "Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı ben de (cehennemde) hazır edilenlerden olurdum." (es-Saffat, 37/57); "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar." (el-En’âm, 6/39)

 

"Hepsi de O’nun lutfu ve adaleti arasında meşîeti çerçevesinde gider, gelirler."

 

Onların hali Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirdiği gibidir: "Sizi yaratan O’dur. Artık kiminiz kâfir oluyor, kiminiz de mü’min oluyor." (et-Teğabun, 64/2) Yüce Allah kimi imana iletir ve hidayet verirse bu, O’nun lutfuyladır. Bundan dolayı hamd yalnız O’nadır. Kimi de saptırırsa bu da O’nun adaleti iledir. Hamd yalnız O’nundur. Yüce Allah’ın izniyle bu hususa dair daha başka açıklamalar da gelecektir. Çünkü İmam Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- kader’e dair açıklamalarını tek bir yerde, bir arada zikretmeyerek değişik yerlerde söz konusu etmiştir. Ben de bu konuyu onun tertibine uygun olarak ele aldım.

 

"O zıtları bulunmaktan ve denkleri bulunmaktan pek yücedir."

 

Zıt ondan farklı ve muhalif demektir. Denk (en-nidd) ise onun benzeri demektir.

Yüce Allah’a karşı çıkacak kimse olamaz. Aksine O’nun dilediği herşey olur, dilemediği hiçbir şey olmaz. O’nun hiçbir benzeri de yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kimse de O’nun dengi değildir." (el-İhlâs, 112/4)

Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- Yüce Allah’ın zıddının ve denginin bulunmadığını söylemekle, Mutezile’nin kul kendi fiilini yaratır şeklindeki iddialarının reddedildiğine işaret etmektedir.

 

"O’nun kazasını reddedecek yoktur. Kimse O’nun hükmüne karşı çıkamaz, kimse O’nun emrine karşı koyamaz."

 

Hiçbir şey Allah’ın kazasını geri çeviremez, O’na karşı çıkamaz; yani hiçbir kimse O’nun hükmünü erteleyemez. Kimse O’nun emrine karşı koyamaz. Aksine bir ve tek ve Kahhâr olan o Yüce Allah’tır.

 

"Bütün bunlara iman ettik ve bütün bunların O’ndan geldiklerine kesin olarak inandık."

 

İman ile ilgili açıklamalar Yüce Allah’ın izniyle biraz sonra gelecektir. Îkan (kesin inanış) ise suyun havuzda karar kılması anlamında istikrar bulmak, yerleşmek demektir.

Meydana gelen herbir olayın Allah’tan geldiğine inanıyoruz. Yani O’nun kaderi, kazası, iradesi, meşiet ve tekvini ile olur herşey. Buna dair açıklamalar da Yüce Allah’ın izni ile yerinde gelecektir.

 

"Ve muhakkak Muhammed O’nun seçilmiş kuludur. Seçkin peygamberidir, kendisinden razı olunmuş Rasûlüdür."

 

Seçiliş, seçmek ve razı oluş (ıstıfâ, ictibâ ve irtizâ)

Şunu bil ki mahluk’un kemali, Yüce Allah’a ubudiyeti (kulluğu) en ileri derecedeki ortaya koyuşuna bağlıdır. Kul ubudiyetini ne kadar ileri derecede gerçekleştirirse kemali o kadar artar, derecesi o kadar yükselir. Herhangi bir şekilde kulun ubudiyetin sınırları dışına çıkabileceğini ve ubudiyetin sınırlarının dışına çıkmanın daha kamil olduğunu vehmedenler hiç şüphesiz insanların en bilgisizleri ve en sapıklarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rahman evlat edindi, dediler. O bundan münezzehtir. Bilakis onlar mükerrem kullardır." (el-Enbiya, 21/26) Ve buna benzer daha pek çok âyet-i kerîme.

Yüce Allah makamların en şereflisinde peygamberinden "abd: kul" diye söz etmektedir. İsra ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Kulunu geceleyin... götüren (Allah) münezzehtir." (el-İsrâ, 17/1); "Şu da bir gerçek ki Allah’ın kulu O’na ibadet etmek için kalktığı zaman..." (el-Cin, 72/19); "Kuluna vahyettiğini vahyetti." (en-Necm, 53/10); "Eğer kulumuza kısım kısım indirdiğimizden şüphe içinde iseniz..." (el-Bakara, 2/23) O, bununla dünyada da, ahirette de insanların önüne geçirilmeye hak kazanmıştır.

Bundan dolayı Mesih -Aleyhisselam- Kıyamet gününde sair peygamberlerden sonra kendilerine şefaat etmesi için talepte bulunulacağında şöyle diyecektir: " Günahının geçmişi de, geleceği de kendisine bağışlanmış bir kul olan Muhammed’e gidiniz."[34] Böylelikle kâmil manasıyla Yüce Allah’a kulluk etmek suretiyle bu mertebeye ulaşmış olmaktadır.

"Ve muhakkak Muhammed" ifadesi önceden geçmiş bulunan "şüphesiz ki Allah bir ve tektir, O’nun ortağı yoktur" ifadesine atfedilmiştir. Yani bunlar da onun baştaki: "Allah’ı tevhid hususunda deriz ki..." sözlerinin bir devamıdır.

 

Peygamberlerin Nübüvvetlerinin Delilleri

 

Kelam ve aklî ilimlerle uğraşanlarca izlenmesi adet olmuş yol, peygamberlerin peygamberliğini mucizelerle ispatlamaktır. Ancak onların pek çoğu peygamberlerin peygamberliğini yalnızca mucizeler yoluyla bilmektedir. Onlar bunu birbiriyle çelişen çeşitli yollarla ortaya koymaya çalışmışlar. Onların birçoğu peygamberlerin dışındaki kimselerin olağan üstü olaylar gösterebileceğini de kabul etmezler. Öyle ki bunlar velilerin kerametlerini, büyüyü ve buna benzer hususları inkar etmişlerdir.

Mucizelerin sağlıklı bir delil olduklarında şüphe yoktur. Ancak delil sadece mucizelere munhasır değildir. Çünkü peygamberlik iddiasında ya doğru sözlülerin en doğrusu yahut yalancıların en yalancısı bulunur. Cahillerin cahili olmadıkça da bu iki şahsiyeti birbirine karıştırmaya imkan yoktur. Hatta onların halleri ve durumları gerçek mahiyetlerini ortaya koyar ve bununla gerçek durumları anlaşılır. Peygamberlik iddiası dışında bile doğruyu yalancıdan ayırd etmenin bir çok yolu olduğuna göre, ya peygamberlik iddiasında bu söz konusu olmaz mı? Hassan -Radıyallahu anh-ın şu beyiti ne kadar da yerindedir:

"Eğer onda herşeyi açıkça ortaya koyan belgeler bulunmamış olsaydı bile,

Onun apaçık durumu sana işin gerçeğini anlatmaya yine yeterdi."

Yalancılar arasında peygamberlik iddiasında bulunmuş herkesin mutlaka cahilliği, yalancılığı, hayasızlığı, şeytanların onu etkileri altına almış oldukları, asgari seviyede ayırdetme gücü bulunan herkes tarafından mutlaka açıkça görülür ve anlaşılır. Şüphesiz ki rasûl insanlara bir takım hususları haber verir bildirir, bir takım hususları emreder. Doğruluğunu açıkça ortaya koyacak bir takım işler yapması da kaçınılmazdır.

Yalancının da vermiş olduğu emirlerde, haberlerde ve yaptığı işlerde pek çok yönden yalan söylediği mutlaka ortaya çıkar. Hatta aynı iddiada bulunan her iki kişiden mutlaka birisi doğru, diğeri yalancı ise; şüphesiz doğru söyleyenin doğruluğunun, yalan söyleyenin de yalancılığının -bir süre sonra olsa dahi- mutlaka ortaya çıkması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü doğruluk, iyilikten ayrılmaz. Yalancılık ta kötülükten ayrılmaz.

Nitekim Buharî ve Müslim’in Sahih’lerinde Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Doğruya sımsıkı sarılınız, çünkü doğruluk iyiliğe iletir. Şüphesiz ki iyilik te cennete ulaştırır. Kişi doğru söylemeye devam ettikçe doğruluğun yollarını araştırıp, durdukça sonunda Allah nezdinde çok doğru sözlü (sıddîk) olarak yazılır. Yalandan da sakınınız, çünkü yalan günaha götürür. Günah ise cehenneme ulaştırır. Kişi yalan söyleyip, yalanı araştırmaya devam edip durdukça sonunda Allah nezdinde de yalancı (kezzâb) diye yazılır."[35]

İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size şeytanların kimin üzerine indiğini haber vereyim mi? Her yalancı günahkar üzerine inerler. Onlar (şeytanın yalanlarına) kulak verirler ve onların çoğu yalan söylerler. Şairlere de azgınları uyar. Görmedin mi onlar her vadide şaşkın dolaşırlar ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler." (eş-Şuarâ, 26/221-226)

Kâhin vb.leri her ne kadar bazen gaybî bir takım şeyleri haber veriyor gibi görünüyor ve bu haberleri doğru çıkıyor görünse dahi, onların yalanları ve dolanları haber verdikleri şeyin bir melekten öğrenilmemiş olduğunu ve onların peygamber olmadıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Bundan dolayı Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-, İbn Sayyad’a: "Ben sana bir şey sakladım" deyince, O: (Sakladığın) ed-duh’dur demiş. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de: "Yıkıl karşımdan! Sen hiçbir zaman gerçek değerinin üstüne çıkamayacaksın diye buyurmuştur."[36]

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bu sözleriyle, sen ancak bir kâhinsin demek istemişti. Yine bu şahıs, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e: "Bana doğru sözlü birisi ile diğeri yalancı birisi gelir"[37] demişti. Yine; "ben su üstünde bir arş görüyorum", demişti.[38] Onun bu gördüğü arş şeytanın tahtı idi.

Ayrıca Yüce Allah şairlere, azgınların (el-ğâvûn) uyduklarını açıklamıştır. ⁄âvî (azgın) ise hevâ ve arzusunun peşine takılan kimse demektir, isterse sonunda bu kendisi için zararlı olsun.

Rasûlü, onun doğruluğunu, vefakârlığını, sözlerinin ameline uygunluğunu bilen bir kimse; kesin olarak onun şair ya da kâhin olmadığını da bilir.

İnsanlar çeşitli delillerle doğru olanı yalancıdan ayırt edebilirler. Hatta bir takım sanat ve kanaatler ile ilgili iddialarda bulunanlar için dahi bu böyledir. Bir kimse çiftçilik, dokumacılık ve yazı yazmayı bilmek; yahut ta nahiv, tıp, fıkıh ve buna benzer ilimleri bilmek iddiasında bulunsa bile (bilip bilmediği) kolaylıkla anlaşılır.

Nübüvvet mutlaka rasûlün sahip olması gereken bir takım ilim ve amelleri ihtiva eder. İlimlerin de, amellerin de en şereflisi odur. O halde bu hususta doğru söyleyen ile yalan söyleyen birbirine nasıl karıştırılabilir? Şüphesiz ki muhakkak ilim adamları bir, iki ve üç kişinin verdiği haber ile birlikte bazen zaruri (kesin) bilgiyi hasıl edecek karineler bulunabileceğini kabul etmişlerdir. Mesela bir kimsenin bir başkasının hoşnutluğunu, sevgisini, nefretini, sevincini, kederini ve buna benzer nefsî bir takım hallerini yüzündeki ifadelerden bilmesi buna örnektir. Bunları ifadeye dökmek mümkün olmayabilir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer dilersek onları elbette sana gösteririz. Sen de onları muhakkak yüzlerinden tanırdın." (Muhammed, 47/30) Daha sonra da: "Yine de sen onları -andolsun- söyleyişlerinden de bilirsin" diye buyurmaktadır. Şöyle denilmiştir: Bir kimse içinden bir şey gizledi mi mutlaka Yüce Allah onu yüzüne ve dilinden kaçırdığı sözler ile dışarıya yansıtır.

 

Karine’lerle, Haber Verenin Doğruluğunun Bilinmesi

 

Haber veren kimsenin doğru ya da yalan söylediği beraberinde bulunan karinelerle bilinebildiğine göre bir kimsenin kendisinin Allah’ın rasûlü olduğu iddiası nasıl bilinemez? Böyle birisinin doğru mu söylediği, yalan mı söylediği nasıl anlaşılamaz? Bu hususta çeşitli delillerle doğru söyleyen yalancıdan nasıl ayırt edilemez?

Bundan dolayı Hatice Radiyallahu anha’nın, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in vahiy kendisine geldiğinde söylediği şu sözlerinde tamamen doğru olduğunu biliyordu: "Ben, bana bir kötülük olacağından korktum. O: Asla, Allah’a yemin ederim ebediyyen Allah seni rüsvay etmez. Çünkü şüphesiz ki sen akrabalık bağlarını gözetir, doğru konuşur, bitkin kimseyi bineğin üzerinde taşır, misafire ikram eder, yoksula kazandırır, hak’kın musibetlerine karşı (başkalarına) yardımcı olursun, demişti."[39]

O kastî olarak yalan söylemekten korkmamıştı. O kendisinin yalan söylemediğini biliyordu. Onun korkusu kendisine kötü bir şeyin arız olacağından dolayı idi. İşte bu ikinci konumu da reddedecek şeyleri Hatice Radiyallahu anha söz konusu etti. Bu ise onun tabiatında bulunan üstün ahlaki değerler ve güzel karakterleri idi. Yüce Allah’ın övülmeye değer ahlakî özellikleri fıtratında yerleştirdiği, yerilen ve kötü huylardan tenzih ettiği bir kimseyi asla mahcup etmeyeceği de Yüce Allah’ın bilinen bir sünnetidir.

Nitekim Necaşî de, Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in haber verdiği hususlara dair huzurunda bulunanlardan soru sorup da onlardan Kur’ân okumalarını isteyip, kendisine Kur’ân okumaları üzerine şunları söylemişti: "Şüphesiz ki bu ve Musa’nın getirdikleri elbetteki aynı aydınlığın kaynağından gelmektedir."[40]

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Varaka b. Nevfel’e gördüklerini haber verdiğinde de böyle olmuştur. Varaka, hristiyanlığa girmişti. İncil’i de Arapça olarak yazardı. Hatice -Radıyallahu anh- ona dedi ki: "Amcacığım, kardeşinin oğlunun söylediklerini bir dinle. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- gördüklerini ona bildirince şunları söylemişti: İşte bu Musa’ya vaktiyle gelen Namûs’un (Cebrail’in) kendisidir."[41]

Bizans Kralı Hirakl (Heraklieus) da aynı durumdadır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- kendisini İslâma davet etmek üzere bir mektup yazdığında, o da o vakit oralarda bulunan Arapların getirilmesini istemişti. Ebu Sufyan da Kureyş’e mensup bir grup ile birlikte, bir ticaret kervanı ile Şam’a gelmişti. Hirakl onlara Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in durumu ile ilgili sorular sordu. Ebu Sufyan’a sorarken, diğerlerine de yalan söyleyecek olursa onu yalanlamalarını emretti. Böylelikle onlar susmak suretiyle Ebu Sufyan’ın vermiş olduğu haberlere muvafakat ettiklerini göstermiş oldular.

Onlara sordu: Ataları arasında hükümdar var mıydı? Hayır, dediler.

Peki bundan önce bu sözü söyleyen bir kimse olmuş muydu? Diye sordu. Yine: Hayır, dediler.

Onlara: Aranızda soylu birisi midir? Diye sordu. Onlar, evet dediler.

Onlara: Bu sözlerini söylemeden önce onu yalancılıkla itham ediyor muydunuz? Diye sordu. Onlar: Hayır, hiç yalanını tesbit etmedik, dediler.

Onlara: İnsanların zayıf ve güçsüzleri mi yoksa ileri gelenleri mi ona uydu? Diye sordu. Ona zayıf kimselerin uyduğunu söylediler.

Onlara: Peki ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor mu? Diye sorunca, arttıklarını söylediler.

Dinine girdikten sonra beğenmediğinden ötürü dininden çıkan bir kimse oluyor mu? Diye sordu. Hayır, dediler.

Onunla hiç savaştınız mı? Diye sorunca da, evet dediler.

Aralarındaki savaşın durumunu da sorduğunda şöyle dediler: Bazen biz yeniliyoruz, bazen biz ona galip gelebiliyoruz.

Onlara: Hiç antlaşmasını bozuyor mu? Diye sordu. Bozmadığını söylediler.

Size neyi emrediyor? Diye sorunca da şöyle dediler: Bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmemizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı emretmekte, atalarımızın taptıklarından uzak durmamızı söylemekte, bize namazı, doğruluğu, iffetli olmayı, akrabalık bağlarını gözetlemeyi buyurmaktadır.

İşte bunlar toplam olarak on sorudan fazladır. Daha sonra onlara sorduğu bu sorulardaki delilleri açıklayarak şunları söyledi:

Ben size: Ataları arasında bir hükümdar olup olmadığını sordum. Bana: Hayır, dediniz. Ataları arasında hükümdar bulunsaydı, ben atasının hükümdarlığının peşine düşmüş, diyecektim.

Onun bu sözlerini ondan önce aranızda başka bir kimse söyledi mi? Diye sordum size, Siz: Hayır, dediniz. Derim ki: Eğer bunu ondan başka birisi daha önceden söylemiş olsaydı, bu da kendisinden önce söylenmiş sözü tekrarlayan bir adamdır, diyecektim.

Size: Bu sözlerini söylemeden önce onu yalancılıkla itham ediyor muydunuz? Diye sordum. Siz: Hayır, dediniz. Derim ki: İnsanlara karşı yalan söylemeyen bir kimse kalkıp ta Allah’a karşı yalan söylemez.

Size: İnsanların güçsüzleri mi ona uyuyorlar, yoksa ileri gelenleri mi? Diye sordum. Siz: Güçsüzleri, dediniz. İşte -işin başında- peygamberlere uyanlar onlar olur.

Sonra şöyle dedi: Size: Ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor mu? Diye sordum. Siz: Hayır, artıyorlar dediniz. Tamamlanıncaya kadar imanın durumu budur.

Size: Dinine girdikten sonra beğenmeyerek dininden aralarından dönen oluyor mu? Diye sordum. Siz: Hayır, dediniz. İşte iman böyledir. Onun huzuru kalplere karıştı mı kimse artık ondan nefret etmez.

İşte bu, doğruluğun ve hakkın alâmetlerinin en büyüklerindendir. Yalan ve batıl’ın işin sonunda ortaya çıkması kaçınılmaz bir şeydir. O vakit, o işin arkasından gidenler dönerler ve baştan beri ona girmeyenler de ondan uzak kalırlar. Yalan ancak kısa bir süre revaç bulur, sonra ortadan kalkar.

Yine ben size: Sizinle, onun arasında savaşın durumu nedir? Diye sordum. Siz: Değişken olduğunu söylediniz. İşte peygamberler böylece sınanırlar ve sonunda akıbet onların olur.

(Devamla) dedi ki: Size antlaşmalarında durmamazlık ediyor mu? Diye sordum. Siz: Hayır, dediniz. İşte peygamberler hep böyledir. Onlar antlaşmalarını bozmazlar.[42]

Hirakl, peygamberlerin adetlerini, Allah’ın onlar hakkındaki sünnetlerini kimi zaman Allah’ın onları zafere kavuşturup kimi zaman onları sınadığını, onların sözlerinde durmamazlık etmediklerini bildiğinden bu alametlerin rasûllerin alametleri olduğunu da bilmişti. Yüce Allah’ın peygamberler ve mü’minler hakkındaki sünnetinin bollukla ve darlıkla onları sınamak olduğunu da bilmişti. Böylelikle şükür ve sabır derecelerine ulaşmaları sağlanmaktadır.

Nitekim, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den gelen sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki Allah mü’min hakkında bir kaza takdir buyurdu mu mutlaka o, o mü’min için hayırlıdır ve bu ancak mü’min için böyledir. Ona bir bolluk isabet ederse şükreder, bu onun için bir hayır olur. Yine ona bir darlık ve sıkıntı isabet ederse sabreder, bu da onun için bir hayır olur."[43]

Yüce Allah, Uhud gününde düşmanlarına zafer verişindeki hikmeti Kur’ân-ı Kerîm’de beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Gevşemeyin ve üzülmeyin. Siz eğer mü’minler iseniz muhakkak üstünsünüz." (Al-i İmran, 3/139) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lam, Mim. İnsanlar iman ettik demeleri ile bırakılıverileceklerini ve imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?" (el-Ankebut, 29/1-2) ve buna benzer Yüce Allah’ın yarattıklarındaki sünnetine ve akılları hayrete düşüren hikmetine delil teşkil edebilecek pek çok âyet ve hadis daha vardır.

(Herakliyus) devamla dedi ki: Ve ben size onun neleri emrettiğini sordum. Bana: Allah’a ibadet etmenizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı emrettiğini, size namaz kılmanızı, zekat vermenizi, doğruluğu, iffetli olmayı, akrabalık bağlarını gözetmeyi emrettiğini ve size atalarınızın tapındıklarını yasakladığını söylediniz. İşte bunlar bir peygamberin vasıflarıdır.

Ben bir peygamberin gönderileceğini biliyordum, fakat bu peygamberin aranızdan çıkacağını zannetmiyordum. Onun yanında olmayı, ona ulaşabilmeyi candan arzulardım. Eğer bir hükümdar olmasaydım, şüphesiz yanına giderdim ve eğer onun söyledikleri gerçek ise pek yakında şu ayaklarımın bastığı yerlere sahip olacaktır.

Bu sözlere muhatap Ebu Sufyan b. Harb idi. O zamanlar o Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e insanlar arasında en ileri derecede düşmanlık ve kin besleyen kâfir bir kimse idi.

Ebu Sufyan b. Harb dedi ki: Yanından çıkarken arkadaşlarıma şunları söyledim: Bu Ebu Kebşe’nin oğlunun işi artık gerçekten ilerlemiş bulunuyor. Gerçek şu ki Sarıoğullarının hükümdarı artık onu ta’zim ediyor. Ben o andan itibaren Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in işinin ortaya çıkıp, üstünlük sağlayacağına inanıp durdum ve nihayet Allah, İslam’ı benim hoşuma gitmiyorken bulunduğum yere kadar soktu.[44]

Bilinmesi gereken hususlardan birisi de şudur: Kalpte bir takım hususların toplamı ile bazı haller ortaya çıkabilir ve bunların bir bölümü ile bu hususlar birbirinden ayırt edilemez. Hatta kimi zaman insan tokluk, suya kanmışlık, şükür, sevinç ve gam gibi halleri bir takım hususların bir arada bulunması sonucu bir anda elde edebilir, diğer taraftan bunların bir bölümüne de sahip olmayabilir. Ancak onların bir bölümü bu işin bir kısmını da gerçekleştirebilir.

İşte bir haber ile ilim sahibi olmak ta böyledir. Haber-i vâhid, kalpte bir tür zan hasıl eder. Arkasından bir başka haber daha gelir ve nihayet bu ilim ifade edecek noktaya kadar ulaşır, sonunda artar ve güçlenir. İşte doğruluğa ve yalana dair delillerle benzerleri de bu şekildedir.

Yine Yüce Allah peygamberlerine ve mü’minlere lütuf ve ihsanlarına delâlet edecek, diğer taraftan onları yalanlayanlara verdiği cezayı gösterecek bir takım eserleri dünyada bırakmış bulunmaktadır. Tufan’a dair mütevatir haberler ile Fir’avun’un ve askerlerinin suda boğulmasına dair haberler gibi. Şanı Yüce Allah eş-Şuarâ suresinde Musa, İbrahim, Nuh ve onlardan sonra gelen peygamberlerin kıssalarını tek tek söz konusu ettikten sonra herbir kıssanın sonunda şunları söylemektedir: "Şüphesiz ki bunda bir âyet (delil) vardır. Fakat çoğu iman etmediler. Şüphe yok ki Rabbin Aziz’dir, Rahim’dir." (eş-Şuarâ, 26/67-68)

Özetle; yeryüzünde ben Allah’ın rasûlüyüm, diyen bunlara bir takım kimselerin tabi olduğuna, bir takım kimselerin muhalefet ettiğine, Allah’ın rasûllere ve mü’minlere yardım ettiğine, güzel akıbeti onlara tahsis edip düşmanlarını cezalandırdığına dair bilgi mütevatir bilgilerin en üstünü, en açığıdır.

Bu hususlara dair haberlerin nakledilmesi, geçmiş İran hükümdarları, Hipokrat, Calinos, Batlamyus, Sokrat, Eflatun, Aristo ve onlara tabi olmuş tıp ve felsefe bilginlerine dair nakledilegelmiş haberlerden daha açık, daha kat’î ve güçlü delillere dayalıdır.

Bugün bizler peygamberlerin, onlara dost ve düşman olanların durumları ile ilgili bilgileri, tevatür yolu ile bildiğimize göre kesin olarak onların da doğru söyleyen ve hak üzere kimseler olduklarını da pek çok yönden bilebilmekteyiz:

1- Onlar ümmetlere kendilerinin muzaffer olacaklarını, diğerlerinin ise ilahi yardımdan mahrum kalıp, güzel akıbetin de kendilerinin olacağını haber vermişlerdir.

2- Gerçekleşen şekil bilindiği takdirde Yüce Allah’ın onlara nasıl yardım ettiği ve düşmanlarını da nasıl helak ettiği açıkça anlaşılır. Firavun’un suda boğulması, Nuh kavminin suda boğulması ve diğer halleri bilindiği takdirde; peygamberlerin de doğru söyledikleri anlaşılır.

3- Peygamberlerin getirdikleri şeriatleri ve bu şeriatlerinin teferruatını bilen bir kimse, onların insanların en bilgilileri olduklarını açıkça anlar. Cahil ve yalancı birisinin böyle bir şeyi ortaya koyamayacağını, onların getirdikleri şeriatın rahmet, maslahat, hidayet ve hayrı ihtiva ettiğini, bunların insanlara kendilerine faydalı olacak şeyleri gösterip, zararlı olacak şeylerden de onları alıkoymak istediklerini anlar. Bütün bunlar ise ancak insanlara en ileri derecede hayır ve faydalıyı gerçekleştirmeyi gözeten, son derece merhametli ve iyi bir kimseden sadır olduğunu açıkça ortaya koyar.

Hiç şüphesiz Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in peygamberliğine delil teşkil eden mucizeleri ve bunları etraflı bir şekilde açıklamanın yeri burası değildir. Beyhakî ve buna benzerleri bu hususta özel ve bağımsız eserler yazmışlardır.

 

Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in Risaletini İnkâr Etmek, Yüce Allah’a Dil Uzatmak Demektir

 

Hatta onun risaletini inkar etmek, yüce ve mübarek olan Allah’a dil uzatmaktır. Onu zulme ve mantıksızlığa nisbet etmektir. -Yüce Allah bundan pek yüce ve münezzehtir.- Hatta tamamıyla Allah’ı red ve inkâr etmektir.

Bunu şöylece açıklayabiliriz: Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- peygamberliğini inkar edenlere göre, doğru sözlü bir peygamber değil de zalim bir hükümdar olup Yüce Allah’a iftira etmiş, O’na karşı yalanlar uydurmuş, arkasından helal ve haram koyacak noktaya kadar işi götürmüş, farzlar koymuş, şer’î hükümler belirlemiş, önceki dinleri neshedip, boyunlar vurmuş, hak ehli oldukları halde peygamberlere tabi olanları öldürmüş, onların kadınlarını esir almış, mallarını, ülkelerini ganimet almış ve yeryüzünü fethini tamamlayıncaya kadar bunları sürdürmüş.

Bütün bunları da Yüce Allah’ın kendisine verdiği emirlere nisbet edip Rabbi’nin kendisini sevdiğini ileri sürmüş olmakla birlikte; Yüce Rab onun hak ehline bütün bunları yaptığını; yirmiüç yıl boyunca bu iftiralarını sürdürmeye devam ettiğini gördüğü halde, onu destekler, ona yardım etti, şanını yüceltip durdu. Buna karşılık beşerin alışageldiğinin çok ötesinde harikulade şekillerle ona zaferin sebeblerini ve imkanlarını hazırlardı. Bundan daha ileri derecede olmak üzere dualarını kabul etti. Düşmanlarını helak edip, şanını da yücelti... Evet bütün bunlar olurken onu yalanlayanlara göre o, son derece yalancı, iftiracı ve zalim bir kimse olarak görülüyorsa, hiç şüphesiz Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim hiçbir kimse olmayacağına göre; bu peygamber onlara göre sair peygamberlerin şeriatini iptal ettiğine, değiştirdiğine, Allah’ın dostlarını öldürdüğüne ve her zaman da onlara karşı zafer kazanmaya devam ettiğine göre; Yüce Allah da onun bu halini onayladığına, onu azaba çarptırmayıp, onun şah damarını koparmadığına göre... onun peygamberliğine itiraz edenlerin de: Kainatın hiçbir yaratıcısı, idare edicisi yoktur, demeleri gerekir. Eğer kainatın herşeye muktedir, hikmeti sonsuz bir idare edicisi olsaydı, elbetteki böyle birisini yaptıklarından alıkoymalı ve ona en ağır bir şekilde karşılık vermeliydi, onu salih olan insanların intikamını alacak şekilde ibretli bir cezaya çarptırmalıydı. Çünkü hükümdarlara bundan başkası yakışmadığına göre hükümdarların da üstünde mutlak egemen ve hakimler hakimi olanın başka türlü yapması nasıl düşünülebilir?

Şüphesiz Yüce Allah onun adını yüceltmiş, davetini muzaffer kılmıştır. Her yerde ve herkesin gözü önünde peygamberliğinin doğruluğuna şahitlik edilmiştir. Bizler bir çok yalancının ortaya çıktığını, bir güç ve kuvvet sahibi olduğunu inkar etmiyoruz, ancak böylelerinin işleri kemal noktasına erişmemiş, bunların varlıkları uzun süre devam etmemiştir. Aksine Yüce Allah rasûllerini ve onlara tabi olanları böylelerine musallat kılmış, onların köklerini koparmış, onları imha etmişlerdir. Önceden beri görülegelen Allah’ın sünneti budur. Hatta kâfirler dahi bunu bilirler.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar: ‘O bir şairdir, biz onun zamanın ızdırap veren musibetine uğramasını bekliyoruz’ mu diyorlar? De ki: ‘Bekleyedurun, şüphesiz Ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.’" (et-Tur, 52/30-31) Yüce Allah’ın kemalinin, hikmetinin ve kudretinin kendisine karşı yapılan bir takım iftiraları olduğu gibi kabul edeceğini reddettiğine dikkat etmemiz gerekir. Hatta böylelerini Yüce Allah’ın kullarına ibret kılması da kaçınılmaz bir şeydir. Kendisine karşı iftiralarda bulunanlara uygulayageldiği sünneti böylece cereyan etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar: ‘Allah’a yalan iftira etti’ mi diyorlar? Allah dilerse senin kalbini mühürler." (eş-Şura, 42/24)

Burada şartın cevabı sona ermektedir. Daha sonra Yüce Allah onunla alakası bulunmayan kat’î olarak şöyle bir haber vermekte ve bununla batılı imha edip hakkı da gerçekleştirdiğini buyurmaktadır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Allah’ı şanına yakışacak bir şekilde takdir edemediler. Çünkü: ‘Allah hiçbir insana bir şey indirmedi’ dediler." (el-En’âm, 6/91) Bununla Yüce Allah’ın rasûl gönderilmediğini, konuşmadığını ileri süren nefyeden kimselerin Allah’ı hakkı ile takdir etmemiş olduklarını haber vermektedir.

 

Nebî ile Rasûl Arasındaki Fark

 

İlim adamları nebî ile rasûl arasında bir takım farkların varlığından söz etmişlerdir. Bu husustaki açıklamaların en güzeli şudur: Yüce Allah sema’dan kendisine haber verdiği kimseye, eğer başkasına tebliğ’de bulunmasını emretmişse o kişi hem nebî, hem rasûl’dür. Şâyet ona başkasına tebliğ etmesini emretmemiş ise o kimse nebî’dir, rasûl değildir. Buna göre rasûl, nebî’den daha özeldir. Her bir rasûl, bir nebî’dir. Fakat her bir nebî, rasûl değildir. Ancak risalet mahiyeti itibariyle daha genel kapsamlıdır. Nübüvvet, risaletin bir parçasıdır. Zira risalet, nübüvveti de diğer hususları da kapsamına alır. Ancak rasûl’lerin kapsamına nebî’ler ve diğerleri girmez. Hatta durum tam aksinedir. Buna göre risalet özü ve mahiyeti itibariyle daha geneldir, ona mazhar olan kimseler açısından ise daha özeldir.

Rasûller göndermek Yüce Allah’ın insanlara en büyük nimetlerindendir. Özellikle Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-i göndermesi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Allah mü’minlere içlerinde kendilerinden âyetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i İmran, 3/164); "Biz seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik." (el-Enbiya, 21/107)

 

"O, peygamberlerin sonuncusudur."

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur." (el-Ahzab, 33/40) Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Benim ve diğer peygamberlerin misali güzel bir şekilde inşa edilmiş ve sadece bir tek kerpiç yeri boş bırakılmış bir köşke benzer. Onu seyredenler o köşkü dolaşır, güzel yapılmış olmasına hayret ederler. Ancak o kerpiç’in boş bırakılan yeri dışında hiçbir tarafını da ayıplamazlar. İşte o boş kerpiç’in yerini dolduran ben oldum. Benimle bu bina sonuçlanıp, tamamlandı ve benimle bütün rasûller mühürlendi." Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.[45]

Yine şöyle buyurmuştur: "Benim isimlerim vardır. Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben Mahî (mahvedici)yim Allah benimle küfrü mahveder. Ben Haşir’im, insanlar benim ayaklarımın izi üzere haşredilirler. Ben Âkib’im, Âkib ise kendisinden sonra peygamber gelmeyendir."[46]

Müslim’in Sahih’inde de Sevbân’dan şu rivayet kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Gerçek şu ki; benim ümmetimden otuz tane yalancı çıkacak. Onların her birisi bir peygamber olduğunu iddia edecektir. Ben ise peygamberlerin sonuncusuyum, benden sonra peygamber yoktur."[47]

Müslim’deki bir rivayete göre de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Altı hususiyet ile sair peygamberlere üstün kılındım. Bana Cevâmiu’l-Kelim (özlü sözler) verildi. (Düşmanımın kalbine) salınan korku ile bana yardım olundu, ganimetler bana helal kılındı. Yeryüzü benim için hem (teyemmüm ile) temizlenme aracı, hem de mescit kılındı ve ben bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve bütün peygamberlerin sonuncusu da benim."[48]

 

"Müttakîlerin önderidir."

 

Önder (imam) kendisine uyulan kimse demektir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- ancak kendisine uyulsun diye gönderilmiştir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmran, 3/31) Şüphesiz ki ona tabi olan ve ona uyan herkes, takvâ sahibi kimselerdendir.

 

"Rasûllerin efendisidir."

 

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde Âdem oğullarının efendisi benim. Kabri, üzerinden yarılacak ilk kişi benim. İlk şefaatçi ve şefaatı kabul olunacak ilk kişi de ben olacağım."[49] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Şefaat hadisinin baş taraflarında da: "Ben kıyamet gününde insanların efendisiyim"[50] diye buyurmaktadır.

Müslim ve Tirmizîde Vâsile b. el-Eska -Radıyallahu anh-ın şöyle dediğini rivayet ederler: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: Şüphesiz ki Allah, İsmailoğulları arasından Kinane (oğullarını) seçti. Kinane arasından da Kureyş’i seçti. Kureyş’ten, Haşimoğullarını seçti. Haşimoğullarından da beni seçti."[51]

 

Peygamberler Arasındaki Fazilet Farkı

 

Denilse ki: Bu açıklamaya göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu hadisinin açıklanması zordur: "Benim Musa’dan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz. Çünkü kıyamet gününde insanlar baygın düşecekler, kendisine gelip ayılacak ilk kişi ben olacağım. Musa’nın Arş’ın bacağını yakalamış olduğunu göreceğim. Bilemiyorum, acaba benden önce mi ayılmış olacak, yoksa Yüce Allah’ın (ilgili âyet-i kerîmede) istisnâ ettiği kimselerden mi olacak."[52] Bu hadisi Buharî ve Müslim de rivayet etmiştir. Peki bu husus ile onun: "Ben, Âdemoğullarının efendisiyim ama övünmüyorum."[53] hadisini bir arada nasıl anlayabiliriz?

Buna cevabımız şudur: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in bu sözü söylemesinin bir sebebi vardı. Çünkü bir yahudi: Musa’yı seçip insanlara üstün kılan hakkı için, diye yemin etmiş, bunun üzerine bir müslüman ona bir tokat atmış ve şöyle demişti: Rasûlullah bizim aramızda iken sen bu sözleri nasıl söylersin? Bunun üzerine yahudi gelip, kendisine tokat vuran müslümanı şikayet etti. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e bu sözü söyledi.

Çünkü üstün tutmak eğer hamiyet ve asabiyet cihetiyle olursa, nefis hevası saikiyle yapılırsa yerilen bir şeydir. Hatta bir kimse hamiyet ve asabiyet duygusuyla bir kişi ile savaşacak dahi olursa, o takdirde cihad bile yerilen bir şey olur. Çünkü Yüce Allah övünmeyi haram kılmıştır. Bununla birlikte şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır." (el-İsra, 17/55); "İşte Biz o peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle söyleşmiş, kimisini de bir çok derecelerle yükseltmiştir." (el-Bakara, 2/253) Böylelikle yerilen hususun övünmek cihetiyle üstün tutmak, yahut ta üstünlüğü az kabul edileni eksik görmek maksadıyla üstün tutmak olduğu anlaşılmaktadır. İşte -eğer sabit ise- Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Peygamberler arasında benim üstünlüğümü ileri sürmeyiniz."[54] buyruğu da buna göre açıklanır. Çünkü bu hadis bizzat Musa -Aleyhisselam- hadisinde rivayet edilmiştir. Buharî’de ve başkasında yer almaktadır.

Ancak bazı kimseler de şöyle derler: Musa, hadisinden farklı olarak bu hadiste bir illet vardır. Diğer hadis ise, hadis alimlerinin ittifakı ile sahih olup onda illet yoktur.

Bazıları da bir başka türlü cevap vermişlerdir ki o da şöyledir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Beni Musa’dan üstün tutmayınız" sözü ile: "Beni peygamberler arasında üstün tutmayınız" buyruğu özel olarak üstün tutmayı yasaklamaktadır. Yani muayyen olarak kimi rasûl, kimisinden üstün kılınmaz. Oysa, Peygamber Efendimizin: "Ben, Âdemoğullarının efendisiyim ve bundan dolayı övünmüyorum" buyruğu ise genel anlamıyla bir üstün tutmadır ve bu ona engel değildir. Bu da şuna benzer: Filan kişi belde ahalisinin en faziletlisidir, denilecek olursa tek tek onlar hakkında söz konusu edilmez. Halbuki onlardan birisi hakkında filan kişi senden daha faziletlidir, denilirse durum bundan farklıdır. Diğer taraftan ben Tahâvî’nin -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu şekilde "Şerhu Meãni’l-Asâr" adlı eserinde cevap verdiğini de gördüm.[55]

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den söylediği rivayet olunan: "Benim, Yunus’tan daha faziletli olduğumu ileri sürmeyiniz." şeklindeki rivayete ve bazı ilim adamlarının: Ben, bana pek çok mal verilmedikçe, size bu hadisi açıklamayacağım demesi üzerine, ona çok miktarda malı verdikten sonra yani Yunus’un Allah’a balığın karnında iken yakınlığı benim miraç gecesinde Allah’a olan yakınlığım gibidir, diye açıklayıp bunu çok büyük bir açıklama olarak değerlendirmelerine gelince; bu, onların hem Allah’ın kelamını, hem de Rasûlünün kelamını lafız ve mana itibariyle bilmediklerini göstermektedir.

Şüphesiz ki bu hadisi bu lafzı ile güvenilen hadis kitapları sahiplerinden herhangi bir kimse rivayet etmemiştir. Sahih’teki lafzı şöyledir: "Herhangi bir kulun: Ben, Metta oğlu Yunus’tan daha hayırlıyım, demesi yaraşmaz."[56] Bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Her kim: Ben Metta oğlu Yunus’tan hayırlıyım derse, yalan söylemiş olur." İşte bu lafız umuma delalet etmektedir. Yani herhangi bir kimsenin kendisini Metta oğlu Yunus’tan daha faziletli görmemesi gerekir. Burada müslümanların Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-i, Yunus -Aleyhisselam-dan üstün tutmalarını yasaklayan bir husus bulunmamaktadır.

Çünkü Yüce Allah, Yunus -Aleyhisselam- hakkında balığın onu yuttuğunu ve bu haliyle kınanmış olduğunu belirtmektedir. Yani o, kendisi dolayısıyla kınanacak bir işi yapmıştı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve balık sahibini (Yunus’u da an). Hani (ayrılışıyla kavmini) gazaplandırıp gitmiş ve Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. O bakımdan karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilah yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum’ diye seslenmişti." (el-Enbiya, 21/87)

Bazı kimselerin içinden kendisinin Yunus’tan daha kâmil olduğu kanaati uyanabilir ve böyle bir makama ihtiyacı olmadığını zannedebilir. Zira kendisine göre kınanmayı gerektirecek bir iş yapmamıştır. Her kim böyle bir zanna kapılırsa, yalan söylemiş olur. Hatta Yüce Allah’ın kullarından herbirisi, Yunus -Aleyhisselam-ın söylediği: "Senden başka ilah yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum" sözlerini tekrarlar. Peygamberlerin ilki ve sonuncusunun da bu sözleri söylediği gibi.

Peygamberlerin ilki Adem -Aleyhisselam- da şöyle demiştir: "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve rahmet etmezsen muhakkak ki zararlara uğrayanlardan oluruz." (el-A’raf, 7/23)

Sonuncuları, en faziletlileri ve efendileri olan Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in de istiftah hadisi diye bilinen Ali b. Ebi Talib ve başkaları yoluyla gelen sahih hadiste: "veccehtu vechî: yüzümü yönelttim"den sonra şu duayı yaptığı rivayet edilmektedir: "(s.92) ‘Allah’ım sen melik’sin, senden başka ilah yoktur. Sen benim Rabbimsin, ben de Sen’in kulunum. Ben kendime zulmettim, günahımı itiraf ettim. Bütün günahlarımı bana bağışla, Sen’den başka günahları bağışlayan yoktur."[57]

İşte Musa -Aleyhisselam- da şöyle demiştir: "Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmettim. Onun için bana mağfiret eyle dedi, O da ona mağfiret etti. Çünkü O, ⁄afûr’dur, Rahim’dir." (el-Kasas, 28/16) Aynı şekilde Yunus -Aleyhisselam- hakkında da: "Artık Rabbinin hükmüne sabret ve o balık sahibi (Yunus) gibi olma." (el-Kalem, 68/48) denilerek Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in ona benzemesi yasaklanmış, buna karşılık şu buyruğu ile Ulu’l-Azm peygamberlere benzemesi emredilmiştir: "Peygamberlerden büyük azim sahipleri gibi sen de sabret." (el-Ahkaf, 46/35)

O bakımdan, bir kimse: Ben ondan hayırlıyım dese, daha faziletli olanın ise kendisinden daha aşağı mertebede olana karşı övünme hakkı yoksa, kendisi daha faziletli değilse nasıl övünebilir? Şüphesiz ki Yüce Allah böbürlenen ve övünen hiçbir kimseyi sevmez.

Müslim’in Sahih’inde Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bana alçak gönüllülük gösteriniz, diye vahyolundu; ta ki kimse kimseye karşı böbürlenip, övünmesin. Kimse kimseye karşı azgınlık etmesin."[58]

Buna göre Yüce Allah genel olarak bütün mü’minlere karşı övünülmesini yasakladığına göre; şerefli bir peygambere karşı övünme hakkında ne denilir? İşte o bakımdan şöyle buyurmuştur: "Bir kulun ben Metta oğlu Yunus’tan hayırlıyım demesi yakışmaz." İşte bu herkese Yunus -Aleyhisselam-dan üstün olduğunu iddia etmesini ve ona karşı övünmesini yasaklayan genel bir nehiydir.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Âdemoğullarının efendisi olduğunu haber vermesine gelince, bizler bunu ancak onun haber vermesi sonucu bilebiliriz, zira ondan sonra onun Allah nezdindeki büyük kadrini bize haber verecek hiçbir peygamber gelmeyecektir. Nitekim kendisinden önceki peygamberlerin faziletlerini de bize bildiren odur. Hepsine Allah’ın salat ve selamları olsun. İşte bundan dolayı bu sözlerinin hemen akabinde bir rivayette geldiği üzere: "Bununla birlikte övünmüyorum" demiştir. Acaba Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kimse: İsrâ (ve miraç) ile, Rabbinin huzuruna götürülen ve kendisi mukarreb, muazzam ve mükerrem bir peygamber olanın makamı, kınanmış olduğu halde, balığın karnına bırakılanın makamı gibidir; diyebilir mi? Tazim olunan ve yakınlaştırılanın makamı, mihnete düşürülen ve te’dib edilenin makamı ile kıyas edilir mi?

Bir peygamber yakınlaştırılmanın en ileri derecesinde iken diğeri te’dib ile karşı karşıyadır. Şimdi Allah Rasûlünün söylemediği bir lafza dönüştürüp, tahrif edecek şekilde bu manayı delil diye gösterenin yaptığına bir bakınız…

 

"Âlemlerin Rabbi’nin sevgilisidir."

 

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Halil’liği

 

Muhabbetin en yüksek mertebesi olan halîl’lik mertebesine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in ulaştığı sabittir. Nitekim gelen sahih rivayette onun şöyle dediği kaydedilmiştir: "Şüphesiz ki Allah İbrahim’i halil edindiği gibi, beni de halil edinmiştir."[59]; "Eğer ben yeryüzü ahalisinden bir halil edinecek olsaydım, şüphesiz Ebu Bekir’i halil edinirdim; fakat sizin bu arkadaşınız (mübarek zatını kastediyor) rahman (olan Allah)ın halil’idir."[60]

Her iki hadis de sahih’tir. Bu iki hadis "halîl’lik İbrahim’e, muhabbet de Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e ait bir makamdır. Buna göre; İbrahim halilullah, Muhammed de O’nun habibidir" diyenlerin görüşlerini çürütmektedir. Yine sahih hadiste: "Ben herbir halil’in, halil’liğinden uzak olduğumu bildiririm."[61] diye buyurduğu kaydedilmektedir.

Muhabbet ise ondan başkası hakkında sabittir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah ihsan edicileri sever." (Al-i İmran, 3/134); "Şüphesiz Allah takva sahiplerini sever." (Al-i İmran, 3/76); "Muhakkak Allah çokça tevbe edenleri ve çokça arınıp temizlenenleri sever." (el-Bakara, 2/222)

Böylelikle halil’liğin İbrahim’e, muhabbetin Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e hâs olduğunu söyleyenlerin sözlerinin tutarsız olduğu ortaya çıkmaktadır. Aksine halil’lik her ikisine hâs’tır, muhabbet ise umumidir. "İbrahim, Allah’ın halil’idir. Şunu bilin ki ben ise Allah’ın habib’iyim ve övünmüyorum."[62] ifadelerinin de yer aldığı Tirmizî’nin rivayet edip, İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan geldiği belirtilen hadis-i şerif ise sabit değildir.

Şunu bil ki Yüce Allah’ın muhabbet ve halil’lik ile vasıflandırılması Allah’ın celal ve azametine yakışacak şekilde söz konusudur. O’nun diğer sıfatları da böyledir. Yüce Allah bu gibi vasıflardan sevgi, muhabbet ve hullet ile nass’larda varid olduğu şekliyle sadece vasıflandırılır.

 

"Ondan sonraki herbir nübüvvet iddiası aşırı derecede bir sapıklıktır, hevâya tabi oluştur."

 

Çünkü onun peygamberlerin sonuncusu olduğu sabit olmuştur. Buna göre, ondan sonra peygamberlik iddiasında bulunan herkesin yalancı olduğu da bilinmiş olur.

Eğer peygamberlik iddiasında bulunan bir kimse harikulade mucizeler ve doğru delil ve belgeler ortaya atacak olursa, onun yalancı olduğu nasıl söylenilebilir? denilemez. Çünkü biz buna karşı şöyle cevap veririz: Böyle bir şeyin var olması tasavvur dahi edilemez. Çünkü bu, imkansızı var saymak kabilindendir. Yüce Allah, onun peygamberlerin sonuncusu olduğunu haber verdiğine göre; peygamberlik iddiasında bulunan bir kimsenin bu iddiasında, yalancı olduğuna dair emare ve delillerin ortaya çıkmaması imkansız bir şeydir.

Sapıklık (el-ğayy); doğru yolda oluşun aksidir. Hevâ ise nefsin arzu ettiği şeyden ibarettir. Yani böyle bir iddiada bulunmak delile dayalı olarak değil de nefsin hevâsına tabi oluş sebebiyle ortaya atılır. O bakımdan böyle bir dava da batıl olur.

 

"Bütün cinlere ve bütün insanlara hak ile, hidayet ile, nur ve aydınlık ile genel olarak gönderilmiş bir peygamberdir."

 

Onun genel olarak bütün cinlere gönderilmiş olduğunu ele alacak olursak, Yüce Allah bizlere cinlerin şu sözleri söylediklerini nakletmektedir: "Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul edin." (el-Ahkaf, 46/31) Aynı şekilde el-Cin suresi de onun cinlere de peygamber olarak gönderilmiş olduğuna delil teşkil etmektedir.

Bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber oluşuna gelince; Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz, seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve korkutucu (bir peygamber) olarak gönderdik." (Sebe’, 34/28); "Deki: Ey insanlar! Şüphesiz ben göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan, hem dirilten, hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği peygamberiyim." (el-A’raf, 7/158); "Şu Kur’an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutup, uyarmam için vahyolundu." (el-En’âm, 6/19) Yani bu Kur’ân kime ulaşırsa onu da uyarmam bana emredilmiştir. Yine bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahid olarak Allah yeter." (en-Nisa, 4/79); "İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar, iman edenlere Rableri katında kendileri için muhakkak bir kadem-i sıdk olduğunu müjdele diye!’ vahiy göndermemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi ki?" (Yunus, 10/2); "Hak ile batıl’ı ayıranı (furkan’ı) âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir!" (el-Furkan, 25/1); "Kendilerine kitap verilenlerle, ümmîlere de ki: Siz de İslama girdiniz mi? Eğer İslama girerlerse, muhakkak hidayet bulmuş olurlar. Şâyet yüz çevirirlerse artık sana düşen ancak tebliğ’dir." (Al-i İmran, 3/20)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Benden önce hiçbir peygambere verilmemiş, beş husus bana verildi: Bir aylık mesafeden (düşmanımın kalbine salınan) korku ile bana yardım edildi. Yeryüzü benim için hem bir mescit, hem bir temizlenme aracı (tahûr) kılındı. Ümmetimden herhangi bir kimse namaz vaktine erişti mi hemen namazını kılsın. Ganimetler bana helal kılındı, benden önce de kimseye helal kılınmadı. Bana şefaat ta verildi. Benden önceki peygamberlerin herbiri özel olarak kendi kavmine gönderilirken, ben genel olarak bütün insanlara peygamber olarak gönderildim." Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.[63]

Yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Bu ümmetten yahudi olsun, hristiyan olsun herhangi bir kimse benim peygamberliğimi işitir de bana iman etmeyecek olursa mutlaka cehennem ateşini boylar." Bunu da Müslim rivayet etmiştir.[64]

Onun bütün insanlara bir peygamber olarak gönderilmiş olduğu İslâm dininde zaruri (kesin) olarak bilinen gerçeklerdendir.

Bazı hristiyanların: O sadece Araplara gönderilmiş bir peygamberdir, şeklindeki sözlerinin batıl olduğu da açıkça ortadadır. Çünkü onlar eğer risaletinin doğruluğunu kabul ediyorlarsa haber verdiği bütün hususlarda onu tasdik etmeleri icab eder. O da genel olarak bütün insanlara Allah’ın bir Rasûlü olarak gönderilmiş olduğunu söylemiştir. Rasûl ise asla yalan söylemez. O halde onun kesin olarak tasdik edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü o, ayrıca elçilerini dört bir yana göndermiş ve yine onlarla birlikte her tarafa mektuplarını da göndermiştir. Kisrâ’ya, Kayser’e, Necaşî’ye, Mukavkıs’a vs. yerlerdeki hükümdarları bu yolla İslâma davet etmiştir.

"Hak ile hidayet ile nur ve aydınlık ile (gönderilmiştir)" şeklindeki ifadelerine gelince, bunlar Kur’ân’dan vs. deliller yoluyla apaçık göz kamaştırıcı delillerle desteklenmiş, getirmiş olduğu din ve şeriatin niteliklerindendirler. Işık (ziya) nur’dan daha mükemmeldir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneşi ışık saçıcı (ziya), ay’ı nurlu yaratan O’dur." (Yunus, 10/15)

 

Kur’ân Allah’ın Kelamıdır, Yaratılmış Değildir

 

"Şüphesiz ki Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır. Ondan keyfiyetsiz bir şekilde ve sözlü olarak sadır olmuştur. Allah onu rasûlüne vahiy olarak indirmiştir. Mü’minler de bu şekilde onu hak bilerek tasdik etmişlerdir. Onun hakikaten Allah’ın kelamı olduğuna kesinlikle inanmışlardır. O yaratılmışların sözü gibi mahluk değildir. Her kim Kur’ân’ı işitir de onun insan kelamı olduğunu iddia ederse kâfir olur. Allah böylesini kınamış, ayıplamış ve onu Sekar (cehennem) ile tehdit etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben onu Sekar’a sokacağım." (el-Müddessir, 74/26) Yüce Allah; "Bu insan sözünden başka bir şey değildir." (el-Müddessir, 74/25) diyen kimseleri Sekar ile tehdit ettiğine göre; kesin olarak şunu bilmiş ve inanmış oluyoruz ki: O insanları yaratanın sözüdür ve insanların sözüne hiçbir şekilde benzemez."

Bu oldukça önemli bir kaide, dinin esaslarından büyük bir esastır. İnsanlar arasından bir çok taife bu hususta sapıtmışlardır. Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin bu ifadeleri Kitap ve Sünnet üzerinde iyice düşünen kimselerin de göreceği gibi, açıkça delâlet ettikleri hakk’ın kendisidir. Şüphe ve tereddütlerle, batıl görüşlerle değişmemiş, selim fıtratların da tanıklık edip kabul ettikleri kanaat te budur.

Allah’ın kelâmını konu eden bu meselede insanlar dokuz farklı görüş ortaya atmışlardır:

1- Yüce Allah’ın kelâmı feyz yolu ile nefislere ulaşan manalardır. Bu ya -bazılarına göre- akl-ı fa’al’dan gelir, yahut başkasındandır. Bu Sabiî’lerle, felsefecilerin görüşüdür.

2- Allah’ın, onu kendisinden ayrı olarak yaratmış olduğu bir mahluktur. Bu da Mutezile’nin görüşüdür.

3- Kelam, Allah’ın zatı ile kaim başlı başına bir manadır. Bu da emir, nehiy, haber, bir takım istekler ve taleplerdir. Eğer bu Arapça olarak ifade edilirse Kur’ân, İbranice ifade edilirse Tevrat’tır. Bu ise İbn Küllâb ile ona muvafakat eden Eş’arî ve diğerlerinin görüşüdür.

4- Kelam ezelde bir araya gelip toplanmış, ezeli harf ve seslerdir. Bu da kelam’cılarla, hadis’çilerden bir kesimin görüşüdür.

5- Kelam bir takım harf ve sesler olup Yüce Allah’ın önceleri mütekellim değil iken daha sonradan söylediği sözlerdir. Bu da Kerramiye’nin ve diğerlerinin görüşüdür.

6- Yüce Allah’ın kelamı, Onun ihdas ettiği ve zatı ile kaim ilim ve iradesidir. Bu da "el-Mu’teber" isimli eserin müellifinin[65] görüşüdür. er-Razî de "el-Metalibu’l-Âliye" adlı eserinde buna meyleder.

7- Yüce Allah’ın kelamı kendi zatı ile kaim bir manayı ifade eder. Bu da onun başkasında halkettiğidir. Bu da Ebu Mansur el-Maturidî’nin görüşüdür.

8- Kelam, kadim ve ilahi zat ile kaim bir mana ile Onun başkasında halkettiği sesler hakkında ortak olarak kullanılan bir tabirdir. Bu da Ebu’l-Mealî ve ona tabi olanların görüşüdür.

9- Yüce Allah ezelden beri dilediği takdirde ne zaman ve ne şekilde isterse mütekellim’dir. O işitilebilecek bir sesle bu vasfı ile konuşur. Nevî olarak kelâm kadim’dir, muayyen olan ses kadim olmasa dahi. Hadis ve sünnet imamlarından nakledilen görüş te budur.

Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-’nin: "Şüphesiz ki Kur’ân Allah’ın kelamıdır", şeklindeki sözleri daha önce söylediği: "Muhakkak Allah birdir, O’nun hiçbir ortağı yoktur" sözleri ile bilahare belirttiği: "Muhakkak Muhammed, Allah’ın seçtiği kuludur" şeklindeki sözlerine atfedilmiştir ve bütün bunlar: "Allah’ın tevhid’i hakkında şunu söylüyoruz..." sözleriyle ilgilidir.

"Allah’ın kelamı ondan sözlü olarak ve keyfiyetsiz bir şekilde sadır olmuştur" sözleri Mutezile’nin ve diğerlerinin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü Mutezile, az önce görüşlerine işaret edildiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in Yüce Allah’tan sadır olmadığını iddia eder ve şöyle derler: Kelam’ın Allah’a izafe edilmesi izafet-i teşrif’tir. Beytullah, nâkatullah demek gibidir. Onlar bu sözleriyle kelimeleri yerlerinden oynatıp tahrif ediyorlar ve bu iddiaları batıldır.

Yüce Allah’a izafe edilenler ya bir takım manalardır yahut ta aynî hususlardır. Aynî şeylerin Yüce Allah’a izafe edilmesi, teşrif içindir ve bunlar O’nun yaratıklarıdır. Beytullah ve nakatullah gibi. Halbuki mana ifade eden hususların O’na izafe edilmesi böyle değildir. Allah’ın izni, kudret’i, izzet’i, celal’i, kibriyâ’sı, kelâm’ı, hayatı, yüceliği, kahr-u galebe’si gibi bütün bunlar O’nun sıfatlarındandır. Bunlardan herhangi birisinin mahluk olmasına imkân yoktur.

 

Kelâm Sıfatıyla İlgili Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in Görüşü

 

Kelam ile vasfedilmek, kemal sıfatlarındandır. Bunun zıttı ise eksiklik sıfatları arasında yer alır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa’nın kavmi onun ardından ziynet eşyalarından böğüren bir buzağı heykelini (ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşamadığını, onlara bir yol da gösteremediğini görmediler mi onlar." (el-A’raf, 7/148)

Buzağıya tapanlar, kâfirliklerine rağmen bu hususta Mutezile’den daha ileri derecede Allah’ı bilen kimseler imiş. Çünkü onlar Musa’ya: Senin de Rabbin konuşmuyor, demediler. Yine Yüce Allah o buzağı hakkında şöyle buyurmuştur: "Onun hiçbir sözlerine karşılık veremediğini, onlara bir zararının dokunmadığını, bir fayda da sağlayamadığını görmezler mi?" (Tâhâ, 20/89) Böylelikle buzağının söz söyleyemediğini, konuşamadığını ortaya koymanın onun ilah olamayacağına delil teşkil eden bir nakisa (eksiklik) olduğu anlaşılmaktadır.

Onların bu husustaki şüphelerinin en ileri derecesi şöyle söylemeleridir: Allah’ın konuştuğunu söylemek, Onu benzetmeye ve bir cisim sahibi olduğunu (teşbih ve tecsim) ileri sürmeye kaçınılmaz olarak götürür. O zaman onlara şöyle denilir: Bizler, Yüce Allah kendi celaline yakışan bir şekilde konuşur, dersek, onların şüpheleri de ortadan kalkmış olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün Biz ağızlarına mühür vururuz ve neler kazandıklarını elleri bize söyler ve ayakları şahidlik eder." (Ya’sin, 36/65)

Biz bunların konuşacaklarına iman ederiz, ancak nasıl konuşacaklarını da bilemeyiz. Nitekim Yüce Allah’ın şu buyruğu da böyledir: "Derilerine: ‘Niçin aleyhimize şahidlik ettin?’ diyecekler. Onlar da diyecekler ki: ‘Herşeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu.’" (Fussilet, 41/21) Çakılların ve yemeklerin konuşması,[66] taşın selam vermesi,[67] hep bunlar ciğerden yükselen ve ağızdan çıkan ses olmaksızın, harflerin mahreçlerine dayalı olmadan meydana gelmiş şeylerdir.

İşte Tahâvî: "Keyfiyetsiz ve sözlü olarak ondan sadır olmuştur" sözleri ile buna işaret etmiştir. Yani bu söz Ondan çıkmıştır. Ancak Onun bu sözü nasıl söylediği ve bunun keyfiyeti bilinememektedir. Bu hususu: "Sözlü olarak" diyerek te’kid etmiş ve hakikati belirten bu ifadeyi bilhassa zikretmiştir. Nitekim Yüce Allah da mecaz’ı nefyeden ve hakikati ispatlayan mastarı zikrederek, Musa ile konuştuğunu te’kidli olarak şöylece ifade etmiştir: "Ve Allah Musa ile özel bir surette ve kat’î olarak konuştu." (en-Nisâ, 4/164) Şimdi söyler misiniz, hakkın ötesinde sapıklıktan başka ne vardır?

Bazıları yedi kıraat imamlarından birisi olan Ebu Amr b. el-Alâ’ya şöyle demiş: Ben senin bu buyruktaki "Allah" lafzını nasb ile (Musa, Allah ile konuştu anlamına gelecek şekilde) okumanı istiyorum. Böylelikle konuşanın Allah değil, Musa olduğu anlaşılmış olacaktır. Bunun üzerine Ebu Amr ona şu cevabı verdi: Diyelim ki ben bu âyet-i kerîme’yi senin dediğin şekilde okudum ya Yüce Allah’ın: "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi de onunla konuşunca..." (el-A’raf, 7/143) hakkında ne diyeceksin? Mutezilî ne diyeceğini şaşırdı.

 

Yüce Allah’ın Cennetliklerle ve Başkalarıyla Konuşması

 

Yüce Allah’ın cennetliklerle ve başkaları ile konuşacağına dair Kitap ve sünnet’teki deliller ne kadar da çoktur! Mesela Yüce Allah: "Çok merhametli Rab’lerinden: ‘Selam’ denir (onlara)" (Yasin, 36/58)

Bununla birlikte Rab’bin kelamının tamamının tek bir mana olarak düşünülmesi nasıl doğru olabilir? Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah’a olan ahid’lerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler, işte onlar için ahirette hiçbir nasip yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz..." (Al-i İmran, 3/77) Yüce Allah onlarla konuşmayı terketmekle onları tahkir etmiş olacaktır. Yani O, onlarla onları şereflendirecek şekilde konuşmayacaktır. Çünkü Yüce Allah bir başka âyet-i kerîme’de cehennemde kendilerine: "Yıkılın içerisine, Bana da söz söylemeyin" (el-Mu’minun, 23/107) diye buyuracaktır. Eğer Yüce Allah mü’min kullarıyla konuşmayacak olsaydı, bu durumda onlar ve düşmanları eşit olacaklardı ve düşmanları ile konuşmayacağına dair özelliklerini dile getirmesinin de hiçbir faydası olmazdı.

Buharî, Sahih’inde şöyle demektedir: "Yüce ve Mübarek olan Rabbin cennetliklerle konuşmasına dair bir bab"[68]. Daha sonra burada pek çok hadisleri zikretmektedir. Cennetliklerin en üstün ve değerli nimeti şanı yüce ve mübarek olan Allah’ın yüzünü görmeleri, onlarla konuşması olacaktır. Bunu red ve inkar etmek, cennet nimetlerinin özü, en yücesi, en faziletlisi ve kendisi olmasaydı cennetliklere cennetin hoş gelmeyeceği böyle bir nimeti inkar etmektir.

 

Kelam Allah’ın Bir Sıfatıdır ve Mahluk Değildir

 

Yüce Allah’ın: "Allah herşeyi yaratandır." (er-Rad, 13/16) buyruğunu delil göstererek Kur’ânda bir şeydir. O halde o da "herşey" genel ifadesinin kapsamına girmektedir. Buna göre o da mahluktur, diye bir delil ileri sürmek, en hayret edilecek işlerden birisidir. Çünkü Mutezile’ye göre kulların bütün fiilleri Allah tarafından yaratılmamıştır. Aksine bütün fiilleri yaratanlar kullardır, onları Allah yaratmaz. Peki onlar kulların fiillerini buradaki "herşey" genel ifadesinin dışına çıkartırken Allah’ın sıfatlarından bir sıfat olmakla ve bu sıfat ile eşyanın yaratılmışlar arasına girmesi söz konusu olmakla birlikte, Allah’ın kelamını bu "herşey" ifadesinin genel kapsamına soktular. Çünkü bütün yaratıklar Allah’ın emriyle yaratılırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş, ay ve yıldızlar O’nun emriyle musahhar kılınmıştır. İyi bilin ki yaratma da, emretme de yalnız O’nundur." (el-A’raf, 7/54)

Görüldüğü gibi burada Yüce Allah, yaratmak ve emretmek arasında bir fark gözetmektedir. Eğer emr de yaratılmış olsaydı, onun da bir başka emr ile yaratılmış olması diğerinin de sonsuza kadar bir başka emr ile yaratılmış olması gerekirdi. O takdirde teselsülü kabul etmemiz gerekirdi ki, teselsül batıl’dır. Onların iddialarını sürdürmeleri halinde sonuç olarak ilim, kudret ve buna benzer bütün sıfatlarının da yaratılmış olması gerekir. Bu ise apaçık bir küfürdür. Çünkü O’nun ilmi de bir şeydir, kudreti de bir şeydir, hayatı da bir şeydir. Böylelikle bunlar da "herşey" ifadesinin genel çerçevesine girer ve önceden yokken sonradan yaratılmışlar arasında sayılırlar. Şanı Yüce Allah onların söylediklerinden alabildiğine yüce ve münezzehtir.

Hem Yüce Allah’ın başkası ile kaim (var olabilen) bir kelam ile mütekellim olması nasıl doğru kabul edilebilir? Bunu doğru kabul edecek olursak, o takdirde cansız varlıklarda yaratmış olduğu kelamın da O’nun kelamı olması gerekirdi. Aynı şekilde canlılarda yarattığı kelamın da böyle olması icab ederdi ve bu takdirde ise konuşan ile konuşturan arasında farkın da olmaması gerekirdi. Halbuki derilerin: "Bizi Allah konuşturdu." (Fussilet, 41/21) diyeceği bildirilmektedir. Allah konuştu demeyeceklerdir. Hatta bu iddiaya göre Yüce Allah’ın başkalarında yaratmış olduğu bütün kelamlar söyleyen mütekellim olması gerekirdi. Bu söz ister yalan, ister uydurma, ister küfür, ister hezeyan olsun farketmez. Yüce Allah bundan münezzehtir. Nitekim vahdet-i vücut’çular bu kanaatin peşine takılıp, gitmişlerdir. O bakımdan İbn Arabî şöyle demiştir:

"Varlıktaki herbir kelâm O’nun kelâmıdır.

Farketmez bizim için onun nesir ya da nazım olması."[69]

"Küll: her" kelimesinin umumi ifadesi, kullanıldığı yere göre değişir. Bu ise karînelerle bilinecek bir husustur. Nitekim Yüce Allah’ın: "O rüzgar Rabbinin emri ile herşeyi helak eder. Onların meskenlerinden başka birşey görülmez oluverdi." (el-Ahkaf, 46/25) buyruğundan bunu anlayabiliriz. Onların meskenleri bir şey olmakla birlikte rüzgarın tahrip ettiği "herşey" umum ifadesinin kapsamına girmemiştir. Çünkü maksat adeten rüzgarın tahrip etmesi kabil olan ve helâk edilip, tahrip edilmeyi hakketmiş olan herbir şeyi tahrip ettiğini anlatmaktır.

Yüce Allah’ın bize Belkıs’ın söylediğini naklettiği: "Kendisine herşeyden verilmiş." (en-Neml, 27/23) buyruğu da bu şekildedir. Buradaki "herşey"den kasıt hükümdarların gerek duyacakları herşeydir. Böyle bir kayıt ise ifadenin karînelerinden anlaşılmaktadır. Zira hüdhüd’ün maksadı onun hükümdarlık işlerinde eksiksiz bir kraliçe olduğunu ve onun hükümdarlığını tamamlamak için ayrıca başka bir şeye gereğinin bulunmadığını anlatmaktır. Buna benzer ifadeler pek çoktur.

 

"Allah Her Şey’in Yaratıcısıdır" Buyruğunun Anlamı

 

Buna göre Yüce Allah’ın: "O herşeyi yaratandır." (er-Rad, 13/16) buyruğundan kasıt, yaratılmış olan herbir şeydir. Yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıklar ise yaratılmış varlıklardır. Buna göre bu genel ifadenin kapsamına kesinlikle kulların fiilleri de girmekle birlikte; ancak bu genel ifadenin kapsamına Yüce Yaratıcının girmesi mümkün değildir. Çünkü bütün kemal sıfatlarına sahip olan O Yüce Zat’tır. Onun sıfatlarının da, O’nun mukaddes zatından ayrılmaları kabil değildir. Sıfatlarının, O’ndan ayrı kalması düşünülemez. Nitekim daha önce; "O, mahlukatı yaratmadan, öncesinden kadim olarak sahip olduğu sıfatlara halen sahiptir" sözleri açıklanırken de buna işaret edilmişti.

 

Kur’ân’ın Yaratıldığını İddia Edenlerin Delillerinin Tutarsızlığı

 

Kur’ân’ın yaratıldığını ileri sürenlerin: "Muhakkak Biz onu... Arapça bir Kur’ân kıldık." (ez-Zuhruf, 43/3) buyruğunu delil getirmeleri ne kadar çürük ve tutarsız bir delildir! Çünkü Arapçada ("kılmak" anlamını verdiğimiz) bu fiil (ce-a-le), eğer "yaratmak" anlamında kullanılırsa tek bir mef’ule geçiş yapar:

"Karanlıkları ve aydınlığı var eden..." (el-En’âm, 6/1); " "Ve canlı herşeyi sudan yarattık. Hala imana gelmezler mi? Ve yer onları çalkalamasın diye onda sağlamlaştırıcı kazıklar yarattık." (el-Enbiya, 21/30-31) buyruklarında görüldüğü gibi. (Bu anlamıyla bu fiil, hep tek bir mef’ule geçiş yapmıştır.)

Eğer bu fiil iki mef’ul’e geçiş yapacak olursa o takdirde "yaratmak" anlamına kullanılmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

": Yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın hem Allah’ı üzerinize kefil kılmışken (nasıl bozarsınız?.)" (en-Nahl, 16/91);

": Allah’ı yeminlerinize engel kılmayın." (el-Bakara, 2/224);

": Onlar ki Kur’ân’ı parçalara ayırmışlardı." (el-Hicr, 15/91);

":Elini boynuna bağlanmış kılma!"

":Allah ile beraber başka bir ilah edinme." (el-İsra, 17/39);

":Onlar Allah’ın kulları olan melekleri de dişiler kabul ettiler." (ez-Zuhruf, 43/19) Ve bunun benzeri daha bir çok âyet-i kerîme. İşte Yüce Allah’ın: "Muhakkak biz onu Arapça bir Kur’ân kıldık." (ez-Zuhruf, 43/3) buyruğu da bu şekildedir.

Onların Yüce Allah’ın: "O mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, o ağaçtan ona şöyle seslenildi." (el-Kasas, 28/30) buyruğunu Yüce Allah’ın kelâmı ağaçta yaratması üzerine, Musa’nın sesi o ağaçtan işitmiş olduğuna dair delil göstermeleri de ne kadar tutarsızdır! Çünkü onlar bu kelimeden önceki ve sonraki sözleri göremeyecek kadar basiretsizlik sergilemişlerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa oraya varınca, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından... seslenildi." diye buyurulmuştur. Nidâ (seslenmek) ise uzaktan söz söylemek demektir. Musa -Aleyhisselam- seslenişi vadinin kıyısından işitti. Sonra da şöyle buyurulmaktadır: "O mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, o ağaçtan..." yani nida o mübarek yerde ağacın yakınından olmuştu. Nitekim bizler: Ben evden Zeyd’in sözünü duydum, deyince, buradaki "evden" sesin çıkış noktasını (ibtidau’l-ğaye’yi) ifade eder. Yoksa evin konuştuğunu ifade etmez. Eğer kelam ağaçta yaratılmış olsaydı: "Ey Musa, muhakkak Ben alemlerin Rabbi olan Allah’ım." (el-Kasas, 28/30) sözlerini söyleyenin de ağaç olması gerekecekti. Acaba alemlerin Rabbi dışında bir kimse: "Muhakkak Ben alemlerin Rabbi olan Allah’ım" demiş olabilir mi? Eğer bu ifadeler Allah’tan başkasından çıkmış ise o takdirde Firavun’un: "En yüce rabbiniz benim." (en-Nâziât, 79/24) sözünün doğru olması gerekirdi. Çünkü onlara göre her iki söz de mahluktur ve Allah’tan başkası tarafından söylenmiştir. Onlar esasen bozuk olan temel kaidelerine dayanarak iki söz arasında fark gözeterek şöyle söylemişlerdir: O, Yüce Allah’ın ağaçta yarattığı bir kelamdır, diğeri ise Firavun’da yarattığı bir kelamdır. Böylelikle onlar tahrif ettiler, tebdil ettiler ve Allah’tan başka bir yaratıcının varlığına inanmış oldular. Kulların fiilleri (ef’alü’l-ibad) meselesinde de Yüce Allah’ın izniyle buna dair açıklamalar gelecektir.

Denilse ki: Yüce Allah: "Şüphe yok ki o çok şerefli bir elçinin sözüdür." (el-Hakka, 69/40); (et-Tekvir, 81/19) diye buyurmuştur. Bu da, bu Kur’ân’ı rasûlün ihdas ettiğine delildir. Bu rasûl ister Cebrail, isterse de Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- olsun.

Buna şöyle cevap verilir: Rasûlün söz konusu edilmesi, onun kendisini rasûl olarak gönderen adına tebliğ’de bulunduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü burada: O bir meleğin yahut bir peygamberin sözü denilmemektedir. Böylelikle, onun bu sözleri kendisini bu Kitap ile gönderen adına tebliğ ettiğini anlıyoruz, yoksa kendiliğinden bu sözü meydana getirmiş olduğu anlamına gelmez.

Aynı şekilde rasûl bu iki âyetten birisinde Cebrail’dir, diğerinde Muhammed’dir. Her ikisinde de Kur’ân’ın onlara izafe edilmesi, bu izafetin tebliğ için olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zira onlardan birisi bu Kur’ân’ı ihdas etmiş olsaydı, diğerinin ihdas etmesine imkân olmazdı.

Aynı şekilde "güvenilir bir rasûl" diye buyurulmuş olması, onun tebliğ etmek için kendisiyle gönderilen söze hiçbir ilave yapmamış, ondan hiçbir şey eksiltmemiş olduğunun da delilidir. Aksine o kendisi ile gönderilenden yana güvenilir bir kimsedir. O kendisini rasûl olarak gönderen adına tebliğde bulunur.

Diğer taraftan şanı Yüce Allah, Kur’ân’ı bir beşer sözü kabul edenlerin kâfir olduklarını beyan etmiştir. Muhammed de bir beşerdir. Kendisinin ortaya koymuş olduğu anlamı ile Kur’ân’ı Muhammed’in sözü olarak kabul eden bir kimse kâfir olur. Kur’ân-ı Kerîm bir beşer sözüdür, demek ile onun cinlerden yahut meleklerden birisinin sözüdür, demek arasında da fark yoktur. Çünkü söz ilk olarak kime ait ise onun sözü kabul edilir. Tebliğ etmek maksadıyla onu söyleyenin sözü kabul edilmez. Mesela bir kimse birisinin: "Durun, sevgiliyi hatırlamaktan ve onun evine yakınlaşmaktan dolayı ağlayalım" dediğini işitirse; bu İmriu’l-Kays’ın şiiridir, der. Yine bir kimse birisinin:

"Ameller ancak niyetler iledir ve herkes için ancak niyet ettiği neyse o vardır."[70] sözünü söylediğini duyarsa, bu Allah Rasûlünün sözüdür, der. Eğer o kimsenin: "Elhamdulillahi Rabbi’l-Alemiyn. er-Rahmani’r- Rahiym. Maliki Yevmi’d-Din İyyake Na’budu ve İyyake Nestaiyn" dediğini işitecek olursa eğer bunu bilen birisi ise, bu Allah’ın kelamıdır, diyecektir. Aksi takdirde: Ben bunun kimin kelamı olduğunu bilmiyorum, diyecektir. Bir kimse: Hayır biliyorsun diyecek olursa, onu yalanlayacaktır.

İşte bundan dolayı bir kimse bir diğerinden nazım yada nesir olarak bir söz işitecek olursa: Bu kimin sözüdür? Bu senin sözün müdür, yoksa bir başkasının sözü müdür? diye sorar.

 

Allah’ın Kelamının Mahluk Olmadığı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Tarafından İttifakla Kabul Edilmiştir

 

Özetle dört mezhebe mensup olsun, selef ve halef arasından olup diğerlerine mensup olsun, bütün ehl-i sünnet, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın yaratılmamış kelamı olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ancak bu noktadan itibaren müteahhir’ler: Yüce Allah’ın kelamı acaba zatı ile kaim tek bir mana mıdır? Yoksa O, Yüce Allah’ın daha önceden mütekellim değilken sonradan Allah’ın kelam ederek (konuşarak) meydana gelen harfler ve sesler midir? Yoksa o ezelden beri dilediği takdirde ne zaman ve ne şekilde isterse konuşabilen bir mütekellim midir? Kelam nevî olarak mı kadimdir? Hususlarında farklı görüşleri vardır.

Şâyet insanlar selim fıtratları ve dosdoğru akılları ile başbaşa bırakılmış olsalardı, aralarında herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkmazdı. Fakat şeytan bazı insanlara muğalatalarından bir muğalata telkin etmiş ve bununla onları biribirlerine düşürmüş, aralarında ayrılıklar çıkarmıştır: "Muhakkak ki Kitap hakkında anlaşmazlığa düşenler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler." (el-Bakara, 2/176)

Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin sözlerinin delalet ettiği husus ise şudur: Yüce Allah ezelden beri ne zaman isterse ve dilediği şekilde mütekellimdir ve O’nun tür olarak kelamı, kadîm’dir. Ebu Hanife -Radıyallahu anh-nin el-Fıkhu’l-Ekber’deki sözlerinin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü o şöyle demektedir: "Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelamıdır, mushaf’larda yazılıdır, kalplerde hıfzedilip ezberlenmiştir, dillerle okunur, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e indirilmiştir. Bizim Kur’ân’ı telaffuz edişimiz ise mahluktur, onu yazmamız mahluktur, onu kıraat edişimiz mahluktur. Kur’ân’ın kendisi ise mahluk değildir. Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de Musa ve diğer peygamberlerden (hepsine salat ve selam olsun) nakletmiş olduğu sözler ile Firavun ve İblis’ten bize naklettiklerinin hepsi de Allah’ın kelamı olup onlar ile ilgili bize verdiği haberlerdir. Allah’ın kelamı da mahluk değildir. Musa’nın ve diğer mahlukların kelamı ise mahluktur. Kur’ân-ı Kerîm ise Allah’ın kelamıdır, onların kelamı değildir. Musa -Aleyhisselam- Yüce Allah’ın kelamını işitmiştir. O, Musa -Aleyhisselam- ile konuşunca, ezelden beri sıfatlarından bir sıfat olan kelamı ile konuşmuştur. O’nun bütün sıfatları ise mahlukatın sıfatlarından farklıdır. O bilir ama bizim bilgimiz gibi değil, O kudret sahibidir fakat bizim kudretimiz gibi değil, O görür bizim görmemiz gibi değil, O konuşur ama bizim sözümüz gibi değil."

İmam’ın: "Musa ile konuştuğunda sıfatlarından bir sıfat olan kelamı ile konuşmuştur" sözlerinden şu anlaşılmaktadır: Yüce Allah, Musa gelince onunla konuştu, yoksa o ezelden ebede kadar sürekli olarak "ey Musa" deyip durmaz. Nitekim bu husus Yüce Allah’ın şu buyruğundan açıkça anlaşılmaktadır: "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip, Rabbi de onunla konuşunca..." (el-A’raf, 7/143)

Böylelikle bu ifadelerden, onun (Ebu Hanife’nin) mezhebine mensup olup şöyle diyenlerin görüşlerinin reddedildiği anlaşılmaktadır: Kelam nefs ile kaim ve işitilmesi düşünülmeyen bir tek manadır. Yüce Allah sesi havada yaratır. Ebu Mansur, el-Maturidî ve başkaları böyle demiştir.

İmam’ın: "O, Yüce Allah’ın ezelden beri sıfatlarından bir sıfatı olan kelâmı…" ifadesi de: Yüce Allah daha önceden mütekellim değil iken, sonradan kelam vasfına sahip olmuştur, diyenlerin görüşlerini reddetmektedir.

Özetle söyleyecek olursak Mutezile’nin, kelam’ın Allah’ın meşiet ve kudreti ile alakalı olduğuna ve dilediği vakit konuştuğuna, onun peyderpey söz söylediğine dair getirdikleri bütün deliller haktır, kabul edilmesi gerekir.

Kelam Allah’ın zatı ile kaim’dir. O, O’nun bir sıfatıdır. Sıfat da ancak mevsuf ile var olabilir, diyenlerin sözleri de bir hak’tır, kabul edilmesi gerekir ve böyle söylemek icab eder.

Buna göre her iki kesimin görüşlerinde doğru olanın alınıp kabul edilmesi gerekir. Onların her birisinin kabul ettiği görüşlerden olup da, şeriat ve aklın reddettiği şeylerden de uzak durmak gerekir.

Bize: Bu, hâdis’lerin (sonradan meydana gelmiş olayların) onunla kaim olmasını gerektirir diyecek olurlarsa, biz de şöyle cevap veririz: Bu mücmel (açıklanması gereken) bir ifadedir. Sizden önce bu anlamı ile hâdis’lerin varlığını ileri gelen imamlardan inkar eden kimlerdir? Diğer taraftan Kur’ân ve sünnetin nass’ları bunu ihtiva ettiği gibi aynı şekilde imamlardan gelen açık ifadeler de aklın apaçık gerçekleri ile birlikte bunu dile getirmektedir.

Şüphesiz insanları muhatap alan ve onlara Yüce Allah’ın söz söylediğini, seslendiğini, özel olarak konuştuğunu ve buyruklar verdiğini haber veren rasûller, onlara bunların Yüce Allah’tan ayrı bir takım mahluklar olduklarını da anlatmaya kalkışmamışlardır. Aksine onlara anlatmak istedikleri şey şu olmuştur: Bizzat konuşan Yüce Allah’ın kendisidir ve konuşmak (kelam) başkasıyla değil, onunla kaimdir. O sözü söyleyen ve buyuran O’dur. Nitekim Âişe -Radıyallahu anha- İfk (iftiraya maruz kalışını anlatan) hadisinde şunları söylemiştir: "Şüphesiz kendi nazarımda ben, Yüce Allah’ın benim hakkımda Kur’ân-ı Kerîm’de okunacak bir vahiy suretinde kelam söylemeye değmeyecek kadar önemsiz idim."[71]

Şâyet bütün bunlardan, mefhumlarından anlaşılandan farklı şeyler kastedilmiş olsaydı, elbetteki bunların da açıklanması icab ederdi. Zira gerek duyulan vakitten sonraya açıklamanın ertelenmesi caiz değildir.

Söz söyleyip, kelam ile konuşmakla birlikte sözün ve kelam’ın kendisi ile kaim olmayıp aksine o kelam’ın başkası ile kaim olduğu, söz söyleyen ve mütekellim bir kimsenin varlığını, ne akıl bilir, ne de dilde böyle bir şey vardır. Eğer onlar bu iddiaları ile teşbihten çekinip kaçındıklarını ileri sürecek olurlarsa, o takdirde başka sıfatları da kabul etmesinler. Çünkü onlar: O bilir ama bizim bilgimiz gibi değil, diyecek olurlarsa biz de: O da konuşur ama bizim konuşmamız gibi değildir der ve diğer bütün sıfatlarının da böyle olduğunu söyleriz.

Acaba kendisiyle kudretin kaim olmadığı bir kâdir, kendisi ile hayatın kaim olmadığı bir hayy’ın varlığı akıl kabul edebilir mi?

Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de: "İyinin de, kötünün de asla kendilerinden öteye gidemediği Allah’ın eksiksiz kelimeleri ile (Allah’a) sığınırım."[72] diye buyurmuştur. Aklı başında bir kimsenin o mahluk olan bir şey ile sığınmıştır, demesi mümkün olabilir mi? Aksine Hz. Peygamber’in şu buyrukları da böyledir: "Gazabından rızana, cezalandırmadan afiyetine sığınırım."[73]; "Hissettiğim ve kendisinden çekindiğim şeylerin kötülüklerinden Allah’ın izzetine ve kudretine sığınırım."[74]; "Altımızdan yerin dibine geçirilmekten, Senin azametine sığınırım."[75]

İşte bütün bunlar Yüce Allah’ın sıfatlarıdır. Bu hususlar ilgili yerlerinde genişçe açıklanmıştır. Ben burada sadece bir işarette bulunmak istedim.

Hanefi’lerin müteahhir olanlarının pek çoğu (kelam’ın) bir tek mana olduğunu, birden çok oluşun, çokluğun, parçalanmanın ve kısımlara ayrılmanın, medlul’de değil de delâletlerde hasıl olduğunu kabul etmişlerdir. Bu ibareler, işte mahlukturlar ve Allah’ın kelamına delalet edip, Allah’ın kelamı da bunlarla ifade edildiğinden dolayı bunlara da "kelamullah" adı verilmiştir. Eğer bu Arapça ifade edilirse o Kur’ân-ı Kerîm’dir, İbranice ifade edilirse Tevrat’tır. Farklılık arzeden ibarelerdir, kelam değildir. Onlar: İşte bu ibarelere mecazen Allah’ın kelamı denilir, derler.

Ancak bu tutarsız bir görüştür. Zira Yüce Allah’ın: "Zinaya yaklaşmayınız." (el-İsra, 17/32) buyruğunun anlamının; "Namazı dosdoğru kılınız." (el-Bakara, 2/43) buyruğunun anlamı ile aynı olmasını gerektirir. Diğer taraftan Ayete’l-Kürsî’nin ihtiva ettiği mananın deyn (borçlanma âyeti) ile aynı anlama, İhlas suresinin anlamının "Tebbet" suresi ile aynı anlama gelmesini gerektirmektedir. Fakat kişi bu görüşü düşündükçe tutarsızlığını daha yakından kavrar ve bunun selef’in konu ile ilgili sözlerine muhalif olduğunu anlar.

Gerçek şu ki Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân hakikat manasıyla Allah’ın kelamındandır. Yüce Allah’ın kelamının ise sonu yoktur. O dilediği vakit ve dilediği şekilde, dilediği şeyleri söylemek vasfına sahip ezelden beri mütekellimdir. Ebediyyen de böyledir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa, buna yardımcı olarak bir o kadar daha katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenir." (el-Kehf, 18/109); "Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa ve deniz de ardından yedi deniz daha ona katılsa, yine de Allah’ın sözleri tükenmezdir. Muhakkak Allah Aziz’dir, Hakim’dir." (Lokman, 31/27)

 

Yüce Allah’ın Kelâm’ı

 

Allah’ın kelam’ı kalplerde ezberlenip, bellenmiş, dillerle okunmakta, mushaf’larda yazılı bulunmaktadır. Nitekim Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- el-Fıkhu’l-Ekber’inde de böyle demiştir. Yüce Allah’ın bütün bu yerlerdeki kelamı hakikat manasıyladır. Eğer: Mushaf’larda yazılı olan Allah’ın kelam’ıdır, denilecek olursa bundan doğru ve gerçek bir mana anlaşılır. Eğer onun hakkında; bu filanın hattı ve yazısıdır, denilecek olursa yine bundan doğru ve gerçek bir mana anlaşılır. Eğer: Bunda kendisi ile yazıldığı bir mürekkep vardır, denilecek olursa yine bundan da doğru ve gerçek bir mana anlaşılır. Eğer mushaf’larda mürekkep vardır, denilecek olursa, elbetteki buradaki "zarf" anlamı ile "onda gökler ve yer vardır, onda Muhammed ve İsa vardır" ve buna benzer sözlerinden anlaşılacak zarf manasından farklı olacaktır. Bu iki mana da bir kimsenin: Onda filan hattat’ın hattı vardır, sözündeki manadan farklıdır. Bu üç mana da bir kimsenin: Orada Allah’ın kelamı vardır, sözünün ihtiva ettiği manadan farklıdır. Bu manalar arasındaki farklara dikkat etmeyen bir kimse sapıtır ve doğruyu bulamaz.

Aynı şekilde okuyanın fiili olan kıraat ile yüce yaratıcının sözü olan okunan sözler arasındaki fark da böyledir. Bu farkı tesbit edemeyen bir kimse de aynı şekilde sapıtmış olur. Şâyet bir kimse bir kağıtta: "Şunu bil ki Allah’ın dışındaki herşey batıl’dır." mısrasının bilinen bir hattat’ın yazısı ile yazılmış olduğunu görecek olsa, elbetteki o kimse: Bu gerçek manasıyla Lebid’in sözlerindendir. Bu gerçekten filan kimsenin hattıdır derse; buradaki herbir şeye dair ifadesi bir hakikattir. Bu da gerçekten bir mürekkeptir, der ve buradaki gerçekler birbirlerine karışmazlar.

"Kur’ân" kelimesi aslında mastar’dır. Bazen bu kelime zikredilerek onunla okumak kastedilir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sabah Kur’ân’ını da (yani namazda Kur’ân okumayı da) Çünkü sabah Kur’ân’ı (namazı) tanık olunan (bir namaz)dır." (el-İsra, 7/78)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Kur’ân’ı seslerinizle süsleyiniz."[76]

Bazen de "Kur’ân" lafzı ile "makrû’ (okunan şey)" kastedilmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kur’ân’ı okuyacağın zaman, o koğulmuş şeytan’dan Allah’a sığın." (en-Nahl, 16/98); "Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız." (el-A’raf, 7/204) Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bu Kur’ân yedi harf üzere indirilmiştir."[77]

Buna benzer sözü edilen her iki anlama da delalet eden daha pek çok âyet-i kerîme ve hadis-i şerif vardır. Buna göre hakikatlerin aynî, zihnî, lafzî ve resmî (şekilsel) varlıkları vardır. Fakat ayn’lar önce bilinir, sonra onlar zihinde hatırlanır, sonra yazılır. İşte bunların (Kur’ân lafızlarının) mushaf’ta yazılması dördüncü mertebedir.

Kelam’a gelince; Kendisi ile mushaf arasında herhangi bir vasıta yoktur. Bilakis zihni ya da dil ile alakalı herhangi bir araç olmaksızın yazılandır. Onun "öncekilerin kitaplarında bulunması" ile "yayılmış bir sahifede" veya "meknun bir kitapta bulunması" arasındaki fark gayet açıktır.

Kur’ân-ı Kerîm hakkında: "Şüphesiz ki o daha öncekilerin kitaplarında da vardır." (eş-Şuarâ, 26/196) buyruğundan kasıt onun şanının, niteliklerinin önceki kitaplarda söz konusu edildiği ve indirileceğinin haber verildiğidir. Nitekim Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- de onların nezdinde bulunan kitaplarda yazılı idi. Zira Kur’ân-ı Kerîm’i Yüce Allah, Muhammed’e indirmiştir. Onun dışında hiçbir kimseye asla indirmiş değildir. İşte bundan dolayı Yüce Allah burada "kitaplarda (ez-zubur)" diye buyurmuş "sahifelerde" de, "er-rak" da da dememiştir. Çünkü "zubur" kelimesi "zebur" kelimesinin çoğuludur. "ez-Zebr" ise yazmak ve toplayıp bir araya getirmek demektir. Buna göre Yüce Allah’ın: "Şüphesiz ki o daha öncekilerin kitaplarında (zubur) da vardır." buyruğu öncekilerde yazılıdır, anlamındadır. Zaten bizzat lafzın kendisinde ve lafzın türeyişinde kastedilen manayı açıklayan ifadeler de vardır. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’in beyanının mükemmelliğini, karışıklıktan uzak ve arınmışlığını da açıklamaktadırlar. Bu da Yüce Allah’ın: "Onlar ki onu yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulurlar." (el-A’raf, 7/157) buyruğunu andırmaktadır. Bundan maksat ise onun kitaplarında anılmış olduğunu göreceklerdir, demektir.

Burada Yüce Allah’ın: "Yayılmış sahifeler içinde (râk)" (et-Tur, 52/3) yahut: "O levh-i mahfuz’dadır." (el-Buruc, 85/22) yahut: "Korunan bir kitaptadır." (el-Vakıa, 56/78) buyrukları ise bundan farklıdır. Çünkü burada zarfta amel eden ya kevn, istikrar, husûl ve buna benzer umumi fiillerden bir fiildir yahut ta o bir kitapta yazılıdır, yahut ta bir rak’ta (sahifelerde) yazılıdır şeklinde bir takdiri ifade söz konusudur.

Kitap lafzı kimi zaman yazım yeri anlamında kullanılır, kimi zaman da yazılı söz anlamında kullanılır. Söylenen sözün kitapta yazılması ile dışarıda var olan ayn’ların kitapta yazılışı arasında bir ayırıma gitmek gerekir. Çünkü bu ayn’ların ancak isimleri orada yazılır. Kişi bu husus üzerinde düşündükçe aradaki farkı da açıkça anlar.

Yüce Allah’ın kelâmının harici hakikatine gelince; bu O’ndan yahut ta O’nun adına tebliğ edenden işitilendir. Kişi bunu işitecek olursa onu bilir ve beller. Buna göre Yüce Allah’ın kelamı o kimse tarafından işitilir, bilinir ve bellenmiş olur. Onu işiten kişi söyleyecek olursa o takdirde o kimse, o sözü okumuş ve tilavet etmiş olur. O sözü yazacak olursa, o takdirde bu söz onun tarafından yazılmış ve resmedilmiş olur. Bütün bu yönleriyle o söz bir hakikattir ve sözün nefyedilmesi sahih olamaz ama mecazi ifadenin nefyi sahih’tir. Buna göre: Mushaf’ta Allah’ın kelamı yoktur demek, caiz olmadığı gibi Kur’ân okuyan bir kimsenin okuduğu Allah’ın kelamı değildir de denilemez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Taki Allah’ın kelamını dinlesin." (et-Tevbe, 9/6) Halbuki bu kimse Allah’ın kelamını Allah’tan işitmiş olmayacaktır. O ancak Allah adına onu tebliğ eden kimseden işitecektir. Ayet-i kerîme: İşitilen şey Allah’ın kelamının tabiridir. Yüce Allah’ın kelamının kendisi değildir, diyenlerin sözlerinin tutarsız olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Yüce Allah burada: "Taki Allah’ın kelamını dinlesin" diye buyurmuş. Bunun yerine: Taki o Allah’ın kelamını anlatan ifadeleri dinlesin, diye buyurmamıştır. Sözlerde de aslolan hakikattir. Bir kimse: Mushaf’larda yazılı olan Allah’ın kelamının anlatımıdır yahut Allah’ın kelamının nakledilmesidir. Mushaf’larda Allah’ın kelamı yoktur; diyecek olursa şüphesiz Kitab’a, Sünnet’e ve ümmetin selef’ine muhalefet etmiş olur ki; sapıklık olarak bu kadarı yeter.

Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin sözleri; O kendisinden işitilmesi tasavvur olunamayan tek bir manadır. İşitilen, indirilen, okunan ve yazılan ise Allah’ın kelamı değildir. Sadece onun anlatımıdır, diyenlerin sözlerini reddetmektedir. Çünkü Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: "Allah’ın kelamı Ondan gelmiştir." Selef’ten başkaları da böyle söylemiştir. Onlar: O, O’ndan gelmiştir, O’na dönecektir derler. "O’ndan gelmiştir" demelerinin sebebi Mutezile’ye mensub Cehmiye ile diğerlerinin: O kelam’ı belli bir yerde halketti ve kelam o yerden ortaya çıkmıştır, demeleridir. O bakımdan selef: "Kelam O’ndan gelir" demişlerdir. Yani, Kur’ân-ı Kerîm’i kelam sıfatı ile söyleyen O’dur. O bakımdan, O’ndan gelmiştir. Bir takım mahlukattan baş göstermiş değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kitabın indirilmesi mutlak galip, her işi hikmet dolu Allah tarafındandır." (ez-Zümer, 39/1); "Fakat benden sadır olan... sözü hak olmuştur." (es-Secde, 32/13); "De ki: Onu Ruhu’l-Kudüs... Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Nahl, 16/102)

Selef’in: O’na dönecektir, sözlerinin anlamına gelince, Kur’ân kalplerden ve mushaf’lardan kaldırılacak, geriye ne kalplerde, ne mushaf’larda ondan tek bir âyet kalmayacaktır. Nitekim bu husus bir çok rivayette dile getirilmiştir.

 

Akıl Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’i Nasıl Söylediğini İdrâk Etmekten Âcizdir

 

"Keyfiyyetsiz olarak" ifadesi O’nun kelam sıfatı ile Kur’ân’ı nasıl söylediğinin bilinemeyeceği anlamındadır ve O’nun bu kelamının mecaz olmadığını ifade eder.

"Rasûlüne vahiy yoluyla indirmiştir" İfadesi şu demektir: O, Kur’ân’ı Rasûlüne, meleğin dili ile indirmiştir. Melek Cebrail Kur’ân’ı Yüce Allah’tan işitmiş, onun Rasûlü Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- melekten işitmiş ve insanlara okumuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye bölüm bölüm ayırdığımız bir Kur’ân olarak (indirdik). Biz onu kısım kısım indirdik." (el-İsra, 16/106); "Onu kalbinin üzerine uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile Ruhu’l-Emin indirdi." (eş-Şuara, 26/193-195)

Buna karşı; "O zaman Kur’ân’ın indirilmesi, yağmurun indirilmesi, demirin indirilmesi, davarlardan sekiz çiftin indirilmesi gibi bir şeydir" diye itiraz edilmiştir.

Buna cevabımız şudur: Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişi ile ilgili olarak onun Allah’tan indirildiği zikredilmiştir. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Hâ. Mîm. Kitabın indirilmesi, hükmünde galip en iyi bilen Allah’tandır." (el-Mü’min, 40/1-2); "Kitabın indirilmesi mutlak galip, her işi hikmet dolu Allah tarafındandır." (ez-Zümer, 39/1); "(Bu kitap) "Rahman, Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/2); "O hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/42); "Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz, korkutup uyaranlarız. O gecede hikmetli her bir iş tarafımızdan bir emir ile ayrılır. Muhakkak Biz, gönderenleriz." (ed-Duhan, 44/3-5); "Eğer siz doğru söyleyenler iseniz, o halde Allah katından ikisinden daha doğru yol gösterici bir kitap getirin ki ben de ona uyayım." (el-Kasas, 28/49); "Kendilerine kitap verdiklerimiz bunun muhakkak Rabbin tarafından hak ile indirildiğini bilirler." (el-En’âm, 6/114); "Onu Ruhu’l-Kudüs, Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Nahl, 16/102)

Yağmurun indirilmesi ise "semadan indirilmiş olmak" ile kayıtlandırılmıştır. Yüce Allah: "O gökten bir su indirmiştir." (er-Rad, 13/17) diye buyurmaktadır. Gök (sema) yükseklik demektir. Bir başka yerde yağmurun bulutlardan indirildiği, bir diğer yerde sıkıcı bulutlardan indirildiği zikredilmektedir. Demirin ve davarların indirilmesi ise mutlak olarak geçmektedir. Peki bu indirme ile diğer indirme birbirine nasıl benzer ve böyle bir indirme ötekine nasıl benzetilebilir?

Demir, hiç şüphesiz dağlarda bulunan maden yataklarından çıkartılır ve dağlar yerden yüksektedir. Denildiğine göre demir madeni ne kadar yüksekten çıkıyorsa, o kadar kalitelidir.

Davarlar ise doğmak suretiyle yaratılırlar, bu ise erkeklerin sülblerinde bulunan suyun, dişilerin rahimlerine indirilmesini gerektirir. İşte bundan dolayı "indirdi (enzele)" diye buyurulmuş, "nezzele (peyderpey indirdi)" diye buyurulmamıştır. Daha sonra da ceninler annelerin karınlarından yerin üzerine inerler. Bilindiği gibi davarların erkekleri çiftleşme esnasında dişilerinin üzerine çıkarlar. Erkeğin suyu da yukardan dişilerin rahmine akar. Dişi yavrusunu doğurduğunda da yukardan aşağı doğru bırakır. İşte buna göre Yüce Allah’ın: "Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi." (ez-Zümer, 39/6) buyruğunun iki anlama gelme ihtimali vardır: Birisine göre buradaki "min:…dan" cinsin beyanı içindir, ikincisine göre bu gayenin başlangıç noktasını bildirmek içindir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda da bu iki açıklamanın kabul edilme ihtimali vardır: "Size kendi nefislerinizden eşler ve davarlardan da çiftler yaratmıştır." (eş-Şura, 42/11)

Tahâvî’nin: "Mü’minler de bu şekilde onun hak olduğunu bilip tasdik etmişlerdir" sözlerinde, sözü edilen şekliyle Kur’ân’ın Allah’ın kelamı olduğu ve Allah tarafından indirildiğine dair açıklamalarına işaret etmektedir. Yani Ashab-ı Kiram’ın ve onlara bir surette tabi olanların görüşü budur. İşte selef-i salih denilenler de bunlardır. Elbetteki bu, doğru ve gerçektir.

 

Kelam-ı Nefsi

 

Tahâvî-Alllah ona rahmet etsin-’nin: "Onun gerçek anlamıyla Yüce Allah’ın kelamı olduğuna, mahlukatın kelamı gibi yaratılmış olmadığına kesinlikle inanmışlardır" sözleri, Mutezile’nin ve bu görüşü kabul eden diğerlerinin kanaatlerini reddettiği noktasında açık bir ifadedir. Onun "gerçek manasıyla" ifadesi, "kelam, Yüce Allah’ın zatı ile kaim ve ondan kimse tarafından işitilmemiş, o ancak kelam-ı nefsî olarak vardır" anlamındaki görüşlerini reddettiğini görüyoruz. Çünkü kendisi ile nefsî kelam’ın kaim olup da o kelamiyle konuşmamış kimsenin kelamı hakkında; bu hakikat anlamı ile bir kelam’dır, denilemez. Aksi takdirde dilsizin de konuşabilen bir kimse olması gerekir ve mutlak olarak söz konusu edilmesi halinde mushaf’ta bulunan sözlerin de Kur’ân ya da Allah’ın kelam’ı olmaması, aksine Allah’ın kelam’ı olmayıp O’nun tabiri, ifadesi olması gerekirdi. Nitekim dilsiz bir kimse bir kişiye işaretle bir şeyler anlatmaya kalkışsa, o kişi de onun maksadının ne olduğunu anlayarak bu şahıs o dilsizin kendisine işaret ettiği manayı ifadelendirecek şekilde yazacak olur ise yazılan bu ifadeler, yazan şahsın dilsizin anlatmak istediği manayı ifadelendiren bir tabir olur. Bu örnek onların söylediklerine son derece uygundur. Her ne kadar hiçbir kimse Yüce Allah’a -haşa- "dilsiz" demiyorsa bile onlara göre melek Yüce Allah’tan nefsi ile kaim olan bir manayı kavramış, ancak ondan herhangi bir harf ya da bir ses işitmemiş, aksine mücerred olarak manayı kavramış, sonra onu ifadelendirmiştir. Buna göre Kur’ân nazmını ve Arap diliyle bunun te’lifini ortaya koyan melek’tir. Yahut ta Yüce Allah, melek’ten ayrı hava gibi bazı cisimlerde bu ibareyi halketmiş olmaktadır.

Kelam tek bir manadır, diyen kimselere şöyle denilir: Musa -Aleyhisselam- bu mananın tamamını mı işitmiştir? Yoksa bir bölümünü mü?

Eğer bu kimseler tamamını işitmiştir, diyecek olurlarsa onun Allah’ın kelamının tamamını işittiğini iddia etmiş olacaklardır. Bunun tutarsızlığı ise açıkça ortadadır. Şâyet bir bölümünü işitmiştir, diyecek olurlarsa o takdirde bunlar Allah’ın kelam’ının kısımlara ayrıldığını kabul etmiş olacaklardır. Yüce Allah’ın kendisi ile konuştuğu yahut ta ona kelamından bir şeyler indirmiş bulunduğu herkes hakkında da bu söz konusudur.

Yüce Allah meleklere: "Şüphesiz ki Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara, 2/30) diye buyurduğunda yine onlara: "Âdem’e secde edin" (el-Bakara, 2/34) diye emrettiğinde ve buna benzer buyrukları ile ilgili olarak; acaba bu Allah’ın kelamının tamamı mıdır? Yoksa bir bölümü müdür? diye sorulacak olur da bunlar: Bu Allah’ın kelam’ının tamamıdır, diyecek olurlarsa; hiç şüphesiz ki bu hakka karşı bile bile bir büyüklenme ve inatlaşmadır. Eğer bir bölümüdür, diyecek olurlarsa o takdirde Allah’ın kelam’ının taaddüdünü de itiraf etmiş olacaklardır.

Yüce Allah’ın kelam’ı nefsî ile kaim bir manadır, diyenlerin görüşlerini Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu buyrukları reddetmektedir: "Şüphesiz ki bizim bu kıldığımız namazda insanların kelamından olan bir şeylerin söylenmesi uygun değildir."[78]; "Muhakkak Allah emrinden dilediği şeyi ihdas eder. İhdas ettiklerinden birisi de; namazda konuşmayınız, buyruğudur."[79]

İlim adamları namaz kılan bir kimsenin namazın maslahatı için olmayarak ve kasten namazda iken konuştuğu takdirde namazının batıl olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Yine hepsinin ittifakına göre kalpten geçen düşünceler halinde bir takım dünyevî hususların tasdik ve talep edilmesi namazı iptal etmez. Namazı sadece bunları sözlü olarak söylemek iptal eder. Böylelikle müslümanların ittifakı ile kalpten geçen bu ifadelerin bir kelam (söz söyleme) olmadığı anlaşılmış olmaktadır.

Aynı şekilde Buharî ile Müslim’de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz ki Yüce Allah ümmetime nefislerinden (içlerinden) geçirdikleri düşünceleri -onları sözlü olarak ifade etmedikçe yahut gereğince amel etmedikçe- bağışlamış bulunmaktadır."[80]

Bu buyruğuyla sözlü olarak söylemediği sürece kişinin içinde geçireceği düşünceleri Yüce Allah’ın affedeceğini haber vermektedir. Böylelikle kişinin içinden geçirdikleri ile sözlü olarak konuşması arasında fark bulunduğunu ve Yüce Allah’ın konuşulmadıkça kişiyi içinden geçireceklerinden dolayı sorumlu tutmayacağını haber vermektedir. Maksat ilim adamlarının ittifakıyla; dil ile bunları söylemedikçe kişinin sorumlu tutulmayacağını anlatmaktır. Bundan anlaşılıyor ki dilde "kelam" budur. Çünkü şari’ de bizlere ancak Arap diliyle hitap etmiş bulunmaktadır.

Aynı şekilde Sünen’de kaydedildiğine göre Muaz -Radıyallahu anh-; Ey Allah’ın Rasûlü bizler gerçekten konuştuğumuz şeylerden dolayı sorumlu tutulacak mıyız? diye sormuş. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "İnsanları cehennem ateşine başaşağı dillerinin "tırpanlarıyla" biçtiklerinden başka bir şeyin yıktığını mı zannedersin?"[81]

Böylelikle kelam’ın ancak dil ile söylenen sözler olduğunu açıklamış olmaktadır. Buna göre "kavl (söz)" ile "kelam (söz söylemek, konuşmak)" lafızları ile bunlardan türeyen ister mazi, ister müzari, ister emir olsun, ister ism-i fail olsun Kur’ân’da, sünnette ve diğer Arapça ifadelerde kullanılacak olursa lafız ve mana ile birlikte bulunmaları halini ifade eder. Sahabe ve onlara güzel bir şekilde tabi olanlar arasında "kelam"ın neye ad olduğu hususunda herhangi bir görüş ayrılığı ve tartışma olmamıştır. Bu hususta tartışma ancak bid’at ehli alimlerinden müteahhirler arasında ortaya çıkmış, sonra da yayılmıştır.

"Şüphesiz ki: Allah’ın kelamı O’nun yüce zatı ile kaim bir tek manadır. Okunan, ezberlenmiş bulunan, mushaf’larda yazılı olan ve Kur’ân okuyandan dinlenilen sözler ise Yüce Allah’ın kelamının nakledilmesi (hikayesi)dir ve o mahluk’tur" diyen kimseler elbetteki mana itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in yaratılmış olduğunu -farkında olmadan- söylemiş olurlar.

Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘Andolsun bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, birbirine yardımcı olsalar dahi yine benzerini getiremezler.’" (el-İsra, 17/88)

Acaba Yüce Allah bu buyruğunda nefsinde bulunan kelama mı işaret etmektedir, yoksa okunan ve okunduğu zaman duyulan kelamına mı işaret etmektedir? Şüphesiz ki burada işaret şu okunup, işitilen, duyulan kelamadır. Zira Yüce Allah’ın zatında bulunana işaret söz konusu değildir, o indirilmiş de değildir, okunan bir söz de değildir, dinlenen bir söz de değildir.

Yüce Allah’ın: "Benzerini getiremezler" buyruğu ile acaba: Onlar hiç işitmedikleri, bilip tanımadıkları, benim nefsimde bulunan kelamın benzerini getiremezler mi demektir? Halbuki yüce yaratıcının nefsinde bulunana ulaşmaya, O’nun nefsinde neler olduğunu bilip vakıf olmaya, asla imkan yoktur.

Eğer: O, bu sözleriyle nefsinde bulunan kelamın nakledilenine (hikaye edilenine) ve onun kelamının ifade ve tabirine -ki bu da okunan, yazılan ve dinlenen kelam’dır- işaret etmiştir. Zatındaki kelam’a işareti ise söz konusu değildir, diye cevap verirlerse; şunu belirtelim ki; böyle bir görüş Kur’ân’ın açıkça mahluk olduğunu iddia etmek demektir. Çünkü bir şeyin nakledilmesi, onun gibisidir veya ona benzerdir. Bu ise Yüce Allah’ın sıfatlarının hikaye edilen, nakledilen şeyler olduklarını açıkça ifade etmek demektir. Eğer okuduğumuz bu Kur’ân-ı Kerim bir nakil ve hikaye olsaydı, şüphesiz ki insanlar Allah’ın kelamının bir benzerini de ortaya koymuş olacaklardı. O vakit onların benzerini ortaya koymaktan aciz kalmalarından nasıl söz edilebilirdi?

Buna bağlı olarak onların iddiasına göre Kur’ân gerçekte ses ve harf olmayan bir kelam’ın ses ve harf ile nakledilmiş olması anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerîm ise, ancak belli bir takım sureler, satıra geçilmiş âyetler ve tertemiz sahifelerde kaydedilmiş bir kitaptır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haydi onun gibi uydurulmuş on sure meydana getirin." (Hûd, 11/13); "Aksine o kendilerine ilim verilmiş olanların kalplerinde (hıfzedilmiş) apaçık âyetlerdir. Ayetlerimizi ancak zalim olanlar bile bile inkar eder." (el-Ankebut, 29/49); "O, çok şerefli, son derece yüksek ve tertemiz sahifelerdedir." (Abese, 80/13-14) Kur’ân-ı Kerîm okuyana, okuduğu herbir harf karşılığında on hasene yazılır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: " Ama ben sizlere "Elif, Lam, Mim" tek bir harftir, demiyorum. Aksine "elif" bir harftir, "lam" bir harftir ve "mim" bir harftir."[82]

Kur’ân-ı Kerîm hafızların kalplerinde korunmuş, okuyanların dillerinden dinlenilen kelamdır. Hafızu’d-Din en-Nesefî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- "el-Menâr" adlı eserinde şunları söylemektedir: "Şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm hem nazmın (belli sözler dizisinin), hem de manalarının adıdır." Onun dışında başka usul alimleri de böyle söylemişlerdir.

Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-ye nisbet edilen "namazda iken farsça (Kur’ân meali) okumak yeterlidir" şeklindeki görüşüne gelince o bu görüşünden vazgeçmiş ve şöyle demiştir: Arapça okuma gücü varken, Arapça dışında okumak caiz değildir.

İlim adamları şöyle demişlerdir: Eğer Arapça dışında bir dille okuyacak olursa bu kimse ya tedavi edilmesi gereken bir delidir, yahut ta öldürülmesi gereken bir zındık’tır. Çünkü Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’i bu dil ile indirilmiştir ve i’caz da Kur’ân-ı Kerîm’in hem nazmı hem de manası ile ortaya çıkar.

 

Kur’an’ın Allah’ın Kelamı Olduğunu İnkar Etmenin Hükmü

 

Tahâvî-Allah’ın rahmeti üzerine olsun-’nin: "Kim Kur’ân’ı dinler de şüphesiz ki bu bir insan sözüdür diyecek olursa elbetteki o kâfir olur" sözlerine gelince, Kur’ân’ı Kerîm’in Allah’ın kelamı olduğunu inkar edip, o Muhammed’in ya da ister melek, ister bir beşer olsun onun dışındaki yaratıklardan birisin sözüdür, diyenlerin kâfir olacağında hiçbir şüphe yoktur.

Ama Kur’ân’ın Allah’ın kelamı olduğunu ikrar ve itiraf etmekle birlikte, arkasından te’villerde bulunup, tahrif’lere sapacak olursa o takdirde bu bazı yönleri ile küfre götüren ifadeler söylemiş ve bu arada: "Bu insan sözünden başka bir şey değildir." (el-Müddessir, 74/25) diye ifadeler de kullanmış bulunanların kanaatine uygun sözler söylemiş olur. Böyleleri şeytan’ın ayaklarını kaydırdığı kimselerdir. İleride Tahâvî’nin: "Bizler kıble ehline mensup herhangi bir kimseyi bir günah dolayısıyla -onu helal kabul etmedikçe- tekfir etmeyiz" sözlerine dair açıklamalarda bulunurken -yüce Allah’ın izniyle- buna dair açıklamalar gelecektir.

 

Kur’ân Hem Lafzı Hem de Manası İtibariyle Mucizedir

 

Tahâvî’nin: "(Kur’ân) insan sözüne hiçbir şekilde benzemez" ifadesi şu demektir: Kur’ân-ı Kerîm elbetteki en şerefli, en fasih ve en doğru sözdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’tan daha doğru sözlü kimdir?" (en-Nisa, 4/87); "De ki: ‘Andolsun bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, birbirine yardımcı olsalar dahi yine benzerini getiremezler.’" (el-İsra, 17/88); "De ki: ‘Öyleyse haydi siz de onun gibi uydurma on sure getirin.’" (Hud, 11/13); "De ki: ‘Öyleyse eğer doğru söyleyenler iseniz, siz de onun benzeri bir sure getirin.’" (Yunus, 10/38)

En ileri derecedeki düşmanlıklarıyla birlikte Arapların en fasihleri de bu sözlere muhatap olanlar olup, onun bir suresinin benzerini dahi meydana getirmekten acze düşmüş olduklarına göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in bu Kur’ân Allah’tan getirdiği iddiasında doğruluğuda ve Kur’ânı Kerim’in hem nazmı (söz ve ifade dizilişi) hem de manası itibariyle -sadece bunlardan birisiyle değil- mucize olduğu da ortaya çıkmış olmaktadır.

Diğer taraftan O, Arapça bir Kur’ândır. Onda hiçbir eğrilik yoktur ve apaçık bir Arapça’dır. Buna göre onun benzerinin söz konusu olmayacağının belirtilmesi sadece kelime ve harfler bakımından değil, aynı zamanda hem onun gibisini söylemek hem de nazım ve mana itibariyle onun benzerini ortaya koymak da nefyedilmektedir. İşte surelerin başlarında bulunan mukatta’ harfler de buna işaret etmektedir. Yani, Kur’ân-ı Kerîm onların kullandıkları söz ve konuşma üslubuyladır. Kendilerinin karşılıklı olarak birbirleriyle hitap ettikleri dil ile gelmiştir.

Nitekim mukatta’ harflerden sonra özellikle Kur’ân-ı Kerîm’in söz konusu edildiğine de dikkat etmemiz gerekir. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Elif, Lam, Mim. İşte bu kitap(dır ki) onda hiçbir şüphe yoktur." (el-Bakara, 2/1-2); "Elif, Lam, Mim. Allah (O’dur ki) O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Hayy’dır, Kayyum’dur. Sana hak ile kitabı kısım kısım indirmiştir." (Al’i-İmran, 3/1-3); "Elif, Lam, Mim, Sad. (Bu) sana indirilmiş bir kitaptır." (el-A’raf, 7/1-2); "Elif, Lam, Ra. İşte bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir." (Yunus, 10/1-2)

Bu şekilde başlayan diğer sureler de böyledir. Bunlarla Yüce Allah şuna dikkatlerini çekmekteydi: Bu şerefli rasûl size, sizin bilmediğiniz, tanımadığınız bir şey getirmiş değildir. Aksine o, size dilinizle hitap etmektedir.

Ancak yanlış görüşlere sahip olanlar, böyle bir yaklaşımı şanı Yüce Allah’ın Kur’ân’ı, kelâm’ı olarak söylemiş olduğunu, Cebrail’in de bunu işitmiş olduğunu nefyetmek ve reddetmek için bir yol olarak kullanmaktadırlar. Nitekim onlar Yüce Allah’ın: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir." (eş-Şûrâ, 42/11) buyruğunu da O’nun sıfatlarını nefyetmek için bir yol olarak kullanırlar. Halbuki âyet-i kerîme’de onların bu iddialarını reddedecek ifadeler de vardır. Çünkü Yüce Allah hemen: "O, herşeyi işitendir, görendir." (eş-Şûrâ, 42/11) diye buyurmaktadır. Nitekim Yüce Allah: "Onun gibi bir sure getirin." (Yunus, 10/38) buyruğunda da harfleri reddedenlerin görüşleri reddedilmektedir. Çünkü Yüce Allah: "Onun gibi bir sure getirin" diye buyurmuş, onun gibi bir harf yahut bir kelime getirin, dememiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de en kısa sure ise üç âyet-i kerîme’den ibarettir. Bundan dolayı Ebu Yusuf ve Muhammed -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Yeterli kıraatin asgari miktarı üç âyet kadar bir uzun bir âyet okumaktır. Çünkü bundan daha aşağısı ile i’caz tahakkuk etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

 

"Yüce Allah’ı insanlara ait hususiyetlerden birisi ile vasfeden bir kimse kâfir olur. Artık kim basiretiyle bunları anlarsa gerekli şekilde ibret almış olur ve kâfirlerin sözlerine benzer söz söylemekten uzak kalır. Yüce Allah’ın sıfatlarının insanların sıfatlarına benzemediğini de kat’î olarak bilmiş olur."

 

Yüce Allah’ın Sıfatları, İnsanların Sıfatlarına Benzemez

 

Daha önceden Kur’ân-ı Kerîm’in hakikat manası ile Allah’ın kelâmı olduğunu, O’ndan geldiğini belirttikten sonra burada Yüce Allah’ın sıfatlarının, insanların sıfatları gibi olmadığına dikkat çekerek isbatın akabinde teşbîhi nefyetmiş olmaktadır.

Yani Yüce Allah her ne kadar mütekellim olmakla nitelendirilse bile, insanın kendileri vasıtasıyla mütekellim sayılabileceği hususlardan herhangi birisiyle vasfedilemez. Çünkü Yüce Allah hiçbir şeye benzemez, O herşeyi işitendir, görendir.

Teşbih’e ve ta’til’e yönelmeksizin Allah’ın sıfatlarını kabul edenler ile ilgili olarak verilen şu misal ne kadar da güzeldir! Katıksız ve içenlerin rahatlıkla boğazlarından geçen bir süt ta’til’in pislikleri arasından ve teşbih’in kanı arasından çıkar. Muattıl, olmayan bir şeye ibadet ederken; müşebbihe’ye mensup kişi bir puta ibadet eder. İleride Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-’nin: "Her kim sıfatları nefyetmekten ve teşbih’ten sakınmayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet ettiremez" sözlerinde ve yine: "(Doğru yol) teşbih ile ta’til arasıdır" sözleri de gelecektir. Yani, İslam dini bu ikisi arasında izlenen bir yoldur. Şüphesiz ki ta’til -ileride Yüce Allah’ın izniyle belirteceğimiz sebebler dolayısıyla- teşbih’ten de kötüdür. Yüce Allah’ın kendi zatını ve rasûlünün de Yüce Rabbini vasfetmiş olduğu ifadelerde asla teşbih söz konusu değildir. Aksine yaratanın sıfatları kendisine yakışan şekildedir. Yaratılmışın sıfatları da kendisine yakışan şekildedir.

"Kim basiretle buları anlarsa ibret alır" sözleri şu demektir: Sıfatları kabul edip, teşbihi nefyeden ve teşbih’e sapanlara yönelik tehditleri basiret gözüyle inceleyen bir kimse ibret alır ve kâfirlerin sözlerine benzer söz söylemekten uzak kalır.

 

"Cennet ehlinin ru’yeti (Allah’ı görmesi) -ihata ve keyfiyetin idraki söz konusu olmaksızın- Yüce Allah’ın Kitabının dile getirdiği şekliyle bir gerçektir: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rab’lerine bakıcıdırlar." (el-Kıyame, 75/22-23) Bunun açıklanması ise Yüce Allah’ın muradı ve bildiği şekildedir. Bu hususta bize kadar gelmiş Rasûlullah -Sallallahü aleyhi ve sellem- den rivayet edilmiş, bütün sahih hadisler de onun dediği gibidir ve bunların manası murad ettiği şekildedir. Bizler bu konuda görüşlerimizle te’villerde bulunarak, hevâlarımıza göre vehimlere kapılarak açıklamalar yapmaya kalkışmayız. Çünkü (bu gibi hususları) Yüce Allah’a ve Rasûlüne teslim edip de kendisi için müteşabih olanların bilgisini bilenlere havale edenler dışında hiçbir kimse dininde selâmete ulaşamaz."

 

Cennetliklerin Rab’lerini Görmeleri

 

"Cennetteki" ru’yetullah hususunda muhalefet edenler Cehmiye, Mutezile ve onlara tabi olan Harici’lerle, İmamiye’dir. Bunların görüşleri Kitap ve sünnet gereğince merdut’tur. Sahabe-i kiram, tabiîn ve dinde önderlikleri bilinip kabul edilmiş İslam’ın imamları, hadis ehli ve sünnet ve cemaate mensup kelâmcılardan diğer taifeler hep ru’yeti kabul edegelmişlerdir.

Bu mesele usulu’d-din meselelerinin en şereflilerinden ve üstünlerindendir. Doğruyu araştırmaya soyunanları ve yarışanlar bunu amaç edinmişlerdir. Ancak Rab’lerinden perdelenmiş, kapısından kovulmuş olanlar ise bu gayeye ulaşmaktan mahrum kalmışlardır.

Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-, bu husustaki deliller arasında Yüce Allah’ın: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır, Rab’lerine bakıcıdırlar." (el-Kıyame, 75/22-23) buyruğunu zikretmiştir. Bu konu ile ilgili delillerin en açık olanı budur. Kendisine te’vil adı vererek tahrif’ten başka bir yolu kabul etmeyenlere gelince; bunlar şunu bilmeli, ki öldükten sonra diriliş, cennet, cehennem ve hesap ile ilgili nass’ların te’vili, te’vil erbabına bu âyet-i kerîme’yi te’vil etmekten daha kolay gelir. Çünkü bu gibi nass’ları te’vil etmeye kalkışan ve onları gerçek yerlerinden ve manalarından tahrif ederek uzaklaştıran, manalarını iptal edici bir kimse; istediği taktirde elbetteki bu nass’ları te’vil edenlerin bulduğu kadar bunlara da yol bulabilir.

 

Fasit Te’villerin Zararları

 

İşte dünyayı da, dini de fesada boğan böyle bir te’vildir. Yahudiler ve hristiyanlar’da Tevrat ve İncil’in nass’larını böylece tahrif ettiler. Yüce Allah da onların yaptıklarının bir benzerini yapmaktan bizleri sakındırmıştır. Ancak batılın peşinden koşanlar onların yolunu izlemekten başka bir şey kabul etmek istemediler.

Fasit te’vilin dine ve dindarlara zararı ne kadar da büyüktür! Osman -Radıyallahu anh- böyle bir fasit te’vilden başka bir gerekçe gösterilerek mi şehit edildi? Cemel ve Sıffin günlerinde cereyan eden olaylar, Hüseyin -Radıyallahu anh-ın şehit edilmesi ve Harre günü meydana gelen olaylar da böyle değil midir? Harici’lerin ayaklanmaları, Mutezile’nin kenara çekilmesi, Rafızi’lerin redleri ve ümmetin yetmişüç fırkaya ayrılması fasit te’vilden başkasıyla mı olmuştur?

Ayet-i kerîme’de görmenin yeri olan (gözlerin bulunduğu yer olan) veche (yüze) izafe edilmesi, gözle görmek için açık bir ifade olarak kullanılan bu fiilin "ila: e, a" edatı ile geçişinin yapılması, ifadede hakikatinin hilafına ve bu fiilin gerçek manasından başka bir manaya kullanıldığına delalet teşkil edecek bir karine’nin bulunmaması, Yüce Allah’ın bu ifade ile yüzde bulunan göz ile aziz ve celil olan Rabbe bakılacağını kastetmiş olduğu hususunda açık delil teşkil etmektedir.

 

Nazar (Bakma)nın, Kullanımına Göre Değişik Anlamlara Gelmesi

 

"Nazar" kelimesinin sıla’ları ile (onunla birlikte kullanılan lafızlarla) ve kendisi ile teaddi etmesi (geçiş yapması)ne göre çeşitli kullanımları vardır. Eğer bu fiil bizzat geçişli olarak kullanılırsa o takdirde durmak ve beklemek (tevakkuf ve intizar) anlamlarına gelir. Yüce Allah’ın: ": Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım" (el-Hadid, 57/13) buyruğunda olduğu gibi.

Eğer "fi" edatı ile geçiş yapacak olursa o takdirde tefekkür ve ibret almak anlamlarına gelir. Yüce Allah’ın: ": Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına... bakmazlar mı?" (el-A’raf, 7/185) buyruğu gibi.

Eğer "ilâ: e, a" edatı ile geçiş yaparsa o takdirde gözlerle görmek anlamına gelir. Yüce Allah’ın: ": O halde meyvesine, meyve verdiği zaman bir bakıverin." (el-En’âm, 6/99) O halde eğer görmenin mahalli’nin bulunduğu yüze izafe edilirse anlamı ne olabilir ki?

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Orada onlara diledikleri herşey var. Yanımızda fazlası da var." (Kaf, 50/35) Taberî dedi ki: Ali b. Ebi Talib ve Enes b. Malik -Radıyallahu anh-; burda kasıt aziz ve celil olan Allah’ın vechine bakmaktır, demişlerdir.

Yine Yüce Allah bir başka yerde: "İhsanda bulunanlara da el-hüsna ve daha da fazlası vardır" (Yunus, 10/26) diye buyurmaktadır. Buradaki "el-husnâ"dan kasıt cennettir. Ziyade (daha fazlası)ndan kasıt ise, Yüce Allah’ın kerim vechine bakmaktır.

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ve ondan sonra sahabe-i kiram bunu böylece açıklamışlardır. Nitekim Müslim, Sahih’inde yer alan rivayete göre Suhayb şöyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Yüce Allah’ın: "İhsanda bulunanlara el-hüsnâ ve daha da fazlası vardır" buyruğunu okudu ve şöyle dedi: "Cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme gireceklerinde bir münadi şöyle seslenecektir: Ey cennetlikler, şüphesiz ki sizin Allah’ın nezdinde verilmiş bir sözünüz vardır. O size vermiş olduğu sözünü yerine getirmek ister. Cennetlikler: O da nedir? derler. Bizim terazilerimizi ağır bastırmadı mı? Yüzlerimizi ağartmadı mı ve bizi cennete sokmadı mı? Cehennem ateşinden kurtarmadı mı? Bunun üzerine Yüce Allah hicab’ı kaldırır ve O’na bakarlar. Kendi zatına bakmalarından daha çok sevecekleri bir şeyi onlara vermiş olmayacaktır.[83] İşte ziyade de budur."

Bunu Müslim’den başkası da çeşitli senedlerle ve farklı lafızlarla rivayet etmişlerdir ki bunların hepsinin ihtiva ettiği mana şudur: Ziyade’den, fazlalık’tan kasıt aziz ve celil olan Allah’ın yüzüne bakmaktır.

Sahabe -radıyallahu anhuma- da bunu böylece açıklamışlardır. İbn Cerir, aralarında Ebu Bekir es-Sıddiyk, Huzeyfe, Ebu Musa el-Eş’arî ve İbn Abbas -radıyallahu anhuma-ın da bulunduğu bir topluluğun bunu böylece açıkladıklarını rivayet etmektedir.

Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hayır, muhakkak ki onlar o günde Rab’lerinden elbette perdelenmiş olacaklardır." (el-Mutaffifin, 83/15) Şafiî ve onun dışında bir takım imamlar bu âyet-i kerîme’yi cennetliklerin ru’yetine delil göstermişlerdir. Bunu Taberî ve başkaları el-Müzenî’den o da eş-Şafiî’den nakletmektedir. Hakim dedi ki: Bize el-Asam anlattı, bize er-Rabî’ b. Süleyman anlattı, dedi ki: Ben Muhammed b. İdris eş-Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin huzurunda bulundum. Ona es-Said denilen bölgeden bir kağıt gelmişti. Orada şu ifadeler yer alıyordu: Aziz ve celil olan Allah’ın: "Hayır, muhakkak ki onlar o günde Rab’lerinden elbette perdelenmiş olacaklardır." (el-Mutaffifin, 83/15) buyruğu hakkında ne dersin? Şafiî dedi ki: Bunlar gazaba uğrayarak perdelenmiş olacaklarına göre bu buyrukta O’nun gerçek dostlarının Allah’ın rızasına nail olacakları halde O’nu göreceklerine delil teşkil etmektedir.

 

Ru’yetullah’ı Reddeden Mutezile’nin Kanaatlerinin Çürütülmesi

 

Mutezile’nin Yüce Allah’ın: "(Allah) buyurdu ki: Beni asla göremezsin." (el-A’raf, 7/143) buyruğu ile: "Gözler ona erişemez." (el-En’âm, 6/103) buyruğunu delil göstermelerine gelince, aslında bu iki âyet-i kerîme de onların aleyhlerine delil teşkil etmektedir.

Delil diye ileri sürdükleri ilk âyet-i kerîme’den çeşitli açılardan ru’yeti isbatlayan bir takım istidlâllerde bulunmak mümkündür. Şöyle ki:

1- Kendi döneminde insanlar arasında Rabbini en iyi tanıyan, Allah’ın kelimi ve şerefli Rasûlünün mümkün olmayan ve kendisi için caiz de olmayan bir dilekte bulunması düşünülemez. Aksine bu onlara göre de imkansız işlerin en büyüklerinden birisidir.

2- Yüce Allah onun böyle bir istekte bulunmasını reddetmemektedir. Nuh -Aleyhisselam- ise Rabbinden oğlunu kurtarmasını dileyince, onun böyle bir dilekte bulunmasını reddederek: "Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum." (Hud, 11/46) diye cevap vermiştir.

3- Yüce Allah: "Beni asla göremezsin" diye buyurmuş ama: "Ben görülmem, benim görülmem imkansızdır yahut ben görülen bir varlık değilim" diye buyurmamıştır. Her iki cevap arasındaki fark ise açıkça ortadadır. Nitekim bir kimsenin elbisesi altında bir taş varsa bir başkası onun yiyecek bir şey olduğunu sansa ve: Onu bana ver de yiyeyim dese, buna verilecek doğru cevap: Bu yenilecek bir şey değildir, şeklindedir. Eğer bu şey yenecek bir şeyse o takdirde. Sen onu asla yiyemezsin demek o zaman doğru olur. İşte bu da şanı Yüce Allah’ın görülen bir varlık olduğunu göstermektedir. Ancak Musa -Aleyhisselam-ın bu dünya yurdunda Yüce Allah’ı görmeye gücü tahammül edemezdi. Çünkü dünya hayatında insanlar Yüce Allah’ı görebilecek güce sahip değildir. Bunu da şöylece açıklayabiliriz:

4- Yüce Allah: "Beni asla göremezsin fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni görebileceksin." (el-A’raf, 7/143) buyruğuyla Allah, kuvvet ve salabetine rağmen dağın dahi bu dünyada Allah’ın ona tecellisi (görünmesi) karşısında sebat gösteremeyeceğini bildirmiş olmaktadır. Peki zayıflık hali içerisinde yaratılmış olan insan buna nasıl tahammül edebilir?

5- Şanı Yüce Allah dağı karar kılabilecek, yerinde durabilecek hale getirmeye kadirdir ve bu mümkündür. Yüce Allah, kendisinin görülmesini buna bağlamıştır. Eğer bu imkansız bir şey olsaydı, bu: Eğer dağ yerinde durursa, ben de yemek yiyeceğim, içeceğim ve uyuyacağım demeye benzerdi. Çünkü onlara (ru’yeti inkâr edenlere) göre bunların hepsi aynı şeylerdir.

6- Yüce Allah’ın: "Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti" (el-A’raf, 7/143) buyruğunda belirtildiği üzere; mükafatı da, cezası da söz konusu olmayan bir cansız varlık olan dağa tecellisi caiz olduğuna göre, rasûllerine ve gerçek dostlarına lutuf ve ihsan yurdu olan cennette tecelli etmesi nasıl imkansız görülebilir? Ama şanı Yüce Allah, Musa -Aleyhisselam-a dağ bu dünya yurdunda Allah’ın ru’yeti karşısında sebat edemeyeceğine göre; insanların daha zayıf olduğunu öğretmiş olmaktadır.

7- Yüce Allah Musa ile konuşmuş, ona seslenmiş, onunla münacatta bulunmuştur. Konuşma ve konuşturması caiz görülen muhatabına vasıtasız olarak kelamını işittirmesi mümkün olan bir varlığın görülmesinin de mümkün olması öncelikle söz konusudur. İşte bundan dolayı Allah’ın kelamı inkar olunmadıkça ru’yetinin de inkar edilmesine imkan yoktur. İşte bunlar her iki inkarı bir arada işlemişlerdir.

Onların görülmemeyi ifade eden buyruğun "len: asla" ile ebediyet anlamı ifade ettiği ve bunun âhirette de Allah’ın ru’yetinin nefyedildiğine delâlet ettiği iddialarına gelince, böyle bir iddia tutarsızdır. Çünkü eğer bu görülmeyiş, ebedilik ifade eden bir kayıt ile zikredilmiş olsa bile bu, nefyin âhirette de devam edeceğine delalet etmez. Hele bu mutlak olarak kullanılırsa, nasıl böyle bir anlam çıkartılabilir ki? Mesela Yüce Allah: "Fakat... hiçbir zaman onu temenni etmezler." (el-Bakara, 2/95) buyruğu ile birlikte: "Ey malik, Rabbin hakkımızda (ölümle) hüküm versin diye seslenecekler." (ez-Zuhruf, 43/77) buyruğu ile birlikte düşünelim. Eğer burada bu edat mutlak olarak ebedilik ifade etmek anlamında olsaydı, ondan sonra gelen fiilin tahdit edilmesi de mümkün olmazdı. Oysa burada böyle bir sınırlandırma söz konusudur. Mesela Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık ya babam izin verinceye kadar... katiyyen bu yerden ayrılmam." (Yusuf, 12/80) Böylelikle "(1): Asla" edatının ebedi nefy anlamını ifade etmediği ortaya çıkmaktadır.

eş-Şeyh Cemalu’d-Din b. Malik -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir:

"Her kim "len" ile nefyin müebbet olduğu görüşüne sahip olursa,

Onun o görüşünü reddet ve diğer görüşü destekle."

İkinci âyete gelince (ki o: "Gözler ona erişemez" (el-En’âm, 6/103) âyetidir): Bu âyet-i kerîme de gayet güzel ve incelikli bir surette Allah’ın görüleceğine delildir. Şöyle ki: Yüce Allah bu âyet-i kerîme’yi zatını övmek siyakında zikretmiştir. Bilindiği gibi övmek ancak subutî sıfatlarla söz konusu olur. Katıksız yokluk ise bir kemal değildir, onunla kimse övülmez. Yüce Rabbimiz sıfatın nefyi ile, ancak bu nefy varlıkla ilgili bir hususu ihtiva ederse övülebilir.

Mesela, O’nun uyuklamasının ve uyumasının nefyedilmesi suretle övülmesi buna örnektir. Bu Yüce Allah’ın kayyûmiyetinin kemalini de ihtiva eder. Hayatın kemalini ihtiva eden ölümü nefyetmek, kudret kemalini ihtiva eden yorgunluk ve bitkinliği nefyetmek, ububiyetinin, ruluhiyet ve kahrının kemalini ihtiva eden ortağının, zevcesinin, oğlunun ve yardımcısının olduğunu nefyetmek, O’nun samed oluşunu belirtip muhtaç olmayışının kemalini ihtiva eden yemenin ve içmenin nefyedilmesi, vahdaniyetinin, mahlukatına muhtaç olmayışının kemalini ihtiva eden, izin vermedikçe şefaatin gerçekleşmeyeceğinin belirtilmesi, adalet, ilim ve muhtaç olmayışının kemalini ihtiva eden zulmün nefyedilmesi, ilim ve kuşatıcılığının kemalini ihtiva eden unutmanın, herhangi bir şeyin ilmi dışında kalışının nefyedilmesi, zat ve sıfatlarının kemalini ihtiva eden O’na benzer varlığın bulunduğunun nefyedilmesi hep bunlara örnektir.

İşte bundan dolayı subutî bir hususiyet ihtiva etmeyen katıksız bir yokluk ile övülmek söz konusu değildir. Çünkü yok olan her bir varlık, bu yok kabul edilen hususta yoklukla nitelenen ile ortaktır. Kamil olan bir zat ise kendisi ile olmayan bir varlık arasında ortak bulunan bir özellikle vasfedilemez. O halde buyruğun anlamı şöyledir: O görülür ama idrak edilmez ve kuşatılamaz.

Buna göre Yüce Allah’ın: "Gözler O’na erişemez." (el-En’âm, 6/103) buyruğu O’nun azametinin kemaline, herşeyden büyük olduğuna delil teşkil etmektedir. Azametinin kemali dolayısı ile kuşatılacak bir surette O’nun idrak edilmesi söz konusu değildir. Çünkü "idrâk" bir şeyi kuşatmak, ihata etmek demektir ve bu ru’yetten (görmekten) daha ileri bir şeydir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İki topluluk birbirini görünce Musa’nın arkadaşları: ‘İşte şimdi idrak edildik (kıstırıldık)’ dediler. (Musa): Asla, dedi." (eş-Şuara, 26/62) Burada Musa -Aleyhisselam- görüldüklerini reddetmedi. Onun reddettiği idrak edilmek (yetişilmek) idi. Buna göre ru’yet ve idrak’in herbirisi diğeriyle de bulunabilir, onsuz da olabilir. Şanı Yüce Allah görülür fakat idrak edilemez. Nitekim bilinmekle birlikte bilgiyle kuşatılamaz.

İşte âyet-i kerîme’den ashab-ı kiram’ın ve imamların anladıkları budur. Nitekim ilgili âyetin tefsirinde onların görüşleri böylece zikredilmiştir. Hatta şu gördüğünüz güneşi bile gerçek mahiyetiyle görenin idrak etmesi mümkün değildir.

 

Ru’yetullah İle İlgili Hadisler Tevatür Derecesine Ulaşmıştır

 

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den gelen ve ru’yetullah’a delâlet eden hadisi şerifler ile ashabının bu husustaki sözleri mütevatirdir. Bu hadisleri sahih, müsned ve sünen te’lif eden hadis alimleri eserlerinde rivayet etmişlerdir.

Bu hadislerden birisi şudur: Ebu Hureyre -Radıyallahu anh- dedi ki: "Bazıları: Ey Allah’ın Rasûlü! Kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz? diye sordular. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: Ondördünde ay’ı görmekte herhangi bir zorluk, bir sıkıntı çeker misiniz? Hayır, ey Allah’ın Rasûlü dediler. Bu sefer: Önünde herhangi bir bulut yokken güneşi görmekte bir sıkıntı çeker misiniz? Onlar yine: Hayır, dediler. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: İşte siz O’nu böylece göreceksiniz."[84] Hadisi uzun uzadıya Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir.

Yine Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen ve Buharî ile Müslim’de yer alan hadis te buna benzemektedir.[85]

Cerir b. Abdullah el-Becelî’nin rivayet ettiği hadise gelince o şöyle demektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte oturuyorduk. O ondördündeki ay’a baktı ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki sizler bunu gördüğünüz ve onu görürken herhangi bir şekilde birbirinizi sıkıştırmaya ihtiyaç görmediğiniz gibi, Rabbinizi de ayan beyan göreceksinizdir."[86] Hadisi-Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.

Daha önceden geçen Suhayb’ın hadisini de Müslim ve başkaları rivayet etmişlerdir.

Ebu Musa -Radıyallahu anh-nın rivayet ettiği hadise gelince: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Gümüşten iki cennet vardır. Bunların kapları da içindekileri de gümüştendir. Altından da iki cennet vardır. Bunların da kapları ve içindekileri altındandır. Adn cennetinde bulunanların şanı yüce ve mübarek Rab’lerini görmeleri arasındaki tek engel, yüzü üzerindeki Kibriya Rida’sıdır." Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir.[87]

Ru’yet ile ilgili hadisleri yaklaşık otuz sahabi rivayet etmiş bulunmaktadır.

Kim bu hadisleri gereği gibi bilecek olursa kesinlikle bunları söyleyenin Allah Rasûlü olduğuna inanır. Eğer ben bu eserde kısa anlatım yolunu seçmemiş olsaydım, konu ile ilgili bütün hadisleri kaydederdim.

Bu hadisleri bilmek isteyenlerin Nebevî hadisleri dinlemeye gayret göstermeleri gerekir. Çünkü bu hadislerde Yüce Allah’ın görüleceği tesbit edilmekle birlikte, dilediği takdirde, dilediği kimselerle de konuşacağı, Kıyamet gününde aralarında hükmetmek üzere yaratıkların bulunduğu yere geleceği, O’nun bütün mahlukatın fevkınde olacağı, kullarına tecelli edeceği, O’nun güleceği ve buna benzer Cehmiye tarafından dinlenilmeleri adeta yıldırım çarpmışa döndürecek türden daha başka sıfatlar da yer almaktadır.

 

Usulu’d-Din (İtikad Meseleleri) Ancak Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün Sünnetinden Öğrenilebilir:

 

Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti olmadan İslam dininin esasları nasıl öğrenilebilir? Yüce Allah’ın Kitabı, Allah Rasûlünün ve dilleriyle Kur’ân’ın nazil olduğu ashabının tefsir ettiği şekilden başka türlü tefsiri nasıl söz konusu olabilir?

Yüce Allah’ın görülmesinin, güneşin ve ay’ın görülmesine benzetilmesi Allah’ın benzetilmesi değildir. Bu görmenin görmeye benzetilmesidir. Yoksa görülenin, görülene benzetilmesi değildir.

Dinin esaslarını Kitaptan ve sünnetten değil de şunun bunun sözlerinden öğrenmiş bir kimse dinin esasları hakkında nasıl konuşabilir? Eğer böyle bir kimse bunları Allah’ın Kitabından aldığını iddia etmekle birlikte; Allah’ın Kitabına dair açıklamaları Rasûlü’nün hadislerinden almayan, onlara bakmayan, ashab-ı kiram’ın ve onlara güzel bir şekilde tabi olanların, hadis tenkitçilerinin seçip güvendikleri güvenilir nakilcilerden bizlere ulaştırılmış sözlerine bakmadan Allah’ın Kitabını tefsire kalkıştıklarını söyleyenler şunu bilmelidirler ki; onlar bize yalnızca Kur’ân-ı Kerîm’in nazmını nakletmekle kalmadılar, onun hem nazmını hem de manasını bizlere naklettiler. Onlar, Kur’ân’ı çocukların öğrendiği gibi öğrenmiyorlardı. Onlar Kur’ân’ı ihtiva ettiği manalarıyla birlikte öğreniyorlardı. Onların yolunu izlemeyen bir kimse ancak kendi görüşüne dayanarak söz söyler. Kendi görüşüne dayanarak ve Allah’ın dini olduğu zannı ile söz söyleyip bunları Kitap ve sünnetten öğrenmeyen kimseler hiç şüphesiz isabet etseler dahi günahkârdırlar. Kitap ve sünnetten alarak söz söyleyen bir kimse hata etse bile ecir kazanır. Ancak isabet ettiği takdirde onun alacağı ecir kat kat fazladır.

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Ru’yet cennetlikler için haktır" sözlerine gelince, özellikle cennet ehlini söz konusu etmesinden, başkalarının onu görmeyeceği anlaşılmaktadır. Cennet ehlinin cennette, Rab’lerini göreceklerinde hiçbir şüphe yoktur. Aynı şekilde cennete girmeden önce Mahşer’de de onu göreceklerdir. Nitekim bu, Buharî ve Müslim’in Sahih’lerinde Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den gelen rivayetlerde de sabit olmuştur. Ayrıca Yüce Allah’ın: "Ona kavuşacakları gün onlara sağlık dileği selam’dır." (el-Ahzab, 33/44) buyruğu da buna delil teşkil etmektedir.

Mahşerdekilerin Yüce Allah’ı görmesi hususunda üç farklı görüş vardır:

1- Onu ancak mü’minler görecektir.

2- Orada duranların hepsi, mü’minleriyle kâfirleriyle O’nu görecekler. Sonra kâfirler ile arasına hicap girecek ve bundan sonra kâfirler onu bir daha görmeyeceklerdir.

3- Mü’minlerle birlikte -diğer kâfirler müstesnâ olmak üzere- münafıklar da Allah’ı görecektir. Mahşerde duranlar ile konuşması hususundaki görüş ayrılıkları da böyledir.

 

Yüce Allah’ın Dünyada Gözle Görülemeyeceği Hususunda İttifak Vardır

 

Ümmet, Yüce Allah’ın dünyada, gözleriyle hiçbir kimse tarafından görülmeyeceğini ittifakla kabul etmişler ve bu konuda sadece Peygamberimiz -Sallallahu aleyhi vesellem-in onu görmesi hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Onlardan kimisi Allah Rasûlünün Yüce Allah’ı gözüyle gördüğünü kabul etmez, kimisi de gördüğünü kabul etmektedir. Kadı Iyad "eş-Şifa" adlı eserinde Ashab-ı Kiram’ın ve onlardan sonra gelenlerin Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Rabbini görüşü ile ilgili görüş ayrılıklarını nakletmiş bulunmaktadır: Âişe -Radıyallahu anha-ın Allah Rasûlünün baş gözüyle Rabbini gördüğünü kabul etmediği ve bunu kendisine: Muhammed Rabbini gördü mü? diye soran, Meslrûk’un sorusuna olumsuz cevap vererek dile getirdiğini görüyoruz. O şöyle demiştir: Bu söylediklerinden tüylerim diken diken oldu. Sonra da sözlerine şöyle devam etti. Kim sana Muhammed Rabbini görmüştür diye anlatırsa, şunu bil ki yalan söylemiş olur.[88]

Daha sonra Kadı Iyad şunları söylemektedir: Kimisi Aişe -Radıyallahu anh-ın görüşünü kabul etmiştir. İbn Mes’ud’dan nakledilen meşhur görüşüde budur. Ebu Hureyre’den bu hususta farklı rivayetler gelmiştir.

Bunu kabul etmeyip, Yüce Allah’ın dünyada görülmesinin imkansız olduğunu hadis, fıkıh ve kelam alimlerinden bir topluluk da ifade etmişlerdir.

İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan da şöyle dediği nakledilmiştir: O, Rabbini gözleriyle görmüştür.[89] Atâ da yine İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet eder: O, Rabbini kalbiyle görmüştür.[90]

Daha sonra (Kadı Iyad) çeşitli görüşler ve faydalı bilgiler zikretmekte ve şunları söylemektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Allah’ı gözüyle gördüğünün kat’î olduğunu ileri sürmek ve gözleriyle O’nu gördüğünü kabul etmeye gelince, bu konuda kat’î bir delil ve nass bulunmamaktadır. Bu hususta dayanak en-Necm suresindeki âyet-i kerîme’dir. O âyet-i kerîme ile ilgili görüş ayrılıkları ise nakledilegelmiştir, görüldüğü anlamına gelme ihtimali de mümkündür.

Kadı Iyad’ın -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu söylediği hakkın kendisidir. Allah’ın dünyada görülmesi mümkündür, çünkü mümkün olmasaydı Musa -Aleyhisselam- böyle bir talepte bulunmazdı. Ama Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Rabbini baş gözüyle gördüğüne dair bir nass varid olmuş değildir. Aksine Rabbini görmediğine dair deliller varid olmuştur. Bu da Müslim’in Sahih’inde kaydettiği şu rivayettir:

Ebu Zerr -Radıyallahu anh-dan dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e: Rabbini gördün mü? diye sordum. O: "Bir nur’dur. O’nu nasıl görebilirdim."[91] demiştir. Bir başka rivayette de: "Bir nur gördüm" dediği kaydedilmektedir.

Yine Müslim’in Ebu Musa el-Eş’arî -Radıyallahu anh-dan rivayetine göre o şöyle buyurmuştur: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bize ayağa dikilerek irad ettiği hutbesinde beş hususu dile getirip şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah uyumaz, O’nun uyuması da gerekmez. O adalet terazisini kaldırır ve indirir. Gecenin ameli O’na gündüzün amelinden önce yükseltilir. Gündüzün ameli de gecenin amelinden önce. O’nun hicabı nur -bir rivayette de: nar-dir. Eğer onu açacak olursa, O’nun yüzünün parıltıları mahlukatından basar’ının ulaştığı herbir şeyi mutlaka yakardı."[92]

Buna göre Ebu Zerr -Radıyallahu anh-ın rivayetinde yer alan: "Ben bir nur gördüm" sözünün anlamı -Allah’u a’lem- onun bu hicabı gördüğü demek olur. "O bir nur’dur. O’nu nasıl görebilirim?" sözleri ise şu demektir: Hicab’ın kendisi olan o nur O’nun görülmesine engeldir. Ben, O’nu nasıl görebilirdim? Yani nur benimle O’nun arasında, O’nu görmemi engelleyecek bir hicab iken nasıl onu görebilirdim? İşte bu hadis Yüce Allah’ın dünyada Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- tarafından baş gözüyle görülmediğini açıkça ifade etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

 

Sahih ve Fasit Te’vil

 

Merhum Tahâvî’nin: "İhata edilmesi ve keyfiyet söz konusu olmaksızın" sözlerine gelince, O’nun bu şartlarda görülmesi azametinin ve yüceliğinin kemalinden dolayıdır. Çünkü gözler O’nu idrâk edemez, O’nu kuşatamaz. Nitekim varlığı bilinmekle birlikte bilgiyle onun kuşatılamayacağı gibi. Yüce Allah: "Gözler O’na erişemez." (el-En’âm, 6/103) diye buyurduğu gibi: "Bilgileriyle Onu kuşatamazlar." (Tâhâ, 20/110) diye buyurmaktadır.

"Bunun açıklaması da O’nun murad edip bildiği şekilde olur’ …biz bu hususta ne görüşlerimize dayanarak te’vilde bulunarak ne de hevalarımızla vehmederek girişmeyiz." sözleriyle Mutezile’nin ru’yet ile ilgili Kitap ve sünnetin nass’larında yaptığını yapmayız, demek istemiştir. Çünkü bu hem Yüce Allah’ın hem de O’nun Rasûlünün kelamını yerinden oynatarak tahrif etmektir.

Sahih olan tevil sünnetin getirdiklerine uygun olan tevildir. Bozuk (fasit) te’vil de ona muhalif olandır. İfadelerin akışının delil teşkil etmediği ve beraberinde onu gerektiren bir karinenin de bulunmadığı bir manaya çekilerek yapılan her bir te’vili hiç şüphesiz beyan edici ve hidayete iletenin, kelâmı ile kastetmediği bir te’vildir.

Çünkü onu kastetmiş olsaydı, hiç şüphesiz zahirine muhalif olan manaya delil teşkil eden karineler, söylenen sözün etrafını kuşatmış olurdu ki; böylelikle o sözü dinleyen yanılmaya düşmesin, işi karıştırmasın. Çünkü Yüce Allah, kelam’ını apaçık bir beyan ve bir hidayet olarak indirmiştir. Eğer söylediği sözüyle zahirinin hilafını murad etmiş ise ve herkesin hatırına gelen ilk manadan başkasına delil teşkil edecek karineler bulunmayacak olursa, o takdirde bu söz beyan da olmaz, hidayet te olmaz. Çünkü te’vil söz söyleyenin muradını haber vermekten ibarettir. Yeni bir söz söylemek değildir.

İşte bu konuda insanların bir çoğu hataya düşmektedirler. Şüphesiz ki maksat söz söyleyenin sözü ile ne kastettiğini kavramaktır. Şâyet; lafzın manası şu, şudur denilecek olursa bu ifadelerle söz söyleyenin kastettiğini haber vermiş oluruz. Eğer verilen haber söz söyleyenin maksadına mutabık olmazsa o takdirde bu, söz söyleyen kimse hakkında bir yalan olur.

Bir yolu da şudur: Söz söyleyen kimse sözlükte açık manası bulunan bir lafzı kullanır, bununla birlikte bu manayı kastetmediğini ortaya koyacak şekilde o sözleriyle birlikte herhangi bir karine ile bir beyanda bulunmaz. (Yani sözün açık anlaşılan mana için kullanıldığı ortada olur.) Ya sözleri ile birlikte onun, o sözlerin hakikat manasını ve sözlükteki anlamlarını kastettiğini ve böylece kullandığını ortaya koyacak deliller de bulunursa (o zaman ne söylenebilir)!

Yüce Allah’ın: "Allah Musa ile de konuştu." (en-Nisâ, 4/164) buyruğu ile Hz. Peygamber’in: "Sizler öğle vaktinde, sizinle güneş arasında bulut olmadığı halde güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi de ayan beyan göreceksinizdir."[93] sözleri buna benzer.

İşte bu gibi buyrukları işiten bir kimse bu sözleri söyleyenin maksadını kat’î olarak anlar.

O ayrıca te’kid edici karinelerle birlikte bu lafzın kullanıldığı hakikat manası ile kullanıldığına delil teşkil edecek şekilde maksadını haber verecek olursa, onun verdiği bu haber doğru demektir. Eğer sözü delalet etmediği bir manaya ve o manaya delalet ettiğini ortaya koyacak bir karine de bulunmadığı halde yorumlayacak olursa, böyle bir kimsenin o sözü söyleyenin maksadının bu olduğuna dair vereceği haber; söz söyleyene bir yalandır ve bu mücerred görüşe dayalı bir te’vildir, heva’ya dayanan bir vehimdir.

İşin hakikati şudur: Bir kimsenin; biz bunu böyle yorumlarız yahut bunu böylece te’vil ederiz demesi, aslında lafzın delalet ettiği ve sözlükteki manasından başka bir manaya yorumlanması demektir. Çünkü bu kimse ile tartışan kişi, bu sözleri delil olarak getirince kendisi de bu buyruğun varid olduğunu reddetme imkanına sahip olamadığından, bu sefer o sözün manasını kabul etmeme yoluna gider ve: Ben bunu zahirinin hilafına göre yorumlar ve öylece kabul ederim, der.

Eğer: Yorumlamanın sizin sözünü etmediğiniz bir başka manası vardır. O da şudur; Lafızın hakikati ve zahirinin kastedilmiş olması imkansız olduğundan ve bu lafzın geçersizliğine hüküm vermek de mümkün olmadığından, biz de o lafzın varid oluşunu, zahirinin de kastedilmemiş olmasını, onun mecazi manasının kastedilmiş olduğuna delil kabul ettiğimizden, baştan bu manaya geldiğini söylemeyerek, delaleten onu bu manaya yorumladık; denilirse;

Buna şöyle cevap veririz: İşte bu mana, söz söyleyen kimsenin o manayı kastettiğini haber vermektir. Böyle bir haber ya doğrudur, ya da yalandır. Hem hakikat ve zahir anlamının hilafını kastedecek, hem de o sözü işitene kastettiği manayı açıklamayacak şekilde söz söylemek ise imkansızdır. Aksine; söz söyleyen, mutlaka gerçek maksadını pekiştirecek şekilde karineleri de sözüyle birlikte açıklar.

Bizler söz söyleyen kimsenin bazen söylediği sözleriyle -uygun düşen yerlerde- dinleyen için sözünü muammaya dönüştürme maksadını güttüğü takdirde, sözlerinin zahirinden anlaşılanın aksini kastedebileceğini imkansız görmüyoruz. Ancak burada kabul etmediğimiz husus şudur: Eğer sözleriyle beyanı açıklamayı ve maksadını kavratmayı murad etmiş ise, söyledikleri ile sözlerinin hakikatinin ve zahirinin aksini kastetmiş olmasını kabul edemiyoruz. Peki, ya söz söyleyen kimse sözleriyle mecazı nefyettiğini belirten ifadelerle de te’kid etmiş ve birden çok da tekrarlamış, buna dair misaller de vermiş ise, buna ne denilir?

 

Sahih Nakil İle Aklın Kabul Ettiği Apaçık Gerçekler Arasında Çelişki Yoktur

 

Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-’nin: "Çünkü Allah’a ve Rasûlüne teslimiyet gösterip kendisi için müteşabih olanın bilgisini onu bilene havale eden kimseler dışında kimse dininde esenliğe kavuşamaz." ifadelerinden kasıt, Kitap ve sünnetin nass’larına teslim olmak ve şüphe, tereddüt ve fasit te’viller ile yahut ta: "Akıl, naklin delalet ettiğinin aksine tanıklık etmektedir, yahut akıl naklin esasıdır. Onunla çelişir ise biz akla öncelik tanırız" diyerek nass’lara itiraz etmeyenler ancak dinlerinde esenliğe kavuşabilirler.

Esasen akıl ile nakil arasında çatışma asla olmaz, fakat böyle bir yanlış kanaat uyanacak olursa eğer nakil sahih ise ma’kul (aklî) olduğu iddia edilen o şey, o takdirde meçhul (doğruluğu bilinmeyen) bir şey demektir. Böyle bir iddiada bulunan kimse eğer gerçek anlamıyla düşünecek olursa, bunu açıkça anlar.

Şâyet nakil sahih değilse, o takdirde aklen kabul edilen gerçeklere karşı koymaya elverişli değil demektir. Çünkü hiçbir zaman aklın apaçık kabul ettiği gerçekler ile sahih bir naklin birbirleriyle çelişmeleri düşünülemez.

Diğer taraftan çatışma halinde akla öncelik tanıyan kimselerin iddialarına karşılık olarak şöyle denilebilir: Akıl ile nakil çatışacak olursa bu durumda naklin öncelenmesi gerekir. Çünkü iki şeyin medlulünü bir arada bulundurmak, çelişik iki şeyi bir arada kabul etmek demektir. Onların ortadan kaldırılması ise çelişik iki şeyi ortadan kaldırmak olur.

Akla öncelik tanımak imkansızdır, çünkü akıl sem’in doğruluğuna delil teşkil etmekte ve ayrıca rasûlün haber verdiğinin kabul edilmesinin vacip olduğunu ortaya koymaktadır.

Eğer bizler nakli iptal edecek olursak, bu takdirde aklın delalet ettiğini iptal etmiş oluruz. Aklın delaletini iptal edecek olursak, o takdirde aklın nakle muarız olmaya elverişli olmadığı da ortaya çıkar. Çünkü delil olamayan bir şey, herhangi bir şeyle çatışabilmeye elverişli de değildir. O halde akla öncelik tanımak, bu gibi hallerde aklın öncelenmemesini gerektirir. Buna göre aklın öncelenmesi de caiz değildir, bu da çok açık ve belirgin bir gerçektir. Çünkü sem’î delillerin doğruluğuna ve sıhhatine delil teşkil eden sem’in verdiği haberin haber verene mutabık olduğunu ortaya koyan yine aklın kendisidir.

Eğer delaletin batıl olması -nakil batıl olduğu için- mümkün ise bu durumda aklın da sağlıklı bir delil olmaması gerekir. Akıl, sağlıklı bir delil olmazsa öncelenmesi şöyle dursun herhangi bir şekilde ona tabi olmak da caiz olmaz. O halde aklın, nakle takdim edilerek öncelik tanınması bizzat akla karşı değerini küçültücü bir tenkittir.

 

Rasûl’e Tam Anlamıyla Teslimiyetin Gereği

 

O halde yapılması gereken Allah Rasûlü’ne tam anlamıyla teslimiyet göstermek, emrine bağlanmak ve ondan gelen haberleri kabul ve tasdik ile karşılamaktır. Aklî’dir, adını verdiği batıl hayallerle ona karşı çıkmamak yahut herhangi bir şüphe ve tereddüt ile onu karşılamamak ya da başka insanların görüşlerini, zihinlerinin çöplerini onun önüne geçirmemektir. Onu Peygamber olarak gönderene ibadet, zilletle itaat, yönelmek ve tevekkül ile tevhid ettiği gibi Allah Rasûlü’nün de yalnızca onun hükmüne başvurmak, ona teslimiyet göstermek, ona bağlanıp itaat etmek suretiyle tevhid etmelidir. (Bu konuda Allah Rasûlüne başkasını ortak etmemelidir.)

İşte bu ikisini yani peygamber olarak gönderenin tevhid’i ile, rasûle tabi olmanın tevhidi şeklindeki iki tevhid bir arada olmadıkça, kulun Allah’ın azabından kurtulması mümkün değildir. O rasûle tabi olmalı, ondan başkasının hükmüne başvurmamalıdır. Onun dışındakilerin hükmüne razı olmamalı ve Allah Rasûlünün emrini uygulayıp haberini; şeyhinin sözüne, imamının yahut ta mezhebine mensup olanların, kendisine bağlı olduğu taifenin, yahut ta’zim ettiği kimselerin kanaatlerine arzetme şartına bağlı olarak tasdike kalkışmamalıdır. İşte bu durumda onlar kendisine izin verecek olurlarsa, Allah Rasûlünün buyruğunu uygular, haberini kabul eder.

Aksi takdirde rahatını bozmak istemeyen birisi olursa bu işi onlara havale eder ve kendisi Allah Rasûlünün emrinden ve haberinden yüz çevirir ya da o sözü gerçek manalarından uzaklaştırarak tahrif eder. Bu tahrifini de te’vil ve yorumlamak diye adlandırır, biz bunu te’vil eder ve böyle yorumlarız, der.

Şüphesiz ki Allah’a şirk koşmak dışında, kulun Rabbinin huzuruna her türlü günahla çıkması böyle bir durumda ölüp O’nun huzuruna çıkmasından daha hayırlıdır.

Hatta böyle bir kimseye sahih hadis ulaşınca, bizzat kendisi Allah Rasûlünden onu işitmiş kabul etmelidir. Böyle bir durumda filanın görüşüne, filanın sözüne ve mezhebine sununcaya kadar onu kabul ve gereğince amel etmeyi ertelemesi hiç uygun düşer mi? Aksine başka hiçbir şeye iltifat etmeksizin böyle bir emrin gereğini yerine getirmekte elini çabuk tutması farz olur.

Filanın görüşüne muhaliftir diye, onun buyruğunu içinden çıkılamayacak bir buyruk olarak görmemelidir. Aksine onun buyruğu dolayısıyla başkalarının görüşleri izah edilemeyecek sözler olarak görülmelidir. Onun nass’ına herhangi bir kıyas ile karşı çıkılamaz. Aksine onun nass’ı dolayısıyla bütün kıyas’lar bir kenara atılır.

Görüş sahiplerinin aklî adını verdikleri hayalî gerçekler dolayısıyla onun söylediği sözleri hakikatinden uzaklaştırıp tahrif etmemek gerekir. Çünkü böyle aklî denilen bir şey aslında bilinmeyen bir meçhul’dur, doğru olmaktan uzaktır. Onun söylediği sözü kabul etmeyi, kim olursa olsun filan ve filanın sözlerine uygun düşmesi şartına bağlamak doğru olamaz.

İmam Ahmed dedi ki: Bize Enes b. Iyad anlattı. Bize Ebu Hazim, Amr b. Şuayb’dan anlattı. O babasından, o dedesinden naklen dedi ki: Ben ve kardeşim öyle bir mecliste bulunduk ki onu kırmızı tüylü develere değişmem. Kardeşimle birlikte gittik, bir de baktık ki Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabından yaşlı bir topluluk onun kapılarından birisinin önünde oturuyorlar. Onları birbirlerinden ayırmak istemediğimizden biraz kenarda bir yerde oturduk. Bu sırada Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyet-i kerîme’yi söz konusu ettiler, hakkında görüş alışverişinde bulundular ve sonunda yüksek sesle tartışmaya koyuldular. Rasûlullah kızgın bir şekilde dışarı çıktı, yüzü kıpkırmızı kesilmişti, üzerlerine toprak saçıyor ve şöyle buyuruyordu: "Yavaş olun ey kavmim, sizden önceki ümmetler bununla helak oldular. Peygamberlerine muhalefet etmeleri ve Kitapları birbiriyle çarpıştırmaları sebebiyle (helak oldular.) Şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm’in bir bölümü, diğer bir bölümünü yalanlayacak şekilde nazil olmamıştır. O biri diğerini tasdik edecek şekilde nazil olmuştur. Ondan bildiğiniz kadarıyla amel ediniz ve bilmediğiniz bölümlerini de bilenlerine havale ediniz."[94]

Şüphesiz ki Yüce Allah, zatı hakkında bilgisizce söz söylemeyi haram kılmış bulunmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: ‘Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açık olanını gizli olanını, bununla beraber günahı, haksız isyanı, Allah’a -hakkında asla bir delil indirmediği- herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır’". (el-A’râf, 7/33); "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme." (el-İsra, 17/36)

Buna göre kula düşen Allah’ın peygamberleriyle gönderdiği ve kitaplarında indirdiği hususları, tabi olunması gereken bir hak olarak bilip kabul etmektir. Bunların hak ve doğru olduklarını tasdik etmektir, bunların dışında kalan diğer insanların diğer sözleri ise buna arzedilir. Eğer ona uygun düşerse, o da haktır, muhalif olursa batıl’dır.

Şâyet -ifadelerde kapalılık ve sahibinin maksadı bilinmediği için yahut ta maksadı bilinmekle birlikte acaba Allah Rasûlünün getirdikleri bunu tasdik mi ediyor, yoksa yalanlamakta mıdır? Bilemediğinden dolayı Allah Rasûlünün getirdikleri buna muhalif midir, yoksa muvafık mıdır? Bilemeyecek olursa o takdirde onun hakkında karar vermez ve bilmedikçe söz söylemez. Çünkü bilgi (ilim) hakkında delil bulunan şeydir. İlmin faydalı olanı da Allah Rasûlünün getirdiğidir. Bazen Allah Rasûlünden başkasından da ilim gelebilir. Ancak bu tıp, hesap, çiftçilik gibi dünyevi işlerle alakalıdır. Uluhiyyete dair meselelerle dini bilgilere gelince bunlara dair ilgi sadece Allah Rasûlünden gelendir, başkasından değil.

 

"İslâm’ın ayağı ancak teslim oluşun ve teslimiyet gösterişin üzerinde sapasağlam durabilir."

 

Teslimiyet

 

Tahâvî -Allah onarahmet etsin-’nin kullandığı bu ifade bir çeşit istiaredir. Çünkü bildiğimiz maddi ayak ancak bir şeyin üzerinde sağlamca durabilir. Yani gerek Kur’ân, gerek sünnet şeklindeki iki türlü vahyin nass’larına teslim olup onlara sıkı sıkıya bağlanan, onlara itiraz etmeyen kendi görüşü, aklı ve kıyas’ını ileri sürerek bunlara itiraz etmeyen kimselerin dışında kalanların İslamı sağlam bir şekilde yer etmez.

Buharî İmam Muhammed b. Şihab ez-Zührî’den -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle dediğini rivayet etmektedir: Risalet Allah’tan, tebliğ rasûlünün görevi, bize düşen ise teslimiyet göstermektir. İşte bu ifade gerçekten kapsamlı ve anlamlıdır.

 

Aklın, Naklin Önüne Geçirilmesi Gereği İddiası

 

Akıl ile birlikte nakle verilen şu misal ne kadar güzeldir: Akıl ile birlikte nakilin durumu, alim ve müçtehid bir kimse ile avamdan olan mukallit’in durumuna benzer. Hatta bundan çok daha da aşağılardadır Çünkü avamdan olan bir kimsenin alim olma imkanı vardır. Fakat alim olan bir kimsenin rasûl ve peygamber olma imkanı yoktur.

Avamdan mukallit bir kimse bir alimi tanıyıp, avam’dan başka bir kişiye de o alimi gösterirse, daha sonra fetva veren o alimin görüşü ile o alime gitmesini başkasına söyleyen kimse arasında görüş ayrılığı ortaya çıkarsa, bu durumda fetva soran kimsenin kendisine o fetvayı veren kişinin görüşünü kabul etmesi gerekir. Ona o ilim adamına gitmesini söyleyenin görüşünü değil.

Eğer kendisini o alim şahsa gönderen kişi: Doğru benim dediğimdir, müftünün dediği değil, çünkü onun müftü olduğuna dair bilginin kaynağı benim. Şâyet sen o fetva verenin görüşünü benim görüşümün önüne geçirecek olursan onun fetva verecek durumda olduğunu bilmeni sağlayan asıl kaynağı çürütmüş olursun. Bu ise o aslın fer’î durumunda olanı da çürütmeyi gerektirir.

Bu durumda fetva soran kişi ona şöyle der: Sen onun fetva verecek durumda olduğuna şahitlik edip bu hususta delalet etmekle birlikte seni değil de yalnızca onu taklit etmenin gereğine de tanıklık etmiş oluyordun. Bu belli bilgi noktasında benim sana muvafakat edişim her meselede senin kanaatini kabul etmemi gerektirmez. Senden daha bilgili olan fetva veren o şahsa muhalefet ederken hataya düşmen, senin onun fetva verecek durumda olduğuna dair bilgide de yanılmanı gerektirmez. Bununla birlikte müfti’nin de bazen hata edebileceğini de bilmesi gerekir.

Akıl da Allah Rasûlünün Yüce Allah’tan haber verdiği hususlarda masum (hatadan korunmuş) olduğunu, onun bu hususta hata etmesinin caiz olmadığını, bundan dolayı ona teslimiyet gösterip emrine bağlanmanın zorunlu olduğunu bilir.

Bizler de İslam dininden zorunlu (kesin) olarak şunu öğrenmiş bulunuyoruz: Eğer bir kimse Allah Rasûlüne: Senin bize öğrettiğin bu Kur’ân-ı Kerîm, bize getirdiğin bu hikmetin her birisi bizim akıllarımız vasıtasıyla bilip öğrendiğimiz pek çok husus ile çelişkiyi de ihtiva etmektedir. Bizler ise senin doğru söylediğini ancak akıllarımızla kavramış bulunuyoruz. Şâyet akıllarımızla çelişmekle birlikte söylediğin bütün hususları kabul edecek olursak, o takdirde bu bizim kendisi vasıtasıyla senin doğru söylediğini bildiğimiz akla bir tenkid olur. Bundan dolayı bizler senin söylediğin sözlerden ortaya çıkan çelişkilerin ve kendisine itiraz ettiğimiz sözlerinden ne bir hidayet alabiliriz, ne de bir ilim öğrenebiliriz; diye itiraz eden herhangi bir kimse elbetteki Allah Rasûlünün getirdiklerine iman etmiş olmaz. Rasûl de böyle bir kimsenin bu tutumunu beğenip kabul etmez.

Çünkü akıllar birbirlerinden farklıdır, şüpheler pek çoktur, şeytanlar ise kesintisiz olarak nefislere vesveseler telkin edip dururlar. O bakımdan herkesin, Allah Rasûlünün haber verip emir verdiği bütün hususlar hakkında buna benzer bir itiraz ileri sürmesi mümkündür. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Rasûle düşen tebliğden başkası değildir." (en-Nur, 24/54); "Peygamberler üzerinde apaçık tebliğden başka bir görev var mı?" (en-Nahl, 16/35); "Biz gönderdiğimiz her bir peygamberi -kendilerine apaçık anlatsın diye- ancak kendi kavminin diliyle gönderdik, artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi dilerse de doğru yola iletir." (İbrahim, 14/4); "Size muhakkak ki Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." (el-Maide, 5/15); "Ha, Mim. Herşeyi apaçık bildiren kitaba yemin olsun ki..." (ez-Zuhruf, 43/1-2 ve ed-Duhan, 44/1-2); "Bunlar apaçık kitabın âyetleridir." (Yusuf, 12/1); "O uydurulan bir söz değildir; fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı, insanlara gerekli herşeyin açıklayıcısı, iman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir." (Yusuf, 12/111); "Ve biz sana bu kitabı herşeyi açıklayan bir hidayet, bir rahmet ve müslümanlara bir müjde olmak üzere kısım kısım indirdik." (en-Nahl, 16/89) Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer buyruklar da pek çoktur.

O halde Allah’a ve âhiret gününe iman hususunda ya Allah Rasûlü hakkında kendisine delâlet edeceği bir şekilde söz söylemiştir yahut söylememiştir. İkincisinin kabulü mümkün değildir, çünkü batıldır. Eğer o, hakka dair çeşitli anlamlara gelme ihtimali bulunan bir takım sözler kullanarak konuşmuş ise o takdirde bu apaçık, bir tebliğde bulunmamış anlamına gelir. Halbuki nesillerin en hayırlıları onun tam anlamıyla tebliğ ettiğine dair tanıklıkta bulunduğu gibi, o en büyük konumda da Yüce Allah’ı da tanık tutmuştur. Her kim Allah Rasûlünün dinin esasları ile ilgili olarak tam tebliğde bulunmadığını ileri sürecek olursa şüphesiz ki ona iftira etmiş olur.

 

"Her kim kendisine öğrenilmesi imkanı verilmemiş şeyi öğrenmeye talip olur da, kavrayışı teslimiyet ile huzurlu bir kanaate sahip olmazsa, onun bu talebi kendisinin katıksız tevhid’i, safî marifeti ve sağlıklı imanı elde etmesine engel teşkil eder."

 

Dini Hususlarda Bilgisizce Söz Söylemek Yasaklanmıştır

 

Bu da önceki sözleri vurgulamakta ve dini esaslar hakkında, hatta başka hususlarda bile bilgiye dayalı olmaksızın söz söylemekten daha bir sakındırmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalbin herbiri ondan sorumludur." (el-İsra, 17/36); "İnsanlardan bazısı Allah hakkında bilgisizce tartışır ve azgın her şeytana uyar. Onun hakkında şu yazılmıştır: ‘O kendisini dost edinen herkesi mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür.’" (el-Hacc, 22/3-4); "Allah’tan bir hidayet olmaksızın hevasına uyandan daha sapık kim olabilir ki?" (el-Kasas, 28/50); "Onlar ancak zanna ve nefislerin hevasına uyarlar. Halbuki andolsun ki Rab’lerinden kendilerine hidayet gelmiştir." (en-Necm, 53/23) ve buna benzer bu hususu dile getiren daha pek çok âyet-i kerîme vardır.

Ebu Umame el-Bahilî -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Bir kavim eğer üzerinde bulunduğu hidayetten saparsa, mutlaka ona tartışma (cedel) verilir." Daha sonra da Yüce Allah’ın: "Onlar bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler." (ez-Zuhruf, 43/58) buyruğunu okudu. Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve: Hasen bir hadistir, demiştir.[95]

Âişe -Radıyallahu anh-dan da şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Şüphesiz ki Allah’ın en nefret ettiği kişi düşmanca ve inat ederek haksızca tartışan kimsedir." Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.[96]

 

Tevhid’i Eksik Olan Teslim Olmaz

 

Şüphesiz ki Allah Rasûlüne gereği gibi teslimiyet göstermeyen bir kimsenin tevhid’inde eksiklik vardır. Bu kimse Allah’tan herhangi bir hidayete sahip olmaksızın ya kendi görüş ve hevâsına göre söz söyler yahut ta aynı türden görüş sahibi birilerini taklit eder. Allah Rasûlünün getirdiklerinin çerçevesinin dışına çıktığı oranda tevhid’i de eksik olur. Çünkü bu kişi, bu tavrıyla Allah’tan başkasını ilah edinmiş demektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi hevâsını ilah edinmiş kimseyi gördün mü?" (el-Câsiye, 45/23)

Yani nefsinin arzuladığı şeylere ibadet edineni gördün mü? demektir. Esasen dünyaya fesat, Abdullah b. el-Mubarek’in de -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- söylediği gibi şu üç kesimden girmiştir:

"Günahların kalpleri öldürdüğünü gördüm.

Hatta bunlar üzerinde ısrar etmek kişiyi zelil bile kılabilir.

Günahları terketmek kalplere hayat verir.

Nefsine baş kaldırmak senin için hayırlı olandır.

Söyle bana hükümdarlardan, kötü "ahbâr" ile kötü "rahipler"den

Başkası mıdır dini ifsat eden?"

Çünkü "zalim hükümdarlar", zalimce politikaları ile şeriata itiraz eder, ona karşı çıkar ve kendi zalimce politikalarını Allah’ın ve Rasûlünün hükmünün önüne geçirirler.

Kötü ilim adamlarına (ahbâr’a) gelince, bunlar da görüşleriyle bozuk kıyasları ile şeriatın dışına çıkan alimlerdir. Onların bu görüşleri Allah ve Rasûlünün haram kıldığını helal, mübah kıldığını haram kılmayı, onun geçersiz kıldığını muteber, muteber kıldığını geçersiz kılmayı, kayıtlı olarak kabul ettiğini mutlak olarak kabulü, mutlak olarak kabul ettiğini de kayıtlı kabulü ve buna benzer yanlış tutumları ihtiva eder.

Burada "rahipler"den kasıt ise cahil mutasavvıflardır. Bunlar zevk, vecd, hayal, batıl ve şeytani keşifleri ile imanın ve şeriatın hakikatlerine itiraz edenlerdir. Halbuki onların bu halleri Allah’ın, hakkında izin vermediği bir dini teşri’ etme manasındadır. Peygamberi vasıtası ile teşri’ buyurduğu dini iptal etmek, imanın hakikatlerinin yerine şeytanın aldatmalarını ve nefislerin hazlarını geçirmek demektir.

Kötü yöneticiler derler ki: Siyaset ile şeriat çatışırsa biz siyaseti öne geçiririz. Diğerleri derler ki: Akıl ile nakil çatışırsa akla öncelik veririz. Zevk ve vecd sahipleri derler ki: Zevk ve keşif şeriatın zahiri ile çatışacak olursa biz de zevke ve keşfe öncelik veririz.

 

İmam Gazzalî’nin Cedel ve Kelâm İlmi İle İlgili Görüşleri

 

Ebu Hamid el-Gazzalî’nin -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-

"İhyâu Ulumi’d-Din" adını verdiği eserinde şunları söylemektedir:

"Denilse ki: Cedel (diyalektik, tartışma) ile kelam ilimleri, nücum (yıldız) ilmi gibi yerilmiş midir, mübah mıdır, yoksa teşvik edilmiş midir? "Şunu bil ki bu hususta insanların değişik konularda aşırılıkları ve ileri gitmeleri söz konusudur. Kimisi o bir bid’attir ve haram’dır, kulun şirkin dışında her ne günahla olursa olsun Allah’ın huzuruna gitmesi, O’nun huzuruna kelam öğrenmiş olarak çıkmasından daha hayırlıdır, der. "Kimisi de o ya kifaye yoluyla farzdır, yahut ta farz-ı ayn’dır der, amellerin en faziletlisidir, Allah’a yakınlaştırıcı en üstün bir iştir, çünkü o tevhid ilmini tahkîk eder, Allah’ın dinine karşı onunla mücadele verilir. Şafiî, Malik, Ahmed b. Hanbel, Süfyan ve selef’ten bütün hadis imamları haram olduğu görüşünü kabul etmişlerdir" dedikten sonra bu imamlara ait çeşitli sözleri de nakleder ve sözlerini şöyle sürdürür:

"Hadis alimlerinden, selef bu görüş üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu hususta işi sıkı tuttuklarına dair onlardan gelen rivayetler sayılamayacak kadar çoktur. Onlar şöyle derler: Hakikatleri en iyi bilenler ve başkalarına göre lafızların dizilişi noktasında en fasih olanlar kendileri olmalarına rağmen ashab’ın o hususta söz söylemeyişleri sadece ondan ortaya çıkacak kötülüklerden dolayıdır. Bundan dolayı da Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: "Mütenattı’lar helak olmuşlardır" [97] diye buyurmuştur. Yani işi derinlemesine araştırmaya kalkışan ve gereksiz yere sonuna kadar tetkike koyulanlar helak olurlar, demektir. Yine bu görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer bu (kelam ilmi) dinden olsaydı, hiç şüphesiz Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in emrettiği en önemli hususlardan birisi olurdu. Kelam ilminin yolunu öğretir ve onunla uğraşanlardan da övgüyle söz ederdi."

Daha sonra onların diğer delillerini de zikreder, arkasından öbür kesimin delillerini de belirtir ve sonra;

"Peki senin tercih ettiğin görüş nedir? Diye sorarsan" sorusunu ortaya atar ve buna etraflı olarak cevap vererek der ki: Kelam ilminde bir fayda da vardır, onun bir zararı da vardır. Kelam ilminden yararlanma halinde yararlı olması göz önünde bulundurularak helal yahut mendub ya da vacib olabilir. Bu da durumun gereğine göre değişir. Ondan zarar görülmesi ve zararlı olma hali söz konusu olursa, zararlı oluşunu göz önünde bulundurarak haram olur.

"Zararına gelince; şüpheleri ortaya çıkarması, akideleri karıştırması, onları kesin ve kat’î kanaatler olmaktan çıkarmasıdır. Bu ise başta hasıl olan bir iştir ve sonunda bu şüpheler, hakkında şüphe bulunan deliller ile geri dönerler. "Bu durumda kişiler arasında da farklılıklar vardır. İşte hakka itikad hususundaki zararı budur." Ayrıca bid’at’çilerin itikadını pekiştirmek, onların kalplerinde bulunan kanaatleri sağlamlaştırmak bakımından da bir zararı vardır. Çünkü böylelikle onların iddiaları da ortaya çıkar ve bu iddialar üzerinde ısrarları daha bir artar. Ancak kelam’ın zararı tartışma dolayısıyla ortaya çıkan taassub vasıtası ile olur.

"Faydasına gelince, bazen onun hakikatleri gerçek manası ile bilip, ortaya çıkarmak gibi bir faydası olduğu zannedilebilir ama ne yazık ki kelam bu yüce maksadı gerçekleştirmeye yeterli değildir. Hatta ondaki karıştırıcılık ve saptırma özelliği, gerçeği açığa çıkarıp tanıtma özelliğinden daha ileri derecededir..."

Devamla der ki: "Sen bu sözleri hadisle uğraşan yahut Haşeviyye’ye mensup bir kimseden işitmiş olsaydın, diyebilirdim ki: İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdırlar ama sen bu sözleri kelam’dan gerçekten haberdar olan bir kimseden işitiyorsun. Sonra bunu gerçek şekliyle öğrendikten ve kelam’cıların ulaştığı derecenin en ileri noktasına varacak kadar bu ilimde derinleşip bu noktadan daha da ileri giderek kelam ilmine uygun diğer ilimlerde de derinleşen birisinin sözleridir bunlar. Bu sözlerin sahibi kesin olarak anladı ki; bu yolla hakikatleri öğrenmeye giden yol kapalıdır. Yemin olsun ki kelam ilmi her ne kadar bazı hususları açıklıyabiliyor ve bazı noktaları tanıtabiliyorsa da bu oldukça nadir görülen bir durumdur."[98]

Gazzali -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-den naklettiğim bölümler burada sona ermektedir.

Bu hususta onun gibi bir kimsenin söylediği söz elbetteki kat’î bir delildir. Selef’in ondan hoşlanmayışlarının sebebi, onun sadece sağlıklı anlamları yeni bir takım terimlerle ifade etmesinden dolayı değildir. Mesela doğru bilgileri anlatmak için bir takım terimleri kabul edişleri gibi. Yine onlar kelamdan, hakka delaletinden ve batıl ehline karşı delil getirmelerinden dolayı hoşlanmamış değildirler.

Onların kelam’dan hoşlanmamalarının sebebi hakka aykırı ve yalan bir takım iddialar ihtiva etmesidir. Bunların Kitaba, sünnete ve sağlıklı ilim ihtiva eden hususlara aykırı düşmeleri de bu sebeblerden birisidir. Diğer taraftan kelam’cılar bu doğru bilgilere ulaşan yolu izlenemez hale getirmişlerdir. Bu konuda faydalarının az olmalarına rağmen bu gerçekleri ispatlamak için de uzun uzadıya söz söylemiş durmuşlardır. Bunların bu yaptıkları ulaşılması çok zor bir dağın tepesinde bulunan son derece cılız bir deve etini andırır. Tepeye giden yol rahat değil ki ulaşılabilsin, bu deve eti de semiz değildir ki oradan buraya taşımaya değsin.

Onların sahip oldukları bilgilerin en güzeli Kur’ân-ı Kerîm’de daha doğru bir şekilde açıklanmış ve daha güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Onların bütün sahib oldukları işi zorlamak, uzatmak ve içinden çıkılamaz bir hale sokmaktan ibarettir. Nitekim şöyle denilmiştir:

"Eğer dünyalık uğrunda yarış olmasaydı,

Münazara kitapları da el-Muğni de, el-Amed de[99] yazılmazdı,

Onlar kanaatlerince bir takım düğümleri çözüyorlarmış,

Fakat ortaya attıkları sebebiyle düğümler daha bir artmıştır."

Onlar ortaya koydukları bilgi ile şüphe ve tereddütleri bertaraf ettiklerini iddia ederler. Halbuki fazilet ve zeka sahibi bir kimse bilir ki bu yolla şüphe ve tereddütler daha bir artmıştır.

 

Lafızların Anlamlarını Sınırlandırmakta Allah’ın ve Rasûlünün Buyrukları Esastır

 

Allah’ın Kitabından ve Rasûlünün sözünden şifanın, hidayetin, ilim ve yakîn’in hasıl olmaması, buna karşılık şaşkın bu gibi kimselerin sözlerinden bunların hasıl olması imkansız bir şeydir.

Aksine yapılması gereken şudur: Allah ve Rasûlünün sözleri asıl alınmalı, bu sözlerin manası üzerinde düşünülmeli, akledilmelidir. Bunların delili ve belge yönü bilinmelidir. Aklî mi yoksa sem’î ve haberî bir delil mi olduğu, buna ya da ötekine delâlet ettiği bilinmelidir. İnsanların bu hususta ona muvafakat ya da muhalefet eden sözleri ise, mücmel ve müteşabih olarak ele alınmalı ve bu sözlerin sahiplerine şöyle denilmelidir: Bu lafızların şu şu anlama gelme ihtimali olabilir. Eğer onlar bununla Allah Rasûlünün verdiği habere uygun olanı kastettiklerini söylerlerse kabul edilir. Şâyet onlara muhalefet eden şeyleri kastettiklerini açıklarlarsa bu görüşleri de reddedilir.

Mesela mürekkeb, cisim, mütehayyiz, cevher, cihet, hayyiz, araz ve buna benzer lafızlar bu kabildendir. Bu lafızlar bu terimleri kullananların kastettikleri anlamlarıyla ne Kitapta, ne Sünnette kullanılmıştır. Hatta dilde bile onların terimleştirdikleri anlamda kullanılmış değildir. Hatta onlar kendilerinden başkalarının ifade etmedikleri anlamda bu kavramları kullanıp ifade etmek gibi bir özelliğe dahi sahiptirler. Böylelikle onlar bu terimleri başka bir takım tabirlerle açıklarlar. Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koymuş olduğu aklî ve sem’î delillere bakılır. Bu hususta gerekli ve etraflı açıklamalar buradan alınacak olursa neyin hak, neyin batıl olduğu açıkça ortaya çıkar.

 

Sapıklığın Sebebi, Allah ve Rasûlünün Sözünden Yüz Çevirmektir

 

Sapıklığın sebebi Allah’ın ve Rasûlünün sözleri üzerinde düşünmekten yüz çevirmek, Yunan menşe’li sözlerle ve çeşitli görüşlerle uğraşmaktır.

Bunlara kelamcılar denilmesinin sebebi onların daha önceden bilinmeyen bir ilmi dile getirmiş olmaları değildir. Onların getirdikleri, bazen faydalı olamayacak fazladan söz söylemiş olmalarıdır. Bu ise onların duyu organlarıyla bilinen hususları izah etmek için yaptıkları kıyaslamalardır. Her ne kadar onların bu kıyasları ve benzeri hususlar, duyularla algılanan şeyleri kabul etmeyenlere ve başka hususlarda faydalı olmakla birlikte bu, böyledir.

Nass’ın varlığına rağmen yahut ta aklen bildikleri şeyler olduğu iddiasıyla nass’a karşı çıkmakla birlikte; kendi görüşünü yahut zevkini ya da politikasını ortaya koyup söz söyleyen herkes, Rabbinin emrine teslimiyet göstermeyen İblis’e benzemiş olur. O teslimiyet gösterecek yerde şöyle demişti: "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın." (el-A’raf, 7/12); "Peygambere itaat eden gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse zaten Biz seni onların üzerine bir gözetleyici göndermedik." (en-Nisa, 4/80); "De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah ⁄afur’dur, Rahim’dir." (Al-i İmran, 3/31); "Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (en-Nisa, 4/65)

Görüldüğü gibi Yüce Allah peygamberinin hükmüne başvurmadıkça hükmüne razı olarak kabul etmedikçe ve tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmeyeceklerine dair kendi zatına yemin etmektedir.

 

"(Böyle bir kimse) vesveselere kapılmış, şaşkın, şüphe ve tereddüt içerisinde, yolunu şaşırmış bir halde; küfür ile iman, tasdik ile yalanlama, ikrar ile inkâr arasında gider, gelir. Ne tasdik eden bir mü’min, ne de yalanlayan ve inkâr eden bir kimsedir."

 

Kelam İlmi, Bizzat Bu İlmin İleri Gelenlerinin İtirafına Göre Şaşkınlığa Sebebtir

 

"Gider gelir (yetezebzebu)." Tereddüt ve çalkantı içerisinde gider gelir demektir.

Yüce Allah’ın rahmetinin üzerine olmasını dilediğimiz Tahâvî, Kitap ve sünneti bırakarak yerilmiş olan kelam ilmine yönelen yahut ta kelam ilmi ile Kitap ve sünneti bir arada te’lif etmeye çalışan, çatışmaları halinde nass’ı te’vil edip görüşe yahut ta farklı görüşlere havale eden ve böylelikle sonunda hayret, sapıklık ve şüpheye varan her bir kimsenin halini nitelendirmektedir.

Nitekim el-Hafid İbn Rüşd -ki insanlar arasında filozofların ekollerini ve görüşlerini en iyi bilen bir kimsedir- "Tehâfutu’t-Tehâfut" adlı eserinde şunları söylemektedir: "Ulûhiyyete dair meselelerde önemsenebilecek bir söz söyleyebilen kim vardır?"

el-Âmidî de aynı şekilde çağdaşlarının arasında en faziletli ve pek büyük meselelere oldukça vakıf bir kimse olmakla birlikte şaşırmış kalmıştır. el-Gazzalî de -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- sonunda kelamî meselelerde duraklamaya ve şaşkınlığa ulaşmıştır. Daha sonra bütün bu yollardan yüz çevirmiş, Allah Rasûlünün hadislerine yönelmiştir. Buharî göğsü üzerinde bulunur olduğu halde vefat etmiştir. Abdullah Muhammed b. Ömer er-Razî de böyledir. O "lezzetlerin kısımları" hakkında te’lif ettiği kitabında şunları söylemektedir:

"Akılların öne gitmesinin sonunda varacakları yer ayak bağı olmaktır.

Âlemlerin çabasının nihaî noktası da sapıklıktır.

Ruhlarımız, cisimlerimizden uzak ve yalnız kalmıştır.

Dünyamızdan elde ettiğimiz, eziyet ve vebalden ibarettir.

Ömrümüz boyunca yaptığımız araştırmalardan hiçbir fayda sağlayamadık.

Ömür boyunca toplayıp durduğumuz kîl-u kâl’den başka."

Ben kelamî yolları ve felsefî yöntemleri iyice tetkik ettim. Onların hasta olan kimseye şifa sunamadıklarını, susuz kimsenin susuzluğunu gideremediklerini gördüm. En uygun yol olarak Kur’ân’ın yöntemini gördüm. Allah’ın subutî sıfatları hakkında, mesela: "Rahman olan Allah ‘Arş’a istivâ etmiştir." (Tâhâ, 20/5); "Güzel söz yalnız O’na yükselir." (Fatır, 35/10) buyruklarını okuyabilirsiniz. Nefyedici (selbî) sıfatlar hususunda da: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şura, 42/11); "Onlar ise bilgileri ile O’nu kuşatamazlar." (Tâ’hâ, 20/110) buyruklarını okuyabilirsiniz. Sonra da şunları söylemektedir: Her kim benim geçtiğim deneylerin benzerlerinden geçecek olursa, benim bildiklerimin benzerine ulaşır.

Aynı şekilde Ebu Abdullah Muhammed b. Abdu’l-Kerim eş-Şehristanî de; Kelamcılarla, felsefecilerde şaşkınlık ve pişmanlıktan başka bir şey bulamadığını şu beyitleriyle dile getirmektedir:

"Andolsun bütün ilim yuvalarını gezip dolaştım,

Ve ben bu belli başlı yerler arasında (hakikati) arayıp durdum.

Gördüğüm sadece şaşkın bir kimsenin avucunu koyması

Sakalının üzerine yahut ta pişmanlıkla dişlerini gıcırdatmasıydı."

Ebu’l Mealî el-Cüveynî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-de böyle demiştir: Arkadaşlarım, kelam’la uğraşmayınız. Eğer ben kelam’ın beni şu ulaştığım noktaya ulaştıracağını bilmiş olsaydım, onunla hiç uğraşmazdım.

Vefatı esnasında da şunları söylemiştir: "Ben o çok dalgalı denize daldım. Müslümanları ve ilimlerini bir kenara bıraktım. Onların bana yasakladıkları şeye girdim. Şimdi eğer Rabbim rahmetiyle beni yetişmeyecek olursa, İbnu’l-Cüveynî’nin vay haline! İşte ben annemin akidesi üzerine ölüyorum, ya da: Nisabur acuzelerinin akidesi üzere ölüyorum" demiştir.

Fahru’d-Din er-Razî’nin en gözde talebelerinden birisi olan Şemsu’d-Din el-Husrev Şahî de bir gün yanına gelmiş fazilet sahibi birisine: Neye inanıyorsun? Diye sormuş. O: Müslümanların inandıklarına, demişti. Şemsu’d-Din ona: Bunu son derece huzurlu bir kalp ve kesin bir inanca sahip olarak mı kabul ediyorsun? Deyince o: Evet cevabını vermiş, bunun üzerine ona: Bu nimet dolayısıyla Allah’a şükretmelisin. Bana gelince Allah’a yemin ederim neye inandığımı bilemiyorum, neye inandığımı bilemiyorum, neye inandığımı bilemiyorum; demiş ve sakalı ıslanıncaya kadar ağlamıştı.

Irak’ta meşhur faziletli İbn Ebi’l-Hadid de şöyle demektedir:

"Düşüncenin çözülmez bilmecesi sende,

Ne yapacağımı şaşırdım ve ömrümü tükettim.

Akıllar senin uğrunda yolculuk yaptı fakat,

Yolculuğun eziyetinden başka bir kâr sağlayamadı.

Allah’a yemin ederim, yalan yere iddia ettiler,

Senin düşünme ve nazar ile bilineceğini.

Yalan söylüyorlar, çünkü sözünü ettikleri,

Beşer takatinin dışında bir şeydir."

el-Hunecî ölümü esnasında şunları söylemiştir: Bütün bildiklerim mümkün (varlığı ve yokluğu eşit) olan varlığın onu (varlığını) tercih edene ihtiyacı vardır’dan ibarettir. Arkasından şunları söylemektedir: Muhtaç oluş ise olumsuz bir sıfat’tır. İşte ben hiçbir şey bilmemiş olarak ölüp gidiyorum.

Bir diğeri de şöyle demiştir: Yatağıma uzanıyorum, yorganı başıma çekiyorum ve tan yeri ağarıncaya kadar bir bunların, bir ötekilerin delillerini karşılaştırıyorum ve sonunda onların hiçbirisini tercih edemiyorum.

Bu hale ulaşan bir kimsenin haline Allah merhamet edip acımayacak olursa, zındıklaşır gider. Nitekim Ebu Yusuf -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- böyle demiştir: Kim dini kelam ile öğrenmeye kalkışırsa zındıklaşır, kim de kimya yoluyla mal sahibi olmaya çalışırsa iflas eder. Garibu’l-Hadis’i öğrenmeye kalkışan da yalan söyler.

Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir: Kelam’cılar hakkındaki hükmüm şudur: Onlar sopalanırlar, ayakkabılarla vurulurlar, kabile ve aşiretler arasında dolaştırılarak: Kitap ve sünnet’i terkedip kelam’a yönelenlerin cezası budur, diye teşhir edilirler.

Yine o şöyle demiştir: Ben kelam ilmiyle uğraşanlar arasından öyle bir takım sözler söylediklerini tesbit ettim ki, bir müslümanın o sözleri söyleyeceğini zannetmiyorum. Yüce Allah’a şirk koşma dışında kulun Allah’ın yasakladığı herşeye müptelâ olması, hiç şüphesiz kelam’a müptelâ olmasından daha hayırlıdır.

Bunlardan herhangi birisinin ölüm esnasında koca karıların inançta izledikleri yola dönerek, onların ikrar ettiklerini ikrar ve kabul ettiğini, daha önce kat’î olarak kabul edip bellediği ve bu inanç şekline muhalif o inceliklerden yüz çevirdiklerini görüyoruz. Çünkü artık bunların bozukluklarını açıkça görmüş yahut ta doğru ve sağlıklı görüşler olduklarını açıkça görememiştir. Sonunda bunlar -eğer azaptan kurtulabilecek olurlarsa- küçük çocuk, kadın ve (öğrenim görmemiş) bedevî’lerden olup, ilim ehline tabi olanlar seviyesine düştüklerini görüyoruz.

Böyle bir hastalığın faydalı ilacı ise kalplerin gerçek doktorunun -Allah’ın salat ve selamları üzerine olsun- gece namazına kalktığında, namazının başında yaptığı nakledilen şu duadır: "

“Cibril’in, Mikail’in ve İsrafil’in Rabbi, gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi ve açığı bilen Allah’ım! Sen kullarının arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm verecek olansın. Hakkında anlaşmazlığa düştükleri gerçekler ile ilgili olarak izninle sen beni doğru yola ilet. Çünkü şüphesiz ki sen dilediğini dosdoğru yola iletensin."[100]

Böylelikle o, Rabbine Cebrail, Mikail ve İsrafil’in Rabbi oluşunu belirterek dua etmiş ve hak ile ilgili olarak hakkında ihtilaf edilen hususlarda izniyle kendisini doğru yola iletmesini dilemiştir.

Çünkü kalplerin hayatı hidayet iledir. Yüce Allah da bu üç meleği hayat ile ilgili olarak görevlendirmiştir. Cebrail kalplerin hayat bulmasına sebeb teşkil eden vahiy ile görevli melektir. Mikail ise bedenlerin ve diğer canlıların hayat bulmasına sebeb teşkil eden yağmur ile görevli olan melektir. İsrafil ise alemin hayat bulmasına, ruhların tekrar bedenlerine dönmesine sebeb teşkil eden Sûr’a üfürmekle görevli olan melektir. Hayat ile görevli bu pek yüce ruhlara rububiyyet ettiğini dile getirerek dua etmesinin arzu edilen şeyin elde edilmesinde pek büyük bir tesiri vardır. Yardım Allah’tandır.

 

"Cennette Allah’ın görülmesini herhangi bir vehim ile kabul eden yahut belli bir anlayışa göre te’vil edenlerin ru’yetullaha imanları sahih olamaz. Zira ru’yetullah’ın da, rububiyete izafe edilen herbir hususun da, asıl te’vili, te’vili terketmek, teslim yoluna bağlanmaktır. Müslümanların dini de bu yol üzeredir.."

 

Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- bu sözleriyle Mutezile’nin ve ru’yetullah’ı reddeden görüşlerini kabul edenlerin, aynı şekilde Yüce Allah’ı yarattıklarından birisine benzetenlerin (Müşebbihe’nin) görüşlerinin merdud olduğuna işaret etmektedir.

Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Sizler ondördündeki ay’ı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksinizdir."[101] Burada görüldüğü gibi benzetme görülene değildir. Benzetme görme ile ilgilidir. Bu da ru’yetin gerçekleşmesinin kastedildiği ve bunun tahakkuk edeceği hususunda konu ile ilgili ihtimalleri bertaraf etmek noktasında gayet açık bir ifadedir. Bundan daha ileri bir ifade ve açıklama olabilir mi?

Eğer böyle bir nass’ın te’viline kalkışılacak olursa, nass’ın delil olarak kullanılması nasıl mümkün olabilir? Bu nass’ın: Sizler ayın ondördünde ay’ı bildiğiniz gibi Rabbinizi de bileceksiniz, anlamına gelme ihtimali olabilir mi?

Bu yanlış tevile de Yüce Allah’ın: "Rabbinin Fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?" (el-Fil, 105/1) âyeti ile buna benzer "kalbî (manevi) fiiller" diye bilinen ve "görmek" fiilinin kullanıldığı diğer fiiller delil gösterilerek; böylece açıklanamaz mı?

Şüphesiz ki "görmek" bazen basar (göz) ile bazen de kalp ile olur. Kimi zaman da rüyada görmek ve buna benzer şekillerle gerçekleşir. Ancak kullanılan ifadelerde bir manayı diğerlerinden ayırarak öne çıkartan bir takım karineler de mutlaka bulunur. Aksi takdirde konuşan kimsenin sözlerinde anlamlardan herhangi birisini ön plana çıkartacak bir karine bulunmayacak olursa, o vakit o ifade mücmel ve bilmece halini alır. Beyan edici ve açıklayıcı olmaz. Hz. Peygamber’in: "Önünde bulut bulunmayan öğle vaktindeki güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz"[102] ifadesindeki karine ve beyandan daha ilerisi olabilir mi? Acaba bu gibi ifadelerdeki görmek, gözle görmekle mi alakalıdır, yoksa kalp ile görmekle mi alakalıdır? Böyle bir husus Yüce Allah’ın, kalbine körlük verdiği kimseler dışındakilere hiç gizli, saklı kalır mı?

Bizi bu te’vile mecbur kılan aklın Yüce Allah’ın görülmesinin imkansız olduğunu kabul etmesi, O’nun görülmesinin düşünülemeyeceği şeklindeki hükmü dür, denilecek olurlarsa cevabımız şudur:

Bu sizin iddianızdır. Akıl sahibi kimselerin çoğunluğu bu hususta size muhalefet etmektedirler. Aklen bunu imkansız kabul etmeyi gerektiren hiçbir husus yoktur. Hatta akla bizatihi var olan fakat görülmesi imkansız olduğu söylenen bir varlıktan söz edilecek olsa, akıl böyle bir şeyin imkansız olduğuna hüküm verecektir.

"Cennette Allah’ın görülmesini herhangi bir vehim olarak kabul eden..." yani Yüce Allah’ın şu sıfatta görüleceği vehmine kapılarak bir çeşit teşbihi hatırlatan kanaate sahip olan, demektir. Bu vehimden sonra eğer vehim sonucu sahip olduğu bu vasfı kabul edecek olursa, şüphesiz bu kişi Müşebbihe’den olur. Eğer bu vehmi dolayısıyla görüleceğini kökten inkar ederse, o takdirde bu ta’til edici bir inkârcı olur.

O bakımdan yapılması gereken yalnızca bu vehmi (yanlış kanaati) bertaraf etmektir. Bu nefyi hak ve batıl olan herşeyi kuşatacak şekilde umumileştirmemektir. O bakımdan batıl olan bir şeyi reddetmek maksadıyla hakkı da, batıl’ı da reddetmeye kalkışmamalıdır. Aksine yapılması gereken batıl’ı reddedip hakkı kabul etmek olmalıdır.

İşte: "Her kim nefiyden ve teşbihten kendisini korumayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet ettiremez" sözleriyle Tahâvî, bu hususa işaret etmiş bulunmaktadır.

İşte Mutezile’ye mensup bu kimseler bunu (ru’yeti) nefyetmek ile Allah’ı tenzih ettiklerini iddia ediyorlar.

Hiç kemal sıfatlarının nefyedilmesiyle tenzih olur mu? Şüphesiz ki ru’yetin nefyedilmesi bir kemal sıfatı değildir. Çünkü olmayan bir şey görülmez. Kemal ancak ru’yetin isbat edilmesi (kabulü) iledir ve gören kimsenin bu görme idrakinin kuşatıcı bir idrak olduğunu iddia etmektir. Tıpkı ilimde olduğu gibi. Onun bilinmesinin nefyedilmesi kemal değildir. Aksine kemal, ilmin isbatı ve ilimle O’nun kuşatılmasının nefyi ile söz konusu olur. Yani Yüce Allah bilgi ile kuşatılamayacağı gibi görmekle de kuşatılamaz.

 

Te’vil’in Müteahhirîn’e Göre Anlamı

 

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Yahut belli bir anlayışa göre te’vil edenlerin..." ifadesi şu demektir: Yani bu kimse nass’ın zahirine ve herbir Arab’ın ru’yetin manasından anladığına muhalif bir te’vilde bulunup böyle bir anlayışa sahip olduğunu iddia edecek olursa... demektir.

Sonraki alimlerin ıstılahına göre "te’vil" lafzın zahirinden başka bir manaya yorumlanması anlamında kullanılmıştır. Böylelikle tahrif ediciler nass’lara musallat olmuşlar ve: Bizler görüşümüze muhalif olan nass’ları te’vil ederiz, demişler ve tahrif’e onu süslemek, kabul edilmesini sağlamak amacıyla da allı pullu göstermek maksadıyla te’vil adını vermişlerdir. Yüce Allah ise batılı allayıp pullayanları yermiş ve şöyle buyurmuştur: "Biz her peygambere ins ve cin şeytanlarını böylece düşman kıldık. Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı bir takım sözler fısıldarlar." (el-En’âm, 6/112)

Asıl muteber olan anlamlardır, lafızlar değildir. Nitekim hakkın deliline karşı kendisiyle çıkılmış nice allanıp pullanmış ve delil diye ileri sürülmüş pek çok batıl vardır.

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- buradaki ifadeleri daha önce geçen: "Bu hususa görüşlerimize dayanarak te’vilde bulunup hevâlarımıza dayanarak vehimlerle girişmeyiz" sözlerini andırmaktadır.

Daha sonra bu hususu: "Çünkü ru’yetin te’vili ile rububiyetin anlamına izafe olunan herbir hususun te’vili, te’vili terk etmek, teslime sarılmaktır. Müslümanların dini de bu yol üzeredir" sözleriyle pekiştirmektedir.

Maksadı ise gerçekte tahrif olan ve te’vil adını verdikleri türden te’vili terketmektir. Ama Tahâvî Yüce Allah’ın: buyruğunda emretmiş olduğu gibi edepli bir yol tutup, en güzel yol ile mücadelesini sürdürmüştür."Ve onlarla en güzel yol hangisi ise onunla mücadele et." (en-Nahl, 16/125)

Yoksa onun maksadı kendisine te’vil denilen herbir şeyi terketmek olmadığı gibi, Kitap ve sünnetteki tercihi gerektiren bir delil dolayısıyla bir takım kimselerin hatırı için zahir olarak anlaşılan gerçeklerden herhangi birisini terketmek te değildir. Kitap ve sünnetin yanlışlığına delil teşkil ettiği selef’in mezhebine aykırı bid’at olarak ortaya çıkmış fasit te’villeri ve Yüce Allah hakkında bilgiye dayanmaksızın söz söylemeyi terki kastetmektedir.

İşte fasit te’villerden birisi de ru’yetullah’ın delillerini, Allah’ın yüceliğinin delillerini te’vil etmektir. Onun Musa -Sallallahu aleyhi vesellem- ile özel bir şekilde konuşmadığını İbrahim’i halil edinmediğini ileri sürmektir.

Daha sonra "te’vil" lafzı asıl manası dışında kullanılır olmuştur.

 

Kitap ve Sünnet’te Te’vil’in Anlamı

 

Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinde te’vil, sözün sonuçta ulaştığı hakikat demektir. Buna göre haberin te’vili, haber olarak verilen şeyin kendisi demektir. İşin te’vili de emrolunan fiilin kendisi demektir. Nitekim Âişe -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- rukûunda şöyle derdi: “Allah’ım, Rabbimiz Seni tesbih eder ve Sana hamdederiz. Allah’ım bana mağfiret buyur." O bu sözleriyle Kur’ân’ı te’vil ediyordu.[103]

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlar zamanı gelince bildirdiklerinin gerçekleşmesinden (te’vilinden) başkasını mı bekliyorlar? Onun bildirdiklerinin çıkacağı (te’vilinin gerçekleşeceği) günde evvelce onu unutanlar: Gerçekten de Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişlerdi... derler." (el-A’raf, 7/53)

Rüyanın te’vil edilmesi (yorumlanması), amelin te’vil edilmesi de buradan gelmektedir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Babacığım, işte bu önceleri gördüğüm rüyanın te’vilidir (gerçekleşmesidir.)" (Yusuf, 12/100); "Bu hem daha hayırlı, hem de te’vil (sonuç) itibariyle daha güzeldir." (en-Nisa, 4/59); "Dayanamadığın şeylerin te’vilini sana haber vereyim" buyruğundan itibaren: "İşte senin dayanamadığın şeylerin te’vili (iç yüzü) budur." (el-Kehf, 18/78, 82)

Böyle bir te’vilin söz konusu olduğunu ve bunun ile alakalı emir ve nehiylerin bilindiğini kim inkar edebilir?

Allah ve ahiret günü hakkında haber vermek gibi haber türünden olan hususlara gelince; bunun hakikati demek olan te’vili bilinemeyebilir. Çünkü bunlar mücerred haber vermekle bilinmeyen şeylerdir. Zira haber veren kimse eğer haber verilen hususu tasavvur edememişse yahut bundan önce bunu bilmiyor ise hakikati demek olan te’vilini mücerred haber vermekle bilemez. İşte Yüce Allah’tan başka kimsenin bilmediği te’vil budur. Ancak böyle bir te’vilin söz konusu olamayacağını söylemek muhataba kavratma kastı güdülen mananın da bilinemeyeceğini söylemeyi gerektirmez.

Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde iyiden iyiye düşünülmesini Allah’ın emretmemiş olduğu hiçbir âyet yoktur. Kendisiyle neyin kastedildiğini bilinmesini sevmediği hiçbir âyet indirmemiştir. Her ne kadar onun te’vilinin bir bölümü ancak Yüce Allah tarafından bilinebiliyor ise de bu böyledir. İşte Kitap, sünnet ve selef’in sözlerinde te’vilin anlamı budur. Bu te’vil ister zahire uygun olsun, ister olmasın farketmez.

 

Müfessirlere Göre Te’vil Allah’ın Kelâmının Açıklanması ve Anlamının Beyan Edilmesidir:

 

İbn Cerir ve benzeri bir çok müfessire göre te’vil’den kasıt, sözün açıklanması ve beyan edilmesi demektir. Bu ister ifadenin zahirine uygun olsun, ister olmasın farketmez. Bu da bilinen bir terimdir. Bu te’vil de tefsir gibidir. Doğru olanı övülmeye değer, batıl olanı da reddedilmelidir.

Yüce Allah’ın: "Halbuki onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşmiş olanlar ise..." (Al-i İmran, 3/7) âyetinde iki kıraat şekli vardır. Bir kıraate göre;: “Allah’tan başka" lafzı üzerinde vakıf (durak) yapılır. Bir diğer kıraate göre ise burada vakıf yapılmaz. Her iki kıraat te doğrudur.

Birinci kıraat şekline göre Yüce Allah’ın te’vilinin ilmini yalnız kendisine tahsis ettiği ve özü itibariyle müteşâbih olanlar kastedilir. İkincisi ise ilimde derinleşmiş olanların tefsirini bildikleri izafî (göreceli) müteşabih kastedilir. Buradaki tefsir’den kasıt da te’vil ile aynı şeydir.

"Allah" lafzı üzerinde durak yapanların maksadı te’vilin, manayı açıklamak şeklindeki tefsir anlamını kastetmezler. Çünkü bu takdirde Yüce Allah’ın, Rasûlü üzerine bütün ümmetin de, rasûlün de manasını bilemediği bir söz indirmiş olması anlamına gelir. O takdirde ilimde derinleşmiş olanların da; "Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz nezdindendir" (Al-i İmran, 3/7) demenin ötesinde anlamı ile ilgili herhangi bir pay sahibi olmaları söz konusu olmaz. Bu kadarcık bir sözü ise ilimde derinleşmiş olmayan mü’minler de söyler. İlimde derinleşmiş olanların bu hususta diğer mü’minlerin avamından ayrıcalıklarının olması gerekir.

Nitekim İbn Abbas -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Ben te’vilini bilen ilimde derinleşmiş olanlardan birisiyim. Gerçekten de doğru söylemiştir. Çünkü Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- onun için şöyle dua etmiştir: "Allah’ım, onu dinde fakih kıl ve ona te’vili öğret."[104] Bunu Buharî ve başkaları rivayet etmişlerdir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in duası ise asla reddolunmaz.[105]

Mücahid dedi ki: Mushaf’ı başından sonuna kadar İbn Abbas’a arzettim. Her âyette onu durduruyor ve onun hakkında ona soru soruyordum.[106]

Kur’ân-ı Kerîm’in tamamının manaları ile ilgili açıklamalarda bulunup, söz söylediğine dair ondan gelen nakiller mütevatir derecesine ulaşmıştır. O herhangi bir âyet hakkında: Bu, Yüce Allah’tan başka hiçbir kimsenin te’vilini bilemediği müteşabih türündendir, dememiştir.

Usul’de mezhep alimlerimizin: Müteşabih surelerin baş taraflarında bulunan mukatta’ harflerdir, şeklindeki sözlerine gelince -bu görüş İbn Abbas’tan da rivayet edilmektedir- bu harflerin anlamı hakkında çoğu kimseler söz söylemiş bulunmaktadır. Eğer bunların manaları biliniyor ise o takdirde müteşabih’in manası bilinmiş demektir. Eğer bilinmiyor ise işte müteşabih denilen buyruklar bunlardır, bunların dışında kalanlar ise manası bilinen buyruklardır, anlatılmak istenen işte budur.

Aynı şekilde Yüce Allah’ın: "Ondan bir kısım âyetler muhkem’dir. Bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir." (Al-i İmran, 3/7) diye buyurmaktadır.

Buradaki harfler ise mushaf’ın âyetlerini sayanların çoğunluğuna göre âyet değildirler.

Fukahâ ve mütekellim’in müteahhir olanlarının açıklamalarına göre te’vil ise gerektirici herhangi bir delâlet dolayısı ile tercihe değer olan bir ihtimali bırakıp, ikinci derecede tercih edilebilecek bir ihtimale göre lafzı yorumlamak demektir.

İşte gerek haber kipi ile gerek talep uslubu ile varid olmuş bir çok ifade hakkında insanların anlaşmazlığa düştükleri te’vil şekli budur. Bu tür te’villerin sahih olanları ise Kitap ve sünnetin nass’larının delalet ettiğidir. Bunlara aykırı olan te’vil fasit te’vildir.

Bu tür açıklamalar, ilgili yerlerinde genişçe yapılmıştır. et-Tabsira adlı eserde belirtildiğine göre Nusayr b. Yahya el-Belhî, Ömer b. İsmail b. Hammad b. Ebi Hanife’den, o Muhammed b. el-Hasen’den -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- rivayet ettiğine göre; kendisine Yüce Allah’ın sıfatlarını söz konusu edip te zahiri itibariyle teşbihe götüren âyet ve haberler hakkında soru sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: Biz bunları geldiği şekilde alırız, onlara iman ederiz ve bu nasıl, bu da nasıl olur demeyiz.

Ayrıca şunun da bilinmesi gerekir: Küfrü gerektiren fasit mana ne nass’ın zahirinden anlaşılandır, ne de nass’ın muktezasıdır. Nass’tan bunu anlayan kimsenin bu anlayışına sebeb ise kavrayışındaki bir kusur ve bilgisinin eksikliğidir.

İnsanların bazılarının söyledikleri sözlerin anlaşılıp, aktarılmasıyla ilgili olarak: "Nice doğru sözü ayıplayan kimse vardır ki bunun asıl sebebi hastalıklı anlayıp kavramadır" denildiğine göre; sözlerin en doğrusu ve en güzeli olan Yüce Allah’ın buyruklarının (yanlış anlaşılması) hakkında ne denilebilir? Çünkü O’nun bu Kitabı: "Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da Hakim ve Habir olan Allah tarafından geniş geniş açıklanmış bir kitaptır." (Hud, 11/1) Bu gibi yanlış te’villerde bulunanların sözlerinin gerçek manası şudur: “Kur’an ve hadisin zahirî ifadeleri küfür ve sapıklıktır. Onda inanılmaya elverişli yeterli bir açıklama yoktur. Tevhid ve tenzih onlarda gereği kadar açıklanmamıştır.” İşte yanlış te’villerde bulunanların ifadelerinin gerçek anlamı budur.

Hakikat şu ki: Kur’ân’ın delalet ettiği herbir şey, hakkın kendisidir. Batıl olan bir şeye Kur’ân’ın delalet etmesi mümkün değildir. Bu hususta tartışanlar ise mutlaka başka türlü yorumlanması gereken batıl’a delalet ettiğini iddia etmektedirler.

 

Yanlış Te’vil’in Sakıncaları

 

Bunlara şöyle denilir: Sizin açtığınız bu kapı ile ve bu yolla eğer size gerçek anlamıyla ve pek az alanlarda mü’min kardeşlerinize karşı zafer kazanacağınız iddiasında iseniz şunu biliniz ki; çeşitli müşrik ve bid’atçiler önünde de asla kapatamayacağınız ve aleyhinize sonuç verecek bir kapı açmış oluyorsunuz.

Çünkü sizler şer’î herhangi bir delil olmaksızın Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerinden anlaşılan delâleti başka cihetine yönlendirmeyi ve başka türlü anlamayı uygun bir yol olarak seçerseniz, peki hangi nass’ın te’vil edilmesinin uygun olacağı, hangisinin uygun olmayacağı hususunu tesbitte kullanılacak ölçü ne olacaktır?

Şâyet: Aklî delilin kat’î bir şekilde imkansız olduğuna delalet ettiği şeyi te’vil ederiz. Aksi takdirde kabul ederiz; diyecek olursanız size şöyle denilir: Aklî bakımdan kat’î olanı hangi akıl ile tartacağız? Şüphesiz ki Karmatî ve Batınî olan bir kimse kat’î delillerin şeriatın zahirinden anlaşılan hükümlerin batıl olduğuna delalet ettiğini iddia eder.

Filozof kendisine göre kat’î delillerin, cesetlerin öldükten sonra diriltilmesinin batıl olduğuna delalet ettiğini iddia etmektedir.

Mutezile’ye mensup bir kimse kat’î delillerin Yüce Allah’ın görülmesinin imkansız olduğunu ortaya koyduğunu iddia ederken aynı zamanda Yüce Allah’ın zatı ile ilim, kelam ya da rahmetin kaim olmasının imkansız olduğunu da ileri sürmektedir...

Kısacası sahipleri tarafından aklî delillerin gerektirdiği te’viller olarak ileri sürdükleri te’vil çeşitleri burada sayılamayacak kadar pek çoktur.

O vakit iki büyük sakınca da kaçınılmaz olur:

1- Böyle bir şeyin aklen mümkün olup olmadığı hususunda enine boyuna oldukça uzun ve etraflı araştırmalar yapmadan önce Kitap ve Sünnetin anlamlarından hiçbir şeyi kabul etmeyeceğiz. Kitap hakkında anlaşmazlığa düşmüş herbir kesim de aklın kabul ettiği kanaatlere delâlet ettiğini iddia etmekte ve sonunda iş şaşkınlığa varmaktadır.

2- Artık kalpler Rasûlün verdiği haberlerinde hiçbir şeyi katiyetle kabul etmez bir hal alır. Çünkü maksadın zahir’den anlaşılan olduğuna güvenilmez. Te’viller ise birbiriyle çatışıp durmaktadır. O bakımdan Kitap ve Sünnetin Allah’ın kullarına haber verdiği hususlara delalet ve irşad etme özelliğinden uzaklaştırılması gerekir. Halbuki peygamberin özelliği ise haber vermektir. Kur’ân ise en büyük haberdir (en-Nebeu’l-Aziym’dir.) Bundan dolayı te’vilcilerin Kitap ve Sünnetin nass’larını dayanak almak için değil, görüşlerini desteklemek için zikrettiklerini görüyoruz. Şâyet aklın kendisine delâlet ettiğini iddia ettikleri hususa uygun düşerse bu nassları kabul ederler, eğer muhalif olursa ona göre te’vil ederler. Bu ise zındıklık ve ahkamdan sıyrılıp kurtulmanın kapısını açmaktır. Yüce Allah’tan esenlik dileriz.

 

"(Sıfatları)n Nefy etmekten ve teşbihten sakınmayan bir kimsenin ayağı kayar ve tenzihi isabet ettiremez."

 

Nefy ve Teşbih Kalp Hastalıklarındandır

 

Nefy ve teşbih kalp hastalıklarındandır. Çünkü kalbî hastalıklar iki türdür. Şüphe hastalığı ve şehvet (arzu) hastalığı. Her ikisi de Kur’ân-ı Kerîm’de söz konusu edilmiştir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Edalı ve yumuşak söylemeyin. O takdirde kalbinde hastalık bulunan kimse umutlanır." (el-Ahzab, 33/32) Bu şehvet hastalığıdır.

Bir başka yerde Yüce Allah: "Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırdı." (el-Bakara, 2/10) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların murdarlıklarına murdarlık katıp arttırdı." (et-Tevbe, 9/125) Bu da şüphe hastalığıdır ve şehvet hastalığından daha aşağılatıcıdır, Çünkü şehvet hastalığının şehvetinin gereğini yerine getirmekle şifa bulacağı umulabilir. Şüphe hastalığının ise -eğer Yüce Allah o kimseye rahmetiyle yetişmeyecek olursa-şifası yoktur.

Sıfatlar ile ilgili meseledeki şüphe hastalığı ise sıfatların nefyedilmesi ve teşbihidir. Nefy şüphesi de teşbih şüphesinden daha aşağlılık bir şüphedir. Çünkü nefy şüphesi hem Rasûlün getirdiklerini yalanlamak, hem de reddetmektir. Teşbih şüphesi ise Allah Rasûlünün getirdiklerinde aşırıya gidip, haddi aşmaktır. Yüce Allah’ın yaratıklarına benzetilmesi ise bir küfürdür, çünkü O: "O’nun gibi hiçbir şey yoktur" (eş-Şûrâ, 42/11) diye buyurmaktadır. Sıfatların nefyedilmesi de küfürdür, zira Yüce Allah: "O herşeyi işitendir, herşeyi görendir" (eş-Şura, 42/11) diye buyurmaktadır.

 

Teşbih’in İki Çeşidi

 

Bu teşbih’in iki çeşidinden birisidir, çünkü teşbih iki türlüdür. Birisi yaratıcıyı yaratılmışa benzetmektir. İşte kelam’cıların reddetmek ve iptal etmek (çürütmek) için çalışıp durdukları teşbih budur. İnsanlar arasında bu teşbih’e yönelenler ikinci tür teşbih’te bulunanlara göre daha azdır.

İkincileri ise yaratılmışı yaratana benzetirler. Mesih’e ibadet edenler, Uzeyr’e, güneşe, ay’a, putlara, meleklere, ateşe, suya, buzağıya, kabirlere, cinlere ve buna benzer sair varlıklara ibadet edenler, hep bu kabildendir. İşte peygamberlerin kendilerine gönderildiği ve kendilerini Allah’a hiçbir şey ortak koşmaksızın bir ve tek olarak ibadet etmeye davet ettikleri kimseler bunlardır.

 

"Şüphesiz ki Yüce ve Celil olan Rabbimiz vahdaniyet sıfatları ile mevsuftur. Bir ve tek olmak vasıflarına sahiptir. Yaratıklar arasında O’nun (sıfatlarındaki manaya sahip) gibi hiçbir kimse yoktur."

 

Yüce Allah’ın Tenzih’i

 

Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-, Yüce Rabbin tenzih’inin kendi zatını olumlu ya da olumsuz olarak vasfettiği şekilde bilmekle gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Onun buradaki ifadeleri İhlas suresinin manasından alınmıştır.

"Vahdaniyet sıfatları ile mevsuftur" sözleri Yüce Allah’ın: "De ki: O Allah’tır, bir ve tek’tir" buyruğundan alınmıştır.

"Bir ve tek olmanın vasıflarına sahiptir" sözleri ise Yüce Allah’ın: "Allah Samed’dir, doğurmamıştır, doğurulmamıştır" buyruğundan; "mahlukat arasından hiçbir kimse O’nun gibi değildir" sözleri de Yüce Allah’ın: "Ve hiç kimse O’nun benzeri ve dengi değildir" buyruğundan alınmıştır. Aynı zamanda bu ifadeler daha önce geçen sıfatların isbatı ve teşbih’in nefyedilmesi ile ilgili ifadeleri de pekiştirmektedir.

Vasıf ve nât ise eş anlamlı iki kelimedir. (Tercümeden de anlaşıldığı gibi.) Anlamlarının birbirlerine yakın olduğu da söylenmiştir. Buna göre vasıf zat hakkında kullanılır, nât ise fiil hakkında kullanılır.

Vahdaniyet ile ferdaniyet de (bir ve tek olmak) böyledir. Aralarında fark olduğu da söylenmiştir. Buna göre vahdaniyet zat içindir, ferdaniyet de sıfatlar içindir.

O halde Yüce Allah zatında bir ve tek, sıfatlarında da eşsizdir. Bu mana ise gerçektir, bu konuda hiçbir kimsenin tartışması yoktur. Fakat kullanılan ifadelerde bir çeşit tekrar vardır. Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- akidesinde buna benzer bir kaç yerde tekrarı vardır.

Yüce Allah’ın: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir." (eş-Şura, 42/11) buyruğu Yüce Allah’ın tenzihini ifade etmek bakımından, O’nun: "Yaratıklar arasında O’na benzer hiç bir kimse yoktur" ifadelerinden daha mükemmeldir.

 

"O, sınırlardan ve nihaî noktalardan yüce ve münezzehtir. Erkân, organ ve araçlardan münezzehtir. Altı cihet -sonradan yaratılmış diğer mahlukat gibi-  O’nu ihata etmez."

 

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- bu ifadelerini açıklamaya geçmeden önce bir mukaddimede bulunmak istiyorum. O da şudur: Bu gibi lafızların kullanılması hususunda insanların üç farklı görüşü vardır:

Bir kesim bunları kabul etmez. Bir başka kesim kabul eder, bir diğeri ise konu ile ilgili etraflı açıklamalarda bulunur. Bunlar ise selef’e tabi olanlardır. O bakımdan bu lafızları kullanan bunlarla neyi kastettiğini açıklamadan benimsemediklerini, onlarla neyi nefyettiğini belirtmeden nefyetmediklerini görüyoruz.

Çünkü müteahhirûn nezdinde bu lafızların terim manalarında bir çeşit kapalılık ve müphemlik ortaya çıkmıştır. Diğer terimsel lafızlarda olduğu gibi. Çünkü onların hepsi bu gibi terimleri lafzi manalarında kullanmamaktadırlar.

Bu lafızları kabul etmeyenler bunlarla hakkı da batılı da nefyedebilmekte ve bunları kabul edenlerden benimsemedikleri görüşleri böylelikle nakletmektedirler.

Bu lafızları kabul edenlerin bazılarının kastettiği anlam çerçevesinde ise selef’in görüşüne muhalif Kitabın ve mizan’ın (sağlıklı ölçülerin) delil teşkil ettiği hususlara muhalif batıl bir anlama sokabilmektedirler. Halbuki bu hususta ne Kitapta, ne de sünnet’te bunların nefyedilmelerine de, isbat (kabul) edilmelerine dair de bir şey varid olmamıştır.

Bizim Allahu Teâla’yı, kendisinin ve Rasûlünün nitelendirmediği vasıflar ile nefy ya da isbat (olumlu ya da olumsuz olarak vasfetme) hakkımız yoktur. Çünkü bizler ancak tabî kimseleriz, bid’atçi kimseler değiliz.

O halde bu hususta yani sıfatlar meselesinde konunun iyice tetkik edilmesi gerekir. Allah ve Rasûlünün sabit olarak belirttiklerini biz de kabul ederiz. Allah ve Rasûlünün nefyettiklerini biz de nefyederiz. Nefy ve isbat hususunda nass ile varid olmuş lafızlara bağlı kalarak, Allah ve Rasûlünün isbat ettiği lafız ve manaları biz de kabul ederiz, onların nass’larının reddettikleri lafız ve manaları da reddederiz.

 

Nass’larda Vârid Olmuş Lafızları Kullanmak

 

Nefyleri de, isbatları da varid olmamış lafızlara gelince, bu lafızları kullananların maksadı incelenmeden mutlak olarak kullanılmazlar. Eğer maksat doğru ise kabul edilir. Şu kadar var ki, bu maksatları nasslarda varid olmuş lafızlarla ifadelendirmek ve gerek olmadıkça mücmel (kapalı) lafızlar kullanma yoluna gitmemek gerekir.

Bu lafızlar kullanılacak olursa, onlarla beraber maksadın ve gereğin ne olduğunu açıklayan karinelerle birlikte kullanılmalıdır. Mesela eğer bu hitaplar kullanılmayacak olursa, maksadın tam anlamıyla ifade edilememesi gibi bir durum söz konusu ise, bu gibi lafızları kullanma yoluna gidilebilir.

Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- buradaki ifadeleriyle Müşebbihe’nin görüşlerini reddetmek istemiştir. Şüphesiz ki Allah bir cisimdir, O’nun cüssesi ve organları vardır ve buna benzer kanaatler ileri süren Davud el-Cevaribî ve benzerlerinin görüşlerini reddetmektedir. Yüce Allah böylelerinin söylediklerinden alabildiğine yücedir.

Burada Tahâvî’nin nefy’den kastettiği mana, doğrudur. Ancak ondan sonra gelen bir takım kimseler bu nefylerinin genel çerçevesine hak ve batıl olan şeyleri de sokmuşlardır. Bundan dolayı bu hususun açıklanmaya ihtiyacı vardır. Şöyle ki: Selef, insanların Yüce Allah’ın haddini (sınırını, tanımını) bilemeyeceklerini ve O’nun sıfatlarından hiçbirisini aynı şekilde sınırlandıramayacaklarını ittifakla kabul etmişlerdir.

Ebu Davud et-Tayalisî der ki: Süfyan, Şu’be, Hammad b. Zeyd, Hammad b. Seleme, Şerik ve Ebu Avane ne bir had’den söz ederler, ne benzetirler, ne temsil ederlerdi. Onlar hadisi rivayet ederler ve: Nasıl? demezlerdi. Onlara soru sorulacak olursa, bu hususta bildikleri sağlam rivayetlerle cevap verirlerdi. Nitekim ileride Tahavî’nin: "O mahlukatını kendisini kuşatabilmekten yana aciz bırakmıştır" ifadeleri açıklanırken bu husus bir daha ele alınacaktır.

Böylelikle onun maksadının şu olduğu anlaşılmaktadır: Yüce Allah herhangi bir kimse tarafından sınırlarıyla kuşatılmaktan yüce ve münezzehtir. Yoksa bu; O, mahlukatından ayrı değildir, onlardan ayrı bir varlık ve onlardan farklı değildir, manasına kullanılmamıştır.

Rükünler, azalar ve araçlar gibi lafızlara gelince, bunları kabul etmeyenler kat’î delillerle sabit bir takım sıfatları da reddetmeye yol edinmektedirler, el ve yüz gibi. Ebu Hanife -Radıyallahu anh- "el-Fıkhu’l-Ekber" adlı eserinde şunları söylemektedir: "Onun eli, yüzü ve nefsi vardır. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de el’den, yüz ve nefis’ten söz etmektedir. O halde bunlar O’nun keyfiyetleri bilinmez olarak sıfatıdır. O’nun eli, kudreti ve nimeti demektir denilmez. Çünkü o takdirde sıfat iptal edilmiş olur."

İmam (Ebu Hanife -Radıyallahu anh-)ın bu söyledikleri kat’î delillerle sabittir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu?" (Sad, 38/75); "Halbuki kıyamet gününde arz bütünü ile O’nun kabzasındadır. Gökler ise O’nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır." (ez-Zümer, 39/67); "O’nun yüzünden başka herşey helâk olacaktır." (el-Kasas, 28/88); "Celal ve İkram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise kalıcıdır." (er-Rahman, 55/27)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen nefsimde olanı bilirsin ama Ben senin nefsinde olanı bilemem." (el-Maide, 5/116); "Rabbiniz kendi nefsi üzerine rahmeti yazdı." (el-En’âm, 6/54); "Ve seni kendi nefsim için seçtim." (Tâhâ, 20/41); "Allah size kendisinden sakınmanızı emrediyor." (Al-i İmran, 3/28)

Şefaat hadisi diye bilinen hadiste de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- insanların Âdem’in yanına gideceklerini ve ona şunları söyleyeceklerini bildirmektedir: "Ve Allah seni eliyle yarattı, meleklerine sana secde ettirdi ve sana herşeyin isimlerini öğretti."[107]

El’den kasıt kudrettir, diyenlerin te’villeri doğru değildir. Çünkü Yüce Allah’ın: "Ellerimle yarattığım" (Sad, 38/75) buyruğunun kudretimle yarattığım anlamına gelmesi doğru olamaz. Bu doğru kabul edilecek olursa o takdirde İblis’in de: Beni de aynı şekilde kudretinle yarattın. Bundan dolayı onun bana bir üstünlüğü söz konusu değildir, diye cevap vermesi söz konusu olurdu. O bakımdan İblis, kâfir olmasına rağmen Rabbini Cehmiye fırkasından daha iyi tanıyordu.

Onların: "Görmezler mi ki Biz onların faydasına kendi ellerimizle var ettiğimiz davarlar yarattık. İşte kendileri bunlara sahiptirler." (Yasin, 36/71) buyruğunda lehlerine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü Yüce Allah burada "elleri" çoğul zamirine izafe ettiğinden dolayı, çoğul olarak zikretmiştir ki lafzî olan iki çoğul kelime arasında bir uyum olsun ve böylelikle bu mülkiyete ve azamete delalet etsin. Burada tekil zamire izafe edilerek "iki elimle" diye buyurulmadığı gibi, çoğul zamire eli izafe ederek "iki elimizle" şeklinde de iki lafız da kullanılmamıştır. Buna göre Yüce Allah’ın: "Ellerimizle var ettiğimiz" ifadesi Yüce Allah’ın: "İki elimle yarattığım" buyruğunun bir benzeridir.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de aziz ve celil olan Rabbi hakkında şöyle buyurmuştur: "O’nun hicabı nurdur. Eğer O’nu açacak olursa, yüzünün parıltıları mahlukatından gözünün ulaştığı herbir şeyi mutlaka yakardı."[108]

Bununla birlikte bu sıfatlar hakkında "bunlar organlar, azalar, araçlar yahut rükünlerdir," denilmez. Çünkü rükün mahiyetin bir parçasıdır. Yüce Allah ise bir ve tek’tir, samed’dir. Asla parçalara ayrılmaz, O bundan yüce ve münezzehtir. Organlarda ise ayırma ve parçalara bölme anlamı vardır. Yüce Allah bundan münezzehtir. Nitekim Yüce Allah’ın: "Onlar Kur’ân’ı azalara (parçalara) ayırdılar." (el-Hicr, 15/91) buyruğu da bu kabildendir.

Azalarda, onlar vasıtasıyla kazanmak ve faydalanmak manası vardır. Araçlar da bu şekildedir, bir takım menfaatleri sağlamak ve bir kısım zararları önlemek için onlardan yararlanılır. Bütün bu hususlar ise Yüce Allah’tan uzaktır. Bundan dolayı Yüce Allah’ın sıfatları arasında bunlardan hiç söz edilmez.

O halde şer’î lafızların manaları da doğrudur, yanlış ihtimallerden uzaktır. Bundan dolayı Allah hakkında nefy ya da isbat kastıyla kullanılacak şer’î lafızlardan uzaklaşmamak lazımdır. Böylelikle fasit herhangi bir mana tesbit edilmesin, doğru herhangi bir mana da nefyedilmesin. Bütün bu mücmel (açık ve net olmayan) lafızlar ise haklı olan tarafından da batıl peşinde olan tarafından da kullanılabilecek durumdadır.

 

"Cihet" Lafzı

 

Cihet lafzı ile bazen var olan şey kastedilebilir, bazen de olmayan bir şey kastedilebilir. Bilindiği gibi varlık sadece yaratan ve yaratılandan ibarettir. Eğer "cihet" lafzı ile Yüce Allah’tan başka bir varlık kastediliyor ise o takdirde bu bir mahluktur. Yüce Allah’ı ise hiçbir şey kuşatamaz, yaratıklarından hiçbir şey O’nu kuşatamaz. O bundan yücedir.

Eğer "cihet" ile olmayan bir şey kastediliyor ve bu da alemin üstünde olarak kabul ediliyor ise şunu belirtelim ki alemin dışında var olan sadece Yüce Allah’tır. Eğer: O bu itibarla bir cihettedir, denilecek olursa bu maksat doğru olabilir. Yani O, alemin fevkındedir. O bütün mahlukatın nihayetinde, bütün mahlukatın üstünde ve onlardan yücedir.

Allah’ın yücelerde oluşunu nefyetmek kastı ile cihet lafzını kabul etmeyenler, delilleri arasında şunları zikrederler: Bütün cihetler (yönler) yaratılmıştır, O ise yaratılmış olan bu yönlerden önce vardır. O’nun bir cihette olduğunu söyleyen kimsenin o takdirde alemin bir parçasının kadim olduğunu kabul etmesi de gerekir, yahut ta Yüce Allah’ın önceleri cihetten müstağni iken, sonradan bir cihette bulunduğunu kabul etmesi gerekir.

Bu ve benzeri lafızlar ancak şunu ifade eder: O mahlukatından hiçbir şeyin içinde değildir. Ona ister cihet adını verelim, ister vermeyelim, elbetteki bu doğru bir kanaattir. Ancak cihet var olan bir şey değildir, aksine itibari bir şeydir ve şüphesiz ki cihetlerin sonu yoktur. Sonsuz olan bir şeyde var olmayan bir şey ise yok demektir.

 

Tahâvî’nin; "Altı Cihet O’nu Kuşatamaz" Sözünden Maksat:

 

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Diğer mahlukat gibi altı yön (cihet) O’nu kuşatamaz" sözü mahlukatından hiçbir şey O’nu kuşatamaz demektir ve anlamı itibariyle doğrudur, gerçektir. Aksine O, herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstünde olandır. İşte Tahâvî’nin kastettiği mana budur, çünkü ileride o şöyle diyecektir: "O Yüce Allah herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir." İşte; "Diğer yaratıklar gibi altı yön O’nu kuşatamaz" sözleri ile "O herşeyi kuşatandır ve üstündedir" sözlerini bir arada ele alacak olursak, onun maksadının Yüce Allah’ı hiçbir şeyin ihtiva edemediğini, hiçbir şeyin onu kuşatamadığını, O’nun dışındaki yaratıklara benzemediğini, Yüce Allah’ın herşeyi kuşatan ve herşeyin üstünde olduğunu kastettiği anlaşılır.

 

"Mi’rac haktır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- İsra ile (geceleyin) yürütülmüştür. Uyanıkken bedeni ile mi’rac’la semavata yükseltilmiştir. Daha sonra da yüce Allah’ın dilediği Yüceliklere çıkartılmıştır. Allah, ona dilediği ikramlarda bulunmuş ve vahyettiği şeyleri vahyetmiştir. "Kalp gördüğünü yalanlamadı" (en-Necm, 53/11), dünyada da, âhirette de Yüce Allah’ın salât ve selâmı olsun ona."

 

Mi’rac (yukarı doğru yükselmek) anlamındaki "el-uruc"dan gelen ve kendisi ile yukarı doğru çıkılan alet anlamındadır. Bu da merdiven ayarında bir şeydir, ancak onun nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu da diğer gayb-i hususlar hükmündedir. Ona iman eder, keyfiyetini bilmek için ayrıca uğraşmayız.

 

İsra ve Mi’rac

 

Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-: "Uyanıkken bedeniyle Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- İsra ile (geceleyin) yürütülmüştür." diyerek İsra’ya işaret etmektedir.

İsra ile ilgili hadislerden anlaşılan sahih kanaate göre isra uyanıkken ve beden ile gerçekleşmiştir. Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya kadar Cebrail -Aleyhisselam-ın arkadaşlığı ile birlikte ve Burak’ın üzerinde binerek gerçekleşmiştir. Mescid-i Aksa’da inmiş ve peygamberlere imam olarak namaz kıldırmış, Burak’ı mescidin kapısının halkasına bağlamıştır. Onun Beytu Lahm’de inip, orada namaz kıldığı söylenmiş ise de hiçbir şekilde ondan böyle bir rivayet sahih olarak gelmemiştir.

Daha sonra Beytu’l-Makdis’ten aynı gece dünya semasına yükseltilmiştir. Cebrail ona kapının açılmasını istemiş ve ona kapı açılmıştır. Orada insanların ilk atası Adem’i görmüş, ona selam vermiştir. Adem -Aleyhisselam- ona; hoşgeldin demiş, ve selamını almış ve peygamberliğini ifade etmiştir.

Daha sonra ikinci semaya çıkartılmış, yine ona kapının açılması istenmiştir. Orada da Zekeriya oğlu Yahya’yı ve Meryem oğlu İsa’yı görmüş, onlarla karşılaşmış, onlara selam vermiş, onlar da onun selamını alarak güzel bir şekilde onu karşılamış, peygamberliğini ifade etmişlerdir.

Daha sonra üçüncü semaya çıkartılmış, orada da Yusuf -Aleyhisselam-ı görmüştür. Ona selam vermiş, o da selamını almış, güzel bir şekilde karşılamış, peygamberliğini ifade etmiştir.

Daha sonra dördüncü semaya yükseltilmiştir. Orada İdris -Aleyhisselam-i görmüş, ona selam vermiş ve onu güzel bir şekilde karşılayıp peygamberliğini dile getirmiştir.

Arkasından beşinci semaya çıkartılmıştır. Orada da İmran oğlu Harun’u görmüştür. Ona selam vermiştir. O da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini ifade etmiştir.

Daha sonra altıncı semaya yükseltilmiştir. Orada da Musa -Aleyhisselam- ile karşılaşmıştır, ona selam vermiş, o da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini dile getirmiştir. Onun yanından ayrılıp gidince Musa -Aleyhisselam- ağlamıştır, ona ne diye ağladın diye sorulunca bu sefer: Benden sonra peygamber olarak gönderilen bir kimsenin ümmetinden cennete gireceklerin sayısı, benim ümmetimden oraya gireceklerin sayısından daha fazladır diye ağlıyorum, diye cevap vermiştir.

Daha sonra yedinci semaya çıkartılmıştır. Orada da İbrahim -Aleyhisselam- ile karşılaşmış ve ona selam vermiştir. O da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini dile getirmiştir.

Sonra Sidretu’l-Müntehâ’ya çıkartılmıştır. Daha sonra da el-Beytu’l-Ma’mur ona yükseltilmiştir. Sonra da yüce ve isimleri mukaddes, cebbar olan Allah’ın huzuruna çıkartılmıştır. O’nun huzuruna bir yayın kirişlerinin bağlandığı noktalar kadar yahut daha da yakın olacak şekilde yakınlaşmıştır.[109]

Orada kuluna vahyettiklerini vahyetti. Ona elli vakit namazı farz kıldı, geri döndü, Musa’nın yanına vardığında, ona: Sana ne emrolundu? dedi. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: Elli namaz, deyince o: Senin ümmetin bunun altından kalkamaz. Rabbinin huzuruna dön ve O’ndan ümmetinin yükünü hafifletmesini dile, dedi. Bu hususta Cebrail -Aleyhisselam-ın fikrini almak istercesine Cebrail’e dönüp baktığında, dilersen böyle yap diye işarette bulundu.

Bunun üzerine Cebrail, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-i yüce ve mübarek olan Allah’ın huzuruna -O yerinde iken- çıkarttı. -Buharî’nin Sahih’indeki ve bazı rivayet yollarındaki lafız bu şekildedir.- Bunun üzerine Yüce Allah üzerinden on vakti kaldırdı. Tekrar indi ve Musa’nın yanından geçti, durumu ona haber verdi. Yine ona: Rabbine geri dön, O’ndan yükünü hafifletmesini dile, dedi.

Bu şekilde Musa -Aleyhisselam- ile yüce ve mübarek olan Allah arasında gidip geldi ve sonunda bu elli vakit beş vakte indi. Musa ona tekrar Rabbine geri dönüp yükünün hafifletilmesini dilemesini istediği halde, o: Artık Rabbimden haya etmeye başladım. Bunun yerine razı oluyor ve teslim oluyorum, dedi.

Bu sefer bir münadi’nin şöyle seslendiği işitildi: Ben farzımı aynen emrettim ve kullarımın yükünü de hafiflettim.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in aziz ve celil olan Rabbini baş gözü ile görüp görmediği hususunda ashab’ın farklı görüşlerinden, doğru olanın onu kalbiyle gördüğü, baş gözü ile görmediği olduğuna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah’ın: "Gözüyle gördüğünü kalp yalanlamadı." (en-Necm, 53/11); "Andolsun ki onu diğer bir inişte de görmüştü." (en-Necm, 53/13) buyruklarına gelince, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den sahih olarak gelen rivayete göre; burada görüldüğünden söz edilen kişinin Cebrail olduğu bildirilmektedir. Onu iki sefer yaratılmış olduğu aslî suretinde görmüş bulunmaktadır.

İsra’nın uyanıklık halinde ve beden ile birlikte olduğunun delillerinden birisi de Yüce Allah’ın: "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren (Allah) münezzehtir." (el-İsra, 17/1) buyruğudur. Nasıl ki insan beden ve ruhun toplamını ifade ediyorsa, kul da beden ve ruh’un toplamından ibarettir. İfadenin mutlak olarak kullanılması halinde bilinen anlamı budur. Doğrusu da budur, o halde İsra da bu şekilde gerçekleşmiştir ve aklen bu imkansız bir şey değildir.

Önce Beytu’l-Makdis’e, İsra’nın hikmeti nedir? diye sorulacak olursa, cevabı şudur: -Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- Bu, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in mi’rac’a yükseldiği iddiasının doğruluğunun ortaya çıkması için olmuştur. Kureyş ona (iddiasının doğruluğunu isbatlamak için) Beytu’l-Makdis’in sıfatlarının neler olduğunu sormuştu. O da onlara sıfatlarını, niteliklerini anlatmış[110] ve yolda gelmekte olan kervanlarının halini dahi onlara haber vermişti.[111]

Eğer onun semaya yükselişi doğrudan Mekke’den olsaydı, bu husus gerçekleşmezdi. Zira onlara sema ile ilgili haber vermiş olsaydı, buna muttalî olmalarına da imkan olmazdı. Halbuki onlar Beytu’l-Makdis’i tanıyorlardı. Onlara da bunun niteliklerini haber vermişti.

Mi’rac hadisinde konu üzerinde iyice düşünen kimsenin açıkça anlayacağı gibi değişik akımlardan Yüce Allah’ın uluvv (yücelik) sıfatının sabit olduğuna delil bulunmaktadır. Başarı Allah’tandır.

 

"Yüce Allah’ın ona ikram ve ümmetine de bir yardım olmak üzere lutfedeceği Havz da haktır."

 

Havz ve Nitelikleri

 

Havz’dan söz eden hadisler tevatür derecesine ulaşır. Bu hadisleri otuz küsur sahabi -radıyallahu anhuma- rivayet etmiştir. Hocamız İmadu’d-Din İbn Kesir -Allah onu rahmetine gark etsin- "el-Bidaye ve’n-Nihâye" adını taşıyan[112] tarihe dair büyük eserinin son taraflarında bu rivayetlerin bütün yollarını tesbit etmiş bulunmaktadır.

Bu hadislerden birisini Buharî -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- rivayet etmektedir. Enes b. Malik -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Benim Havz’ımın ölçüleri Eyle ile Yemen’deki San’a arası kadardır. Onda bulunan ibrik’lerin sayısı ise semadaki yıldızların sayısı kadardır."[113]

Yine ondan gelen rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ashab’ımdan bir takım insanlar Havz’ın etrafında yanıma geleceklerdir. Ben onları tanıyacağım ama benden uzaklaştırılmış olacaklardır. Bu sefer ben: Arkadaşlarım? diyeceğim, bana şöyle diyecek(ler): Senden sonra ne gibi bid’at’ler ortaya çıkardıklarını bilmezsin."[114] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

İmam Ahmed’in rivayetine göre de Enes b. Malik -Radıyallahu anh- şöyle demiştir. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bir uykuya daldı, tebessüm ederek başını kaldırdı. Ya o kendilerine söyledi, yahut onlar ona: Ne diye güldün? diye sormaları üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Az önce bana bir sure indirildi." Sonra da: "Bismillahirrahmanirrahiym. Muhakkak Biz sana Kevser’i verdik" suresini sonuna kadar okudu ve sonra şöyle buyurdu: "el-Kevser’in ne olduğunu bilir misiniz?" Onlar: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Şöyle buyurdu: "O aziz ve celil olan Rabbimin bana cennette vermiş olduğu bir nehirdir. Onun üzerinde pek çok hayırlar vardır. Kıyamet gününde ümmetim o nehre geleceklerdir. Onun üzerindeki kaplar yıldızların sayısı kadardır. Onlardan bir kul (ona yaklaşmaktan) alıkonulunca, ben şöyle diyeceğim: Rabbim, o benim ümmetimdendir. Şöyle denilecek: Senden sonra ne bid’atler çıkardıklarını bilemezsin."[115]

Bu hadisi Müslim de rivayet etmiş ve ondaki lafız şöyledir: "O Rabbimin bana vaadettiği bir nehirdir. Üzerinde pekçok hayır vardır. O kıyamet gününde ümmetimin kendisine gelecekleri bir havuzdur" geri kalan bölümleri ise az önceki rivayet gibidir.

Bunun anlamı şudur: Bu Kevser’den Havz’a doğru iki kanal bol bol su akıtmaktadır. Havz ise Sırat’tan önce Arasat’tadır. Çünkü ondan ayrılmaktadır ve topukları arkasına gerisin geri dönmüş bir takım kimseler ona yaklaştırılmayacaktır. Bu gibi kimseler ise Sırat’ı da geçemeyeceklerdir.

Buharî ve Müslim, Cündeb b. Abdullah el-Becelî -Radıyallahu anh-dan böyle dediğini rivayet etmektedirler: Ben Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "Ben sizden önce Havz’a ulaşmış olacağım."[116]

Buharî’deki rivayete göre Sehl b. Sa’d el-Ensarî -Radıyallahu anh- dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Şüphesiz sizden önce Havz’a varmış olacağım, benim yanıma gelen (ondan) içer. İçen ise ebediyyen bir daha susamaz. Benim yanıma hiç şüphesiz kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de gelecektir. Sonra benimle onların arasına engel konulacaktır." Ebu Hazim dedi ki: Ben onlara bu hadisi anlatırken, en-Nu’man b. Ebi Ayyaş benim sözlerimi işitince dedi ki: Sen bunu Sehl’den böylece mi dinledin, ben: Evet, dedim. O da dedi ki: Ben de şahitlik ederim ki Ebu Said el-Hudrî’den bunu dinledim ve o fazladan şunları da söylüyordu: " Bunun üzerine ben şöyle diyeceğim: Onlar benim ümmetimdendirler. Bana: Senden sonra neleri (bid’at olarak) ihdas ettiklerini bilmezsin denilecek, bu sefer ben: Benden sonra değişiklikler yapanlar, benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar."[117]

 

Hadis’lere Göre Havz’ın Nitelikleri

 

Havz’ın niteliklerine dair varid olan hadislerden çıkan sonuç şudur: O Havz, pek büyüktür. Orası çok şerefli bir su kaynağıdır. Bunun suyu sütten daha beyaz, kardan daha soğuk, baldan daha tatlı, kokusu miskten daha güzel olan Kevser ırmağından gelir. Bu Havz son derece geniştir, eni ve boyu aynıdır. Her bir köşesi arasındaki mesafe bir aylıktır. Bazı hadislerde de: "Ondan içildikçe o daha da artar ve genişler. O misk’ten olan yumuşak toprak ve çakıllar arasından çıkar. Mücevherat rengi bitirir."

Hiçbir şeyin acze düşürmediği yaratıcının şanı ne yücedir!

Bazı hadislerde de varid olduğuna göre: "Herbir peygamberin bir Havzı vardır. Peygamberimizin Havzı ise bunların en büyüğü, en değerlisi ve gelip su içeceklerinin sayısı en fazla olanlarıdır." Lütuf ve keremiyle Yüce Allah bizi onlardan kılsın.

 

"Haberlerde de rivayet edildiği üzere onun, onlara (ümmetine) sakladığı şefaati de haktır."

 

Şefaat ve Çeşitleri

 

Şefaat çeşitlidir. Bunların kimisi ümmet tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Kimisinde de Mutezile ve onlara benzer bid’at ehli olanlar muhalefet etmişlerdir.

Birinci Türden Şefaat: Bu ilk şefaat olan büyük şefaattir. Peygamber ve rasûllerden sair kardeşleri arasından bizim peygamberimize mahsustur. Allah’ın salat ve selamı hepsine olsun.

Buharî ve Müslim’in Sahih’lerinde ve başka eserlerde, çok sayıda sahabi’den -Allah hepsinden razı olsun- şefaate dair hadisler gelmiş bulunmaktadır.

Bunlardan birisi Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayet edilmektedir. Dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e bir et getirildi. Bu etten ona kol kısmı verildi. O, kolu severdi, ondan bir lokma koparıp aldı. Sonra şöyle buyurdu: Kıyamet gününde ben insanların efendisiyim. Bunun niye böyle olduğunu biliyor musunuz? Allah öncekileri ve sonrakileri bir düzlükte toplayıp bir araya getirecek. Davetçi onların seslerini işitir, göz onlara nüfuz eder. Güneş oldukça yaklaşır, insanlar güç yetiremeyecekleri ve kaldıramayacakları kadar gam, keder ve sıkıntı duyarlar. İnsanlardan kimisi diğerine şöyle der: İçinde bulunduğunuz durumu görmez misiniz? Neyle karşı karşıya olduğunuza bakmaz mısınız? Rabbinizin yanında size şefaatçi olacak bir kimseyi ne diye arayıp bulmuyorsunuz?

İnsanların kimi diğerine: Babanız Âdem(e gidiniz), diyecek. Bunun üzerine Adem’in yanına giderler. Ey Adem derler, sen insanlığın atasısın. Allah seni eliyle yarattı, sana ruhundan üfledi. Meleklere emir verdi, sana secde ettiler. Haydi Rabbinin huzurunda bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin? Nelerle karşı karşıya olduğumuza bakmaz mısın?

Adem der ki: Rabbim bugün bundan önce benzeri görülmedik ve bundan sonra da asla benzeri görülmeyecek bir şekilde gazaplanmış bulunuyor. O bana ağaca yaklaşmayı yasaklamıştı, bense emrine karşı geldim. Nefsim, nefsim(i), nefsim(i kurtarayım bana yeter.) Benden başkasına gidiniz, Nuh’a gidiniz. Bunun üzerine Nuh’a giderler ve: Ey Nuh derler. Sen Allah’ın yeryüzü insanlarına gönderdiği ilk rasûlsün. Allah seni şükreden bir kul diye adlandırdı. Rabbinin huzurunda bizim için şefaat et, içinde bulunduğumuz bu durumu görmez misin? Ne hale geldiğimize bakmaz mısın?

Bunun üzerine Nuh -Aleyhisselam- şöyle diyecek: Bugün Rabbim öyle bir gazaplanmış ki, ne bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne de bundan sonra böyle gazaplanacaktır. Benim kabul edilecek bir duam vardı, onu da kavmime karşı beddua ederek kullandım. Şimdi nefsim, nefsim, nefsim (kurtulsun yeter, diyorum.) Benden başkasına gidiniz, İbrahim’e gidiniz.

Bunun üzerine İbrahim’e giderler ve şöyle derler: Ey İbrahim, sen Allah’ın nebisi ve yeryüzü insanları arasından Halilisin. İçinde bulunduğumuz bu durumu görmez misin? Sıkıntılarımızın ulaştığı bu dereceye bakmaz mısın? Şöyle der: Bugün Rabbim öyle bir gazaplanmış ki ne bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne de bundan sonra böyle gazaplanacaktır. Sonra İbrahim -Aleyhisselam- söylediği yalanları zikreder.[118]

Nefsimi, nefsimi, nefsimi (kurtarayım bana yeter.) Haydi Musa’ya gidiniz.

Musa’ya giderler ve Ey Musa derler: Sen Allah’ın Rasûlüsün, Allah seni risaletleriyle ve seninle konuşmasıyla diğer insanların üstüne seçip çıkarmıştır. Rabbinin huzurunda bize şefaat eyle. İçinde bulunduğumuz bu hali görmez misin? Sıkıntılarımızın ne dereceye ulaştığına bakmaz mısın?

Musa onlara şöyle der: Bugün Rabbim öyle bir gazaplanmıştır ki ne bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne de bundan sonra böyle gazaplanacaktır. Ben ise öldürmekle emrolunmadığım bir canı öldürdüm. Nefsimi, nefsimi, nefsimi (kurtarayım yeter.) Benden başkasına gidiniz, İsa’ya gidiniz.

Bunun üzerine İsa’ya giderler. Ey İsa, derler: Sen Allah’ın Rasûlü, Meryem’e ilka ettiği kelimesisin ve O’nun emrinden bir ruh’sun. Dedi ki: O böyledir. Beşikte iken insanlar ile konuştun, Rabbinin huzurunda bize şefaat eyle. İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin? Sıkıntılarımızın ne derece olduğuna bakmaz mısın?

Bunun üzerine İsa onlara şöyle der: Şüphesiz Rabbim bugün öyle bir gazaplanmıştır ki ne bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne de bundan sonra böyle gazaplanacaktır. -Ve herhangi bir günahından söz etmeyerek-: Benden başkasına gidiniz, Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e gidiniz, der.

Bunun üzerine bana gelirler ve: Ey Muhammed, derler. Sen Allah’ın Rasûlüsün, peygamberlerin sonuncususun, Allah geçmiş ve gelecek günahlarını sana bağışlamıştır. Rabbinin huzurunda bize şefaat eyle, içinde bulunduğumuz hali görmez misin? Sıkıntılarımızın ne dereceye ulaştığına bakmaz mısın?

Bunun üzerine kalkar, Arşın altına gelirim. Aziz ve Celil Rabbimin huzuruna secdeye kapanırım. Sonra Yüce Allah, bana lutufta bulunur ve benden önce hiçbir kimseye ilham etmediği türden O’na güzel övgüler ve hamd-u sena’larda bulunmayı ilham eder. Bunun üzerine Ya Muhammed denilir, başını kaldır, iste, o sana verilecek, şefaatta bulun şefaatin kabul olunacak. Bunun üzerine: Rabbim, ümmetimi, ümmetimi isterim. Rabbim, ümmetimi ümmetimi isterim. Rabbim, ümmetimi ümmetimi isterim, diyeceğim. Şöyle denilecek: Ümmetinden aleyhine hesap bulunmayan kimseleri cennet kapılarından sağ kapıdan girdir, ayrıca diğer kapılarda da onlar insanlarla ortak gireceklerdir.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- sonra şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki cennet kapılarım her iki kanadı arasında Mekke ile Hecer yahut ta Mekke ile Busra arası kadardır."

Bu hadisi bu manada Buharî ve Müslim rivayet etmiştir. Lafız İmam Ahmed’indir.[119]

Çokça hayret edilecek bir husus var ki, o da şudur: Hadis imamları bir çok rivayet yollarıyla bu hadisi kaydetmekle beraber -bu husus Sur hadisinde varid olduğu gibi-[120] Yüce Allah’ın insanlar arasında hüküm vermek üzere gelmesi için yapılan ilk şefaati söz konusu etmezler. Çünkü burada maksat budur ve hadisin başının nakledilmesi bunu gerektirir. İnsanlar Adem ve ondan sonraki diğer peygamberlerin şefaatlerini, insanlar arasında hükmedilmesi ve bulundukları sıkıntılardan rahatlamaları için isteyeceklerdir. Nitekim hadisin diğer rivayet yollarından açıkça anlaşılan da budur. İşte onlar bu noktaya vardıktan sonra, ümmetin isyankarlarına şefaati ve cehennem ateşinden çıkartılmalarını söz konusu ederler.

Selef’in hadisin sadece bu bölümünü nakletmekle yetinmekten maksatları sanki cehenneme girdikten sonra herhangi bir kimsenin oradan çıkartılacağını inkar eden Hariciler ile Mutezile’den onlara tabi olan kimselerin görüşlerini reddetmek gibi görünmektedir. Bu sebebten dolayı onların görüşlerini açıkça reddeden ifadeler taşıyan hadisin bu kadarlık bölümünü zikretmekle yetinirler, böylelikle hadislere aykırı olan ve bid’at olarak benimsedikleri görüşlerini de nass ile reddetmiş oluyorlar.

İkinci ve üçüncü tür şefaat Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in, hasenâtı ve seyyiâtı birbirine eşit kimseler hakkındaki şefaatidir. Bunların cennete girmeleri için şefaat edecektir. Ayrıca cehenneme götürülmeleri emrolunmuş bir takım kimseler hakkında da cehenneme girmemeleri için şefaat edecektir.

Dördüncü tür şefaat Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in cennete giren kimselerin amellerinin mükâfatının gerektirdiği derecelerden daha yukarıya çıkartılması hususundaki şefaatidir. Mutezile sadece bu şefaati kabul etmekle (selef’e) muvafakat etmiş, bunun dışındaki diğer konumlar hakkında -bu hususlardaki hadislerin mütevatir olmasına rağmen- muhalefet etmişlerdir.

Beşinci tür şefaat ise bir takım kimselerin hesapsız olarak cennete girmeleri için yapılacaktır. Bu tür şefaate Ükkaşe b. Mihsan’ın hadisinin delil gösterilmesi uygundur. Çünkü Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- cennete hesapsız olarak girecek yetmişbin kişi arasına kendisinin de girmesi için Rasûlullah’ın duasını istemişti. Hadis Buharî ile Müslim’de rivayet edilmiştir.[121]

Altıncı tür şefaat azabı hakeden kimselerin azabının hafifletilmesi için olacaktır. Amcası Ebu Talib’in azabının hafifletilmesi için şefaat etmesi gibi.[122]

Bu tür şefaati söz konusu ettikten sonra Kurtubî, et-Tezkire adlı eserinde şunları söylemektedir: Şâyet Yüce Allah: "Şefaatçilerin şefaatleri onlara fayda vermez." (el-Muddessir, 74/48) diye buyurmuştur, denilecek olursa şöyle cevap verilir: Cehennemden çıkartılıp cennete giren günahkâr muvahhidlere sağladığı fayda gibi, böylesine cehennem ateşinden çıkmak şeklinde bir faydası dokunmayacaktır denilir.

Yedinci tür şefaat, önceden de geçtiği üzere bütün mü’minlere cennete girme izninin verilmesi için yapacağı şefaattir. Müslim’in Sahih’inde, Enes -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ben cennetteki ilk şefaatçiyim."[123]

Sekizinci tür şefaati ümmeti arasından cehenneme girmiş bulunan, büyük günah işlemiş kimselere yapacağı şefaattir. Bu şefaati sebebiyle onlar, cehennem ateşinden çıkartılacaklardır. Bu tür şefaat ile ilgili hadisler mütevatir olarak gelmiştir. Hariciler ile Mutezile ise bunu bilememişlerdir. O bakımdan hadislerin sıhhatini bilmediklerinden ve bunu bilenlerinin de inat edip, bid’atlerini sürdürmelerinden ötürü bu hususa muhalefet etmişlerdir.

Melekler, peygamberler ve mü’minler de onun gibi bu şekilde şefaat edeceklerdir.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bu şefaati dört defa yapacaktır.

Bu türden rivayet edilmiş hadislerden birisi Enes b. Malik -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadis-i şerif’tir. O dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Şefaatim ümmetim arasından büyük günah işlemiş kimselere olacaktır."[124] Bu hadisi İmam Ahmed rivayet etmiştir.

Buharî de -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- kitabının "et-Tevhid" adlı bölümünde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Süleyman b. Harb anlattı, bize Hammad b. Zeyd anlattı. Bize Ma’bed b. Hilal el-Anezî anlattı, dedi ki: Basra halkından bir kaç kişi bir araya geldik ve hep birlikte Enes b. Malik’in yanına gittik. Bizim için şefaat hadisini sorsun diye beraberimizde Sabit el-Bünanî’yi de alıp gittik. Onu evinde bulduk, kuşluk namazını kıldığını gördük. Yanına girmek üzere izin istedik, o da bize izin verdi, döşeği üzerinde oturuyordu.

Biz Sabit’e: Şefaat hadisinden önce ona hiçbir şey sorma, dedik. Dedi ki: Hamza’nın babası, bunlar senin Basra ahalisinden kardeşlerindir. Sana şefaat hadisini sormaya geldiler. Dedi ki: Bize Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- anlattı dedi ki: "Kıyamet gününde insanlar dalgalar gibi birbirlerinin arasına karışacaklardır. Adem’in yanına varacaklar ve Rabbinin huzurunda bizim için şefaat et, diyecekler. O: Ben bu işin ehli değilim, diyecek ama size İbrahim’i tavsiye ederim. Çünkü o Rahman’ın halil’idir.

Bunun üzerine İbrahim’e gidecekler, o da: Ben bu işin ehli değilim diyecek ama ben size Musa’yı tavsiye ederim, çünkü o kelimullahtır.

Bunun üzerine Musa’ya gidecekler, o da: Ben bu işin ehli değilim diyecek ama size İsa’yı tavsiye ederim, çünkü o Allah’ın ruhu ve kelimesidir. Bu sefer İsa’ya gidecekler, o da ben bu işin ehli değilim diyecek ama size Muhammed’i tavsiye ederim.

Bunun üzerine yanıma gelecekler ben de: İşte bu işin ehli benim diyeceğim. Rabbimin huzuruna varmak üzere izin isteyeceğim, bana izin verilecek. Şu anda hatırlayamadığım övücü sözlerle O’na hamdetmek üzere bana ilham verecektir. Ben de bu övücü sözlerle O’na hamdedeceğim ve huzurunda secdeye kapanacağım. Ey Muhammed, başını kaldır denilecek. Söyle sözün dinlenecek, şefaat et şefaatin kabul edilecek, dile dilediğin sana verilecek. Ben de şöyle diyeceğim: Rabbim ümmetimi (isterim) ümmetimi. Bunun üzerine şöyle denilecek: Git, kalbinde arpa ağırlığı kadar iman namına bir şey bulunan herkesi çıkart. Ben de gidip denileni yapacağım, sonra dönecek ve o övücü sözlerle O’na hamdedeceğim, tekrar O’nun için secdeye kapanacağım. Ey Muhammed, başını kaldır, denilecek, söyle sözün dinlenecek, şefaat et şefaatin kabul olunacak, dile istediğin verilecek. Ben, Rabbim ümmetimi (isterim) ümmetimi diyeceğim.

Bu sefer: Git, kalbinde zerre yahut ta bir hardal tanesi ağırlığınca imandan eser bulunan herkesi çıkart! denilecek. Ben de gidip denileni yapacağım, sonra tekrar geri dönüp Yüce Allah’a o övücü sözlerle hamd-u sena’da bulunacağım. Sonra tekrar O’nun için secdeye kapanacağım. Ey Muhammed, başını kaldır denilecek, söyle sözün dinlenecek, dile isteğin verilecek, şefaat et şefaatin kabul olunacak. Ben: Rabbim ümmetimi (dilerim) ümmetimi diyeceğim. Bu sefer bana şöyle diyecek: Git kalbinde iman namına hardal tanesi ağırlığından daha, daha, daha küçük eser bulunan kimseleri bul ve onları ateşten çıkart. Ben de gidip denileni yapacağım."

(Ma’bed devamla) dedi ki: Enes’in yanından çıkıp gidince, bir de el-Hasen’e uğrasak dedim O, o sırada Ebu Halife’nin evinde saklı bulunuyordu, gücü kuvveti yerindeydi. İşte ona gitsek de bize Enes b. Malik’in naklettiği hadisi ona da nakletsek (dedim), onun yanına gittik. Ona selam verdik. Yanına girmek üzere bize izin verdi. Ona Ey Ebu Said dedik, yanına kardeşim Enes b. Malik’in yanından geldik. Biz şefaat hususunda bize naklettiği hadisin bir benzerini görmedik. (Hasan-ı Basrî) Dedi ki: O neymiş deyince, biz de ona hadisi naklettik ve buraya kadar geldik, ondan sonra: Devam edin, dedi. Biz: Bize bundan fazlasını söylemedi, dedi ki: O gücü kuvveti yerindeyken bu hadisi yirmi sene öncesinden önce bana nakletti. Bilemiyorum size neden nakletmedi? Unuttuğundan mıdır? Yoksa sizin buna bel bağlayacağınızdan çekindiğinden midir?

Biz de: Ey Ebu Said o zaman sen bize anlat, dedik. Bunun üzerine güldü ve: İnsan çok aceleci yaratılmıştır dedi. Bunu size hatırlatmamın sebebi size bunu nakletmek isteyişimden başkası değildir. Size naklettiği şekilde hadisi bana da nakletti (sonra) dedi ki: "(Peygamber) buyurdu ki: Sonra dördüncü defa geri dönerim, o öğücü sözlerle yine O’na hamd-u sena’larda bulunurum. Sonra O’nun huzurunda secdeye varırım. Ey Muhammed, başını kaldır denilecek, söyle sözün dinlenecek, dile isteğin verilecek, şefaat et şefaatin kabul edilecek. Bunun üzerine şöyle diyeceğim: Rabbim la ilahe illallah diyen kimseleri çıkartmam için bana izin ver. Şöyle buyuracak: İzzetim, celalim, kibriyam ve azametim hakkı için ben oradan la ilahe illalah diyeni mutlaka çıkartacağım."[125] Bu hadisi Müslim böylece rivayet etmiştir.

Sahih(i Müslim) de de Ebu Said el-Hudri -Radıyallahu anh- Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den şunu rivayet etmektedir: "Yüce Allah buyuracak: Melekler, peygamberler, mü’minler hep şefaat etti. Geriye merhametlilerin en merhametlisi(nin şefaati) kaldı. Bunun üzerine ateşten bir avuç alır ve oradan hayır namına hiçbir şey işlememiş bir topluluğu çıkartır."[126]

Şefaat hususunda insanların üç görüşü vardır:

Müşrikler, hristiyanlar ve şeyhler ve başkaları hususunda aşırıya kaçmış olan bid’at’çiler ta’zim ettikleri kimselerin Allah nezdindeki şefaatini dünyada bilinen şefaat gibi değerlendirirler.

Mutezile ve Harici’ler ise peygamberimizin ve başkalarının büyük günah işlemiş kimseler hakkındaki şefaatini kabul etmezler.

Ehl-i sünnet ise Peygamberimiz -Sallallahu aleyhi vesellem-in büyük günah işlemiş kimseler hakkındaki şefaatini de, başkalarının şefaatini de kabul ederler. Fakat hiçbir kimse Allah kendisine izin vermedikçe ve onun için belil bir sınırı tesbit etmedikçe şefaat edemeyecektir. Nitekim Sahih’te yer alan şefaat hadisinde de böyle denilmektedir: "Onlar Adem’e, daha sonra Nuh’a, sonra İbrahim’e, sonra Musa’ya, sonra İsa’ya giderler. İsa -Aleyhisselam- da onlara şöyle diyecek: Muhammed’e gidiniz, çünkü o Allah’ın günahlarının geçmişini de, geleceğini de kendisine bağışladığı bir kuldur. Bunun üzerine bana gelecekler, ben de yola koyulup gideceğim. Rabbimi gördüğümde O’nun huzurunda secdeye kapanacağım. O vakit şu anda güzelce ifade edemeyeceğim, bana ilham edeceği övücü sözlerle Rabbime hamd edeceğim. Ey Muhammed başını kaldır diyecek, söyle sözün dinlenecek, şefaat et şefaatın kabul olunacak. Bunun üzerine, Rabbim ümmetimi (isterim) diyeceğim. Bana bir sınır çizilecek onları cennete girdireceğim. Sonra tekrar gidip secdeye kapanacağım, yine bana bir sınır tesbit edilecek..."[127] Bunu üç defa zikretmektedir.

 

Dünyada Peygamber’den ve Başkalarından Şefaat İstemenin Hükmü

 

Dua esnasında dünyada Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-i ve başkalarını şefaatçi kılmaya ve bu yolla dilekte bulunmaya gelince; bunun etraflı bir şekilde ele alınması gerekir. Çünkü dua eden kimse bazen "peygamberinin hakkı" yahut "filanın hakkı için" diyerek Allah’ın mahlukatından herhangi bir kimseyi zikredip, Allah’a and vermektedir. Bu, iki açıdan sakıncalıdır:

1- Evvela bu Allah’tan başkasının adı ile yemin etmektir.

2- İkinci olarak herhangi bir kimsenin Allah’ın üzerinde hakkı bulunduğuna inanmaktadır.

Allah’tan başkası adına yemin caiz değildir. Allah’ın kendisi üzerinde bir hak olarak tesbit etmiş olması hali dışında, kimsenin de Allah üzerinde hiçbir hakkı yoktur. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Mü’minlere yardım etmek ise zaten üzerimize bir haktır." (er-Rûm, 30/47)

Yine Buharî ve Müslim’de sabit olduğu üzere Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in, Muaz -Radıyallahu anh-a -terkisinde bulunuyor iken- şöyle dediği sabit olmuştur: "Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun? Ben: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedim. Şöyle buyurdu: Onun kulları üzerindeki hakkı O’na ibadet etmeleri, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Peki onlar bunu yaptıkları takdirde, kulların Allah’ın üzerindeki haklarının ne olduğunu biliyor musun? Ben, Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedim. Şöyle buyurdu: O’nun üzerindeki hakları onlara (O’na hiçbirşeyi ortak koşmayanlara) azab etmemektir."[128]

Bunlar Yüce Allah’ın eksiksiz kelimeleriyle ve sadık olan vadi ile yerine getirmesi vacip olmuş haklardır. Yoksa kulun bizzat kendisinin Allah üzerinde -mahlukun mahluk üzerinde olduğu şekilde- hiçbir hakkı yoktur. Çünkü Yüce Allah, her türlü hayrı kullarına nimet olarak ihsan edendir. Onlara va’di dolayısıyla kendilerine verilmesi gereken hakları ise, onlara azab etmemektir ve azablandırmamaktır. Bu ise kendisi adına yemin edilmeye elverişli olmayan bir husustur. Bundan dolayı da (bu hakkı ileri sürerek) O’ndan bir istekte bulunulmaz, bu vesile edilemez. Çünkü ancak Yüce Allah’ın sebep olarak tayin ettiği şey sebep olabilir.

Müsned’de yer alan Ebu Said -Radıyallahu anh-ın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den rivayet ettiği hadise gelince: Orada namaza yürüyerek giden kimsenin: "Senden bu yürüyüşümün hakkı adına ve dilekte bulunanların senin üzerindeki hakkı adına dilekte bulunuyorum."[129] şeklinde söylediği sözlerine gelince, bu Allah’ın kendi zatına vacip kılmış olduğu ve kendisine dua eden kimselerin kendi üzerindeki hakkını dile getirmektedir. Dua eden ve istekte bulunanlara dualarını kabul etme hakkını veren O’dur. İbadet edenlere mükafat elde etme hakkını veren O’dur. Şu beyitlerin sahibi ne güzel söylemiş:

"Kulların O’nun üzerinde vacib (yerine getirilmesi gereken) bir hakları yoktur,

Asla; ama hiçbir çaba da O’nun nezdinde boşa gitmez.

Onlara azab edilirse, adaleti iledir yahut nimet verilirse, lutfu iledir.

O Kerim’dir, lutfu bol olandır."

Şâyet dua eden kimsenin: "Dua edenlerin üzerindeki hakkı için senden istiyorum." sözü ile "Peygamberinin hakkı" ya da buna benzer ifadeler arasındaki fark nedir? diye sorulacak olursa cevap şudur:

Dua eden kimsenin: "Dua edenlerin senin üzerindeki hakkı için..." sözünün manası şudur: Sen dua edenlerin, duasını kabul edeceğini vaadetmiş bulunuyorsun. İşte ben de dua edenler arasındayım, benim duamı kabul buyur. Halbuki "filanın hakkı için" denildiği vakit, o filan kişinin her ne kadar Allah’ın sadık va’di gereğince Allah üzerinde bir hakkı var ise de; bunun ile o dilekte bulunan kimsenin duasının kabul edilmesi arasında herhangi bir ilişki yoktur. Şöyle denilmiş gibidir: Filan kişi senin salih kullarından olduğu için benim de duamı kabul et. Bu iki şey arasındaki ilişki nedir? Ve bunların birinin diğerini gerektirmesi neye dayanarak söylenebilir? Bu hiç şüphesiz duada haddi aşmak türündendir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Gerçek şu ki O, haddi aşanları sevmez." (el-A’raf, 7/55)

Bu ve benzeri dualar bid’at olarak ortaya çıkan dua şekilleridir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den olsun, ashab-ı kiram’dan olsun, tabiîn’den olsun, imamlardan herhangi birisinden olsun -Allah hepsinden razı olsun- böyle bir dua şekli nakledilmiş değildir. Bu gibi ifadeler cahillerin ve bir takım tarikatçıların yazdıkları muska ve hamayıllarda bulunur.

Dua ise en faziletli ibadetlerdendir. İbadetlerin esası ise sünnet ve peygambere tabi olmaktır, hevâ ve bid’atler değildir.

 

Allah’tan Başkası Adına Yemin Caiz Değildir

 

Şâyet kastı "falancanın hakkı" diye Allah’a and vermek ise bu da sakıncalıdır. Çünkü mahluk’un adı ile mahluk’a and vermek caiz değilken Halik’a karşı bu nasıl caiz olabilir? Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de: "Her kim Allah’tan başkasının adıyla yemin ederse (Allah’a) ortak koşmuş olur."[130] diye buyurmaktadır.

Bundan dolayı Ebu Hanife ve arkadaşları (Ebu Yusuf ile Muhammed) -Allah onlardan razı olsun- şöyle demişlerdir: Dua eden bir kimsenin, filanın hakkı ile Sen’den istiyorum, yahut peygamberlerinin ve rasûllerinin hakkı ile yahut Beyt-i Haram’ın, Meş’ar-î Haram’ın hakkı ile istiyorum ve buna benzer ifadeleri duada kullanması mekruhtur. Hatta Ebu Hanife ve Muhammed (Allah ikisinden de razı olsun) bir kimsenin: Allah’ım ben Sen’den Arş’ının izzet makamı hakkı için dilekte bulunuyorum, demesini dahi mekruh görmüşlerdir. Ebu Yusuf ise bu hususta kendisine ulaşan rivayet sebebiyle bunu mekruh görmemiştir.

Bazen de; "filanın Sen’in nezdindeki makamı hürmeti için" yahut ta: "Peygamberlerin, rasûllerin ve velilerinin yüzü suyu hürmeti için" diye bir ifade kullanılır. Bundan kasıt ise filan kişinin Sen’in yanında değeri, şerefi ve mevkiî vardır. Bundan ötürü de Sen bizim duamızı kabul buyur, demektir. Ancak bu da sakıncalıdır. Çünkü eğer Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in hayatta olduğu sırada Ashab-ı Kiram’ın tevessülü bu şekilde olsaydı, elbetteki ölümünden sonra da bunu yaparlardı. Ancak onlar peygamber hayatta iken, onun duası ile tevessül ediyorlardı.[131] Ondan kendilerine dua etmesini istiyorlardı, kendileri de onun duasına amin diyorlardı.

Nitekim istiska (yağmur duası) ve diğerlerinde bunu görüyoruz. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- vefatından sonra Ömer -Radıyallahu anh- yağmur duasına çıktıkları sırada da şöylece dua etmişti: "Allah’ım bizler kuraklıkla karşı karşıya kaldığımızda Peygamberimiz ile sana tevessül ediyor, Sen de bize yağmur yağdırıyordun. Şimdi de peygamberimizin amcası vasıtası ile sana tevessül ediyoruz."[132]

Bu ise biz onun duasıyla, onun şefaatiyle ve onun dilemesi ile sana tevessül ediyoruz demektir. Yoksa onunla sana and veriyoruz yahut onun Sen’in nezdindeki mevkiî dolayısıyla Sen’den diliyoruz, demek değildir. Çünkü maksat bu olsaydı, elbetteki Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in mevkiî, Abbas -Radıyallahu anh-ın mevkiînden çok çok daha büyüktür.

Bazen dua edenler: Benim Rasûlüne tabi oluşum, ona olan sevgim ve imanım için diğer peygamberlerinin, rasûllerinin hakkı için ve onları tasdik ettiğim için... gibi ifadeler de kullanılabilir. Bunlar dua sırasında, tevessül ve şefaat istemek üzere kullanılan ifadelerin en uygun olanlarıdır.

Çünkü bir şahıs ile tevessül ve onun aracılığı ile yönelmek mücmel bir tutumdur. Bundan ötürü anlamını bilemiyenler hata etmişlerdir. Şâyet bu sözlerle dua eden; şefaati umulan bir kimse olduğu için onu sebeb kılmak maksadını güder ve bunu o hayatta iken yapar yahut dua eden kimse onu seven, emrine itaat eden, ona uyan bir kimse olmakla birlikte; bu kişi de sevilmeye, itaat edilmeye ve uyulmaya layık ise, o takdirde onun vesile kılınması ve şefaatinin kabul edilmesi için dua ederken tevessülde bulunulursa yahut ta dua edenin o şahsı sevmesi ve ona tabi olması ile tevessül olunursa; bu şekildeki dua ve tevesüller meşrû’dur. Eğer bu sözlerden kasıt kimsenin adı ile and vermek ve bizzat onun şahsıyla tevessülde bulunmak olursa, işte selef’in mekruh gördüğü ve yapılmamasını istediği tevessül budur.

Aynı şekilde bir şey vasıtasıyla dilekte bulunmakla da bazen onu -istenenin elde edilmesinde sebeb oluşu dolayısıyla- sebeb olması kastı güdülebilir. Bazen de onun ile and verilmek istenebilir.

Dua’da birinci türden vesile edilmeye örnek, mağaraya sığınan üç kişi ile ilgili hadis-i şerif’te görülebilir. Bu, Buharî ve Müslim’de ve başka eserlerde yer almış meşhur bir hadistir. Büyükçe bir kaya parçası gelip, onların sığındıkları mağaranın kapısını kapatmıştı. Onlar ihlas’la yapmış oldukları salih amellerini söz konusu ederek Yüce Allah’a tevessül ettiler ve onların her birisi şöylece dua etti: Eğer ben bu işi senin rızan için yaptı isem içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar. Bunun üzerine o kaya parçası mağaranın kapısından çekidi, onlar da yürüyerek oradan çıkıp gittiler.[133]

İşte onlar salih amelleri ile dua ettiler. Çünkü salih ameller kulun kendileriyle Yüce Allah’a tevessül edip yöneldiği ve onlar vasıtası ile dileklerde bulunduğu en büyük işlerdendir. Zira Yüce Allah iman edip, salih amel işleyenlerin duasını kabul edeceğini ve lütfundan onlara daha fazlasını vereceğini vaadetmiş bulunmaktadır.

 

Allah Nezdinde Şefaat, İnsanlar Nezdindeki Şefaatten Farklıdır

 

Velhasıl Allah nezdinde şefaat, insanlar nezdindeki şefaat gibi değildir. Çünkü insanlar nezdinde şefaatçilik eden bir kimse, isteği olan ile birlikte isteğinde ona katılmış olur. Yani o daha önce bu hususta yalnızken onunla birlikte şef’ (çift) konuma gelir. Aynı şekilde nezdinde şefaat olunan ile birlikte de şef’ (çift) olmuş olur. Yani o şefaati ile istenen işin bir faili olur ve hem istekte bulunan, hem kendisinden dilekte bulunan ile şef’ (çift) olmuş olur.

Yüce Allah ise bir ve tek’tir (vitr’dir.) Kimse onunla beraber şef’ (çift) oluşturmaz. O’nun izni olmaksızın da kimse O’nun nezdinde şefaat edemez, emir bütünüyle O’nundur. Hiçbir bakımdan O’nun ortağı yoktur.

Kıyamet gününde şefaatçilerin efendisi, Yüce Allah’ın huzurunda secdeye kapanıp hamd-u sena’da bulunacağında, Yüce Allah ona şöyle diyecektir: "Başını kaldır, söyle sözün kabul edilecek, dile isteğin verilecek, şefaat et şefaatin kabul edilecektir." Bunun üzerine ona bir miktar tesbit edilecek ve onları cennete girdirecektir.

Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi emir bütünüyle yalnız Allah’ındır: "De ki: Emir bütünüyle yalnız Allah’ındır." (Al-i İmran, 3/154); "Emirden sana ait hiçbir şey yoktur." (Al-i İmran, 3/128); "Şunu bilin ki yaratmak ta, emretmek te yalnız O’nundur." (el-A’raf, 7/54)

Sahih(i Buharî)deki rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ey Abdi Menaf oğulları! Benim, Allah’a rağmen size yapabilecek hiçbir şeyim yoktur. Ey Allah Rasûlünün halası Safiye, benim Allah’a rağmen sana yapabilecek hiçbir şeyim yoktur. Ey Allah Rasûlünün amcası Abbas, benim Allah’a rağmen sana yapabilecek bir şeyim yoktur."[134]

Yine Sahih’de şöyle denilmektedir: Kıyamet gününde sizden herhangi birinizi boynuna böğüren bir deve yahut meleyen bir koyun yahut dalgalanan bir kumaş parçası ile gelip de: Beni kurtar, beni kurtar dediğini, buna karşılık benim de kendisine: Ben sana tebliğ ettim, Allah’a rağmen benim sana yapabilecek bir şeyim yoktur, diyeceğim bir halde geldiğini sakın görmeyeyim."[135]

Eğer bütün insanların efendisi, şefaatçilerin en faziletlisi, kendisine en yakın insanlara: "Allah’a rağmen benim size yapabilecek bir şeyim yoktur" diyorsa, ya başkası hakkında ne düşünülebilir?

Yüce Allah’a dua edildiği, O’nun nezdinde şefaatte bulunulduğu takdirde şüphesiz ki O duaları işitir, şefaatı kabul eder.

Ancak bu konuda dua ve şefaatin etkisi, hiçbir zaman bunların mahluk’un mahluka olan etkisi gibi değildir. Zira dua edenin, dua etmesini sağlayan, şefaatçinin şefaatini hazırlayan, takdir eden O’dur. Kulların fiillerini O yaratır. Kulu tevbeye muvaffak kılan, sonra da O’nu kabul eden O’dur. Kulu amelde bulunmaya muvaffak kılan, sonra da O’na mükâfat veren O’dur. Kula dua etmek, başarısını ihsan edip sonra da duayı kabul eden yine O’dur.

İşte bu, kadere ve herşeyi yaratanın Allah olduğuna iman eden ehl-i sünnetin kabul etmiş olduğu temel itikad esasları ile uyum arzeden bir inanıştır.

 

"Yüce Allah’ın Âdem’den ve onun zürriyetinden almış olduğu mîsak haktır."

 

Yüce Allah’ın Adem ve Zürriyetinden Aldığı Mîsak Söz:

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani, Kıyamet günü: ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz diye Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini (çıkarıp) almış ve onları kendilerine şahit tutup: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (diye buyurmuştu.) Onlar da: ‘Evet (Rabbimizsin) şahid olduk’ demişlerdi." (el-A’raf, 7/172)

Yüce Allah bu buyruğunda Ademoğullarını sulblerinden kendilerine karşı Allah’ın Rableri, mutlak egemenleri, sahipleri olduğuna, O’ndan başka hiçbir ilah bulunmadığına dair şahit tutmuş olduğunu haber vermektedir. Adem -Aleyhisselam-ın sulbünden zürriyetinin alınmış olduğu ve onların Ashab-ı Yemin ve Ashab-ı Şimal olmak üzere biribirlerinden ayırt edildiklerini belirten hadisler varid olmuştur. Bunların bazılarında da Yüce Allah’ın Rableri olduğuna dair şahit tutma da, dile getirilmektedir.

Şunu bilelim ki; müfessirler Yüce Allah’ın Adem’in sırtından soyundan geleceklerini çıkartmış olup, onları kendilerine karşı şahit tutup, sonra tekrar geri iade etmiş olduğundan başka bir şey zikretmemektedirler.

es-Sa’lebî, el-Beğavî ve diğerleri gibi. Bunların bir kısmı bunu söz konusu da etmeyerek yerine Yüce Allah’ın onlara karşı rububiyetinin ve vahdaniyetinin delillerini ortaya koymuş olduğunu; yapılarında var etmiş olduğu akıl ve basiretlerinin de bunlara şahidlik ettiğini söz konusu etmekle yetinmektedir. Zemahşerî ve diğerleri buna örnektir. Kimisi de her iki görüşü de zikretmiştir. el-Vahidî, er-Razî, el-Kurtubî ve başkaları gibi.

Şüphesiz ki âyet-i kerîme birinci görüşe yani Adem -Aleyhisselam-ın zürriyetinin soyundan çıkartılıp alınmış olduğuna delalet etmemektedir. Ayet-i kerîme’de Ademoğullarının sırtlarından alınmadan sözedilmektedir. Adem’in sırtından zürriyetinin alınması ve o vakit onlara karşı şahit tutulması hususu bir takım hadislerden çıkartılmaktadır.

Bu hadislerin kimisinde zürriyetin alınması söz konusu edilmekte, bazılarının cennete, bazılarının cehenneme gideceklerine dair hüküm verildiği belirtilmektedir. Nitekim Ömer -Radıyallahu anh-ın rivayet ettiği hadiste böyledir.

Kimisinde de zürriyetin alınması söz konusu edilip bu zürriyetin -haklarında herhangi bir hüküm ve şahit tutma söz konusu edilmeksizin- Adem’e gösterildikleri belirtilmektedir. Ebu Hureyre hadisinde olduğu gibi.

Birinci görüşün kabul ettikleri şekilde şahit tutmanın söz konusu edildiği hadis ise İbn Abbas ve İbn Ömer’e kadar ulaşan mevkuf bir hadistir. Hadis alimleri de onu tenkit etmişlerdir. Sahih hadis ravileri arasında bunu sadece el-Hâkîm "el-Müstedrek ale’s-Sahihayn" adlı eserinde rivayet etmektedir ki Hâkîm Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- işi sıkı tutmamakla tanınan birisidir.

Kimilerinin cennete, kimilerinin de cehenneme gideceklerine dair ilâhî hükmün söz konusu edildiği hadis de kader meselesine delildir. Bunun tanıkları da pek çoktur. Bu hususta ehl-i sünnet arasında da görüş ayrılığı yoktur. Bu konuda sadece sıfatları iptal eden bid’at ehli Kaderiye’nin muhalefeti vardır.

Birinci görüşe gelince selef ve halef’e mensub ehl-i sünnet alimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Şâyet ben muhtasar bir eser yazmayı hedeflememiş olsaydım, bu konuda varid olmuş hadisleri ve bu hadisler ile ilgili söylenen sözleri enine boyuna açıklayacaktım. Bu hadislerle ilgili olarak aklen anlaşılan manaları ve âyet-i kerîme’nin lafızlarının delaleti ile ilgili zikredilenleri de ortaya koyardım.

Kurtubî der ki: Bu âyet-i kerîme müşkil bir âyettir. İlim adamları bu âyetin te’vili hususunda değişik açıklamalarda bulunmuşlardır. Biz de tesbit edebildiğimiz kadarıyla onların bu açıklamalarını söz konusu edeceğiz.

Kimileri şöyle demiştir: Ayetin anlamı şudur: Yüce Allah, Ademoğullarını gelecekleri suretle birbirinin sırtından çıkartmıştır. Bunlara göre âyetin manası şudur: "... ve onları kendilerine şahit tutup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim (diye buyurmuştu.)" Böylelikle onları yaratmış olmasını birliğine delil olarak göstermektedir. Çünkü baliğ olan herbir kimse zorunlu olarak kendisinin bir ve tek Rabbinin olduğunu bilir. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyruğu da şu demektir: O’nun bu şekilde soru sorması, kendilerine karşı şahit tutması ve onlar tarafından da bunun kabul edilmesi konumundadır. Nitekim Yüce Allah göklerle yer hakkında şöyle buyurmaktadır: "İkisi de: ‘İsteyerek geldik’ dediler." (Fussilet, 41/11) el-Kaffâl bu görüşü benimsemiş ve bu konuda geniş açıklamalarda bulunmuştur. Bir başka açıklamaya göre Yüce Allah bedenleri yaratmadan önce ruhları yaratmıştır ve ruhlarda kendilerine yapılan hitabı kavrayabilecek bir bilgi kabiliyetini yaratmıştır.

Daha sonra Kurtubî bu hususta varid olmuş hadisleri de kaydeder ve açıklamalarını sürdürür.

Bu husustaki birinci görüşün doğruluğunun en güçlü delillerinden birisi de Buharî ve Müslim’de yer alan ve şu ifadelerin bulunduğu Enes yoluyla gelen hadis-i şerif’tir: "Ben senden bundan çok daha kolay bir şey istemiştim. Adem’in sırtından (çıkardığımda) senden Bana hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere söz almış olduğum halde, sen Bana ortak koşmaktan başka bir yolu kabul etmedin."[136]

Fakat bu hadisin bir başka rivayetinde şöyle denilmektedir: "Ben senden bundan daha azını ve kolayını istemiştim, fakat yapmadın. Bundan dolayı cehennem ateşine geri döndürülür."

Bu rivayette ise "Âdem’in sırtından" ifadesi olmadığı gibi, birinci rivayette birinci görüşün savunucularının söz konusu ettiği şekilde Adem’in sırtından zürriyetinin çıkartılmasından da söz edilmemektedir.

Hatta birinci görüş hayret edilecek iki hususu da bir arada ihtiva etmektedir:

1- O sırada insanlar konuşmuş ve imanı ikrar etmişler, böylelikle de Kıyamet gününde onlara karşı delil ortaya konulmuş olacaktır.

2- Ayet-i kerîme de buna delâlet etmektedir. Ayet çeşitli sebeblerden ötürü bu hususa delildir:

a- Yüce Allah: "Ademoğullarından" diye buyurmuş "Adem’den" dememiştir.

b- Yüce Allah: "Ademoğullarının sırtlarından" diye buyurmuş "Adem’in sırtından" dememiştir. Bu ise ya bedel-i ba’z’dır (Âdemoğullarının bir parçası olan sırtlarından anlamına), yahut bedel-i iştimal’dir (onların bünyesinden anlamına). Bu da daha uygundur.

c- Yüce Allah: "Zürriyetlerini" diye buyurduğu halde "onun zürriyetini" dememiştir.

d- Yüce Allah: "Ve onları kendilerine şahit tutup..." diye buyurmuştur. Yani onları kendilerine şahit kılmıştır. Şahidin ise, hakkında şahitlik ettiği şeyi hatırlaması kaçınılmaz bir husustur. O ise şahitliğini -ileride de buna işaret edileceği üzere- ancak bu yurda çıkıp geldikten sonra hatırlayabilmektedir. Bundan önce herhangi bir şahitlik hatırlayamamaktadır.

e- Yüce Allah bu şahit tutmanın hikmetinin onlara karşı delil getirmek olduğunu haber vermektedir. Taki Kıyamet gününde: "Bizim bundan haberimiz yoktu demesinler". Onlara karşı ise delil peygamberlerle ve yaratılışları ve fıtratları ile ortaya konulmuş bulunmaktadır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Müjdeci ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın." (en-Nisa, 4/165)

f- Kıyamet gününde: "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeleri için bu husus onlara hatırlatılmaktadır. Bilindiği gibi onlar tümüyle Adem’in sulbünden çıkartılışlarından ve o vakit hep birlikte buna şahid tutulmaktan yana gafildiler. Onlardan hiçbir kimse bunu hatırlamamaktadır.

g- Yüce Allah’ın: "Yahut: Daha önce sadece atalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık." (el-A’raf, 7/173) buyruğunda bu şekilde zürriyeti alış ve şahit tutuşun iki hikmetini söz konusu edilmektedir. Evvela bu işten haberdar olmadıklarını iddia etmemeleri, diğeri ise atalarını taklit etmek iddiasını gütmemeleri.

Habersiz (gafil) olanın şuuru olmadığı gibi, mukallid olan kimse de taklidinde başkasına uymaktadır. Bu iki hikmet ise ancak rasûl ve fıtrat gibi kendileri vasıtasıyla delilin ortaya konulabilmesi halinde söz konusu olur.

h- Yüce Allah’ın: "Şimdi o batıl’a saplananların işledikleri yüzünden bizi helak mi edeceksin?" (el-A’raf, 7/173) buyruğu şu demektir: Eğer onları inkar ve şirk koşmalarından ötürü azaplandıracak olursa, onlar böyle diyeceklerdi. Halbuki Yüce Allah’ın onları helak etmesinin tek sebebi rasûllerine muhalefet etmeleri ve onları yalanlamalarıdır.

Eğer onlara karşı peygamberler göndermek suretiyle, delil ortaya koymaksızın, şirk koşmakta atalarını taklit ettiklerinden dolayı helak etmiş olsaydı, batıl’a sapanların yaptıklarından dolayı onları helak ederdi. Yahut ta izlemekte oldukları yolun batıl olduğunu bilmemekle birlikte onları helak ederdi. Ancak Yüce Allah kendileri bilmedikleri halde onlara haksızlık ederek şehirler ahalisini helak etmeyeceğini haber vermektedir. Onları ancak peygamberler göndermek suretiyle uyarıp korkutmak ve ileri sürebilecekleri bir mazeretleri kalmayacak hale getirdikten sonra helak eder.

i- Yüce Allah herkesi Allah’ın kendisinin Rabbi ve yaratıcısı olduğu hususunda kendisine karşı şahit tutmuş ve Kitabında birden çok yerde bu şahit tutmayı ona karşı delil göstermiştir. Yüce Allah’ın: "Andolsun onlara: ‘Göklerle yeri kim yarattı?’ diye sorsan, onlar elbette: ‘Allah’ diyeceklerdir." (Lukman, 31/25) buyruğu gibi.

İşte muhtevası ile Yüce Allah’ın kendilerine şahit tutmakla ortaya koymuş olduğu ve peygamberlerin şu buyruğunda belirtildiği şekilde kendilerine hatırlattığı delil budur: "Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" (İbrahim, 14/10)

j- Yüce Allah bunu bir âyet (belge) kılmıştır. O ise -medlul’ün kendisinden geri kalması söz konusu olmayacak bir şekilde- medlul’ünü gerektiren apaçık delâlet demektir. Yüce Rabbin âyetlerinin özelliği işte budur. Çünkü bunlar belli bir maksada dair ve o hususu bilmeyi gerektirici muayyen delillerdirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte biz âyetleri böyle açıklarız. Belki (tevhid’e) dönerler diye." (el-A’raf, 7/174)

Bu ise ancak Yüce Allah’ın, insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrat ile olur. Allah’ın yaratması ise değiştirilemez. Her doğan elbetteki bu fıtrat üzere doğar, bu fıtratın dışında herhangi bir surette hiçbir kimse doğmaz. Bu olmuş bitmiş bir iştir, değişmez değiştirilmez. Önceden de buna işaret edilmiş idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

İbn Atiyye ve başkaları bu hususun inceliğini kavramış, ancak şanı Yüce Allah’ın Ademoğullarını zürriyet olarak çıkartmış olduğunu, kendilerine karşı kendilerini şahit tuttuktan sonra tekrar yerlerine iade ettiğini açıkça belirten ifadeler taşıyan bu tür hadislerin zahirine muhalefet etmekten çekinmişlerdir.

Aynı şekilde bu iki görüşü de eş-Şeyh Ebu Mansur el-Maturidî "Şerhu’t-Te’vilât" adlı eserinde nakletmiş, birinci görüşü tercih etmiş; bu hususta açıklamalarda bulunup, onu tercihe yönelmiştir.

Şüphesiz ki rububiyeti ikrar ve kabul etmek fıtri bir husustur. Şirk ise sonradan ortaya çıkmış bir hadisedir. Daha sonra gelen evlatlar taklit yoluyla bunu atalarından öğrenmişlerdir. Eğer bunlar Kıyamet gününde atalarının ortak koşmuş olduklarını delil diye ileri sürecek olurlarsa ve: Biz insanlar yiyecek, giyecek ve mesken hususlarında atalarının alışkanlıklarını devam ettirdikleri gibi bu hususta da onların geleneklerini sürdükdük diyecek olurlarsa, kendilerine şöyle denilecektir: Sizler yaratıcının varlığını kabul ediyor, Allah’ın ortağı bulunmaksızın Rabbiniz olduğunu itiraf ediyordunuz. Bu hususta kendinize karşı da şahitliğiniz vardı. Kişinin kendisine karşı şahitliği ise o şeyi ikrar ve kabul etmek demektir. Başka bir manası yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahitlik edenler olur. Kendinizin... aleyhine dahi olsa." (en-Nisa, 4/135)

Yoksa maksat: Ben kendime karşı şu hususta şahitlik ediyorum, demek değildir. Aksine kim bir şeyi ikrar ve kabul ederse, o hususta kendisine karşı şahitlik etmiş olur. Durum böyle olduğuna göre kendinize karşı şahitlik edip, kabul ettiğiniz bu bilgiden ne diye yüz çevirdiniz de şirke yöneldiniz? Hatta sizler kat’î olarak bilinen bir hususu bırakıp, gerçekle ilgisi olup olmadığı bilinmeyen bir şeye yöneldiniz. Bunu beraberinde hiçbir delil bulunmayan kimseleri taklit ederek yaptınız bu ise dünyevi gelenek ve göreneklerde onlara tabi olmaktan farklı bir şeydir. Çünkü bu gelenek ve göreneklerin tutarsızlıklarına, bozukluklarına dair elinizde bir delil yoktu. Bunlara uymakta da sizin maslahatınız vardı, fakat şirk böyle değildi. Çünkü sizler şirkin bozukluğunu ve şirk koşmakla sizin doğru yoldan sapmış olduğunuzu açıkça ortaya koyacak ve bu hususta kendinize karşı şahitlik ettirecek yeterli bir bilgiye sahip bulunuyordunuz.

Küçük çocuğun anne babasından öğrendiği din, bir eğitim ve bir gelenek dinidir ve bu dünya maslahatı içindir. Çünkü çocuğa bakacak, bakımını üstlenecek birilerinin olması kaçınılmaz bir şeydir. Buna en layık olan kimseler ise çocuğun anne ve babasıdır. Bundan dolayı şer’î hükümler gereğince çocuk anne babasıyla birlikte ise; zahiren ortada olan dünya hükümleri bakımından anne babasının dini üzere kabul edilir. Böyle bir dine tabi olmaktan dolayı -sahih kabul edilen görüşe göre- Yüce Allah bu çocuğu akil ve baliğ oluncaya kadar ve ona karşı delil ortaya konuluncaya kadar cezalandırmaz. İşte bundan sonra o kimsenin artık ilim ve akıl gereği olarak hak dine tabi olması gerekir. Hak din ise onun bağımsız aklıyla doğru ve sahih din, diye bildiğidir.

Şâyet çok doğru sözlü Yusuf’un durumu gibi; annesi, babası, ataları hidayet bulan kimseler iseler... Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Atalarım İbrahim, İshak ve Ya’kub’un dinine uydum." (Yusuf, 12/38) Ya’kub -Aleyhisselam- da oğulları şunları söylemişti: "Senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahına... ibadet edeceğiz." (el-Bakara, 2/133) -Bu takdirde onlara uymak gerekir.-

Eğer atalar peygamberlere muhalif kimseler iseler o vakit onların evlatlarına düşen, peygamberlere tabi olmaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz insana anasına babasına iyi davranmasını emrettik. Eğer onlar hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme." (el-Ankebut, 29/8)

Kim basiretsiz ve bilgisizce atalarının dinine uyarsa, hatta kendisi tarafından bilinen haktan sapacak olursa işte böylesi hevâsına uymuş bir kimsedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar: ‘Hayır. Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış idiyseler." (el-Bakara, 2/170)

İslam üzere dünyaya gelmiş insanların çoğunun hali budur. Onlardan herhangi bir kimse atalarının izleyegeldiği inanış ve mezhep ne ise ona tabi olur. Velev ki bu, atasının basiretsizce izlediği bir hata olsun. Hatta çoğu insanlar yaşadıkları yurda bağlı olarak müslümandırlar, kendi iradeleriyle İslamı seçmiş değillerdir. İşte böyle birisine kabrinde: Rabbin kimdir? Diye sorulacağında, o: Ha, ha bilemiyorum. İnsanların bir şeyler söylediklerini duydum. Ben de onu söyledim, diyecektir.

Aklı başında olan, bu hususu iyice düşünsün ve kendisine iyilik yapmaya çalışsın. Allah için ayağa kalksın ve bu iki kesim arasında kimin Allah’ın muvaffakiyetine mazhar olduğuna dikkatle baksın. Şüphesiz ki rububiyetin tevhid’inin delile ihtiyacı yoktur. Çünkü bu fıtratlarda yerleşmiş bir gerçektir.

Kişinin en yakınında ibretle izleyeceği husus bizzat kendisidir, o önceleri bir nutfe idi. Göğüs kemikleri ile sulbün arasından çıktı, sonra bu nutfe sapasağlam bir yerde karar kıldı. Üç tane karanlık içerisinde, anne babanın ve diğer bütün mahlukatın herhangi bir şekilde onu idare etmesi, işlerini çekip çevirmesi mümkün değildi...

İnsan bu husus üzerinde iyice düşünecek olursa, bu nutfenin bir halden bir hale intikal ettiğini düşünürse böylelikle rububiyetin tevhid’ini de bilmiş olur. Buradan da uluhiyetin tevhid’ine intikal eder, çünkü o aklı ile kendisini var eden bir Rabbinin bulunduğunu bilecek olursa, Ondan başka birisine ibadet etmesi ona hiç yakışır mı? Düşünüp tefekkür ettikçe yakîni daha da artar, tevhid’i daha da kökleşir. Başarıya ulaştıran Allah’tır, O’ndan başka Rab, O’ndan başka ilâh yoktur.

 

"Yüce Allah ezelden beri cennete gireceklerin sayısını, cehenneme gireceklerin sayısını bütünüyle ve bir defada bilmiştir. Bu sayıya ne bir şey eklenir, ne ondan bir şey eksiltilir. Yine onların yapacaklarını bildiği fiillerini de aynı şekilde bilmiştir."

 

Allah Cennet'lik ve Cehennem’likleri Ezelden Beri Bilir

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah herşeyi çok iyi bilendir." (el-Enfal, 28/75); "Allah herşeyi çok iyi bilendir."(el-Ahzab, 33/40)

Demek ki Yüce Allah ezelden ebede kadar herşeyi bilmek vasfına sahiptir. Eşya’ya dair bilgisizliğinin söz konusu olduğu bir zaman yoktur. "Rabbin unutucu değildir." (Meryem, 19/64)

Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bakî’ el-⁄arkad’de bir cenaze dolayısıyla bulunuyorduk. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- yanımıza geldi, oturdu. Biz de etrafında oturduk, yanında bir bastonu vardı. Başını önüne eğdi, elindeki baston ile yere vurmaya başladı. Sonra şöyle buyurdu: Sizden nefes alan herbir canın mutlaka Allah, cennet ya da cehennemdeki yerini yazmıştır. Mutlaka onun bedbaht mı yoksa bahtiyar mı olduğu yazılmıştır. (Ali -Radıyallahu anh- devamla) dedi ki: Bir adam şöyle sordu: Peki, ey Allah’ın Rasûlü, niye biz hakkımızda yazılanı kabullenerek amelde bulunmaya bir son vermiyoruz? Şöyle buyurdu:

Mutlu olanlardan olan kişi, mutlu kimselerin ameliyle amel edecektir. Bedbaht olanlar da da bedbaht olan kimselerin amelleriyle amel edecektir. Daha sonra şöyle buyurdu: Siz amel ediniz. Herkes ne için yaratılmış ise o ona kolaylaştırılacaktır. Mutlu olan kimselere mutlu kimselerin amelinde bulunmak kolaylaştırılacak, bedbaht olan kimselere de bedbaht olan kimselerin amelini işlemek kolaylaştırılacaktır.

Daha sonra da şu buyrukları okudu: "Artık kim verir ve sakınırsa o el-Hüsnâ’yı da doğrularsa, Biz de ona kolay olanı kolaylaştırırız. Amma kim cimrilik eder ve kendisini müstağni görür, o el-Hüsnâ’yı da yalanlarsa Biz de ona en zor olanı kolaylaştırırız." (el-Leyl, 92/5-10) Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.[137]

 

"Herkes ne için yaratılmışsa, ona o kolaylaştırılır. Ameller de sonuçlarladır. Mutlu olan kimse Allah’ın kazası gereği mutlu olandır, bedbaht olan kimse de Allah’ın kazası gereği bedbaht olandır."

 

Ali -Radıyallahu anh-ın rivayet ettiği hadis-i şerif ile Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in bu hadisteki: "Amel ediniz. Herkes ne için yaratıldı ise o ona kolaylaştırılacaktır" ifadesi az önce geçti.

Züheyr’in Ebu’z-Zübeyr’den rivayetine göre o, Cabir b. Abdullah -Radıyallahu anh-dan şöyle dediğini nakletmektedir: Süraka b. Malik b. Cu’şum gelip: Ey Allah’ın Rasûlü, dedi. Bize dinimizi şu anda yaratılmışız gibi bize açıkla, bugün için amel neye yarar? Acaba kalemlerin yazdıktan sonra kuruduğu ve takdirlerin cereyan ettiği bir şey uğrunda mı amel ediyoruz yoksa gelecek uğrunda mı?

Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, aksine kalemlerin yazdıktan sonra kuruduğu ve takdirlerin kendisi hakkında cereyan ettiği (tesbit edilmiş olduğu) bir şey uğrunda..." O zaman ne diye amel edelim ki? Dedi. Züheyr dedi ki: Sonra Ebu’z-Zübeyr anlayamadığım bir söz söyledi. Ben: Ne dedi? Diye sordum, bu sefer: "Amel edin, herşey kolaylaştırılmıştır" dedi. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.[138]

Sehl b. Sa’d es-Sâidî -Radıyallahu anh- dan rivayete göre de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kişi gerçekte cehennem ehlinden olduğu halde insanlar tarafından göründüğü kadarıyla cennet ehlinin ameliyle amel eder. Yine kişi gerçekte cennet ehlinden olduğu halde insanlar tarafından göründüğü kadarıyla cehennem ehlinin ameli ile amel eder." Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.[139] Ayrıca Buharî şunu ilave eder: "Ameller ancak sonuçlarladır."[140]

Yine Buharî ile Müslim’de, Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: O doğru sözlü, o sözü doğrulanan Allah Rasûlü bize şunu anlattı: "Sizin herbirinizin yaratılışı annesinin karnında kırk gün bir arada tutulur.[141] Sonra bunun kadar bir süre alaka (sülük gibi yapışan bir kan parçası) olur. Sonra yine onun kadar bir süre bir lokmacık et olur. Sonra ona melek gönderilir ve ona ruh üfler. Dört kelime (yazmak) ile emrolunur: Onun rızkını, ecelini, amelini, mutlu mu yoksa bedbaht mı olduğunu yazar. Kendisinden başka ilah olmayana yemin ederim ki; sizden herhangi bir kimse cennet ehli ameliyle amel eder, öyle ki kendisi ile cennet arasında ancak bir arşınlık bir mesafe kalır, kitap (takdir) onun aleyhine olmak üzere ileri geçer ve bu sefer cehennem ehlinin ameliyle amel eder ve oraya girer. Yine sizden herhangi bir kimse cehennem ehlinin ameliyle amel eder. Nihayet kendisiyle cehennem arasında sadece bir arşın kalır, ilahi takdir onun hakkında ileri geçer ve bu sefer cennet ehlinin ameliyle amel eder ve oraya girer."[142]

Ebu Ömer b. Abdi’l-Berr, "et-Temhîd" adlı eserinde [143] şunları söylemektedir: Bu kabilden hadisleri insanlar çokça rivayet etmektedirler. Bu hususta söz söyleyenler de çok söz söylemişlerdir. Ehl-i sünnet ise icma ile bu rivayetlere iman edip itikad etmiş, bunlar hakkında tartışmayı terketmişlerdir. Hatadan koruyan ve başarıya ulaştıran Allah’tır.

 

"Kader asıl itibariyle yüce Allah’ın mahlukatındaki bir sırrıdır. Buna ne mukarreb bir melek, ne mursel bir peygamber muttalî olmuştur. Bu hususta derinliğine dalmak ve üzerinde çokça düşünmek, ilahi yardımdan uzak kalmaya götüren bir yol, mahrumiyete ulaştıran bir merdiven, tuğyana ulaştıran bir basamaktır. O bakımdan bu husustaki kıyas, düşünce ve vesveselerden alabildiğine sakınmak lazımdır. Çünkü yüce Allah kader ilmini mahlukatına karşı kapalı tutmuştur. Onun hakkında tartışmayı da yasaklamıştır. Nitekim yüce Allah Kitabında şöyle buyurmaktadır: "O, yaptığından sorgulanmayandır. Ama kendilerine sorulacaktır." (el-Enbiya, 21/23) Buna göre kim: Niye yaptı? Diye soracak olursa, Kitabın hükmünü reddetmiş olur. Kitabın hükmünü reddeden de kâfirlerden olur."

 

Kader’in Aslı

 

Kader’in aslı, Allah’ın mahlukatındaki bir sırrı oluşudur. O’nun var edip yok edici, fakir kılıp zengin kılıcı, öldürüp diriltici, saptırıp hidayete iletici olduğudur. Ali -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Kader, Allah’ın sırrıdır, onu açmayasın.

 

Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’in Kader Görüşü

 

İnsanların kader meselesiyle ilgili görüş ayrılıkları meşhurdur. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in kabul ettiği görüş de şudur: Herşey Allah’ın kaza ve kaderi iledir. Kulların fiillerini de yaratan Yüce Allah’tır. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Biz herbir şeyi bir kader ile yarattık." (el-Kamer, 54/49); "Herşeyi yaratıp, onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir." (el-Furkan, 25/2)

Kâfirin küfre sapması, Allah’ın irade ve meşîeti iledir. Ancak küfrü sevmediği gibi ondan razı da olmaz. Oluşu açısından onun meşîeti ile olur, fakat dinen ondan razı değildir.

Ancak Kaderiye ve Mutezile bu hususta muhalefet etmişler. Yüce Allah’ın kâfirin iman etmesini istediği halde kâfirin de küfrü istediğini iddia etmişlerdir. Onların böyle bir iddiaya kaçışlarının sebebi hem kâfirin küfrünü istemiş, hem de bundan dolayı onu azaplandırmış olacaktır, dememek içindir.

Fakat onlar bu görüşleriyle sıcağa karşı korunmak isterken, ateşe sığınanın durumuna düşmüşlerdir. Çünkü onlar birşeyden kaçayım derlerken, ondan daha kötü bir şeye düşmüşlerdir. Zira bu durumda kâfirin meşîetinin, Yüce Allah’ın meşîetine galip geldiğini kabul etmek zorundadırlar. Çünkü Yüce Allah onların görüşlerine göre, kâfirin iman etmesini istediği halde kâfirde kâfir olmayı istemiş ve böylelikle kâfirin iradesi Yüce Allah’ın iradesinin önünü kapatmış olmaktadır. Bu ise en çirkin itikadlardandır, ayrıca buna delil de yoktur. Aksine bu iddia delile aykırıdır.

Ömer b. el-Heysem’in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir gemide yolculuğa çıktık. O gemide bizimle birlikte biri Kaderiye’ye mensup birisi de Mecusî iki kişi vardı. Kaderiye’ye mensup Mecusî’ye: Müslüman ol, dedi. Mecusî: Allah dileğinceye kadar (olmam) deyince, Kaderiye’den kişi dedi ki: Allah diler ama şeytan dilemez. Bu sefer Mecusî şöyle dedi: Allah diledi, şeytan da diledi. Eğer bunun sonucunda şeytanın dileği olmuşsa o takdirde bu güçlü bir şeytan demektir. Bir rivayete göre de o mecusî: Ben bu ikisinden güçlü olanları ile beraberim, diye cevap vermiştir.

Bir bedevî Amr b. Ubeyd’in de bulunduğu bir ders halkasının başında durdu ve dedi ki: Ey adamlar, benim devem çalındı. Allah’a devemi bana geri döndürmesi için dua ediniz. Amr b. Ubeyd dedi ki: Allah’ım sen bunun devesinin çalınmasını murad etmediğin halde çalındı. Bu deveyi ona geri çevir. Bedevî Arap dedi ki: Senin dua etmene benim ihtiyacım yok. Amr: Niye? Deyince, şu cevabı verdi: O dilemediği halde devem çalındığı gibi, geri döndürülmesini istediği halde, geri döndürülmeyeceğinden korkarım, dedi.

Ebu İsam el-Kastalanî’ye bir adam şöyle demiş: Bana görüşünü söyle. Benim hidayete ulaşmama engel olmakla birlikte, beni sapıklığa düçar eder, sonra da azaplandırırsa bu durumda bana karşı adil olmuş olur mu? Ebu İsam şu cevabı verdi: Eğer hidayet O’na ait bir şey ise O, bu hidayeti dilediğine vermek ve dilediğine de vermemek hakkına sahiptir.

Kitap ve sünnetten delillere gelince: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Biz dileseydik, her nefse elbette hidayetini verirdik. Fakat Benden sadır olan: ‘Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım’ sözü hak olmuştur (yerini bulacaktır.)" (es-Secde, 32/13); "Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette toptan iman ederlerdi. Böyle iken sen iman etsinler diye insanları zorlayıp, duracak mısın?" (Yunus, 10/99); "Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz." (et-Tekvir, 81/29); "Ama Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz. Çünkü Allah en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir." (el-İnsan, 76/30); "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar." (el-En’âm, 6/39); "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslama açar. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da göğsünü gökyüzüne tırmanıyormuş gibi daraltır, sıkıştırır." (el-En’âm, 6/125)

 

Sapıklığın Menşei

 

Sapıklık meşiet ile iradeyi, muhabbet ile rızayı birbirine eşit görmekten kaynaklanmaktadır. Cebriye ile Kaderiye bunları birbirlerine eşit görürler. Ancak aralarında görüş ayrılığına düşmüşler ve Cebriye şöyle demiştir: Ne oluyorsa herşey Allah’ın kaza ve kaderi ile olur, dolayısıyla hepsi de sevilen ve razı olunan işlerdir.

Bunu kabul etmeyen Kaderiye de şöyle demektedir: Masiyetler Allah tarafından seviliyor olamaz, onlara razı da olamaz. Dolayısıyla bunlar ne takdir edilmiştir, ne de haklarında hüküm (kaza) vardır. Bunlar O’nun meşîet ve yaratmasının dışındadırlar.

Ancak meşîet ile muhabbet (sevmek) arasındaki farka hem Kitap ve sünnet, hem de sağlıklı fıtrat açıkça delalet etmektedir. Kitapda meşiet ve iradeye dair nass’ların bir bölümünü daha önceden zikretmiştik. Muhabbet ve rıza ile ilgili nass’lara gelince; Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah fesadı sevmez." (el-Bakara, 2/205); "Kulları için küfre razı olmaz." (ez-Zümer, 39/7)

Yüce Allah şirk, zulüm, hayasızlık ve kibri (büyüklenmeyi) yasaklayan buyruklarının akabinde şöyle buyurmaktadır: "Kötü olan bütün bunlar Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir." (el-İsra, 17/38)

Sahih(i Buharî)de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz ki Allah sizin için üç şeyden hoşlanmaz: Kıyl-u kal (dedikodu), çok soru ve malı zayi etmek."[144]

Müsned’de de şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz Allah masiyetinin işlenmesinden hoşlanmadığı gibi, ruhsat kıldığı şeylerin alınmasını da sever."[145]

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in yaptığı dualardan birisi de şudur: "Allah’ım gazabından, rızana sığınırım. Cezalandırmandan, ihsan edeceğin afiyetine sığınırım. Sen’den, Sana sığınırım."[146]

Burada Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Allah’ın gazap sıfatından rıza sıfatına, cezalandırma fiilinden afiyet ve esenlik fiiline sığınması üzerinde iyice düşünelim. Birincisi sıfat ile ilgilidir, ikincisi ise bu sıfatın sonucu ile ilgilidir. Daha sonra bütün bunları Onun zatı ile irtibatlandırmıştır. (Velhasıl Sen’den Sana sığınırım sözünde) bütün bunlar yalnızca O’na -başkasına değil- raci’dir. Benim kendisinden Sana sığındığım şey, Sen’in meşîet ve iradenle olur. Sen’in kendisine sığındığım rızan ve afiyetin de Sen’in meşîetin ve iradenledir. Şâyet Sen bir kulundan razı olmak ve ona afiyet vermek istersen, onu yaparsın. Eğer ona gazab etmek ve cezalandırmak istersen onu yaparsın.

Hoşuma gitmeyen şeylerden benim Sana sığınışım ve Sen’in, onun benim başıma gelmesini engelleyişin de yine Sen’in meşîetin iledir. Sevilen ve sevilmeyen herşey Sen’in kazan ve Sen’in meşîetin iledir. Benim Sen’den Sana sığınışım, Sen’in gücün, kudretin, adaletin ve hikmetinin tecellisi olarak meydana gelen şeylerden benim gücüne kuvvetine, kudretine ve rahmetine sığınışım da böyledir.

Ben Sen’den, asla Sen’den başkasına sığınamam ve Sen’in meşietinin dışında bir kaynaktan sadır olmuş hiçbir şeyden de Sana sığınmam söz konusu değildir. Aksine hepsi Sen’dendir.

Bu sözlerdeki tevhid muhtevâsını, marifetullahı ve ubudiyeti ancak Allah’ı bilmekte, O’na kulluğu tanımakta derinleşmiş olanlar bilebilir.

Eğer: Yüce Allah nasıl bir işi irade etmekle birlikte, ondan razı olmaz ve onu sevmez ve o işi nasıl ister ve yaratır, aynı işi nasıl hem irade eder, hem de o işe buğzeder ve hoş görmez denilirse;

Cevabımız şudur: İşte insanların çeşitli fırkalara ayrılmasına ve böylelikle farklı yollar izleyip değişik görüşler ortaya atmalarına sebeb teşkil eden soru da budur.

 

Yapılması İstenen Şey (Murad) İki Türlüdür: Bizatihî Murad ve Liğayrihî Murad

 

Şunu bilelim ki murad: Bizatihi murad ve liğayrihi murad olmak üzere iki türlüdür.

Bizatihi murad demek, bizzat kendisi ve muhtevasındaki hayırları dolayısıyla istenen ve sevilen şey demektir. İşte bu gaye ve maksatları itibariyle istenen şey’dir.

Liğayrihi murad ise, bazen istekte bulunan irade sahibinin maksadı olmayabilir. Zatı itibariyle kendisinin herhangi bir faydası-her ne kadar maksat ve murad olunan şeye ulaştırıyor olsa dahi- bir maslahatı da bulunmayabilir ve bu, bizatihi ve kendisi itibariyle hoşlanılmayan bir şey olmakla birlikte; kişiyi maksadına götürüp ulaştırması bakımından istediği bir şey olarak ortaya çıkar. Buna göre böyle bir maksatta iki husus bir arada bulunmaktadır. Bir taraftan o şeye buğzedilirken, diğer taraftan o şey istenmektedir. Bunların alakalı oldukları husus farklı olduğundan dolayı aralarında çelişki ve zıtlık yoktur. Buna, hoşlanılmayan fakat bu ilacı alacak olanın, bununla şifa bulacağını bildiği ilacı örnek verebiliriz. Kanser olmuş bir organın kesilmesi halinde vücudun geri kalan bölümünün kurtarılacağı bilinmesi şartıyla o organın kesilmesi, kişinin maksadına ve istediği şeye ulaştıracağı bilindiği takdirde katedilmesi çok zor mesafeyi katetmek gibi.

Hatta aklı başında olan bir kimse kesin sonuç onun için aydınlık kazanmasa zannı galib ile de olsa, bu gibi sonuçları elde edeceğini bilen bir kimse, bu hoşlanılmayan işi tercih eder ve ister. Peki ya bu konuda herhangi bir kapalılık yoksa durum ne olur?

İşte Yüce Allah, bir şeyden hoşlanmamakla birlikte, bu durum başkasından ötürü ve böyle bir şeyin kaçırılmasındansa daha çok sevilen bir sonuca sebeb olacağı için, o şeyi irade etmesine aykırı değildir.

Buna onun, dinlerin, amellerin, itikad ve iradelerin fesat bulmasının ana kaynağı ve sebebi olan İblis’i yaratmış olması örnek gösterilebilir. O pekçok kulların bedbaht olmasına; Yüce ve Mübarek Rabbi gazaplandıracak işler yapmalarına sebebtir. Yüce Allah’ın sevip razı olduğu şeylere muhalif durumlara düşülmesi için çalışıp çabalayan odur. Bununla birlikte o, Yüce Rabbin mahlukatı üzerinde ortaya çıkması gereken bir çok sevilen şeyin meydana gelmesinin de vesilesidir ve bu gibi şeylerin var olmasını Yüce Allah yokluğundan daha çok sever.

Buna verilecek örneklerden birisi de şudur: Bu yolla Yüce Rabbin birbirine zıt ve birbirine karşıt şeyleri yaratma kudreti kullar tarafından açıkça görülür. Varlıkların en kötü ve en şerlileri olan ve aynı zamanda yaratılmış zatların en şereflisi, en temizi, en arı ve durusu olan, her türlü hayrın ana maddesini teşkil eden Cibril’in zatının tam karşı konumunda yer alan İblis denilen zatı yaratması böyle bir kudreti açıkça ortaya çıkarmaktadır. Tıpkı O’nun gece ile gündüzü, ilacı ve hastalığı, hayatı ve ölümü, güzeli ve çirkini, hayır ve şerri yaratmasında kudreti ortaya çıktığı gibi.

O bu zıt şeyleri yaratıp bunların birini diğerinin karşıtı olarak var etmiştir. Bunları tasarruf ve tedbirinin ortaya çıktığı hususlar olarak yaratmıştır. Bunların bir bölümünün dahi varlık aleminde hiçbir şekilde bulunmaması O’nun hikmetini, tasarrufunun kemalini, mutlak egemen olduğu kainatın yönetim ve idaresini işlemez hale getirmektir.

Bu hikmetlerden bir diğeri de Yüce Allah’ın kahredici isimlerinin etkilerinin ortaya çıkmasıdır. Kahhâr, Muntekim (intikam alıcı), Adl, Dırr (zarar veren), Şedidu’l-İkab (cezası pek çetin), Serîu’l-hisab (hesabı pek hızlı), Zu’l Batşi’ş-şedîd (şiddetle yakalayan), Hâfid (alçaltan), Müzill (zelil kılan) gibi.

Şüphesiz ki bu isimler ve fiiller kemali ifade eder. Bunların taalluk ettiği bir varlık kaçınılmazdır. Eğer cin ve insanlar da meleklerin tabiatı gibi bir tabiata sahip olsalardı, bu isimlerin eserleri, tecellileri ortaya çıkmazdı.

Bir diğer hikmet de Yüce Allah’ın hilm, afv, mağfiret, setretmek (kötülükleri gizlemek), hakkını bağışlamak, kullarından dilediğini azad etmek gibi muhtevalara sahip isimlerin etki ve tecellilerinin ortaya çıkmasıdır.

Şâyet Yüce Allah bu isimlerin tecellilerinin ortaya çıkması sonucunu veren ve kendisinin hoş görmediği bir takım sebebleri yaratması olmamış olsaydı, bütün bu hikmet ve faydalar ortaya çıkmazdı. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bu gerçeğe şu buyruğuyla işaret etmektedir: "Eğer sizler günah işlemeyecek olursanız, Allah sizi yok eder ve yerinize günah işleyen bundan sonra mağfiret dileyen ve kendilerine de mağfiret olunan bir kavim getirir."[147]

Bir diğer hikmet de Yüce Allah’ın Hakim ve Habir oluşunu ifade eden isimlerin tecellilerinin ortaya çıkmasıdır. O Hakim ve Habir olandır. Herbir şeyi olması gereken yerine koyar, ona yakışan konumunda bulundurur. Hiçbir şeyi olmaması gereken yere koymaz. İlminin kemalinin, hikmetinin ve herşeyden haberdar oluşunun gerektirdiği gerçek konumundan başka bir konumda tutmaz.

O risaletlerini nerede bırakacağını (kimlere peygamberlik vereceğini) en iyi bilendir. Bu risaleti kabul edebilmeye kimlerin elverişli olduğunu, böyle bir risalet kendisine verildiği için kimlerin şükredeceğini ve bunlara kimlerin elverişli olmadığını en iyi O bilir.

Şâyet hoşlanılmayan sebeblerin olmadığını var sayacak olsaydık. Pek çok hikmetler ortaya çıkmaz, sayılamayacak kadar çok maslahatlar, menfaatler elde edilemezdi. Eğer bu gibi sebebler ihtiva ettikleri şerler dolayısıyla var edilmeyecek olsalardı bu sebeplerde bulunan şerden çok daha büyük olan hayır ortaya çıkmazdı. Mesela sebeb oldukları şerlerin kat kat fazla menfaatler ihtiva eden güneş, yağmur ve rüzgar buna örnektir.

Bir diğer hikmet de şudur: Şâyet iblis yaratılmamış olsaydı, çeşitli yönleriyle ortaya çıkması da söz konusu olmayacak ubudiyyetin hasıl olmasıdır. Şüphesiz ki cihad ile kulluk, Yüce Allah’ın en çok sevdiği kulluk çeşitlerindendir. Eğer insanların tümü mü’min olsalardı, bu ibadet ve kulluk ile buna bağlı olan Yüce Allah’ı dost ve veli edinmek, O’nun uğrunda düşmanlık etmek kulluğu ortaya çıkmazdı. Aynı şekilde iyiliği emredip münkerden alıkoymak kulluğu, sabır kulluğu, hevâya muhalefet etmek, Allah’ın sevdiklerini tercih etmek, tevbe ve istiğfar kulluğu, düşmanından kendisini korumak için düşmanının hile, tuzak ve eziyetlerine karşı kendisini muhafaza etmek için Allah’a sığınmak kulluğu... ve buna benzer akılların idrak etmekten acze düştüğü daha bir çok hikmet de ortaya çıkmayacaktı.

Bu sebepler olmaksızın bu tür hikmetler var olamaz mı? Diye bir soru tutarsız bir sorudur. Çünkü bu, böyle bir şeyi gerektiren husus olmadan sonucun varlığını var saymak kabilindendir. Tıpkı baba olmadan oğlun varlığını, harekete geçiren olmadan hareketin varlığını, tevbe eden kişi bulunmadan tevbenin varlığını var saymak gibi bir şeydir.

Şâyet: Eğer bu sebebler sonuç olarak neden oldukları bir takım hikmetler dolayısıyla meydana gelmeleri istenen şeyler ise, bu bakımdan kendilerinden razı olunan ve sevilen şeyler midirler yoksa bütün yönleriyle kendilerine gazap duyulan şeyler midirler? Diye sorulacak olursa cevap şudur:

Böyle bir sorunun iki bakımdan sorulmaması gerekir (reddolunur.) Evvela Yüce Rab cihetinden ve bu acaba sevdiği şeye ulaştırması bakımından -bizatihi ona buğzetse dahi- onun sevdiği bir şey olabilir mi cihetinden, ikincisi de kul cihetinden. Zira kul’un kendisi dahi bu açıdan böyle bir şeye razı olabilir mi? Bu oldukça önemli bir sorudur.

Şunu bilelim ki; kötülük bütünüyle yokluğa yani hayrın yokluğuna ve buna götüren sebeblere raci’dir. Bu yönüyle bu şer’dir, ancak katıksız olarak varlığı bakımından onda herhangi bir şer yoktur. Mesela kötü ruhların, şahısların varlığı var olması bakımından bir hayırdır. Ancak onlardaki hayır kaynağının kurutulması suretiyle onlar için şer hasıl olmaktadır. Bu varlıklar aslı itibariyle hareketli varlıklar olarak yaratılmışlardır, eğer onlara ilim ile hayra ilham edip yönlendirmekle yardım edilecek olursa, bunlar da o şekilde hareket ederler. Şâyet oldukları halde bırakılacak olurlarsa tabiatları gereği aksi yönde hareket ederler. Bunların hareketleri hareket olmak itibariyle bir hayırdır. Bunların şer olmaları ise başkalarına nisbetledir, yoksa bizatihi hareket olması açısından değildir.

Şerrin tümü ise bir zulümdür, zulüm de bir şeyi olması gereken yerden başka yere koymak demektir. Eğer olması gereken yere konulacak olursa, şer olmaz. Böylelikle böyle bir şeydeki şer yönünün nisbî ve görecelî olduğu anlaşılmaktadır.

İşte yerli yerince uygulanan cezaların özleri itibariyle hayır olmaları -gerçekleştikleri yer bakımından kötü olsalar dahi- bundan dolayıdır. Gerçekleştikleri yerde bir acıya sebeb olduklarından dolayı o yere nisbetle kötüdürler. Halbuki o yerin tabiatı onun zıttı olan lezzeti alma kabiliyetine de sahipti ve bu istidadı taşıyordu. İşte böylelikle duyulan o acı bu yere nisbetle şer olmuştur. Halbuki yerli yerince uygulanması bakımından da, bu işi yapan açısından da hayırdır.

Yüce Allah bütün yönleriyle ve bütün bakımlardan katıksız bir şer yaratmış değildir. Çünkü O’nun hikmeti buna kabil değildir. Allahu Teala için bir şeyin her bakımdan fesat olmakla; o şeyin yaratılmasında hiçbir açıdan bir maslahat bulunmamakla birlikte o şeyi irade buyurması imkansızdır. Bu muhal (imkansız) olarak görülen şeyden dahi daha açıktır. Çünkü hayır bütünüyle O’nun elindedir, şer ise O’na nisbet edilmez. Aksine O’na nisbet edilen herşey hayırdır.

Şerrin ortaya çıkması sadece bu izafetin ve bu nisbetin O’na yapılmayışından dolayıdır. Eğer bu iş O’na nisbet edilecek olursa, şer olamaz. Bu husus üzerinde iyice düşünmek lazımdır. Yani bir şeyin O’na olan nisbetinin ortadan kalkması o şeyi şer yapan asıl sebebtir.

Şâyet: Şerrin yaratılması ve meşieti itibariyle O’na nisbet edilmesinde bir kesinti yoktur, denilecek olursa şöyle cevap verilir: Bu şer olmaması cihetinden böyledir. Çünkü o şeyin varlığıdır, asıl O’na nisbet edilen ve o bu yönüyle bir şer değildir. Ondaki şer hayrın ve hayır sebeblerinin o işe ulaştırılmaması, verilmemesi dolayısıyladır. Olmayan bir şey (adem, yokluk) ise, hayrı elinde bulundurana nisbet edilmedikçe, yok demektir.

 

Hayrın Üç Sebebi

 

Şâyet bu hususta daha fazla bir açıklama istenecek olursa şunu belirtelim ki hayrın üç sebebi vardır. Birincisi var etmek, ikincisi hazırlamak, diğeri de gerekli desteği sağlamak (icad, i’dâd, imdâd.)

Böyle bir şeyi var etmek hayırdır, bu da Yüce Allah’a aittir. Aynı şekilde onu hazırlamak ve bu konuda ona destek vermek de böyledir.

Eğer onda herhangi bir hazırlama ve destekleme meydana gelmeyecek olursa, o takdirde faile nisbet edilmeyen, ancak onun zıttına nisbet edilen bu yokluk sebebiyle o şeyde şer husule gelir.

Onu var ettiği vakit niye ona gereken desteği vermedi? Diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Hikmet onun var edilmesini ve desteklenmesini gerektirmemiştir. Sadece onun var edilip, destek vermenin de terkedilmesini gerektirmiştir. O halde onu var etmek bir hayırdır, şer ise ona gereken desteği vermemekten ötürü meydana gelmiştir.

Niye bütün varlıklara destek vermemiştir? Diye bir soru tutarsızdır. Büyük bir ihtimalle böyle bir sorunun sorulmasına sebep bütün varlıkların birbirine eşit olmasının daha bir hikmetli olduğu zannıdır. Ancak bu, cehaletin ta kendisidir, aksine bu hususta tam ve kamil hikmet, eşyalar arasındaki pek büyük farklılığın var edilmesindedir. Bunların herbir çeşidinin yaratılmasında bir farklılık yoktur. Bunların herbir türünün yaratılmasında bir farklılık söz konusu değildir. Farklılık yaratmaya taalluk etmeyen ve var olmayan bir takım hususlarda meydana gelmektedir. Yoksa yaratmada bir farklılık bulunmamaktadır. Şâyet bu hususu kavramakta zorlanılacak ve gereği gibi anlaşılamayacak olursa, o vakit şairin şu beyitine başvurmamız uygun düşer:

"Bir şeye güç yetiremiyorsan bırak onu,

Güç yetirebildiğin şeylerle uğraş."

Şâyet: Kulu için bir şeye razı olmakla birlikte o hususta ona nasıl yardımcı olmaz? diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir: Çünkü o hususta kula yardımcı olmak, bazen Yüce Allah’ın o kişinin yapmasından razı olduğu söz konusu itaatin husulünden daha büyük çapta sevilen bir şeyin ele geçirilmemesine sebeb teşkil edebilir. Bazen kulun o itaati yapması, Yüce Allah tarafından o itaatin sevilmesinden daha ileri oranda hoşlanılmayan bir mefsedet dahi ihtiva edebilir. Nitekim Yüce Allah bu gerçeğe şu buyruğuyla işaret etmektedir: "Eğer onlar çıkmak isteselerdi, elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların çıkmalarını hoş görmedi de kendilerini alıkoydu ve (onlara): ‘Oturanlarla beraber oturun’ denildi. Eğer onlar sizinle birlikte çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar. Aranıza fitne sokmak kastıyla muhakkak koşarlardı..." (et-Tevbe, 9/46-47)

Bu buyruğuyla Yüce Allah onların Rasûlü ile birlikte gazaya çıkmalarını hoş karşılamadığını haber vermektedir. Oysa bu bir itaattir, fakat onların cihada çıkmalarından hoşlanmadığı için bu konuda onları cihada çıkmaktan alıkoydu.

Daha sonra Yüce Allah onların Rasûlü ile birlikte cihada çıkmaları dolayısıyla söz konusu olabilecek bir takım fesatları ve kötülükleri dile getirerek şöyle buyurmaktadır: "Eğer onlar sizinle birlikte çıksalardı, sizde şer ve fesadı arttırmaktan başka bir şey yapmazlar. Aranıza fitne sokmak fesat ve kötülük çıkarmak kastıyla muhakkak koşarlardı. Aranızda onlara kulak verecekler de vardır..." (et-Tevbe, 9/47)

Yani aranızdan onların çağrılarını kabul edecek kimseler vardır. Bir taraftan onların fitne ve fesatta koşuşmaları, diğer taraftan berikilerin onların bu kötülüklerini kabul etmeleri, onların cihada çıkmak maslahatlarından daha büyüktür. O bakımdan hikmet ve rahmet onların cihada çıkmayıp oturmalarını sağlamaktır.

İşte bu örneği bir esas kabul edip başka hususları buna kıyas edebilirsiniz.

Kul cihetinden olan ikinci bakıma gelince; bu da mümkündür, hatta fiilen vaki’dir. Çünkü kul fasıklığa ve masiyete kızar. Kulun fiili olması, onun kazanmasıyla meydana gelmesi, irade ve ihtiyarı (tercihi) ile ortaya çıkması cihetinden ondan hoşlanmaz. Bununla birlikte Yüce Allah’ın ilmine, yazıp takdir ettiğine, meşietine, iradesine ve kevnî emrine razı olur. Allah’tan gelene razı olur ve kendisinden meydana gelene de kızar, öfkelenir. İşte bu irfan ehli bir kesimin izlediği bir yoldur.

Bir başka kesim ise bunu mutlak olarak hoş karşılamamaktadır. Bunların görüşleri de sonuç olarak bu görüşe racidir. Çünkü bunlar hoşlanmama ifadesini kullanırken bununla Rabbin ilmini, kitabet ve meşîetini de kapsamayı kastetmezler.

Meselenin sırrı şudur: Bu hususta Rabbe ait olan hoş karşılanmayan bir şey değildir. Kula ait olan ise hoş değildir.

Bundan kula ait bir şey yoktur, denilecek olursa, buna da şöyle cevap verilir: İşte kişinin böyle bir dar makamdan kurtulabilmeye imkan bulamadığı, batıl cebrî görüş budur. Kaderi inkar eden kişinin ise böyle bir yanlış kanaatten kurtulma ihtimali Cebriye’ye mensub olana göre daha fazladır. Kaderiye ile Cebriye arasında orta yolu tutan Ehl-i Sünnet ise her iki kesimden kurtulmakla bahtiyar olmuşlardır.

İlahi takdirde hikmetin görülmesi, kayyumiyet ve etkin meşiete tanık olunması ile birlikte pişmanlık duymak ve tevbe etmek nasıl söz konusu olabilir? diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir:

İşte basiretleri körelmiş olan kimseleri meseleyi gerçek durumdan farklı görmek konumuna düşüren budur. Böyle bir kimse fiilleri meşiet ve kadere uygun düşmesi dolayısıyla itaatler olarak değerlendirir ve: Eğer ben O’nun emrine isyan etsem dahi, O’nun iradesine itaat ediyorum, der. İşte şu beyit de bu hususu dile getirmektedir:

"Ben senin benim için seçtiğin şeyin edilgeniyim,

O halde benim bütün fiillerim itaatlerden ibarettir."

Böyleleri insanlar arasında en kör basiretli, Allah’ın, O’nun dinî ve kevnî hükümlerinin en cahilidirler. Çünkü itaat, kader ve meşîete uygunluk değil, şer’î ve dinî emre uygunluk demektir. Eğer kadere uygunluk itaat olsaydı, şüphesiz ki İblis Allah’a itaatkârların en büyüklerinden olurdu ve elbetteki Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb’in kavimleri ile Firavun kavimlerinin tamamı itaatkâr olmalıydılar, bu ise cehaletin en ileri derecesidir.

Fakat kul kendisinin acizliğini, kaderin kendisinde etkin olduğunu, Rabbine kemal derecesinde muhtaç olup O’nun kendisini koruma ve himaye etmesinde bir göz açıp kırpacak kadarlık bir süre dahi müstağni kalamayacağını gördüğü takdirde; işte böyle bir durumda o kişi kendi nefsine güvenip dayanan değil, Allah ile birlikte olan bir kimsedir. Şüphesiz ki bu durumda olan bir kimsenin günaha düşmesi beklenemez. Çünkü böylesinin üzerinde "benimle işitir, benimle görür, benimle yakalar, benimle yürür" ifadelerinin dile getirdiği çok sağlam bir zırh bulunur.

Böyle bir durumda bu kimsenin günah işlemesi düşünülemez. Bu konudan uzak tutulup, nefsiyle başbaşa kalacak olursa o vakit nefsin hükmü onu istila eder. İşte o vakit onun aleyhine olmak üzere ağlar ve tuzaklar kurulur. Avcılar onun üzerine hücum ederler. Bu tabiî varlığının sisleri üzerinden açılıp gittiği takdirde; işte o vakit pişmanlık, tevbe ve Allah’a yönelmeye koyulur. Çünkü o masiyet halinde kendi nefsi ile Rabbinden perdeli idi. Bu varlıktan ayrılmaya başlayınca bir başka varlıkla birlikte olur. Artık o kendi nefsi ile değil, Rabbi ile başbaşa kalır.

 

İlahi Takdir ve Kaza’dan Razı Olunan ve Olunmayan

 

"Küfür Allah’ın kaza ve kaderi ile olduğuna; bizler de Allah’ın kazasına razı olmakla emrolunduğumuza göre bunu nasıl inkar ederiz, nasıl hoşlanmayabiliriz? diye sorulacak olursa buna şöyle cevap veririz:

1- Bizler Allah’ın kaza ve kaderi ile takdir ettiği herşeye razı olmakla emrolunmuş değiliz. Bu hususta ne Kitapta, ne sünnette herhangi bir nass varid olmamıştır. Aksine ilahi kazanın kimilerinden razı olunur, kimilerine gazap edilir ve hoşlanılmaz. Nitekim hakimde O’nun kazalarına (bir takım kimselerin suç işlemelerine karşı aleyhteki hüküm vermek suretiyle) razı olmamaktadır. Aksine bir takım kazalar gazaplandırabilir, öfkelendirebilir. Nitekim muayyen kazalar dolayısıyla gazaplanılır, onlara öfke duyulur, lanetlenir ve yenilirler.

2- Burada iki husus vardır. Allah’ın kazası ki bu Yüce Allah’ın zatı ile kaim bir fiildir. Diğeri ise kaza olunan şey, bu da ondan apayrı ve kendisinde kazanın cereyan ettiği husustur. Kaza tümüyle hayırdır, adalettir, hikmettir. Onun tümüne rıza gösterilir. Makzi (kaza ile hükm olunan) da iki kısımdır. Bunların bir bölümüne razıdır, bir bölümünden de razı değildir.

3- Kazanın iki yönü vardır. Birincisi Yüce Rabba taalluk edip O’na nisbet edilmesi. Bu yönüyle kul o kazaya razıdır. İkinci yönü ise kula taalluku ve ona nisbet edilmesi. Bu bakımdan da kaza onun razı olduğu ve kendisinden razı olmadığı şey olmak üzere ikiye ayrılır. Mesela can öldürmenin iki ayrı değerlendirmesi vardır. Yüce Allah’ın kaderi, kazası, yazması ve onu dilemiş olması bakımından ve onu maktulün eceli, ömrünün sonu olarak takdir etmiş olması bakımından; biz bu kazaya razı oluruz. Fakat katil tarafından bu fiilin işlenip yerine getirilmesi ve onun kazancı olup kendi iradesiyle buna kalkışarak, fiiliyle Allah’a asi olması açısından da bu fiile gazaplanırız ve buna razı olmayız.

"Bu hususta derinlemesine dalmak ve kafa yormak ilahi yardımdan mahrum kalmaya götüren bir yoldur" sözlerine gelince...

 

Kader Hususunda Söz Söylemekte Aşırıya Kaçmak

 

Teammuk (derinliğine dalmak); bir şeyi ele geçirmek istemekte, öğrenmek maksadında aşırıya gitmek demektir. Yani kaderi öğrenmekte aşırıya kaçıp bu hususta söz söylemeye derinliğine dalış, ilahi yardımdan mahrum kalmaya götüren bir yoldur.

(Musannıf’ın kullandığı) Zeria (yol); vesile ve araç demektir. Zeria, derece (basamak), süllem (merdiven) mana itibariyle birbirlerine yakın kelimelerdir.

Hizlân (ilâhî yardımdan mahrum kalmak), hirman (mahrumiyet) ve tuğyan da aynı şekilde mana itibariyle birbirine yakın terimlerdir. Fakat hizlân yardımın zıttı, hirman zaferin zıttı, tuğyân da istikametin zıttıdır.

"O halde; bundan gerek kıyas ve mantık, gerek düşünce, gerekse de vesvese itibariyle alabildiğine sakınmak gerekir."

Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan, dedi ki: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabından bir kesim Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yanına gelerek ona şunu sordular: Bizler kendi nefislerimizde herhangi birimizin açıkça söylemeyi çok büyük bir iş olarak kabul ettiği şeyleri hissediyoruz. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: Siz gerçekten içinizde böyle bir duygu sezdiniz mi? diye sordu. Onlar da: Evet, deyince: "İşte bu, imanın apaçık halidir" diye cevap verdi. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[148]

Hz. Peygamber’in: "İşte imanın apaçık hali budur" sözleri ile onların böyle bir şeyi söylemeyi çok büyük bir iş gördüklerine işaret etmektedir.

Yine Müslim’de yer alan bir rivayete göre Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e vesvese hakkında soru soruldu da, o da: "İşte imanın katıksız hali budur" dedi.[149]

Bu Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadisin anlamını ifade etmektedir. Nefsin vesvesesi, bu vesveselere karşı savunmaya girişmek, iki kişi arasındaki konuşmaya benzer. Şeytani vesveseye karşı savunmaya geçip onu büyük bir şey olarak değerlendirmek imanın en açık halidir, imanın katıksız ve yalın şeklidir.

İşte Ashab-ı Kiram’ın -radıyallahu anhum-, onlara güzel bir şekilde tabi olanların izledikleri yol budur. Daha sonra bunların arkalarından şüphe ve tereddütlerin ta kendisi olan bu vesveselerle sahifeleri karalayan bir nesil geldi. Hatta bunlar sahifeleri değil, kalpleri dahi karaladılar. Hakkı kendisiyle bertaraf etmek maksadıyla batıl’ı öne sürerek mücadele ettiler. İşte bundan dolayı Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- kader hususunda ileri geri konuşarak dalmayı ve bu konuda incelemelere girişmeye kalkışmayı yerip, geniş açıklamalarda bulunmuştur.

Âişe -Radıyallahu anha-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Şüphesiz ki Allah tarafından kendisine en çok buğzedilen kişi tartışması sürekli ve uzlaşmaz düşmandır."[150]

İmam Ahmed de şöyle demektedir: Bize Ebu Muaviye anlattı, bize Davud b. Ebi Hind, Amr b. Şuayb’dan anlattı. O babasından, o dedesinden rivayetle dedi ki: İnsanların kader hakkında konuştukları bir günde Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- çıkageldi. Kızgınlığından ötürü yüzünde adeta nar tanecikleri gibi kabarcıklar belirdi ve şöyle buyurdu: "Ne oluyor size ki Allah’ın Kitabının bir bölümünü diğeriyle çarpıştırıyorsunuz? Sizden öncekiler de bu yolla helak oldular." (Amr’ın dedesi) dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in bulunup da benim hazır bulunmadığım o meclis dolayısı ile memnun olduğum kadar, bulunmadığım başka herhangi bir meclis dolayısı ile memnun olmuş değilim.[151] Bu hadisi İbn Mace de rivayet etmiştir.

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlar payları kadar faydalandılar. Sizden öncekiler kendi payları kadar faydalandıkları gibi; siz de payınız kadar faydalandınız ve onlar (batıla) daldıkları gibi siz de daldınız." (et-Tevbe, 9/69); "Ahirette ise onun hiçbir payı yoktur." (el-Bakara, 2/200)

Yani sizden öncekiler kendi paylarından yararlandıkları gibi siz de dünyadaki payınızdan yararlandınız. Onların dalgalar halinde batıl’a daldıkları gibi siz de onlar gibi batıl’a daldınız.

 

Dinin Bozulmasının Sebebi Şüpheler ve Arzulardır

 

Yüce Allah bu buyruğunda paydan yararlanmak ile dalmayı bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Çünkü dinin fesadı, bozulması ya amel bakımından ya itikad bakımından söz konusu olur. Birincisi şehvet ve arzuların neticesi, ikincisi ise şüphelerin neticesidir.

Buharî, Ebu Hureyre -Radıyallahu anh- yoluyla kaydettiği bir rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Andolsun benim ümmetim de kendisinden önceki nesillerin yolunu karış karış, arşın arşın izleyecektir." Ashab (bunlar) Pers’lerle, Rum’lar mıdır? diye sorunca, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: "Ya bunlardan başka (arkasından gidilecek) başka insanlar var mı ki?" diye buyurdu.[152]

Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmişbir yahut yetmişiki fırkaya ayrıldılar, hristiyanlar da bir o kadar fırkaya ayrıldılar, benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılacaklardır."[153] Bu hadisi Ebu Davud, İbn Mace ve Tirmizî rivayet etmiştir. Tirmizî: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir.

Ümmet arasında görüş ayrılığının ortaya çıktığı en büyük mesele kader meselesidir. Bu husustaki sözler ve açıklamalar oldukça geniş ve etraflıdır.

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Her kim: Niye yaptı? diye sorarsa o, Kitabın hükmünü reddetmiş olur. Kitabın hükmünü reddeden de kâfirlerden olur."

 

Ubudiyyetin ve İman’ın Esası Teslimiyettir

 

Şunu bilelim ki ubudiyyetin Allah’a, kitaplarına ve rasûllerine imanın esası teslimiyettir. Emir, nehiy ve şer’î hükümlerdeki hikmetlerin tafsilatı ile ilgili olur olmaz soru sormamaktır. İşte bundan dolayı Yüce Allah kendisine gönderilen peygamberi tasdik edip getirdiklerine iman etmiş herhangi bir ümmetin kendilerine verdiği emir ve yasaklardaki, Rablerinden kendilerine tebliğ ettiği şeriatteki hikmetlerin tafsilatına dair soru sorduklarını belirten bir olay nakletmemiştir. Zaten bu ümmet böyle bir şey yapmış olsaydı, peygamberine de iman etmiş olmazdı. Aksine her bir ümmet emre bağlanmış, teslimiyet göstermiş ve boyun eğmiştir. Hikmetlere dair bilebildiği kadarını bilmiş, bilme imkanını bulamadığı hallerde ise itaat ve teslimiyet göstermek için bilme şartını koşmamıştır. Böyle bir şeyi de uğraşma alanına sokmamıştır. Her bir ümmetin rasûlü de zaten böyle bir soruya muhatap olmayacak kadar büyük bir şahsiyetti.

İşte bundan dolayı akıl, bilgi ve marifet bakımından bütün ümmetlerin en mükemmeli olan bizim ümmetimizin salih selef’i peygamberine Allah ne diye bunu emretti? Niçin bunu yasakladı? Niçin böyle bir şeyi takdir etti? Niye böyle bir şey yaptı? diye sormamışlardır. Çünkü onlar böyle bir soru sormanın imana ve teslimiyete aykırı düştüğünü, diğer taraftan teslimiyet derecesi dışında İslam ayağının zemine sağlam basamayacağını iyice biliyorlardı.

O halde bir emri ta’zim etmenin ilk mertebesi onu tasdik etmektir. Sonra ona sıkı sıkıya bağlanmak üzere kesin ve kat’î karar vermektir. Daha sonra onu yerine getirmek üzere eli çabuk tutmak ve engelleri de ortadan kaldırmaktır. Arkasından en mükemmel şekliyle onu yerine getirmek üzere tam samimiyetle bütün gayretini ortaya koymak, sonra da o işi yerine getirmekle emrolunduğu için o işi yapmaktır. Öyle ki onu yerine getirmek, onun hikmetine bağlı kalmamalı, bu hikmeti açıkça bilirse yapacak, bilmezse onu ihmal edecek duruma düşmemelidir. Çünkü böyle bir tutum emre bağlılığa aykırıdır, emre tam anlamıyla riayet etme haline gölge düşürür.

Kurtubî, İbn Abdi’l-Berr’den naklederek der ki: Bir kimse ilme duyduğu arzu ve bilgisizliğini gidermek, diyaneten bilinmesi gerekli bir hususu araştırmak kastıyla soru soracak olursa bunda bir sakınca yoktur. Çünkü bilgisizliğin şifası soru sormaktır. Ancak bilgisini arttırmak ve öğrenmek kastıyla değil de, işi yokuşa sürmek maksadıyla soru soran kimsenin bu sorularının az olması da çok olması da durumu değiştirmez, helal değildir.

İbnu’l-Arabî de der ki: İlim ile uğraşan alime yakışan da delilleri geniş geniş açıklamak, hükümlerin elde edildiği yolları açıklığa kavuşturmak, ictihad için gerekli ön bilgileri ve şartları elde etmek, hükümleri çıkarmak için yardımcı olacak araç ve gereçleri hazırlamaktır. Herhangi bir olay ile karşı karşıya kalınacak olursa ele alınması gereken şekilde ele alınır ve çözümü bulunabileceği kabul edilen yollardan çözülmeye çalışılır. Bu hususta da Yüce Allah doğru yolu gösterir.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Kişinin kendisini ilgilendirmeyen hususları terketmesi İslamının güzelliğindendir."[154] Bu hadisi Tirmizi ve başkaları rivayet etmiştir.

 

Kitab’ın Hükmünü Reddedenin Küfründe Şüphe Yoktur

 

Kitab’ın hükmünü reddedenin kâfir olacağı şüphesizdir. Fakat karşı karşıya kaldığı bir şüphe dolayısıyla Kitabın hükmünü te’vil eden kimseye de doğruya dönmesi için doğru husus ne ise açıklanır. Yüce Allah’a ise -Cehm’in ve ona uyanların söyledikleri gibi- sadece kahır ve kudreti dolayısıyla değil, aynı zamanda hikmetinin, rahmet ve adaletinin kemali dolayısıyla da yaptığı hakkında soru sorulmaz. Buna dair daha geniş açıklamalar, Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Biz helal kabul etmediği sürece kıble ehlinden herhangi bir kimseyi işlediği bir günah dolayısıyla tekfir etmeyiz" sözlerini açıklarken gelecektir.

 

"İşte bunlar Yüce Allah’ın dostlarından (veli kullarından) kalpleri (iman) nuru ile aydınlanmış kimselerin gerek duyduğu şeylerin özetidir ve bu, ilimde derinleşmiş olanların mertebesidir. Çünkü ilim iki türlüdür: Birisi mahlukat arasında var olan (onlar tarafından bilinen) bir ilimdir, diğeri ise mahlukat arasında bulunmayan bir ilimdir. Var olan ilmin inkârı küfürdür, olmayan ilmi bilmek iddiasında bulunmak da küfürdür. İman var olan ilmi kabul edip bulunmayan ilmi elde etmeyi terketmedikçe sabit olmaz."

 

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "İşte bunlar..." sözleri ile şeriatın getirdiği ve daha önce kendisine işaret edilen, inanılması ve gereğince amel edilmesi gereken hususlara işaret etmektedir.

"İşte bu, ilimde derinleşmiş olanların mertebesidir" sözleri de Allah Rasûlünün icmalî ve tafsilî olarak nefy ve isbat (red ve kabul)e dair getirdiklerinin bilgisidir.

"Olmayan ilim"den kastı Yüce Allah’ın yarattıklarına bildirmeyip, gizlediği ve onun elde edilmesi için çalışmalarını yasakladığı kader ilmidir. "Mevcut (var olan) ilim"den kastı ise şeriatı, şeriatın usül ve furuû (itikadî, şer’î ve fıkhî) hükümleridir.

Allah Rasûlünün getirdiklerinden herhangi bir şey inkâr eden bir kimse kâfirlerden olacağı gibi, gayb ilmini bildiği iddiasında bulunan kimse de kâfirlerdendir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gaybı bilendir, O kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola." (el-Cin, 72/26-27); "Saatin (kıyametin ne zaman kopacağının) ilmi şüphesiz Allah’ın nezdindedir. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir, hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez, hiçbir nefis de hangi yerde öleceğini bilmez. Muhakkak Allah herşeyi bilendir, herşeyden haberdardır." (Lukman, 31/34)

Bizim Yüce Allah’ın hikmetini bilemeyişimiz, bunun bize gizli kalması o hikmetin bulunmamasını, bizim o hikmeti bilmeyişimiz, var olmamasını gerektirmez. Nitekim bizler zarardan başka bir şeylerini bilemediğimiz yılanların, akreplerin, haşeratın yaratılışındaki hikmeti bilememekteyiz. Bu Yüce Allah’ın, bunları yaratmadığı manasına gelmediği gibi, bunlarda bizim için belli olmayan bir takım hikmetlerin bulunmamasını da gerektirmez. Çünkü bir şeyin bilinmemesi o şeyin yok olduğunun bilinmesi demek değildir.

 

"Biz Levh’e ve Kalem’e de iman ederiz. (Levh’e kalem ile) yazılan herşeye de."

 

Levh-i Mahfuz’a ve Kalem’e İman Etmek

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Daha doğrusu o çok şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfuz’dadır." (el-Buruc, 85/21-22)

Sözü geçen Levh, Yüce Allah’ın bütün mahlukatın kaderlerini, ölçülerini, kendisinde yazdığı Levh’tir. Kalem’den kasıt ise Yüce Allah’ın yaratıp kendisi ile sözü edilen Levh’e ilahî takdirlerini yazdığı şeydir. Nitekim Ebu Davud’un Sünen’inde yer alan rivayete göre Ubade b. es-Samit -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "Yüce Allah’ın ilk yarattığı şey Kalem’dir. Ona: Yaz diye buyurdu, o: Rabbim neyi yazayım? diye sordu. Kıyametin kopacağı ana kadar herbir şeyin takdirini yaz, diye buyurdu."[155]

 

Kalem ve Arş’ın Yaratılışları

 

İlk yaratılan Kalem midir, yoksa ‘Arş mıdır, hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bunları Hafız Ebu’l-A’la el-Hemedanî söz konusu etmektedir. Bunların sahih olanına göre Arş Kalem’den önce yaratılmıştır. Çünkü sahih(i Müslim)de yer alan rivayete göre, Abdullah b. Amr -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Râsulullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Yüce Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce bütün mahlukatın kaderlerini tayin etti, Arşı da su üzerinde idi."[156]

İşte bu buyruk, takdirin Arş’ın yaratılmasından sonra meydana geldiği hususunda açık bir ifadedir. Takdir (kaderlerin tayini) de Kalem’in ilk yaratılışı sırasında meydana gelmiştir. Bunu da az önce geçen Ubade b. es-Samit -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadisten anlıyoruz. Bu hadisteki: "Allah’ın ilk yarattığı şey Kalem’dir..." ifadesi ya tek bir cümledir, yahut iki ayrı cümledir. Eğer tek bir cümle ise -ki doğru olan da budur- manası şudur: Kalem, Allah’ın ilk halkettiği ve kendisine "yaz" diye buyurduğu yaratığıdır. Nitekim ifadenin lafzında da şöyle denilmektedir: Allah’ın ilk halkettiği şey kalem’dir, ona: Yaz diye buyurmuştur. Buradaki "ilk" anlamındaki kelime ile "Kalem" anlamındaki kelime nasb ile okunmuştur.

Eğer iki cümle ise -ki bu rivayet "ilk" ile "Kalem" kelimelerinin ref’i ile rivayet edilmiştir- o takdirde bu hadisi şuna yorumlamak gerekir: Kalem, bu alem arasında yaratılmış mahlukatın ilkidir. Böylelikle bu iki hadis arasında ittifak (uyumluluk) söz konusu olur. Çünkü Abdullah b. Amr’ın hadisi arşın ilahi takdirden önce yaratılmış olduğu hususunda açık bir nasstır. Mahlukatın takdiri ise Kalem’in yaratılması ile birlikte olmuştur. Bir başka lafızda da şöyle denilmektedir: "Allah Kalem’i halkedince ona: Yaz diye buyurdu."

İşte bu Kalem, Kalem’lerin ilki, en faziletlisi ve en değerlisidir. Tefsir alimlerinden birden çok kişi de şöyle demektedir: Bu Kalem Yüce Allah’ın: "Nûn. Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun ki..." (el-Kalem, 68/1-2) buyruğunda kendisine yemin ettiği kalem’dir.

İkinci Kalem ise vahiy kalem’idir. Kendisi ile Yüce Allah’ın peygamberlerine ve rasûllerine göndermiş olduğu vahyi yazdığı kalem’dir. Bu kalem’in sahipleri âleme hakim olan (melekler)dir. Bütün kalemler onların kalemlerine hizmet eder. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- İsra gecesinde kalemlerin cızırtısını duyduğu bir yere kadar çıkartılmıştır. İşte bu kalemler Yüce Allah’ın yüce ve alt âlemin her türlü işini tedbir edip, çekip çevirdiği hususlar ile ilgili olarak bildirdiği vahiylerin kendileri ile yazıldığı kalemlerdir.

 

"Yüce Allah’ın orada olacak diye yazdığı bir şeyin olmamasını sağlamak üzere bütün mahlukat bir araya gelip toplansalar, buna güç yetiremezler. Aynı şekilde Yüce Allah’ın orada olmayacak diye yazmış olduğu bir şeyin olması için hepsi bir araya gelecek olsalar, yine buna güç yetiremezler. (Çünkü) Kalem kıyamete kadar olacak şeyleri yazmış ve artık (mürekkebi) kurumuştur."

 

Kıyamete Kadar Olacaklar Kalem’le Yazılmış ve Bitmiştir

 

Câbir -Radıyallahu anh-ın, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den naklettiği şu hadis daha önceden geçmişti: Suraka b. Malik b. Cu’şum gelerek dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Şu anda yaratılmışızcasına bize dinimizi açıkla. Bugün amel ne içindir? Kalem’lerin yazıp kuruduğu ve takdirlerin kendisi doğrultusunda cereyan ettiği bir şey uğrunda mı, yoksa gelecekte (belirlenecek) şeyler uğrunda mı? Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Hayır. Kalem’lerin yazıp kuruduğu ve takdirlerin kendisi hakkında cereyan ettiği şey hakkındadır."[157]

İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Birgün Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in terkisinde idim. "Ey genç!" diye buyurdu. "Sana bazı sözler öğreteceğim, dikkat et: Allah’ı(n hükümlerini) koru ki O da seni korusun. Allah’ı koru ki O’nu yöneldiğin cihette bulasın, dilekte bulunacak olursan Allah’tan dile. Yardım isteyecek olursan Allah’tan iste. Şunu bil ki bütün ümmet (insanlar) sana herhangi bir hususta faydalı olmak için bir araya gelip toplanacak olsalar Allah’ın senin için yazmış olduğu bir şey müstesna sana, fayda sağlayamazlar ve eğer sana bir hususta zarar vermek için bir araya toplansalar, Allah’ın senin aleyhine yazmış olduğu bir şey olması müstesna, sana zarar veremezler. (Çünkü artık) Kalemler kaldırılmış, sahifeler(in mürekkebi) kurumuştur." Bunu Tirmizî rivayet etmiştir ve: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir.[158]

Tirmizî’den başkalarının rivayetinde ise şu da vardır: "Sen Allah’ı(n hükümlerini) koru, O’nu önünde bulacaksın. Rahat ve bolluk zamanlarında Allah’ı tanı (Allah yolunda işler yap) ki zorluk ve darlık zamanında O da seni tanısın (imdadına yetişsin, yardımına koşsun.) Şunu da bil ki sana gelip çatmayan bir şey, asla sana isabet edecek değildi. Sana isabet eden bir şeyin de seni gelip bulmaması imkansızdır. Şunu bil ki yardım sabırla birliktedir, kurtuluşta sıkıntıyla beraberdir ve muhakkak zorlukla birlikte bir kolaylık vardır."[159]

Bu hadislerde ve başkalarında "kalemler" tabiri çoğul olarak gelmiştir. İşte bu da îlahî takdirlerin -daha önce Levh-i Mahfuz ile birlikte sözü edilen- ilk kalemin dışında, başka kalemlerinin de olduğuna bir delildir.

Sünnetin delâlet ettiği üzere kalemler dört tanedir ve bu taksim daha önce sözü edilen taksimden farklıdır:

1- Birinci kalem bütün mahlukatı kapsayan umumi kalemdir. Levh ile birlikte daha önce sözü edilen kalem budur.

2- İkinci kalem, Adem -Sallallahu aleyhi ve sellem-in yaratılması zamanındaki kalemdir. Bu da umumi bir kalemdir, ancak Ademoğullarına hass’tır. Bu kaleme dair Yüce Allah’ın Ademoğullarının amellerini, rızıklarını, ecellerini ve mutluluklarını ilk atalarını yaratmasının akabinde takdir ettiğine delalet eden bir takım âyetler varid olmuştur.

3- Üçüncü kalem meleğin, annesinin karnında bulunan cenine gönderildiği zaman kullanılır. Melek o vakit cenine ruh üfler ve dört kelimeyi yazmakla emrolunur: Rızkını, ecelini, amelini ve mutlu yahut bedbaht olduğunu yazar.[160] Nitekim bu hususta varid olmuş sahih hadisler de vardır.

4- Dördüncü kalem, kulun bülûğa ermesi halinde konulan kalemdir. Bu Kiramen katibiyn’in ellerinde bulunur, ve onunla Ademoğullarının yaptıklarını yazarlar. Yine bu hususta Kitap ve sünnetten buyruklar vardır.

 

Herşey Bir Kader İle Olduğuna Göre Yalnız Allah’tan Korkmalı

 

Kul, herşeyin Allah’tan geldiğini bildiğine göre yalnızca Yüce Allah’ın huzurunda korku ve saygı duymalı ve yalnızca O’na karşı takvalı davranmalıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O halde insanlardan korkmayın, Benden korkun." (el-Mâide, 5/44); "Ve yalnız Benden korkun." (el-Bakara, 2/40); "Ve yalnız Benden korkun." (el-Bakara, 2/41); "Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (en-Nur, 24/52); "İşte O kendisinden korkulmaya layık olandır, bağışlamak da O’na yaraşır." (el-Muddessir, 74/56)

Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamdaki buyruklar gerçekten çoktur.

Kulun bir takım şeylerden sakınması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü kul, kendisine itaat olunan bir hükümdar olsa dahi tek başına yaşayamaz. Bir hükümdar bile yönetimi altındaki insanların iyiliğini düşünerek bazı şeylerden sakınmak zorundadır. O halde herbir insan mutlaka sakınmalı (takvâ sahibi olmalı)dır.

Eğer Allah’tan korkmaz ve sakınmazsa bu sefer mahlukattan korkmak ve sakınmak zorunda kalır. Bütün mahlukatın ise aynı anda bir kişiye sevgi ve nefret duymaları imkansız bir şeydir. Aksine birisinin istediğini diğeri nefretle karşılayabilir. Hepsini razı etmeye imkan yoktur. Nitekim Şafiî -Radıyallahu anh- böyle demiştir: İnsanları razı etmek, ulaşılamayan bir amaçtır. O halde senin halini düzelten işe bak, ondan ayrılma, onun dışındaki herşeyi de bir kenara bırak, onu önemseme. Yaratıkları razı etmek ne gücün çerçevesinde olan bir şeydir, ne de emrolunmuş bir şeydir. Yaratanı razı etmek ise güç yetirilebilen ve emrolunan bir husustur.

Aynı şekilde yaratığın insana Allah’a karşı hiçbir faydası yoktur. Kul, Rabbinden korkarsa insanları razı etmek külfetinden Allah onu kurtarır. Nitekim Âişe -Radıyallahu anh-, Muaviye’ye böyle yazmıştır ve bu yazdığı mektup merfu olarak rivayet edildiği gibi yalnız ona mevkuf olarak ta rivayet edilmiştir: "Kim insanları öfkelendirmek pahasına Allah’ı razı ederse, Allah kendisinden razı olur; insanları da kendisinden razı etmiş olur. Kim de Allah’ı gazaplandırmak suretiyle insanları razı etmeye kalkışırsa, insanlar arasından onu övenler, onu yermeye koyulurlar."[161]

Allah’ı razı eden bir kimseyi Allah insanları razı etmek külfetinden kurtardığı gibi, ondan da razı olur. Daha sonra onlar da O’ndan razı olurlar, çünkü güzel akıbet takvanındır. Allah böyle bir kulu sever, insanlar da onu sever. Nitekim Buharî ile Müslim’de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah kulunu sevdi mi, Ey Cebrail diye nida eder. Ben filanı seviyorum, sen de onu sev. Bunun üzerine Cibril onu sever, sonra Cibril semada şöyle seslenir: Şüphesiz Allah filanı seviyor, siz de onu seviniz. Bunun üzerine semadakiler onu severler. Daha sonra o kimse için yeryüzünde kabul görme vasfı yerleştirilir."[162]

Peygamber buğz ve nefret hakkında da buna benzer ifadeler kullanmıştır.

(Hadis-i Şerif) her mahlukun mutlaka ya bir yaratılmıştan yahut ta yaratıcıdan korkmasının kaçınılmaz olduğunu açıklamaktadır. Yaratılmıştan korkmanın zararı bir çok bakımdan faydalarından daha ağır basmaktadır. Allah’tan korkmak (takvâ) ise dünya ve âhiret saadetinin sebebidir.

Yüce Allah kendisinden korkulmaya gerçekten layıktır. Aynı şekilde O mağfirette bulunmaya da ehildir. Günahları bağışlayan O’dur, hiçbir yaratılmış günahları bağışlamaya kadir değildir. Allah’tan başka hiçbir kimse de bu günahların azabından kimseyi koruyamaz. O koruyandır, Ona rağmen kimse kimseyi koruyamaz.

Selef’ten birisi şöyle demiştir: Takvâ sahibi bir kimse asla muhtaç olmaz, çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah’tan korkarsa ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir." (et-Talâk, 65/2-3)

Görüldüğü gibi Yüce Allah takva sahiplerine insanların darlanıp, zorlandıkları şeylerden bir çıkış yolu göstermeyi, ummadıkları bir yerden kendilerini rızıklandırmayı taahhüt etmektedir. Eğer bu gerçekleşmeyecek olursa takvada bir halel olduğunu gösterir. O bakımdan Yüce Allah’tan mağfiret dilesin, O’na tevbe etsin. Daha sonra da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah’a tevekkül ederse O, kendisine yeter." (et-Talâk, 65/3) Yani Allah o kimseye kafi gelir ve onu başkasına muhtaç kılmaz.

 

Sebebleri Yerine Getirmek Tevekküle Aykırı Değildir

 

Bazıları tevekkülün kazanç yollarına başvurmaya ve sebebleri yerine getirmeye aykırı olduğunu, işler takdir edilmiş olduğuna göre esbabı yerine getirmeye gerek bulunmadığını zannedebilir. Ancak bu yanlıştır, çünkü kazanç yollarına başvurmanın kimisi farzdır, kimisi müstehabtır, kimisi mübah, kimisi mekruhtur, kimisi de haramdır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- tevekkül edenlerin en faziletlisidir, fakat o savaşa giderken zırh giyerdi. Kazanç elde etmek için pazarlarda dolaşırdı. Öyle ki kâfirler onun hakkında: "Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır?" (el-Furkan, 25/7) demişlerdi.

Bundan dolayıdır ki kazanç yollarına başvurmayı tevekküle aykırı gören bir çok kimsenin ya sadaka yahut hediye suretiyle başkalarının kendilerine verdikleri ile rızıklarını elde ettiklerini görüyoruz. Ancak (sadaka yada hediye veren) bu kimse bir vergi memuru, yahut bir güvenlik amiri ya da buna benzer (kazancı arasında çoğunlukla haram bulunan) bir kimse olabilir.

Yüce Allah’ın: "Allah dilediğini siler ve (dilediğini) bırakır. Ana kitap ise O’nun nezdindedir." (er-Rad, 13/39) buyruğunun tefsiri ile ilgili bir takım görüşlere daha önceden işaret etmiş bulunuyoruz.

Yüce Allah’ın: "O her gün bir iştedir." (er-Rahman, 55/29) buyruğuna gelince, el-Beğavî şöyle demektedir: Mukatil dedi ki: Bu âyet-i kerîme yahudilerin: Şüphesiz Allah cumartesi günü hiçbir şey hakkında hüküm vermez, demeleri üzerine nazil olmuştur.[163]

Tefsir alimleri derler ki: Hayat vermek, öldürmek, rızık vermek, bir takım kimseleri aziz kılıp başkalarını zelil kılmak, hastaya şifa vermek, bir esiri esaretten kurtarmak, sıkıntı içersinde olan birisini kurtarmak, dua eden birisinin duasını kabul etmek, bir dilekte bulunana istediğini vermek ve bir günahı bağışlamak ve buna benzer sayılamayacak pek çok fiilleri ve yarattıklarında dilediğini yaratması O’nun şanındandır.[164]

 

"Kula isabet etmeyen bir şey hiçbir şekilde ona isabet edecek değildi. Ona isabet eden herhangi bir şeyin de ona isabet etmemesi imkânsızdır."

 

Bu, daha önce geçen takdir olunmuş herbir şey kaçınılmaz olarak meydana gelir, şeklindeki gerçeğe binaen kullanılmış bir ifadedir.

 

"Kul şunu bilmelidir: Yüce Allah’ın yarattığı ve meydana gelen herbir hususa dair bilgisi ezeldendir. O bakımdan O, bunu son derece muhkem ve kat’î bir şekilde takdir etmiştir.Göklerde ve yerdeki yaratıklardan hiçbir kimse bunu nakzedemez; kimse onu bozamaz, izale edemez, değiştiremez, başka bir yere havale edemez, eksiltemez, O’na bir şey ilave edemez."

 

Yüce Allah’ın Kâinata Dair Bilgisi Onların Yaratılmasından Öncedir

 

Bu da, daha önce sözü edilmiş "Yüce Allah’ın kainat hakkındaki bilgisi ezeldendir ve O varlıkları yaratmadan önce bunlara dair kaderleri (ölçüleri) takdir etmiştir" şeklindeki ifadelere binaen söylenmiştir. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin sene öncesinden bütün mahlukatın kaderlerini takdir etmiştir, Arşı da su üzerinde idi."[165]

O halde; Yüce Allah’ın, zamanı gelince sonsuz hikmetinin gereğine uygun olarak varlık alemine çıkmadan önce eşyayı bildiğini görüyoruz. Varlık alemine de O’nun bilgisine uygun olarak ortaya çıkar. Çünkü mahlukatın sahip bulundukları akıl almaz pek çok hikmetler ile birlikte var edilmeleri, ancak varlıklarından önce hallerini bütünüyle bilen bir işi tarafından var edilmeleri ihtimalini geçerli kılabilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yaratan bilmez mi hiç? O Latiftir, herşeyden haberdardır." (el-Mulk, 67/14)

Mutezile’ye mensup aşırı kimseler Yüce Allah’ın ezelden beri bilen olduğunu kabul etmeyerek şöyle derler: Yüce Allah, kullar fiillerini işlemedikçe onları bilemez. Yüce Allah onların söylediklerinden pek yücedir.

İmam Şafiî -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Kaderiye ile (Allah’ın) ilmi(ni) ileri sürerek tartışınız. Eğer Allah’ın ilim sıfatını kabul ederlerse, yenik düşerler. İnkar ederlerse, küfre saparlar. Şüphesiz ki Yüce Allah belli bir kişinin güç sahibi olduğunu ve gücünün yettiği şeyleri yaptığını bilir. O bakımdan ona da mükafat verir. Diğeri ise yine güç yetiren olmakla birlikte, güç yetirdiği şeyi yapmadığını bilir. Bundan ötürü de onu azaplandırır. Onu azaplandırmasının biricik sebebi, kudret sahibi olmakla birlikte (emrolunduğu hususu) yapmamasıdır. Yüce Allah onun bu halini bilmiştir. Güç yetiremeyen kimseye de ne emir verir, ne de güç yetiremediği şeyi yapmadığı için azaplandırır.

Şâyet, "o takdirde kulun Yüce Allah’ın bilgisini değiştirmeye kadir olması gerekir. Çünkü Yüce Allah onun, o işi yapmayacağını bilmiştir. Şâyet o işi yapabilecek gücü bulursa o takdirde Allah’ın bilgisini değiştirmeye kadir demektir" denilecek olursa şöyle cevap verilir:

Bu bir kelime oyunudur, çünkü kulun mücerred olarak bir fiili yapabilecek durumda olması, ilmin değiştirilmesini gerektirmez. İlmin değişikliğine uğradığını zanneden kimseler, fiilin meydana gelmesi halinde bir değişiklik olduğunu zannediyorlar. Eğer fiil meydana gelecek olursa, elbetteki Allah tarafından bilinen husus o fiilin meydana geleceğidir, meydana gelmeyeceği değildir.

Yüce Allah’ın bir işin meydana gelmeyeceğini bilmekle birlikte, o işin meydana gelmesi imkansız bir şeydir. Hatta böyle bir şey meydana gelecek olursa, elbetteki Yüce Allah o işin meydana geleceğini biliyordu. Şâyet meydana gelmeyecek olursa, şüphesiz ki Yüce Allah o işin meydana gelmeyeceğini biliyordu.

Bizler Yüce Allah’ın ilminin bir olay ile ilgili olarak nasıl olduğunu ancak o işin açıkça ortaya çıkmasıyla bilebiliriz. Yüce Allah’ın ilmi meydana gelene mutâbıktır. Dolayısıyla O’nun ilminin değiştirilmesini gerektirecek bir şeyin meydana gelmesine imkan yoktur. Aksine ne olursa, ne meydana gelirse malûm olan (Allah’ın ilminde bilinen) da onun o durumudur. Herhangi bir iş yapmayan bir kul Allah’ın ilmini değiştiren bir iş yapmış olmaz. Aksine o, meydana gelmeyen bir işi yapabilmeye kadir bir kimse demektir. Şâyet o iş meydana gelirse elbetteki Yüce Allah o işin meydana geleceğini bilmiştir, meydana gelmeyeceğini (bildiği halde meydana gelmiş) değildir.

Denilse ki: Bir işin meydana gelmemesi ile birlikte Yüce Allah onun da meydana gelmeyeceğini bilir. Şâyet kul o işi meydana getirmeye kadir olursa, ilmi de değiştirmeye kadir, olur demektir.

Buna şöyle cevap verilir: Durum böyle değildir. Aksine kul öyle bir işi meydana getirme gücüne sahip olmakla birlikte, onu meydana getirmemiştir. Onu meydana getirecek olursa, Allah tarafından bilinen o işin meydana geleceği şeklindedir, başka türlü olamaz. Kulun güç yetirebildiği bir iş meydana geldiği takdirde, Allah tarafından bilinen de sadece o işin meydana geleceği şeklindedir.

Bu şekilde soru soran kimseler meydana gelen bir işin meydana gelmeyeceğinin Allah tarafından bilinmesi halini var sayarak soru soruyorlar. Bu ise imkansız bir varsayımdır ve böyle bir varsayım bir kimsenin; meydana gelmemekle birlikte, meydana geldiğini varsay, demesine benzer ki bu da iki çelişik önermeyi aynı anda kabul etmek demektir. (Bu da imkânsızdır.)

 

"İşte bunlar inanılması gereken esaslar, marifetin temelleri, Yüce Allah’ın tevhid ve rubûbiyetini kabul etmenin kapsamı içerisindedir. Nitekim Yüce Allah Kitab-ı Kerîm’inde şöyle buyurmaktadır: "Ve O herşeyi yaratıp inceden inceye takdir ve ta’yin etmiştir." (el-Furkan, 25/2); "Allah’ın emri yerini bulan bir kaderdir." (el-Ahzab, 33/38)"

 

Kader’e İman, Tevhid’in ve Allah’ın Rububiyetini Kabul Etmenin Bir Gereğidir

 

Burada az önce sözü edilen kadere imana, Yüce Allah’ın meydana gelen bütün olay ve varlıklara dair ilminin ezeli olduğu hususuna işaret edilmektedir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- imanın ne olduğu hakkında soru sorana verdiği cevabında şöyle buyurmuştur: "(İman) Allah’a, meleklerine, kitaplarına, rasûllerine ve ahiret gününe iman etmendir. Ayrıca hayrı ile şerri ile kadere de iman etmendir." Hadisin sonlarında da Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ey Ömer, o soru soranın kim olduğunu biliyor musun?" (Ömer): Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedi. Peygamber şöyle buyurdu: "O, Cebrail idi, size dininizi öğretmek için geldi." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[166]

"Yüce Allah’ın tevhid ve rububiyetini kabul etmek" sözleri şu demektir: Yüce Allah’ın sıfatlarına iman etmedikçe, tevhid ve rububiyetin itirafı ve kabulü tamam olmaz. Allah’tan başka bir yaratıcının varlığını kabul eden bir kimse Allah’a şirk koşmuş olur. Peki herkes kendi fiilini yaratır, diye iddia edenin durumu ne olacaktır?

İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği nakledilmiştir: Kader, tevhid’in kapsamı içerisindedir. Allah’ı tevhid ederken, kaderi yalanlayanın bu yalanlaması tevhid’ini nakzeder. Bunun böyle olmasına sebeb ise; kader’e iman etmenin Yüce Allah’ın ezelî ilmine ve hitabıyla mahlukatın kaderlerini yazması ile ilminden açığa çıkardıklarına iman etmeyi de ihtiva etmesinden dolayıdır. Bu hususta Yüce Allah’ın cüz’iyyata ya da başka hususlara dair bilgisini inkar eden müşriklerden, sabiîlerden, filozoflardan ve başka kesimlere mensup pek çok kişi sapıtmış bulunmaktadır. Çünkü bütün bunları yalanlamak, kaderi yalanlamanın kapsamı içerisine girer.

Yüce Allah’ın herşeye kadir olmasına gelince, genel çerçevesi ile Kaderiye’nin yalanladığı bir husustur. Çünkü onlar kulların fiillerini yaratmadığını söyleyerek kulların fiillerini O’nun kudret ve yaratması çerçevesinin dışına çıkartmış olmaktadırlar.

Kitabın, sünnetin ve icma’ın delâlet ettiği kaderi inkâr edenler tartışmasız olarak katıksız kaderiye’dendirler. Onlar Yüce Allah’ın kulların takdirleri ile ilgili olarak tayin ettiği Kaderini inkâr ederler. Gerek Ashab-ı Kiram’ın, gerek önder ilim adamlarının Kaderiye’yi yermeye dair sözleri ile bunlar kastedilmektedir. Mesela İbn Ömer -Radıyallahu anh-a: Bunlar kader diye bir şey olmadığını ve meydana gelen olayların önceden ilahi ilim söz konusu olmaksızın meydana geldiğini iddia ediyorlar, denilince söylediği: Onlara şunu bildir ki, ben onlardan uzak olduğum gibi, onlar da benden uzaktırlar, sözleri bu kabildendir.

 

Kader’in İhtiva Ettiği Esaslar

 

Yüce Allah’ın ilmine uygun olan takdir demek olan kader, pek büyük esasları da ihtiva etmektedir:

1- Yüce Allah, takdir edilmiş olan herbir hususu meydana gelmeden önce bilir. Böylelikle Onun kadim ilmi de sabit olur. Bu kabul ile Yüce Allah’ın kadim ilmini inkâr edenler de reddedilmiş olmaktadır.

2- Yüce Allah’ın herşeyi takdir etmiş olması bütün mahlukatın miktar ve ölçülerinin de takdir edilmiş olmasını ihtiva eder. Mahlukatın miktar ve ölçüleri ise onlara has muayyen nitelikleridir. Şüphesiz ki Yüce Allah herbir şey için belli bir kader (miktar ve ölçü) tayin etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, herşeyi yaratıp, inceden inceye takdir ve tayin etmiştir." (el-Furkan, 25/2)

Buna göre yaratmak takdiri de ihtiva eder. Bir şeyin bizzat takdir edilmesi ise onun için bir miktar tayin etmekle olur. Onun miktarının tayini ise var oluşundan öncedir. Yüce Allah, herbir mahlukun kemiyet ve keyfiyeti itibariyle kendisine has takdirini yazmış olması, elbetteki muayyen ve cüz’î hususlara dair bilgisini en ileri derecede ortaya koyar ve bu, bu hususu inkâr eden ve; O, külliyatı bilir fakat cüziyatı bilmez, diyenlerin kanaatine aykırıdır. O halde kader hem kadim ilmi, hem de cüziyatı bilmeyi kapsamaktadır.

3- İlahi takdir aynı zamanda onun bunu haber vermiş olmasını ve mahlukatın varlığından önce bunu ortaya koyup etraflı bir şekilde buna dair bilgileri bildirmiş olması gerçeğini de ihtiva eder. Bu da şunu gerektirmektedir: Kulların bir takım hususları var olmadan önce etraflı bir şekilde bilmeleri mümkündür. Bu da Yüce Allah’ın böyle bir bilgiye öncelikle sahip olması gerektiğine dikkatimizi çekmektedir. Çünkü kulları (kısmen de olsa) böyle bir şeyi bilebildiklerine göre kendisinin bilmemesi nasıl düşünülebilir?

4- Kader, Yüce Allah’ın dilediğini yapmakta serbest olduğunu ve takdir ettiği her bir hususun bizatihi var olması gerektiği için değil, kendi meşîet ve iradesiyle onu yaratmış olduğunu hususunu da ihtiva eder.

5- Takdir edilen herbir hususun sonradan yaratılmış olduğuna ve daha önceleri yokken meydana geldiğine de delildir. Çünkü Yüce Allah herbir hususu önceden takdir etmiş, sonradan yaratmıştır.

 

"Kader hususunda kalbi hastalanan -bir nüshada: hastalıklı kalbini kaybeden- kimselere yazıklar olsun! Çünkü böyleleri vehimleriyle gaybta son derece gizli bir sırrı ortaya çıkarmaya çalışmışlar; buna dayanarak söyledikleri ile de günahkâr bir iftiracı olup çıkmışlardır."

 

Kalbin Hayat Bulması ve Hastalanması

 

Kalbin hayatı, ölümü, hastalığı ve şifası söz konusudur. Bu ise beden hakkındakinden daha ileri çaptadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ölü iken kendisini (iman ile) dirilttiğimiz, insanlar arasında ona yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" (el-En’âm, 6/122)

Küfür ile (kalbi) ölmüş iken, iman ile dirilttiğimiz demektir.

Buna göre sağlıklı ve diri bir kalbe batıl ve çirkin şeyler ârız olduğunda tabiatı gereği onlardan nefret eder, onlara buğz eder, onlara iltifat etmez. Ancak ölü bir kalp böyle değildir, böyle bir kalp güzel ile çirkin arasında fark gözetmez. Nitekim Abdullah b. Mes’ud da böyle demiştir: Kendisi ile ma’rufu ve münkeri bilip tanıyacağı kalbi bulunmayan bir kimse helâk oldu demektir.[167]

Şehvetler ve hastalığa yakalanmış kalp de böyledir. Böyle bir kalp zayıflığı sebebiyle bu hastalığının ileri derecede olup olmamasına bağlı olarak, karşı karşıya kaldığı arzu ve isteklerine meyleder.

Önceden de geçtiği üzere kalbin hastalığı iki türdür: Şehvet hastalığı ve şüphe hastalığı. Bu iki hastalığın daha kötüsü şüphe hastalığıdır. Şüphelerin en kötüsü ise kader ile ilgili şüphelerdir.

Kalp kimi zaman hastalanır, hastalığını da arttığı halde bu kalbin sahibi, kalbin nasıl sağlık bulacağını, bu sağlığın sebeblerini bilmeyip başka şeylerle uğraştığından dolayı bu hastalığı bilmeyebilir.

Hatta kişinin haberi olmadan kalbi ölebilir de. Bunun alameti ise çirkin işlerin açtığı yaralardan acı duymaması, hakkı bilmemesinden rahatsız olmamasıdır. Çünkü kalp hayatta ise çirkin şeylerden ötürü acı duyar, hakkı bilmemekten ötürü de hayatta olduğu oranda ızdırap duyar:

"... Ölmüş ise yaralanmaktan ötürü acı duymaz."

Kalbin hastalığını farketmesi de mümkündür. Ancak ilacın acı tadına ve bu tada sabretmeye tahammül ona ağır gelebilir. O bakımdan o hastalığın kalmasının acısını ilacın sıkıntılarına tercih eder.

Şüphesiz ki kalbin hastalığının tedavisi hevâya muhalefet etmektir. Bu ise nefse en ağır gelen bir şeydir; amma hastalığa bundan faydalı bir şey de yoktur.

Bazen kişi kendisini sabra alıştırır fakat sonradan azmi kırılır. İlim, basiret ve sabrının zayıflığı dolayısıyla sabrı sürekli olamaz. Bu son derece güvenli bir yere götüren, korkulu bir yola koyulana benzer. Böyle bir kimse eğer bu korkulara sabredecek olursa, korkuların biteceğini ve arkasından güvenliğin geleceğini bilir.

İşte bunun güçlü bir sabra ve ulaşacağı sonuç ile ilgili son derece sağlam bir inanca ihtiyacı vardır. Sabrı ve inancı zayıflayacak olursa, yoldan geri döner, yolun sıkıntılarına katlanamaz. Hele hele yol arkadaşı da yoksa, yalnızlıktan dolayı da korkar ve bu sefer: İnsanlar nereye gitti? Ben de onları örnek alayım, der.

İnsanların çoğunun hali budur, onları helâk eden de bu haldir. Samimi ve basiret sahibi bir kimse ise yol arkadaşlarının azlığından dolayı ve hatta hiç arkadaşı olmamaktan ötürü -eğer kalbi ilk ve önder kafilenin yol arkadaşı olduğu şuuruna sahipse- yalnızlık duygusuna sahip olmaz. O ilk kafile ki: "Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihlerle birliktedirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!" (en-Nisa, 4/69)

Ebu Şâme diye bilinen Ebu Muhammed Abdu’r-Rahman b. İsmail’in "el-Havadis ve’l-Bidâ" adlı eserinde yer alan şu sözleri ne güzeldir: "Nerede cemaate bağlanma emri varsa ondan kasıt, hakka sımsıkı yapışmak ve ona uymaktır. İsterse ona yapışanların sayısı az, muhalefet edenler çok olsun. Çünkü ta Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- ve ashabı (Allah tümünden razı olsun) döneminden itibaren ilk müslüman cemaatin izlediği hak yol bu idi. Onlardan sonra gelen batıl ehlinin çokluğuna itibar edilmez."

Hasan-ı Basrî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: "Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan hakkı için sünnet aşırı giden ile büsbütün terkedenin izlediği yolların arasındadır. O bakımdan -Allah size rahmet edesice- bu yol üzere sabredin. Çünkü ehl-i sünnet geçmiş dönemlerde de insanların en azı idiler. Geriye kalanlar arasında da en az sayıda olanlardır. Bunlar öyle kimselerdirler ki, aşırı lüks içerisinde olanlarla birlikte lükse koyulmadılar. Bid’at sahibi kimselerle beraber de bid’atlere dalmadılar, onlar Rab’lerinin huzuruna çıkıncaya kadar sünnetleri üzerinde direndiler. Siz de artık böyle olunuz."

Kalbin hastalığının alâmeti ona uygun düşen faydalı gıdaları terkedip zararlı gıdalara yönelmesi, ona fayda sağlayacak ilaçları bırakıp zarar verecek ilaçlara doğru gitmesidir.

O halde ortada dört husus vardır: Faydalı gıda, şifa veren ilaç, zararlı gıda ve helâk eden ilaç.

Sağlıklı olan bir kalp, faydalı ve şifa vereni, zararlı ve eziyet verene tercih eder. Hasta kalp ise bunun tam zıddıdır.

 

En Faydalı Gıda İman, En Faydalı İlaç Kur’ân

 

En faydalı gıda iman gıdası, en faydalı ilaç da Kur’ân ilacıdır. Bunların herbirisi asıl gıda ve ilacı bünyesinde taşımaktadır. Kim Kitap ve sünnetin dışında şifa arayacak olursa, o cahillerin cahili, sapıkların en sapığıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o onlar için bir körlüktür.’ İşte onlar kendilerine uzak bir yerden seslenilir gibidirler." (Fussilet, 41/44); "Kur’ân’dan mü’minler için bir şifa ve rahmet olanı kısım kısım indiririz. Zalimlerin ise ancak hüsranını arttırır." (el-İsra, 17/82)

"Kur’ân’dan" buyruğunda yer alan "min...dan" teb’iz (kısmilik) bildirmek için değil, cinsin beyanı içindir. (Yani Kur’ân bütün türüyle mü’minlere bir şifadır.) Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa, mü’minler için de bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 10/57)

O halde Kur’ân tüm kalbî ve bedeni hastalıklara tam bir şifadır. Dünya ve âhiretin ilacı ondadır. Ancak herkes ondan şifa bulabilecek ehliyette değildir. Eğer hasta olan bir kimse onunla güzel bir şekilde tedavi olabilirse, samimiyet ve iman ile tam bir kabul, kesin bir itikad ile ve gerekli şartlarını da yerine getirerek hastalığını onunla tedavi edecek olursa, katiyyen hastalık onun karşısında duramaz. Hem hastalıklar yerin ve göklerin Rabbi kelamı karşısında nasıl direnebilir!

O’nun kelamı eğer dağlara indirilmiş olsaydı, dağları darmadağın ederdi. Yere inseydi, parampaça ederdi. Kalp ve beden hastalıklarından olup da Yüce Allah’ın Kitabını kavramayı nasip etmiş olduğu kimseler için tedavi yolunu, sebebini ve ondan korunmayı göstermediği hiçbir hastalık yoktur.

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Böyle bir kimse vehmi ile son derece gizli bir gayb sırrını araştırmaya koyulmuş olur" sözleri şu demektir: Böyle bir kimse gaybı araştırmakla, vehmiyle son derece gizli bir sırrı öğrenmeye kalkışmıştır. Çünkü kader Yüce Allah’ın mahlukatındaki sırrıdır. Böyle bir kişi ise onu araştırmakla, gayba muttali olmayı amaçlamış demektir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "O gaybı bilendir, O kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz." (el-Cin, 72/26... ve surenin sonuna kadar)

"Bu hususta" yani kader hakkında "söyledikleri ile o günahkar" günah kazanmış "bir iftiracı olarak döner."

 

"Arş ve Kürsî haktır."

 

'Arş ve Kürsî

 

Nitekim Yüce Allah da Kitabında böyle açıklamıştır: "Arş’ın sahibidir, Mecîd’dir." (el-Buruc, 85/15); "O dereceleri yükseltendir, 'Arş’ın sahibidir." (el-Mu’min, 40/15); "Rahman 'Arş’a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5); "Sonra 'Arş’a istivâ etti." (el-A’raf, 7/54) ve Kur’ân-ı Kerîm’de daha bir çok âyet-i kerîme’de 'Arş’tan söz edildiğini görüyoruz:

"O’ndan başka hiçbir ilah yoktur, şerefi büyük Arş’ın Rabbi O’dur." (el-Müminûn, 23/116) "Allah O’dur ki O’ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş’ın Rabbidir." (en-Neml, 27/26); "Şu Arş’ı yüklenenler ve etrafında bulunanlar Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler." (el-Mu’min, 40/7); "O gün de üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin 'Arş’ını yüklenirler." (el-Hâkka, 69/17); "Melekleri de 'Arş’ın etrafını kuşatmış görürsün. Rablerini hamd ile tesbih ederler." (ez-Zumer, 40/75)

Sahih’te rivayet olunmuş, sıkıntı anlarında yapılacak duada da şu ifadeler geçmektedir: "Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O pek büyüktür, Halim’dir. Allah’tan başka ilah yoktur, O büyük 'Arş’ın Rabbidir. Allah’tan başka ilah yoktur. Göklerin Rabbidir, yerin Rabbidir, kerim olan Arş’ın Rabbidir."[168]

Buharî’nin Sahih’inde de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah’tan cenneti istediğiniz zaman Ondan Firdevs’i isteyiniz. Çünkü o cennetin en yükseği, cennetin en orta yeridir. O'nun üstünde de Rahman’ın 'Arş’ı vardır."[169]

"O’nun üstünde" anlamındaki kelime zarf olarak anlaşılacak şekilde nasb ile rivayet edildiği gibi, onun tavanı Rahman’ın 'Arş’ıdır, anlamına gelecek şekilde mübtedâ olarak ref, ile de rivayet edilmiştir.

Kelam bilginlerinden bir kesimin kanaatine göre 'Arş, bütün yönleri ile dairesel ve her yönden kâinatı kuşatan bir yörünge şeklindedir. Kimi zaman 'Arş’a "el-Feleku’l-Atlas" ile "el-Feleku’t-Tasi’ (dokuzuncu felek)" adını verdikleri de olur.

Ancak bu doğru değildir, zira şeriatte sabit olduğuna göre 'Arş’ın bacakları vardır ve melekler onu taşır. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar baygın düşecekler. İlk ayılan kişi ben olacağım. Bir de ne göreyim, Musa 'Arş’ın bacaklarından birisini yakalamış. Bilemiyorum, benden önce mi ayılmış olacaktır, yoksa Tur’daki baygınlığının karşılığı mı ona verilmiş olacaktır?"[170]

Sözlükte 'Arş hükümdara ait olan tahttan ibarettir. Nitekim Yüce Allah Belkıs’in arşı ile ilgili olarak: "Onun bir de büyük bir arşı (tahtı) var." (en-Neml, 27/23) diye buyurmaktadır.

'Arş bir felek değildir. Araplar da ondan böyle bir mana anlamazlar, Kur’ân-ı Kerîm’de Arapça inmiştir. O halde 'Arş meleklerin taşıdığı ve bacakları olan bir tahttır. Âlemin üzerinde kubbe biçimindedir, o bütün mahlukatın tavanı durumundadır.

Allah’ın kelamını tahrif ederek 'Arş’ı mülk ve egemenliğin ifadesi olarak yorumlayanlar acaba Yüce Allah’ın şu buyruğunu nasıl açıklarlar: "O günde üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin 'Arş’ını yüklenir." (el-Hâkka, 69/17); "Arş’ı da su üstünde iken..." (Hûd, 11/7)

Acaba bunlar: O gün Yüce Allah’ın mülkünü sekiz melek yüklenir, O’nun mülkü su üzerinde idi mi, diyorlar? Buna göre Musa -Aleyhisselam- da mülkün bacaklarından birisini mi yakalamış olacaktır? Hiç ne söylediğini bilen, aklı başında bir kimse böyle bir şey söyler mi?

Kürsî’ye gelince Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O’nun Kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır." (el-Bakara, 2/255)

Kürsî’nin 'Arş ile aynı şey olduğu söylenmiştir. Ancak doğru olan ondan başka bir şey olduğudur. Bu husus İbn Abbas -Radıyallahu anh’ın yanısıra İbn Ebi Şeybe’nin Sıfatu’l-Arş kitabında ve Hâkim’in Müstedrek’inde kaydettikleri gibi başkalarından da rivayet edilmiştir.

O’nun Kürsî’sinin ilmi olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbas’a da nisbet edilmiştir.[171]

Ancak ondan gelen sağlam rivayet az önce geçtiği üzere İbn Ebi Şeybe’nin naklettiği rivayettir. Bundan başka açıklamalarda bulunanların ise mücerred zannın dışında herhangi bir delili yoktur. Açıkça anlaşıldığı kadarıyla bu gibi açıklamalar da 'Arş hakkında söylenen sözler gibi yerilmiş kelamcıların dağarcıklarındandır. Kürsî olsa olsa selef’ten birden çok kimsenin söylediği gibi 'Arş’ın önündedir.

 

"O’nun Arş’a da, Arş’ın dışındaki varlıklara da ihtiyacı yoktur. O herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir. Bütün mahlukat ise böyle bir kuşatıcılıktan âcizdir."

 

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "O’nun Arş’a da, Arş’ın dışındakilere de ihtiyacı yoktur" sözüyle ilgili olarak Yüce Allah’ın şu buyruklarını hatırlatalım: "Şüphesiz ki Allah âlemlere muhtaç değildir." (Al-i İmran, 3/97); "Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizlersiniz, Allah ise O, kimseye muhtaç olmayandır. Her hamde layık olandır." (Fâtır, 35/15)

Tahâvî’nin-Allah ona rahmet etsin- burada bu ifadeleri kullanmasının sebebi şudur: O 'Arş ve Kürsî’yi söz konusu ettikten sonra O’nun 'Arş’a da, 'Arş’ın dışındaki varlıklara da muhtaç olmadığını dile getirerek, 'Arş’ı yaratıp üzerine istivâ etmesinin, bu ona olan bir ihtiyacından ileri gelmediğini açıklamak istemiştir. O bunu ihtiyacı dolayısıyla yaratmamıştır. Aksine bunu gerektiren bir hikmeti vardır.

Üstte olanın, altta olanın üzerinde olması altta olanın, üstte olanı ihtiva edip onu kuşatmasını, onu taşıyor olmasını gerektirmediği gibi; üstte olanın, altta olana muhtaç olmasını da gerektirmez. Yüce Rabbimiz bundan çok daha büyüktür, yücedir. O’nun yüceliğinin böyle bir hususu gerektirmesinden münezzehtir. Aksine O’nun yüceliğinin gerekleri kendine has özelliklerindendir. Bu da kendi kudretiyle altta olanı taşımasıdır. Altta olanın, O’na muhtaç olmasıdır. Kendisinin ise alttakine muhtaç olmaması ve O’nu kuşatıcı olmasıdır.

Yüce Allah 'Arş’ın üstündedir. Bununla beraber O 'Arş’ı ve 'Arş’ı taşıyanları kudretiyle birlikte taşır, 'Arş’a da muhtaç değildir. Buna karşılık 'Arş’ın (var olmak için) ona ihtiyacı vardır. O 'Arş’ı da kuşatır, fakat arş onu kuşatmaz. O 'Arş’ın sınırlarını hasretmiştir, ancak 'Arş onu hasredemez. İşte bunlar Yüce Allah hakkında söz konusu olup mahlukatta bulunmayan özelliklerdir.

Allah’ın yüceliğini nefyeden Muattile şâyet bu hususu bu şekilde etraflı olarak ele almış olsalardı dosdoğru yola hidayet bulurlar, aklın indirilen vahye mutabık olduğunu anlarlar, delilin peşinden yol alırlardı. Fakat onlar delilden uzak düştükleri için yolu da kaybettiler. Bu hususta mesele İmam Malik -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-in dediği gibidir. Ona Yüce Allah’ın: "Sonra 'Arş’a istivâ etti." (el-A’raf, 7/54) buyruğu hakkında: Nasıl istiva etti? diye sorulunca şu cevabı vermiştir: “İstivânın ne demek olduğu bilinmektedir, keyfiyet ise meçhuldür.”

Aynı cevab Ummu Seleme -Radıyallahu anh-dan mevkuf olarak da Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e, merfu olarak da rivayet edilmektedir.

"O herşeyi kuşatandır ve O, herşeyin üstündedir." ifadesi bazı nüshalarda: "O’nun üstündeki herşeyi kuşatıcıdır" şeklindedir. Ancak doğru olan birinci nüshadır. Bunun da anlamı şudur: O herşeyi ve herşeyin üstündekileri kuşatıcıdır. İkincisinin anlamı da: O 'Arş’ın üstündeki herşeyi kuşatıcıdır, şeklindedir. Bu da -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- ya bazı müstensih’lerin yanılarak düşürdüğü bir harf sonucudur, sonra bazıları bu nüshadan istinsah edegelmişlerdir, yahut ta sapık bazı tahrifçiler fesat kastıyla ve Yüce Allah’ın fevkıyyet sıfatını inkar amacıyla bilerek düşürmüş olabilirler. Yoksa 'Arş’ın bütün mahlukatın üstünde olduğuna dair delil açıkça ortadadır. Mahlukattan O'nun üzerinde de hiçbir varlık yoktur. Dolayısı ile durum bu olduğuna göre; "'Arş’ın üstündeki herşeyi kuşatıcıdır" şeklindeki ifadesinin bir anlamı olamaz. Zira arşın üstünde kuşatılacak bir yaratık bulunmamaktadır. Buna göre doğru olan birinci şekilden başkası olamaz, anlamı da şöyle olur: Yüce Allah herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir.

Onun herşeyi kuşatıcı olmasına gelince, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Allah onları arkalarından kuşatandır." (el-Burûc, 85/20); "Uyanık olun, muhakkak O herşeyi kuşatandır." (Fussilet, 41/54); "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah herşeyi kuşatıcıdır." (en-Nisa, 4/126)

Burda O’nun mahlukatını kuşatıcılığından kasıt, O’nun felek gibi olduğunu anlatmak ve mahlukatın O’nun mukaddes zatının içinde kaldığını söylemek değildir. Yüce Allah bundan yücedir, münezzehtir. Bundan kasıt ancak şudur: Bu kuşatıcılık azamet, genişlik, ilim ve kudret kuşatıcılığıdır. Mahlukatın onun azametine nisbeti ancak bir hardal tanesi gibi olabilir. Nitekim İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yedi semavat, yedi arz, onların içindekiler ve onların aralarında bulunanlar Rahman olanın elinde ancak sizden herhangi birinizin elindeki bir hardal tanesi gibidir.

-En yüce misal elbette ki Allah’a mahsustur- bilindiği gibi bizden herhangi bir kimsenin elinde bir hardal tanesi varsa, dilerse onu avucunun içerisine alır ve avucu onu çepeçevre kuşatır. Dilerse onu altında bırakır. Her iki halde de o bu hardal tanesinden ayrı ve farklıdır. Ondan yücedir ve bütün yönleriyle onun üstündedir.

Hiçbir vasfın azametini kuşatamayacağı o azim olanın azametini nasıl tasavvur etmeliyiz? Eğer dilerse o bugün dahi semavatı ve arzı avucu içerisine alır ve kıyamet gününde bunlara yapacağının bir benzerini bugün yapabilir. Çünkü kıyamet gününde şu anda sahip bulunmadığı bir kudrete o vakit yeniden sahip olacak değildir. Bununla birlikte akıl Yüce Allah’ın kainatın bir takım parçalarına -semavatının üzerinde ‘Arş’ının üstünde olmakla birlikte- yakınlaşmasını yahut ta yarattıklarından dilediği kimseyi kendisine yaklaştırmasını nasıl uzak görebilir? Bunu kabul etmeyen, Yüce Allah’ı layıkı veçhiyle takdir etmiş olamaz.

 

Üstte Oluş

 

Yüce Allah’ın kainatın üstünde oluşu ile ilgili olarak da şöyle buyurulmuştur: "Kullarının üstünde kahir olandır O." (el-En’âm, 6/18 ve 61); "Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar..." (en-Nahl, 16/50)

Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Allah mahlukatı yaratma hükmünü verdiğinde, kendisinin nezdinde 'Arş’ın üstünde bulunan bir kitaba şunları yazdı: Şüphesiz Benim rahmetim, gazabımı geçmiştir."[172] Bir başka rivayette de; "Rahmetim gazabıma galip gelir" şeklindedir. Bu hadisi Buharî ve başkaları rivayet etmiştir.

Müslim de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Yüce Allah’ın: "O hem ilk’tir, hem âhir’dir, hem zahir’dir, hem batın’dır." (el-Hadid, 57/3) buyruğunu şu sözleriyle açıkladığını rivayet etmektedir: "Sen ilksin, Sen’den önce hiçbir şey yoktur, Sen âhirsin, Sen’den sonra hiçbir şey yoktur. Sen zahir’sin, Senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen batın’sın, Sen’den öte hiçbir şey yoktur."[173]

Burada zahir olmaktan kasıt üstte, yukarda oluştur. Yüce Allah’ın şu buyruğunda da bu kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Artık O’na zahir olamadılar." (el-Kehf, 18/97) yani O’nun üstüne çıkamadılar.

Bu dört isim karşıt isimlerdir. Bunların ikisi Yüce Rabbimizin ezeli ve ebedi oluşu ile, ikisi de yüceliği ve yakınlığı ile ilgilidir. Kureyza oğulları günü Sâd b. Mu'az onlar hakkında savaşçılarının öldürülmesi, çoluk çocuklarının da esir alınması şeklinde hüküm vermesi üzerine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştu: "Andolsun ki onlar hakkında yedi semanın üstünden mutlak melik (egemen olan Allah) ın hükmü ile hüküm vermiş bulunuyorsun." Bu sahih bir hadistir, bunu el-Umevî, Meğazî’sinde rivayet etmiş olup, aslı Buharî ile Müslim’in Sahih’lerindedir.[174]

Buharî’de yer alan rivayete göre Zeyneb -Radıyallahu anh-, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in diğer hanımlarına karşı övünür ve şöyle dermiş: "Sizleri akrabalarınız evlendirdi, beni ise Allah yedi semanın üzerinden evlendirdi."[175]

Ömer -Radıyallahu anh-dan rivayete göre bir seferinde yaşlı bir kadının yanından geçerken, bu kadın onu durdurmuş o da onunla birlikte durup onunla konuşmaya koyulmuş. Bir adam: Ey mü’minlerin emiri, bu yaşlı kadından ötürü sen insanları beklettin deyince, şöyle cevap vermiş: Yazık sana, sen bunun kim olduğunu biliyor musun? Bu, Yüce Allah’ın şikayetini yedi semanın üstünden dinleyip kabul ettiği kadındır. Bu, Yüce Allah’ın hakkında: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah’a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir." (el-Mücadele, 58/1) buyruğunu indirdiği Havle’dir. Bu hadisi de Darimî rivayet etmiştir.[176]

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in hadislerini, selef’in sözlerini duyan bir kimse bu sözler arasından Yüce Allah’a fevkıyyet (yukarda oluş)in izafe edildiği, sayılamayacak kadar çok ifade tesbit edebilir.

Şüphe yok ki Yüce Allah, mahlukatı yarattığında onları kendi mukaddes zatı içerisinde yaratmamıştır. O bundan pek yücedir, O Ehad’dir, doğmamış ve doğurmamış olan Samed’dir. O halde onları kendi zatı dışında yaratmış olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Yüce Allah kendi nefsiyle kaim, âleme karışmamış alemle içiçe olmamak vasıfları ile birlikte zatı ile fevkıyyet (yukarda oluş) sıfatına sahip kabul edilmezse, bunun zıttı sıfatlara sahip demektir. Çünkü bir şeyi kabil olan o şeyden yahut onun zıttından uzak kalamaz.

Bizler O’nun fevkıyyeti kabil olduğunu -onu nefyetmekten ötürü zıttının sabit oluşu söz konusu olmasın diye- kabul edemeyiz, denilecek olursa şöyle cevap verilir:

Eğer Yüce Allah, uluvv (yüksekte oluş) ve fevkıyyet (yukarda oluş)u kâbil değil ise, O’nun kendi başına var olan bir hakikati söz konusu olamaz. Sizler O’nun kendi başına varlığı ortada olan bir zat olduğunu ve âlem ile içiçe yahut karışık olmadığını, âlemin dışında var olduğunu kabul ettiğinize göre; O’nun varlığı sadece bir zihnî varlık olmasa gerektir. Aksine O’nun, zihinlerin dışında kat’î olarak varlığı söz konusudur.

Bütün akıl sahibi kimseler kesin olarak şunu bilirler: Bu şekilde bir varlığa sahip olan bir zat ya âlemin içindedir, ya âlemin dışındadır. Bunu inkâr etmek ise hiç şüphesiz kesin ve apaçık işlerin en açık ve belirgin olanını inkar etmek demektir. Buna dair hangi delil getirilirse getirilsin mutlaka O’nun kainattan ayrı bir varlık olduğuna dair bilgi daha açık ve daha kesinlikle ortada olan bir gerçektir.

Üstte oluş ve yukarda oluş bir kemal sıfatı olup bunda bir eksiklik yoktur, eksikliği gerektirmediğine, bir mahzur taşımadığına, Kitaba, sünnete ve icma’a aykırı olmadığına göre bunun hakikatini nefyetmek, batıl’ın ta kendisi ve kesinlikle hiçbir şer’î hükmün ifade etmediği imkansız bir iddia olur.

O halde bunu (üstte ve yüksekte olşunu) kabul etmeksizin O’nun varlığını kabul etmek, peygamberlerini tasdik etmek, Kitabına ve rasûlünun getirdiklerine iman etmek, söz konusu olmayacağına göre; bir de bunlara sağlıklı akılların, dosdoğru fıtratların, Yüce Allah’ın mahlukatının üstünde oluşuna ve kullarının fevkinde bulunuşuna dair yaklaşık yirmi tür civarında çeşitli ve muhkem nass’ların varid olduğunu da katacak olursak (O’nun ulviyyetini ve fevkıyyetini kabul etmeksizin bütün bunlara iman nasıl mümkün olabilir?)

 

Yüce Allah’ın Fevkıyyetini Ortaya Koyan Çeşitli Nass’lar

 

1- Bizzat fevkıyyeti tayin eden "min:...den, dan" edatı ile birlikte açıkça fevkıyyetin zikredilmesi, Yüce Allah’ın: "Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar." (en-Nahl, 16/50) buyruğu gibi.

2- Bu edat olmaksızın yine fevkıyyetin (yukarda oluşun) söz konusu edildiği buyruklar. Yüce Allah’ın: "Kullarının üstünde kahir olandır O." (el-En’âm, 6/18 ve 61) buyruğu gibi.

3- O’na doğru yükselişin açıkça zikredildiği buyruklar; "Melekler ile Ruh O’na miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselirler." (el-Meâric, 70/4) buyruğu gibi. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in da: " Onlar arasında geceyi geçiren melekler yukarıya çıkarlar (urûc ederler.) O da onlara... sorar."[177]

4- O’na doğru yükselişin (suûd) açıkça ifade edilmesi; "Güzel söz yalnız O’na yükselir (suûd)." (Fatır, 35/10) buyruğu gibi.

5- Bir takım mahlukatı kendisine doğru yükseltip kaldırdığına dair açık ifadeler. Yüce Allah’ın: "Bilakis Allah onu kendi nezdine kaldırmıştır." (en-Nisâ, 4/158); "Muhakkak Ben seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim." (Âl-i İmran, 3/55)

6- Hem zat, hem kadr, hem şeref itibariyle uluvvun bütün mertebelerine delâlet eden mutlak uluvv (üstünlük, yücelik) lafzının açıkça ifade edilmesi. Yüce Allah’ın: "Ve O, aliyydir (en yücedir), aziym’dir." (el-Bakara, 2/255); "Ve O, aliyydir, pek büyüktür." (Sebe’, 34/23); "Şüphesiz ki O aliyydir, hakîmdir." (eş-Şura, 42/51) buyrukları gibi.

7- Kitabın kendi nezdinden indirilmiş olduğunun açıkça ifade edilmesi. Şu buyruklarda olduğu gibi: "Kitabın indirilmesi mutlak galip her işi hikmet dolu Allah tarafındandır." (ez-Zümer, 39/1); "Kitabın indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen Allah’tandır." (el-Mu’min, 40/2); "(Bu kitap) Rahman, Rahim olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/2); "O hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/42); "De ki: Onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail)... Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Nahl, 16/102); "Ha. Mim. Mubin Kitaba yemin olsun ki şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz korkutup, uyaranlarız. O gecede hikmetli herbir iş tarafımızdan bir emir ile ayrılır. Muhakkak Biz gönderenleriz." (ed-Duhan, 44/1-5)

8- Bazı yaratıkların kendi nezdinde bulunmak özelliğine sahip olduklarını, bazılarının diğerlerine göre kendisine daha yakın olduğunu açıkça ifade eden buyruklar: "Şüphe yok ki Rabbin nezdindekiler..." (el-A’raf, 7/206); "Göklerde ve yerde kim varsa O’nundur. O’nun yanında olanlar ise..." (el-Enbiya, 21/19) Bu buyrukta görüldüğü gibi genel olarak "kendisinin olanlar" ile özel olarak kulları ve emri altında bulunanlardan "nezdindekiler" arasında bir fark olduğunu vurgulamaktadır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Yüce Rabbin kendisi hakkında yazmış olduğu kitap ile ilgili: " O kitap O’nun nezdinde "Arş’ın üstündedir."[178] şeklindeki sözleri de bu kabildendir.

9- Yüce Allah’ın semada olduğunun açıkça ifade edilmesi. Bu ehl-i sünnete mensub müfessirlere göre iki şekilden birisi ile açıklanır. Ya bu gibi ifadelerdeki "fi: ...de, da" edatı "ala: üstünde, üzerinde" anlamındadır, yahut ta "sema" ile üstte oluş kastedilmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur ve bunun dışında bir anlama yorumlanması da caiz değildir.

10- Özellikle mahlukatın en üstünde bulunan 'Arş’a has olarak "ala: ...e, a" ile birlikte açıkça istivâ lafzının kullanılması. Çoğunlukla bunun tertibe (sıraya) ve mühlete delâlet eden "sümme: sonra" edatı ile birlikte kullanıldığı görülmektedir.

11- Yüce Allah’a ellerin kaldırılması ifadesinin açıkça kullanılması. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu buyruğu gibi: "Şüphesiz Allah kulu kendisine doğru ellerini kaldırdığı takdirde onları bomboş olarak geri çevirmekten haya eder."[179] Sadece yüksekte oluş, duanın kıblesidir, demek hem kat’î olarak, hem de fıtrat gereği batıl’dır. Çünkü böyle bir şeyi ileride Yüce Allah’ın izniyle geleceği gibi dua eden herkes, zaten kendi içinde hisseder.

12- Yüce Allah’ın dünya semâsına her gece indiğinin açıkça ifade edilmesi.

13- Hissedilir (müşahhas) bir şekilde O’nun yüksekte oluşuna işaret etmek. Nitekim O’nu, O’nun hakkında kabul edilmesi gerekenleri, O’nun için imkansız olanları bütün insanlardan daha iyi bilen (son peygamber) O’na böylece işaret etmiştir:

Hiçbir kimsenin benzeri bir topluluğun etrafında bulunmadığı, o en büyük topluluğun bir araya geldiği, en büyük günde ve en büyük yerde onlara şöyle demişti: "Sizlere benim hakkımda soru sorulacaktır. Ne diyeceksiniz?" Onlar şöyle cevap verdiler: Senin tebliğ ettiğine, görevini eksiksiz yerine getirdiğine, gereken şekilde nasihatta bulunduğuna şahitlik edeceğiz. Bunun üzerine parmağını semaya doğru kaldırdı. Parmağını semanın da, herşeyin de üstünde olana kaldırarak; "Şahid ol Allah’ım" dedi.[180]

Biz adeta o değerli parmağın Yüce Allah’a doğru kaldırılmış olduğunu görüyor; o şerefli dilin parmağını kaldırdığı zata "şahid ol Allah’ım" diye seslendiğini işitiyor gibiyiz. Bizler onun apaçık bir tebliğde bulunduğuna, emrolunduğu şekilde Rabbinin risaletini eksiksiz yerine getirdiğine, ümmetine de son derece nasihatta bulunduğuna şahitlik ediyoruz.

Artık onun beyanı, tebliği, açıklaması ve izahı ile birlikte aşırıya kaçıp olmadık sözler söylemeye ve olur olmaz, yerli yersiz izahlarda bulunmaya ihtiyaç yoktur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.

14- "Eyne: Nerede" lafzının açıkça kullanılması. İnsanlar arasında Yüce Allah’ı en iyi bilen, ümmetine en samimi olarak öğüt veren, doğru manayı en fasih bir şekilde açıklayan o yüce peygamberin hiçbir şekilde batıl bir anlam vehmettirmeyen "eynallah: Allah nerede?"[181] lafzını birden çok yerde kullanmış olması buna örnektir.

15- Rabbinin semada olduğunu söyleyen kimse lehine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in iman sahibi olduğuna dair şahitlikte bulunması.

16- Yüce Allah’ın Firavun hakkında, onun Musa’nın ilahı olduğunu görmek maksadıyla semaya doğru yükselmek istediğini haber vermesi ve böylelikle Firavu’nun, Musa -Aleyhisselam-ın haber vermiş olduğu, O’nun semavatın üzerinde olduğunu yalanlamaya kalkışması. Bu maksatla Firavun şöyle demişti: "Ey Haman! Benim için yüksek bir kule yap. Belki o yollara ulaşırım, göklerin yollarına. Sonunda belki Musa’nın ilahının yanına çıkarım. Doğrusu şu ki ben onu yalancı sanıyorum." (el-Mu’min, 40/36-37)

O halde Cehmiye’den olup Yüce Allah’ın yüceliğini kabul etmeyenler Fir’avnî’dirler. O’nu kabul edenler ise Musa ve Muhammed’in yolundadırlar.

17- Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in namazın hafifletilmesi maksadıyla Mi’raç gecesinde Musa -Aleyhisselam- ile Rabbi arasında defalarca gidip geldiğini haber vermiş olması. Her seferinde Rabbine doğru yükseliyor, sonra da Musa -Aleyhisselam-a dönüyordu ve bu bir kaç defa tekrarlanmıştır.

18- Cennet ehlinin Yüce Allah’ı göreceklerine delalet eden Kitap ve sünnetteki pek çok nass ile Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in onu arada bulut bulunmaksızın güneşi ve ondördündeki ay’ı gördükleri gibi göreceklerini haber vermesi. Onlar, O, yüce zatı ancak onların üstünde olduğu halde göreceklerdir.

Yüce Allah’ın yukarda oluşunun inkârı, ancak görüleceğinin inkarı ile mümkün olabilir.

Bundan dolayı Cehmiye’ye mensup olanlar her ikisini de inkâr etmişlerdir. Ehl-i sünnet ise her ikisini de tasdik edip kabul etmişlerdir. Görmeyi kabul edip, yukarda oluşu kabul etmeyenler ise ikisi arasında bir yerde kalmıştır. Ne bunlardan olmuş, ne ötekilerden olabilmişlerdir.

İşte bu tür deliller eğer birer birer serdedilmeye kalkışılacak olursa, yaklaşık bin delil kadar olur. Bunu te’vil etmeye kalkışan kimsenin bütün bunlara ayrı ayrı cevap vermesi gerekir. Hepsine cevap vermek bir tarafa, bunların bir bölümüne dahi sağlıklı ve doğru cevap vermek imkanı nereden bulunacak ki?

 

Selef’in Uluvv (Yukarda Oluş) Sıfatının Kabulünü Ortaya Koyan Bazı Sözleri

 

Yüce Allah’ın uluvv (üstünlük, yücelik) sıfatını kabule dair selef’in sözleri oldukça çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:

Şeyhu’l-İslam Ebu İsmail el-Ensarî "el-Faruk" adlı eserinde senedini kaydederek Ebu Mutî’ el-Belhî’den şunu nakletmektedir: Ebu Mutî’, Ebu Hanife’ye: Ben Rabbimin semada mı yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum, diyen bir kimsenin durumu hakkında soru sormuş. Ebu Hanife’de: Bu kimse kâfir olur demiştir. Çünkü Yüce Allah: "Rahman Arş’a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) diye buyurmaktadır. O’nun Arş’ı ise yedi semanın üstündedir. Ben: Eğer O Arş’ın üzerindedir, dediği halde bilemiyorum Arş semada mıdır, yoksa yerde midir? diyecek olursa (durumu ne olur) diye sordum. Yine: O kâfirdir, çünkü o Yüce Allah’ın semada olduğunu inkar etmiş olur. O’nun semada olduğunu inkar eden de kâfir olur, dedi. Başkası da şunu da ilave etmektedir: Çünkü Allah a’lâ’yı illiyyindedir. O’na yukarıdan dua edilirken, eller yukarıya kaldırılır aşağıya indirilmez.

Ebu Hanife’nin mezhebine müntesib olanlardan bunu kabul etmeyenlerin bu reddedişlerine iltifat edilmez. Çünkü ona Mutezile’den ve başkalarından onun kabul ettiği itikadî esasların birçoğunda ona muhalefet eden pek çok kesimler intisab etmiştir. Malik, Şafiî ve Ahmed’e de inandıkları bazı hususlarda onlara muhalefet eden bir takım kimseler de intisab edebilirler. Ebu Yusuf’un, Bişr el-Merîsî’nin Yüce Allah’ın Arş’ın üzerinde olduğunu inkar etmesi üzerine tevbe etmeye çağırması olayı oldukça meşhurdur. Bunu Abdu’r-Rahman b. Ebi Hatim ve başkaları rivayet etmişlerdir.

Her kim "fevk: yukarda oluş"u kullarından daha hayırlı ve onlardan daha faziletli, O’nun Arş’tan daha hayırlı ve daha faziletli olması anlamına yorumlayacak olur ve bu sözleri: Emir vezirin fevkındedir, dinar dirhem’in fevkındedir sözlerine benzetecek olursa, şunu belirtelim ki bu selim olan akılların nefret ettiği, sağlıklı kalplerin tiksindiği bir açıklama şeklidir.

Çünkü bir kimsenin doğrudan Allah kullarından hayırlıdır ve Arş’ından hayırlıdır demesi, o kimsenin kar soğuktur, ateş sıcaktır, güneş kandil’den daha aydınlıktır, sema evin tavanından daha yukarıdadır, dağ çakıldan daha ağırdır, Allah’ın Rasûlü filan yahudi’den daha faziletlidir, sema arzın üstündedir demesi kabilinden bir sözdür. Böyle bir ifadede Yüce Allah’ı ne temcid, ne ta’zim söz konusudur, ne de övmek. Aksine bu gibi ifadeler en bayağı, en sıradan ve en çirkin ifadeler arasındadır.

Cinlerin ve insanların benzerini meydana getirmek için bir araya gelecek olsalar dahi biri diğerine yardımcı olsa bile benzerini getiremeyecekleri Allah’ın kelamına bu kabil ifadeler nasıl yakıştırılabilir? Hatta bu gibi ifadelerde çokça kullanılan meselde görüldüğü gibi, şanı eksiltmek dahi söz konusudur:

"Görmez misin ki kılıcın kadrini düşürmektir,

Kılıç asadan daha keskindir, denildiği vakit."

Mesela bir kimse, mücevher balığın pulundan, soğanın kabuğundan daha üstündür, diyecek olsa akıl sahibi herkes aralarındaki pek büyük farklılıktan dolayı bu söze güler. İşte yaratan ile yaratılmış arasındaki fark bununla kıyas edilmekten bile çok daha büyüktür. Ancak eğer batıl peşinde bulunan bir kimseye karşı bir delil getirmek maksadıyla konum bu kabilden söz söylemeyi gerektiriyorsa durum farklıdır. Nitekim Yusuf es-Sıddiyk -Aleyhisselam-ın şu sözleri bu kabildendir: "Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan ve herşeyi hükmü ve iradesi altında tutan Allah mı?" (Yusuf, 12/39) Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu türdendir: "Allah hem daha hayırlıdır, hem de daha kalıcıdır." (Tâhâ, 20/73)

Fevkınde oluşun bu anlamı, her bakımdan söz konusu olan mutlak fevkıyetin kapsamı içerisindedir. Yüce Allah, herşeye galip gelmek (Kahhâr) fevkıyeti, değer ve üstünlüğünün fevkıyeti, zatının fevkıyeti ile yukardadır. Bu fevkıyetlerin bir bölümünü kabul ederken, diğer bir bölümünü reddeden bir kimse fevkıyetin kemal derecesini eksiltmiş demektir.

Yüce Allah’ın yüceliği (uluvv) de her yönüyle mutlaktır. Eğer hayır kasıt, makam ve mevki üstünlüğüdür, mekansâl bir üstünlük değildir, denilecek olursa şunu belirtelim ki; mevki (el-mekâne) mekanın müennes halidir. Müennes olan da hem lafız, hem mana itibariyle müzekker’in bir fer’idir ve ona tabidir. Zihinde mevzu bahis olan misal ve örneklik yüceliği, hakikat manasıyla yüceliğe tabidir. Eğer bu örnek hakka mutabık ise haktır, değilse batıldır.

Bundan kasıt kalplerdeki üstünlüktür ve kalplerde O herşeyden üstündür, denilecek olursa şöyle cevap verilir:

O gerçekten de böyledir. Böyle bir üstünlük özü itibariyle O’nun herşeyden üstün oluşuna da mutabıktır. Eğer O, bizatihi herşeye üstün olmazsa, O’nun kalplerdeki üstünlüğü gerçeğe de mutabık olmaz. Tıpkı üstün olmayan bir varlığı üstün olarak değerlendirme halinde olduğu gibi.

 

Yüce Allah’ın Yukarda Oluşunun (Uluvv) Aklî Delilleri

 

Yüce Allah’ın yukarda oluşu (uluvv) sem’î delillerle sabit olduğu gibi, akıl ve fıtrat ile de sabittir. Uluvv’ünün aklî bakımdan sübutu çeşitli şekillerde ortaya konulabilir:

1- İki varlıktan herbirisi ya diğeri ile içiçedir ve sıfatlarda olduğu gibi onun varlığı ile var olabilmektedir. Yahut ta kendi başına vardır ve diğerinden ayrıdır; gerçeği kesindir ve apaçık bir bilgidir.

2- Yüce Allah kainatı ya kendi zatı içerisinde yaratmıştır, yahut ta zatı dışında yaratmıştır. Birincisi batıl’dır. Evvela böyle bir şeyin batıl olduğu ittifakla kabul edilmiştir. İkinci olarak böyle bir şeyi kabul edecek olursak, o takdirde Yüce Allah’ın değersiz, adi şeylere ve pisliklere de -haşa- mekân olması gerekir. Yüce Allah bundan çok yücedir, pek büyüktür.

İkinci durum ise, kainatın Yüce Allah’ın zatı dışında olmasını gerektirmektedir. Bu durumda kainat O’ndan ayrıdır. O halde O’nun kainattan ayrı olduğu da kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü "O alem ile bir arada değildir" derken aynı zamanda "O alemden ayrı da değildir" denilmesini akıl kabul edemez.

3- Yüce Allah’ın kainatın içinde de, dışında da olmaması O’nun büsbütün varlığını reddetmeyi gerektirir. Zira böyle bir şeyi akıl kabul edemez. O halde, O ya kainatın içinde vardır, ya kainatın dışında. Birincisi batıldır, o halde ikincisi gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da O’nun kainattan ayrı olmasını gerektirir.

 

Allah’ın Yüceliğinin Fıtrat İle İsbatı

 

Yüceliğinin fıtrat ile isbatına gelince, bütün insanlar tabiatları ve selim kalpleri ile dua ettikleri vakit ellerini yukarıya kaldırırlar. Yüce Allah’a yalvarıp yakardıklarında kalpleriyle de yukarı ciheti kastederler.

Muhammed b. Tahir el-Makdisî’nin naklettiğine göre Şeyh Ebu Ca’fer el-Hemedanî, İmamu’l-Haremeyn diye bilinen Üstad Ebu’l-Meâlî el-Cuveynî’nin meclisinde hazır bulunuyorken, Ebu’l-Meâlî Yüce Allah’ın "uluvv sıfatı"nı nefyetme hakkında açıklamalarda bulunuyor ve şöyle diyormuş: Allah ezelden beri Arş yokken dahi vardı ve şu anda O önceden nasıl var idiyse öylece vardır.

Bunun üzerine Şeyh Ebu Ca’fer şöyle dedi: Sayın Üstad, bize şu kalplerimizde hissettiğimiz zorunlu hal hakkında haber verir misin? Allah’ı tanıyan herkes "ya Allah!" dedikçe mutlaka kalbinde zorunlu olarak bir yücelik hissi duyar. Sağa da, sola da dönmez. Biz kendi içimizden böyle bir zorunlu hali nasıl bertaraf edebiliriz?

Bunun üzerine Ebu’l-Mealî eliyle başına vurarak, kürsüden indi, zannederim ağladı da, dedi. el-Cüveynî inerken şöyle diyordu: el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi, el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi.

Şeyh şunu kastetmişti: Bu Yüce Allah’ın kullarında fıtri olarak yerleştirdiği bir histir. Onlar bunu bir öğretmenden öğrenmemişlerdir, bunu kalplerinde Yüce Allah’a yöneldiklerinde hissettikleri bir zaruret olarak görmektedirler ve onlar bu zarureti uluvv’de (yüce oluşta) görmektedirler.

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Mahlukatı O’nu kuşatmaktan âciz düşürmüştür" sözlerine gelince; yani onlar ne bilgileriyle, ne görmeleriyle O’nu kuşatamazlar. Bunun dışındaki diğer kuşatma şekillerinin hiçbirisiyle de kuşatamazlar. Aksine O herşeyi kuşatandır ve hiçbir şey O’nu kuşatamaz.

 

"Bizler deriz ki: Muhakkak Allah İbrahim’i halil edinmiş, Musa ile özel bir şekilde konuşmuştur. Buna iman eder, tasdik eder ve teslimiyetle kabul ederiz."

 

 



[1] Tirmizî, 2908; Senedinde çoğu hadis otoritesince oldukça zayif bir ravi olan el-Hâris b. Abdullah el-A'ver vardir.

[2] Buhârî 3640, 7311, 7459; Müslim 1920, 1921; Tirmizî 2230; İbn Mâce 10; Müsned, IV, 244, 248, 252.

[3] el-Beyhaki, Menâkibu'ş-Şâfiî, I, 462; el-Hatîb el-Bağdâdî, Şerefu Ashâbi'l-Hadis, 168; İbn Hacer, Tevâli't-Te'sîs, s.64; ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ, X, 29.

[4] Buhârî 2977, 2978, 7013, 7273; Müslim 523; Nesaî VI, 3,4; Tirmizî 155.

[5] Dar alana blok edilen bu bölümler İmam Tahavi’ye ait metni teşkil etmektedir.

[6] Buhârî 25, 1399, 1457, 6924, 7284; Müslim 22.

[7] İbn Hibbân 719.

[8] Buhârî 4920.

[9] Müslim 969; Ebû Dâvûd 3218; Tirmizî 1049; Nesaî IV, 88, 89; Müsned, I, 96, 129

[10] Buhârî 1330, 1390, 4441; Müslim 528.

[11] Buhârî 427, 434, 1341, 3873; Müslim 528.

[12] Müslim 523.

[13] Muvatta I, 241; Buhârî 1358, 1359, 1385, 4775, 6599; Müslim 2658.

[14] Müslim 2865 no'lu uzunca hadisin bir bölümü.

[15] Müslim, 2865.

[16] Müsned, III, 406, 407.

[17] Ebû Dâvûd 4904.

[18] Buhârî 1162, 6382, 7390; Tirmizî 480; Ebû Davûd 1538; İbn Mace 1373.

[19] Nesâî, III, 54-55; Müsned, IV, 264.

[20] Müsned, I, 391, 452.

[21] Müslim 2713; Ebû Dâvûd 5051; Tirmizî 3397; İbn Mâce 3873; Müsned, II, 381, 404.

[22] Fikhu’l-Ekber Şerhi, Aliyyu’l-Kâri

[23] Müslim 179/293; İbn Mâce 195, 196; Müsned, IV, 395, 401, 405.

[24] Müslim 2577; Müsned, V, 160; Tirmizî 2495; İbn Mâce 4257.

[25] Müsned, III, 9; Buhârî 4730; Müslim 2849; Tirmizî 3156.

[26] Müsned, IV, 287, 295, 296.

[27] Müsned, V, 348, 352; İbn Mâce 3781.

[28] Müsned, V, 348, 352; Müslim 804.

[29] Muvatta, I, 211-212; Müsned, IV, 340; Buhârî 799, Ebû Dâvûd 770; Nesâî, II, 196.

[30] Buhâri 3340, 3361, 3712; Müslim 194; Müsned, II, 336, 435; Tirmizî 2434.

[31] Müslim 2653; Tirmizî 2156; Müsned, II, 169.

[32] Müslim 2663; Müsned, I, 390, 413, 433, 445, 466.

[33] Buhârî 3409, 4736, 4738, 6614, 7515; Müslim 2652.

[34] Buhârî 4476, 6565, 7410, 7516; Müslim 193, 322.

[35] Buhârî 6094, (biraz daha kisa); Müslim 2607, Ebû Dâvûd 4979; Tirmizî 1971; Müsned I, 384, 393...

[36] Buhârî 1354, 3055, 6173, 6618; Müslim 2930,

[37] Buhârî 6273; Müslim 2930

[38] Müslim 2925.

[39] Buhârî 3, 4953, 6982; Müslim 160; Müsned, VI, 153, 232.

[40] Müsned, I, 201-203; V, 290-292.

[41] Buhârî 3, 4953, 6982; Müslim 160; Müsned, VI, 153, 232.

[42] Buhârî 7, 51, 2681, 2804, 2941, 2978, 3174, 4553, 5980, 6260, 7196, 7541; Müsned, I, 262, 273.

[43] Müslim 2999; Müsned, IV, 332.

[44] Az önce geçen hadisin devamidir.

[45] Buhârî 3535; Müslim 2286.

[46] Buhârî 3532, 4896; Müslim 2354.

[47] Müslim 2889 (yakin ifadelerle); Ebû Davûd 4252; Müsned, V, 278.

[48] Müslim 523.

[49] Müslim 2278; Ebû Dâvûd 4673; Müsned, II, 540.

[50] Buhârî 3340, 4712; Müslim 194; Tirmizî 2436.

[51] Müslim 2276.

[52] Buhârî 2411, 3408, 6517, 6518, 7428; Müslim 2373.

[53] Müsned, III, 2; Tirmizî, 3618; İbn Mâce 4308.

[54] Buhârî 2412, 3414, 4638, 6916, 6917, 7427; Müslim 2373, 2374.

[55] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsâr, IV, 315-316.

[56] Buhârî 3413, 3415, 3416, 3431, 4630; Müslim 2376, 2377.

[57] Müslim 771.

[58] Müslim 2865

[59] Müslim 532.

[60] Müslim 2383; Tirmizî 3656

[61] Taberânî, el-Mu'cema'l-Kebir, 1686

[62] Tirmizî 3620. Senedinde Zayif iki râvi bulunduğundan dolayi, Tirmizî de bu hadis hakkinda: "Bu garip bir hadistir" demiştir.

[63] Buhâri 335, 438, 3112; Müslim 521

[64] Müslim 153.

[65] Önceleri yahudi iken, sonradan müslüman olmuş filozof tabib Ebu'l-Berekât Hibetullah b. Melkâ'dir. H.547, 560 ya da 570 yillarinda vefat ettiği belirtilmiştir. Sözü geçen eserinin tam adi: "el-Mu'teber Fi'l-Hikme" şeklindedir.

[66] Buhârî 3579; Tirmizî 3633; Müsned, I, 460.

[67] Müslim 2277; Tirmizî 3634; Müsned, V, 89, 95, 105.

[68] Buharî’nin son bölümünü teşkil eden “Kitabu’t-Tevhîd”in 38. babidir..

[69] Futûhât-i Mekkiyye, IV, 141.

[70] Buhârî 1, 54, 2529, 3898, 5070, 6689, 6973; Müslim 1907.

[71] Buhârî 2661, 4141, 4750; Müslim 2770.

[72] Müsned, III, 419.

[73] Müslim 486.

[74] Müslim 2202.

[75] Ebû Dâvûd 5074; Nesaî, VIII, 282.

[76] Ebû Dâvûd 1468; Nesai, II, 179-180; Müsned, IV, 283, 285, 296, 304; İbn Mâce 1342.

[77] Muvatta, I, 201; Buharî 2419, 4992, 5041, 6936, 7550; Müslim 818.

[78] Müslim 537; Ebu Davud 930; Nesai, III, 14-18; Müsned, V, 448-449. 

[79] Ebu Davud, 924; Nesai, III, 19; Müsned, I, 376, 377, 409…

[80] Buhari 2528, 2529, 6664; Müslim, 127.

[81] Tirmizî 2616, İbn Mâce 3973; Ahmed, V, 231.

[82] Tirmizi 2910

[83] Müslim 181; Tirmizî 2555, 3104; İbn Mâce 187; Müsned, IV, 332, 333.

[84] Buhârî 7437; Müslim 182; Ebû Dâvîd 4730; Tirmizî 6560.

[85] Buhârî 7439; Müslim 183.

[86] Buhârî 554, 573, 4851, 7434, 7435, 7436; Müslim 633.

[87] Buhârî 4878, 4880, 7444; Müslim 180.

[88] Buhârî 4855, 7380; Müslim 177.

[89] Buhârî 4716.

[90] Müslim 176.

[91] Müslim 178.

[92] Müslim 179.

[93] Buhârî 4581; Müslim 183 - yakın ifadelerle-

[94] Müsned, II, 181, 195, 196; İbn Mâce 85.

[95] Tirmizî 3250.

[96] Buhârî 2457, 4523, Müslim 2668.

[97] Müslim 2670; Ebû Dâvûd 4608; Müsned, I, 386.

[98] İhyâu Ulûmi’d-Din, I, 94-97.

[99] el-Muğnî ile el-Amed, Mu’tezile’ye mensup Kadı Abdulcebbâr’ın kelam ilmine dair yazdığı iki kitabın adıdır.

[100] Müslim 770.

[101] Buhârî 7437; Müslim 182.

[102] Buhârî 7439; Müslim 183.

[103] Buhârî 794, 817, 4293, 4297, 4968.

[104] Müsned, I, 266, 314, 328, 335.

[105] Meselâ bk. Müslim 2889, 2890.

[106] Taberî, I, 90; İbn Sa’d, Tabakaat, V, 466; ez-Zehebî, Tezkiretu’l-Huftâz, I, 92; İbn Hacer, Tebzibu’t,Tebzîb, X, 43.

[107] Buhârî 4476.

[108] Müslim 179.

[109] Bu cümle Buharî’nin Sahih’inde Şerik b. Abdullah b. Ebi Nemr yoluyla yer alan fazlalıklardan birisidir. Bu cümle Şerik’in tek başına rivayet ettiği yanılmalarından sayılır. Aslında şarih’in (İbn Ebi’l İzz’in) buna dikkat çekmesi gerekirdi. el-Hattabî der ki: Bu rivayette varid olan sarkıp, yaklaşmanın yüce Allah’a nisbet edilmesi genel olarak bütün selef’e, ilim adamlarına, önceki ve sonraki tefsir alimlerinin kanaatine muhaliftir. Bu hadis Şerik’ten başkasının yolundan Enes’ten rivayet edilmiş olmakla birlikte bu ağır lafızlar o rivayette yoktur. Bu husus ise bu rivayetteki bu lafızların Şerik tarafından katılmış olduğu kanaatini pekiştirmektedir.

Abdu’l-Hak el-İşbili de “el-Cem’u Beyne’s-Sahihayn” adlı eserinde şunları söylemektedir: Burada Şerik meçhul bir fazlalık katmış bulunmakta ve bilinmeyen bir takım lafızlar zikretmiş olmaktadır. İsra ile ilgili hadisleri hafızlar topluluğu rivayet etmiş olmakla birlikte Şerik’in zikrettiği bu lafzı onlardan zikreden kimse yoktur. Şerik ise hafız değildir.

İbn Kesir de Tefsir’inde (IIV, 3) şunları söylemektedir: Şerik b. Abdullah b. Ebi Nemr bu rivayetinde başka rivayetlerle çatışan lafızları zikretmiştir. O bu hadisi kötü bir şekilde hıfzetmiş ve iyice tesbit (zabt) edememiştir.

Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî de şunları söylemektedir: Şerik’in rivayetinde, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)in Rabbini gördüğü iddiasında bulunanların kanaatine uygun münferiden naklettiği bir fazlalık vardır. O bununla: “Daha sonra aziz olan cebbar Rab yaklaştı, sarktı ve bir yayın kirişlerinin bağlandığı iki nokta kadar veya daha yakın bir mesafeye geldi” sözlerini kastetmektedir.

Âişe, İbn Mes’ud ve Ebu Hureyre (radiyallahu anhum)un bu âyetlerdeki “görme”yi Cebrail’in görülmesine yorumlamaları ise daha doğrudur. İbn Kesir der ki: Bu meselede Beyhakî’nin söyledikleri hakkın kendisidir. Çünkü Ebu Zerr (r.a): Ey Allah’ın Rasûlü, Rabbini gördün mü? diye sorunca Hz. Peygamber: “O bir nurdur, O’nu nasıl görebilirdim” diye cevap vermiştir. Bir başka rivayette de: “Ben bir nur gördüm” demiştir. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.

Yüce Allah’ın:”Sonra yaklaşıp, sarktı.” (en-Necm, 53/8) buyruğunda kastedilen Cebrail aleyhisselam dır. Nitekim bu husus Buharî ve Müslim’den, mü’minlerin annesi Aişe’den ve İbn Mes’ud’dan böylece sabit olmuştur. Aynı şekilde Ebu Hureyre’den gelen ve Sahih-i Müslim’deki rivayet te böyledir. Bu âyet-i kerîme’nin bu şekilde tefsir edilmesi hususunda Ashab-ı Kiram arasından onlara muhalefet eden bir kimsenin olduğu bilinmemektedir.

Bu hadiste yine Şerik’ten başkasının zikretmeyip, tek başına Şerik’in naklettiği bir başka lafız da vardır ki yine müellifimiz bu lafzı burada kaydetmiştir. O da: “Cebrail onu yüce ve mübarek olan Cebbar’ın huzuruna -O yerinde olduğu halde- götürünceye kadar onu yükseltti” ifadeleridir.

[110] Buhârî 3886, 4710; Müslim 170; Müsned, I, 309

[111] Bk. Müsned, I, 374; İbn Kesir, III, 15.

[112] Bk. el-Bidaye ve’n-Nihâye, I, 337-373

[113] Buhârî 6580; Müslim 2303.

[114] Buhârî 6582; Müslim 2304.

[115] Müslim 400; Müsned, II, 102.

[116] Buhârî 6589; Müslim 2289

[117] Buhârî 7050; Müslim 2290, 2291.

[118] Buharî’de Eyyub’dan, o Muhammed b. Sîrin’den, o Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: İbrahim -Aleyhisselam- sadece üç defa yalan söylemiştir. Bunlardan ikisi yüce Allah’ın zatı uğrundadır. “Ben hastayım” sözü ile; “Hayır, onu bu büyükleri yapmıştır” sözleridir. (Devamla) dedi ki: Bir gün Sarâ ile birlikte zorbalardan bir zorbanın bulunduğu bir yere geldi. O zorbaya şöyle denildi: Burada beraberinde insanların en güzellerinden bir kadın bulunan bir adam vardır.

Bunun üzerine bu zorba kişi ona bir adam göndererek Sarâ hakkında soru sordurdu: Bu kimdir? dedi. O da: Kızkardeşimdir, dedikten sonra Sarâ’ya varıp şunları söyledi: Ey Sarâ, yeryüzünde benden ve senden başka iman eden bir kimse yoktur. Bu kişi bana senin kim olduğuna dair soru sordu, senin kızkardeşim olduğunu söyledim. Beni yalancı çıkarma.

Zorba Sarâ’ya elçi gönderdi. Sarâ, onun yanına girince, eliyle onu yakalamak istedi fakat ona engel olundu. Bu sefer: Sen Allah’a dua et ve ben sana hiç zarar vermeyeceğim, dedi. Allah’a dua etti ve eski haline kavuştu.

İkinci bir defa onu yakalamak isteyince, önceki gibi hatta daha da şiddetli bir şekilde alıkonuldu. Yine: Benim için Allah’a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim dedi. Tekrar Allah’a dua etti ve serbest bırakıldı.

Perdedarlarından birisini çağırarak şöyle dedi: Sizler bana bir insan getirmediniz, sizler olsa olsa bana bir şeytan getirmiş bulunuyorsunuz. Bunun üzerine ona Hacer’i hizmetçi olarak verdi. Sarâ, İbrahim -Aleyhisselam- ayakta durmuş namaz kılıyorken yanına geldi ve eliyle: Ne oldu? diye sordu, o: Allah o kâfirin -ya da facirin- tuzağını başına geçirdi ve Hacer’i hizmetçi olarak verdi. Ebu Hureyre dedi ki: Ey semanın suyunun oğulları, işte anneniz budur. (Bk. Fethu’l-Bârî, VI, 391-394)

[119] Müsned, II, 435-436; ayrıca Buhârî 4712; Müslim 194.

[120] Oldukça uzun bir hadis olup senedinde zayıf bir râvî olan İsmail b. Râfi’ bulunduğu gibi; meçhul bir ravi de vardır.

[121] Buhârî 5811, 6442; Müslim 216, 217.

[122] Buhârî 3883, 6208; Müslim 209

[123] Müsned, III, 213.

[124] Müsned, III, 213.

[125] Buhârî 7510; Müslim 193.

[126] Müslim 183; Müsned, III, 94.

[127] Buhârî 4476, 7516; Müslim 193; İbn Mâce 4312.

[128] Buhârî 2846, 5967, 6500, 7373; Müslim 30.

[129] Müsned, II, 21; İbn Mâce 778.

[130] Müsned, II, 69, 87, 125; Ebû Dâvûd 3251.

[131] Tirmizî 3578.

[132] Buhârî 1010, 3710.

[133] Buhârî 2215, 2333, 3465, 5975; Müslim 2743.

[134] Buhârî 2753, 3527, 4771; Müslim 203.

[135] Buhârî 3073; Müslim 1831.

[136] Buhârî 3334, 6557; Müslim 2805.

[137] Buhârî 1362, 4945-4949, 6217, 6605; Müslim 2647.

[138] Müslim 2648

[139] Buhârî 2898, 4202, 4207, 6493, Müslim 112,; Müsned, V, 332.

[140] Buhârî 6493, 6607.

[141] Fethu'l-Bârî, XI, 479'da belirtildiği gibi, Ebhu Avâne: "Nutfe halinde" fazlalığı ile rivâyet etmiştir.

[142] Buhâri 3208, 3332, 6594, 7454; Müslim 2643.

[143] VI, 12.

[144] Buhârî 1477, 2408, 5975, 6473, 7292; Müslim 1593.

[145] Müsned, II, 108.

[146] Müslim 486; İbn Mâce 3841; Ebû Dâvûd 879; Müsned, VI, 8, 201.

[147] Müslim 2749.

[148] Müslim 132.

[149] Müslim 133

[150] Buhârî 2457, 4523, 7188; Müslim 2668; Tirmizi 2976; Nesaî, VIII, 248, Müsned, VI, 55, 62, 205.

[151] Müsned, II, 178, 181, 185, 195; İbn Mâce 85.

[152] Buhârî 7319.

[153] Ebû Dâvûd 4596, Tirmizî 2650; İbn Mâce 3991.

[154] Tirmizî 2317.

[155] Ebû Dâvûd 4700; Tirmizî 2155.

[156] Müslim 2653.

[157] Müslim 2648; Müsned, III, 292, 293.

[158] Tirmizî 2516; Müsned, I, 293.

[159] Müsned, I, 307..

[160] Buhârî 3208, 3332, 6594, 7454; Müslim 2643; Ebû Dâvûd 4708; Tirmizî 2138; İbn Mâce 76; Müsned, I, 382, 414, 430.

[161] İbn Hibbân 276; el-Kudâî, Müsnedu'ş-Şihâb 499, 500; el-Humeydî, Müsned 266...

[162] Buhârî 3209, 6040, 7485; Müslim 2637.

[163] Begavî Tefsiri, IV, 270.

[164] İbn Kesir, VII, 469-470.

[165] Müslim 2653.

[166] Müslim 8.

[167] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr 8564.

[168] Buhârî 6345, 6346, 7426, 7431; Müslim 2730.

[169] Buhârî 7423, Müsned, III, 335.

[170] Buhârî 2411, 3408, 6518, 7428; Müslim 2773; Ebû Dâvûd 4671; Müsned, II, 264.

[171] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 5787, 5788.

[172] Buhârî 3194, 7404, 7422, 7453, 7553, 7554, Müslim 2751.

[173] Müslim 2713; Ebû Dâvûd 5051; Tirmizî 3397; İbn Mâce 3873; Müsned, II, 381, 404.

[174] Buhârî 3043, 3804, 4121, 6262; Müslim 1768; Müsned, III, 22.

[175] Buhârî 7420; Tirmizî 3213; Nesaî, VI, 80.

[176] er-Redd Ale'l-Cehmiyye, s. 26'da.

[177] Buhârî 555, 3223, 7429, 7486; Müslim 632.

[178] Bk. Az önce geçen "Üstte Oluş" başlığı.

[179] Müsned, V, 438; Ebû Dâvûd 1488; Tirmizî 3551; İbn Mâce 3865.

[180] Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Vedâ Haccı ile ilgili uzunca hadisin bir bölümüdür. Müslim 1218; Ebû Dâvûd 1905; İbn Mâce 3074.

[181] Müslim 537.